Âyetin Nüzul Sebebi: 5

1. Münafıklardan Teberrî ve Hicret: 6

2. Yakalanıp Öldürülme Hükmünden İstisna Edilenler: 7

3. Barış Antlaşması: 7

4. Savaşmak İstemeyenler: 7

5. Mü 'minlere Ceza Olmak Özere, Allah Dilediği Takdirde Kâfirleri Musallat Kılabilir.- 8

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hata Yoluyla Öldürmenin Mahiyeti: 9

2. Kısasın Uygulanma Hali: 10

3. Hataen Öldürmenin Cezası ve Hikmeti: 11

4. Diyet: 11

5. Diyet Olarak Verilecek Develerin Yaşları: 12

6. Hata Yoluyla Öldürmede Diyeti Kimler Öder; 14

7. Diyetin Ödenme Keyfiyeti ve Âkilenin Kapsamına Girenler: 15

8. Cenine (Annesinin Karnındaki Yavruya) Karşı Cinayet: 15

9. Gurre'nin Mahiyeti ve Konu île İlgili Diğer Hükümler: 16

10, Cenin Canlı Olarak Doğarsa: 16

11. Diyetin Bağışlanması Halinde de Keffâret Sakıt Olmaz: 17

12, Kâfirler Diyarında Öldürülen Mü'minin Hükmü: 17

13. Hata Yoluyla Öldürülen Kişi Müslümanlarla Antlaşması Bulunan Bir Kavimden İse: 18

14. Kadının Diyet Miktarı: 18

15. Birisinin Diğeri Üzerine Düşmesi, Çarpışma v.b. Hallerde Başkasının, Ölümüne Sebep Teşkil Etme Haline Dair Hükümler: 19

16. Kitap Ehlinin Diyeti: 19

17. Azad Etmek İçin Köle Bulunamayacak Olursa: 20

18. Aralıksız İki Ay Oruç Tutması Gereken Hastanın Hükmü ve Kadının Ay Hali Olması: 20

19. Bu Ceza Bir Tevbedir: 20

20, Allah Her Şeyi Bilendir, Hakimdir: 21

1. Kasten Öldürmenin Mahiyeti: 21

2. Kasten Öldürme, Hata Yoluyla öldürme ve Kasta Benzer Hata İle Öldürme: 21

Ağırlaştırılmış Diyet (Diyet-i Muğallaza): 22

3. Kasta Benzer Öldürmelerde Diyeti Ödemekle Mükellef Olanlar: 22

4. Keffareti Gerektiren Öldürmeler: 22

5,  Bir Topluluğun Birisini Hata Yoluyla Öldürmesi Hali: 23

6. Kasten Öldürmenin Vebalinin Büyüklüğü: 23

7. Kasten Bir Mü'min Öldürenin Tevbesi Mümkün mü: 23

l. Âyetin Nüzul Sebebi: 26

2. Araştırmak (Tebeyyun): 27

3. Selâm, Teslimiyet Arzetmek ve Barış: 27

4. Selâm Verene Eman Vermemek: 28

5. Akdi Olmayan Kâfirin Öldürülmesi: 28

6. Selâm Verenin Hükmü: 28

7. Müslüman Olmayan Bir Kimsenin, Namaz Ya da İslama Has Fiillerden Birisini Yapması: 28

8. Dünya Hayatının Geçici Faydası île Gerçek Zenginlik: 29

9- Allah'ın Lütuflarma Rağbet Etmek: 29

10. Amel İle îman Îlişkisi: 29

11. Allah'ın Emirlerine Muhalefet Etmekten Sakınmak: 30

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Savaştan Muaf Olanlar: 30

2. Devamlı Cihad İçin Bekleyenlerin Fazileti: 31

3. Zenginlik İle Fakirlik Arasında Fazilet Farkı: 31

4. Özür Sahibi Olanların İstisnası ve İlgili Kıraat Farkı: Yüce Allah'ın: 31

5- Can ve Mallarıyla Cihad Edenlerin Fazileti: 32

Nüzul Sebebi: 32

1. Allah Yolunda Hicret Etmenin Mükâfatı: 34

2- Muhacir Genişlikle Karşılaşır: 34

3-Hicretle Terkedilmesi Gereken Yerler ve Savaşa Çıkıp Çarpışmadan Ölen Gazinin Durumu: 34

4. Hicret Ederken Yolda Ölen: 35

5. Bir Yerden Bir Yere Gitmenin Kısımları: 35

Bir Namazı Kısaltmanın Hükmü: 36

2- Namazın Kısaltılabileceği Mesafe: 38

3. Namazın Kısaltılabileceği Yolculuğun Türü ve Mahiyeti: 39

4. Namazı Kısaltmaya Ne Zaman Başlanır: 40

5- Namazı Kısaltmaya Niyet Etmek: 40

6. Yolcu Ne Kadarhk Süreye İkâmeti Niyet Ederse Namazını Tam Kılar: 40

7. Hz. Âişe île Hz. Osman'ın Seferde Kasr Etmeyip Namazlarını Tam Kılmalarının Sebepleri: 41

8. Kasr’ın Mahiyeti ve Sünnetteki Uygulamaları: 42

9. Korku Halinde Namaz: 43

10. Düşman Kâfirlerin Fitneye Düşürmesi ve Arap Dilinde Fitne Kelimesinin Kullanılışı: 44

1. Âyet-i Kerimenin Nüzulü: 45

2. Korku (Havf) Namazının Kılınış Keyfiyeti, Bu Konudaki Farklı Rivayetler ve Görüşler: 46

3. Hz. Peygamberin Kıldığı Korku Namazları: 48

4. Akşam Namazının Korku Halinde Kılınış Keyfiyeti: 48

5. Göğüs Göğüse Çarpışma Halinde Namazın Vaktinin Çıkacağından da Korkulursa, Korku Namazının Kılınış Keyfiyeti: 49

6- Takib Eden ve Edilenin Namazı: 49

7- Düşman Göründü Zannederek, Korku Namazı Kıldıktan Sonra Görünenin Düşman Olmadığının Anlaşılması: 50

8. Korku Namazı Esnasında Gerekli Tedbirleri Elden Bırakmamak: 50

9- Namaza "Secde" Adının Verilmesi: 50

10. Korku Namazının Hikmeti: 51

11. Silahı Almama Ruhsatı ve Bu Ruhsatın Nüzul Sebebi: 51

1." Bitirmek" Anlamına Kullanılan "Kaza Etmek" Tabiri: 52

2. Namazdan Sonra Allah'ı Zikretmek: 52

3- Farz Namazlar Vakitleri Belli Namazlardır: 52

4. Kaçan Düşmanı Takipten Vazgeçmemek: 52

5. Mü'minlerin Üstünlükleri: Allah'tan Mükâfat Ummaları: 53

1. Nüzul Sebebi: 53

2. Allah'ın Şeriatinin Kanunları İle Hükmolunur: 54

3. Hainlere Destek Verilmez: 54

4. Münafıkları Savunmak Yasaktır; 54

Buyruğun Anlamı: 55

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Anlamı: 59

2- Kâfir ve Müşrikten Başka Kimse Cehennem'de Kalmaz: 60

1- Şeytanın Saptırmaları ve Telkinleri: 61

2- Allah'ın Hilkatini Değiştirmenin Mahiyeti: 62

3- Kusurları Dolayısıyla Kurban Edilmeleri Caiz Olmayan Hayvanlar: 62

4- Hayvanların Burulması: 63

5- İnsanın Burulması; 63

6- İşaret Kastıyla Hayvanı Dağlamak: 63

7. İşaretlemeler, Dövmeler ve Benzeri Uygulamaların Hükmü; 64

8. Saça Saç Ekletmek: 65

9- Varlıkların Yaratılış Hikmetinden Başka Şekillerde Değerlendirilmesi de Allah'ın Yarattıklarım Değiştirmektir: 66

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Kıraat Farkları: 71

2. Kadının Kendi İsteğiyle Haklarından Feragat Etmesi: 72

3. Karı-Koca Arasındaki Çeşitli Barış Türleri: 72

4- Kıraat Farklarına Dair Açıklamalar ve Anlamlan: 73

5- Sulhun Hayırlı Oluşu; 73

6- Kötü Huyların Kaynağı Cimrilik: 73

7- Allah İyilik Yapanların İyiliklerinden Haberdardır: 74

1- Adaleti Ayakta Tutmanın Devamlılık Gereği: 76

2- Yakınlar Aleyhinde Şahidîik: 76

3- Ebeveynin Çocukları ve Çocukların da Ebeveyni Lebine Sahicilikleri: 76

4- Allak İçin Şahidlik Edenler: 77

5- Allah İçin Şahidlik: 78

6- Şahidlikte Allah'ın Rızasını Gözetmek Gerek: 78

7- Allah'ın Yakınlığı: 78

8- Adaleti Bırakıp Hevaya Meyletmeyin: 78

9- Eğip Bükmek" île "Yüz Çevirmek Kelimelerine Dair Açıklamalar: 78

10. Kölenin Şakidliği: 79

1- Kâfirlerin Mü'minlerin Aleyhine Yol Bulamamaları Ne Demektir: 82

2- Kâfirin Müslümanı Köle Edinmesi: 83

3- Hıristiyan Bir Efendinin Ölümünden Sonra Azad Edilmesini Vasiyet Ettiği Hıristiyan Kölesi Ulama Girerse: 83

1- Namazda Tadili Erkânın Gereği: 84

2- Gösteriş İçin Namaz Kılanın Durumu: 85

1. Zulme Uğrayanın Kötü Söz Söylemesinin Mahiyeti: 87

2- Davalaşma Sırasında Hz, Abbas'ın Hz. Ali Hakkında Kullandığı Ağır İfadeler Bu Kabilden midir?. 88

3- Zulümden Tevbe Edenler ve Etmeyenler 89

1- Allah ve Peygamberleri Arasında Ayrım Gözetmek. 90

2- Peygamberin Kimine İman, Kimini İnkar 90

3- Böyle Bir Uydurma Yol Takip Edenler Gerçek Kâfirlerdir. 90

1- Zulmün Cezası: 94

2- Kâfirler Şeriatla Muhatap mıdırlar?. 95

1- Doğan İlah olamaz. 100

2- Sudan'da Adı Anılan Tek Kadın: Hz, Meryem.. 100

3- Hz. isa'nın Babasız Olduğuna İnanmak: 100

1- Ayetin Nüzul Sebebi 104

2- Anne ve Babasız Olarak Vefat Edenin Durumu: 104

3- Kızhardeşler Ne Zaman Asebe Olurlar: 104

4- Bu Âyetin Adı: 105

5- Rafizilerin Hz. Örneği Tenkidi: 105

6- Allah'ın Açıklamaları: 105


87. Allah (Odur ki) O'ndan başka ilâh yoktur. Andolsun ki O, ger­çekleşeceğinden hiç şüphe olmayan Kıyamet gününde hepini­zi mutlaka bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?

 

Yüce Allah'ın: "Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur" buyruğu, mübtedâ ve haberdir "Andolsun ki O, mutlaka hepinizi bir araya toplayacaktır" buyruğunun başındaki "lâm" yemin içindir.

Bu âyet-i kerime, öldükten sonra diriliş hakkında şüpheye düşen kimse­ler hakkında nazil olmuştur. Yüce Allah kendi zaüna yemin ederek bunun gerçekleşeceğini bildirmektedir. Eğer "lam* dan sonra (fiilin sonunda) şedde­li bir "nûn" geliyor ise: o "lam" kasem "lâm"ıdır Buyruğun anlamı, ölüm ile ve yerin altında Kıyamet gününe kadar toplayacaktır derler, şeklindedir. Ba­zıları, buradaki “” edatı ifadede bir sıradır (fazladan gelmiştir), anlamı ise, mutlaka Kıyamet gününde hepinizi bir araya toplayacaktır şeklindedir.

Kıyamete bu ismin veriliş sebebi ise, insanların o günde, aziz ve celil olan âlemlerin Rabbi huzuruna kalkacaklarından dolayıdır. Yüce Allah şöyle bu­yurmakladır: 'Yoksa onlar, büyük bir gün için muhakkak tekrar diriltilecek-lerini sanmıyorlar mı ki. O günde insanlar Âlemlerin Rabbi'nin huzuruna kalkacaklardır." (el-Mutafîifln, 83/4-6) Şöyle de denilmiştir: Kıyamet günü, insanlar kabirlerinden kıyamet için kalkacaklarından dolayı bu ad verilmiş­tir. Yüce Altah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, kabirlerinden hızlıca çı­kacaklardır." (el-Meâric, 70/43) Kıyamet kelimesinin aslı "vavlıdır.

"Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" buyruğundaki "Söz" keli­mesinin nasb edilmesi, beyan olduğundandır. Anİamı, Allah'tan daha doğ­ru sözlü hiçbir kimse yoktur, demektir. Hamza ve el-Kisaî, “” kelimesi­ni "sâd" yerine "ze" harfi ile; “” diye okumuşlardır. Diğerleri, "sâd" ile oku­muşlardır. Kelimenin aslı "sâd" iledir. Bu iki harfin mahreç bakımından bi-ribirterine yakınlığı dolayısıyla "sad" yerine "ze" ile okumuşlardır. [1]

 

88. Allah, onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıverm işken, mü­nafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız? Allah'ın saptır­dığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdı­ğına asla doğru bir yol bulamazsınız.

 

Âyetin Nüzul Sebebi:

 

^Münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız." Ne dîye birbirin­den farklı iki guruba, iki fırkaya bölündünüz. Müslim'de, Zeyd b, Sabit'ten gelen rivayet göre, Peygamber (sav) Uhud'a çıktığında beraberinde olanlar­dan bir kesim geri dönmüştü. Bunun ürerine Peygamber (sav)'ın ashabı, on­lar hakkında iki guruba bölündü, Kimisi: Onları öldürelim dedi, kimisi de: Hayır Öldürmeyelim, dedi. Bunun üzerine: "... münafıklar hakkında ne di­ye İki guruba ayrıldınız" ayeti nazil oldu. [2]

Bunu Tirmizi rivayet etmiş ve şunu eklemiştir: Peygamber buyurdu ki: "Bu Medine (Tıbe)'dir." Yine şöyle buyurdu; "Ateş nasıl ki demirin pisliğini gide­riyor ise, bu şehir de pislikleri öylece dışart çıkartır" Tirmizî dedi ki: Bu ha-sen, sahih bir hadistir. [3]

Buhârî de der ki: "Bu Tîbe'dir. Ateş nasıl ki gümüşün pisliklerini (yaban­cı maddelerini) uzaklaştırıyor ise, bu şehir de bu şekilde pis ve murdar olan­ları dışarı çıkartır" [4]

Burada kastedilen münafıklar, Uhutl günü Rasûlullah (sav)'a yardımdan vaz­geçip, onunla birlikte çıkmışken askerlerini de geri alıp çekilen Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşlarıdır.

Nitekim buna dair açıklamalar, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/153. ve sonraki ayetlerin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas ise der ki; Bunlar Mekke'de iman edip hicreti terkeden bir top­luluktur. ed-Dalıhak der ki; Ayrıca bunlar şöyle derlerdi: Eğer Muhammet! (sav) galip gelirse, onun peygamber olduğunu bilmiş oluruz. Şayet bizim kav­mimiz galip gelirse biz bunu daha çok severiz. Bunun üzerine müslümanlar, bunlar hakkında iki guruba ayrıldılar. Bir kesim onUn dost ediniyor, bir ke­sim de onlardan uzak kalıyordu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız?" diye buyurdu.

Ebu Seleme b. Abdurrahman ise, babasından (Abdurrahman b. Avf tan) nak­lettiğine göre, bu âyet-i kerime, Medine'ye gelen ve müslüman olduklarını açıklayan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar Medine'nin sıtması­na ve ateşli hastalığına yakalandılar. Bunun üzerine baş aşağı döndürülüp, Medine'den çıkıp gittiler.

Peygamber (sav)'m ashabından bir gurup onlarla karşılaşınca: Ne diye ge­ri dönüyorsunuz? diye sordular, şu cevabı verdiler: Medine'nin sıcağından ra­hatsızlandık. O bakımdan orada kalmak işimize gelmedi. Bu sefer karşıları­na çıkanlar şöyle dediler: Bu hususta Rasûlullah (sav) sizin için uyulacak bir örnek olmuyor mu? Ashabın bir bölümü: Banlar münafıklık ettiler derken, bir bölümü de: Münafıklık etmediler, mîislümandırlar dediler.

Bunun üzerine yüce Allah da: "Allah onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıvermişken, münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldı­nız" ayetini indirdi, [5]

Nihayet Medine'ye geldiler ve kendilerinin muhacir olduklarını iddia et­tiler. Bundan sonra da irtidat ettiler. Rasûlullah (sav) dan, ticaret yapmak üze­re kendilerine ait bir takım malları getirmek üzere Mekke'ye gitmek için izin istediler. Mü'minîer de onlar hakkında anlaşmazlığa düştü. Kimisi bunlar mü­nafıktırlar derken, kimisi de: Hayır rnü'mindirter, dedi.

Yüce Allah böylelikle onların münafık olduklarını açıkladı ve bu âyet-i ke­rimeyi indirerek onları öldürmeyi emretti. [6]

Derim ki: Bu konudaki (son) iki görüşü, bu ayetten sonra gelen: Allah yo­lunda hicret edinceye kadar..." buyruğu desteklemektedir. Birincisi ise na­kil itibariyle daha sahihtir.

Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin tercih ettiği de odur. "îki gurup" anlamına gelen: “” kelimesi hal olarak nasb olmuştur. Nitekim Ne diye ayaktasın dediğimizde, "ayaktasın" anlamındaki kelime hal'dir. Bu açıklama el-Ahfeş'den nakledilmiştir. Kûfeliler der ki: Bu, “” Ne diye . “"ın haberidir.

Nitekim, “” kelimelerinin haberi gibidir. Haberin başına da elif lam'ın gelmesini de caiz kabul ederler

el-Ferra ise "Onları baş aşağı etti" buyruğu, onları küfre dön­dürdü ve baş aşağı çevirdi demektir, der. en-Nadr b. Şumeyl ve el-Kisaî de böyle demiştir.

Bir şeyi baş aşağı çevirmek veya onun başını sonuna döndür­mek demektir. “” ise “” île aynı anlamda olmak üzere, baş aşa­ğı döndürülmüş, demektir. Abdullah ile Ubey (Allah ikisinden de razı olsun)"in kıraatinde ise, -hemzesiz olarak-: “” şeklindedir.

Abdullah b. Revaha der ki:

"Kapkaranlık bir fitneye başaşağı döndürüldüler

Gecenin karanlığım andıran, arkasından fitneler gelen”

Bir kişinin daha önceden kurtulmuş olduğu bir işe tekrar döndürüîmesi-ni ifade etmek için de: (jJji&i^r&J ) denilir.

(Bu kökten gelen) er-Rukûsiyye ise, hristiyanlarla Sâbİîler arasında bir inan­ca sahip olan bir kavimdirler.

Ekin dövüldüğü esnada öküzün harmanın ortasında durup, diğer öküiie-

rin de etrafında durması halinde, duran öküze: “” denilir.

"Allah'uı saptırdığım doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?" Yani on­lar hakkında mü'minJer gibi hüküm verilmek sureciyle onları sevaba, ecre mi yöneltmek istiyorsunuz?

"Allah'ın saptırdığına asla doğru bir yol bulamazsın." Yanı, böyle biri­sini hidayete, doğruluğa ve doğruyu istemesine sebep olacak bîr yola ilete­mezsin. Bu ise, hidayetlerini kendilerinin yarattıklarını söyleyen Kaderiyye ve aynı kanaati savunan diğer fırkaların kanaatlerini reddetmektedir.

Nitekim, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fatiha Sûresi, 31- başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır. [7]

 

89- Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup böylece birbirinize eşit olmanızı arzu ederler. O halde Allah yolunda hicret edinceye ka­dar içlerinden kimseyi veli edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, on­ları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz. Ve onlardan hiçbir veli ve hiçbir yardımcı edinmeyin.

90. Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daratarak size gelenler müstesnadır. Allah dikseydi, elbette onları üzerlerinize saldırtır, sizinle savaşırlardı. Şayet onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar, sizinle barış içinde kalmak isterlerse artık Allah size onların aleyhine bir yol bırak­mamıştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

 

1. Münafıklardan Teberrî ve Hicret:

 

Yüce Allah'ın: **Onlar... sîzin de kâfir olmanızı arzu ederler" onlar da küfür ve münafıklıkta kendileri gibi ve eşit olmanızı temenni ettiler, de­mektir.

Yüce Allah da böylelerinden teberri edip uzaklaşmayı emrederek şöyle bu­yurmaktadır: "O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden kim­seyi veli edinmeyin." Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hic­ret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayet bağınız yoktur." (el-Enfal, 8/72)

Hicret birkaç türlüdür. Bunlardan birisi Peygamber (sav)'a yardımcı olmak üzere Medine'ye hicret etmekti. Bu hicret, Hz. Peygamber (sav): "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" [8] buyruğuna kadar, İslâm'ın ilk dönemlerin­de vacip-(farz) idi.

Peygamber (sav) ile birlikte çıkılan gazalarda münafıkların hicreti (onlar­dan uzaklaşmak) de böyledir.

Dâr-ı harpçe İslama girenlerin hicret etmesi (.Dâr-ı İslâm'a göç etmesi) de aynı şekilde vaciptir,

Müslüman kimsenin Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyleri hecr etmesi (onlardan uzak durması) da böyledir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyur­maktadır; "Muhacir, Allah'ın kendisine haram kıldığını hecr eden (ondan uzak duran) kimsedir." [9] Bu iki hicret yolu ise şu ana kadar sabittir (hükümleri devam etmektedir). Masiyet işleyen kimseleri de tehdit etmek üzere masiyet-lerinden vazgeçinceye kadar hecr edip tevbe edecekleri vakte kadar onlar­la konuşulmaması, onlarla birlikte oturup kalkılmaması da bir hicrettir. Ni­tekim Peygamber (sav) Ka'b b. Züheyr ile iki arkadaşına karşı böyle davran­mıştı. (et-Tevbe, 9/118. âyetin tefsiri)

"Eğer yüz. çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz.11

Yani, şayet onlar tevhidden ve hicret etmekten yüz çevirecek olurlarsa, is­ter Harem bölgesinde, İster Harem'in dışında nerede olursa olsun onları esir alınız, öldürünüz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ancak, bundan bir takım istisnalarda bulunulmuştur ki, bunu da bir son­raki başlıkta ele alacağız. [10]

 

2. Yakalanıp Öldürülme Hükmünden İstisna Edilenler:

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar... müstesnadır."

Yani, böyle bîr kavim ile ilişkiye girip, aralanndakt himaye ve antlaşma­ların kapsamına girenler müstesnadır.

Buyruğun anlamı şudur: Sîzinle antlaşması bulunan bir kavim ile antlaş­ma yapmış kimseleri öldürmeyiniz. Çünkü, bunlar da (dolaylı olarak) antlaş­ma yaptığınız kavmin antlaşması çerçevesinde sayılırlar Daha sonra bu ant­laşmaların hükmü kaldırıldığından dolayı bu İstisna da kaldırılmış oldu. Bu­nun, böyle olduğu ise, Mücahid, İbn Zeyd ve diğerlerinin görüşüdür. Ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenen en sahih görüş de budur.

Ebû Ubeyd der ki: "Sığınanlar" o antlaşmaya, intisab edenler an­lamındadır. el-A'şa'nın şu beyiti de bu kabildendir:

"O, intisab ettiğinde (nesebini açıkladığında, nesebim) Bekr b. Vaıl’e gider, der. Halbuki, burunlar yerde sürtülse de yine onu eair alan Bekr’lilerdir."

Görüldüğü gibi burada bu kelime, nesebini intisab etmek anlamında kul­lanılmıştır. el-Mehdevî der ki: Ancak böyle bir mana vermeyi ilim adamları kabul etmezler. Çünkü neseb, kafirlerle çarpışıp onları öldürmeye engel de­ğildir. en-Nehhas der ki: Böyle bir açıklama büyük bir yanlıştır. Zira bu, yü­ce Allah'ın müslümanlarla arasında herhangi bir neseb bağı bulunan bir kim­seyle savaşmayı yasakladığı kanaatini verir. Halbuki müşrikler ile ilk İs­lam'a girenler arasmda sağlam neseb bağlan vardı. Bundan da daha ağır (bil­gisizlik), bu hükmün önceleri sözkonusu olup sonradan nesli olduğunu bilmektedir. Zira te'vil ehli (.tefsir bilginleri") bu hükmü, Tevbe Sûresi'nin nesh ettiği üzerinde İcma etmişlerdir. et-Tevbe Sûresi ise, Mekke'nin fethinden ve savaşların ardı arkasının kesilmesinden sonra nazil olmuştur. Taberî de bu manada açıklamalarda bulunmuştur.

Derim ki: Kimi ilim adamı, intisab etmenin emân anlamına geldiğini açık­lamışlardır. Yani, emanı bulunanlara müntesıb olan bir kimse, emana bağlı olanların hepsi gibi o da emin olur. Yoksa buradaki intisab, akrabalık an­lamına gelen neseble alakalı değildir.

Kendileriyle Peygamber (sav) arasında bu şekilde bir antlaşma bulunan­ların kimlikleri hususunda farklı görüşler vardır. Bunların Müdlicoğulları olduğu söylenmiştir. el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: Müdlicoğul­ları ile Kureyşliler arasında bir akid vardı. Kureyşlilerle Rasûİullah (sav) arasında da bir ahid vardı.

Ikrime de der ki: Âyet-i kerime Hilâl b, Uveymir^ Süraka b. Cu'şub, Huzey-me b. Amir b. Abdimenaf hakkında nazil olmuştur. Bunlarla Peygamber (sav") arasında bir ahid vardı. Bunların Huzaalılar olduğu da söylenmiştir.

ed-Dahhak, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Sizinle araların­da antlaşma buiunan bir kavimden kastettiği, Bekr b- Zeyd b. Menatoğutla-ndır. Bunlar da barış ve ateşkes antlaşması çerçevesinde İdiler. [11]

 

3. Barış Antlaşması:

 

Bu âyeti kerimede kendileriyle savaşılan harb ehli kimseler iîe müslüman-lar arasında -eğer müs[umanların lehine bir maslahat varsa,- barış antlaşma­sının yapılabüeceğine bir delil vardır. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle-(8/72-75. ayetlerin tefsirinde 4 ve 5- başlıklarda) ve (9/4. ayet ve devamının tefsirlerinde) gelecektir. [12]

 

4. Savaşmak İstemeyenler:

 

Yüce Allah'ın: "Yahut hem sizinle, hem kavimleriyle savaşmaktan gö­ğüsleri daralarak size gelenler müstesnadır" buyruğundaki: "Da­ralmış, daralarak," anlamındadır. Lebîd der ki:

"Ovaya indim, o (atım) ise alabildiğine yüksek bir hurma ağacını andırıyordu. Hertürlü eksiklikten uzak ve hurma ağacının tepesindeki meyveleri toplamak isteyenlerin isteklerini elde etmekten yana göğüslerinin daraldığı bir hurma ağa­cı gibiydi."

Görüldüğü gibi burada şair; "uzun olan hurma ağacını toplamaktan yana göğüsleri daralmış kimseleri" kastetmekledir. Sözde 'îıasr" da, konuşan bir kimsenin konuşurken darlık ve sıkıntı çekmesi demektir. "el-Hasır" ise, sır­rı alabildiğine gizleyen kimse demektir.

Şair Cerîr de der kiı

"Andolaun, jurnalciler benim yanılmamı çok istediler. Fakat onlar, ey Umeym, senin sırrını alabildiğine gizleyen ve bu hususta çok cimri birisine rastgeldiler/dediler)."

Âyet-i kerimedeki "Daralmış olarak," buyruğunda -tahkik anla­mını ifade eden-: “” edatı gizlidir. Bunu el-Ferra söylemiştir. Bu buyruk da "Size gelenler"deki merfu' zamirden haldir. "Filan kişi aklı başından gitmiş olarak geldi" demeye benzer. Bunun bir haberden sonra İkinci bir haber olduğu da söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccac demiştir. Yani size gelenler müstesnadır

Sonra da bunların durumlarını haber vererek : "Kalpleri de -sizinle savaşmaktan- daralmıştır" demektedir Buna güre “” buyruğu “”dan bedel olur. Bu kelimenin kavmin sıfatı olmak üzere cer mahal­linde olduğu da söylenmiştir.

Ubey'in kıraatinde ise: "Sizinle ar­alarında anlaşma bulunan bir kavme sığınan ve göğüsieri daralanlar müslesnâdır" şeklinde olup, “” Yahut... size gelenler, ibaresi yoktur.

Bu ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Yahut göğüsleri daralmış erkekler veya bir topluluk olarak size gelirlerse, o takdirde bu, hal üzere nasb edilmiş bir mensubun sıfatı olur.

el-Hasen ise, bunu: "Yahut sizlere göğüsleri daral­mış olarak gelirlerse" şeklinde hal üzere mansub olarak okumuştur,

Mübteda ve haber olmak üzere bunun merfu' olması da mümkündür. (O takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Yahut size gelirlerse ve kalpleri de... daralmış bulunuyorsa).

"Veya size göğüsleri daralmışlar olduğu halde gelirlerse" şeklinde bir okuyuş da nakledilmiştir. "Daralmışlar" anlamına ge­len kelimenin merfu1 okunması da bu takdirde caizdir.

Muhamed b. Yezid ise der ki: "” buyruğu onlar hakkında bir bedduadır (Anlamı: Kalpleri daralasıca onların, şeklinde olur).

“” Allah kâfire lanet etsin, demek gibi. Bunu da el-Müberred demiştir. Şu kadar varki, kimi müfessirler bunu zayıf kabul etmiş ve şöyle de­miştir: Bu açıklama, onların kavimleri ile savaşmamayı gerektirir. Oysa bu tu­tarsızdır. Zira kendileri de kâfirdirler, kavimleri de kâfirdirler. Ancak bunun anlamının doğru olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. O takdirde savaşma­mak müslümanlar hakkında, onlar için bir taciz» kavimleri hakkında da bir tah­kir mahiyetinde olur.

Buradaki "ev: veya"nin "vav" (ve) anlamında olduğu da söylenmiştir.

Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınıp, sizlere de gerek size karşı gerekse de sizinle birlikte savaş­maktan yana kalpleri daraldığından dolayı her iki kesimle de savaşmaktan hoşlanmayarak size gelirlerse...

Burada sözü geçenlerin bu esas üzere kendileriyle antlaşma yapılmış kimseler olmaları ihtimali de vardır. O takdirde bu bir çeşit ahtd ohır. Veya bunlar: Biz müslüman oluruz fakat savaşa katılmayız, diyen kimseler de ola­bilirler. İslâm'ın ilk dönemlerinde Allah kalplerinde takva için geniştik verin­ceye, İslâm için kalplerini açıncaya kadar bunun onlardan kabul edilmiş ol­ması ihtimali vardır,

Ancak, birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Yahut... savaşmaktan" buyruğu nasb mahallîndedir. Yani hem size karşı (hem kendi kavimlerine karşı) savaşmaktan yılmışlar olarak.., an­lamındadır. [13]

 

5. Mü 'minlere Ceza Olmak Özere, Allah Dilediği Takdirde Kâfirleri Musallat Kılabilir.-

 

Yüce Allah'ın: "Allah dileseydi, elbette onları üzerinize saldırtır, sizin­le savaşırlardı." Buyruğunda geçen, Allahın, müşrikleri müminlere musal­lat kılması (saldırtması), onlara bu gücü vermesi ve bu hususta onları güç-lendirmeşiyle olur. Bu da ya müslümanlar arasında münkerin yaygınlaşıp ma-siyetlerin ortaya çıkmasına karşılık bir ceza ve bir intikam ile olur. Ya da bir ibtilâ ve bir deneme için yapılır.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenleri ve saberdenleri açıkça ortaya çıkartalım ve haber terinizi açıklayalım diye sizleri imtihan edeceğiz" (Muhammed, 47/31.) Ya da bu, günahlarını temizlemek için de yapılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de Allah mü'minleri (günahlarından) temizlesin diye." (Âl-i İmran, 3/141)

Bundan önceki âyetler ile ilişki ve bağlantı cihetine gelince: Sizler hakla­rında anlaşmazlığa düştüğünüz münafıktan öldürünüz. Hicret etmeleri ve si­zinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme varıp o kavmin girdiği antlaş­manın kapsamına girenleri müstesna. O takdirde o antlaşmakların hükmü­nü alırlar

Yine, size karşı veya kavimlerine karşı savaşmaktan yana göğüsleri daral­mış halde size gelip sizin aranıza katılanlar da müstesnadır, böylelerini de öl­dürmeyiniz. [14]

 

91. Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz. Ne zaman fitneye döndürülürİerse onun İçine baş aşağı atılırlar. Şayet sizden uzak durmaz, size barış teklif etmez ve ellerini çekmez­lerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İ^te böylele-rine karşı size apaçık bir yetki verdik.

 

Allah'ın: "Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak iseteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz" buyruğunun an­lamı, önceki âyetin ifade ettiği anlam gibidir. Katade der ki: Bu âyet-İ keri­me hem Peygamber (sav)'ın nezdinde emin olmak, hem de kavimleri arasın­da emin kalrnak isteyen Tilıameli bir kavim hakkında nazil olmuştur. Müca-hid der kjr Bu, Mekkeli bir topluluk hakkında nazil olmuştur. es-Süddî de der ki: Bu âyet-i kerime, Nuaym b. Mes'ud hakkında inmiştir O, hem miislüman-Lar yanında emniyetteydi, hem de müşrikler arasında. el-Hasen der ki: Bu mü­nafıklardan bir topluluk hakkındadır.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerime, Esed ve Gatafanlılar hakkında na­zil olmuştur. Bunlar Medine'ye gelip İslama girdiler, sonra da kendi yurtla­rına geri döndüklerinde kâfir olduklarını açıkladılar.

Yüce Allah'ın: "Ne zaman fitneye döndürülürİerse, onun içine baş aşa­ğı atılırlar" buyruğundaki: "Döndürülürler" kelimesini, Yahya b, Ves-sab Üe el-A'meş "ra" harfini esreli olarak: “” diye okumuşlardır. Çünkü bu kelimenin aslı: “” şeklindedir. İki dal harfi idğam edildikten sonra birin­ci dal'ın esresi "re" harfine takınmış olmaktadır. Buradaki fitneye döndürül­mekten kasıt, küfre döndürülmektir. Buna çağrıldılar mı "içine baş aşağı atı­lırlar.'' Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, sizden yana emin olmak için sîze kar­şı zahiren barış içerisinde olduklarını ortaya koyacaklar bulacaksınız. Fakat, herhangi bir fitne ortaya çıkacak olursa size karşı o fitneyi çıkartanlarla be­raber olurlar.

"Onun içine baş aşağı atılırlar" buyruğu ise, sizinle yapmış olduktan ant­laşmadan gerisin geri dönerler demektir. Anlamının şirke çağırıldıkları tak­dirde, tekrar şirke avdet eder ve dönerler, şeklinde olduğu da söylenmiştir. [15]

 

92, Bir mümin diğer bir mü'mini -yanlışlıkla obuası müstesna- öl-dürcmtz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse» mü'min bir kö­le-azad etmesi ve (ölenin) akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir* Onların (diyeti katile) sadaka olarak bağışla­maları müstesna. Şayet (öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise, o zaman katilin mü'min bir köle azad etmesi gerekir. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaş­ma bulunan bîr kavimdcnse, o vakit akrabalarına bir diyet ver­mek ve mü'min bir köle azad etmek gerekir. Kim bulamazsa, -Allah'tan bîr tevbe olmak üzere- iki ay aralıksız oruç tutmalıdır. Allah çok iyi bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hata Yoluyla Öldürmenin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mü'mini -yanlışlıkla olması müs­tesna- öldüremez" diye başlayan bu âyet-i kerimesi, ahkâma dair ana âyet­lerden birisidir. Buyruk hata yoluyla olması dışında mü'min, mü'min bir kim­seyi öldürmemelidir, demektir. “” ifadesi, nefy' için değildir. Bu, haram kılmak ve yasaklamak içindir. Yüce Allah'ın: "Rasulullah'a eziyet vermeniz sizin, için olacak birşey değildir" (el-Ahzab, 33/53) buyruğunda olduğu gibi. Eğer bu nefyr anlamında olsaydı, hiçbir şekilde mü'min bir kimse bir diğer mü'mini lıata yoluyla dahi olsa öldürmez, demek oîurdu. Çünkü Allalı^ın nefyettiği birşeyin var olması mümkün olamaz-

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün değildir"(en-Nemi, 27/60) Kulların o bahçelerin ağaçlarını bitirmeye ebediyyen güçleri olmaz.

Katade der ki: Buyruğun anlamı, AHah'ın ahdi ve hükmü gereğince onun böyle bir şey yapma hak ve yetkisi yoktur, şeklindedir. Şöyle de denilmiş­tir: Şu anda böyte bir hak ve yetkisi olmadığı gibi, geçmişte de böyle bir yet­kisi yoktu. Daha sonra birincisinden olmayan bir şekilde (yani kendisinden istisna edilenden olmayan bir şekilde) munkatı' bir istisnada bulundu. Munkatı' istisna ise, “” Ancak, anlamında değil de: “” Ama anlamında olan istisnadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Hiçbir şekilde mü'minin mü'mini öl­dürmesine imkân yoktur. Ama hataen onu öldürecek olursa şu yükümlülü­ğü yerine getirmelidir. Sibeveyh ve ez-Zeccâc'ın görüşleri (Allah ikisine de rahmet eylesin.) budur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da munkatı' istisnaya bir ör­nektir: "Onların bu hususa dair hiçbir bilgileri yoktur. Zanna tabi olmaktan başka.1* (en-Nisa, 4/157)

en-Nâbiğa da der ki:

'İkindi vakti, akşam üzeri kısa bir zaman durdum, ona sordum, Bana cevap veremedi ve kimse yoktu evde.

Olan yalnızca yerinden ayı rama dığmı aıkı bağlanmış binek bağlarıydı. Bir de kazılması zor bir yerde gereksiz yere su biriktirmek için havuzu andıran evinin etrafındaki çukurdu."

Görüldüğü gibi burada istisna edilen "bağlar" kendisinden istisna yapılan "kimse" nin gerçek anlamda cinsinden olmadığından dolayı onun kapsamı­na girmemektedir. (Yani bu istisna munkatı' dır). Bunun bir benzeri de bir başka şairin şu beyitidir:

"Sukam vadisi içinde teselli edecek hiçbir doat kalmayıp büsbütün boşalıverdi Orda sadece yırtıcı hayvanlar ve mazı ağaçlarına çarpan geçip giden rüzgar var."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ve bir şehir ki orada teselli verecek bir dost yok Yalnızca ceylanlar ve yaban inekleri vardır."

Bir diğeri de şöyle demektedir:

"Kimi adamlar ise meyvesiz kurma ağacına benzer Gölgesi de yoktur, ama hurma ağaçlan arasında saydır."

Bunu Sibeveyh nakletmektedir. Buna benzer .şiirler de pek çoktur. Bunun en güzellerinden birisi de Cerir'in şu beyitidir

"O öyle beyaz tenlilerdendir ki uzak bir yere yolculuk yapmamıştır Ve o, üzerinde yolculuk resimleri bulunan ince elbiselerin etekleri

müstesna yere basmış değildir."

Şair; İnce elbiselerin eteklerine basması dışında yere basmamıştır demig gibidir. Bu âyet-i kerime Ayyaş b. Ebi Rebia'nin ÂmiroğuHarından el-Haris b. Yezid b, Ebi Enise'yi aralarındaki bir kin dolayısıyla öldürmesi üzerine na­zil olmuştur. el-Haıis, müslüman olarak Medine'ye hicret edince, Ayyaş onunla karşılaşmış, müslüman olduğunu bilmeden onu öldürmüştü- Durum kendisine haber verilince Peygamber (sav)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Al­lah'ın Rasulü, benimle Haris'in başından bildiğin olay cereyan etmiş bulunu­yor. Ben, onu öldürünceye kadar onun İslama girdiğini bilmiyordum. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[16]

Buradaki istisnanın muttasıl bir istisna olduğu da söylenmiştir. Yani, mü'min bir diğer mü'mini öldüremez ve ona kısas uygulayamaz. Hata ile onu öldürmesi hali bundan müstesnadır. Yine bu durumda ona kısas uygulamaz, ama bu durumda şunlar şunlar yapılmalıdır. Bir diğer şekil de, karar kılmak ve meydana gelmek anlamında “”'ın takdir edilmesidir.

Şöyle buyurulmuş gibidir; Hata ile olması müstesna, mü'min bir kimsenin diğer bir mü'mini öldürmesi olacak, meydana gelecek bir şey değildir. Çünkü hatalı hallerde mti'min bazen elinde olmayarak bu duruma düşebilir. Bu iki açıklama şekline göre ise istisna munkatı' olmaz.

Buna göre âyet-i kerime, kasten öldürmenin büyük bir iş olduğunu ve ol­maması gereken bir hadise olduğunu ihtiva etmiş olur. Şöyle denmiş gibi olur: Ey filan, unutmuş olman müstesna, senin böyle birşey söylemen olacak birşey değildir. Bu ise, her halükârda böyle bir sözü söylemeyi yasaklamak­la birlikte kasti olarak bu sözün söylenmesinin ne kadar büyük olduğunu ifa­de etmektedir. Âyetin anlamının: "Ve" hata İle dahi olsa öldüremez, şeklin­de olduğu da söylenmiştir.

en-Nehhas der ki: "İllâ” İstisna edatının "vav" anlamına kullanılması mümkün değildir. Arap dilinde böyle bir kullanım bilinmediği gibi, mana ba­kımından da doğru değildir. Çünkü hata yapılan bir şey yasak kılınmaz.

Diğer taraftan bu buyruğun hitap delilinden kâfirin müslümanı öldürme­sinin caiz olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü müslümamn kanı haramdır. Mü'minin burada özellikle anılması, onun şefkat, kardeşlik, merhamet ve aki­desini vurgulamak içindir. el-A'mes, "hataen" kelimesini üç yerde [17] de (bir) medli olarak “” seklinde okumuştur.

Hata yoluyla (yanlışlıkla) öldürme şekilleri ise, sayılamayacak kadar pek çoktur. Hepsinin ortak yönü ise öldürme kastının bulunmayışıdır. Mesela, müşriklerin saflarına atış yaptığı halde müslüman bir kimseye isabet ettirme­si, yahut önünden öldürülmeyi hakeden zina etmiş yahut muharip veya mür-ted bir kimse koşarken kendisi de onu öldürmek kastıyla arkasından gider­ken bir başkası ile karşılaşır ve karşılaştığı bu kimseyi o zannederek öldü­rürse bu da hata yoluyla bir öldürme olur. Veya bir hedefe doğru atış yapar­ken bir insana isabet ettirmesi ya da bunun gibi haller bu kabildendir. Bun­lar, hakkında görüş ayrılığı bulunmayan hususlar arasındadır.

Hatâ, “” dan bir isimdir. Eğer kasten yapılmamış ise, yanlışlık­la yapılan is demektir O bakımdan hata, “” yerini tutan bir isimdir.

Bir şey yapmak isterken, bir başkasını yaparsa; “Hata etti, denildi­ği gibi yine doğru olmayan bir iş yapan kimseye de “Hata etti, yanlış yaptı denilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz: "Birmü'min diğer bir mü'mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez... ve akraba­sına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" buyruğu ile, hataen öldü­ren mü'minin diyet vereceğini hükme bağlamıştır. Rasulullah (sav)dan sa­bit olan sünnet de bunu tesbit etmiş, ilim ehli de hükmün bu olduğunu icma ile ifade etmişlerdir. [18]

 

2. Kısasın Uygulanma Hali:

 

Davud (ez-Zahirî), öldürmede hür ile köle arasında ve (yaralamalarda.) kı­sasın uygulanabileceği bütün azalarda kısas uygulanacağı görüşündedir. O, bu görüşünü yüce Allah'ın; "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana karşılık can...yaralar da birbirine kısastır" (el-Maide, 5/45) buyruğuna dayandırır. Aynı zamanda Hz. Peygamberin: "Müslümanlar, kanlarıyla birbirlerine denktirler." [19] Buyruğuna da dayanmaktadır. Hz. Peygamber, görüldüğü gibi burada hür ile köle arasında bir ayrım gözetmemiştir. Aynı zamanda bu İbn Bbi Leyla'nın da görüşüdür,

Ebû Hanife ve arkadaşları ise derler ki; Öldürme dışında hürler ve köle­ler arasında kısas söz konusu değildir. Öldürme halinde, tıpkı hürre karşı­lık kölenin öldürülmesi gibi, köle karşılığında da hür öldürülür. Ancak, ya-ralama ve organlarda hiçbir şekilde aralarında kısas yoktur.

İlim adamları, yüce Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mir mini -yanlışlık­la olması müstesna- öldüremez" buyruğunun kapsamına kölelerin girme­diğini icma ile kabul etmişlerdir. Bununla yalnızca hürlerin kastedilip köle­lerin kastedilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Hz. Peygamber'in; "Müslü­manlar kanlarıyla birbirlerine denktir" buyruğu da bu şekildedir. Bununla yal­nızca hür olanlar kast edilmiştir, Cumhur bu görüştedir. Eğer öldürmeden da­ha aşağı hallerde hürlerle köleler arasında kısas söz konusu değilse, öldür­mede kısasın olmaması bundan daha uygundur. Bu husustaki açıklamalar eî-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [20]

 

3. Hataen Öldürmenin Cezası ve Hikmeti:

 

Yüce Allah'ın: "Mü'min bir köle azad etmesi" buyruğu, mü'min bir köle azad etmesi gerekir, bu onun görevidir, demektir, İşte bu, yüce Allah'ın ha­taen öldürmeye ve ileride de geleceği gibi (bk. el-Mücadele, 58/3-4. âyetle­rin tefsiri) zihâr için de farz kıldığı keffârettir. İlim adamları hangi köleyi azad etmenin yeterli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, el-Hasen, eş-Şa'bî, en-Nehaîr Katade ve başkaları derler ki: Mü'min köle demek, namaz kılan ve aklı imana eren köledir. Bu hususta küçük köle yeterli de­ğildir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Ata b. Ebi Rabah ise şöyle de­mektedir: Müslümanlar arasında doğmuş küçük köle de yeterlidir.

Aralarında Malik ve Şafiî'nin de bulunduğu bir topluluk şöyle demektedir: Öldüğü takdirde cenaze namazı kılınacağı ve defn edileceği hükmüne tabi tutulan her bîr kölenin azad edilmesi yeterlidir. Malik der ki: Bununla birlik­te namaz kılıp oruç tutanın azad edilmesi benim için daha bir sevimlidir.

Bütün ilim adamlarının görüşüne göre kör, kötürüm, elleri veya ayakları kesilmiş yahut çolak olanın azad edilmesi yeterli değildir.

Çoğunluğunun görüşüne göre, topal ve tek gözü kör mü'min kölenin azad edilmesi yeterlidir. Malik der ki: Ancak aşın derecede topal olması bundan müstesnâdır.

Yine Mâlik, Şafiî ve çoğu ilim adamına göre iki elinden yahut ayakların­dan birisi kesilmiş köle yeterli değildir. Ancak Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre böyle bir kölenin azad edilmesi yeterlidir.

Yine çoğunluğuna göre, kendisine gelmeyen delinin azad edilmesi yeter­li olmadığı gibi, Mâlik'e göre, kimi zaman deliren, kimi zaman ayılan kim­senin dahi azad edilmesi yeterli değildir. Ancak Şafiî, bu şekilde bir kölenin azad edilmesini yeterli kabul etmektedir.

İmam Mâlik'e göre, birkaç yıla kadar azad edilecek kölenin azadı yeterli değildir. Şafiî'ye göre ise yeterlidir.

Yine Mâlik, Evzaî ve rey ashabına göre müdebber (azad edilmesi efendi­sinin ölümüne bağlı olan köle) nin azadı yeterli olmaz, Şafiî ile Ebû Sevr'in görüşüne göre ise yeterlidir. İbnü'l-Münzir de bunu tercih etmiştir.

Mâlik der ki: Kısmen azad edilmiş kölenin keffâret olarak azadı sahih de­ğildir. Zira yüce Allah: ''Bir köle azad etmesi gerekir" diye buyurmuştur Kıs­men azad edilmiş olanın ise, azadına bir köle azad edilmiş denilemez. Onun ancak bir bölümü azad edilmiştir

Bir köle azad edilmesinin emredilişindeki hikmetin ne olduğu hususun­da da tefsir alimleri arasında İ'arklı görüşler vardır. Köle azad edilmesinin farz kılınması, öldürenin günahını temizlemek ve onu arıtmak içindir, denilmiş­tir. Onun günah, kanı himaye altında bulunan bir kimsenin tedbirsizliği ve dikkati terk etmesi dolayısıyla  ölmesine sebep olmasıdır.

Yine denildiğine göre öldürülen kimsenin şahsında yüce Allah'ın hakkı as­kıya alındığından dolayı ona bedel olmak üzere köle azad edilmesi farz kı­lınmıştır. Çünkü o ölenin bizzai. kendi i\et"smdc V>îv Uakkv vardı ki, bu da ha­yat nimetinden yararlanmak ve hayatta bulunanlara helal olan tasarruflarda bulunmaktır. Yüce Allah'ın o kişide bir hakkı vardı. Çünkü o kişi de Allah'ın kullanndan bir kul İdi. Küçük olsun büyük olsun, hür olsun köle olsun, müs-lüman olsun zımmi olsun kendisini hayvanlardan ve diğer akılsız varlıklar­dan ayırt eden "kulluk" sıfatı vardı. Bununla birlikte bu kimsenin neslinden Allah'a ibadet edecek ve itaat edecek kimselerin gelmesi de umulmakta idi. Onu öldüren kimsenin, sözünü ettiğimiz bu manaları gerçekleştirme fırsatı­nı ortadan kaldırmamış olduğu, belirttiğimiz bu hususu önlemiş olmadığı söy­lenemez. İşte bundan doiayı kefferati tazminat olarak ödemiştir. Bu hikmet­lerden hangisi olursa olsun, burada şu da açıklanmış olmaktadır: Bu nass her ne kadar hataen öldüren kimse hakkında ise de bu hususta kasten öldüren de onun durumundadır. Hatta ileride açıklanacağı üzere onun keffâretle bu­lunmakla mükellef olması öncelikle sözkonusudur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [21]

 

4. Diyet:

 

Yüce Allah'ın: *Ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir* buyruğunda sözü geçen diyet, maktulün kanının yerine geçmek üzere veli­sine ödenen şeydir.

"Teslim edilecek" buyruğu ise, ödenecek ve tediye edilecek anlamında­dır. Şanı yüce Allah, Kitab-ı keriminde diyette neyin ödeneceğini tayin etme­miştir. Âyet-i kerimede mutlak olarak diyet vacip kılınmıştır. Ancak âyet-i ke­rimede bunun âkile üzerine mi katile mi vadb olduğu da belirtilmemiştir. Bü­tün bunlar, sünnetten öğrenilmektedir. Şüpheslzkî âkilenin de bu dayanış­maya katılmasının vacip görülmesi, borçların ödenmesinde ye telef edilen şey­lerin tazminatında kabul edilen esas kaidelere, kıyasa muhaliftir. Ayrıca âki­le, [22] tarafından ödenmesi icab eden bu diyet, cezanın ağırlaştırılması için vacip kılınmış olmadığı gibi, öldürenin günahının da onlar üzerinde olduğu anlamından hareketle öngörülmemiştir. Ancak bu yalnızca bir dayanışma ola­rak vacip görülmüştür.

Ebû Hanife ise bunun, yardımlaşmanın nazar-ı itibara alınarak öngörüldü­ğü kanaatinde olduğundan, katilin divanında [23] kayıtlı olanlar tarafından bu diyetin ödenmesini Öngörmüştür.

Diyetin yüz deve olduğuna dair Peygamber (sav)'dan haberlerle sabit ol­muştur. Yine Peygamber (sav), Hayberde öldürülen ve katili belli olmayan Abdullah b. Sehl için Huvayyısa, Muhayyısa ve Abdurrahman'a ödemiştir. [24] Böylelikle bu, yüce Allah'ın Kitabında mücmel olarak zikrolunan diyetin, Pey­gamberinin lisanıyla bir beyanı olmuştur.

İlim ehli de, deve sahibi kimseler tarafındün yüz deve diyet ödeneceğini icma ile kabul etmekle birlikte deve sahibi olmayanlar üzerinde vacib olan diyet hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Bir kesim der ki: Altın kullanılan yerde yaşayanların ödemesi gereken di­yet bin dinardır. Bunlar iser Şam, Mısır ve Mağrip halkıdır.

Bu", Mâlik, Ahmed, İshak, rey ashabı ve iki görüşünden birisinde yani ka­dim görüşünde Şafiî'nin görüşüdür.

Aynı zamanda bu görüş, Hz, Ömer, Urve b. ez-Ziibeyr ve Katade'den de rivayet edilmiştir.

Gümüşün yaygın olarak kullanıldığı yerde yaşayanların ödeyeceği diyet, oniki bin dirhemdir. Bunlar Irak, Farisiler ve Horasan halkıdırlar, Mâlik'in gö­rüşü budur. O, bunu Hz. Ömer'den kendisine ulaşan şu habere binaen be­lirtmiştir: Hz. Ömer, kasabalarda oturan ahali hakkında diyetin kıymetini be­lirlemiş ve altının kullanıldığı bölge ahalisinin ödeyeceği diyeti bin dinar, gü­müşün kullanıldığı bölgelerde yaşayan ahalinin ödeyeceği diyeti oniki bin dir­hem olarak tesbit etmiştir. el-Müzenî der ki: Şafiî, diyet deve ile ödenir de­miştir Deve yeteri kadar bulunmayacak olursa, o takdirde Hz. Ömer'in kıy­metini belirlediği esasa göre dirhem ve dinar cinsinden ödenir. Bu ise, altın kullanan ahali için bin dinar, gümüş kullanan ahali için oniki bin dirhemdir

Ebû Hanife, arkadaşları ve es-5evrî ise şöyle demektedir: Gümüş diyet mik­tarı onbin dirhemdir. Bunu eş-Şa'bî, Abîde'den o, Hz. Ömer'den rivayet et­miştir. Buna göre Hz. Ömer, altın kullanan ahaliye diyeti bin dinar olarak tes­bit ederken, gümüş kullanan ahaliye de onbin dirhem olarak tesbit etmiştir. Varlıkları inek türünden olanlar ise ikiyiiz inek, koyun türünden olanlar bin koyun, deve türünden olanlar yüz deve, elbise ve kumaş sahipleri üzerine ise ikiyüz hülle (takım elbise) dır.

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadis-i şerifte dinar ve dirhemlerin bedel ve kıymet olmak üzere değil de, bizzat diyetin kendilerinden ödene­ceği mal çeşitlerinden bir sınıf olduğunu göstermektedir. Hz. Osman, Hz. Ali ve İbn Abbas yoluyla gelen hadislerden zahir olan da budur. Fakat, Ebû Ha­nife, inek, koyun ve elbise hususunda Hz. Ömer'den yaptığı rivayete muha­lefet etmiştir. Ata, Tavus ve tabiinden bir kesim de bu görüşte olduğu gibi, Medineli yedi fakihin görüşü de budur.

İbnü'l-Münzir der ki: Bir kesim şöyle demektedir: Hür ve müslüman kim­senin diyeti, Rasulullah (sav)'ın tayin ettiği şekilde yüz devedir. Bundan baş­ka bir diyet yoktur. Şafiî'nin görüşü de budur, Tavus da böyle demiştir.

Yine İbnü'l-Münzir der ki: Hür ve müsîiiman bir kimsenin diyeti Rasulul­lah (sav)'ın tesbit ettiği şekilde her zaman için yüz devedir. Hz. Ömer'den, ödenecek dirhem miktarı hususundaki rivayetler muhteliftir. Ondan, bu ko­nuda gelen sahih hiç bir rivayet yoktur, çünkü hepsi mürsel rivayetlerdir. Bu hususta size Şafiî'nin görüşünü göstermiş bulunuyoruz ve bizim kanaatimiz de budur. [25]

 

5. Diyet Olarak Verilecek Develerin Yaşları:

 

Fukahâ, diyet olarak verilecek develerin yaşları hususunda farklı görüşle­re sahiptir, Ebû Davud, Amrb. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesinden, Rasulullah (sav)'ın hata yoluyla öldürülen kimsenin diyetinin yüz deve olduğuna dair hüküm verdiğini rivâyef etmektedir: Bu yüz devenin otuzu Bintu Mahâd (bir yaşını bitirmiş ikiye basmış dişi deve), otuzu Bintu Lebûn (üç ya­şına basmış dişi deve), otuzu Hikka (üçünü bitirip dört yaşına basmış dişi de­ve), on tanesi ele İbnu Lebun (üç yaşına basmış erkek deve).[26]

el-Hattabî der ki: Fukahâdan bu hadis gereğince görüş belirtmiş bir kim­se olduğunu bilmiyorum. Bunun yerine ilim adamlarının çoğunluğu diyetin beşli (yaş guruplarına göre beşte bir) olmak üzere ayrılacağını belirtmişler­dir. Rey ashabı ve es-Sevrî böyle dediği gibi» Mâlik, İbn Şîrîn ve Alımed b. Hanbel de böyle demişlerdir. Şu kadar var ki, bu beşli taksimdeki sınıflar hu­susunda farklı kanaatlere sahiptirler.

Rey ashabı ile Alımed der ki: Beşte biri ikiye basmış erkek deve (Benu Malı hâd), beşte biri ikiye basmış dişi deve ( Benatu Mahâd), beşte biri üçe bas­mış dişi deve (Benatu Lebûn), beşte biri üçünü bitirmiş erkek deve (Hikka), beste biri de beşe girmiş dişi deve (Cezea) olmak^üzere verilir. Bu görüş îbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.

Mâlik ve Şafiî ise der ki: Beşte biri üçünü bitirmiş dişi deve t Hikka), beş­te biri beşe basmış dişi deve (Cezea), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benâ-tu Lebûn), beşte biri ikiye basmış dişi deve (Benatu Mahâd), beşte biri de iki­ye basmış erkek deve (Benu Lebun) verilir. Bu görüş de Ömer b. Abdulaziz, Süleyman b. Yesar, ez-Zührî, Rabia, el-Leys b. Sa'd'dan nakledilmiştir.

el-Hattabî der ki: Rey ashabının bu hususta dayandıkları bir rivayet var­dır. Ancak- bu rivayetin ravilerinden birisi olan Abdullah b. Hışf b. Mâlik, meç­huldür. Bu hadisten başka bîr rivayet ile bilinmemektedir. [27] O bakımdan Şafiî, ravisinde sözünü ettiğimiz bu illet dolayısıyla bu doğrultuda görüş be­lirtmemiştir. Diğer taraftan yine bu hadiste, ikiye basmış erkek develerden (Benu Mahâd.)'m sözü edilmektedir. Halbuki bu yaştaki develerin zekat alı­nacak develerin yaşları ile bir ilgisi yoktur. Peygamber (sav)'ın de, Kasame ile ilgili rivâyetde, Hayberde öldürülen kişinin (ki, az önce geçtiği gibi bu Ab­dullah b. Sehl'dir) zekât develerinden yüz deve olarak diyetini ödediği riva­yet edilmiştir. Zekât alınacak develer arasında ise, iki yaşına basmış erkek de­ve (İbn Mahâd)'dan söz edilmemektedir,

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Zeyd b. Cübeyr, Hışf b. Mâlikten, o, Ab­dullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav) hata yoluyla öl­dürme diyetini beşte birlere ayırmıştır Ancak bu rivayeti Kûfeli ve Tayoğul-larına mensup Hışf b. Mâlik'ten başka merfu' olarak rivayet eden kimse yok­tur. O da meçhul bir ravidir. Zira ondan yine Cuşem b. Maviyeoğullarından olan ve Kûfelilerin güvenilir raviyerinden birisi olan Zeyd b. Cübeyr b. Har-mel et-Tai'den başka ondan kimse rivayet etmiş değildir.

Derim ki: Darakutnî Sünen'inde Hışf b. Mâlik'in bu hadisini Haccac b. Er-taa'dan o, Zeyd b, Cübeyr'den, o, Hışf b. Mâlik'ten, o da Abdullah b. Mesud'dan rivayet etmiştir, Abdullah b. Mesud dedi ki: Rasulullah (sav) ha­ta yoluyla öldürme diyetinde yüz; deve verileceği hükmünü vermiştir, Bun­lardan yirmisi üçü bitirmiş dişi deve CHîkka), yirmisi beşe basmış dişi deve (Cezea), yirmisi üçe basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), yirmisi ikiye basmış dişi deve (Benâtu Mahâd), yirmisi de ikiye basmış erkek deve (Benu Mahâd) olacaktır.

Dârakuüıî der ki: Bu, hadis ilmini bilen ehil kimselerce değişik bakımlar­dan sabit olmayan zayıf bîr hadistir. Evvelâ bu, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mesud'un babasından sahih senet ile yaptığı rivayete muhaliftir. Bu rivayet­te ise, tenkid edilecek bir taraf ve aleyhine yapılacak bir te'vil de yoktur. Ebû Ubeyde ise, babasının rivayet ettiği hadisi, babasının görüşünü, babasının fet­vasını Hışf b. Mâlik'ten ve benzerlerinden daha iyi bilen bir kimsedir. Abdul­lah b. Mes'ud ise, bir taraftan Rasulullah (sav)'ın bir mesele hakkında verdi­ği bir hükmünü rivayet ederken, diğer taraftan ona muhalif fetva vermeyecek kadar Rabbinden korkan, dinini koruyan bir kimsedir. Böyle bir şey Abdul­lah b. Mes'ud hakkında kesinlikle düşünülemez. Çünkü hakkında Rasûluî-lah (sav)'dan hiçbir şey işitmediği ve o hususta kendisine herhangi bir şey ulaşmadığı bir meselede şu sözü söyleyen kimsedir: Ben bu mesele hakkın­da kendi gömüşüme göre kanaat belirtiyorum. Eğer bu doğrusu ise Allah'tan ve Rasıılündendir. Eğer hata ise bendendir Bundan sonra ise ona verdiği bu fetvanın benzerinde Rasulullah fsavTın hükmüne uygun düştüğüne dair haber ulaşınca, arkadaşları bunun üzerine oldukça sevindiğini ve buna ben­zer bir şekilde sevindiğini görmediklerini tesbit ettiler. Çünkü onun fetvası Rasulullah (sav)'ın verdiği hükme uygun düşmüştü. Niteliği ve durumu bu olan bir kimsenin Rasulullah (say)'dan. bir şey rivayet ederken ona muhale­fet etmesi nasıl doğru olabilir? [28]

Bir diğer yönü: İkiye basmış erkek develerin sözkonusu edildiği rnerfu' ha­beri biz ancak Hışf b. Mâlik'in İbn Mesud'dan yaptığı rivayet yoluyla biliyo­ruz. Hışf ise meçhul bir adamdır, bunu da ondan Cuşemli Zeyd b. Cübeyr b. HarmeTden başkası rivayet etmiş değildir. Hadis ilmini bilen ehil kimseler ise, tanınmayan bir ravinin tek başına rivayet ettiği münferit bir haberi delil ka­bul etmezler. Onlara göre bir haberin ilim ifade edebilmesi, adaletli ve meş­hur bir ravi tarafından, yada meçhul diye nitelendirilemeyecek bir ravi tara­fından rivayet edilmesi şartına bağlıdır. Bir ravinin meçhul ravi olmaktan kurtulması ise kendisinden iki ve daha fazla ravilerin riveyette bulunmuş olma­sına bağlıdır. Bu niteliğe sahip olduğu takdirde o ravi meçhul olmaktan kur­tulur ve maruf, (bilinen), bir ravi olur.

Kendisinden yalnızca bir ravinin rivayette bulunduğu ve tek başına baş­ka kimsenin rivayet etmediği bir haberi rivayet eden kişiye gelince, bu riva­yette bir başkası da ona muvafakat edinceye kadar onun haberi alınmaksı­zın olduğu gibi bekletilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir diğer bakım­dan Hışf b. Mâlik'in hadisini Zeyd b. Cübeyr'den, o Hişf yoluyla el-Haccac b. Ertae'den başka rivayet etmiş bir kimse olduğunu bilmiyoruz. el-Haccac İse, tedlis yapmakla ve karşılaşmadığı, kendisinden de hadis dinlemediği kim­selerden hadis rivayet etmekle meşhur birisidir. Süfyan b- Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve İsa b. Yunus, onunla oturup kalktıktan, onu denedikten son­ra ondan hadis rivayetini terk etmişlerdir. Kişiyi bilip tanıyan ve onu iyice de­ğerlendiren kimseler olarak bunlar yeterlidir.

Yahya b. Main der ki: Haccac b, Ertae'nin rivayet ettiği hadis delil diye gös­terilemez. Abdullah b. İdris der ki: Ben el-Haccac'] şöyle derken dinledim: Kişi cemaatle birlikte namaz kılmayı terk etmedikçe yücelemez. Isa b. Yu­nus der ki: el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Namaza gidiyorum, bakıyo­rum ki hammallar, bakkallar beni sıkıştırıp duruyor. Cerir der ki: Ben Hac-câc'ı şöyle derken dinledim: Mal ve şeref sevgisi beni helak etti. [29]

(Dârakutnî) daha başka birtakım sebepler de sözkonusu etmektedir ki, bunlardan birisi de şudur: Güvenilir ravilerden bîr topluluk bu hadisi el-Hac­cac b. Ertae'den rivayet etmekle birlikte bu rivayeti ondan farklı olarak nakletmişlerdir. Buna benzer burada hepsini kaydetmemiz uzun sürecek da­ha başka gerekçeler de ileri sürmektedir. [30]

Sözünü ettiğimiz ve diğer hadis alimlerinin belirttikleri bu hususlar ise, Kû-feli alimlerin diyet hususunda kabul ettikleri görüşün zayıflığına delalet et­mektedir. Biz de bu kadarını yeterli görmekteyiz. Her ne kadar Îbnü'1-Mün-zir ilimdeki yüce kadrine rağmen -ileride de geleceği gibi- bu görüşü tercih etmişse de {zayıftır).

Hammad b. Seleme şöyle rivayet etmektedir: Bize Süleyman et-Teymi, Ebû Miclez'den, o, Ebû Ubeyde'den İbn Mesudun şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Hata yoluyla adam öldürmenin diyeti» beş Tane beşte bire bölünür, Bun­ların yirtni tanesi üç yaşını bitirmiş dişi deve (Hikka), yirmisi beş yaşına gir­miş dişi deve (Cezea), yirmisi iki yaşına basmış dişi deve (Bintu Mahâd ), yir­misi üç yaşına basmış dişi deve (Bintu Lebûn), yirmisi de üç yaşma basmış erkek deve (İbn Lebûn)dır,

Darakutnî der ki: İşte bu, isnadı hasen ve ravileri sika olan bir hadistir. Ay­rıca Alkame'den, o da Abdullah yoluyla buna yakın bir rivayet de nakledil­miştir. [31]

Derim ki: İşte Mâlik ve Şafiî'nin de görüşü budur. Onlara göre diyet, bu şekilde beşte birlere ayrılır. el-Hattabî der ki: Bir gurup ilim adamından ri­vayet edildiğine göre hata yoluyla öldürmenin diyeti dörtlü olarak kısımla­ra ayrılır. Bunlar ise, eş-Şa'bî, Nehaî ve Hasanı Basrî'dir. İshak b. Rahaveyh de bu görüştedir. Şu kadar var ki, bunlar şöyle demektedirler: Diyet olarak verilecek develerin yirmi beş tanesi Cezea (beş yaşına basmış dişi deve), yir­mi beş tanesi Hikka (üçünü bitirmiş dişi deve), yirmi beş tanesi Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi de Bintu Mahâd (iki yaşına bas­mış dişi deve) olurlar. Bu, Ali b, Ebi Talib'den de rivayet edilmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Mâlik ve Şafiî'nin görüşü de Süleyman b. Yesar'dan rivayet edilmiştir. Bu hususta herhangi bir sahabiden birşey nak­ledilmiş değildir. Fakat MedineliLerin ameli buna göredir. Aynı şekilde İbn Cü-reyc de İbn Şihâb'dan böylece rivayette bulunmuştur.

Derim ki: Bizler, Mâlik ve Şafiî'nin kabut ettikleri görüşe uygun kanaati İbn Mesud'dan nakletmiş bulunuyoruz, Ebû Ömer der ki: Diyetlerde develerin yaşı kıyas yoluyla ve akıl yürütme yoluyla tesbit edilemez. Bu, ancak tabı ol­mak ve teslim olmak yoluyla alınıp delil olarak kabul edilmiştir. Rivayet yo­luyla alınan hükümlerde ise akün herhangi bir dahli sözkonusu değildir. Her­kes bu hususta selefinden sahih olarak nakledildiğini kabul ettiği yönde gö­rüş belirtmiştir. Allah hepsinden razı olsun.

Derim ki: Hattabî'nin naklettiği; Amr b, Şuayb yoluyla rivayet edilen ha­dis gereğince görüş belirten kimse bilinmemektedir, şeklindeki kanaati, İb-nü'l Münzir, Tavus ile Mücahid'den nakletmiştir. Şu kadar varki Mücahid, İki­ye basmış (otuz adet) dişi deve yerine, beş yaşına basmış otuz dişi deve ön­görmüştür, îbnü'l-Münzir, der ki: Ben ise birinci görüşü kabul ediyorum. Bu­nunla da Abdullah ile Darakutnî ve el-Hattabî'nin zayıf kabul ettikleri rey as­habının görüşünü (kabul ettiğini) kast etmektedir.

İbn Abdi'1-Berr (Ebû Ömer) ise der ki: Çünkü bu konuda belirtilen görüş­lerin en asgari olanı budur. Ayrıca Peygamber (sav)'dan bu görüşe uygun dü­şen şekilde rivayet ettiğimiz merfu' bir hadis de bunu ifade etmektedir.

Derim ki: İbnül-Münzir'in bunu tenkid etmekle beraber ve kendisi müç-tehid olmasına rağmen., hadis tenkidçilerinin sahih olduğu hususunda ken­disine muvafakat etmedikleri bir hadîs doğrultusunda nasıl görüş belirttiği­ne doğrusu hayret edilir. Şu kadar varki yanılmak ve unutmak bazan insanı etkisi altına alabilir. Kemal hiç şüphesiz celal sahibi aziz olan Allah'a aittir. [32]

 

6. Hata Yoluyla Öldürmede Diyeti Kimler Öder;

 

Nebiyyi Muhtar Muhammed (sav)'dan sabit olan haberler onun hata yo­luyla öldürmede diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağladığı şeklindedir. İlim ehli de icma ile bunu kabul etmiştir. Hata yoluyla diyetin âkile tarafından öde­neceği üzerinde ilim ehlinin icma etmesi, Peygamber (sav)'ın beraberinde oğ­lu ile birlikte huzuruna giren Ebû Rimse'ye söylediği: "Bu oğlun sana karşı cinayet işlemez, sen de ona karşı cinayet işlemezsin" [33] hadisinde kastetti­ği cinayetin kastı olarak işlenen cinayetin söz konusu olduğuna, hata yoluy­la İşlenen cinayet olmadığına delil vardır,

Yine ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir. Tam diyetin üçtebirin-den fazla olan miktarını âkile öder. Ancak üçtebir hususunda farklı görüşle­re sahiptirler. İlim adamlarının cumhurunun (çoğunluğunun) kabul etliği gö­rüş şu ki: Âkile, kastî işlenen cinayetin ve cinayet itirafının diyetini ve sul­hun sonunda hükme bağlanan diyeti ödemez. Hata yoluyla ödenmesi gere­ken diyetten de ancak tam diyetin üçtebirinden sonrasını yüklenirler. Üçtebir ve aşağısı ise, cinayeti işleyenin malından ödenir.

Bir başka kesim de şöyle demekledir: Hata yoluyla işlenen cinayetin di­yeti, caninin âkilesî tarafından ödenir.

Derim ki: Bu, ister cinayet olsun ister daha fazlası olsun. Çünkü daha faz-lasını ödeyen elbetteki daha aşağısı olanını da öder. Nitekim, kasti öldürme­lerde Ödenmesi gereken diyetin az ya da çok olsun caninin malından öden­mesi gerekmektedir Bu, Şafii'nin görüşüdür. [34]

 

7. Diyetin Ödenme Keyfiyeti ve Âkilenin Kapsamına Girenler:

 

Diyetin hükmü, âkile tarafından taksitle ödenmesidir. Âkile, caninin asa-be otan akrabalarıdır Hanımın oğlu, hanımın asabelerinden değilse, âkile-den değildir Anne bir kardeşler de baba ve anne bir kardeşlerinin asabele-ri sayılmazlar O bakımdan onlar yerine hiçbir şekilde âkile olarak diyete iş­tirak etmezler.

Kişinin divan ehli diye bilinenler de Hicazlıların cumhurunun görüşüne gö­re âkileden değildirler Kuleliler ise şöyle demektedir: Eğer diyet ödemek du­rumunda olan kişi, divan ehlinden ise, onun divanında bulunanlar da âkiledirler. Bu durumda diyet, âkileye Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin hükmettiğine uy­gun olarak üç yıllık taksitlere bölünür. Çünkü diyet olarak verilmesi gereken develer gebe olabilirler O takdirde mükellefe zararı otur.

Peygamber (sav)'m diyeti bir defada vermesinde bir takım maksatları vardı. O, diyeti sulh ve diyet borcunu ödemek üzere haklılara teslim ediyordu. Bir diğer hikmet ise o, diyeti acilen ödeyerek karşı tarafın kalbini ısın­dırmak istiyordu. İslâm iyice yerleştikten sonra, ashab-ı kiram diyetin öden­mesini bu şekilde düzenlediler. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır.

Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Eski, yeni bütün ilim adanılan icma ile âki­le tarafından ödenecek diyetin, ancak üç senelik süre içerisinde ödeneceği­ni, bundan daha kısa bir süre içerisinde ödenmesinin sözkonusu olmayaca­ğını kabul etmişlerdir. Yine, âküeden diyet ödeme mükellefiyetinin bulûğa ermiş erkekler için sözkonusu olduğunu da icmâ ile kabul etmişlerdir. Siyer ve ilim adamları, îemâ ile şunu belirtirler: Cahiliye döneminde âkile diyeti yük­leniyordu. Rasûlullah (sav) da İslamda bunu böylece kabul etti. Calıiliye dö­nemi aralarındaki yardımlaşma ilkesine göre âkile tarafından diyet ödeme­sine katılıyorlardı. Daha sonra İslâm geldi ve Hz. Ömer divanı tesbit edin­ceye kadar durum böylece cereyan edegeldi. Fukahâ, ittifakla bunu rivayet ettikleri gibi, bu doğrultuda kanaat belirtmişlerdir. İcma ile şunu da kabul ederler: Rasûlullah (sav) döneminde de Ebü Bekîr-döneminde de divan di­ye bir şey yoktu. Divanı tesbit eden ve insanları bu şekilde bir arada topar­layan, her taraftaki ahaliyi bir el olarak tesbit eden ve onları kendilerine ya­kın olan düşmanla savaşmakla mükellef tutan Ömer (r.a.) oldu. [35]

 

8. Cenine (Annesinin Karnındaki Yavruya) Karşı Cinayet:

 

Derim ki: Bu bölümün kapsamında ve bu bölümde belli bir yer tutan hu­suslardan birisi de annesinin karnındaki ceninin öldürülmesidir. Bu da an­nesinin karnına vurulmak sureliyle annenin cenini önce canlı olarak düşür­mesi, sonra da bu ceninin ölmeğidir. Bütün ilim adamları der ki: Böyle bir durumda eğer hata yoluyla olmuşsa, tam bir diyet ödenir.

Kasten öldürmede ise, kasameden sonra tam diyet ödenir. Kasame (yemin ettirme") sözkonusu olmaksızın tam diyet ödeneceği de söylenmiştir. Ceninin, hayatta olup olmadığının ne ile anlaşılacağı hususunda görüş ayrılığı bulun­makla birlikte şu hususlarda fukahâ ittifak etmişlerdir: Cenin, ağlıyarak düş­se, yahut süt.emse veya mutıakkak nefes aldığı tesbit edilse, hayatta oldu­ğu anlaşılsa öldükten sonra tam olarak diyetinin ödenmesi gerekir Şayet ha­reket ederse, Şafiî ve Ebû Hanife'ye göre, hareket onun hayatta olduğunun delilidir. Mâlik ise şöyle der: Uzun süre hayatta oluşu ile birlikte olmadık­ça tek başına hareket hayatta oluşuna delil olmaz. Bütün ilim adamlarına gö­re ceninin erkek ve dişi olması arasında bir fark yoktur.

Şayet annesi, cenini ölü olarak düşürecek olursa, o takdirde erkek bir kö­le veya bir cariye vermek gerekir. Şayet kadın, karnına vurulduğu halde ço­cuğu düşürmez fakat, çocuk karnında bulunduğu halde annesi ölürse, o tak­dirde cenin için herhangi bir şey ödemek gerekmez. Bütün bu hususlarda ic­ma vardır. Görüş ayrılığı yoktur.

Bununla beraber el-Leys b. Sa'd ile Davud (ez-Zahirî)'den şöyle dedikle­ri rivayet edilmiştir: Karnına vurulduğu İçin ölen bir kadının ölümünden son­ra cenini ölü olarak bırakırsa, cenin karşılığında btr gurre ödenir. Hatta ölü­münden önce veya sonra ceninini düşürmüş olması arasında bir fark yoktur. Muteber olan anneye vurulması halinde annenin hayatta olup olmadığıdır.

Diğer fakihler ise şöyle demişlerdir: Anennin ölümünden sonra cenin ölü olarak çıkacak olursa, bir şey ödemek gerekmez. Tahavî ise, fukahânın çoğunluğu lehine delil serdederek şöyle demektedir: Beraberlerinde Leys de olduğu halde fukahâ görüş birliği halinde şunu kabul ederler: Kadın hayat­ta iken karnına vurulacak olursa, bundan dolayı cenini karnında bulundu­ğu halde ölür ve cenin düşmezse, cenin dolayısıyla birşey ödemek gerekmez. İşte ölümünden sonra ceninin düşmesi halinde de hüküm aynen böyledir, [36]

 

9. Gurre'nin Mahiyeti ve Konu île İlgili Diğer Hükümler:

 

Gurre (olarak ödenecek olan köle ve cariyenin) ancak beyaz olması ge­rekir. Ebû Amr b. el-Alâ Rasûİullah (sav)'ın: "Ceninde ya gurre köle veya gur­re cariye vardır" [37] buyruğu hakkında şöyle demektedir: Şayet Rasûİullah (sav), gurre demekle özel bir manayı kastetmemiş olsaydı (bu kelimeyi kul-lanmaksızın): Ceninde köle veya cariye vardır, demekle yetinirdi. Fakat o bu­nunla bunların beyaz tenli olmasını kastetmiştir. Dolayısıyla diyet olarak ve­rilecek köle ve cariyenin mutlaka beyaz tenli olmaları gerekir, başka türlü ka­bul olunmaz, Cenin karşılığında ödenecek bu köle ve cariyenin siyah olma­ları makbul değildir.

Gurre'nin kıymeti hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâ­lik der ki: Gurre'nin kıymeti, elli dinar, yahut altıyüz dirhemdir. Yani hür ve müslüman bir kimsenin diyetinin onda biridir. Yine hür olan ceninin anne­sinin diyetinin onda biridir. Aynı zamanda bu, İbn Şihab, Eabia ve sair Me-dineli alimlerin de görüşüdür.

Rey ashabı ise derler ki: Gurre'nin kıymeti beşyüz dirhemdir.

Şafiî der ki: Gurre'nin yedi yahut sekiz yaşında olması gerekir. Bu gurre'nin kusurlu olmakla birlikte (hak sahibi olan mağdur) kabul edilme mükellefi­yeti yoktur. Mâlik'in görüşüne göre ceninin diyetini ödemek durumunda olan kişi, bir gurre vermek ile annesinin diyetinin onda birini ödemek arasında muhayyerdir. Yani, eğer altın kullanan belde ahalisinden ise, yirmi dinar, gü­müş kullanan belde ahalisinden ise, altıyüz dirhem, ya da zekâtta kabul edi­len develerden beşte birlerini alır.

