1. Münafıklardan
Teberrî ve Hicret:
2. Yakalanıp
Öldürülme Hükmünden İstisna Edilenler:
5. Mü 'minlere
Ceza Olmak Özere, Allah Dilediği Takdirde Kâfirleri Musallat Kılabilir.-
1. Âyetin Nüzul
Sebebi ve Hata Yoluyla Öldürmenin Mahiyeti:
3. Hataen
Öldürmenin Cezası ve Hikmeti:
5. Diyet Olarak
Verilecek Develerin Yaşları:
6. Hata Yoluyla
Öldürmede Diyeti Kimler Öder;
7. Diyetin Ödenme
Keyfiyeti ve Âkilenin Kapsamına Girenler:
8. Cenine
(Annesinin Karnındaki Yavruya) Karşı Cinayet:
9. Gurre'nin
Mahiyeti ve Konu île İlgili Diğer Hükümler:
10, Cenin Canlı
Olarak Doğarsa:
11. Diyetin
Bağışlanması Halinde de Keffâret Sakıt Olmaz:
12, Kâfirler
Diyarında Öldürülen Mü'minin Hükmü:
13. Hata Yoluyla
Öldürülen Kişi Müslümanlarla Antlaşması Bulunan Bir Kavimden İse:
17. Azad Etmek
İçin Köle Bulunamayacak Olursa:
18. Aralıksız İki
Ay Oruç Tutması Gereken Hastanın Hükmü ve Kadının Ay Hali Olması:
20, Allah Her
Şeyi Bilendir, Hakimdir:
1. Kasten
Öldürmenin Mahiyeti:
2. Kasten
Öldürme, Hata Yoluyla öldürme ve Kasta Benzer Hata İle Öldürme:
Ağırlaştırılmış
Diyet (Diyet-i Muğallaza):
3. Kasta Benzer
Öldürmelerde Diyeti Ödemekle Mükellef Olanlar:
4. Keffareti
Gerektiren Öldürmeler:
5, Bir Topluluğun Birisini Hata Yoluyla
Öldürmesi Hali:
6. Kasten
Öldürmenin Vebalinin Büyüklüğü:
7. Kasten Bir Mü'min Öldürenin Tevbesi Mümkün mü:
3. Selâm, Teslimiyet Arzetmek ve Barış:
4. Selâm Verene Eman Vermemek:
5. Akdi Olmayan Kâfirin Öldürülmesi:
7. Müslüman Olmayan Bir Kimsenin, Namaz Ya da İslama Has Fiillerden Birisini Yapması:
8. Dünya Hayatının Geçici Faydası île Gerçek Zenginlik:
9- Allah'ın Lütuflarma Rağbet Etmek:
11. Allah'ın Emirlerine Muhalefet Etmekten Sakınmak:
1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Savaştan Muaf Olanlar:
2. Devamlı Cihad İçin Bekleyenlerin Fazileti:
3. Zenginlik İle Fakirlik Arasında Fazilet Farkı:
4. Özür Sahibi Olanların İstisnası ve İlgili Kıraat
Farkı: Yüce Allah'ın:
5- Can ve Mallarıyla Cihad Edenlerin Fazileti:
1. Allah Yolunda Hicret Etmenin Mükâfatı:
2- Muhacir Genişlikle Karşılaşır:
3-Hicretle Terkedilmesi Gereken Yerler ve Savaşa Çıkıp
Çarpışmadan Ölen Gazinin Durumu:
5. Bir Yerden Bir Yere Gitmenin Kısımları:
2- Namazın Kısaltılabileceği Mesafe:
3. Namazın Kısaltılabileceği Yolculuğun Türü ve Mahiyeti:
4. Namazı Kısaltmaya Ne Zaman Başlanır:
5- Namazı Kısaltmaya Niyet Etmek:
6. Yolcu Ne Kadarhk Süreye İkâmeti Niyet Ederse Namazını
Tam Kılar:
7. Hz. Âişe île Hz. Osman'ın Seferde Kasr Etmeyip
Namazlarını Tam Kılmalarının Sebepleri:
8. Kasr’ın Mahiyeti ve Sünnetteki Uygulamaları:
10. Düşman Kâfirlerin Fitneye Düşürmesi ve Arap Dilinde
Fitne Kelimesinin Kullanılışı:
2. Korku (Havf) Namazının Kılınış Keyfiyeti, Bu Konudaki
Farklı Rivayetler ve Görüşler:
3. Hz. Peygamberin Kıldığı Korku Namazları:
4. Akşam Namazının Korku Halinde Kılınış Keyfiyeti:
6- Takib Eden ve Edilenin Namazı:
7- Düşman Göründü Zannederek, Korku Namazı Kıldıktan
Sonra Görünenin Düşman Olmadığının Anlaşılması:
8. Korku Namazı
Esnasında Gerekli Tedbirleri Elden Bırakmamak:
9- Namaza "Secde" Adının Verilmesi:
11. Silahı Almama Ruhsatı ve Bu Ruhsatın Nüzul Sebebi:
1." Bitirmek" Anlamına Kullanılan "Kaza
Etmek" Tabiri:
2. Namazdan Sonra Allah'ı Zikretmek:
3- Farz Namazlar Vakitleri Belli Namazlardır:
4. Kaçan Düşmanı Takipten Vazgeçmemek:
5. Mü'minlerin Üstünlükleri: Allah'tan Mükâfat Ummaları:
2. Allah'ın Şeriatinin Kanunları İle Hükmolunur:
4. Münafıkları Savunmak Yasaktır;
1- Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Anlamı:
2- Kâfir ve Müşrikten Başka Kimse Cehennem'de Kalmaz:
1- Şeytanın Saptırmaları ve Telkinleri:
2- Allah'ın Hilkatini Değiştirmenin Mahiyeti:
3- Kusurları Dolayısıyla Kurban Edilmeleri Caiz Olmayan
Hayvanlar:
6- İşaret Kastıyla Hayvanı Dağlamak:
7. İşaretlemeler, Dövmeler ve Benzeri Uygulamaların
Hükmü;
1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Kıraat Farkları:
2. Kadının Kendi İsteğiyle Haklarından Feragat Etmesi:
3. Karı-Koca Arasındaki Çeşitli Barış Türleri:
4- Kıraat Farklarına Dair Açıklamalar ve Anlamlan:
6- Kötü Huyların Kaynağı Cimrilik:
7- Allah İyilik Yapanların İyiliklerinden Haberdardır:
1- Adaleti Ayakta Tutmanın Devamlılık Gereği:
2- Yakınlar Aleyhinde Şahidîik:
3- Ebeveynin Çocukları ve Çocukların da Ebeveyni Lebine
Sahicilikleri:
4- Allak İçin Şahidlik Edenler:
6- Şahidlikte Allah'ın Rızasını Gözetmek Gerek:
8- Adaleti Bırakıp Hevaya Meyletmeyin:
9- Eğip Bükmek" île "Yüz Çevirmek Kelimelerine
Dair Açıklamalar:
1- Kâfirlerin Mü'minlerin Aleyhine Yol Bulamamaları Ne
Demektir:
2- Kâfirin Müslümanı Köle Edinmesi:
1- Namazda Tadili Erkânın Gereği:
2- Gösteriş İçin Namaz Kılanın Durumu:
1. Zulme Uğrayanın Kötü Söz Söylemesinin Mahiyeti:
2- Davalaşma Sırasında Hz, Abbas'ın Hz. Ali Hakkında
Kullandığı Ağır İfadeler Bu Kabilden midir?
3- Zulümden Tevbe Edenler ve Etmeyenler
1- Allah ve Peygamberleri Arasında Ayrım Gözetmek
2- Peygamberin Kimine İman, Kimini İnkar
3- Böyle Bir Uydurma Yol Takip Edenler Gerçek
Kâfirlerdir.
2- Kâfirler Şeriatla Muhatap mıdırlar?
2- Sudan'da Adı Anılan Tek Kadın: Hz, Meryem
3- Hz. isa'nın Babasız Olduğuna İnanmak:
2- Anne ve Babasız Olarak Vefat Edenin Durumu:
3- Kızhardeşler Ne Zaman Asebe Olurlar:
5- Rafizilerin Hz. Örneği Tenkidi:
87. Allah (Odur ki) O'ndan başka ilâh yoktur. Andolsun ki O, gerçekleşeceğinden
hiç şüphe olmayan Kıyamet gününde hepinizi mutlaka bir araya toplayacaktır.
Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?
Yüce
Allah'ın: "Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur" buyruğu,
mübtedâ ve haberdir "Andolsun ki O, mutlaka hepinizi bir araya
toplayacaktır" buyruğunun başındaki "lâm" yemin içindir.
Bu
âyet-i kerime, öldükten sonra diriliş hakkında şüpheye düşen kimseler hakkında
nazil olmuştur. Yüce Allah kendi zaüna yemin ederek bunun gerçekleşeceğini
bildirmektedir. Eğer "lam* dan sonra (fiilin sonunda) şeddeli bir
"nûn" geliyor ise: o "lam" kasem "lâm"ıdır
Buyruğun anlamı, ölüm ile ve yerin altında Kıyamet gününe kadar toplayacaktır
derler, şeklindedir. Bazıları, buradaki “” edatı ifadede bir sıradır (fazladan
gelmiştir), anlamı ise, mutlaka Kıyamet gününde hepinizi bir araya
toplayacaktır şeklindedir.
Kıyamete
bu ismin veriliş sebebi ise, insanların o günde, aziz ve celil olan âlemlerin
Rabbi huzuruna kalkacaklarından dolayıdır. Yüce Allah şöyle buyurmakladır:
'Yoksa onlar, büyük bir gün için muhakkak tekrar diriltilecek-lerini
sanmıyorlar mı ki. O günde insanlar Âlemlerin Rabbi'nin huzuruna
kalkacaklardır." (el-Mutafîifln, 83/4-6) Şöyle de denilmiştir: Kıyamet
günü, insanlar kabirlerinden kıyamet için kalkacaklarından dolayı bu ad
verilmiştir. Yüce Altah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, kabirlerinden
hızlıca çıkacaklardır." (el-Meâric, 70/43) Kıyamet kelimesinin aslı
"vavlıdır.
"Allah'tan
daha doğru sözlü kimdir?" buyruğundaki "Söz" kelimesinin nasb
edilmesi, beyan olduğundandır. Anİamı, Allah'tan daha doğru sözlü hiçbir kimse
yoktur, demektir. Hamza ve el-Kisaî, “” kelimesini "sâd" yerine
"ze" harfi ile; “” diye okumuşlardır. Diğerleri, "sâd" ile
okumuşlardır. Kelimenin aslı "sâd" iledir. Bu iki harfin mahreç
bakımından bi-ribirterine yakınlığı dolayısıyla "sad" yerine
"ze" ile okumuşlardır.
[1]
88.
Allah, onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıverm işken, münafıklar
hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız? Allah'ın saptırdığını doğru yola
getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına asla doğru bir yol
bulamazsınız.
^Münafıklar
hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız." Ne dîye birbirinden farklı iki
guruba, iki fırkaya bölündünüz. Müslim'de, Zeyd b, Sabit'ten gelen rivayet
göre, Peygamber (sav) Uhud'a çıktığında beraberinde olanlardan bir kesim geri
dönmüştü. Bunun ürerine Peygamber (sav)'ın ashabı, onlar hakkında iki guruba
bölündü, Kimisi: Onları öldürelim dedi, kimisi de: Hayır Öldürmeyelim, dedi.
Bunun üzerine: "... münafıklar hakkında ne diye İki guruba ayrıldınız"
ayeti nazil oldu.
[2]
Bunu
Tirmizi rivayet etmiş ve şunu eklemiştir: Peygamber buyurdu ki: "Bu Medine
(Tıbe)'dir." Yine şöyle buyurdu; "Ateş nasıl ki demirin pisliğini
gideriyor ise, bu şehir de pislikleri öylece dışart çıkartır" Tirmizî
dedi ki: Bu ha-sen, sahih bir hadistir.
[3]
Buhârî
de der ki: "Bu Tîbe'dir. Ateş nasıl ki gümüşün pisliklerini (yabancı
maddelerini) uzaklaştırıyor ise, bu şehir de bu şekilde pis ve murdar olanları
dışarı çıkartır"
[4]
Burada
kastedilen münafıklar, Uhutl günü Rasûlullah (sav)'a yardımdan vazgeçip,
onunla birlikte çıkmışken askerlerini de geri alıp çekilen Abdullah b. Ubeyy ve
arkadaşlarıdır.
Nitekim
buna dair açıklamalar, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/153. ve sonraki ayetlerin
tefsiri) geçmiş bulunmaktadır.
İbn
Abbas ise der ki; Bunlar Mekke'de iman edip hicreti terkeden bir topluluktur.
ed-Dalıhak der ki; Ayrıca bunlar şöyle derlerdi: Eğer Muhammet! (sav) galip
gelirse, onun peygamber olduğunu bilmiş oluruz. Şayet bizim kavmimiz galip
gelirse biz bunu daha çok severiz. Bunun üzerine müslümanlar, bunlar hakkında
iki guruba ayrıldılar. Bir kesim onUn dost ediniyor, bir kesim de onlardan
uzak kalıyordu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Münafıklar
hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız?" diye buyurdu.
Ebu
Seleme b. Abdurrahman ise, babasından (Abdurrahman b. Avf tan) naklettiğine
göre, bu âyet-i kerime, Medine'ye gelen ve müslüman olduklarını açıklayan bir
topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar Medine'nin sıtmasına ve ateşli
hastalığına yakalandılar. Bunun üzerine baş aşağı döndürülüp, Medine'den çıkıp
gittiler.
Peygamber
(sav)'m ashabından bir gurup onlarla karşılaşınca: Ne diye geri dönüyorsunuz?
diye sordular, şu cevabı verdiler: Medine'nin sıcağından rahatsızlandık. O
bakımdan orada kalmak işimize gelmedi. Bu sefer karşılarına çıkanlar şöyle
dediler: Bu hususta Rasûlullah (sav) sizin için uyulacak bir örnek olmuyor mu?
Ashabın bir bölümü: Banlar münafıklık ettiler derken, bir bölümü de: Münafıklık
etmediler, mîislümandırlar dediler.
Bunun
üzerine yüce Allah da: "Allah onları kazandıkları yüzünden baş aşağı
yıkıvermişken, münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız" ayetini
indirdi,
[5]
Nihayet
Medine'ye geldiler ve kendilerinin muhacir olduklarını iddia ettiler. Bundan
sonra da irtidat ettiler. Rasûlullah (sav) dan, ticaret yapmak üzere
kendilerine ait bir takım malları getirmek üzere Mekke'ye gitmek için izin
istediler. Mü'minîer de onlar hakkında anlaşmazlığa düştü. Kimisi bunlar münafıktırlar
derken, kimisi de: Hayır rnü'mindirter, dedi.
Yüce
Allah böylelikle onların münafık olduklarını açıkladı ve bu âyet-i kerimeyi
indirerek onları öldürmeyi emretti.
[6]
Derim
ki: Bu konudaki (son) iki görüşü, bu ayetten sonra gelen: Allah yolunda hicret
edinceye kadar..." buyruğu desteklemektedir. Birincisi ise nakil itibariyle
daha sahihtir.
Buhârî,
Müslim ve Tirmizî'nin tercih ettiği de odur. "îki gurup" anlamına
gelen: “” kelimesi hal olarak nasb olmuştur. Nitekim Ne diye ayaktasın
dediğimizde, "ayaktasın" anlamındaki kelime hal'dir. Bu açıklama
el-Ahfeş'den nakledilmiştir. Kûfeliler der ki: Bu, “” Ne diye . “"ın
haberidir.
Nitekim,
“” kelimelerinin haberi gibidir. Haberin başına da elif lam'ın gelmesini de
caiz kabul ederler
el-Ferra
ise "Onları baş aşağı etti" buyruğu, onları küfre döndürdü ve baş
aşağı çevirdi demektir, der. en-Nadr b. Şumeyl ve el-Kisaî de böyle demiştir.
Bir
şeyi baş aşağı çevirmek veya onun başını sonuna döndürmek demektir. “” ise “”
île aynı anlamda olmak üzere, baş aşağı döndürülmüş, demektir. Abdullah ile
Ubey (Allah ikisinden de razı olsun)"in kıraatinde ise, -hemzesiz olarak-:
“” şeklindedir.
Abdullah
b. Revaha der ki:
"Kapkaranlık
bir fitneye başaşağı döndürüldüler
Gecenin
karanlığım andıran, arkasından fitneler gelen”
Bir
kişinin daha önceden kurtulmuş olduğu bir işe tekrar döndürüîmesi-ni ifade
etmek için de: (jJji&i^r&J ) denilir.
(Bu
kökten gelen) er-Rukûsiyye ise, hristiyanlarla Sâbİîler arasında bir inanca
sahip olan bir kavimdirler.
Ekin
dövüldüğü esnada öküzün harmanın ortasında durup, diğer öküiie-
rin
de etrafında durması halinde, duran öküze: “” denilir.
"Allah'uı
saptırdığım doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?" Yani onlar hakkında
mü'minJer gibi hüküm verilmek sureciyle onları sevaba, ecre mi yöneltmek
istiyorsunuz?
"Allah'ın
saptırdığına asla doğru bir yol bulamazsın." Yanı, böyle birisini
hidayete, doğruluğa ve doğruyu istemesine sebep olacak bîr yola iletemezsin.
Bu ise, hidayetlerini kendilerinin yarattıklarını söyleyen Kaderiyye ve aynı
kanaati savunan diğer fırkaların kanaatlerini reddetmektedir.
Nitekim,
buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fatiha Sûresi, 31- başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[7]
89-
Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup böylece birbirinize eşit olmanızı arzu
ederler. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden kimseyi veli
edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz.
Ve onlardan hiçbir veli ve hiçbir yardımcı edinmeyin.
90.
Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut hem sizinle, hem
kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daratarak size gelenler müstesnadır.
Allah dikseydi, elbette onları üzerlerinize saldırtır, sizinle savaşırlardı.
Şayet onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar, sizinle barış içinde
kalmak isterlerse artık Allah size onların aleyhine bir yol bırakmamıştır.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;
Yüce
Allah'ın: **Onlar... sîzin de kâfir olmanızı arzu ederler" onlar da küfür
ve münafıklıkta kendileri gibi ve eşit olmanızı temenni ettiler, demektir.
Yüce
Allah da böylelerinden teberri edip uzaklaşmayı emrederek şöyle buyurmaktadır:
"O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden kimseyi veli
edinmeyin." Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hicret
edene kadar sizin onlarla hiçbir velayet bağınız yoktur." (el-Enfal, 8/72)
Hicret
birkaç türlüdür. Bunlardan birisi Peygamber (sav)'a yardımcı olmak üzere
Medine'ye hicret etmekti. Bu hicret, Hz. Peygamber (sav): "Mekke'nin fethinden
sonra hicret yoktur"
[8]
buyruğuna kadar, İslâm'ın ilk dönemlerinde vacip-(farz) idi.
Peygamber
(sav) ile birlikte çıkılan gazalarda münafıkların hicreti (onlardan
uzaklaşmak) de böyledir.
Dâr-ı
harpçe İslama girenlerin hicret etmesi (.Dâr-ı İslâm'a göç etmesi) de aynı
şekilde vaciptir,
Müslüman
kimsenin Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyleri hecr etmesi (onlardan uzak
durması) da böyledir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır;
"Muhacir, Allah'ın kendisine haram kıldığını hecr eden (ondan uzak duran)
kimsedir."
[9] Bu iki hicret yolu ise şu
ana kadar sabittir (hükümleri devam etmektedir). Masiyet işleyen kimseleri de
tehdit etmek üzere masiyet-lerinden vazgeçinceye kadar hecr edip tevbe
edecekleri vakte kadar onlarla konuşulmaması, onlarla birlikte oturup
kalkılmaması da bir hicrettir. Nitekim Peygamber (sav) Ka'b b. Züheyr ile iki
arkadaşına karşı böyle davranmıştı. (et-Tevbe, 9/118. âyetin tefsiri)
"Eğer
yüz. çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz.11
Yani,
şayet onlar tevhidden ve hicret etmekten yüz çevirecek olurlarsa, ister Harem
bölgesinde, İster Harem'in dışında nerede olursa olsun onları esir alınız,
öldürünüz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ancak,
bundan bir takım istisnalarda bulunulmuştur ki, bunu da bir sonraki başlıkta
ele alacağız.
[10]
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme
sığınanlar... müstesnadır."
Yani,
böyle bîr kavim ile ilişkiye girip, aralanndakt himaye ve antlaşmaların
kapsamına girenler müstesnadır.
Buyruğun
anlamı şudur: Sîzinle antlaşması bulunan bir kavim ile antlaşma yapmış
kimseleri öldürmeyiniz. Çünkü, bunlar da (dolaylı olarak) antlaşma yaptığınız
kavmin antlaşması çerçevesinde sayılırlar Daha sonra bu antlaşmaların hükmü
kaldırıldığından dolayı bu İstisna da kaldırılmış oldu. Bunun, böyle olduğu
ise, Mücahid, İbn Zeyd ve diğerlerinin görüşüdür. Ayetin anlamı ile ilgili
olarak söylenen en sahih görüş de budur.
Ebû
Ubeyd der ki: "Sığınanlar" o antlaşmaya, intisab edenler anlamındadır.
el-A'şa'nın şu beyiti de bu kabildendir:
"O,
intisab ettiğinde (nesebini açıkladığında, nesebim) Bekr b. Vaıl’e gider, der.
Halbuki, burunlar yerde sürtülse de yine onu eair alan Bekr’lilerdir."
Görüldüğü
gibi burada bu kelime, nesebini intisab etmek anlamında kullanılmıştır.
el-Mehdevî der ki: Ancak böyle bir mana vermeyi ilim adamları kabul etmezler.
Çünkü neseb, kafirlerle çarpışıp onları öldürmeye engel değildir. en-Nehhas
der ki: Böyle bir açıklama büyük bir yanlıştır. Zira bu, yüce Allah'ın
müslümanlarla arasında herhangi bir neseb bağı bulunan bir kimseyle savaşmayı
yasakladığı kanaatini verir. Halbuki müşrikler ile ilk İslam'a girenler
arasmda sağlam neseb bağlan vardı. Bundan da daha ağır (bilgisizlik), bu
hükmün önceleri sözkonusu olup sonradan nesli olduğunu bilmektedir. Zira te'vil
ehli (.tefsir bilginleri") bu hükmü, Tevbe Sûresi'nin nesh ettiği üzerinde
İcma etmişlerdir. et-Tevbe Sûresi ise, Mekke'nin fethinden ve savaşların ardı
arkasının kesilmesinden sonra nazil olmuştur. Taberî de bu manada açıklamalarda
bulunmuştur.
Derim
ki: Kimi ilim adamı, intisab etmenin emân anlamına geldiğini açıklamışlardır.
Yani, emanı bulunanlara müntesıb olan bir kimse, emana bağlı olanların hepsi
gibi o da emin olur. Yoksa buradaki intisab, akrabalık anlamına gelen neseble
alakalı değildir.
Kendileriyle
Peygamber (sav) arasında bu şekilde bir antlaşma bulunanların kimlikleri
hususunda farklı görüşler vardır. Bunların Müdlicoğulları olduğu söylenmiştir.
el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: Müdlicoğulları ile Kureyşliler
arasında bir akid vardı. Kureyşlilerle Rasûİullah (sav) arasında da bir ahid
vardı.
Ikrime
de der ki: Âyet-i kerime Hilâl b, Uveymir^ Süraka b. Cu'şub, Huzey-me b. Amir
b. Abdimenaf hakkında nazil olmuştur. Bunlarla Peygamber (sav") arasında
bir ahid vardı. Bunların Huzaalılar olduğu da söylenmiştir.
ed-Dahhak,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Sizinle aralarında antlaşma
buiunan bir kavimden kastettiği, Bekr b- Zeyd b. Menatoğutla-ndır. Bunlar da
barış ve ateşkes antlaşması çerçevesinde İdiler.
[11]
Bu
âyeti kerimede kendileriyle savaşılan harb ehli kimseler iîe müslüman-lar
arasında -eğer müs[umanların lehine bir maslahat varsa,- barış antlaşmasının
yapılabüeceğine bir delil vardır. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle-(8/72-75.
ayetlerin tefsirinde 4 ve 5- başlıklarda) ve (9/4. ayet ve devamının
tefsirlerinde) gelecektir.
[12]
Yüce
Allah'ın: "Yahut hem sizinle, hem kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri
daralarak size gelenler müstesnadır" buyruğundaki: "Daralmış,
daralarak," anlamındadır. Lebîd der ki:
"Ovaya
indim, o (atım) ise alabildiğine yüksek bir hurma ağacını andırıyordu. Hertürlü
eksiklikten uzak ve hurma ağacının tepesindeki meyveleri toplamak isteyenlerin
isteklerini elde etmekten yana göğüslerinin daraldığı bir hurma ağacı
gibiydi."
Görüldüğü
gibi burada şair; "uzun olan hurma ağacını toplamaktan yana göğüsleri
daralmış kimseleri" kastetmekledir. Sözde 'îıasr" da, konuşan bir
kimsenin konuşurken darlık ve sıkıntı çekmesi demektir. "el-Hasır"
ise, sırrı alabildiğine gizleyen kimse demektir.
Şair
Cerîr de der kiı
"Andolaun,
jurnalciler benim yanılmamı çok istediler. Fakat onlar, ey Umeym, senin sırrını
alabildiğine gizleyen ve bu hususta çok cimri birisine
rastgeldiler/dediler)."
Âyet-i
kerimedeki "Daralmış olarak," buyruğunda -tahkik anlamını ifade
eden-: “” edatı gizlidir. Bunu el-Ferra söylemiştir. Bu buyruk da "Size
gelenler"deki merfu' zamirden haldir. "Filan kişi aklı başından
gitmiş olarak geldi" demeye benzer. Bunun bir haberden sonra İkinci bir
haber olduğu da söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccac demiştir. Yani size gelenler
müstesnadır
Sonra
da bunların durumlarını haber vererek : "Kalpleri de -sizinle savaşmaktan-
daralmıştır" demektedir Buna güre “” buyruğu “”dan bedel olur. Bu
kelimenin kavmin sıfatı olmak üzere cer mahallinde olduğu da söylenmiştir.
Ubey'in
kıraatinde ise: "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınan ve
göğüsieri daralanlar müslesnâdır" şeklinde olup, “” Yahut... size
gelenler, ibaresi yoktur.
Bu
ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Yahut göğüsleri daralmış
erkekler veya bir topluluk olarak size gelirlerse, o takdirde bu, hal üzere
nasb edilmiş bir mensubun sıfatı olur.
el-Hasen
ise, bunu: "Yahut sizlere göğüsleri daralmış olarak gelirlerse"
şeklinde hal üzere mansub olarak okumuştur,
Mübteda
ve haber olmak üzere bunun merfu' olması da mümkündür. (O takdirde buyruğun
anlamı şöyle olur: Yahut size gelirlerse ve kalpleri de... daralmış
bulunuyorsa).
"Veya
size göğüsleri daralmışlar olduğu halde gelirlerse" şeklinde bir okuyuş da
nakledilmiştir. "Daralmışlar" anlamına gelen kelimenin merfu1
okunması da bu takdirde caizdir.
Muhamed
b. Yezid ise der ki: "” buyruğu onlar hakkında bir bedduadır (Anlamı:
Kalpleri daralasıca onların, şeklinde olur).
“”
Allah kâfire lanet etsin, demek gibi. Bunu da el-Müberred demiştir. Şu kadar
varki, kimi müfessirler bunu zayıf kabul etmiş ve şöyle demiştir: Bu açıklama,
onların kavimleri ile savaşmamayı gerektirir. Oysa bu tutarsızdır. Zira
kendileri de kâfirdirler, kavimleri de kâfirdirler. Ancak bunun anlamının doğru
olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. O takdirde savaşmamak müslümanlar
hakkında, onlar için bir taciz» kavimleri hakkında da bir tahkir mahiyetinde
olur.
Buradaki
"ev: veya"nin "vav" (ve) anlamında olduğu da söylenmiştir.
Şöyle
buyurulmuş gibidir: Sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınıp,
sizlere de gerek size karşı gerekse de sizinle birlikte savaşmaktan yana
kalpleri daraldığından dolayı her iki kesimle de savaşmaktan hoşlanmayarak size
gelirlerse...
Burada
sözü geçenlerin bu esas üzere kendileriyle antlaşma yapılmış kimseler olmaları
ihtimali de vardır. O takdirde bu bir çeşit ahtd ohır. Veya bunlar: Biz
müslüman oluruz fakat savaşa katılmayız, diyen kimseler de olabilirler.
İslâm'ın ilk dönemlerinde Allah kalplerinde takva için geniştik verinceye,
İslâm için kalplerini açıncaya kadar bunun onlardan kabul edilmiş olması
ihtimali vardır,
Ancak,
birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Yahut...
savaşmaktan" buyruğu nasb mahallîndedir. Yani hem size karşı (hem kendi
kavimlerine karşı) savaşmaktan yılmışlar olarak.., anlamındadır.
[13]
Yüce
Allah'ın: "Allah dileseydi, elbette onları üzerinize saldırtır, sizinle
savaşırlardı." Buyruğunda geçen, Allahın, müşrikleri müminlere musallat
kılması (saldırtması), onlara bu gücü vermesi ve bu hususta onları
güç-lendirmeşiyle olur. Bu da ya müslümanlar arasında münkerin yaygınlaşıp
ma-siyetlerin ortaya çıkmasına karşılık bir ceza ve bir intikam ile olur. Ya da
bir ibtilâ ve bir deneme için yapılır.
Nitekim
yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz,
içinizden cihad edenleri ve saberdenleri açıkça ortaya çıkartalım ve haber
terinizi açıklayalım diye sizleri imtihan edeceğiz" (Muhammed, 47/31.) Ya
da bu, günahlarını temizlemek için de yapılır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bir de Allah mü'minleri (günahlarından) temizlesin
diye." (Âl-i İmran, 3/141)
Bundan
önceki âyetler ile ilişki ve bağlantı cihetine gelince: Sizler haklarında
anlaşmazlığa düştüğünüz münafıktan öldürünüz. Hicret etmeleri ve sizinle
aralarında antlaşma bulunan bir kavme varıp o kavmin girdiği antlaşmanın
kapsamına girenleri müstesna. O takdirde o antlaşmakların hükmünü alırlar
Yine,
size karşı veya kavimlerine karşı savaşmaktan yana göğüsleri daralmış halde
size gelip sizin aranıza katılanlar da müstesnadır, böylelerini de öldürmeyiniz.
[14]
91.
Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka
insanlar olduğunu da göreceksiniz. Ne zaman fitneye döndürülürİerse onun İçine
baş aşağı atılırlar. Şayet sizden uzak durmaz, size barış teklif etmez ve
ellerini çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İ^te
böylele-rine karşı size apaçık bir yetki verdik.
Allah'ın:
"Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak iseteyen başka
insanlar olduğunu da göreceksiniz" buyruğunun anlamı, önceki âyetin ifade
ettiği anlam gibidir. Katade der ki: Bu âyet-İ kerime hem Peygamber (sav)'ın
nezdinde emin olmak, hem de kavimleri arasında emin kalrnak isteyen Tilıameli
bir kavim hakkında nazil olmuştur. Müca-hid der kjr Bu, Mekkeli bir topluluk
hakkında nazil olmuştur. es-Süddî de der ki: Bu âyet-i kerime, Nuaym b. Mes'ud
hakkında inmiştir O, hem miislüman-Lar yanında emniyetteydi, hem de müşrikler
arasında. el-Hasen der ki: Bu münafıklardan bir topluluk hakkındadır.
Yine
denildiğine göre bu âyet-i kerime, Esed ve Gatafanlılar hakkında nazil
olmuştur. Bunlar Medine'ye gelip İslama girdiler, sonra da kendi yurtlarına
geri döndüklerinde kâfir olduklarını açıkladılar.
Yüce
Allah'ın: "Ne zaman fitneye döndürülürİerse, onun içine baş aşağı atılırlar"
buyruğundaki: "Döndürülürler" kelimesini, Yahya b, Ves-sab Üe
el-A'meş "ra" harfini esreli olarak: “” diye okumuşlardır. Çünkü bu
kelimenin aslı: “” şeklindedir. İki dal harfi idğam edildikten sonra birinci
dal'ın esresi "re" harfine takınmış olmaktadır. Buradaki fitneye
döndürülmekten kasıt, küfre döndürülmektir. Buna çağrıldılar mı "içine
baş aşağı atılırlar.'' Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, sizden yana emin
olmak için sîze karşı zahiren barış içerisinde olduklarını ortaya koyacaklar
bulacaksınız. Fakat, herhangi bir fitne ortaya çıkacak olursa size karşı o
fitneyi çıkartanlarla beraber olurlar.
"Onun
içine baş aşağı atılırlar" buyruğu ise, sizinle yapmış olduktan antlaşmadan
gerisin geri dönerler demektir. Anlamının şirke çağırıldıkları takdirde,
tekrar şirke avdet eder ve dönerler, şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[15]
92,
Bir mümin diğer bir mü'mini -yanlışlıkla obuası müstesna- öl-dürcmtz. Kim bir
mü'mini yanlışlıkla öldürürse» mü'min bir köle-azad etmesi ve (ölenin)
akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir* Onların (diyeti katile)
sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Şayet (öldürülen) mü'min olmakla beraber
size düşman olan bir kavimden ise, o zaman katilin mü'min bir köle azad etmesi
gerekir. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bîr kavimdcnse, o
vakit akrabalarına bir diyet vermek ve mü'min bir köle azad etmek gerekir. Kim
bulamazsa, -Allah'tan bîr tevbe olmak üzere- iki ay aralıksız oruç tutmalıdır.
Allah çok iyi bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mü'mini -yanlışlıkla olması müstesna-
öldüremez" diye başlayan bu âyet-i kerimesi, ahkâma dair ana âyetlerden
birisidir. Buyruk hata yoluyla olması dışında mü'min, mü'min bir kimseyi
öldürmemelidir, demektir. “” ifadesi, nefy' için değildir. Bu, haram kılmak ve
yasaklamak içindir. Yüce Allah'ın: "Rasulullah'a eziyet vermeniz sizin,
için olacak birşey değildir" (el-Ahzab, 33/53) buyruğunda olduğu gibi.
Eğer bu nefyr anlamında olsaydı, hiçbir şekilde mü'min bir kimse bir diğer
mü'mini lıata yoluyla dahi olsa öldürmez, demek oîurdu. Çünkü Allalı^ın
nefyettiği birşeyin var olması mümkün olamaz-
Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların ağaçlarını bitirmek sizin
için mümkün değildir"(en-Nemi, 27/60) Kulların o bahçelerin ağaçlarını
bitirmeye ebediyyen güçleri olmaz.
Katade
der ki: Buyruğun anlamı, AHah'ın ahdi ve hükmü gereğince onun böyle bir şey
yapma hak ve yetkisi yoktur, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Şu anda böyte
bir hak ve yetkisi olmadığı gibi, geçmişte de böyle bir yetkisi yoktu. Daha
sonra birincisinden olmayan bir şekilde (yani kendisinden istisna edilenden
olmayan bir şekilde) munkatı' bir istisnada bulundu. Munkatı' istisna ise, “”
Ancak, anlamında değil de: “” Ama anlamında olan istisnadır. İfadenin takdiri
de şöyle olur: Hiçbir şekilde mü'minin mü'mini öldürmesine imkân yoktur. Ama
hataen onu öldürecek olursa şu yükümlülüğü yerine getirmelidir. Sibeveyh ve
ez-Zeccâc'ın görüşleri (Allah ikisine de rahmet eylesin.) budur. Yüce Allah'ın
şu buyruğu da munkatı' istisnaya bir örnektir: "Onların bu hususa dair
hiçbir bilgileri yoktur. Zanna tabi olmaktan başka.1* (en-Nisa, 4/157)
en-Nâbiğa
da der ki:
'İkindi
vakti, akşam üzeri kısa bir zaman durdum, ona sordum, Bana cevap veremedi ve
kimse yoktu evde.
Olan
yalnızca yerinden ayı rama dığmı aıkı bağlanmış binek bağlarıydı. Bir de
kazılması zor bir yerde gereksiz yere su biriktirmek için havuzu andıran evinin
etrafındaki çukurdu."
Görüldüğü
gibi burada istisna edilen "bağlar" kendisinden istisna yapılan
"kimse" nin gerçek anlamda cinsinden olmadığından dolayı onun kapsamına
girmemektedir. (Yani bu istisna munkatı' dır). Bunun bir benzeri de bir başka
şairin şu beyitidir:
"Sukam
vadisi içinde teselli edecek hiçbir doat kalmayıp büsbütün boşalıverdi Orda
sadece yırtıcı hayvanlar ve mazı ağaçlarına çarpan geçip giden rüzgar
var."
Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Ve
bir şehir ki orada teselli verecek bir dost yok Yalnızca ceylanlar ve yaban
inekleri vardır."
Bir
diğeri de şöyle demektedir:
"Kimi
adamlar ise meyvesiz kurma ağacına benzer Gölgesi de yoktur, ama hurma ağaçlan
arasında saydır."
Bunu
Sibeveyh nakletmektedir. Buna benzer .şiirler de pek çoktur. Bunun en
güzellerinden birisi de Cerir'in şu beyitidir
"O
öyle beyaz tenlilerdendir ki uzak bir yere yolculuk yapmamıştır Ve o, üzerinde
yolculuk resimleri bulunan ince elbiselerin etekleri
müstesna
yere basmış değildir."
Şair;
İnce elbiselerin eteklerine basması dışında yere basmamıştır demig gibidir. Bu
âyet-i kerime Ayyaş b. Ebi Rebia'nin ÂmiroğuHarından el-Haris b. Yezid b, Ebi
Enise'yi aralarındaki bir kin dolayısıyla öldürmesi üzerine nazil olmuştur.
el-Haıis, müslüman olarak Medine'ye hicret edince, Ayyaş onunla karşılaşmış,
müslüman olduğunu bilmeden onu öldürmüştü- Durum kendisine haber verilince
Peygamber (sav)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benimle
Haris'in başından bildiğin olay cereyan etmiş bulunuyor. Ben, onu öldürünceye
kadar onun İslama girdiğini bilmiyordum. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu.[16]
Buradaki
istisnanın muttasıl bir istisna olduğu da söylenmiştir. Yani, mü'min bir diğer
mü'mini öldüremez ve ona kısas uygulayamaz. Hata ile onu öldürmesi hali bundan
müstesnadır. Yine bu durumda ona kısas uygulamaz, ama bu durumda şunlar şunlar
yapılmalıdır. Bir diğer şekil de, karar kılmak ve meydana gelmek anlamında “”'ın
takdir edilmesidir.
Şöyle
buyurulmuş gibidir; Hata ile olması müstesna, mü'min bir kimsenin diğer bir
mü'mini öldürmesi olacak, meydana gelecek bir şey değildir. Çünkü hatalı
hallerde mti'min bazen elinde olmayarak bu duruma düşebilir. Bu iki açıklama
şekline göre ise istisna munkatı' olmaz.
Buna
göre âyet-i kerime, kasten öldürmenin büyük bir iş olduğunu ve olmaması
gereken bir hadise olduğunu ihtiva etmiş olur. Şöyle denmiş gibi olur: Ey
filan, unutmuş olman müstesna, senin böyle birşey söylemen olacak birşey
değildir. Bu ise, her halükârda böyle bir sözü söylemeyi yasaklamakla birlikte
kasti olarak bu sözün söylenmesinin ne kadar büyük olduğunu ifade etmektedir.
Âyetin anlamının: "Ve" hata İle dahi olsa öldüremez, şeklinde olduğu
da söylenmiştir.
en-Nehhas
der ki: "İllâ” İstisna edatının "vav" anlamına kullanılması
mümkün değildir. Arap dilinde böyle bir kullanım bilinmediği gibi, mana bakımından
da doğru değildir. Çünkü hata yapılan bir şey yasak kılınmaz.