Mâlik ve arkadaşları derler ki: Gurre caninin malından ödenir. Bu, el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Ebû Hanife, Şafiî ve arkadaşları ise, gurre'yi âki­le öder, demektedirler. Daha sahih olan da budur. Çünkü Muğire b, Şu'be'nin şu hadisi bunu ifade etmektedir:

Muğire b, Şu'be'nin rivayetine göre iki kadın ensardan iki adamın nikâhı altında, idiler. -Rivayetlerin birisinde birbirlerini kıskandılar denilmektedir O kadınlardan birisi diğerine çadırın direği ile vurdu ve onu öldürdü. İki adam Peygamber (sav)'m huzuruna gidip davalaştılar ve şöyle dediler: Ağlamamış, yemek yememiş, içmemiş, dünyaya gelirken sesi çıkmamış birisinin mi di­yetini ödiyeceğiz? Böyle birisinin kanı heder olmalıdır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (itirazı yapan bu sözlerini kafiyeli bir şekilde söylediğinden do­layı) şöyle buyurdu: "Bedevi arapların secı'eleri gibi mi seci'li konuşuyorsun?" Hz, Peygamber cenin hakkında bir gurre olarak diyet ödenmesini ve bunun kadının âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağladı. [38]

Bu ise sabit ve sahih bir hadistir Görüş ayrılığı oiJuğu yerde gereğince hü­küm vermeyi gerektiren açık bir nassdtr. Öldürülen kadının diyeti, âkile ta­rafından ödenmesi gerektiğine göre, kıyas ve mantığa göre ceninin diyetinin de böyle olması gerekir. Bizim İİim adamlarımız ise, aleyhine hüküm veri­len kişinin söylediği: Nasıl diyetini öderim? şeklindeki sözünü delil göstere­rek şöyle demişlerdir: İşte bu, aleyhine hüküm verilenin muayyen bir kim­se olduğuna delalet etmektedir ki, bu da cinayeti işleyen kişinin kendisidir. Eğer ceninia diyetini âkilenin ödemesine hüküm vermiş olsaydı, şöyle de­mesi gerekirdi: Haklarında hüküm verilen kimseler dediler ki:

...Kıyasa göre ise, cinayet işleyen herkesin cinayetinin kendi aleyhine ol­ması (cezasının kendisi ödemesi) gerekmektedir. Bundan kendisine muarız başka bir delilin bulunmadığı ve bu kıyasa muhalif hüküm ifade eden deli­lin var olma hali müstesnadır. Mesela, muhalif kanaat belirtilmesi caiz olma­yan icma yahut kendisiyle tearuz halinde başka bir rivayetin bulunmadığı, adil ve ahad raviler tarafından nakledilen bir sünnetin nassı gibi. Bu gibi de­liller olduğu takdirde bunların gereğince (kıyasa muhalif dahi olsa) hüküm vermek icabeder. Yüce Allah da: "Her nefsin kazandığı (kötülük) mutlaka kendi aleyhinedir. Günahkâr hiçbir kimse de başkasının günahını yüklen­mez" (el-En!âm, 6/164) diye buyurmaktadır. [39]

 

10, Cenin Canlı Olarak Doğarsa:

 

Ceninin canlı olarak dünyaya gelmesi halinde diyet ile birlikte keffâretin gerektiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ölü oiarak doğması halinde ise keffâret hususunda görüş ayrılıktan var­dır. Mâlik der ki: Bu durumda hem gurre, hem de kefferat gerekir. Ebû Ha-nife ile Şafiî ise; ğurre gerekir, kefferat yoktur, derler

Gurre'nin ceninden miras alınıp alınmayacağı hususunda da ilim adamla-nnın farklı görüşleri vardın Mâlik, Şafiî ve arkadaştan derler ki: Ceninde öden­mesi gereken gurre, yüce Allah'ın Kitabı gereğince ceninden miras alınır. Çün­kü o bir diyettir,

Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Gurre yalnızca anneye aittir. Çünkü bu anneye karşı, onun organlarından bir organın kesilmesi yoluyla işlenmiş bir cinayettir. Ve gurre diyet değildir. Buna delil olan hususlardan birisi şudur: Diyetlerde gerektiği gibi, ceninde erkek veya dişi olması nazarı itibara alın­maz, işte bu da ceninin bir organ gibi değerlendirilmiş olduğunun delilidir.

İbn Hürmüz şöyle dermiş: Ceninin diyeti özel olarak ebeveynine aittir. Ba­bası üçte ikisi, annesi üçte birini alır. Onlardan hayatta olan bu hisseyi alır, Birisi ölmüş bulunuyor ise, kalan anne olsun baba olsun kalanlarına verilir, kardeşler herhangi bir şeyini miras alamazlar. [40]

 

11. Diyetin Bağışlanması Halinde de Keffâret Sakıt Olmaz:

 

Yüce Allah'ın: "Onların sadaka olarak bağışlamaları müstesna" buyru-ğundaki "{ jil*i H Sadaka olarak bağışlamaları" buyruğunun aslı (SjtJ-a^^l) şeklindedir. "Te" harfi, "sâd" harfine idğam edilmiştir, Tasadduk ise vermek demektir. Buyruğun ifade ettiği anlam da şudur: Ancak maktul'ün mirasçı­ları olan velileri, katili, Allah'ın kendilerinin lehine ve katiller tarafından öden­mesi icabeden diyeti ödemekten ibra ederlerse, o takdirde diyet ödemesi, ge­rekmez.

Görüldüğü gibi bu birinci türden olmayan bir istisnadır (munkati'dır). Ebû Abdurrahman ve Nubeyh, < ijjju^ ) şeklinde "sad" harfini şeddesiz ve ("ye" harfi ile değil de) "te" harfi ile okumuşlardır. (Sadaka olarak bağışlamanız müs­tesna, anlamında olur). Aynı şekilde Ebû Amr da böyle okumuştur. Fakat Ebû Amr, "sad* harfini de şeddeli okumuştur. Bu kıraate göre ise, ikinci "te"nin hazf edilmesi caizdir. Fakat "ye" ile okuyuşa göre "te"nin hazf edilmesi caiz olmaz, Ubey ve İbn Mesud'un Mushaflarında "( ^Ju*); Sadaka olarak bağış­lamaları" şeklindedir.

Yüce Allah için verilmesi gereken keffâret ise, velilerinin (katili) ibra et­mesi ile sakıt olmaz, Çünkü katil (hataen öldürmekle birlikte) yüce Allah'a ibadet etmekte olan bir kişiyi telef etmiştir.

O bakımdan Rabbine İbadet için bir başkasını kurtarması onun görevidir. Ancak velilerin hakkı olan diyet sakıt olur, (bu sakıt olmaz). Keffâret ise, yal­nızca caninin malından ödenmesi gerekir Onun âkilesi keffâretten herhan­gi bir şey yüklenmez. [41]

 

12, Kâfirler Diyarında Öldürülen Mü'minin Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "Şayet (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düş­man olan bir kavimden ise..." buyruğunda ele alınan bu mesele kâfirler di­yarında, yahut onlarla savaş esnasında kâfirlerdendir diye öldürülen mü'min hakkındadır.

İbn Abbas, Katade, es-Süddî, İkrime, Mücahid ve en-Nehaî'ye göre mana şudur: Eğer bu öldürülen kişi, iman etmekle birlikte "size düşman olan bir kavim" olan kâfir kavmi arasında kalmış mü'min bir kimse ise, onun İçin di­yet ödemek gerekmez. Sadece onu öldürmekten dolayı keffâret olarak bir kö­lenin hürriyetine kavuşturulması gerekir. Malik'ten meşhur olan görüş budur. Ebû Hanife de böyle demiştir.

Bu durumda diyetin düşmesinin iki sebebi vardır Birincisi, öldürülenin ve­lilerinin kâfir oluşudur. Onlara diyet ödenerek bu diyetle güç kazanmaları­na sebep olmak doğru değildir. İkincisi ise, İman ettiği halde hicret etmeyen bu kişinin hürmeti, az bir hürmettir. Bundan dolayî da diyet yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlara karşı hiçbir velayet (mükellefiyetiniz yok­tur." (el-İnfitar 8/72)

Bir kesim de şöyle demektedir: Diyetin düşmesine maktulün velilerinin kâfir oluşlarının sebep olarak görülmesi yeter.

Öldürme ister müslümanlar arasında hataen olmuş olsun, isterse de kav­mi arasında iken ve hicret etmemiş olduğu halde öldürülmüş olsun, ister hic­ret etmiş sonra da kavmine geri dönmüş olsun, bunun keffâreti sadece bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır, onun için diyet ödemek sözkonusu değil­dir. Zira diyetinin kâfirlere ödenmesi sahili olamaz. Şayet diyet ödemek icabetseydi, beytülmal lehine ve beytülmaî üzerine icabetmesi gerekirdi. Böy­le bir yerde ise diyetin vücubu sözkonusu değildir. İsterse öldürme İslâm di­yarında cereyan etmiş olsun. Şafiî'nin görüşü budur Evzaî, es-Sevrî ve Ebû Sevr de bu görüştedir.

Birinci görüşe göre, eğer mü'min İslâm diyarında Öldürülmüş ise, onun kav­mi (velileri, yakınları) harp diyarında bulunuyorlarsa, bu durumda beytülma-le diyetinin ödenmesi ve keffâret gerekir.

Derim ki: Müslim'im Sahih'inde Usame'den gelen şu rivayet de bu kabil­dendir. Usame dedi ki: Rasûlullah (sav) bizleri de bir seriyye ile gönderdi. Cühenelilere ait el-Hurukat denilen yerde sabah baskını düzenledik. Bir ada­ma yetiştim, o, lâilalıe illallah dedi. Ancak mızrağımı ona sapladım. Bundan dolayı içimde bir rahatsızlık belirdi. Bunu Peygamber (sav)'a anlattım. Rasûluİlah (sav): "O, lâilahe illallah dediği halde onu öldürdün ha" diye bu­yurdu. Ey Allah'ın Rasulü, dedim. O, silahtan korktuğu için o sözü söyledi. Şöyle buyurdu: "Bunu gerçekten mi yoksa başka bir sebepten dolayı mı söylediğini anlayasin diye ne diye kalbini yarmadın." [42]

Hz. Peygamber bundan dolayı ne kısas uygulanmasına, ne de diyet veril­mesine hükmetti. Usame'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) daha sonra bana üç defa mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye bu­yurdu. Ancak kısas veya diyet hükmünü vermedi.

İlim adamlarımın der ki: Kısasın neden sakıt olduğu gayet açıktır. Çünkü öldürme haksızca ve saldın kastıyla olmamıştır. Diyetin sakıt olmasının üç sebebi vardır. Evvelâ, Hz. Peygamber ona asıl olarak savaşmaya izin vermiş­ti. Dolayısıyla tıpkı sünnet yapan sünnetçinin ve doktorun uygulamasında gö­rülebildiği gibi kanı dökülmemesi gereken, bir canı yanlışlıkla telef etti.

İkinci olarak, öldürülen bu kişi düşmandandı. Müslümanlar arasında onun herhangi bir velisi yoktu ki, bu velisine onun diyeti ödensin. Çünkü Allah: "Şayet... size düşman olan bir kavimden ise” diye buyurmaktadır. Nitekim bunu az önce açıkladık.

Üçüncüsü ise, Usame, öldürdüğünü itiraf etmekle birlikte bu hususta başkası tarafından herhangi bir delil ortaya konulmuş değildir. Âkile ise iti­raf dolayısıyla diyete iştirak etmez. Üsame'nin, kendisinden diyetin ödene­bileceği bir malının bulunmaması da muhtemeldir.

Doğrusunu en İyi bilen Allahtır. [43]

 

13. Hata Yoluyla Öldürülen Kişi Müslümanlarla Antlaşması Bulunan Bir Kavimden İse:

 

Yüce Allah'ın: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir ka-vimdense..." buyruğu ise, hata yoluyla öldürülen zımmi ve muâlıid (antlaşmalı bir kavme mensup) kimse hakkındadır. Bu durumda da hem diyet, hem de kefiaret gerekir. Bunu, İbn Abbas, eş-Şa'bî, Nehaî ve Şafiî söylemiştir. Taberî de bunu tercih eder ve şöyle der: Şu kadar varki, yüce Allah burada öl­dürülenin durumunu müphem bırakarak, mü'minlerden ve harp ehlinden öl­dürülen kimse hakkında dediği gibi, bunun hakkında da "mü'min olmak­la beraber" diye buyurmamaktadır. Önce geçeni kayıtlı olarak zikretmekle birlikte burada onu mutlak olarak zikretmiş olması, öncekinden farklı oldu­ğunun delilidir.

el-Hasen, Cabir b, Zeyd ve yine İbrahim (en-Nehaî) der ki: Buyruğun an­lamı şudur: Şayet hataen öldürülen kişi, mü'min bir kimse olup sizlerle ant­laşması bulunan bir kavimden ise ve onlarla yaptığınız antlaşma da kendi­lerinden öldürülen kimsenin diyetini almaya daha bir lıak sahibi olmalarını gerektirmekte ise, böyle birisini öldürmenin keffareti, köle azad etmekle diyetini ödemektir. el-Hasen buradaki: "Şayet kendi­leriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense" buyruğunu:

"Şayet kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir kavimden olup, kendisi de mü'min ise..." diye okumuştur. el-Ha­sen der ki: Müslüman bir kimse, zımmi bir kimseyi öldürecek olursa, onun için keffâret sözkonusu değildir.

Ebû Ömer der ki: Hicazlılara göre âyet-i kerimenin anlamı, başta geçen yü­ce Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mü'mini -yanlışlıkla olması müstesnâ-öldüremez" buyruğu ile birlikte anlaşılır.

Bundan sonra ise yüce Allah: "Şayet... bir kavimdense" diye buyurmak­tadır ki, bununla kastettiği "öldürdüğünüz kişi mü'min ise" dir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

İbnü'l-Arabî de der ki: Bence uygun görüş, cümlenin mutlak ifadenin mu-kayyede hamledilmesi şeklinde anlaşılması gerektiğidir. [44]

Derim ki: İşte el-Hasen'in söylediğinin manası ve Ebû Ömer'in Hicazlılar-dan naklettiği de budur.

Yüce Allah'ın: "Bir diyet vermek" lafzının nekire olarak gel­mesi muayyen bir diyetin ödenmesini gerektirmemektedir.

Şöyle de denilmiştir. Bu, kendileriyle Peygamber (sav) arasında belli bir süreye kadar müslüman olmaları ya da kendilerine savaş ilan edilmesi şek-

lınde bir antlaşmaları bulunan arap müşrikleri hakkındadır. Bu antlaşmaklar­dan bir kimse öldürülecek olursa, onun için diyet ödemek ve keffarette bu­lunmak gerekirdi. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Müşrikler arasından kendileriyle antlaşmada bulunduğunuz kimselere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur bu" (et-Tevbe, 9/1) buyruğu ile nesh oldu. [45]

 

14. Kadının Diyet Miktarı:

 

İlim adamları kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Ebû Ömer der ki: Kadının diyetinin, erkeğin diyetinin ya­rısının olmasının sebebi -Allahu a'lem- kadının, erkeğin mirasının yarısı ka­dar almasıdır. Yine iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olma­sıdır. Ancak bu, yalnızca hata yoluyla öldürmelerdeki diyet için böyledir.

Kasti öldürülmelerde ise erkekler için de kadınlar için de kısas sözkonu-sudur. Çünkü yüce Allah: "Can, cana karşılıktır" (el-Maide, 5/45) ile daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzre (2/178. âyet, 5- başlıkta) hür de hü­re karşılıktır. [46]

 

15. Birisinin Diğeri Üzerine Düşmesi, Çarpışma v.b. Hallerde Başkasının, Ölümüne Sebep Teşkil Etme Haline Dair Hükümler:

 

Dârakutnî, Musa b. Ali b. Râbah el-Lahmi'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Babamı şöyle derken dinledim: Gözleri görmeyen birisi, Ömer b. Hattab (r.a)'ın halifeliği döneminde bir hac mevsiminde şu mısraları okudu:

"Ey insanlar, ben görülmedik bir şeyle karşı karşıya kaldım

Hiç gözü görmeyen bir kimse, gözü gören ve sağlıklı birisinin diyetini öder mi?

Bu ikisi (gözü görmeyen ve sağlıklı kişi) birlikte düştüler

ve ikisi de kırılıp döküldüler."

Olay şöyle olmuştu: Âma olanı, gözü gören birisi çekiyorken her ikisi de bir kuyuya düştüler. Gözleri görmeyen görenin üzerine düştü ve gözü gö­ren öldü. Hz. Ömer de gözleri görenin görmeyen tarafından diyetinin öden­mesine dair hüküm verdi. [47]

İlim adamları biri diğerinin üstüne düşüp birileri ölenin durumu hakkın­da farklı kanaate sahiptirler. İbn ez-Zübeyr'den gelen rivayete göre, üstte olan altta kalanın diyetini öder amma, altta kalan üstte olanın diyetini ödemez. Ay­nı zamanda bu Şureyh, en-Nehaî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür.

İmam Mâlik; biri diğerini çeken ve nihayette düşüp ölen iki kişi hakkın­da şöyle demiştir: Çekenin âkilesinin diyet ödemesi gerekir. Ebû Ömer der ki: Bu hususta görüş ayrılığının olduğunu sanmıyorum. -Doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- bizim mezhep alimlerimizden müteahhirlerden birisi ile Şa­fiî mezhebine mensup birisi şöyle demiştir: Bu durumda diyetin yarısını öder. Çünkü hem onun fiili hem de düşenin düşmesinden dolayı ölmüştür.

Bir kimse, bir diğerinin üzerine evin damından düşecek ve ikisinden bi­risi ölecek olurlarsa, el-Hakem ve İbn Şubrume derler ki: Onlardan hayatta kalan tazminatı öder. Şafiî ise, biri diğerine çarpan ve ikisi de bunun sonu­cunda ölen kimseler hakkında kendisine çarpılanın diyetinin, çarpanın âki-lesi tarafından ödeneceğini, buna karşılık, çarpanın ise diyetinin heder ola­cağını söylemiştir. Birbiriyle çarpışan ve bunun sonucunda ölen iki süvari hak­kında da şöyle demiştir: Bunların her birisi ötekinin yarım diyetini öder. Çün­kü bunların herbirisi hem kendi fiili, hem de diğerinin fiili dolayısıyla ölmüş­tür. Osman el-Betti ve Züfer de böyle demiştir.

Mâlik, Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Hanife ve arkadaşları ise, birbirleriy­le çarpışıp Ölen atlılar hakkında şöyle der: Her birisinin diyeti diğerinin âki-lesi tarafından ödenir. İbn Huveyzimendâd der ki; Eğer, gemiyi yönlendiren kaptanın kendisi değilse birbiriyle çarpışan iki gemi ile atı o tarafa götüren süvari değilse birbirine çarpışan iki süvarinin durumu da bize göre böyledir.

Mâlik'ten, birbiriyle çarpışan iki gemi ile İki atlı hakkında her birisinin te­lef ettiği şeylerin tazminatını diğerine eksiksiz olarak vereceği görüşü de ri­vayet edilmiştir. [48]

 

16. Kitap Ehlinin Diyeti:

 

Bu kabilden olmak üzere ilim adamları kitap ehlinin diyeti İle ilgili tafsi­latta farklı görüşlere sahiptirler.

Mâlik ve arkadaşları derler ki: Kitap ehlinin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır. Mecusî'nin diyeti ise sekizyliz dirhemdir. Bunlara mensup kadınla­rın diyeti bunun da yansıdır. Bu görüş Ömer b. AbcTulaziz, Urve b. ez-Zübeyr ve Amr b. Şuayb'dan rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir: Yine bu manada, Süleyman b. Bilal, Abdurrahman b. el-Haris b. el-Ayyaş b. Ebi Rebiâ'dan, o, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesi yoluyla, Pey­gamber (sav)ın yahudi ve hıristiyanın diyetini müstümanın diyetinin yarısı olarak tesbit ettiği rivayet edilmiştir. [49] Burada geçen Abdurrahman'dan, es-Sevrî de rivayette bulunmuştur,

İbn Abbas, eş-Şa'bî ve en-Nehaî derler ki: Kendileriyle antlaşma bulunan­lara mensup oianlardan hata yoluyla öldürülen kişinin mü'min ya da kalır ol­duğuna bakılmaksızın, şayet kavminin ahdi kapsamında ise, onun diyeti müs­lümanın diyeti gibidir. Bu, Ebû Hanife'nin, es-Sevrî'nin, Osman el-Bettî'nin ve el-Hasen b. el-Hayy'ın da görüşüdür. Onlar, bütün diyetleri eşit kabul eder­ler. Müslümanın, yahudinin, hıristiyanın, mecusinin, rnuahhid ve zımmi'nin diyeti birdir derler. Aynı zamanda bu, Ata, ez-Zührî ve Said b. el-Müseyyeb'in de görüşüdür. Bu konudaki delilleri ise yüce Allah'ın; "Akrabalarına bir di­yet vermek" buyruğudur. Bu da diyetin müslümanın diyeti gibi eksiksiz bir diyet olmasını gerektirmektedir. Bu görüşlerini Muhammed b. îshak'ın, Da-vud b. el-Husayn'dan, onun İkrime'den, onun İbn Abbas'tan Kureyzaoğullan ile Nadiroğullan kıssası ile İlgili olarak yaptıkları rivayetle desteklerler. Buna göre Rasûhjllah (sav) hiç bir fark gözetmeksizin onların diyetini tam bir diyet olarak tesbit etmiş ve ödemişti. [50]

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) ise der ki: Bu, nisbeten gevşek bir hadistir, böy­le bir hadis delil olacak özelliğe sahip olmaz.

Şafiî de der ki: Yahudi ile hıristiyanın diyeti, müslümanın diyetinin üçte bi­ri kadardır. Mecusi'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bu konudaki delili de şudur: Bu miktar, bu husustaki görüşlerin asgarîsidir. Zimmet ise yakin bir delil veya bir hüccet olması müstesna beridir. (Borçsuz ve mükellefiyetsiz ka­bul edilir.) Aynı zamanda bu görüş, Hz, Ömer ile Hz. Osman'dan rivayet edil­miştir, İbnü'l-Müseyyeb, Ata, el-Hasen, İkfime, Amr b. Dinar, Ebû Sevr ve İs-hak da bu görüştedir, [51]

 

17. Azad Etmek İçin Köle Bulunamayacak Olursa:

 

Yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa" yani kim azad "etmek üzere köle bulamaz, ve yahutta köle satın alabilecek kadar serveti yoksa, "Allah'tanbîr tevbe ol­mak üzere İki ay aralıksız oruç tutmalıdır." O kadarki, arada bir gün oruç tutmayacak olursa, yeniden başlar. Cumhurun görüşü budur. Mekkî de eş. Şa'bî'den şöyle dediğini nakletmektedir: İki ay oruç tutmak, gücü yetemeyecek kimseler için hem diyetin, hem de köleyi hürriyetine kavuşturmanın ye­rine geçer. İbn Atiyye der ki: Ancak bu görüş bir yanılmadır. Çünkü diyeti ancak âkile öder. Katil'in mükellefiyeti değildir. Taberî ise bu görüşü Mes-ruk'tan nakletmektedir. [52]

 

18. Aralıksız İki Ay Oruç Tutması Gereken Hastanın Hükmü ve Kadının Ay Hali Olması:

 

Ay hali olmak, kesintisiz oruç tutmaya engel değildir. Bu konuda görüş ay­rılığı yoktur. Böyle bir kadın temizlendikten sonra eğer geciktirmeksizin ge­ri kalan orucuna devam edecek olursa, bunun dışında herhangi bir mükel­lefiyeti yoktur. Eğer fecirden önce temizlenecek olur da, temiz olduğunu bi­le bile o günün orucunu terk ederse, bir gurup ilim adamına göre yeniden orucuna başlaması gerekmektedir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir.

Peşpeşe tutulması gereken iki ay orucun bir bölümünü tutmuş hastanın hükmü hakkında da iki farklı görüş belirtmişlerdir. Mâlik der ki: Yüce Allah'ın Kitabı gereğince kesintisiz iki ay oruç tutması icabeden herhangi bir kimse­nin bir mazereti, hastahlğı veya ay hali gibi bir sebebi olmaksızın oruç aç­ma hakkı yoktur. Yolculuk yapıp yolculuğunda oruç açma hakkı da yoktur.

Hasta olması halinde, iyileştikten sonra orucuna devam eder, diyenler ara­sında Said b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, el-Hasen, eş-Şa'bî, Ata, Mü-cahid, Katade ve Tavus da vardır

Said b. Cübeyr, en-Nehaî, el-Hakem b. Uyeyne ve Ata el-Horasanî ise, has­ta olduğu takdirde iyileştikten sonra orucuna yeniden başlar, derler. Bu ay­nı zamanda Ebû Hanife'nin, arkadaşlarının ve el-Hasen b. Hayy'ın da görü­şüdür. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de böyledir.

Şafiî'nin bir başka görüşü daha vardır: Mâlik'in dediği gibi, önceki orucu­na kaldığı yerden devam eder. İbn Şubrume der ki: Eğer orucuna devam et­mesini engelleyen bir mazereti varsa, tıpkı ramazan orucunda olduğu gibi, yalnızca orucunu açtığı o gününü kaza eder.

Ebû Ömer der ki: Orucuna kaldığı yerden devam eder diyenlerin delili, şu­dur. Böyle bir kimse hastalığı dolayısıyla peşpeşe orucu devam ettirememek­te mazurdur ve bunu kasten kesmiş değildir. Yüce Allah ise, kasfî olmayan davranışları atfetmiştir. Yeniden orucuna başlar diyenlerin delili ise, peşpe-şe oruç tutmanın herhangi bir mazeret dolayısıyla sakıE olmayan bir farz olu­şu ve kestiği takdirde günaha düşeceğidir Bu da namaza kıyasen böyledir. Çünkü namaz, ardı arkasına kılınan rekâllerdir. Herhangi bir özrü dolayısıy­la namazını yarıda kesecek olursa, namazını yeniden kılar, kaldığı yerden na­mazına devam etmez. [53]

 

19. Bu Ceza Bir Tevbedir:

 

Yüce Allah'ın: “Allah'tan bir tevbe olmak üzere" buyruğu mastar (meful-i mutlak) olarak nasb edilmiştir. Anlamı ise, o günahtan bir dönüş olarak.,.

Hata yoluyla öldürenin böyle bir tevbeye ihtiyaç duyması, gereken şekil­de sakınmaması dola yısıy ladır. Halbuki onun bu konuda gereken şekilde sa­kınması ve dikkat etmesi gerekirdi.

Şöyle de denilmiştir: Yani o, bu şekilde peşpeşe oruç tutsun. Çünkü yü­ce Allah, köleyi hürriyetine kavuşturmak yerine bedel olmak üzere oruç tut­masını kabul etmek üzere onun yükümlülüğünü hafifletmiştir. Nitekim yü­ce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiği için teubenizi kabul etti." (el Bakara, 2/187) Ya­ni yükünüzü hafifletti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "O, sizin bu­nu sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etti.” (el-Müzemmil, 73/20) [54]

 

20, Allah Her Şeyi Bilendir, Hakimdir:

 

"Allah" bilinmek durumunda olan her şeyi *çok iyi bilendir." Ezelde de, ebedde de. "Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.* Hükümleri sapasağlam­dır, her şeyi yerli yerinde yapandır. [55]

 

93. Kim de bir mü'mini kasten öldürürse, cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1. Kasten Öldürmenin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Kim de... öldürürse" buyruğundaki; "Kim," şart edatıdır. Cevabı ise... "Cezası” buyruğudur. İleride gelecektir.

İlim adamlar^ kasten öldürenin nitelikleri hususunda farklı kanaatlere sa­hiptirler. Ata, en-Nehaî ve başkaları şöyle demektedir: Kılıç, hançer, mızrak ucu ve buna benzer kesmek, koparmak için hazırlanmış ve sivriltilmiş demir aletlerle öldüren veya taş ve buna benzer öldürücü olduğu bilinen ağır şey­lerle öldüren kimse kasten öldüren kimsedir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Demir aletle olsun, taş, sopa veya bundan başka bir araçla olsun, başkasını öldüren herkes kasten öldüren kim­sedir. Cumhurun görüşü de budur. [56]

 

2. Kasten Öldürme, Hata Yoluyla öldürme ve Kasta Benzer Hata İle Öldürme:

 

Yüce Allah Kitab-ı Keriminde, kasten öldürme ile hata yolu ile öldürme­yi sözkonusu ederek, kasta benzer öldürmeyi sözkonusu etmemiştir. Böyle bir öldürmeyi kabul edip etmemek hususunda ilim adamlarının farklı görüş­leri vardır. İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik, böyle bir öldürme çeşidini kabul et­memektedir. Mâlik der ki; Allah'ın Kitabında ancak kasten öldürme ile ha-taen öldürmeden sözedilmektedir. Bunu, el-Hattabî de Mâlikten nakleder ve şunu,da söylediğini ekler: Kasta benzer öldürmeyi ise biz bilmiyoruz.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik ile Leys b. Sa'd, kasta benzer öl­dürme çeşidini kabul etmezler. Onlara göre ısırmak, tokat vurmak, kamçı vur­mak, sopa ile vurmak ve buna benzer çoğunlukla öldürücü olmayan şeyler­le öldürülen bir kimse kasten Öldürülmüş olur ve bu durumda kısas gerekir,

Yine Ebû Ömer der ki: Ashab ve tabiinden bir gurup da ikisinin bu görü­şünü ifade etmişlerdir. İslâm aleminin değişik bölgelerindeki fukahânın ço­ğunluğu ise, bütün bu öldürme şekillerinin kasta benzer öldürme olduğu görüşündedirler. Ayrıca bu, Mâlik'ten de zikredilmiş olup, İbn Velıb ile ashab ve tabün'den bir gurup da bu görüştedir,

İbnü'l-Münzir der ki: Kasta benzer öldürme, bizim mezhebimizce gereğin­ce amel olunan bir husustur. Kasta benzer öldürmeyi kabul edenler arasın­da eş-Şa’bî, el-Hakem, Hammad, en-Nehaî, Katade, Süfyan-ı Sevrî, Iraklılar ve Şafiî de vardır. Aynca biz bunu, Ömer b, el-Hattab ve Ali b. Ebi Taiib (r.an-lıuma)!dan da rivayet etmiş bulunuyoruz.

Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü hakkında ihtiyatlı davranilmasma en layık olanlar kanlardır, Zira, aslolan bu kanların bedenleri İçerisinde muhafaza edilmesidir. Kan, ancak en ufak bir tereddüdün sözkonusu olma­dığı, apaçık bir sebep ile mubah olabilir. Böyle bir öldürme şeklinde ise mü-bahlığı su götürür, tartışılır. Zira böyle bir öldürme çeşidi, bir bakıma kastı, bir bakıma da hataen öldürme olarak değerlendirilebileceğinden hakkında kasta benzer öldürmedir, dtye hüküm verÜmîşEir.

Çünkü bu durumda vurmak her ne kadar kasıt îse de öldürmek kastı yok­tur. Bu öldürme kastı olmaksızın meydana geldiğinden dolayı bir taraftan kı­sas sakıt olur, diğer taraftan da diyet taglîz edilir (ağırlattırılır). Sünnette de buna benzer hükümler ifade edilmiştir.

Ebû Davud, Abdullah b. Amr yoluyla Rasûlullah (sav)1 in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedir: "Kamçı ve asa ile meydana gelen kasta benzer ha­ta ile öldürmenin diyeti, kırkının karnında yavruları olması şartıyla yüz de­vedir." [57] Dârakutnî de, îbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:

Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kim kasten öldürülürse, elinin kazandı­ğının bir cezası olmak üzere o da kısasen öldürülür. Haîaen öldürmede ise, diyet vardır, kısas yoktur. Her kim taş, sopa veya kamçı ile öldürülür fakat kimin tarafından öldürüldüğü belli değilse, o takdirde onan diyeti deve yaşları ağırlaştırılmış olarak verilir."[58]

Yine Dârakutnî, Süleyman b. Musa yoluyla Amr b. Şuayb'dan o, babasın­dan, o da dedesinden şöyle dediğini rivâyec etmektedir:

Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kasta benzer öldürmenin diyeti, kasten öl­dürmedeki gibi, (fakat) ağırlaştırıhr. Ancak, böyle bir kimse öldürülmez." [59] Bu açık bir nasstır.

Tavus; sopa, kamçı veya taş atımı sırasında kendisine atılan bir şey isabet edip de ölen kimse hakkında şöyle demektedir: Bunun karşılığında diyet öde­nir. Fakat, onu öldürenin kim olduğu bilinemediğinden dolayı da ona karşılık kimse öldürülmez. [60]

Ahmed b. Hanbel de der ki: Hadis-i şerifte geçen "ne (veya kim) olduğu belirsiz (el-ammiyya'r raassup ve dayanışma duygusu dolayısıyla muamma olan ve neden olduğu açığa çıkmayan îş demektir. İslıak der ki: Bu tabir bir topluluğun karşılıklı olarak galeyana gelip birbirlerini öldürmeleri halidir Ke­limenin aslı, sanki işi karışık hale getirmek demek olan "ta'miye yani muarn-malaştırm.ak"tan alınmış gibidir. Bu açıklamaları Dârakutnî zikretmektedir. [61]

 

Ağırlaştırılmış Diyet (Diyet-i Muğallaza):

 

Kasta benzer öldürmeyi kabul edenler, ağırlaştırılmış diyetin miktarı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler.

Ata ile Şafiî der ki; Ağırlaştırılmış diyet, otuzu Hikka (dört yaşma basmış dişi deve), otuzu Cezea (beş yaşına basmış dişi deve) ve kırkı da Muhli! (ya­ni, on yaşma girmiş deve) dir. Bu görüş, aynı şekilde Hz. Ömer, Zeyd b. Sa­bit, Muğire b. Şu'be ve Ebû Musa el-Eşarî'den de rivayet edilmiştir. Mâlik'İn kasta benzer öldürmedir diye kabul ettiği hallerdeki görüşü de budur.

Mâliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre, Mâlik ancak, oğlunu kıhç ile vurup öldüren MüdliclLnin oğluyla başından geçen olayın benzerleri hakkın­da kasta benzer öldürmenin olduğunu kabul eder.

Şöyle de denilmiştir: Kasla benzer öldürmelerde ağırlaştırılmış diyet, dört­te birlere bölünür: Bunun dörtle biri üçe basmış dişi deve (Bintu Lebun), dört­te biri dörde basmış dişi deve (Hikka), dörtte biri beşe basmış dişi deve (Ce-zea)? dörtte biri de ikiye basmış dişi deve (Bintu Mahâd) olur.

en-Numan (Ebû Hanife) ile Yakub (Ebû Yusuf }'un görşü de budur. Ayrı­ca bu görüşü Ebû Davud, Süfyan'dan o, Ebû Islıak'tan o, Âsim b. Damra'dark, o da Hz. Ali'den de rivayet etmiştir. [62]

Bu diyetin beşte birlere ayrılacağı da söylenmiştir. Yirmi tanesi iki yaşma basmış dişi deve, yirmi tanesi üç yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi üç ya­şına basmış erkek deve, yirmi tanesi dört yaşına basmış dişi deve, yirmi ta­nesi de beş yaşma basmış dişi deve. Bu da Ebû Sevr'in görüşüdür.

Şöyle de denilmiştir: Bunun kırk tanesi beş yaşma basmış dişi deve (Cezea) ile dokuzuna yeni basmış (Bâzil) deve arasında, otuzu ise dört yaşına basmış dişi deve, otuzu da üç yaşına basmış dişi deve. Bu görüş Osman b. Affân'dan da rivayet edilmiş olup, Hasan-ı Basri, Tavus ve ez-Zührî de bu gö­rüştedirler.

Şöyle de denilmiştin: Otuzdört tanesi hamileliğinin yan dönemini tamamlamış ve dokuz yaşına basmış dişi deve, otuzüç tanesi dört yaşına basmış di­şi deve, otuzüç, tanesi de beş yaşına basmış dişi deve. eş-Şa"bî ve en-Nehaî de böyle demiştir. Ayrıca bunu, Ebû Davud, EbuM-Ahvas'dan, o, Ebû İs-hak'dan, o Âsim b. Damra'dan, o da Hz. Ali yoluyla rivayet etmiştir. [63]

 

3. Kasta Benzer Öldürmelerde Diyeti Ödemekle Mükellef Olanlar:

 

Kasta benzer öldürmede diyetin kimler tarafından ödenmesi gerektiği hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. el-Harİs el-Utli, îbn Ebi Leyla, İbn Şubrume, Katade ve Ebû Sevr derler ki: Bu diyeti, öldüren kişi ken­di malından öder. eş-Şa'bî, en-Nehaî, el-Hakem, Şafiî, es-Sevrî, Alımed, İshak ve Rey ashabı ise, âkile tarafından ödenir, derler.

İbnü'l-Münzir der ki: Şa'bî'nin görüşü daha sahihtir. Çünkü Ebû Hureyre Peygamber (sav)'ın ceninin diyetinin, öbür kadını vurarak öldüren kadının âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağlamıştır. [64]

 

4. Keffareti Gerektiren Öldürmeler:

 

İlim adamları kasten öldürmenin diyetini yüklenmeyeceğini akilenin ve böyle bir öldürmenin diyetinin cinayeti işleyenin malından ödeneceğini ic-ma ile kabul etmişlerdir. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûre-si'nde (2/178. ayet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine ilim adamları, hata yoluyla öldürenin keffârette bulunacağını icma ile kabul etmekle birlik­te, kasten öldürmekçe keffaretin gerekip gerekmediği hususunda farklı ka­naatlere sahiptirler.

Mâlik ve Şafiî ise, tıpkı hata ile öldürmede olduğu gibi, kasten öldürenin de keffârette bulunacağı görüşündeydiler. Şafiî der ki: Hata yoluyla öldürme­de keffâret vacip olduğuna göre, kasten öldürmede keffâretîn vacip olması öncelikle sözkonusudur. Yine Şafiî: Yanılma halinde sehiv secdesi meşru kı­lındığına göre, kasten yapılan bir kusur dolayısıyla sehiv secdesinin meşru kılınması öncelikle sözkonusudur. Kastı öldürme halinde sözü edilen keffâ­ret, hata yoluyla öldürmede vacip olanı ıskat edecek değildir, der. [65]

Şöylede denilmiştir: Kasten öldürene keffâret ancak affedilip öldürülme-mesi halinde katile vacip olur. Şayet kısasen öldürülecek olursa, malından alınacak bir keffâret yükümlülüğü yoktur. Böyle bir keffâretin icabettiği de söylenmiştir.

Kendisini öldürenin de malından keftaret ödenme yükümlülüğü vardır.

es-Sevrt, Ebû Sevr ve Rey ashabı der kî: Keffaret ancak yüce Allah'ın va­cip kıldığı yerde vaciptir, İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, keffâretler ibadettir. Bu konuda bunların temsil yoluyla (kıyas yoluyla) va­cip kılınmaları caiz olamaz. Herhangi bir kimsenin Kitap, sünnet veya icma İle olmadıkça, Allah'ın kullarını yerine getirmekle sorumlu tutacağı bir far­zı tesbit etmek yetkisi yoktur, caiz değildir. Kasten öldüren kimseye kefta-ret ödemeyi öngörenlerin açıklamaları delil olabilecek bir özellikte değildir. [66]

 

5,  Bir Topluluğun Birisini Hata Yoluyla Öldürmesi Hali:

 

Bir topluluğun hata yoluyla birisini öldürmesi halinde hükmün ne olaca­ğı hususunda, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Her birisinin ayrı ayrı keffârette bulunması gerekir el-Hasen, Ikrinıe, Nelıaî, Haris el-Uklî, Mâlik, Sevrî, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Rey ashabı da böyle demişlerdir. Bir başka kesim ise, hepsi tefc bir keffaret ödemekle yü­kümlüdürler, demektedirler. Ebû Sevr böyle demiştir. Aynı zamanda bu gö­rüş el-Evzaî'den de nakledilmiştir. ez-Zührî ise, köle azad etmek ile oruç tut­mak ketîareti arasında fark gözeterek, mancınık ite atış yapan ve birisini Öl­düren bir topluluk hakkında şöyle demiştir: Hepsinin bir köle azad etmele­ri gerekir. Eğer azad edecek köle bulamayacak olurlarsa, onların her birisi aralıksız iki ay oruç tutar.[67]

 

6. Kasten Öldürmenin Vebalinin Büyüklüğü:

 

Nesaî şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize el-Hasen b- îshak el-Merve-zî -sika bir ravidir- haber vererek dedi ki; Bana Halid b. Hidâş anlatarak de­di ki: Bize Hatim b. İsmail, Beşir b. el-Muhacir'den anlattı: Beşir, Abdullah b. Bureyde'den, o, babasından naklederek dedî ki: Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Mü'minin öldürülmesi, Allah nezdinde dünyanın zeval bulmasından daha büyük bir şeydir." [68] Yine Abdullah (b. Mes'ûd) dan şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kulun kendisinden ilk hesa­ba çekileceği şey namaz, insanlar arasında ilk hükme bağlanacak meseleler ise, kanlar hakkında olacaktır." [69]

İsmail b. İshak da, Nafi b. Cübeyir b. Mut'im'den, o, Abdullah b. Abbas'dan birisinin kendisine şöyle bir soru sorduğunu rivayet etmektedir: Ey Ebu'l-Ab­bas, katilin tevbesi sözkonusu mudur? İbn Abbas, bu soruya hayret eden bir kişinin edası ile: îkî yada üç defa sen ne diyorsun? diye sorduktan sonra, İbn Abbas şöyle dedi: Yazıklar olsun sana, böyle birisinin tevbesi nasıl mümkün olur? Ben Peygamberimizi (sav) şöyle buyururken dinledim: "(Kıyamet gü­nünde) maktul boyun damarlarından kan akarak, başını ellerinden birisine asmış, diğer eliyle de katilini yakasından tutup sürükleyerek getirir. Niha­yet (Allah'ın huzurunda) durdurulurlar. Bu sefer maktul, şanı yüce Allah'a şöy­le der: Rabbim, bu beni öldürdü. Yüce Allah katile: Sen artık bedbaht oldun, der ve katil alınıp cehenneme götürülür.”[70] el-Hasen'den de şöyle dediği ri­vayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben, mü'minin öldürülmesi hu­susunda (katilin cezasının indirilmesi için) Rabbime müracaat ettiğim kadar hiç bir hususta Rabbime müracaat ecmiş değilim. Ancak benim isteğimi bir türlü kabul etmedi." [71]

 

7. Kasten Bir Mü'min Öldürenin Tevbesi Mümkün mü:

 

Kasten bir mü'mini öldüren bir katilin tevbe etmesinin mümkün olup ol­madığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Buharî, Said b, Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir; Bunun (Tefsir etmekte olduğumuz âyet) hakkında Kûfeliler ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine ben de, bunu öğ­renmek için İbn Abbas'ın yanına yolculuk yaptım. Ona bu âyet-i kerime hak­kında sordum, şöyle dedi: Şu: "Kim de bir mü'minİ kasten öldürürse, ce­zası... cehennemdir" âyeti, (bu hususta) son nazil olan âyettir. Onu herhan­gi bîr şey nesh etmiş değildir. [72]

Yine Nesâî, ondan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Abbas'a mü'min bir kimseyi kasten öldürenin tevbesinin mümkün olup olmadığım sordum, bana hayır dedi. Bu sefer ben ona, el-Furkan Sûresi'nde yer alan: "Onlar ki, Allak ile birlikte başka bir ilaha iman etmezler..." (el-Furkan, 25/68) âye­tini okudum, şöyle dedi: Senin bu dediğin âyet Mekke'de inmiştir. Onu Medine'de inen: "Kim de bir mü'mini kasten öldürürse cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş,” âyeti bunu nesh etmiştir. [73] Zeyd b. Sabit'ten de buna benzer bir rivayette bulunarak en-Nisa Sûresi'ndeki bu âyetin el-Furkan Sûresi'ndeki âyetten altı ay sonra nazil olduğunu nakletmekledir. Bir diğer rivayette ise sekiz ay sonra nazil ol­duğu belirtilmektedir. Her ikisini de Nesâî, Zeyd b. Sabit'ten nakletmiştir. [74]

İşte Zeyd b- Sabit ile İbn Abbas'tan gelen bu haberlerle birlikte bu âyet-i kerimenin ifade ettiği umumi manayı, Mutezile mezhebi kabul ederek, işte bu, yüce Allah'ın: "Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) buyruğundaki umumi ifadeyi tahsis etmektedir derler ve âyet-i kerimede sözü geçen tehdidin kesinlikle bütün katiller hakkında geçerli olduğu görüşü­nü ifade ederek, her iki âyet-i kerimenin arasını da şu sözleriyle telif etme­ye çalışmışlardır; Bu İki âyete göre takdir şöyledir: Allah, kasten öldürme dı­şında bundan başka dilediğine mağfiret eder, demektir.

Aralarında Abdullah b. Ömer'in de bulunduğu -ki bu, aynı zamanda Zeyd ile İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir- bir grup ilim adamı, kasten öldürenin tevbe etmesinin mümkün olduğu görüşündedirler. Yezid b. Harun rivayet­le şöyle demektedir: Bize, Ebû Mâlik el-Eşcai, Sa'd b. Ubeyde'den şöyle de­diğini haber vermektedir:

Bir adam İbn Abbas'a gelerek şöyle dedi: Bir mü'mini kasten öldüren kim­senin tevbesi mümkün mü? İbn Abbas hayır, onun cehennemden başka ce­zası yoktur, dedi. (Sa'd b. Ubeyde) dedi ki: Adam gittikten sonra onunla otu­ranlar ona: Sen bize katilin kabul edilecek bir tevbesinin mümkün olduğu şek-ttnde fetva veriyordun. O, şöyle dedi: Ben, bunun mü'min bir kimseyi öldür­mek isteyen kızgın bir kişi olduğunu zannediyorum. (.Sa'd) dedi ki: Arkasın­dan bir adam gönderdiler, gerçekten de halinin bu olduğunu tesbit ettiler.

Ehli Sünnetin görüşü de bu doğrultudadır ve sahih olan da budur. Bu âyet-i kerîmenin tahsis edilmiş olduğunu kabul ederler. Böyle bir tahsisin delili ise, konu ile ilgili bir takım âyet-i kerimeler ve rivayetlerdir. Ehli Sünnet alim­leri, bu âyet-i kerimenin Mikyes b. Dubabe (Subabe de rivayet edilmiştir) hak­kında nazil olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Mikyes, kardeşi Hişam b. Du­babe ile birlikte İslama girmişti. Hişam'ın. Neccaroğulları tarafından öldürül­müş olduğunu gördü. Bu hususu Peygamber (.sav.Va bildirince H£. Peygam­ber Mikyes'e, kardeşini öldüren kişiyi teslim etmelerini emreden bir mektup yazdı. Onunla beraber Fihr oğullarından da bir adam gönderdi. Neccaroğul-ları ise şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz onu kimin öldürdüğünü bilmiyo­ruz. Fakat bizler diyetini öderiz, deyip ona yüz deve ödediler.

Daha sonra Mikyes, beraberindeki adam ile birlikte Medine'ye döndüler. Bu sefer Mikyes, Fihroğullarmdan olana saldırarak kardeşine mukabil onu öl­dürdü, develeri alıp gitti ve Mekke'ye mürted ve kâfir olarak geri döndü. Şu beyitleri de okuyup duruyordu:

"Ben ona (kardeşime) karşılık olarak Fihr'liyi öldürdüm ve diyetini yükledim Pari1 kalesinde yaşayan Neccaroğullarımn ileri gelenlerine; Böylelikle ben yayımı çözmüş oldum intikamımı da aldım Ve ben putlara geri dönen ilk kişi oldum,"

Bunun üzerine Rasûlullah (sav); "İster Harem bölgesinde, ister onun dı­şındaki helal bölgede olsun, asla ona eman vermiyorum" dedi ve Mek­ke'nin fethedildiği günü, Kabe'nin örtülerine asılmış olduğu halde bulunsa dahi öldürülmesini emretti.[75]

İşte bu husus, tefsir ehlinin ve din alimlerinin nakli ile sabit olduğuna gö­re, bunun müslümanlar hakkında anlaşılmaması gerekmektedir. Diğer taraf­tan bu âyetin zahirini delil olarak almak, yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler, hiç şüphesiz günahları giderir" (Hüd, 11/114); "O, kullarının tevbelerini kabul edendir"(eş-Şura, 42/25) üe "Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisâ, 4/48) buyruklarının zahirinin ifade ettiği manayı almaktan daha uygun değildir. Bu âyet ile zikrettiğimiz diğer âyetlerin zahirlerini bir arada almak ise çelişkidir. O halde tahsis kaçınılmaz bir şeydir. Diğer taraftan, el-Furkan'da-ki âyet-i kerime ile bu âyet-i kerimenin arasını bulmak mümkündür. Ortada nesli de yoktur, tearuz da sözkonusu olmaz. Bu da en-Nisâ Süresindeki âye-cin mutlak ifadesinin Furkan Sûresi'ndeki âyetin mukayyed ifadesine ham-ledilmesiyle olur. Böylelikle buyruğun anlamı şöyle olur: İşte bunun cezası şöyle şöyledir, tevbe eden müstesna. Özelliklede bu hükümleri gerektiren ay­nı şey ise bu, böyle olmalıdır. Bu şey ise katildir. Bunun gerektirdiği ise ce­za vaadi ve tehdididir

Kasten mü'mini öldürenin tevbesinin kabul olunacağına dair haberler ise pek çoktur. Ubâde b. es-Sâmit'in şu ifadelerin yer aldığı hadisi buna örnek­tir: "Bana, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yap­mamak, hak ile olması müstesna Allah'ın haram kıldığı canı öldürmemek üze­re bey'at ediniz. Aranızdan kim bu bey'atte verdiği sözü eksiksiz yerine ge­tirirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Her kim bunlardan her hangi bir şey işleyecek olur da buna karşılık cezalandırılırca, bu da onun için bir keffaret olur. Her kim bunlardan bir şeyler işler ve Allah da onun bu işlediğim setr edecek olursa, o vakit işi Allah'a kalmıştır. Dilerse onu atfeder, dilerse onu azaplandırır." [76] Bu hadisi, hadis imamları rivayet etmiş, Buharı ve Müslim de bunu kitaplarına kaydetmişlerdir.

Ebû Hureyre'nin yüz kişiyi öldürmüş birisine dair rivayet ettiği hadisi de bu kabildendir. Bu hadisi de Müslim Sahihinde, îbn Mace süneninde riva­yet ettiği gibi, başkaları da bunu rivayet etmişlerdir. [77] Bu hususta sabit ol­muş benzer başka haberler de vardır.

Diğer taraftan başkasını öldürdüğüne dair şahadette bulunulup, kendisi de kasten öldürdüğünü ikrar ederek, maktulün velileri tarafından devlet yetki­lilerine getirilen ve bunun sonucunda kendisine had uygulanıp kısasen öl­dürülen bir kimsenin âhirette cezalandırılmayacağı ve Ubade b. es-Samit ha­disi gereğince, icma ile bu tehdidin hakkında söz konusu olmayacağı nok­tasında Mutezile de bizimle aynı görüşü paylaşmaktadır. O halde, Mutezile­nin; *Kim de bir mü*inini kasten ölüdürse cezası... cehennemdir" âyetinin ifade ettiği umumi anlamı delil diye ileri sürmelerine imkân kalmaz ve zik­rettiğimiz diğer naslar ile bu buyruğun umumu tahsis edilmiş olmaktadır.

Durum böyle olduğuna göre, o halde uygun olan, açıkladığımız şekilde âyetin tahsis edilmiş olduğunu kabul etmek veya İbn Abbas'tan söylediği nak­ledilen şu kanaate göre hamledilmiş olduğunu kabul etmektir.

îbn Abbas der ki: Âyet-i kerimede geçen "kasten öMtirmekwden maksat, onun öldürülmesini helal kabul etmektir. Bu ise, icma ile küfre varır.

Bir başka topluluk da şöyle demektedir: Katil tevbe etsin yahut etmesin ilâhî meşîete bağlıdır. (Yani Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse azaplan-dırmaz). Bunu da Ebû Hanife ve arkadaşları söylemiştir.

Eğer; yüce Allah'ın: "Cezası, orada ebediyyen kalmak üzere cehennem­dir. Allah ona gazab etmiş..." buyruğu zaten böylesinin kâfir olduğuna de­lildir, çünkü yüce Allah, ancak imandan çıkmış bir kâfire gazab eder; deni­lecek olursa, deriz ki; Bu bir tehdittir. Yapılan tehdidi gerçe&ieştfrmeme&: ise bir lütuf ve bir keremdir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Gerçek şu ki, ben ne zaman onu tehdit eder veya ana vaadde bulunursam Tehdidimi gerçekleştirmem, fakat verdiğim aözü yerine getiririm "

Bu (açıklama) daha önceden geçmiştir.

İkinci bîr cevap: Şayet Allah, ona bunun cezasını verecek olursa,., böyle cezalandırır, demektir. Yani günahının büyüklüğü dolayısıyla o buna layık­tır, böyle bir cezayı hakeder demektir. Bunu Ebû Miclez, Lâhik b. Humeyd ile Ebû Salih ve başkaları böylece ifade etmişlerdir.

Enes b. Mâlik de Rasûlullah (savadan şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: "Allah bir kula sevap vâdedecek olursa onu yerine getirir. Eğer ona ce­za tehdidinde bulunacak olursa, bu da Allah'ın dilemesine (.meşîetine) bağ­lıdır. Dilerse onu cezalandırır, dilerse onu affeder."

Anc;ık bu son iki te'vil şeklinde su götürür tararlar vardır. Birincisini ele alalım. el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü yüce Rabbimizin buyruğu, değişikliği ve verilen sözü değiştirmeyi kabil değildir. Ancak, bu buyrukla umumi olanın tahsis edilmesinin kastedilmesi müstesna. O taktirde bu, konuşmalarda caizdir. İkincisine gelince, şüphesiz merîu' olarak yapılan bu rivayet (Enes'in hadis rivayeti) ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle de­mektedir: Bu açıklama şeklindeki yanlışlık gâyeî açıktır. . Çünkü yüce Allah: "îşte bu, onların cezası kâfir olmalarından ötürü.,• ce­hennemdir" (el-Kehf, 18/106) diye buyurmuş, fakat hiç kimse de, eğer on­ları cezalandıracak olursa cehennemle cezalandıracaktır, dememiştir. Ayrıca Arap dili açısından da böyle bir açıklama hatalıdır. Çünkü bu buyruktan son­ra: "Allah onagazab etmiş.,."diye buyurmaktadır. Bu ise onu cezalandıra­caktır anlamındadır.

Üçüncü bir cevap: Böyle bir kimse, şayet tevbe etmez, günahlarında ısrar eder ve Rabbinin huzuruna küfür ile çıkacak olursa, isyanı sebebiyle ceza­sı cehennemdir. Hibetullalı "en-Nâsİk ve7-Mensûk"adlı eserinde şöyle der: Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın: "Şüphesizki Allah kendisine ortak koşam affetmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder" (en-Nisa, 4/48 ve 116) buyruğu ile nesh olunmuştur. Bu hususta, insanların icmaı vardır.

Ancak İbn Abbas ile îbn Ömer, bu âyetin muhkem olduğunu söylemişler­dir. Şu kadar var kif onun bu dediği de su götürür, çünkü konu umum ve umumun tahsisi konusudur, nesh konusu değildir. Bu da İbn Atiyye'nin gö­rüşüdür.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü nesh, haberler hakkında söz-konusu olmaz, Çünkü buyruğun manası, Allah onu cezalandıracaktır, şeklin­dedir. en-Nehhâs da MeÛnli'l-Kur'an adlı eserinde şunları söylemektedir: Na­zar ehli (ilahi buyrukları iyice tetkik eden kimseler) alimlerine göre bu hu­sustaki görüş, buyruğun muhkem olduğu ve tevbe etmediği takdirde onu ce­zalandıracağı şeklindedir. Şayet tevbe edecek olursa durumunu: "Şüphesiz ki ben, tevbe eden, iman eden... kimseye çok çok mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyruğu ile açıklamış bulunmaktadır. İşte bu da (kasten katil de) bunun kapsamı dışında değildin Diğer taraftan ebedi kalmak, ifadesi (her za­man) devamlılığı gerektirmeyebilir,

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce hiçbir kimseye ebe­dilik vermedik. (Çok uzun ömür vermedik) (el-Enbiya, 21/34) diye buyurul-maktadır. Yine bîr başka yerde şöyle buyurulmaktadır: "Malının gerçekten kendisine ebedi hayat verdiğini sanır." (el-Hümeze, 104/3)

Şair Züheyr de şöyle demektedir:

"Ve ebedi hiçbir şeyi (görmüyorum); şu sapasağlam duran dağlardan başka."

İşte bütün bunlar, ebedîlik (el-Huld) kelimesinin bazan ebedi kalmak an­lamından başka bir anlamda da kullanıldığım göstermektedir. Çünkü bilin­diği gibi dünyanın zeval bulmasıyla bunlar (dağlar) ve âyet-i kerimede sö­zü edilen ebedilikler zeval bulacaktır.

Aynı şekilde Araplar da şöyle demektedir: Yemin ol­sun ki, filan kişiyi ebediyyen hapiste bırakacağım." Ancak, hapisin sonu ge­lir ve biter. Hapsohınan kimsenin durumu da böyledir,

Dûa ederken kullanılan şu sözler de bu kabildendir: "Allah mülkünü daim kılsın, günlerini de ebedileştirsin." Bütün bu hususla­ra dair bu açıklamalar, hem lafzan, hem de mana itibariyle daha önceden geç­miş bulunmaktadır. (el-Bakara, 2/35- âyetin tefsiri).

Yüce Allah'a hamd olsun. [78]

 

94. Ey iman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın ve size selâm verene, dünya hayatının menfaatini arayarak: "Sen mü'm in değilsin demeyin." İşte Allah'ın katın­da nice ganimetler vardır. Önceleri siz de böyle idiniz de, Allah size lütfetti. O halde iyice araştırın. Şüphesiz Allah yaptıkları­nızdan haberdardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

 

l. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Ey İman edenler, Allah yokunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın" buyruğu da, savaş ve cihada dair buyruklarla ilişkilidir.

Cihada çıkmak," burada yeryüzünde yürümek, yol tepmek an­lamındadır. Ticaret, gaza veya bir başka maksatla yol alındığı vakit:

Yeryüzünde vurdum (yol teptim), denilir ve harfi cerri kullanılır. Bu harf-i cer olmaksızın bu ifade kullanılacak olursa, def’i hacet için çıkmak demek olur Hz. Peygamberin şu buyruğunda olduğu gibi: İki kişi defi hacet için çıkarak, ferclerini açmış oldukları halde konuşmaya koyulmasın­lar. Çünkü şüphesiz Allah buna gazap eder." [79]

Bu âyet-i kerime, bir rnüslüman topluluğu hakkında nazil olmuştur. Bun­lar, yolculuklarında, beraberinde bir deve ve satmak üzere bir kaç koyun bu­lunan bir adamla rastlaştılar. Bu adam onlara selam verip: "Lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Rasulullah" dediği halde, müslümanlardan birisi hamle yapa­rak onu öldürdü. Bu hususu Peygamber (sav)'a anlatınca, Hz. Peygamber'e bu ağır geldi, bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Buharı de bu­nu, Ata'dan, o, İbn Abbas yoluyla rivayet etmektedir İbn Abbas dedi ki: Be­raberinde birkaç koyun bulunan bir adama, müslümanlar arkadan yetiştiler. O da esselâmu aleykûm dediği halde onu öldürdüler ve beraberindeki ko­yunlarım aldılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Dünya hayatının menfaatini arıyarak..." buyruğuna kadar bu âyet-i kerimeyi indirdi. Dünya hayatının menfeati ise, orada sözü geçen birkaç koyundu. Buhârî der ki: İbn Abbas bu­rada; şeklinde okumuştur. [80] Buhâri’den başka kaynaklarda da şöy­le denilmektedir: Rasulullah (sav) o adamın diyetini akrabalarına götürüp tes­lim etti ve beraberindeki koyunları da geri iade etti.[81]

Bu olayda katil ile maktulün tayini hususunda farklı kanaatler vardır. Ço­ğunluğun benimseyip, İbn İshak'ın da Sîretî ile Ebû Davud'un Musan-nef'mâe, İbn Abdi'l-Berr'in el-îstiâb1 ında yer alan rivayete göre, katil Muhal-lim b. Cessâme, maktul ise Amir b. el-Edbat'dı. [82]

Hz. Peygamber, Muhallim'e beddua etmiş ve bundan sonra ancak yedi gün yaşamıştı. Daha sonra defnedildiği halde yer onu kabul etmeyip dışarı atmış­tı. Bir daha defnedildi. Yine yer onu kabul etmedi. Üçüncü defa da defne­dilince yine yer onu kabul etmedi. Yerin onu kabul etmediğini görmeleri üze­rine onu, oradaki dağ yollarından birisine bıraktılar. Hz. Peygamber de şöy­le buyurdu: "Muhakkak yer ondan daha kötü olanlarını da kabul eder." el-Hasen der ki: Yerin bundan daha kötü olanları da atıp kabul ettiği halde bu­nu dışarı çıkarması, bir daha aynı işi yapmamaları için onlara bir öğüt idi.[83]

İbn Mâce'nin Sünen'inde İmran b. Husayn'dan şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Rasuhıllah (sav), bir müslüman askerî birliğini müşrikler üzerine gönderdi. Müşriklerle oldukça şiddetli bir çarpışma yaptılar. Müşrikler önlerinden kaçmamakla birlikte onlara karşı da koyamadılar. Yakınlarımdan olan birisi, müşriklerden birisine mızrağı ile hamle yaptı, tam üzerine atıla­cağı sırada adam, "Allah'tan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Şüphe­siz ki, ben müslümanim" dediği halde, mızrağını ona sapladı ve onu öldür­dü. Bu akrabam daha sonra Rasulullah (sav)'a gelerek, Ey Allah'ın Rasülu de­di, helak oldum. Hz. Peygamber bir ya da iki defa ona: "Ne yaptın ki" diye sordu. O da yaptığını Hz. Peygambere bildirdi. Bunun üzerine Rasuluİlah (.sav) ona şöyle dedi: "Peki neden içini yarıp kalbinde neler olduğunu öğrenme­din?" Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, şayet içini yarsaydım kalbin­de neler olduğunu bilebilir miydim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ama sen ne onun söylediği sözü kabul ettin, ne de onun kalbinde ne oldu­ğunu bilebilirdin." Rasulullah (sav) sustu ve ona birşey demedi. Aradan fazla bir zaman geçmeden o yakınım öldü ve biz de onu defnettik. Ancak, toprağın üstüne çıktı. Bir düşman onun üzerini açmış olabilir, dediler. Yine onu defnettik. Daha sonra çocuklarımıza onu korumalarını emrettik. Yine top­rağın üstüne çıktı. Bu sefer; Çocuklar uyuklamış olabilirler, dedik. Yine onu defnettik. Sonra da onu bizzat kendimiz koruduk. Sabah olduğunda yi­ne toprağın üstüne çıkmıştı. Bu sefer biz de onu şu dağ yollarından birisi­ne bıraktık. [84]

Denildiğine göre bunu öldüren kişi, Usame b. Zeyd, öldürülen kişi ise, Ga-tafanlı ve FezarelÜere mensup olmuş Fedek ahalisinden Murreoğullarından Mirdas b.-Nehik imiş. İbnü'l-Kasım da Malik'den naklederek böyle demiştir.

Yine denildiğine göre, sözü geçen bu Mirdas, geceleyin İslama girmiş ve aile halkına durumu haber vermişti. Peygamber (sav), Usame'ye durumun ne kadar ağır olduğunu anlatınca o da, bir daha Lallahe illallah diyen hiçbir kim­seyle çarpışmayacağına dair yemin etmiş. Buna dair açıklamalar daha önce­den geçmiş bulunmaktadır.

Katilin Ebû Katade olduğu da söylenmiştir, Ebû'd-Derda olduğu da söy­lenmiştir. Bununla birlikte, Öldükten sonra yerin kabul etmeyip dışarı attığı kimsenin sözünü ettiğimiz Muhallim adındaki zat olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Belki de bu haller birbirine yakın zamanlarda Cbirkaç defa) cereyan etmiş de olabilir. Ve âyet-i kerime bütün bunlar hakkında nazil ol-muş.olabilir. Peygamber (sav)'ın müslüman olup da öldürülmüş o kişinin aha­lisine koyunlarım ve deveyi geri gönderdiği, diyetini de onlara ulaştırdığı ve bunu da kalplerini telif etmek üzere yaptığı da rivayet edilmiştir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre, sözü geçen seriyye-nin kumandanı, Leys'li Galip b. Fedale imiş. Bunun el-Mikdad olduğu da söy­lenmiştir. Bunu es-Süheylî nakletmektedir, [85]

 

2. Araştırmak (Tebeyyun):

 

Yüce Allah'ın: "İyice araştırın" buyruğu teemmül edin, tetkik edin, inceleyin demektir, şeklindeki kıraat, cemaatin (büyük çoğun­luğun.) kıraatidir, Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim'in tercihi de budur.

Derler ki: Tebeyyünü (iyice araştırmayı.) emreden, iyice sağlamlaştırmayı (tesebbüt) da emretmiş demektir. Bu fiil, hem müteaddi, hem de lâzım (ge­çişli ve geçişsiz) dir. Hamfe ise bu kelimeyi, üç noktalı "se"den sonra, tek noktalı "be" harfi gelecek şekilde "tesebbüt"den diye okumuştur. An­cak, bu hususta şeklindeki okuyuş daha pekiştiriri bir anlam ifade et­mektedir. Çünkü insan, tesebbütte bulunmakla birlikte tebeyyiinde buluna-mıyabilir. zaman edatında şart anlamı vardır. Bundan dolayı şanı yüce AUah'ınr İyice arastana" buyruğunun başına "fe" harfi gelmiş bu­lunmaktadır. Şairin şu mısraında oluduğu gibi bu edat, şart edatı olarak da kullanılabilir:

"Sana bir darlık ve aıkıntı isabet edecek olursa, buna güzel bir şekilde katlan!"

Fakat bu edatın şart edatı olarak kullanılmaması şairin şu beyitinde oldu­ğu gibi daha güzeldir:

"Nefis arzulayıcıdır. Sen ona teşvikte bulunursan

Fakat onu aza döndürecek olursan da kani olur."

Tebeyyun ile tesebbüt, öldürme hususunda, ikâmet halinde olsun, yolcu­luk halinde olsun vaciptir ve bunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Özellikle sefer halinin sözkonusu edilmesi ise, âyet hakkında nazil olduğu olayın se­ferde vaki olmuş olmasıdır. [86]

 

3. Selâm, Teslimiyet Arzetmek ve Barış:

 

Yüce Allah'ın: "Size selâm verene, dünya hayatının menfaatini arayarak sen mü’min değilsin demeyin" buyruğunda geçen "es-Selâm", Selem ve Silm ile aynı anlamı ifade eder. Bunu Bulıârî söylemektedir, [87] Bu kelime bütün bu şekillerde okunmuştur. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, "es-Selâm" oku­yuşunu tercih etmiştir. Akli ilimlerde uzman kimseler (ehlü'n-nazar) ona muhalefet ederek burada: “” okuyuşu daha uygundur. Çünkü burada bu okuyuş, itaat ve teslimiyet göstermek demektir, Nitekim yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Biz hiç bîr kötülük yapmazdık (diyerek) teslimiyet arzederler" (en-Nahl, 16/28) Buna göre "es-Selem" teslimiyet göstermek vç itaat etmek demektir. Yani, eliyle itaat et­tiğini bildirip size teslimiyet arzedene ve sizin davet ettiğiniz şeyi izhar edene sen mü'min değilsin, demeyiniz.

Burada zikredilen es-Selâm, size es-Selâmu aleykûm demesidir. Bu da bir önceki görüşe racidir. Çünkü onun İslam selamını vermesi itaat ve teslimi­yetini ifade eder. Bununla tarafsız olduğunun ve savaşmayı terkettiğinin kas­tedilmiş olması ihtimali de vardır. Çünkü, kimse ile beraber olmayan kimse­ler hakkında "filan kişi selâmdır" yani tarafsızdır, denilir. Silin ise, sulh (barış) demektir. [88]

 

4. Selâm Verene Eman Vermemek:

 

Ebu Cafer'den "Sen mü'min değilsin" buyruğunu: “” Sen kendisi­ne eman verilmiş kimse değilsin, eman altında değilsin, (anlamına gelecek) şeklinde ikinci "mim" harfini üstün olarak (mü'men şeklinde) okumuştur. Bu ise himaye altına alınan kimse (değilsin) demektir.[89]

 

 

5. Akdi Olmayan Kâfirin Öldürülmesi:

 

Ahdi olmayan bir kâfir ile bir müslüman karşılaşacak olursa, onu öldür­mesi caiz olur. Şayet laiiahe illallah diyecek olursa, onu öldürmesi caiz ol­maz. Çünkü bunu söylemekle kanını, malını ve aile halkını himaye altına alan, îslâmın kulpuna yapışmış olur. Şayet bu sözü söyledikten sonra onu öldü­recek olursa, ona karşılık o öldürülür.

Bu şekilde bazılarını öldürmüş kimselerden, öldürülmenin sakıt oluş se­bebi ise, onların te'vilde bulunarak, bu sözü söyleyen kimsenin kendisini ko­rumak için, silahtan korktuğundan bunu söylediğini kabul etmeleri ve bu sö­zün öldürülmekten koruyabilmesi için tam bir itminan ile söylenmesi gerek-tiğine kani olmaları idi. Peygamber (sav), ne şekilde söylerse söylesin bu sö­zün koruyucu olacağını haber vermiştir. İşte bundan dolayt Usame'ye şöy­le demişti: *O halde ne diye onun kalbini açıp bakmadın, O takdirde bu sö­zü gerçekten (kalbinden iman ile) söyleyip söylemediğini öğrenebilirdin," [90] Bunu Müslim rivayet etmiştir.

Yani o vakit bu sözü söylerken doğru mu söylemiştir, yalan mı söylemiş­tir görürdün. Buna ise imkân yoktur O halde geriye sadece dilin imanı açığa vurması kalmaktadır. İşte bu, oldukça önemli ve büyük bir fikhi konudur.

O da şudur: Hükümler, galip zanla ve zahire bağlı olarak verilir. Yoksa kafi kanaatlere ve gizliliklere muttali olmaya bağlı değildir. [91]

 

6. Selâm Verenin Hükmü:

 

Şayet, "selâmun aleykûm" diyecek olursa, bunun arkasında neyin yer al­dığını bilmedikçe yine öldürülmez. Çünkü böyle bir şey tartışılabilir bir ko­nudur.

Malik, "ben eman istemek üzere geldim" diye beyanda bulunan bir kâfir hakkında şöyle demiştir: Bunlar içinden çıkılması zor hususlardır. Görüşü­me göre böyle bir kimse, güven bulacağı bir yere kadar götürülür. Müslüman olduğuna dair lehinde hüküm verilmez. Çünkü onun hakkında küfür sabit olmuştur. Dolayısıyla söylediği söze delalet edecek şeyin ondan açığa çık­ması kaçınılmaz bir şeydin Ben müslümanım, ben mü'minim demesi yeter­li olmadığı gibi, namaz kılması da yeterli değildir." Tâ ki, Peygamber (sav)'m: "Ben, insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum" sö­zünde, kanın koruma altına alınmasının kendisine bağlı kıldığı sözü (kelime-i tevhid'i) söyleyinceye kadar. [92]

 

7. Müslüman Olmayan Bir Kimsenin, Namaz Ya da İslama Has Fiillerden Birisini Yapması:

 

Şayet kâfir bir kimse namaz kılar yahut İslamm özelliklerinden olan bir fi­ili işleyecek olursa, ilim adamlarımız (Maliki mezhebi alimleri) hakkında fark­lı kanaatlere sahiptirler, İbnü'l-Arabî der ki: Görüşümüze göre böyle bir kim­se bunları yapmakla müslüman olmaz. Şayet ona: Bu namazın arkapılani ne­dir? diye sorulacak olursa, o da: Benim bu kıldığım namaz, müslüman ola­rak kıldığım namazdır, derse ona; Lailahe illallah, de denilir. Şayet bunu söy-İeyecek olursa, doğru söylediği ortaya çıkar. Eğer bunu söylemeyi kabul et­mezse, onun bu davranışının bir oyun olduğunu öğrenmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir davranışta bulunmakla müslüman olacağım kabul edenle­rin görüşüne göre, irtidat etmiş olur. Ancak sahih olan bunun irtidat değil de asli bir küfür olduğudur.

Aynı şekilde, "selâmun aleykûm" diyen kimseye de bu sözü (tevlıid keli­mesini) söylemesi teklif edilir. Söyleyecek olursa, doğruyu bulması tahakkuk eder, söylemeyecek olursa, inadı açıkça ortaya çıkar ve öldürülür. İşte yüce Allah'ın: "İyice araştırın" yani, tebeyyün ve tesebbtit edin buyruğunun an­lamı budur. Yani o müşkil durumu açıkça ortaya çıkartın ve acele etmeyin. (Görüldüğü gibi) tebeyyün ile tesebbüt de aynı anlamı ifade etmektedir. Herhangi bir kimse onu öldürecek olursa, yasaklanmış bir iş yapmış olur. Eğer Peygamber (sav)'ın Muhallim'in bu yaptığı işin ağırlığın] ifade etmesi ve kab-

finden dışarıya atılışının nasıl olduğu sorulacak olursa, şöyle deriz: Çünkü Hz, Peygamber, Muhalllm'in, o kişinin müslüman olduğuna aldırış etmedi­ğini ve cahiliyye döneminde aralarındaki kin dolayısıyla kasti olarak onu öi-dürüp müslüman oluşuna aldırış etmediğini bilmişti. [93]

 

8. Dünya Hayatının Geçici Faydası île Gerçek Zenginlik:

 

Yüce Allah'ın: Dûnya hayatının menfeatini arayarak" yani onun malı­nı almak isteyerek,.. Dünya hayatının metaına; denilmesi bunun ge­lip geçici sebat bulmayan zail olucu oluşundan dolayıdır. Ebu Ubeyde der ki: Bütün dünya hayatının metaına "ra" harfi üstün olarak "arad" denilir.

"Dünya hazır bir araz'dır. Ondan İyi olan da yer facir olan da yer" tabirindeki "araz" da bu kabildendir "Ra" harfi sa­kin olarak ise dinar ve dirhem dışındaki mallara denilir. Buna gö­re her arz arazdır fakat her araz, arz değildir. Müslim'in Sahihinde de Pey­gamber (sav)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Zenginlik fazla mal sa­hibi olmak değildir. Asıl zenginlik nefis zenginliğidir." [94] İlim adamlarından birisi de bu anlamdan hareketle şu beyitleri söylemiştir:

"Sana yetene kanaat getir ve razı olmayı elden bırakma Çünkü bilemezsin sabaha çıkar mısın, akşamı eder misin? Zenginlik çokça mal sahibi olmak demek değildir ancak, Zenginlik te fakirlik te nefsin kendisindendir."

İşte bu, Ebû Ubeyde'nin: Mal, mal edinilen her şeyi kapsar, şeklindeki sö­zünün doğruluğunu ortaya koymaktadır. (Sibeveyh'in) Küabu'I-Ayn'ınâz ise şöyle denilmektedir: Araz, dünyada nail olunan şeydir.

Yüce Allah'ın: Siz dünya hayatının malını arzu ediyor­sunuz" (el-Enfal, 8/67) buyruğu da buradan gelmektedir. Çoğulu ise "aruz" gelir. İbn Faris'in el-Mücmel'\nâe de şöyle denilmektedir: Araz, İnsanın kar­şı karşıya kaldığı hastalık yahut benzeri şeylerdir.

Dünya arazı ise, dünyada bulunan az veya çok mala denilir. Arz ise, na­kit olmayan sair eşyalara denilir. Bîr gey zuhur edip imkân sahibi olursa onun, hakkında da; denilir. Arz (en) de uzunluğun zıddıdır. [95]

 

9- Allah'ın Lütuflarma Rağbet Etmek:

 

Yüce Allah'ın: "İşte Allah'ın katında nice ganimetler vardır" buyruğu, yü­ce Allah taralından herhangi bir yasak istenmeksizin helalinden ve uygun gö­rülen şekilde yerine getirilecek şeylere karşılık Allah'ın vaadi olduğunu or­taya koymaktadır. Yani durum böyle olduğundan ötürü, siz akılsızca tasar­ruflarda bulunmayınız. Çünkü "önceleri siz de böyle idiniz" yani siz de bir zamanlar kendinize gelecek bir zarar korkusuyla kavminizden imanınızı gizliyordunuz. Nihayet Allah size dini güçlendirmek ve müşrikleri yenik dü­şürmek suretiyle Jütufta bulundu. İşte şu anda onlar (müşrikler) da böyledir. Onlardan her birisi kendi kavmi arasında size nasıl ulaşacağını hesap etmek­te, beklemektedir. Dolayısıyla böyle birileri size gelecek olursa onun duru­munu açıkça anlamadığınız sürece öldürmeniz uygun düşmez.

İbn Zeyd der ki: Buyruğun anlamı şudur: Siz de bu şekilde kâfirler idiniz de İslama girmeniz suretiyle. "Allah size lütfetti," O halde karşınıza çıkan böyle bir kimsenin de önceleri sizin önceki haliniz gibi olduğu halde sizin­le karşılaşır karşılaşmaz derhal İslama girmesini olmayacak bir şey olarak de­ğerlendirmeyiniz. O halde böyle birilerinin durumunu iyice araştırmanız ge­rekmektedir. [96]

 

10. Amel İle îman Îlişkisi:

 

İman, yalnızca sözdür diyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterirler. Çünkü yüce Allah; "Ve size selâm verene... sen mü'min değilsin demeyin"

diye buyurmaktadır. Derler ki: Lâ ilahe illallah diyen kimseye sen mü'min de­ğilsin denilmesi yasaklandığına göre, yalnızca bu sözü söylemeleri dolayısıy­la öldürülmeleri de yasaklanmış olmaktadır. Şayet tman bizatihi bu sözü söy­lemek olmasaydı onların sözlerine hiçbir şekilde aldırış edilmezdi.

Deriz ki: Bu sözleri söylemelerine rağmen onları öldürenler, bu sözleri söy­leyenlerin kendilerini ölümden kurtarmak için bu sözü söyleyip söylemedik­leri hususunda şüpheye düştüler ve bundan dolayı da öldürdüler. Yüce Al­lah ise, kullarına yalnızca zahire göre hüküm vermek hakkını tammıştır. Pey­gamber (sav) da: "Ben insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar savaşmak­la emrolundum" diye buyurmuştur. Ancak, burada imanın yalnızca ikrardan ibaret olduğuna dair bîr açıklama yoktur. Nitekim, münafıklar da bu sözü söy­lemekle birlikte, daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere mü'min değil­dirler. (2/8. âyet'in tefsiri) Hz. Peygamber: "Kalbini açıp baksaydın ya" buy­ruğuyla da bu hususa gereken açıklığı getirmiştir.

Böylelikle imanın ikrar ve başka şeyler olduğu; hakikatinin ise kalp ile tas­dik olduğu sabit olmaktadır. Şu kadar varki kulun durumu öğrenmek için ki­şiden işittiklerini kabul etmekten başka bir yolu yoktur.

Yine: Zındık olan kimsenin İslamı izhar etmesi halinde tevbesi kabul olunur diyenler de bu âyeti delil göstermişlerdir. Derler ki: Çünkü yüce Al­lah, İslamı açığa vurduktan sonra zındık olanla olmayan arasında bir fark gö­zetmemiştir Yine buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş tarafında geç­miş bulunmaktadır.

Aynca bu âyeti kerimede Kaderiyenin görüşleri de reddolunmaktadır. Çün­kü yüce Allah, kendilerine; özel bir şekilde imana muvaffak kılmak suretiy­le bütün insanlar arasında mü minlere lütufta bulunduğunu haber vermek­tedir. Kaderiyye ise: Allah bütün insanları iman etmek için yaratmıştır, demek­tedir Şayet durum onların iddia ettikleri gibi olsaydı, bütün insanlar arasın­da mü'minlerin özellikle Allah'ın lütfuna mazhar olduklarını ifade etmenin hiçbir anlamı olmazdı. [97]

 

11. Allah'ın Emirlerine Muhalefet Etmekten Sakınmak:

 

Yüce Allah:  halde iyice araştırın" buyruğunda, araştırma emrini bu ko­nuyu tekid için bir daha tekrarlamaktadır, "Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan

haberdardır" buyruğu da Allah'ın emrine muhalefet etmekten bir sakındır­madın Yani sizi helake götürecek olan bu gibi şeylerden kendinizi koruyun ve benzeri yanlışlıklardan nefsinizi uzak tutun. [98]

 

95. Müminler den -özür sahibi olanlar müstesna- oturanlarla Allah •yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir olma/. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de cl-Hüsnâ'yı va'detmiştir. Allah, nıücaİı İdleri oturanlardan pek büyük bir mükâfatla ün tün kılmıştır.

96- Kendi nezdinden (yüksek) derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün) kılmıştır. Allah Gafurdur, Rahimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Savaştan Muaf Olanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Mü'mlnlerden... oturanlarla... bir olmaz" buyruğu hak­kında İbn Abbas der ki: Bedir savaşına çıkmayanlar ile, o savaşa çıkanlar bir olmaz.[99] Daha sonra yüce Allah: "Özür sahibi olanlar müs­tesna" diye buyurmaktadır ki, buradaki "özür" kötürümlük anlamındadır.

Lafız Ebû Davud'un olmak üzere hadis imamları Zeyd b. Sabit'ten şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ın yanında bulunuyordum. Onu bir sükûn (sekîne) kapladı. Rasûlullah (sav)'ın baldırı, baldırımın üzerine geldi. Rasûlullah (sav)'ın baldırından daha ağır bir şey olduğunu bilmiyorum. Sonra üzerinden vahyin etkisi çekilince: "Yaz" diye buyurdu. Ben de bir kü­rek kemiği üzerine: "Mü'minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir olmaz" âyetini sonuna kadar yazdım. Bu se­fer, İbn Um Mektum -ki, gözleri görmeyen birisiydi- mücahidlerin faziletini işitince ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, peki mü'minler arasın­dan cihada gücü yetmeyenlerin durumu nedir?

İbn Um Mektum sözünü bitirince yine Rasululallah (sav)'ı bir sükûnet kap­ladı. Yine baldırı baldırımın üstüne geldi. İlk defada onun ağırlığını gördü­ğüm gibi ikinci defada da gördüm. Sonra Rasûlullah (sav)'ın üzerinden vah­yin etkisi çekilince yine: "(Yazdığını, oku ey Zeyd" dedi. Ben de: "Mü'min­lerden... oturanlarla... bir olmaz" buyruğunu okudum. Rasûlullah (sav) bu sefer: "Özür sahibi olanlar müstesna" bölümünü de ekleyerek âyetin tama­mını okudu. Zeyd dedi ki: Yüce Allah bu bölümü ("özür sahibi olanlar müs­tesna" bölümünü) ayrıca ve müstakil olarak indirdi, ben de onu Rasulullah'ın emri üzerine yerine koydum. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şu an­da bile o bölümü kürek kemiğindeki çatlağa yakın bir yerde ilave ettiğim ye­ri görür gibiyim. [100]

Buhârî'de, Abdullah b. el-Haris'in azadhsı Miksem, İbn Abbas'ın şöyle de­diğini nakletmektedir: "Mü'minlerden... oturanlarla... cihad edenler bir ol­maz" yani Bedir'e çıkmayıp oturanlarla Bedir'e çıkanlar bir olmaz. [101]

İlim adamları der ki: Âyet-i Kerimede sözü geçen özür sahibi olanlar, sa­vaşa çıkmasına engel olan mazereti bulunan kimseler demektir. Çünkü bu özürleri kendilerini cihada çıkmaktan alıkoymaktadır. Hz. Peygamberin de gazalardan birisinden döndüğü sırada şöyle buyurduğu sahih olarak sabit ol­muştur: "Şüphesiz Medine'de bir takım kimseler vardır ki, bir vadiyi aşıp geç­tiğiniz yahut bir mesafeyi katettiğinizde mutlaka onlar da sizinle birliktedir­ler. İşte bunlar mazeretlerinin kendilerini sizinle birlikte engellediği kimse­lerdir." [102] Bu da özür sahibi olan kimsenin savaşa çıkmış gazi gibi ecir alma­sını gerektirmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Savaşa çıkamayan özür sahibinin savaşa çıkmışın ec­ri ile eşit ecir alması ihtimal dahilindedir. Yüce Allah'ın lütfü geniştir. Ayrı­ca onun mükâfat vermesi ondan bir lütuftur. Fiilen hakedildiği için değildir.

O bakımdan yüce Allah, samimi niyyet dolayısıyla fiilen yapılana vermiye-ceği kadar ecir verebilir. Şöyle de denilmiştir: Bu şekilde bir özür sahibine ecri katlanmaksızın verilir. Böylelikle gazi de fiilen savaşa katıldığı için kat kat ecir almak suretiyle ondan daha üstün olur.

Derim ki: Bu husustaki: "Şüphesiz Medine’de öyle bir takım kimseler var­dır ki" (mealindeki) sahih hadis dolayısıyla inşa'allah birinci görüş daha sa­hihtir. Ayrıca Ebû Kebşe el-Enmâri 'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadis de bunu gerektirmektedir: "Dünya ancak dört kişinindir..." bu hadis-i şerif daha önce, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/135. ayet, 7. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır. Şu haberde varid olan da bu manayı ihtiva etmektedir: "Kul has­talandı mı, yüce Allah şöyle buyurur: Kuluma iyileşinceye veya onun ruhu­nu kabz edinceye kadar sağlıklı iken işlediği amelleri (şimdi de işlemiş gi­bi) yazımz." [103]

 

2. Devamlı Cihad İçin Bekleyenlerin Fazileti:

 

Bazı ilim adamları bu âyet-i kerimeyi delil alarak divan ehlinin (yani as­ker olarak yazılan ve bunun için devlet hazinesinden maaş alanların) tatav-vu olarak cihada katılanlardan daha büyük ecir sahibi olduklarını ileri sür­müşlerdir. Çünkü divanda yazılı bulunanlar maaşları karşılığında adeta mül­kiyet altında oldukları ve zorlu zamanlarda onlar öne sürülüp gönderildik­leri, düşmana karşı asker olarak gönderilip onlara verilen emirler de sürek­li olarak onların hayatında adeta huzur bırakmadığı için, nafile olarak ciha­da katılanlardan daha büyük ecir sahibidirler. Çünkü nafile olarak cihada ka­tılanların rahatı huzuru yerindedir. Yazın girişilen büyük gazvelerde ve ben­zerlerine katılmaktan yana kalpleri rahattır.

İbn Muhayrîz der ki: Bu şekilde maaş alarak cihad için bekleyenler, sürekli olarak huzur ve sükûn nedir bilmediklerinden dolayı tatavvu ve nafile ola­rak cihada katılanlardan daha faziletlidirler.

Mekhûl der ki: Düşmana karşı gönderilen askerî birliklerin duydukları deh­şet, Kıyamet gününün dehşetlerini giderir. [104]

 

3. Zenginlik İle Fakirlik Arasında Fazilet Farkı:

 

Yine, "zenginlik, fakirlikten daha faziletlidir" diyenler de bu âyeti delil gös­terirler. Çünkü yüce Allah, kendisi vasıtasıyla salih amellere ulaşılan malı söz-konusu etmektedir.

Kişiyi başkasına muhtaç düşürecek kadar fakirliğin hoşlanılmayan bir şey, azdıran zenginliğin de yerilen bir şey olduğunu, ilim adamları ittifakla kabul etmekle birlikte bu hususta farklı kanaatlere sahiptirler. Kimisi, zen­ginliğin faziletli olduğu kanaatini ileri sürmektedir. Çünkü zenginin hayır yap­ma gücü vardır. Fakirin ise acizliği sözkonusudur. Güç ve iktidar sahibi ol­mak ise acizlikten daha faziletlidir. el-Maverdi der ki: Şan ve şeref sevgisi­nin etkisi akında kalanların görüşü budur. Başkaları ise fakirliğin daha fazi­letli olduğu görüşündedir. Çünkü fakir, (lezzeti) terk edicidir. Zengin ise dün­ya ile içli dışlıdır. Dünyanın terki ise, onunla içli dışlı olmaktan daha fazilet­lidir.

Yine el-Maverdi der ki: Bu da esenliği daha çok sevenlerin görüşüdür. Baş­kaları ise, fakirlik sınırından yukarı çıkarak, zenginlik mertebesinin asgari se­viyesine ulaşmak suretiyle iki işin arasında orta yerde olmanın daha fazilet­li olduğu görüşündedir. Böylelikle kişi, her iki durumun da faziletini elde ede­bilir, her iki durumun yerilen hallerinden kendisini kurtarabilir. el-Maverdi der ki: İşte bu mutedillik halinin daha üstün olduğu görüşünde olanların ve: "Bütün işlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır" kanaatinde olanların görüşü­dür. Gerçekten de hikmetli şair bunu şu beyiti ile çok güzel bir şekilde di­le getirmiştir:

"Ey zengin olmamaktan ve bir gün gelip arzu edilmeyen bir şeye rağbet duymaktan Allah'a sığınan kişi..." [105]

 

4. Özür Sahibi Olanların İstisnası ve İlgili Kıraat Farkı: Yüce Allah'ın:

 

"Özür sahibi olanlar müstesna" buyruğundaki: "Müstesna" kelimesini Kûfelilerle Ebu Amr merfu' olarak okumuşlardır. el-Ah-feş der ki: Bu, bu şekliyle "oturanların sıfatıdır. Çünkü oturanlar ile muay­yen bir topluluk kast edilmemektedir. Bundan dolayı da nekire (belirtisiz bir topluluk) olmaktadırlar. Bu nedenle de  ile nitelendirilmesi mümkün ol­muştur. Buyruğun anlamı da o takdirde şöyle olur: Özür sahibi olmayıp otu­ranlarla... bir olmaz.

Yani, herhangi bir özrü bulunmaksızın oturanlar (cihada çıkanlarla) bir ol­mazlar. Yani, sağlıklı olduğu halde oturanlar (cihada çıkanlarla) bir olmaz an­lamındadır. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. Ebu Hayve ise bu kelimeyi  şeklinde esreli olarak mü'minlere sıfat yaparak okumuştur. Yani sağlık­lı olan mü'minler arasından özrü bulunmayan mü'minlerden oturanlar...

Haremeyn kurrâsı ise, kelimesini, oturanlardan veya mü'minlerden istisna olmak üzere mansub okumuşlardır. Yani özür sahibi olanlar müstes­nadır. İşte bunlar mücahidlerle eşit olurlar.

Arzu edildiği takdirde, (bu okuyuşa göre bu kelime) oturanlardan hal de yapılabilir. Yani, sağlıklı olanlar arasından sağlıklı oldukları halde oturanlar... bir olmaz. Bu şekilde onlardan hal yapmanın caiz olması, oturanların lafız olarak marife oluşu dolayısıyladır. Nitekim: "Zeyd bana hasta olmayarak geldi" demek de böyledir.

Naklettiğimiz nüzul sebebi de bu kelimenin nasb anlamına delâlet etmek­tedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[106]

 

5- Can ve Mallarıyla Cihad Edenlerin Fazileti:

 

"Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlardan derece iti­bariyle üstün kılmıştır." Bundan sonra ise yüce Allah: "Kendi nezdinden (yüksek) derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün kılmıştır)" diye buyurmak­tadır. Bazıları derler ki: Önce bir dereceyle üstün kılmaktan sözedilip, da­ha sonra da derecelerden söz edilmesi (faziletin üstünlüğünü) mübalağa yo­luyla beyan ve te'kid içindir.

Şöyle de denilmiştir: Allah, mücahidleri özrü olduğu halde savaşa çıkma­yıp oturanlara bir tek derece ile üstün kılmış, ancak mazereti olmaksızın ci­hada çıkmayıp oturanlara bir çok derecelerle üstün kılmıştır. Bu açıklama­yı, İbn Cüreyc, es-Süddî ve başkaları yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Derece, yükseklik demektir. Yani yüce Allah, onla­rın şanını yükseltmiş, sena, övgü ve onlara iltifatta bulunmak suretiyle yüceltmiştir. İşte derecenin anlamı budur. Derecelerle ise, cennetteki makam­lar kastedilmektedir.

İbn Muhayriz der ki: Allah, mücahidleri yetmiş derece ile yükseltmiştir. Her iki derece arasında iyi bir cins atın yetmiş yıllık bir zaman içerisinde alabi­leceği kadar bir mesafe vardır.

"Dereceler" buyruğu, "ecir: mükâfat" kelimesinden bedel ve onun için bir atfı tefsirdir. Bunun bir zarf takdiri ile mansub olması da müm­kündür. Yani, Allah onları bir takım derecelerle üstün kılmıştır demektir. Ay­rıca bunun yüce Allah'ın: "Büyük bir mükâfat" buyruğunu te'kid olması da mümkündür. Çünkü büyük mükâfat, dereceler, mağfiret ve rahmet­tir. Merfu' okunması da mümkündür.

Yani; İşte bunlar öyle birtakım derecelerdir ki... şeklinde olur. Mükâfat kelimesi, "Üstün kılmıştır" kelimesi ile nasb edil­miştir. Bu kelimeyi mastar olarak da kabul edebiliriz, hatta bu daha uygun­dur. O takdirde bu kelime; "Üstün kılmıştır" kelimesi dolayısıyla man-sub olmaz. Çünkü bu kelime, iki tane mef ûlünü almış olur ki, bu iki meful da: "Cihad edenleri" kelimesi ile "Oturanlardan" kelimeleridir. "Derece itibarıyla" kelimesi de böyle olur.

Buna göre dereceler, biri diğerinden daha üstün mevkiler demektir. Sahih hadiste Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphe yok-ki cennette yüz derece vardır. Allah bunları yolunda cihad edenlere hazır­lamıştır. Her iki derece arasındaki mesafe, yer ile gök arası kadardır." [107]

"Bununla beraber, Allah hepsine de el-Hüsna'yı vaad etmiştir." el-Hüsnâ'dan kasıt, cennettir. Yani, Allah onların hepsine de cenneti vadetmiştir. Diğer taraftan "hepsine" ile, özel olarak mücahjdlerin kastedildiği söy­lendiği gibi, mücahidi er ile özür sahibi olanlar kastedilmiştir de denilmiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [108]

 

97. Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere me­lekler: "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yer yüzünde mustaz'af kimselerdik" derler. "Allah'ın arzı geniş değil miydi, siz de ora­da hicret edeydiniz" derler. İşte onların durakları cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!

98. Ancak (hicret etmeye) çare bulamayan, yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklardan mustaz'af olanlar müstesna.

99. İşte, Allah'ın onları affedeceği umulur. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

 

Nüzul Sebebi:

 

Bununla kastedilenler, İslâm'a girmiş, Peygamber (sav)'a iman ettiklerini izhar etmiş Mekkeli bir topluluktur. Peygamber (sav) hicret edince, kavim­leriyle birlikte kalmaya devam ettiler. Onlardan bir kısmı ise dinleri dolayı­sıyla fitneye (azap ve işkenceye) maruz bırakıldılar ve onlar da bu hususta istenilenlere cevap verdiler. Bedir savaşı sırasında onlardan bir topluluk kâ­firlerle birlikte savaşa katıldılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Şöyle de denilmiştir. Bu kimseler, müslümanların sayılarını az görünce din­leri hususunda şüpheye düştüler ve irtidat ettiler. İrtidat ettikleri için de öl­dürüldüler. Müslümanlar ise: Bizim şu arkadaşlarımız müslümandılar. Müş­riklerle birlikte çıkmak için zorlandılar. O bakımdan onlara mağfiret dileyin dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Ancak birincisi daha sa­hihtir.

Buhârî de Muhammed b. Abdurrahman'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Medinelilerden savaşa katılmak üzere belli miktarda asker gönderme­leri istendi. Ben de gönderilecek bu askerler arasına yazıldım. İbn Abbas'ın azadlısı İkrime ile karşılaştım. Ona durumu bildirince, bu işten elinden gel­diğince beni de alıkoymaya çalıştı, sonra şöyle dedi: İbn Abbas bana şunu haber verdi: Müslümanlardan bazı kimseler, müşriklerle birlikte olup Rasûlullah (sav) döneminde müşriklerin kalabalığını artırıyorlardı. Atılan bir ok gelir onlardan birisine isabet eder, onu öldürürdü. Yahut da ona bir darbe indirilerek o kimselerden birisi öldürülebiliyordu. İşte bunun üzerine yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melek­ler... " âyetini indirdi. [109]

Yüce Allah'ın: "Canlarını alacağı kimselere melekler" buyruğundaki: "Canlarını alacağı" fiili, te'nis alameti almamış mazi bir fiil olması muhtemeldir. Çünkü "melekler" lafzının müennesliği hakiki değildir. Bunun alacağı anlamın da müstakbel (muzari) bir fiil olması ve iki "te"den birisinin hazfedilmiş olması da muhtemeldir. İbn Fûrek, el-Hasen'den anlamının: Cehenneme götürmek üzere toplayacakları... şeklinde olduğunu naklet­mektedir. Anlamının: Ruhlarını alacağı... şeklinde olduğu da söylenmiştir, da­ha zahir olan budur.

Meleklerden kastın ölüm meleği olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki size vekil kılınan ölüm meleği ruhunuzu ala­caktır." (es-Secde, 32/11)

Nefislerine zulmedenler olarak" buyruğu hal olarak nasb mahallindedir. Yani, kendilerine zulmetmiş oldukları halde... Burada "nün" harfi, ibarenin hafif olması için hazfedilmiş ve sonra da izafe yapılmıştır.

Nitekim yüce Allah'ın: "Kabe'ye götürülecek bir kurbanlık" (el-Maide, 5/95) buyruğu da böyledir.

Meleklerin: "Ne işte idiniz" şeklindeki soruları ise bir azar ve sitem yoluy­la sorulacak bir sorudur. Yani sizler, Peygamberin ashabı arasında mıydınız, yoksa müşrik mi idiniz? Onların: "Biz yeryüzünde mustaz'af kimselerdik" şeklindeki sözleri ise, biz Mekke'de idik, anlamındadır. Fakat bu, doğru ol­mayan bir özürdür. Zira bunlar, hicret etmeye bir çare bulabiliyor, yol bula­biliyorlardı. Daha sonra melekler: "Allah'ın arzı geniş değil miydi..." söz­leriyle dinlerinin gereği olarak yapmaları gereken işi onlara bildirmektedir. Böyle bir soru ve cevap onların hicreti terk etmek suretiyle nefislerine zul­meden müslümanlar olarak öldüklerini ifade etmektedir. Aksi takdirde kâ­fir olarak ölmüş olsalardı, bu kabilden onlara bir söz söylenmezdi.

Böylelerinin ashab-ı kiram arasında anılmayışlarının sebebi ise, karşı kar­şıya kaldıkları işin ağırlığı ve muayyen olarak onlardan herhangi bir kimse­nin iman ettiğinin ortada olmaması ve irtidat etmiş olma ihtimalinin bulun­ması dolayısıyladır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Daha sonra yüce Allah: "Onların durakları" buyruğunda "he" ve "mim" harfleri olan ("onlar" anlamındaki) zamirden gerçek anlamda mustaz'af olan kötürüm erkekler ile, zayıf kadın ve çocukları istisna etmektedir. Ayyaş b. Ebi Rebia, Seleme b. Hişam ve bunların dışında kalan, Allah Rasulünün kendilerine dua ettiği kimseler gibi.[110]

İbn Abbas der ki: Ben ve annem, yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede kastet­tiği kimselerdendik. [111] Çünkü İbn Abbas o dönemlerde zayıf çocuklar ara­sındaydı. Annesi el-Haris kızı Um el-Fadl'dı. Asıl adı Lubabe'dir. Meymune'nin kızkardeşidir. Diğer kızkardeşi de küçük Lubabe diye bilinir. Bunlar dokuz kızkardeş olup, Peygamber (sav) haklarında şöyle demiştir: "Kızkardeşler, mü'min kadınlardır." [112] Selma, el-Asma ve Hafide de bunlardandır. Hafide'nin künyesinin Um Hafid, adının da Hezîle olduğu da söylenmektedir. Bunlar al­tısı anne-baba bir, üçü de anne bir (toplam dokuz) kızkardeş idiler. Anne bir kızkardeşlerin adı, Selma, Selâme ve Umeys kızı Has'am'lı Esma'dır. Esma ise, önce Cafer b. Ebi Talib'in hanımı idi.

Daha sonra Ebu Bekr es-Sıddik ile evlendi, sonra da Ali (r.a)'ın hanımı ol­du. Allah hepsinden razı olsun.

Yüce Allah'ın: "Ne işte idiniz?" diye soracakları belirtilen soru, bir azar so­rusudur. Az önce de geçmişti, "Ne işte"nin aslı: “” şeklindedir. İs­tifham ile haberi birbirinden ayırt etmek için elif hazfedilmiştir. Vakıf yapılmak istendiğinde aynı zamanda hem elifin hem de harekenin hazfedilme-mesi için şeklinde vakıf yapılır. "Allah'ın arzı geniş değil miydi" buyruğu ile kastedilen arz ise Medine'dir. Yani sizler, sizi mustaz'af kılan kim­seler arasından hicret edip uzaklaşma güç ve imkânına sahip değil miydiniz?

Bu âyet-i kerimede masiyetlerin işlenip durduğu yerden hicret edip uzak­laşmaya delil vardır. Said b. Cübeyr der ki: Bir yerde masiyetler işlenecek olur­sa, sen de oradan çık git. Böyle dedikten sonra da: "Allah'ın arzı geniş de­ğil miydi. Siz de orada hicret edeydiniz" buyruğunu okudu.

Peygamber (sav)'m da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Her kim, di­ni (ni kurtarmak arzusu) ile bir yerden bir yere kaçacak olursa -bu (kaçaca­ğı mesafe) bir karış olsa dahi- artık onun için cennet vacib olur ve İbrahim ile Muhammed'in -ikisine de selâm olsun- arkadaşı olur." "İşte onların du­rakları cehennemdir." Yani, varacakları yer ateştir. O dönemde hicret, İs­lama girmiş olan her kişiye vacip idi. "O ne kötü bir dönüş yeridir!" buy­ruğunda: "Dönüş yeri" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir.

Yüce Allah'ın-. "Çare bulamayan" buyruğundaki: "Çare" kelimesi, çeşitli kurtuluş yollan hakkında kullanılabilen umumi bir lafızdır. Yol (sebil) ise, Mücahid, es-Süddî ve başkalarının naklettiklerine göre, Medine'ye varan yol demektir. Ancak doğrusu bunun bütün yollar hakkında umumi bir tabir olduğudur. "İşte Allah'ın onları affedeceği umulur" buyruğu ile kastedilen kimseler, hicret etmeye çare bulamayan ve günahsız olan kimsedir ki, affe­dilmesi sözkonusu olsun. Ancak anlam şudur: Hicret uğrunda aşırı derece­deki sıkıntılara katlanmanın icabettiği zannedilebilir. Öyleki, bu zorluğa katlanmayan kimse bundan dolayı cezaya maruz kalabilir. İşte yüce Allah, böyle bir vehmi izale etmektedir. Zira, aşın meşakkate katlanmak icab etme­mektedir. Aksine gerekli azık ve bineğin bulunmaması halinde hicretin ter­ki caizdi.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: İşte Allah, böylelerini hesaba çekerken, aleyhlerine olmak üzere nihai ve kılı kırk yararcasına onları he­saba çekmez. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah çok af­fedicidir, çok bağışlayıcıdır." Onun hakkında geçmiş ve gelecek açısından fark olmaz. Bu buyruklara dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. [113]

 

100. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıy­la evinden çıkan kimseye, daha sonra ölüm erişirse onun mü­kâfatı Allah'a ait olur. Allah çok mağfiret edendir, rahmet sahi­bidir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1. Allah Yolunda Hicret Etmenin Mükâfatı:

 

Yüce Allah'ın: "Kim Allah yolunda hicret ederse... bulur" buyruğu, şart ve cevabıdır.

"Yer yüzünde gidecek çok yer de bulur" buyruğundaki: "Gidecek yer" kelimesinin, te'vili hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Mücalıid der ki: Bundan kasıt, oradan uzak kalınacak yerdir. İbn Abbas, ed-Dahhak, er-Rabi' ve başkalarına göre ise, oradan gidilecek başka bir yer, gidilecek baş­ka bir mekân kastedilmektedir. İbn Zeyd de der ki: Bundan kasıt, hicret edi­lecek yerdir. Bunu Ebu Ubeyde de böyle açıklamıştır. [114]

en-Nehhas der ki: Bu kelimelerin anlamlan arasında bir uyum sözkonu-sudur. Buna göre bu kelime, hicret edilmesi halinde gidilecek ve varılacak başka yer demek olur. Bu da varılacak yerin adıdır. Kelime: dan tü­remiştir. Aynı kelimenin fiilinin kullanıldığı: "Burnu yere sür-tünsün" tabirinde, toprağa yapışsın demektir.

"Filandan uzaklaştım, darıldım, ona düşmanlık ettim" tabiri de aynı kökten gelmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hicret olunan yere bu ismin veriliş sebebi şundan­dır: Kişi, İslama girdi mi, kavmine düşmanlık eder, onlardan uzak kalırdı. O bakımdan, onun aralarından hicret maksadıyla çıkışına bu isim verilmiştir. Peygamber (sav)'ın yanına varışına da hicret denilmiştir. es-Sûddî der ki: Bu kelimenin anlamı, maişet için aranılan yerdir. İbnü'l-Kasım der ki: Ben Malik'i şöyle derken dinledim. Murağam (gidecek yer) kelimesi, yer yüzünde gidişin adıdır.

İşte bütün bunlar mana yoluyla bir tefsirdir. Hepsi de biribirine yakın açık­lamalardır. Lafza has açıklamaya göre ise murağam, belirttiğimiz gibi burnun yere sürtüldüğü yer anlamındadır. Çünkü murağame, anlaşmazlık halinde olup çekişenlerden her birisinin, diğerini mağlup etmek, maksadına erişmesine en­gel olmak suretiyle burnunu sürtmesi demektir. Kureyş kâfirleri, Mekke'de alıkoydukları kimselerin burunlarını yere sürtmüş gibi oluyorlardı. Onlardan birisi hicrete muvaffak oldu mu, onlara karşı kendisini koruyacağı bir yere sahip olacağından dolayı Kureyşlilerin burnunu yere sürtmüş olurdu. İşte sı­ğındığı ve korunacağı yer onun murâğame mekânıdır. Nâbiğa'nın şu beyiti de işte buradan gelmektedir:

"Kendisine sığınılan koca bir dağ gibidir

O, sığınılan yer (murâğam) olarak da kaçıp varılan yer olarak da çok güçlüdür." [115]

 

2- Muhacir Genişlikle Karşılaşır:

 

Yüce Allah'ın: "Genişlik de bulur" buyruğundan kasıt, rızkında genişlik bulur, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas, er-Rabi' ve ed-Dahhâk yapmıştır. Katade ise der ki: Buyruğun anlamı sapıklıktan hidayete ve fakirlikten zen­ginliğe doğru genişliktir.

Malik der ki: Genişlikten kasıt, varacağı ülkenin, yerin genişliğidir. Bu da araplann fasahatına daha uygun bir açıklamadır. Çünkü yerin genişliği ve ba­rınakların çokluğu vasıtasıyla rızıkta da genişlik, sıkıntılarından, kederli dü­şüncelerinden kurtulması ve buna benzer çeşitli kurtuluşları ile kalbin geniş­liği ortaya çıkar. İşte şairin şu beyiti de böyle bir anlamı dile getirmektedir:

"Benimle ilişkinin koparılması halinde ben bir dost bulurdum Arkamda uçsuz, bucaksız bir genişlik de bulurdum."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"O takdirde gidip geleceğim geniş bir yerim olur Eni boyu (geniş) yer yüzünde." [116]

 

3-Hicretle Terkedilmesi Gereken Yerler ve Savaşa Çıkıp Çarpışmadan Ölen Gazinin Durumu:

 

Malik der ki: Bu âyet-i Kerime, selef-i salihe sövüp sayılan ve hakka uy­mayan uygulamaların yapılıp amellerin işlendiği bir toprakta herhangi bir kim­senin ikâmet etme hakkına sahip olmadığının delilidir.

Yine Malik der ki: Murâğâm'den kasıt, yer yüzünde gitmektir. Genişlikten kasıt ise, ülkenin genişliğidir. Az önce geçtiği üzere.

Yine kimi ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi şuna delil göstermiştir: Gazi, ga­zaya çıktıktan sonra savaştan önce ölecek olursa, fiilen savaşta hazır bulun­masa dahi, ona ganimetten payı verilir. Bu görüşü İbn Lehîa, Yezid b. Ebi Ha-bib'den, o da Medinelilerden rivayet etmiştir. Aynı zamanda bu İbnü'1-Mu-bârek'ten de rivayet edilmiştir. [117]

 

4. Hicret Ederken Yolda Ölen:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'a ve Rasulüne hicret maksadı ile evden çıkan kimseye, daha sonra ölüm erişirse..." âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbas'ın azadlısı İkrime der ki: Bu buyrukta sözü geçen adamın kim olduğunu tesbit edinceye kadar ondört yıl boyunca araştırıp durdum.

İkrime'nin bu ifadesinde eskiden bu ilmin ne kadar şerefli olduğuna bir delil vardır. Buna gereken ihtimamı göstermenin güzel olduğuna, bunu bil­menin bir fazilet olduğuna da bir delil vardır. Buna yakın bir ifade de İbn Ab­bas'ın şu sözleridir: Ben, Rasulullah (sav)'a karşı birbirleriyle yardımlaşan iki kadının kim olduklarını Ömer'e sormak istediğim halde, seneler geçti bu so­ruyu yalnızca onun heybeti sormama engel teşkil ediyordu.[118]

İkrime'nin sözünü ettiği ve adını öğrendiğini belirttiği şahıs, Damra b. el-Iys veya el-Iys b. Damra b. Zimba'dır. Bunu, Taberi Said b. Cübeyr'den nak­letmektedir. Yine bunun, Damra değil de Dumayra olduğu da söylenmekte­dir. Aynı şekilde bu kişinin adının, Leysoğullarına mensub Cunda' b. Dam­ra olduğu da söylenmektedir. Bu kişi Mekke'de mustaz'aflardandı. Hasta idi. Allah'ın hicret hakkında indirdiklerini işitince beni çıkartınız, dedi. Bu sefer, yatağı hazırlandı. Yatağına konuldu ve böylelikle Mekke'den çıkıp gittiği sı­rada yolda Tem'im denilen yerde vefat etti. Yüce Allah da onun hakkında: "Allah'a ve Rasulüne hicret etmek maksadıyla evinden çıkan kimseye de..." buyruğunu indirdi.[119]

Ebu Ömer'in naklettiğine göre, bu kişinin adının, Hz. Hatice'nin kardeşi­nin oğlu Halid b. Hizam b. Huveylid olduğu ve Habeşistan'a hicret edip yol­da bir yılanın soktuğu ve Habeşistana varmadan önce vefat ettiği de söylen­mektedir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuş­tur. [120] Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ebu'l-Ferec el-Cevzî de bu kişinin Habib b. Damra olduğunu nakletmek­tedir. Yine es-Süddî'den bunun Damraoğullarından Damra b. Cündub oldu­ğu da söylenmiştir. İkrime'den de bunun, Cundaoğullanndan Cundup b. Dam­ra olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Cabir'den ise bunun, Leysoğulla-nndan Damra b. Bağîd olduğunu söylediği nakledilmiştir. el-Mehdevî ise, adının Damra b. Damra b. Nuaym olduğunu nakletmektedir. Damra b. Huzaa da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivayet eder: "Nefislerine zulmeden­ler olarak canlarını alacağı kimselere melekler..." âyet-i kerimesi nazil olun­ca, müslümanlardan hasta olan bir kişi şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, be­nim mazeretim yoktur. Çünkü ben, yolu da bilen birisiyim, varlıklı da biri­siyim. Haydi beni bineğime bindiriniz. Onu bineğine bindirdiler. Yolda iken ölüm ona gelip yetişti. Peygamber (sav)'ın ashabı ise şöyle dediler: Bize ulaş­mış olsaydı eksiksiz olarak ecrini tamamen hakeder ve alırdı. Bu kişi yolda Tem'im denilen yerde vefat etti. Oğullan, Peygamber (sav)'a gelip olayı Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine şu: "Allah'a ve Rasulüne hic­ret maksadıyla evinden çıkan kimseye..." âyeti nazil oldu. [121] Bu kişinin adı Damra b. Cundub idi. Adının -az önce geçtiği gibi- Cundub b. Damra oldu­ğu da söylenmektedir. "Allah çok mağfiret edendir" böylesinin daha önce­ki şirkini bağışlayandır. Onun tevbesini kabul ettiği için "Rahmet sahibidir." [122]

 

5. Bir Yerden Bir Yere Gitmenin Kısımları:

 

İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamları -Allah onlardan razı olsun- yeryüzünde yola çıkıp gitmeyi iki kısma ayırmışlardır: Kaçmak ve talep maksadı. Birin­cisi (yani kaçmak maksadıyla yeryüzünden ayrılıp gitmek) altı kısımdır:

1- Hicret: Dar-ı harpten dar-ı İslam'a çıkıp gitmektir. Peygamber (sav) dö­neminde bu farz idi. Kıyamet gününe kadar bu hicret çeşidi farz olarak kal­maya devam edecektir. Fetih (Mekke'nin fethi) dolayısıyla sona eren hicret ise, Peygamber (sav)'ın bulunduğu yere hicret etmektir. Eğer dar-ı harpte ka­lacak olursa asi olur, böyle bir kimsenin durumu hakkında ihtilâf edilmiştir.

2- Bid'at topraklarından çıkıp gitmek: İbnü'l-Kasım der ki: Malik'i şöyle der­ken dinledim: Selef-i salibe sövülüp sayılan bir yerde ikâmet etmek kimse­ye helâl değildir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur. Çünkü eğer münkeri de­ğiştirecek gücün yoksa, oradan uzaklaş. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Âyetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün zaman başka bir sö­ze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir...zalimler topluluğu ile oturma." (el-En'am, 6/68)

3- Haram fiillerin baskın geldiği yerden çıkıp gitmek: Çünkü helal rızık ta­lep e'tmek her müslümanın üzerinde bir farzdır.

4- Bedende eziyetten kaçmak: Bu da yüce Allah'ın ruhsat verdiği, lütfet­tiği bir husustur. Eğer bir kimse bedenine bir zarar geleceğinden korkarsa, yüce Allah, kendisini böyle bir tehlikeden kurtarmak için oradan çıkıp kaç­maya izin vermiştir.

Bu işi ilk yapan kişi de İbrahim (a.s)'dır. Çünkü o, kavminden korkunca: "Şüphesiz ben Rabbime hicret edenim" (el-Ankebut, 29/26) demişti. Yine Hz. İbrahim'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Ben, Rabbime gidiciyim. O, be­ni doğruya iletecektir." (es-Saffat, 37/99) Hz. Musa'dan da: "Korku ile göze­terek oradan çıktı..." (el-Kasas, 28/21) diye haber vermektedir.

5- Sisli puslu, havası güzel olmayan bir beldede hasta olmak korkusuyla havası temiz ve nezih bir yere çıkıp gitmek: Nitekim Peygamber (sav), Me­dine'nin havasını ağır bulan çobanlara, açık yerlere çıkıp gitmeleri ve sağ-lıklanna kavuşuncaya kadar orada kalmaları için izin vermiştir. Ancak tâûn'dan çekinerek çıkış bundan istisna edilmiştir. Yüce Allah, bu maksatla çıkışı, Pey­gamber (sav)'dan bize ulaşan sahih hadis ile yasaklamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar ise el-Bakara Sûresi'nde (2/243. ayet, 3. başlık) geç­miş bulunuyor. Şu kadar var ki, ilim adamlarımız böyle bir çıkışın mekruh olduğunu söylemişlerdir.

6- Malda eziyet korkusu ile kaçış: Şüphe yok kî, müslümanın malının ha-ramlığı, kanının haramlığı gibidir. Aile halkı da bunun gibi hatta daha da ile­ri derecede hürmete sahiptir.

Talep maksadıyla bir yerden çıkış da ikiye ayrılır: Din talebi, dünya tale­bi. Din talebi, türlerine göre dokuz kısımdır.

1- İbret maksadıyla yolculuk yapmak: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "On­lar, yeryüzünde gezmezler mi ki, kendilerinden önce geçenlerin akıbetinin nasıl olduğuna bir baksınlar." (er-Rûm, 33/9) Bu kabilden buyruklar pek çok­tur. Denildiğine göre Zülkarneyn, hayret verici özelliklerini görmek kastıy­la yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşmıştı. Orada hakkı uygulamak için do­laştığı da söylenmiştir.

2- Hac yolculuğu: Birinci maksatla yolculuk mendup ise de, hac maksadıy­la yolculuk farzdır.

3- Cihad yolculuğu: Bunun da kendine has hükümleri vardır.

4- Geçim kastıyla yolculuk: Kişi ikâmet halinde geçimini sağlayamayabi-lir. O takdirde geçimini elde etmek için yerinden çıkar. Ve bunu yaparken, avlanmak, odun getirmek, ot toplamak yahut "ücretle çalışmak"dan ne faz­la bir şey yapar, ne de "eksik." [123] Bu (kadar çalışarak maişetini sağlıyacak kadar kazanmak) onun için bir farzdır.

5- temel gıdadan fazla kazanmak ve ticaret yolculuğu: Bu da, Şanı yüce Allah'ın lütfü keremiyle caizdir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin lütfundan aramanızda si­ze bir vebal yoktur." (el-Bakara, 2/198) Bununla ticareti kastetmektedir. Bu da yüce Allah'ın hac yolculuğu esnasında lütfedip ihsan ettiği bir nimettir. Yalnızca ticaret maksadıyla dahi buna izin verilmesi de apayrı bir nimettir.

6-  İlim talebi için yolculuk: Bu da meşhurdur,

7- Mübarek yerleri ziyaret kastıyla yolculuk: Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: "Ancak üç mescide gitmek kastıyla yükler bağlanır..."[124]

8- Orada ribatta bulunmak Csınırlan koruyup gözetmek), orayı himaye et­mek kastıyla orada bulunanların sayılarını çoğaltmak için sınırlara gitmek.

9- Allah yolunda kardeşleri ziyaret etmek: Rasulullah (sav) şöyle buyurmak­tadır: "Bir adam bir kasabada bulunan bir kardeşini ziyaret etti. Allah, onun gittiği yolda onun için bir melek bekletti. Melek, nereye gitmek istiyorsun di­ye sordu. Adam: Şu kasabada bir kardeşimi görmek istiyorum dedi. Melek; Senin onun üzerinde yoluna koyup ıslâh edeceğin bir nimetin var mıdır? di­ye sordu. Adam şu cevabı verdi: Hayir, sadece onu Allah yolunda sevdiğim için gid'yorum. Melek şöyle dedi: Ben, Allah'ın, sana Allah için o kardeşini sevdiğin gibi, Allah'ın da seni sevdiğini bildirmek üzere gönderdiği elçisiyim dedi". Bu hadisi Müslim ve başkası da rivayet etmiştir. [125]

 

101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanıi, namazı kısaltmanızda üzeri­nize bir vebal yoktur. Şüphesiz, kâfirler sizin apaçık dûşmam-nızdır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

 

Bir Namazı Kısaltmanın Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: Sefere çıktığınız" buyruğu, yolculuk yaptığınız "za­man" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

İlim adamları, yolculuk halinde namazı kısaltmanın hükmü hususunda fark­lı görüşlere sahiptir. Bir topluluktan, bunun farz olduğu görüşü rivayet edil­miştir. Bu, aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz'in, Kûfelilerin, Kadı İsmail'in ve Hammad b. Ebi Süleyman'ın görüşüdür Bunlar görüşlerine, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu hadisi delil göstermektedirler: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır..," [126]

Şu kadar var ki, bizzat Hz. Âişe'nin bu hadise muhalefet etmesi dolayısıy­la bu hadisin bu görüşe delil olacak tarafı yoktur. Çünkü Hz. Aişe yolculuk­ta namazı tam kılardı. [127] Bu ise, delil olarak bu görüşü zayıflatmaktadır. Di­ğer taraftan değişik bölgelerin fukahası bu hadisin, yolcu olan kimsenin mu­kimin arkasında namaz kılması halinde itibara alınacak bir asıl delil olmadı­ğı üzerinde tema etmişlerdir, Hz, Âişe'den başka Ömer, İbn Abbas ve Cübeyr b. Mut'im gibi ashab ise bunu şöyle rivayet etmişlerdir; "Namaz ikâmet ha­linde dört rekat olarak, yolculuk halinde iki rekat olarak, korku halinde ise tek rekat olarak farz kılındı". Bunu Müslim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. [128]

Diğer taraftan Hz. Âişe'nin rivayet ettiği bu hadisi, İbn İclâ'n, Salih b. Key-san'dan, o, Urve'den, o da Hz. Âişe'den şöylece rivayet etmektedir: Rasulul-lah (sav), namazı ikişer rekat olarak farz kılmıştır. [129] el-Evzaî ise bu hadis­te, İbn Şihab'dan, o, Urve'den, o da Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Allah namazı, Rasulullah (sav)'a ikişer rekat olarak farz kıldı. [130]

Bu ise hadiste bir ızdıraptır Diğer taraftan Hz. Âişe'nin: "Namaz farz kı­lındı" tabiri zahiri üzre değildir, Çünkü akşam ve sabah namazları bunun dı­şındadır. Zira akşam namazına ne bir rekat ilave edilmiş, ne ondan bir şey eksiltilmiştir. Sabah namazı da böyledir.

İşte bütün bunlar hadisin senedini değil de metnini zayıflatmaktadır.

İbnü'I-Cehm'in naklettiğine göre, Eşheb, Malik'ten namazı kısaltmanın farz olduğunu rivayet etmektedir. Ancak, Malikin mezhebinden ve arkadaş­larının çoğunluğu ile selef ile halefe mensub ilim adamlarının çoğunluğun­dan nakledilen görüş, namazı kasretmenin sünnet olduğudur. Şafiî'nin görü­şü de budur. îleride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzre sahih olan da bu­dur. Bağdadlı Maliki mezhebi alimlerinin genellikle kabul ettikleri görüş ise bunun, muhayyer bir farz olduğudur. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin arkadaşla­rının da görüşüdür.

Diğer taraftan hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ise ihtilaf etmiş­lerdir. Kimisi, kasretmenin daha faziletli olduğunu söylemiştir ki buf el-Eb-lıerTnin ve diğerlerinin görüşüdür. Tam kılmanın daha faziletli olduğu da söy­lenmiştir ve bu Şafiî'den de nakledilmiştir. Maliki mezhebinden Ebu Said el-Fervî'nin naklettiğine göre, Malik'in sahih olan görüşü, yolcunun namazı ta­mamlamak veya kasretmek hususunda muhayyer olduğu şeklindedir.

Derim ki: İşte Şanı yüce Allah'ın: "Namazı kısaltmanızda üzerinize bir ve­bal yoktur" buyruğundan zahir olarak anlaşılan da budur. Şu kadar varki Ma­lik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kasretmenin müstelıab olduğunu kabul eder. Aynı şekilde namazım tamam kıldığı takdirde vakit çıkmadığı sürece na­mazını iade edeceği görüşündedir, Ebu Mus'ab Muhtasar'mâa, Malik İle Medinelilerden şöyle dediklerini nakletmektedir: Namazı yolculukta kasret­mek, erkekler için de, kadınlar için de bir sünnettir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Malik, mezhebinde sana bu yeterlidir. Üstelik onun: Yolculukta na­mazını tam kılan kimse, vakit içerisinde bulunduğu sürece namazını (kasre-derek) iade eder, şeklindeki görüşünde bir ihtilaf (yani farklı bir görüş) da nakledil memiştir. Bu şekilde iade ise, anlayan kimselere göre müstehabtır, vacib değildir.

Şafiî ise der ki: Korku hali dışında namazı kasretmek sünnet ile sabittir. Kor­ku ile birlikte yolculuk halinde namazın kasredilmesi ise, hem Kur'ân, hem de sünnetle sabittir. Bununla birlikte dört rekat kılana da birşey gerekmez. Şu kadar varki sünnete uymayı arzulamayarak, yolculukta herhangi bir kim­senin namazını tamam kılmasını sevmiyorum, Ebu Bekr el-Esrem der ki: Ah-med b. Hanbel'e sordum: Kişi yolculukta dört rekat kılabilir mi? Hayır, bu şe­kilde kılması hoşuma gitmez. Çünkü sünnet olan iki rekat kılmasıdır, dedi.

Malik'in Muvatta'mâa, îbn Şihab'dan, o, Halid b. Esid ailesinden birisin­den rivâyet-ine göre bu kişi Abdullah b. Ömer'e şöyle sormuş: Ey Abdurrah-man'ın babası, biz, Kur'an-ı Kerimde korku halinde kılınacak namaz ile ikâmet halinde kılınacak namazı buluyoruz. Fakat yolculuk namazım göre­miyoruz. Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, şarut yüce ve mubârek olan Allah, Muhammed (sav)'ı bize, hiçbir şey bilmediğimiz halde iken peygamber olarak gönderdi. O bakımdan biz onun ne yaptığını gördüysek onu yaparız. [131]

İşte bu haberde, korku olmadığı halde, yolculuk halinde namazı kısaltma­nın farz olmayıp, sünnet olduğu belirtilmektedir. Çünkü bu namazdan Kur'an-s Kerimde söz edilmemektedir. Kur'an-ı Kerimde sözü geçen nama­zın kısaltılması ise, hem yolculuk, hem de korku halinin birlikte olması ha­lidir. Yüce Allah Kitab-i Keriminde bu iki şart bulunmadıkça kasrı mubah kjl-mamıgtır. Kur'an-ı Kerimde bunun bir diğer benzeri yüce Allah'ın: "içinizden hür olan mü'min kadınları nikahlayacak bir bolluğa güç yetiremiyenler...” (en-Nisâ, 4/25) buyruğudur ki, daha önce bu geçmiş bulunmaktadır.

Arkasından yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık tam bir huzur ve gü­vene kavuşunca namazı dosdoğru kılın." (en-Nisâ, 4/103) Yani, o namazı tam kılın diye buyurmaktadır, Rasulullah (sav) ise, yüce Allah'tan başka hiçbir kim­seden korkmaksızın, güvenlik içerisinde bulunduğu halde bütün yolculuk-iarmda akşam namazı müstesna, dört rekatlık namazları kısaltarak iki rekat olarak kılmıştır, O halde bu? Peygamber tarafından uygulanmış bir sünnet­tir. Bu da Kur'an-ı Kerimde sözü edilmeyip, Hz. Peygamberin sünnet kılıp be­yan ettiği diğer sünnetler gibi, yüce Allah'ın hükümleri arasında ayrıca tes-bit edilmiş hükümlerdendir.

Rasulullah (sav)'a korku bulunmaksızın yolculuk halinde namazı kısaltma­ya dair soru soran Hz. Ömer'e: "İşte bu, Allah'ın size sadaka olarak bağışla­dığı bir ihsandır. O bakımdan siz de O'nun sadakasını kabul ediniz" [132] di­ye cevap vermesiyle birlikte, Abdullah b, Ömer'in: "Biz, Onun ne yaptığını gördüysek onu yapıyoruz" sözleri, yüce Allah'ın Kitabında belli bir şarta bağ­lı oiarak bîr şeyi mubah kıldığım, sonradan o şeyi bu şart bulunmaksızın pey­gamberi vasıtasıyla mubah kıldığına delâlet etmektedir Ayrıca Hanzala, İbn Ömer'e yolculuk halindeki namaza dair som sorunca İbn Ömer: İki rekat kı­lınır diye cevap vermiştir. Dedim ki: Biz şu anda emin olduğumuz halde mi? Yüce Allah'ın; "Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız" buy­ruğu ne olacak? Dedi kir Rasulullah (sav)'ın sünneti budur. [133]

İşte İbn Ömer, namazı bu şekilde kılmayı sünnet diye nitelendirmiştir. İbn Abbas da böyle. Bunlardan nereye kaçılabilir?

Ebu Ömer de der ki: Malik, bu hadisin senedini itiraz edilmeyecek bir şe­kilde zikretmemiştir. Çünkü İbn Ömer'e bu soruyu soran adamın adını ver­memekte ve böylelikle isnaddan bir kişiyi de düşürmektedir. Adını verme­diği kişinin adı Umeyye b. Abdullah b. Halici b. Esid b. Ebi'1-Iys b. Umeyye b. Abdişems b. Abdimenaftır. [134] Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [135]

 

2- Namazın Kısaltılabileceği Mesafe:

 

İlim adamları namazın kısaltılabileceğı mesafenin sınırı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Davud (ez-Zahirî) der ki: Namaz, uzun olsun kısa ol­sun her yolculukta kısaltılır. Velevki bu, cuma namazına gelmeyi gerekli kı­lan bir uzaklık olan üç millik mesafe olsun. Davudr bu görüşünü İleri sürer­ken, Müslim'in Yahya b. Yezid el-Hünaî'den yaptığı şu rivayete dayanır:

Yahya b. Yezid dedi ki: Enes b. Malik'e namazın kısaltılmasına dair soru sordum,'o da şöyle dedi: Kasulullalı (sav) üç millik bir mesafeye veya üç fersahlık bir mesafeye -tereddüt eden (hadisin senedinde yer.alan ravilerden bi­risi olan) Şu'be'dir yolculuğa çıktı mı, iki rekat olarak namaz kılardı. [136]

Ancak bu rivayetle delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu rivayette şüp­he sözkormsudur. Bunlardan herhangi birisini doğru kabul edecek olsak da­hi bu, namazı kısaltmaya başladığı uzaklığın sının olması ve yaptığı yolcu­luğun bu mesafeden fazla uzunca bir yolculuk olması da muhtemeldir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allahtır.

İbnü'l-Arabî der ki: Kimileri dini oyuncak haline getirerek şöyle demişler­dir: Bir şehrin dışına çıkan bir kimse bununla birlikte hemen namazını kısal­tır ve oruç açar. Böyle bir görüşün sahibi, henüz işi bilmeyen acemi birisi­dir. O, ya araplann neye "yolculuk" dediklerini bilmemektedir. Ya da dini ha­fife almaktadır. Şayet ilim adamları böyle bir görüşü nakletmemiş olsalardı, ben böyle bir görüşe göz ucuyla dahi bakmaya razı olmaz, kalbimin en uzak köşesinde dahi bunun üzerinde düşünmeye yer vermezdim. Namazın kısal­tılacağı yolculuğun sının, ne Kur'an-ı Kerimde, ne de sünneti seniyyede zik­redilmiştir. Bunun böyle oluş sebebi ise, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimle muhatap aldığı araplar tarafından bu kelimenin bilinen, tanınan ve yer etmiş bir manası olması dol ay ısıyladır

Bizler kesin olarak biliyoruz ki, bir iş için evlerin dışına çıkan bir kimse, yalnızca bununla ne sözlükte, ne de şerıate göre yolcu olmamaktadır. Yine şunu biliyoruz ki, şayet üç gün yolcu olarak yürüyecek olursa, böyle bir kim­se de kafi" olarak yolcudur, BizJer, bir gün bîr gece süreyle yol yürüyene de yolcu diyoruz. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve ahİ-ret gününe imân eden bir kadının, beraberinde kendisine mahrem olan bir kişi bulunmaksızın bir günlük mesafeye yolculuk yapması helal değildir," [137] İşte sahih olan da budur. Çünkü bu, iki halin ortasıdır ve Malik de görüşü­ne bunu esas almıştır. Şu kadar varki, bu hadisin rivayetinde ittifak bulun­mamaktadır. Çünkü bir seferinde "bir gün bir gece" diye rivayet edildiği gi­bi, "üç gün" diye de rivayet edilmiştir. Bu husus Abdullah b. Ömer'e soru­lunca, o da Hz. Peygamberin uygulamasını esas almıştır. O bakımdan (İbn Ömer) Rim denilen yere kadar yolculuk yapacak olursa namazını kasr ederdi. Burası ise dört beridlik bir mesafedir. Zira İbn Ömer, Peygamber (sav)'a pek çok uyan bir kişi idi.

Başkaları ise şöyle demiştir: Namazın kısaltılması yükümlülüğü hafifletmek için meşru kılınmıştır. Ve namaz, çoğunlukla meşakkatin söz konusu oldu­ğu uzun bir yolculukta kasredilir. Böylelikle Malik, Şafiî ve arkadaşları ile el-Leys, Evzaî, hadis ashabının fukahâsı olan Ahmed, İshak ve başkaları tam bir günü nazar-ı itibara almışlardır Malikin "bir gün bir gece ifadesi" de tam bir güne racidir Çünkü o, "bir gün bir gecelik mesafe" ile bütün gündüzü ve bü­tün geceyi yol almakla geçirmesini kast etmemiştir. O, bununla aile halkın­dan uzak bir yerde geceyi geçirmeyi, geceyi geçirmek üzere, onlara dönmek imkânını bulamayacağı bir yolculuğu kast etmiştir. Buhârî'de de şöyle denil­mektedir: îbn Ömer ve tbn Abbas, dört beri di i k bir mesafe yolculukta, hem oruç açarlar hem de namazlarını kısaltırlardı. [138] Dört berîd ise onaltı fersah­tır. Malik'in kabul ettiği görüş de budur.

Şafiî ve Taberi ise: Bu kırkaltt millik bir mesafedir, demişlerdir. Yine Ma-lik'ten el-Utbiyye'de kırkbeş millik bir yere çıkan kişi hakkında namazını kas-reder dediği nakledilmiştir ki, bunlar birbirlerine yakın ifadelerdir. Yine Malik'ten değişik kitaplarda şöyle dediği nakledilmektedir: Otuzaltı millik bir yolculukta namazını kasreder. Bu da yaklaşık bir gün bir gecelik yolculuk­tur. Yahya b. Ömer der ki: Mutlaka uzak bir yere gidecekse kasreder. îbnü'l-Hakem ise, vakit içerisinde... (Kurtubi'nin bütün asıl nüshalarında burda ifa­de bu kadardır Arapça baskıyı hazırlayanın notu) demektedir.

Kûfeliler ise söyle demişlerdir: Üç günlük yolculuktan daha aşağı bir me­safede namazını kasr etmez. Bu, Hz. Osman'ın, Abdullah b. Mesud'un ve Hu-zeyfe'nin görüşüdür. Buhârînin Sahihinde İbn Ömer'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kadın, beraberinde mahremi bulunma­dığı sürece, üç günlük bir yola tek başına yolculuk yapamaz." [139]

Ebu Hanife der ki: Deve yürüyüşü ve piyade yürüyüşü ile geceli gündüz^ lü üç günlük süredir.

el-Hasen ve ez-Zührî der ki: Namaz iki günlük bir mesafe yolculukta kasr edilir. Bu görüş Malik'ten de rivayet edildiği gibi, Ebu Said el-Hudrî bu­nu, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Kadın, beraberinde kocası veya mahremi bulunmadığı sürece, iki günlük bir mesafeye tek başına yolculuk yapamaz." [140] îbn Ömer ise, otuz millik bir mesafede namazı kısalttığı gibi, Enes de onb£ş millik bir mesafe­de namazı kısaltmıştır. el-Evzaî der ki: İlim adamları namazı kısaltmak husu­sunda genel olarak tam bir günü ölçü kabul etmişlerdir. Biz de bunu kabul ediyoruz.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Görüldüğü gibi bu konudaki merrV ri­vayetler lafızları itibariyle muzdariptir Bana göre -ki, doğruyu en iyi bilen Allah'tır- bunların ortak noktası ve özeti şudur: Bu mesafeler soranlann so-rulanna cevap olmak üzere verilmiştir O bakımdan, herkes işittiği sözün anlamını hadis diye rivayet etmiştir. Adeta herhangi bir zamanda Hz. Peygam­bere: Kadın mahremi bulunmaksızın bir günlük mesafeye yolculuk yapar mı diye sorulmuş, o da: Hayır diye cevap vermiş, bir başka vakit: Kadın, mah­remi bulunmaksızın iki günlük bir mesafeye yolculuk yapar mı diye sorul­muş, O, yine: Hayır demiş, bir başkası da ona: Kadın, beraberinde mahre­mi bulunmaksızın üç günlük mesafeye yolculuk yapar mı? diye sormuş, yi­ne: Hayır buyurmuştur. İşte rivayet edilen şekliyle gece ve berid tabirlerinin anlamı da bu olmalıdır. Böylelikle herkes işittiği anlama göre rivayette bu­lunmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Zahirleri itibariyle farklı olsa da­hi, bu konudaki rivayetlerin ihtiva ettiği anlamın ortak noktası şöylece bu­lunabilir; Kadın için fitneten korkulan herhangi bir yolculuğa mahremsiz çık­ması kadına yasaktır, Bu yolculuk ister uzun, ister kısa olsun farketmez, [141] Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [142]

 

3. Namazın Kısaltılabileceği Yolculuğun Türü ve Mahiyeti:

 

Namazın kısalttlabileceği yolculuğun türü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Herkes, cihad, hac, umre ve bu kabilden olan sılayı rahim ve birisini ölümden kurtarmak kastıyla yapılacak yolculuklarda nama­zın kasr edileceğini icma ile kabul etmiştir. Bunun dışındaki sebeplere da­yalı yolculuklarda ise ihtilaf edilmiştir.

Cumhur, ticaret ve buna benzer mubah yolculuklarda namazı kısaltmanın caiz olduğunu Jtabul etmektedir, ibn Kesir’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Namaz, ancak hac veya cihatta kasr edilir. Ata ise şöyle demiştir: Namaz, ancak itaat ve hayır yollarından herhangi bir yolda yapılan yolculukta kisal-tılabilir. Yine ondan, cumhurun görüşü gibit mubah bütün yollarda kasr edi­lir, dediği de rivayet edilmiştir. Malik ise şöyle demektedir: Maişetini sağla­mak için değil de, hoşça vakit geçirmek kastıyla avlanmak için yahut da yi­ne hoşça vakit geçirmek ve zevk almak kastıyla bir beldeyi görmek için çı­kacak olursa namazını kasr etmez. İlim adamlannın çoğunluğu (cumhur), masiyet için yapılan yolculukta kasır olmayacağını kabul etmektedirler. Bâğy (meşru halifeye karşı isyan eden), yol kesen ve bu kabilden olanlar gibi.

Ebu Hanife ve Evzaî'den ise, bütün bu hallerde namazı kasr etmenin mubah olduğu rivayeti vardır. Malik'ten de bu rivayet gelmiştir. Bu görüşler daha önce el-Bakara Sûresinde (2/183-184. ayet, 2. başlıkta.) geçmiş bulun­maktadır. Bu hususta Ahmed'den ise farklı görüşler gelmiştir. Bir seferinde cumhurun görüşünü belirttiği gibi, bir seferinde ise, hac veya umre dışında namazını kısaltmaz dediği nakledilmiştir.

Sahih görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü namazın kısaltılması, karşı karşıya kalınan sıkıntılar dolayısıyla yolcunun yükünü hafifletmek ve yapmak istediği caiz hususlarda ona yardımcı olmak içindir. Bu hususta bütün yol­culuklar birbirine eşittir. Çünkü yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman... üzerinize bir vebal yoktur" yani günah yoktur diye buyurmakta, sonra da; "namazı kısaltmanızda" diye buyurarak umumi bir ifade kullan­maktadır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hayırlı kulları, yol­culuk yaptıkları takdirde namazlarını kısaltan ve oruçlarını açanlardır." [143] eş-Şa'bi de şöyle demektedir: "Şüphesiz yüce Allah, azimet buyruklanyla amel edilmesini sevdiği gibi, verdiği ruhsatlar ile de amel edilmesini sever." [144]

Masiyet kastı ile yapılan yolculukta ise namazı kasr etmek caiz değildir, Çünkü böyle bîr şey, Allah'a masiyet yolunda onun için bir yardım olur. Yü­ce Allah ise: "İyilik yapmak ve takva üzere bulunmak hususunda birbiriniz-le yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardtmlaşma-ym"(el-Mâide, 5/2) diye buyurmaktadır. [145]

 

4. Namazı Kısaltmaya Ne Zaman Başlanır:

 

Namazı kısaltmaya ne zamandan itibaren başlanacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Cumhurun görüşüne göre yolcu, kasaba­sının evlerinden dışarıya çıkmadıkça namazını kısaltamaz. İşte o vakit yer­yüzünde yolculuğa çakmış olur. Bu, Malik'in el-Müdevvene'deki görüşüdür. Malik, yakınlık ile ilgili herhangi bir mesafe tesbit etmiş değildir. Malik'ten rivayet edildiğine göre, eğer kasaba, ahalisini toplu olarak barındıran bir ka­saba ise, o kasaba halkı oradan üç millik bir mesafe kadar uzaklaşmadıkça namazlarını kısaltmaya başlamazlar. Dönüşte de bu kadarlık bir mesafe ka­lıncaya kadar (namazlarını kasr ederler). Eğer kasaba, ahalisinin toplu ola­rak barındığı bir yer değilse, kasabanın bahçe ve bostanlarım aştıktan itiba­ren namazlarını kısaltırlar.

el-Haris b. Ebi Rebia'dan, yola çıkmak istediği takdirde beraberin de kile­re evinde iki rekat namaz kıldınrdı. Bunlar arasında el-Esved b, Yezid ile Ab­dullah b. Mes'ud'un arkadaşlarından birden çok kişi de bulunurdu. Ata b. Ebi Rebah ile Süleyman b. Musa da böyle demiştir.

Derim ki: Buna göre, âyet-i kerimedeki: "Yeryüzünde sefere çıktığınız za­man" buyruğu, yeryüzünde yolculuk yapmaya azmettiğiniz, karar verdiğiniz zaman'demek olur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Mücahid'den de: Yolcu, yola koyulduğu ilk gün akşam oluncaya kadar namazını kısaltmaz, dediği ri­vayet edilmiştir. Ancak bu şaz bir görüştür. Enes b. Malik yoluyla gelen hadiste sabit olduğuna göre, Rasulullah (sav), öğle namazını Medine'de dört re­kat, ikindi namazını da Zülhuleyfe'de iki rekat olarak kılmıştır. Bu hadisi ha­dis imamları rivayet etmiştir. [146] Zülhulefye ile Medine arasında ise, altı ve­ya yedi mil kadarhk bir mesafe vardır. [147]

 

5- Namazı Kısaltmaya Niyet Etmek:

 

Yocunun iftitah tekbirini getirdiği andan itibaren namazı kısaltmayı niyet etmesi gerekir. Şayet namazı kısaltmak niyetiyle namaza başlar, sonra da na-rnaz esnasında ikâmete karar verecek olursa, o namazını nafile kılar. Eğer ni­yet ettiği namazdan bir rekat kıldıktan sonra böyle bir niyete sahip olursa, ona bir rekat daha ilave eder, selam verir, sonra da mukim gibi namaz kılar. el-Ebherî ve Îbnü'l-Cellâb der ki: Bu -doğrusunu en iyi bilen Allahtır- müs-tehabtır. Eğer bundan sonra namazım devam ettirir ve tamamlayacak olur­sa, bu namazı yeterli olur. Ebu Ömer fîbn Abdi'1-Berr) der ki: Bence bu, iki­sinin (el-Ebherî ve Îbnü'l-Cellâb'in) dediği gibidir" Çünkü kıldığı bu namaz öğlen namazıdır. İster seferi namazı olsun, ister mukim namazı olsun, diğer beş vakit namaz da böyledir,[148]

 

6. Yolcu Ne Kadarhk Süreye İkâmeti Niyet Ederse Namazını Tam Kılar:

 

İlim adamları bu kabilden olmak üzere yolcunun, ne kadarhk bir süre ika­mete niyet edecek olursa, namazını tamam kılacağı hususunda ihtilaf etmiş­lerdir. Malik, Şâfîî, el-Leys b. Sa'd, et-Taberî ve Ebu Sevr derler ki: Dört gün ikâmeti niyet edecek olursa namazını tam kılar. Bu Said b. el-Müseyyeb'den de rivayet edilmiştir. Ebu Hanife, arkadaşları ve es-Sevrî derler ki: Onbeş gün ikâmeti niyet edecek olursa namazını tam kılar. Daha az bir süre kalacağını niyet ederse namazını kısaltır. Aynı Zamanda bu İbn Ömer ve İbn Abbas'm görüşüdür. Tahavî'nin naklettiğine göre, ashab-ı kiram arasından bu husus­ta onlara muhalefet eden kimse yoktur.

Bu görüş Said (b. el-Müseyyeb’den de rivayet edilmiştir Ahmed der ki: Yolcu, yirmibir farz namaz kılacak kadar bir süre kalmaya karar verirse, na­mazlarını kısaltır. Şayet daha fazla kalmayı kararlaştıracak olursa, namazla­rım tam kılar, Davud (ez-Zahirî) da bu görüştedir. Sahih olan Malikin dedi­ğidir. tbnü'l-Hadrami'nin Peygamber (.sav)'dan rivayetine göre Hz. Peygam­ber, muhacir olana hac ibadetini tamamlamasından sonra üç gün Mekke'de ikâmet etmesini, ondan sonra da oradan gitmesini kararlaştırmıştır. Bunu Ta-havî, İbn Mace ve başkaları rivayet etmiştir. [149]

Bilindiği gibi hicret, Mekke'nin fethinden önce farz oluduğu sırada Mek­ke'de ikâmet etmek caiz değildi.

Peygamber (sav), böyJeiİkle ihtiyaçlarını karşılamak ve yolculuk için ge­rekli hazırlıkları yapmak İçin muhacir olana üç günlük bir süre tanımış ve böy­le bir durumda Mekke için ikâmette bulunulacak yer hükmünü vermediği gi­bi, orada kalmayı da ikâmet hükmünde görmemiştir". Bu durumda orada ka­lacak kimse hakkında da yolcu hükmünü olduğu gibi bırakmış, dördüncü gün de orda kalmasını yasaklamıştır. (Dördüncü gün kaldığı takdirde) onun hakkında mukim hükmünü vermiştir.

O bakımdan bu itimat olunması gereken asli bir delil olmaktadır. Rasulul-lah (sav)'ın hadisi gereğince Ömer (r.a)'ın yahudileri, sürgüne gönderdiği sı­rada uygulaması da bunu andırmaktadır.[150] İhtiyaçlarını karşılamak üzere on­lara üç gün ikâmet hakkı tesbit etmişti.

İbnü'l-Arabî der ki: Malîkî mezhebine mensub ileri gelen ilim adamların­dan birisini de şöyle derken dinledim: Üç günün ikâmet hükmü dışında gö­rülmesinin sebebi, yüce Allah'ın üzerlerine azabı indirip dünyadan ayrılma­ları kesinleşmiş bulunan kimselere bu kadariık bir süreyi tanımış olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Evlerinizde üç gün daka yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir." (Hûd, 11/65)

Bu mesele ile ilgili bunlardan ayn bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Yol­cu, vatanına dönünceye veya kendisine ait bir vatanda konaklayıncaya ka­dar yolcu kaldığı sürece namazını kısaltmaya devam eder.

Rivayet olunduğuna göre Enes (r.a), Nişabur'da iki yıl kadar namazını kı­saltarak kalmaya devam etmiştir. Ebu Miclez der ki: İbn Ömer'e şöyle dedim: Medine'ye geliyorum ve bir ihtiyacımı karşılamak kastıyla burada yedi ay, se­kiz ay kaldığım oluyor. İbn Ömer: îki rekat olarak namaz kıl, dedi.

Ebu İshak es-Sebiî der ki: Beraberimizde îbn Mesud'ûn arkadaşlarından ba­zıları bulunduğu halde Sicistan'da iki yıl süreyle kaldık ve hep (dört rekat-li farz namazları) iki rekat olarak kıldık. îbn Ömer de Azerbeycan'da kaldı­ğı süre boyunca (dört rekatli namazları) ikişer ikişer kılıyordu. Bu sıralarda geri dönmelerine yağan karlar engel olmuştu.

Ebu Ömer der ki: Bize göre bu rivayetler şu şekilde yorumlanır: Bu kadar süre kalanlardan hiçbir kimsenin belli bir niyeti yoktu. Bunun misali, kişinin bugün gidebilirim, yarın gidebilirim demesidir. Böyle bir durum olduğu takdirde ise, ikâmet karan burada yok demektir. [151]

 

7. Hz. Âişe île Hz. Osman'ın Seferde Kasr Etmeyip Namazlarını Tam Kılmalarının Sebepleri:

 

Müslim, Urve'den, o, Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yü­ce Allah namazı farz kıldığında iki rekat olarak tarz kıldı. Sonra ikâmet ha­linde (dörde) tamamladı. Yolculuk namazı da ilk farz kılındığı şekilde kal­dı. ez-Zührî der ki: Ben, Urve'ye: Peki, Aişe ne diye yolculukta namazını ta­mamlamaktadır diye sordum, o da: Osman'ın yaptığı te'vilin aynısını kendi­si de yaptı, dedi. [152]

Şu kadar varki, bu kapsamlı bir cevap değildir. Çünkü, ilim adamları Hz. Osman ile Hz. Aişe'nin (yolculuk halinde iken) namazlarını tamam kılma se­beplerini farklı şekillerde açıklamışlardır. Ma'mer, ez-Zühri'den şöyle dedi­ğini nakletmektedir: Osman (r.a)ın Mina'da namazını dört rekat olarak kıl­masının sebebi, hacdan sonra ikâmeti niyet etmiş olmasıdır. Muğire'nin İb­rahim'den rivayetine göre Hz, Osman orayı vatan edindiğinden dolayı dört rekat kılmıştır.

Yunus da ez-Zührî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Osman, Taif de birtakım mallar edinip orada ikâmet etmek isteyince namazını dört rekat ola­rak kıldı. Dedi ki: Sonra da daha sonra gelen imamlar (yöneticiler) bu şekil­de uygulamayı sürdürdüler. Eyyub da ez-Zührî'den naklen şöyle demekte­dir: Osman'ın Mina'da namazını tam kılması, bedevi araplardan ötürüdür. Çün­kü o sene bedevi araplar sayıca çoktular. Cemaate namazın asıl itibariyle dört rekat olduğunu öğretmek için onlara dört rekat olarak namaz kıldırdı. Bü­tün bu görüşleri Ebu Davud Musannef’inde (Sünenin'de) Kitabü'l-Menasik (hac bahsi'nin Mina'da namaz bölümünde zikretmiştir. [153]

Ebu Ömer de et-Temhid adlı eserinde şunu nakletmektedir: İbn Cüreyc de­di ki: Bana ulaştığına göre Osman'ın Mina'da (farzı) dört rekat olarak kıldır­ması, bir bedevi arabm Mina'daki Hayf mescidinde kalkıp ona şöyle seslen­mesinden ötürü idi: Ey mü'minlerin emiri, geçen sene seni gördüğümden be­ri ben hâlâ bu namazı ikişer rekat olarak kılmaya devam ediyorum. Bunun üzerine Hz. Osman, cahil insanların namazın ikişer rekat olduğunu zannet­mesinden korktu. (Bunun için namazı dört rekat olarak kıldı). İbn Cüreyc der ki: Ve Hz. Osman yalnızca Mina'da tam olarak kılmıştı.

Ebu Ömer der ki: Hz. Aişe'nin namazını tamam kılmasına dair açıklamalara gelince, bu hususta bizzat ondan rivayet edilen herhangi bir açıklama yoktur. Bütün bu açıklamalar beraberinde delil bulunmayan bir takım zan ve tevillerden İbarettir. Bu hususta söylenen en zayıf görüş şudur: O, mü'min-lerin annesidir. İnsanlar da nerede olurlarsa olsunlar onun çocuklarıdır. Ço­cuklarının evi de kendisinin evidir. Peki onun mü'minlerin annesi olmasının mü'minlerin babası olan Peygamber (sav)'ın zevcesi oluşundan başka bir se­bebe dayanıyor mu? Yolculuklarında, gazalarında, hac ve umrelerinde nama­zı kasr etmeyi sünnetiyle gösteren o değil midir.

Diğer taraftan Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ve Mushaf ında (bu hususu be­lirleyen Ahzab Sûresinin altıncı âyet-i kerimesi) şöyledir:

Peygamber mü'minlere Öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri de analarıdır." (el-Ahzâb, 33/6) O da kendilerine bir babadır. Mücahid de yüce Allah'ın (Hz. Lut'un söyledi­ğini naklettiği): "İşte bunlar benim kızlanmdır. Bunlar sizin için daha bir temizdir" (Hûd, 11/78) âyet-Iyle ilgili olarak şunları söylemektedir; Göster­diği kadınlar, kızlan değildi. Ümmetinin hanımları idi. Her bir peygamber ise ümmetinin babasıdır.

Derim ki: Şu kadar var ki buna, Peygamber (sav)'ın müşerri (şeriat koyu­cu) olduğu, kendisinin ise, böyle olmadığı, o bakımdan fark bulunduğu be­lirtilerek buna itiraz olunmuştur.

Bu görüşten de daha zayıf şöyle diyenlerin görüşüdür: Aişe namazını ta­mam kıldığı, hallerde caiz olan bir yolculukta bulunmuyordu. Bu ise, kafi ola­rak batıl bir iddiadır. Çünkü Hz, Aişe, Allah'ın razı olmayacağı bir yolculu­ğa çıkmayacak kadar Allah'tan korkan ve takva sahibi olan bir annemindi. Onun aleyhindeki bu yorum, bid'atçi şianın yalanlarından ve onların çirkin iftiralarındandır. Seni tenzih ederiz Rabbimiz. Şüphesizki bu, çok büyük bir iftiradır, Aksine Aişe (r.anha) fitne ateşini söndürmek amacıyla kendi görü­şüyle ictihad ederek ve Allah'tan ecrini bekleyerek çıkmıştı. Çünkü o, her­kesten çok kendisinden haya edilmeye layık olandı. Ancak, işleri kontrol et­mek imkânını bulamadı. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.

Bu konudaki bir diğer görüş de şöyledir: Hz. Aişe'nin namazını tamam kıl­masının sebebi, namazı kısaltmanın yalnızca hac, umre ve savaşta olduğu gö­rüşünde olduğundan dolayıydı Ancak bu, batıl bir görüştür. Çünkü ondan böyle bir şey nakledilmediği gibi, Hz. Aişe'nin görüşleri arasında da böyle bir şey bilinmemektedir. Diğer taraftan, Hz. Ali'nin üzerine gittiği yolculuğun­da (Cemel vakasında) namazını tam kılmıştır.

Namazım kısaltması ve tam kılması ile ilgili olarak söylenen görüşlerin en iyisi şudur: Hz. Aişe, yüce Allah'ın konu ile ilgili ruhsatı ile amel etmiştir. O, böylelikle insanlara namazı tam kılmakta -başka türlüsü daha faziletlisi olsa dahi- bir vebal olmadığını göstermek istemişti.

Ata şöyle demiştir: (Yolculukta) namazı kısaltmak sünnettir ve ruhsattır Hz. Aişe'den Rasulullah (sav)'ın yolculuk esnasında oruç da tuttuğunu, oruç da açtığını, namazını tam da kıldığını, kasr da ettiğini rivayet eden de odur. Bu­nu Talha b. Ömer rivayet etmiş ve ondan şöyle dediğini nakletmiştir: İşte Ra-sulullah (sav) bütün bun lan yapıyordu. O, (yolcu iken) oruç ta tutmuştur, oru­cunu açmıştır da. Namazını da hem kısa kılmış, hem tamam kılmıştır,

Nesâî'nin sahih bir senetle rivayetine göre, Hz. Âişe, Rasulullah (sav) ile birlikte Medine'den Mekke'ye Umre yapmak üzere yola koyulmuştur. Mek­ke'ye vardığında şöyle dedi: Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasu-lü, sen namazı kısalttın ben tamam kıldım, sen orucunu açtın ben oruç tut­tum. Bunun üzerine Hz. Peygamber; "Güzel yaptın ey Âişe" dedi ve böyle yaptığımdan dolayı beni ayıplamadı. [154]

İşte her iki kelimede de (kasr ettin, ben tamam kıldım» sen oruç açtın, ben oruç tuttum, anlamlarını ifade eden: kelimelerini kastediyor) birinci "teler üstün ve ikinci "te" ler ise, her iki kelimede de öt-relidir.

Dârakutnî de Âişe (nanha)'dan Peygamber (sav)'ın yolculuk esnasında na­mazını kimi zaman kasr ettiğini, kimi zaman tamam kıldığını, kimi zaman oruç açıp, kimi zaman oruç tuttuğunu rivayet etmektedir. Dârakutnî der ki: Bu ha­disin isnadı sahihtir. [155]

 

8. Kasr’ın Mahiyeti ve Sünnetteki Uygulamaları:

 

"Namazı kısaltmanızda" buyruğunda yer alan “” eda­tı nasb mahallindedir.Kısaltmanızda anlamındadır. Ebu Ubeyd der kî: Kasr etmek kelimesi üç türlü kullanılır: Na­mazı kasr ettim, kısalttım.

İlim adamları kasr'ın mahiyeti ve açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir gurup ilim adamı, kaslın korku halinde olsun, sair hallerde olsun, dört rekatlik namazın iki rekat olarak kılınmasıdır. Buna gerekçe olarak da ileride geleceği üzere Ya'lâ b. Umeyye yoluyla gelen hadisi gös­terirler. Başkaları ise şöyle demektedir: Kasr etmek, iki rekatı tek rekat ola-rak kılmaktır. Yolculuk halinde iki rekat kılmak (kasr değil) namazı tamam kılmaktır. Nitekim Hz. Ömer de böyle demiştir: (Seferde kılınan iki rekat) kasr değil, tamamdır. Onun kasr edilmesi ise, tek rekat olarak kılınmasıdır,

es-Süddî der ki: Yolculuk halinde iki rekat namaz kılacak olursan bu tamdır. Kasr ise, ancak korku halinde helal olur. Buna göre bu âyet-i kerime korku halinde her bir kesimin tek bir rekat kılarak daha fazla kılmama­sını mubah kılmaktadır. îmam ise, iki rekat kılmış olur. Buna benzer bir ri­vayet, İbn Ömer, Cabir b. Abdullah ve Ka'b'dan da rivayet edilmiştir.

Ayrıca bunu, Huzeyfe, Taberistan'da uygulamıştır. Kumandan Said b. el-Âs da bu uygulamasının sebebini ona sormuştu, [156] İbn Abbas da Peygam­ber (sav)'ın Zukkared gazvesinde (ordunun ikiye bölünmüş) her bir kesimi­ne tek bir rekat kıldırdığını ve bunların sonradan (bir rekatı) kaza etmedik­lerini rivayet etmektedir [157] Cabir b. Abdullah da Peygamber (sav)'ın Muha­rip Hasafe ve Benu Sa'lebe günü, ashabına bu şekilde namaz kıldırdığını ri­vayet etmektedir. [158] Yine Ebu Hureyre, Peygamber (sav)'m Dacanan ile Us-fan arasında bu şekilde namaz kıldığını rivayet etmektedir. [159]

Derim ki: Müslim'in Sahihinde îbn Abbasdan şöyle dediği nakledilmek­tedir: Allah, namazı Peygamberiniz (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) dili İle ikâmet halinde dört rekat, yolculuk halinde iki rekat, korku halinde de tek rekat olarak farz kılmıştır. [160]

Bu rivayet, bu görüşü desteklemekte ve güçlendirmektedir. Şu kadar var-ki, Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî, el-Kabes adlı kitabında şunu nakletmektedir: İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) der ki: Bu hadis icma ile merduttur.

Derim ki: Böyle bir iddia sahih olamaz. Çünkü kendisi de, başkaları da bu konudaki görüş ayrılığını ve anlaşmazlıkları nakletmiş bulunmaktadır. O ba­kımdan iddia ettikleri icma sahih değildir. Başarı Allah'tandır.

Hanefi mezhebine mensub Ebu Bekr er-Razî (el-Cesâs) "Ahkamu'l-Kufan" adlı eserinde burada kasr'dan maksat, namazın niteliklerinde rüku ve sücu-du terk ederek îma ile kılmak, kıyamı terk ederek rükû ile yetinmektir.

Başkaları da şöyle demektedir: Bu âyeti Kerime, göğüs göğüse kılıçla çar­pışma halinde ve savaşın kızıştığı demlerde namazın sınırlan ve belli şekil­lerinde kasr etmeyi mubah kılmaktadır. Bu durumda olan kimselere başı ile îmada bulunarak namaz kılmasını ve yöneldiği yer neresi olursa olsun tek bir rekat ve hatta bir tek tekbîr dahi olsa namaz kılmasını mubah kılmakta­dır Nitekim, el-Bakara Sûresi'nde (2/239. ayet, 1-6. başlıklarda) geçmişti, Ta-beri bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Bu da yüce Allah'ın: "Artık tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı dosdoğru kûm" (en-Nisâ, 4/103) buy­ruğuna uygun düşmektedir. Yani, o takdirde namazı eksiksiz olarak, bütün hudud ve şekilleriyle eda edin, demektir.

Derim ki: Bu üç görüş de mana itibariyle birbirine yakındır ve yolcu hak­kında farz olanın namazinı kısaltmak olduğu, onun namazın ancak iki rekat olup kasr'ın söz konusu olmadığı esasına dayalıdır. Azimet hakkında ise, "ve­bal yoktur" tabiri kullanılmadığı gibi, iki rekat olarak teşri olunan şey hak­kında da o kasır'dır da denilemez Nitekim sabah namazı hakkında da bu söy­lenemez.

Şanı yüce Allah, namazı kasr etmeyi de iki şarta bağlı olarak zikretmiştir. Bu iki şartın hakkında muteber olduğu namaz ise korku namazıdır. İşte Ebu Bekr er-Razî'nin Ahkâmu'l-Kur'an adlı eserinde zikredip delil olarak ileri sür­düğü budur. Şu kadar var ki, yüce Allah'ın izniyle biraz sonra geleceği üze­re Ya'lâ b. Umeyye yoluyla rivayet edilen hadis ile onun bu görüşü red olun­muştur. [161]

 

9. Korku Halinde Namaz:

 

Yüce Allah'ın: "Korkarsanız* buyruğu, çoğunlukla rastlanılan hale bina­en ifade edilmiştir

Çünkü, yolculuk halinde müslümanlar, çoğunlukla korku ile karşı karsı­ya bulunuyorlardı. İşte bundan dolayı Ya'lâ b. Umeyye şöyle demiştir; Ömer'e: Güvenliğe kavuşmuş olduğumuz halde niye namazı hâlâ kısaltıyo­ruz? dedim, Ömer şöyle dedi: Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim ve bu hususta Rasulullah (sav)a soru sordum, şöyle buyurdu: "Bu, Allah'ın size kendisiyle tasaddukta bulunduğu bir sadakadır. Siz de onun sadakası­nı kabul ediniz." [162]

Derim ki: Şafiî'nin arkadaşları ve başkaları, Hanefüere karşı Ya'la b, Umeyye'nin bu hadisini delil göstererek şöyle demişlerdir: Ya'la'nın: "Güven­liğe kavuşmuş bulunduğumuz halde ne diye namazımızı kısaltıyoruz?" soru­su, âyet-i kerimenin mefhumunun rekatlerdeki bir kısaltma olduğuna kafi bir delildir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Ebû Hanife'nin arkadaşları buna karşılık söz edilmeye değer bir açıklama zikretmemişlerdir

Diğer taraftan korku namazında iki şart itibara alınmaz. Çünkü, yerde yol­culuk yapılmazsa ve yolculuk söz konusu olmasa dahi, kâfirler bize gelip top­raklarımızda bizimle savaşacak olurlarsa yine korku namazı caiz olur, O ba­kımdan bu açıklamaya göre, her iki şartın varlığına itibar olunmaz,

Diğer taraftan Ubeyy'in kıraatinde ise, "korkarsaniz* kaydı zikredilmeksizin "kâfirler size bir fenalık yapar diye namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" diye okumuştur.

Onun bu kıraatine göre buyruğun anlamı şöyle olur: Kâfirlerin size fe­nalık yapmasından hoşlanmadığınız için...

Hz. Osman'ın Mushaf ında ise: "Korkarsanız" kaydı sabittir. Bir topluluk ise, bu âyet-i kerimenin yolculukta düşmandan korkan kimsenin namazı kasr etmesini mubah kıldığı görüşündedir. Emin olanın ise, namazını kasr etme­si sözkonusu değildir.