Diğer
taraftan bu buyruğun hitap delilinden kâfirin müslümanı öldürmesinin caiz
olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü müslümamn kanı haramdır. Mü'minin burada
özellikle anılması, onun şefkat, kardeşlik, merhamet ve akidesini vurgulamak
içindir. el-A'mes, "hataen" kelimesini üç yerde
[17] de
(bir) medli olarak “” seklinde okumuştur.
Hata
yoluyla (yanlışlıkla) öldürme şekilleri ise, sayılamayacak kadar pek çoktur.
Hepsinin ortak yönü ise öldürme kastının bulunmayışıdır. Mesela, müşriklerin
saflarına atış yaptığı halde müslüman bir kimseye isabet ettirmesi, yahut
önünden öldürülmeyi hakeden zina etmiş yahut muharip veya mür-ted bir kimse
koşarken kendisi de onu öldürmek kastıyla arkasından giderken bir başkası ile karşılaşır
ve karşılaştığı bu kimseyi o zannederek öldürürse bu da hata yoluyla bir
öldürme olur. Veya bir hedefe doğru atış yaparken bir insana isabet ettirmesi
ya da bunun gibi haller bu kabildendir. Bunlar, hakkında görüş ayrılığı
bulunmayan hususlar arasındadır.
Hatâ,
“” dan bir isimdir. Eğer kasten yapılmamış ise, yanlışlıkla yapılan is
demektir O bakımdan hata, “” yerini tutan bir isimdir.
Bir
şey yapmak isterken, bir başkasını yaparsa; “Hata etti, denildiği gibi yine
doğru olmayan bir iş yapan kimseye de “Hata etti, yanlış yaptı denilir.
İbnü'l-Münzir
der ki: Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz: "Birmü'min diğer bir mü'mini
-yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez... ve akrabasına teslim edilecek bir
diyet vermesi gerekir" buyruğu ile, hataen öldüren mü'minin diyet
vereceğini hükme bağlamıştır. Rasulullah (sav)dan sabit olan sünnet de bunu
tesbit etmiş, ilim ehli de hükmün bu olduğunu icma ile ifade etmişlerdir.
[18]
Davud
(ez-Zahirî), öldürmede hür ile köle arasında ve (yaralamalarda.) kısasın
uygulanabileceği bütün azalarda kısas uygulanacağı görüşündedir. O, bu görüşünü
yüce Allah'ın; "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana karşılık can...yaralar
da birbirine kısastır" (el-Maide, 5/45) buyruğuna dayandırır. Aynı zamanda
Hz. Peygamberin: "Müslümanlar, kanlarıyla birbirlerine denktirler."
[19]
Buyruğuna da dayanmaktadır. Hz. Peygamber, görüldüğü gibi burada hür ile köle
arasında bir ayrım gözetmemiştir. Aynı zamanda bu İbn Bbi Leyla'nın da
görüşüdür,
Ebû
Hanife ve arkadaşları ise derler ki; Öldürme dışında hürler ve köleler
arasında kısas söz konusu değildir. Öldürme halinde, tıpkı hürre karşılık
kölenin öldürülmesi gibi, köle karşılığında da hür öldürülür. Ancak, ya-ralama
ve organlarda hiçbir şekilde aralarında kısas yoktur.
İlim
adamları, yüce Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mir mini -yanlışlıkla
olması müstesna- öldüremez" buyruğunun kapsamına kölelerin girmediğini
icma ile kabul etmişlerdir. Bununla yalnızca hürlerin kastedilip kölelerin
kastedilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Hz. Peygamber'in; "Müslümanlar
kanlarıyla birbirlerine denktir" buyruğu da bu şekildedir. Bununla yalnızca
hür olanlar kast edilmiştir, Cumhur bu görüştedir. Eğer öldürmeden daha aşağı
hallerde hürlerle köleler arasında kısas söz konusu değilse, öldürmede kısasın
olmaması bundan daha uygundur. Bu husustaki açıklamalar eî-Bakara Sûresi'nde
(2/178. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[20]
Yüce
Allah'ın: "Mü'min bir köle azad etmesi" buyruğu, mü'min bir köle azad
etmesi gerekir, bu onun görevidir, demektir, İşte bu, yüce Allah'ın hataen
öldürmeye ve ileride de geleceği gibi (bk. el-Mücadele, 58/3-4. âyetlerin
tefsiri) zihâr için de farz kıldığı keffârettir. İlim adamları hangi köleyi
azad etmenin yeterli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas,
el-Hasen, eş-Şa'bî, en-Nehaîr Katade ve başkaları derler ki: Mü'min köle demek,
namaz kılan ve aklı imana eren köledir. Bu hususta küçük köle yeterli değildir.
Bu konuda sahih olan görüş de budur. Ata b. Ebi Rabah ise şöyle demektedir:
Müslümanlar arasında doğmuş küçük köle de yeterlidir.
Aralarında
Malik ve Şafiî'nin de bulunduğu bir topluluk şöyle demektedir: Öldüğü takdirde
cenaze namazı kılınacağı ve defn edileceği hükmüne tabi tutulan her bîr kölenin
azad edilmesi yeterlidir. Malik der ki: Bununla birlikte namaz kılıp oruç
tutanın azad edilmesi benim için daha bir sevimlidir.
Bütün
ilim adamlarının görüşüne göre kör, kötürüm, elleri veya ayakları kesilmiş
yahut çolak olanın azad edilmesi yeterli değildir.
Çoğunluğunun
görüşüne göre, topal ve tek gözü kör mü'min kölenin azad edilmesi yeterlidir.
Malik der ki: Ancak aşın derecede topal olması bundan müstesnâdır.
Yine
Mâlik, Şafiî ve çoğu ilim adamına göre iki elinden yahut ayaklarından birisi kesilmiş
köle yeterli değildir. Ancak Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre böyle bir kölenin
azad edilmesi yeterlidir.
Yine
çoğunluğuna göre, kendisine gelmeyen delinin azad edilmesi yeterli olmadığı
gibi, Mâlik'e göre, kimi zaman deliren, kimi zaman ayılan kimsenin dahi azad
edilmesi yeterli değildir. Ancak Şafiî, bu şekilde bir kölenin azad edilmesini
yeterli kabul etmektedir.
İmam
Mâlik'e göre, birkaç yıla kadar azad edilecek kölenin azadı yeterli değildir.
Şafiî'ye göre ise yeterlidir.
Yine
Mâlik, Evzaî ve rey ashabına göre müdebber (azad edilmesi efendisinin ölümüne
bağlı olan köle) nin azadı yeterli olmaz, Şafiî ile Ebû Sevr'in görüşüne göre
ise yeterlidir. İbnü'l-Münzir de bunu tercih etmiştir.
Mâlik
der ki: Kısmen azad edilmiş kölenin keffâret olarak azadı sahih değildir. Zira
yüce Allah: ''Bir köle azad etmesi gerekir" diye buyurmuştur Kısmen azad
edilmiş olanın ise, azadına bir köle azad edilmiş denilemez. Onun ancak bir
bölümü azad edilmiştir
Bir
köle azad edilmesinin emredilişindeki hikmetin ne olduğu hususunda da tefsir
alimleri arasında İ'arklı görüşler vardır. Köle azad edilmesinin farz
kılınması, öldürenin günahını temizlemek ve onu arıtmak içindir, denilmiştir.
Onun günah, kanı himaye altında bulunan bir kimsenin tedbirsizliği ve dikkati
terk etmesi dolayısıyla ölmesine sebep
olmasıdır.
Yine
denildiğine göre öldürülen kimsenin şahsında yüce Allah'ın hakkı askıya
alındığından dolayı ona bedel olmak üzere köle azad edilmesi farz kılınmıştır.
Çünkü o ölenin bizzai. kendi i\et"smdc V>îv Uakkv vardı ki, bu da hayat
nimetinden yararlanmak ve hayatta bulunanlara helal olan tasarruflarda
bulunmaktır. Yüce Allah'ın o kişide bir hakkı vardı. Çünkü o kişi de Allah'ın
kullanndan bir kul İdi. Küçük olsun büyük olsun, hür olsun köle olsun,
müs-lüman olsun zımmi olsun kendisini hayvanlardan ve diğer akılsız varlıklardan
ayırt eden "kulluk" sıfatı vardı. Bununla birlikte bu kimsenin
neslinden Allah'a ibadet edecek ve itaat edecek kimselerin gelmesi de umulmakta
idi. Onu öldüren kimsenin, sözünü ettiğimiz bu manaları gerçekleştirme fırsatını
ortadan kaldırmamış olduğu, belirttiğimiz bu hususu önlemiş olmadığı söylenemez.
İşte bundan doiayı kefferati tazminat olarak ödemiştir. Bu hikmetlerden
hangisi olursa olsun, burada şu da açıklanmış olmaktadır: Bu nass her ne kadar
hataen öldüren kimse hakkında ise de bu hususta kasten öldüren de onun
durumundadır. Hatta ileride açıklanacağı üzere onun keffâretle bulunmakla
mükellef olması öncelikle sözkonusudur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[21]
Yüce
Allah'ın: *Ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir* buyruğunda
sözü geçen diyet, maktulün kanının yerine geçmek üzere velisine ödenen şeydir.
"Teslim
edilecek" buyruğu ise, ödenecek ve tediye edilecek anlamındadır. Şanı
yüce Allah, Kitab-ı keriminde diyette neyin ödeneceğini tayin etmemiştir.
Âyet-i kerimede mutlak olarak diyet vacip kılınmıştır. Ancak âyet-i kerimede
bunun âkile üzerine mi katile mi vadb olduğu da belirtilmemiştir. Bütün
bunlar, sünnetten öğrenilmektedir. Şüpheslzkî âkilenin de bu dayanışmaya
katılmasının vacip görülmesi, borçların ödenmesinde ye telef edilen şeylerin
tazminatında kabul edilen esas kaidelere, kıyasa muhaliftir. Ayrıca âkile,
[22]
tarafından ödenmesi icab eden bu diyet, cezanın ağırlaştırılması için vacip kılınmış
olmadığı gibi, öldürenin günahının da onlar üzerinde olduğu anlamından
hareketle öngörülmemiştir. Ancak bu yalnızca bir dayanışma olarak vacip
görülmüştür.
Ebû
Hanife ise bunun, yardımlaşmanın nazar-ı itibara alınarak öngörüldüğü
kanaatinde olduğundan, katilin divanında
[23]
kayıtlı olanlar tarafından bu diyetin ödenmesini Öngörmüştür.
Diyetin
yüz deve olduğuna dair Peygamber (sav)'dan haberlerle sabit olmuştur. Yine
Peygamber (sav), Hayberde öldürülen ve katili belli olmayan Abdullah b. Sehl
için Huvayyısa, Muhayyısa ve Abdurrahman'a ödemiştir.
[24]
Böylelikle bu, yüce Allah'ın Kitabında mücmel olarak zikrolunan diyetin, Peygamberinin
lisanıyla bir beyanı olmuştur.
İlim
ehli de, deve sahibi kimseler tarafındün yüz deve diyet ödeneceğini icma ile
kabul etmekle birlikte deve sahibi olmayanlar üzerinde vacib olan diyet
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir
kesim der ki: Altın kullanılan yerde yaşayanların ödemesi gereken diyet bin
dinardır. Bunlar iser Şam, Mısır ve Mağrip halkıdır.
Bu",
Mâlik, Ahmed, İshak, rey ashabı ve iki görüşünden birisinde yani kadim
görüşünde Şafiî'nin görüşüdür.
Aynı
zamanda bu görüş, Hz, Ömer, Urve b. ez-Ziibeyr ve Katade'den de rivayet
edilmiştir.
Gümüşün
yaygın olarak kullanıldığı yerde yaşayanların ödeyeceği diyet, oniki bin
dirhemdir. Bunlar Irak, Farisiler ve Horasan halkıdırlar, Mâlik'in görüşü
budur. O, bunu Hz. Ömer'den kendisine ulaşan şu habere binaen belirtmiştir:
Hz. Ömer, kasabalarda oturan ahali hakkında diyetin kıymetini belirlemiş ve
altının kullanıldığı bölge ahalisinin ödeyeceği diyeti bin dinar, gümüşün
kullanıldığı bölgelerde yaşayan ahalinin ödeyeceği diyeti oniki bin dirhem
olarak tesbit etmiştir. el-Müzenî der ki: Şafiî, diyet deve ile ödenir demiştir
Deve yeteri kadar bulunmayacak olursa, o takdirde Hz. Ömer'in kıymetini
belirlediği esasa göre dirhem ve dinar cinsinden ödenir. Bu ise, altın kullanan
ahali için bin dinar, gümüş kullanan ahali için oniki bin dirhemdir
Ebû
Hanife, arkadaşları ve es-5evrî ise şöyle demektedir: Gümüş diyet miktarı onbin
dirhemdir. Bunu eş-Şa'bî, Abîde'den o, Hz. Ömer'den rivayet etmiştir. Buna
göre Hz. Ömer, altın kullanan ahaliye diyeti bin dinar olarak tesbit ederken,
gümüş kullanan ahaliye de onbin dirhem olarak tesbit etmiştir. Varlıkları inek
türünden olanlar ise ikiyiiz inek, koyun türünden olanlar bin koyun, deve
türünden olanlar yüz deve, elbise ve kumaş sahipleri üzerine ise ikiyüz hülle
(takım elbise) dır.
Ebû
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadis-i şerifte dinar ve dirhemlerin bedel ve
kıymet olmak üzere değil de, bizzat diyetin kendilerinden ödeneceği mal
çeşitlerinden bir sınıf olduğunu göstermektedir. Hz. Osman, Hz. Ali ve İbn
Abbas yoluyla gelen hadislerden zahir olan da budur. Fakat, Ebû Hanife, inek,
koyun ve elbise hususunda Hz. Ömer'den yaptığı rivayete muhalefet etmiştir.
Ata, Tavus ve tabiinden bir kesim de bu görüşte olduğu gibi, Medineli yedi
fakihin görüşü de budur.
İbnü'l-Münzir
der ki: Bir kesim şöyle demektedir: Hür ve müslüman kimsenin diyeti,
Rasulullah (sav)'ın tayin ettiği şekilde yüz devedir. Bundan başka bir diyet
yoktur. Şafiî'nin görüşü de budur, Tavus da böyle demiştir.
Yine
İbnü'l-Münzir der ki: Hür ve müsîiiman bir kimsenin diyeti Rasulullah (sav)'ın
tesbit ettiği şekilde her zaman için yüz devedir. Hz. Ömer'den, ödenecek dirhem
miktarı hususundaki rivayetler muhteliftir. Ondan, bu konuda gelen sahih hiç
bir rivayet yoktur, çünkü hepsi mürsel rivayetlerdir. Bu hususta size Şafiî'nin
görüşünü göstermiş bulunuyoruz ve bizim kanaatimiz de budur.
[25]
Fukahâ,
diyet olarak verilecek develerin yaşları hususunda farklı görüşlere sahiptir,
Ebû Davud, Amrb. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesinden, Rasulullah (sav)'ın
hata yoluyla öldürülen kimsenin diyetinin yüz deve olduğuna dair hüküm verdiğini
rivâyef etmektedir: Bu yüz devenin otuzu Bintu Mahâd (bir yaşını bitirmiş ikiye
basmış dişi deve), otuzu Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), otuzu Hikka
(üçünü bitirip dört yaşına basmış dişi deve), on tanesi ele İbnu Lebun (üç
yaşına basmış erkek deve).[26]
el-Hattabî
der ki: Fukahâdan bu hadis gereğince görüş belirtmiş bir kimse olduğunu
bilmiyorum. Bunun yerine ilim adamlarının çoğunluğu diyetin beşli (yaş
guruplarına göre beşte bir) olmak üzere ayrılacağını belirtmişlerdir. Rey
ashabı ve es-Sevrî böyle dediği gibi» Mâlik, İbn Şîrîn ve Alımed b. Hanbel de
böyle demişlerdir. Şu kadar var ki, bu beşli taksimdeki sınıflar hususunda
farklı kanaatlere sahiptirler.
Rey
ashabı ile Alımed der ki: Beşte biri ikiye basmış erkek deve (Benu Malı hâd),
beşte biri ikiye basmış dişi deve ( Benatu Mahâd), beşte biri üçe basmış dişi
deve (Benatu Lebûn), beşte biri üçünü bitirmiş erkek deve (Hikka), beste biri
de beşe girmiş dişi deve (Cezea) olmak^üzere verilir. Bu görüş îbn Mes'ud'dan
rivayet edilmiştir.
Mâlik
ve Şafiî ise der ki: Beşte biri üçünü bitirmiş dişi deve t Hikka), beşte biri
beşe basmış dişi deve (Cezea), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benâ-tu Lebûn),
beşte biri ikiye basmış dişi deve (Benatu Mahâd), beşte biri de ikiye basmış
erkek deve (Benu Lebun) verilir. Bu görüş de Ömer b. Abdulaziz, Süleyman b.
Yesar, ez-Zührî, Rabia, el-Leys b. Sa'd'dan nakledilmiştir.
el-Hattabî
der ki: Rey ashabının bu hususta dayandıkları bir rivayet vardır. Ancak- bu
rivayetin ravilerinden birisi olan Abdullah b. Hışf b. Mâlik, meçhuldür. Bu
hadisten başka bîr rivayet ile bilinmemektedir.
[27] O
bakımdan Şafiî, ravisinde sözünü ettiğimiz bu illet dolayısıyla bu doğrultuda
görüş belirtmemiştir. Diğer taraftan yine bu hadiste, ikiye basmış erkek
develerden (Benu Mahâd.)'m sözü edilmektedir. Halbuki bu yaştaki develerin
zekat alınacak develerin yaşları ile bir ilgisi yoktur. Peygamber (sav)'ın de,
Kasame ile ilgili rivâyetde, Hayberde öldürülen kişinin (ki, az önce geçtiği
gibi bu Abdullah b. Sehl'dir) zekât develerinden yüz deve olarak diyetini
ödediği rivayet edilmiştir. Zekât alınacak develer arasında ise, iki yaşına
basmış erkek deve (İbn Mahâd)'dan söz edilmemektedir,
Ebû
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Zeyd b. Cübeyr, Hışf b. Mâlikten, o, Abdullah b.
Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav) hata yoluyla öldürme
diyetini beşte birlere ayırmıştır Ancak bu rivayeti Kûfeli ve Tayoğul-larına
mensup Hışf b. Mâlik'ten başka merfu' olarak rivayet eden kimse yoktur. O da
meçhul bir ravidir. Zira ondan yine Cuşem b. Maviyeoğullarından olan ve
Kûfelilerin güvenilir raviyerinden birisi olan Zeyd b. Cübeyr b. Har-mel
et-Tai'den başka ondan kimse rivayet etmiş değildir.
Derim
ki: Darakutnî Sünen'inde Hışf b. Mâlik'in bu hadisini Haccac b. Er-taa'dan o,
Zeyd b, Cübeyr'den, o, Hışf b. Mâlik'ten, o da Abdullah b. Mesud'dan rivayet
etmiştir, Abdullah b. Mesud dedi ki: Rasulullah (sav) hata yoluyla öldürme
diyetinde yüz; deve verileceği hükmünü vermiştir, Bunlardan yirmisi üçü
bitirmiş dişi deve CHîkka), yirmisi beşe basmış dişi deve (Cezea), yirmisi üçe
basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), yirmisi ikiye basmış dişi deve (Benâtu Mahâd),
yirmisi de ikiye basmış erkek deve (Benu Mahâd) olacaktır.
Dârakuüıî
der ki: Bu, hadis ilmini bilen ehil kimselerce değişik bakımlardan sabit
olmayan zayıf bîr hadistir. Evvelâ bu, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mesud'un
babasından sahih senet ile yaptığı rivayete muhaliftir. Bu rivayette ise,
tenkid edilecek bir taraf ve aleyhine yapılacak bir te'vil de yoktur. Ebû
Ubeyde ise, babasının rivayet ettiği hadisi, babasının görüşünü, babasının fetvasını
Hışf b. Mâlik'ten ve benzerlerinden daha iyi bilen bir kimsedir. Abdullah b.
Mes'ud ise, bir taraftan Rasulullah (sav)'ın bir mesele hakkında verdiği bir
hükmünü rivayet ederken, diğer taraftan ona muhalif fetva vermeyecek kadar
Rabbinden korkan, dinini koruyan bir kimsedir. Böyle bir şey Abdullah b.
Mes'ud hakkında kesinlikle düşünülemez. Çünkü hakkında Rasûluî-lah (sav)'dan
hiçbir şey işitmediği ve o hususta kendisine herhangi bir şey ulaşmadığı bir
meselede şu sözü söyleyen kimsedir: Ben bu mesele hakkında kendi gömüşüme göre
kanaat belirtiyorum. Eğer bu doğrusu ise Allah'tan ve Rasıılündendir. Eğer hata
ise bendendir Bundan sonra ise ona verdiği bu fetvanın benzerinde Rasulullah
fsavTın hükmüne uygun düştüğüne dair haber ulaşınca, arkadaşları bunun üzerine
oldukça sevindiğini ve buna benzer bir şekilde sevindiğini görmediklerini
tesbit ettiler. Çünkü onun fetvası Rasulullah (sav)'ın verdiği hükme uygun
düşmüştü. Niteliği ve durumu bu olan bir kimsenin Rasulullah (say)'dan. bir şey
rivayet ederken ona muhalefet etmesi nasıl doğru olabilir?
[28]
Bir
diğer yönü: İkiye basmış erkek develerin sözkonusu edildiği rnerfu' haberi biz
ancak Hışf b. Mâlik'in İbn Mesud'dan yaptığı rivayet yoluyla biliyoruz. Hışf
ise meçhul bir adamdır, bunu da ondan Cuşemli Zeyd b. Cübeyr b. HarmeTden
başkası rivayet etmiş değildir. Hadis ilmini bilen ehil kimseler ise,
tanınmayan bir ravinin tek başına rivayet ettiği münferit bir haberi delil kabul
etmezler. Onlara göre bir haberin ilim ifade edebilmesi, adaletli ve meşhur
bir ravi tarafından, yada meçhul diye nitelendirilemeyecek bir ravi tarafından
rivayet edilmesi şartına bağlıdır. Bir ravinin meçhul ravi olmaktan kurtulması
ise kendisinden iki ve daha fazla ravilerin riveyette bulunmuş olmasına
bağlıdır. Bu niteliğe sahip olduğu takdirde o ravi meçhul olmaktan kurtulur ve
maruf, (bilinen), bir ravi olur.
Kendisinden
yalnızca bir ravinin rivayette bulunduğu ve tek başına başka kimsenin rivayet
etmediği bir haberi rivayet eden kişiye gelince, bu rivayette bir başkası da
ona muvafakat edinceye kadar onun haberi alınmaksızın olduğu gibi bekletilir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir diğer bakımdan Hışf b. Mâlik'in hadisini
Zeyd b. Cübeyr'den, o Hişf yoluyla el-Haccac b. Ertae'den başka rivayet etmiş
bir kimse olduğunu bilmiyoruz. el-Haccac İse, tedlis yapmakla ve
karşılaşmadığı, kendisinden de hadis dinlemediği kimselerden hadis rivayet
etmekle meşhur birisidir. Süfyan b- Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve İsa b. Yunus,
onunla oturup kalktıktan, onu denedikten sonra ondan hadis rivayetini terk
etmişlerdir. Kişiyi bilip tanıyan ve onu iyice değerlendiren kimseler olarak
bunlar yeterlidir.
Yahya
b. Main der ki: Haccac b, Ertae'nin rivayet ettiği hadis delil diye gösterilemez.
Abdullah b. İdris der ki: Ben el-Haccac'] şöyle derken dinledim: Kişi cemaatle
birlikte namaz kılmayı terk etmedikçe yücelemez. Isa b. Yunus der ki:
el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Namaza gidiyorum, bakıyorum ki hammallar,
bakkallar beni sıkıştırıp duruyor. Cerir der ki: Ben Hac-câc'ı şöyle derken
dinledim: Mal ve şeref sevgisi beni helak etti.
[29]
(Dârakutnî)
daha başka birtakım sebepler de sözkonusu etmektedir ki, bunlardan birisi de
şudur: Güvenilir ravilerden bîr topluluk bu hadisi el-Haccac b. Ertae'den
rivayet etmekle birlikte bu rivayeti ondan farklı olarak nakletmişlerdir. Buna
benzer burada hepsini kaydetmemiz uzun sürecek daha başka gerekçeler de ileri
sürmektedir.
[30]
Sözünü
ettiğimiz ve diğer hadis alimlerinin belirttikleri bu hususlar ise, Kû-feli
alimlerin diyet hususunda kabul ettikleri görüşün zayıflığına delalet etmektedir.
Biz de bu kadarını yeterli görmekteyiz. Her ne kadar Îbnü'1-Mün-zir ilimdeki
yüce kadrine rağmen -ileride de geleceği gibi- bu görüşü tercih etmişse de {zayıftır).
Hammad
b. Seleme şöyle rivayet etmektedir: Bize Süleyman et-Teymi, Ebû Miclez'den, o,
Ebû Ubeyde'den İbn Mesudun şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hata yoluyla
adam öldürmenin diyeti» beş Tane beşte bire bölünür, Bunların yirtni tanesi üç
yaşını bitirmiş dişi deve (Hikka), yirmisi beş yaşına girmiş dişi deve
(Cezea), yirmisi iki yaşına basmış dişi deve (Bintu Mahâd ), yirmisi üç yaşına
basmış dişi deve (Bintu Lebûn), yirmisi de üç yaşma basmış erkek deve (İbn
Lebûn)dır,
Darakutnî
der ki: İşte bu, isnadı hasen ve ravileri sika olan bir hadistir. Ayrıca
Alkame'den, o da Abdullah yoluyla buna yakın bir rivayet de nakledilmiştir.
[31]
Derim
ki: İşte Mâlik ve Şafiî'nin de görüşü budur. Onlara göre diyet, bu şekilde
beşte birlere ayrılır. el-Hattabî der ki: Bir gurup ilim adamından rivayet
edildiğine göre hata yoluyla öldürmenin diyeti dörtlü olarak kısımlara
ayrılır. Bunlar ise, eş-Şa'bî, Nehaî ve Hasanı Basrî'dir. İshak b. Rahaveyh de
bu görüştedir. Şu kadar var ki, bunlar şöyle demektedirler: Diyet olarak
verilecek develerin yirmi beş tanesi Cezea (beş yaşına basmış dişi deve), yirmi
beş tanesi Hikka (üçünü bitirmiş dişi deve), yirmi beş tanesi Bintu Lebûn (üç
yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi de Bintu Mahâd (iki yaşına basmış
dişi deve) olurlar. Bu, Ali b, Ebi Talib'den de rivayet edilmiştir.
Ebû
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Mâlik ve Şafiî'nin görüşü de Süleyman b.
Yesar'dan rivayet edilmiştir. Bu hususta herhangi bir sahabiden birşey nakledilmiş
değildir. Fakat MedineliLerin ameli buna göredir. Aynı şekilde İbn Cü-reyc de
İbn Şihâb'dan böylece rivayette bulunmuştur.
Derim
ki: Bizler, Mâlik ve Şafiî'nin kabut ettikleri görüşe uygun kanaati İbn
Mesud'dan nakletmiş bulunuyoruz, Ebû Ömer der ki: Diyetlerde develerin yaşı
kıyas yoluyla ve akıl yürütme yoluyla tesbit edilemez. Bu, ancak tabı olmak ve
teslim olmak yoluyla alınıp delil olarak kabul edilmiştir. Rivayet yoluyla
alınan hükümlerde ise akün herhangi bir dahli sözkonusu değildir. Herkes bu
hususta selefinden sahih olarak nakledildiğini kabul ettiği yönde görüş
belirtmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
Derim
ki: Hattabî'nin naklettiği; Amr b, Şuayb yoluyla rivayet edilen hadis
gereğince görüş belirten kimse bilinmemektedir, şeklindeki kanaati, İb-nü'l
Münzir, Tavus ile Mücahid'den nakletmiştir. Şu kadar varki Mücahid, İkiye
basmış (otuz adet) dişi deve yerine, beş yaşına basmış otuz dişi deve öngörmüştür,
îbnü'l-Münzir, der ki: Ben ise birinci görüşü kabul ediyorum. Bununla da
Abdullah ile Darakutnî ve el-Hattabî'nin zayıf kabul ettikleri rey ashabının
görüşünü (kabul ettiğini) kast etmektedir.
İbn
Abdi'1-Berr (Ebû Ömer) ise der ki: Çünkü bu konuda belirtilen görüşlerin en
asgari olanı budur. Ayrıca Peygamber (sav)'dan bu görüşe uygun düşen şekilde
rivayet ettiğimiz merfu' bir hadis de bunu ifade etmektedir.
Derim
ki: İbnül-Münzir'in bunu tenkid etmekle beraber ve kendisi müç-tehid olmasına
rağmen., hadis tenkidçilerinin sahih olduğu hususunda kendisine muvafakat
etmedikleri bir hadîs doğrultusunda nasıl görüş belirttiğine doğrusu hayret
edilir. Şu kadar varki yanılmak ve unutmak bazan insanı etkisi altına alabilir.
Kemal hiç şüphesiz celal sahibi aziz olan Allah'a aittir.
[32]
Nebiyyi
Muhtar Muhammed (sav)'dan sabit olan haberler onun hata yoluyla öldürmede
diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağladığı şeklindedir. İlim ehli de icma ile
bunu kabul etmiştir. Hata yoluyla diyetin âkile tarafından ödeneceği üzerinde
ilim ehlinin icma etmesi, Peygamber (sav)'ın beraberinde oğlu ile birlikte
huzuruna giren Ebû Rimse'ye söylediği: "Bu oğlun sana karşı cinayet
işlemez, sen de ona karşı cinayet işlemezsin"
[33]
hadisinde kastettiği cinayetin kastı olarak işlenen cinayetin söz konusu
olduğuna, hata yoluyla İşlenen cinayet olmadığına delil vardır,
Yine
ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir. Tam diyetin üçtebirin-den fazla
olan miktarını âkile öder. Ancak üçtebir hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İlim adamlarının cumhurunun (çoğunluğunun) kabul etliği görüş şu
ki: Âkile, kastî işlenen cinayetin ve cinayet itirafının diyetini ve sulhun
sonunda hükme bağlanan diyeti ödemez. Hata yoluyla ödenmesi gereken diyetten
de ancak tam diyetin üçtebirinden sonrasını yüklenirler. Üçtebir ve aşağısı
ise, cinayeti işleyenin malından ödenir.
Bir
başka kesim de şöyle demekledir: Hata yoluyla işlenen cinayetin diyeti,
caninin âkilesî tarafından ödenir.
Derim
ki: Bu, ister cinayet olsun ister daha fazlası olsun. Çünkü daha faz-lasını
ödeyen elbetteki daha aşağısı olanını da öder. Nitekim, kasti öldürmelerde
Ödenmesi gereken diyetin az ya da çok olsun caninin malından ödenmesi
gerekmektedir Bu, Şafii'nin görüşüdür.
[34]
Diyetin
hükmü, âkile tarafından taksitle ödenmesidir. Âkile, caninin asa-be otan
akrabalarıdır Hanımın oğlu, hanımın asabelerinden değilse, âkile-den değildir
Anne bir kardeşler de baba ve anne bir kardeşlerinin asabele-ri sayılmazlar O
bakımdan onlar yerine hiçbir şekilde âkile olarak diyete iştirak etmezler.
Kişinin
divan ehli diye bilinenler de Hicazlıların cumhurunun görüşüne göre âkileden
değildirler Kuleliler ise şöyle demektedir: Eğer diyet ödemek durumunda olan
kişi, divan ehlinden ise, onun divanında bulunanlar da âkiledirler. Bu durumda
diyet, âkileye Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin hükmettiğine uygun olarak üç yıllık
taksitlere bölünür. Çünkü diyet olarak verilmesi gereken develer gebe
olabilirler O takdirde mükellefe zararı otur.
Peygamber
(sav)'m diyeti bir defada vermesinde bir takım maksatları vardı. O, diyeti sulh
ve diyet borcunu ödemek üzere haklılara teslim ediyordu. Bir diğer hikmet ise
o, diyeti acilen ödeyerek karşı tarafın kalbini ısındırmak istiyordu. İslâm
iyice yerleştikten sonra, ashab-ı kiram diyetin ödenmesini bu şekilde
düzenlediler. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır.
Ebû
Ömer ise şöyle demektedir: Eski, yeni bütün ilim adanılan icma ile âkile
tarafından ödenecek diyetin, ancak üç senelik süre içerisinde ödeneceğini,
bundan daha kısa bir süre içerisinde ödenmesinin sözkonusu olmayacağını kabul
etmişlerdir. Yine, âküeden diyet ödeme mükellefiyetinin bulûğa ermiş erkekler
için sözkonusu olduğunu da icmâ ile kabul etmişlerdir. Siyer ve ilim adamları,
îemâ ile şunu belirtirler: Cahiliye döneminde âkile diyeti yükleniyordu.
Rasûlullah (sav) da İslamda bunu böylece kabul etti. Calıiliye dönemi
aralarındaki yardımlaşma ilkesine göre âkile tarafından diyet ödemesine
katılıyorlardı. Daha sonra İslâm geldi ve Hz. Ömer divanı tesbit edinceye
kadar durum böylece cereyan edegeldi. Fukahâ, ittifakla bunu rivayet ettikleri
gibi, bu doğrultuda kanaat belirtmişlerdir. İcma ile şunu da kabul ederler:
Rasûlullah (sav) döneminde de Ebü Bekîr-döneminde de divan diye bir şey yoktu.
Divanı tesbit eden ve insanları bu şekilde bir arada toparlayan, her taraftaki
ahaliyi bir el olarak tesbit eden ve onları kendilerine yakın olan düşmanla
savaşmakla mükellef tutan Ömer (r.a.) oldu.
[35]
Derim
ki: Bu bölümün kapsamında ve bu bölümde belli bir yer tutan hususlardan birisi
de annesinin karnındaki ceninin öldürülmesidir. Bu da annesinin karnına
vurulmak sureliyle annenin cenini önce canlı olarak düşürmesi, sonra da bu
ceninin ölmeğidir. Bütün ilim adamları der ki: Böyle bir durumda eğer hata
yoluyla olmuşsa, tam bir diyet ödenir.
Kasten
öldürmede ise, kasameden sonra tam diyet ödenir. Kasame (yemin ettirme")
sözkonusu olmaksızın tam diyet ödeneceği de söylenmiştir. Ceninin, hayatta olup
olmadığının ne ile anlaşılacağı hususunda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte
şu hususlarda fukahâ ittifak etmişlerdir: Cenin, ağlıyarak düşse, yahut
süt.emse veya mutıakkak nefes aldığı tesbit edilse, hayatta olduğu anlaşılsa
öldükten sonra tam olarak diyetinin ödenmesi gerekir Şayet hareket ederse,
Şafiî ve Ebû Hanife'ye göre, hareket onun hayatta olduğunun delilidir. Mâlik
ise şöyle der: Uzun süre hayatta oluşu ile birlikte olmadıkça tek başına
hareket hayatta oluşuna delil olmaz. Bütün ilim adamlarına göre ceninin erkek
ve dişi olması arasında bir fark yoktur.
Şayet
annesi, cenini ölü olarak düşürecek olursa, o takdirde erkek bir köle veya bir
cariye vermek gerekir. Şayet kadın, karnına vurulduğu halde çocuğu düşürmez
fakat, çocuk karnında bulunduğu halde annesi ölürse, o takdirde cenin için
herhangi bir şey ödemek gerekmez. Bütün bu hususlarda icma vardır. Görüş
ayrılığı yoktur.
Bununla
beraber el-Leys b. Sa'd ile Davud (ez-Zahirî)'den şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir: Karnına vurulduğu İçin ölen bir kadının ölümünden sonra cenini ölü
olarak bırakırsa, cenin karşılığında btr gurre ödenir. Hatta ölümünden önce
veya sonra ceninini düşürmüş olması arasında bir fark yoktur. Muteber olan
anneye vurulması halinde annenin hayatta olup olmadığıdır.
Diğer
fakihler ise şöyle demişlerdir: Anennin ölümünden sonra cenin ölü olarak çıkacak
olursa, bir şey ödemek gerekmez. Tahavî ise, fukahânın çoğunluğu lehine delil
serdederek şöyle demektedir: Beraberlerinde Leys de olduğu halde fukahâ görüş
birliği halinde şunu kabul ederler: Kadın hayatta iken karnına vurulacak
olursa, bundan dolayı cenini karnında bulunduğu halde ölür ve cenin düşmezse,
cenin dolayısıyla birşey ödemek gerekmez. İşte ölümünden sonra ceninin düşmesi
halinde de hüküm aynen böyledir,
[36]
Gurre
(olarak ödenecek olan köle ve cariyenin) ancak beyaz olması gerekir. Ebû Amr
b. el-Alâ Rasûİullah (sav)'ın: "Ceninde ya gurre köle veya gurre cariye
vardır"
[37] buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Şayet Rasûİullah (sav), gurre demekle özel bir manayı kastetmemiş
olsaydı (bu kelimeyi kul-lanmaksızın): Ceninde köle veya cariye vardır, demekle
yetinirdi. Fakat o bununla bunların beyaz tenli olmasını kastetmiştir.
Dolayısıyla diyet olarak verilecek köle ve cariyenin mutlaka beyaz tenli
olmaları gerekir, başka türlü kabul olunmaz, Cenin karşılığında ödenecek bu
köle ve cariyenin siyah olmaları makbul değildir.
Gurre'nin
kıymeti hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki:
Gurre'nin kıymeti, elli dinar, yahut altıyüz dirhemdir. Yani hür ve müslüman
bir kimsenin diyetinin onda biridir. Yine hür olan ceninin annesinin diyetinin
onda biridir. Aynı zamanda bu, İbn Şihab, Eabia ve sair Me-dineli alimlerin de
görüşüdür.
Rey
ashabı ise derler ki: Gurre'nin kıymeti beşyüz dirhemdir.
Şafiî
der ki: Gurre'nin yedi yahut sekiz yaşında olması gerekir. Bu gurre'nin kusurlu
olmakla birlikte (hak sahibi olan mağdur) kabul edilme mükellefiyeti yoktur.
Mâlik'in görüşüne göre ceninin diyetini ödemek durumunda olan kişi, bir gurre
vermek ile annesinin diyetinin onda birini ödemek arasında muhayyerdir. Yani,
eğer altın kullanan belde ahalisinden ise, yirmi dinar, gümüş kullanan belde
ahalisinden ise, altıyüz dirhem, ya da zekâtta kabul edilen develerden beşte
birlerini alır.
Mâlik
ve arkadaşları derler ki: Gurre caninin malından ödenir. Bu, el-Hasen b.
Hayy'ın da görüşüdür. Ebû Hanife, Şafiî ve arkadaşları ise, gurre'yi âkile
öder, demektedirler. Daha sahih olan da budur. Çünkü Muğire b, Şu'be'nin şu
hadisi bunu ifade etmektedir:
Muğire
b, Şu'be'nin rivayetine göre iki kadın ensardan iki adamın nikâhı altında,
idiler. -Rivayetlerin birisinde birbirlerini kıskandılar denilmektedir O
kadınlardan birisi diğerine çadırın direği ile vurdu ve onu öldürdü. İki adam
Peygamber (sav)'m huzuruna gidip davalaştılar ve şöyle dediler: Ağlamamış,
yemek yememiş, içmemiş, dünyaya gelirken sesi çıkmamış birisinin mi diyetini
ödiyeceğiz? Böyle birisinin kanı heder olmalıdır. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(itirazı yapan bu sözlerini kafiyeli bir şekilde söylediğinden dolayı) şöyle
buyurdu: "Bedevi arapların secı'eleri gibi mi seci'li konuşuyorsun?"
Hz, Peygamber cenin hakkında bir gurre olarak diyet ödenmesini ve bunun kadının
âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağladı.