Âişe {r.anhaVdan rivayet edildiğine göre o, yolculukta şöyle dermiş: Na­mazınızı tamam kılınız. Bu sefer: Rasulullah (sav) namazı kasr ederdi, deme­leri üzerine, Âişe şu cevabı vermişti: O, savaş halindeydi ve düşman tehli­kesinden korkuyordu. Öyle bir şeyden korkuyor musunuz. [163] Ata der ki: Ra­sulullah (sav)'ın ashabından Âişe ve Sa'd b, Ebi Vakkas, namazını tamam kıl­dığı gibi, sonraları Osman da namazını tamam kılmıştır. (Allah hepsinden ra­zı olsun). [164] Fakat, bu görüşler daha önce bir kısmını kaydetmiş olduğumuz bir takım gerekçelerle izah edilir.

Bir diğer topluluk da yüce Allah'ın namazı kasr etmeyi Kitabında ancak iki şarta bağlı olarak mubah kıldığı görüşündedir: Bu iki şart ise yolculuk ve kor­kudur. Korku dışındaki hallerde ise, bu mübahhk sünnet ile meşru kılınmış­tır. Böyle diyenlerden birisi de Şafiî'dir, Ve bu görüş daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Başka bir topluluk da, yüce Allah'ın: "Korkarsamz" kaydını önceki buy­ruklarla muttasıl olmadığı ve ifadenin: "Namazı" buyruğu ile bir­likte tamam, olduğu görüşündedir.

Daha sonra, yeni bir cümleye başlanarak; "Eğer kâ­firlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız..." Ey Muhammed, o tak­dirde onlara korku namazını kıldır, demektir. [165]

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz kâfirler sLdn apaçık düsmanınızdır" buyruğu, mutariza bir ifadedir Cara cümlesidir). Bunu el-Cürcânî söylemiş, el-Mehdevî ve başkaları da bunu zikretmiştir. Ancak, el-Kuşeyrî ile Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî bu görüşü reddetmektedir. el-Kuşeyri Ebû Nasr der ki: Bunu, bu şe­kilde kabul etmek, çokça zorlanmayı gerektirir. Adam -et-Cürcânî'yi kaste­diyor- ifade takdirini açıklamak ve benzeri örnekler getirmek için çokça ne­fes tüketip uzun açıklamalarda bulunsa dahi bu böyledir, İbnü'l-Arabî ise der ki: Bütün bu açıklamalara, Ömer'in de onun oğlunun da, onlarla birlikte Ya'la b. Umeyye'nin de bir ihtiyaçları yoktu.

Derim ki: el-Cürcânrnin görüşü doğrultusunda bir hadîs vârid olmuştur. Bunu Kadı Ebû Welid b. Rüşd "el-Mukaddimât"ında ve yine İbn Atiyye de Tefsir'inde zikretmişlerdir. Sözkonusu hadisi Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan riva­yet ederler. Buna göre Hz. Ali şöyle demiş: Ticaretle uğraşan bir topluluk RaResulullah (sav)'a sorarak şöyle demişlerdir: Biz, yeryüzünde yolculuk yapıyo­ruz, nasıl namaz kılalım? Bunun üzerine yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çık­tığınız zaman, namazı kısaltmanızda Özerinize bir vebal yoktur" buyru­ğunu indirdi. Sonra da ifade burada sona erdi. Bundan bir sene sonra Rasu-lullah (sav) gazaya çıktı» öğle namazım kıldı. Müşrikler: Muhammed ve ar­kadaşları sizlere arkalarını dönerek size (kendilerine) saldırma imkânını vermiş oldular. Niye onlara bir baskın düzenlemediniz? Onlardan birisi şöy­le dedi: Bunların bunun akabinde kılacakları bir namazları daha vardır. Bu­nun üzerine yüce Allah, iki namaz vakti arasında: "Eğer kâfirlerin »ize bir fenalık yapmasından korkarsanız" buyruğunu korku, namazı ile ilgili buy­rukların sonuna kadar indirdi.[166]

Eğer bu haber sahih ise, bununla beraber kimsenin söyleyecek bir sözü kalmaz ve korku hali dışında da namazı kasr etmeyenin delilinin Kur'ân-ı Ke­rimde de bulunduğunu ifade eder.

İbn Abbas'tan da buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. O, der ki: Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda üze­rinize bir vebal yoktur" buyruğu, yolculukta namaz kılma hakkında nazil olmuştur. Daha sonra ise: "Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından kor-korsanız" buyruğu ise, korku hali hakkında ve ondan bir sene sonra nazil olmuştur. Buna göre, âyet-i kerime, iki meseleyi ve iki hükmü birlikte ihti­va etmektedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" buyruğu ile yolculuk ha­li kastedilmektedir ve burada ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra ise, bir diğer farzı sözkonusu etmeye başlamakta ve bunun şartını öne almaktadır. İfadenin takdiri ise şöyle olur: Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsaruz ve sen de onlar arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın­da... Bu buyrukta ise "vav" harfi fazladan gelmiştir. Bu şartın cevabı ise, "Bir kısmı seninle birlikte namaza dursun" buyruğudur.

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz kafirler sizin apaçık düşmamnızdır* buyruğu ise bir ara cümlesidir.

Bir gurup ise, korku halinin sözkonusu edilmesinin sünnet ile nesh olun­duğu görüşündedir. Bu ise, Hz. Ömer yoluyla gelen bir hadiste zikredilmek­tedir, günkü o, Peygamber (savj'ın kendisine şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bu, Allah'ın size sadaka olarak bağışladığı bir sadakadır Siz de onun sadakasını kabul ediniz."

en-Nehhas der ki: Peygamber (sav)'ın namazı kısaltmasını korku hali dı­şında kabul edip bu haldeki fiilinin âyeti nesli eden bir uygulama olarak de­ğerlendiren yanlışlık yapar. Çünkü, âyeti kerimede güvenlik halinde nama­zı kasr etmeyi men eden bir ifade yoktur. Âyet-i kerimede olan, sadece kor­ku halinde namazı kasr etmenin mubah olduğundan ibarettir. [167]

 

10. Düşman Kâfirlerin Fitneye Düşürmesi ve Arap Dilinde Fitne Kelimesinin Kullanılışı:

 

Yüce Allah'ın: "Kafirlerin size bir fenalık yapmasın­dan..." buyruğu ile ilgili olarak, el-Ferra şöyle demektedir: Hicazlılar; "Adamı fitneye düşürdüm (ona fenalık yaptım)", derler.

Rabia, Kays ve Esedlilerle bütün Necid halkı ise şeklinde kul­lanırlar. el-Halil ve Sibeveyh ise, bu iki kullamş arasında fark gözeterek şöy­le derler: Birincisi, onda bir fitne bıraktım (yani, bizatihi onun bünyesinde ona kötülük yaptım, anlamındadır.)

İkincisi ise, onu fitneye düşmüş halde bıraktım, demektir. el-Esmaî ise, ikin­ci kullanılışın bilinmediğini iddia etmektedir.

"Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır" buyruğun "düşmanınız", düşmanlannızdırlar, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [168]

 

102. Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında, on­ların bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğerleri arkanızda bu­lunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer bir kısım gelsin, senin­le beraber namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını alsınlar. Kafirler, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan keşke gafil olsanız da size ansızın bir basken yapsalar, diye ar­zu ederler. Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir yahut has­ta bulunursanız, silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakın­ca yoktur. Ama son derece tedbirli bulunun. Şüphesiz Allah, kâ­firlere küçültücü bir azap hazırlamıştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyet-i Kerimenin Nüzulü:

 

Yüce Allah'ın: "Sen de aralarında bulumıpda onlara namaz kıldırdığın­da..." buyruğu ile ilgili olarak, Dârakutnî, Ebû Ayyaş ez-Zuraki'den şöyle de­diğini rivayet etmektedir; Rasulullalı (sav) İle Usfan'da bulunuyorduk. Müş­rikler başlarında Halid b. el-Velid olduğu halde karşımıza çıktılar. Müşrikler bizimle kıble arasında bulunuyorlardı. Peygamber (sav) bizlere öğle nama­zını kıldırdı. Şöyle dediler: Bunlar öyle bir halde bulunuyorlardı ki, keşke on­ların bu gafil anlarını değerlendirebilseydik. (Ebû Ayyaş) dedi ki: Sonra şöyle dediler: Şimdi de üzerlerine çocuklarından ve canlarından daha çok sev­dikleri bir namaz vakti gelecektir. Bunun üzerine Cebrail (a.s) öğle ile ilkin­di arasında şu: "Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığın­da..." âyetini indirdi. Ve hadisin geri kalan kısmım zikretti. [169]

İleride yüce Allah'ın izniyle tamamı gelecektir.

İşte bu Halid (r.a)'ın da İslâm'a girişinin sebebi olmuştu. Bu âyet-i kerime daha önce sözü edilen cihad ile de böylelikle ilişkili olmaktadır. Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz de, namazın ne yolculuk mazeretiyle, ne cihad mazeretiyle, ne de düşmanla savaşmak mazeretiyle sakıt olmayacağını beyan etmektedir. Ama el-Bakara Sûresi'nde (2/209. âyetin tefsirinde) geçtiği üze­re ve-bu sûrede ilim adamlarının konu ile ilgili açıklanan Farktı görüşlerin­de belirtildiği şekilde- bu hususlarda bir takım ruhsatlar vardır.

Bu âyet-i kerime, Peygamber (sav)'a bir hitaptır. Bu hitap, ondan sonra da kıyamet gününe kadar gelecek bütün müslüman emir ve kumandanları kap­samına almaktadır. Yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103.) buyruğu da böyledir. Bütün tlim adamlarının görüşü budur.

Ancak Ebû Yusuf ile İsmail b. Umeyye, istisna olarak şöyle demişlerdir: Peygamber (sav)'dan sonra biz korku namazı kilamayız. Çünkü hitap, yü­ce Allah'ın: "Sen de aralarında bulunup* buyruğu dolayısı ile ona has bir hitaptı. Bizzat kendisi aralarında bulunmadığı takdirde, onların böyle bir na­maz kılma haklan yoktur. Çünkü Peygamber (sav), bu hususta başkası gibi değildir. Bütün müslü manlar, onun kendilerine imam olmasını ve arkasında namaz kılmayı arzu ediyordu. Ondan sonra fazilet babında onun yerini tu­tabilecek hiçbir kimse olamaz. Ondan sonra İnsanların halleri ise birbirine yakın veya birbirine eşittir. Bundan dolayı imam, önce bir kesime namaz kıl­dırır, daha sonra da diğer kesime namaz kıldıracak birisini tayin eder. Her iki kesimin aynı imam arkasında namaz kılmaları ise olmaz.

Cumhur ise şöyle demektedir: Bizler, bîrden çok âyet ve birden çok ha-dis-i şerifte ona tabi olmakla, onu örnek edinmekle emrolunmuşuz. O bakım­dan yüce Allah: "Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnetin gelip çatmasından sakınsınlar..." (et-Tevbe, 24/63) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) de: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz sîz de öyle­ce namaz kılınız"[170] diye buyurmuştur. O baktmdan herhangi bir hükmün Hz. Peygambere has olduğuna dair açık bir delil bulunmadıkça, kayıtsız ve şart­sız (muüak, olarak.) ona tabi olmak icabeder.

Şayet sözünü ettikleri gerekçeler Hz. Peygamberin bu konudaki hususiye­tine delil olsaydı, o takdirde bütün hitapların yönelik olduğu kimselere hasredilmeleri gerekirdi. O takdirde de şeriatın, ona muhatap alınan kimse­ye münhasır kalması gerekirdi.

Diğer taraftan ashab-ı kiram (Allah hepsinden razı olsun) bu namaz hu­susunda Hz. Peygamberin hususiliği vehmini bir kenara atmışlar ve bunun Peygamber (sav) dışında kimseler hakkında da geçerli olduğunu ortaya koymuşlardır. Onlar, söylenen sözü daha iyi bilir, durumu daha iyi değerlen­diren kimselerdi.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En'am, 6/68) Bu görüldüğü gibi Hz. Peygambere yönelik bir hitaptır. Ümmeti de bu hitabın kapsamına girmektedir, Bunun benzeri pek çoktur. Yine yüce Allah: "Onla­rın mallarından bir sadaka al" (et-Tevbe, 9/103) diye buyurmaktadır. Bu İse yalnızca bu emrin ona münhasır olmasını gerektirmez. Ondan sonra gelen­ler de hiç şüphesiz bu hususta onun makamındadırlar.

İşte yüce Allah'ın: "Sen de aralarında bulunup da..." buyruğu da böyle­dir. Nitekim Ebû Bekir es-Sıddik, ashabdan bir topluluk ile birlikte (Allah on­lardan razı olsun) sizin korku namazına dair yaptığınız bu te'vjJe benzer tevili zekât hakkında yapanlara karşı savaşmışlardır.

Ebû Ömer der ki: Peygamber (sav) ile ondan sonra gelen halifelerin ze­kâtı almaları bakımından birbirlerine eşit olmaları İle, Peygamber (sav)'m ar­kasında namaz kılanın namazı ile ondan başkasının arkasında namaz kılanın namazı arasındaki benzerlik gibi bir benzerlik yoktur. Çünkü zekâtın fayda­sı yoksullara ulaştırılmasıdır Ve zekâtta arkasında namaz kılanın fazileti gi­bi, kendisine zekât verilenin bir fazileti sözkonusu değildir. [171]

 

2. Korku (Havf) Namazının Kılınış Keyfiyeti, Bu Konudaki Farklı Rivayetler ve Görüşler:

 

Yüce Allah'ın: "Onların bir kısmı seninle birlikte namaza dursun11 ya­ni, onlardan bir topluluk (cemaat) namazda seninle beraber namaza dursun, "ve" Seninle beraber namaz kılacak olanlar silahlarını da alsınlar. Burada "si­lahlarını da alsınlar" buyruğunda kast edilenlerin -ileride açıklanacağı üzere- düşmanın karşısında bulunanlar olduğu da söylenmiştir.

Yüce Allah, bu âyet-i kerimede her bir kesim için yalnızca bir rekat namaz­dan sözetmektedir. Fakat, hadis-i şeriflerde -ileride geleceği üzere- buna bir rekat daha kattıktan rivayet edilmiştir.

Yüce Allah'ın "(j^tû): Namaiadursun" buyruğu üe "Bulunsun­lar" buyruğunda esrenin (lam) harfinden hazf edilmesi, ağırlığı dolayısıyla-dır el-Ahfeş, el-Ferra ve el-Kİsaî, "emir lânTı, "key lâm"ı, "cuhûd lânTının fethalı okunduğunu nakletmektedir. Sibeveyh ise, gerektirici bir sebep ha­linde bunun böyle okunmasını kabul etmez. İşte, cer edatı olan "lâm" ile "te'kid Iâm"i arasındaki fark da budur.

Buradaki emirden maksat ikiye bölünmeleridir. Yani (bir kısmı arkasında namaz kılarken) diğerleri düşmanın hamle yapması ihtimaline karşılık ted­bir olmak üzere düşmana karşı düşmanla yüzyüze duracaklardır.

Korku namazının şekli ile Ugili rivayetler farklı farklıdır. Bu rivayetlerin fark­lılığı dolayısıyla ilim adamları da farklı şekiller tarif etmişlerdir. İbnü'1-Kas-sâr'ın naklettiğine göre, Peygamber (sav) korku namazını on yerde kılmış­tır, İbnü'l-Arabî ise der ki; Peygamber (savVdan korku namazını yirmi dört defa kıldığı rivayet edilmiştir. Hadis ehlinin imamı, hadis naklindeki illetle­ri bilmekte önde bir kimse olan îmam Alımed b. Hanbel ise şöyle der: Kor­ku namazı hakkında sabit olmayan bir hadis rivayet edildiğini bilmiyorum. Bütün bu hadislerin hepsi sahih ve sabittir. O bakımdan namaz kılan bir kim­se hangi hadise binaen korku namazını kılacak olursa, yüce Allah'ın izniy­le bu onun için yeterli olur.[172] Ebû Cafer et-Taberî de böyle demiştir.

Malik ve -Eşheb dışındaki- diğer arkadaşları ise, korku namazı hususunda Sehl b. Ebi Hasme'nin hadisindekİ şekle meyletmişlerdir. Bu da Malikin Muvatta'ında, Yahya b. Said'den, o, el-Kasım b. Muhammed'den, o, Salih b. Havvât el-Ensarî yoluyla rivayet ettiğine göre, Sehl b. Hasme kendisine (Sa­lih'e) anlattığına göre, korku namazı şöyle kılının İmam, beraberinde arka­daşlarından bir kesim alır, diğer bir kesim ise düşmana karşı durur, imam be­raberindekilerle birlikte bir rekatin rükûunu yapar ve secdeye vanr, sonra aya­ğa kalkar. Ayağa kalkıp doğrulduktan sonra olduğu gibi yerinde durur. (Be­raberindekiler) kendi kendilerine kalan rekatı bitirirler ve çekip giderler, İmam ise ayakta kalmaya devam eder. Onunla beraber kılanlar düşmana karşı yer alırlar Daha sonra namaz kılmamış diğerleri gelip İmamın arkasında tekbir alırlar. O da onlarla rüküa ve secdeye varır, sonra selam verir. Ona gelip uyan­lar ise, kalkarlar ve kendi başlarına kalan rekatı kılarlar, sonra da selam ve­rirler. [173]

Malik'in arkadaşı İbnü'l-Kasım der ki: Malik'e göre uygulama, el-Kasım b. Muhammed'in Salih b. Havvat'dan rivayet ettiği hadise göredir. Îbnül-Kasım der ki: Önceleri Yezid b. Rûmân yoluyla gelen hadisi gereğince amel ediyor idiyse de daha sonra buna dönmüştür.

Ebû Ömer[174] der ki: el-Kasım'ın rivayet ettiği hadisde, Yezid b. Rûmân'ın rivayet ettiği hadis de, Salih b. Havvab'dan gelmektedir. Şu kadar varki ara­larında selam hususunda bir Farklılık vardır. el-Kasım yoluyla gelen hadise göre imam, ikinci kesim ile selam verip sonra bunlar kalkarlar, kendi ken­dilerine bir rekatın kazasını yaparlar. Yezid b. Rûmân hadisinde imam, ikin­ci kesimin de rekatini bitirmesini bekler ve onlarla birlikte selam verir de­nilmektedir. Şafiî de böyle demiştir ve bu görüşü benimsemiştir.

Şafiî der ki: Yezid b. Rümân Salih b. Havvab'dan rivayet ettiği bu hadis, yüce Allah'ın Kitabında korku namazına dair buyrukların zahirine en yakın olanıdır ve ben buna göre görüşümü belirtiyorum.

Malik'in, el-Kasım yoluyla gelen hadisi tercih etmekteki delillerinden bi­risi de, diğer namazlara korku namazını kıyas etmesidir. Diğer namazlarda imamın, namazın herhangi bir bölümünde kendisinden öne geçtiği herhan­gi bir kimseyi bekleme yetkisi yoktur. İttifak ile kabul olunan sünnet ise, ima­ma uyanların, imamın selam vermesinden sonra yetişemediklerini kaza et-meleridir.'Ebû Sevr'in bu husustaki görüşü de Malik'in görüşü gibidir. Ahmed ise, Şafiî'nin tercihe değer kabul ettiği görüş gibi görüşünü ifade ediyordu. Bununla birlikte korku namazına dair rivayet edilen şekillerden herhangi birisıni uygulayanı da ayıplamazdı. Mâlik'in arkadaşlarından Eşheb de İbn Ömer'in hadisini kabule meyletmektedir.

İbn Ömer dedi ki: Rasulullah (sav) korku namazını, iki kesimden birisi ile bir rekat kıldırmak suretiyle kıldı. Diğer kesim ise düşmana karşı idi. Daha sonra bir rekat kılanlar yerlerinden ayrılıp, diğer arkadaşlarının yerinde düşmana karşı durdular. Öbürleri geldikten sonra Peygamber (sav) onlara bir rekat kıldırdıktan sonra selam verdi. Daha sonra bu kesim de öbür kesim de birer rekati kaza etti. îbn Ömer der ki: Şayet bundan daha Ueri derecede bir korku olursa, binek sırtında veya ayakta olduğu halde îmada bulunarak na­mazlarını kılar. [175] Bu hadisi de Bu hân, Müslim, Malik ve başkaları rivayet et­mişlerdir.

Evzaî, bu şekildeki korku namazım kabule şayan görmüştür, Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in beğendiği şekil de budur. Ebû Ömer der kî: Çünkü rivayetler arasında senedi en sahih olanları budur. Ayrıca Du Medinelilerin nakli ile va-rid olmuştur, onların nakli ise kendilerine muhalefet edenlere karşı bir de­lildir. Diğer taraftan konu ile ilgili asli delillere daha çok benzemektedir. Zi­ra, birinci ve ikinci kesim, ikinci rekatlerini ancak Peygamber (sav)'ın namaz­dan çıkışından sonra kaza etmektedirler. Diğer namazlarda ittifakla kabul edi­len ve rivayet olunan sünnetinden bilinen şekil de budur.

Kulelilere, yani Ebû Hanife ve -Kadı Ebû Yusuf, Yakup müstesna- arkadaş­larına gelince, bunlar Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisi kabule de­ğer görmüşlerdir.

Bu hadisi îse Ebû Davud ve Dârakutnî rivayet etmiştir. îbn Mes'ud dedi-ki: Rasulullah (sav) korku namazı kıldırdı. Beraberindekiler iki saf halinde ayakta durdular. SaİTın birisi Peygamber (sav)İn arkasında, diğeri İse düşma­na yüzü dönük vaziyette durdu. Peygamber (sav) (arkasındakilerle birlikte) bir rekat kıldı. Daha sonra diğerleri gelip onların yerlerini aldılar. Ötekileri ise düşmana döndü. Rasulullah (sav) bunlara da bir rekat namaz kıldırdık­tan sonra selam verdi. Bu sefer kendi kendilerine bir rekat kıldıktan sonra bunlar da selam verdiler. Sonra ilk yerlerine gittiler ve diğerlerinin (ilk reka­tı kılan saf fin) yerine yüzleri düşmana dönük olarak durdular. İlk saf da ön­ceki durduktan yere geri döndüler, kendi kendilerine bir rekat namaz kıldık­tan sonra selam verdiler. [176] Bu şekil ve nitelikleriyle korku namazı İbn Ömer hadisinde sözü geçen namazın kendisidir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır. İbn Ömer'in hadisinde, diğerlerinin kaza ettikleri bir rekât görüldüğü kadarıyla aynı halde (Yani, eski yerlerine gelmeksizin kaza etmişlerdir). Ve imam da tek başına bekçi gibi durur. Burada ise, tarafların birer rekat ka­za etmeleri önceki namazları şeklinde ayrı ayrı olmuştur.

Kimisi de İbn Ömer'in rivayet ettiği hadisi, İbn Mes'üd'un rivayetinde be­lirtilenlere göre açıklamış ve yorumlamıştır. îbn Mes'üd'un hadisinde belir­tilen şekli kabul edenler arasında -kendisinden gelmiş üç rivayetten birisi­ne göre- es-Sevri İle Ebû'l-Hasan el-Lahnıî'nin kendisinden yaptığı rivayete göre Eşheb b. Abdülazİz de vardır. es-Sevrî'nin bu görüşünü, Ebû Ömer» İbn Yunus ve İbn Habib nakletmişjerdir.

Ebû Davud da, Huzeyfe, Ebû Hureyre ve İbn Ömer yoluyla, Hz. Peygam­berin her bir kesime birer rekat kıldırdığı ve ikinci rekati kaza etmedikleri­ni rivayet etmiştir. [177] Bu, İbn Abbas'ın "korku namazı İse bir rekattır" şek­lindeki hadisinin muktezasıdır. İshak'ın da görüşü budur. el-Bakara Sûresi'n-de (2/239 âyetin tefsirinde) buna işaret edilmiştir. "Hiç şüphesiz namaz, İh­tiyat ile yerine getirilmesi gereken amellerin en önemlisidir. İbn Abbas'm ha­disi ise, delil olmaya elverişli değildir. Huzeyfe ve diğerlerinin hadislerinde belirtilen "ve ikinci rekati kaza etmediler" ifadesi, bunu rivayet edenin bil­gisini yansıtmaktadır. Zira, onların bizzat bu namazda bir rekat kaza ettikle­ri rivayeti de gelmiştir. Bu gibi durumlarda rivayetinde bir fazlalık buluna­nın şahidliği ise önce gelir.

Diğer taraftan "kaza etmediklerinden" kastın güven buldukları sırada ka­za etmemeleri de olabilir. Böyle bir açıklamanın faydası da şudur: Korku ha­linde bulunan bir kimse, korkunun geçip güvenliğe kavuştuktan sonra o va­ziyette, yani korku halinde iken kıldığı namazları kaza etmez, Bütün bu açık­lamaları Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) yapmıştır.

Müslim'in Sahİh'İnde Cabir (b. Abdullah>'dan rivyet edildiğine göre, Hz. Peygamber önce bir kesime iki rekat kıldırdı, sonra bunlar geri çekildiler Son­ra ikinci kesime de iki rekat kıldırdı. (Cabir) devamla dedi ki: Bu durumda Rasulullah (sav) dört rekat, diğerlerinin kıldiklan ise iki rekat oldu, [178] Bu­nu, Ebû Davud ve Dârakutnî de el-Hasen b, Ebi Bekre'den rivayet etmişler­dir. Aynca burada Hz. Peygamberin her iki rekatte selam verdiğini de zikret­mektedirler. [179]

Yine Dârakutnî bu hadisi, el-Hasen'den, o, Cabir'den diye rivayet etmiş ve Rasulullah (sav)'ın birinci kesime İki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiği­ni, sonra diğer kesime de iki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiğini belirt­mektedir. [180]

Ebû Dâvud dedi ki: el-Hasen de bu şekilde fetva verirdi. [181]

Bu görüş Şafiî'den de rivayet edilmiştir. Namazda imamın niyeti ile ona uya­nın niyetinin farklı olmasını caiz kabul edenler de bunu delil gösterirler. Şa­fiî', Evzaî, İbn Uleyye, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud ez-Zahirînİn de görüşü budur, Onlar bunu, Hz. Cabir yoluyla rivayet edilen hadisle de desteklerler. Buna göre Mua2, Peygamber (sav) ile beraber yatsı namazını kılar, sonra da gider kendi kavmine aynı şekilde yatsı namazını kıldırırdı. [182]

Tahavî der ki: Bu, İslâmın ilk dönemlerinde böyle îdi. Çünkü o sırada farz bir namazın iki defa kılınması caizdi. Daha sonra bu nesh olundu. [183] Doğ­rusunu en iyi bilen Allahtır,

İşte korku namazına dair ilim adamlarının görüşleri bunlardır. [184]

 

3. Hz. Peygamberin Kıldığı Korku Namazları:

 

Kur'am Kerimde sözü geçen bu namaza, müslümanların sırtlan kıbleye dö­nük, düşmanın ise yüzlerinin kıbleye dönük olduğu hallerde ihtiyaç duyu­lur. Böyle bir durum, Zâtürrikâ gazvesinde olmuştu. Usfan île bir başka yer­de İse, müslümanlann yüzü kıbleye dönüktü. Halid b. el-Velid olayında nüzul sebebi olarak belirttiğimiz husus ise, müslümanların iki kesime ayrıl­malarına uygun düşmektedir. Çünkü, ilgili hadiste, yüce Allah'ın: "Onlara na­maz kıldırdığında* buyruğundan sonra {ravi Ayyaş ez-Zuraki) şöyle demek­tedir: Namaz vakti gelince Peygamber (sav) beraberinde kilere silahlarını al­malarını emretti ve bizi arkasında İki saf halinde dizdi. Sonra Hz, Peygam­ber rükua vardı, hep birlikte rükua vardık. Sonra rüku'dan başım kaldırdı, hep birlikte kalktık. Sonra Peygamber (sav) hemen arkasındaki saf ile birlikte sec­deye vardı. Diğerleri ise ayakta durup onlan bekledi. Secde edip kalkmala­rından sonra bu sefer diğerleri oturdu ve oldukları yerde secdeye vardılar. Daha sonra Öndekiler arkadakilerin saffına, arkadakiler de öndekilerin saf-fına geçtiler. Sonra Hz. Peygamber rükûa vardı, hep birlikte rükua vardılar. Sonra Hz, Peygamber başını rüku'dan kaldırdı, hep birlikte de rüku'dan kalk­tılar. Sonra Peygamber (sav) hemen arkasındaki saf ile birlikte secdeye var­dı. Diğerleri ise ayakta durup onları korudular. Ön saftakiler (teşehhüde) otu­runca, diğerleri secdeye vardılar, sonra da Hz. Peygamber selam verdi. (Ay­yaş ez-Züraki) dedi ki: Rasulullah (sav) bu namazı bu şekliyle iki defa kıl­dırdı. Bir seferinde Usfan'da, bir defa da Süleymoğulları topraklarında. [185]

Bu hadisi, ayrıca Ebû Dâvûd Ebû Ayyaş ez-Zürakî yoluyla rivayet ettikten sonra şöyle demektedir: Aynı zamanda bu, es-Sevi’nin de görüşüdür, [186]en ihtiyatlıları da budur.

Bunu, Ebû İsa et-Tirmizî de Ebû Hureyre yoluyla rivayet etmiştir. Buna gö­re Rasulullah (sav) Dacanân ile Usfân arasında karargâh kurdu... Bu hadis­te belirtildiğine göre, Peygamber (sav), ashabı kiramı iki guruba ayırmış, on­lardan her birisi ile bir rekât kılmıştır. Böylelikle her bir gurup birer rekât kıl­mış olduğu halde Peygamber (sav) iki rekât kılmış oldu.

Tirmizî der ki: Bu hadis, (bu rivayet şekliyle) hasen, sahih, garip bir ha­distir. Bu hususta Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sabit, İbn Abbas, Cabİr, Ebû Ayya§ ez-Zürakî -ki, asıl adı Zeyd b. es-Samit'tir- İbn Ömer, Huzeyfe, Ebû Bekr (Tirmizî de: Ebû Bekre) ve Sehl b. Ebi Hasme'den de rivayetler gelmiştir. [187]

Derim ki: Bu rivyetler arasında herhangi bir tearuz sözkonusu değildir. Çün­kü, Ebû Ayyaş hadisinde belirtildiği gibi, Hz. Peygamberin onlarla hep bir­likte bir namaz kıldığı (kıldırdığı) muhtemel olduğu*gibi, Ebû Hureyre'nin ha­disinde belirtildiği gibi, bir başka defasında ayrı ayrı onlarla (birer rekat) kıl-mış olması da muhtemeldir. O takdirde bu hadisde korku namazı bir rekat­tır diyenlerin lehine delil vardır, demek olur.

el-Hattabî der ki: Korku namazı birkaç çeşittir. Peygamber (sav) bu nama­zı değişik zamanlarda ve farklı şekillerde kılmıştır. Kıldığı bütün bu namaz­larda, namaz için daha ihtiyatlı ve gerekli korunma tedbirlerinde daha ileri derecede olanı araştırır ve ona göre namazını kılardı, [188]

 

4. Akşam Namazının Korku Halinde Kılınış Keyfiyeti:

 

İlim adamları akşam namazının korku halinde kılınış keyfiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Dârakutnî, el-Hasen'denf o, Ebû Bekreden rivayet ettiğine göre Peygam­ber (sav) beraberindekilerle akşam namazını üç rekat kıldıktan sonra onlar ayrılıp gittiler. Daha sonra diğerleri geldi> onlarla birlikte de üç rekat namaz küdi. Böylelikle Peygamber (sav) altı rekat, diğerleri de üçer rekat kılmış ol­dular. [189] el-Hasen de böyle demiştir.

Ancak akşam namazı hususunda cumhurun görüşü bundan farklıdır. O da şu şekilde olur: Birinci kesime iki rekat kıldırır. İkinci kesime de tek rekat kıldırır. Ve konu ile ilgili görüş ayrılıkları esasına göre kalan rekatlerini ka­za ederler. Bu kaza, imamın seîam vermesinden önce midir, sonra mıdır hususundaki İhtilafa göre bu kaza şekli değişir Malik ve Ebû Hanife'nin görü­şü budur. Çünkü, namazın şeklini bu daha bir koruyucu özelliktedir.

Şafiî İse der ki: Birinci kesime tek rekat kıldırır, çünkü Ali (r.a) el-Herir ge­cesinde CSıfRn gecelerinden birisinin adıdır), bu şekilde kılmıştır. Doğrusu­nu en iyi bilen Allahtır. [190]

 

5. Göğüs Göğüse Çarpışma Halinde Namazın Vaktinin Çıkacağından da Korkulursa, Korku Namazının Kılınış Keyfiyeti:

 

Orduların biribirlerine girip, savaşın kızıştığı ve vaktin de çıkacağından kor­kulduğu takdirde, korku namazının nasıl kılınacağı hususunda ilim adamla­rının farklı görüşleri vardır. Malik, es-Sevrî, Evzaî, Şafiî ve genel olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Nasıl mümkün olursa öylece namazını kılar. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: Şayet korku bundan daha ileri derecede olur­sa, binek sırtında, yahut ayakta İken îmada bulunarak namazını kılar.[191]

Muvatta'da da şöyle denilmektedir: İster kıbleye dönmüş olsun, ister dön-memiş olsun. [192] el-Bakara Sûresi'nde {2/239. âyetin tefsirinde), ed-Dahhâk ile Ishak'm görüşleri de geçmiş bulunmaktadır. el-Evzaî de der ki: Eğer za­fer yakınlaşır ve namaz kılmaya imkânları olmazsa, herkes kendi başına îma ile namazını kılarlar. Şayet îma ile de kılacak gücü bulamayacak olurlarsa, çar­pışmaların dineceği ve güven altında olacakları bir vakte kadar namazları­nı tehir ederler. Ve o vakit de iki rekat olarak namazlarını kılarlar. İki rekat kılacak gücü bulamayacak olurlarsa, bu sefer bir rükû ile iki secde yaparlar. (Yani tek rekat kılarlar). Eğer buna da güç yetiremiyecek olurlarsa yalnızca tekbir getirmeleri yeterli olur ve namazlarını güven duyacakları vakte kadar tehir ederler. Mekhul de böyle demiştir. [193]

Derim ki: el-Kiyâ et-Taberî bunu, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde Ebû Ha-nife ve arkadaşlarından da nakletmektedir, el-Kiyâ der ki: Şayet korku bun­dan daha ileri derecede olur, ordular birbirlerine girmiş oldukları halde Çarpışmalar devam ediyorsa, müslümanlar kıbleye ister yüzlerini İster arka­larını dönmüş olsunlar, mümkün olduğu şekilde namazlarını kılarlar.

Ebû Hanife ve üç arkadaşı da bu durumda namazlarını kılmayacaklarını ve farzı tehir edeceklerini ittifakla belirtirler. Şayet namaz esnasında çarpı­şacak olurlarsa namaz bozulur, derler. Şafiî'den de, mızrağını dürtmeyi, kı­lıcını vurmayı peşpeşe yapacak olursa, namazının fasid olacağını söylediği na ki edilmiştir.

Derim ki: İşte bu görüş, Enes'in şu sözünün sıhhatine delâlet etmektedir: Tüster kalesine tan yerinin aydınlandığı sırada yapılan hücumda hazır bulun­muştum. Çarpışmalar oldukça alevlendi- Sabah namazını ancak güneşin yükselmesinden sonra kılma imkânını bulduk. Biz de Ebû Musa ile birlikte olduğumuz halde sabah namazını kıldık ve bizim için fetih müyesser oldu. Enes der ki: O namaz karşılığında dünya ve dünyadaki herşeyi elde etmek bile beni memnun etmezdi. Bunu, Buhârî nakletmektedir. [194]

Ebû'l-Hucce namryla maruf hocamız, üstad Ebû Cafer Ahmed b. Muham-med b. Muhammed el-Kaysî el-Kurtubî de bu görüştedir. Görüldüğü kada­rıyla Buhari'nin tercihi de budur. Çünkü of bunun akabinde hemen Cabir (b. Abdullah) yoluyla gelen hadisi zikretmektedir. Der ki: Ömer, Hendek günü Kvıreyş kâfirlerine sövmeye ve şöyle demeye koyuldu: Ey Allah'ın Rasulü, ikindi namazını ancak güneş batmaya yüz tuttuğu vakit kılabildim. Peygam­ber (sav) buyurdu ki; "Ben de Allah'a andolsun ki, kılamadım" Sonra, Hz. Peygamber Buthânâ indi, abdest aldı ve ikindi namazını güneşin batımından sonra kıldı, sonra da arkasından akşam namazını kıldı.[195]

 

6- Takib Eden ve Edilenin Namazı:

 

İlim adamları, takib eden ve edilenin nastl namaz kılacağı hususunda fark­lı görüşlere sahiptirler. Mâlik ile arkadaşlarından bir topluluğa göre; her iki­sinin de kılacağı namaz aynıdır. Her birisi, bineği üzerinde namazım kılar.

Evzaî, Şafiî ve hadisçilerin fukahası ile İbn Abdilhakem şöyle derler: Baş­kasını takib eden kişi, namazını ancak yerde kılabilir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü takib bir tatavvudur. Farz namazın ise, mümkün olduğu tak­dirde yerde kılınması farzdır. Aşırı derecede korkan kimse dışında binek sır­tında namazım kılmaz. Başkasını takip etmek durumunda olan ise böyle de­ğildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [196]

 

7- Düşman Göründü Zannederek, Korku Namazı Kıldıktan Sonra Görünenin Düşman Olmadığının Anlaşılması:

 

İlim adamları aynı şekilde askerler bir karartı görüp onu düşman zanne­derek korku namazı kılacak olup sonra da o gördükleri karaltının birşey ol­madığını anlayacak olurlarsa, bu hususta bizim (Mâliki mezhebinin) ilim adamlarının iki rivayeti vardır.

Birinci rivayete göre namazlarını iade ederler, Ebû Hanife de bu görüşte­dir. İkinci rivayete göre ise namazlarım iade etmezler. Şafiî'nin konu ile il­gili iki görüşünden daha kuvvetli olanı da budur.

Birinci görüşün izahı şöyle yapılır: Asker sonradan yanıldıklarını anlamıştır.

O bakımdan hakimin hüküm vermesi halinde olduğu gibi doğru olana rücu etmiş olurlar. İkinci görüşün açıklaması da şöyledir: Bunlar içtihatlarına gö­re amel etmişlerdir. O bakımdan tıpkı ictilıad edip kıbleyi tesbit ettikten son­ra yanıldıklarını anlamaları halinde oluduğu gibi caizdir. Bu görüş daha uy­gundur. Çünkü onlar emrolunduklannı yapmışlardır. Vakit içerisinde namaz­larım iade ederler, vakit çıktıktan sonra iade etmelerine gerek yoktur, da de­nilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [197]

 

8. Korku Namazı Esnasında Gerekli Tedbirleri Elden Bırakmamak:

 

Yüce Allah: "Silahlarını da alsınlar" diye buyurduğu gibi: "Hem tedbir­li bulunsunlar hem de silahlarını atsınlar11 diye buyurmaktadır. İşte bu, düş manın emeline nail olmaması, istediği fırsatı elde edememesi için gerekli ted­birleri ve silahı almaya yönelik bir tavsiye (emir) dir. Silah, kişinin savaş es­nasında kendisiyle kendisini savunduğu şeydir, Antere der ki:

"Cad'a, Beni Ebân'ın Ca'dına kuşandırdım Daha önce çıplakken ve rüavayken silahımı."

Demek istiyor ki, önceleri silahsız iken, kendisini koruması için ona sila­hımı ariyet olarak verdim.

İbn Abbâs der ki: "Silahlarını da alsınlar" buyruğu, düşmana dönük olan kesim silahlarını alsınlar, demektir. Çünkü namaz kılan kesim savaşmaz.

Başkaları ise, burada silahlarını almalarını istenenlerin namaz kılan kesim olduğunu söylemişlerdir. Yani, önce namaz kılanlar silahlarını alsınlar, de­mektir. Bunu ez-Zeccâc nakletmektedir. Der ki: Namazda bulunan kesime, namaz esnasında silah taşıma emrinin verilmiş olması muhtemeldir. Yani, on­lardan bir kesim seninle birlikte namaz kılsın ve bunlar silahlarını beraber­lerine alsınlar. Çünkü böylesi düşmanı daha bir korkutucudur.

en-Nehhas der ki: Bunun her iki kesim hakkında olması da mümkündür. Çünkü böylesi düşmanları daha da korkutur. Bununla birlikte bu emrin özel olarak yüzleri düşmana dönük olan kesim hakkında olması da muhte­meldir.-

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: İlim adamlarının çoğunluğu, namaz kı­lanın korku namazı kıldığı takdirde silahım almasını müstehab görmüşlerdir. Yüce Allah'ın: 'Silahlarım da alsınlar" buyruğundaki emrin mendupluk ifa­de ettiğini kabul ederler. Çünkü bu öyle bir şeydir ki, eğer korku olmasay­dı, silahı almak vacib olmazdı. O halde, bu silahı alma emri mendupluk ifa­de etmektedir. Zahir ehli (Zahiri mezhebi alimleri) ise şöyle demişlerdir: Korku namazı halinde silahı almak, yüce Allah'ın bu husustaki emri dolayısıy­la vadbdir. Yağmurdan dolayı rahatsız olmak durumunda olanlar bundan müs­tesnadır. Şayet böyîe bir şey sözkonusu olursa, namaz kılanın silahını bırak­ması caiz olur,

Îbnü'l-Arabî der ki: Namaz kıldıkları takdirde, korku esnasında silahları­nı beraber alırlar. Şafiî de böyle demiştir, Kur'ân'ın nassı da bu şekildedir. Ebû Hanil'e ise şöyle demektedir: Silahlarını beraberlerinde almazlar. Çünkü eğer silahlarım beraberlerinde almaları vacib olsaydı, silahlarını almayı terk etmeleri dolayısıyla namazlarının da batıl olması icabederdi.

Deriz ki: Bu silahları almak namaz dolayısıyla vacib bir şey değildir. Bu, onların güçlerini ve heybetlerini korumaları için vacibtir. [198]

 

9- Namaza "Secde" Adının Verilmesi:

 

Yüce Allah'ın: "Secdeye vardıklarında" buyruğundaki zamir, namaz kılan kesime aittir. Bunlar, imamla namazlarını kıldıktan Sonra ayrılıp gitsinler, de­mektir. Bu, konu ile ilgili rivayet edilen korku namazı şekillerinden birisine göre böyle açıklanır. Bunun; bunlar, kaza ettikleri rekatin secdesini yaptık­ları (yani, bu rekatı kılıp bitirdikleri) takdirde... anlamında olduğu da söylen­miştir. Bu da Sehl b. Ebi Hasme'nin hadisinde rivayet ettiği şekle göre yapı­lan bir açıklamadır.

Bu âyet-i kerime, sücud tabirinin bazen namazın tümünü ifade etmek için kullanılabileceğinin delilidir. Peygamber (sav)'ın: "Sizden herhangi biriniz, mescide girdi mi, hemen iki secde (İki rekât) ediversin" [199] hadisi de bu ka­bildendir. Yani, iki rekat kılsın. Bu ifade ise, sünneti seniyyede (hadis-i şe­rifte) böyle kullanılmıştır.

Yüce Allah'ın: "Arkanızda bulunsunlar" buyruğundaki zamirin ise, sec­de edenlere ait olmast muhtemel oîuduğu gibi, önce düşmanın karşısında du­ran kesime ait olması da muhtemeldir. [200]

 

10. Korku Namazının Hikmeti:

 

Yüce Allah'ın: "Kâfirler... diye arzu ederler buyruğu kâfirler, kendi maksatlarını gerçekleştirebilmek için sizin silahınızdan gafil olmanızı te­menni ve arzu ettiler, demektir. Bununla şanı yüce Allah, silahı alma emrin­deki hikmeti açıklamaktadır, ikinci kesimin gerekli tedbirlerini almasının söz­konusu edilip, birincisi hakkında bunun sözkonusu edilmeyiş sebebi ise, on­ların gerekli tedbir almalarının daha evla oluşundan dolayıdır. Çünkü düş­man, artık bundan sonra maksadını gerçekleştirme isteğini ertelemez. Zira, artık namazın sonuna gelinmiş olacaktır. Aynı şekilde düşman şöyle düşüne­cektir: Silah, bunlan oldukça yormuş ve artık bunlar bitkin düşmüşlerdir.

Bu âyet-i kerimede sebepleri yerine getirmeye, akıl sahiplerini kurtarıp esenliğe kavuşturan şeref yurduna ulaştıran her şeyi yapmaya dair en açık bir delil bulunmaktadır.

"Size ansızın bir baskın yapsalar" buyruğunun anlamı ise, bir mübalağa­dır. İkinci bîr baskına gerek bırakmayacak bir şekilde sizi kökten imha ede­cek bir baskın yapmayı arzu ve temenni ederler, demektir. [201]

 

11. Silahı Almama Ruhsatı ve Bu Ruhsatın Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir-," buyruğu ile

ilgili olarak ilim adamlarının korku namazı esnasında silah taşımanın vücu-bu hakkında, daha önce İşaret ettiğimiz açıklamaları sözkonusudur Eğer si­lah taşımak vacib değilse, ihtiyat dolayısıyla müstehabtır. Daha sonra yağmur halinde silahı taşımama ruhsatı verilmiştir. Çünkü^ yağmur esnasında kılıflar ıslanır, ağırlaşır ve demir de paslanır.

Denildiğine göre, bu âyet-i kerime Peygamber (sav) hakkında müşrikle­rin bozguna uğrayıp, müslümanların ganimet aldıkları Batnı Nahle gününde nazil olmuştur. Sözkonusu bu gün oldukça yağmurlu bir gündü. Peygamber (sav) da silahını bîr kenara bırakarak defi hacet İçin çıktı. Kâfirler onun ar­kadaşlarından ayrı kaldığını görünce Gavres b. el-Hâris, üzerine gitti. Ve dağ­dan aşağı kılıcını sıyırmış olarak üzerine yürüdü ve: Bu gün seni benden kim koruyacak, dedi. Hz. Peygamber: "Allah" diye buyurdu. Daha sonra da: "Allah'ım sen dilediğin şekilde beni Gavres'in şerrinden koru" diye buyur­du. Kılıcı ile Peygamber (sav)'a vurmak üzere hamle yapınca ayağı kaydı ve yüz üstü kapaklanıp düştü. [202]

el-Vakidînin naklettiğine göre, Cebrail (a.s"), ileride el-Maide Sûresi'nde (5/67. âyet, 2. baslıkta) de geleceği üzere onun göğsüne bir darbe indirip it­miş ve kılıcı elinden düşmüştü. Peygamber (sav) kılıcı alıp dedi ki: "Peki, ey Gavres, şimdi benden seni kim koruyabilir?" Gavres: Hiç kimse dedi. Hz. Pey­gamber: "Peki, benim hak ile gönderildiğime şahidlık eder misin? O zaman ben de sana kılıcını geri veririm." Adam: Hayır, dedi. Fakat bundan sonra as­la seninle çarpışmayacağıma, sana karşı hiçbir düşmana yardımcı olmayaca­ğıma şahidlik ederim, dedi. Hz. Peygamber de ona kılıcını geri verdi.

Bu âyet-i kerime yağmur esnasında silahı bırakma hususunda ruhsat ver­mek üzere nazil oldu. Abdufrahman b, Avf, Buhârî'nin Sahihinde belirtildi­ği gibi, aldığı yaradan dolayı hastalanmış olduğundan yüce Allah onlara, yağmur mazereti dolayısıyla silahı ve düşman için gerekli hazırlıklar yapmayı terk etme ruhsatını vererek: "Ama, son derece tedbirli bulunun" diye uyanda bu­lundu, [203] Yani, gayet uyanık olmalısınız. Silahlarınızı ister bırakmış olun, is­ter bırakmamış olun.

İşte bu, durum ne olursa olsun, bütün hallerde düşmana karşı gerekli ha­zırlıkları yapıp gereken tedbirleri almayı ve teslimiyeti terk etmeyi te'kid et­mektedir. Çünkü bir ordunun başına ne kadar musibet gelmişse, mutlaka ge­rekli tedbirlerini almaktaki kusurlarından dolayı gelmiştir.

ed-Dahhâk da yüce Allah'ın; "Ama son derece tedbirli bulunun" buyru­ğu hakkında şöyle demektedir: Yani, kılıçlarınızı kuşanın, çünkü gaza yapıp savaşanların görünümü ve şekli budur. [204]

 

103, Namazı bitirdiğini/ zaman artık ayakta iken, otururken ve yan­larınız üzere iken Allah'ı anın. Nihayet tam bir huzur ve güve­ne kavuşunca da namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü'mînler üzerine vakitleri belli bir farzdır.

104. O topluluğu izlemekte gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyor­sanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz o acı gibi acı çekiyor­lar. Üstelik siz, Allah'tan onların ümid edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah, çok iyi bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1." Bitirmek" Anlamına Kullanılan "Kaza Etmek" Tabiri:

 

Yüce Allah'ın: Bitirdiğiniz" buyruğunun anlamı, korku namazını kılıp bitirdiğiniz, demektir. İşte bu, "kaza" kelimesinin vaktinde yapılıp bi­tirilmiş şey hakkında kullanılabileceğini a delilidir.

Yüce Allah'ın; " Menasikinizi bitirince" (.el-Bakara, 2/200) buyruğundaki kaza tabiri de bu anlamdadır, buna dair açıklamalar ön­ceden (.2/200. âyet, 1. başlıkta) geçmiştir. [205]

 

2. Namazdan Sonra Allah'ı Zikretmek:

 

Yüce Allah'ın: "... artık ayakta İken, otururken ve yanlarını/, üzere iken

Allah'ı anın" buyruğu dolayısıyla cumhur şu görüştedir: Burada emr olunan zikir, korku namazının akabindeki zikirdir. Yani, namazı bitirdiğiniz takdir­de artık kalbinizle, dilinizle ve ister ayakta, ister oturarak, isterse de yanla-nnız üzere yatıyorken Allah'ı anınız. Tekbir, tehlil, yardım için dua ile -özel­likle de savaş halinde iken- devamlı Onu zikrediniz. Bu âyetin btr benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Bit toplulukla karşılaştığınızda sebat edin. Allah'ı çokça anın ki, umduğunuza kavuşasınız" (el-Enfâl, 8/45).

Yüce Allah'ın: "Namazı bitirdiğiniz zaman" buyruğunun ise, korku veya hastalık olduğu takdirde, dar-t harpte namaz kılacak olursanız, binekler üzerinde, yahut ayakta, eğer ayakta duramıyorsanız da oturarak veya yan­larınız üzere yatarak namazlarınızı kıhnız, anlamında olduğu da söylenir.

Nitekim Yüce Allah, bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Şa­yet korkarsanız, o halde yürüyerek veya binerek kılın." (el-Bakara, 2/239)

Bir topluluk da şöyle demiştir: Bu âyeti kerime Âl-i îmran Sûresi'nde yer alan âyetin (3/191. âyetin) bir benzeridir. Rivayet olunduğuna göre Abdul­lah b. Mes'ud, insanların mescidde yüksekçe seslerini çıkartıp gürültü ettik­lerini görür. Bu gürültü de ne oluyor diye sorar, onlar: Yüce Allah: "Ayak­ta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" demiyor mu?

O da şöyle dedi: Yüce Allah bununla farz namazı kastediyor. Eğer ayak­ta kılamıyorsan oturarak kıl, eğer buna da gücün yetmiyorsa yanın üzere ya­tarak kıl demektir. [206] O halde bundan kasıt bizzat namazdır. Çünkü namaz yüce Allah'ı zikretmektir. Ve namaz, farz olsun, sünnet olsun bürün zikirle­ri kapsamaktadır. Ancak birinci görüş daha zahir (kuvvetli) dir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [207]

 

3- Farz Namazlar Vakitleri Belli Namazlardır:

 

Yüce Allah'ın: "Nihayet tam bir huzur ve güvene kavuşunca" yani, gü­ven bulunca demektir. Huzur ve güven (itminan), nefsin korkudan yana sü­kûn bulmasıdır.

"Namazı dosdoğru kılın" yani, yolculukta iken namazı rükûnleriyle ve bütün şekilleriyle eda edin. Veya ikâmet halinde ise, rekatlerini tamamlayarak kılın. "Çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belU bir faradır." Yani,

vakitleri belirlenmiş olarak farz kılınmıştır.

Zeyd b. Eşlem der ki: "Vakitleri belli* anlamına gelen: kelimesi, ayrı ayrı vakitlere bölümlenmis olarak, demektir Yani siz, bu namazı belir­lenen vakitlerinde eda ediniz. Dil bilginlerine göre ise bu kelime: Muayyen bir vakitte farz kılınmış demektir. Bir şeyin vaktini belirlemek için; ta­biri kullanılır. Vakitleri belirlenmiş olana da; denilir. Bir şeyin vak­tini tesbit ve tayin etmeye; denilir.

Bu şekilde vakitleri tesbit ve tayin edilmiş olana da denilir, Bu da Zeyd b. Eslem'in görüşünün tâ kendisidir. Yüce Allalı'ın"Farz yazıl­mış" kelimesinde mastar, müzekker olduğundan dolayı: Vakitleri bel­li" kelimesi de bu şekilde kullanılmıştır. [208]

 

4. Kaçan Düşmanı Takipten Vazgeçmemek:

 

Yüce Allah'ın: "... Gevşeklik göstermeyin" buyruğu zaaf göstermeyin demektir. Bu husus, daha önce Âli İmran Sûresi'nde (3/140. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır.

"O topluluğu izlemekte", onları takip etmekte... demektir.

Denildiğine göre bu âyet-i kerime, Peygamber (sav)'e Uhud savaşından son­ra müşrikleri takip etmesini emretmek maksadıyla nazil olmuştur. Müslüman­lar o sırada yara almış bulunuyorlardı. Uhud vak'asında bulunanlar dışında kimsenin onunla birlikte çıkmaması da emrolunmuştu. Nitekim Âl-i İmran Sûresi'nde (az önce işaret edilen 140. âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi. Bu­nun her cihad hakkında böyle olduğu da söylenmiştir. [209]

 

5. Mü'minlerin Üstünlükleri: Allah'tan Mükâfat Ummaları:

 

Yüce Allah'ın: "Siz acı çekiyorsanız.." buyruğunun anlamı şudur: Sizler, aldığınız yaralardan dolayı acı çekmektesiniz. Onlar da kendilerine isabet eden yaralardan dolayı acı çekmektedir. Fakat sizin üstün bir meziyetiniz vardır. O da sizlerin Allah'tan mükâfat bekiemenizdir. Onlarsa böyle bir şeyi bek-liyemiyorlar. Çünkü, Allah'a iman etmeyen, Allah'tan hiçbir şey ummaz, beklemez.

Bu âyetin bir benzeri de: "Eğer size bir yara isabet ettiyse, o topluluğa da öylece bir yara isabet etmiştir1 (Âl-i İmran, 3/140) buyruğudur. Buna dair açık­lamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Abdurrahman b. el-A'rec:... sanız" buyruğunu hemzeyi üstün olarak şeklinde, siz acı çektiğiniz için,., anlamında okumuştur,

Mansur b, el-Mu'temir ise, "te" harfini esreli olarak, şeklin­de okumuştur. Basralılara göre ise, "te" harfinin esreli okunuşu ağır olduğun-

dan dolayı caiz değildir.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Burada reca; (ummak, ümid etmek) kork­mak anlamındadır. Çünkü, birşey umman bir kimse, o şeyin gerçekleşeceği hususunda kafi bir kanaate sahip değildir O bakımdan umduğu şeyin eli­ne geçmemesinden korkmaktan uzak kalamaz. el-Ferra ile ez-Zeccac da şöy­le demişlerdir: Recâ, beraberinde nefy'de olmadıkça korku anlamında kul­lanılamaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oluduğu gibi: Size ne oluyorki, Allah için bir vakar ummuyorsunuz?" (Nuh, 71/13) Yani, Allah'ın azametinden hiçbir şekilde korkmuyorsunuz?

Yine yüce Allah'ın; "Allah'ın günlerini ummayanla-rü..."(ei-Câsiye, 45/14) korkmayanlara, demektir.

el-Kuşeyrî der kî; İfadede nefy' bulunmaksızın reca kelimesinin korkmak anlamında kullanılması da uzak bir ihtimal değildir. Fakat ikisi (el-Ferra ve ez-Zeccac) nefy olmaksızın bunun sözkonusu olmayacağı iddiasında bulun­muşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [210]

 

105. Muhakkak Biz «asa kitabı, A ilah1 m sana gösterdiği şekilde in­sanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik. Hainlerin bir savunucusu olma.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1. Nüzul Sebebi:

 

Bu âyet-i kerime, Peygamber (sav)'m şerefini yüceltmekte, onun keremi­ni yükseltmekte, ta'zim etmekte, işi ona havale etmekte ve aynı şekilde hü­küm vermesi halinde de dosdoğru yol üzerinde onu doğrultmaktadır. Diğer taraftan Ubeyrakoğulları ile ilgili olarak kendisine gelen dava dolayısıyla da kusurlu olanları azarlamaktadır.

Bu Ubeyrakoğulları, Bişir, Beşr ve Mübeşşir adında üç kardeş idiler. Ay­rıca bunların Useyr b. Urve adında bir amca çocukları da vardı. Bunlar ge­ce vakti Rıfaa b. Zeyd 'e ait bir odanın duvarını delmişler ve ona ait birtakım zırhlan ve yiyeceği (unu) çalmışlardı. Sonra bu, tesbit edildi. Çalanın yalnız­ca Beşir olduğu da söylenmiştir. Künyesi, Ebû Ta'me idi. Bir zırh çalmıştı. Yi­ne denildiğine göre, bu zırh içinde un bulunan bir çuvalda bulunuyordu, Çuvaldaki bir delik dolayısıyla un yere dökülmüştü. Evine varıncaya kadar bu böyle oldu. Katade b. en-Nu'man adındaki Rifaa'nın kardeşinin oğlu, gelip onlan Peygamber (savVa şikâyet etti. Bunun üzerine, Useyr b. Urve Peygam­ber (sav)'tn yanına gelerek, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Bunlar, salah sahibi ve dinine bağlı bir aile halkını hırsızlıkta suçladılar. Ellerinde bir delil olmaksı­zın onlara hırsızlık yaptıkları şeklinde iftirada bulundular. Peygamber (sav) de Katade ile Rifaa'ya kızıncaya kadar onlan savunmaya koyuldu. Bunun üze­rine yüce Allah; "Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma..." (en-Nisaf4 /107) âyet-i İle; "Kim bir hata veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa.,," (en-Nisa, 4/112) buyruklarını indirdi. Hırsızlık yap­makla itham ettikleri suçsuz kişi ise, Lebid b. Sehl idi. Bunun, Zeyd b. es-Se-min olduğu söylendiği gibi, Ensardan bir kişidir, diye de söylenilmiştir. Yü­ce Allah, bu buyruklarını indirince, bu sefer hırsız Ubeyrak, Mekke'ye kaç­tı. Ve Sa:d b. Şehid'in kızı Sülafe'nin misafiri oldu. Hassan b. Sabit, Sülafe hak­kında ona misafir olan Ubeyrak'a işaret ederek şu beyitleri söyledi:

"Sa'd'ın kızı onu misafir etti ve sabah olduğunda

En ufak şeye varıncaya kadar o onunla öteki de onunla çekişmeye koyuldu.

Yaptığınızın bize gizli kalacağını sandınız

Halbuki aramızda vahyin kendisine bunları bildirdiği bir Peygamber vardır."

Sülafe bunları işitince: Sen bana Hassanın şiirini mi hediye getirdin, de­di ve eşyalarını alıp evin dışına bıraktı. Bunun üzerine o da Hayber'e kaçtı ve irtidat etti. Daha sonra geceleyin yine oradan bir şeyler çalmak üzere bir evin duvarını oyarken, duvar üzerine düştü ve mürted olarak öldü. Bu ha­disi, uzunca lafızlanyla Tirmizî rivayet etmiş ve; hasen, garib bir hadistir, bunu müsned olarak Muharomed b. Seleme el-Harranîden başka rivayet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz, demiştir. [211]

Ayrıca bunu, Taberî de değişik lafızlarla nakletmiştir. Ölüm olayını iset Yah­ya b. Sellam, Tefsirinde zikretmiştir. el-Kuşeyrî de aynı şekilde bunu zikre­der ve irtidat'ından da ayrıca sözeder

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Zeyd b. es-Semin ile Lebid b. Sehl ya-hudi iki kişi îdi. Lebid'in müslüman olduğu da söylenmiştir. Bunu da d-Meh-devî zikretmiş olup, Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr> onu, ayrıca sahabe ile ilgi­li Kitabına (el*îetiûb...ad\ı eserine) almıştır. İşte bu, Ebû Ömer'e göre Lebid'in müslüman olduğunu göstermektedir. Beşir ise, münafık bir kimse idi. O, Pey­gamber CsavVın ashabını hicveder ve bu şiirleri başkasına nisbet ederdi. Müs­lümanlar ise: Allah'a yemin olsun bu şu pis heriften başkasına ait bir şiir de­ğildir, derlerdi. Bunun üzerine böyle bir işle ilgisinin olmadığını ifade eden bir şiir de söyledi. Şu beyit de onun söylediği bu şiirdendir:

"Başkaları bir kaside söyledikleri her seferinde

Bu kaside alınır ve bunu Îbnül-Ubeyrak söyledi mi, diyecekler?"

ed-Dahhâk der kî: Peygamber (sav), elini kesmek istedi, o da buna itiraz etmiyordu. Ancak yahudiler tepeden tırnağa silahlanmış olarak geldiler onu alıp kaçırdılar. Bunun üzerine: "Diyelimki sii/er..."-(en-Nisâ, 4/109) buyru­ğu indirildi. Burada kastedilenler de yahudilerdir

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır[212]

 

2. Allah'ın Şeriatinin Kanunları İle Hükmolunur:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde" buyruğunun anlamı, şe­riatın kanunlarına uygun olarak, demektir. Bu hüküm de ya vahiy, ya nass ile bilinir, yahut da vahyin izlediği yola göre yapılan tetkik (nazar ve kıyas) ile verilir. İşte bu kıyasta bir asıldır. (Kıyasm delil olarak kullanılabileceği­ne dair asıl bir dayanaktır, delildir}.

Aynı zamanda bu, Peygamber (savVın görüşünü belirttiği takdirde isabet etmiş olacağının da delilidir. Çünkü yüce Allah ona bunu göstermiştir. Ay­rıca yüce Allah, peygamberlerini korumayı (ismet) taahhüdü altına almıştır. Bizden herhangi bir kimse İse, zannına uygun bir görüş belirtecek olursa, onun o görüşünde kat'ilik yoktur.

Burada görüldüğü gibi, görmekten kasıt, göz ile görülen değildir. Zira ve­rilen hüküm gözle görülmez. İfadede hazfedilmiş kelimeler de vardır. Yani, Allah'ın sana gösterdiği şey ile lıükmedesin diye... Bunda yine bir başka ha-zif daha vardır: Sen hükümleri, Bizim sana öğrettiğimiz şekilde yürürlüğe koy. Onların istidlallerine (delil getirmelerine) aldanma! [213]

 

3. Hainlere Destek Verilmez:

 

Yüce Allah'ın: "Hainlerin savunucusu olma" buyruğundaki "Sa­vunucu15 kelimesi ismi faildir. Nitekim: Onunla oturup kalk­tım, ben onunla oturanım, oturucuyum sözünde de böyledir. Burada faîl vez­ni meful anlamına gelmez. "Savunma" (en-Nisâ, 4/107) kelimesi de buna delâlet etmektedir. Çünkü, el-Hâsîm (savunucu), mücadil (mücadele eden) ile aynı şeydir, Hasim'in çoğulu; husama diye gelir. Hasim kelimesinin yine bir ism-i fail olan muhasım demek olduğu da söylenmiştir.

Burada Şanı yüce Allah, Peygamberine itham altında bulunanları destek­lemesini ve onların hasımlannın ileri sürdükleri deliller karşısında bu gibi kim­seleri savunmasını yasaklamaktadır. Bu buyrukta, haksu ve davalaşmada it­ham altında bulunanın vekâletinin (niyabet) caiz olmayışına bir delil vardır. Hiçbir kimsenin onun haklı olduğunu bilmedikçe bir diğer kimse adına sa­vunma yapması caiz değildir.

Sûrede, yetimlerin ve sair insanların mallarının korumasına dair açıklama­larda bulunulduktan sonra, burada da kâfirin malının da -yüce Allah'ın mu­bah kıldığı yerler dışında- koruma altında bulunduğunu beyan etmektedir. [214]

 

4. Münafıkları Savunmak Yasaktır;

 

liîm adamları der ki: Bir topluluğun münafikhğrmüs/ümanlar eşrafından açıkça bilindiği takdirde, müs^iamanb'ır *Kesımm r&ğei "eni ta&fsft tasşk o&r lan himaye etmek ve savunmak üzere tartışmaya girmemesi gerekir. Çünkü böyle bir durum Peygamber (sav) döneminde meydana gelmişti. İşte onlar hakkında yüce Allah'ın: "Hainlerin bir savunucusu olma" buyruğu ile: "Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma" (en-Nİsâf 4/107) âyetleri na­zil olmuştur. Burada hitap Peygamber (sav)'a yönelik olmakla birlikte, bun­dan maksat Peygamberin dışında aynı işi yapan müslümanlardır. Maksadın müslümanlar oluşunun da şu iki sebebi vardır: Birincisi, yüce Allah bu hu­susu daha sonra gelen: "Diyelim ki siz, bu dünya hayatında onları savunu­yorsunuz,." (en-Nisa, 4/109) âyetinde zikrettiği hususlar ile açıklamıştır. Di­ğeri ise, Peygamber (sav) aralarındaki anlaşmazlıklarda bir hakemdi. O ba­kımdan başkasının kusur işlemesi halinde ona özür beyan edilirdi, fakat ken­disi başkasına özür beyan etmek durumunda değildi. îşte bunlar> (âyetin son bölümü ile) ondan başkasının kast edildiğini göstermektedir. [215]

 

106. Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, rah­met buyurandır.

 

Buyruğun Anlamı:

 

Taberi, buyruğun şu anlama geldiği kanaatindedir: Hainleri savunmakla ka­zandığın günahtan ötürü Allah'tan mağfiret dile. Hz. Peygamber hainleri savunmayı kararlaştırıp, yahudinin de elini kesmek istediğinden dolayı Allah ona mağfiret dilemesini emretti. Bu, peygamberlerin küçük günah işlemele­rini caiz görenlerin görşüdür (Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun).

İbn Atiyye der ki: Ancak bu bîr günah değildir. Çünkü Peygamber (sav) zahire göre ve onların günahsız olduklarına inanarak onları savunmuştur. Buy­ruğun anlamı da şudur: Sen, ümmetin arasında günahkâr kimseler için ve hak­sızca davalaşanlar için mağfiret dile. Senin insanlar arasındaki konumun ise, davalı tarafları dinleyip, dinlediğine uygun olarak hüküm vermek ve günah­kâra mağfiret dilemektir.

Şöyle de denilmiştir: Hz. Peygambere teşbih kabilinden mağfiret dileme­si emredilmiştir. Bir kimsenin bir başkasına bir günahtan tevbe etmesini kast etmeksizin teşbih etmesini isteyerek, Allah'tan mağfiret dile demesi gibi.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada hitap, Peygamber (sav)'a olmakla birlikte asıl maksat, UbeyrakoğuHarıdır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gi­bi: "Ey Peygamber, Allah'tan kork" (el-Ahzab,33/H); "Eğer... şüphede isen.,." (Yunus, 10/94) [216]

 

107. Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah, ha­inlikle direnen günahkârları sevmez.

 

Yani kendilerine hainlik eden kimseler adına ve lehine delil getirmeye kal­kışma. Bu âyet-i kerime, az önce de geçtiği gibi Useyîr b. Urve hakkında na­zil olmuştur.

Mücadele etmek (savunmak), muhasama (karşılıklı davalaşmak, dava sürmek) demektir. Bu kelime bükmek anlamına gelen 'dan gelmek­tedir. Sağlam ve güçlü kişi anlamında' tabiri ile doğan ku­şuna: denilmesi de buradan gelmektedir.

Bu .kelimenin (mücadelenin) yerin yüzü demek olan; 'dan geldi­ği de söylenmiştir. Çünkü, hasımlardan herbirisi karşı tarafı yere yıkmak is­ter. el-Accâc der ki:

"Ben, bir halden bir hale geçebiliyorum

Aciz olanı da yerin üzerinde terkediveriyorum

Çaresiz bir şekilde toprağa bulanmış olarak."

Şiirde de görüldüğü gibi el-Cedale; yer demektir. Bu da Arapların: sözlerinden gelmektedir ki, onu yerin üzerinde bırakılmış halde terkettim, demektir. "Çünkü Allah, hainlikte direnen" çokça hainlik eden "günahkârları sevmez" böyle kimseden razı olmaz. Onun şanını yükseltmez

Âyet-i kerîmede geçen "havran" çokça hainlik eden, ileri derecede hıya­nette bulunan demektir. Çünkü bu kip, mübalağa kiplerindendir. Bunun böy­le oluş sebebi ise, yapılan o hainliğin oldukça büyük oluşundandır. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır. [217]

 

108. İnsanlardan gizlerler de, Allah'tan glzleyemezler. Halbuki on­lar O'nuu razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledik­leri zaman O, beraberlerinde idi. Allah yapacakları berşeyi ku­şatıcıdır.

109,  İşte siz, bu dünya hayatında onları savundunuz diyelim. Ya Kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak, yahut onla­ra kim vekil olacak?

 

ed-Dahhâk dedi ki: (Ebû Ta'me) zırhı çalınca, evinde bir çukur kazıp zır­hı toprağın altına gömdü. Bunun üzerine: "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizleyemezler" buyruğu nazil oldu. Yüce Allah buyuruyor ki: Zırhın buiun-duğu yer Allah'a gizli değildir Çünkü "O, beraberlerindedir' yani, onları gö­zetleyen ne yaptıklarını tesbit edendir. "İnsanlardan gizlerler" buyruğunun, insanlardan gizlenirler anlamında olduğu da söylenmiştir Yüce Allah'ın: Geceleyin gizleneni" (er-Râd, 13/10) buyruğunda olduğu gibi. Yani, geceleyin gizlenip saklananı demektir. Bunun insanlardan utanırlar anlamına olduğu da söylenmiştir. Bu anlama gelmesi ise, gizleyip saklan­ma sebebinin utanma oluşundan dolayıdır. "O, beraberlerinde idi* buyru­ğunun anlamı ise; ilmiyle, görmesiyle ve işitmesiyle beraberlerindeydi, de­mektir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Cehmiyyet Kaderiye ve Mu'tezile ise, bu ve benzeri âyetlere sarılarak; o her yerdedir derler. Derler ki: Yüce AUah, bu­rada "O, beraberlerinde idi" demesi, O'nun her yerde oluşunu ispatlamak­tadır. Çünkü yüce Allah, onların söyledikleri sözler dolayısıyla kendisinin de onlarla birlikte olduğunu tesbit etmektedir.

Ancak bu nitelik cisimlerin sıfatıdır. Yüce Allah ise bundan üstün ve mü­nezzehtir. Nitekim Bişr (el-Mutezüî) yüce Allah'ın- "Üç kişi kendi arasında fısıldaşmasınki, muhakkak O, onların dördüncüsüdür" (el-Mücadele, 58/7) buyruğu hakkında tartışırken şöyle demişti: O, zatı ile her yerdedir. Bu se­fer onunla tartışan hasmı şöyle demişti; (Buna göre) O, senin takkenin altın­da, senin cübbende ve eşeğinin karnında olmalıdır. Allah onların söyledik­lerinden yücedir, münezzehtir. Bunu Veki' (rallimahullah) nakletmiştir.

Yüce Allah'ın: "... Geceleyin konuşup düzenledikleri zaman'* buyruğu­nun anlamı, söyledikleri zaman, söyledikleri sözler demektir. Bunu el-Kel-bî, Ebû Salih'ten, o, İbn Abbas'tan nakletmiştir.

"...O'nun razı olmayacağı" yani, kendisine itaat eden kimseler için Allah'ın hoşnut olup beğenmeyeceği "sözü konuşup düzenledikleri zaman, O be­raberlerinde idi*1. Burada "söz"den kasıt görüş ve itikattır. Bir kimsenin Mâ-lik'in ve Şafiî'nin mezhebi budur, demesine benzer. "Söz"ün söylenen söz an­lamına olduğu da söylenmiştir Çünkü, bizzat söz'ün kendisi bizzat geceden düzenlenmez. (O, fiilen söylenerek geceden söylenmiş, dile getirilmiş olur).

Yüce Allah'ın: "İşte siz" bununla hırsızlık yapan Beşir'in kavmi kastedil­mektedir. Onların, onu ahp kaçmaları ve onun adına tartışmaları, savunma yapmaları anlatılmak istenmektedir.

ez-Zeccac der ki; kelimesi, o kimseler ki anlamındadır. "Bu dünya hayatında onları savundunuz" onlar adına lehlerine delil getirdiniz, tartıştınız "diyelim. Ya Kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savuna­cak?" Bu sorunun anlamı, böyle bir tutumu inkâr ve red ve bundan dolayı azardır.

"Yahut onlara kim vekil olacak" Vekil, işleri çekip çeviren demektir. Şa­nı yüce Allah, bütün mahlukatın işlerini çekip çevirendir Yani: Allah, onla­rı azabı Üe yakalayıp, onları cehenneme atacağı sırada onların işlerini üze­rine alıp savunacak, üstlenecek hiçbir kimse bulunmayacaktır. [218]

 

110. Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Al­lah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok mer­hametli olduğunu görür,

 

İbn Abbas der ki: Şanı yüce Allah, bu âyeti kerime ile Ubeyrakoğullan-na tevbe teklifinde bulunmaktadır. Yani: "Kim" hırsızlık yapmak suretiyle "bir kötülük yapar, yahut" şirk koşmak suretiyle de "nefisine zulmeder de, son­ra" tevbe etmek suretiyle "Allah'tan mağfiret dilerse..." Çünkü tevbe olmak­sızın dille mağfiret dilemenin faydası yoktur Bunu Âl-i İmran Sûresinde (3/16. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.

ed-Dahhak der ki: Âyet-i kerime, Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında na­zil olmuştur. O, hem Allah'a şirk koşmuş, hem Hamza'yı öldürmüştü. Daha sonra Rasulullah (sav)'a gelip şöyle demişti: Gerçekten ben pişman olmuş bu­lunuyorum. Benim tevbem sözkonusu mudur? Bunun üzerine: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de..." ây£Ü nazil oldu.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime ile kast edilen, bütün insanları ku­şatacak şekilde genel ve kapsamlı bir manadır.

Süfyan, Ebû İslıak'tan, o, Ebûl-Esved ve Alkame'den şöyle dediklerini ri­vayet etmektedir: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Her kim Nişi Sûresi'nde yer alan şu: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah lan mağfiret dilerse, Allanın çokça mağfiret edici, çok merhametti olduğunu görür" âyeti ile:

"Şayet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret di-leselerdi, Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allafrı elbette tev-beleri çokça kabul eden, çok merhamet eden bulacaklardı" (en-Nisa, 4/64) âyetlerini okuduktan sonra, mağfiret dilerse ona mağfiret olunur.

Ali (raydan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav)]dan bir hadis işittim mi, Allah onunla beni dilediği kadar fayda lan dır irdi. Onu, baş­kasından işittim mi, ona yemin ettirirdim. Ebû Bekir de bana hadis nakletti ve Ebû Bekr doğru söylemiştir. Dedi ki: Her hangi bir kul eğer bir günah iş­ler, sonra abdest ahr iki rekat namaz kılar ve Allah'tan mağfiret dilerse, mut­laka Allah ona mağfiret buyurur.

Daha sonra da şu; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok mer­hametli olduğunu görür” âyetini okudu. [219]

 

111. Kim bir günah kazanırsa, bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah çok iyi bilendir, hüküm ve hikmeti sonsuz olandır.

112. Kim bir hata işler veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, muhakkak büyük bir ifüra ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

 

"Kim bir günah kazanırsa" günahı gerektirici bir iş yaparsa "bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.1* Yani, bu işin akıbeti kendi aleyhine döner.

Kazanmak {kesb), insanın kendisi vasıtasıyla kendisine bir fayda sağladı­ğı yahut onun vasıtasıyla kendisine gelecek bir zararı bertaraf ettiği şeydir. O bakımdan yüce Allah'ın fiiline kesb (kazanmak) denilmez.

Yüce Allah'ın: "Kim bir hata İşler veya bir günah kazanırsa" buyruğu­na gelince; burada hatâ (hatîe) ile günah'ın (ism'in) aynı anlamda olduğu söy­lenmiştir. Lafızlar farklı olduklarından dolayı te'kid olsun diye tekrarlanmış­lardır,

Taberî ise şöyle demektedir: Hatîe (hata) ile günahın (ism'in) ayrı ayrı zik­redilmesinin sebebi şudur: Hatâ kistî de olabilir, kasıt dışı da olabilir. Günah ise, ancak kasten yapılır. Şöyle de denilmiştir: Hata, özel olarak kasıt güdül-mediği sürece yapılan iştir. Hata yoluyla öldürmek gibi. Hata (hatîe)'nin kü­çük günah, günahın (ism) ise büyük günah olduğu da söylenmiştir.

Bu âyet-i kerime lafzı ile umumidir. Bunun kapsamına bu buyrukların ini­şine sebep teşkil eden olaya karışanlar da, başkaları da girmektedir.

Yüce Allah'ın: "Sonrada onu bir suçsuzun üstüne atarsa" buyruğuna gelince; suçsuz (beri) ismine dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/54. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onu" anlamındaki kelimenin sonundaki "he" zamiri günaha veya hata­ya racidir. Çünkü bunun anlamı o günahı suçsuza atarsa demektir. Aynı an­da her ikisine de raci olabilir. Bunun kesb (kazanma) fiiline raci olduğu da söylenmiştir. İşte, kim böyle yaparsa "muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş ohır* demektir. Bu, bir benzetmedir. Zira günahlar bir yük ve bir ağırlıktır, O nedenle yüklenilip taşınılan şeyler gibidir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, elbetteki kendi yüklerini de kendi yükleriyle birlikte diğerlerinin yüklerini de yükleneceklerdir." (el-Ankebût, 29/13)

"İftira (eL-Buhtan)" kelimesi ise, el-Beht'den gelmektedir. Bu ise, kendisi ile hiçbir ilgisi bulunmayan bir günahı işlediğini ileri sürerek kardeşine kar­şı çıkmandır.

Müslim, Ebû Hureyre'den Peygamber (sav) ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz." Onlar: Allah ve Rasulü da­ha iyi bilir, dediler. Şöyİe buyurdu: "Kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde söz-konusu etmendir." Bu sefer şöyle soruldu: Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin? Hz. Peygamber şöyle buyurdu; "Eğer dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin on­da yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun (belit.)."[220]

İşte bu buyruk, açık bir nasstır. Buna göre suçshz bir kimseye (beri) ifti­rada bulunmak, ona bühtanda bulunmaktır. Bir kimse hakkında işlemediği bir şeyi işledi diye söyleyecek olursak o takdirde; kullanı­lır. İftirada bulunan kişiye; hakkında iftirada, bühtanda bulunulana da; denilir. Bir kimse dehşete düşüp şaşırdığı, hayret ettiği zaman da; denilir. "He" harfi ötreli de olursa aynıdır. Ancak, her ikisinden de daha fasihi olmak üzere şeklinde kullanılır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O kâfir kişi şaşırıp kaldı.” (el-Bakara, 2/258)

İftiraya uğrayana denilir. Ancak ve denilmez. Bu açık­lamaları el-Kisaî yapmıştır. [221]

 

113- Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlar­dan bir zümre seni saptırmaya çalışırlardı. Halbuki onlar, ken­dilerinden başkasını sapiıramazlar. Ve sana hiçbir zarar vere­mezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmedik­lerini öğretmiştir. Allah'ın üzerindeki lütfü pek büyüktür.

 

Yüce Allah'ın; "Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasay­dı" anlamındaki; buyruğunda; "Olmasaydı" ke­limesinden sonra gelen kelime, Sibeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise, hazfedilir ve izhar edilmez.

Anlamı ise şöyledir: "Eğer" hakka seni dikkatini çekmesi suretiyle "senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı..." demektir. Sana peygam­berlik vermesi ve seni koruması (ismetü'yle... de denilmiştir.

"Onlardan bir zümre seni” haktan "saptırmaya çalışırlardı" çünkü bunlar, Rasulullah (sav)3dan İbn Ubeyrak'ı ithamîİan İbra edip bu suçu yahudiye atmasını istemişlerdi. Aziz ve celil olan Allah, Rasulüne (salât ve se­lâm ona) buna dikkatini çekip uyarmak ve bu hususu bildirmek suretiyle lütufta bulundu.

"Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar." Çünkü onlar, sa­pıkların işlerini yapmaktadırlar. Bunun vebali onlara ve onların üzerinedir. "Ve sana hiçbir zarar veremezler." Çünkü sen Allah tarafından korunmak­tasın.

“Allah sana Kitabı ve hikmeti İndirmiş. Bu, yeni bir cümle başlangıcı­dır Buyruğun baş. tarafındaki "vav" harfinin hal için olduğu da söylenmiştir Senin: Güneş, doğarken sana geldim" demene benzer, İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu kabildendir:

"Ve kimi zaman kuşlar henüz yuvalarında iken, ben sabah yola koyuluyorum."

O takdirde ifade, önceki ile bitişik olur. Yani: Allah, Kur'an-ı Kerimi sana İndirmişken onlar sana hiçbir zarar veremezler.

"Hikmet" ise, vahye uygun hüküm vermektir.Ve sa­na bilmediklerini öğretmiştir." Bilmediğin şeriat ve hükümleri öğretmiştir.

kelimesi, nasb mahallindedir. Çünkü buf 'nin haberidir. Bu ke­limedeki "nun" harfinin ötresinin hazf edilmesi ise, (başındaki cezim edatı­nın) bunu cezm etmesi dolayısıyla dır.

"Vav"mın hazf edilmesi ise, iki sakinin bir araya gelmesinden ötürüdür. [222]

 

114. Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi veya bir İyilik yapmayı yahut insanlar arasını düzelt­meyi emreden dışında. Kim Allah'ın rızasını gözeterek böyle ya­parsa Biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.

Burada Ubeyrakoğullannın kendi aralarında düzdükleri ve Peygamber (sav)'e naklettikleri plan ve konuşmalarını kastetmektedir. Fısıldanmak (en-Necvâ), iki kişinin kendi aralarındaki sırdır. Bir kimse ile fisildaştığını anlat­mak isteyen; Filanla Fısıldaştım, der. Bunun mastarı şeklinde gelir. Bir topluluğun fısıldaşmalarını anlatmak için, bu kelimeden muzari fiil denilir. Yine Onunla gizlice fı­sıldattım, fısıldamıyorum demektir. Buna göre bu kelime, o şeyi arındırdım, lek başına ayrı bir hale getirdim, anlamına gelen den tü-retilmektedir. Yerde yüksekçe olan bîr bölgeye de; denilir. Bu ismi alış sebebi ise, çevresindeki bölgelerden tek başına bir yükseklik olmasıdır.

Şair der ki:

“Ona ait yüksekçe bir yerde bulunan, tıpkı evinin çevresindeki sabada bulunan gibidir. Duran kimse ise, hiçbir örtünün gizlemediği bir yerde açıktan açığa yürüyen gibidir,"

O halde, gizlice konuşmak anlamında "necvâ" mastardır. Bir topluluk hakkında da bu mastar bu haliyle kullanılabilir. Nitekim; Ada­letli ve razı olunan bir topluluk, denildiği gibi. Yüce Allah da bir başka yer­de şöyle buyurmaktadır: " Onlar kendi aralarında gizlice konu­şurlarken. " (el-İsrâ, 17/47) Birincisine göre (yani necvâ'nın iki kişi arasın­da sır ve gizlilik anlamına gelmesine göre) âyet-i kerimede geçen "ew et­mek" kelimesi, kendi cinsinden olmayan bir şeyden istisna olur. İşte bu mun-katı istisna diye bilinen istisna türüdür. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Bu durumda istisna edatından sonra gelen Kimse kelimesi de ref mahallinde olur. Yani: Ama bir sadaka, bir maruf veya insanların ara-sim düzeltmeyi emreden ve buna davet edenin fısıldaşmasında hayır vardır, demek olur. Diğer taraftan; 'ın, cer mahallinde olması da mümkündür. O zaman ifadenin takdiri de şöyle olur: Bir sadaka vermeyi... emr edenin fısıldaşması dışında onların fisıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bu takdire göre, istisna edatından sonra gelmesi gereken; Fısıldaşma ke­limesi hazfedilmiş olur. Necvâ kelimesinin ikinci anlamı olan, tek başlarına fisıldaşan bir topluluğun adı" olmasına gelince, o takdirde Kimse ke­limesi, bedel olarak cer mahallînde olur Yani: Onların fısıl da şmal arının bir­çoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi emr eden kimse de müstesna. Ya da: " Zeyd müstesna yolum kimseye uğramadı" şeklin­de istisnayı kabul edenlerin görüşüne göre nasb mahallinde de olabilir, Aralarında ez-Zeccac'm da bulunduğu kimi müfessirler de şöyle demiştir: Nec­vâ denilen şey, gizli ya da açık olsun bir kenara çekilen bir topluluğun ya-hue iki kişinin kendi arasındaki konuşmasıdır. Ancak bu anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

"Ma'ruf: İyilik yapmak," bütün iyi amelleri kapsayan bir kelimedir. Muka-til der ki: Burada ma'ruf farz demektir. Ancak birinci açıklama daha doğru­dur. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Her bîr ma'ruf bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman da ma'ruftandır." [223] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ma'ruf kendi ismi gibidir. Kıyamet gününde cennete ilk girecek olan ma'ruftur ve ma'ruf ehli olan kimselerdir." [224] Ali b, Ebi Talib (r.a) da şöyle demiştir: "Ma'rufa karşı nankörlük edenlerin nankörlükleri, senin ma'ruf işlemeye olan rağbetini sakın azaltmasın. Çünkü, belki onu teşekkür ile karşılayan, ona karşı nankörlük edenin nankörlüğünün kat kat fazlasıy­la teşekkür edebilir." Şair el-Hutay'a da der ki:

"Hayr yapan mükâfatından mahrum kalmaz

Allah'a karşı da insanlara da yapılan iyilik boşa gitmez.

er-Riyâşî de şu beyitleri zikretmektedir:

"Ma'ruf işleyen el bir ganimettir, nerede olursa olsun Onu yüklenen iater nankör, isterse de şükreden olsun Şükredenin şükründe o iyilik yapan ele bir mükâfat vardır Nankörün yaptığı nankörlüğünün ise (cezası) Allah nezdindedir."

el-Maverdî der ki: Ma'ruf yapabilme gücüne sahip olanın, bu imkânı kay­beder korkusuyla onu acilen yapması, o iyiliği işlemekten acze düşer kor­kusuyla çabucak onu yerine getirmesi gerekir. Bu iyiliği yapabilme imkânı­nı zamanının fırsatlarından, imkânının ganimetlerinden bilmelidir. Buna güç yetirebildigine güvenerek iyiliği yapmayı ihmal etmemelidir. Çünkü bu güç yetirmesine güvenip de fırsatı kaybeden ve bundan dolayı akabinde pişman olan nice kimseler vardır. Buna imkânım var diyerek işi sonraya bıraktığı için, bu imkânı ortadan kalkan ve bundan dolayı mahcup olan nice kimseler var­dır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"İşitip dururdum, nice güvenen kişi var ki utanmıştır diye

Sonunda ben de buna müptela oldum, ben de güvendim ve ben de utandıra."

Eğer zamanın musibetlerine dikkat etse, işlerinin akıbetlerine karşı ken­disini korusa, onun ganimetleri üst üste yığılmış zararları telafi edilmiş olur­du. Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kimin önü­ne hayır kapılarından bir kapı açılacak olursa, hemen onu fırsat bilip değer­lendirsin. Çünkü kapının yüzüne karşı ne zaman kapanacağını bilemez." [225] Yine Hz. Peygamber'den söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Her şeyin bir meyvesi vardır, Ma'rufun (iyiliğin) meyvesi ise, onu acilen yapmaktır." [226] Enûşirvân'a sorulmuş: Size göre musibetlerin en büyüğü ne­dir? Demiş ki: İyilik yapmaya güç yetirdiğin halde o iyilik yapma imkânı ge çip gidinceye kadar o iyiliği yapmamandır. Abdulhanid dedi ki: Her kim elin­deki bir fırsatı vaktinde değerlendirmeyecek olursa, o fırsatın geçip gidece­ğinden emin olsun. Bir şair şöyle demiş:

"(Cömertlik) rüzgârları estiğinde ganimet bil onları Çünkü her bir dalgalanmanın (ardında) bir sükûnet vardır.

Bu esnada iyilik yapmaktan düşme gaflete Çünkü bilemezsin sükûnetin ne zaman olacağım,"

Kollanıp gözetilmesi gereken ve çoluk çocuk sahibi bir zat, bu hususta ken­disine kargı kusurlu hareket eden bir valiye şu beyitleri yazar:

"Sırat üzerinde mi benim haklarıma riâyet etmeyi düşünüyorsun? Yoksa hesap gününde mi lütuflannı ihsanlarını vermek istiyorsun? Dünyada faydah olman için istiyorum seni Uykudan uyan da şu ihtiyaçlarıma dikkat et!"

el-Abbas da dedi ki: Ma'ruf, ancak şu üç özellikle-birlikte tamam olur: Onu acilen yapmak, onu küçümsemek ve gizlemek. Onu, acilen yaparsan, karşı tarafın bundan afiyetle yararlanmasını sağlarsın. Onu, küçümsersen büyült­müş olursun. Gizlersen de tamamlamış olursun.

Şairlerden birisi de şöyle demiş:

"Yaptığın iyilik nezdimde daha da büyüdü

Oysa o, senin nezrimde gizli vb hakirdir (değersiz görmektesin)

Adeta onu hiç işlememiş gibi bilmezlikten geliyorsun

Oyaa o, insanlar nezdinde hem ünlüdür, hem de çok büyüktür."

Ma'rufun şartlarından birisi de onu başa kakmayı, onu işlemekten dolayı kendisini beğenmeyi terk etmektir. Çünkü bu iki duygu da şükrü ortadan kal­dırır ve ecri yokeder. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/264. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Yahut İnsanlar arasını düzeltmeyi emreden dışında" buyruğundaki ara düzeltmek, kan, mal ve ırzlar ile müslümanlar arasında karşılıklı dava­laşma ve anlaşmazlığın sözkomısu olduğu her türlü ara bulmak ile yüce Al­lah'ın rızası bulunan her türlü söz hakkında umumidir.

Haberde şöyle zikredilmektedir: "Ademoğlunun bütün kelamı aleyhinedir, lehine değildir. Bir iyiliği (marufu) emretmeye, bir kötülüğü (münkeri) neh-yetmeye, ya da yüce Allah'ı zikretmeye dair olan sözleri müstesnadır."[227] Bu yolla riyakârlık yapan, baş olmak isteyen ise, sevaba nail olamaz. Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî (r.a)'a mektubunda şunları yazar: "Dava sahipleri­nin davalarım red et ki, kendi aralarında sulh yapsınlar. Çünkü, mahkeme­nin vereceği hüküm aralarında kinin ortaya çıkmasına sebep olur." İleride el-Mücadele Sûresinde (58/9-10. âyetlerin tefsirinde) haram olan fısıldaş malar ile caiz olanlarına dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Enes b. Malik'ten de şöyle dediği rivayet edilmektedir: İki kişinin arasım düzeltene Allah, her bir söz karşılığında bir köle azad etme ecrini verir. Peygamber (sav) da Ebû Eyyub'a şöyle buyurmuştur: "Sana Allah'ın ve Rasulünün sevdiği bir sadakayı göstereyim mi? Aralan bozulmuş bir takım kimselerin arasını ıslah etmen ve birbirlerinden uzaklaştıkları takdirde de onları birbirlerine yaklaş-ürmandır." [228] el-Evzaî der ki: Yüce Allah'a en sevimli gelen adım, arayı dü­zeltmek için atılan bir adımdır. îki kişinin arasını düzeltene, Allah, cehennem ateşinden bir ibraname yazar.

Muhammed b. el-Munkedir der ki: Mescidin birtarahnda iki kişi arasında tartışma çıktı. Ben de yanlarına gittim. Birbirleriyle barışıncaya kadar onla-n bırakmadım. Bu sefer beni gören Ebû Hureyre şöyle dedi: Rasulullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "İki kişinin arasını düzelten bir şehid sevabını hakeder." Sözügeçen bu haberleri, Ebû Muti', Mekhul b. ei-Mufaddal en-Ne-sefî; "el-Lu'luiyat" adlj eserinde zikretmektedir. Ben bunu Musannifin hattı ile bir yaprakcı kabuldü m. Ancak bu hadislerin yerlerine işarette bulunma­maktadır. Allah ondan razı olsun. Gözeterek* kelimesi, mefulün leh olduğundan nasb edilmiştir. [229]

 

115. Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygam­bere karşı gelir ve mü'mirilerin yolundan başkasına uyup gider­se, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kö­tü bir dönüş yeridir!

116. Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. On­dan başkasını İse dileyeceğine mağfiret eder. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Anlamı:

 

İlim adamları derier ki: Bu iki âyet-i kerime, hırsızlık yapan İbn Ubeyrak hakkında nazil olmuştur. Peygamber (sav), hakkında elinin kesilmesi hük­münü verince, o da Mekkeye kaçıp İrtidat etti, bu buyruklar bunun üzerine nazil oldu, Said b. Cübeyr dedi ki: Mekke'ye varınca^ yine Mekke'de bir evin duvarını oydu. Müşrikler onu yakalayıp öldürdüler. Bunun üzerine Allah: "Şüphesi/: Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez... muhakkak-ki uzak bir sapıklıkla sapılmıştır" buyruğunu İndirdi,

ed-Dahhak da der ki; Kureyşlilerden bir topluluk Medine'ye gelip müslü-man oldular. Daha sonra da. irtidat ederek Mekkeye geri döndüler. Bunun üze­rine şu: "Kim... Peygambere karşı gelir" âyeti nazil oldu. Âyet-i kerimede­ki Karşı gelip" kelimesinin maştan olan Düşmanlık yapmak anlammdadır. Âyet-i kerime her ne kadar zırhı çalan veya bir başkası hak­kında nazil olmuş ise de, müslümanlann yoluna muhalefet eden herkes hak­kında umumidir. "Doğru yol (el-Hüdâ)n ise, doğruluk ve apaçıklık anlamın­dadır. Buna dair açıklamalar daha önceden 12/2') geçmiş bulunmaktadır.

"Onu döndüğü o yolda bırakır..." buyruğunun irtidat eden kimseler hak­kında nazil olduğu söylenmiştir. Biz onu kendisine ibadet ettiği şeyle başba-şa bırakırız, anlamında olur. Bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir. Yani, Biz onu faydası olmayan zarar da veremeyen putlarla başbaşa bırakırız. Mukatil de böyle demiştir. el-Kelbî ise der ki: Yüce Allah'ın; "Onu döndü­ğü o yolda bırakırız" buyruğu İbn Ubeyrak hakkında nazil olmuştur. Onun durumu ortaya çıkıp, hırsızlık yaptığı anlaşılıp Mekke'ye kaçıp irtidat edin­ce, Mekke'de Haccac b. İlât diye anılan bir adamın da duvarım delince, du­var düştü ve bu haliyle bulununcaya kadar açtığı oyukun içerisinde kaldı. Son­ra onu Mekke'den dışarıya çıkardılar. O da Şam'a gitti. Şam'da da yolcu ka­filesinin bir takım mallarını çalmaya kalkıştı. Onu taşa tutup öldürdüler Bu­nun üzerine: "Onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kö­tü bir dönüş yeridir" âyeti kerimesi nazil oldu.

Âsim, Hamza ve Ebû Amr! "Onu bırakırız* buyruğu ile "Onu atarız" kelimelerini, "he" harflerini sakin olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, bu "he" harfini esreli olarak okumuşlardır,

Bu iki okuyuş da iki ayrı lügat (söyleyiş) dir. [230]

 

2- Kâfir ve Müşrikten Başka Kimse Cehennem'de Kalmaz:

 

İlim adamlan yüce Allah'ın: "Kim… Peygambere karşı gelirse" buyruğun­da, icmaı kabul eden görüşün doğruluğuna delil vardır. Yüce Allah'ın: "Şüp­hesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez" buyruğunda ise, tla ricilerin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü: Haricîler, büyük günah İşleyen kimsenin kâfir olduğunu iddia ederler. Bu kabilden açıklamalar daha önce­den geçmiş bulunmaktadır. Tirmizî, Ali b. Ebi Talib (r.a)'ın ğöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Kur'an-ı Kerim'de şu; "Şüphesiz Allah, kendisine eş ko­şulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder” âyetinden daha çok sevdiğim bir âyet yoktur. Tirmizî der ki: Bu garip bir hadistir. [231]

İbn Furek der ki : Bizim mezheb alimlerimiz, kâfirden başkasının cehen­nemde ebediyyen kalmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kıble ehlinden fâsık kimse ise tevbe etmeksizin ölecek olursa, şayet cehennemde azap edilirse mutlaka Rasulün şefaati ile veya daha sonra yüce Allah'ın rahmetiy-le oradan çıkacaktır. ed-Dahhak da der ki: Bedevilerden yaşlı bir kimse Ra-sulullah (sav)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben büyük küçük gü­nahlara batmış bir yaşlıyım. Şu kadar var ki, OJnu tanıyıp kendisine iman et­tiğimden beri Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadım. Allah nezdindeki durumum ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz Allah kendisine eş koşul­masını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret etler" âyetini indirdi. [232]

 

117- Onlar, O'ndan başka ancak dişilere taparlar. Onlar, ancak inat­çı bir şeytana tapmış olurlar.

 

"Onlar, O'ndan başka ancak dişilere taparlar" yani, Allah'tan başka an­cak dişilere taparlar. Bu âyet-i kerime, Mekke halkı hakkında nazil olmuş­tur. Çünkü Mekkeliler putlara tapıyorlardı. Nefy’ edatıdır. "Dişi­ler" puflar anlamındadır. Bununla da Lat, Uzza ve Menat kastedilmektedir. Herbır kabilenin tapındıkları bir putu vardı. Ve bu put hakkında: Filan oğul­larının dişisi, derlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen ve İbn Abbas yapmıştır. Her bir put ile birlikte, put hizmetkârlarına ve kâhinlere görünen, onlarla konuşan bir de şeytanları vardı. O bakımdan bu ifade bîr taaccub anlamındadır. Zira> her bir türün dişisi onun en bayağı türüdür Bu ise, yüce Allah'a can­sızları ortak koşup ona dişi adını veren veya dişi olduğuna İnananların bîr cahilliğidir,                                                                

"Ancak dişilere" buyruğunun ölüler anlamına geldiği de söylenmiştin Çün­kü, cansızların, ölülerin ruhu yoktur. Tahta parçası ve taş gibi. Ölüler (mevât) hakkında ise, mevkiinin aşağı oluşu dolayısı ile tıpkı dişiler hakkında haber verildiği gibi haber verilir. Meselâ:: Taşlar hoşuma gidiyor derken, dişilere ait ifade kipi kullanıldığı gibi; Kadın hoşuma gidiyor, derken de aynı kipi kullanırsınız.

Şöyle de denilmiştir: "Ancak dişilere taparlar" yani, meleklere. Çünkü on­lar, melekler Allah'ın kızlarıdır ve bu kızları Allah nezdinde bize şefaat edeceklerdir, diyorlardı. Bu açıklama da ed-Dahhak'tan nakledilmiştir.

İbn Abbas'ın "Dişiler" kelimesini  Put diye, "vav" ve peltek "se" harflerini üstün diye okuması cins ismini tekil olarak okumak esasına göredir. Yine bunu, bu iki harfi de ötreli olarak ve put anlamına gelen "vesen" ke­limesinin çoğulu olmak üzere;  Putlar diye de okumuştur

Bu kelimenin bir çoğulu da; şeklinde gelir, "(Aralan anlamına ge­len) Esed" kelimesinin şeklinde çoğullarının gelmesi gibi. en-Neh-hâs der ki: Bildiğim kadarıyla bu şekilde okuyan olmamıştır.

Derim ki: Ebu Bekr el-Enbârî şunu nakletmektedir: Bize babam anlattı, bi­ze Nasr b. .Davud anlattı, bize Ebû Ubeyd anlattı, bize Haccac, İbn Cüreyc'den anlattı. İbn Güreye, Hişam b. Urve'den, o babasından, o, Aişe (ranha)'dan naklettiğine göre, Hz. Âişe: Onlar, ondan başka ancak bir takım putlara taparlar" dîye okumuştur. (Yani, en-Nehhas'ın böyle oku­yan bilmiyorum, dediği şekilde, Hz. Aişe'nin bu kelimeyi bu şekilde okudu­ğunu nakletmektedir.)

Yine İbn Abbas da bu kelimeyi, diye okumuştur. Sanki İbn Abbas, put anlamına gelen kelimesini diye cem etmiş gibidir. Deve an­lamına geien, kelimesini diye çoğul yapmak gibi. Daha sonra bu kelimeyi diye çoğul yapar. Nitekim, örnek anlamına gelen, ke­limesinin çoğulu; şeklinde yapılması gibi. Daha sonra da "vav" harfi öt­reli olduğundan dolayı "vav-ı hemze ile değiştirmiş (ibdal etmiş) gibi görü­nür.

Nitekim yüce Allah'ın: "Peygamberlerin belirli vakitleri geldiği zaman..," (el-Murselat, 77/11) buyruğundaki bu kelime hemzeli ol­makla birlikte "vav" harfi ile söylenen "vakit" kelimesinden gelmektedir. Bu­na göre (İbn Abbas'ın kıraatiyle: şeklindeki kip, çoğulun çoğulu (cemu'l-cem) dir.

Peygamber (sav) de; şeklinde;  çoğul olarak okumuştur. Ta-beri de bu kelimenin; (oty.) Dişiler kelimesinin çoğulu olduğunu nakletmek­tedir. Bu kıraati Peygamber (sav)'dan Ebû Amr ed-Dânİ nakletmektedir. Der ki: İbn Abbas, el-Hasen ve Ebu-Hayve de böyle okumuştur.

Yüce Allah'ın: "Onlar ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar" buyruğu ile İblis kast edilmektedir Çünkü onlar, İblis'e kendilerine hoş ve güzel gös­terdiği hususlarda itaat ettikleri takdirde ona ibadet etmiş olurlar. Mana iti­bariyle bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: Onlar, haham­larını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler. (et-Tevbe, 9/31) Yani, kendilerine verdikleri emirlerde onlara itaat ettiler. Yoksa, onların gerçek anlamda din alimlerine ve rahiplerine ibadet ettiklerini kast etmemek­tedir. "Şeytan" lafzının nereden turediğine dair açıklamalar daha önceden (Gi­riş bölümü, istiane bahsi, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"İnatçı el-Merîd" ise, temerrüd eden, inat eden demek olup, isyan edip inat­laşmak anlamına gelir ve vezninde olup nden gelmektedir. el-Ez-herî der ki: Merîd, itaatin dışına çıkmış olan demektir. İtaatin dışına çıkıp is­yan eden hakkında bu kökten gelen fiiller kullanılır. Bu şekilde isyankâr olan ve itaatin dışına çıkan kimse hakkında da İsyan eden, temer-rûd eden, denilir. İbn Arefe der ki: Merîd; şerri, kötülüğü açık ve baskın ge­len demektir, Bundan dolayı yapraklan düşüp, dallan açığa çıkıp görünen ağaca; denilir.

Yanaklarında tüylerin bittiği yeri, tüy olmadığından dolayı görünen kim­seye de bu bakımdan (ayni kökten gelmek üzere:  denilir. [233]

 

118. Allah ona lanet etti, o da: "Andolsun kullarından belli bir pay alacağım" dedi.

Yüce Allah'ın: "Allah ona lanet etti" buyruğundaki Lanet etmek, asıl an­lamı itibariyle uzaklaştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (.el-Bakara, 2/88. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Örfte ise bu ke­lime, kızgınlık ve gazab ile birlikte uzaklaştırmak demektir. Buna göre, İb­lis'e -Allah'ın laneti üzerine olsun- tayin ederek lanet okumak caizdir. Aynı şekilde kâfir olarak öldüğü bilinen Firavun, Haman ve Ebû Cehil gibi sair kâ­firlere de lanet okumak caizdir. Hayatta bulunan kâfirlere lanet okumak hak­kındaki açıklamalar ise Bakara Sûresi'nde (2/159. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın: "O da: Andolsun kullarından belli bir pay alacağım ,de­di" buyruğuna gelince, şeytan böyle dedi demektir. Anlamı da şudur: Andol­sun ki, azdırmamla ve saptırmamla ben onları kendime ayıracağım. Bunlar ise kâfir ve isyankarlardır. Haberde: "Her bin kişiden birisi Allah'ın, diğerle­ri ise şeytanındır" denilmektedir.

Derim ki: Bu, mana itibariyle sahihtir. Bunu yüce Allah'ın Kıyamet günün­de söyleyeceği şu buyruk desteklemektedir: "(Ey Adem), cehenneme gide­cek kafileyi gönder" diyecektir. Âdem: Cehennem kafilesi de nedir? diyecek, yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Her bin kişiden dokuzyüz doksan dokuz ki­şi": Bunu Müslim rivayet etmiştir. [234] İşte, cehenneme gidecek kafile de şey­tanın muayyen payıdır. Doğrusunu en İyi bilen Allahtır.

Denildiğine göre, bir takım hususlarda insanların şeytana itaat etmeleri de onun kendisine ayırdığı pay cümlesindendir. Bunlardan birisi de şudur? Ca-hiliye dönemi araplan, yeni doğan çocuk için bir çivi çakarlar ve bir hafta­lıkken de onu çevrede dolaştırırlardı. Bunu yaparken de: Evlerde sakin olan cinler bunu tanısınlar diye böyle yapıyoruz, derlerdi. [235]

 

119. "Andolsun onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntula­ra boğacağım. Onlara hayvanların kulaklarını kesmelerini em­redeceğim. Ve yine andolsun onlara Allah'ın yarattığını değiş­tirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse şüphesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir.

 

Bu buyruğa dair açı ki a malan mı 21 dokuz başlık halinde sunacağız:

 

1- Şeytanın Saptırmaları ve Telkinleri:

 

Yüce Allah'ın: "Onları mutlaka saptıracağım" yani onları, hidayet yolun­dan çevireceğim. "Olmayacak kuruntulara boğacağım" yani, onları çeşitli kuruntu ve temennilerle uğraştırıp duracağım. Böyle bir temenni ile uğraştırmak ise, tek bir kişiyi temennilerle oyalamaya münhasır değildir Çünkü, her kişiyi başlı basma arzuladığı şeyler miktannca ve durumunun belirlile­rine göre temennilere boğar.

Şöyle de açıklanmıştır: Hayat boyu, ben onların günaha ısrar etmelerini sağ­lamakla birlikte hayatın uzun olduğunu, hayır işeieyebileceklerini tevbe edip hakkı tanımak durumuna geleceklerini onlara süslü göstereceğim,

"Onlara hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim"Kesmek demektir, Kesici ve keskin kılıç anlamına gelen; tabiri bu­radan gelmektedir. Yani ben, onları, Bahîra, Sâîbe ve benzeri davarların ku­lakların* kesmeğe iteceğim, Bu fiil, şeddeîi ve şeddesiz olarak; Onu kesti, parçaladı şeklinde kullanılır. İse, kesilmiş parça anlamındadır, Çoğulu İse, şeklinde gelir, Züheyr der ki:

'Uçtu vç onun elinde tüyünden parçalar kalmış olarak," [236]

 

2- Allah'ın Hilkatini Değiştirmenin Mahiyeti:

 

Andobun onlara, Allah'ın yarattığını değişti*mele­rini emredeceğim" buyruğundaki (ve âyette benzeri diğer) "lâm'lann tümü kasem içindir İlim adanılan bu değiştirmenin hangi hususlara raci olacağı hu­susunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim der ki: Bu değiştirme burmak, gö­zü çıkarmak, kulaklan kesmektir. Bu anlamdaki açıklamaları îbn Abbas, Enes. İkrime ve Ebû Salih ifade etmiştir. Bütün bunlar hayvana bir azap bir işken­cedir. Haddi aşarak (tuğyan ile) haram ve helal kılmaktır. Herhangi bir de­lil ve belge olmaksızın söz söylemektir. Kulaklar davarlarda hem bir güzel­liktir, hem de bir fayda sağlamaktadır. Diğer organları da böyledir.

İşte bundan dolayı şeytan, bu yollarca Allah'ın hilkatini değiştirmeyi uy­gun görmüştür. Mücaşi'li lyad b. Himar'ın rivayet ettiği (kutsi hadisle) şöy­le buyurulmaktadır: "Ve şüphesiz Ben, bütün kullarımı hanifler olarak yarat­tım. Şeytanlar onlara geldi, onları hafife alarak dinlerinden saptırdı. Üzerle­rine Benim kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kildi- Benim kendisi hak­kında hiçbir delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını ve benim hil­katimi" değiştirmelerini onlara emretti." [237] Bu hadisi Kadı İsmail [238] ile Müs­lim de rivayet etmiştir.

İsmail rivayetle der ki: Bize Ebu'l-Velid ile Süleyman b. Harb anlattı. Dediler ki; Bize Şu'be, Ebû İshak'dan anlattı. Ebû îslıak, Ebu'l-Ahvas'dan, o, ba­basından rivayetle dedi ki: Görünümüm beni yoksul bir kimseymiş gibi gösterdiği halde Rasulullalı (sav)'ın yanına vardım şöyle buyurdu: "Senin her­hangi bir malın var mı?" Evet dedim. "Hangi maldan (malın) var?" diye sor­du, ben; Her maldan. Attan, deveden, kölelerden malım var dedim. -Ebu'l-Velid: Ve koyundan (fazlasını da) ekler- (Hz. Peygamber) buyurdu ki:

"Allah sana bir mal verdiği takdirde onun, (nimetinin) eseri üzerinde gö­rünsün" Sonra şöyle buyurdu: "Kavminin develeri kulakları sağlam olarak yav-ruladığı halde sen eline bir ustura alıp bunların kulaklarım yarıyor ve bun-İar bahira'dir deyip, sonra da derilerini yararak bunlar da kulakları kesilmiş­tir diyor ve bunu kendine ve aile halkına haram etmek maksadıyla yapıyor musun." Ben: Evet dedim. Bu sefer şöyle buyurdu:

"Allah'ın sana verdiğini helalinden ye. (Unutma ki) Allah'ın usturası senin usturandan daha keskindir. Allah'ın kotu aa senin kolundan daha güçlüdür."

Ben, Ey Allah'ın Rasulü dedim. Birisinin yanına misafir olduğum halde eğer bana misafire gösterilmesi gereken ikramda bulunmazsa, daha sonra o kişi yanıma misafir gelirse ben ona misafir olarak ikramda bulunayım mı, yok­sa o bana nasıl davrandıysa ben de ona öyle mi davranayım? Hz. Peygam­ber: "Hayır, sen ona ikramda bulun" diye buyurdu. [239]

 

3- Kusurları Dolayısıyla Kurban Edilmeleri Caiz Olmayan Hayvanlar:

 

Bu gibî-uygulamalar şeytanın işi ve onun etkisinden ortaya çıktığı için "Ra-sulullah (sav) bizlere, (kurban edeceğimiz hayvanların) gözlerini, kulakları­nı iyice tetkik etmemizi ve bir gözü kör, kulağının bir tarafı kesilmiş, kula­ğının arka kısmı kesik, kulağı delinmiş ve kulağı yarılmış davarları kurban etmememizi emretmiştir.

Bunu, Ebû Dâvûd, Ali'den rivayet etmiştir. Ali dedi ki; Rasûlullah (sav) bi­ze "... emretti" diyerek hadisi zikretti.[240]

Kulaktaki kusura, bütün ilim adamları topluluğu dikkat eder ve gözönün-de bulundururlar. Mâlik ve Leys der ki: Kulağının tamamı yahut büyük bir kısmı kesik olan hayvan kurbanlık olmaz.

Ancak, işaretlemek kastıyla kulağı yarılmış olan hayvan kurban edilebilir. Bu ise, Şafii ile bir gurup fukahanın görüşüdür. Eğer hayvan, doğuştan ku­laksız yaratılmış ise, Mâlik ile Şafiî, kurban edilmesi caiz değildir, derler. Şa­yet küçük kulaklı ise kurban edilebilir. Ebû Hanife'den de buna benzer bir görüş rivayet edilmiştir. [241]

 

4- Hayvanların Burulması:

 

Semizlemesi veya buna benzer bir menfaat kasti ile yapılacak olursa, bir gurup ilim adamı davarların burulmasına, müsaade etmiştir. İlim adamları­nın cumhuru ve geneli ise, burulmuş hayvanın kurban edilmesinde mahzur olmadığı görüşünü kabul ederler. Hatta eğer burulmuş hayvan diğerlerinden daha semiz ise, kurban edilmesini daha güzel görenler de vardır. Ömer b. Ab-dülaziz, atların burulmasına müsaade etmiştir. Urve b. ez-Zübeyr de kendi katırım burmuştur. Mâlik, koçların burulmasına izin vermiştir. Bunun caiz oluş sebebi ise, bu işin hayvanı dini bir inanç gereği olarak tapınılan bir puta, ya­hut da ilahî edinilen bir rabbe böylelikle tahsis etmek maksadı güdülmeyip sadece etinin güzelleşmesini ve dişiden yana umudunu kesmek suretiyle er­keği güçlendirmek kastıyla yapılmış olmasıdır.

Peygamber (sav)'ın şu hadisi dolayısıyla bunun mekruh olduğunu kabul edenler de vardır: "Bunu ancak bilmeyen kimseler yaparlar."[242] İbnü'1-Mün-zir de bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Çüntcii böyle bir görüş, İbn Ömer'den sabittir. O, şöyle derdi: O da Allahın bir yaratığıdır. Yine Abdul-melik b. Mervan da bu uygulamayı mehruh görmüştür el-Evzaî der ki: So­yu üreyen herbir varlığın burulmasını (bizden önceki selef mekruh görür­dü. İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta iki hadis vardır. Birisi şöyledir- İbn Ömer'e göre Peygamber (sav) koyun, inek, deve ve at cinsinin erkeklerinin burulmasını yasaklamıştır. [243] Diğeri ise İbn Abbas'tan gelen bir hadis olup, buna göre Peygamber (sav) canlının ölünceye kadar atışa hedef alınmaları­nı ve hayvanların burulmalarını yasaklamıştır. [244]

Muvatta'da bu husus ile alakalı rivayete göre Nafı' İbn Ömer'in burmayı hoş görmeyip (mekruh) şöyle dediğini nakletmektedir: Çünkü bununla (burmakla) hilkat tamam olmaktadır. [245] Ebû Ömer der ki: Yani, burmayı ter-ketmek hilkatin tamam olmasına sebeptir. Bu ifade, hilkatin nema bulması (gelişmesi) şeklinde de rivayet edilmiştir.

Derim ki: Bunu Ebû Muhammed Abdulğani, Ömer b. İsmail'den rivayet et­mektedir. Nafi'de Nah"den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (sav) şöyle buyururdu: "Allah'ın hilkatini geliştireni (artırıp ço­ğaltanı.) burmayınız." Bunu Dârakutnî hocasından rivayetle; bize, Ebû Abdul­lah el-Muaddel anlattı, bize, Abbas b. Muhammed anlattı bize, Ebû Mâlik en-Nehaî, Ömer b. ismail'den anlattı.., deyip hadisi zikretti. Dârâkutnî dedi ki: Ayrıca bunu, Abdussamed b. en-Nu1man, Ebû Mâlik'den rivayet etmiştir. [246]

 

5- İnsanın Burulması;

 

Ademoğlunun burulması ise başlı başına bir musibettir. Çünkü, Âdemoğ­lu buruldu mu, artık kalbi ve gücü iptal olur. Hayvanın tam aksi duruma ge­lir. Hz. Peygamberin: "Evleniniz, çoğalınız. Ben, sizinle diğer ümmetlere kar­şı övüneceğim" [247] buyruğunda emroHman neslini çoğaltması da kesilmiş olur.

Diğer taraftan, bazan kişiyi Ölüme götürecek kadar çok büyük bir ızdırap da verir. Böyle bir durumda ise, hem mal zayi edilir, hem de bir can telef edi­lir. Bütün bunlar ise yasaktır. [248]

Diğer taraftan böyle bir uygulama müsledir. Peygamber (sav) da müsle-yi yasaklamıştır. Bunu yasakladığına dair hadîsler İse sahihtir.

Hicazlj ve Kûfeli fukahadan bir topluluk da Sakalibe (Sılavlar) diye büi-nen kavimden [249] ve diğerlerinden burulmuş olan köleleri satın almayı mek­ruh görmüşler ve şöyle demişlerdir: Eğer sizler onlardan bunları satın alma­yacak olursanız, onlar da burmazlar.

Yine fukalıa, Âdemoğiunu burmanın helal ve caiz olmadığında ihtilaf et­memişlerdir. Çünkü bu hem bir rnüsledir, hem de yüce Allah'ın hilkatini de­ğiştirmedir. Aynı şekilde herhangi bir had veya kısas gereği olmaksızın in­sanların diğer organlarını kesmek de böyledir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir. [250]

 

6- İşaret Kastıyla Hayvanı Dağlamak:

 

Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, işaretlemek (için dağ­lamak) ve hayvanlara alâmet koymak, Peygamber (sav)'ın yasakladığı, şey­tanın telkinine riayet şartını yasaklamasından istisna edilmiştir. Sözkonusu şart ise, az önce açıklamış olduğumuz hayvanın ateş ile azaplandırılmasının ya-saklanmasıdir. İşaretlemek (el-vesm.) ateşle dağlamak demektir. Aslında bu kelimenin anlamı da alâmet demektir. Bir şeyi kendisiyle tanınacağı bir alâ­met ile işaretlemeyi anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Yü­ce Allah'ın: Onların nişanları (alametleri) yüzlerinde dir" (el-Feth, 48/29) buyruğu da buradan gelmektedir. O halde sima alâmet, mîsem ise dağlama aracı demektir. Müslim'in Sahih'inde Enes (r.a)'dan şöyle dediği sabiuir: Rasûtullah (sav)'ı elinde misem olduğu halde zekât ve ga­nimet develerini işaretlerken gördüm. [251] Buna benzer başka rivayetler de vardır. Böylelikle her bir mal ayrı ayrt bilinsin ve hakettiği yere verilsin, on­dan başkasının o yere harcanmasının önüne geçilsin. [252]

 

7. İşaretlemeler, Dövmeler ve Benzeri Uygulamaların Hükmü;

 

Yüz dışında bütün organlarda işaretlemeler yapmak caizdir. Çünkü Cabir (r.a) şöyle demektedir: Rasûlullah (sav) yüze vurmayı ve yüze dağlayarak işa­ret yapmayı yasaklamıştır Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [253] Bu yasağın sebebi ise, yüzün diğer organlardan daha üstün oluşudur. Zira güzelliğin ye­ri orasıdır. Ayrıca hayvan yüzü ile varlığını devam ettirir.

Peygamber (sav) kölesini döven birisinin yanından geçerken ona şunu em­retmiştir. "Yüzüne vurmaktan sakın. Çünkü, şüphe yok ki Allah, Âdemi su­reti üzere yaratmıştır. [254] Yani, Âdem'i de bu dövdüğün kişinin sureti üze­re yaratmıştır. Bunun da anlamı bu dövülen kişinin yüzünün Âdem'in yüzü­ne benzemesidir. İşte bu benzerlik dolayısıyla ona gereken saygının göste­rilmesi icabeder. Böyle bir açıklama bu hadisin te'vili ile ilgili olarak yapı­lan açıklamaların en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Bir kesim de şöyle demiştir: (Âyet-i kerimede geçen) "Değiştirmek" ite, güzelleşmek kastıyla yapılan dövme ve ona benzer işlere işaret edilmekte­dir. Bu açıklamayı Abdullah b. Mesud ile el-Hasen yapmıştır.

Bu kabilden (yasağı) ihtiva eden buyruklardan birisi de Abdullah b. Me-sud'dan rivayet edilen şu sahih hadistir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

Aİlah, dövme yapan kadına da, yaptıran kadına da (yüzünden) tüylerini alana da aldırana da, güzelleşmek için dişlerim törpüleyen ve Allah'ın hilkatini değiş­tiren kadınlara lanet etmiştir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[255] Bu ha­dis, tamamıyla yüce Allah'ın izniyle el-Haşr Sûresi'nde (59/7, âyet, 8. başlık­ta) gelecektir,

Eşm (dövme) ellerde olur. Bu da kadının elinin arka tarafına ve bilek bö­lümüne iğne batırıhp sonra sürme yahutta yakılmış yağ isi ile doldurulma-sıdır. Daha sonra bu yeşil bir renk alın Fiilin kullanılışı (Kadın) dövme yaptırdı, yaptırır, dövme yaptırmak şeklindedir. Dövme yaptıran kadına "vasime", kendisine dövme yapılan ve yapılmasını isteyen kadına da "müstevşime" denilir. Bu açıklamaları el-Herevi yapmıştır.

İbnü'l-Arabî der ki: Sicilya ve Afrikalı erkekler de dövme yaptırırlar. Bun­dan kasıt ise her birisinin yetişkinlik çağında erkekliğine delalet etmesidir.

Kadı Iyad der ki: -Müslüman ravilerinden birisi olan el-HerevFnin rivaye­tinde "Dövme yapan ve yaptıran kadın" ibaresi yerine, "mim" harfi ile değil de "ye" harfi ile şeklinde varid olmuş­tur ki, bu da süslenmek demek olan "el-Veşy'den gelmektedir. Bu kelime İse, asıl itibariyle kumaşı iki renkli dokumaktır. Öküzün, eğer yüz ve ayakların­da siyahlık varsa ona, denilir. Buna göre anlamı, kadının yüzün­deki tüylerin alınmasını, dişlerinin törpülenip aralarının açılmasını işaret etmesini söylemesi demektir.

Yüzlerindeki tüyleri aldıranlar anlamına gelen "(el-mutenammisat)" kelimesi, mutenammısa kelimesinin çoğulu olup, yüzünden tüyleri minmâs (cımbız) denilen aİet ile alan kadın demektir. Minnlâs İse tüyleri kopartan, söken alet demektir. Bunu yapan kadına da nâmisa denilir.

İbnü'l-Arabî der ki; Mısır halkı, etek tüylerini de yolarlar. Bu da bu kabil­dendir. (Yasaklanmış olan türdendir). Çünkü, sünnet olan eteği tıraş etmek, koltuk altlarını ise yolmaktır. Fercin tüylerinin yolunması İsef ferci gevşetir ve ona eziyet verir. Ondaki faydaların bir çoğunu da ortadan kaldırır.

Dişlerinin arasım ayıranlar {el-mütefellicât) kelimesi Ese, müteiellice'nin ço­ğuludur. Dişlerini birbirinden ayırma işini yapan kadın demektir. Bu işi, diş­leri birbirine hilkatinden sık olan kadın, suni olarak yapar ve dişlerini bir­birinden ayrıymış gibi gösterir

Müslim'den başkasında {bu kelime yerine kelimesi geçmektedir ki, bu da nin çoğuludur Bu da dişlerini törpüleyen demektir. Bu da, gençlerin dişlerinde görülen aralığı yapan kadına verilen ad olup, bunu yaş­lı kadınlar genç kadınlara benzemek kastıyla yaparlar.

Bütün bu işlerin hadis-i şerifler lanetlik iş olduğuna işaret etmekte ve bun­ların büyük günahlardan olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu fiillerin yasaklanış sebebini teşkil eden hikmetin (mananın) ne oldu­ğu hususunda farklı görüşler vardır. Bu işlerin tedlis (çirkinlikleri örtüp saklama) türünden olduğu için haram kılındığı söylendiği gibir İbn Mes'ud'un dediği şekilde yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek türünden olduğu için ya­saklandığı da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. Aynı zamanda bu gö­rüş, birinci hususu da kapsamına alır.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu yasaklar, kalıcı olanlar hakkında söz-konusudur. Çünkü bunlar yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabı Ündendir. Sürme ve kadının kendileriyle süslendiği ve kalıcı olmayan şeylere gelince

bunu, Mâlik olsun başkaları olsun, ilim adamları caiz görür. Böyle bir işi Mâ­lik, erkekler için mekruh görmektedir. Yine Mâlik, kadının ellerini kına ile süslemesini caiz görmüştür. Hz. Ömer'den ise böyle birşeyi reddettiği ve: Ka­dın, ya ellerinin tamamını kınalasın yahutta bu işi terketsin, dediği rivayet edil­miş olmakla birlikte, Mâlik, Hz, Ömer'den böyle bir rivayetin geldiğini ka­bul etmez. Ve ona göre kadın, ellerini kınalamayı terk etmemelidir. Çünkü Peygamber (sav) ellerine kına yakmayan bir kadın görünce şöyle buyurmuş: "Sizden herhangi bîr kadın, elini erkek eliymiş gibi bırakmasın." Bunun üzerine bu kadın ölünceye kadar doksan yaşını aşmış olduğu halde elleri­ne kına yakmayı sürdürdü. [256]

Kadı lyad der ki: Hadis-i şerifte kınanın karart il masına dair yasak varid ol­muştur. Bunu el-Mesabib sahibi (el-Beğavi) zikretmiş olmakla birlikte kadın, süslenmekten atıl (uzak) kalmamalıdır. Onun boynunda bir dizi boncuktan bir gerdanlık bulunmalıdır. Çünkü Peygamber (sav)'in Hz. Aişe (r.anha)'ye şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Boynuna bir şey takmamazlık etmemeli­sin. Ya bir ip veya ince kesilmiş deriden birşey bulunsun," Enes der ki: Na­mazda kadının boynuna velevki ince kesilmiş bir deri parçası olsun bir şey asması müstehabtır,

Ebû Cafer et-Taberî der ki: îbn Mes'ud'un rivayet ettiği hadis-i şerifte, yü­ce Allah'ın kadını yaratmış olduğu şekilde fazla veya eksiklikle kocasına ya­da başkasına güzel görünmek arzusuyla herhangi bir değişiklik yapmasının caiz olmadığına delil vardır. Dişlerini ister birbirinden ayırsın veya onları tör-pülesin yahut fazladan bir dişi olup onu izale etsin, yada uzun dişleri bulu­nup onun uçlarını kesmiş olsun. (Hepsi caiz değildir). Aynı şekilde sakal, bı­yık veya çene tüyleri -eğer bitecek olursa- tıraş etmesi caiz değildir Çünkü bütün bunlar Allah'ın hilkatini değiştirmektir.

(.Kadı) lyad der ki: Onun bu naklettiklerine göre, eğer bir kimsenin doğuş­tan fazladan bir parmağı veya fazladan bir organı varsa onu kestirmesi ve­ya aldırması caiz değildir. Çünkü bu da yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabil indendir. Şu kadar varki, eğer bu fazlalıklarda ona acı ve rahatsızlık ve­ren bir taraf varsa, Ebû Cafer'e (et-Taberî'ye) ve başkalarına göre de bunla­rı aldırmakta bir mahzur yoktur. [257]

 

8. Saça Saç Ekletmek:

 

Yine Müslim,'in rivayet ettiği Peygamber (sav)'m: "Allah, saç ekleyene de saçına saç ekletene de, dövme yapana da yaptırana da lanet etmiştir" [258] hadisi de bu kabildendir. Bununla Peygamber (sav) kadının saçına saç ekleme­sini yasaklamaktadır. Bu ise, saçım çoğaltacak şekilde saçına başka saç ila­ve etmektir Vasile (saç ekleyen), bu işi yapandır Mustavsile ise, kendisine bu işi yapması için'başkasını çağıran, başkasından bunu isteyendir.

Yine Müslim, Hz. Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav) kadının, saçına herhangi bir şey eklemesini yasaklamıştır. [259]

Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'dan da şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir kadın Peygamber (sav)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, he­nüz yeni gelin bir kızım var. Kızamık çıkardı, bundan dolayı saçları dökül­dükçe döküldü. Ben, saçına saç ekleyeyim mi? Hz. Peygamber şöyle buyur­du: "Allah, saç ekleyene de ekletene de lanet etmiştir." [260]

İşte bütün bunlar saç eklemenin haramkğı hususunda açık birer nasür. Ve Mâlik ile ilim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir. Bunlar saça, yün olsun bez olsun ve bundan başka herhangi bir şey olsun, bir şeyler ekleme­yi yasak görmüşlerdir. Çünkü bütün bunlar da saça birşeyler eklemek anla­mındadır. İstisna olarak el-Leys b. Sa'd, saça yün, bez ve saç olmayan birşey­ler eklemeyi caiz kabul etmektedir. Bu ise, Zahirî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşlerine daha yakındır.

Başkaları, başın üzerine saç koymayı mubah kabul etmiş ve şöyle demiş­tir: Yasak, özel olarak saç ekleme hakkında varid olmuştur. Böyle bir açık­lama ise, katıksız bir Zahirîliktir ve anlamdan yüz çevirmektir.

Bazıları -da oldukça şaz bir görüş ileri sürerek, mutlak olarak saç ekleme­yi caiz görürler. Bu ise, hadislerce reddedilen ve kafi olarak batıl olan bir gö­rüştür. Aişe (r. anhaVdan bu görüş rivayet edilmekle birlikte sahih değildir. îbn Sîrîn'den, bir adamın kendisine şöyle sorduğu rivayet edilmiş: Benim an­nem, kadınların saçlarını tarıyordu. Ne dersin onun malından yiyebilir miyim? İbn Şîrîn: Eğer kadınların saçlarına saç ekliyor idiyse yiyemezsin, cevabını ver­miş. Bununla birlikte süslenmek ve güzel görünmek kastı ile, renkli ipek ip­likler ile saçı bağlamak bu yasağın kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bi­len Allatılır. [261]

 

9- Varlıkların Yaratılış Hikmetinden Başka Şekillerde Değerlendirilmesi de Allah'ın Yarattıklarım Değiştirmektir:

 

Bir kesim şöyle demiştir: Allah'ın yarattığını değiştirmekten kasıt şudur: Yü­ce Allah, güneşi, ayı, taşları, ateşi ve diğer mahlukatı onlarla faydalanılsın ve onlardan ibret alınsın diye yaratmıştır. Ancak kâfirler, bunları tapınılan ilah­lar olarak değerlendirmekle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular.

ez-Zeccac der ki: Şanı yüce Allah, davarları sırtlarına binilsin, etleri yenil­sin diye yarattığı halde onlar bu davarları kendilerine haram kıldılar. Güne­şi, ayı ve taşları ise insanların emrine yarattığı halde, onlar bunları tapındık­ları ilahlara dönüştürdüler. Böylelikle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular.

Tefsir alimlerinden Mücahid, ed-Dahhak, Said b. Cübeyr ve Katade gibi bir topluluk da bu görüşü ifade etmişlerdir. Aynı zamanda îbn Abbas'tan: ^On lara Allah'ınyarattığmı değiştirmelerloî emredeceğin" buyruğunu, Allah'ın dinini değiştirmelerini emredeceğim diye açıkladığı da rivayet edilmiştir- en-Nehaî de böyle açıklamıştır.

Taberî de bu görüşü tercih ederek şöyle dernektedir: Bu buyruğun anla­mı böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın yasaklamış olduğu burmak, dövme yaptırmak ve buna benzer her tür masiyet iş, bunun kapsamına girer. Çün­kü şeytan bütün masiyetleri işlemeye çağırır. Yani, Allah'ın dininde Allah'ın yarattığım mutlaka değiştirmelerini emredeceğim, anlamına gelir.

Yine Mücahid: "Ve yine onlara, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" buyruğunu, Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıt­ratı değiştirmelerini emredeceğim diye açıklamıştır, Yani, insanlar İslam fıt­ratı üzere doğmuşlardır. Şeytan ise, bu fıtratı değiştirmelerini emr etmiştir. İş­te Hz. Peygamber'in: "Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar. Sonra onun an­ne ve babası onu yahudi, hıristîyan veya mecusİ yaparlar" [262] buyruğunun an­lamı budur. Buna göre, burada sözü edilen: "Allah'ın yaratmasının anlamı, yüce Allah'ın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye sorunca) onlar: Evet Rabbimizsin dediler" (el-A'raf, 7/172) buyruğunda işaret ettiği ruhlarını zerreler halinde yarattığı günde onlarda var etmiş olduğu kendisine iman et­mek fıtratım değiştirmek anlamına gelir.

İbnü'l-Arabî der ki: Tavus'dan rivayet edildiğine göre o, siyah bir kadının beyaz bir erkekle, beyaz bir kadının siyah bir erkekle nikahlarım asında ha­zır bulunmaz ve böyle bir iş yapmak, yüce Allah'ın: "Onlara Allah'ın yarat­tığını değiştirmelerini emredeceğim" demek kabtlindendir dermiş. Kadı (İb­nü'l-Arabî) der ki: Lafız her ne kadar bu anlama gelme ihtimalini taşıyorsa da bizzat Peygamber (sav)'ın azadlısı beyaz olan Zeyd'i, Habeşistanlı ve Üsa-me'nin annesi (siyahi) Bereke [263] ile evlendirmesi şeklindeki uygulamasıyla tahsis edilir. Üsame'nin kendisi de beyaz bir babadan siyah birisi idi. Bu ise, bütün ilmine rağmen Tavus'a gizli kalmış bir noktadır.

Derim ki: Yine Hz. Peygamber, siyah olan Üsame ile Kureyg'li ve beyaz tenli olan Kays kızı Fatıma'yı evi endi rmiştir. Abdurrahman b. Avf in kızkardeşi Zühriyye de Hz. Bilal'in nikahı altındaydı. Bu da bu genel hükmü tahsis et­mektedir. Ve bu husus da ona (yani Tavusa, eğer metindeki gibi tesniye za­mirine göre tercüme edilirse) Tavusa ve İbnü'l-Arabî'ye gizli kalmıştır.

Yüce Allah'ın: Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse" yani, kim Allah'ın emrini bırakıp şeytana itaat ederse, "şüphesiz o apaçık bir zarara uğramış demektir." Yani, şeytana Allah'ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şey­tan dolayısıyla Allah'a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur, [264]

 

120. Onlara vaadlerde bulunur, olmayacak kuruntulara düşürür. Oy­sa şeytan, kendilerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmaz*

121. İşte onların barınakları cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

122. İman edip salih amel işleyenlere gelince, biz onları altından ır­maklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, Allah'ın dosdoğru bir va'didlr. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

 

Yüce Allah'ın: "Onlara vaadlerde bulunur11 buyruğunun anlamı şudur: O, kendine ait batılları mal, mevki ve başkanlık gibi aslı astan olmadık şeyle­ri, öldükten sonra diriliş, kötülüklerin cezalan d ınlması gibi şeylerin olmadık­larını ya'deder. Hayır yollarda infakta bulunmasınlar diye fakirlik vehmi ile ondan korkutur, "Olmayacak kuruntulara düşürür" buyruğunun anlamı da bu kabildendir. "Oysa şeytan kendilerine aldatmaktan başka bir vaadde bu­lunmaz." Onlara vaadi sadece bir aldatmacadır,

İbni Arafe der ki: Aldatma (el-ğumr); zahiren sevebilecek, bir tarafını gör­düğün, gerçekte İse batını ile hoşlanılmayan veya büinmiyen şey demektir. Şeytana da "Garur* denilir. Çünkü o, insanı nefsin sevdiklerini yapmaya iter.

Halbuki bunun arkasında kötülük vardır.

"İşte onların" buyruğu mübtedâ'dır. "Barınakları" ise, ikinci bir mübte-dâ'dır. "Cehennemdir" ise, ikincisinin haberidir. Cümle bütünüyle ise, (Ya-nit ikinci mübtedâ ile unun haberi) birinci mübtedâ'nın haberidir,

Kaçacak bir yer," sığınacak bir yer demektir. Bunun fiili ise şeklinde gelir.

"Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir" buyruğu mübtedâ ve haberdir Söz" kelimesinin mansub oluşu, beyan (temyiz) olmak üzere geldiğin-dendir. Aynı anlamda (söz) dır. Yani, Allalrtan daha doğru söz­lü hiç kimse yoktur.

Bu âyet-i kerimelerin ihtiva ettikleri anlamlara dair açıklamalar daha ön­ceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. [265]

 

123. İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır. Kim bir kötülük yaparsa onun cezasım görür. Ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost (veli) bulabilir, ne de bir yardımcı.

 

Yüce Allah'ın: "İş ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır" buyruğunda, Ebû Cafer el-Mede-ni, kuruntu anlamına gelen kelimesini her iki yerde de "ye" harfini şed-desiz olarak okumuştur.

Bu buyruğun nüzulü ile iligili yapılan rivayetlerin en güzeli, et-Hakem b. Ebâ'nm İkrime'den, onun da îbn Abbas'tan yaptığı şu rivayettir: İbn Abbas dedi ki: Yahudilerle hıristiyanlar, cennete bizden olandan başkası girmeye­cektir dediler. Kureyşliler ise: Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehli­nin kuruntularına kalmıştır" buyruğunu indirdi.

Katade ve es-Süddî der ki: Mü'minlerle Kitap ehli birbirlerine karşı övün­meye koyuldular. Kitab ehli: Peygamberimiz sizin peygamberinizden önce­dir. Kitabımız kitabınızdan öncedir, Ve biz sizden daha çok Allah'a yakınız, dediler. Mü'minler İse: Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kita­bımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

"Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" buyruğundaki "kötü-tükndcn kasıt, şirktir. el-Hasen, bu âyet-i kerime kâfirler hakkındadır dedik­ten sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: "Zaten Biz çokça nankörlük eden (kâ-fir)lerden başkasını cezalandırır mıyız ki," (Sebe', 34/17) Yine ondan: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür0 buyruğu hakkında şöyle de­diği nakledilmiştir: Bu, yüce Allah'ın hakir düşmesini istediği kimseler hak­kındadır. Üstün ve şerefli olmasını dilediği kimseler hakkında değildir. Yüce Allah, bir topluluğu söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar, yap­tıkları güzel amellerini kabul edip, kötülüklerinden vazgeçeceğimiz kimse terdirler. Cennetlikler arasındadırlar. Bu, onların vaadolunageldikleri dosdoğru bir vaaddır." (el-Ahkaf, 46/16) ed-Dahlıâk der ki: Bu buyrukta kas-tolunanlar; yahudiler, hırıstiyanlar, mecustler ve arap kâfirleridir.

Cumhur ise şöyle demektedir: âyetin lafzı umumidir. Kâfir de, mü'min de kötü amelinin karşılığını görür. Kafirin cezası cehennemdir. Çünkü küfrü ken­disini helak etmiştir. Mü'min ise, dünyada çektiği-sıkıntılarla cezasını görür. Nitekim, Müslim Sahihinde Ebû Hureyre'cien şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: "Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür" âyeti nazil olunca, .müslümanlar üzerinde büyük bir etki yaptı. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: 'İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın kar­şı karşıya kaldığı herbir musibette -küçük sıkıntıları ve herhangi bir taratma batan bir diken de dahil olmak üzere- günahlarına bir keffaret vardır." [266]

et-Tirmizî el-Hakim de Nevâdiru't-Usûladlı eserinin 95. faslında şunu riva­yet etmektedir: Bize, İbrahim b. el-Müstemir el-Hüzli anlattı dedi ki; Bize Ah-durrahman b, Süleym b. Hayyan Ebû Zeyd anlattı dedi ki: Babamı, babasın­dan şunu zikrederken dinledim: Ben, Mekke'den Medine'ye kadar İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Nafi'e dedi ki: Beni (yolumu) asılmışın yanından geçir-me -İbn ez-Zübeyr'i kast ediyor- (İbn Hayyan) dedi ki: Gece ortasında an­sızın onun içinde bulunduğu hevdeci (İbn ez-Zübeyir'in asılı olduğu) kütü­ğüne gelip çarptı. İbn Ömer, kalkıp oturdu, gözlerini oğuşturduktan sonra şöyle dedi: Ey Hubeyb'in babası, sen şöyle şöyle bir kimse idin. Baban ez-Zübeyr'i andolsun şöyle derken dinlemiştim: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kim bir kötülük yaparsa, dünyada veya âhirette ona cezası verilir." Eğer bu onun karşılığı ise eh mesele yok. [267]

Tirmizî Ebû Abdullah der ki: Kur'an-ı Kerimde ise bunun özeti verilmek­te ve yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yapatsa onun ce-«azını görür ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı." Böylelikle bunun kapsamına iyi de kötü de, düşman da dost da, mü'min de kâfir de girmektedir. Daha sonra Rasûlullah (sav) bu hadis-i şe­rifte her iki yerdeki ceza arasında fark gözeterek şöyle buyurmuştur: "Ya dün­yada veya ahirette onun cezasını görür," Yani o kötülüğünün cezası her iki yerde bir arada ona verilmek.

Nitekim, İbn Ömer de (bu hadiste) şöyle demiştir: Eğer bu, öbürünün kar­şılığında ise, eh mesele yok. Yani, İbn ez-Zübeyr, Allah'ın Hareminde çarpış­tı ve orada çok büyük bir iş yaptı, Öyleki, Beytuliah yakıldı, mancınık ile Ha-cer-î esvede atış yapıldı, Hacer-i Esved parçalandı ve sonunda gümüş ile et­rafı çerçevelendi. İşte bu güne kadar bu durumdadır. Hatta Beytullah'm: Ah ah, diye iniltileri dahi işitildi. İşte İbn Ömer, onun bu yaptıklarını; daha son­ra da onun öldürülüp asılmış olduğunu görünce, Rasûlullah (sav)'ın: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" hadisini hatırladı, sonra da şöyle dedi: Eğer bu Öldürülme o yaptıktan karşılığında olursa mesele yok. Yani, san­ki o kötülüğüne karşılık olarak bu şekilde öldürülüp asılmakla cezalandırıl­mış gibidir, Allah'ın rahmeti üzerine ölsün. Daha sonra Rasûlullah (sav) bir başka hadis-i şerifinde her iki kesim arasında fark olduğunu belirtmektedir. Bize, babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı dedi ki: Bize, Ebû Nu-aym anlattı dedi ki; Bize, Muhammed b. Müslim, Yezid b. Abdullah b. Usa-me b. el-Hâd el-Leysi'den anlam dedi ki: Yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük ya­parsa onun cezasını görür" âyet-i nazil olunca, Ebu Bekir es-Sıddik (r.a) şöy­le dedi: İşte bu bizden geriye bir eser bırakmayacak. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebu Bekir, mümin, kötülüğünün karşılığında dünyada ceza gö­rür. Kâfir ise onun karşılığında Kıyamet gününde ceza görür." [268] Bize el-Câ-rûd anlattı dedi ki; Bize, Vekî\ Ebû Muaviye ve Abde, ismail b. Ebi Haüd'den naklederek anlattılar ki: İsmail b. Ebî Bekr b- Züheyr es-Sakafi'den şöyle de­diğini nakleder: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyet-i ke­rimesi nazil olunca, Hz, Ebu Bekir şöyle dedi: Bu böyle ise Ey Allah'ın Ra-sulii kurtuluş nasıl mümkün olur? İşlemiş olduğumuz herşeyin eğer cezası­nı görürsek (biz ne yapabiliriz). Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

"Allah sana mağfiret buyursun Ey Ebu Bekir! Sen hiç yorulmuyor musun, hiç üzülmüyor musun, hiç sıkıntı ve mihnetle karşı karşıya kalmıyor musun?" Ebu Bekir, Bunlann hepsi oluyor deyince, Uz. Peygamber şöyle buyurdu: "İş­te bu da kendisiyle cezalandırıldığınız şeylerdendir." Böylelikle Rasûlullah (sav) Kurran-ı Kerimde yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük yaparsa onun ceza­sını görür" buyruğundaki mücmel ifadeyi açıklamış olmaktadır. [269]

Tirmizî de Ebu Bekir es-Sıddik (r.a)'dan rivayet ettiğine göre, bu âyet-i kerime nazil olunca Peygamber (sav) ona şöyle demiş: "Ey Ebu Bekir, sana ve mü'minlere gelince siz, dünya hayatında bunlarm cezasını görürsünüz. Öy-leki Allah'ın huzuruna günahsız olarak çıkmış olursunuz. Diğerleri ise, Kı­yamet gününde onun cezasını görsünler diye bu yaptıkları kötülükler top­lanır, bir araya getirilir." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. İsnadı hak­kında tenkidlerde bulunulmuştur. Musa b. Ubeyde ise, hadis hususunda za­yıf diye nitelendirilmektedir. Onu, Yahya b. Said el-Kattân ile Ahmed b. Han-bel zayıf kabul etmişlerdir. Mevla b. Sİba' ise meçhul bir ravidir. Bununla bir­likte bu hadis, Ebu Bekir (r.a)'dan başka yollardan da rivayet edilmiştir. Yi­ne de sahih bir isinadi yoktur. Bu hususta Hz, Aişe'den de rivayet vardır. [270]

Derim ki: Bu hadisi, Kadı İsmail b. İshak da rivayet etmiştir, dedi ki: Bi­ze, Süleyman b. Harb anlattı dedi ki: Bize, Hammad b. Seleme, Ali b. Ye-zid'den anlattı. Ali'nin annesinden naklettiğine göre, annesi Hz. Aişe'ye şu: İçinizdekini açıktasanız da gizlesetıiz de Allak onunla sizi hesaba çeker" (el-Bakara., 2/284) âyeti ile şu: "Kim bir kötülük'yaparsa onun cezasını gö­rür" âyeti hakkında sordu. Hz. Âîşe şöyle dedi: Ben Rasûluilah (sav)'a buna dair soru sorduğumdan bu yana kimse bana (buna dair) soru sormadı. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Aişe bu, Allah'ın "kul ile" ona isabet eden humma, musibet, diken, hatta elbisesinin arasına sakladığı sonra da bulama­dığı ve onu ariyayım derken elbiseleri arasında bulduğu eşyasına varıncaya kadar gelen musibetler karşılığında onunla yaptığı bir alış veriştir. Tâ ti iııü'nun, günahJarirtdan, altın körükien&rek yabancı maddelerden kurtul­duğu gibi öylece kurtuluncaya kadar. [271]

Bütün bu görüşlere göre "Değildir" (âyeti kerimenin mealinde ge­çen; "Kalmamıştır" ifadesinde olumsuz anlam) edatının ismi kendi içerisin­de gizlidir İfadenin takdiri de şöyle olur: Bu işlerden sizin temenni ettiğiniz şeyler olmaz. Aksine, kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir Buy­ruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah'ın sevap ve mükafat ver­mesi sizin temenni ve kuruntularınıza göre olmaz. Zira, daha önceden: "İman edip salih amel İşleyenlere gelince, Biz onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız" buyruğu geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Ve kendisine Allah'tan başka ite bir dost bulabilir ne de bir yardımcı" buyruğunda kast edilenler ise müşriklerdir Çünkü yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak Biz, peygamberlerimize ve müzminlere dünya hayatında şahîdlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz. " (el-Mu'min, 40/51)

Şöyle de denilmiştir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" tev-be etmesi hali bundan müstesnadır.

Cemaatin kıraati Kendisine... ne bulabilir" şeklinde sakin olarak; Onun cezasını görür" buyruğuna atf edilerek cezm ile okunmuştur îbn Bekkâr ise, İbn Amir'den yeni bir cümle başı olarak "dal" harfini ötreli olarak okumuştur.

Eğer âyet-i kerime kâfirler hakkında kabul edilecek olursa anlamı: Yarın onun (kâfirin) bir dostu da olmayacaktır, bir yardımcısı da.,, demek olur. Şa­yet mü'rnin hakkında kabul edilecek olursa, o takdirde onun Allah'tan baş­ka bir dostu da yoktur, bir yardımcısı da anlamına gelir. [272]

 

124. Erkek veya kadın, her kîm mü'min olarak salih ameller işler­se, işte onlar cennete girerler ve kendilerine hurma çekirdeği­nin çukura kadar zulmedilmez.

Burada iman şartı koşulmuştur. Çünkü müşrikler Kabe'ye hizmet edişle-rini, hacılara yemek yedirişlerini, misafirlere ikram edişlerini, Kitap ehli ise; önceliklerini ve bir de: Biz Allah'ın oğullarıyız ve sevdikleriyiz, demelerini ileri sürmüşlerdi. Yüce Allah ise, güzel amellerin imansız kabul olunmaya­cağım beyan etmektedir.

Cennete girerler" buyruğunu, şeyhan Ebû Amr ile İbn Ke­sir şeklinde meçhul bir fiil olarak (cennete girdirilirler, anlamın­da) diye "ya" harfini ötreli, hi" harfini de üstün olarak okumuşlardır. Diğer­leri ise, "ya" harfini üstün, "hı" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Yani bun­lar da amelleri sayesinde cennete girerler demektir. Nakîr kelimesine dair açık­lama daha önceden (en-Nisâ, 4/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır ki, bu da hurma çekirdeğinin sırtındaki çukurcuk demektir. [273]

 

125. İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Ha-nıf dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Al­lah İbrahim'i dost edinmiştir.

 

Yüce Allah: "İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Hanif dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir buyruğun­da İslam dinini sair dinlerden üstün kılmakta, tutmaktadır.

"Kendisini Allah'a teslim eden" buyruğunun anlamı ise, dinini Allah'a ha­lis kılan, O'na itaat ederek boyun eğen, ibadetini O'na yapan demektir. İbn Abbas der ki: Yüce Allah, bununla Ebu Bekir es-Sıddik (ra)'ı kastetmekte­dir, (ki) kelimesi beyan (temyiz) olarak nasb edilmiştir.

İyilik yaparak" kelimesi ise, hal mevkiinde mübteda ve ha­berdir. Yani, irtuvahhid oîarak demektir. O halde Kitap ehli bunun kapsamı­na giremez. Çünkü onlar Muhammed (sav)'a imanı terk etmişlerdir.

(İbrahim'in milleti, terkibindeki) Millet kelimesi din demektir. Hanîf ise müslüman demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/135. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Allah, İbrahim'i dost edinmiştir" buyruğuna gelince, Sa'leb der ki: Dost'a (halîD bu adın veriliş sebebi, onun sevgisinin kalbin ara­sına sızıp yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından do­layıdır. Daha sonra da Beşşâr'ın şu beyitini nakletmektedir:

''Ruhum benim her tarafıma girdiği gibi gen de öylece girip yerleştin. İşte bundan dolayıdır ki, halîl'e halîl adı verilmiştir."

Halil kelimesi, fail anlamını veren fail veznindeki bir kelimedir. Alîm ke­limesinin Âlim anlamında oîduğu gibi. Bir görüşe göre de bu, habîb kelime­sinin mahbûb (sevilen, sevgili) anlamına geldiği gibidir; bu da rneful anla­mında (candan sevilen dost) demektir.

Hz. İbrahim, hem yüce Allah'ı sevendi, hem de Allah tarafından sevilen­di. Şöyle de denilmiştir: Halîl kelimesinde özel dost edinme anlamı vardır. Aziz ve celil Allah, bizlere Hz. İbrahim'i kendi döneminde risalet görevi için özel olarak seçtiğini bildirmektedir. en-Nehhas bu görüşü tercih eder ve şöy­le der: Buna delil de Peygamber (say)'ırı şu buyruğudur: "Allah sizin bu ar­kadaşınızı da halîl edinmiştir." [274] Bununla kendisim kast etmektedir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer ben bir halîl edinecek ol­saydım, hiç şüphesiz Ebu Bekir'i halı! edinirdim." [275] Yani şayet ben, herhan­gi bir kimseye özel olarak bir şeyi tahsis etmiş olsaydım, elbetteki Ebu Be­kir'e tahsis ederdim. İşte bu da Peygamber (sav)'ın ashabından bazılarına özel olarak dinden bazı hususları bildirmiş olduğunu iddia edenlerin görüşleri­ni reddetmektedir.

Şöyle de denilmiştir; Halil muhtaç olan demektir Buna göre, Allah'ın ha-olan İbrahim, yani yüce Allah'a ihtiyacı bulunan demektir. Bu anlamıyla bu kelime sanki, durumu iyi olmayan birisi kast edilmiş gibi olar. Züheyr ise, Herim b. Sinan'ı överken şunları söylemektedir:

"Bir kıtlık gününde bir fakir (halîl) ona gelecek olursa

Der ki: Malım gaip değildir (işte malım) ve alıkonulmuş da değildir."

e£~Zeccâc der ki: Halil'in anlamı sevgisinde halel bulunmayan kimse de­mektin O bakımdan Hz. İbrahim'e Allah'ın kendisini tam ve eksiksiz bir sev­giyle sevip seçmiş olması dolayısıyla "halîlullah" adı verilmiş olabilir. Yine yüce Allah'a ihtiyacı ve fakirliği dolayısıyla da "halîlullah" adı verilmiş olma­sı da mümkündür. Hz. İbrahim, fakirlik ve ihtiyacını bu hususta tam bir Ihlâs ile Allah'tan başka kimseye açmamıştır. İhtilal zaten fakirlik demektir.

Rivayet olunduğuna göre, mancınık ile ateşe atılırken havada bulunduğu sırada Hz, Cebrail yanına gelip: Bir ihtiyacın var mı; diye sormuş, o da: Sen­den bir ihtiyacım yok, demişti. Buna göre yüce Allah'ın Hz. İbrahîmi halîl edinmesi, ona yardımcı olması demektir.

Şöyle de denilmiştir: Hz. İbrahim'e bu ismin veriliş sebebi şudur:

Mısır'da -Musul'da da denilmiştir- bulunan bir arkadaşına (halîline) ondan yiyecek almak üzere gitmişti. Ancak arkadaşını bulamayınca götürdüğü çu­vallarını kum doldurup ailesine geri döndü. Torbalan koyup uyudu. Ailesi torbayı açınca içinde un olduğunu gördü. Ondan kendisine yiyecek birşey-ler yaptılar. Kendisine takdim ettiklerinde: Bunu nereden buldunuz diye so­runca, aile halkı: Mısır'lı arkadaşının yanından getirdiklerinden yaptık, de­diler. Bu sefer Hz. İbrahim: O, benim halîlimîn nezdindendir dedi. Bunun­la yüce Allah'ı kastetti- İşte böylece ona "Halîlullah" adı verilmiş oldu-

Yine denildiğine göre, Hz. İbrahim, kâfirlerin elebaşılarını konuk etmiş, kendilerine birtakım hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu.

Ona: İhtiyacın nedir diye sormuşlar, o da şöyle demişti: Bir defa secde et­menize ihtiyacım var. Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce Allah'a şöylece dua etti;

Allahım gerçekten ben imkânım olan bir işi yaptım. Allah'ım Sen de ehil olduğun Sana layık olan işleri yap. Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslam'a girme tevfikini ihsan etti. Bundan dolayı da Allah onu halîl edindi.

Yine denildiğine göre, melekler Ademoğullan kılığında onun yanına girip de o da, semiz bir buzağıyı önlerine getirince ondan yemediler ve şöyle de­diler: Biz bedelsiz bir şey yemeyiz, O da bedelini ödeyerek yeyiniz, dedi on­lar. Bu sefer: Bunun bedeli nedir, deyince Hz. İbrahim şöyle dedi: Başında bismillah diyeceksiniz, sonunda da elhamdülillah. Bu sefer kendi araların­da şöyle dediler: Gerçekten Allah'ın bunu haltl edinmesi yaraşır. Allah da onu halîl edindi.

Cabir b, Abdullah Rasûlullah {.sav)ıın şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: "Allah, İbrahim'i yemek yedirdiği, selamı yaygınlaştırdığı, insanlar uy­kudayken geceleyin namaz kıldığı için halîl edinmiştir."[276]

Abdullah b, Amr b- el-As da Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Ey Cebrail, Allah neden İbrahimi halîl edindi?" Hz. Cebrail dedi ki: Yemek yedirdiği için Ey Muhammed.[277]

Yine denildiğine göre halîl, Allah için dost edinen ve Allah için düşman­lık edendir. İnsanlar arasındaki hullet (halîllik) ise, dostluk, arkadaşlık de­mektir. Bu kelime sırların dostlar arasında kalması anlamına gelen;'den türetilmiştir.

Yine denildiğine göre bu kelime; den gelmektedir. Her bir halîl, ar­kadaşının hailesini (ihtiyacını) kapattığından dolayı halîl adı verilmiştir,

Ebû Davud'un Musannef inde Ebû Hureyre'den Peygamber (sav)'ın şöy­le buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ki­şi arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan her biriniz kiminle arkadaşlık et­tiğine dikkat etsin." [278]

Şu beyiti söyliyen ne güzel söylemiş:

"Dostluğu Allah, için olmayanın

Dostu ondan, yana her zaman tehlike ile karşı karşıyadır.

Bir diğeri şöyle demektedir:

"Eğer sen candan bir dost edinmediysen

Her bir kardeşin kardeşliğine asla güvenme

Aralarından seçim yapman istenirse sen yapış:

Aralarından akıl sahibi ve haya sahibi olanlarına;

Çünkü hiç şüphesiz faziletler birbirleriyle boy ölçüşecek olursa

Aklın dengi asla bulunmaz."

Hassan b. Sabit (r.a) da şöyle demiştir:

"Yiğit adamın dostu pek çok olur

Fakat sıkıntılı zamanlarda onlar pek azdır

Kardeşlik yaptığın kimsenin dostluğu aldatmasın aeni

Bir musibet esnasında senin hiçbir dostun olmaz

Her bir kardeş: Ben vefakârım, der

Fakat söylediğini yapmaz bir türlü

Şerefli ve dindar candan bir dost dışında;

İşte böylesi dediğini gerçekten yapandır*[279]

 

126. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi ku­şatıcıdır.

 

"Göklerde re yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Yani hem mülkiyeti hem yaratması itibariyle. Anlamı da şudur: Allah, güzel itaaci dolayısıyla îb-rahimi halîl edinmiştir. Yoksa, onu halîl edinmeye ihtiyacı dolayısıyla, yahut da bununla mülkünü artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun iken nasıl böyle

bir şey söz konusu olabilir? Olsa olsa yüce Allah emirlerîne harfiyen uyma­sı dolayısıyla Hz. İbrahim'e ikramda bulunmuştur.

"Allah her şeyi kuşatıcıdır." Yani, Onun ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. [280]

 

127. Kadınlar (in mirası) hakkında senden fetva isterler. De ki: "On­lara dair fetvayı sise Allah veriyor: Kendileri için yazılmış ola­nı (haklarını) onlara vermediğiniz, bununla beraber kendileri­ni nikâh lamayı istediğiniz yetim kadınlar (öksüz kızlar) ile kü­çük çocuklar ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız hususunda Kitapta sîzlere okunup duran ayetler de (size bu ko­nuda fetva veriyor). Hayır türünden ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir

 

Bu âyet-i kerime, ashabtan bir topluluğun miras ve başka hususlarda ha­nımların durumu ve onlara dair hükümler ile ilgili soru sormaları sebebiyle nazil olmuştur. Yüce Allah Peygamberine, onlara şöyle demesini emret­mektedir: "Onlar hakkında size Allah fetvayı veriyor" yani soru sorduğu­nuz hususta size hükmünü açıklıyor.

Bu âyet-i kerime ile sûrenin baş taraflarında sözü edilen kadınların durum­larına tekrar dönülmektedir. Henüz bitmedikleri bir takım hükümler kalmış­tı. O bakımdan onlar bunlara bazı sorular sordular, kendilerine şöyle denil­di: Şüphesiz ki Allah, onlar hakkında size fetva vermektedir. Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (savTa soru sorulur, o da üzerine va­hiy nazil oluncaya kadar cevap vermezdi İşte bu da yüce Allah'ın Kitabın­da yer almaktadır: Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki Onla­ra dair fetvayı size Allah veriyor." Yine onun Kitabında şunlar da vardır: "Bir de sana yetimler hakkında soruyorlar..." (el-Bakara, 2/220); "Sana içki ve kumardan soruyorlar,.." (el-Bakara, 2/219); ''Sana dağlan soruyorlar..." (Tâ-Hâ, 20/105)

Yüce Allah'ın: (Sizlere) okunup duran..." buyruğunda yer alan edatı ref mahallinde olup, yüce Allah'ın ismine atf edilmiştir. Ya­ni: Kur'an da kadınlar hakkında size fetva vermektedir. Bu, yüce Allah'ın: "Si­ze helal olan kadınlardan... nikahlayınız" (en-Nisa, 4/3) buyruğudur ki, da­ha önce buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın: Kendilerini nikahlamayı istediğiniz" buyruğu kendilerini nikahlamayı arzulamadığınız, demektir. Burda  edatı hazf edilmiştir. Burda "kendilerini nikahlamayı istediğiniz" anlamına ge­lecek şekilde edatının hazf edildiği de söylenmiştir.

Said b. Cübeyr ile Mücahid der ki; Malı çok ise onu nikahlamayı isterdi. Hz. Aişe'nin nvâyet ettiği hadis İse; istememek anlamını veren edatın hazfi görüşünü pekiştirmektedir. Çünkü, Hz, Aişenin rivayet ettiği hadiste şöyle de­nilmektedir: Yani sizden herhangi bîr kimse himayesinde bulunup da malı da az, güzelHği de az bir yetim kızı nikahlamak istemediği gibi, kendilerini nikahlamak istemediğiniz kadınlar.,. Sözü geçen bu hadis ise bu sûrenin baş taraflarında (3- âyetin tefsirinin başında) geçmiş bulunmaktadır. [281]

 

128. Şayet bir kadın kocasının (kendisinden) yüz çevirmesinden ya­hut uzaklaşmasından korkarsa, barış yolu ile aralarını düzelt­melerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır. Zaten nefislerde bir cimrilik vardır. Eğer iyi geçinir ve sakınır­sanız, şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız;

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Kıraat Farkları:

 

Yüce Allah'ın: "Şayet bir kadın..." buyruğu, daha sonra gelen fiilin tefsir ettiği mahzuf bir fiil takdiri ile merfu'dur. "Korkarsa" öy­le bir şey beklerse anlamındadır. Buradaki "korfcarsa" fiilinin böyte birşey-den kesinlikle emin olursa anlamında olduğunu söyleyenlerin sözü hatalıdır. ez-Zeccâc der ki: Buyruğun anlamı şudur: Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasının devam etmesinden korkarsa şeklindedir. en-Nehhas der kî: Âyet-i kerimede geçen aüşûz {korkmak) ile i'rad (yüz çevirmek) arasındaki fark şudur: Nüşûz, buradan uzaklaşmak, i'rad ise, onunla konuşmaması ve onu-nula sohbet etmemesi demektir.