[38]
Bu
ise sabit ve sahih bir hadistir Görüş ayrılığı oiJuğu yerde gereğince hüküm
vermeyi gerektiren açık bir nassdtr. Öldürülen kadının diyeti, âkile tarafından
ödenmesi gerektiğine göre, kıyas ve mantığa göre ceninin diyetinin de böyle
olması gerekir. Bizim İİim adamlarımız ise, aleyhine hüküm verilen kişinin
söylediği: Nasıl diyetini öderim? şeklindeki sözünü delil göstererek şöyle
demişlerdir: İşte bu, aleyhine hüküm verilenin muayyen bir kimse olduğuna
delalet etmektedir ki, bu da cinayeti işleyen kişinin kendisidir. Eğer ceninia
diyetini âkilenin ödemesine hüküm vermiş olsaydı, şöyle demesi gerekirdi:
Haklarında hüküm verilen kimseler dediler ki:
...Kıyasa
göre ise, cinayet işleyen herkesin cinayetinin kendi aleyhine olması
(cezasının kendisi ödemesi) gerekmektedir. Bundan kendisine muarız başka bir
delilin bulunmadığı ve bu kıyasa muhalif hüküm ifade eden delilin var olma
hali müstesnadır. Mesela, muhalif kanaat belirtilmesi caiz olmayan icma yahut
kendisiyle tearuz halinde başka bir rivayetin bulunmadığı, adil ve ahad raviler
tarafından nakledilen bir sünnetin nassı gibi. Bu gibi deliller olduğu
takdirde bunların gereğince (kıyasa muhalif dahi olsa) hüküm vermek icabeder.
Yüce Allah da: "Her nefsin kazandığı (kötülük) mutlaka kendi aleyhinedir.
Günahkâr hiçbir kimse de başkasının günahını yüklenmez" (el-En!âm, 6/164)
diye buyurmaktadır.
[39]
Ceninin
canlı olarak dünyaya gelmesi halinde diyet ile birlikte keffâretin gerektiği
hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ölü
oiarak doğması halinde ise keffâret hususunda görüş ayrılıktan vardır. Mâlik
der ki: Bu durumda hem gurre, hem de kefferat gerekir. Ebû Ha-nife ile Şafiî
ise; ğurre gerekir, kefferat yoktur, derler
Gurre'nin
ceninden miras alınıp alınmayacağı hususunda da ilim adamla-nnın farklı
görüşleri vardın Mâlik, Şafiî ve arkadaştan derler ki: Ceninde ödenmesi
gereken gurre, yüce Allah'ın Kitabı gereğince ceninden miras alınır. Çünkü o
bir diyettir,
Ebû
Hanîfe ve arkadaşları der ki: Gurre yalnızca anneye aittir. Çünkü bu anneye
karşı, onun organlarından bir organın kesilmesi yoluyla işlenmiş bir
cinayettir. Ve gurre diyet değildir. Buna delil olan hususlardan birisi şudur:
Diyetlerde gerektiği gibi, ceninde erkek veya dişi olması nazarı itibara alınmaz,
işte bu da ceninin bir organ gibi değerlendirilmiş olduğunun delilidir.
İbn
Hürmüz şöyle dermiş: Ceninin diyeti özel olarak ebeveynine aittir. Babası üçte
ikisi, annesi üçte birini alır. Onlardan hayatta olan bu hisseyi alır, Birisi
ölmüş bulunuyor ise, kalan anne olsun baba olsun kalanlarına verilir, kardeşler
herhangi bir şeyini miras alamazlar.
[40]
Yüce
Allah'ın: "Onların sadaka olarak bağışlamaları müstesna"
buyru-ğundaki "{ jil*i H Sadaka olarak bağışlamaları" buyruğunun aslı
(SjtJ-a^^l) şeklindedir. "Te" harfi, "sâd" harfine idğam
edilmiştir, Tasadduk ise vermek demektir. Buyruğun ifade ettiği anlam da şudur:
Ancak maktul'ün mirasçıları olan velileri, katili, Allah'ın kendilerinin
lehine ve katiller tarafından ödenmesi icabeden diyeti ödemekten ibra
ederlerse, o takdirde diyet ödemesi, gerekmez.
Görüldüğü
gibi bu birinci türden olmayan bir istisnadır (munkati'dır). Ebû Abdurrahman ve
Nubeyh, < ijjju^ ) şeklinde "sad" harfini şeddesiz ve
("ye" harfi ile değil de) "te" harfi ile okumuşlardır.
(Sadaka olarak bağışlamanız müstesna, anlamında olur). Aynı şekilde Ebû Amr da
böyle okumuştur. Fakat Ebû Amr, "sad* harfini de şeddeli okumuştur. Bu
kıraate göre ise, ikinci "te"nin hazf edilmesi caizdir. Fakat
"ye" ile okuyuşa göre "te"nin hazf edilmesi caiz olmaz,
Ubey ve İbn Mesud'un Mushaflarında "( ^Ju*); Sadaka olarak bağışlamaları"
şeklindedir.
Yüce
Allah için verilmesi gereken keffâret ise, velilerinin (katili) ibra etmesi
ile sakıt olmaz, Çünkü katil (hataen öldürmekle birlikte) yüce Allah'a ibadet
etmekte olan bir kişiyi telef etmiştir.
O
bakımdan Rabbine İbadet için bir başkasını kurtarması onun görevidir. Ancak
velilerin hakkı olan diyet sakıt olur, (bu sakıt olmaz). Keffâret ise, yalnızca
caninin malından ödenmesi gerekir Onun âkilesi keffâretten herhangi bir şey
yüklenmez.
[41]
Yüce
Allah'ın: "Şayet (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir
kavimden ise..." buyruğunda ele alınan bu mesele kâfirler diyarında,
yahut onlarla savaş esnasında kâfirlerdendir diye öldürülen mü'min hakkındadır.
İbn
Abbas, Katade, es-Süddî, İkrime, Mücahid ve en-Nehaî'ye göre mana şudur: Eğer
bu öldürülen kişi, iman etmekle birlikte "size düşman olan bir kavim"
olan kâfir kavmi arasında kalmış mü'min bir kimse ise, onun İçin diyet ödemek
gerekmez. Sadece onu öldürmekten dolayı keffâret olarak bir kölenin
hürriyetine kavuşturulması gerekir. Malik'ten meşhur olan görüş budur. Ebû
Hanife de böyle demiştir.
Bu
durumda diyetin düşmesinin iki sebebi vardır Birincisi, öldürülenin velilerinin
kâfir oluşudur. Onlara diyet ödenerek bu diyetle güç kazanmalarına sebep olmak
doğru değildir. İkincisi ise, İman ettiği halde hicret etmeyen bu kişinin
hürmeti, az bir hürmettir. Bundan dolayî da diyet yoktur. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret
edinceye kadar sizin onlara karşı hiçbir velayet (mükellefiyetiniz yoktur."
(el-İnfitar 8/72)
Bir
kesim de şöyle demektedir: Diyetin düşmesine maktulün velilerinin kâfir
oluşlarının sebep olarak görülmesi yeter.
Öldürme
ister müslümanlar arasında hataen olmuş olsun, isterse de kavmi arasında iken
ve hicret etmemiş olduğu halde öldürülmüş olsun, ister hicret etmiş sonra da
kavmine geri dönmüş olsun, bunun keffâreti sadece bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır,
onun için diyet ödemek sözkonusu değildir. Zira diyetinin kâfirlere ödenmesi
sahili olamaz. Şayet diyet ödemek icabetseydi, beytülmal lehine ve beytülmaî
üzerine icabetmesi gerekirdi. Böyle bir yerde ise diyetin vücubu sözkonusu
değildir. İsterse öldürme İslâm diyarında cereyan etmiş olsun. Şafiî'nin
görüşü budur Evzaî, es-Sevrî ve Ebû Sevr de bu görüştedir.
Birinci
görüşe göre, eğer mü'min İslâm diyarında Öldürülmüş ise, onun kavmi (velileri,
yakınları) harp diyarında bulunuyorlarsa, bu durumda beytülma-le diyetinin
ödenmesi ve keffâret gerekir.
Derim
ki: Müslim'im Sahih'inde Usame'den gelen şu rivayet de bu kabildendir. Usame
dedi ki: Rasûlullah (sav) bizleri de bir seriyye ile gönderdi. Cühenelilere ait
el-Hurukat denilen yerde sabah baskını düzenledik. Bir adama yetiştim, o,
lâilalıe illallah dedi. Ancak mızrağımı ona sapladım. Bundan dolayı içimde bir
rahatsızlık belirdi. Bunu Peygamber (sav)'a anlattım. Rasûluİlah (sav):
"O, lâilahe illallah dediği halde onu öldürdün ha" diye buyurdu. Ey
Allah'ın Rasulü, dedim. O, silahtan korktuğu için o sözü söyledi. Şöyle
buyurdu: "Bunu gerçekten mi yoksa başka bir sebepten dolayı mı söylediğini
anlayasin diye ne diye kalbini yarmadın."
[42]
Hz.
Peygamber bundan dolayı ne kısas uygulanmasına, ne de diyet verilmesine
hükmetti. Usame'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) daha
sonra bana üç defa mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye buyurdu. Ancak
kısas veya diyet hükmünü vermedi.
İlim
adamlarımın der ki: Kısasın neden sakıt olduğu gayet açıktır. Çünkü öldürme
haksızca ve saldın kastıyla olmamıştır. Diyetin sakıt olmasının üç sebebi
vardır. Evvelâ, Hz. Peygamber ona asıl olarak savaşmaya izin vermişti.
Dolayısıyla tıpkı sünnet yapan sünnetçinin ve doktorun uygulamasında görülebildiği
gibi kanı dökülmemesi gereken, bir canı yanlışlıkla telef etti.
İkinci
olarak, öldürülen bu kişi düşmandandı. Müslümanlar arasında onun herhangi bir
velisi yoktu ki, bu velisine onun diyeti ödensin. Çünkü Allah: "Şayet...
size düşman olan bir kavimden ise” diye buyurmaktadır. Nitekim bunu az önce
açıkladık.
Üçüncüsü
ise, Usame, öldürdüğünü itiraf etmekle birlikte bu hususta başkası tarafından
herhangi bir delil ortaya konulmuş değildir. Âkile ise itiraf dolayısıyla
diyete iştirak etmez. Üsame'nin, kendisinden diyetin ödenebileceği bir malının
bulunmaması da muhtemeldir.
Doğrusunu
en İyi bilen Allahtır.
[43]
Yüce
Allah'ın: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir
ka-vimdense..." buyruğu ise, hata yoluyla öldürülen zımmi ve muâlıid
(antlaşmalı bir kavme mensup) kimse hakkındadır. Bu durumda da hem diyet, hem
de kefiaret gerekir. Bunu, İbn Abbas, eş-Şa'bî, Nehaî ve Şafiî söylemiştir. Taberî
de bunu tercih eder ve şöyle der: Şu kadar varki, yüce Allah burada öldürülenin
durumunu müphem bırakarak, mü'minlerden ve harp ehlinden öldürülen kimse
hakkında dediği gibi, bunun hakkında da "mü'min olmakla beraber"
diye buyurmamaktadır. Önce geçeni kayıtlı olarak zikretmekle birlikte burada
onu mutlak olarak zikretmiş olması, öncekinden farklı olduğunun delilidir.
el-Hasen,
Cabir b, Zeyd ve yine İbrahim (en-Nehaî) der ki: Buyruğun anlamı şudur: Şayet hataen
öldürülen kişi, mü'min bir kimse olup sizlerle antlaşması bulunan bir kavimden
ise ve onlarla yaptığınız antlaşma da kendilerinden öldürülen kimsenin
diyetini almaya daha bir lıak sahibi olmalarını gerektirmekte ise, böyle
birisini öldürmenin keffareti, köle azad etmekle diyetini ödemektir. el-Hasen
buradaki: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir
kavimdense" buyruğunu:
"Şayet
kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir kavimden olup, kendisi de mü'min
ise..." diye okumuştur. el-Hasen der ki: Müslüman bir kimse, zımmi bir
kimseyi öldürecek olursa, onun için keffâret sözkonusu değildir.
Ebû
Ömer der ki: Hicazlılara göre âyet-i kerimenin anlamı, başta geçen yüce
Allah'ın: "Bir mü'min diğer bir mü'mini -yanlışlıkla olması
müstesnâ-öldüremez" buyruğu ile birlikte anlaşılır.
Bundan
sonra ise yüce Allah: "Şayet... bir kavimdense" diye buyurmaktadır
ki, bununla kastettiği "öldürdüğünüz kişi mü'min ise" dir. Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır.
İbnü'l-Arabî
de der ki: Bence uygun görüş, cümlenin mutlak ifadenin mu-kayyede hamledilmesi
şeklinde anlaşılması gerektiğidir.
[44]
Derim
ki: İşte el-Hasen'in söylediğinin manası ve Ebû Ömer'in Hicazlılar-dan
naklettiği de budur.
Yüce
Allah'ın: "Bir diyet vermek" lafzının nekire olarak gelmesi muayyen
bir diyetin ödenmesini gerektirmemektedir.
Şöyle
de denilmiştir. Bu, kendileriyle Peygamber (sav) arasında belli bir süreye
kadar müslüman olmaları ya da kendilerine savaş ilan edilmesi şek-
lınde
bir antlaşmaları bulunan arap müşrikleri hakkındadır. Bu antlaşmaklardan bir
kimse öldürülecek olursa, onun için diyet ödemek ve keffarette bulunmak
gerekirdi. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Müşrikler arasından kendileriyle
antlaşmada bulunduğunuz kimselere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur bu"
(et-Tevbe, 9/1) buyruğu ile nesh oldu.
[45]
İlim
adamları kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı olduğu üzerinde icma
etmişlerdir. Ebû Ömer der ki: Kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısının
olmasının sebebi -Allahu a'lem- kadının, erkeğin mirasının yarısı kadar
almasıdır. Yine iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasıdır.
Ancak bu, yalnızca hata yoluyla öldürmelerdeki diyet için böyledir.
Kasti
öldürülmelerde ise erkekler için de kadınlar için de kısas sözkonu-sudur. Çünkü
yüce Allah: "Can, cana karşılıktır" (el-Maide, 5/45) ile daha önce
el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzre (2/178. âyet, 5- başlıkta) hür de hüre
karşılıktır.
[46]
Dârakutnî,
Musa b. Ali b. Râbah el-Lahmi'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Babamı
şöyle derken dinledim: Gözleri görmeyen birisi, Ömer b. Hattab (r.a)'ın
halifeliği döneminde bir hac mevsiminde şu mısraları okudu:
"Ey
insanlar, ben görülmedik bir şeyle karşı karşıya kaldım
Hiç
gözü görmeyen bir kimse, gözü gören ve sağlıklı birisinin diyetini öder mi?
Bu
ikisi (gözü görmeyen ve sağlıklı kişi) birlikte düştüler
ve
ikisi de kırılıp döküldüler."
Olay
şöyle olmuştu: Âma olanı, gözü gören birisi çekiyorken her ikisi de bir kuyuya
düştüler. Gözleri görmeyen görenin üzerine düştü ve gözü gören öldü. Hz. Ömer
de gözleri görenin görmeyen tarafından diyetinin ödenmesine dair hüküm verdi.
[47]
İlim
adamları biri diğerinin üstüne düşüp birileri ölenin durumu hakkında farklı
kanaate sahiptirler. İbn ez-Zübeyr'den gelen rivayete göre, üstte olan altta
kalanın diyetini öder amma, altta kalan üstte olanın diyetini ödemez. Aynı
zamanda bu Şureyh, en-Nehaî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür.
İmam
Mâlik; biri diğerini çeken ve nihayette düşüp ölen iki kişi hakkında şöyle
demiştir: Çekenin âkilesinin diyet ödemesi gerekir. Ebû Ömer der ki: Bu hususta
görüş ayrılığının olduğunu sanmıyorum. -Doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya-
bizim mezhep alimlerimizden müteahhirlerden birisi ile Şafiî mezhebine mensup
birisi şöyle demiştir: Bu durumda diyetin yarısını öder. Çünkü hem onun fiili
hem de düşenin düşmesinden dolayı ölmüştür.
Bir
kimse, bir diğerinin üzerine evin damından düşecek ve ikisinden birisi ölecek
olurlarsa, el-Hakem ve İbn Şubrume derler ki: Onlardan hayatta kalan tazminatı
öder. Şafiî ise, biri diğerine çarpan ve ikisi de bunun sonucunda ölen
kimseler hakkında kendisine çarpılanın diyetinin, çarpanın âki-lesi tarafından
ödeneceğini, buna karşılık, çarpanın ise diyetinin heder olacağını
söylemiştir. Birbiriyle çarpışan ve bunun sonucunda ölen iki süvari hakkında
da şöyle demiştir: Bunların her birisi ötekinin yarım diyetini öder. Çünkü
bunların herbirisi hem kendi fiili, hem de diğerinin fiili dolayısıyla ölmüştür.
Osman el-Betti ve Züfer de böyle demiştir.
Mâlik,
Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Hanife ve arkadaşları ise, birbirleriyle çarpışıp
Ölen atlılar hakkında şöyle der: Her birisinin diyeti diğerinin âki-lesi
tarafından ödenir. İbn Huveyzimendâd der ki; Eğer, gemiyi yönlendiren kaptanın
kendisi değilse birbiriyle çarpışan iki gemi ile atı o tarafa götüren süvari
değilse birbirine çarpışan iki süvarinin durumu da bize göre böyledir.
Mâlik'ten,
birbiriyle çarpışan iki gemi ile İki atlı hakkında her birisinin telef ettiği
şeylerin tazminatını diğerine eksiksiz olarak vereceği görüşü de rivayet
edilmiştir.
[48]
Bu
kabilden olmak üzere ilim adamları kitap ehlinin diyeti İle ilgili tafsilatta
farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik
ve arkadaşları derler ki: Kitap ehlinin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır.
Mecusî'nin diyeti ise sekizyliz dirhemdir. Bunlara mensup kadınların diyeti
bunun da yansıdır. Bu görüş Ömer b. AbcTulaziz, Urve b. ez-Zübeyr ve Amr b.
Şuayb'dan rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir: Yine bu manada,
Süleyman b. Bilal, Abdurrahman b. el-Haris b. el-Ayyaş b. Ebi Rebiâ'dan, o, Amr
b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesi yoluyla, Peygamber (sav)ın yahudi ve
hıristiyanın diyetini müstümanın diyetinin yarısı olarak tesbit ettiği rivayet
edilmiştir.
[49] Burada geçen
Abdurrahman'dan, es-Sevrî de rivayette bulunmuştur,
İbn
Abbas, eş-Şa'bî ve en-Nehaî derler ki: Kendileriyle antlaşma bulunanlara
mensup oianlardan hata yoluyla öldürülen kişinin mü'min ya da kalır olduğuna
bakılmaksızın, şayet kavminin ahdi kapsamında ise, onun diyeti müslümanın
diyeti gibidir. Bu, Ebû Hanife'nin, es-Sevrî'nin, Osman el-Bettî'nin ve
el-Hasen b. el-Hayy'ın da görüşüdür. Onlar, bütün diyetleri eşit kabul ederler.
Müslümanın, yahudinin, hıristiyanın, mecusinin, rnuahhid ve zımmi'nin diyeti
birdir derler. Aynı zamanda bu, Ata, ez-Zührî ve Said b. el-Müseyyeb'in de
görüşüdür. Bu konudaki delilleri ise yüce Allah'ın; "Akrabalarına bir diyet
vermek" buyruğudur. Bu da diyetin müslümanın diyeti gibi eksiksiz bir
diyet olmasını gerektirmektedir. Bu görüşlerini Muhammed b. îshak'ın, Da-vud b.
el-Husayn'dan, onun İkrime'den, onun İbn Abbas'tan Kureyzaoğullan ile
Nadiroğullan kıssası ile İlgili olarak yaptıkları rivayetle desteklerler. Buna
göre Rasûhjllah (sav) hiç bir fark gözetmeksizin onların diyetini tam bir diyet
olarak tesbit etmiş ve ödemişti.
[50]
Ebû
Ömer (b. Abdi'1-Berr) ise der ki: Bu, nisbeten gevşek bir hadistir, böyle bir
hadis delil olacak özelliğe sahip olmaz.
Şafiî
de der ki: Yahudi ile hıristiyanın diyeti, müslümanın diyetinin üçte biri
kadardır. Mecusi'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bu konudaki delili de
şudur: Bu miktar, bu husustaki görüşlerin asgarîsidir. Zimmet ise yakin bir
delil veya bir hüccet olması müstesna beridir. (Borçsuz ve mükellefiyetsiz kabul
edilir.) Aynı zamanda bu görüş, Hz, Ömer ile Hz. Osman'dan rivayet edilmiştir,
İbnü'l-Müseyyeb, Ata, el-Hasen, İkfime, Amr b. Dinar, Ebû Sevr ve İs-hak da bu
görüştedir,
[51]
Yüce
Allah'ın: "Kim bulamazsa" yani kim azad "etmek üzere köle
bulamaz, ve yahutta köle satın alabilecek kadar serveti yoksa,
"Allah'tanbîr tevbe olmak üzere İki ay aralıksız oruç tutmalıdır." O
kadarki, arada bir gün oruç tutmayacak olursa, yeniden başlar. Cumhurun görüşü
budur. Mekkî de eş. Şa'bî'den şöyle dediğini nakletmektedir: İki ay oruç
tutmak, gücü yetemeyecek kimseler için hem diyetin, hem de köleyi hürriyetine
kavuşturmanın yerine geçer. İbn Atiyye der ki: Ancak bu görüş bir yanılmadır.
Çünkü diyeti ancak âkile öder. Katil'in mükellefiyeti değildir. Taberî ise bu
görüşü Mes-ruk'tan nakletmektedir.
[52]
Ay
hali olmak, kesintisiz oruç tutmaya engel değildir. Bu konuda görüş ayrılığı
yoktur. Böyle bir kadın temizlendikten sonra eğer geciktirmeksizin geri kalan
orucuna devam edecek olursa, bunun dışında herhangi bir mükellefiyeti yoktur.
Eğer fecirden önce temizlenecek olur da, temiz olduğunu bile bile o günün
orucunu terk ederse, bir gurup ilim adamına göre yeniden orucuna başlaması
gerekmektedir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir.
Peşpeşe
tutulması gereken iki ay orucun bir bölümünü tutmuş hastanın hükmü hakkında da
iki farklı görüş belirtmişlerdir. Mâlik der ki: Yüce Allah'ın Kitabı gereğince
kesintisiz iki ay oruç tutması icabeden herhangi bir kimsenin bir mazereti,
hastahlğı veya ay hali gibi bir sebebi olmaksızın oruç açma hakkı yoktur.
Yolculuk yapıp yolculuğunda oruç açma hakkı da yoktur.
Hasta
olması halinde, iyileştikten sonra orucuna devam eder, diyenler arasında Said
b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, el-Hasen, eş-Şa'bî, Ata, Mü-cahid, Katade ve
Tavus da vardır
Said
b. Cübeyr, en-Nehaî, el-Hakem b. Uyeyne ve Ata el-Horasanî ise, hasta olduğu
takdirde iyileştikten sonra orucuna yeniden başlar, derler. Bu aynı zamanda
Ebû Hanife'nin, arkadaşlarının ve el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Şafiî'nin
iki görüşünden birisi de böyledir.
Şafiî'nin
bir başka görüşü daha vardır: Mâlik'in dediği gibi, önceki orucuna kaldığı
yerden devam eder. İbn Şubrume der ki: Eğer orucuna devam etmesini engelleyen
bir mazereti varsa, tıpkı ramazan orucunda olduğu gibi, yalnızca orucunu açtığı
o gününü kaza eder.
Ebû
Ömer der ki: Orucuna kaldığı yerden devam eder diyenlerin delili, şudur. Böyle
bir kimse hastalığı dolayısıyla peşpeşe orucu devam ettirememekte mazurdur ve
bunu kasten kesmiş değildir. Yüce Allah ise, kasfî olmayan davranışları
atfetmiştir. Yeniden orucuna başlar diyenlerin delili ise, peşpe-şe oruç
tutmanın herhangi bir mazeret dolayısıyla sakıE olmayan bir farz oluşu ve
kestiği takdirde günaha düşeceğidir Bu da namaza kıyasen böyledir. Çünkü namaz,
ardı arkasına kılınan rekâllerdir. Herhangi bir özrü dolayısıyla namazını
yarıda kesecek olursa, namazını yeniden kılar, kaldığı yerden namazına devam
etmez.
[53]
Yüce
Allah'ın: “Allah'tan bir tevbe olmak üzere" buyruğu mastar (meful-i
mutlak) olarak nasb edilmiştir. Anlamı ise, o günahtan bir dönüş olarak.,.
Hata
yoluyla öldürenin böyle bir tevbeye ihtiyaç duyması, gereken şekilde
sakınmaması dola yısıy ladır. Halbuki onun bu konuda gereken şekilde sakınması
ve dikkat etmesi gerekirdi.
Şöyle
de denilmiştir: Yani o, bu şekilde peşpeşe oruç tutsun. Çünkü yüce Allah,
köleyi hürriyetine kavuşturmak yerine bedel olmak üzere oruç tutmasını kabul
etmek üzere onun yükümlülüğünü hafifletmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu kabildendir: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte
olduğunuzu bildiği için teubenizi kabul etti." (el Bakara, 2/187) Yani
yükünüzü hafifletti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "O, sizin bunu
sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etti.” (el-Müzemmil, 73/20)
[54]
"Allah"
bilinmek durumunda olan her şeyi *çok iyi bilendir." Ezelde de, ebedde de.
"Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.* Hükümleri sapasağlamdır, her şeyi
yerli yerinde yapandır.
[55]
93.
Kim de bir mü'mini kasten öldürürse, cezası orada ebediyyen kalmak üzere
cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap
hazırlamıştır.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: "Kim de... öldürürse" buyruğundaki; "Kim," şart
edatıdır. Cevabı ise... "Cezası” buyruğudur. İleride gelecektir.
İlim
adamlar^ kasten öldürenin nitelikleri hususunda farklı kanaatlere sahiptirler.
Ata, en-Nehaî ve başkaları şöyle demektedir: Kılıç, hançer, mızrak ucu ve buna
benzer kesmek, koparmak için hazırlanmış ve sivriltilmiş demir aletlerle
öldüren veya taş ve buna benzer öldürücü olduğu bilinen ağır şeylerle öldüren
kimse kasten öldüren kimsedir.
Bir
başka kesim de şöyle demektedir: Demir aletle olsun, taş, sopa veya bundan
başka bir araçla olsun, başkasını öldüren herkes kasten öldüren kimsedir.
Cumhurun görüşü de budur.
[56]
Yüce
Allah Kitab-ı Keriminde, kasten öldürme ile hata yolu ile öldürmeyi sözkonusu
ederek, kasta benzer öldürmeyi sözkonusu etmemiştir. Böyle bir öldürmeyi kabul
edip etmemek hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbnü'l-Münzir
der ki: Mâlik, böyle bir öldürme çeşidini kabul etmemektedir. Mâlik der ki;
Allah'ın Kitabında ancak kasten öldürme ile ha-taen öldürmeden sözedilmektedir.
Bunu, el-Hattabî de Mâlikten nakleder ve şunu,da söylediğini ekler: Kasta
benzer öldürmeyi ise biz bilmiyoruz.
Ebû
Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik ile Leys b. Sa'd, kasta benzer öldürme
çeşidini kabul etmezler. Onlara göre ısırmak, tokat vurmak, kamçı vurmak, sopa
ile vurmak ve buna benzer çoğunlukla öldürücü olmayan şeylerle öldürülen bir
kimse kasten Öldürülmüş olur ve bu durumda kısas gerekir,
Yine
Ebû Ömer der ki: Ashab ve tabiinden bir gurup da ikisinin bu görüşünü ifade
etmişlerdir. İslâm aleminin değişik bölgelerindeki fukahânın çoğunluğu ise,
bütün bu öldürme şekillerinin kasta benzer öldürme olduğu görüşündedirler.
Ayrıca bu, Mâlik'ten de zikredilmiş olup, İbn Velıb ile ashab ve tabün'den bir
gurup da bu görüştedir,
İbnü'l-Münzir
der ki: Kasta benzer öldürme, bizim mezhebimizce gereğince amel olunan bir
husustur. Kasta benzer öldürmeyi kabul edenler arasında eş-Şa’bî, el-Hakem,
Hammad, en-Nehaî, Katade, Süfyan-ı Sevrî, Iraklılar ve Şafiî de vardır. Aynca
biz bunu, Ömer b, el-Hattab ve Ali b. Ebi Taiib (r.an-lıuma)!dan da rivayet
etmiş bulunuyoruz.
Derim
ki: Sahih olan da budur. Çünkü hakkında ihtiyatlı davranilmasma en layık
olanlar kanlardır, Zira, aslolan bu kanların bedenleri İçerisinde muhafaza
edilmesidir. Kan, ancak en ufak bir tereddüdün sözkonusu olmadığı, apaçık bir
sebep ile mubah olabilir. Böyle bir öldürme şeklinde ise mü-bahlığı su götürür,
tartışılır. Zira böyle bir öldürme çeşidi, bir bakıma kastı, bir bakıma da
hataen öldürme olarak değerlendirilebileceğinden hakkında kasta benzer
öldürmedir, dtye hüküm verÜmîşEir.
Çünkü
bu durumda vurmak her ne kadar kasıt îse de öldürmek kastı yoktur. Bu öldürme
kastı olmaksızın meydana geldiğinden dolayı bir taraftan kısas sakıt olur,
diğer taraftan da diyet taglîz edilir (ağırlattırılır). Sünnette de buna benzer
hükümler ifade edilmiştir.
Ebû
Davud, Abdullah b. Amr yoluyla Rasûlullah (sav)1 in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Kamçı ve asa ile meydana gelen kasta benzer hata ile
öldürmenin diyeti, kırkının karnında yavruları olması şartıyla yüz devedir."
[57] Dârakutnî
de, îbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Her kim kasten öldürülürse, elinin kazandığının bir
cezası olmak üzere o da kısasen öldürülür. Haîaen öldürmede ise, diyet vardır,
kısas yoktur. Her kim taş, sopa veya kamçı ile öldürülür fakat kimin tarafından
öldürüldüğü belli değilse, o takdirde onan diyeti deve yaşları ağırlaştırılmış
olarak verilir."[58]
Yine
Dârakutnî, Süleyman b. Musa yoluyla Amr b. Şuayb'dan o, babasından, o da
dedesinden şöyle dediğini rivâyec etmektedir:
Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Kasta benzer öldürmenin diyeti, kasten öldürmedeki
gibi, (fakat) ağırlaştırıhr. Ancak, böyle bir kimse öldürülmez."
[59] Bu
açık bir nasstır.
Tavus;
sopa, kamçı veya taş atımı sırasında kendisine atılan bir şey isabet edip de
ölen kimse hakkında şöyle demektedir: Bunun karşılığında diyet ödenir. Fakat,
onu öldürenin kim olduğu bilinemediğinden dolayı da ona karşılık kimse
öldürülmez.
[60]
Ahmed
b. Hanbel de der ki: Hadis-i şerifte geçen "ne (veya kim) olduğu belirsiz
(el-ammiyya'r raassup ve dayanışma duygusu dolayısıyla muamma olan ve neden
olduğu açığa çıkmayan îş demektir. İslıak der ki: Bu tabir bir topluluğun
karşılıklı olarak galeyana gelip birbirlerini öldürmeleri halidir Kelimenin
aslı, sanki işi karışık hale getirmek demek olan "ta'miye yani muarn-malaştırm.ak"tan
alınmış gibidir. Bu açıklamaları Dârakutnî zikretmektedir.
[61]
Kasta
benzer öldürmeyi kabul edenler, ağırlaştırılmış diyetin miktarı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler.
Ata
ile Şafiî der ki; Ağırlaştırılmış diyet, otuzu Hikka (dört yaşma basmış dişi
deve), otuzu Cezea (beş yaşına basmış dişi deve) ve kırkı da Muhli! (yani, on
yaşma girmiş deve) dir. Bu görüş, aynı şekilde Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, Muğire
b. Şu'be ve Ebû Musa el-Eşarî'den de rivayet edilmiştir. Mâlik'İn kasta benzer
öldürmedir diye kabul ettiği hallerdeki görüşü de budur.
Mâliki
mezhebinde meşhur olan görüşe göre, Mâlik ancak, oğlunu kıhç ile vurup öldüren
MüdliclLnin oğluyla başından geçen olayın benzerleri hakkında kasta benzer
öldürmenin olduğunu kabul eder.
Şöyle
de denilmiştir: Kasla benzer öldürmelerde ağırlaştırılmış diyet, dörtte
birlere bölünür: Bunun dörtle biri üçe basmış dişi deve (Bintu Lebun), dörtte
biri dörde basmış dişi deve (Hikka), dörtte biri beşe basmış dişi deve
(Ce-zea)? dörtte biri de ikiye basmış dişi deve (Bintu Mahâd) olur.
en-Numan
(Ebû Hanife) ile Yakub (Ebû Yusuf }'un görşü de budur. Ayrıca bu görüşü Ebû
Davud, Süfyan'dan o, Ebû Islıak'tan o, Âsim b. Damra'dark, o da Hz. Ali'den de
rivayet etmiştir.
[62]
Bu
diyetin beşte birlere ayrılacağı da söylenmiştir. Yirmi tanesi iki yaşma basmış
dişi deve, yirmi tanesi üç yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi üç yaşına
basmış erkek deve, yirmi tanesi dört yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi de
beş yaşma basmış dişi deve. Bu da Ebû Sevr'in görüşüdür.
Şöyle
de denilmiştir: Bunun kırk tanesi beş yaşma basmış dişi deve (Cezea) ile
dokuzuna yeni basmış (Bâzil) deve arasında, otuzu ise dört yaşına basmış dişi
deve, otuzu da üç yaşına basmış dişi deve. Bu görüş Osman b. Affân'dan da
rivayet edilmiş olup, Hasan-ı Basri, Tavus ve ez-Zührî de bu görüştedirler.
Şöyle
de denilmiştin: Otuzdört tanesi hamileliğinin yan dönemini tamamlamış ve dokuz
yaşına basmış dişi deve, otuzüç tanesi dört yaşına basmış dişi deve, otuzüç,
tanesi de beş yaşına basmış dişi deve. eş-Şa"bî ve en-Nehaî de böyle
demiştir. Ayrıca bunu, Ebû Davud, EbuM-Ahvas'dan, o, Ebû İs-hak'dan, o Âsim b.
Damra'dan, o da Hz. Ali yoluyla rivayet etmiştir.
[63]
Kasta
benzer öldürmede diyetin kimler tarafından ödenmesi gerektiği hususunda da ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. el-Harİs el-Utli, îbn Ebi Leyla, İbn
Şubrume, Katade ve Ebû Sevr derler ki: Bu diyeti, öldüren kişi kendi malından
öder. eş-Şa'bî, en-Nehaî, el-Hakem, Şafiî, es-Sevrî, Alımed, İshak ve Rey
ashabı ise, âkile tarafından ödenir, derler.
İbnü'l-Münzir
der ki: Şa'bî'nin görüşü daha sahihtir. Çünkü Ebû Hureyre Peygamber (sav)'ın
ceninin diyetinin, öbür kadını vurarak öldüren kadının âkilesi tarafından
ödenmesini hükme bağlamıştır.
[64]
İlim
adamları kasten öldürmenin diyetini yüklenmeyeceğini akilenin ve böyle bir
öldürmenin diyetinin cinayeti işleyenin malından ödeneceğini ic-ma ile kabul etmişlerdir.
Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûre-si'nde (2/178. ayet, 14.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine ilim adamları, hata yoluyla öldürenin
keffârette bulunacağını icma ile kabul etmekle birlikte, kasten öldürmekçe
keffaretin gerekip gerekmediği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler.
Mâlik
ve Şafiî ise, tıpkı hata ile öldürmede olduğu gibi, kasten öldürenin de
keffârette bulunacağı görüşündeydiler. Şafiî der ki: Hata yoluyla öldürmede
keffâret vacip olduğuna göre, kasten öldürmede keffâretîn vacip olması
öncelikle sözkonusudur. Yine Şafiî: Yanılma halinde sehiv secdesi meşru kılındığına
göre, kasten yapılan bir kusur dolayısıyla sehiv secdesinin meşru kılınması
öncelikle sözkonusudur. Kastı öldürme halinde sözü edilen keffâret, hata
yoluyla öldürmede vacip olanı ıskat edecek değildir, der.
[65]
Şöylede
denilmiştir: Kasten öldürene keffâret ancak affedilip öldürülme-mesi halinde
katile vacip olur. Şayet kısasen öldürülecek olursa, malından alınacak bir
keffâret yükümlülüğü yoktur. Böyle bir keffâretin icabettiği de söylenmiştir.
Kendisini
öldürenin de malından keftaret ödenme yükümlülüğü vardır.
es-Sevrt,
Ebû Sevr ve Rey ashabı der kî: Keffaret ancak yüce Allah'ın vacip kıldığı
yerde vaciptir, İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, keffâretler
ibadettir. Bu konuda bunların temsil yoluyla (kıyas yoluyla) vacip kılınmaları
caiz olamaz. Herhangi bir kimsenin Kitap, sünnet veya icma İle olmadıkça,
Allah'ın kullarını yerine getirmekle sorumlu tutacağı bir farzı tesbit etmek
yetkisi yoktur, caiz değildir. Kasten öldüren kimseye kefta-ret ödemeyi
öngörenlerin açıklamaları delil olabilecek bir özellikte değildir.
[66]
Bir
topluluğun hata yoluyla birisini öldürmesi halinde hükmün ne olacağı
hususunda, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Her
birisinin ayrı ayrı keffârette bulunması gerekir el-Hasen, Ikrinıe, Nelıaî,
Haris el-Uklî, Mâlik, Sevrî, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Rey ashabı da
böyle demişlerdir. Bir başka kesim ise, hepsi tefc bir keffaret ödemekle yükümlüdürler,
demektedirler. Ebû Sevr böyle demiştir. Aynı zamanda bu görüş el-Evzaî'den de
nakledilmiştir. ez-Zührî ise, köle azad etmek ile oruç tutmak ketîareti
arasında fark gözeterek, mancınık ite atış yapan ve birisini Öldüren bir
topluluk hakkında şöyle demiştir: Hepsinin bir köle azad etmeleri gerekir.
Eğer azad edecek köle bulamayacak olurlarsa, onların her birisi aralıksız iki
ay oruç tutar.[67]
Nesaî
şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize el-Hasen b- îshak el-Merve-zî -sika bir
ravidir- haber vererek dedi ki; Bana Halid b. Hidâş anlatarak dedi ki: Bize
Hatim b. İsmail, Beşir b. el-Muhacir'den anlattı: Beşir, Abdullah b.
Bureyde'den, o, babasından naklederek dedî ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Mü'minin öldürülmesi, Allah nezdinde dünyanın zeval bulmasından daha
büyük bir şeydir."
[68] Yine
Abdullah (b. Mes'ûd) dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Kulun kendisinden ilk hesaba çekileceği şey namaz, insanlar
arasında ilk hükme bağlanacak meseleler ise, kanlar hakkında olacaktır."
[69]
İsmail
b. İshak da, Nafi b. Cübeyir b. Mut'im'den, o, Abdullah b. Abbas'dan birisinin
kendisine şöyle bir soru sorduğunu rivayet etmektedir: Ey Ebu'l-Abbas, katilin
tevbesi sözkonusu mudur? İbn Abbas, bu soruya hayret eden bir kişinin edası
ile: îkî yada üç defa sen ne diyorsun? diye sorduktan sonra, İbn Abbas şöyle
dedi: Yazıklar olsun sana, böyle birisinin tevbesi nasıl mümkün olur? Ben
Peygamberimizi (sav) şöyle buyururken dinledim: "(Kıyamet gününde) maktul
boyun damarlarından kan akarak, başını ellerinden birisine asmış, diğer eliyle
de katilini yakasından tutup sürükleyerek getirir. Nihayet (Allah'ın
huzurunda) durdurulurlar. Bu sefer maktul, şanı yüce Allah'a şöyle der:
Rabbim, bu beni öldürdü. Yüce Allah katile: Sen artık bedbaht oldun, der ve
katil alınıp cehenneme götürülür.”[70]
el-Hasen'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Ben, mü'minin öldürülmesi hususunda (katilin cezasının indirilmesi için)
Rabbime müracaat ettiğim kadar hiç bir hususta Rabbime müracaat ecmiş değilim.
Ancak benim isteğimi bir türlü kabul etmedi."
[71]
Kasten bir mü'mini
öldüren bir katilin tevbe etmesinin mümkün olup olmadığı hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Buharî, Said b, Cübeyr'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir; Bunun (Tefsir etmekte olduğumuz âyet) hakkında Kûfeliler
ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine ben de, bunu öğrenmek için İbn Abbas'ın
yanına yolculuk yaptım. Ona bu âyet-i kerime hakkında sordum, şöyle dedi: Şu:
"Kim de bir mü'minİ kasten öldürürse, cezası... cehennemdir" âyeti,
(bu hususta) son nazil olan âyettir. Onu herhangi bîr şey nesh etmiş değildir.
[72]
Yine Nesâî, ondan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Abbas'a mü'min bir kimseyi kasten
öldürenin tevbesinin mümkün olup olmadığım sordum, bana hayır dedi. Bu sefer
ben ona, el-Furkan Sûresi'nde yer alan: "Onlar ki, Allak ile birlikte başka
bir ilaha iman etmezler..." (el-Furkan, 25/68) âyetini okudum, şöyle
dedi: Senin bu dediğin âyet Mekke'de inmiştir. Onu Medine'de inen: "Kim de
bir mü'mini kasten öldürürse cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir.
Allah ona gazab etmiş,” âyeti bunu nesh etmiştir.
[73] Zeyd
b. Sabit'ten de buna benzer bir rivayette bulunarak en-Nisa Sûresi'ndeki bu
âyetin el-Furkan Sûresi'ndeki âyetten altı ay sonra nazil olduğunu
nakletmekledir. Bir diğer rivayette ise sekiz ay sonra nazil olduğu
belirtilmektedir. Her ikisini de Nesâî, Zeyd b. Sabit'ten nakletmiştir.
[74]
İşte Zeyd b- Sabit ile
İbn Abbas'tan gelen bu haberlerle birlikte bu âyet-i kerimenin ifade ettiği
umumi manayı, Mutezile mezhebi kabul ederek, işte bu, yüce Allah'ın:
"Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) buyruğundaki
umumi ifadeyi tahsis etmektedir derler ve âyet-i kerimede sözü geçen tehdidin
kesinlikle bütün katiller hakkında geçerli olduğu görüşünü ifade ederek, her
iki âyet-i kerimenin arasını da şu sözleriyle telif etmeye çalışmışlardır; Bu
İki âyete göre takdir şöyledir: Allah, kasten öldürme dışında bundan başka
dilediğine mağfiret eder, demektir.
Aralarında Abdullah b.
Ömer'in de bulunduğu -ki bu, aynı zamanda Zeyd ile İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir- bir grup ilim adamı, kasten öldürenin tevbe etmesinin mümkün olduğu
görüşündedirler. Yezid b. Harun rivayetle şöyle demektedir: Bize, Ebû Mâlik
el-Eşcai, Sa'd b. Ubeyde'den şöyle dediğini haber vermektedir:
Bir adam İbn Abbas'a
gelerek şöyle dedi: Bir mü'mini kasten öldüren kimsenin tevbesi mümkün mü? İbn
Abbas hayır, onun cehennemden başka cezası yoktur, dedi. (Sa'd b. Ubeyde) dedi
ki: Adam gittikten sonra onunla oturanlar ona: Sen bize katilin kabul edilecek
bir tevbesinin mümkün olduğu şek-ttnde fetva veriyordun. O, şöyle dedi: Ben,
bunun mü'min bir kimseyi öldürmek isteyen kızgın bir kişi olduğunu
zannediyorum. (.Sa'd) dedi ki: Arkasından bir adam gönderdiler, gerçekten de
halinin bu olduğunu tesbit ettiler.
Ehli Sünnetin görüşü
de bu doğrultudadır ve sahih olan da budur. Bu âyet-i kerîmenin tahsis edilmiş
olduğunu kabul ederler. Böyle bir tahsisin delili ise, konu ile ilgili bir
takım âyet-i kerimeler ve rivayetlerdir. Ehli Sünnet alimleri, bu âyet-i
kerimenin Mikyes b. Dubabe (Subabe de rivayet edilmiştir) hakkında nazil
olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Mikyes, kardeşi Hişam b. Dubabe ile
birlikte İslama girmişti. Hişam'ın. Neccaroğulları tarafından öldürülmüş
olduğunu gördü. Bu hususu Peygamber (.sav.Va bildirince H£. Peygamber
Mikyes'e, kardeşini öldüren kişiyi teslim etmelerini emreden bir mektup yazdı.
Onunla beraber Fihr oğullarından da bir adam gönderdi. Neccaroğul-ları ise
şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz onu kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Fakat
bizler diyetini öderiz, deyip ona yüz deve ödediler.
Daha sonra Mikyes,
beraberindeki adam ile birlikte Medine'ye döndüler. Bu sefer Mikyes,
Fihroğullarmdan olana saldırarak kardeşine mukabil onu öldürdü, develeri alıp
gitti ve Mekke'ye mürted ve kâfir olarak geri döndü. Şu beyitleri de okuyup
duruyordu:
"Ben ona
(kardeşime) karşılık olarak Fihr'liyi öldürdüm ve diyetini yükledim Pari1
kalesinde yaşayan Neccaroğullarımn ileri gelenlerine; Böylelikle ben yayımı
çözmüş oldum intikamımı da aldım Ve ben putlara geri dönen ilk kişi
oldum,"
Bunun üzerine Rasûlullah
(sav); "İster Harem bölgesinde, ister onun dışındaki helal bölgede olsun,
asla ona eman vermiyorum" dedi ve Mekke'nin fethedildiği günü, Kabe'nin
örtülerine asılmış olduğu halde bulunsa dahi öldürülmesini emretti.[75]
İşte bu husus, tefsir
ehlinin ve din alimlerinin nakli ile sabit olduğuna göre, bunun müslümanlar
hakkında anlaşılmaması gerekmektedir. Diğer taraftan bu âyetin zahirini delil
olarak almak, yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler, hiç şüphesiz günahları
giderir" (Hüd, 11/114); "O, kullarının tevbelerini kabul
edendir"(eş-Şura, 42/25) üe "Ondan başkasını da dilediğine
bağışlar" (en-Nisâ, 4/48) buyruklarının zahirinin ifade ettiği manayı
almaktan daha uygun değildir. Bu âyet ile zikrettiğimiz diğer âyetlerin
zahirlerini bir arada almak ise çelişkidir. O halde tahsis kaçınılmaz bir
şeydir. Diğer taraftan, el-Furkan'da-ki âyet-i kerime ile bu âyet-i kerimenin
arasını bulmak mümkündür. Ortada nesli de yoktur, tearuz da sözkonusu olmaz. Bu
da en-Nisâ Süresindeki âye-cin mutlak ifadesinin Furkan Sûresi'ndeki âyetin
mukayyed ifadesine ham-ledilmesiyle olur. Böylelikle buyruğun anlamı şöyle
olur: İşte bunun cezası şöyle şöyledir, tevbe eden müstesna. Özelliklede bu
hükümleri gerektiren aynı şey ise bu, böyle olmalıdır. Bu şey ise katildir.
Bunun gerektirdiği ise ceza vaadi ve tehdididir
Kasten mü'mini
öldürenin tevbesinin kabul olunacağına dair haberler ise pek çoktur. Ubâde b.
es-Sâmit'in şu ifadelerin yer aldığı hadisi buna örnektir: "Bana, Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, hak ile olması
müstesna Allah'ın haram kıldığı canı öldürmemek üzere bey'at ediniz. Aranızdan
kim bu bey'atte verdiği sözü eksiksiz yerine getirirse, onun ecrini vermek
Allah'a aittir. Her kim bunlardan her hangi bir şey işleyecek olur da buna
karşılık cezalandırılırca, bu da onun için bir keffaret olur. Her kim bunlardan
bir şeyler işler ve Allah da onun bu işlediğim setr edecek olursa, o vakit işi
Allah'a kalmıştır. Dilerse onu atfeder, dilerse onu azaplandırır."
[76] Bu
hadisi, hadis imamları rivayet etmiş, Buharı ve Müslim de bunu kitaplarına
kaydetmişlerdir.
Ebû Hureyre'nin yüz
kişiyi öldürmüş birisine dair rivayet ettiği hadisi de bu kabildendir. Bu
hadisi de Müslim Sahihinde, îbn Mace süneninde rivayet ettiği gibi, başkaları da
bunu rivayet etmişlerdir.
[77] Bu
hususta sabit olmuş benzer başka haberler de vardır.
Diğer taraftan
başkasını öldürdüğüne dair şahadette bulunulup, kendisi de kasten öldürdüğünü
ikrar ederek, maktulün velileri tarafından devlet yetkililerine getirilen ve
bunun sonucunda kendisine had uygulanıp kısasen öldürülen bir kimsenin
âhirette cezalandırılmayacağı ve Ubade b. es-Samit hadisi gereğince, icma ile
bu tehdidin hakkında söz konusu olmayacağı noktasında Mutezile de bizimle aynı
görüşü paylaşmaktadır. O halde, Mutezilenin; *Kim de bir mü*inini kasten
ölüdürse cezası... cehennemdir" âyetinin ifade ettiği umumi anlamı delil
diye ileri sürmelerine imkân kalmaz ve zikrettiğimiz diğer naslar ile bu
buyruğun umumu tahsis edilmiş olmaktadır.
Durum böyle olduğuna
göre, o halde uygun olan, açıkladığımız şekilde âyetin tahsis edilmiş olduğunu
kabul etmek veya İbn Abbas'tan söylediği nakledilen şu kanaate göre
hamledilmiş olduğunu kabul etmektir.
îbn Abbas der ki:
Âyet-i kerimede geçen "kasten öMtirmekwden maksat, onun öldürülmesini
helal kabul etmektir. Bu ise, icma ile küfre varır.
Bir başka topluluk da
şöyle demektedir: Katil tevbe etsin yahut etmesin ilâhî meşîete bağlıdır. (Yani
Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse azaplan-dırmaz). Bunu da Ebû Hanife ve
arkadaşları söylemiştir.
Eğer; yüce Allah'ın:
"Cezası, orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab
etmiş..." buyruğu zaten böylesinin kâfir olduğuna delildir, çünkü yüce
Allah, ancak imandan çıkmış bir kâfire gazab eder; denilecek olursa, deriz ki;
Bu bir tehdittir. Yapılan tehdidi gerçe&ieştfrmeme&: ise bir lütuf ve
bir keremdir. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Gerçek şu ki,
ben ne zaman onu tehdit eder veya ana vaadde bulunursam Tehdidimi
gerçekleştirmem, fakat verdiğim aözü yerine getiririm "
Bu (açıklama) daha
önceden geçmiştir.
İkinci bîr cevap:
Şayet Allah, ona bunun cezasını verecek olursa,., böyle cezalandırır, demektir.
Yani günahının büyüklüğü dolayısıyla o buna layıktır, böyle bir cezayı hakeder
demektir. Bunu Ebû Miclez, Lâhik b. Humeyd ile Ebû Salih ve başkaları böylece
ifade etmişlerdir.
Enes b. Mâlik de
Rasûlullah (savadan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah bir kula
sevap vâdedecek olursa onu yerine getirir. Eğer ona ceza tehdidinde bulunacak
olursa, bu da Allah'ın dilemesine (.meşîetine) bağlıdır. Dilerse onu
cezalandırır, dilerse onu affeder."
Anc;ık bu son iki
te'vil şeklinde su götürür tararlar vardır. Birincisini ele alalım. el-Kuşeyrî
der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü yüce Rabbimizin buyruğu,
değişikliği ve verilen sözü değiştirmeyi kabil değildir. Ancak, bu buyrukla
umumi olanın tahsis edilmesinin kastedilmesi müstesna. O taktirde bu,
konuşmalarda caizdir. İkincisine gelince, şüphesiz merîu' olarak yapılan bu
rivayet (Enes'in hadis rivayeti) ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir:
Bu açıklama şeklindeki yanlışlık gâyeî açıktır. . Çünkü yüce Allah: "îşte
bu, onların cezası kâfir olmalarından ötürü.,• cehennemdir" (el-Kehf,
18/106) diye buyurmuş, fakat hiç kimse de, eğer onları cezalandıracak olursa
cehennemle cezalandıracaktır, dememiştir. Ayrıca Arap dili açısından da böyle
bir açıklama hatalıdır. Çünkü bu buyruktan sonra: "Allah onagazab
etmiş.,."diye buyurmaktadır. Bu ise onu cezalandıracaktır anlamındadır.
Üçüncü bir cevap:
Böyle bir kimse, şayet tevbe etmez, günahlarında ısrar eder ve Rabbinin
huzuruna küfür ile çıkacak olursa, isyanı sebebiyle cezası cehennemdir.
Hibetullalı "en-Nâsİk ve7-Mensûk"adlı eserinde şöyle der: Bu âyet-i
kerime, yüce Allah'ın: "Şüphesizki Allah kendisine ortak koşam affetmez.
Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder" (en-Nisa, 4/48 ve 116)
buyruğu ile nesh olunmuştur. Bu hususta, insanların icmaı vardır.
Ancak İbn Abbas ile
îbn Ömer, bu âyetin muhkem olduğunu söylemişlerdir. Şu kadar var kif onun bu
dediği de su götürür, çünkü konu umum ve umumun tahsisi konusudur, nesh konusu
değildir. Bu da İbn Atiyye'nin görüşüdür.
Derim ki: Bu güzel bir
açıklamadır. Çünkü nesh, haberler hakkında söz-konusu olmaz, Çünkü buyruğun
manası, Allah onu cezalandıracaktır, şeklindedir. en-Nehhâs da MeÛnli'l-Kur'an
adlı eserinde şunları söylemektedir: Nazar ehli (ilahi buyrukları iyice tetkik
eden kimseler) alimlerine göre bu husustaki görüş, buyruğun muhkem olduğu ve
tevbe etmediği takdirde onu cezalandıracağı şeklindedir. Şayet tevbe edecek
olursa durumunu: "Şüphesiz ki ben, tevbe eden, iman eden... kimseye çok
çok mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyruğu ile açıklamış bulunmaktadır.
İşte bu da (kasten katil de) bunun kapsamı dışında değildin Diğer taraftan
ebedi kalmak, ifadesi (her zaman) devamlılığı gerektirmeyebilir,
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Senden önce hiçbir kimseye ebedilik vermedik. (Çok
uzun ömür vermedik) (el-Enbiya, 21/34) diye buyurul-maktadır. Yine bîr başka
yerde şöyle buyurulmaktadır: "Malının gerçekten kendisine ebedi hayat
verdiğini sanır." (el-Hümeze, 104/3)
Şair Züheyr de şöyle
demektedir:
"Ve ebedi hiçbir
şeyi (görmüyorum); şu sapasağlam duran dağlardan başka."
İşte bütün bunlar,
ebedîlik (el-Huld) kelimesinin bazan ebedi kalmak anlamından başka bir anlamda
da kullanıldığım göstermektedir. Çünkü bilindiği gibi dünyanın zeval
bulmasıyla bunlar (dağlar) ve âyet-i kerimede sözü edilen ebedilikler zeval
bulacaktır.
Aynı şekilde Araplar
da şöyle demektedir: Yemin olsun ki, filan kişiyi ebediyyen hapiste bırakacağım."
Ancak, hapisin sonu gelir ve biter. Hapsohınan kimsenin durumu da böyledir,
Dûa ederken kullanılan
şu sözler de bu kabildendir: "Allah mülkünü daim kılsın, günlerini de
ebedileştirsin." Bütün bu hususlara dair bu açıklamalar, hem lafzan, hem
de mana itibariyle daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (el-Bakara, 2/35- âyetin
tefsiri).
Yüce Allah'a hamd
olsun.
[78]
94. Ey iman edenler,
Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın ve size selâm verene,
dünya hayatının menfaatini arayarak: "Sen mü'm in değilsin demeyin."
İşte Allah'ın katında nice ganimetler vardır. Önceleri siz de böyle idiniz de,
Allah size lütfetti. O halde iyice araştırın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Ey İman edenler, Allah yokunda cihada çıktığınız zaman iyice
araştırın" buyruğu da, savaş ve cihada dair buyruklarla ilişkilidir.
Cihada çıkmak,"
burada yeryüzünde yürümek, yol tepmek anlamındadır. Ticaret, gaza veya bir
başka maksatla yol alındığı vakit:
Yeryüzünde vurdum (yol
teptim), denilir ve harfi cerri kullanılır. Bu harf-i cer olmaksızın bu ifade
kullanılacak olursa, def’i hacet için çıkmak demek olur Hz. Peygamberin şu
buyruğunda olduğu gibi: İki kişi defi hacet için çıkarak, ferclerini açmış
oldukları halde konuşmaya koyulmasınlar. Çünkü şüphesiz Allah buna gazap
eder."
[79]
Bu âyet-i kerime, bir
rnüslüman topluluğu hakkında nazil olmuştur. Bunlar, yolculuklarında,
beraberinde bir deve ve satmak üzere bir kaç koyun bulunan bir adamla
rastlaştılar. Bu adam onlara selam verip: "Lâ ilahe illallah
Muhammedu'r-Rasulullah" dediği halde, müslümanlardan birisi hamle yaparak
onu öldürdü. Bu hususu Peygamber (sav)'a anlatınca, Hz. Peygamber'e bu ağır
geldi, bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Buharı de bunu, Ata'dan,
o, İbn Abbas yoluyla rivayet etmektedir İbn Abbas dedi ki: Beraberinde birkaç
koyun bulunan bir adama, müslümanlar arkadan yetiştiler. O da esselâmu aleykûm
dediği halde onu öldürdüler ve beraberindeki koyunlarım aldılar. Bunun üzerine
yüce Allah: "Dünya hayatının menfaatini arıyarak..." buyruğuna kadar
bu âyet-i kerimeyi indirdi. Dünya hayatının menfeati ise, orada sözü geçen
birkaç koyundu. Buhârî der ki: İbn Abbas burada; şeklinde okumuştur.
[80]
Buhâri’den başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Rasulullah (sav) o adamın
diyetini akrabalarına götürüp teslim etti ve beraberindeki koyunları da geri
iade etti.[81]
Bu olayda katil ile
maktulün tayini hususunda farklı kanaatler vardır. Çoğunluğun benimseyip, İbn
İshak'ın da Sîretî ile Ebû Davud'un Musan-nef'mâe, İbn Abdi'l-Berr'in
el-îstiâb1 ında yer alan rivayete göre, katil Muhal-lim b. Cessâme, maktul ise
Amir b. el-Edbat'dı.
[82]
Hz. Peygamber,
Muhallim'e beddua etmiş ve bundan sonra ancak yedi gün yaşamıştı. Daha sonra
defnedildiği halde yer onu kabul etmeyip dışarı atmıştı. Bir daha defnedildi.
Yine yer onu kabul etmedi. Üçüncü defa da defnedilince yine yer onu kabul
etmedi. Yerin onu kabul etmediğini görmeleri üzerine onu, oradaki dağ
yollarından birisine bıraktılar. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu:
"Muhakkak yer ondan daha kötü olanlarını da kabul eder." el-Hasen der
ki: Yerin bundan daha kötü olanları da atıp kabul ettiği halde bunu dışarı
çıkarması, bir daha aynı işi yapmamaları için onlara bir öğüt idi.[83]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde İmran b. Husayn'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasuhıllah
(sav), bir müslüman askerî birliğini müşrikler üzerine gönderdi. Müşriklerle
oldukça şiddetli bir çarpışma yaptılar. Müşrikler önlerinden kaçmamakla
birlikte onlara karşı da koyamadılar. Yakınlarımdan olan birisi, müşriklerden
birisine mızrağı ile hamle yaptı, tam üzerine atılacağı sırada adam,
"Allah'tan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Şüphesiz ki, ben
müslümanim" dediği halde, mızrağını ona sapladı ve onu öldürdü. Bu
akrabam daha sonra Rasulullah (sav)'a gelerek, Ey Allah'ın Rasülu dedi, helak
oldum. Hz. Peygamber bir ya da iki defa ona: "Ne yaptın ki" diye
sordu. O da yaptığını Hz. Peygambere bildirdi. Bunun üzerine Rasuluİlah (.sav)
ona şöyle dedi: "Peki neden içini yarıp kalbinde neler olduğunu öğrenmedin?"
Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, şayet içini yarsaydım kalbinde neler
olduğunu bilebilir miydim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ama sen ne
onun söylediği sözü kabul ettin, ne de onun kalbinde ne olduğunu
bilebilirdin." Rasulullah (sav) sustu ve ona birşey demedi. Aradan fazla
bir zaman geçmeden o yakınım öldü ve biz de onu defnettik. Ancak, toprağın
üstüne çıktı. Bir düşman onun üzerini açmış olabilir, dediler. Yine onu
defnettik. Daha sonra çocuklarımıza onu korumalarını emrettik. Yine toprağın
üstüne çıktı. Bu sefer; Çocuklar uyuklamış olabilirler, dedik. Yine onu
defnettik. Sonra da onu bizzat kendimiz koruduk. Sabah olduğunda yine toprağın
üstüne çıkmıştı. Bu sefer biz de onu şu dağ yollarından birisine bıraktık.
[84]
Denildiğine göre bunu
öldüren kişi, Usame b. Zeyd, öldürülen kişi ise, Ga-tafanlı ve FezarelÜere
mensup olmuş Fedek ahalisinden Murreoğullarından Mirdas b.-Nehik imiş.
İbnü'l-Kasım da Malik'den naklederek böyle demiştir.
Yine denildiğine göre,
sözü geçen bu Mirdas, geceleyin İslama girmiş ve aile halkına durumu haber
vermişti. Peygamber (sav), Usame'ye durumun ne kadar ağır olduğunu anlatınca o
da, bir daha Lallahe illallah diyen hiçbir kimseyle çarpışmayacağına dair
yemin etmiş. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Katilin Ebû Katade
olduğu da söylenmiştir, Ebû'd-Derda olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte,
Öldükten sonra yerin kabul etmeyip dışarı attığı kimsenin sözünü ettiğimiz
Muhallim adındaki zat olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Belki de bu
haller birbirine yakın zamanlarda Cbirkaç defa) cereyan etmiş de olabilir. Ve
âyet-i kerime bütün bunlar hakkında nazil ol-muş.olabilir. Peygamber (sav)'ın
müslüman olup da öldürülmüş o kişinin ahalisine koyunlarım ve deveyi geri
gönderdiği, diyetini de onlara ulaştırdığı ve bunu da kalplerini telif etmek
üzere yaptığı da rivayet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre, sözü geçen seriyye-nin kumandanı, Leys'li
Galip b. Fedale imiş. Bunun el-Mikdad olduğu da söylenmiştir. Bunu es-Süheylî
nakletmektedir,
[85]
Yüce Allah'ın:
"İyice araştırın" buyruğu teemmül edin, tetkik edin, inceleyin
demektir, şeklindeki kıraat, cemaatin (büyük çoğunluğun.) kıraatidir, Ebu
Ubeyd ile Ebu Hatim'in tercihi de budur.
Derler ki: Tebeyyünü
(iyice araştırmayı.) emreden, iyice sağlamlaştırmayı (tesebbüt) da emretmiş
demektir. Bu fiil, hem müteaddi, hem de lâzım (geçişli ve geçişsiz) dir. Hamfe
ise bu kelimeyi, üç noktalı "se"den sonra, tek noktalı "be"
harfi gelecek şekilde "tesebbüt"den diye okumuştur. Ancak, bu
hususta şeklindeki okuyuş daha pekiştiriri bir anlam ifade etmektedir. Çünkü
insan, tesebbütte bulunmakla birlikte tebeyyiinde buluna-mıyabilir. zaman
edatında şart anlamı vardır. Bundan dolayı şanı yüce AUah'ınr İyice
arastana" buyruğunun başına "fe" harfi gelmiş bulunmaktadır.
Şairin şu mısraında oluduğu gibi bu edat, şart edatı olarak da kullanılabilir:
"Sana bir darlık
ve aıkıntı isabet edecek olursa, buna güzel bir şekilde katlan!"
Fakat bu edatın şart
edatı olarak kullanılmaması şairin şu beyitinde olduğu gibi daha güzeldir:
"Nefis arzulayıcıdır.
Sen ona teşvikte bulunursan
Fakat onu aza
döndürecek olursan da kani olur."
Tebeyyun ile tesebbüt,
öldürme hususunda, ikâmet halinde olsun, yolculuk halinde olsun vaciptir ve
bunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Özellikle sefer halinin sözkonusu edilmesi
ise, âyet hakkında nazil olduğu olayın seferde vaki olmuş olmasıdır.
[86]
Yüce Allah'ın:
"Size selâm verene, dünya hayatının menfaatini arayarak sen mü’min
değilsin demeyin" buyruğunda geçen "es-Selâm", Selem ve Silm ile
aynı anlamı ifade eder. Bunu Bulıârî söylemektedir,
[87] Bu
kelime bütün bu şekillerde okunmuştur. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm,
"es-Selâm" okuyuşunu tercih etmiştir. Akli ilimlerde uzman kimseler
(ehlü'n-nazar) ona muhalefet ederek burada: “” okuyuşu daha uygundur. Çünkü
burada bu okuyuş, itaat ve teslimiyet göstermek demektir, Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Biz hiç bîr kötülük yapmazdık
(diyerek) teslimiyet arzederler" (en-Nahl, 16/28) Buna göre
"es-Selem" teslimiyet göstermek vç itaat etmek demektir. Yani, eliyle
itaat ettiğini bildirip size teslimiyet arzedene ve sizin davet ettiğiniz şeyi
izhar edene sen mü'min değilsin, demeyiniz.
Burada zikredilen
es-Selâm, size es-Selâmu aleykûm demesidir. Bu da bir önceki görüşe racidir.
Çünkü onun İslam selamını vermesi itaat ve teslimiyetini ifade eder. Bununla
tarafsız olduğunun ve savaşmayı terkettiğinin kastedilmiş olması ihtimali de
vardır. Çünkü, kimse ile beraber olmayan kimseler hakkında "filan kişi
selâmdır" yani tarafsızdır, denilir. Silin ise, sulh (barış) demektir.
[88]
Ebu Cafer'den
"Sen mü'min değilsin" buyruğunu: “” Sen kendisine eman verilmiş
kimse değilsin, eman altında değilsin, (anlamına gelecek) şeklinde ikinci
"mim" harfini üstün olarak (mü'men şeklinde) okumuştur. Bu ise himaye
altına alınan kimse (değilsin) demektir.[89]
Ahdi olmayan bir kâfir
ile bir müslüman karşılaşacak olursa, onu öldürmesi caiz olur. Şayet laiiahe
illallah diyecek olursa, onu öldürmesi caiz olmaz. Çünkü bunu söylemekle
kanını, malını ve aile halkını himaye altına alan, îslâmın kulpuna yapışmış
olur. Şayet bu sözü söyledikten sonra onu öldürecek olursa, ona karşılık o
öldürülür.
Bu şekilde bazılarını
öldürmüş kimselerden, öldürülmenin sakıt oluş sebebi ise, onların te'vilde
bulunarak, bu sözü söyleyen kimsenin kendisini korumak için, silahtan
korktuğundan bunu söylediğini kabul etmeleri ve bu sözün öldürülmekten
koruyabilmesi için tam bir itminan ile söylenmesi gerek-tiğine kani olmaları
idi. Peygamber (sav), ne şekilde söylerse söylesin bu sözün koruyucu olacağını
haber vermiştir. İşte bundan dolayt Usame'ye şöyle demişti: *O halde ne diye
onun kalbini açıp bakmadın, O takdirde bu sözü gerçekten (kalbinden iman ile)
söyleyip söylemediğini öğrenebilirdin,"
[90] Bunu
Müslim rivayet etmiştir.
Yani o vakit bu sözü
söylerken doğru mu söylemiştir, yalan mı söylemiştir görürdün. Buna ise imkân
yoktur O halde geriye sadece dilin imanı açığa vurması kalmaktadır. İşte bu,
oldukça önemli ve büyük bir fikhi konudur.
O da şudur: Hükümler,
galip zanla ve zahire bağlı olarak verilir. Yoksa kafi kanaatlere ve
gizliliklere muttali olmaya bağlı değildir.
[91]
Şayet, "selâmun
aleykûm" diyecek olursa, bunun arkasında neyin yer aldığını bilmedikçe
yine öldürülmez. Çünkü böyle bir şey tartışılabilir bir konudur.
Malik, "ben eman
istemek üzere geldim" diye beyanda bulunan bir kâfir hakkında şöyle
demiştir: Bunlar içinden çıkılması zor hususlardır. Görüşüme göre böyle bir
kimse, güven bulacağı bir yere kadar götürülür. Müslüman olduğuna dair lehinde
hüküm verilmez. Çünkü onun hakkında küfür sabit olmuştur. Dolayısıyla söylediği
söze delalet edecek şeyin ondan açığa çıkması kaçınılmaz bir şeydin Ben
müslümanım, ben mü'minim demesi yeterli olmadığı gibi, namaz kılması da
yeterli değildir." Tâ ki, Peygamber (sav)'m: "Ben, insanlarla lailahe
illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum" sözünde, kanın koruma
altına alınmasının kendisine bağlı kıldığı sözü (kelime-i tevhid'i)
söyleyinceye kadar.
[92]
Şayet kâfir bir kimse
namaz kılar yahut İslamm özelliklerinden olan bir fiili işleyecek olursa, ilim
adamlarımız (Maliki mezhebi alimleri) hakkında farklı kanaatlere sahiptirler,
İbnü'l-Arabî der ki: Görüşümüze göre böyle bir kimse bunları yapmakla müslüman
olmaz. Şayet ona: Bu namazın arkapılani nedir? diye sorulacak olursa, o da:
Benim bu kıldığım namaz, müslüman olarak kıldığım namazdır, derse ona; Lailahe
illallah, de denilir. Şayet bunu söy-İeyecek olursa, doğru söylediği ortaya
çıkar. Eğer bunu söylemeyi kabul etmezse, onun bu davranışının bir oyun
olduğunu öğrenmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir davranışta bulunmakla
müslüman olacağım kabul edenlerin görüşüne göre, irtidat etmiş olur. Ancak
sahih olan bunun irtidat değil de asli bir küfür olduğudur.
Aynı şekilde,
"selâmun aleykûm" diyen kimseye de bu sözü (tevlıid kelimesini)
söylemesi teklif edilir. Söyleyecek olursa, doğruyu bulması tahakkuk eder,
söylemeyecek olursa, inadı açıkça ortaya çıkar ve öldürülür. İşte yüce
Allah'ın: "İyice araştırın" yani, tebeyyün ve tesebbtit edin
buyruğunun anlamı budur. Yani o müşkil durumu açıkça ortaya çıkartın ve acele
etmeyin. (Görüldüğü gibi) tebeyyün ile tesebbüt de aynı anlamı ifade
etmektedir. Herhangi bir kimse onu öldürecek olursa, yasaklanmış bir iş yapmış
olur. Eğer Peygamber (sav)'ın Muhallim'in bu yaptığı işin ağırlığın] ifade
etmesi ve kab-
finden dışarıya
atılışının nasıl olduğu sorulacak olursa, şöyle deriz: Çünkü Hz, Peygamber,
Muhalllm'in, o kişinin müslüman olduğuna aldırış etmediğini ve cahiliyye
döneminde aralarındaki kin dolayısıyla kasti olarak onu öi-dürüp müslüman
oluşuna aldırış etmediğini bilmişti.
[93]
Yüce Allah'ın: Dûnya hayatının
menfeatini arayarak" yani onun malını almak isteyerek,.. Dünya hayatının
metaına; denilmesi bunun gelip geçici sebat bulmayan zail olucu oluşundan
dolayıdır. Ebu Ubeyde der ki: Bütün dünya hayatının metaına "ra"
harfi üstün olarak "arad" denilir.
"Dünya hazır bir
araz'dır. Ondan İyi olan da yer facir olan da yer" tabirindeki
"araz" da bu kabildendir "Ra" harfi sakin olarak ise dinar
ve dirhem dışındaki mallara denilir. Buna göre her arz arazdır fakat her araz,
arz değildir. Müslim'in Sahihinde de Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir: "Zenginlik fazla mal sahibi olmak değildir. Asıl zenginlik
nefis zenginliğidir."
[94] İlim
adamlarından birisi de bu anlamdan hareketle şu beyitleri söylemiştir:
"Sana yetene
kanaat getir ve razı olmayı elden bırakma Çünkü bilemezsin sabaha çıkar mısın,
akşamı eder misin? Zenginlik çokça mal sahibi olmak demek değildir ancak,
Zenginlik te fakirlik te nefsin kendisindendir."
İşte bu, Ebû
Ubeyde'nin: Mal, mal edinilen her şeyi kapsar, şeklindeki sözünün doğruluğunu
ortaya koymaktadır. (Sibeveyh'in) Küabu'I-Ayn'ınâz ise şöyle denilmektedir:
Araz, dünyada nail olunan şeydir.
Yüce Allah'ın: Siz
dünya hayatının malını arzu ediyorsunuz" (el-Enfal, 8/67) buyruğu da
buradan gelmektedir. Çoğulu ise "aruz" gelir. İbn Faris'in
el-Mücmel'\nâe de şöyle denilmektedir: Araz, İnsanın karşı karşıya kaldığı
hastalık yahut benzeri şeylerdir.
Dünya arazı ise,
dünyada bulunan az veya çok mala denilir. Arz ise, nakit olmayan sair eşyalara
denilir. Bîr gey zuhur edip imkân sahibi olursa onun, hakkında da; denilir. Arz
(en) de uzunluğun zıddıdır.
[95]
Yüce Allah'ın:
"İşte Allah'ın katında nice ganimetler vardır" buyruğu, yüce Allah
taralından herhangi bir yasak istenmeksizin helalinden ve uygun görülen
şekilde yerine getirilecek şeylere karşılık Allah'ın vaadi olduğunu ortaya
koymaktadır. Yani durum böyle olduğundan ötürü, siz akılsızca tasarruflarda
bulunmayınız. Çünkü "önceleri siz de böyle idiniz" yani siz de bir
zamanlar kendinize gelecek bir zarar korkusuyla kavminizden imanınızı
gizliyordunuz. Nihayet Allah size dini güçlendirmek ve müşrikleri yenik düşürmek
suretiyle Jütufta bulundu. İşte şu anda onlar (müşrikler) da böyledir. Onlardan
her birisi kendi kavmi arasında size nasıl ulaşacağını hesap etmekte,
beklemektedir. Dolayısıyla böyle birileri size gelecek olursa onun durumunu
açıkça anlamadığınız sürece öldürmeniz uygun düşmez.
İbn Zeyd der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Siz de bu şekilde kâfirler idiniz de İslama girmeniz
suretiyle. "Allah size lütfetti," O halde karşınıza çıkan böyle bir
kimsenin de önceleri sizin önceki haliniz gibi olduğu halde sizinle karşılaşır
karşılaşmaz derhal İslama girmesini olmayacak bir şey olarak değerlendirmeyiniz.
O halde böyle birilerinin durumunu iyice araştırmanız gerekmektedir.
[96]
İman, yalnızca sözdür
diyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterirler. Çünkü yüce Allah; "Ve
size selâm verene... sen mü'min değilsin demeyin"
diye buyurmaktadır.
Derler ki: Lâ ilahe illallah diyen kimseye sen mü'min değilsin denilmesi
yasaklandığına göre, yalnızca bu sözü söylemeleri dolayısıyla öldürülmeleri de
yasaklanmış olmaktadır. Şayet tman bizatihi bu sözü söylemek olmasaydı onların
sözlerine hiçbir şekilde aldırış edilmezdi.
Deriz ki: Bu sözleri
söylemelerine rağmen onları öldürenler, bu sözleri söyleyenlerin kendilerini
ölümden kurtarmak için bu sözü söyleyip söylemedikleri hususunda şüpheye
düştüler ve bundan dolayı da öldürdüler. Yüce Allah ise, kullarına yalnızca
zahire göre hüküm vermek hakkını tammıştır. Peygamber (sav) da: "Ben
insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum" diye
buyurmuştur. Ancak, burada imanın yalnızca ikrardan ibaret olduğuna dair bîr
açıklama yoktur. Nitekim, münafıklar da bu sözü söylemekle birlikte, daha önce
el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere mü'min değildirler. (2/8. âyet'in tefsiri)
Hz. Peygamber: "Kalbini açıp baksaydın ya" buyruğuyla da bu hususa
gereken açıklığı getirmiştir.
Böylelikle imanın
ikrar ve başka şeyler olduğu; hakikatinin ise kalp ile tasdik olduğu sabit
olmaktadır. Şu kadar varki kulun durumu öğrenmek için kişiden işittiklerini
kabul etmekten başka bir yolu yoktur.
Yine: Zındık olan
kimsenin İslamı izhar etmesi halinde tevbesi kabul olunur diyenler de bu âyeti
delil göstermişlerdir. Derler ki: Çünkü yüce Allah, İslamı açığa vurduktan
sonra zındık olanla olmayan arasında bir fark gözetmemiştir Yine buna dair
açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır.
Aynca bu âyeti
kerimede Kaderiyenin görüşleri de reddolunmaktadır. Çünkü yüce Allah,
kendilerine; özel bir şekilde imana muvaffak kılmak suretiyle bütün insanlar
arasında mü minlere lütufta bulunduğunu haber vermektedir. Kaderiyye ise:
Allah bütün insanları iman etmek için yaratmıştır, demektedir Şayet durum
onların iddia ettikleri gibi olsaydı, bütün insanlar arasında mü'minlerin
özellikle Allah'ın lütfuna mazhar olduklarını ifade etmenin hiçbir anlamı
olmazdı.
[97]
Yüce Allah: halde iyice araştırın" buyruğunda,
araştırma emrini bu konuyu tekid için bir daha tekrarlamaktadır,
"Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır"
buyruğu da Allah'ın emrine muhalefet etmekten bir sakındırmadın Yani sizi
helake götürecek olan bu gibi şeylerden kendinizi koruyun ve benzeri
yanlışlıklardan nefsinizi uzak tutun.
[98]
95. Müminler den -özür
sahibi olanlar müstesna- oturanlarla Allah •yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenler bir olma/. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlardan
derece itibariyle üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de cl-Hüsnâ'yı
va'detmiştir. Allah, nıücaİı İdleri oturanlardan pek büyük bir mükâfatla ün tün
kılmıştır.
96- Kendi nezdinden
(yüksek) derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün) kılmıştır. Allah Gafurdur,
Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Mü'mlnlerden... oturanlarla... bir olmaz" buyruğu hakkında İbn
Abbas der ki: Bedir savaşına çıkmayanlar ile, o savaşa çıkanlar bir olmaz.[99] Daha
sonra yüce Allah: "Özür sahibi olanlar müstesna" diye buyurmaktadır
ki, buradaki "özür" kötürümlük anlamındadır.
Lafız Ebû Davud'un
olmak üzere hadis imamları Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav)'ın yanında bulunuyordum. Onu bir sükûn (sekîne) kapladı.
Rasûlullah (sav)'ın baldırı, baldırımın üzerine geldi. Rasûlullah (sav)'ın
baldırından daha ağır bir şey olduğunu bilmiyorum. Sonra üzerinden vahyin
etkisi çekilince: "Yaz" diye buyurdu. Ben de bir kürek kemiği
üzerine: "Mü'minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenler bir olmaz" âyetini sonuna kadar yazdım. Bu sefer, İbn Um
Mektum -ki, gözleri görmeyen birisiydi- mücahidlerin faziletini işitince ayağa
kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, peki mü'minler arasından cihada gücü
yetmeyenlerin durumu nedir?