Âyet-İ kerime, Şevde bint Zem'a sebebiyle nazii olmuştur. Tirmizî'nin ri­vayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Hz. Şevde Rasûlullah (sav)'ın ken­disini boşayacağından korktu ve bu sebeple şöyle dedi: Beni boşama, nikâ­hın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye ver. Hz. Peygamber de böy­le yapınca bunun üzerine: "... Barış yoluyla araların* düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır." O sebepten arala­rında sulh ile kabul ettikleri-herhangi bir şey caizdir. (Tirmizî ) dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir. [282]

tbn üyeyne, ez-Zührî'den o, Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiğine gö­re, Muhammed b. Mesleme'niri kızı Havle, Rafı1 b. Hadîc'in nikâhı altında idi. Yaşlılığından veya başka bir durumdan kaynaklanan bir hususundan hoşlan­madı. Onu boşamak istedi. Hanımı: Beni boşama ve bana istediğin gibi pay ayır dedi. Bu şekilde sünnet cereyan etti ve: "Şayet bir kadın kocasının uzak­laşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti nazil oldu.[283] Bûhârî'nin de Âişe (r.anhâ)'dan rivayet ettiğine göre "Şayet bir kadın ko­casının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti hak-k'ıncla o şöyle demiş; (Âyet-i kerime) yanında fazla sevmediği, fazla düşüp kalkmadığı, bir hanımı bulunup da ondan ayrılmak İsteyen, buna karşılık ha­nımının da kendisine: Benim hakkımda (bana istediğin gibi pay ayırmanı) sana helal ediyorum, demesi üzerine bu âyeM kerime nazil olmuştur. [284]

Düzeltmelerinde" buyruğu, genel olarak "barışmalarınında" an­lamında; diye okunmuştur.

Kûfelilerin çoğunluğu, bunu şeklinde okumuşlardır. el-Cahderi ye Osman el-Betti Cuilâ; diye okumuştur. Anlamı ise; Barışma­larında, şeklinde olup daha sanra"tı" harfi "sad" harfine idğam edilmiştir. [285]

 

2. Kadının Kendi İsteğiyle Haklarından Feragat Etmesi:

 

Bu âyet-i kerimedeki fıkhı inceliklerden birisi de, koca, kadının gençliği­nin geçip gitmesinden ve yaşlanmasından sonra onun yerine bir başka ka­dın ile evlenmemesi gerektiği görüşünde bulunan kaba cahillerin kanaatle­rini red etmesidir. İbn Ebi Muleyke der ki: Şevde bint Zem'a'nın yaşı ilerle­yince Peygamber (sav) onu boşamak istedi. Ancak of Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih edip, ona: Beni nikahın altında tut ve bana ayırdığın gü­nünü Âişe'ye tahsis et, dedi. Hz. Peygamber de böyle yaptı. Hz. Şevde de onun hanımlarından birisi olduğu halde vefat etti.

Derim ki: Muhammed b. Mesleme'nin kızı da böyle yapmıştı. Mâlik, İbn Şihab'dan, o, Rafı' b, Hadîc'den rivayet ettiğine göre Rafi", ensardan olan Mu-hamraed b. Mesleme'nin kızı ile evlendi. Yaşlanıncaya kadar Rafi'in nikahı altında kaldı. Daha sonra onun üzerine genç birisi ile evlendi. Genç hanımı­nı ona tercih etti, Muhammed b. Mesleme'nin kızı kendisini boşamasını is­tedi, Rafi' de onu bir talak ile boşadı. Sonra ona iddet süresini tamdı. İdde-ti biteceği vakte yakın ona ricat etti (döndü). Tekrar genç kadını ona tercih etti. Kadın yine ondan kendisini boşamasını istedi. O da onu bir talak ile bir daha boşadı. Yine iddeti bitmeden ona ricat etti ve tekrar genç hanımı ona tercih edince yine ondan kendisini boşamasını istedi. Rafi' hanımına şöyle dedi: Nasıl istersen; geriye bir talak hakkımız kaldı. Arzu edersen gördüğün şekilde onu sana tercih edişime devam etmeme katlanır ve kalırsın; arzu eder­sen de senden ayrılırım. Bu sefer hanımı şöyle dedi: Hayır, onu bana tercih edecek olsan dahi kalayım. Bunun üzerine Rafi' de onu nikahı altında tut­maya devam etti. Rafi', hanımı kumasının kendisine tercih edilmesine rağ­men yanında kalmayı tercih etmesi üzerine kendisinin vebal altında olduğu görüşüne katılmadı. Bunu, Ma'mer, ez-Zührî'den hem lafız, hem de manasıy­la rivayet etti ve aynca şunu da ekledi: İşte: "Şayet bir kadın kocasının uzak­laşmasından yahut yüz çevirmesinden kor t arsa, barış yoluyla aralarını düzelünelerinde kendileri için bîr vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır" âye­tinin hakkında nazil olduğu sulh işte budur. [286]

Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr der ki: Rivayette zikredilen: "Genç olanı ona ter­cih etti" ifadesi ile -Allahu alem- kalbiyle ona meyledişi ve ona karşı arzu ve şevk duyuşunu kast etmektedir. Yoksa yemek, giyecek ve yanında gecele­mek hususlarında ona tercih ettiğini kast etmemektedir. Rafi' gibi birisi hak­kında böyle bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Doğrusunu iyi bilen Allah'tır.

Ebu Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize, Ebû'l- Alıvas Simâk b, Harb'dan, o, Ha-lid b, Arârâ'dan, o, AH b. Ebi Talib (r.aj'dan naklettiğine göre bir adam Hz. Ali'ye bu âyet-i kerime hakkında soru sormuş, o da şöyle demiş: Bu, bir ki­şinin yamnda bir hanım olup da çirkinliği, fakirliği, yaşlılığı yada kötü huy-luluğu dolayısla gözü ondan uzaklaşır, buna karşılık hanımı da ondan ayrıl­mak istememesi durumu ile ilgili olarak nazil olmuştur. Böyle bir kadın, şa­yet mehrinin bir kısmından kocası lehine vazgeçecek olursa, onun bunu al­ması kocaya helal olur. Yine günlerinden bazısını ona bağışlayacak olursa bunda da bir vebal yoktur. ed-Dahhâk der ki: Eğer koca, önceki hanımından daha genç ve daha beğendiği birisiyle evlenecek olursa (önceki hanımın rı­zasıyla) hakkından bazı şeyleri eksiltmesinde bir sakınca yoktur. Mukatil b. Hayvan der ki: Burada kasıt, nikahı altında yaşlı bir kadın bulunup da üze­rine genç bir kadın ile evlenen kocadır. Koca bu yaşlı hanımına: Bu genç ka­dına sana ayırdığım gece ve gündüz payından daha fazlasını vermem karşı­lığında sana malımdan bazı şeyler vermek istiyorum der, önceki kadın da ara­larında anlaştıkları bu şeye razı olur (ise) mesele yok. Şayet kadın hakkını almaktan başka bir şeye razı olmazsa, bu sefer günlerini aralarında paylaş­tırmak ve adil olmakla mükelleftir. [287]

 

3. Karı-Koca Arasındaki Çeşitli Barış Türleri:

 

İlim adanılan der ki: İşte bu buyrukta, böyle bir durumla karşılaşılması ha­linde bütün sulh çeşitlerinin mubah olduğuna delil vardır, ister koca kadı­nın sabretmesine karşılık ona birşeyler versin, isterse kadın tercihi karşılığın­da kocasına birşeyler versin, isterse de kadına diğerine tercih etmek, bunun­la birlikte öncekini nikahı altında tutmak şeklinde olsun, yada bu sulh, her­hangi bir şey vermeksizin tercihe katlanmak şeklinde olsun; bütün bu şekil­ler mubahtır. Hanımlardan birisinin vereceği bir şey karşılığında kendi gü­nü hakkında diğeriyle barış yapması da caizdir. Nitekim Peygamber (sav")'ın hanımları da böyle yapmıştı, Şöyle ki: Rasûlullah (sav.) Hz. Safiye'ye kızmış­tı. Safiye Hz. Aişe'ye: Benim ile Rasûlullah (sav)'m arasını düzelt buna kar­şılık da ben sana günümü bağışlamış olayım.

Bunu, İbn Huveyzimendâd Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde Hz. Aişe'den rivayet etmektedir. Hz, Aişe dedi ki: Rasûlullah {sav) bir hususta Safiye'ye kız­dı. Safiye bana şöyle dedi: Rasûlullah (savVın bana olan kızgınlığını giderip bana hoşnut olmasını sağlaman karşılığında sana günümü vermeme ne der­sin? (Aişe) dedi ki: Zaferan ile boyanmış bende bulunan bir örtüyü üzerine su serptikten sonra giyindim. Daha sonra gidip Rasûlullah (sav)'ın yanına otur­dum. Bana: "Benden uzak dur, bugün senin günün değildir" diyince, ben de şöyle dedim: Bu Allah'ın bir lütfudur. O, lütfunu dilediğine verir, deyip ona durumu anlattım. O da Safiye'den hoşnut oldu.

İşte bu rivayet de hanımlara karşı eşit muameleyi terk ederek birini diğe­rine üstün tutmanm, başkasının kendisine tercih edilmesini kabul edecek ola­nın izin ve rızasî ile olmadıkça caiz olmıyacağını göstermektedir. [288]

 

4- Kıraat Farklarına Dair Açıklamalar ve Anlamlan:

 

Kûfeliler Düzeltmeleri" şeklinde, diğerleri ise, Barış yapmalan," şeklinde, el-Calıderi de: Barışmaları" şeklinde okumuş­tur. Bu kelimeyi; şeklinde okuyanların bu okuyuşu şöyle açıklanır: Arapça'da bilinen şu kî, bir topluluk arasında eğer bir anlaşmazlık varsa ve

bu anlaşmazlık düzeltilirse; Barıştılar" denilir

Buna karşılık; Düzelttiler" denilmez. Eğer, şeklinde kullanılırsa, bunun mastarı da; Islah etmek," düzeltmek olur. O ba­kımdan; Düzeltmeleri" şeklinde okuyanlar, bunun bir benzerini kar­şılıklı anlaşmazlık ve çekememezlik halinde de kullanmış olur.

Nitekim: Aralarını düzeltirse" (el-Bakara, 2/182} diye buyurul-muştur. Yüce Allah'ın: Barış yolu ile1' kelimesi bu kıraate göre mef ul olarak nasb edilmiş olur ve bu da vermek veriş.,, anlamına gelen is­minin; Verdimm" fiilinden kullanılması gibi isim olur. Buna göre Barış yaparak düzelttim" ibaresi, Bir işi düzelt­tim" demeye benzer. Aynı şekilde bu kelimeyi; Barışmaları" şeklin­de okuyanların kıraatine göre de bu, mef uldur. Çünkü bu kip, burada mü-teaddi olarak gelmiştir. Bununla birlikte fazlalıklar) hazfedilmiş bir mastar ol­ması ihtimali de vardır.

 Barışırlarsa" şeklinde okuyanların kıraatine göre ise bunun asli;  şeklindedir. Daha sonra bu (te harfi "sad" harfinden sonra ince ol­duğundan) onun benzeri fakat sert harf olan "tı"ya değiştirilerek Ne dönüşür. Daha sonra da "ti" harfi "sad" harfine cjönüştürülerek "sad" harfi ona İdğam edilir. "Sad" harf indeki safir (ıslık) sesinin devamı dolayısıyla "tr'ya de­ğiştirilmez. (Yani, buna bağlı olarak "ti" harfi de "sad" harfine dönüştürülür). [289]

 

5- Sulhun Hayırlı Oluşu;

 

Yüce Allah'ın: "Barış daha hayırlıdır* buyruğu, umumi ve mutlak bir la­fızdır. Ruhları teskin eden ve anlaşmazlıkları izale eden gerçek sulhun, ka­yıtsız ve şartsız olarak hayırlı olmasını gerektirir. Mal, yatakta beraberlik ve­ya bunun dışında herhangi bir hususta karı ile koca arasında meydana ge­lecek bütün sullıler de bu hususun kapsamına dahildir.

"Hayırlıdır" buyruğu, ayrılıktan daha hayırlıdır, demektir. Çünkü ayrılık­ların, kinin ve öfkenin devam edip gitmesi, şerri ayakta tutan unsurlardan­dır. Hz. Peygamber de, kin hakkında: "İşte o tıraş edicidir" [290] diye buyurmuş­tur Tıraş edici olması, saçı tıraş eden değil, dini tıraş eden demektir. [291]

 

6- Kötü Huyların Kaynağı Cimrilik:

 

Yüce Allah'ın: "Zaten nefislerde bir cimrilik vardır" buyruğu, cimriliğin herkeste var olduğunu haber vermektedir. İnsanın hilkati ve karakteri itiba­riyle cimrilik etmesinin kaçınılmaz olduğunu ve hatta arkadaşını dahi ken­disinin hoşlanmadığı şeye buğz etmeye kadar götürebileceğini ortaya koymaktadır. Cimrilik anlamına gelen;'ın fiilleri şeklinde gelir,

îbn Cübeyr der ki: (Burada sözü edilen cimrilik) kadının kocasından al­dığı nafakasını ve ona günlerini ayırmasını bencilce kendisine istemesidir.

îbn Zeyd der ki: Burada cimrilik, kadının da, erkeğin de kendi tutkuları­nı gerçekleştirmek istemesidir.

İbn Atiyye der ki: Bu daha güzel bir açıklamadır. Çünkü çoğunlukla ka­dın kocasından hakettiği pay kendisinin olsun ister. Kocanın da çoğunluk­la genç hanımına ayrılan payında bir bencilliği vardır.

Cimrilik, (es-Şuh bencillik, kıskançlık vs.) inanç, irade, arzu, istek, mal ve benzeri konularda gerekli zapt-u raptı sağlamak demektir.

Böyle bir duygu, kişinin dinine daha bir sarılmasına sebep oluyorsa bu, övülen bir duygudur. Başka hususlarda onu tutkunluğa itiyor ise, onda kıs­men yergi sözkonusudur.

İşte hakkında yüce Allah'ın: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, felah bulanların tâ kendileridir" (et-Teğabûn, 64/16) diye buyurdu­ğu cimrilik çeşidi budur. Şer'î hakları yahut da insanlığın gerektirdiği şeyle­ri engellemek noktasına kadar götürürse işte o adi bîr huy olan bahîllik (cim­rilik, pintilik, eli sıkılık) dır. İşte eli sıkılık bu yerilmiş huy ve adi karakter­lere kadar götürecek olursa, artık o kimseden ne bîr hayır umulur, ne de bir düzeliş.

Derim ki: Rivayet edildiğine göre Peygamber (say), Ensara şöyle sormuş: "Efendiniz kimdir." Onlar; el-Ced tx Kays, ama biraz cimriliği vardır. Bu se­fer Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: "Cimrilikten daha kötü hangi hastalık vardır ki?" Bu sefer şöyle sordular: Bu nasıl olur Ey Allah'ın Peygamberi? Şöy­le buyurdu:

"Bir kavim deniz kıyısında konakladı. Cimrilik dolayısıyla kendilerine misafir gelmesinden hoşlanmadılar. Bunun üzerine erkeklerimiz ve kadınla­rımız birbirinden uzakİaşsın ki, misafir geldiği takdirde erkekler onlara ka­dınların uzak bulunduklarını belirterek özür beyan etsinler, kadınlar da er­keklerin kendilerinden uzakta bulunduğunu belirterek özür beyan etsinler. Gerçekten de böyle yaptılar. Ve bu durumları uzayıp gitti. Bu sefer erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla meşgul oldu." [292]

Bu hadis daha önceden (ÂH İmran, 3/180. âyet, 3- başlıkta) geçmişti. Bu­nu, el-Mâverdî (Edebu'd-Dünya ve'd-Din adlı eserinde) zikretmiştir. [293]

 

7- Allah İyilik Yapanların İyiliklerinden Haberdardır:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer iyi geçinir ve sakınırsanız" buyruğu bir şarttır. "Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğu da onun ce­vabıdır Bu, cimrilik yapıp iyilik yapmamaları haline dair kocalara bir hitap­tır. Yani, eğer iyilik yapar onlarla birlikte olmaktan hoşlanmamanıza rağmen kadınlarla geçiminizde kötülük yapmaktan sakınır, onlara zulmetmekten kendinizi uzak tutarsanız bu sizin için daha bir faziletlidir, [294]

 

129. İsteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari büs­bütün meyledip de ötekini askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer ara­yı düzeltir ve sakınırsanız, şüphe yok ki Allah, çok mağfiret edi­cidir, marhamet sahibidir*

Yüce Allah: "isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Ba­ri büsbütün meyledip de.,," buyruğunda, kadınlar arasında mutlak adaleti gerçekleştirmenin güç dahilinde olmadığını haber vermektedir. Güç dahilin­de olmayan şey ise, sevgi, cima ve kalpteki yer itibariyle tabii meyil ile ilgi­li hususlardadır. Yüce Allah, insanların durumunu vasfetmekte ve yaratılış­ları gereği, kalplerinin kimisine meyledip, kimisine meyi etmesini önlemek imkânına sahip olmamakla nitelendirmektedir. O bakımdan Peygamber (sa-lat ve selam ona) şöyle derdi: "Allahım, işte bu benim gücüm dahilinde olan hususlardaki paylaştırmanındır, O bakımdan Senin Mâlik olduğun, benim sa­hip olamadığım hususlarda beni kınama!" [295]

Daha sonra yüce Allah bir nehiyde bulunarak: "Baribüsbütün meyledip de..." diye buyurmaktadır. Mücahid der ki: Kasten kötülük yapmaya kalkış-mayımz. Aksine paylaştırmada ve nafakada eşitliğe riâyet ediniz. Çünkü bu, güç yetirilen hususlar arasındadır. İleride buna dair açıklamalar geniş bir şe­kilde el-Ahzab Sûresi'nde (33/51. âyet 2; başlıkta) yüce Allah'ın izniyle ge­lecektir. Katade de en-Nadr b. Enes'den, o, Beşir b. Nehîk'ten, o, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav") buyurdu ki: "Her kimin İki hanımı bulunur da aralarında adalet yapmazsa, Kıyamet gününde bir tarafı meyilli olarak gelir." [296]

Yüce Allah'ın: "Ötekini askıdaymış gibi bırakmayın" yani ne boşan­mış, ne de evli gibi kalmasın. Bu açıklamayn el-Hasen yapmıştır. Bu da bîr şeye asılı bulunan bir başka şeye bir benzetmedir. Böyle bir şey ise, ne yer üzerinde karar bulmuştur, ne de asılı bulunduğu şey tarafından gereği gibi taşınmaktadır

Bu: darb-ı meseline benzemektedir. [297] Nahivdlerin ör­fünde ise, fiilin taliki de bunu andırmaktadır,

Umrn Zer' hadisi diye bilinen meşhur hadiste kadının şu sözleri de bu ka­bildendir: "Kocam, çirkin bir sınk gibi ince ve uzundur. Konuşursam beni boşar, susarsam askıda kalırım." [298] Katade de­di ki: ("Askıdaymış gibi" demek) hapisdeymiş gibi demektir. Nitekim, Ubeyde bunu: "Onu hapisde imiş gibi bırakmayın" diye oku­muştur. İbn Mes'ud ise bunu: Onu, sanki o askıdaymış gi­bi bırakmayın" diye okumuştur. "Onu... bırakmayın" kelimesi nasb mahallindedir. Çünkü nehyin cevabıdır. "Askıdaymış gibi" ke­limesindeki ("gibi" anlamındaki) "kef" harfi de yine nasb mahallindedir[299]

 

130. Eğer (karı-koca) birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah herbirni ge­nişliği ile zengin kılar. Şüphesiz Allah, lütftı geniş olandır, hik­meti büyüktür.

131. Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Andolsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer küfre saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan (GanOdir, hamde layık olandır.

132. Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, vekil olarak, Allah yeter.

 

Yüce Allah'ın: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, her birini geniş­liği ile zengin kılar*1 buyruğunun anlamı şudur: Eğer birbirleriyle barışmaz aksine ayrılacak olurlarsa, Allah hakkında güzel zan beslesinler. Yüce Allah erkeğe gözünün aydınlığı olacak bir hanım nasip edebilir. Hanıma da ken­disine bol imkânlar sağlayacak bir koca nasip edebilir. Rivayete göre Cafer b. Muhammed'e bir adam gelip fakirliğinden şikâyet etti. Ona nikahlanma-sini söyledi. Adam gitti evlendi. Daha sonra ona gelip yine fakirlikten şikâ­yet etti. Bu sefer o hanımı boşamasını emretti. Ona niye böyle yaptığı soru­lunca şöyle dedi: "Eğer fakir iseler, Allah onları lütfuyla zengin kılar" (en-Nûr, 24/32) âyetinin sozkonusu ettiği kimselerden olabilir ümidiyle ona ni-kahlanmasını emrettim. Ama bu âyetin sozkonusu ettiği kimselerden olma­dığı ortaya çıkınca, bu sefer ona boşanmasını emrettim ve dedim ki: Belki de şu: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa Allah herbirini genişliği ile zen­gin kılar" âyetinin söz ettiği kimselerden olabilir.

Yüce Allah'ın: * Andolsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkun diye tavsiye ettik" buyruğuna göre; takva em­ri bütün ümmetlere verilmiş genel bir emirdir. Takvaya dair açıklamalar da­ha önceden (el-Bakara, 2/2, âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Size de" buyruğu Kitap verilenlere de" buyruğundaki ço­ğul zamirine alf edilmiştir. Allahtan korkun diye" buyruğu da nasb mahaHindedir. el-Ahfeş der ki; Yani, Allah'tan korkun emri ve tavsiye­si İle... (tavsiyede bulundu). Ariflerden birisi de şöyle demiş: Bu âyet-i ke­rime Kıır'an âyetlerinin eksenidir. Çünkü, bütün Kur'an-ı Kerim bunun etra­fında döner. Yüce Allah'ın: "Eğer küfre saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan (ĞanOdır, hamde layık olandır. Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Al­lah'ındır. Vekil olarak Allah yeter" buyruğuna gelince, birisi bu buyruklar-daki tekrarların faydası nedir, diye sorarsa, buna iki şekilde cevap verilir:

Birinci cevap: Bu, te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Böylelikle kullar bu­na gereken şekilde dikkat etsinler, yüce Allah'ın mülk ve melekûtuna (mut­lak sahiplik ve egemenliğine) baksınlar, O'nun âlemlere hiçbir şekilde muh­taç olmadığına dikkat etsinler.

İkinci cevap: Bu tekrar, birkaç faydayı bir arada gerçekleştirmek içindir. Birincisinde yüce Allah (kan-kocadan) her kişiyi geniş lütfuyla zengin kıla­cağını haber vermektedir. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun-dur. Hazineleri bitip tükenmez. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ve biz size de, kitap ehline de takvayı tavsiye (emr) ettik. "Eğer küfre sapar­sanız" yani, şayet küfre sapacak olursanız şüphesiz ki O'nun size ihtiyacı yok­tur (Ganidir). Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur.

Üçüncüsünde de, yüce Allah bütün yaratıklannı koruyup gözetmesini, on­ların işlerini çekip çevirmesini, yönetmesini de: "Vekil olarak Allah yeter" buyruğu ile haber vermektedir. Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hep­si yalnız O'nundur. Yüce Allah: 'Göklerde kim varsa" buyumnayıp da "ne var­sa" diye buyurmasına gelince, burada varlıkların varlık olarak cinsi kastedil­diğinden dolayıdır. Çünkü göklerde ve yerde akh erenler de vardır, akıl sa­hibi olmayan varlıklar da vardır. (Arapça'da akıllı varlıklar için "men: kim", akılsız varlıklar için de "ma" ismi mevsullan kullanılır.) [300]

 

133- Eğer O dilerse, -ey insanlar- sizi yok eder. Başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir.

 

"Eğer O dilerse -ey insanlar-" müşriklerle münafıkları kast ediyor, "sizi" ölüm ile "yok eder, başkalarını getirir" sizden başka kimseleri var eder.

Bu âyet-i kerime nazil olunca, Rasülullah (sav) Selman'm sırtına vurdu ve şöyle dedi: 'İşte burada sözü geçenler bunun kavmidirler."

Bu âyet-i kerimenin umumi olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer küfre sa­parsanız sizi yok eder ve sizden daha çok Allah'a itaat eden insanlar yara­tır. Bu da yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimedeki şu buyruğunu andırmak­tadır: "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir Sonra onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38) Âyet-i kerimede aynı zaman­da herhangi bir velayet, emirlik ve başkanlığı bulunup da yönetimi altında­kiler 'hakkında âdil davranmayan yahut alim olup da ilmiyle amel etmeyen ve insanlara öğüt vermeyen herkese onu yok edip yerine başkasını getire­ceğine dair bir korkutma ve bir dikkat çekme de sözkonusudur.

"Allah buna hakkıyla kadirdir" Kudret yüce Allah'ın ezeli bir sıfatıdır. Onun malumatının nasıl sonu yoksa, makdûrâtınm (güç yetirdiği şeylerin) da sonu olmaz. O'nun sıfatları hakkında geçmiş, gelecek ve halihazırdaki du­rum aynıdır, Âyet-i kerimede bunun özel olarak mazi (di'li geçmiş.) ifadesiy-

le zikredilmesi, Onun zat ve sıfatında herhangi bir şeyin sonradan hadis ol­duğu vehmine kapılmamak içindir. Kudret ise, fiilin kendisiyle meydana gel­diği sıfattır. Kudret ile birlikte acizliğin varlığı mümkün değildir. [301]

 

134. Kim dünya sevabını isterse bilsin ki, dünyanın da âhire Hu de sevabı Allah'ın ne/dindedir. Allah herşeyi işitendir, görendir.

 

Yani, kim âhireti elde etmek arzusuyla Allah'ın farz kıldığı şeyleri gereği gibi yerine getirecek olursa, Allah âhirette bunun'mü kafa tını ona verir. Her kim dünyalık eîde etmek arzusuyla amel ederse, Allah ona da dünyada tak­dir ettiği kadarını verir, âhirette ise onun bir mükâfatı olmaz. Çünkü Allah'tan başkası için amel etmiştir.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Ve onun âhiret-te hiç bir payı da yoktur.0 (eş-Şura, 42/20); "İşte onlar, ahirette ateşten baş­ka hiçbir paylan olmayanlardır" (Hûd, 11/16) Böyle bir açıklama, âyet-i ke­rime ile münafık ve kâfirlerin kast edilmiş olması halinde uygundur Tabe-rî'nin tercihi de budur.

Rivayete göre, müşrikler Kıyamete iman etmezler. Yüce Allah'a da dünya hayatında kendilerine genişlik versin ve dünyada hoşlarına gitmeyen şeyle­ri üzerlerinden kaldırsın diye yaklaşmaya çalışırlardı.

Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Kim dünya sevabını (mükâ­fatını) isterse, bilsin ki dünyanın da ahlretin de sevabı Allah'ın nezdlnde-dir. Allah her şeyi işitendir, görendir* buyruğunu indirdi Yani, onlann söy­lediklerini işitendir, İçlerinde gizlediklerini de görendir. [302]

 

135- Ey iman edenleri Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah İçin şahidlik edenler olun. Kendinizin yahut ana-babanızın ve yakın­larınızla aleyhine dahi olsa» zengin ya da fakir olsunlar. Çün­kü Allah ikisine de daha yakındır. Artık adaletten vazgeçerek he-vâya uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz, şüpheniz olmasın ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağız:

 

1- Adaleti Ayakta Tutmanın Devamlılık Gereği:

 

Yüce Allah'ın: "Ayakta tutanlar...olun" buyruğundaki: Ayakta tu­tanlar" buyruğu mübalağa kipidir. Yani, adaleti ayakta tutma işi sizden ge­rektiği her seferinde tekrarlanıp dursun. Bu ise, kendi aleyhinize şahidlikte adaletli olmak ile olur. Kişinin kendi aleyhine şahidliği, aleyhindeki hakla­rı ikrar etmesiyle olur. Bundan sonra ise kendilerine iyi davranmanın vacib olması ve mevkilerinin büyüklüğü dolayısıyla anne-babadan gözetmekte ve ikinci olarak da akrabaları sözkonusu etmektedir. Çünkü akrabalar sevilir ve onlar yakınlık duygusuyla adil olmayan bir şekilde korunmaları ihtimali vardır. (Bunlar hakkında dahi adü davranmak gerektiğinden) yabancı insan­lar hakkında adil olmak ve gerektiğinde aleyhlerine şahidlikte bulunmak ise, öncelikle sozkonusudur Böylelikle bu sûrede, malî hususlarda insanların hak­larını korumaya dair açıklamalar yer almış olmaktadır[303]

 

2- Yakınlar Aleyhinde Şahidîik:

 

Bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği hükümlerin sıhhati hususunda ilim ehli ara­sında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde çocuğun anne-babası aleyhine ya­pacağı şahidliğin geçerli olacağı, böyle bir $ahidliğin onlara karşı iyi davran­maya aykın olmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Hatta gerektiğin­de aleyhlerine şahidlikte bulunup onları batıldan kurtarmak, onlara yapıla­bilecek iyilikler arasındadır. Yüce Allah'ın: "Kendinizi ve aile efradınızı öy­le bir ateşten koruyun ki..." (et-Tahrim, 66/6) buyruğunun ifade ettiği anlam da budur. Kişinin ebeveyni lehine, ebeveyninin de onun lehine şahidlik et­mesine gelince, bu da bir sonraki başlığın konusudur: [304]

 

3- Ebeveynin Çocukları ve Çocukların da Ebeveyni Lebine Sahicilikleri:

 

Bu hususta eskiden de, sonradan da ihtilâf edilmiştir. İbn Şihâb ez-Zührî der kir 5elef-i salihten geçmiş olanlar, anne-babanın ve kardeşin (lehteki) şa-hidliğini caiz kabul ediyorlar ve bu hususta yüce Allah'ın: "Ey iman eden­ler, adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahidlik edenler olun" buyruğuna dayanırlardı. Çünkü selef-i salihten (Allah onlardan razı olsun) bu

hususta herhangi bir kimse itham allında bulunmuyordu. Sonra insanlardan öyle bir takım davranışlar ortaya çıkmaya başladı ki, yetki sahiplerini bu hu­susta onları itham (zan) altında tutmaya İtti. O bakımdan itham altında bu­lunanın şahidliği terk edildi. Buf sonunda çocuğun, babanın» kardeşin, ko­canın ve zevcenin (lehteki) şahidliğini caiz görmemek noktasına geldi.

Aynı zamanda bu el-Hasen, en-Nehaî, eş-Şa'bi, Şureyh, Mâlik, es-Sevrî, Şa­fiî ve İbn. Hanbel'İn de görüşüdür.

Kimileri de, eğer adil kimseler iseler, bunların birinin diğeri lehindeki şa-hidh'ğim caiz kabul etmiştir Ömer b, el-Hattab'dan böyle bir şahidliği geçer­li kabul ettiği rivayet edilmiştir. Aynı şekilde Ömer b. Abdulazizden de böyle rivayet edilmiştir. îshak, es-Sevrî ve el-Müzenî de bu görüştedir. Mâ-lik'in görgü ise, adaletli kimse olması halinde -neseb hususu müstesna- kar­deşin kardeşi lehindeki şahidliğini caiz görmektedir İbn Vehb ise Mâlik'ten, eğer onun bakımı altındaki kimselerden ise, yahut da kendisine miras kala­cak bir mal payı hakkında ise, bu şahidliğin caiz olmayacağını ifade ettiği­ni rivayet etmiştir.

Mâlik ve Ebû Hanife der ki; Kocanın hanımı lehindeki şahidliği kabul edil­mez. Çünkü bunlar arasındaki mülkiyet menfaatleri birbirine ulaşır. Şahidli-ğe konu olan şeyler de bunlardır.

Şafiî der kir Eşlerin birbirleri lehindeki şahidliği caizdir. Çünkü bunlann bi­ri diğerine yabancıdır. Onlar arasındaki evlilik akdi ise, sona ermekle karşı karşıyadır Aslolan ise tahsis bulunduğu takdirde, tahsis edilen alan dışında şahidliğin kabul edilmesi olduğuna göre, (eşlerin birinin diğeri lehindeki şa­hidliği de) aslı üzere kalmaktadır. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü evli­lik, karşılıklı olarak şefkati, birbirlerinin haklarını gözetmeyi, ülfeti ve sev­giyi gerektirir. O bakımdan bu gibi durumlarda (birbirlerini kayırma)ithamı güçlü ve açık bir halde bulunmaktadır.

Ebû Dâvûd da Süleyman b. Musa'dan, o, Amr b. Şuayb'dan o, babasından, o da dedesi yoluyla rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah (sav), hain erkeğin, hain kadının ve kin sahibi bir kimsenin kardeşi aleyhindeki şahidliğini red etmiştir. Aynı şekilde bir aile halkı yanında geçinen fakir bir kimsenin onlar lehindeki şahidliğini de reddetmiş, diğerlerinin şahidliklerini kabul etmiştir. [305] el-Hattabî der ki; Kin sahibi (zu el-ğımr) kişi, kendisiyle aleyhinde şahid-likte bulunduğu kimse arasında açık bir düşmanlık bulunan kişidir. Böyle bir İtham dolayısıyla bu gibi kimselerin şahidliği red olunur.

Ebü Hanife der ki: 'Kişinin düşmanı aleyhine şahidliği, eğer adil bir kim­se ise makbuldür. Hadis-i şerifte geçen "bir aile yanında kahp onlardan geçinen (el-kânîT ise, dilenen ve kendisine yemek verilmesini isteyen kimse demektir. Bu aslında dilencilik yapmak anlamındadır.

Yine el-kani' hakkında söyle bir açıklama yapılmıştır: Bu, bir topluluğa ken­disini vererek başka hiçbir şeyle uğraşmaksızm yalnızca o topluluğun hizme­tini gören, onların ihtiyaçlarını karşılayan kimse demektir. Bu da ecîr (ücret­le çalıştırılan özel işçi) yahut vekil ve buna benzer kimsedir.

Böyle bir şahidliğin reddedilmesinin hikmeti ise, bu sahiciliği yapmakla ki­şinin kendi lehine bir menfaat temin etme imamının varlığıdır Çünkü, bir ai­le halkına hizmet eden bir kimse, onların elde edeceği menfaatten yararla­nır. Yaptığı şahidlik ile kendisine herhangi bir menfaat sağlayan kişinin şa­hadeti merdudtur.

Bir kimsenin şuf a hakkı ile alma imkânına sahip olduğu bir evi bir baş­kasının satın aldığına dair şahidlik edenin veya bir kimsenin lehine müflis bir kimsenin üzerinde alacağı bulunduğuna dair hüküm verildikten sonra, müflisin lehine de bir başka adamın üzerinde alaCağı bulunduğuna şahidlik etmesi ve buna benzer durumlar. el-Hattabî der ki: Ev halkı yanında barınan fakir bir kimsenin onlar lehine yapacağı şahidliğin reddediliş sebebi, bunun menfaatinin kendisine gelmesidir. O halde bu söze kıyasen, kocanın hanı­mı lehine yapacağı şahidliğin de reddedilmesi gerekir. Çünkü, ikisi arasın­da menfaat sağlama ithamı daha ileri derecededir.

Ebû Hanlfe de bu görüştedir Hadis-i şerif, babanın çocuğu lehine olan şa-hidliği caiz kabul edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü baba, böylelikle oğ­luna olan fıtri sevgisi ve meyli dolayısıyia bu şahidlikle ona bir menfaat sağ­lar. Diğer taraftan baba, oğlunun istememesine rağmen onun malına mâlik­tir. Nitekim Peygamber (sav} da: "Sen de malın da babana aitsiniz" diye bu­yurmuştur. [306]

Mâlik'e göre şahidliği red edilenler arasında bedevi kimsenin şehirde ya­şayan aleyhinde yapacağı şahidlik de vardır. O şöyle der; Ancak, kişinin ken­disi çölde veya kasabada yaşıyorsa müstesna. İkamet halinde bedevi bir kim­seyi şahid gösterip onunla ikamet eden komşularını terkeden kimse (.onla­rı şahid göstermeyen kişi) kanaatimce şüpheye düşüren bir kimsedir.

Ebû Dâvûd ve Darakutnî şunu rivayet ederler: Ebû Hureyre Rasûlullah (sav)'ı söyle buyururken dinlemiş: "Bedevî bir kimsenin kasabada yerleşik kimse'aleyhine şahidliği caiz değildir." [307]

Muhammed b- Abdiîhakem der ki: Mâlik bu hadisi, bununla haklarda ve mallarda yapılan şahidliğin kastedildiği şeklinde te'vil etmiştir. Ancak, kan­larda ve buna benzer herkesin sorumlu tutulduğu diğer haklardaki şahidlik red olunmaz. Genel olarak ilim ehli ise şöyle demektedir: Bedevi bir kimse eğer adil olup şahidliği doğru yapabilecek bir kimse İse caizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Bu hususta açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet 25. baş­lık ve devamında) geçtiği gibi, bunun geri kalan kısımları da yüce Allah'ın izniyle et-Tevbe sûresi'nde (9/97- âyet 2. başlıkta) gelecektir. [308]

 

4- Allak İçin Şahidlik Edenler:

 

Yüce Allah'ın: "Allah için şahidlik edenler" buyruğu "titizlik­le ayakta tutanlar" buyruğunun sıfatıdır. [309]

Arzu edildiği takdirde bu, haberden sonra ikinci bir haber olarak da ka­bul edilebilir, (Mealde olduğu gibi). en-Nehhas der ki: Bu ikisinden de da­ha iyi ve güzel olmak üzere bunun, buyruğunda iman edenlerin sozkonu-su edildiğini belirten zamirden hal olmak üzere mansub olmasıdır. Çünkü bu da aynı manayı ifade etmektedir. Yani, şahidlik ettiğiniz takdirde, adaleti ayak­ta tutan kimseler olarak şahidlik ediniz.

İbn Atiyye ise der ki: Ancak burada bu kelimenin hal olması mana bakı­mından zayıftır. Zira adaletle ayakta durmanın yalnızca şahidlik anlamına tah­sis edilmesi sözkonusudur.

Şahidler" kelimesinin gayr-ı munsarıf olması ise, sonunda te'nis elifi'nin bulunmasıdır. [310]

 

5- Allah İçin Şahidlik:

 

Yüce Allah'ın; "Allah için" buyruğunun anlamı, Allah nzası için, O'nun ve­receği sevap için, sırf Onun için demektir. "Kendinizin... aleyhine dahi ol­sa" buyruğu ise "şahidllk edenler" ile alakalıdır. Buyruğun yapılan tefsiri­nin zahirine göre bu böyledir. Burada sözü geçen şahidlik ise sahipleri le­hine ikrarda bulunulan haklar ile ilgilidir. İşte kişinin -az önce de geçtiği gi­bi- kendi aleyhine şahidliği yapması da bu demektir.

Yüce Allah bununla mü'minlere edep öğretmektedir. Nitekim İbn Abbas şöyle demiştir: Kendi aleyhlerine dahi olsa hakkı söylemekle emr olundular.

Yüce Allah'ım "Allah için şahidlik edenler" buyruğunun, Allah'ın vahda­niyetine tanıklık edenler anlamında olması da muhtemeldir, O takdirde: "Kendinizin... aleyhine dahi olsa" buyruğu, "titizlikle ayakta tutanlar" buy­ruğuna taalluk eder. Ancak, birinci te'vil daha açıktır. [311]

 

6- Şahidlikte Allah'ın Rızasını Gözetmek Gerek:

 

Yüce Allah'ın: Zengin ya da fakir olsunlar. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır" buyruğunda C jü fin ismi hazf edilmiştir. Yani: Eğer şahidlik etmenizi isteyen, yahut da aleyhine şah i dük­le bulunacağınız kişi zengin ise, zenginliği dolayısıyla onu gözetmeyin. Şa­yet fakir ise, yine ona şefkat ve merhamet duygulan etkisi altında kalarak gö­zetilmesin.

"Çünkü Allah ikisine de daha yakındır." Yüce Allah, kendileri için seç­miş olduğu fakirlik ve zenginlik hususunda onlara daha yakındır.

es-Süddî der ki: Peygamber {.sav)'ın huzurunda bir zengin ve bir fakir da-valaştı. Peygamber (sav) içten içe fakire meyi ediyordu. Ve fakirin zengine haksızlık etmeyeceği görüşünde idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi. [312]

 

7- Allah'ın Yakınlığı:

 

Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah itişine de daha yakındır"

buyruğunda yüce Allah, İkisine" diye buyurmakta ve Ona diye buyurma makta dır. Her ne kadar"  Yahut, veya" birileri hakkında husu­le delalet ediyorsa da böyle kullanılışının sebebi, anlamın yüce Allah'ın her ikisine de ayn ayrı yakınlığından dolayıdır.

el-Ahfeş der ki: "veya" bazan vav : ve" anlamında da olur. Yani eğer o ki­şi zengin olsun, fakir olsun Allah, nasıl olurlarsa olsunlar iki davacıya da da­ha yakındır. Ancak bu açıklamada biraz zaaf vardır.

Şöyle de denilmiştir. "İkisine" diye buyurması, daha önce her ikisinden de söz edildiğinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyur­maktadır; "Erkek veya kız kardeşi varsa onlar­dan her birine altıdabir düşer." (en-Nisâ, 4/12) [313]

 

8- Adaleti Bırakıp Hevaya Meyletmeyin:

 

Yüce Allah'ın; "Artık... hevaya uymayın" buyruğu bir yasaktır. Çünkü he­vaya tabi olmak aşağılatıcıdır. Yani, helak edicidir. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İnsanlar arasında hakk ile hükmet. Hevaya uymaki seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38/26)

Çünkü hevaya tabi olmak, haksız yere şahidlikte bulunmaya, hükümde hak­sızlık yapmaya ve buna benzer şeyleri işlemeye iter.

eş-Şa'bî der ki: Yüce Allah, hakim ve yöneticilerden üç türlü ahid almış­tır: Hevaya tabi olmamaları, insanlardan korkmayıp yalnız kendisinden korkmaları ve âyetlerini az bir bedele değişmemeleri.

Adaletten vazgeçerek" buyruğu nasb mahallindedir, [314]

 

9- Eğip Bükmek" île "Yüz Çevirmek Kelimelerine Dair Açıklamalar:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz" buyruğun-daki "eğip bükerseniz" anlamındaki buyruk, şeklinde okunmuş­tur. Bu okuyuşa göre, kişiye hakkını vermeyip inkar etmesi halinde kullanı­lan; O'den gelmektedir. Bunun fiili ise; şeklinde gelir. As­lı ise şeklindedir. "Ye" harfi, kendisinin ve kendisinden önceki harfin harekesi dolayısıyla elife kalb edilmiştir. Maştan ise şeklinde gelmekle birlikte, bunun da aslı  dır diye de gelir. Bunun da ash; şek­lindedir. Ancak "vav" harfi "ye11 harfine idğam edilmiştir.

el-Kutebi der ki kelimesi, şahidlikte birisine doğru yaklaşmaktan, hasımlardan birisine meyletmek anlamındaki: ten gelir. İbn Âmir ve Kûfeliler ise diye okumuşlardır. Bununla da bir işi şahidliği ifa edip yüz çevirecek olursanız, anlamı kastedilmiş olur. Bu da: ifadesinden alınmadır. O takdirde bu ifadede işi gereği gibi yerine getirmekten yüz çev­rildiği için azarlama manası sözkonusu olur.

'm anlamının yüz çevirmek olduğu da söylenmiştir. Buna göre "lam" harfini ötreli olarak okumak, iki anlamı ifade etmektedir: Bir işi üstlenmek ve aynı zamanda yüz çevirmek. İki "vav" ile okumak ise tek bir anlam ifa­de eder ki bu da şahidlikten yüz çevirmeyi anlatır. Kimi nahivciîerin iddiası­na göre diye -tek "vav"- ile okuyanların lalın ile (yanlış) okuduğunu ile­ri sürmüştür. Çünkü burada üstlenmenin (vilâyetin) bir anlamı yoktur. en-Neh-has ve başkaları ise şöyle demektedir: Böyle bir şey (bunun lahn olması) ge­rekmez. Ve bu kelime  anlamında (yani iki vav"h kullanılışı gibi) olur Çünkü bu kelimenin asli; şeklindedir. Kendisinden sonra bir baş­ka vav'ın daha geldiği bir "vav" harfinin üzerindeki ötre ağır geldiğinden do­layı o "vav"ın ötre olan harekesi lâm'a verildikten sonra iki sakin bir arada olduğundan ötürü iki "vav"dan biri hazf edilmiştir. Bu da lam harfini sakin ve iki "vav" ile okuyuş gibidir. Bunu da Mekkî zikretmiştir.

ez-Zeccâc ise der ki: " şeklînde kıraatte birinci "vav" hemzeli oku­nursa o takdirde şeklinde olur Bu "vav"ın harekesi "lâm*a verilmek su­retiyle hemze hafifletilince bu sefer;  haline gelir.

Ve bunun aslı da şeklinde çift "vaV'lıdır. Bu takdire göre her iki kı­raat arasında bir uyum sözkonusu olmaktadır. Bunu en-Nehhasf Mekkî, İb-nül-Arabî ve başkaları da zikretmiştir

İbn Abbas der ki: Bu, hakimin yanında oturan iki hasım hakkındadır. Ha­kim birisinin lehine, diğerinin aleyhine olmak üzere birisine doğru meyle­dip ve diğerinden yüz çevirmesiyle ilgilidir. Buna göre bu kelime, hüküm ha­kimin kendisine meylettiği kişinin lehine verilip uygulamaya konulmak su­retiyle adaletli hüküm verme imakânı ortadan kalkıncaya kadar sözün eği­lip bükülmesi, sağa ve sola çekilmesi dernek olur.

İbn Atiyye der ki: Ben, kimi hakimlerin böyle yaptığına tanık oldum. Yüce Allah, herkesi hesaba çekecek olandır.

Yine tbn Abbas, es-Süddî, İbn Zeyd, ed-Dahhâk ve Mücahid der ki: Bu buy­ruk, şahidükte bulunurken hakkı söylenıeyen ya da hakkı yerine getirmek­ten yüz çeviren böylelikle de şahidliği diliyle tahrif edip, eğip büken şahid-ler hakkındadır.

Âyetin lafzı hem yargıyı, hem şahidliği kapsamına almaktadır. Bütün insan­lar adaletle emrolunm uslardır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: Üzerindeki hakkı ödeme gücünü bulan bir kimsenin eğip bükmesi (üzerindeki hakkı ödemeyi savsaklaması) ırzını da helal kılar, cezalandırılmayı da hak eder." [315]

İbnü'l-Arabîder ki: Cezalandırılması hapsedilmesi demektir. Irzının helal kılınması ise şikâyet edilmesidir. [316]

 

10. Kölenin Şakidliği:

 

Kimi ilim adamı kölenin şalndliğinin kabul edilmemesi (reddi) hususun­da bu âyeti delil göstermiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerime­de hakimi bir şahid olarak değerlendirmiştir. Bu da kölenin şahidİik yapma ehliyetine sahip olmadığının en açık bir delilidir. Zira, böyle bir işi yerine ge­tirmesi için kendisine ihtiyaç duyulduğu takdirde bu işte gözetilen maksat bağımsızlıktır. Kölenin bağımsız olması ise asla düşünülemez. İşte bundan dolayı kölenin şahidliğî red olunur. [317]

 

136. £y iman edenler, Allah'a, O'nun Rasûlüne, Rasûlüne kısım kı-stm İndirdiği kitaba ve daha evvel indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, artık o hiç şüphesiz (haktan) uzak bir sapıklığa düşmüş olur.

 

"Ey iman edenler Allah... iman edin" âyet-i kerimesi bütün mü'minler hakkında nazil olmuştur. Anlamı şudur: Ey iman edip tasdik etmiş olanlar! Tas­dikiniz üzere devam edin ve sebat gösterin.

"Rasulüiıe İndirdiği kısım kısmı kitaba" Kur'an-ı Kerime "ve daha evvel indirdiği kitaplara" yani, bütün peygamberlere indirilmiş bütün kitaplara.

İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Amir; İle; kelimelerini -sırasıyla-; İndirilen" şeklinde ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, (bu kelimenin ilk harflerini ötre yerine) üstün ile okumuşlardır.

Âyet-i kerimenin Muhammed (sav)'den önce gönderilmiş peygamberlere iman eden kimseler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.' Bunun münafık­lara bir hitab olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı da şöyle olur: Ey za­hiren îman edenler, Allah'a ihlâs ile iman ediniz.

Yine bununla müşriklerin kast edildiği de söylenmiştir. O takdirde anla­mı da şöyle olur: Ey Lata, Uzza'ya ve Tağutâ İman edenler, Allah'a iman edi­niz. Yani Allah'ı ve O'nun kitaplarını doğrulayınız, tasdik ediniz. [318]

 

137. Muhakkak iman edip sonra küfre sapanları, sonra yine İman edenleri, sonra da küfürlerini artırmış olanları Allah mağfiret edecek değildir. Onları doğru bir yola iletecek de değildir.

 

Buyruğun anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Musa'ya iman edip Uzeyr'e kâfir olanlar, sonra Uzeyr'e iman eden, sonra da İsa'ya kâfir olanlar, sonra da Muhammed (sav)'jt inkâr ile küfürlerini artırmış olanlar (Allah bunları mağ­firet edecek değildir).

Şöyle de açıklanmıştır; Önce Musa'ya iman eden, sonra da Uzeyr'e iman eden, Uzeyr'den sonra Mesih'i inkâr ile kâfir olan... -Hıristiyanlar Musa'nın getirdiklerini inkâr edip İsa'ya iman ettiler- -Sonra Mulıammad (sav)'ı ve onun getirdiği Kur'an-ı Kerimi inkâr ile küfürlerini artıranlar...

Denilse ki: Yüce Allah, küfrü hiçbir şekilde mağfiret etmeyeceğine göre nasıl olur da: "Muhakkak İman edip sonra küfre sapanları, sonra yine iman edenleri, sonra da küfürlerini artırmış olanları Allah mağfiret edecek de­ğildir" diye buyurmaktadır

Buna cevap şudur: Kâfir iman ettiği takdirde küfrü bağışlanır. İmandan dö­nüp yine kârtr olursa, birinci küfrü ona mağfiret olunmaz. Bu ise Müslim'in Sahihinde Abdullah (b, Mes'ud)'dan gelen şu rivayete benzemektedir: Ab-

dullah dedi ki: Bazı kimseler Rasulullah (sav)"a şöyle dediler: Ey Allah'ın Ra-sulu, cahiliye döneminde yaptıklarımızdan sorumlu tutulacak mıyız? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sizden, İslâm'a girdikten sonra güzel hareket edenler bunlardan sorumlu tutulmayacaktır. Kötülük yapanlar ise cahiliye dö­neminde de İslâm'a girdikten sonra da yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.* Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "İslâmda kötülük yapan öncekinden de sonrakinden de sorumlu tutulur"[319]

Burada "kötülük, kötülük yapmak" kâfir olmak anlamındadır Zira bura­da bir kötülüğün işlenmesinin kastedilmesi doğru olamaz. Bundan maksa­dın küfür dışındaki diğer günahlar olduğunu kabul edecek olursak o takdir­de İslâm'ın kendisinden önce yapılanları silebilmesi ancak öleceği vakte ka­dar bütün günahlardan korunan kimse için mümkün olabilir. Bu ise, icma ile bâtıl bir iddia olur.

Yüce Allah'ın: "Sonra da küfürlerini artırmış olanları" buyruğunun an­lamı, küfür üzere ısrar edenler demektir. "Allah, onları mağfiret edecek de­ğildir. Onları doğru yola iletecek" cenenete götüren yolu gösterecek "de değildir." Şöyle de açıklanmıştır: Allah, gerçek dostlarına özel olarak ihsanda bulunduğu şekilde onlara böyle bir muvaffakiyeti ihsan etmeyecektir.

Bu âyet-i kerimede Kaderiye çilerin görüşü de reddolunmaktadır. Çünkü yüce Allah, kâfirleri hayırlı yola iletmeyeceğini beyan etmektedir. Böylelik­le kul, hidayete ancak yüce Allah'ın tevfiki ile nail olacağını bilsin. Ve yine Yüce Allah'ın iradesiyle hidayetten mahrum kalacağım bilsin.

Âyet-i Kerime aynı şekilde mürtecilerin hükmünü de kapsamaktadır ki, on­lar hakkındaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Ar­tık içinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse..." (eİ-Bakara, 2/217) buyruğunu açıklarken (8, başlıkta) yapmış bulunuyoruz. [320]

 

138, Münafıklara kendileri için can yakıcı bir azab olduğu müjdesini ver.

 

Müjdelemek, etkileri ten üzerinde ortaya çıkıp görülen şeyleri haber ver­mek anlamından gelmektedir. Buna dair açıklamalar, el-Bakara Sûresinde (25-ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca münafıklığın anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [321]

 

139. Onlar, mü'mnkri bırakır da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti on lann yanında mı arıyorlar? Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır.

 

Yüce Allah'ın: "Onlar mü'minleri bırakıp da kafirleri dost edinenlerdir"

buyruğu, münafıktann sıfatıdır. Bu buyrukta, muvahhidlerden birmasiyet iş­leyenin münafık olmadığına dair delil vardır. Çünkü Allah, kâfirleri dost (ve­li) edinmez. Yine âyet-i kerime kâfirlerle dostluk kurmayı yasaklamayı da ih­tiva etmektedir. Din ile ilgili i§ler hususunda onları yardımcı edinme yasa­ğını da ihtiva etmektedir. Sahih (i Müslim)’de Hz.-Âişe'den rivayet edildiği­ne göre, müşriklerden birisi Peygamber (sav)"le birlikte çarpışmak üzere ar­kadan yetişti. Hz. Peygamber ona: "Geri dön. Çünkü biz hiçbir müşriğin yar­dımını almayız" diye buyurdu.[322]

"İzzet" galip gelmek demektir. Bir kimse mağlup edildiği takdirde "onu mağlup etti" anlamında  denilir.

"Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır." Yani galibiyet ve kuvvet yalnız­ca Allah'ındır. İbn Abbas der kir "İzzeti onların yanında mı arıyorlar?" buy­ruğu ile Kaynukaoğullarının yanında mı arıyorlar? demek istemektedir. Çün­kü İbn Ubey (b. Selûl) onları dost edinen birisiydi. [323]

 

140. O, size Kitapta şunu indirdi: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildi­ğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit onlar başka bir sö­ze dal ı ne aya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah münafıkları kâfirleri de cehennemde biraraya toplayacaktır.

141. Onlar size (gelecek musibetleri) gözetleyip duranlardır. Onun için Allah'tan size bir zafer na&İb olursa: "Biz de sizinle birlikte değÜ miydik* derler. Eğer kâfirlere zaferden bir pay düşerse, der­ler ki: "Biz size üstünlük sağlamadık mı? Mü'minkre karşı da si­zi korumadık mı?" Kıyamet günü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır. Allah, müzminlerin aleyhine kâfirlere asla yol ver­meyecektir.

 

*O size Kitapta şunu indirdi: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve on­larla alay edildiğini işittiğiniz vakit..." buyruğunda gerçek anlamda ol­sun, münafıklık yaparak olsun, imanını açığa vuran herkese hitap edilmek­tedir. Çünkü (münafık) İmanını açığa vuracak olursa, artık onun Allah'ın Ki­tabının emirlerini yerine getirmesi bir zorunluluktur. Bu hususta indirildiğin­den söz edilen ise, yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ayetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün zaman onlar başka bir söze dahneaya kadar kendilerin­den yüz çevir." (el-En'am, 6/68) Münafık olanlar ise, yahudi alimleriyie bir­likte oturur ve Kur'an-ı Kerim ile alay ederlerdi.

Âsim ve Yakub, nun harfini üstün, "ze" harfini şeddeli ve üstün olarak Kısım kısım" indirdi" diye okumuştur. Buna sebep, daha önce yü­ce Allahın: "Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" (en-Nisa, 4/139) buy­ruğunda zat-ı zül- Celatin isminin zikredilmiş olmasıdır. Humeyd de böyle okumakla birlikte o, "ze" harfini şeddesiz okumuştur. (Anlamı: Size kitapta şu buyruk inmiştir şeklinde olur). Diğerleri, meçhul bir fiiî olarak; "İn­dirilmiştir," diye okumuşlardır.

"Ailahı 11 ayetlerinin... işittiğiniz vakit buyruğunda yer alan:

İşittiğiniz vakit buyruğu. Asım ve Yakub'un kıraatine gö­re, başta geten fiilin onda ameli dolayısıyla nasb mahallindedir. Diğerlerinin kıraatine göre ise ref mahallîndedir. Çünkü o takdirde meçhul fiilin ismi (naib-i faili) olur.

"Ayetlerinin inkâr edildiğini" yani, Allah'ın âyetlerinin inkâr edilip on­larla alay edildiğini işittiğiniz takdirde. Burada işitilmelerinden söz edilen "âyetler" olmakla birlikte, maksat, onların inkar edilip onlarla alay edilme­sinin işitilmesidir. Meselâ, Abdullah'ı kınanırken işittim derken, maksadın Ab­dullah hakkında kınayıcı sözleri işittim, demektir.

Yüce Allah'ın: Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında otur­mayın" yani, küfür ve inkârdan başka bir söz söyleyînceye kadar onlarla bir­likte oturmayın. "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz." İşte bu buy rukda, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durma­nın vücubuna delalet vardır. Çünkü, onlardan uzak durmayan bir kimse, on­ların fiillerine razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür. Nitekim yüce Allah da: "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" diye buyurmaktadır. Buna gö­re masiyetin işlendiği bir mecliste oturup da onlara karşı tepki göstermeyen herkes, günahta onlarla beraber eşit olur. Masiyet sözünü söyleyip bunun ge­reğince de amel ettiklerinde onlara tepki göstermesi icabeder Eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerimenin tehdid ettiği kim­selerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.

Ömer b. Abdulaziz (r.a)'dan rivayet edildiğine göre o, şarap İçen bir top­luluk yakalar. Orada hazır bulunanlardan birisi hakkında oruçlu olduğu kendisine söylenince, ona karşı takınması gereken edebi hatırlattı ve: "Çün­kü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" âyetini okudu. Yani, masiyere ra­zı oluş da masiyettir. Bundan dolayı masiyeii işleyen de, ona razı olan da o masiyetin cezasına hep birlikte helak edilinceye kadar maruz kalırlar.

Böyle bîr benzerlik (onlar gibi olmak) bütün niteliklerde değildir. Ancak birlikte oluştan dolayı zahiren görünene göre yapılmış bir benzetmedir- Ni­tekim şair şöyle demiş:

"Zaten herbir arkadaş beraberindeki arkadaşa uyar."

Bu da (bu mısranm yer aldığı beyit de, bu tür açıklamalar da.) daha önce­den (en-Nisâ, 4/38. ayet, 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır.

Açıkladığımız şekilde masiyet işleyenlerden uzak durmak sabit bir hüküm olduğUna göre, bid'at ve İıevâ ehlinden uzaklaşmak, öncelikle sözkonusu-dur. el-Kelbî der ki, yüce Allah'ın: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın" buyruğu, yüce Allah'ın: "Takva sahibi mü'minlere onların hesaplarından hiçbir şey yoktur" (el-En'am, 6/69) buyruğu ile nesh edilmiştir. Ancak, genel olarak müfessirler bu âyet muhkemdir, demişlerdir, Cuveybİr, ed-Dalıhâk'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kıyamet günü­ne kadar dinde olmadık bir şeyi ihdas eden ve her bir bid'atçi bu âyetin kapsamına girmektedir.

"Doğrusu Allah münafıklar* da... cehennemde bir arada toplayacaktır"

buyruğundaki; Toplayacak olandır" kelimesi aslında tenvinlidir. Tahfif için tenvin hazf edilmiştir. Toplayacaktır, anlamındadır.

"Onlar yani münafıklar, stoe (gelecek musibetleri) gözetleyip duranlar­dır." Yani, başınıza gelecek musibetleri bekleyip durmaktadırlar. "Onun için Allah'tan size bir zafer nasib olursa" Yahudilere galip gelir ve ganimet elde ederseniz, "biz de sizinle birlikte degilnıiydlk derler?" Yani, bize de ganimetten pay veriniz derler. "Eğer* kâfirlere bir pay düşerse" yani zafer elde ederlerse, "derler ki: Biz size üstünlük sağlamadık nu?" Yani, müslü* manlar sizden korkacak noktaya gelinceye kadar biz sizin düşmanınıza kar­şı üstünlük sağlamadıkmı ve düşmanlarınızın size karşı gücünü (maneviya­tını) kırmadık mı? Aslında; O şeye gaftp gefoV anlatmadadır. Şeytan onlara galip geldi" (el-Mücadele> 58/19) buy­ruğu da burdan gelmektedir. Bunun, kuşatmak anlamına geldiği de söylen­miştir Burada bu fiil aslı üzere kullanılmıştır. Eğer bu kelimede İ'lal yapıl­mış olsaydı» şeklinde kullanılması gerekirdi. İ'lalli olarak fiil şeklinde gelir. İ'lalsİz ise, şeklinde kullanılır.

"Mü'minlere karşı da sîzi" onların size karşı savaşma azimlerini kırmak ve size yapmak istediklerine karşı onları dağıtmak, görüşlerini parçalamak suretiyle "korumadık mı?"

Âyet-i Kerime münafıkların, müslümanlarla birlikte gazalara çıkuklannı gös­termektedir. Bundan dolayı: Biz de sizinle birlikte değil miydik dediler. Yi­ne âyet-i kerime, münafıklara ganimetten pay verilmeyeceğine de delalet var­dır. Bundan dolayı ganimetten pay verilmesini istediler ve: Biz de sizinle bir­likte değil miydik demişlerdir. Onların: "Biz de sizinle birlikte değil miydik" şeklindeki sözlerinin müslürnanlara minnet etmek anlamına gelme İhtimali de vardır. Yani bizler, sizinle birlikte olup onlara dair haberleri size bildiri-yorduk ve biz sizin yardımcılarınız idik. [324]

 

Yüce Allah'ın: "Allah mii'minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeye­cektir1* buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Kâfirlerin Mü'minlerin Aleyhine Yol Bulamamaları Ne Demektir:

 

"Allah mü'minletin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" buyru­ğu île ilgili olarak ilim adamlarının beş türlü te'vili (açıklaması) vardır:

1) Yusey el-Hadramî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ali b. Ebi Ta-lib (r.a)'m yanında bulunuyordum. Bir adam ona: Ey mü'minlerin emiri de­di. Yüce Allah'ın: "Allah mü'mlnlerin aleyhine kâfirlere asla yol verme­yecektir" buyruğu hakkında ne dersin, bu nasıl olur? Çünkü onlar, bizimle çarpışmaktadır, bazı zamanlar bize galip gelmektedirler. Ali (r.a) dedi ki: Bunun anlamı, Kıyamet gününde hüküm verileceği günde ortaya çıkacaktır. (Ya­ni, o vakit kâfirler mü'minlere karşı onların aleyhine bir delil getirenıiyecek-lerdir.) İbn Abbas da böyle demiştir: Burada kastedilen Kıyamet günüdür. îbn Atiyye der ki: Bütün te'vil âlimleri böyle demiştir.

İbnü'l-Arabî der ki: Böyle bir açıklama zayıftır Çünkü bu hususta böyle bir şeyi haber vermenin bîr faydası yoktur. Buyrukların baş tarafı böyle bir ma­nayı sezdiriyor gibi olsa dahi bu böyledir. Çünkü yüce Allah: "Kıyamet gü­nü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır" diye buyurmakta ve bu hükmü kıyamet gününe tehir ettiğini belirtmektedir. Dünya hayatında ise, işi nöbet­leşe dönüp duracak şekilde takdir etmiştir. Kimi zaman kâfirler galip gelmek­te, kimi zaman mağlup edilmektedirler. Bu da, onun ön gördüğü hikmete ve daha önceki ezelî takdirine göre olmaktadır. Bundan sonra şanı yüce Allah: "Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" diye bu­yurduğundan, sonradan gelen bu buyruğun baş tarafı ile alakalı olduğu vehmine kapılmıştır. Bu ise, bu buyruğun bir daha'tekrarlanmasını faydasız kılar. Zira, o takdirde bu bir tekrar olur.

2) Yüce Allah, kâfirler lehine mü'minlerin devletini imha edecek, onların izlerini silip kaldıracak ve onların vatanlarını kâfirlere mubah kılacak şekil­de bir yol, bir fırsat vermeyecektir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Sevban (r.a) yoluyla gelen hadiste ifade edildiği gibi, Peygamber (.sav) şöyle buyurmuş­tur: "Ben Rabbimden ümmetimi genel bir kıtlık ile helak etmemesini ve üzer­lerine kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat edip de onların himaye olunması gereken cemaatlerini, mülk ve kuvvetlerini kökten imha etmeme­sini diledim. Rabbim de şöyle buyurdu: Ey Muhammed, Ben bir kazayı hükme bağladığım takdirde artık bir daha o geri döndürülemez. Ben, ümme­tim için istediğim şey olan onlan genel bir kıtlık ile helak etmemeyi ve üzer­lerine kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat kılarak onları kökten im­ha edecek şekilde mülklerini yok etmesine fırsat vermeme talebini verdim. İsterse de onun (yerin) dört bir yanında bulunan herkes, aleyhlerine toplan­mış olsun. Nihayet onlar birbirlerini helak edinceye ve biri diğerini esir alın­caya kadar." [325]

3) Şüphesiz yüce Allah, kendi aralannda batılı tavsiye etmeye koyulup mün-keri birbirlerine yasaklamaktan vazgeçip, tevbeyi de ihmal etmedikleri sü­rece kafirler lehine, mü'minler aleyhine hiçbir yol vermeyecektir. Böyle yapuklan takdirde ise, onlardan dolayı (bu durumlan sebebiyle) düşman üzerlerine musallat edilir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her bir musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir." (eş-Şura, 42/30) İbnü'J-Arabî der ki: Bu açıklama gerçekten değerli ve güzel bir açıklamadır.

Derim ki; Buna Hz. Peygamber'in Sevban yoluyJa zikrettiğimiz hadisinde-ki ifade de delâlet etmektedir; "Onları birbirlerini helak edinceye ve biri di­ğerini esir alıncaya kadar". Çünkü burada: "(«^O: -..a kadar" kelimesi, ga­ye (nihai sınırı) ifade etmektedir. Sözün zahiri şunu gerektirmektedir: Allah, üzerlerine haklarını kendilerine mubah kılacak bir düşmanı bizzat kendile­ri, birbirlerini helake sürüklemedikçe, birbirlerini esir almadıkça göndermeye­cektir. Bu durum, bu zamanlarda müslümanlar arasında ortaya çıkan fitne­lerle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kâfirlerin güç ve kuvveti artmış, müslü-man ülkelerini istila etmiş bulunuyorlar. Öyle ki> îslamdan en asgari mikta­rın dışında birşey kalmamıştır. Yüce Allah'tan affı ile yardımı ve lütfuyla im­dadımıza yetişip kusurlarımızı telafi etmemize yardımcı olmasını dileriz.

4) Yüce Allah, şer'i bakımdan kâfirler lehine, mü'minlerin aleyhine bir yol vermeyecektir. Öyle bir şey sözkonusu olsar şeriata muhalif bir yolla olur.

5) "Allah mü'minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir." Yani, onların üstünlüklerini sağlayacak aklî, yada şer'î bir delil kılmayacaktır. Böyle bir delili ileri sürmeleri halinde, mutlaka o çürütülür ve bu şüphe or­tadan kaldırılır. [326]

 

2- Kâfirin Müslümanı Köle Edinmesi:

 

İbnü'l-Arabî der ki: İJim adamlarımız, bu âyet-i kerimeyi , kâfirin müslü-man köleye sahip olamayacağına delil göstermişlerdir Eşheb ve Şafiî de bu görüştedirler. Çünkü yüce Allah, kâfirin mü'min aleyhine bir yol edinmeye­ceğini belirtmiştir. Satın almak yoluyla mülk edinmek ise, onun aleyhine bir yoldur. O bakımdan onun için böyle bir meşruiyet sözkonusu değildir ve böy­le bir satın almakla akid gerçekleşmiş olmaz.

İbnül-Kasım, Malik'ten -ki bu, aynı zamanda Ebû Hanife'nin de görüşü­dür- şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın: '"Allah mü'minlerin aley­hine kâfirlere asla yol vermeyecektir" buyruğunun anlamı, mülkiyetin devamı hususuyla ilgilidir.

Çünkü bizler, böyle bir mülkiyetin (kafirin) lehine ve (müslümanın) aley­hine gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Bu da miras yoluyla olur. Şekli de şöyle olur: Kâfir birisinin elinde bulunan kâfir bir köle İslama girer. Mahke­me onun aleyhine müslüman köleyi satmasını hükme bağlar. O da aleyhin­deki satış hükmünü kabui eder, fakat ölür. Bu sefer ölen kâfirin kâfir miras­çısı müslüman köleyi miras alır. İşte bu, ister istemez veya kasıt olmaksızın sabit olmuş bir yoldur. Ancak satın alma yoluyla mülk edinmek ise, böyle bir niyet kastıyla sabit olur. Böyle bir akidle kâfir, kendi iradesiyle onu (müsKi-man köleyi) mülk edinmek istemiş olur. Eğer bu satış akdinin geçerliliğine

hüküm verilir, mülkiyetinin sabit olduğu kabul edilirse, o takdirde kâfir bu husustaki kastını gerçekleştirmiş ve böylelikle kâfirin lehine, müslümanm aley­hine bir yol bırakılmış olur.

Ebû Ömer der ki: Müslümanlar icma ile hıristiyan veya yahudi bir kimse­nin müslüman kölesini azad etmesinin sahih ve onun aleyhine olmak üze­re geçerli olacağını kabul etmişlerdir. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kafir bir köle müslüman oluduğu takdirde sahibine rağmen satılır ve onun bedeli kâfire ödenir İşte bu şuna delâlet etmektedir: Müslüman, o kâfirin mül­kiyeti olmak üzere satılır ve onun mülkü aleyhine müslüman kölenin azad edilmesi sabit olur. Şu kadar var ki, kafirin bu mülkiyeti kendisine rağmen (aleyhine) satılmasının vucubu dolayısıyla istikrarlı bîr mülkiyet değildir. Bu­nun böyle oluşu da -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- şanı yüce Allah'ın: "Allah müzminlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" buyruğu do­layısıyla olmalıdır. Yüce Allah bu âyet-i kerimede inü'mirün (kâfir tarafından) köleleştirilmesini, mülk edinilmesini, bu mülkiyetinin de istikrarlı ve devam­lı bir mülkiyet olmasını (bunun olamayacağını) kast etmektedir.

İlim adamları, kafir bir kölenin müslüman bir köleyi satın alması hususun-da iki farklı görüşe sahiptirler. Birincisine göre böyle bir satış feshedilir, ikin­ci görüşe göre ise, satış sahih olmakla birlikte satın alanın aleyhine (ona rağ­men) köle satılır. [327]

 

3- Hıristiyan Bir Efendinin Ölümünden Sonra Azad Edilmesini Vasiyet Ettiği Hıristiyan Kölesi Ulama Girerse:

 

Yine bu kabilden olmak üzere ilim adamları, hıristiyan bir kimsenin hıris-tiyan bir kölesinin öldükten, sonra azad olmasını vasiyet ederse (tedbîr), bu arada köle İslâm'a girerse hükmün ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Malik ile iki görüşünden birisinde Şafiî şöyle demektedir; Efendisiyle kö­lesi arasına girilir ve hıristiyan efendisine rağmen kölesi muharece yapar. [328] Ve durumu açıkça ortaya çıkıncaya kadar da satılmaz. Eğer hıristiyan borç­lu olarak ölürse, bu şekilde müdebber kölenin bedelinden ödenir. Ancak, hıristiyanın malında müdebber köieyi de kaldırabilecek (bedelini kuşatacak) kadar bir varlığı varsa, müdebber köle azad edilir.

Şafiî.diğer görüşünde şöyle demektedir: Müslüman olduğu andan itibaren ona rağmen satılır. Bu görüşü el-Müzenî de tercih etmiştir. Çünkü, müdeb­ber köle bir vasiyettir. Müslüman bir kimsenin ise kendisini zelil kılacak ve onu dışarıya gönderip çalıştıracak müşrik bir kimsenin mülkiyetinde bırakıl­mak caiz değildir. Üstelik İslama girmesi suretiyle de ona düşman olmuştur.

el-Leys b. Sa'd ise der ki: Hıristiyandan müslüman köle satın alınıp azad edilir. Böylelikle de azad edilen kölenin velası onu satın alıp azad eden olup hıristiyana da o kölenin bedeli ödenir.

Süfyan ile Kûfeliler ise şöyle demişlerdir; Hıristiyan efendinin müdebber kölesi İslama girecek olursa, onun kıymeti tesbit edilir ve İslama giren kö­le de kıymetini ödemek üzere dışarıda çalışır. Eğer müdebber bu çalışmasıy­la bedelini ödemeden önce hıristiyan ölürse, köle azad olur ve artık onun ça­lışmasına gerek kalmaz. [329]

 

142. Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, hilele­rini başlarına geçirin Namaza kalktıkları vakit de tembelce kalkar­lar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak pek az anarlar.

 

Yüce Allah'ın: "Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak İsterler. Halbuki O, hilelerini başlarına geçirir" buyruğunda geçen "aldatmanın" anlamına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/9. ayette) geçmiş bulunmaktadır.

Allah'ın hilelerini başlarına geçirmesi ise, onların, Allah'ın dostlarını ve pey­gamberlerini aldatmak istemelerine karşı onları cezalandırmasıdır. el-Hasen. der ki: Kıyamet gününde, mü'min olsun münafık olsun her bir İnsana bir nur verilir. Münafıklar bundan dolayı sevinir ve artık kurtulduklarını zanneder­ler. Sırata vardıklarında her bir münafıkın nuru söndürülür. İşte yüce Allah'ın bize söyleyeceklerini belirttiği: "Bizi bekleyin de sizin nurunuzdan aydın­lanalım" (el-Hadid, 57/13) buyruğu bunu anlatmaktadır.

"Namaza kalktıkları vakit de tembelce kalkarlar" buyruğuna gelince, ya­ni onlar, tembel tembel, ağırdan alarak, ağırlaşmış olarak, riyakârlık yapmak üzere namaz kılarlar. Herhangi bir sevap ummazlar. Onu terketmekten do­layı da ceza göreceklerine inanmazlar. Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır." [330] Çün­kü, gündüzün çalışmalarından yorulmuş oldukları halde yatsı namazının vak­ti gelir, bu namaza kalkmak onlara ağır gelir. Sabah namazının vakti ise, uy­kuyu sevindirici her şeyden sevdikleri bir sırada gelir. Eğer kılıç korkusu olmasaydı asla kalkmazlardı.

Riya ise Allah'ın emrine tabi olmak kastıyla değil de insanlar görsün di­ye güzel şeyleri açığa çıkarmaktır, Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/264. ayet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Daha sonra yüce Allah, riyakârlık yaptıkları ve korkudan dolayı namaz kıl­dıkları sırada çok az Allah'ı anmakla onlan nitelendirmektedir. Peygamber (sav)'da namazı erteleyen kimseyi yermek suretiyle şöyle buyurmaktadır: 'İş­te bu, münafıkların namazıdır." Bunu üç defa tekrarladı: "Onlardan birisi otu­rup güneşi gözetler durur. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasında -yada- iki boynuzu üzerine düşünce kalkar ve dört rekat gagalar, o namazda da pek az müstesna Allah'ı zikretmez." Bunu Malik ve başkaları zikretmiştir [331]

Denildi ki: Yüce Allah onları Allah'ı az anmakla nitelendirmesinin sebe­bi, kıraat ile olsun, teşbih ile olsun Allah'ı anmayışlan yalnızca tekbir getir­mekle O'nu anışlan idi. Şöyle de açıklanmıştır: Zikirlerini azlıkla nitelendir­mesi, yüce Allah'ın onu kabul etmeyişi dolayısıyladır. Bunda ihlâs bulunma­dığından dolayı böyle nitelendirildiği de söylenmiştir, Burada iki meseleyi ele almamız gerekmektedir: [332]

 

1- Namazda Tadili Erkânın Gereği:

 

Yüce Allah, bu âyet-i kerimeyle münafıkların namaz kılışlarını açıkladığı gibi, Rasulullah Muhammed (sav) da hadis-i şerifinde onların namaz kılışla­rını açıklamış bulunmaktadır, Her kim onlar gibi namaz kılar ve onların Al­lah'ı andıkları gibi anarsa, namazının kabul olunmaması bakımından o da on­ların hükmüne girer^ yüce Allah'ın da: "Namazlarında kıtşua riayet eden mü'minler, hiç şüphesiz felah bulmuşlardır" (el-Mu'mimın, 26/1-2) buyru­ğunun muktezasının dışına da çıkmış olur. İleride buna dair açıklamalar da gelecektir.

Ancak, namaz kılanın eğer kabul edilebilir bir mazereti varsa, Peygamber (sav)'m doğru dürüst namazım kılamaz gördüğünde, bedevi Araba öğretti­ği şekilde yalnızca namazın farzlarını ifa eder. Hz. Peygamber bedeviye şöyle demişti: "Namaza kalktığın takdirde, güzelce abdestini al, sonra kıb­leye yönel, sonra tekbir getir, sonra Kur'an-ı Kerimden ezbere bildiğin, ko­layına gelen bir miktar oku. Sonra rükuunda sükun Citmi'nan) buluncaya ka­dar rükua var. Sonra ayakta doğruluncaya kadar başını kaldır. Sonra da secde ettiğin sırada eklemlerin yerli yerinde sükûn buluncaya kadar secde et. Sonra secdeden kalk ve yine aynı şekilde eklemlerin yerli yerine oturun-caya kadar otur. Sonra aynı şeyi namazının tamamında yap."

Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir. [333]

Hz. Peygamber: "Kur'âıVın anasını (fatiha) okumayanın namazı yoktur." [334] "Kişinin rükû ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı bir namaz yeterli olmaz." Bunu Tirmizî rivayet etmiş olup şöyle demiştir: (Bu) hasen, sahih bir hadis­tir. Peygamber (sav)'in ashabından ve onlardan sonra gelenlerden İlim eh­line göre amel buna göredir. Onların görüşüne göre namaz kılan kişi, rükû ve sücudda. sulbünü (sırtını) iyice doğrultur. Şafiî, Alımed ve İshak der ki; Rü­kû ve sücudda sırtını iyice doğrultmayanın namazı fasiddir. Çünkü Pey­gamber (sav)'ın: "Kişinin rüku ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı nama­zı yeterli değildir" hadisi bunu gerektirmektedir. [335] İbnü'l-Arabı der ki: İbnü'1-Kasım ve Ebû Hanife, tumaninenin (ta'dil-i erkânın) farz olmadığı gö­rüşündedir. Bu ise, Malikilerden herhangi bir kimsenin kendisiyle uğraşma­ması gereken İrak kaynaklı bir rivayettir. el-Bakara Sûresi'nde de (el-Bakara, 2/3- ayet, 14. başlık) bu hususta açıklamalar-geçmiş bulunmaktadır. [336]

 

2- Gösteriş İçin Namaz Kılanın Durumu:

 

İbnü'l-Arabî der ki: İnsanlar görsünler ve onu, o namazı kılarken görüp te mü'min olduğuna tanıklık etsinler diye namaz kılan bir kimse, veya insan­lar arasında bir yer edinmek isteyip ve şahidliğînin kabul edilmesiyle imam­lığının caiz oluşu derecesine yükselmek isterse, bu maksatla kılman narrm yasak kılınmış riyakârlık türünden değildir ve bu şekilde namaz kılmaktan dolayı ona vebal yoktur. Masiyet olan riya, ancak namazını insanları avlamak ve bu yolla mal edinmeye kalkışmak için açığa vuranın namazıdır. Böyle bir niyetle kılınan namaz geçerli olmaz ve namazını iade etmesi gerekir.

Derim ki: İbnü'l-Arabînin: "Mevki talebi ve şahidliğinin kabul edilmesi nok­tasına yükselmeyi istiyerek" ifadesi su götürür. Buna dair açıklamalar, en-Ni-sa suresinde (36. ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususu orada, bir daha tetkik ediniz. (Ayrıca el-Mâûn sûresi, 107. âyetin tefsirinde 4. baş­lık ve devamına da bakılabilir). Bu âyet-i Kerime riyakarlığın farza ve nafi­leye dahi! olabileceğinin delilidir. Çünkü yüce Allah: "Namaza kalktıkları va­kit de... kalkarlar" diye buyurmaktadır. Bu ise, umumi bir ifadedir. Bazıla­rı ise şöyle demektedir: Riyakârlık yalnızca nafileye has bir şeydir. Çünkü farz olan-bir şey bütün müslümanlara farzdır. Nafile ise, (o bakımdan") riyakârlığa maruzdur. Aksi de söylenmiştir Çünkü bir kimse nafileleri yapmayacak olursa bunlardan sorumlu tutulmaz. [337]

 

143. Onlar ikisi arasında gidip gelen kararsızlardır. Ne bunlara ne de onlara (taraf) olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen asla yol bulamazsın.

 

Gidip gelen, kararsız, iki şey arasında tereddüt edip duran, de­mektir. Kararsızlık ise, çalkantı ve karar kılamamak

"Görmez misin ki, yüce Allah'ın sana (kıralların da mevkiinden daha yüksek)

yüksek bir mevkii vermiştir. Sen oradan her bir hükümdarın onun altında çalkanıp durduğunu görmektesin."

Bir diğeri ise şöyle demiştir:

"Selsebil yolunun ortasında ondan önce

Aralıksız hareket edip yol alan postacıların bir aylık yolu var."

Burada bu kelime, ikinci "Ze\" harfi esreli olarak rivayet edilmiştir, tbn Cin-nî der ki: Bu ise, asla karan olmayan, aralıksız ve gevşemeksizin yerinde dur­madan sarsıla sarsüa yol alan demektir. İşte münafıklar da mü'minlerle müş­rikler arasında tereddüt etmekte ve gidip gelmektedirler. Ne imanlarında ih-las vardır. Ne de küfrü açıkça ortaya koymaktadırlar.

Müslim'in Sahihinde İbn Ömer yoluyla gelen hadiste, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Münafikın misali hangi sürüye katı­lacağını bilemeyen iki sürü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Kimi zaman bu tarafa gider katılır, kimi zaman da diğerine gider katılır." [338]

Bir rivayette de "Gider" anlamındaki: kelimesi "katılır" anlamına ge­len; kelimesinin yerine kullanılmıştır.

Cumhur; Gidip gelen kar arsızlar" şeklinde okumuştur. Bu kı­raate göre ise, birinci "zeP harfini şeddeli, ikincisini de esreli okumak sure­tiyle şeklinde idğam caiz olur. el-Hasen'den ise, baştaki "mim" har­fi ile iki "zel" harfi üstün olarak şeklinde okuduğu nakledilmiştir. [339]

 

144. Ey iman edenler, mü'müüeri bırakıp dajcâfîrleri veli edinme­yin. Aleyhinize Allah'a açık bir delil vermek ister misiniz?"

 

"Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmeyin

buyruğunda (kâfirler ve veliler) iki mefuldurlar. Yani, özel ve içli dışlı ola­cağınız yakın adamlarınız onlardan olmasın. Bu anlamdaki açıklamalar da­ha önceden (Âl-i îmran, 3/118. ayet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Aleyhinize Allah'a aç»k bir delil vermek ister misiniz?" Yani, O size bu­nu yasaklamışken size karşı delilini ortaya koymak suretiyle sizi azaplandır-ması hususunda Allah'a açık bir delil vermek mi istiyorsunuz? [340]

 

145. Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı tabakasızdadırlar. Onlara hiçbir yardımcı bulamazsın.

 

Yüce Allah'ın Tabakasında" kelimesini Kûfelİler, "ra" harfini sakin olarak; şeklinde okumuşlardır. Ancak birinci okuyuş daha fa­sihtir. Çünkü bunun çoğulu şeklinde yapılır.

Deve ve develer, kelimesinde olduğu gibi. Bu açıklamayı en-Nehhas yapmıştır. Ebû Ali ise der ki: Bu iki söyleyiş tıpkı kum­lar, kelimesi ve benzerlerinde olduğu gibi iki ayrı söyleyiştir.

Çoğulu; şeklinde gelir. söyleyişinin çoğulu şeklinde Bozuk paralar, gibi gelir.

Cehennem ateşi aşağıya doğru yedi basamak (dereke) dir. Yani yedi ayrı tabaka ve ayrı mevkiidir.

Şu kadar varki, araplar aşağı doğru men tabakalar hakkında "dereke" ke­limesini kullanırlar. Mesela, kuyunun derekeleri vardır, derler. Buna karşılık yukan doğru çıkanlara da "derec basamak" derler. O bakımdan cennette de­receler, cehennemde de derekeler vardır. Bu açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/95-96. âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır

Buna göre münafık bir kimse, bu aşağı doğru inen basamakların en aşa-ğısmdadır. Bunun adı ise el Haviye dir. Burada cezalandırılmasının sebebi ise küfrünün ileri derecede oluşu, gailelerinin çokluğu ve mü'minlere eziyet ver­me imkânım elde etmesinden dolayıdır. Derekelerin en üstte olanı Cehen­nemdir. Ondan sonrası Lazâ, ondan sonrası el-Hutama, ondan sonra es-Sa-irt ondan sonra Sekar, ondan sonra et-Cahîm ve en sonda el-Hâviye gelir. Bunların hepsine de ilk tabakanın adı da verilebilir. Allah lütuf ve keremiy-le bizi onun azabından muhafaza buyursun.

Abdullah b. Mes'ud'dan yüce Allah'ın: "Cehennemin en aşağı tabakasın-dadırlar" buyruğunun açıklaması iJe ilgili olarak şöyle dediği nakledilmiş­tin Üzerlerine kilitlenecek cehennemde kilitli demirden tabutlardadırlar.

İbn Ömer ise şöyle der: Kıyamet gününde insanlar arasında azaplan en şid­detti olacak üç kesim vardır. Bunlar; münafıklar, Mâide'nin (Hz. İsa'nın üze­rine gökten sofranın) inişine tanık olanlardan küfre sapanlar ve Firavun ve hanedanı. Bunu doğrulayan buyruklar ise, yüce Allah'ın Kitabındadır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı tabakas ladadırlar" Maide ashabı hakkında ise şöyle demiştir: "Sonra kâfir olursa, Ben onu alemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azap ile azaplandırırım," (el-Maide, 5/115.) Firavun hanedanı hakkında da şöy­le buyurmaktadır: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46) [341]

 

146. Ancak tevbe edenler, hallerini düzeltenler, Allah'a (dinine) sım­sıkı sarılanlar ve dinlerini Allah İçin halis kılanlar müstesnadır. İşte onlar mü'minlerle beraberdir. Allah, nrii'minlere büyük bir mükâfaat verecektir.

 

Bu, münafıklık yapanlardan bir istisnadır. Münafıklıktan tevbe edenin (bu tevbesinin kabulü) şartlarından birisi de söz ve fiilinde ıslahta bulunma­sı, düzeltmesi di r. "Allah'a sımsıkı sarılması," yani Allah'a sığınması ve ken­disini O:na teslim etmesi, dinini yalnızca Allah'a halis kılması demektir. Tıpkı bu âyet-i kerimenin açıkça ifade ettiği gibi (olmalıdır). Aksi takdirde münafık kimse tevbe etmiş olmaz. Münafıktan müminler arasında bulundu­ğundan Allah, mü'minlerin ecrini gelecekte vereceğini, mükafatlandıracağı­nı belirtmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Buharı, el-Esved'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah Ob. Mes'ud)Jın halkasında bulunuyorduk. Huzeyfe, bulunduğumuz yere kadar gel­di, ayakta durdu ve selam verdi, sonra şöyle dedi: Andolsun münafıklık sîz­den daha hayırlı bir topluluk hakkında nazil olmuştu. el-Esved, Subhanallah dedi. Şüphe yokki yüce Allah: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en altta-ba kayındadırlar" diye buyurmaktadır. Abdullah gülümsedi. Huzeyfe de mescidin bir tarafında oturdu. Daha sonra Abdullah kalktı» arkadaşları da da­ğıldı. Bu sefer (Huzeyfe) bana bîr çakıl taşı attı, ben de onun yanına gittim. Huzeyfe dedi ki: Onun ne demek istediğimi anlayarak gülümsemesine hay­ret ettim. Çünkü ben şöyle demek istemiştim: Münafıklık, sizden daha hayır­lı bir topluluğa indirilmişti, (Yani, onlar arasında münafıklık edenler olmuş­tu). Sonra tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul buyurdu. [342]

el-Ferra der ki: Allah'ın: "İşte onlar mü'id inlerle beraberdir* buyruğu, on­lar mü'mitilerdendir demektir el-Kutebî der ki: Allah, onlara gazab ettiği için doğrudan onları muhatap almayarak: "İşte onlar mü'minlerle beraberdir" diye buyurmuş, onlar mü'minlerin kendileridir diye buyur manastır.

"Verecektir" buyruğunda "ye" harfi, lafzan hazf edildiği gibi, hat­ta da hazf edilmiştir. Çünkü hem kendisi, hem de ondan sonraki, lafzatullah'ın başındaki "lam" da sakindir.

Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: Nida edenin se-leneceğigün Biz de Zebanileri çağınveririz" (el-Alâkr 96/18); O günde o çağırın çağırır." (el-Kamer, 54/6) Bü­tün bu kelimelerde iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "vav" harfle­ri hazf edilmiştir. [343]

 

147. Eğer şükredip İman ederdeniz AJlah size azabı neylesin? Allah, şükredenlerin mükâfatını yerendir, herşeyi bilendir.

 

Bu buyruk, münafıklara takrir (yani gerçeği söyletmek) amacıyla yöneltil­miş bir sorudur. İfadenin takdiri şöyledir: Yani siz şükredecek ve iman ede­cek olursanız, sizi azap etmekte O'nun elde edeceği fayda nedir?

Böylelikle yüce Allah, şükreden mü'mini aza plandır mayacağına, O'nun kul­larını azapl andırma sının mülkünü artırmayacağına, yaptıklarına cezayı terk etmesinin de hakimiyet ve saltanatını eksiltmeyeceğine dikkat çekmektedir.

Mekhul der ki: Dört şey var ki, onlar kimde olursa lehinedir. Üç şey de var­dır ki, bunlar kimde olursa aliyhinedir.

Lehine olan dört şey; Şükür, iman, dua ve istiğfardır. Yüce Allah şöyle bu­yurmuştur: "Eğer şükredip iman ederseniz Allah size azabı neylesin. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Sen içlerinde iken Allah onları azaplandmcı değildir. Onlar mağfiret di­leyip dururlarken de Allah yine onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Deki,, eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin değeriniz ne olur­du ki?" (el-Furkan, 25/77) Aleyhine olan üç hususa gelince: Bunlar mekr (hi­lekârlık), bağy (haddi aşmak) ve neks (ahdi bozmaktır).

İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur" (el-Feth, 48/10); "Kötü hile ise, ancak ehlini (onu yapanları) kuşatır" (Fâtır, 35/43) Yine yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Ey insanlar, sizin bağyiniz (haddi aşmanız)ancak kendi aleyhinizedir." (Yunus, 10/23)

"Allah, şfikredenlerin mükafaatını verendir." Yani, kendisine itaat ettik­leri için kullarını mük afati andırandır. Allah'ın kullarına "şükretmesi''mn anlamı, onları mükâfatlandırmağıdır. Az olan ameli kabul eder, karşılığında ise büyük bir mükâfat verir. İşte bu, kendisine ibadet eden kuluna şükrü (mü­kâfatı) dır. Sözlükte şükür, ortaya çıkmaya denir.

Eğer bir hayvana verilen yemden daha fazla şişmanlığı ortaya çıkıyorsa, o bineğe denilir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. ayet, 3- başlıkta) yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır.

Araplar ise, darb-ı meselde "Kıştan sonra baharda ilk yeşeren bitkiden, daha çok görünmektedir" tabirini kullanırlar. Çünkü, denildiğine göre arz, yağmur yağmaksızın bulutun gölgesi ile bu bitkiyi yeşertir ve göz alıcı bir renge bürünür.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [344]

 

148. Allah -zulme uğrayan müstesna- çirkin sözün söylenmesini sevmez. Allah, herşeyi İşitendir, hakkıyla bilendir.

149. Bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz yahut bir kötülüğü affe­derseniz, şüphesiz Allah affedicidir, herşeye gücü yetendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Zulme Uğrayanın Kötü Söz Söylemesinin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Allah, çirkin sözün söylenmesini sevmez" buyruğunda ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Zulme uğrayan müstes­na" diye bir istisnada bulunmaktadır. Ancak bu istisna, birinci türden yani, kendisine istisna yapılanın türünden olmadığından nasb mahallin dedir. An­lamı da şöyle olur: Ama zulme uğrayan kimse: Filan kişi bana zulmetti, di­yebilir.

Bu istisnanın ref mahallinde olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Allah, zulme uğrayan müstesna, herhangi bir kimsenin çirkin sözü açıkça ifade etmesini sevmez. Cumhurun kıraati; (^) şeklinde, "zı" harfinin ötreli, "lâm" harfinin de esreli okunuşu şeklindedir.

"Lâm" harfinin sakin olarak okunması da caizdir. [345] Ancak bu kelimeyi, uzı" ve "lâm" harflerini üstün olarak okuyanlara gelince, ileride geleceği gibi bun­lar, -Zeyd b. Eşlem, İbn Ebi İshak ve diğerleridir- fethanm hafif ofuşu dola­yısıyla "lâm" harfini sakin okumaları caiz değildir.

Birinci (yanı "Zı" harfini ötreli, "lâm" harfini esreli) buyruğun anlamı bir kesime göre şudur: Allah zulme uğrayan müstesna herhangi bir kimsenin açık­ça kötü ye çirkin söz söylemesini sevmez. Onun için kötü sözü açıktan söy­lemek mekruh değildir.

Ancak, kötü ve çirkin sözün açığa vurulma keyfiyeti ile bundan neyin mübâh olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Hasen der ki: Burada kaste­dilen başkasına zulmeden kişidir. Zulme uğrayan, kendisine zulmedene beddua etmeyip; Allah'ım ona karşı bana yardım et, Allah'ım ondaki hakkı­mı al. Allah'ım, bana yapmak İstediği zulmüne sen engel ol der. Bu ise, sa­vunmaya dair Allah'a yapılan bir dua olup, kötülüğün en aşağı basamağıdır.

İbn Abbas ve diğerleri ise der ki: Zulme uğrayan kimseye, kendisine zul­medene beddua etmesi mubahtır. Sabredecek olursa bu onun için daha ha­yırlıdır. Bu ise, zalime bedduanın turu hususunda kayıt getirmeyen mutlak bir ifadedir.

Yine İbn Abbas ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Zulme uğrayan kimsenin kendisine zulmeden kişiden zulmettiği kadar intikam almasında ve ona açıkça kötü söz söylemesinde bir mahzur yoktur.

İbnü'l-Müstenîr der ki: "Zulme uğrayan müstesna" buyruğunun anlamı şu­dur: Küfür yahut buna benzer sözleri açıktan söylemek için zorlanan kişi bun­dan müstesnadır. Bu durumda olan bir kişinin kötü ve çirkin söz söyleme­si mubahtır. Buna göre âyet-i kerime, İkrah (zorlama) haliyle ilgilidir.

Kutrub da böyle demiştir: "Zulme uğrayan müstesna" ile ikrah altında bı­rakılan kimse kastedilmektedir. Çünkü böyle bir kişi mazlumdur. Bundan do­layı küfür sözü söyleyecek olsa dahi günahı kaldırılmıştır. Yine Kutrub der ki: "Zulme uğrayan müstesna" buyruğunun bedel anlamında olması da. müm­kündür. Şöyle buyurulmuş gibidir: Allah -zulme uğrayan müstesna- ... sev­mez. Yani, yüce Allah zalimi sevmez. Şöyle buyrulmuş gibidir: O, zulme uğ­rayanı sever. Yani, zulme uğrayana ecrini verir. Bu görüşe göre bedel olarak ifadenin takdiri şöyle olur: Zulme uğrayan müstesna, Allah, kötülüğü açığa vuran kimseyi sevmez,

Mücahid der ki: Âyet-i kerime misafirlik hakkında nazil olmuştur. Misafir kişinin, bu hususta söz söylemesine ruhsat verilmiştir. İbn Cüreyc de Müca-hîd'den naklederek der ki: Âyet-i kerime, çöllük bir arazide birisinin yanı­na misafir olmak isteyen bir kişi hakkında nazil olmuştur. Ancak, o kişi bu­nu misafir almak istemeyince, bu sefer: "Zulme uğrayan müstesna" buyru­ğu nazil olmuştur.

Bunu, İbn Ebi Necîh de Mücahid'den rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Şu: "Allah zulme uğrayan müstesna çirkin sözün söylenmesini sevmez" âyet-i kerimesi, birisine yolu düşüp de kendisini misafir etmemesi hali hakkında nazil olmuştur. Yolcunun, bu kimse hakkında: Kendisini iyi bir şekilde mi­safir edip ağırlamadığını söylemesine ruhsat verilmektedir.

Misafir etmeyi vacip kabul edenler bu âyet-i kerimeyi delil gösterir ve şöy­le derler: Çünkü zulüm yasaklanmıştır. Bu ise misafir etmenin vücubuna de­lildir. Bu, aynı zamanda el-Leys b. Sa'd'ın görüşüdür.

Cumhur ise misafiri ağırlamanın üstün ahlâkî özelliklerden Olduğu göiilsimdedirler. Buna dair açıklamalar ise, ileride Hûd Sûresi'nde (11/69. ayet, 1. başlıkta) gelecektir.

Âyet-i kerimenin zahiri şunu gerektirmektedir: Zulme uğrayan bîr kimse, kendisine zulmedenden intikam alabilir. Ancak bu zalim kişi, el-Hasen'in de­diği gibi mü'min bir kimse ise, mazlumun intikam almakta orta yolu seçme­si gerekir. Şu kadar var ki, iftiraya iftira ile karşılık vermek ve benzeri şekil­deki intikamlar caiz değildir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûre­si'nde (el-Bakara3 2/195. ayet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Şayet zalim kişi, kâfir birisi ise, dilinin düğümünü çöz ve istediğin şekil­de helak olması için beddua da edebilirsin, her türlü bedduayı da yapabilir­sin. Peygamber (say)'m şu bedduasında yaptığı gibi; "Allah'ım, Mudariılar üze­rindeki sıkıntını daha bir artır ve onlar aleyhine YusuFun kıtlık yıllan gibi bu yılları kıtlık olsun." [346]Yine Hz. Peygamber, isimlerini zikrederek: "Allah'ım, filanı ve filanı sana havale ediyorum" diye buyurmuştur [347] Şayet zulmü ya­pan kişi, açıktan zulmünü yapıyor ve ilişilmesi haram olan ırzı, bedeni ve ma­lı bulunmuyor ise, (harbî kâfir gibi) ona açıktan açığa beddua edebilir.

Ebu Dâvud, Âişe (r.anha)dan rivayetle der ki: Âişe'ye ait birşey çalınmış­tı. O da hırsıza beddua etmeye koyuldu. Rasulullalı (.sav) ise, şöyle buyur­du: "Sen ona beddua etmek suretiyle onun cezasını hafifletme,"[348]

Yine Amr. b. eş-Şirrid'den, o babasından, o da Rasulullah (sav)'dan şöy­le dediğini rivayet etmektedir: "Ödeme gücü olan kimsenin borcunu ödeme­yi savsaklaması, ırzını ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür."[349] îb-nü'1-Mübârek der ki: Burada ırzının helal kılınmasından maksat, ona karşı sert ve ağır söz söylenmesinin helal kılınması, cezalandırılmasının helal kılınma­sından kasıt ise, borcu dolayısıyla haps edilmesidir.

Müslim'in Sahih'inde de: "Varlıklı kimsenin borcunu ödemeyi savsaklama­sı bir zulümdür" denilmektedir. [350] Buna göre borcunu ödeme imkânı olan bir kimseden borcunu ödemesi istendiği halde savsaklarsa, zulmetmiş olur. Bu ise, kendisi hakkında: Filan kişi, insanları savsaklar, onların haklarını ya­nında ahkor demekle ve imama (devlet yöneticisine ve yetkililere) da bu iş­ten vazgeçinceye kadar tedip ve ta'zir edilmesini (azarlanarak hafif cezalara çarptırılmasını) mübâh kılmakla, onun namusuna (şeref ve haysiyetine) do­kunan türden uygulamalan mubah ktlar. Bu anlamda açıklamalar, Süfyan'dan nakledilmiş olduğu gibi, aynı zamanda bu, Îbnü'l-Mübârek'in açıklamaları­nın da anlamını ifade etmektedir. Allah ikisinden de razı olsun. [351]

 

2- Davalaşma Sırasında Hz, Abbas'ın Hz. Ali Hakkında Kullandığı Ağır İfadeler Bu Kabilden midir?

 

Müslim'in Salıih'inde yer alan ve Hz. Abbas'ın, Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkında Ömer, Osman, Zübeyr ve Abdurrahman b. Avf (r. anhum) huzurunda söylediği: Ey Mü'minlerin emin, benimle şu yalancı, günah­kâr,, sözünde durmaz ve hainlik eden kişi hakkında hüküm ver, şeklinde ha­diste zikredilen sözleri [352] bu kabilden değildir Hazır bulunanlardan herhan­gi birisi, Hz. Abbas'ın bu sözleri söylememesini hatırlatmamış tır. Çünkü, bu aralanndaki bir anlaşmazlıkta bir hakemlik olayı İdi. Her birisi durumun ken­di lehine olduğuna inanıyordu. Hz. Ömer, onlar arasında bu hususta yerine getirilmesi gerekeni uygulaymcaya kadar onların kanaatleri böyleydi. Bu açık­lamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır.

Bizim (mezhebimizin) ilim adamları ise şöyle demektedir: Bu şekilde ile­ri geri konuşmak» tarafların konumlarının eşit yahut birbirine yakın olması halinde mümkündür. Tarafların konumları arasında farklılık var ise, fazilet­li kimselere dîl uzatılması derecesine varacak şekilde iteri geri konuşma im­kânı verilmez. Aksine, bu durumda herhangi bir zulüm, yada gazap ifadele­ri açıkça kullanılmaksızın, mücerred davada bulunularak hak talep edilir. Sa­hih olan budur ve ilgili rivayetler de buna delalet etmektedir.

Bİr diğer açıklama da şöyledir: Hz. Abbas'ı bu gibi ifadeleri kullanmaya iten kızgınlığı ve amcalığın tahakküm edici yönüdür. Çünkü amca, babanın den-gidir. Ve şüphesiz ki baba, çocuğu hakkında bu gibi sözleri kullanacak olursa, onun kullandığı bu ifadeleri, onu tedip hususunda işi ileriye götür­mek ve yaptığından vazgeçirmek kastı ile söylediği şeklinde açıklanır. Yok­sa gerçekten de bu sıfatlara sahip olduğu anlamına gelmez.

Diğer taraftan buna, onların dini bir makam (ve velayet) hususunda kar­şılıklı delil getirme konumunda idiler. Hz. Abbas, bu hususta kendisine muhalefetin caiz olmadığına ve bu hususta kendisine muhalefet etmenin, mu­halefet edenin bu niteliklere sahip olması sonucunu doğuracağına inanıyor­du. Ayrıca of kızgınlığın etkisi altında da kalarak bu ifadeleri kullanmıştır. Ha­zır olanlar, bu durumu bildiklerinden dolayı ona karşı çıkmadılar. Bu açıklamalara el-Mâzerî ile Kadı îyad ve diğerleri de işaret etmiş bulunmaktadır. [353]

 

3- Zulümden Tevbe Edenler ve Etmeyenler

 

Zulmeden" şeklinde "zı" ve "lâm" harflerini üstün okuyanlara ge­lince, bu, Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ânı en iyi bilen ilim adamlarından birisi olan Zeyd b. Eşlem ile İbn Ebi İshâk, ed-Dah-hâk, İbn Abbas, İbn Cübeyr ve Ata b. es-Said'in kıraatidir.

Anlamı şudur: Herhangi bir fiil veya bir sözde zulmeden ise müstesnadır. Ona, açıktan açığa kötü söz söyl üye bilirsin iz.

Bu da onun yaptığı fiilini yasaklamak, onu azarlamak ve bu işi dolayısıy­la onu reddetmek anlamında bir davranıştır. Buyruk şu demek olur: Allah, -zulmeden, yani münafıklığı üzere devam eden müstesna- münafıklıktan tev­be eden kimseye: Sen münafıklık etmedin mi, demeyi sevmez. Bu açıklama­ya da yüce Allah'ın: "Ancak tevbe edenler... müstesnadır" (en-Nisa, 4/146) buyruğu delâlet etmektedir.

İbn Zeyd der ki: Şanı yüce Allah'ın münafıkların cehennemin en aşağı ta­bakasında olduklarını haber vermesi, kötülüğü sözle açıktan açığa ifade et­mektir. Bundan sonra ise, onlara: "Eğer şükredip iman ederseniz, Allah si­ze azabt neylesin " (.en-Nisa, 4/147) diye buyurmakta ve onları bir çeşit te­selli edip, şükür ve imana davet etmektedir.

Daha sonra da mü'minlere hitaben: "Allah -zulme uğrayan müstesna- çir­kin sözün açıktan söylenmesini sevmez" diye buyurmaktadır. Yani, müna-fıklığını sürdürmek suretiyle devam eden müstesna, demektir. İşte böyle bi­risine, sen âhirette cehennemin en aşağı tabakaları kendisi için hazırlanmış bulunan kâfir ve münafık bir kimse değil misin sözü ve benzeri sözler söy­lenebilir.

Bir kesim de şöyle demiştir. Buyruğun anlamı şudur: Yüce Allah, herhan­gi bir kimsenin kötü bir sözü açıktan söylemesini sevmez. Daha sonra mun-katı, bir istisnada bulunmaktadır. Yani: Ama, zulmeden müstesnadır Bu durumda o, haksızca ve saldırganlıkla kötülüğü açıkça ifade etmiş olur kif bu­nu yapmakla zalim olur.

Derim ki: İşte zulmedenlerin pek çoğunun huyu ve alışkanlığı budur. On­lar, zulmetmekle birlikte dillerini de uzatır ve zulmettikleri kimselerin -ken­dileri için haram kılınan- ırzlarına da dillerini uzatırlar.

Ebu İshâk ez-Zeccâc der ki: "Zulmeden müstesna" buyruğunun anlamı­nın, "zulmedip kötü söz söyleyen müstesna" şeklinde olması da mümkün­dür. İste, böyle birisinin elini yakalamanız, (yani onu zulmünden alıkoyma­nız.) gerekir, O taktirde bu istisna, munkatı' bir istisna olur.

Derim ki: Buna bir takım hadisler de delâlet etmektedir. Hz. Peygamber'İn şu buyruğu bunlar arasındadır:

"Beyinsizlerinizin elini yakalayınız. (Onları beyinsizce tasarruflardan en­gelleyiniz)." [354] "Kardeşine zalim veya mazlum olsun yardımcı ol." Ashab: Hay­di mazlumken ona yardımcı olduk, peki zalimken ona nasıl yardım edebi­liriz? Hz. Peygamber: "Onu zulümden alıkoymak suretiyle" diye buyurdu. [355]

el-Ferrâ der ki: Zulmeden müstesna" okuyuşa, zulmeden de dahil anlamındadır.

Yüce Allah'ın: "Allah herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir" buyruğu ise, zalimi, zulmetmemesi için; mazluma da intikam almakta haddi aşmaması için bir sakındırmadın

Daha sonra, yüce Allah: "Bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut bir kötülüğü affederseniz" buyruğu ile affı teşvik etmektedir İntikam alma gücü ile birlikte affetmek, yüce Allah'ın sıfatları arasında yer alır. İnsanları affedenlerin faziletine dair açıklamalar ise, Âl-i Imran Sûresi'nde (3/134. ayet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu az sayıdaki kelimelerde, üzerinde dü­şünenler için pek çok anlamlar vardır.

Şöyle denilmiştir: Sen affedersen, şüphesiz Allah da seni affeder. îbnü'l-Mübârek şöyle bir rivayet nakletmekledir: el-Hasenrden işitenlerden birisi ba­na, onu şöyle derken dinlemiş olduğunu nakletti: Kıyamet gününde bütün ümmetler âlemlerin Rabbinin huzuruna geleceği vakit şöyle seslenilecek: Mü­kâfatını vermek Allah'a ait olanlar ayağa kalksınlar. Dünyada iken başkala­rını affedenlerin dışında kimse kalkmayacaktır. İşte bunu, yüce Allah'ın: "Kim affeder z>e ıslah ederse, artık onun mükâfatım vermek Allah 'a aittir" (eş-Şu-ra, 42/40) buyruğu doğrulamaktadır. [356]

 

150. Allah'ı ve peygamberlerüıi İnkâr ederek kâfir olanlar, bir de Al­lah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler. Ve: "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyenler, böylece bunun ara­sında bir yol tutmaya yeltenenler;

131. İşte onlar, gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışındır.   .

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah ve Peygamberleri Arasında Ayrım Gözetmek

 

Yüce Allah, müşriklerle münafıkları sözkonusu ettikten sonra "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olanlar" buyruğu ile, kitab ehli olan yahudi ve hıristfyan kâfirleri -Muhammed (sav)'ın peygamberliğini inkâr et­tiğinden dolayı- sözkonusu etmekte ve onun peygamberliğini inkâr etmenin, bütün peygamberleri inkâr etmek olduğunu beyan etmektedir. Çünkü, Mu­hammed (sav)'a ve bütün peygamberlere (hepsine-salât ve selam olsun) iman etmeyi ümmetine emretmemiş hiçbir peygamber yoktur.

"Bir de Allah ve Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler" buyru-ğu Allah'a ve peygamberlerine iman etmek arasında Fark gözetmek isteyen­ler... demektir.

Yüce Allah bununla, Allah ve peygamberleri arasında böyle bir ayırım gö­zetmenin küfür olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun küfür o)uş sebe­bi ise şudur: Şam yüce Allah, bütün insanlara, peygamberler aracılığı ile ken­dileri için göndermiş olduğu şeriat gereğince kendisine ibadet etmelerini farz kılmıştır, insanlar, peygamberleri inkâr edecek olurlarsa, onların şeriatlerini de reddetmiş, onların tebliğ ettikleri bu şeriati kabul etmemiş olurlar. Böy­lelikle yerine getirmekle yükümlü oldukları ubudiyeti kabul etmemiş, ubu­diyete bağlanmamış olurlar. Bu da tıpkı yaratıcıyı inkâr etmek gibidir. Yara­tıcıyı inkâr etmek ise, O'na itaat ve ubudiyeti terk etme sonucunu verdiğin­den dolayı bir küfürdür.

Aynı şekilde iman hususunda peygamberleri arasında bir ayırım gözetmek de, o peygamberleri inkâr etmektir ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele ala­cağız. [357]

 

2- Peygamberin Kimine İman, Kimini İnkar

 

Yüce Allah'ın: "Kimine inanırız» kimini inkar ederiz diyenler" buyruğu ile peygamberler arasında ayırım gözetmenin küfür olduğu irade edilmekte­dir. Böyle diyenler ise, Hz. Musa'ya iman etmekle birlikte, Hz. İsa ile Muham­med (sav)'ı inkâr eden yahudilerdir. Bu şekildeki sözleri, daha önce Baka­ra Sûresi'nde (2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onlar, arala­rındaki avamdan olan kimselere: Biz> kitaplarımızda Mulıammed'den söze-dildiğini görmüyoruz, diyorlardı.

"Bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler..." iman ile inkâr arasında bir yol tutmak isteyenler, demektir. Bu da yahudilik ile İslam arasında uydur­ma bir din tutmak istiyenler anlamına gelir. Burada tekil işaret zamirinin kul­lanılıp ikil zamirin kullanıl mayısı, kullanılan bu tekil zamirin aynı zamanda ikil olarak kullanılabilmesi dolayı sıyladır. İkil zamir kullanılması (Kur'ân dışında olması şartıyla) mümkündür. [358]

 

3- Böyle Bir Uydurma Yol Takip Edenler Gerçek Kâfirlerdir.

 

Yüce Allah'ın: "İşte onlar, gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler" buyruğu, imanları İle ilgili birtakım tereddütleri ortadan kaldıracak bir te'kiddir. Çün­kü onları, onların kimisine iman ederiz, diyenler olarak nitelendirmişti, Böyle söylemek İse, son peygamberini inkâr etmeleri halinde kendilerine hiç­bir fayda sağlamaz. Son peygamberi inkâr edip kâfir olmakla, yüce Allah'ı da bu son peygamberi müjdeleyen bütün peygamberleri de inkâr etmiş olurlar, işte bundan dolayı gerçek anlamda kâfirler olmuşlardır.

"Kâfirlere" kelimesi "hazu-lamışızdu*" anlamındaki kelimenin ikinci me-ful'ün yerini tutmaktadır. Yani Biz, o kâfirlerin bütün çeşitleri için "alçaltıcı" yani zelil edici "bir azap" hazırlamışındır. [359] 

 

152. Allah'a ve peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerin­den ayırmayanlara gelince, işte onlara ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Allah, bu buyrukta Peygamber (sav)'ı ve onun ümmetini kastetmektedir.

153- Kitap ehil senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni ister­ler. Gerçekten onlar, Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize apaçık göster, demişlerdi." İşte zulümleri yüzün­den onları yıldırım yakalaşmıştı. Sonra onlara, bunca açık bel­geler gelmişken, tutup buzağıyı ilah edinmişlerdi. Nihayet Biz bunu affettik. Biz, Musa'ya apaçık bir delil vermiştik.

 

Yahudiler, Mulıammed (öav)'dan gözleri önünde semâya yükselmesini ve kendilerine iddia ettiği hususlarda doğruluğuna dair yazılı bir kitabı, -Hz Mu­sa'nın Tevrat'ı getirdiği gibi- bir defada ve toptan getirmesini istemişlerdi.

Onlar, Hz. Peygambere karşı işi yokuşa sürmek için böyle bir talepte bu­lundular. Yüce Allah da onların atalarının Musa (a.s.)'a karşı bundan daha bü­yük bir inatla çıktıklarını ve: "Allah'ı bize apaçık göster" yani gözlerimizle görelim, demiş olduklarını ifade etmektedir. Bu husus, el-Bakara Sûresi'nde (2/55. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Apaçık kelimesi, hazfedilmiş mastarın sıfatıdır. Yani, apaçık görü­lecek şekilde göster, demektir. Bu isteklerinin ve gördükleri bunca mucize­den sonra, zulümlerinin büyüklüğü dolayısıyla yıldırım ile cezalandtrıldıiar.

Yüce Allah'ın: " Tutup buzağıyı ilâh edinmişlerdi buyruğunda, şu tak­dirde hazfedilmiş bir takım ifadeler vardır: Biz, onlart ölümlerinden sonra di­rilttik. Fakat, fazla geçmeden buzağıyı ilâh edindiler. Bu hususa dair açıkla­malar, el-Bakara Sûresi'nde (2/51. ayette) geçtiği gibi, yüce Allah'ın izniyle Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/83-89. ayetlerin tefsirinde) de gelecektir.

"Sonra onlara bunca açık belgeler gelmişken" yani, Hz. Musa'nın beyaz eli, asası, denizin yarılması ve buna benzer aziz ve celil olan Allah'tan baş­ka mabudun olmadığına dair apaçık belgeler, deliller ve besbelli mucizeler geldikten sonra, yine de buzağıyı tutup ilah edinmişlerdi.

"Nihayet Biz bunu affettik."4 Yani, onların bu şekilde işi yokuşa sürmele­rini bağışladık. "Biz Musa'ya apaçık bir delil" yani, apaçık bir belge "ver­miştik," Bunlar ise onun getirdiği, gösterdiği mucizelerdir. Bunlara apaçık delil (sultan) adının veriliş sebebi Ese, böylelerini getirenin kesin delil ile kar­şı tarafı kahredici bir şekilde susturmasındandır. Bu mucizelerin, kalpleri kah­retmek (ister istemez kabul etmek) zorunda bırak masından dır. Çünkü kalp­ler, berizerlerini getirmenin insan gücü çerçevesinde bir iş olmadığını çok iyi bilir. [360]

 

154. Söz verdikleri için de Tür'u üzerlerine kaldırmıştık. Onlara hem: "Kapıdan secdeye eğilerek girin19 demiştik, hem de; "Cu­martesi gününde aşırı gitmeyin" demiştik. Onlardan sağlam bir söz almıştık.

 

Yüce Allah'ın: "Söz verdikleri için de Tûr'u üzerlerine kaldırmıştık" buy­ruğunun anlamı şudur: Onlardan alınan sözü bozmaları sebebiyle biz Tûr'u üzerlerine kaldırmıştık. Dağın üzerlerine kaldırılışı ile kapıdan girişlerine da­ir açıklamalar, Bakara Sûresi'nde (2/58 ve 63, ayetlerin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. "Secdeye eğilerek" anlamına gelen; kelimesi ise hal ola­rak nasb edilmiştir.

"Hem de: Cumartesi gününde aşırı gitmeyin demiştik* buyruğundakî "Aşırı gitmeyin" anlamındaki kelimeyi sadece Verş, "ayn" harfini üstün ve "dal" harfini şeddeli; den gelen bir ke­lime olarak okumuştur. Bunun anlamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/65. ayetin tefsirinde") d e geçtiği gibi Cumartesi günü balık avlamak suretiyle haddi aşmayınız, (Haddi aşmayın anlamındaki bu kelimenin) asıl okunma­sı gereken şekli ise, (Verş kıraatine göre); ( ijjcıû.) şeklindedir. Burada "ayn" harfinden sonra gelen "te" harfi "del" harfine idğam edilerek okunmuştur, en-Nelıhas der ki: Bu durumda "ayn" harfinin sakin okunması caiz olmadığı gi­bi, böyle bir okuyuşta iki tane sakin harf de arka arkaya getirilemez. Bu şe­kilde okuyan ise, yanlışlık yapmış olur "Onlardan sağlam bir söz almıştık" Tevratta onlardan alınan sözü kastetmektedir, Yemin ile pekiştirilmiş ahid an­lamına geldiği de söylenmiştir. Bu yemin ile pekiştirilmesi sebebiyle "sağlam" diye nitelendirilmiştir. [361]

 

155. Fakat, o sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkâr etmele­ri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, "kalplerimiz perde­lidir" demelerinden ötürü (onları lanetledik). Hayır, Allah, kü­fürlerine karşılık kalplerine mühür basmıştır. Artık onlar pek az iman eder.

156. Bir de onları küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir if­tirada bulunmaları sebebiyle,..

 

"Fakat o sözlerini bozmaları... dan ötürü" buyruğundaki; "Bozmalarından ötürü9 buyruğu, ube" harf-i cerri dolayısıyla mecrur gelmiş­tir. Bu harften sonraki O") edatı ise, te'kîd için ve zâid olarak gelmiştir.

Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir rahmet sebebiyledir ki..." (ÂJ-i İmran, 3/159) buyruğunda olduğu gibidir. Nitekim buna dair açıklama­lar daha önceden belirtilen buyrukta geçmiş bulunmaktadır. Buradaki "be11 harfi ise hazfedilmiş bir İfadeye taalluk etmektedir ki, ifadenin takdiri şöy­ledir: "Sözlerini bozmalarından ötürü onlan lanetledik." Bu açıklama Kata-de ve başkasından nakledilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi ise, işitenin bu­nu bilmesidir.

-Ebu'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisaî ise der ki; Bu harf-i cer, kendisinden ön­ceki buyruklar ile alakalıdır. Buyruğun anlamı ise şöyledir: Zulümleri sebe­biyle... ve bir de o sözlerini bozmalarından ötürü yıldırım onları yakaladı. el-Kisaî devamla der ki: Böylelikle yüce Allah, kendisi sebebiyle yıldırımın ken­dilerini yakalamış olduğu zulümlerini açıklamaktadır. Bu da daha sonra ge­len onların verdikleri sözlerini bozmalarını, peygamberleri öldürmeleri ve iş­lemekle kendi öz nefislerine zulmetmiş olduklarını açıkladığı diğer husus­lar sebebiyle olmuştur.

Ancak, Taberî ve başkaları bunu kabul etmemektedir. Çünkü, yıldırımın kendilerini yakaladığı kimseler, Hz. Musa döneminde yaşayanlardı. Pey­gamberleri öldürüp, Hz, Meryem'e büyük iftirada bulunanlar ise, Hz. Musa'dan uzun bîr dönem sonra gelmiş olanlardır. Hz. Meryem'e iftira edenleri yıldı­rım da yakalamış değildir, el-Mehdevî ve başkaları ise derler ki: Ancak, böyle bir şeyin olması (el-Kisaî'nin açıklamasından) zorunlu alarak anlaşıl­mamalıdır. Çünkü, yüce Allah'ın onlar hakkında haber verip, maksadın on-lann atalarının olması da mümkündür. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'n-de (2/65. âyetin tefsirinde) geçmişti.

ez-Zeccâc der ki: Buyruğun anlamı şudur: Onlar, sözlerini bozduklarından dolayı Biz de kendilerine helal olan bir takım temiz şeyleri haram kıldık. Çün­kü bu anlatılan olaylar, yüce Allah'ın: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle... pek çok şeyi haram kıldtk"(en-Nisa, 4/160) buyruğuna kadar devam etmektedir.

Onların verdikleri sözlerini bozmalarına gelince, Peygamber (sav An nite­liklerini açıklamalarına dair kendilerinden söz alınmıştı.(Onlarsa bunu yeri­ne getfırnediler). Buyruğun anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Sözlerini boz­maları, şu, şu işleri yapmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini mühürle-miştir. Anlamının şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Onlar, sözlerini bozma­ları sebebiyle, pek azı müstesna iman etmezler, Âyet-i kerimenin başında yer alan "fe" harfi, fazladan gelmiştir. "İnkâr etmeleri" buyruğu, bir öncekine at-folduğu gibi, ",„ öldürmeleri" buyruğu da aynı şekilde atfedilmiştir.

"Allah'ın âyetleri" nden kasıt ise, kendilerinin tahrif ettikleri, onlara in-

dirilen kitaplardır.kelimesi, kelimesinin çoğuludur Yani, bizim kalplerimiz ilim kaplarıdır, Bizim rtezdimizde bulunandan başka bir ilme ih­tiyacımız yoktur. Bu kelimenin örtülü anlamına gelen kelimesinin ço­ğulu olduğu da söylenmiştir. Yani, bizim kalplerimiz örtüler içerisindedir, se­nin söylediklerini anlamazlar.

Bu anlam, yüce Allah'ın;... Kalplerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 41/5) buyruğunu andırmaktadır. Buna dair açıklamalar, daha ön­ceden el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş, bulunmaktadır. Bundan maksatları ise, peygamberlerin ortaya koydukları deJiJleri reddetmek­tir. Kalplerin mühürlenmesi ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûre­si'nde (2/7. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"İnkâr etmeleri... den ötürü Yani, kürıirlerine karşılık onlara bir ceza ol­mak üzere. Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Fa­kat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanette-nıiştir. Onlar ancak pek az iman ederler. "(en-Nisa, 4/46) Yani onlar, ancak pek az iman ederler. Bun­dan kasıt ise peygamberlerin bazısına iman etmeleridir. Bunun ise kendile­rine hiçbir faydası yoktur.

Daha sonra yüce Allah: "Onların küfürleri (inkârları)" buyruğunu tekrar ederek, onların ardı arkasına küfre düştüklerini haber vermektedir. Bunun anlamının: "Hz. Mesih'i inkar edip kâfir olmaları" şeklinde olduğu ve ondan sonra gelen buyrukların buna delalet etmesi sebebiyle "Mesih'in hazfedıldi-ği de söylenmiştir. "Sözlerini bozmaları" buyruğundaki âmil ne ise, "inkâr et­meleri" buyruğundaki âmil'in kendisidir. Çünkü bu, ona atfedilmiştir. Âmil'in  Mühür basmıştı" kelimesinin olması mümkün değildir

"Pek büyük iftira"dan kasıt ise, Hz. Meryem'in Yusuf en-Neccâr İle itham edilmesidir, Yûsuf ise aralarında bulunan salihlerden bir kişidir. Büyük ifti­ra (bühtan) kendisinden hayrete düşülen ileri derecedeki yalan demek olup, buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/112, âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır. Şam yüce ve eksikliklerden münezzeh olan Allah, her şe­yi en iyi bilendir, [362]

 

157. Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa öldürdük" demeleri sebebiyle. Halbuki onlar, onu öldürmediler, onu asma­dılar da. Ancak kendilerine benzer gösterilmişti. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe için dedirler. Onların zanna uymaktan başka ooa dair bir bilgileri yoktur. Onlar, onu gerçekten öldürememlşlerdir.

158. Bilakis, Allah onu kendi katına kaldırmıştır. Allah Azizdir, Ha­kimdir.

 

Yüce Allah'ın: "Ve: Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa'yı öldür­dük demeleri sebebiyle" buyruğunda, (oj )'nin hemzesinin esre gelmesi, "kavi  söz söylemek" anlamındaki kelimeden sonra gelmesi dolaylıyladır. Baş­ka bir söyleyişe göre üstün okunması da mümkündür.

Âl-i İmran Sûresi'nde (3/45- âyetin tefsirinde)j'Mesih" kelimesinin türeyi­şi ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Allah'ın peygamberi" kelimesi, bedel olarak nasb edilmiştir. Bunun, "MesirTi... yani Allah'ın Rasulü... nü kastediyorum anlamında man-sub okunmsı da mümkündür.

"Halbuki onlar, onu öldürmediler, onu asmadılar da" buyruğu da onla­rın bu konudaki iddialarım reddetmektedir.

"Ancak kendilerine benzer gösterilmişti". Yani, yine Âl-i İmran Sûresi'n-de (3/55.-âyetin tefsirinde) geçtiği üzere başkası ona benzer gösterildi.

Şöyle de denilmiştir: Onu öldürmek isteyenler, kişi olarak Hz. isa'yı tanı­mayanlardı. Öldürdükleri kimsenin ise, o olup olmadığı hususunda şüphe et­tikleri halde öldürmüşlerdi. Nitekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ger­çekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe içinde­dirler."

Bir görüşe göre, burada onların hepsi hakkında haber verildiği söylendi­ği gibi, bu hususta yalnızca onların avamı anlaşmazlık içerisinde idiler, de de­nilmiştir.

Anlaşmazlığa düşmelerinin anlamı ise, kimilerinin onun ilah olduğunu, ki­milerinin de Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleridir. Bu açıklamayı el-Ha-sen yapmıştır. Anlaşmazlıklarından kastın şu olduğu da söylenmiştir: Onla­rın avamı, biz İsa'yı öldürdük dediler. Onun semaya yükse İtiliş ini görenler ise, hayır onu öldürmedik dediler.

Yine, anlagmazhklanndan kastın: Hırisuyanlardan Nasturîlerin: İsa, lâhû-tu (uluhiyet sıfatı) yönüyle değil de, nâsûtu (.insan ve beşeriyeti) yönüyle çar­mıha gerilmiştir derken, melkâniler şöyle demişlerdir: Çarmıha germe ve öl­dürme, Hz. İsa'nın tamamı, nâsûtu da lâhûtu da üzerinde cereyan etmiştir.

Anlaşmazlıklarından kastın, onların şöyle demeleri olduğu da söylenmiştir: Eğer bu öldürülen kişi, bizim arkadaşımız idiyse, peki İsa nerede?. Eğer bu öldürdüğümüz İsa ise, bizim arkadaşımız nerede? Bundan kastın şu ol­duğu da söylenmiştir: Yahudiler, biz onu öldürdük demişlerdi. Çünkü yahu-dilerin başı olan Yahuda, Hz. İsa'nın öldürülmesi için gayret harcamıştı. Bu­na karşılık hırisUyanlardan bir kesim İse şöyle demiştir: Hayır, onu öldüren bizleriz. Yine hıris uyanlardan bir başka kesim şöyle demiştir; Bilakis, Allah, gözümüzün önünde onu semâya yükseltmiştir.

Onların ona dair bir bilgileri yoktur" buyruğunda yer alan  edatı fazladan gelmiştir, ifade burada tamam olmaktadır. Daha son­ra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zanna uymaktan başka" Bu ise nasb mahallinde ve birincisinden olmayan (munkati) bir istisnadır. Bedel olmak üzere ref i mahallinde olması da caizdir. Yani, onların ona dair zandan baş­ka bir bilgileri yoktur, anlamında olur. Sibeveylı buna örnek olmak üzere şu beyiti nakletmektedir:

"Ve bir belde ki, onda hiçbir tanıdık kimse yok, Ceylan yavrularından ve yaban ineklerinden başka."

"Onlar onu gerçekten öldürememişlerdir" buyruğu hakkında İbn Ab bas

ile es-Süddî şunları söylemektedir: Yani, onların öldürdükleri, kesin olarak odur diye "zannettikleri kimsedir. Buna göre buradaki "zan" kelimesi, kesin­likle, tam anlamıyla bilmek anlamındadır. Buna göre onu öl-dfiremediler" buyruğundaki zamir ("kesin bilmek" anlamındaki;) "zan'"a ait­tir. Ebu Ubeyd der ki: Şayet anlam, onlar İsa'yı kesinlikle öldüremediler şek­lînde olsaydı, bunun yerine: Onu asla öldüremediler" deme­si gerekirdi.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onların öldürdükleri kişi, kesin ola­rak kendilerine İsa'dır, diye gösterilen kimsedir. Buna göre, kelimesi­nin üzerinde vakfedilmesi gerekir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: On­lar İsa'yı öldüremediler. Bu durumda vakıf, Onu öldüremediler" kelimesi üzerinde yapılmalıdır. Gerçekten, kesin olarak kelimesi ise haz­fedilmiş bir mastarın sıfatı olur. Bu hazfedilmiş mastarın takdiri ise iki türlü olabilir: Birincisine göre, onlar bunu kesin bir söz olarak ileri sürdüler ve­ya Allah bunu kesin bir söz olarak buyurmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise mana şöyle olur: Onlar, bunu kesin bir bilgi ile bilemediler.

en-Nehhâs der ki: Eğer anlamın: Bilakis Allah onu ken­disine kesin olarak yükseltmiştir, şeklinde takdir edilecek olursa, bu bir yanlışlık olur. Çünkü; hayır, bilakis kelimesi, âmil edat olarak zayıflığı sebebiyle bu edattan sonra gelen ibareler, kendisinden önce gelen ibarelerde amel etmez. Sununla birlikte Îbnü'l-Elbarî; Onlar onu (iki ürememizlerdir* buyruğu üzerinde vakıf yapmayı caiz görmüş ve bunu da kasemin ce­vabı olan hazfedilmiş bir fiil ile (tefe ): Gerçekten, kesin olarak kelimesini nas-betme şartına bağlı olarak, kabul etmiştir. Hazfedilen fiilin takdiri de şöyle olur: Andolsunki siz, gerçekten.-, tasdik etmişsinizdir...

Bilakis Allah onu kendi katma kaldırmıştır" buyruğu, ye­ni bir söz (cümle)dir. Yani onu semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekan­dan münezzehtir.

Hz. İsa'nın yükseltilme keyfiyetine dair açıklamalar daha önceden Âl-i îm-ran Sûresi'nde (.3/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Allah azizdir" yani, yahudilerden intikam almak gücüne sahiptir. O ba­kımdan onların üzerine Romalı Astisanus oğlu Petrus'u musallat etti ve on­lardan pek çok kimseyi öldürdü.

"Hakimdir, onlar hakkında lanet ve gazap hükmünü vermiştir. [363]

 

159. Kitap ehlinden olup ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. Kıyamet gününde de o aleyhlerinde bir şahid olacaktır.

 

Yüce Allah'ın: "Kitap 'ehlinden olup ölümünden evvel ona iman etme­yecek kimse yoktur" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas, el-Hasen, Mücahid ve İkrime şunlan söylemektedir: Buyruğun anlamı şudur: Kitap ehlinden olan herkes, mutlaka "ölümünden evvel" Hz. Mesih'e iman edecektir. Buna gö­re, "ona" daki zamir, Hz. İsa'ya aittir. "Ölümünden" kelimesindeki zamir ise, kitap ehline mensup kişiye aittir. Çünkü, ölüm meleğini gördüğü takdirde, ister yahudi ister hıristiyan olsun, kitap ehlinden olup Hz, İsa'ya iman etme­yecek hiçbir kimse olmaz. Ancak bu merhaledeki imanın kendisine hiçbir fay­dası olmaz. Zira bu, artık hayattan ümit kesildiği ve ölüm haline düşüldüğü sıradaki bir îmandır. Böyle bir halde yahudi olan kimse de, hıristiyan olan bir kimse de, Hz. İsa Mesih'in sadece Allah'ın bir Rasulü olduğunu ikrar ve itiraf eder.

Rivayet olunduğuna göre Haccâc, Şehr b, Havseb'e bu âyet-i kerime hak­kında soru sorarak şöyle demiştir: Bana yahudi ve hıristiyan esirler getirilir, ben de onlardan birisinin boynunun vurulmasını emrederim. Fakat böyle bir zamanda onu gözlediğim halde onun iman ettiğini görmüyorum. Bunun üze­rine Şehr b. Havşeb, Haccâc'a şu cevabı verir: O, âhirete dair durumları gö­züyle gördü mü, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu itiraf eder, ona iman eder3 fakat bu imanının kendisine bir faydası olmaz, Haccâc ona: Sen bu bilgiyi kimden öğrendin diye sorunca, Şehr şöyle der: Ben bunu Muham-med b. el-Hanefiye'den öğrendim. Bu sefer Haccâc ona: Sen gerçekten an-duru, bulandırılmam iş bir pınardan öğrenmiş bulunuyorsun.

Mücahid'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kitap ehlinden olup da ölü­münden önce Hz. isa'ya iman etmeyecek hiçbir kimse yoktur. Ona şöyle de­nildi: Peki, ya suda boğulur, yahut yanar veya yırtıcı bir hayvan onu yiyecek olursa, yine İsa'ya iman eder mi? O, evet diye cevabını verdi.

Âyet-i kerimedeki İki zamirin de Hz. İsa'ya ait olduğu söylenmiştir, O tak­dirde buyruğun anlamı şöyle olabilir: Kıyamet günü (alâmeti olarak) Hz. İsa ineceği vakit hayatta olan herkes, mutlaka ona iman'edecektir. Bu açıklama­yı, Katade, İbn Zeyd ve diğerleri de yapmış, Taberî de bunu tercih etmiştir. Yezid b. Zuray' ise, bir adamdan, o da el-Hasen'den, yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden olup ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur" buy­ruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yani, İsa'nın ölümünden ön­ce Allah'a yemin ederim ki o, elan Allah nezdinde hayattadır. Fakat, Hz, îsa ineceği vakit hep birlikte ona İman edecekler.

Buna yakın bir açıklama, ed-Dahhâk ve Said b. Cübeyr'den de nakledil­miştir. "Ona iman etmeyecek kimse yoktur" buyruğunun, burada sözkonu-su edilmemiş olmakla birlikte, Muhammed (sav)'a iman etmeyecek kimse yok­tur, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Çünkü bütün bu kıssalar, Muhammed (sav)'a indirilmiştir. Bunlardan mak­sat, ona İman etmektir. Hz, İsa'ya iman etmek de aynı şekilde Muhammed (sav)!a imanı da ihtiva etmektedir. Zira, peygamberler arasında (jman nok­tasından) ayrım gözetmek caiz değildir.

"Ona İman etmeyecek kimse yoktur" buyruğunun, ölümünden önce yüce Allah'a iman etmeyecek kimse yoktur, anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Fakat, ölümü görmekle birlikte imanın o kimseye faydası yoktur. Ancak ilk iki te'vil daha güçlüdür.

ez-Züfırî, Said b. el-Müseyyeb'den, o, Ebu Hureyre'den, o da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Andolsun ki, Meryem oğ­lu {.İsa Mesih), adaletli bir hükümdar olarak inecektir. Yine andederim kif Dec-cât'i öldürecektir Domuzu öldürecektir, haç'ı kıracaktır. Ve o vakit secde yal­nızca âlemlerin Rabbi olan Allah'a yapılacaktır." Daha sonra Ebu Hureyre de­di ki: Dilerseniz: "Kitap ehlinden olup, ölümünden evvel ona iman etme­yecek kimse yoktur." buyruğunu okuyun. Ebu Hureyre: (yani) isa'nın ölümimden evvel dedi ve bunu üç defa tekrarladı.[364]

Sibeveyh'e göre âyet-i kerimenin takdiri ifadesi şöyledir: Şüphesiz, kitap ehlinden ne kadar kişi varsa mutlaka ona iman edecektir. Kûfelilere göre ifadenin takdiri şöyledir:

Kitap ehlinden olup ona iman etmeyecek bir kimse yoktur." Ancak, böyle bir takdir çirkin kaçmaktadır. Çünkü bu tak­dire göre mevsul hazf edilmektedir. Sıla ise, mevsulun bir kısmı gibidir, ade­ta ismin bir bölümü hazfedilmiş gibi olmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Kıyamet gününde de o aleyhlerinde bir şahid olacaktır" yani, kendisini yalanlayanların yalanladıklarına ve kendisini tasdik edenle­rin de kendisini doğruladıklarına şahidlik edecektir. [365]

 

160. Yahudilerin zulümleri sebebiyle, kendilerine helal kılınmış olan pek çok şeyi haram kıldık. Ayrıca, Allah yolundan çokça alıkoymalarından;

l61. Kendilerine haram kılınmış olduğu halde faiz almalarından ve insanların mallarını batıl yollarla yemelerinden ötürü. Onlar­dan kâfir olanlara da can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başhk halinde sunacağız:

 

1- Zulmün Cezası:

 

Yüce Allah'ın: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle" buyruğu hakkında ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bu, daha önce geçen: "Fakat o sözlerini bozma­ları", buyruğundan bedeldir. Burada daha önce helal kılınmış olmakla bir­likte haram kılınan şeyler ise; "Biz, yahudilere de bütün tırnaklıları haram &î/rfı&..."(el-En'am, 6/146) buyruğunda sözü geçen şeylerdir,

Âyet-i kerimede zulümden haram kılmaktan önce sözedilişin sebebi ise, haram kılmaya sebep teşkil eden şeyi haber olarak bildirmenin maksat olarak gözetilmiş olmasıdır.

"Aynca Allah yolundan çokça alıkoymalarından yani, gerek kendile-rini gerekse başkalarını Muhammed (sav)'a tabi olmaktan alıkoymalarından, bunu engellemelerinden; "kendilerine haram kılınmakla birlikte faiz al­malarından, ve insanların mallarım batıl yollarla yemelerinden ötürü."

Bütün bunlar, onların işledikleri zulmü açıklamaktadır. Aynı şekilde, bun­dan önce sözü edilen sözlerini bozmaları ve ondan sonra gelen buyruklar da buna dair açıklamalardır, Âi-i îmran Sûresi'nde (3/93-94, âyetlerin tefsirinde) bu haram kılma sebebi hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşe sahip ol­duklarını ve bu üç görüşten birisinin de bu olduğunu belirtmiş bulunuyoruz. [366]

 

2- Kâfirler Şeriatla Muhatap mıdırlar?

 

İbnü'l-Arabî der ki: Malik'İn mezhebine göre, kâfirlerin muhatap oldukla­rı hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, onlara faizin ve'malları batıl yollarla ye­menin yasak kılındığım açıklamaktadır Eğer bu, Muhammed (sav)'a Kur'ân-ı Kerim'de indirilenlere dair verilen ve onların da bu hitabın kapsamına gir­diklerini bildirin bir haber ise mesele yok demektir. Şayet yüce Allah'ın Tev-ratta Musa'ya indirdiklerine dair bir haber olup onların bunu değiştirdikle­ri, tahrif ettikleri, isyan ettikleri ve muhalefet ettiklerini bildirmekte ise; on­lar, dinlerinin emirlerine rağmen kendi mallarını bu şekilde ifsad etmiş bu-lunuyorlarken, bizim kendileriyle muamelelerde bulunmamız caiz midir, değil midir?

Bazıları, onlarla muamelelere girişmenin caiz olmadığını zannetmişlerdir. Bu da onların mallarındaki bu fesat ve bu bozukluktan dolayıdır. Sahih olan ise, faiz almalarına Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeylere girişme­lerine rağmen, onlarla muamelelerde bulunmanın caiz olduğudur.

Çünkü, gerek Kur'an da gerekse Sünnet'te bunun caiz oluşuna dair kati deliller vardır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinin yiyeceği size helal olduğu gibi..." (el-Maide, 5/5) Bu açık bir nassdır. Peygamber (sav)'de ya-midilerle çeşitli muamelelerde bulunmuştur. Vefatı sırasında ise, aile halkı için ödünç aldığı bîr miktar arpa karşılığında zırhı, yahudi bir kimsenin yanında rehin bulunuyordu. Şüphe ve anlaşmazlık hastalığım kesialikle ortadan kal­dıran delil de harp ehli ticaretin caiz oluşunda ümmetin ittifak etmiş olma­sıdır.

Aynca Peygamber (sav) harp ehlinin topraklarına ticaret kastı ile yolculuk yapmıştır. İşte onun böyle bir yolculuk yapmış olması, harp ehlinin bulun­duğu yerlere yolculuk yapmanın ve onlarla birlikte ticarette bulunmanın ca­iz oluşuna dair kafi bir delildir.

Denilse ki: Bu, Peygamberlikten önce olmuştur. Deriz ki: O, Peygamber­liğinden Önce de haram bir şey işlemekle kendisini kİrletmemiştir. Bu da te-vatüren sabit olmuş bir şeydir. Peygamber olarak gönderildikten sonra da bun­dan dolayı mazeret belirtmemiştir. Peygamberliğinden sonra da bunu yasak­lamamıştır. O hayatta iken, ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse, bu ilişki­yi kesmediği gibi, vefatından sonra da müslü mani ardan herhangi bir kimse de böyle bir ilişkiye son vermiş değildir.

Ashab-ı kiram» esirleri esirlikten kurtarmak için -ki bu, vacip (farz) dır- yol­culuk yaptıkları gibi, Hz, Osman ve diğerlerinin gönderildiği gibi, sulh için de harp ehlinin yanına yolculuk yaparlardı. Böyle bir yolculuk kimi zaman vadb olabilir, kimi zaman mendup olabilir. Yalnızca ticaret kastıyla harp eh­linin bulundukları yerlere yolculuk yapmak ise, mubahtır. [367]

 

162. Fakat, aralarından İlimde derinleşenlerle mü'mlnler, sana in­dirilene de senden önce indirilene de iman ederler. Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlar... İşte onlara BİZ, çok büyük bir mükâfat vereceğiz.

 

Yüce Allah'ın: "Fakat aralarında İlimde derinleşenler" buyruğu ile kitap ehlinin iman edenlerini istisna etmektedir. Çünkü yahudîler, inkâr etmişler ve: Sözü geçen bu şeyler tâ baştan beri esas itibari île haram idiler. Sen ise bunları, bizim zulmümüz sebebiyle daha önce haram kılınmamış oldukları halde haram kılmaktasın, dediler.

Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Fakat aralarından ilimde derinleşen­ler..." buyruğu nazil oldu-

İlimde derinleşen (er-Râsıh) ise, kitap ilminde, o kitapta sabit olanlara da­ir bilgiler hususunda ileri dereceye ulaşmış olandır. Râsih olmak, sabit olmak, sağlamlaşmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmran Sûre-si'nde (3/7. ayet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise Abdullah b. Selam, Ka'b. b. el-Ahbâr ve benzerleridir.

"Mü'mlnler" yani Muhammed (savTın ashabı olan muhacir ve ensardan iman edenler.

"Namazı dosdoğru kılanlar" buyruğunda geçen; kelimesini, el-Hasen, Malik b. Dinar ve bir topluluk, bundan önceki kelime olan ve mer-fu olan "mü'minler" kelimesine atfetmek suretiyle; diye okumuş­lardır. Abdullah (b, Mes'udVln kıraatinde de böyledir. Ubey (b. Ka'b)'m ki raatinde ve mushafinda ise, sair ımıshaflarda olduğu gibi; şeklin­dedir.

Bunun mansub oluşu hususunda farklı altı görüş vardır. Bunların en sa­hih olanı ise, Sibeveyh'in görüşü olan medh olmak üzere mansub okunmuş olmasıdır. Yani, özellikle de namazı dosdoğru kılanlan kastediyorum, demek­tir. Sibeveyh der ki: İşte bu, ta'zim olmak üzere kelimenin mansub olması­dır. İşte Namazı dosdoğru kılanlar" buyruğu bu kabilden­dir. Daha sonra da Sîbevyeh şu beyitleri örnek göstermektedir:

"Her bir kavim efendilerinin emrine itaat etti Nuraeyrliler müstesna. Onlar en azgınlarının emrine itaat ettiler." özellikle kimseyi yola bırakmayan o yolcuları kastediyorum Ver Biz bu yarda kime bırakıp gideceğiz, diyen kimseler."

Birinci mısradaki: "Efendilerinin emri" ifadesi "doğru yolu göstericilerinin emri" diye de rivayet edilmiştir.

Sibeveyh şu beyitleri de nakletmektedir:

"Uzak durmasın benim o kavmim ki, onlar

Düşmanlarına zehir, (konuklarına kestikleri) develer için bir afettirler

Her bir çarpışmaya kahramanca katılanları (kastediyorum)

Ve onlar etekleri tertemiz olanlardır (iffetli kimselerdir).

en-Nehhâs der ki: "Namazı dosdoğru kılanların açıklanmasına dair ya­pılan en sahih açıklama budur. el-Kisaî der ki: Bu kelime 'e atfedilmiştir. Yine en-Nehhâs der ki; el-Alıfeş dedi ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü o takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Ve onlar dosdoğru namaz kılanlara iman ederler (inanırlar),

Muhammed b. Cerir de kendisine şöyle denildiğini nakletmektedir: Burada sözü geçen namaz kılanlar meleklerdir. Çünkü melekler devamlı olarak namaz kılarlar, teşbih getirirler, istiğfar ederler. îbn Cerir bu görüşü tercih et­miş, ayrıca bu buyruğun medh olmak üzere mansub olduğunun uzak bir ih­timal olduğunu da nakletmektedir. Çünkü medh etmek, haberin tamamlan­masından sonra ancak gelir. İlimde derinleşenlere dair haber ise, yüce Allah'ın: "İşte onlara Biz çok büyük bir mükâfat vereceğiz'* buyruğunda zikredilmek­tedir. O halde "dosdoğru namaz kılanlar" buyruğunun medh olmak üzere nasb edilmesi sözkonusu değildir.

en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Verenler" anlamına gelen buy­ruğu hakkında SibeveylVin görüşü, mübteda olmak üzere merfu' olduğudur. Başkası ise şöyle demektedir: Bu, mahzuf bir mübteda takdirine göre mer-fu'dur. Yani, onlar zekâtı veren kimselerdir.

Şöyle de denilmiştir: "Dosdoğru kılanlar" kelimesi, daha önce geçen: "Sen­den önce" anlamındaki; kelimesindeki "kef" harfine atf edilmiştir. Ya­ni, senden önce indirilene ve namazı dosdoğru kılanlardan önce indirilene... demektir, Bu kelimenin "sana" anlamına gelen;  kelimesindeki "kefe atfedilmiş olduğu söylendiği gibi, "aralarından" anlamına gelen; ke­limesindeki "he" ve "mim" zamirine atf olduğu da söylenmiştir. Yani: "Ara­larından... ve namazı dosdoğru kılanların arasından..." anlamında olur. An­cak, bu üç açıklama şekli uygun değildir. Çünkü bunlarda zahir bir ismin, mecrur ve hazfedilmiş bir kelimeye atfı sözkonusudur.

Bu konuda altıncı cevap ise, Hz. Aişe'den nakledilen şu rivayettir: Hz. Âi-şe'ye bu âyeti kerime ile yüce Allah'ın: Muhakkak bunlar iki sihirbazdır"(Tâ-Hâ, 20/63) buyruğu ile Maide Sûresi'nde yer alan:

Sabitler" (el-Maide, 5/69) buyruğu hakkında kendisine soru so­rulunca, sorana şu cevabı vermiştir: Kardeşimin oğlu, yazıcılar hata etmişler­dir. Eban b. Osman da der ki: Bir başkası kâtibe ne yazacağım okur, o da ken­disine okunanı yazardı. Şu: "Fakat, aralarında ilimde derinleşmiş olanlar­la mü'minler" ibaresini yazdıktan sonra yazıcı, okuyana: Ne yazayım diye sorunca, ona: Şunu yaz denildi: Namazı dosdoğru kılanlar." İşte, burada bu kelimenin böyle ("nun" harfinden önce "vav" harfi ile yazıl­ması gerektiği halde, "ye" harfi iie yazılması) bundan dolayı olmuştur

el-Kuşeyrî der ki: Bu, yanlış bir açıklama ve batıl bir yoldur. Zira, Allah'ın Kitab'ını derleyip toplayanlar, dilde uyulacak önderler idiler. Kur'an-ı Kerim­de nazil olmadık bir şeyi onların sokacaklarını düşünmek mümkün değildir. Bu konudaki görüşler arasında en sahih olanı Sibeveyh'in görüşüdür Aynı zamanda bu, el-Halil'in de görüşüdür. el-Kisafnin görüşü ise, el-Kaffâl ve Ta-berî'nin tercih ettiği görüştür

Doğrusunu en İyi bilen Allahtır. [368]

 

163. Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, tshak'a, Ya-kuba, Fsbat'a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.

 

Yüce Allah'ın şu: "Nuh'a ve ondan sonraki peygiipıberlefe vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik" buyruğu daha önce geçen Allah'ım

"Kitap ekti senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler." âyel-i ile alakalıdır. Yüce Allah, Muhammed (sav)'m durumu, kendisinden önce geçen peygamberlerin durumu gibi olduğunu bildirmektedir.

İbn İshak'ın naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, aralarında Sukeyn ile Adiy b. Zeyd'in de bulunduğu yahudilerden bir toplu­luk hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Peygamber (sav)'e: Allah, Musa'dan son­ra herhangi bir kimseye bir şey vahyetmîş değildir, dediler. Yüce Allah da on­ları bu buyruğu ile yalanladı.

Vahiy, bir şeyi gizlilik içerisinde bildirmek demektir. Bu kelime hem Ona söz vahycttl, şeklinde kullanılır, hem de  ) şeklinde kullanılır.

"Nuh'a buyruğunda, Hz. Nuh'un öncelikle zikredilmesi, kendisi vasıta­sıyla şeriatların tebliğ buyrulduğu tik peygamber oluşundan dolayadır. Bun­dan başka açıklamalar da yapılmıştır.

ez-Zübeyr b. Bekkâr şunu nakletmektedir: Bana, Ebu'l-Hasen A3i b- eî-Mu-ğire, Hişam b. Muhammed b. es-Şâib'den, o da babasından naklederek de­di ki: Şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın, yeryüzüne gönderdiği ilk peygam­ber İdris'tir. Onun adı AhnûlVdur. Daha sonra yüce Allah, Nûh b. Lemek b. Müteveşlah b. AhnuJı'u peygamber olarak gönderinceye kadar peygamber göndermekte kesinti oldu. Hz. Nuh'un oğlu Sânı da bir peygamberdi.

Daha sonra yüce Allah, Hz. İbrahim'i peygamber olarak gönderinceye ka­dar peygamber gönderilmedi. Ve Allah, Hz. İbrahim'i halil edindi. Hz. İbra­him'in nesebi ise ibrahim b. Târeh şeklindedir. Târeh'in diğer bir adı da Âzer'dir. Bundan sonra ise Hz. ibrahim'in oğlu Hz. İsmail peygamber olarak gönderildi, o Mekke'de vefat etti. Sonra Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İslıak pey­gamber oldu, o da Şam'da vefat etti. Sonra da Hz. Lût peygamber oldu. Hz. İbrahim de onun amcasıdır.

Daha sonra Hz. Yakûb peygamber oldu ki, o da Hz. İshak'ın oğlu ve İs­rail diye bilinen peygamberdir. Bundan sonra Hz. Yakub'un oğlu Yûsuf, son­ra da Yevbeb oğlu Şuayb peygamber oldu. Ondan sonra Abdullah'ın oğlu Hûd, daha sonra Esif in oğlu Salih peygamber oldu. Sonra, îmran'ın oğulla­rı olan Hz. Musa ile Hz. Harun'a peygamberlik verildi. Daha sonra Eyyub, son­ra el-Hadır -ki, bu aynı zamanda Hadrün diye bilinir-, peygamber oldu. Son­ra İşâ oğlu Davud'a peygamberlik verildi. Sonra da Hz. Davud'un oğlu Sü­leyman'a, ondan sonra Metta oğlu Yûnus'a peygamberlik verildi. Sonra İlyas peygamber oldu. Daha sonra Zülkifl'e peygamberlik verildi. Onun asıl adı ise, Uveydinâ olup, Hz. Yakub'un oğlu Yahuza kolundandır

(Hişam b. Muhammed'in babası Muhammed b. es-Saib) devamla dedî ki; İmran oğlu Musa ile Hz. İsa'nın annesi İmran kfzı Meryem arasında bin ye-diyüz yıl vardır. Her ikisi aynı koldan değildir. Bundan sonra ise Abdullah b. el -Mutta lib 'in oğlu  Muhammed gönderildi.

ez-Zübeyr der kî: İdrîs, Nuh, Lût, Hûd ve Salih müstesna Kur'ân-ı Kerim­de adı geçen bütün peygamberler Hz. İbrahim'in soyundan gelmişlerdir. Arap­lardan sadece beş peygamber vardır. Bunlar, Hûd, Salih, İsmail, Şuayb ve Mu-hammedJdir. Hepsine salât ve selam olsun. Bunlara arap adının verilmesi ise, onlardan,başka arapça konuşan peygamber gönderilmediğinden dolayıdır.

Yüce Allah'ın: "Ve ondan sonraki peygamberler" buyruğu bütün peygam­berleri kapsamına alır. Daha sonra yüce Allah: "İbrahim'e... vahyettik" di­ye buyurmakta ve onların şereflerine işaret etmek için özel olarak bir takım peygamberleri zikretmektedir. Yüce Allah'ın: "Meleklerine, Peygamberlerine, Cebraîie t>eMikaile..."(el-Bakara, 2/97) buyruğunda olduğu gibi.

Daha sonra yüce Allah: "İsa'ya, Eyyûb'a..." diye buyurmaktadır. Burada Hz. İsa kendisinden önce peygamber olarak gönderilmiş bir takım pey­gamberlerden önce zikredilmiştir. Çünkü "vav (ye)" atıf edatı tertibi (sırala­mayı.) gerektirmemektedir. Ayrıca yahudüerin kanaatini reddetmek üzere Hz. İsa'ya bir Özellik de atfedilmiş olunmaktadır.

Bu âyet-i kertmede, Peygamberimiz Muhammect (sav)'ın yüce kadir ve şe­refine dikkat çekilmektedir. Çünkü, yüce Allah, onu diğer peygamberlerin­den önce sözkonusu etmektedir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buy­ruğudur: "Hatırlaki, Biz peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan... (el-Ahzab, 33/7)

Nûh kelimesi (üzüntü, keder gibi anlamlara gelen) "en-Nevh"den türetil­miştir. Buna dair yeterli açıklamalar Âl-i İmran Sûresi'nde (3/33- âyet-i keri­mede.) geçmiş bulunmaktadır. Arapça olmayan (A'cemi) bir isim olmakla bir-

likte munsanftır Çünkü üç harfli bir isimdir. O bakımdan munsanf olmuş­tur. İbrahim, İsmail ve İshak kelimeleri ise arapça değildir (A'cemidir). Ay­nı zamanda bunlar marife (özel isim) dirler. Bundan dolayı bu isimler mun­sanf değlidir. Yakub, İsa ve Musa da böyledir.

Şu kadar var ki, İsa ve Musa'nın sonlarında yer alan elif (-i maksurenin) her ikisinde de tenis için olması da mümkündür. O bakımdan ister marife, ister nekire olsunlar hiç bir şekilde munsanf olmazlar. Yûnus ve Yûsuf isim­lerine gelince, el-Hasen'den onun "nûn" harfini esreli olarak "Yûnis" şeklin­de okuduğu, aynı şekilde "Yûsif' diye okuduğu rivayet edilmiştir. Böylelik­le o, Yûnis kelimesini ünsiyet peyda etmekten, Yûsif ismini de esef etmek­ten gelmiş gibi kabul etmektedir Buna göre ise bu iki ismin munsanf olma­sı ve hemzelî okunmaları gerekmektedir. Her iki ismin çoğullarının da; Yunuslar, Yusuf'lar şeklinde gelmesi gerekmektedir. Hemzesiz okuyanlar isef bunların çoğullarını şeklinde getirir.

Ebu Zeyd ise bu isimlerin, Yûnis ve Yûsef şeklinde kullanıldıklarını nak­letmektedir, el-Mehdevî der ki: Sanki, Yûnis kelimesi asıl İtibari ile malum bir fiil, Yûnes kelimesi ise meçhul bir fiil gibidir. Ve bu fiiller o yüce zata isim olmuştur.

"Davud'a da Zebur'u verdik" buyruğunda geçen "Zebur", Hz. Davud'un kitabının adıdır. Bu kitap yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helal ve harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütleri kapsamaktaydı.

Zebr, yazmak demektir. Zebur ise yazılı şey anlamındadır. Tıpkı Resul, Re-kûb ve Halûb (sırasıyla, elçi olarak gönderilen peygamber, binek ve sağmal hayvan) kiplerinde olduğu gibi, Hamza bu kelimeyi "Zubur" şeklinde "ze" harfini ötreli ve Zebr kelimesinin çoğulu olarak okumuştur. Fulus kelimesi­nin Fels'in çoğulu oluşu gibi. Zebr ise Mezbur (yazılı şey) anlamındadır Ni­tekim bu dirhem emir'in darbıdır denilirken, yani emir tarafından darbedil-miştir, kastedilir. Kelime asıl itibari ile tevsik (sağlamlaştırmak, belgelemek) anlamındadır. Mezbur kuyu ise, taşlarla kapatılmış kuyu demektir. Kitaba Ze­bur deniliş sebebi ise, onun vasıtası ile belgelemenin güçlü ve kuvvetli olu­şundan dolayıdır,

Hz. Dâvud güzel sesli birisi idi. O bakımdan, Zebur'u okumaya başladı mı, insanlar, cinler, kuşlar, vahşi hayvanlar, sesinin güzelliği dolayısıyla et­rafında toplanırdı. Alçak gönüllü birisi idi. Kendi el emeğinden yerdi.

Ebu Bekr b. Ebi Şeybe şunu rivayet etmektedir: Bize Ebu Usame, Hişam b. Urve'den anlattı. Hişam, babasından naklederek dedi ki: Dâvud (a.s) elinde hurma yapraklarından zembil yaparken diğer yandan insanlara hut­be irad ederdi. Bunu bitirdi mi, yanında bulunanlardan birisine verir, o da bunu satardı. Ayrıca o, zırh da yapardı.

Buna dair açıklamalar ileride (el-Enbiyâ, 21/80. ayette) gelecektir Hadis-i şerifte de: "Gözde mavilik berekettir, uğurdur" diye buyurulmuştur. [369] Hz. Dâvud'un gözleri mavi idi. [370]

 

164. Kıssalarım sana daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıs­salarım sana (henüz) anlatmadığıma peygamberlere de (Vahyet-tik). Ve Allah, Musa ile de özel olarak konuştu.

 

Yüce Allah'ın: "Kıssalarını sana daha önce anlattığınız peygamberlere

de" buyruğundan kasıtj Mekke'de iken sana anlattığımız peygamberlerdir. Peygamberlere de" buyruğu, mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. Yani... kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberleri de peygamber olarak gönderdik, demektir Çünkü: "Nuh'a... vahyettiğimiz gibi" buyruğu, Nuh'u peygamber olarak gönderdik anlamındadır.

Bunun: "Kıssalarını sana daha önce anlattığmız" inlinin delalet ettiği mah­zuf bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani: Biz, kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlerin kıssalarını sana anlatmış bulunuyoruz. Sibeveyh'in naklettiği şu beyit de bu türdendir:

"Artık silah taşıyamaz oldum ve artık Ürküp kaçtığı takdirde devenin başını zaptedemez oldum; Yalnızken kurdun yanından geçecek olursam korkarım ondan Rüzgârdan da yağmurdan da korkar oldum."

Burada ifadenin takdiri, sonradan gelen korkmak fiilinin delâleti ile "kurt'tan da korkarım" şeklindedir. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde (nıansub ola­rak değil de şeklinde merfu'dur. Bu da: "Onlardan da... peygamberler vardır" takdirindedir.

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Şanı yüce 'Allah Kitab-ı Keriminde pey­gamberlerinden kimisinin isimlerini nakledip diğerlerinin de ismini zikretme­diğinden, adı anılanın da anılmayanlara bir üstünlüğü olduğundan dolayı, ya-hudiler şöyle dediler: Mulıammed sair peygamberleri zikrettiği halde Musa'dan söz etmemektedir. Bunun üzerine: "Ve Allah, Musa ile de özel olarak konuş­tu" buyruğunu indirdi.

Burada yer alan; Konuşmak" te'kid anlamında bir mastardır. O, bir ağaçta kendi nefsi için özel bir söz halketti ve Musa bunu işitti diyen kim­selerin (Mutezile'nin) görüşlerinin batıl olduğuna delalet etmektedir Aksine burada sözü geçen konuşma, kişinin kendisi ile mütekellim (söz söyliyen, ko­nuşan) olduğu gerçek kelâmdır.

en-Nehhâs der ki: Nahivciler, eğer fiili (aynı kökten gelen) bir mastar ile te'kid edecek olursan bunun mecaz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir-Şairin:

"Havuz doldu ve: Artık bana bu kadarı yeter, dedi."

İfadesinde; şeklinde te'kidî maştan takdirin sözkonusu olamıya-cağım da icma ile kabul etmişlerdir. Buna göre burada da; diye bu­yurduğundan dolayı, artık bunun aklen kavranılan gerçek anlamıyla söz söy­lemek olması icabetmektedir.

Vehb b. Münebbih der ki: Musa (a.s) dedi ki: "Rabbim, ne diye beni Ke-lîm edindin?" Musa bununla, Allah'ın kendisi sebebiyle kendisini mutlu kıl­dığı işi daha da çok yapmak maksadıyla öğrenmek istemişti. Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Hatırlıyor musun, bir seferinde koyunlarından bir oğlak kaçmıştı. Gündüzün çoğu vaktini arkasından gitmekle geçirdin, o oğlak se­ni çokça yordu. Sonra onu yakaladın, öptün ve bağrına basarak ona, beni de yordun kendini de yordun dedin ve ona kızmadın. İşte bundan dolayı ben de seni Kelîm edindim. Doğrusunu bilen Allahtır. [371]

 

165. Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (.gönderdik) ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahanele­ri olmasın. Allah Azîzdİr, Hakimdir.

 

Yüce Allah'ın: "Müjdeleyici ve korkutucu peygam­berler olarak" buyruğu: "Kıssalarım sana daha önce anlattığımız pey­gamberlere de buyruğundan bedel olarak nasb edilmiştir. Mahzuf bir fiil tak­diri dolayısıyla nasbetmek de mümkündür. Hal olarak nasbeditmesî de mümkündür. Yani Bizf Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi... peygamberler olarak... vahyettik takdirindedir.

Ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahanele­ri olmasın" ve Sen bize bir peygamber göndermedin, üzerimize bir kitap in­dirmedin, diyemesinler.