İbn Um Mektum sözünü
bitirince yine Rasululallah (sav)'ı bir sükûnet kapladı. Yine baldırı
baldırımın üstüne geldi. İlk defada onun ağırlığını gördüğüm gibi ikinci
defada da gördüm. Sonra Rasûlullah (sav)'ın üzerinden vahyin etkisi çekilince
yine: "(Yazdığını, oku ey Zeyd" dedi. Ben de: "Mü'minlerden...
oturanlarla... bir olmaz" buyruğunu okudum. Rasûlullah (sav) bu sefer:
"Özür sahibi olanlar müstesna" bölümünü de ekleyerek âyetin tamamını
okudu. Zeyd dedi ki: Yüce Allah bu bölümü ("özür sahibi olanlar müstesna"
bölümünü) ayrıca ve müstakil olarak indirdi, ben de onu Rasulullah'ın emri
üzerine yerine koydum. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şu anda bile o
bölümü kürek kemiğindeki çatlağa yakın bir yerde ilave ettiğim yeri görür
gibiyim.
[100]
Buhârî'de, Abdullah b.
el-Haris'in azadhsı Miksem, İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmektedir:
"Mü'minlerden... oturanlarla... cihad edenler bir olmaz" yani
Bedir'e çıkmayıp oturanlarla Bedir'e çıkanlar bir olmaz.
[101]
İlim adamları der ki:
Âyet-i Kerimede sözü geçen özür sahibi olanlar, savaşa çıkmasına engel olan
mazereti bulunan kimseler demektir. Çünkü bu özürleri kendilerini cihada
çıkmaktan alıkoymaktadır. Hz. Peygamberin de gazalardan birisinden döndüğü
sırada şöyle buyurduğu sahih olarak sabit olmuştur: "Şüphesiz Medine'de
bir takım kimseler vardır ki, bir vadiyi aşıp geçtiğiniz yahut bir mesafeyi
katettiğinizde mutlaka onlar da sizinle birliktedirler. İşte bunlar
mazeretlerinin kendilerini sizinle birlikte engellediği kimselerdir."
[102] Bu
da özür sahibi olan kimsenin savaşa çıkmış gazi gibi ecir almasını
gerektirmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Savaşa çıkamayan özür sahibinin savaşa çıkmışın ecri ile eşit ecir alması
ihtimal dahilindedir. Yüce Allah'ın lütfü geniştir. Ayrıca onun mükâfat
vermesi ondan bir lütuftur. Fiilen hakedildiği için değildir.
O bakımdan yüce Allah,
samimi niyyet dolayısıyla fiilen yapılana vermiye-ceği kadar ecir verebilir.
Şöyle de denilmiştir: Bu şekilde bir özür sahibine ecri katlanmaksızın verilir.
Böylelikle gazi de fiilen savaşa katıldığı için kat kat ecir almak suretiyle
ondan daha üstün olur.
Derim ki: Bu
husustaki: "Şüphesiz Medine’de öyle bir takım kimseler vardır ki"
(mealindeki) sahih hadis dolayısıyla inşa'allah birinci görüş daha sahihtir.
Ayrıca Ebû Kebşe el-Enmâri 'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadis de
bunu gerektirmektedir: "Dünya ancak dört kişinindir..." bu hadis-i
şerif daha önce, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/135. ayet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şu haberde varid olan da bu manayı ihtiva etmektedir: "Kul hastalandı mı,
yüce Allah şöyle buyurur: Kuluma iyileşinceye veya onun ruhunu kabz edinceye
kadar sağlıklı iken işlediği amelleri (şimdi de işlemiş gibi) yazımz."
[103]
Bazı ilim adamları bu
âyet-i kerimeyi delil alarak divan ehlinin (yani asker olarak yazılan ve bunun
için devlet hazinesinden maaş alanların) tatav-vu olarak cihada katılanlardan
daha büyük ecir sahibi olduklarını ileri sürmüşlerdir. Çünkü divanda yazılı
bulunanlar maaşları karşılığında adeta mülkiyet altında oldukları ve zorlu
zamanlarda onlar öne sürülüp gönderildikleri, düşmana karşı asker olarak
gönderilip onlara verilen emirler de sürekli olarak onların hayatında adeta
huzur bırakmadığı için, nafile olarak cihada katılanlardan daha büyük ecir
sahibidirler. Çünkü nafile olarak cihada katılanların rahatı huzuru
yerindedir. Yazın girişilen büyük gazvelerde ve benzerlerine katılmaktan yana
kalpleri rahattır.
İbn Muhayrîz der ki:
Bu şekilde maaş alarak cihad için bekleyenler, sürekli olarak huzur ve sükûn
nedir bilmediklerinden dolayı tatavvu ve nafile olarak cihada katılanlardan
daha faziletlidirler.
Mekhûl der ki: Düşmana
karşı gönderilen askerî birliklerin duydukları dehşet, Kıyamet gününün
dehşetlerini giderir.
[104]
Yine, "zenginlik,
fakirlikten daha faziletlidir" diyenler de bu âyeti delil gösterirler.
Çünkü yüce Allah, kendisi vasıtasıyla salih amellere ulaşılan malı söz-konusu
etmektedir.
Kişiyi başkasına
muhtaç düşürecek kadar fakirliğin hoşlanılmayan bir şey, azdıran zenginliğin de
yerilen bir şey olduğunu, ilim adamları ittifakla kabul etmekle birlikte bu
hususta farklı kanaatlere sahiptirler. Kimisi, zenginliğin faziletli olduğu
kanaatini ileri sürmektedir. Çünkü zenginin hayır yapma gücü vardır. Fakirin
ise acizliği sözkonusudur. Güç ve iktidar sahibi olmak ise acizlikten daha
faziletlidir. el-Maverdi der ki: Şan ve şeref sevgisinin etkisi akında
kalanların görüşü budur. Başkaları ise fakirliğin daha faziletli olduğu
görüşündedir. Çünkü fakir, (lezzeti) terk edicidir. Zengin ise dünya ile içli
dışlıdır. Dünyanın terki ise, onunla içli dışlı olmaktan daha faziletlidir.
Yine el-Maverdi der
ki: Bu da esenliği daha çok sevenlerin görüşüdür. Başkaları ise, fakirlik
sınırından yukarı çıkarak, zenginlik mertebesinin asgari seviyesine ulaşmak
suretiyle iki işin arasında orta yerde olmanın daha faziletli olduğu
görüşündedir. Böylelikle kişi, her iki durumun da faziletini elde edebilir,
her iki durumun yerilen hallerinden kendisini kurtarabilir. el-Maverdi der ki:
İşte bu mutedillik halinin daha üstün olduğu görüşünde olanların ve:
"Bütün işlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır" kanaatinde olanların
görüşüdür. Gerçekten de hikmetli şair bunu şu beyiti ile çok güzel bir şekilde
dile getirmiştir:
"Ey zengin
olmamaktan ve bir gün gelip arzu edilmeyen bir şeye rağbet duymaktan Allah'a
sığınan kişi..."
[105]
"Özür sahibi
olanlar müstesna" buyruğundaki: "Müstesna" kelimesini
Kûfelilerle Ebu Amr merfu' olarak okumuşlardır. el-Ah-feş der ki: Bu, bu
şekliyle "oturanların sıfatıdır. Çünkü oturanlar ile muayyen bir topluluk
kast edilmemektedir. Bundan dolayı da nekire (belirtisiz bir topluluk)
olmaktadırlar. Bu nedenle de ile
nitelendirilmesi mümkün olmuştur. Buyruğun anlamı da o takdirde şöyle olur:
Özür sahibi olmayıp oturanlarla... bir olmaz.
Yani, herhangi bir
özrü bulunmaksızın oturanlar (cihada çıkanlarla) bir olmazlar. Yani, sağlıklı
olduğu halde oturanlar (cihada çıkanlarla) bir olmaz anlamındadır. Bu
açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. Ebu Hayve ise bu kelimeyi şeklinde esreli olarak mü'minlere sıfat
yaparak okumuştur. Yani sağlıklı olan mü'minler arasından özrü bulunmayan
mü'minlerden oturanlar...
Haremeyn kurrâsı ise,
kelimesini, oturanlardan veya mü'minlerden istisna olmak üzere mansub
okumuşlardır. Yani özür sahibi olanlar müstesnadır. İşte bunlar mücahidlerle
eşit olurlar.
Arzu edildiği
takdirde, (bu okuyuşa göre bu kelime) oturanlardan hal de yapılabilir. Yani,
sağlıklı olanlar arasından sağlıklı oldukları halde oturanlar... bir olmaz. Bu
şekilde onlardan hal yapmanın caiz olması, oturanların lafız olarak marife
oluşu dolayısıyladır. Nitekim: "Zeyd bana hasta olmayarak geldi"
demek de böyledir.
Naklettiğimiz nüzul
sebebi de bu kelimenin nasb anlamına delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.[106]
"Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlardan derece itibariyle üstün
kılmıştır." Bundan sonra ise yüce Allah: "Kendi nezdinden (yüksek)
derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün kılmıştır)" diye buyurmaktadır.
Bazıları derler ki: Önce bir dereceyle üstün kılmaktan sözedilip, daha sonra
da derecelerden söz edilmesi (faziletin üstünlüğünü) mübalağa yoluyla beyan ve
te'kid içindir.
Şöyle de denilmiştir:
Allah, mücahidleri özrü olduğu halde savaşa çıkmayıp oturanlara bir tek derece
ile üstün kılmış, ancak mazereti olmaksızın cihada çıkmayıp oturanlara bir çok
derecelerle üstün kılmıştır. Bu açıklamayı, İbn Cüreyc, es-Süddî ve başkaları
yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir:
Derece, yükseklik demektir. Yani yüce Allah, onların şanını yükseltmiş, sena,
övgü ve onlara iltifatta bulunmak suretiyle yüceltmiştir. İşte derecenin anlamı
budur. Derecelerle ise, cennetteki makamlar kastedilmektedir.
İbn Muhayriz der ki:
Allah, mücahidleri yetmiş derece ile yükseltmiştir. Her iki derece arasında iyi
bir cins atın yetmiş yıllık bir zaman içerisinde alabileceği kadar bir mesafe
vardır.
"Dereceler"
buyruğu, "ecir: mükâfat" kelimesinden bedel ve onun için bir atfı
tefsirdir. Bunun bir zarf takdiri ile mansub olması da mümkündür. Yani, Allah
onları bir takım derecelerle üstün kılmıştır demektir. Ayrıca bunun yüce
Allah'ın: "Büyük bir mükâfat" buyruğunu te'kid olması da mümkündür.
Çünkü büyük mükâfat, dereceler, mağfiret ve rahmettir. Merfu' okunması da
mümkündür.
Yani; İşte bunlar öyle
birtakım derecelerdir ki... şeklinde olur. Mükâfat kelimesi, "Üstün
kılmıştır" kelimesi ile nasb edilmiştir. Bu kelimeyi mastar olarak da
kabul edebiliriz, hatta bu daha uygundur. O takdirde bu kelime; "Üstün
kılmıştır" kelimesi dolayısıyla man-sub olmaz. Çünkü bu kelime, iki tane
mef ûlünü almış olur ki, bu iki meful da: "Cihad edenleri" kelimesi
ile "Oturanlardan" kelimeleridir. "Derece itibarıyla"
kelimesi de böyle olur.
Buna göre dereceler,
biri diğerinden daha üstün mevkiler demektir. Sahih hadiste Peygamber (sav)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphe yok-ki cennette yüz derece
vardır. Allah bunları yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her iki derece
arasındaki mesafe, yer ile gök arası kadardır."
[107]
"Bununla beraber,
Allah hepsine de el-Hüsna'yı vaad etmiştir." el-Hüsnâ'dan kasıt,
cennettir. Yani, Allah onların hepsine de cenneti vadetmiştir. Diğer taraftan
"hepsine" ile, özel olarak mücahjdlerin kastedildiği söylendiği
gibi, mücahidi er ile özür sahibi olanlar kastedilmiştir de denilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah’tır.
[108]
97. Nefislerine
zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: "Ne işte
idiniz?" derler. Onlar: "Biz yer yüzünde mustaz'af kimselerdik"
derler. "Allah'ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret
edeydiniz" derler. İşte onların durakları cehennemdir. O, ne kötü bir
dönüş yeridir!
98. Ancak (hicret
etmeye) çare bulamayan, yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklardan mustaz'af
olanlar müstesna.
99. İşte, Allah'ın
onları affedeceği umulur. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Bununla kastedilenler,
İslâm'a girmiş, Peygamber (sav)'a iman ettiklerini izhar etmiş Mekkeli bir
topluluktur. Peygamber (sav) hicret edince, kavimleriyle birlikte kalmaya
devam ettiler. Onlardan bir kısmı ise dinleri dolayısıyla fitneye (azap ve
işkenceye) maruz bırakıldılar ve onlar da bu hususta istenilenlere cevap
verdiler. Bedir savaşı sırasında onlardan bir topluluk kâfirlerle birlikte
savaşa katıldılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Şöyle de
denilmiştir. Bu kimseler, müslümanların sayılarını az görünce dinleri
hususunda şüpheye düştüler ve irtidat ettiler. İrtidat ettikleri için de öldürüldüler.
Müslümanlar ise: Bizim şu arkadaşlarımız müslümandılar. Müşriklerle birlikte
çıkmak için zorlandılar. O bakımdan onlara mağfiret dileyin dediler. Bunun
üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Ancak birincisi daha sahihtir.
Buhârî de Muhammed b.
Abdurrahman'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Medinelilerden savaşa
katılmak üzere belli miktarda asker göndermeleri istendi. Ben de gönderilecek
bu askerler arasına yazıldım. İbn Abbas'ın azadlısı İkrime ile karşılaştım. Ona
durumu bildirince, bu işten elinden geldiğince beni de alıkoymaya çalıştı,
sonra şöyle dedi: İbn Abbas bana şunu haber verdi: Müslümanlardan bazı
kimseler, müşriklerle birlikte olup Rasûlullah (sav) döneminde müşriklerin
kalabalığını artırıyorlardı. Atılan bir ok gelir onlardan birisine isabet eder,
onu öldürürdü. Yahut da ona bir darbe indirilerek o kimselerden birisi
öldürülebiliyordu. İşte bunun üzerine yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler
olarak canlarını alacağı kimselere melekler... " âyetini indirdi.
[109]
Yüce Allah'ın:
"Canlarını alacağı kimselere melekler" buyruğundaki: "Canlarını
alacağı" fiili, te'nis alameti almamış mazi bir fiil olması muhtemeldir.
Çünkü "melekler" lafzının müennesliği hakiki değildir. Bunun alacağı
anlamın da müstakbel (muzari) bir fiil olması ve iki "te"den
birisinin hazfedilmiş olması da muhtemeldir. İbn Fûrek, el-Hasen'den anlamının:
Cehenneme götürmek üzere toplayacakları... şeklinde olduğunu nakletmektedir.
Anlamının: Ruhlarını alacağı... şeklinde olduğu da söylenmiştir, daha zahir
olan budur.
Meleklerden kastın
ölüm meleği olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De
ki size vekil kılınan ölüm meleği ruhunuzu alacaktır." (es-Secde, 32/11)
Nefislerine
zulmedenler olarak" buyruğu hal olarak nasb mahallindedir. Yani,
kendilerine zulmetmiş oldukları halde... Burada "nün" harfi, ibarenin
hafif olması için hazfedilmiş ve sonra da izafe yapılmıştır.
Nitekim yüce Allah'ın:
"Kabe'ye götürülecek bir kurbanlık" (el-Maide, 5/95) buyruğu da
böyledir.
Meleklerin: "Ne
işte idiniz" şeklindeki soruları ise bir azar ve sitem yoluyla sorulacak
bir sorudur. Yani sizler, Peygamberin ashabı arasında mıydınız, yoksa müşrik mi
idiniz? Onların: "Biz yeryüzünde mustaz'af kimselerdik" şeklindeki
sözleri ise, biz Mekke'de idik, anlamındadır. Fakat bu, doğru olmayan bir
özürdür. Zira bunlar, hicret etmeye bir çare bulabiliyor, yol bulabiliyorlardı.
Daha sonra melekler: "Allah'ın arzı geniş değil miydi..." sözleriyle
dinlerinin gereği olarak yapmaları gereken işi onlara bildirmektedir. Böyle bir
soru ve cevap onların hicreti terk etmek suretiyle nefislerine zulmeden
müslümanlar olarak öldüklerini ifade etmektedir. Aksi takdirde kâfir olarak
ölmüş olsalardı, bu kabilden onlara bir söz söylenmezdi.
Böylelerinin ashab-ı
kiram arasında anılmayışlarının sebebi ise, karşı karşıya kaldıkları işin
ağırlığı ve muayyen olarak onlardan herhangi bir kimsenin iman ettiğinin
ortada olmaması ve irtidat etmiş olma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Daha sonra yüce Allah:
"Onların durakları" buyruğunda "he" ve "mim"
harfleri olan ("onlar" anlamındaki) zamirden gerçek anlamda mustaz'af
olan kötürüm erkekler ile, zayıf kadın ve çocukları istisna etmektedir. Ayyaş
b. Ebi Rebia, Seleme b. Hişam ve bunların dışında kalan, Allah Rasulünün kendilerine
dua ettiği kimseler gibi.[110]
İbn Abbas der ki: Ben
ve annem, yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede kastettiği kimselerdendik.
[111]
Çünkü İbn Abbas o dönemlerde zayıf çocuklar arasındaydı. Annesi el-Haris kızı
Um el-Fadl'dı. Asıl adı Lubabe'dir. Meymune'nin kızkardeşidir. Diğer kızkardeşi
de küçük Lubabe diye bilinir. Bunlar dokuz kızkardeş olup, Peygamber (sav)
haklarında şöyle demiştir: "Kızkardeşler, mü'min kadınlardır."
[112]
Selma, el-Asma ve Hafide de bunlardandır. Hafide'nin künyesinin Um Hafid,
adının da Hezîle olduğu da söylenmektedir. Bunlar altısı anne-baba bir, üçü de
anne bir (toplam dokuz) kızkardeş idiler. Anne bir kızkardeşlerin adı, Selma,
Selâme ve Umeys kızı Has'am'lı Esma'dır. Esma ise, önce Cafer b. Ebi Talib'in
hanımı idi.
Daha sonra Ebu Bekr
es-Sıddik ile evlendi, sonra da Ali (r.a)'ın hanımı oldu. Allah hepsinden razı
olsun.
Yüce Allah'ın:
"Ne işte idiniz?" diye soracakları belirtilen soru, bir azar sorusudur.
Az önce de geçmişti, "Ne işte"nin aslı: “” şeklindedir. İstifham ile
haberi birbirinden ayırt etmek için elif hazfedilmiştir. Vakıf yapılmak
istendiğinde aynı zamanda hem elifin hem de harekenin hazfedilme-mesi için
şeklinde vakıf yapılır. "Allah'ın arzı geniş değil miydi" buyruğu ile
kastedilen arz ise Medine'dir. Yani sizler, sizi mustaz'af kılan kimseler
arasından hicret edip uzaklaşma güç ve imkânına sahip değil miydiniz?
Bu âyet-i kerimede
masiyetlerin işlenip durduğu yerden hicret edip uzaklaşmaya delil vardır. Said
b. Cübeyr der ki: Bir yerde masiyetler işlenecek olursa, sen de oradan çık
git. Böyle dedikten sonra da: "Allah'ın arzı geniş değil miydi. Siz de
orada hicret edeydiniz" buyruğunu okudu.
Peygamber (sav)'m da
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Her kim, dini (ni kurtarmak
arzusu) ile bir yerden bir yere kaçacak olursa -bu (kaçacağı mesafe) bir karış
olsa dahi- artık onun için cennet vacib olur ve İbrahim ile Muhammed'in -ikisine
de selâm olsun- arkadaşı olur." "İşte onların durakları
cehennemdir." Yani, varacakları yer ateştir. O dönemde hicret, İslama
girmiş olan her kişiye vacip idi. "O ne kötü bir dönüş yeridir!" buyruğunda:
"Dönüş yeri" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir.
Yüce Allah'ın-.
"Çare bulamayan" buyruğundaki: "Çare" kelimesi, çeşitli
kurtuluş yollan hakkında kullanılabilen umumi bir lafızdır. Yol (sebil) ise,
Mücahid, es-Süddî ve başkalarının naklettiklerine göre, Medine'ye varan yol
demektir. Ancak doğrusu bunun bütün yollar hakkında umumi bir tabir olduğudur.
"İşte Allah'ın onları affedeceği umulur" buyruğu ile kastedilen
kimseler, hicret etmeye çare bulamayan ve günahsız olan kimsedir ki, affedilmesi
sözkonusu olsun. Ancak anlam şudur: Hicret uğrunda aşırı derecedeki
sıkıntılara katlanmanın icabettiği zannedilebilir. Öyleki, bu zorluğa
katlanmayan kimse bundan dolayı cezaya maruz kalabilir. İşte yüce Allah, böyle
bir vehmi izale etmektedir. Zira, aşın meşakkate katlanmak icab etmemektedir.
Aksine gerekli azık ve bineğin bulunmaması halinde hicretin terki caizdi.
Buna göre âyetin
anlamı şöyle olmaktadır: İşte Allah, böylelerini hesaba çekerken, aleyhlerine
olmak üzere nihai ve kılı kırk yararcasına onları hesaba çekmez. Bundan dolayı
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah çok affedicidir, çok
bağışlayıcıdır." Onun hakkında geçmiş ve gelecek açısından fark olmaz. Bu
buyruklara dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
[113]
100. Kim Allah yolunda
hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Allah'a
ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkan kimseye, daha sonra ölüm erişirse
onun mükâfatı Allah'a ait olur. Allah çok mağfiret edendir, rahmet sahibidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Kim Allah yolunda hicret ederse... bulur" buyruğu, şart ve
cevabıdır.
"Yer yüzünde
gidecek çok yer de bulur" buyruğundaki: "Gidecek yer"
kelimesinin, te'vili hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Mücalıid der ki:
Bundan kasıt, oradan uzak kalınacak yerdir. İbn Abbas, ed-Dahhak, er-Rabi' ve
başkalarına göre ise, oradan gidilecek başka bir yer, gidilecek başka bir
mekân kastedilmektedir. İbn Zeyd de der ki: Bundan kasıt, hicret edilecek
yerdir. Bunu Ebu Ubeyde de böyle açıklamıştır.
[114]
en-Nehhas der ki: Bu
kelimelerin anlamlan arasında bir uyum sözkonu-sudur. Buna göre bu kelime,
hicret edilmesi halinde gidilecek ve varılacak başka yer demek olur. Bu da
varılacak yerin adıdır. Kelime: dan türemiştir. Aynı kelimenin fiilinin
kullanıldığı: "Burnu yere sür-tünsün" tabirinde, toprağa yapışsın
demektir.
"Filandan
uzaklaştım, darıldım, ona düşmanlık ettim" tabiri de aynı kökten
gelmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Hicret olunan yere bu ismin veriliş sebebi şundandır: Kişi,
İslama girdi mi, kavmine düşmanlık eder, onlardan uzak kalırdı. O bakımdan,
onun aralarından hicret maksadıyla çıkışına bu isim verilmiştir. Peygamber
(sav)'ın yanına varışına da hicret denilmiştir. es-Sûddî der ki: Bu kelimenin
anlamı, maişet için aranılan yerdir. İbnü'l-Kasım der ki: Ben Malik'i şöyle
derken dinledim. Murağam (gidecek yer) kelimesi, yer yüzünde gidişin adıdır.
İşte bütün bunlar mana
yoluyla bir tefsirdir. Hepsi de biribirine yakın açıklamalardır. Lafza has
açıklamaya göre ise murağam, belirttiğimiz gibi burnun yere sürtüldüğü yer
anlamındadır. Çünkü murağame, anlaşmazlık halinde olup çekişenlerden her
birisinin, diğerini mağlup etmek, maksadına erişmesine engel olmak suretiyle
burnunu sürtmesi demektir. Kureyş kâfirleri, Mekke'de alıkoydukları kimselerin
burunlarını yere sürtmüş gibi oluyorlardı. Onlardan birisi hicrete muvaffak
oldu mu, onlara karşı kendisini koruyacağı bir yere sahip olacağından dolayı
Kureyşlilerin burnunu yere sürtmüş olurdu. İşte sığındığı ve korunacağı yer
onun murâğame mekânıdır. Nâbiğa'nın şu beyiti de işte buradan gelmektedir:
"Kendisine
sığınılan koca bir dağ gibidir
O, sığınılan yer
(murâğam) olarak da kaçıp varılan yer olarak da çok güçlüdür."
[115]
Yüce Allah'ın:
"Genişlik de bulur" buyruğundan kasıt, rızkında genişlik bulur,
demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas, er-Rabi' ve ed-Dahhâk yapmıştır. Katade ise
der ki: Buyruğun anlamı sapıklıktan hidayete ve fakirlikten zenginliğe doğru
genişliktir.
Malik der ki: Genişlikten
kasıt, varacağı ülkenin, yerin genişliğidir. Bu da araplann fasahatına daha
uygun bir açıklamadır. Çünkü yerin genişliği ve barınakların çokluğu
vasıtasıyla rızıkta da genişlik, sıkıntılarından, kederli düşüncelerinden
kurtulması ve buna benzer çeşitli kurtuluşları ile kalbin genişliği ortaya
çıkar. İşte şairin şu beyiti de böyle bir anlamı dile getirmektedir:
"Benimle
ilişkinin koparılması halinde ben bir dost bulurdum Arkamda uçsuz, bucaksız bir
genişlik de bulurdum."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"O takdirde gidip
geleceğim geniş bir yerim olur Eni boyu (geniş) yer yüzünde."
[116]
Malik der ki: Bu
âyet-i Kerime, selef-i salihe sövüp sayılan ve hakka uymayan uygulamaların
yapılıp amellerin işlendiği bir toprakta herhangi bir kimsenin ikâmet etme
hakkına sahip olmadığının delilidir.
Yine Malik der ki:
Murâğâm'den kasıt, yer yüzünde gitmektir. Genişlikten kasıt ise, ülkenin
genişliğidir. Az önce geçtiği üzere.
Yine kimi ilim adamı,
bu âyet-i kerimeyi şuna delil göstermiştir: Gazi, gazaya çıktıktan sonra
savaştan önce ölecek olursa, fiilen savaşta hazır bulunmasa dahi, ona
ganimetten payı verilir. Bu görüşü İbn Lehîa, Yezid b. Ebi Ha-bib'den, o da
Medinelilerden rivayet etmiştir. Aynı zamanda bu İbnü'1-Mu-bârek'ten de rivayet
edilmiştir.
[117]
Yüce Allah'ın:
"Allah'a ve Rasulüne hicret maksadı ile evden çıkan kimseye, daha sonra
ölüm erişirse..." âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbas'ın azadlısı İkrime
der ki: Bu buyrukta sözü geçen adamın kim olduğunu tesbit edinceye kadar ondört
yıl boyunca araştırıp durdum.
İkrime'nin bu
ifadesinde eskiden bu ilmin ne kadar şerefli olduğuna bir delil vardır. Buna
gereken ihtimamı göstermenin güzel olduğuna, bunu bilmenin bir fazilet
olduğuna da bir delil vardır. Buna yakın bir ifade de İbn Abbas'ın şu
sözleridir: Ben, Rasulullah (sav)'a karşı birbirleriyle yardımlaşan iki kadının
kim olduklarını Ömer'e sormak istediğim halde, seneler geçti bu soruyu yalnızca
onun heybeti sormama engel teşkil ediyordu.[118]
İkrime'nin sözünü
ettiği ve adını öğrendiğini belirttiği şahıs, Damra b. el-Iys veya el-Iys b.
Damra b. Zimba'dır. Bunu, Taberi Said b. Cübeyr'den nakletmektedir. Yine
bunun, Damra değil de Dumayra olduğu da söylenmektedir. Aynı şekilde bu
kişinin adının, Leysoğullarına mensub Cunda' b. Damra olduğu da
söylenmektedir. Bu kişi Mekke'de mustaz'aflardandı. Hasta idi. Allah'ın hicret
hakkında indirdiklerini işitince beni çıkartınız, dedi. Bu sefer, yatağı hazırlandı.
Yatağına konuldu ve böylelikle Mekke'den çıkıp gittiği sırada yolda Tem'im
denilen yerde vefat etti. Yüce Allah da onun hakkında: "Allah'a ve
Rasulüne hicret etmek maksadıyla evinden çıkan kimseye de..." buyruğunu
indirdi.[119]
Ebu Ömer'in naklettiğine
göre, bu kişinin adının, Hz. Hatice'nin kardeşinin oğlu Halid b. Hizam b.
Huveylid olduğu ve Habeşistan'a hicret edip yolda bir yılanın soktuğu ve
Habeşistana varmadan önce vefat ettiği de söylenmektedir. İşte bunun üzerine
bu âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur.
[120]
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Ebu'l-Ferec el-Cevzî
de bu kişinin Habib b. Damra olduğunu nakletmektedir. Yine es-Süddî'den bunun
Damraoğullarından Damra b. Cündub olduğu da söylenmiştir. İkrime'den de bunun,
Cundaoğullanndan Cundup b. Damra olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn
Cabir'den ise bunun, Leysoğulla-nndan Damra b. Bağîd olduğunu söylediği nakledilmiştir.
el-Mehdevî ise, adının Damra b. Damra b. Nuaym olduğunu nakletmektedir. Damra
b. Huzaa da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Ma'mer, Katade'den
şöyle dediğini rivayet eder: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını
alacağı kimselere melekler..." âyet-i kerimesi nazil olunca,
müslümanlardan hasta olan bir kişi şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, benim mazeretim
yoktur. Çünkü ben, yolu da bilen birisiyim, varlıklı da birisiyim. Haydi beni
bineğime bindiriniz. Onu bineğine bindirdiler. Yolda iken ölüm ona gelip
yetişti. Peygamber (sav)'ın ashabı ise şöyle dediler: Bize ulaşmış olsaydı
eksiksiz olarak ecrini tamamen hakeder ve alırdı. Bu kişi yolda Tem'im denilen
yerde vefat etti. Oğullan, Peygamber (sav)'a gelip olayı Hz. Peygambere haber
verdiler. Bunun üzerine şu: "Allah'a ve Rasulüne hicret maksadıyla
evinden çıkan kimseye..." âyeti nazil oldu.
[121] Bu
kişinin adı Damra b. Cundub idi. Adının -az önce geçtiği gibi- Cundub b. Damra
olduğu da söylenmektedir. "Allah çok mağfiret edendir" böylesinin
daha önceki şirkini bağışlayandır. Onun tevbesini kabul ettiği için
"Rahmet sahibidir."
[122]
İbnü'l-Arabî der ki:
İlim adamları -Allah onlardan razı olsun- yeryüzünde yola çıkıp gitmeyi iki
kısma ayırmışlardır: Kaçmak ve talep maksadı. Birincisi (yani kaçmak
maksadıyla yeryüzünden ayrılıp gitmek) altı kısımdır:
1- Hicret: Dar-ı
harpten dar-ı İslam'a çıkıp gitmektir. Peygamber (sav) döneminde bu farz idi.
Kıyamet gününe kadar bu hicret çeşidi farz olarak kalmaya devam edecektir.
Fetih (Mekke'nin fethi) dolayısıyla sona eren hicret ise, Peygamber (sav)'ın
bulunduğu yere hicret etmektir. Eğer dar-ı harpte kalacak olursa asi olur,
böyle bir kimsenin durumu hakkında ihtilâf edilmiştir.
2- Bid'at
topraklarından çıkıp gitmek: İbnü'l-Kasım der ki: Malik'i şöyle derken
dinledim: Selef-i salibe sövülüp sayılan bir yerde ikâmet etmek kimseye helâl
değildir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur. Çünkü eğer münkeri değiştirecek
gücün yoksa, oradan uzaklaş. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Âyetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün zaman başka bir söze
dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir...zalimler topluluğu ile oturma."
(el-En'am, 6/68)
3-
Haram
fiillerin baskın geldiği yerden çıkıp gitmek: Çünkü helal rızık talep e'tmek
her müslümanın üzerinde bir farzdır.
4- Bedende
eziyetten kaçmak: Bu da yüce Allah'ın ruhsat verdiği, lütfettiği bir husustur.
Eğer bir kimse bedenine bir zarar geleceğinden korkarsa, yüce Allah, kendisini
böyle bir tehlikeden kurtarmak için oradan çıkıp kaçmaya izin vermiştir.
Bu işi ilk yapan kişi
de İbrahim (a.s)'dır. Çünkü o, kavminden korkunca: "Şüphesiz ben Rabbime
hicret edenim" (el-Ankebut, 29/26) demişti. Yine Hz. İbrahim'in şöyle
dediği nakledilmektedir: "Ben, Rabbime gidiciyim. O, beni doğruya
iletecektir." (es-Saffat, 37/99) Hz. Musa'dan da: "Korku ile gözeterek
oradan çıktı..." (el-Kasas, 28/21) diye haber vermektedir.
5- Sisli
puslu, havası güzel olmayan bir beldede hasta olmak korkusuyla havası temiz ve
nezih bir yere çıkıp gitmek: Nitekim Peygamber (sav), Medine'nin havasını ağır
bulan çobanlara, açık yerlere çıkıp gitmeleri ve sağ-lıklanna kavuşuncaya kadar
orada kalmaları için izin vermiştir. Ancak tâûn'dan çekinerek çıkış bundan
istisna edilmiştir. Yüce Allah, bu maksatla çıkışı, Peygamber (sav)'dan bize
ulaşan sahih hadis ile yasaklamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar ise el-Bakara
Sûresi'nde (2/243. ayet, 3. başlık) geçmiş bulunuyor. Şu kadar var ki, ilim
adamlarımız böyle bir çıkışın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
6-
Malda
eziyet korkusu ile kaçış: Şüphe yok kî, müslümanın malının ha-ramlığı, kanının
haramlığı gibidir. Aile halkı da bunun gibi hatta daha da ileri derecede
hürmete sahiptir.
Talep maksadıyla bir
yerden çıkış da ikiye ayrılır: Din talebi, dünya talebi. Din talebi, türlerine
göre dokuz kısımdır.
1- İbret
maksadıyla yolculuk yapmak: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar,
yeryüzünde gezmezler mi ki, kendilerinden önce geçenlerin akıbetinin nasıl
olduğuna bir baksınlar." (er-Rûm, 33/9) Bu kabilden buyruklar pek çoktur.
Denildiğine göre Zülkarneyn, hayret verici özelliklerini görmek kastıyla
yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşmıştı. Orada hakkı uygulamak için dolaştığı
da söylenmiştir.
2- Hac
yolculuğu: Birinci maksatla yolculuk mendup ise de, hac maksadıyla yolculuk
farzdır.
3- Cihad
yolculuğu: Bunun da kendine has hükümleri vardır.
4- Geçim
kastıyla yolculuk: Kişi ikâmet halinde geçimini sağlayamayabi-lir. O takdirde
geçimini elde etmek için yerinden çıkar. Ve bunu yaparken, avlanmak, odun
getirmek, ot toplamak yahut "ücretle çalışmak"dan ne fazla bir şey
yapar, ne de "eksik."
[123] Bu
(kadar çalışarak maişetini sağlıyacak kadar kazanmak) onun için bir farzdır.
5- temel
gıdadan fazla kazanmak ve ticaret yolculuğu: Bu da, Şanı yüce Allah'ın lütfü
keremiyle caizdir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Rabbinizin lütfundan aramanızda size bir vebal
yoktur." (el-Bakara, 2/198) Bununla ticareti kastetmektedir. Bu da yüce
Allah'ın hac yolculuğu esnasında lütfedip ihsan ettiği bir nimettir. Yalnızca
ticaret maksadıyla dahi buna izin verilmesi de apayrı bir nimettir.
6- İlim talebi için yolculuk: Bu da meşhurdur,
7- Mübarek
yerleri ziyaret kastıyla yolculuk: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ancak üç mescide gitmek kastıyla yükler bağlanır..."[124]
8- Orada ribatta bulunmak Csınırlan koruyup gözetmek), orayı himaye etmek
kastıyla orada bulunanların sayılarını çoğaltmak için sınırlara gitmek.
9- Allah
yolunda kardeşleri ziyaret etmek: Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Bir adam bir kasabada bulunan bir kardeşini ziyaret etti. Allah, onun
gittiği yolda onun için bir melek bekletti. Melek, nereye gitmek istiyorsun diye
sordu. Adam: Şu kasabada bir kardeşimi görmek istiyorum dedi. Melek; Senin onun
üzerinde yoluna koyup ıslâh edeceğin bir nimetin var mıdır? diye sordu. Adam
şu cevabı verdi: Hayir, sadece onu Allah yolunda sevdiğim için gid'yorum. Melek
şöyle dedi: Ben, Allah'ın, sana Allah için o kardeşini sevdiğin gibi, Allah'ın
da seni sevdiğini bildirmek üzere gönderdiği elçisiyim dedi". Bu hadisi
Müslim ve başkası da rivayet etmiştir.
[125]
101. Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanıi,
namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz, kâfirler sizin
apaçık dûşmam-nızdır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: Sefere
çıktığınız" buyruğu, yolculuk yaptığınız "zaman" demektir. Buna
dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
İlim adamları,
yolculuk halinde namazı kısaltmanın hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Bir topluluktan, bunun farz olduğu görüşü rivayet edilmiştir. Bu, aynı zamanda
Ömer b. Abdulaziz'in, Kûfelilerin, Kadı İsmail'in ve Hammad b. Ebi Süleyman'ın
görüşüdür Bunlar görüşlerine, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu hadisi delil
göstermektedirler: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır..,"
[126]
Şu kadar var ki,
bizzat Hz. Âişe'nin bu hadise muhalefet etmesi dolayısıyla bu hadisin bu
görüşe delil olacak tarafı yoktur. Çünkü Hz. Aişe yolculukta namazı tam
kılardı.
[127] Bu ise, delil olarak bu
görüşü zayıflatmaktadır. Diğer taraftan değişik bölgelerin fukahası bu
hadisin, yolcu olan kimsenin mukimin arkasında namaz kılması halinde itibara
alınacak bir asıl delil olmadığı üzerinde tema etmişlerdir, Hz, Âişe'den başka
Ömer, İbn Abbas ve Cübeyr b. Mut'im gibi ashab ise bunu şöyle rivayet
etmişlerdir; "Namaz ikâmet halinde dört rekat olarak, yolculuk halinde
iki rekat olarak, korku halinde ise tek rekat olarak farz kılındı". Bunu
Müslim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
[128]
Diğer taraftan Hz.
Âişe'nin rivayet ettiği bu hadisi, İbn İclâ'n, Salih b. Key-san'dan, o,
Urve'den, o da Hz. Âişe'den şöylece rivayet etmektedir: Rasulul-lah (sav),
namazı ikişer rekat olarak farz kılmıştır.
[129] el-Evzaî
ise bu hadiste, İbn Şihab'dan, o, Urve'den, o da Hz. Âişe'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Allah namazı, Rasulullah (sav)'a ikişer rekat olarak farz
kıldı.
[130]
Bu ise hadiste bir
ızdıraptır Diğer taraftan Hz. Âişe'nin: "Namaz farz kılındı" tabiri
zahiri üzre değildir, Çünkü akşam ve sabah namazları bunun dışındadır. Zira
akşam namazına ne bir rekat ilave edilmiş, ne ondan bir şey eksiltilmiştir.
Sabah namazı da böyledir.
İşte bütün bunlar
hadisin senedini değil de metnini zayıflatmaktadır.
İbnü'I-Cehm'in
naklettiğine göre, Eşheb, Malik'ten namazı kısaltmanın farz olduğunu rivayet
etmektedir. Ancak, Malikin mezhebinden ve arkadaşlarının çoğunluğu ile selef
ile halefe mensub ilim adamlarının çoğunluğundan nakledilen görüş, namazı
kasretmenin sünnet olduğudur. Şafiî'nin görüşü de budur. îleride yüce Allah'ın
izniyle açıklanacağı üzre sahih olan da budur. Bağdadlı Maliki mezhebi
alimlerinin genellikle kabul ettikleri görüş ise bunun, muhayyer bir farz
olduğudur. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin arkadaşlarının da görüşüdür.
Diğer taraftan
hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ise ihtilaf etmişlerdir. Kimisi,
kasretmenin daha faziletli olduğunu söylemiştir ki buf el-Eb-lıerTnin ve
diğerlerinin görüşüdür. Tam kılmanın daha faziletli olduğu da söylenmiştir ve
bu Şafiî'den de nakledilmiştir. Maliki mezhebinden Ebu Said el-Fervî'nin
naklettiğine göre, Malik'in sahih olan görüşü, yolcunun namazı tamamlamak veya
kasretmek hususunda muhayyer olduğu şeklindedir.
Derim ki: İşte Şanı
yüce Allah'ın: "Namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur"
buyruğundan zahir olarak anlaşılan da budur. Şu kadar varki Malik, -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- kasretmenin müstelıab olduğunu kabul eder. Aynı şekilde
namazım tamam kıldığı takdirde vakit çıkmadığı sürece namazını iade edeceği
görüşündedir, Ebu Mus'ab Muhtasar'mâa, Malik İle Medinelilerden şöyle
dediklerini nakletmektedir: Namazı yolculukta kasretmek, erkekler için de,
kadınlar için de bir sünnettir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Malik,
mezhebinde sana bu yeterlidir. Üstelik onun: Yolculukta namazını tam kılan
kimse, vakit içerisinde bulunduğu sürece namazını (kasre-derek) iade eder,
şeklindeki görüşünde bir ihtilaf (yani farklı bir görüş) da nakledil memiştir.
Bu şekilde iade ise, anlayan kimselere göre müstehabtır, vacib değildir.
Şafiî ise der ki:
Korku hali dışında namazı kasretmek sünnet ile sabittir. Korku ile birlikte
yolculuk halinde namazın kasredilmesi ise, hem Kur'ân, hem de sünnetle
sabittir. Bununla birlikte dört rekat kılana da birşey gerekmez. Şu kadar varki
sünnete uymayı arzulamayarak, yolculukta herhangi bir kimsenin namazını tamam
kılmasını sevmiyorum, Ebu Bekr el-Esrem der ki: Ah-med b. Hanbel'e sordum: Kişi
yolculukta dört rekat kılabilir mi? Hayır, bu şekilde kılması hoşuma gitmez.
Çünkü sünnet olan iki rekat kılmasıdır, dedi.
Malik'in Muvatta'mâa,
îbn Şihab'dan, o, Halid b. Esid ailesinden birisinden rivâyet-ine göre bu kişi
Abdullah b. Ömer'e şöyle sormuş: Ey Abdurrah-man'ın babası, biz, Kur'an-ı
Kerimde korku halinde kılınacak namaz ile ikâmet halinde kılınacak namazı
buluyoruz. Fakat yolculuk namazım göremiyoruz. Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Kardeşimin
oğlu, şarut yüce ve mubârek olan Allah, Muhammed (sav)'ı bize, hiçbir şey
bilmediğimiz halde iken peygamber olarak gönderdi. O bakımdan biz onun ne yaptığını
gördüysek onu yaparız.
[131]
İşte bu haberde, korku
olmadığı halde, yolculuk halinde namazı kısaltmanın farz olmayıp, sünnet
olduğu belirtilmektedir. Çünkü bu namazdan Kur'an-s Kerimde söz edilmemektedir.
Kur'an-ı Kerimde sözü geçen namazın kısaltılması ise, hem yolculuk, hem de
korku halinin birlikte olması halidir. Yüce Allah Kitab-i Keriminde bu iki
şart bulunmadıkça kasrı mubah kjl-mamıgtır. Kur'an-ı Kerimde bunun bir diğer
benzeri yüce Allah'ın: "içinizden hür olan mü'min kadınları nikahlayacak
bir bolluğa güç yetiremiyenler...” (en-Nisâ, 4/25) buyruğudur ki, daha önce bu
geçmiş bulunmaktadır.
Arkasından yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Artık tam bir huzur ve güvene kavuşunca namazı
dosdoğru kılın." (en-Nisâ, 4/103) Yani, o namazı tam kılın diye
buyurmaktadır, Rasulullah (sav) ise, yüce Allah'tan başka hiçbir kimseden
korkmaksızın, güvenlik içerisinde bulunduğu halde bütün yolculuk-iarmda akşam
namazı müstesna, dört rekatlık namazları kısaltarak iki rekat olarak kılmıştır,
O halde bu? Peygamber tarafından uygulanmış bir sünnettir. Bu da Kur'an-ı
Kerimde sözü edilmeyip, Hz. Peygamberin sünnet kılıp beyan ettiği diğer
sünnetler gibi, yüce Allah'ın hükümleri arasında ayrıca tes-bit edilmiş
hükümlerdendir.
Rasulullah (sav)'a
korku bulunmaksızın yolculuk halinde namazı kısaltmaya dair soru soran Hz.
Ömer'e: "İşte bu, Allah'ın size sadaka olarak bağışladığı bir ihsandır. O
bakımdan siz de O'nun sadakasını kabul ediniz"
[132] diye
cevap vermesiyle birlikte, Abdullah b, Ömer'in: "Biz, Onun ne yaptığını
gördüysek onu yapıyoruz" sözleri, yüce Allah'ın Kitabında belli bir şarta
bağlı oiarak bîr şeyi mubah kıldığım, sonradan o şeyi bu şart bulunmaksızın
peygamberi vasıtasıyla mubah kıldığına delâlet etmektedir Ayrıca Hanzala, İbn
Ömer'e yolculuk halindeki namaza dair som sorunca İbn Ömer: İki rekat kılınır
diye cevap vermiştir. Dedim ki: Biz şu anda emin olduğumuz halde mi? Yüce
Allah'ın; "Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız" buyruğu
ne olacak? Dedi kir Rasulullah (sav)'ın sünneti budur.
[133]
İşte İbn Ömer, namazı
bu şekilde kılmayı sünnet diye nitelendirmiştir. İbn Abbas da böyle. Bunlardan
nereye kaçılabilir?
Ebu Ömer de der ki:
Malik, bu hadisin senedini itiraz edilmeyecek bir şekilde zikretmemiştir.
Çünkü İbn Ömer'e bu soruyu soran adamın adını vermemekte ve böylelikle
isnaddan bir kişiyi de düşürmektedir. Adını vermediği kişinin adı Umeyye b.
Abdullah b. Halici b. Esid b. Ebi'1-Iys b. Umeyye b. Abdişems b. Abdimenaftır.
[134]
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[135]
İlim adamları namazın
kısaltılabileceğı mesafenin sınırı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Davud (ez-Zahirî) der ki: Namaz, uzun olsun kısa olsun her yolculukta
kısaltılır. Velevki bu, cuma namazına gelmeyi gerekli kılan bir uzaklık olan
üç millik mesafe olsun. Davudr bu görüşünü İleri sürerken, Müslim'in Yahya b.
Yezid el-Hünaî'den yaptığı şu rivayete dayanır:
Yahya b. Yezid dedi
ki: Enes b. Malik'e namazın kısaltılmasına dair soru sordum,'o da şöyle dedi:
Kasulullalı (sav) üç millik bir mesafeye veya üç fersahlık bir mesafeye
-tereddüt eden (hadisin senedinde yer.alan ravilerden birisi olan) Şu'be'dir
yolculuğa çıktı mı, iki rekat olarak namaz kılardı.
[136]
Ancak bu rivayetle
delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu rivayette şüphe sözkormsudur.
Bunlardan herhangi birisini doğru kabul edecek olsak dahi bu, namazı
kısaltmaya başladığı uzaklığın sının olması ve yaptığı yolculuğun bu mesafeden
fazla uzunca bir yolculuk olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Kimileri dini oyuncak haline getirerek şöyle demişlerdir: Bir şehrin dışına
çıkan bir kimse bununla birlikte hemen namazını kısaltır ve oruç açar. Böyle
bir görüşün sahibi, henüz işi bilmeyen acemi birisidir. O, ya araplann neye
"yolculuk" dediklerini bilmemektedir. Ya da dini hafife almaktadır.
Şayet ilim adamları böyle bir görüşü nakletmemiş olsalardı, ben böyle bir görüşe
göz ucuyla dahi bakmaya razı olmaz, kalbimin en uzak köşesinde dahi bunun
üzerinde düşünmeye yer vermezdim. Namazın kısaltılacağı yolculuğun sının, ne
Kur'an-ı Kerimde, ne de sünneti seniyyede zikredilmiştir. Bunun böyle oluş
sebebi ise, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimle muhatap aldığı araplar tarafından bu
kelimenin bilinen, tanınan ve yer etmiş bir manası olması dol ay ısıyladır
Bizler kesin olarak
biliyoruz ki, bir iş için evlerin dışına çıkan bir kimse, yalnızca bununla ne
sözlükte, ne de şerıate göre yolcu olmamaktadır. Yine şunu biliyoruz ki, şayet
üç gün yolcu olarak yürüyecek olursa, böyle bir kimse de kafi" olarak
yolcudur, BizJer, bir gün bîr gece süreyle yol yürüyene de yolcu diyoruz. Çünkü
Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve ahİ-ret gününe imân eden
bir kadının, beraberinde kendisine mahrem olan bir kişi bulunmaksızın bir
günlük mesafeye yolculuk yapması helal değildir,"
[137]
İşte sahih olan da budur. Çünkü bu, iki halin ortasıdır ve Malik de görüşüne
bunu esas almıştır. Şu kadar varki, bu hadisin rivayetinde ittifak bulunmamaktadır.
Çünkü bir seferinde "bir gün bir gece" diye rivayet edildiği gibi,
"üç gün" diye de rivayet edilmiştir. Bu husus Abdullah b. Ömer'e sorulunca,
o da Hz. Peygamberin uygulamasını esas almıştır. O bakımdan (İbn Ömer) Rim
denilen yere kadar yolculuk yapacak olursa namazını kasr ederdi. Burası ise
dört beridlik bir mesafedir. Zira İbn Ömer, Peygamber (sav)'a pek çok uyan bir
kişi idi.
Başkaları ise şöyle
demiştir: Namazın kısaltılması yükümlülüğü hafifletmek için meşru kılınmıştır.
Ve namaz, çoğunlukla meşakkatin söz konusu olduğu uzun bir yolculukta
kasredilir. Böylelikle Malik, Şafiî ve arkadaşları ile el-Leys, Evzaî, hadis
ashabının fukahâsı olan Ahmed, İshak ve başkaları tam bir günü nazar-ı itibara
almışlardır Malikin "bir gün bir gece ifadesi" de tam bir güne
racidir Çünkü o, "bir gün bir gecelik mesafe" ile bütün gündüzü ve bütün
geceyi yol almakla geçirmesini kast etmemiştir. O, bununla aile halkından uzak
bir yerde geceyi geçirmeyi, geceyi geçirmek üzere, onlara dönmek imkânını
bulamayacağı bir yolculuğu kast etmiştir. Buhârî'de de şöyle denilmektedir:
îbn Ömer ve tbn Abbas, dört beri di i k bir mesafe yolculukta, hem oruç açarlar
hem de namazlarını kısaltırlardı.
[138]
Dört berîd ise onaltı fersahtır. Malik'in kabul ettiği görüş de budur.
Şafiî ve Taberi ise:
Bu kırkaltt millik bir mesafedir, demişlerdir. Yine Ma-lik'ten el-Utbiyye'de
kırkbeş millik bir yere çıkan kişi hakkında namazını kas-reder dediği
nakledilmiştir ki, bunlar birbirlerine yakın ifadelerdir. Yine Malik'ten
değişik kitaplarda şöyle dediği nakledilmektedir: Otuzaltı millik bir
yolculukta namazını kasreder. Bu da yaklaşık bir gün bir gecelik yolculuktur.
Yahya b. Ömer der ki: Mutlaka uzak bir yere gidecekse kasreder. îbnü'l-Hakem
ise, vakit içerisinde... (Kurtubi'nin bütün asıl nüshalarında burda ifade bu
kadardır Arapça baskıyı hazırlayanın notu) demektedir.
Kûfeliler ise söyle
demişlerdir: Üç günlük yolculuktan daha aşağı bir mesafede namazını kasr
etmez. Bu, Hz. Osman'ın, Abdullah b. Mesud'un ve Hu-zeyfe'nin görüşüdür.
Buhârînin Sahihinde İbn Ömer'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kadın, beraberinde mahremi bulunmadığı sürece, üç günlük bir
yola tek başına yolculuk yapamaz."
[139]
Ebu Hanife der ki:
Deve yürüyüşü ve piyade yürüyüşü ile geceli gündüz^ lü üç günlük süredir.
el-Hasen ve ez-Zührî
der ki: Namaz iki günlük bir mesafe yolculukta kasr edilir. Bu görüş Malik'ten
de rivayet edildiği gibi, Ebu Said el-Hudrî bunu, Peygamber (sav)'dan rivayet
etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın, beraberinde
kocası veya mahremi bulunmadığı sürece, iki günlük bir mesafeye tek başına
yolculuk yapamaz."
[140] îbn
Ömer ise, otuz millik bir mesafede namazı kısalttığı gibi, Enes de onb£ş millik
bir mesafede namazı kısaltmıştır. el-Evzaî der ki: İlim adamları namazı
kısaltmak hususunda genel olarak tam bir günü ölçü kabul etmişlerdir. Biz de
bunu kabul ediyoruz.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Görüldüğü gibi bu konudaki merrV rivayetler lafızları
itibariyle muzdariptir Bana göre -ki, doğruyu en iyi bilen Allah'tır- bunların
ortak noktası ve özeti şudur: Bu mesafeler soranlann so-rulanna cevap olmak
üzere verilmiştir O bakımdan, herkes işittiği sözün anlamını hadis diye rivayet
etmiştir. Adeta herhangi bir zamanda Hz. Peygambere: Kadın mahremi
bulunmaksızın bir günlük mesafeye yolculuk yapar mı diye sorulmuş, o da: Hayır
diye cevap vermiş, bir başka vakit: Kadın, mahremi bulunmaksızın iki günlük
bir mesafeye yolculuk yapar mı diye sorulmuş, O, yine: Hayır demiş, bir
başkası da ona: Kadın, beraberinde mahremi bulunmaksızın üç günlük mesafeye
yolculuk yapar mı? diye sormuş, yine: Hayır buyurmuştur. İşte rivayet edilen
şekliyle gece ve berid tabirlerinin anlamı da bu olmalıdır. Böylelikle herkes
işittiği anlama göre rivayette bulunmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Zahirleri itibariyle farklı olsa dahi, bu konudaki rivayetlerin ihtiva ettiği
anlamın ortak noktası şöylece bulunabilir; Kadın için fitneten korkulan
herhangi bir yolculuğa mahremsiz çıkması kadına yasaktır, Bu yolculuk ister
uzun, ister kısa olsun farketmez,
[141]
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[142]
Namazın
kısalttlabileceği yolculuğun türü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. Herkes, cihad, hac, umre ve bu kabilden olan sılayı rahim ve birisini
ölümden kurtarmak kastıyla yapılacak yolculuklarda namazın kasr edileceğini
icma ile kabul etmiştir. Bunun dışındaki sebeplere dayalı yolculuklarda ise
ihtilaf edilmiştir.
Cumhur, ticaret ve
buna benzer mubah yolculuklarda namazı kısaltmanın caiz olduğunu Jtabul
etmektedir, ibn Kesir’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Namaz, ancak hac veya
cihatta kasr edilir. Ata ise şöyle demiştir: Namaz, ancak itaat ve hayır
yollarından herhangi bir yolda yapılan yolculukta kisal-tılabilir. Yine ondan,
cumhurun görüşü gibit mubah bütün yollarda kasr edilir, dediği de rivayet
edilmiştir. Malik ise şöyle demektedir: Maişetini sağlamak için değil de,
hoşça vakit geçirmek kastıyla avlanmak için yahut da yine hoşça vakit geçirmek
ve zevk almak kastıyla bir beldeyi görmek için çıkacak olursa namazını kasr
etmez. İlim adamlannın çoğunluğu (cumhur), masiyet için yapılan yolculukta
kasır olmayacağını kabul etmektedirler. Bâğy (meşru halifeye karşı isyan eden),
yol kesen ve bu kabilden olanlar gibi.
Ebu Hanife ve
Evzaî'den ise, bütün bu hallerde namazı kasr etmenin mubah olduğu rivayeti
vardır. Malik'ten de bu rivayet gelmiştir. Bu görüşler daha önce el-Bakara
Sûresinde (2/183-184. ayet, 2. başlıkta.) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususta
Ahmed'den ise farklı görüşler gelmiştir. Bir seferinde cumhurun görüşünü
belirttiği gibi, bir seferinde ise, hac veya umre dışında namazını kısaltmaz
dediği nakledilmiştir.
Sahih görüş, cumhurun
görüşüdür. Çünkü namazın kısaltılması, karşı karşıya kalınan sıkıntılar
dolayısıyla yolcunun yükünü hafifletmek ve yapmak istediği caiz hususlarda ona
yardımcı olmak içindir. Bu hususta bütün yolculuklar birbirine eşittir. Çünkü
yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman... üzerinize bir vebal
yoktur" yani günah yoktur diye buyurmakta, sonra da; "namazı
kısaltmanızda" diye buyurarak umumi bir ifade kullanmaktadır. Peygamber
(sav) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hayırlı kulları, yolculuk
yaptıkları takdirde namazlarını kısaltan ve oruçlarını açanlardır."
[143]
eş-Şa'bi de şöyle demektedir: "Şüphesiz yüce Allah, azimet buyruklanyla
amel edilmesini sevdiği gibi, verdiği ruhsatlar ile de amel edilmesini
sever."
[144]
Masiyet kastı ile
yapılan yolculukta ise namazı kasr etmek caiz değildir, Çünkü böyle bîr şey,
Allah'a masiyet yolunda onun için bir yardım olur. Yüce Allah ise:
"İyilik yapmak ve takva üzere bulunmak hususunda birbiriniz-le
yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise
yardtmlaşma-ym"(el-Mâide, 5/2) diye buyurmaktadır.
[145]
Namazı kısaltmaya ne
zamandan itibaren başlanacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. Cumhurun görüşüne göre yolcu, kasabasının evlerinden dışarıya
çıkmadıkça namazını kısaltamaz. İşte o vakit yeryüzünde yolculuğa çakmış olur.
Bu, Malik'in el-Müdevvene'deki görüşüdür. Malik, yakınlık ile ilgili herhangi
bir mesafe tesbit etmiş değildir. Malik'ten rivayet edildiğine göre, eğer
kasaba, ahalisini toplu olarak barındıran bir kasaba ise, o kasaba halkı
oradan üç millik bir mesafe kadar uzaklaşmadıkça namazlarını kısaltmaya
başlamazlar. Dönüşte de bu kadarlık bir mesafe kalıncaya kadar (namazlarını
kasr ederler). Eğer kasaba, ahalisinin toplu olarak barındığı bir yer değilse,
kasabanın bahçe ve bostanlarım aştıktan itibaren namazlarını kısaltırlar.
el-Haris b. Ebi
Rebia'dan, yola çıkmak istediği takdirde beraberin de kilere evinde iki rekat
namaz kıldınrdı. Bunlar arasında el-Esved b, Yezid ile Abdullah b. Mes'ud'un
arkadaşlarından birden çok kişi de bulunurdu. Ata b. Ebi Rebah ile Süleyman b.
Musa da böyle demiştir.
Derim ki: Buna göre,
âyet-i kerimedeki: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman" buyruğu,
yeryüzünde yolculuk yapmaya azmettiğiniz, karar verdiğiniz zaman'demek olur
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Mücahid'den de: Yolcu, yola koyulduğu ilk gün
akşam oluncaya kadar namazını kısaltmaz, dediği rivayet edilmiştir. Ancak bu
şaz bir görüştür. Enes b. Malik yoluyla gelen hadiste sabit olduğuna göre,
Rasulullah (sav), öğle namazını Medine'de dört rekat, ikindi namazını da
Zülhuleyfe'de iki rekat olarak kılmıştır. Bu hadisi hadis imamları rivayet
etmiştir.
[146] Zülhulefye ile Medine
arasında ise, altı veya yedi mil kadarhk bir mesafe vardır.
[147]
Yocunun iftitah
tekbirini getirdiği andan itibaren namazı kısaltmayı niyet etmesi gerekir.
Şayet namazı kısaltmak niyetiyle namaza başlar, sonra da na-rnaz esnasında
ikâmete karar verecek olursa, o namazını nafile kılar. Eğer niyet ettiği
namazdan bir rekat kıldıktan sonra böyle bir niyete sahip olursa, ona bir rekat
daha ilave eder, selam verir, sonra da mukim gibi namaz kılar. el-Ebherî ve
Îbnü'l-Cellâb der ki: Bu -doğrusunu en iyi bilen Allahtır- müs-tehabtır. Eğer
bundan sonra namazım devam ettirir ve tamamlayacak olursa, bu namazı yeterli
olur. Ebu Ömer fîbn Abdi'1-Berr) der ki: Bence bu, ikisinin (el-Ebherî ve
Îbnü'l-Cellâb'in) dediği gibidir" Çünkü kıldığı bu namaz öğlen namazıdır.
İster seferi namazı olsun, ister mukim namazı olsun, diğer beş vakit namaz da böyledir,[148]
İlim adamları bu
kabilden olmak üzere yolcunun, ne kadarhk bir süre ikamete niyet edecek
olursa, namazını tamam kılacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Malik, Şâfîî,
el-Leys b. Sa'd, et-Taberî ve Ebu Sevr derler ki: Dört gün ikâmeti niyet edecek
olursa namazını tam kılar. Bu Said b. el-Müseyyeb'den de rivayet edilmiştir.
Ebu Hanife, arkadaşları ve es-Sevrî derler ki: Onbeş gün ikâmeti niyet edecek
olursa namazını tam kılar. Daha az bir süre kalacağını niyet ederse namazını
kısaltır. Aynı Zamanda bu İbn Ömer ve İbn Abbas'm görüşüdür. Tahavî'nin
naklettiğine göre, ashab-ı kiram arasından bu hususta onlara muhalefet eden
kimse yoktur.
Bu görüş Said (b.
el-Müseyyeb’den de rivayet edilmiştir Ahmed der ki: Yolcu, yirmibir farz namaz
kılacak kadar bir süre kalmaya karar verirse, namazlarını kısaltır. Şayet daha
fazla kalmayı kararlaştıracak olursa, namazlarım tam kılar, Davud (ez-Zahirî)
da bu görüştedir. Sahih olan Malikin dediğidir. tbnü'l-Hadrami'nin Peygamber
(.sav)'dan rivayetine göre Hz. Peygamber, muhacir olana hac ibadetini
tamamlamasından sonra üç gün Mekke'de ikâmet etmesini, ondan sonra da oradan
gitmesini kararlaştırmıştır. Bunu Ta-havî, İbn Mace ve başkaları rivayet etmiştir.
[149]
Bilindiği gibi hicret,
Mekke'nin fethinden önce farz oluduğu sırada Mekke'de ikâmet etmek caiz
değildi.
Peygamber (sav),
böyJeiİkle ihtiyaçlarını karşılamak ve yolculuk için gerekli hazırlıkları
yapmak İçin muhacir olana üç günlük bir süre tanımış ve böyle bir durumda
Mekke için ikâmette bulunulacak yer hükmünü vermediği gibi, orada kalmayı da
ikâmet hükmünde görmemiştir". Bu durumda orada kalacak kimse hakkında da
yolcu hükmünü olduğu gibi bırakmış, dördüncü gün de orda kalmasını yasaklamıştır.
(Dördüncü gün kaldığı takdirde) onun hakkında mukim hükmünü vermiştir.
O bakımdan bu itimat
olunması gereken asli bir delil olmaktadır. Rasulul-lah (sav)'ın hadisi
gereğince Ömer (r.a)'ın yahudileri, sürgüne gönderdiği sırada uygulaması da
bunu andırmaktadır.[150]
İhtiyaçlarını karşılamak üzere onlara üç gün ikâmet hakkı tesbit etmişti.
İbnü'l-Arabî der ki:
Malîkî mezhebine mensub ileri gelen ilim adamlarından birisini de şöyle derken
dinledim: Üç günün ikâmet hükmü dışında görülmesinin sebebi, yüce Allah'ın
üzerlerine azabı indirip dünyadan ayrılmaları kesinleşmiş bulunan kimselere bu
kadariık bir süreyi tanımış olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Evlerinizde üç gün daka yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir
tehdittir." (Hûd, 11/65)
Bu mesele ile ilgili
bunlardan ayn bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Yolcu, vatanına dönünceye
veya kendisine ait bir vatanda konaklayıncaya kadar yolcu kaldığı sürece
namazını kısaltmaya devam eder.
Rivayet olunduğuna
göre Enes (r.a), Nişabur'da iki yıl kadar namazını kısaltarak kalmaya devam
etmiştir. Ebu Miclez der ki: İbn Ömer'e şöyle dedim: Medine'ye geliyorum ve bir
ihtiyacımı karşılamak kastıyla burada yedi ay, sekiz ay kaldığım oluyor. İbn
Ömer: îki rekat olarak namaz kıl, dedi.
Ebu İshak es-Sebiî der
ki: Beraberimizde îbn Mesud'ûn arkadaşlarından bazıları bulunduğu halde
Sicistan'da iki yıl süreyle kaldık ve hep (dört rekat-li farz namazları) iki
rekat olarak kıldık. îbn Ömer de Azerbeycan'da kaldığı süre boyunca (dört
rekatli namazları) ikişer ikişer kılıyordu. Bu sıralarda geri dönmelerine yağan
karlar engel olmuştu.
Ebu Ömer der ki: Bize
göre bu rivayetler şu şekilde yorumlanır: Bu kadar süre kalanlardan hiçbir
kimsenin belli bir niyeti yoktu. Bunun misali, kişinin bugün gidebilirim, yarın
gidebilirim demesidir. Böyle bir durum olduğu takdirde ise, ikâmet karan burada
yok demektir.
[151]
Müslim, Urve'den, o,
Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah namazı farz
kıldığında iki rekat olarak tarz kıldı. Sonra ikâmet halinde (dörde)
tamamladı. Yolculuk namazı da ilk farz kılındığı şekilde kaldı. ez-Zührî der
ki: Ben, Urve'ye: Peki, Aişe ne diye yolculukta namazını tamamlamaktadır diye
sordum, o da: Osman'ın yaptığı te'vilin aynısını kendisi de yaptı, dedi.
[152]
Şu kadar varki, bu
kapsamlı bir cevap değildir. Çünkü, ilim adamları Hz. Osman ile Hz. Aişe'nin
(yolculuk halinde iken) namazlarını tamam kılma sebeplerini farklı şekillerde
açıklamışlardır. Ma'mer, ez-Zühri'den şöyle dediğini nakletmektedir: Osman
(r.a)ın Mina'da namazını dört rekat olarak kılmasının sebebi, hacdan sonra
ikâmeti niyet etmiş olmasıdır. Muğire'nin İbrahim'den rivayetine göre Hz,
Osman orayı vatan edindiğinden dolayı dört rekat kılmıştır.
Yunus da ez-Zührî'den
şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Osman, Taif de birtakım mallar edinip orada
ikâmet etmek isteyince namazını dört rekat olarak kıldı. Dedi ki: Sonra da
daha sonra gelen imamlar (yöneticiler) bu şekilde uygulamayı sürdürdüler.
Eyyub da ez-Zührî'den naklen şöyle demektedir: Osman'ın Mina'da namazını tam
kılması, bedevi araplardan ötürüdür. Çünkü o sene bedevi araplar sayıca
çoktular. Cemaate namazın asıl itibariyle dört rekat olduğunu öğretmek için
onlara dört rekat olarak namaz kıldırdı. Bütün bu görüşleri Ebu Davud
Musannef’inde (Sünenin'de) Kitabü'l-Menasik (hac bahsi'nin Mina'da namaz
bölümünde zikretmiştir.
[153]
Ebu Ömer de et-Temhid
adlı eserinde şunu nakletmektedir: İbn Cüreyc dedi ki: Bana ulaştığına göre
Osman'ın Mina'da (farzı) dört rekat olarak kıldırması, bir bedevi arabm
Mina'daki Hayf mescidinde kalkıp ona şöyle seslenmesinden ötürü idi: Ey
mü'minlerin emiri, geçen sene seni gördüğümden beri ben hâlâ bu namazı ikişer
rekat olarak kılmaya devam ediyorum. Bunun üzerine Hz. Osman, cahil insanların
namazın ikişer rekat olduğunu zannetmesinden korktu. (Bunun için namazı dört
rekat olarak kıldı). İbn Cüreyc der ki: Ve Hz. Osman yalnızca Mina'da tam
olarak kılmıştı.
Ebu Ömer der ki: Hz.
Aişe'nin namazını tamam kılmasına dair açıklamalara gelince, bu hususta bizzat
ondan rivayet edilen herhangi bir açıklama yoktur. Bütün bu açıklamalar
beraberinde delil bulunmayan bir takım zan ve tevillerden İbarettir. Bu hususta
söylenen en zayıf görüş şudur: O, mü'min-lerin annesidir. İnsanlar da nerede
olurlarsa olsunlar onun çocuklarıdır. Çocuklarının evi de kendisinin evidir.
Peki onun mü'minlerin annesi olmasının mü'minlerin babası olan Peygamber
(sav)'ın zevcesi oluşundan başka bir sebebe dayanıyor mu? Yolculuklarında, gazalarında,
hac ve umrelerinde namazı kasr etmeyi sünnetiyle gösteren o değil midir.
Diğer taraftan Ubey b.
Ka'b'ın kıraatinde ve Mushaf ında (bu hususu belirleyen Ahzab Sûresinin
altıncı âyet-i kerimesi) şöyledir:
Peygamber mü'minlere
Öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri de analarıdır." (el-Ahzâb,
33/6) O da kendilerine bir babadır. Mücahid de yüce Allah'ın (Hz. Lut'un
söylediğini naklettiği): "İşte bunlar benim kızlanmdır. Bunlar sizin için
daha bir temizdir" (Hûd, 11/78) âyet-Iyle ilgili olarak şunları
söylemektedir; Gösterdiği kadınlar, kızlan değildi. Ümmetinin hanımları idi.
Her bir peygamber ise ümmetinin babasıdır.
Derim ki: Şu kadar var
ki buna, Peygamber (sav)'ın müşerri (şeriat koyucu) olduğu, kendisinin ise,
böyle olmadığı, o bakımdan fark bulunduğu belirtilerek buna itiraz olunmuştur.
Bu görüşten de daha
zayıf şöyle diyenlerin görüşüdür: Aişe namazını tamam kıldığı, hallerde caiz
olan bir yolculukta bulunmuyordu. Bu ise, kafi olarak batıl bir iddiadır.
Çünkü Hz, Aişe, Allah'ın razı olmayacağı bir yolculuğa çıkmayacak kadar
Allah'tan korkan ve takva sahibi olan bir annemindi. Onun aleyhindeki bu yorum,
bid'atçi şianın yalanlarından ve onların çirkin iftiralarındandır. Seni tenzih
ederiz Rabbimiz. Şüphesizki bu, çok büyük bir iftiradır, Aksine Aişe (r.anha)
fitne ateşini söndürmek amacıyla kendi görüşüyle ictihad ederek ve Allah'tan
ecrini bekleyerek çıkmıştı. Çünkü o, herkesten çok kendisinden haya edilmeye
layık olandı. Ancak, işleri kontrol etmek imkânını bulamadı. Bu hususa dair
daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.
Bu konudaki bir diğer
görüş de şöyledir: Hz. Aişe'nin namazını tamam kılmasının sebebi, namazı
kısaltmanın yalnızca hac, umre ve savaşta olduğu görüşünde olduğundan
dolayıydı Ancak bu, batıl bir görüştür. Çünkü ondan böyle bir şey
nakledilmediği gibi, Hz. Aişe'nin görüşleri arasında da böyle bir şey
bilinmemektedir. Diğer taraftan, Hz. Ali'nin üzerine gittiği yolculuğunda
(Cemel vakasında) namazını tam kılmıştır.
Namazım kısaltması ve
tam kılması ile ilgili olarak söylenen görüşlerin en iyisi şudur: Hz. Aişe,
yüce Allah'ın konu ile ilgili ruhsatı ile amel etmiştir. O, böylelikle
insanlara namazı tam kılmakta -başka türlüsü daha faziletlisi olsa dahi- bir
vebal olmadığını göstermek istemişti.
Ata şöyle demiştir:
(Yolculukta) namazı kısaltmak sünnettir ve ruhsattır Hz. Aişe'den Rasulullah
(sav)'ın yolculuk esnasında oruç da tuttuğunu, oruç da açtığını, namazını tam
da kıldığını, kasr da ettiğini rivayet eden de odur. Bunu Talha b. Ömer rivayet
etmiş ve ondan şöyle dediğini nakletmiştir: İşte Ra-sulullah (sav) bütün bun
lan yapıyordu. O, (yolcu iken) oruç ta tutmuştur, orucunu açmıştır da.
Namazını da hem kısa kılmış, hem tamam kılmıştır,
Nesâî'nin sahih bir
senetle rivayetine göre, Hz. Âişe, Rasulullah (sav) ile birlikte Medine'den
Mekke'ye Umre yapmak üzere yola koyulmuştur. Mekke'ye vardığında şöyle dedi:
Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasu-lü, sen namazı kısalttın ben tamam
kıldım, sen orucunu açtın ben oruç tuttum. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
"Güzel yaptın ey Âişe" dedi ve böyle yaptığımdan dolayı beni
ayıplamadı.
[154]
İşte her iki kelimede
de (kasr ettin, ben tamam kıldım» sen oruç açtın, ben oruç tuttum, anlamlarını
ifade eden: kelimelerini kastediyor) birinci "teler üstün ve ikinci
"te" ler ise, her iki kelimede de öt-relidir.
Dârakutnî de Âişe
(nanha)'dan Peygamber (sav)'ın yolculuk esnasında namazını kimi zaman kasr
ettiğini, kimi zaman tamam kıldığını, kimi zaman oruç açıp, kimi zaman oruç
tuttuğunu rivayet etmektedir. Dârakutnî der ki: Bu hadisin isnadı sahihtir.
[155]
"Namazı
kısaltmanızda" buyruğunda yer alan “” edatı nasb
mahallindedir.Kısaltmanızda anlamındadır. Ebu Ubeyd der kî: Kasr etmek kelimesi
üç türlü kullanılır: Namazı kasr ettim, kısalttım.
İlim adamları kasr'ın
mahiyeti ve açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir gurup ilim
adamı, kaslın korku halinde olsun, sair hallerde olsun, dört rekatlik namazın
iki rekat olarak kılınmasıdır. Buna gerekçe olarak da ileride geleceği üzere
Ya'lâ b. Umeyye yoluyla gelen hadisi gösterirler. Başkaları ise şöyle
demektedir: Kasr etmek, iki rekatı tek rekat ola-rak kılmaktır. Yolculuk
halinde iki rekat kılmak (kasr değil) namazı tamam kılmaktır. Nitekim Hz. Ömer
de böyle demiştir: (Seferde kılınan iki rekat) kasr değil, tamamdır. Onun kasr
edilmesi ise, tek rekat olarak kılınmasıdır,
es-Süddî der ki:
Yolculuk halinde iki rekat namaz kılacak olursan bu tamdır. Kasr ise, ancak
korku halinde helal olur. Buna göre bu âyet-i kerime korku halinde her bir
kesimin tek bir rekat kılarak daha fazla kılmamasını mubah kılmaktadır. îmam
ise, iki rekat kılmış olur. Buna benzer bir rivayet, İbn Ömer, Cabir b.
Abdullah ve Ka'b'dan da rivayet edilmiştir.
Ayrıca bunu, Huzeyfe,
Taberistan'da uygulamıştır. Kumandan Said b. el-Âs da bu uygulamasının sebebini
ona sormuştu,
[156] İbn
Abbas da Peygamber (sav)'ın Zukkared gazvesinde (ordunun ikiye bölünmüş) her
bir kesimine tek bir rekat kıldırdığını ve bunların sonradan (bir rekatı) kaza
etmediklerini rivayet etmektedir
[157]
Cabir b. Abdullah da Peygamber (sav)'ın Muharip Hasafe ve Benu Sa'lebe günü,
ashabına bu şekilde namaz kıldırdığını rivayet etmektedir.
[158]
Yine Ebu Hureyre, Peygamber (sav)'m Dacanan ile Us-fan arasında bu şekilde
namaz kıldığını rivayet etmektedir.
[159]
Derim ki: Müslim'in
Sahihinde îbn Abbasdan şöyle dediği nakledilmektedir: Allah, namazı
Peygamberiniz (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) dili İle ikâmet halinde
dört rekat, yolculuk halinde iki rekat, korku halinde de tek rekat olarak farz
kılmıştır.
[160]
Bu rivayet, bu görüşü
desteklemekte ve güçlendirmektedir. Şu kadar var-ki, Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî,
el-Kabes adlı kitabında şunu nakletmektedir: İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti
üzerlerine olsun) der ki: Bu hadis icma ile merduttur.
Derim ki: Böyle bir
iddia sahih olamaz. Çünkü kendisi de, başkaları da bu konudaki görüş ayrılığını
ve anlaşmazlıkları nakletmiş bulunmaktadır. O bakımdan iddia ettikleri icma
sahih değildir. Başarı Allah'tandır.
Hanefi mezhebine
mensub Ebu Bekr er-Razî (el-Cesâs) "Ahkamu'l-Kufan" adlı eserinde
burada kasr'dan maksat, namazın niteliklerinde rüku ve sücu-du terk ederek îma
ile kılmak, kıyamı terk ederek rükû ile yetinmektir.
Başkaları da şöyle
demektedir: Bu âyeti Kerime, göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde ve savaşın
kızıştığı demlerde namazın sınırlan ve belli şekillerinde kasr etmeyi mubah
kılmaktadır. Bu durumda olan kimselere başı ile îmada bulunarak namaz kılmasını
ve yöneldiği yer neresi olursa olsun tek bir rekat ve hatta bir tek tekbîr dahi
olsa namaz kılmasını mubah kılmaktadır Nitekim, el-Bakara Sûresi'nde (2/239.
ayet, 1-6. başlıklarda) geçmişti, Ta-beri bu görüşü tercih eder ve şöyle der:
Bu da yüce Allah'ın: "Artık tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı
dosdoğru kûm" (en-Nisâ, 4/103) buyruğuna uygun düşmektedir. Yani, o
takdirde namazı eksiksiz olarak, bütün hudud ve şekilleriyle eda edin,
demektir.
Derim ki: Bu üç görüş
de mana itibariyle birbirine yakındır ve yolcu hakkında farz olanın namazinı
kısaltmak olduğu, onun namazın ancak iki rekat olup kasr'ın söz konusu olmadığı
esasına dayalıdır. Azimet hakkında ise, "vebal yoktur" tabiri
kullanılmadığı gibi, iki rekat olarak teşri olunan şey hakkında da o kasır'dır
da denilemez Nitekim sabah namazı hakkında da bu söylenemez.
Şanı yüce Allah,
namazı kasr etmeyi de iki şarta bağlı olarak zikretmiştir. Bu iki şartın
hakkında muteber olduğu namaz ise korku namazıdır. İşte Ebu Bekr er-Razî'nin
Ahkâmu'l-Kur'an adlı eserinde zikredip delil olarak ileri sürdüğü budur. Şu
kadar var ki, yüce Allah'ın izniyle biraz sonra geleceği üzere Ya'lâ b. Umeyye
yoluyla rivayet edilen hadis ile onun bu görüşü red olunmuştur.