Kur'an-ı Kerimde başka yerlerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir peygamber göndermedikçe de azap ediciler değiliz" (el-İsra, 17/15); "Şayet Biz, onlart bundan Önce bir azab ile helak etmiş olsaydık, elbette: Rab-bimizBize birpeygambergönderseydin de zillete te alçaklığa düşmeden ön­ce ayetlerine uysaydtfe" diyeceklerdi." (Tâ-Hâ, 20/134)

İşte bütün bunlarda akli bakımdan herhangi bir şeyin (şer'i hükmün) va-cib olmıyacağma dair apaçık bir delil vardır. Kâ'b el-Alıbar'dan şöyle dedi­ği rivayet edilmiştir; Peygamberler iki milyon iktyüzbindir. Mukatil ise der ki: Peygamberler bir milyon dörtyüz yirmidörtbindir Enes b. Malik ise Rasulul-lah (savVdan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ben, dörtbini İsrail oğul­larından olan sekizbin peygamberden sonra gönderildim." Bunu, Ebu'l-Leys es-Semarkandî Tefsirinde zikretmektedir. [372]

Daha sorira senedini kaydederek, Şu'be'den, o, Ebu İshak'dan, o, el-Ha-ris el-AVer'den, o, Ebuzer el-Ğıfarî'den şöyle dediğini nakleder: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Kaç Nebi ve kaç Rasûl gelmiştir? Şöyle buyurdu: "Peygamber­ler (Enbiya) yüzyirmidört bindir. Rasuller ise, üçyüz onüç tanedir." [373]

Derim ki: Bu hususta gelen en sahih rivayet budur. Bunu, el-Âcurri ile, Ebu Hatim el-Bustî; Sahih Müsned'inde nakletmiştir. [374]

 

166. Fakat Allah sana İndirdiği ile şahidlik eder ki O, bunu kendi il­miyle İndirmiştir. Melekler de şahadet ederler. Şahid olarak Allah yeter.

 

Yüce Allah'ın: "Fakat Allah... şahidlik eder ki" buyruğunda "Allah" laf­zı, müpteda olarak merfu'dur. Bununla birlikte; Fakat daki "nün" har­fi şeddeli okunarak, lafzatullah da mansub okunabilir. İfadede buyrukların delalet ettiği bazı sözler hazfedilmiştir. Sanki kâfirler: Ey Muhammed, biz se­nin söylediklerinin doğruluğuna şahidlik etmiyoruz. Senin lehine kim şahid­lik eder denilmiş de, bunun üzerine: "Fakat Allah... şahidlik eder ki" buy­ruğu nazil olmuş gibidir. "O, bunu kendi ilmiyle indirmiş buyruğunun anlamı şudur: O, senin bu kitabın üzerine İndirilmesine layık ve ehil oldu­ğunu bilir. Ayet-i kerime, Yüce Allah'ın ilmi ile âlim olduğunun da delilidir.

"Meleklerde şahadet ederler" buyruğunda Meleklerin şahidliğini, kendi­lerinin şahidlik etmeyişlerine karşılık olsun diye zikretmektedir. Esasen "şa­ olarak Allah yeter," Allah şahid olarak yeterlidir.

Allah" lafzının başındaki "be" harfi ise fazladan gelmiştir. [375]

 

167. Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak bir sa­pıklıkla sapmışlardır.

 

Yüce Allah'ın: "Kâfir olup..." buyruğu ile kast edilenler yahudilerdir. Ya­ni yahudiler zulme sapmışlar, "Allah'ın yolundan alıkoyanlar" olmuşlardır. Allah'ın yolundan alıkoymaktan kasıt ise: Biz, Muhammed'in niteliklerini ki­tabımızda görmüyoruz. Peygamberlik Harun ve Davud'un soyundan gelen­lere verilir. Ve Tevrat'ta da Musa'nın şeriati asla nesli olunmaz diye yazılıdır, demek suretiyle Allah'ın son Peygamberi Muhammed (sav)'a uymayı engel­leyenlerdir. İşte bunlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır." Çün­kü bunlar, hem küfre sapmışlardır, hem de insanları da İslama girmekten alı­koymuşlardır. [376]

 

168. Kâfir olup zulmedenleri Allah asla mağfiret edecek değildir. On­ları hiçbir yola erdirecek de değildir;

169. Cehennemin yolundan başkasına. Onlar orada ebediyyea ka­lıcıdırlar. Bu ise Allah'a pek kolaydır.

 

Yüce Allah: "Kâfir olup zulmedenleri buyruğu ile yahudileri kastet­mektedir. Yani, Muhammed'e niteliklerini gizlemek suretiyle, kendilerine küf­re saptıktan için, insanlara da Muhammed'in niteliklerini gizlediklerinden do­layı zulmetmişlerdir. "Allah asla mağfiret edecek değildir Allah bunları as­la bağışlamaz.

Bu, küfrü üzere ve tevbe etmeksizin ölen kimseler hakkındadır. [377]

 

170. Ey insanlar, hiç şüphesiz Peygamber size Rabbûıicden hakkı ge­tirmiştir. Artık iman edin, kendi hayrınıza (iyi işler yapın). Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Yüce Allah: "Ey insanlar diye herkese hitab etmektedir.

"Peygamber" buyruğu ile Muhamrned (sav)1! kastediyor "size Rabbiniz-den hakkı" Kur'an-ı Kerim'i "getirmiştir." Hak dini getirmiştir, Allah'tan baş­ka ilah yoktur şahadetini getirmiştir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Hak kelimesinin başındaki "beH harfi, fiilin geçişi içindir. Yani, O size, beraberin­de hak bulunduğu halde gelmiştir. Buna göre bu, hal mevkiindedir.

"Artık İman edin» kendi hayrınıza 0yi işler yapın)" buyruğunda hazf edil­miş ifadeler vardır. Yani, kendiniz için hayırlı olan şeyleri yapın, demektir. Sibeveyh'in görüşü budur. el-Ferrârnın görüşüne göre bu, hazfedilmiş bir mas-tann sıfatıdır. Yani, sizin için hayırlı olacak bir iman ile iman edin. Ebu Ubey-de'nin görüşüne göre ise, sizin için hayırlı olacak işler yapın, anlamındadır. [378]

 

171. Ey kitab ehli, dininizde aşır gitmeyin. Allah'a karşı hak olan­dan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih yalnız Altılı'm peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelime»! ve kendinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin de: "(Allah) üçtür" demeyin. Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin» Allah ancak bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

 

Yüce Allah; "Ey Kltab ehli, dininizde aşırı gitmeyin" buyruğu ile haddi aşıp aşırı gitmeyi yasaklamaktadır. Aşırı gitmek: Haddi aşmak demek­tir. Fiyatların yükselmesi anlamını ifade eden da buradan gel­mektedir. Kişinin herhangi bir işte aşmya gitmesi hakkında da aynı kökten gelen fiiller kullanılır. Kız çocuğu, hızlıca gelişip akranlarını geride bıraka­cak olursa; denilir.

Müfessirlerin naklettiklerine göre burada bununla kastedilen ise, yahudi-lerin Hz. İsa hakkında Hz. Meryem'e iftira edecek noktaya kadar işi aşırıya götürmeleridir. Hmstiyanların da onun hakkında onu Rabb edinceye kadar aşırıya gitmeleridir. Buna göre aşırıya gitmek de taksir (eksiltmek) de bir gü­nahtır ve küfürdür, İşte bundan dolayı Meterrif b. Abdullah şöyle demiştir: İyilik, iki kötülüğün arasındadır.

Şair de şöyle demiştir:

"Sen, üzerindeki hakkı eksiksiz öde. Fakat hakkının tamamını alma.

Ve affet bağışla. Çünkü kerim olan hiçbir zaman hakkını sonuna kadar almaz.

Hİçbİr işte de aşırıya kaçma ve orta yollu ol.

Çünkü işlerin {aşırı} her iki ucu da yerilmiştir."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Sen işlerin orta yollularına bak. Çünkü bunlardır

Kurtuluş olanlar ve öyle olur olmaz önüne her gelen işe atılma."

Buharî'de de, Peygamber (sav)"in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hı­ristiyanların İsa hakkında haddi aştıkları gibi, siz de benim hakkımda had­di aşarak olmadık niteliklerle beni nitelemeyin. Bunun yerine: "Allanın ku­lu ve Rasûlü" deyin," [379]

"Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin" buyruğu, Allah'ın bir ortağı veya oğlu vardır demeyin demektir. Daha sonra yüce Allah, Hz. İsa'nın durumunu ve niteliklerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: [380]

 

"Meryem oğlu İsa Meşin, yalnız Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştır­dığı kelimesidir..." Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Doğan İlah olamaz

 

Yüce Allah'ın: Mesih, yalara* buyruğundaki "Mesih" kelime­si mübtedâ olarak merfu'dur. "İsa" kelimesi ondan bedeldir. "Meryem oğ­lu" tabiri de aynı şekilde bedeldir. Mübtedâ olmak üzere haber olması da mümkündür. O takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Mesih ancak Meryem'in oğludur,

"Meryem oğlu İsa" buyruğu da şunu göstermektedir: Annesine nisbet edi­len bir kimse nasıl ilah olabilir? Çünkü ilahın muhdes (sonradan yaratılmış) değil, kadim olması gerekir,

"Rasulullah; Allah'ın peygamberi" buyruğu da haberden sonra gelmiş bir diğer haber olur[381]

 

2- Sudan'da Adı Anılan Tek Kadın: Hz, Meryem

 

Yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde ismini belirterek zikrettiği tek kadın İmran kızı Meryem'dir. Yüce Allah, birtakım itim adamlarının zikrettiği bir hikmet gereği» onun adını otuza yakın yerde zikretmiştir. Gerçek şu ki, hükümdar­lar ve şerefli kimseler herkesin önünde hür kadınlarının adını zikretmezler, onun adlarını ayağa düşürmezler. Bunun yerine, kinaye yoluyla hanımların­dan eşim, ailem, zevcem ve buna benzer ifadelerle söz ederler. Cariyeleri­ni zikredecekleri vakit ise, kinaye yoluyla onlan zikretmeyip isimlerini açık açık zikretmekten geri kalmazlar. Hıristiyanlar, Hz. Meryem hakkında ve onun oğlu hakkında ileri geri söylediklerinden dolayı yüce Allah, Hz. Meryem'in adını açık açık zikretmiştir. Hz. Meryem'i sıfatı olan Allah'ın kadın kulu olarak zikretmeksîzîn, araplann cariyelerinden söz etmekteki adetlerine uy­gun olarak onu zikretmiştir. [382]

 

3- Hz. isa'nın Babasız Olduğuna İnanmak:

 

İsa (a.s)Jın babasız olduğuna inanmak vaciptir. Onun adı defalarca anne­sine nisbet edilerek tekrar tekrar anılması suretiyle kalpler onun babası ol­duğunu reddetmek şeklindeki inanca sahip olmak gerektiği şuuruna erer. Ay­rıca, Allah'ın lanetlediği yahudilerin iddialarından da tertemiz valideyi ten­zih etmek gerektiği şuuruna da sahip olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "Meryem'e ulaştırdığı kelimesizdir" buyruğuna gelince; o, yüce Allah'ın "ol" kelimesiyle yaratılmıştır. Bu emir ile babasız olarak bir beşer halinde yaratılmıştır. Araplar bir şeye kendisinden sadır olduğu şeyin ismini verirler.

"Kelimesi" buyruğunun yüce Allah'ın Meryem'e müjdesi, Cebrail <a.s) va­sıtasıyla ona gönderdiği mesajıdır, diye de açıklanmıştır. Cebrail aracılığıy­la gönderdiği mesaj ise, yüce Allah'ın: "Hani melekler muhakkak Allah ken­dinden bir kelime İle seni müjdeliyor,.. demişlerdi" (Al-i îmran, 3/45) buy­ruğunda dile getirilmektedir, Buradaki "kelime"nin, ayet (alâmet) anlamın­da olduğu da söylenmiştir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o (Meryem), Rabbînin keli­melerini tasdik etmişti"(et-Tahrim, 66/12); "Allah'tn kelimeleri tükenmez.,." (Lukman, 31/27) diye buyurulmaktadır. Hz. İsa'nın dört ismi vardı. Bunlar Me­sih, İsa, Kelime ve Ruh'dur. Kur'ân-ı Kerimde yer almıyan, bunun dışında baş­ka isimlerinin olduğu da söylenmiştir.

"Meryem'e ulaştırdığı" buyruğu, Meryem'e ulaşmasını emrettiği,., anlamın­dadır. "Ve kendinden bir ruhtur" buyruğuna gelince; İşte hıristiyanlan sa­pıklığa düşüren bu olmuştur. Onlar, Hz. İsa'nın Allah'tan bir parça olduğu­nu söylediler. Böylelikle cahilliğe düştüler, saptılar. Buna dair yedi türlü ce­vap verilmiştir, (açıklama yapılmıştır);

1- Ubey b. Ka'b dedi ki: Allah, Ademoğullarının ruhlarından misaklanm al­dığı sırada, onların ruhlarını yaratmış, sonra da bunları Hz. Adem'in sulbü­ne geri döndürüp, İsa (a.s)'ın ruhunu ise kendi nezdinde alıkoymuştu, Hz. İsa'yı yaratmayı murad edince, bu ruhu Hz. Meryem'e gönderdi. Böylelikle Hz. İsa bu ruhtan yaratılmış oldu. İşte bundan dolayı "ve kendinden bir ruh­tur" diye Duyurulmuştur.

2- Bu izafet, -her ne kadar bütün ruhlar Allah tarafından yaratılmış ise de-Hz. İsa'yı tafdil içindir. Bu da yüce Allah'ın: "Ve tavaf edenler için etini iyi­ce temizle"(el-Hacc, 22/26) buyruğuna benzer.

3- Kendisinden hayret verici şeylerin görüldüğü kimseye de bazen "ruh" adı verilebilir ve bu ruh yüce Allah'a izafe edilerek: Bu, Allah'tan bir ruhtur yani, onun yarattıklarındandır denilir. Nimet ile ilgili olarak, o Allah'tandır de­nildiği gibi, Hz. İsa'da anadan doğma körü abras'ı tedavi edip iyileştirir, ölü­leri diriltirdi. O bakımdan bu ismi almaya hak kazanmıştır.

4- Hz. Cebrail'in üflemesi sebebiyle ona ruh denilebilir- Çünkü üflemeye de ruh denilir. Zira üfleme denilen şey, ruhtan çıkan bir rıh (yel, rüzgâr, ne­fes) dir. Şair, -Zü-er-Rimme- şöyle demektedir:

"Ona dedim ki: Onu kendine doğru kaldır ve ruhunla (nefesinle) canlandır Ve ona (o ateşe odun atarak) azar azar gıda ver."

Hz. Cebrail'in, Hz. Meryem'in gömleğinin yakasıfîa üfleyip, Allah'ın izniy­le bundan dolayı hamile kaldığına dair haberler varid olmuştur. Buna göre "kendinden bit ruh" buyruğu: "Meryem'e ulaştırdığı kelimesi" buyru­ğunda yer alan fiilde ulaştırma işini yapan Allah'ın ismine delalet eden za­mire atf edilmiş olur ki, ifadenin takdiri de şöyle olur: Allah ve (onun em­riyle) Cebrail, o kelimeyi Meryem'e ulaştırın ıştır.

5- "Kendinden bir ruh" yanir onun yarattıklanndan bir ruhtur. Nitekim yü­ce Allah, bir; başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve göklerde ve yerde bulu­nan şeylerin hepsini kendinden size musahbar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13) Burda "kendinden" buyruğu üe kastedilen, O'nun yarattıkları arasından demektir.

6- "Kendinden bir ruh", kendinden bir rahmet anlamındadır. Hz İsa, ken­disine uyanlar için Allah'tan bir rahmet idi. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. "(el-Mücadele, 58/22.) Yani, bir rahmet ile. Nitekim yüce Allah'ın: "Artık rahatlık w hoş ko­kular... vardır" {e\-Va.kıa.r 56/891 buyruğundaki "ravh" kelimesi, "ruh" diye okunmuştur. (O takdirde anlamı rahatlık değil, buradaki açıklamaya uygun olarak rahmet olur.)

7- "Kendinden bir ruh buyruğunun, kendinden bir belge, bir delil an­lamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Hz. İsa, kendi kavmine karşı bir de­lil ve bîr burhan idi.

Yüce Allah'ım "Artık Allah'a ve Peygamberlerine İman ediniz" buyruğu­nun anlamı da: Artık Allah'ın Mesih'i yaratan ve onu peygamber olarak gönderen bir tek ilah olduğuna iman edin. O'nun peygamberlerine de iman edin ki, İsa onlardan birisidir. Sakın onu ilah kabul etmeyin. "(Allah) üçtür demeyin" yani bizim tapındığımız ilahlarımız "üçtür, demeyin." Bu şekilde açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

İbn Abbas da der ki: Burada üç'ten kasıt, yüce Allah, onun eşi ve oğludur. el-Ferrâ ve Ebu Ubeyd de şöyle demektedir: Yani, onlar üçtür demeyiniz de­mektir [383]

Yüce Allah'ın: "(Onlar) üçtür diyeceklerdir" (el-Kehf, 18/22) buyruğu gibi, Ebu Ali ise der ki: İfadenin takdiri: Sakın O, üçün üçüncüsüdür deme­yin, şeklindedir.

Bu buyrukla yüce Allah mübtedâ İle rnuzafı hazf etmiş bulunmaktadır. Hı­ristiyanlar, değişik fırkalarına rağmen teslisi icma ile (.ittifakla) kabul et­mektedirler ve: Allah tek bir cevherdir ve bununla birlikte onun üç uknumu vardır demektedirler. Her bîr uknum başlı başına bir ilah olarak kabul eder­ler. Üç uknum ile de varlık, hayat ve ilmi kast etmektedirler. Bazan bu üç uk­num baba, oğul ve ruhul kudüs diye de ifade ederler. Baba ile varlığı, ruh ile hayatı, oğul ile Mesih'i kast ederler.

Onların bu konudaki sözleri karma karışıktır. Buna dair açıklamalar, Usu-kTd-Din'e dair eserlerde yapılır. Bu konudaki açıklamaların sonunda vardı­ğı nokta şudur: îsa, yüce Allah'ın, onun İddia ve iradesine uygun olarak ha­rikulade olayları yaratması dotayısı ile bir ilahtır. Yine hıristiyanlar şöyle der­ler: Biz biliyoruz ki, bu gibi işleri yapmak insanların iradesinin dışındadır. O halde bunları yapabilenin uluhiyet sıfatına sahip olması gerekir.

Ancak onlara şöyle denilir: Şayet bunlan yapmak onun kudreti dahilinde olsaydı ve eğer o bunlan tek basma ve bağımsız olarak yapıyor idiyse, ken­disini düşmanlarından kurtarması ve ona yapmak istedikleri kötülükleri bertaraf etmesi de onun güç ve imkânı dahilinde olması gerekirdi. Fakat du­rura hiç de öyle olmadı. Eğer hıristiyanlar bunu kabul edecek olurlarsa, o takdirde Hz. İsa'nın bu harikulade olayları tek başına bağımsız olarak yap­tığı şeklindeki iddia ve görüşleri de çürütülmüş olur. Şayet bunu kabul et­meyecek olsalar dahi, yine de onlann lehlerine herhangi bir delilin varlığı söz-konusu değildir- Çünkü, onlara karşı Hz. Musa örnek gösterilerek itiraz edi­lir. Hz, Musa'nın gerçekleştirdiği büyük İşler onlara gösterilir. Asayı, büyük bir yılana dönüştürmek, denizi yarmak, beyaz el, men ve selva ve diğer bü­yük işler. Sair peygamberler eliyle gerçekleşen diğer büyük işler de böyle­dir. E^er bunları da reddedecek olurlarsa, biz de onlann Hz. îsa vasıtasıyla gerçekleş! iğ ini iddia ettikleri olayları reddederiz. O takdirde bu gibi büyük olayların hiç birisinin Hz. İsa tarafından gerçekleştirildiğini ispatlamalarına imkân bulamazlar. Çünkü bize göre, bu gibi şeyleri isbat etmenin yolu, Kur'anın nasslandır. Onlar ise Kur'ân-ı Kerimi inkâr etmektedirler. Kur'âru getireni yalanlamaktadırlar. Bu gibi şeyleri de mütevatir haberlerle isbatlama-ya imkân bulamazlar.

Denildiğine göre hıristiyanlar, Hz. İsa'nın yükseltilmesinden sonra, seksen bir yıl süreyle İslâm dini üzere idiler. Kıbleye doğru namaz kılıyor, Ramazan ayı orucunu tutuyorlardı. Bu, kendileriyle yahudiler arasında bir savaş baş-gösterinceye kadar böylece devam etti. Yahudiler arasında Pavlos adında kah­raman bir kişi varmış. Bu da Hz. İsa taraftarlarından bir topluluğu öldürmüş ve şöyle demişti: Eğer hakr İsa'nın getirdiği ise, biz bunu inkâr ettik kâfir ol­duk. Sonunda cehenneme gideceğiz. Eğer onlar cennete biz de ateşe gire­cek olursak, biz aldanmış oluruz. Ben onlara bir hile yapacak, onları saptı­racağım ve böylelikle cehenneme girecekler. el-Ukab adında bir atı varmış. O, pişman olduğunu izhar etti ve başına toprak saçmaya başladı, hıristiyan-lara da şöyle dedi: Ben sizin düşmanınız Pavlos'um. Semadan bana: Hıristi­yan olmam hali dışında, senin hiçbir tevben kabul olunamaz diye seslenil­di. Onu ahp kilisede bir odaya soktular. Orada İncil'i öğreninceye kadar ge­ce gündüz çıkmaksızın bir sene boyunca kaldı. Daha sonra odasından çı­kıp şöyle dedi: Semadan bana tevben kabul olundu diye seslenildi. Onlar da onu tasdik ettiler, onu sevdiler.

Bundan sonra Beytü'l-Makdis'e gitti. Arkasında vekili olarak Nustüra adın­da birisini bıraktı. Ona, Meryem oğlu İsa'nın İlah olduğunu da bildirdi. Bundan sonra Romalslara gitti, onlara lâhûtu ve nâsûtu öğretip şöyle dedi: İsa insan değildi. Fakat insan kılığına büründü. Cisim de değildir. Fakat ci­sim gibi göründü. Of aslında Allah'ın oğludur. Yakub adındaki birisine de bun­ları öğretti.

Daha sonra Melkâ adında birisini çağırdı, ona da şunları söyledi: Ezelden beri İsa ilandı, halen de ilahtır. Bu şekilde onlar arasında iyice yer ettikten sonra, bu üç kişiyi teker teker çağırıp onlar şöyle dedi: Sen benim çok ya­kın ve özel adamımsın. Gerçekten ben rüyamda İsa'yı gördüm, o da benden razı oldu. Bunların her birisine şunları söyledi: Yarın ben kendimi boğazla­yacak ve kendimi kurban edeceğim. O bakımdan sen de insanları kendi di­nine davet et.. Arkasından kurban yerine girdi ve gerçekten kendisini boğaz­ladı. Bunun üzerinden üç gün geçtikten sonra bunların her birisi kendi mezhebine davet etti, onların her birisine bir kesim insan uyup gitti.

Daha sonra bunlar arasında çarpışmalar oldu, anlaşmazlıklar başgösterdi ve bu, günümüze kadar devam edip geldi. İşte bütün hıristiyanlar bu üç fır­kadandırlar. Denildiğine göre onların şüpheye düşmelerinin sebebi bu olmuş­tur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu kıssayı yüce Allah'ın: "Biz de Kıya­met gününe kadar aralarına bu kin ve düşmanlığı yerleştirdik"  Maide, 5/14) buyruğunun anlamını açıklarken naklettik. Yüce Allah'ın izniyle ileri­de gelecektir.

"Kendi faydanı için (bundan) vazgeçin" Buyruğunda yer alan : Fay­da, hayır kelimesi, Sibeveyh'e göre mukadder bir fiil ile nasb edilmiştir. Yü­ce Allah şöyle buyurmuş gibidir; "Sizin için faydalı şeyleri yapınız". Çünkü, onlara şirki yasaklamakla kendileri için hayırlı olan şeyleri yapmalarım em­retmiş olur. Sibeveylî der ki; Açıkça zikredilmemiş fiilin takdiri ile nasb edilen ifadelerden birisi de yüce Allah'ın: "Kendi faydanız için vazgeçin" buyruğundadır. Çünkü: Sen bu işi yap dediğin takdirde, o kimse­ye bir işi bırakmasını emredip, bir diğer işe girmesini istemişsin, demektir. Daha sonra Sibeveyh şu beyiti nakleder:

"Ona Malik'in iki ağacı arasındaki yeri vadettiler Yahut o iki ağaç arasındaki yüksekçe düzlüğü."

Ebu Ubeyde'nin görüşüne göre ise ifadenin takdiri: Bundan vazgeçin, si­zin için hayırlı olur, şeklindedir.

Muhammed b. Yezid ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü, bu takdirde hem şart hem de onun cevabı hazfedilmiş olur.[384] Bu ise arapçada benzeri görülen bir şey değildir. el-Ferrâ'nın görüşüne göre ise bu, hazfedilmiş bir mastarın sı­fatıdır. Ali b. Süleyman ise der ki: Bu büyük bir hatadır. Zira buna göre ma­na şöyle olur: Sizin için hayırlı olan o vazgeçişle vazgeçin.

"Allah ancak bir tek ilahtır" buyruğu İse, mübteda ve haberdir. "Bir tek* ise, ilah'ın sıfatıdır. "İlah" kelimesinin !afzaî celalden bedel olması "bir tek­tir" ifadesinin de onun haberi olması da mümkündür, ifadenin takdiri ise, ken­disine ibadet olunan bir ve tektir şeklindedir.

"Çocuğu olmaktan münezzehtir" yani, O'nun çocuğu olmaktan tenzih edilmesi icabet eder ve zaten O, öyledir. Naşı] onun çocuğu olabilir ki? Çün­kü kişinin çocuğu kendisine benzer. Allah'ın bir benzeri ise olamaz,

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.” Onun hiç bir ortağı yok­tur, îsa da Meryem de göklerde ve yerde bulunanlar arasındadır. Göklerde ve yerde bulunanlar ise yaratılmıştır. Yaratılmış olduğu halde İsa nasıl ilah olabilir? Eğer O'nun bir çocuğunun olması kabul edilebilirse, birden çok ço­cuğunun olması da kabul edilmelidir. Öyle ki, mucize gösteren her bir kişi­yi o zaman onun çocuğu kabul etmemiz gerekecektir. "Vekil olarak Allah yeter" yani, kendi dostlarının koruyucusu olarak O yeter. Bu türden açıkla­malar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [385]

 

172. Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekimnezrMukarreb melekler de. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, O, onla­rın hepsini huzuruna toplayacaktır,

173- İman edip de salih ameller isleyenlere gelince, onlara mükâfat­larını eksiksiz ödeyecek, hem de lütfundan onlara fazlasını ve­recektir. Ama o çekinenleri ve büyüklük taslayanları İse pek acıkh bîr azapla cezalandıracaktır. Onlar, kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır.

"Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez." Bundan dolayı utanmaz ve böyle bir şeyden yüz çevirmez.

"Allah'a kul olmaktan" buy­ruğu nasb mahallindedîr. el-Hasen ise; buyruğunu nefy' olmak üzere hemzeyi esreli olarak okumuştur. Bu da nefyedici edat olarak  an­lamındadır. Manası da: Onun çocuğu yoktur, şeklinde olur.

Şu kadar var ki'ın merfu1 olması gerekir. Ancak ravilerden bunu zik­reden bir kimse yoktur.

"Mukarreb melekler de. Yani Allah'ın rahmet ve rızasına yakın olan me­lekler de. Bu da, meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğuna dela­let etmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Ben size, ben bir meleğim de de­miyorum"XHûd, 11/31) buyruğu da böyledir. Bu hususa daha önce Bakara Sûresi'nde (2/33. ayet, 3- başlıkta) işaret edilmiştir,

"Kim, ona kulluktan çekinir," yüz çevirir ve kibirlenmek isterse" ve bu­na bağlı olarak da Allah'a kulluk etmezse, "O> onların hepsini huzuruna" yani mahşerde "toplayacaktır" ve herkese de, bundan sonraki şu âyet-i ke­rimede açıkladığı gibi hakettîği neyse karşılığını verecektir: "iman edip de salih ameller işleyenlere gelince, onlara mükâfatlanın eksiksiz ödeyecektir. Hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir... ve bir yardımcı bula­mayacaklardır. "

Çekinir," çekiniyor kelimesinin asli; dır Buna göre, baş­taki "ye, sin ve te" harfleri zaîddir, ifadeleri hep­si, layık olmıyan şeyden onu tenzih ettim, anlamındadır. Yüce Allah'a dair soru sorulması üzerine Hz. Peygamberin verdiği şu cevapta da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır; Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmektir." Yani, O'nu eş ve çocuklardan tenzih ve takdis etmektir.

ez-Zeccâc der ki: Bu kelime, parmağınla yanağına akmış olan yaşı silmek hakkında kullanılandan alınmıştır Hadis-i şerifte geçen Alnından ter asla kesilmez" tabiri de buradan gelmekte­dir. Yine bir başka hadiste geçen: Ardı arkası kesilme­yen bir ordu ile geldi" tabiri de buradan gelmektedir Bu kelimenin ayıp an­lamına gelen dan geldiği de söylenmiştir. Bu işten dolayı onun için her hangi bir ayıp ve kusur sözkonusu değildir, ifa­deleri kullanılır.

Yani, İsa Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinmez. Bu işten uzak durmaz, kul­luğunun sonunu getirmez ve asla kulluğuna bir ayıp ve bir kusur gelmesi­ne de fırsat vermez. [386]

 

174. Ey İnsanlar, size Kabbinizden bir burhan geldi. Size apaçık bir nur da indirmişizdir.

 

“Ey İnsanlar, size Rabbinizden bir burhan gekU" buyruğunda kastedilen, es-Sevrîden nakledildiğine göre, Muhammed (sav)'dır. Ona burhan denilme­si ise, beraberinde burhanın bulunuşudur. Burhan ise mucizedir.

Mücahid de der ki: Burada burhan, kesin delil (hüccet) demektir. İkisinin de manası birbirine yakındır.

Çünkü, Hz. Peygamberin mucizeleri, onun hüccetleridir. İndirilen nur'dan kasıt ise el-Hasen]e göre Kur'an-ı Kerim'dir. Ona "nur" adını vermesi, onun vasıtasıyla hükümlerin açıklık kazanması ve onun aracılığı ile sapıklıktan hi­dayete kavuşulma sı dır. O bakımdan o bir mır-i mübindir. Yani, apaçık ve bes­belli bir nurdur. [387]

 

175. Allah'a iman edip O'na sarılanlara gelince; onları kendinden bir rahmetin ve bir lütfün içine sokacak ve kendisine varan dosdoğ­ru bir yola iletecektir,

 

"Allah'a iman edip O'na sarılanlara gelince." Yani, Kur'ân-ı Kerime sa­rılarak O'nun masiy eti erinden korunanlara gelince... O'nun Kitabına sımsı­kı sarılmaları halinde, O'na ve Peygamberine sımsıkı sarılmışlar, demektir. "O'na sarılanlara gelince" buyruğunun, Allah'a sarılanlara gelince anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Sarılmak ismet korunmak demektir. Suna dair açık­lamalar (Âl-i îmran, 3/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve onları kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir." Kendisine va­randan kasıt, sevabına ulaştıran demektir. Onu bilip tanımaları için hakka ulaş­tıran anlamına geldiği de söylenmiştir. Dosdoğru yoldan kasıt da dosdoğru dindir.

"Yol anlamına gelen; kelimesi, "Onları... iletecektir" ke­limesinin delâlet ettiği mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. İfadenin takdiri şöy­ledir: Ve onlara dosdoğru bir yolu gösterip tanıtır

Bunun, şu takdirdeki bir fiilin ikinci mefulü olduğu da söylenmiştir: On-lan kendi sevabına, dosdoğru bir yola İletir. Bunun hal olduğu da söylenmiş­tir. Kendisine varan buyruğundaki "he" zamirinin Kur'ân'a ait oldu­ğu söylendiği gibi, lütfa ait olduğu da söylenmiştir. Hem lütfa hem de rah­mete ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü her ikisi de sevap ve ecir anlamın­dadır. Bu kelimenin; onları kendi sevabına iletecektir anlamında olduğu ve daha önce belirtildiği üzere, bir muzafın hazfı ile zamirin Allah'a ait olduğu da söylenmiştir.

Ebu Ali der ki: Bu zamir, daha önce geçen yüce Allah'ın adına aittir. An­lamı da şöyledir: Ve onları kendi yoluna iletir. Bizler "dosdoğru bir yol" an­lamına gelen; hal üzere mensub kabul edecek olursak, o tak­dirde bu hal, hazf edilmiş, olan bu zamirden yapılmış olur.

Yüce Allah'ın: "Ve bir lütuf buyruğu ise, yüce Allah'ın sevabı ile kulla­rına lütufta bulunduğuna delil vardır. Çünkü, şayet Onun lütfü eğer bir amelin karşılığı olarak verilmiş olsaydı, buna lütuf Cfadl) denilmezdi.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, [388]

 

176, Senden fetrâ isterler. De ki: Allah size, ketfle hakkındaki hük­mü (şöylece) açıklan Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bu­lunan bir erkek ölürse, bıraktığının yansı kızkardeşc kalır. Eğer ki/kardeşinin çocuğu yoksa o, kızkardeşlne mirasçı olur. Eğer kızkardeşler iki kişi iseler erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Şayet erkek ve kızkardeşler (bir arada) iseler, o zaman erkek için kadının iki payı kadar vardır. Allah, yanılmayasınız diye size açıklıyor. Allah, her şeyi çok iyi bilen­dir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

 

1- Ayetin Nüzul Sebebi

 

el-Berâ b. Âzib der ki: Bu, Kur'ân-ı Kerim'in son nazil olan âyetidir. Müs­lim'in kitabında bu böylece belirtilmiştir. [389]

Âyet-i kerimenin, Peygamberin Veda Haccı için hazırlık yapmışken nazil olduğu ve Hz. Cabir sebebiyle indiği de söylenmiştir.

Cabir b. Abdullah dedi ki: Hastalandım. Bunun üzerine Rasuluüah (sav) ile Ebu Bekir piyade olarak beni ziyaret için geldiler. Bayıldım. Rasulullah (sav) abdest aldı, sonra da abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü dedim. Malım hakkında nasıl bir hükme varayım? Miras ile ilgili olan: "Senden fetva isterler. De ki: Allah size kelâle hakkındaki hük­mü (şöylece) açıklar..." şeklindeki miras âyeti nazil oluncaya kadar bana hiçbir şey söylemedi.

Bunu Müslim rivayet etti. Ve dedi ki: Son nazil olan âyet-i kerime: "Ken­disinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun ."(el-Bakara, 2/281) âyetidir. [390]

Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. (Az Önce işaret edi­len ayetin tefsirine bakınız).

Sûrenin baş tarafında da (en-Nisa, 4/11-14. ayetler, 27. ve 28. başlıklarda) kelâteye dair açıklamalar yeterince geçtiği gibi, burada geçen kardeşlerden kastın, anne baba bir erkek kardeşler, yahut baba bîr erkek kardeşler oldu­ğu da geçmiş bulunmaktadır. Hz. Cabir'in de dokuz tane kız kardeşi vardı. [391]

 

2- Anne ve Babasız Olarak Vefat Edenin Durumu:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer çocuğu bulunmayıp da— bir etkek ölürse" , hem ço­cuğu hem babası yoksa, demektir. İkisinden birisinin zikredilmesiyle yetinil-m iş bulunmaktadır.

el-Curcanî der ki: "el-veled; çocuk" lafzı, hem vâlid (baba), hem mevlûd (evlâd) hakkında kullanılır. Baba, çocuğunun doğumuna sebep olduğundan dolayı "veled" diye anıldığı gibi, doğana da doğduğu İçin "veled" adı veril­miştir. Tıpkı hürriyet kelimesi gibi. Çünkü zürriyyeti; yaymak'tan gelmek­tedir. Hem doğana, lıem de babaya bu ad verilir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar için bir âyet (delil, belge) de Bizim onların zürriyetlerini (.yani atalarını, Hz. Nuh ve beraberindekile­ri) dopdolu gemide taşımış olmamızdır." (Yâsînt 36/41) [392]

 

3- Kızhardeşler Ne Zaman Asebe Olurlar:

 

Ashab-ı kiram ve tabiin arasından ilim adamlarının çoğunluğu, -İbn Abbas müstesna- beraberlerinde erkek kardeşleri bulunmasa dahi kız kardeşleri kız­lara asebe olarak kabul ederler. İbn Abbas ise kız kardeşleri, kız çocukların asebesî olarak kabul etmez. Dâvud (ez-Zahirî) ve bir kesim ilim adamı da bu görüştedir.

Bunların delilleri, yüce Allah'ın şu buyruğunun zahirinden anlaşılandır: "Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkatdeşi bulunan bir erkek ölürse, bırak­tığının yarısı kızkardeşe kalır."

(tbn Abbas) kız kardeşi ancak ölenin çocuğu olmaması halinde mirasçı kabul etmektedir. Bu görüşte olanlar derler ki: Bilindiği gibi kız çocuk ta "ve­led" tabiri arasında yer alır, O halde kız çocuğun bulunması halinde kızkar-deşin miras almaması gerekir.

îbn ez-Zübeyr de bu meselede İbn Abbas'ın görüşüne uygun kanaatini iz­har ederdi. Nihayet el-Esved b. Yezid kendisine: Muaz, bir kız ve bir kızkar> deş arasında hüküm verirken, malı ikisi arasında, eşit iki parçaya böldüğü­nü bildirinceye kadar böylece hüküm verirdi. [393]

 

4- Bu Âyetin Adı:

 

Bu âyet-i kerime, "Âyetü's-Sayf; yazın inen ayet" diye adlandırılır. Çünkü bu âyet-i kerime yaz döneminde nazil olmuştur.

Ömer b. el-Hattab der ki: Allah'a yemin ederim ben, benim için kdâlenin durumundan daha önemli hiçbir şey bırakmadım. Rasulullah (sav)'a ona da­ir soru sordum, bu hususta bana gösterdiği sertlik kadar hiçbir hususta sert­lik göstermiş değildir. O kadar ki, parmağı ile böğrümü, yahut göğsümü dürt­tü, sonra şöyle buyurdu; "Ey Ömer sana, Nisa Sûresi'nin sonîannda nazil olan yaz âyeti yetmiyor mu?"[394]

Yine Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: Üç şey vardur ki, Rasulullah (sav)'m on­ları açıklamış olması benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha se­vimli olacaktı. Bunlar; kelâle (nin ne olduğu), riba (ya dair bazı hususlar) ile hilâfet (Hz. Peygamberden sonra kimin halife olacağı) meseleleridir. Bunu İbn Mace, Süneninde rivayet etmiştir. [395]

 

5- Rafizilerin Hz. Örneği Tenkidi:

 

Kimi Râfizîler (az önce geçen), Hz. Ömer'in: "Allah'a yemin ederim ki... daha önemli hiçbir şey bırakmadım" şeklindeki sözleri dolayısıyla ileri geri konuşmuşlardır. [396]

 

6- Allah'ın Açıklamaları:

 

Yüce Allah'ın: "Allah, yanılmayasuuz diye size... açıklıyor" anlamına ge­len; buyruğu İle İlgili olarak el-Kisaî şöyle demektedir: Buy­ruğun anlamı şu şekildedir: Sapmıyasmız diye Allah size böylece açıklıyor.

Ebu Ubeyd der ki: Ben, el-Kisaîye, îbn Ömer'in Peygamber (sav)'den şöy­le dediğine dair hadisini naklettim:

Allah'tan duanın kabul olunacağı bir vakte uygun düşer diye (düşmemesi için) sakın sizden herhangi bir kimse kendi çocuğuna beddua etmesin." [397] O da bunu güzel buldu. [398]

en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyde göre hadisin anlamı; Allah'tan duanın kabul edileceği vakte rast gelmesin diye... şeklindedir. Bu açıklama Basralılara (Basralı nahiv alimlerine) göre ise, apaçık bir hatadır. Çünkü onlar, (V)'ın tak­dir edilmesini caiz kabul etmezler. Onlara göre buyruğun anlamı şöyledir:

Allah, sapmanızdan hoşlanmadığından dolayı size açıklıyor." Daha sonra bu, (hoşlanmama tabiri) hazfedildi.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O kasaba halkına sor." (Yû­suf, 12/82) İşte Peygamber (sav)'ın hadisinin anlamı da böyledir: Yani, Al­lah tarafından duanın kabul edileceği bir zamana denk gelmesinden hoşlanıl-madığından dolayı...demektir.

14Allah herşeyi çok iyi bilendir. Bu buyruğa dair açıklamalar bir kaç yer­de daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Başarıyı ihsan eden Allah'a hamd olsun. [399]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/362.

[2] Müslim, Sıfâlu'l-Munâfıkûn 6.

[3] Tirmizi, Tefsir 4. sûre 14.

[4] Buhârî, Tefsir 4, sûre 15, Fedaîli'l-Medine 10, Meğâzî 17; Müsned, V, 184, 187, 188.

[5] Müsned, I, 192, Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 610’de, senedinin munkatı olduğunu kaydetmektedir.

[6] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur. II, 610.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/363-365.

[8] Buhârî, Cezâu’s-Sayd 10, Cihad 1, 27, 194, Meğazî 53; Müslim, İmâre, 85-86; Siyer 33; Nesâî, Bey'at 15; Darimî, Siyer 69; Müsned, I, 226 …, II, 215, III, 401... V, 71, 187, VI, 466.

[9] Buharî, İmân 4, Rikaak 26; Ebû Dâvûd, Cihâd 2-, Nesâî, İınan 9; Müsned, II, 163, 193...,VI, 21, 22.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/366-367.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/367-368.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/368.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/368-370.

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/370.

[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/371-372.

[16] Vâhidî, Esbâbu NuzÛli'l-Kur>&n, S. İ73; el-Beyhaki, es-Sünenu'l-Kubrâ, VII, 127.

[17] Bir kelime bu şekilde ("hataen"), Kur'an-ı Kerim'de sadece iki kere geçmektedir ve iki­si de bu ayet-i kerimededir.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/372-375.

[19] Ebû Dâvûd, Cihad 147, Diyât 11; Nesâî, Kasârae 10,13: İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 211. 215.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/376.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/376-378.

[22] Âkile: Hatâen öldürülenin diyetini paylaşan baba tarafından akrabalardır. (Îbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 287).

[23] Yedinci başlıkta bu hususu geniş açıklamalar gelecektir.

[24] Abdullah b. Sehl’in Hayber'de öldürülüp katilinin belli olmaması üzerine Hz. Peygam­ber, varisleri durumunda olan Abdurrahman, Huvayyisa ve Muhayyisa'ya diyet ödedi­ğini belirten bu rivâyet için bk, Buhâri, Cizye 12, Edeb 89, Ahkâm 33; Müslim, Kasame 1-6; Ebü Dâvûd, Diyât 8; Tirmizi, Diyat 22.

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/378-379.

[26] Ebû Dâvûd, Diyar 16; îbnMûce, Diyât 6.

[27] Bu rivayeti: Ebû, Dâvâd, Diyiit 16 (4545 no'tu tmdis); Tîmtizi, Diyâı 1; Nesât, Kasâıne 35; İbn Mâce, Diy.1t 6'da kaydeder.

[28] Darakutnî, III, 173.

[29] Dârakutnî, III, 175.

[30] Dârakutni, III, 175-176.

[31] Dârakutni,, III, 172.

[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/379-383.

[33] Ebû Dâvûd, Diyât 2; Nesâî, Kas3me 42; İbn Mûce, Diyâl 26; Dârimî, Diynt 25; Mürted, IV. 163, 345, V, 81.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/384.

[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/384-385.

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/385-386.

[37] ez-Zeylaî, Nasba'r-Raye, IV, 381. Aynca bk, Buhâri, İ’tîsam 13; Müslim, Kasâme 39; Ebû Davûd, Diyât 19; Tirmizi, Diyât 15i Nesai, Kasâıne 39; İbn Mâce, Diyât 11: Dârimi, Diyât 20; Müsned, II, 438, 535.

[38] Müslim, Kasâıne 37-39; Ebû Dâvud, Diyat 19; Tlrmizi, Diyat 15; Nesâî, Kasame 39; İbn Mâce, Diyat 11; Dârimi, Diyat 21; Darakutni, IH, 198; Müsned, II, 535, IV 245, 246, 249.

[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/386-387.

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/387-388.

[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/388.

[42] Buhâri, Meğâzi, 45, Diyat 2; Müslim, İman 158, 159; Ebu Dâvûd, Cihâd 95, Müsned. V. 200, 207.

[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/389-390.

[44] Yani, buna göre de buradaki mutlak olan ifade önceki mü'min kaydı ile birlikte anla­şıldığı takdirde, antlaşmak kavimden öldürülenin de ınü'min olması kaydı aranmalıdır.

[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/390-391.

[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/591.

[47] Dârukutnî, III, 98-99.

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/592-593.

[49] Amr b. Şuayb'dan o babasından o dedesinden o Rasûlulkıh'Kin rivayet etmektedir. "Muahid'in (zimmet ahdi bulunan yahudi, hıristiyan ve benzerlerinin ) diyeli, hürriln diye­tinin yarısıdır." {Ebû Dâvûd, Diyât 21); '"Kafirin diyeti müminin diyetinin yansıdır." (Tirmizî, Diyat 16; Nesâi, Kasame 37); "Zimmet ehlinin diyeti, müslümanlann diyetinin ya­nsıdır; bunlar da yahudilerle hiristiyanlardır." (Nesai, Kasâme 37); "Râsuiullîih, iki ki­tap ehlinin -ki yahudilerle tıırisüyanlardır- diyetinin, jııiisSüınan diyetinin yansı oldu­ğuna büküm vermiştir." (İbn Mâce, Dîyât 13) Ayrıca bk.: ez-Zeylai, Nasbu'r-Raye, IV, 364-366.

[50] ez-Zeylaî, a.g.e,, IV, 366-369'da bu anlamda varîd olmuş rivayetler ve ilgili görüşler kayd edilmiştir.

[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/393-394.

[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/394.

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/394-395.

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/395.

[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/395.

[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/396.

[57] Ebû Dâvûd, Diyat 17.Nesaî, Kasâıne 32, 33: îbn Mâce, Diyât 5; Dârimî, Diyat 22.

[58] Dârakutnî, III, 94. Aynca bk. Ebû Dâvûd, Diyat 15, 26; Nesâî, Kasame 31; îbn Mâce, Diyat 8.

[59] Dârakutnî, III, 95.

[60] Dârakutnî, III 95. Merhuın Kurtubî'nin ifadelerinden bundan sonraki paragrafın da Darakutnî’de yer aldığı anlaşılmakla ise de, elde bulunan basılı nüshada bundan sonra ifadeler yer almamaktadır.

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/396-398.

[62] Ebû Dâvûd, Diyât 17.

[63] Ebû Dâvûd, Diyât 17- Az önce zikredilen görüşlerin de önemli bir bölümünü belirti­len yerde bulmak mümkündür.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/398-399.

[64] Buhâri, Diyât 26; Müslim, Kasame, 34-36; Ebû Dâvud, Diyât 19; Nesâi, Kasâme 39.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/399.

[65] Yani, kasti öldürınede ceza. ya kısas veya kısasın affedilmesi halinde diyettir. Bunun­la birlikte hata yoluyla öldürmede vacip olan keffâret bu durumda yani kasten öldür­me halinde de vacip olur,

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/399-400.

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/400.

[68] Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2; Tirmizi, Diyât 7: İbn Mâce, Diyât 1.

[69] Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2.

[70] Nesai, Kasâme 49; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 15; Müsned, I, 240, 294, 364.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/400-401.

[72] Buharı, Tefsir 4. süre 16, 25- sure 2: Nesaî, Kasâme 48, Tahrimu'd-Deın 2.

[73] Nesai, Tahrirnu'd-Dem 2.

[74] Nesai, Tahrirnu'd-Dem 2.

[75] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 623.

[76] Buhâri, Menakıbııl-Ensar 43; Tefsir 60. Sûre 3, Hudûd 8, 14; Müslim, Hudûd 41; Tirmizi, Hudûd 12; Nesai, İman 14; Dârimî, Siyer 17; Müsned, V, 313, 314.

[77] Buhâri, Enbiyn 54; Müslim, Tevbe 46,47; îbn Mâce, Diyat 2; Müsned, III, 20, 72.

Ancak hadisi rivayet eden Ebu Hureyre değil Ebû Said el-Hudri'dîr.

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/401-406.

[79] Ebû Dâvûd, Tahâre 7; Müsned, III, 36. İbn Mace, Tahâre 24 (yakın ifadelerle)-

[80] Buhari, Tefsir 4. sûre 17: Müslim, Tefsir 22; ayrıca; Ebû. Dâvüd, Huruf 6; Tirmizî, Tef­sir 4. sûre 16; Müsned, III, 229, 272, 324, VI, 11.

[81] es-Sııyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 634.

[82] Ebû Dâvûd, Diyât 3; îbn Mâce, Diyât 4,

[83] el-Vâhidî,Esbâbu Nüzûlî'l-Kur’ân, s. 176; es-Süyutî, ed-Durru’l-Mensûr, II, 635.

[84] İbn Mâce, Ftten l; Müsned, IV, 438-439.

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/406-408.

[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/409.

[87] Buhârî, Tefsir 4, sûre 17.

[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/409-410.

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/410.

[90] Müslim, îman 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 95; bu hadis bu sürenin 92. âyetinin 12. başlığında da geçmiş îdi. Diğer kaynaklan için oradaki dipnora da bakılabilir.

[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/410-411.

[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/411.

[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/411-412.

[94] Buhari, Rikaak 15; Müslim, Zekat 120; Tirmizi, Zühd 40; İbn Mâce. Zühd 9; Müsned, II, 243, 261. 390, 438, 443, 540.

[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/412.

[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/413.

[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/413-414.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/414.

[99] Buhâri, Tefsir 4. sûre 18; Tirmizl, Tefsir 4. sûre 18.

[100] Ebû Dâvûd, Cihâd 19; Buhâri, Cihâd 31, Tefsir 4. sûre 18, Fedailu'l-Kur'ân 4; Müslim. İmnre 141, 142; Tirmizl, Cihâd 1, Tefsir 4. sûre 19; Nesaî, Cihâd 4; Müsned, V, 184, 190-191; el-Bera b. Âzib'den benzeri bir rivayet: Dârimi, Cihâd 28; Müsned, IV, 282, 284, 290, 299, 301.

[101] Az önce geçti.

[102] Buhârî, Cihad, 35; Meğâzi 81; Müslim, İmâre 159; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; îbn Mâce, Ci-hâd 6; Müsned, III, 103, 160, 182, 214, 300.

[103] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 303'te farklı lafızlarla, aynı manayı ifade eden deği­şik hadisler kaydedilmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/415-416.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/416-417.

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/417.

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/417-418.

[107] Buhari, Cihâd 4, Tevhid 22; Müslim, İmare 116; Nesai, Cihad 18; Müsned, III, 335.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/418-419.

[109] Buhârî, Tefsir 4. sûre 19.

[110] Buhâri, Tefsir 4. sûre 21; Müslim, Mesâcid, 295; Ebû Dâvûd, Vitr 10.

[111] Buhâri, Tefsir 4. sûre 14, 20.

[112] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, IX, 249.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/420-422.

[114] Buhâri, Tefsir 4. sûre 14.

[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/423-424.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/424.

[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/424-425.

[118] Buhâri, Tefsir 66. sûre 2-4, Libâs 31; Müslim, Radâ' 98-100; Müsned, I, 48.

[119] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 650-651.

[120] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 653- 654.

[121] es-Suyutî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 652- 653.

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/425-426.

[123] Tırnak içindeki ifadeler: İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, I, 486dan.

[124] Buharî, Mescidu Mekke 1,6, Savın 67, Sayd 26; Müslim, Hacc 415, 511, 512; Ebû Dâvûd, Menâsik 94; Tirmizi, Salât 126; Nesai, Mesâcid 10; Müsned, II, 234, 238..., III, 7, 34, 45-, VI, 7, 398.

[125] Müslim., Birr 38; Müsned, II, 292, 408, 508.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/426-428.

[126] Buhârî, Salat 1. Taksiru's-Salat 5, Menâkibu'l-Ensâr 48; Müslim, Salatu'l-Müsâfîrin 1-3, Ebû Davûd, Salâtu's-Sefer 1; Nesai, Salat 3; Müsned, VI, 234, 241, 265V 272.

[127] Buhâri Taksiru's-Salat 5; Müslim, Salâtu'l-Müsrifırın 3; Darimi, Salât 179.

[128] Muslim, Salatu’l-Müsâfirin 5-6; Nesai, Salât 3, Salatu'l-Havf 4,

[129] Müslim, Saiatu'l-Müsaflrin 1.

[130] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 2.

[131] Muvatta, Kasru's-Salat, 7; Nesaî, Taksiru's-Salat ; Ibn Mâce, İkametu's-Salat 73; Müsned, II, 94.

[132] Müslim, Salâtul-Müsâfirin 4; Ebû Dâvûd, Sefer 1; Tirmizi, Tefsir 4. süıe 20: îbn Mâce, İknmetu’s-Salât. 73; Dârimi, Salat 179; Müsned, I, 25, 36.

[133] İbn Abdı'l-Berr, el-îstizkâr, VI. 48. Ancak, soru sorun kişi -Hanzîîla" olarak değil: "Ebû Hanzala" olarak zikredilmektedir.

[134] İbn Abdi'l-Berr et-Temhîd, XI. l6l v.d. Kast ettıği hadis, az önce geçen ve İbn Ömer'e yolculukta namazı kısaltmaya dair birisinin sorusu  ile ona cevabını ihtiva eden hadistir.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/428-431.

[136] Müslim, Salatu'l-Müsâfirin 12.

[137] Buhâri, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 419-421; Ebâ Dâvûd, Menâsik 2; îbn Mâce, Menâsik 7; Muvatta, Îsti'zân 27.

[138] Buhari, Taksiru's-Salât 4.

[139] Buhâri, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 413, 414, 417, 418, 422, 423; Bbû Dâvûd, Menâsik 2; İbn Mace, Menâsik 7.

[140] Müslim, Hacc 415, 416.

[141] İbn Abdî'l-Berr, el-lstizkâr, XXVII, 271-274.

[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/431-434.

[143] Elimizin altındaki kaynaklarda yerini tespit edemedik.

[144] Müsned, II, 108de: İbn Ömer'den Rasûlnllnh (sav) buyurdu ki: "Muhakkak Allah, ken­disine isyanı gerektiren işlerin yapılmasını hoş karşılamadığı gibi; ruhsatlarından da ya­rarlanılmasını sever.”

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/434-435.

[146] Buhari, Taksiru's-Salât 5; Müslim, Salâtu'l-Musâfîrîn 10, 11; Ebû Dâvud, Salâtu's-Sefer 2; Tirmizi, Cuınua 39.

[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/435-436.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/436.

[149] Buhâri, Menâkibul-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441, 443, 444; Ebû Dâvûd, Menâsik 91- Tirmiz­i, Hacc 103, İbn Mace, Îkaınetu's-Salât 76; Dârimi, Salat 180; Müsned, V, 52.

[150] Meihum Kurtubi, muhtemelen Hz. Ömer'in Hayber yahudilerini sürmesine temas etmek­tedir. Peygamber (sav), Hayber'İ Fethedince onları sürmek istemiş, onlar da yancı ola­rak çalışmaya, devam etmeyi teklif etmiş bu tekliflerini "müslurnanlarin istedikleri ka­dar biri süre* kaydıyla kabul etmişti. Hz. Ömer de buna dayanarak halifeliği dönemin­de onları Teymâ ve Eriha'ya göndermişti, {Buhâri, (çâre 22, Şurût H, Hars'17; Müs­lim, Müzarat 6, Cihâd 63). Ayrıca yahudi ve Hıristiyanların Arapyarımadasından çıkar-utmaları emri, Hz. Peygamber (savj'in son tavsiyelerindendir: Bk. Müslim, Cihâd 63; Dârimi, Siyer 55.

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/436-438.

[152] Bu hadisin ve benzer rivayetlerin yer aldığı kaynaklar için birinci başlığa bakınız.

[153] Ebû Dâvûd. Menâsik 75

[154] Nesaî, Taksîru's-Salât 5

[155] Dârakutni II, 189.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/438-440.

[156] Nesai, Salâtu'1-Havf (Tek bir bab olduğundan ayrıca bab numarası yoktur).

[157] Nesaî, Salâtul-Havf.

[158] Buhâri, Meğâzi 3l.

[159] Nesai, Salâtul-Havf.

[160] Müslim, Salatu'l-Müsâfırin 5,6.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/440-442.

[162] Daha önce birinci başlıkta geçti, Kaynakları için oraya bakınız.

[163] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 256.

[164] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 256.

[165] Bu açıklamaya göre de ayetin ilk bölümünün anlamı şöyle olur: Yer yüzünde sefere çık­tığın^ zaman namazı kısaltmanızda üzerinizde bir vebal yoktur.

[166] es-Suyûtî, tâ-Durru't-Mensur, II, 256'da bu rivayeti yalnızca et-Tabetfden kaydetmek­tedir. Ayrıca et-Taberî bu rivayetten sonra şunları söylemektedir. "Bu, âyete dair güzel bir tevildir. Ancak yüce Allah'ın (bundan sonraki): "Sen de aralarında bulunup ta..." buyruğu daha sonra gelen buyruğun, önceki ile bir ilgisinin bulunmadığını ortaya koy­maktadır. O halde âyetin lafzından anlaşılan kasrın korku şartına bağlı olduğundan iba­rettir..." (et-Taberî, Camiu'l-Bey&n, V, 244) Bu da normal yolculukta namazı kasr etmenin sünnet ile sabit olduğu şeklinde Kurtubİ'nin yer yer dikkat çektiği görüşü ayrıca des­teklemektedir.

[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/442-445.

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/445.

[169] Dârakutnî, II, 59-60; Ebû Davûd, Salâtu's-Sefer 12; Nesai, Salatu'1-Havf (22. hadîs).

[170] Buhari, Ezan 18, Edeb 27, Âhad 1; Dârimi, Sala t 42; Müsned, V, 53; Darakuînî, I, 272.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/446-448.

[172] Ahmed b. Hanbel'in bu görüşü yakın ifadelerle: Tirmizi, Cumua 46'da kaydetmektedir.

[173] Muvatta, Salatu'1-Havf 2; Buhâri, Megâzi 31; Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 309; Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 14; Tırmizi, Cumua 46: İbn Mâce, İkametu's-Salât 151.

[174] Buradan İtibaren merhum müfessirimizin Ebû Öıner b. Abdil-Berr'in ismini zikrederek yaptığı nakiller ve rivayetler için bk, : et-Temhid, XV, 259, v.d.; el-îstizkâr, VII, 66 v.d

[175] Muvatta, Salatu'l-Havf 3'te : "...kıbleye ister dönük olsunlar ister olmasınlar..." ziya­desi de vardır. Ayrıca: Bahâri, Tefsir 2. süre 44; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 305, 306; Nesai, Salâtu'l-Havf (14. hadis) Dârakutnî, II, 59; Müsned, II, 132.

[176] Ebû Dâvûd, Salatus-Sefer 17; Dârakutnî, II, 62.

[177] Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 15-16; Müsned, II, 320; Nesaî, Salâtu'l-Havf (13, 15, 16, 17).

[178] Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 311.

[179] Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 19; Nesaî, Salâtu'1-Havf (27 no'lu hadis); Dârakutnî, Il, 6l.

[180] Dârakutnî II, 6l.

[181] Ebû Davûd, Salatu's-Sefer 19.

[182] Buhâri, Edeb 74; Müslim, Salat 178; Ebû Dâvûd, Salât 124; Nesai, İmame 41.

[183] İbn Ömer dedi ki: Ben Rasülullah'ı şöyle buyururken dinledim; "Aynı namazı bugün­de iki defa kılmayın," (Ebû Dâvûd, Salât 57; Dârakutnl, 1, 415).

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/448-452.

[185] Hadisin bir bölümü birinci başlıkta, âyetin nüzul sebebi açıklanırken geçmişti. Kaynak­larımı da orada işaret edilmişti.

[186] Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer 12 (22. hadis)

[187] Tirmizî, Tefsir 4, sûre 21.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/452-453.

[189] Dârakutni, II, 6l; ayrıca bk- Ebû Dûvûd, Salatu's-Sefer 19; Nesaî, Salatu'1-Havf (23 ve 26. hadisler).

[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/453-454.

[191] Muvatta, Salâtu'1-Havf 3 Ayrıca bk, Buhâri, Tefsir 2. sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesai, Salatu'l-Havf (14. hadis): Müsned. 11, 132; Dârakutni, II, 59.

[192] Muvatta, Salâtu'1-Havf 3 Ayrıca bk, Buhâri, Tefsir 2. sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesai, Salatu'l-Havf (14. hadis): Müsned. 11, 132; Dârakutni, II, 59.

[193] Buhârî, Salâtu'l-Havf 4.

[194] Buharî, Salâtu'1-Havf 4.

[195] Buhârî, Salatul Havf 4.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/454-455.

[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/455.

[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/455-456.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/456-457.

[199] Buhârî, Salat 60, Teheccüd 25; Müslim, Mesâcid, 69-70; Tirmizl, Salat 117; Nesâi, Mesâcid, 37; Muvatta, Kasru's-Salât 57. (Ancak:"İki secde ediversin” deği] de; "İki rekât kılıversin" anlamında).

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/457.

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/457-458.

[202] Bûharî, Meğazi, 31; Müsned, III, 390. Ayrıca bk. el-Maide, 5/11. âyet ile 67. âyetin tef­siri, 2. başlık.

[203] Buhâri, Tefsir, 4. sûre 22.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/458-459.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/459-460.

[206] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 666-667.

[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/460.

[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/460-461.

[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/461.

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/461-462.

[211] Tirmizi, Tefsir 4. sûre 22.

[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/462-464.

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/464.

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/464-465.

[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/465.

[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/465-466.

[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/466-467.

[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/467-468.

[219] Müsned, I, 9. Merhum müfessîrimizin bu hadisi bu şekilde rivayeti açıkça "Rasulullah buyurdu ki...” anlamında bir ifade bulunmadığından, hadisin merfû' değil, mevkuf ol­duğu izlenimi uyandırmaktadır, Ancak Miisned'de belirtilen yerde: "...Ebû Bekir dedi ki..." ifadesinden sonra: ^Rasulullah buyurdu ki…” ifadesi de açıkça kayd edilmiştir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/469.

[220] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizl, Birr 23; Dârimî, Rikaak 6; Müsnedt II, 230, 384, 386, 458.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/470-471.

[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/472.

[223] Tirmizî, Birr 45; Müsned, III, 344, 360, V, 173.

[224] "Dünyada ma'nıf ehli olanlar (ına'rvıf işleyenler) âhirette de tııa'nıf ehli kimselerdir" an­lamında: Taberani, el-Mu'cemu'l-Evsat, 1,135, V, 490, X, 203; "Cennete ilk girecek­ler de ma’ruf ehlidir" ziyadesiyle de: Aynı eser, VII, 50-51- Ayrıca bk..; el-Heysemî, Mec-mâu'z-Zevaid, III, 115 ve VII, 262- 263.

[225] Elimizdeki hadis kaynaklarmda tespit edemedik.

[226] Elimizdeki hadis kaynaklarmda tespit edemedik.

[227] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, III, 679-680.

[228] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, VIII 79-80.

[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/473-477.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/478.

[231] Tirmizi, Tefsir 4, süre 23- Ancnk Tirmizl'nm ifadesi; *Bıı, basen-garib bir hadistir' şek­lindedir.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/479.

[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/479-481.

[234] Buhâri, Enbiyâ 7, Tefsir 22, sûre 1, Rîkaak 45; Müslim, İınan 379; Tirmizi, Tefsir 22, sûre 1, 2; Müsned, I. 388, III, 32-33, IV, 432, 435.

[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/481-482

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/482-483.

[237] Müslim, Cennet 63: Müsned, IV. \62.

[238] Kadı Ebû İshâk İsmail b. İshük b. İsmail; Basralı olup Ezd'e mensuptur. Çağının en ile­ri Mâliki alimi idî. 282 h, yılında aniden vefat etmiştir. (el-Kettani, es-Risâletu'l-Mustatrefe, s. 37)

[239] Müsned, III, 473; az farkla Tirmizi, Birr 63; Müsned, IV, 137.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/483-484.

[240] Ebû Dâvûd, Edahi 6; Tirmizi, Edâhî 6; Nesaî, Dahâyâ, 8,9, 11; Dârimi, Edâhi 3; Müsned. I, 108, 128t 149.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/484.

[242] İbn öiner dedi ki: "Rasûlullah (sav) aıbrm ve davarların burulmasını yasakladı." (Müsned, II, 24.)

[243] Bir önceki nota bakınız.

[244] Hayvanların ölünceye kadar hedef alınmalarını yasaklayan rivayetler için bk. Buharı, Zebâih 25; Müslim, Sayd 58,60; Ebû Dövûd, Edâhî 11; İbn Mâce, Zebâih 10; Dârimi, Edâhî 13; Müsned, II, 94, III, 117, 171, 180, 191. V, 422.

[245] Muvatta, Şear 4. Miisned, II, 24'te ise; "Hilknc onunla gelişir" anlamındadır.

[246] Dârâkutnî'nin Sünen'inde tespit edemedik.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/485-486.

[247] "Seven ve doğurgan kadınlarla evlenin, çokluğunuzla öğüfleceğim" anlamında; Nesat, Nikâh 11; Masned, LII, 245. Ayrıca bk, el-Heysemî, Mecmau'z-Zevûid, IV, 252, 253, 258.

[248] Malın zayi edilmesinden söz etmesi, genellikle kölelerin burulmasından dolayıdır.

[249] Sakalibe: Ülkeleri Hazar sınırlarına yakın, Bulgarlarla Kostantiniyye (İstanbul) arası bölgede yaşayan bir kavim, (Fînızâbâdi, el-Kâmusu'l-Muhii). Bugün onlara Slavlar de­nilmektedir. (el-Mu'cemu.'1-Vasit),

[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/486.

[251] Müslim, Libâs 112; Buhari, Zekât 69; Müsned, III, 284.

[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/486-487.

[253] Enes'ten değil de Cabir'den: Müstim.Ubâs 10Ğ; Müsned, III, 318, 378; Tirmizî, Cihâd 31; (yalnızca işaret yasağı);

[254] "Sizden kim başkası ile döğüşürse (döverse) yüze vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Âdem'i onun sureti üzere yaratmıştır," anlamında ve "kölesini döverTden söz edilmek­sizin: Müslim, Bin-115.

[255] Buhâri, Tefsir 59. Sûre 4, Libâs 82, 84, 85, 87; Müslim, Libâs 120; Bbû Dâuûd, Tereccül 5; Tirmizi, Edeb 33 v.s...

[256] Müsned.V,   381, VI, 437.

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/487-489.

[258] Buhari, Libâs 85, 87; Müslim, Libâs 119; Ebû Dâvûd, Tereccül 5; Tirmizi, Libâs 25; Edeb 33; Nesaî, Zinet 23; İbn Mâce, Nikâh 52.

[259] Müslim, Libâs 121; ayrıca bk. Nesâi, Zinet 26.

[260] Buhâri, Libâs, 83. 85; Müslim, Libâs 115, 116; İbn Mâce, Nikâh 52.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/489-490.

[262] Buhâri, Cenâiz 93; Müslim, Kader 22 v.d.; Ebû Dâvüd, Sünne 17; Jlrmizi, Kader 5; Mu-vatta, CenSiz 52; Müsned, II, 2?3, 275, 347, 393, 410, 481.

[263] Künyesi Um Eymen'dir. Adının "Bereke" olduğu söylenir. Usâme b. Zeyd'in annesidîr. Peygaınbef (savcın dadısıdtr, Osman (r.a.l'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. (İbn Hacer, Takrlbu't-Tekzib, II, 219)

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/490-492.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/492-493.

[266] Müslim, Birr 52: Tirmizi, Tefsir 4. süre 24 Müsned, TT. 248; ;ıynaı bk.; Ebû Dâvûd, Cenâiz 1; Tirmizi, Tefsir 2. sûre 39; Müsned, I, 11. VI, 167, 218, 248

[267] el-Heysemî. Mecmau'z-Zeuâıd, VII. 12 (muhtasar olarak)

[268] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII12 (Hz. Aişe'den yakın ifadelerle)

[269] el-Tirmîzi, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 546-547.

[270] Tirmizi, Tefsir 2- sûre 39.

[271] Müaned, VI, 238. Ancak Kurtubi'de yer alan; ""Ali b, Yezid'den o annesinden..." şek­lindeki ibare: "Ali b. Zeyd'den o, Üıneyye'den..." şekiindedîr. Yani Kurtubi'deki "yezid" kelimesi, Miisned'de: "Zeyd" ; ""an ummihi-îii] nesinden" kelimesi ""an Umeyye=Ümey-yc'den..." şeklindedir. e3-Heysemi, Meemau'z-Zevâid, VII, 12'de ise soru soran kadının adı "Emine" olana verilmekte ve el-Heysemi, "Emine'nin kim olduğunu biliniyorum" kay­dını eklemektedir.

[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/493-497.

[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/497.

[274] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 3; ...Şüphesiz sizin bu arkadaşınız Allah'ın Hülilidır." anla­mında: Tİrmızî, Menâkib 15,16. İbn Mâce, Mukaddime 11.

[275] Buhâri, Salât 80; Menâkıbu'l-Ensâr 45, Fedailu Asbâbi'n Nebiyy 3,5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 2-7; Tirmizi, Menâkıb 14,15; İbn Mâce, Mukkaddime 11 v.s...

[276] Bk. es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 706.

[277] Bk. es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensur, II, 706.

[278] Ebû Dâvûd, Edeb l6; Tirmizi, Zülıd 45; Müsned, II, 303, 334.

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/498-501

[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/501-502

[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/502-503.

[282] Tirmizî, Tefsir 4. süre 26; Ebû Dâvûd, Nikâh 38, ile îbn Mace, Nikâh, 48'de Hz. Âişe'den.

[283] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 711.

[284] Buhârl, Mezâlim 11, Sulh 5, Tefsir 4. sure 24, Nikâh 95; Müslim, Tefsir 13, 14.

[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/503-504.

[286] el-Hâkiın, el-Müstedrek, II, 308.

[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/504-506.

[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/506.

[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/506-507.

[290] Muvatta, Hıısnu'l-Huluk 7; Müsned, VI, 445. Hadisin muttasıl başka rivayetleri için bk. Ibn Abdirl-Berr, et-7\>mhid, XXIII, 145 v.d.; el-îstizkâr, XXVI, 127 v.d.

[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/507.

[292] eİ-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 315, bunı yakın İfadelerle ve senedinde metruk bir navi bulunduğu kaydı İle. Bumda sözü edilen eİ-Cedd b. Kays, Rıdvan Bey'atinden sak­lanan kişidir. (Müslim, îmare 69; Müsned, III, 396). Câhiliyye döneminde Seleme oğul­larının efendisi olmuş, ancak Hz. Peygamber onun yerine Arar b. el-Cemûh'u nakib (kav­minin temsilcisi) yapmıştı. Sonraları güzel bir şekilde tevbe ettiği de söylenmiştir. Hz. Osman'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. Îbnu'l-Esîr, Usdu'-Ğâbe, I, 327.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/507-508.

[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/509.

[295] Ebû Dâvûd, Nikâh 38; Tirmizi, Nikâh 42; Nesaî, Îşretu'n-Nisa 2; îbn Mûce, Nikâh 47: Dârimi, Nikâh 25.

[296] Ebû Dûvûd, Nikah 38; Tirmizi, Nikâh 42; Nesaî, İşretu'n-Nisâ 2; îbn Mâce, Nikâh 47; Dârimi, Nikah 24; Müsned, II, 295, 347. 471.

[297] Çoğu bulamadığı için aZfi kanaat etmeye dair bir darb-ı meseldir (Mecmau'l-Emsâl, I. 305'ten naklen; îbn Aliyye, el-Muharrar, IV, 274, dn: 308),

[298] Buhâri, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 92.

[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/509-510.

[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/511-512.

[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/512-513.

[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/513.

[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/514.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/514.

[305] Ebû Dâvûd, Akdiye 16; Yakm lafızlarla: Tirmizî, Şehâdât 2; İbn Mâce, Ahkâm 30; Müs-ned, II. 203. 225; Ebû Dâvûd\m lafzıyla: Müsned. II, 204.

[306] İbn Mâce, Ticarât 64: Müsned, II, 179, 204, 214.

[307] Ebû Dâvûd, Akdîye 17; İbn Mâce, Ahkam 30; Darakutnî, IV, 219.

[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/514-517.

[309] O takdirde meal şöyle olmalıdır: "Adaleli titizlikle ayakta tutan Allah için şahidlik eden kimseler..."

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/517.

[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/517.

[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/518.

[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/518.

[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/518.

[315] Buhâri, İstikraz 13; Ebu Dâvâd, Akdiye 29; Nesat, Buyu, 100; İbn M&ce, Sadakat 18; Müsned, IV, 222, 388, 339.

[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/519-520.

[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/520.

[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/520-521.

[319] Buhâri, İstilâbetu'l-Mürteddin 1; İbn Mâce, Zülıd 29; Dârimi, Mukaddime 1; Müsned, I, 379, 409, 429, 431, 462.

[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/521-522.

[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/522.

[322] Müslim, Cihâd 151; Ebû Davûd, Cihâd 142; Tirmİzi, Siyer 10; İbn Mâce, Cihad 27; Dârimi. Siyer 54; Müsned, VI, 68, 149.

[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/523.

[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/524-526.

[325] Müslim, Fiten 19; Ebû Dâvûd, Fitn 1; Tirmizi, Fiten 14; îbn Mâce, Fiten 9; IV, 123 (Şeddad b. Evs’ten).

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/526-528.

[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/528-529.

[328] Muharece: Kölenin çalışına serbetisi şartı üe, efendisine aylık mali bir ödeme yapmak üzere anlaşması demektir. (İbn Münzir, Lisânu'l-Arab, II, 252).

[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/529-530.

[330] Buhârl, Mevâkit 20, Ezan 34; Müslim Mesâcid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesaî, tmü-ıne 45; İbn Mâce, Mesâcid 18: Darimi, Salat 52; Müsned, V, 140, 141.

[331] Müslim, Mesâcid 195; Ebû Dâvûd, SaLât 5; Tirmizi, Satât 6; Nesaî, Mevâkit 9; Muvat-ta, Kuran 46-, Müsned, III, 149.

[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/530-531.

[333] Buhâri, Ezan 95, 122, İsü'zân 18, Eyrnan 15; Müslim, Salat 45; Ebû Dâvûd, Salüt 144, Tirmizi, Salât, 110; Nesai, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkametus-Salât 72; Müsned, II, 437, IV, 340.

[334] Bu ve yakın manadaki hadislerin kaynaklan için: Fatiha Sûresi, II. Bölüm, 9. başlık.

[335] Tirmizi, Salât 81. Bu anlamdaki hadisler için bk-: Ebû Dâvûd, Salât 144; Nesaî, Tatbik 54, îftitâh 88; İbn Mâce, Îkametu's-Salât 16; Dârimî, Salât 73; Müsned, II, 525, IV, 22, 119, 122.

[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/531-532.

[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/532-533.

[338] Müslim, Sıfatıvl-Münâfikîn 17; Nesaî, İman 31; Müsned, II, 47, 88 (kısmen), 102.

[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/533-534.

[340] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/534.

[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/534-535.

[342] Buhâri, Tefsir 4. sûre 25.

[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/535-536.

[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/537.

[345] Kurtubi'nin kaynakları arasında yer alan ya da kıraatten söz eden tefsirlerde Lâm'in sakin olarak okunabileceğinden söz edeni tespit edemediğimiz gibi; lâm'ın sakin okunması halinde ayrıca daha önceki "inen;kii]i" în inim harfinin de eserdi olanı "miın... den" di­ye okunması gerekir, Bu taktirde buyruğun anhıru şöyle olıırr "Zulümden dolayı olma­sı müstesna.,.''

[346] Bahari, Ezan 128, îstizkâr 2, Cihad 98, Enbiya 19; Tefsir 3. sûre 9, 4.sûre 21, Edeb 110; Müslim, Mesâdd 294-295 (.ve devamına bk); Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesât, Tatbik 27; îbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 145; Dârimi, Salât 216; Müsned, II, 239, 255, 271, 370, 418, 502, 521.

[347] Meselâ bk. Buhâri, Tefsir 3, sûre 9.

[348] Ebû Dâvûd, Vitr 23; Edeb 46; Müsned, VI, 45, 136.

[349] Buhâri, İstikraz 13; Ebû Dâvûd, Akdiye 25: Nesûî, Buyu 100; îbn Mûce, Sadakat İS; Müs­ned, VI, 222, 388, 389.

[350] Buhari, Havalât, 1, 2, İstikraz 12; Müslim, Musakaai 33; Ebû Dâvûd, Büyü,10; Tirmizî, Buyu 68; Nesâî, Buyu 100, 101; îbn Mâce, Sadakat 8; Dârimi, Bııyû 48; Muvatta, Büyü, 84; Müsned, II, 71, 245, 254, 260.

[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/538-541.

[352] Buhâri, Meğazi 14, Nafakat 3, Ferâiz 3, frisam 5, Hums 1; Müslim, Cihad 49; Ebû Dâ vûd, İmâre 19; Neaâl, Fey' 16; Mü&ned, I, 49, 60, 208; Merhum müfessirimizin sözünü ettiği lafızları; Müslim, aynen zikretmekte, Müsned, I, 49da bunları kinayeli olarak zik­retmektedir.

[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/541-542.

[354] el-Beyhakî, Şuabu'l-îman, Beyrut 1410/1990, VI, 92.

[355] Buhâri, Mezalim 4, İkrah 7; Müslim, Bjrr 62; Tirmizi, Fiten 68; Dârimî, Rikank 40; Müsned, II} 99, 201, 324.

[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/542-543.

[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/544.

[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/544-545.

[359] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/545.

[360] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/546.

[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/547.

[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/548-549.

[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/550-552.

[364] Buhâri, Enbiya 49; Müslim, İman 242; Müsned, II, 290, 494.

[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/552-554.

[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/554-555.

[367] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/555-556.

[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/556-558.

[369] İbmı'l-Ğars zayıf olduğunu, İbnu'l-Kayyim de uydurma olduğunu söyleniştir. (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I, 439)

[370] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/559-562.

[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/562-563.

[372] Ebu'l-Leys es-Semerkaradî, Bahru'l-Ulüm, I, 405. Kaynaklan için ilgili nota bakılabilir. Güvenilir bir rivayet olmadığa belirtilmiştir.

[373] el-Hakim, el-Müstedrek, II, 597^ senedinde sika olmayan (güvenilmeyen) bir râvi oldu­ğu kaydedilmektedir. Ayrıca; Müsned, V, 178-179'da rasûllerin sayısı üçyüz on Küsur olarak verilmekte, nebilerin sayısından söz edilmemektedir. Vv 265-266'da üe Peygam­berlerin (nebilerin} yüzyirmi dört bin, bunlar arasında rasüllerin ise üçytiz onbeş olduk-lan belirtilmektedir.

[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/564.

[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/565.

[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/565.

[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/566.

[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/566.

[379] Buhari, Enbiya 48. Hudut 31; Dârimî, Rakaak 68; Miisned, I, 23, 24, 47, 55.

[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/567-568.

[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/568.

[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/568-569.

[383] Buna göre ez-Zeccâc "ilahlarımız" kelimesini takdir ederken, el-Ferrü ve Ebu Ubeyd de "onlar" kelimesini takdir etmektedirler.

[384] Çünkü o takdirde ifadenin takdiri şöyle demfek olur Şayet iman ederseniz, iman sizm İçin hayırlı olur şeklindedir,

[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/569-573.

[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/574-575.

[387] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/575..

[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/576.

[389] Buhâri, Meğazi 66\ Tefsir 4. sûre 27, 9. sûre 1; Ferâi2 14; Müslim, Ferniz 10-13: Ebu Dâvûd, Ferâiz 3; Tirmizl, Tefsir 4. sûre 27.

[390] Buhâri, Vudû, 44; Müslim, Ferâiz 5.7; Ebü Dâvûd, Ferâiz 'l\ TirtnUi, Ferâiz 5; Müsned, III, 372 (yakın lafızlarla).

[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/577-578.

[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/578.

[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/578-589.

[394] Müslim, Ferâiz 9; Tirmizi 4. sûre 28 {yakın ifadelerle); îhn Mâce, Ferâiz 5.

[395] İbn Mace, Ferâiz 5.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/579.

[396] îbnu'l-Arabi'nin şu ifadeleri, Râfıziler'in Hz. Ömer'i bu sözleri dolayısıyla ne şekîlde tenkit ettikleri hususunda fikir verici bir özelliktedir. "Eğer; Bu hususu Ömer'in bil­mediğine, bu konuda ashab arasmda Fikir birliği olmadığına ve bu görüş ayrılıkları kıyamet Gününe kadar devam edeceğine göre; bundun büyük bir sapıklık olabilir mî: denilecek olursa; Cevabımız şu olur; Bu bir sapıkbk değildir. Gerçekleştirilmesi va'd olunmuş beyandıf. Çünkü yüce Allah, ahkâmı, herkesin kolaylıkla anlayabileceği tıas-kr halinde indirmemiştir. Aksine bunu alimlere has kılmaktadır... Kimisi hakkı isabei ettirir on acir ahr, kimisi isabet ettiremez, tek bir ecir alır," (îbnu'l- Aiabî, AhJtâmul-Kur’an, 1,520-521),

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/579.

[397] Müslim, Ziihd 74 (uzunca bir hadisin boJüınti olarak; benzer ifadelerle); Ebü Dâv&d, Vitr 27 (benzer ifadelerle).

[398] Çünkü, bu hadisin lafzının son bölümlerinde hazf edilmiş bir lâ" edaıı vardır. Âyet-i kerimenin bu bölümünde de, "yanılmayısınız" buyruğundaki olumsuzluk manasını veren hazf edilmiş bir "Wnın bulunduğu gibi. Hadisin bu özelliği dolayısıyla, el-Kisaî bu ri­vayeti bu yönüyle güzel bulmuştur.

[399] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/568-569.