[161]
Yüce Allah'ın:
"Korkarsanız* buyruğu, çoğunlukla rastlanılan hale binaen ifade
edilmiştir
Çünkü, yolculuk
halinde müslümanlar, çoğunlukla korku ile karşı karsıya bulunuyorlardı. İşte
bundan dolayı Ya'lâ b. Umeyye şöyle demiştir; Ömer'e: Güvenliğe kavuşmuş
olduğumuz halde niye namazı hâlâ kısaltıyoruz? dedim, Ömer şöyle dedi: Senin
hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim ve bu hususta Rasulullah (sav)a soru
sordum, şöyle buyurdu: "Bu, Allah'ın size kendisiyle tasaddukta bulunduğu
bir sadakadır. Siz de onun sadakasını kabul ediniz."
[162]
Derim ki: Şafiî'nin
arkadaşları ve başkaları, Hanefüere karşı Ya'la b, Umeyye'nin bu hadisini delil
göstererek şöyle demişlerdir: Ya'la'nın: "Güvenliğe kavuşmuş bulunduğumuz
halde ne diye namazımızı kısaltıyoruz?" sorusu, âyet-i kerimenin
mefhumunun rekatlerdeki bir kısaltma olduğuna kafi bir delildir. el-Kiyâ et-Taberî
der ki: Ebû Hanife'nin arkadaşları buna karşılık söz edilmeye değer bir
açıklama zikretmemişlerdir
Diğer taraftan korku
namazında iki şart itibara alınmaz. Çünkü, yerde yolculuk yapılmazsa ve
yolculuk söz konusu olmasa dahi, kâfirler bize gelip topraklarımızda bizimle
savaşacak olurlarsa yine korku namazı caiz olur, O bakımdan bu açıklamaya
göre, her iki şartın varlığına itibar olunmaz,
Diğer taraftan
Ubeyy'in kıraatinde ise, "korkarsaniz* kaydı zikredilmeksizin
"kâfirler size bir fenalık yapar diye namazı kısaltmanızda üzerinize bir
vebal yoktur" diye okumuştur.
Onun bu kıraatine göre
buyruğun anlamı şöyle olur: Kâfirlerin size fenalık yapmasından
hoşlanmadığınız için...
Hz. Osman'ın Mushaf
ında ise: "Korkarsanız" kaydı sabittir. Bir topluluk ise, bu âyet-i
kerimenin yolculukta düşmandan korkan kimsenin namazı kasr etmesini mubah
kıldığı görüşündedir. Emin olanın ise, namazını kasr etmesi sözkonusu
değildir.
Âişe {r.anhaVdan
rivayet edildiğine göre o, yolculukta şöyle dermiş: Namazınızı tamam kılınız.
Bu sefer: Rasulullah (sav) namazı kasr ederdi, demeleri üzerine, Âişe şu
cevabı vermişti: O, savaş halindeydi ve düşman tehlikesinden korkuyordu. Öyle
bir şeyden korkuyor musunuz.
[163] Ata
der ki: Rasulullah (sav)'ın ashabından Âişe ve Sa'd b, Ebi Vakkas, namazını
tamam kıldığı gibi, sonraları Osman da namazını tamam kılmıştır. (Allah
hepsinden razı olsun).
[164]
Fakat, bu görüşler daha önce bir kısmını kaydetmiş olduğumuz bir takım
gerekçelerle izah edilir.
Bir diğer topluluk da
yüce Allah'ın namazı kasr etmeyi Kitabında ancak iki şarta bağlı olarak mubah
kıldığı görüşündedir: Bu iki şart ise yolculuk ve korkudur. Korku dışındaki
hallerde ise, bu mübahhk sünnet ile meşru kılınmıştır. Böyle diyenlerden
birisi de Şafiî'dir, Ve bu görüş daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Başka bir topluluk da,
yüce Allah'ın: "Korkarsamz" kaydını önceki buyruklarla muttasıl
olmadığı ve ifadenin: "Namazı" buyruğu ile birlikte tamam, olduğu
görüşündedir.
Daha sonra, yeni bir
cümleye başlanarak; "Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından
korkarsanız..." Ey Muhammed, o takdirde onlara korku namazını kıldır,
demektir.
[165]
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz kâfirler sLdn apaçık düsmanınızdır" buyruğu, mutariza bir
ifadedir Cara cümlesidir). Bunu el-Cürcânî söylemiş, el-Mehdevî ve başkaları da
bunu zikretmiştir. Ancak, el-Kuşeyrî ile Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî bu görüşü
reddetmektedir. el-Kuşeyri Ebû Nasr der ki: Bunu, bu şekilde kabul etmek,
çokça zorlanmayı gerektirir. Adam -et-Cürcânî'yi kastediyor- ifade takdirini
açıklamak ve benzeri örnekler getirmek için çokça nefes tüketip uzun
açıklamalarda bulunsa dahi bu böyledir, İbnü'l-Arabî ise der ki: Bütün bu
açıklamalara, Ömer'in de onun oğlunun da, onlarla birlikte Ya'la b. Umeyye'nin
de bir ihtiyaçları yoktu.
Derim ki: el-Cürcânrnin
görüşü doğrultusunda bir hadîs vârid olmuştur. Bunu Kadı Ebû Welid b. Rüşd
"el-Mukaddimât"ında ve yine İbn Atiyye de Tefsir'inde
zikretmişlerdir. Sözkonusu hadisi Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet ederler.
Buna göre Hz. Ali şöyle demiş: Ticaretle uğraşan bir topluluk RaResulullah
(sav)'a sorarak şöyle demişlerdir: Biz, yeryüzünde yolculuk yapıyoruz, nasıl
namaz kılalım? Bunun üzerine yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çıktığınız
zaman, namazı kısaltmanızda Özerinize bir vebal yoktur" buyruğunu
indirdi. Sonra da ifade burada sona erdi. Bundan bir sene sonra Rasu-lullah
(sav) gazaya çıktı» öğle namazım kıldı. Müşrikler: Muhammed ve arkadaşları
sizlere arkalarını dönerek size (kendilerine) saldırma imkânını vermiş oldular.
Niye onlara bir baskın düzenlemediniz? Onlardan birisi şöyle dedi: Bunların
bunun akabinde kılacakları bir namazları daha vardır. Bunun üzerine yüce
Allah, iki namaz vakti arasında: "Eğer kâfirlerin »ize bir fenalık
yapmasından korkarsanız" buyruğunu korku, namazı ile ilgili buyrukların
sonuna kadar indirdi.[166]
Eğer bu haber sahih
ise, bununla beraber kimsenin söyleyecek bir sözü kalmaz ve korku hali dışında
da namazı kasr etmeyenin delilinin Kur'ân-ı Kerimde de bulunduğunu ifade eder.
İbn Abbas'tan da buna
benzer bir rivayet nakledilmiştir. O, der ki: Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur"
buyruğu, yolculukta namaz kılma hakkında nazil olmuştur. Daha sonra ise:
"Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından kor-korsanız" buyruğu
ise, korku hali hakkında ve ondan bir sene sonra nazil olmuştur. Buna göre,
âyet-i kerime, iki meseleyi ve iki hükmü birlikte ihtiva etmektedir. Çünkü
yüce Allah'ın: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda
üzerinize bir vebal yoktur" buyruğu ile yolculuk hali kastedilmektedir ve
burada ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra ise, bir diğer farzı sözkonusu
etmeye başlamakta ve bunun şartını öne almaktadır. İfadenin takdiri ise şöyle
olur: Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsaruz ve sen de onlar
arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığında... Bu buyrukta ise
"vav" harfi fazladan gelmiştir. Bu şartın cevabı ise, "Bir kısmı
seninle birlikte namaza dursun" buyruğudur.
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz kafirler sizin apaçık düşmamnızdır* buyruğu ise bir ara
cümlesidir.
Bir gurup ise, korku
halinin sözkonusu edilmesinin sünnet ile nesh olunduğu görüşündedir. Bu ise,
Hz. Ömer yoluyla gelen bir hadiste zikredilmektedir, günkü o, Peygamber
(savj'ın kendisine şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bu, Allah'ın size
sadaka olarak bağışladığı bir sadakadır Siz de onun sadakasını kabul
ediniz."
en-Nehhas der ki:
Peygamber (sav)'ın namazı kısaltmasını korku hali dışında kabul edip bu
haldeki fiilinin âyeti nesli eden bir uygulama olarak değerlendiren yanlışlık
yapar. Çünkü, âyeti kerimede güvenlik halinde namazı kasr etmeyi men eden bir
ifade yoktur. Âyet-i kerimede olan, sadece korku halinde namazı kasr etmenin
mubah olduğundan ibarettir.
[167]
Yüce Allah'ın:
"Kafirlerin size bir fenalık yapmasından..." buyruğu ile ilgili
olarak, el-Ferra şöyle demektedir: Hicazlılar; "Adamı fitneye düşürdüm
(ona fenalık yaptım)", derler.
Rabia, Kays ve
Esedlilerle bütün Necid halkı ise şeklinde kullanırlar. el-Halil ve Sibeveyh
ise, bu iki kullamş arasında fark gözeterek şöyle derler: Birincisi, onda bir
fitne bıraktım (yani, bizatihi onun bünyesinde ona kötülük yaptım,
anlamındadır.)
İkincisi ise, onu
fitneye düşmüş halde bıraktım, demektir. el-Esmaî ise, ikinci kullanılışın
bilinmediğini iddia etmektedir.
"Şüphesiz
kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır" buyruğun "düşmanınız",
düşmanlannızdırlar, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[168]
102. Sen de aralarında
bulunup da onlara namaz kıldırdığında, onların bir kısmı seninle birlikte
namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında
diğerleri arkanızda bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer bir kısım gelsin,
seninle beraber namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını
alsınlar. Kafirler, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan keşke gafil olsanız da
size ansızın bir basken yapsalar, diye arzu ederler. Eğer size yağmurdan
dolayı bir zarar gelir yahut hasta bulunursanız, silahlarınızı bırakmanızda
sizin için bir sakınca yoktur. Ama son derece tedbirli bulunun. Şüphesiz
Allah, kâfirlere küçültücü bir azap hazırlamıştır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Sen de aralarında bulumıpda onlara namaz kıldırdığında..." buyruğu
ile ilgili olarak, Dârakutnî, Ebû Ayyaş ez-Zuraki'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir; Rasulullalı (sav) İle Usfan'da bulunuyorduk. Müşrikler başlarında
Halid b. el-Velid olduğu halde karşımıza çıktılar. Müşrikler bizimle kıble
arasında bulunuyorlardı. Peygamber (sav) bizlere öğle namazını kıldırdı. Şöyle
dediler: Bunlar öyle bir halde bulunuyorlardı ki, keşke onların bu gafil
anlarını değerlendirebilseydik. (Ebû Ayyaş) dedi ki: Sonra şöyle dediler: Şimdi
de üzerlerine çocuklarından ve canlarından daha çok sevdikleri bir namaz vakti
gelecektir. Bunun üzerine Cebrail (a.s) öğle ile ilkindi arasında şu:
"Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında..." âyetini
indirdi. Ve hadisin geri kalan kısmım zikretti.
[169]
İleride yüce Allah'ın
izniyle tamamı gelecektir.
İşte bu Halid (r.a)'ın
da İslâm'a girişinin sebebi olmuştu. Bu âyet-i kerime daha önce sözü edilen
cihad ile de böylelikle ilişkili olmaktadır. Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz
de, namazın ne yolculuk mazeretiyle, ne cihad mazeretiyle, ne de düşmanla
savaşmak mazeretiyle sakıt olmayacağını beyan etmektedir. Ama el-Bakara
Sûresi'nde (2/209. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere ve-bu sûrede ilim
adamlarının konu ile ilgili açıklanan Farktı görüşlerinde belirtildiği
şekilde- bu hususlarda bir takım ruhsatlar vardır.
Bu âyet-i kerime,
Peygamber (sav)'a bir hitaptır. Bu hitap, ondan sonra da kıyamet gününe kadar
gelecek bütün müslüman emir ve kumandanları kapsamına almaktadır. Yüce Allah'ın:
"Onların mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103.) buyruğu da
böyledir. Bütün tlim adamlarının görüşü budur.
Ancak Ebû Yusuf ile
İsmail b. Umeyye, istisna olarak şöyle demişlerdir: Peygamber (sav)'dan sonra
biz korku namazı kilamayız. Çünkü hitap, yüce Allah'ın: "Sen de
aralarında bulunup* buyruğu dolayısı ile ona has bir hitaptı. Bizzat kendisi
aralarında bulunmadığı takdirde, onların böyle bir namaz kılma haklan yoktur.
Çünkü Peygamber (sav), bu hususta başkası gibi değildir. Bütün müslü manlar,
onun kendilerine imam olmasını ve arkasında namaz kılmayı arzu ediyordu. Ondan
sonra fazilet babında onun yerini tutabilecek hiçbir kimse olamaz. Ondan sonra
İnsanların halleri ise birbirine yakın veya birbirine eşittir. Bundan dolayı
imam, önce bir kesime namaz kıldırır, daha sonra da diğer kesime namaz
kıldıracak birisini tayin eder. Her iki kesimin aynı imam arkasında namaz
kılmaları ise olmaz.
Cumhur ise şöyle
demektedir: Bizler, bîrden çok âyet ve birden çok ha-dis-i şerifte ona tabi
olmakla, onu örnek edinmekle emrolunmuşuz. O bakımdan yüce Allah: "Onun
emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnetin gelip çatmasından
sakınsınlar..." (et-Tevbe, 24/63) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) de:
"Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz sîz de öylece namaz
kılınız"[170] diye buyurmuştur. O
baktmdan herhangi bir hükmün Hz. Peygambere has olduğuna dair açık bir delil
bulunmadıkça, kayıtsız ve şartsız (muüak, olarak.) ona tabi olmak icabeder.
Şayet sözünü ettikleri
gerekçeler Hz. Peygamberin bu konudaki hususiyetine delil olsaydı, o takdirde
bütün hitapların yönelik olduğu kimselere hasredilmeleri gerekirdi. O takdirde
de şeriatın, ona muhatap alınan kimseye münhasır kalması gerekirdi.
Diğer taraftan ashab-ı
kiram (Allah hepsinden razı olsun) bu namaz hususunda Hz. Peygamberin
hususiliği vehmini bir kenara atmışlar ve bunun Peygamber (sav) dışında
kimseler hakkında da geçerli olduğunu ortaya koymuşlardır. Onlar, söylenen sözü
daha iyi bilir, durumu daha iyi değerlendiren kimselerdi.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman, başka bir söze
dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En'am, 6/68) Bu görüldüğü
gibi Hz. Peygambere yönelik bir hitaptır. Ümmeti de bu hitabın kapsamına
girmektedir, Bunun benzeri pek çoktur. Yine yüce Allah: "Onların
mallarından bir sadaka al" (et-Tevbe, 9/103) diye buyurmaktadır. Bu İse
yalnızca bu emrin ona münhasır olmasını gerektirmez. Ondan sonra gelenler de
hiç şüphesiz bu hususta onun makamındadırlar.
İşte yüce Allah'ın:
"Sen de aralarında bulunup da..." buyruğu da böyledir. Nitekim Ebû
Bekir es-Sıddik, ashabdan bir topluluk ile birlikte (Allah onlardan razı
olsun) sizin korku namazına dair yaptığınız bu te'vjJe benzer tevili zekât
hakkında yapanlara karşı savaşmışlardır.
Ebû Ömer der ki:
Peygamber (sav) ile ondan sonra gelen halifelerin zekâtı almaları bakımından
birbirlerine eşit olmaları İle, Peygamber (sav)'m arkasında namaz kılanın
namazı ile ondan başkasının arkasında namaz kılanın namazı arasındaki benzerlik
gibi bir benzerlik yoktur. Çünkü zekâtın faydası yoksullara ulaştırılmasıdır
Ve zekâtta arkasında namaz kılanın fazileti gibi, kendisine zekât verilenin
bir fazileti sözkonusu değildir.
[171]
Yüce Allah'ın:
"Onların bir kısmı seninle birlikte namaza dursun11 yani, onlardan bir
topluluk (cemaat) namazda seninle beraber namaza dursun, "ve" Seninle
beraber namaz kılacak olanlar silahlarını da alsınlar. Burada "silahlarını
da alsınlar" buyruğunda kast edilenlerin -ileride açıklanacağı üzere-
düşmanın karşısında bulunanlar olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah, bu âyet-i
kerimede her bir kesim için yalnızca bir rekat namazdan sözetmektedir. Fakat,
hadis-i şeriflerde -ileride geleceği üzere- buna bir rekat daha kattıktan
rivayet edilmiştir.
Yüce Allah'ın
"(j^tû): Namaiadursun" buyruğu üe "Bulunsunlar" buyruğunda
esrenin (lam) harfinden hazf edilmesi, ağırlığı dolayısıyla-dır el-Ahfeş,
el-Ferra ve el-Kİsaî, "emir lânTı, "key lâm"ı, "cuhûd lânTının
fethalı okunduğunu nakletmektedir. Sibeveyh ise, gerektirici bir sebep halinde
bunun böyle okunmasını kabul etmez. İşte, cer edatı olan "lâm" ile
"te'kid Iâm"i arasındaki fark da budur.
Buradaki emirden
maksat ikiye bölünmeleridir. Yani (bir kısmı arkasında namaz kılarken)
diğerleri düşmanın hamle yapması ihtimaline karşılık tedbir olmak üzere
düşmana karşı düşmanla yüzyüze duracaklardır.
Korku namazının şekli
ile Ugili rivayetler farklı farklıdır. Bu rivayetlerin farklılığı dolayısıyla
ilim adamları da farklı şekiller tarif etmişlerdir. İbnü'1-Kas-sâr'ın
naklettiğine göre, Peygamber (sav) korku namazını on yerde kılmıştır,
İbnü'l-Arabî ise der ki; Peygamber (savVdan korku namazını yirmi dört defa
kıldığı rivayet edilmiştir. Hadis ehlinin imamı, hadis naklindeki illetleri
bilmekte önde bir kimse olan îmam Alımed b. Hanbel ise şöyle der: Korku namazı
hakkında sabit olmayan bir hadis rivayet edildiğini bilmiyorum. Bütün bu
hadislerin hepsi sahih ve sabittir. O bakımdan namaz kılan bir kimse hangi hadise
binaen korku namazını kılacak olursa, yüce Allah'ın izniyle bu onun için
yeterli olur.[172] Ebû Cafer et-Taberî de
böyle demiştir.
Malik ve -Eşheb
dışındaki- diğer arkadaşları ise, korku namazı hususunda Sehl b. Ebi Hasme'nin
hadisindekİ şekle meyletmişlerdir. Bu da Malikin Muvatta'ında, Yahya b.
Said'den, o, el-Kasım b. Muhammed'den, o, Salih b. Havvât el-Ensarî yoluyla
rivayet ettiğine göre, Sehl b. Hasme kendisine (Salih'e) anlattığına göre,
korku namazı şöyle kılının İmam, beraberinde arkadaşlarından bir kesim alır,
diğer bir kesim ise düşmana karşı durur, imam beraberindekilerle birlikte bir
rekatin rükûunu yapar ve secdeye vanr, sonra ayağa kalkar. Ayağa kalkıp
doğrulduktan sonra olduğu gibi yerinde durur. (Beraberindekiler) kendi
kendilerine kalan rekatı bitirirler ve çekip giderler, İmam ise ayakta kalmaya
devam eder. Onunla beraber kılanlar düşmana karşı yer alırlar Daha sonra namaz
kılmamış diğerleri gelip İmamın arkasında tekbir alırlar. O da onlarla rüküa ve
secdeye varır, sonra selam verir. Ona gelip uyanlar ise, kalkarlar ve kendi
başlarına kalan rekatı kılarlar, sonra da selam verirler.
[173]
Malik'in arkadaşı
İbnü'l-Kasım der ki: Malik'e göre uygulama, el-Kasım b. Muhammed'in Salih b.
Havvat'dan rivayet ettiği hadise göredir. Îbnül-Kasım der ki: Önceleri Yezid b.
Rûmân yoluyla gelen hadisi gereğince amel ediyor idiyse de daha sonra buna
dönmüştür.
Ebû Ömer[174] der
ki: el-Kasım'ın rivayet ettiği hadisde, Yezid b. Rûmân'ın rivayet ettiği hadis
de, Salih b. Havvab'dan gelmektedir. Şu kadar varki aralarında selam hususunda
bir Farklılık vardır. el-Kasım yoluyla gelen hadise göre imam, ikinci kesim ile
selam verip sonra bunlar kalkarlar, kendi kendilerine bir rekatın kazasını
yaparlar. Yezid b. Rûmân hadisinde imam, ikinci kesimin de rekatini bitirmesini
bekler ve onlarla birlikte selam verir denilmektedir. Şafiî de böyle demiştir
ve bu görüşü benimsemiştir.
Şafiî der ki: Yezid b.
Rümân Salih b. Havvab'dan rivayet ettiği bu hadis, yüce Allah'ın Kitabında
korku namazına dair buyrukların zahirine en yakın olanıdır ve ben buna göre
görüşümü belirtiyorum.
Malik'in, el-Kasım
yoluyla gelen hadisi tercih etmekteki delillerinden birisi de, diğer namazlara
korku namazını kıyas etmesidir. Diğer namazlarda imamın, namazın herhangi bir
bölümünde kendisinden öne geçtiği herhangi bir kimseyi bekleme yetkisi yoktur.
İttifak ile kabul olunan sünnet ise, imama uyanların, imamın selam vermesinden
sonra yetişemediklerini kaza et-meleridir.'Ebû Sevr'in bu husustaki görüşü de
Malik'in görüşü gibidir. Ahmed ise, Şafiî'nin tercihe değer kabul ettiği görüş
gibi görüşünü ifade ediyordu. Bununla birlikte korku namazına dair rivayet
edilen şekillerden herhangi birisıni uygulayanı da ayıplamazdı. Mâlik'in
arkadaşlarından Eşheb de İbn Ömer'in hadisini kabule meyletmektedir.
İbn Ömer dedi ki:
Rasulullah (sav) korku namazını, iki kesimden birisi ile bir rekat kıldırmak
suretiyle kıldı. Diğer kesim ise düşmana karşı idi. Daha sonra bir rekat
kılanlar yerlerinden ayrılıp, diğer arkadaşlarının yerinde düşmana karşı
durdular. Öbürleri geldikten sonra Peygamber (sav) onlara bir rekat
kıldırdıktan sonra selam verdi. Daha sonra bu kesim de öbür kesim de birer
rekati kaza etti. îbn Ömer der ki: Şayet bundan daha Ueri derecede bir korku
olursa, binek sırtında veya ayakta olduğu halde îmada bulunarak namazlarını kılar.
[175] Bu
hadisi de Bu hân, Müslim, Malik ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Evzaî, bu şekildeki
korku namazım kabule şayan görmüştür, Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in beğendiği
şekil de budur. Ebû Ömer der kî: Çünkü rivayetler arasında senedi en sahih
olanları budur. Ayrıca Du Medinelilerin nakli ile va-rid olmuştur, onların
nakli ise kendilerine muhalefet edenlere karşı bir delildir. Diğer taraftan
konu ile ilgili asli delillere daha çok benzemektedir. Zira, birinci ve ikinci
kesim, ikinci rekatlerini ancak Peygamber (sav)'ın namazdan çıkışından sonra
kaza etmektedirler. Diğer namazlarda ittifakla kabul edilen ve rivayet olunan
sünnetinden bilinen şekil de budur.
Kulelilere, yani Ebû
Hanife ve -Kadı Ebû Yusuf, Yakup müstesna- arkadaşlarına gelince, bunlar
Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisi kabule değer görmüşlerdir.
Bu hadisi îse Ebû
Davud ve Dârakutnî rivayet etmiştir. îbn Mes'ud dedi-ki: Rasulullah (sav) korku
namazı kıldırdı. Beraberindekiler iki saf halinde ayakta durdular. SaİTın
birisi Peygamber (sav)İn arkasında, diğeri İse düşmana yüzü dönük vaziyette
durdu. Peygamber (sav) (arkasındakilerle birlikte) bir rekat kıldı. Daha sonra
diğerleri gelip onların yerlerini aldılar. Ötekileri ise düşmana döndü.
Rasulullah (sav) bunlara da bir rekat namaz kıldırdıktan sonra selam verdi. Bu
sefer kendi kendilerine bir rekat kıldıktan sonra bunlar da selam verdiler.
Sonra ilk yerlerine gittiler ve diğerlerinin (ilk rekatı kılan saf fin) yerine
yüzleri düşmana dönük olarak durdular. İlk saf da önceki durduktan yere geri
döndüler, kendi kendilerine bir rekat namaz kıldıktan sonra selam verdiler.
[176] Bu
şekil ve nitelikleriyle korku namazı İbn Ömer hadisinde sözü geçen namazın
kendisidir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır. İbn Ömer'in hadisinde,
diğerlerinin kaza ettikleri bir rekât görüldüğü kadarıyla aynı halde (Yani,
eski yerlerine gelmeksizin kaza etmişlerdir). Ve imam da tek başına bekçi gibi
durur. Burada ise, tarafların birer rekat kaza etmeleri önceki namazları
şeklinde ayrı ayrı olmuştur.
Kimisi de İbn Ömer'in
rivayet ettiği hadisi, İbn Mes'üd'un rivayetinde belirtilenlere göre açıklamış
ve yorumlamıştır. îbn Mes'üd'un hadisinde belirtilen şekli kabul edenler
arasında -kendisinden gelmiş üç rivayetten birisine göre- es-Sevri İle
Ebû'l-Hasan el-Lahnıî'nin kendisinden yaptığı rivayete göre Eşheb b. Abdülazİz
de vardır. es-Sevrî'nin bu görüşünü, Ebû Ömer» İbn Yunus ve İbn Habib
nakletmişjerdir.
Ebû Davud da, Huzeyfe,
Ebû Hureyre ve İbn Ömer yoluyla, Hz. Peygamberin her bir kesime birer rekat
kıldırdığı ve ikinci rekati kaza etmediklerini rivayet etmiştir.
[177] Bu,
İbn Abbas'ın "korku namazı İse bir rekattır" şeklindeki hadisinin
muktezasıdır. İshak'ın da görüşü budur. el-Bakara Sûresi'n-de (2/239 âyetin
tefsirinde) buna işaret edilmiştir. "Hiç şüphesiz namaz, İhtiyat ile
yerine getirilmesi gereken amellerin en önemlisidir. İbn Abbas'm hadisi ise,
delil olmaya elverişli değildir. Huzeyfe ve diğerlerinin hadislerinde
belirtilen "ve ikinci rekati kaza etmediler" ifadesi, bunu rivayet
edenin bilgisini yansıtmaktadır. Zira, onların bizzat bu namazda bir rekat
kaza ettikleri rivayeti de gelmiştir. Bu gibi durumlarda rivayetinde bir
fazlalık bulunanın şahidliği ise önce gelir.
Diğer taraftan
"kaza etmediklerinden" kastın güven buldukları sırada kaza
etmemeleri de olabilir. Böyle bir açıklamanın faydası da şudur: Korku halinde
bulunan bir kimse, korkunun geçip güvenliğe kavuştuktan sonra o vaziyette,
yani korku halinde iken kıldığı namazları kaza etmez, Bütün bu açıklamaları
Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) yapmıştır.
Müslim'in Sahİh'İnde
Cabir (b. Abdullah>'dan rivyet edildiğine göre, Hz. Peygamber önce bir
kesime iki rekat kıldırdı, sonra bunlar geri çekildiler Sonra ikinci kesime de
iki rekat kıldırdı. (Cabir) devamla dedi ki: Bu durumda Rasulullah (sav) dört
rekat, diğerlerinin kıldiklan ise iki rekat oldu,
[178] Bunu,
Ebû Davud ve Dârakutnî de el-Hasen b, Ebi Bekre'den rivayet etmişlerdir. Aynca
burada Hz. Peygamberin her iki rekatte selam verdiğini de zikretmektedirler.
[179]
Yine Dârakutnî bu
hadisi, el-Hasen'den, o, Cabir'den diye rivayet etmiş ve Rasulullah (sav)'ın
birinci kesime İki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiğini, sonra diğer
kesime de iki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiğini belirtmektedir.
[180]
Ebû Dâvud dedi ki:
el-Hasen de bu şekilde fetva verirdi.
[181]
Bu görüş Şafiî'den de
rivayet edilmiştir. Namazda imamın niyeti ile ona uyanın niyetinin farklı
olmasını caiz kabul edenler de bunu delil gösterirler. Şafiî', Evzaî, İbn
Uleyye, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud ez-Zahirînİn de görüşü budur, Onlar bunu, Hz.
Cabir yoluyla rivayet edilen hadisle de desteklerler. Buna göre Mua2, Peygamber
(sav) ile beraber yatsı namazını kılar, sonra da gider kendi kavmine aynı
şekilde yatsı namazını kıldırırdı.
[182]
Tahavî der ki: Bu,
İslâmın ilk dönemlerinde böyle îdi. Çünkü o sırada farz bir namazın iki defa
kılınması caizdi. Daha sonra bu nesh olundu.
[183] Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır,
İşte korku namazına
dair ilim adamlarının görüşleri bunlardır.
[184]
Kur'am Kerimde sözü
geçen bu namaza, müslümanların sırtlan kıbleye dönük, düşmanın ise yüzlerinin
kıbleye dönük olduğu hallerde ihtiyaç duyulur. Böyle bir durum, Zâtürrikâ
gazvesinde olmuştu. Usfan île bir başka yerde İse, müslümanlann yüzü kıbleye
dönüktü. Halid b. el-Velid olayında nüzul sebebi olarak belirttiğimiz husus
ise, müslümanların iki kesime ayrılmalarına uygun düşmektedir. Çünkü, ilgili
hadiste, yüce Allah'ın: "Onlara namaz kıldırdığında* buyruğundan sonra
{ravi Ayyaş ez-Zuraki) şöyle demektedir: Namaz vakti gelince Peygamber (sav)
beraberinde kilere silahlarını almalarını emretti ve bizi arkasında İki saf
halinde dizdi. Sonra Hz, Peygamber rükua vardı, hep birlikte rükua vardık.
Sonra rüku'dan başım kaldırdı, hep birlikte kalktık. Sonra Peygamber (sav)
hemen arkasındaki saf ile birlikte secdeye vardı. Diğerleri ise ayakta durup
onlan bekledi. Secde edip kalkmalarından sonra bu sefer diğerleri oturdu ve
oldukları yerde secdeye vardılar. Daha sonra Öndekiler arkadakilerin saffına,
arkadakiler de öndekilerin saf-fına geçtiler. Sonra Hz. Peygamber rükûa vardı,
hep birlikte rükua vardılar. Sonra Hz, Peygamber başını rüku'dan kaldırdı, hep
birlikte de rüku'dan kalktılar. Sonra Peygamber (sav) hemen arkasındaki saf
ile birlikte secdeye vardı. Diğerleri ise ayakta durup onları korudular. Ön
saftakiler (teşehhüde) oturunca, diğerleri secdeye vardılar, sonra da Hz.
Peygamber selam verdi. (Ayyaş ez-Züraki) dedi ki: Rasulullah (sav) bu namazı
bu şekliyle iki defa kıldırdı. Bir seferinde Usfan'da, bir defa da Süleymoğulları
topraklarında.
[185]
Bu hadisi, ayrıca Ebû
Dâvûd Ebû Ayyaş ez-Zürakî yoluyla rivayet ettikten sonra şöyle demektedir: Aynı
zamanda bu, es-Sevi’nin de görüşüdür,
[186]en
ihtiyatlıları da budur.
Bunu, Ebû İsa
et-Tirmizî de Ebû Hureyre yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Rasulullah (sav)
Dacanân ile Usfân arasında karargâh kurdu... Bu hadiste belirtildiğine göre,
Peygamber (sav), ashabı kiramı iki guruba ayırmış, onlardan her birisi ile bir
rekât kılmıştır. Böylelikle her bir gurup birer rekât kılmış olduğu halde
Peygamber (sav) iki rekât kılmış oldu.
Tirmizî der ki: Bu
hadis, (bu rivayet şekliyle) hasen, sahih, garip bir hadistir. Bu hususta
Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sabit, İbn Abbas, Cabİr, Ebû Ayya§ ez-Zürakî -ki,
asıl adı Zeyd b. es-Samit'tir- İbn Ömer, Huzeyfe, Ebû Bekr (Tirmizî de: Ebû
Bekre) ve Sehl b. Ebi Hasme'den de rivayetler gelmiştir.
[187]
Derim ki: Bu rivyetler
arasında herhangi bir tearuz sözkonusu değildir. Çünkü, Ebû Ayyaş hadisinde
belirtildiği gibi, Hz. Peygamberin onlarla hep birlikte bir namaz kıldığı
(kıldırdığı) muhtemel olduğu*gibi, Ebû Hureyre'nin hadisinde belirtildiği
gibi, bir başka defasında ayrı ayrı onlarla (birer rekat) kıl-mış olması da
muhtemeldir. O takdirde bu hadisde korku namazı bir rekattır diyenlerin lehine
delil vardır, demek olur.
el-Hattabî der ki:
Korku namazı birkaç çeşittir. Peygamber (sav) bu namazı değişik zamanlarda ve
farklı şekillerde kılmıştır. Kıldığı bütün bu namazlarda, namaz için daha
ihtiyatlı ve gerekli korunma tedbirlerinde daha ileri derecede olanı araştırır
ve ona göre namazını kılardı,
[188]
İlim adamları akşam
namazının korku halinde kılınış keyfiyeti hususunda farklı görüşlere
sahiptirler.
Dârakutnî,
el-Hasen'denf o, Ebû Bekreden rivayet ettiğine göre Peygamber (sav)
beraberindekilerle akşam namazını üç rekat kıldıktan sonra onlar ayrılıp
gittiler. Daha sonra diğerleri geldi> onlarla birlikte de üç rekat namaz
küdi. Böylelikle Peygamber (sav) altı rekat, diğerleri de üçer rekat kılmış oldular.
[189]
el-Hasen de böyle demiştir.
Ancak akşam namazı
hususunda cumhurun görüşü bundan farklıdır. O da şu şekilde olur: Birinci
kesime iki rekat kıldırır. İkinci kesime de tek rekat kıldırır. Ve konu ile
ilgili görüş ayrılıkları esasına göre kalan rekatlerini kaza ederler. Bu kaza,
imamın seîam vermesinden önce midir, sonra mıdır hususundaki İhtilafa göre bu
kaza şekli değişir Malik ve Ebû Hanife'nin görüşü budur. Çünkü, namazın
şeklini bu daha bir koruyucu özelliktedir.
Şafiî İse der ki:
Birinci kesime tek rekat kıldırır, çünkü Ali (r.a) el-Herir gecesinde CSıfRn
gecelerinden birisinin adıdır), bu şekilde kılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
[190]
Orduların
biribirlerine girip, savaşın kızıştığı ve vaktin de çıkacağından korkulduğu
takdirde, korku namazının nasıl kılınacağı hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Malik, es-Sevrî, Evzaî, Şafiî ve genel olarak ilim adamları
şöyle demişlerdir: Nasıl mümkün olursa öylece namazını kılar. Çünkü İbn Ömer
şöyle demiştir: Şayet korku bundan daha ileri derecede olursa, binek sırtında,
yahut ayakta İken îmada bulunarak namazını kılar.[191]
Muvatta'da da şöyle
denilmektedir: İster kıbleye dönmüş olsun, ister dön-memiş olsun.
[192]
el-Bakara Sûresi'nde {2/239. âyetin tefsirinde), ed-Dahhâk ile Ishak'm
görüşleri de geçmiş bulunmaktadır. el-Evzaî de der ki: Eğer zafer yakınlaşır
ve namaz kılmaya imkânları olmazsa, herkes kendi başına îma ile namazını
kılarlar. Şayet îma ile de kılacak gücü bulamayacak olurlarsa, çarpışmaların
dineceği ve güven altında olacakları bir vakte kadar namazlarını tehir
ederler. Ve o vakit de iki rekat olarak namazlarını kılarlar. İki rekat kılacak
gücü bulamayacak olurlarsa, bu sefer bir rükû ile iki secde yaparlar. (Yani tek
rekat kılarlar). Eğer buna da güç yetiremiyecek olurlarsa yalnızca tekbir
getirmeleri yeterli olur ve namazlarını güven duyacakları vakte kadar tehir
ederler. Mekhul de böyle demiştir.
[193]
Derim ki: el-Kiyâ
et-Taberî bunu, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde Ebû Ha-nife ve arkadaşlarından da
nakletmektedir, el-Kiyâ der ki: Şayet korku bundan daha ileri derecede olur,
ordular birbirlerine girmiş oldukları halde Çarpışmalar devam ediyorsa,
müslümanlar kıbleye ister yüzlerini İster arkalarını dönmüş olsunlar, mümkün
olduğu şekilde namazlarını kılarlar.
Ebû Hanife ve üç
arkadaşı da bu durumda namazlarını kılmayacaklarını ve farzı tehir edeceklerini
ittifakla belirtirler. Şayet namaz esnasında çarpışacak olurlarsa namaz
bozulur, derler. Şafiî'den de, mızrağını dürtmeyi, kılıcını vurmayı peşpeşe
yapacak olursa, namazının fasid olacağını söylediği na ki edilmiştir.
Derim ki: İşte bu
görüş, Enes'in şu sözünün sıhhatine delâlet etmektedir: Tüster kalesine tan
yerinin aydınlandığı sırada yapılan hücumda hazır bulunmuştum. Çarpışmalar
oldukça alevlendi- Sabah namazını ancak güneşin yükselmesinden sonra kılma
imkânını bulduk. Biz de Ebû Musa ile birlikte olduğumuz halde sabah namazını
kıldık ve bizim için fetih müyesser oldu. Enes der ki: O namaz karşılığında
dünya ve dünyadaki herşeyi elde etmek bile beni memnun etmezdi. Bunu, Buhârî
nakletmektedir.
[194]
Ebû'l-Hucce namryla
maruf hocamız, üstad Ebû Cafer Ahmed b. Muham-med b. Muhammed el-Kaysî el-Kurtubî
de bu görüştedir. Görüldüğü kadarıyla Buhari'nin tercihi de budur. Çünkü of
bunun akabinde hemen Cabir (b. Abdullah) yoluyla gelen hadisi zikretmektedir.
Der ki: Ömer, Hendek günü Kvıreyş kâfirlerine sövmeye ve şöyle demeye koyuldu:
Ey Allah'ın Rasulü, ikindi namazını ancak güneş batmaya yüz tuttuğu vakit
kılabildim. Peygamber (sav) buyurdu ki; "Ben de Allah'a andolsun ki,
kılamadım" Sonra, Hz. Peygamber Buthânâ indi, abdest aldı ve ikindi
namazını güneşin batımından sonra kıldı, sonra da arkasından akşam namazını
kıldı.[195]
İlim adamları, takib
eden ve edilenin nastl namaz kılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik ile arkadaşlarından bir topluluğa göre; her ikisinin de kılacağı namaz
aynıdır. Her birisi, bineği üzerinde namazım kılar.
Evzaî, Şafiî ve
hadisçilerin fukahası ile İbn Abdilhakem şöyle derler: Başkasını takib eden
kişi, namazını ancak yerde kılabilir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü takib
bir tatavvudur. Farz namazın ise, mümkün olduğu takdirde yerde kılınması
farzdır. Aşırı derecede korkan kimse dışında binek sırtında namazım kılmaz.
Başkasını takip etmek durumunda olan ise böyle değildir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır.
[196]
İlim adamları aynı
şekilde askerler bir karartı görüp onu düşman zannederek korku namazı kılacak
olup sonra da o gördükleri karaltının birşey olmadığını anlayacak olurlarsa,
bu hususta bizim (Mâliki mezhebinin) ilim adamlarının iki rivayeti vardır.
Birinci rivayete göre
namazlarını iade ederler, Ebû Hanife de bu görüştedir. İkinci rivayete göre
ise namazlarım iade etmezler. Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha
kuvvetli olanı da budur.
Birinci görüşün izahı
şöyle yapılır: Asker sonradan yanıldıklarını anlamıştır.
O bakımdan hakimin
hüküm vermesi halinde olduğu gibi doğru olana rücu etmiş olurlar. İkinci
görüşün açıklaması da şöyledir: Bunlar içtihatlarına göre amel etmişlerdir. O
bakımdan tıpkı ictilıad edip kıbleyi tesbit ettikten sonra yanıldıklarını
anlamaları halinde oluduğu gibi caizdir. Bu görüş daha uygundur. Çünkü onlar
emrolunduklannı yapmışlardır. Vakit içerisinde namazlarım iade ederler, vakit
çıktıktan sonra iade etmelerine gerek yoktur, da denilebilir. Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.
[197]
Yüce Allah:
"Silahlarını da alsınlar" diye buyurduğu gibi: "Hem tedbirli
bulunsunlar hem de silahlarını atsınlar11 diye buyurmaktadır. İşte bu, düş
manın emeline nail olmaması, istediği fırsatı elde edememesi için gerekli tedbirleri
ve silahı almaya yönelik bir tavsiye (emir) dir. Silah, kişinin savaş esnasında
kendisiyle kendisini savunduğu şeydir, Antere der ki:
"Cad'a, Beni
Ebân'ın Ca'dına kuşandırdım Daha önce çıplakken ve rüavayken silahımı."
Demek istiyor ki,
önceleri silahsız iken, kendisini koruması için ona silahımı ariyet olarak
verdim.
İbn Abbâs der ki:
"Silahlarını da alsınlar" buyruğu, düşmana dönük olan kesim
silahlarını alsınlar, demektir. Çünkü namaz kılan kesim savaşmaz.
Başkaları ise, burada
silahlarını almalarını istenenlerin namaz kılan kesim olduğunu söylemişlerdir.
Yani, önce namaz kılanlar silahlarını alsınlar, demektir. Bunu ez-Zeccâc
nakletmektedir. Der ki: Namazda bulunan kesime, namaz esnasında silah taşıma
emrinin verilmiş olması muhtemeldir. Yani, onlardan bir kesim seninle birlikte
namaz kılsın ve bunlar silahlarını beraberlerine alsınlar. Çünkü böylesi
düşmanı daha bir korkutucudur.
en-Nehhas der ki:
Bunun her iki kesim hakkında olması da mümkündür. Çünkü böylesi düşmanları daha
da korkutur. Bununla birlikte bu emrin özel olarak yüzleri düşmana dönük olan
kesim hakkında olması da muhtemeldir.-
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: İlim adamlarının çoğunluğu, namaz kılanın korku namazı
kıldığı takdirde silahım almasını müstehab görmüşlerdir. Yüce Allah'ın:
'Silahlarım da alsınlar" buyruğundaki emrin mendupluk ifade ettiğini
kabul ederler. Çünkü bu öyle bir şeydir ki, eğer korku olmasaydı, silahı almak
vacib olmazdı. O halde, bu silahı alma emri mendupluk ifade etmektedir. Zahir
ehli (Zahiri mezhebi alimleri) ise şöyle demişlerdir: Korku namazı halinde
silahı almak, yüce Allah'ın bu husustaki emri dolayısıyla vadbdir. Yağmurdan
dolayı rahatsız olmak durumunda olanlar bundan müstesnadır. Şayet böyîe bir
şey sözkonusu olursa, namaz kılanın silahını bırakması caiz olur,
Îbnü'l-Arabî der ki:
Namaz kıldıkları takdirde, korku esnasında silahlarını beraber alırlar. Şafiî
de böyle demiştir, Kur'ân'ın nassı da bu şekildedir. Ebû Hanil'e ise şöyle
demektedir: Silahlarını beraberlerinde almazlar. Çünkü eğer silahlarım
beraberlerinde almaları vacib olsaydı, silahlarını almayı terk etmeleri
dolayısıyla namazlarının da batıl olması icabederdi.
Deriz ki: Bu silahları
almak namaz dolayısıyla vacib bir şey değildir. Bu, onların güçlerini ve
heybetlerini korumaları için vacibtir.
[198]
Yüce Allah'ın:
"Secdeye vardıklarında" buyruğundaki zamir, namaz kılan kesime
aittir. Bunlar, imamla namazlarını kıldıktan Sonra ayrılıp gitsinler, demektir.
Bu, konu ile ilgili rivayet edilen korku namazı şekillerinden birisine göre
böyle açıklanır. Bunun; bunlar, kaza ettikleri rekatin secdesini yaptıkları
(yani, bu rekatı kılıp bitirdikleri) takdirde... anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu da Sehl b. Ebi Hasme'nin hadisinde rivayet ettiği şekle göre yapılan bir
açıklamadır.
Bu âyet-i kerime,
sücud tabirinin bazen namazın tümünü ifade etmek için kullanılabileceğinin
delilidir. Peygamber (sav)'ın: "Sizden herhangi biriniz, mescide girdi mi,
hemen iki secde (İki rekât) ediversin"
[199]
hadisi de bu kabildendir. Yani, iki rekat kılsın. Bu ifade ise, sünneti
seniyyede (hadis-i şerifte) böyle kullanılmıştır.
Yüce Allah'ın:
"Arkanızda bulunsunlar" buyruğundaki zamirin ise, secde edenlere ait
olmast muhtemel oîuduğu gibi, önce düşmanın karşısında duran kesime ait olması
da muhtemeldir.
[200]
Yüce Allah'ın:
"Kâfirler... diye arzu ederler buyruğu kâfirler, kendi maksatlarını
gerçekleştirebilmek için sizin silahınızdan gafil olmanızı temenni ve arzu
ettiler, demektir. Bununla şanı yüce Allah, silahı alma emrindeki hikmeti
açıklamaktadır, ikinci kesimin gerekli tedbirlerini almasının sözkonusu
edilip, birincisi hakkında bunun sözkonusu edilmeyiş sebebi ise, onların
gerekli tedbir almalarının daha evla oluşundan dolayıdır. Çünkü düşman, artık
bundan sonra maksadını gerçekleştirme isteğini ertelemez. Zira, artık namazın
sonuna gelinmiş olacaktır. Aynı şekilde düşman şöyle düşünecektir: Silah, bunlan
oldukça yormuş ve artık bunlar bitkin düşmüşlerdir.
Bu âyet-i kerimede
sebepleri yerine getirmeye, akıl sahiplerini kurtarıp esenliğe kavuşturan şeref
yurduna ulaştıran her şeyi yapmaya dair en açık bir delil bulunmaktadır.
"Size ansızın bir
baskın yapsalar" buyruğunun anlamı ise, bir mübalağadır. İkinci bîr
baskına gerek bırakmayacak bir şekilde sizi kökten imha edecek bir baskın
yapmayı arzu ve temenni ederler, demektir.
[201]
Yüce Allah'ın:
"Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir-," buyruğu ile
ilgili olarak ilim
adamlarının korku namazı esnasında silah taşımanın vücu-bu hakkında, daha önce
İşaret ettiğimiz açıklamaları sözkonusudur Eğer silah taşımak vacib değilse,
ihtiyat dolayısıyla müstehabtır. Daha sonra yağmur halinde silahı taşımama
ruhsatı verilmiştir. Çünkü^ yağmur esnasında kılıflar ıslanır, ağırlaşır ve
demir de paslanır.
Denildiğine göre, bu
âyet-i kerime Peygamber (sav) hakkında müşriklerin bozguna uğrayıp,
müslümanların ganimet aldıkları Batnı Nahle gününde nazil olmuştur. Sözkonusu
bu gün oldukça yağmurlu bir gündü. Peygamber (sav) da silahını bîr kenara
bırakarak defi hacet İçin çıktı. Kâfirler onun arkadaşlarından ayrı kaldığını
görünce Gavres b. el-Hâris, üzerine gitti. Ve dağdan aşağı kılıcını sıyırmış
olarak üzerine yürüdü ve: Bu gün seni benden kim koruyacak, dedi. Hz.
Peygamber: "Allah" diye buyurdu. Daha sonra da: "Allah'ım sen
dilediğin şekilde beni Gavres'in şerrinden koru" diye buyurdu. Kılıcı ile
Peygamber (sav)'a vurmak üzere hamle yapınca ayağı kaydı ve yüz üstü kapaklanıp
düştü.
[202]
el-Vakidînin
naklettiğine göre, Cebrail (a.s"), ileride el-Maide Sûresi'nde (5/67.
âyet, 2. baslıkta) de geleceği üzere onun göğsüne bir darbe indirip itmiş ve
kılıcı elinden düşmüştü. Peygamber (sav) kılıcı alıp dedi ki: "Peki, ey
Gavres, şimdi benden seni kim koruyabilir?" Gavres: Hiç kimse dedi. Hz.
Peygamber: "Peki, benim hak ile gönderildiğime şahidlık eder misin? O
zaman ben de sana kılıcını geri veririm." Adam: Hayır, dedi. Fakat bundan
sonra asla seninle çarpışmayacağıma, sana karşı hiçbir düşmana yardımcı
olmayacağıma şahidlik ederim, dedi. Hz. Peygamber de ona kılıcını geri verdi.
Bu âyet-i kerime
yağmur esnasında silahı bırakma hususunda ruhsat vermek üzere nazil oldu. Abdufrahman
b, Avf, Buhârî'nin Sahihinde belirtildiği gibi, aldığı yaradan dolayı
hastalanmış olduğundan yüce Allah onlara, yağmur mazereti dolayısıyla silahı ve
düşman için gerekli hazırlıklar yapmayı terk etme ruhsatını vererek: "Ama,
son derece tedbirli bulunun" diye uyanda bulundu,
[203]
Yani, gayet uyanık olmalısınız. Silahlarınızı ister bırakmış olun, ister
bırakmamış olun.
İşte bu, durum ne
olursa olsun, bütün hallerde düşmana karşı gerekli hazırlıkları yapıp gereken
tedbirleri almayı ve teslimiyeti terk etmeyi te'kid etmektedir. Çünkü bir
ordunun başına ne kadar musibet gelmişse, mutlaka gerekli tedbirlerini
almaktaki kusurlarından dolayı gelmiştir.
ed-Dahhâk da yüce
Allah'ın; "Ama son derece tedbirli bulunun" buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Yani, kılıçlarınızı kuşanın, çünkü gaza yapıp savaşanların görünümü
ve şekli budur.
[204]
103, Namazı
bitirdiğini/ zaman artık ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken
Allah'ı anın. Nihayet tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı dosdoğru
kılın. Çünkü namaz mü'mînler üzerine vakitleri belli bir farzdır.
104. O topluluğu
izlemekte gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin
çektiğiniz o acı gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz, Allah'tan onların ümid
edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah, çok iyi bilendir, yegâne hüküm ve
hikmet sahibidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
Bitirdiğiniz" buyruğunun anlamı, korku namazını kılıp bitirdiğiniz,
demektir. İşte bu, "kaza" kelimesinin vaktinde yapılıp bitirilmiş
şey hakkında kullanılabileceğini a delilidir.
Yüce Allah'ın; "
Menasikinizi bitirince" (.el-Bakara, 2/200) buyruğundaki kaza tabiri de bu
anlamdadır, buna dair açıklamalar önceden (.2/200. âyet, 1. başlıkta)
geçmiştir.
[205]
Yüce Allah'ın:
"... artık ayakta İken, otururken ve yanlarını/, üzere iken
Allah'ı anın"
buyruğu dolayısıyla cumhur şu görüştedir: Burada emr olunan zikir, korku
namazının akabindeki zikirdir. Yani, namazı bitirdiğiniz takdirde artık
kalbinizle, dilinizle ve ister ayakta, ister oturarak, isterse de yanla-nnız
üzere yatıyorken Allah'ı anınız. Tekbir, tehlil, yardım için dua ile -özellikle
de savaş halinde iken- devamlı Onu zikrediniz. Bu âyetin btr benzeri de şu
âyet-i kerimedir: "Bit toplulukla karşılaştığınızda sebat edin. Allah'ı
çokça anın ki, umduğunuza kavuşasınız" (el-Enfâl, 8/45).
Yüce Allah'ın:
"Namazı bitirdiğiniz zaman" buyruğunun ise, korku veya hastalık
olduğu takdirde, dar-t harpte namaz kılacak olursanız, binekler üzerinde, yahut
ayakta, eğer ayakta duramıyorsanız da oturarak veya yanlarınız üzere yatarak
namazlarınızı kıhnız, anlamında olduğu da söylenir.
Nitekim Yüce Allah,
bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Şayet korkarsanız, o
halde yürüyerek veya binerek kılın." (el-Bakara, 2/239)
Bir topluluk da şöyle
demiştir: Bu âyeti kerime Âl-i îmran Sûresi'nde yer alan âyetin (3/191. âyetin)
bir benzeridir. Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Mes'ud, insanların
mescidde yüksekçe seslerini çıkartıp gürültü ettiklerini görür. Bu gürültü de
ne oluyor diye sorar, onlar: Yüce Allah: "Ayakta iken, otururken ve
yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" demiyor mu?
O da şöyle dedi: Yüce
Allah bununla farz namazı kastediyor. Eğer ayakta kılamıyorsan oturarak kıl,
eğer buna da gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak kıl demektir.
[206] O
halde bundan kasıt bizzat namazdır. Çünkü namaz yüce Allah'ı zikretmektir. Ve
namaz, farz olsun, sünnet olsun bürün zikirleri kapsamaktadır. Ancak birinci
görüş daha zahir (kuvvetli) dir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[207]
Yüce Allah'ın:
"Nihayet tam bir huzur ve güvene kavuşunca" yani, güven bulunca
demektir. Huzur ve güven (itminan), nefsin korkudan yana sükûn bulmasıdır.
"Namazı dosdoğru
kılın" yani, yolculukta iken namazı rükûnleriyle ve bütün şekilleriyle eda
edin. Veya ikâmet halinde ise, rekatlerini tamamlayarak kılın. "Çünkü
namaz, müminler üzerine vakitleri belU bir faradır." Yani,
vakitleri belirlenmiş
olarak farz kılınmıştır.
Zeyd b. Eşlem der ki:
"Vakitleri belli* anlamına gelen: kelimesi, ayrı ayrı vakitlere
bölümlenmis olarak, demektir Yani siz, bu namazı belirlenen vakitlerinde eda
ediniz. Dil bilginlerine göre ise bu kelime: Muayyen bir vakitte farz kılınmış
demektir. Bir şeyin vaktini belirlemek için; tabiri kullanılır. Vakitleri
belirlenmiş olana da; denilir. Bir şeyin vaktini tesbit ve tayin etmeye;
denilir.
Bu şekilde vakitleri
tesbit ve tayin edilmiş olana da denilir, Bu da Zeyd b. Eslem'in görüşünün tâ
kendisidir. Yüce Allalı'ın"Farz yazılmış" kelimesinde mastar,
müzekker olduğundan dolayı: Vakitleri belli" kelimesi de bu şekilde
kullanılmıştır.
[208]
Yüce Allah'ın:
"... Gevşeklik göstermeyin" buyruğu zaaf göstermeyin demektir. Bu
husus, daha önce Âli İmran Sûresi'nde (3/140. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"O topluluğu
izlemekte", onları takip etmekte... demektir.
Denildiğine göre bu
âyet-i kerime, Peygamber (sav)'e Uhud savaşından sonra müşrikleri takip
etmesini emretmek maksadıyla nazil olmuştur. Müslümanlar o sırada yara almış
bulunuyorlardı. Uhud vak'asında bulunanlar dışında kimsenin onunla birlikte
çıkmaması da emrolunmuştu. Nitekim Âl-i İmran Sûresi'nde (az önce işaret edilen
140. âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi. Bunun her cihad hakkında böyle
olduğu da söylenmiştir.
[209]
Yüce Allah'ın:
"Siz acı çekiyorsanız.." buyruğunun anlamı şudur: Sizler, aldığınız
yaralardan dolayı acı çekmektesiniz. Onlar da kendilerine isabet eden
yaralardan dolayı acı çekmektedir. Fakat sizin üstün bir meziyetiniz vardır. O
da sizlerin Allah'tan mükâfat bekiemenizdir. Onlarsa böyle bir şeyi
bek-liyemiyorlar. Çünkü, Allah'a iman etmeyen, Allah'tan hiçbir şey ummaz,
beklemez.
Bu âyetin bir benzeri
de: "Eğer size bir yara isabet ettiyse, o topluluğa da öylece bir yara
isabet etmiştir1 (Âl-i İmran, 3/140) buyruğudur. Buna dair açıklamalar önceden
geçmiş bulunmaktadır.
Abdurrahman b.
el-A'rec:... sanız" buyruğunu hemzeyi üstün olarak şeklinde, siz acı
çektiğiniz için,., anlamında okumuştur,
Mansur b, el-Mu'temir
ise, "te" harfini esreli olarak, şeklinde okumuştur. Basralılara
göre ise, "te" harfinin esreli okunuşu ağır olduğun-
dan dolayı caiz
değildir.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Burada reca; (ummak, ümid etmek) korkmak anlamındadır. Çünkü,
birşey umman bir kimse, o şeyin gerçekleşeceği hususunda kafi bir kanaate sahip
değildir O bakımdan umduğu şeyin eline geçmemesinden korkmaktan uzak kalamaz.
el-Ferra ile ez-Zeccac da şöyle demişlerdir: Recâ, beraberinde nefy'de
olmadıkça korku anlamında kullanılamaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oluduğu
gibi: Size ne oluyorki, Allah için bir vakar ummuyorsunuz?" (Nuh, 71/13)
Yani, Allah'ın azametinden hiçbir şekilde korkmuyorsunuz?
Yine yüce Allah'ın;
"Allah'ın günlerini ummayanla-rü..."(ei-Câsiye, 45/14) korkmayanlara,
demektir.
el-Kuşeyrî der kî;
İfadede nefy' bulunmaksızın reca kelimesinin korkmak anlamında kullanılması da
uzak bir ihtimal değildir. Fakat ikisi (el-Ferra ve ez-Zeccac) nefy olmaksızın
bunun sözkonusu olmayacağı iddiasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
[210]
105. Muhakkak Biz «asa
kitabı, A ilah1 m sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak
olarak indirdik. Hainlerin bir savunucusu olma.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Bu âyet-i kerime,
Peygamber (sav)'m şerefini yüceltmekte, onun keremini yükseltmekte, ta'zim
etmekte, işi ona havale etmekte ve aynı şekilde hüküm vermesi halinde de
dosdoğru yol üzerinde onu doğrultmaktadır. Diğer taraftan Ubeyrakoğulları ile
ilgili olarak kendisine gelen dava dolayısıyla da kusurlu olanları
azarlamaktadır.
Bu Ubeyrakoğulları,
Bişir, Beşr ve Mübeşşir adında üç kardeş idiler. Ayrıca bunların Useyr b. Urve
adında bir amca çocukları da vardı. Bunlar gece vakti Rıfaa b. Zeyd 'e ait bir
odanın duvarını delmişler ve ona ait birtakım zırhlan ve yiyeceği (unu)
çalmışlardı. Sonra bu, tesbit edildi. Çalanın yalnızca Beşir olduğu da
söylenmiştir. Künyesi, Ebû Ta'me idi. Bir zırh çalmıştı. Yine denildiğine
göre, bu zırh içinde un bulunan bir çuvalda bulunuyordu, Çuvaldaki bir delik
dolayısıyla un yere dökülmüştü. Evine varıncaya kadar bu böyle oldu. Katade b. en-Nu'man
adındaki Rifaa'nın kardeşinin oğlu, gelip onlan Peygamber (savVa şikâyet etti.
Bunun üzerine, Useyr b. Urve Peygamber (sav)'tn yanına gelerek, Ey Allah'ın
Rasulü dedi. Bunlar, salah sahibi ve dinine bağlı bir aile halkını hırsızlıkta
suçladılar. Ellerinde bir delil olmaksızın onlara hırsızlık yaptıkları
şeklinde iftirada bulundular. Peygamber (sav) de Katade ile Rifaa'ya kızıncaya
kadar onlan savunmaya koyuldu. Bunun üzerine yüce Allah; "Kendi
nefislerine hainlik edenleri savunma..." (en-Nisaf4 /107) âyet-i İle;
"Kim bir hata veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne
atarsa.,," (en-Nisa, 4/112) buyruklarını indirdi. Hırsızlık yapmakla
itham ettikleri suçsuz kişi ise, Lebid b. Sehl idi. Bunun, Zeyd b. es-Se-min
olduğu söylendiği gibi, Ensardan bir kişidir, diye de söylenilmiştir. Yüce
Allah, bu buyruklarını indirince, bu sefer hırsız Ubeyrak, Mekke'ye kaçtı. Ve
Sa:d b. Şehid'in kızı Sülafe'nin misafiri oldu. Hassan b. Sabit, Sülafe hakkında
ona misafir olan Ubeyrak'a işaret ederek şu beyitleri söyledi:
"Sa'd'ın kızı onu
misafir etti ve sabah olduğunda
En ufak şeye varıncaya
kadar o onunla öteki de onunla çekişmeye koyuldu.
Yaptığınızın bize
gizli kalacağını sandınız
Halbuki aramızda
vahyin kendisine bunları bildirdiği bir Peygamber vardır."
Sülafe bunları
işitince: Sen bana Hassanın şiirini mi hediye getirdin, dedi ve eşyalarını
alıp evin dışına bıraktı. Bunun üzerine o da Hayber'e kaçtı ve irtidat etti.
Daha sonra geceleyin yine oradan bir şeyler çalmak üzere bir evin duvarını
oyarken, duvar üzerine düştü ve mürted olarak öldü. Bu hadisi, uzunca
lafızlanyla Tirmizî rivayet etmiş ve; hasen, garib bir hadistir, bunu müsned
olarak Muharomed b. Seleme el-Harranîden başka rivayet eden bir kimse olduğunu
bilmiyoruz, demiştir.
[211]
Ayrıca bunu, Taberî de
değişik lafızlarla nakletmiştir. Ölüm olayını iset Yahya b. Sellam, Tefsirinde
zikretmiştir. el-Kuşeyrî de aynı şekilde bunu zikreder ve irtidat'ından da
ayrıca sözeder
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: Zeyd b. es-Semin ile Lebid b. Sehl ya-hudi iki kişi îdi.
Lebid'in müslüman olduğu da söylenmiştir. Bunu da d-Meh-devî zikretmiş olup,
Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr> onu, ayrıca sahabe ile ilgili Kitabına
(el*îetiûb...ad\ı eserine) almıştır. İşte bu, Ebû Ömer'e göre Lebid'in müslüman
olduğunu göstermektedir. Beşir ise, münafık bir kimse idi. O, Peygamber
CsavVın ashabını hicveder ve bu şiirleri başkasına nisbet ederdi. Müslümanlar
ise: Allah'a yemin olsun bu şu pis heriften başkasına ait bir şiir değildir,
derlerdi. Bunun üzerine böyle bir işle ilgisinin olmadığını ifade eden bir şiir
de söyledi. Şu beyit de onun söylediği bu şiirdendir:
"Başkaları bir
kaside söyledikleri her seferinde
Bu kaside alınır ve
bunu Îbnül-Ubeyrak söyledi mi, diyecekler?"
ed-Dahhâk der kî:
Peygamber (sav), elini kesmek istedi, o da buna itiraz etmiyordu. Ancak
yahudiler tepeden tırnağa silahlanmış olarak geldiler onu alıp kaçırdılar.
Bunun üzerine: "Diyelimki sii/er..."-(en-Nisâ, 4/109) buyruğu
indirildi. Burada kastedilenler de yahudilerdir
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır[212]
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde" buyruğunun anlamı, şeriatın
kanunlarına uygun olarak, demektir. Bu hüküm de ya vahiy, ya nass ile bilinir,
yahut da vahyin izlediği yola göre yapılan tetkik (nazar ve kıyas) ile verilir.
İşte bu kıyasta bir asıldır. (Kıyasm delil olarak kullanılabileceğine dair
asıl bir dayanaktır, delildir}.
Aynı zamanda bu,
Peygamber (savVın görüşünü belirttiği takdirde isabet etmiş olacağının da
delilidir. Çünkü yüce Allah ona bunu göstermiştir. Ayrıca yüce Allah,
peygamberlerini korumayı (ismet) taahhüdü altına almıştır. Bizden herhangi bir
kimse İse, zannına uygun bir görüş belirtecek olursa, onun o görüşünde kat'ilik
yoktur.
Burada görüldüğü gibi,
görmekten kasıt, göz ile görülen değildir. Zira verilen hüküm gözle görülmez.
İfadede hazfedilmiş kelimeler de vardır. Yani, Allah'ın sana gösterdiği şey ile
lıükmedesin diye... Bunda yine bir başka ha-zif daha vardır: Sen hükümleri,
Bizim sana öğrettiğimiz şekilde yürürlüğe koy. Onların istidlallerine (delil
getirmelerine) aldanma!
[213]
Yüce Allah'ın:
"Hainlerin savunucusu olma" buyruğundaki "Savunucu15 kelimesi
ismi faildir. Nitekim: Onunla oturup kalktım, ben onunla oturanım, oturucuyum
sözünde de böyledir. Burada faîl vezni meful anlamına gelmez.
"Savunma" (en-Nisâ, 4/107) kelimesi de buna delâlet etmektedir.
Çünkü, el-Hâsîm (savunucu), mücadil (mücadele eden) ile aynı şeydir, Hasim'in
çoğulu; husama diye gelir. Hasim kelimesinin yine bir ism-i fail olan muhasım
demek olduğu da söylenmiştir.
Burada Şanı yüce
Allah, Peygamberine itham altında bulunanları desteklemesini ve onların
hasımlannın ileri sürdükleri deliller karşısında bu gibi kimseleri savunmasını
yasaklamaktadır. Bu buyrukta, haksu ve davalaşmada itham altında bulunanın
vekâletinin (niyabet) caiz olmayışına bir delil vardır. Hiçbir kimsenin onun
haklı olduğunu bilmedikçe bir diğer kimse adına savunma yapması caiz değildir.
Sûrede, yetimlerin ve
sair insanların mallarının korumasına dair açıklamalarda bulunulduktan sonra,
burada da kâfirin malının da -yüce Allah'ın mubah kıldığı yerler dışında-
koruma altında bulunduğunu beyan etmektedir.
[214]
liîm adamları der ki:
Bir topluluğun münafikhğrmüs/ümanlar eşrafından açıkça bilindiği takdirde,
müs^iamanb'ır *Kesımm r&ğei "eni ta&fsft tasşk o&r lan himaye
etmek ve savunmak üzere tartışmaya girmemesi gerekir. Çünkü böyle bir durum
Peygamber (sav) döneminde meydana gelmişti. İşte onlar hakkında yüce Allah'ın:
"Hainlerin bir savunucusu olma" buyruğu ile: "Kendi nefislerine
hainlik edenleri savunma" (en-Nİsâf 4/107) âyetleri nazil olmuştur.
Burada hitap Peygamber (sav)'a yönelik olmakla birlikte, bundan maksat
Peygamberin dışında aynı işi yapan müslümanlardır. Maksadın müslümanlar
oluşunun da şu iki sebebi vardır: Birincisi, yüce Allah bu hususu daha sonra
gelen: "Diyelim ki siz, bu dünya hayatında onları savunuyorsunuz,."
(en-Nisa, 4/109) âyetinde zikrettiği hususlar ile açıklamıştır. Diğeri ise,
Peygamber (sav) aralarındaki anlaşmazlıklarda bir hakemdi. O bakımdan
başkasının kusur işlemesi halinde ona özür beyan edilirdi, fakat kendisi
başkasına özür beyan etmek durumunda değildi. îşte bunlar> (âyetin son
bölümü ile) ondan başkasının kast edildiğini göstermektedir.
[215]
106. Allah'tan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, rahmet buyurandır.
Taberi, buyruğun şu
anlama geldiği kanaatindedir: Hainleri savunmakla kazandığın günahtan ötürü
Allah'tan mağfiret dile. Hz. Peygamber hainleri savunmayı kararlaştırıp,
yahudinin de elini kesmek istediğinden dolayı Allah ona mağfiret dilemesini
emretti. Bu, peygamberlerin küçük günah işlemelerini caiz görenlerin görşüdür
(Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun).
İbn Atiyye der ki:
Ancak bu bîr günah değildir. Çünkü Peygamber (sav) zahire göre ve onların
günahsız olduklarına inanarak onları savunmuştur. Buyruğun anlamı da şudur:
Sen, ümmetin arasında günahkâr kimseler için ve haksızca davalaşanlar için
mağfiret dile. Senin insanlar arasındaki konumun ise, davalı tarafları
dinleyip, dinlediğine uygun olarak hüküm vermek ve günahkâra mağfiret
dilemektir.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. Peygambere teşbih kabilinden mağfiret dilemesi emredilmiştir. Bir kimsenin
bir başkasına bir günahtan tevbe etmesini kast etmeksizin teşbih etmesini
isteyerek, Allah'tan mağfiret dile demesi gibi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada hitap, Peygamber (sav)'a olmakla birlikte asıl maksat,
UbeyrakoğuHarıdır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ey
Peygamber, Allah'tan kork" (el-Ahzab,33/H); "Eğer... şüphede
isen.,." (Yunus, 10/94)
[216]
107. Kendi nefislerine
hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlikle direnen günahkârları sevmez.
Yani kendilerine
hainlik eden kimseler adına ve lehine delil getirmeye kalkışma. Bu âyet-i
kerime, az önce de geçtiği gibi Useyîr b. Urve hakkında nazil olmuştur.
Mücadele etmek
(savunmak), muhasama (karşılıklı davalaşmak, dava sürmek) demektir. Bu kelime
bükmek anlamına gelen 'dan gelmektedir. Sağlam ve güçlü kişi anlamında' tabiri
ile doğan kuşuna: denilmesi de buradan gelmektedir.
Bu .kelimenin
(mücadelenin) yerin yüzü demek olan; 'dan geldiği de söylenmiştir. Çünkü,
hasımlardan herbirisi karşı tarafı yere yıkmak ister. el-Accâc der ki:
"Ben, bir halden
bir hale geçebiliyorum
Aciz olanı da yerin
üzerinde terkediveriyorum
Çaresiz bir şekilde
toprağa bulanmış olarak."
Şiirde de görüldüğü
gibi el-Cedale; yer demektir. Bu da Arapların: sözlerinden gelmektedir ki, onu
yerin üzerinde bırakılmış halde terkettim, demektir. "Çünkü Allah,
hainlikte direnen" çokça hainlik eden "günahkârları sevmez"
böyle kimseden razı olmaz. Onun şanını yükseltmez
Âyet-i kerîmede geçen
"havran" çokça hainlik eden, ileri derecede hıyanette bulunan
demektir. Çünkü bu kip, mübalağa kiplerindendir. Bunun böyle oluş sebebi ise,
yapılan o hainliğin oldukça büyük oluşundandır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[217]
108. İnsanlardan
gizlerler de, Allah'tan glzleyemezler. Halbuki onlar O'nuu razı olmayacağı
sözü geceleyin konuşup düzenledikleri zaman O, beraberlerinde idi. Allah
yapacakları berşeyi kuşatıcıdır.
109, İşte siz, bu dünya hayatında onları
savundunuz diyelim. Ya Kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak, yahut
onlara kim vekil olacak?
ed-Dahhâk dedi ki:
(Ebû Ta'me) zırhı çalınca, evinde bir çukur kazıp zırhı toprağın altına gömdü.
Bunun üzerine: "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizleyemezler"
buyruğu nazil oldu. Yüce Allah buyuruyor ki: Zırhın buiun-duğu yer Allah'a
gizli değildir Çünkü "O, beraberlerindedir' yani, onları gözetleyen ne
yaptıklarını tesbit edendir. "İnsanlardan gizlerler" buyruğunun,
insanlardan gizlenirler anlamında olduğu da söylenmiştir Yüce Allah'ın:
Geceleyin gizleneni" (er-Râd, 13/10) buyruğunda olduğu gibi. Yani,
geceleyin gizlenip saklananı demektir. Bunun insanlardan utanırlar anlamına
olduğu da söylenmiştir. Bu anlama gelmesi ise, gizleyip saklanma sebebinin
utanma oluşundan dolayıdır. "O, beraberlerinde idi* buyruğunun anlamı
ise; ilmiyle, görmesiyle ve işitmesiyle beraberlerindeydi, demektir. Ehl-i
sünnetin görüşü budur. Cehmiyyet Kaderiye ve Mu'tezile ise, bu ve benzeri
âyetlere sarılarak; o her yerdedir derler. Derler ki: Yüce AUah, burada
"O, beraberlerinde idi" demesi, O'nun her yerde oluşunu ispatlamaktadır.
Çünkü yüce Allah, onların söyledikleri sözler dolayısıyla kendisinin de onlarla
birlikte olduğunu tesbit etmektedir.
Ancak bu nitelik
cisimlerin sıfatıdır. Yüce Allah ise bundan üstün ve münezzehtir. Nitekim Bişr
(el-Mutezüî) yüce Allah'ın- "Üç kişi kendi arasında fısıldaşmasınki, muhakkak
O, onların dördüncüsüdür" (el-Mücadele, 58/7) buyruğu hakkında tartışırken
şöyle demişti: O, zatı ile her yerdedir. Bu sefer onunla tartışan hasmı şöyle
demişti; (Buna göre) O, senin takkenin altında, senin cübbende ve eşeğinin
karnında olmalıdır. Allah onların söylediklerinden yücedir, münezzehtir. Bunu
Veki' (rallimahullah) nakletmiştir.
Yüce Allah'ın:
"... Geceleyin konuşup düzenledikleri zaman'* buyruğunun anlamı,
söyledikleri zaman, söyledikleri sözler demektir. Bunu el-Kel-bî, Ebû Salih'ten,
o, İbn Abbas'tan nakletmiştir.
"...O'nun razı
olmayacağı" yani, kendisine itaat eden kimseler için Allah'ın hoşnut olup
beğenmeyeceği "sözü konuşup düzenledikleri zaman, O beraberlerinde idi*1.
Burada "söz"den kasıt görüş ve itikattır. Bir kimsenin Mâ-lik'in ve
Şafiî'nin mezhebi budur, demesine benzer. "Söz"ün söylenen söz anlamına
olduğu da söylenmiştir Çünkü, bizzat söz'ün kendisi bizzat geceden düzenlenmez.
(O, fiilen söylenerek geceden söylenmiş, dile getirilmiş olur).
Yüce Allah'ın:
"İşte siz" bununla hırsızlık yapan Beşir'in kavmi kastedilmektedir.
Onların, onu ahp kaçmaları ve onun adına tartışmaları, savunma yapmaları
anlatılmak istenmektedir.
ez-Zeccac der ki;
kelimesi, o kimseler ki anlamındadır. "Bu dünya hayatında onları
savundunuz" onlar adına lehlerine delil getirdiniz, tartıştınız
"diyelim. Ya Kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak?" Bu
sorunun anlamı, böyle bir tutumu inkâr ve red ve bundan dolayı azardır.
"Yahut onlara kim
vekil olacak" Vekil, işleri çekip çeviren demektir. Şanı yüce Allah,
bütün mahlukatın işlerini çekip çevirendir Yani: Allah, onları azabı Üe
yakalayıp, onları cehenneme atacağı sırada onların işlerini üzerine alıp
savunacak, üstlenecek hiçbir kimse bulunmayacaktır.
[218]
110. Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın
çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür,
İbn Abbas der ki: Şanı
yüce Allah, bu âyeti kerime ile Ubeyrakoğullan-na tevbe teklifinde
bulunmaktadır. Yani: "Kim" hırsızlık yapmak suretiyle "bir
kötülük yapar, yahut" şirk koşmak suretiyle de "nefisine zulmeder de,
sonra" tevbe etmek suretiyle "Allah'tan mağfiret dilerse..."
Çünkü tevbe olmaksızın dille mağfiret dilemenin faydası yoktur Bunu Âl-i İmran
Sûresinde (3/16. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.
ed-Dahhak der ki:
Âyet-i kerime, Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında nazil olmuştur. O, hem
Allah'a şirk koşmuş, hem Hamza'yı öldürmüştü. Daha sonra Rasulullah (sav)'a
gelip şöyle demişti: Gerçekten ben pişman olmuş bulunuyorum. Benim tevbem
sözkonusu mudur? Bunun üzerine: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine
zulmeder de..." ây£Ü nazil oldu.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime ile kast edilen, bütün insanları kuşatacak şekilde genel ve
kapsamlı bir manadır.
Süfyan, Ebû İslıak'tan,
o, Ebûl-Esved ve Alkame'den şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Abdullah b.
Mes'ud dedi ki: Her kim Nişi Sûresi'nde yer alan şu: "Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah lan mağfiret dilerse, Allanın
çokça mağfiret edici, çok merhametti olduğunu görür" âyeti ile:
"Şayet
kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret di-leselerdi,
Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allafrı elbette tev-beleri çokça
kabul eden, çok merhamet eden bulacaklardı" (en-Nisa, 4/64) âyetlerini
okuduktan sonra, mağfiret dilerse ona mağfiret olunur.
Ali (raydan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav)]dan bir hadis işittim mi, Allah
onunla beni dilediği kadar fayda lan dır irdi. Onu, başkasından işittim mi,
ona yemin ettirirdim. Ebû Bekir de bana hadis nakletti ve Ebû Bekr doğru
söylemiştir. Dedi ki: Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest ahr
iki rekat namaz kılar ve Allah'tan mağfiret dilerse, mutlaka Allah ona
mağfiret buyurur.
Daha sonra da şu;
"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret
dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür” âyetini
okudu.
[219]
111. Kim bir günah
kazanırsa, bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah çok iyi bilendir, hüküm
ve hikmeti sonsuz olandır.
112. Kim bir hata
işler veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa,
muhakkak büyük bir ifüra ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
"Kim bir günah
kazanırsa" günahı gerektirici bir iş yaparsa "bunu ancak kendi
aleyhine kazanmış olur.1* Yani, bu işin akıbeti kendi aleyhine döner.
Kazanmak {kesb),
insanın kendisi vasıtasıyla kendisine bir fayda sağladığı yahut onun
vasıtasıyla kendisine gelecek bir zararı bertaraf ettiği şeydir. O bakımdan
yüce Allah'ın fiiline kesb (kazanmak) denilmez.
Yüce Allah'ın:
"Kim bir hata İşler veya bir günah kazanırsa" buyruğuna gelince;
burada hatâ (hatîe) ile günah'ın (ism'in) aynı anlamda olduğu söylenmiştir.
Lafızlar farklı olduklarından dolayı te'kid olsun diye tekrarlanmışlardır,
Taberî ise şöyle
demektedir: Hatîe (hata) ile günahın (ism'in) ayrı ayrı zikredilmesinin sebebi
şudur: Hatâ kistî de olabilir, kasıt dışı da olabilir. Günah ise, ancak kasten
yapılır. Şöyle de denilmiştir: Hata, özel olarak kasıt güdül-mediği sürece
yapılan iştir. Hata yoluyla öldürmek gibi. Hata (hatîe)'nin küçük günah,
günahın (ism) ise büyük günah olduğu da söylenmiştir.
Bu âyet-i kerime lafzı
ile umumidir. Bunun kapsamına bu buyrukların inişine sebep teşkil eden olaya
karışanlar da, başkaları da girmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Sonrada onu bir suçsuzun üstüne atarsa" buyruğuna gelince; suçsuz
(beri) ismine dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/54. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Onu"
anlamındaki kelimenin sonundaki "he" zamiri günaha veya hataya
racidir. Çünkü bunun anlamı o günahı suçsuza atarsa demektir. Aynı anda her
ikisine de raci olabilir. Bunun kesb (kazanma) fiiline raci olduğu da
söylenmiştir. İşte, kim böyle yaparsa "muhakkak büyük bir iftira ve apaçık
bir günah yüklenmiş ohır* demektir. Bu, bir benzetmedir. Zira günahlar bir yük
ve bir ağırlıktır, O nedenle yüklenilip taşınılan şeyler gibidir. Bir başka
yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, elbetteki kendi yüklerini
de kendi yükleriyle birlikte diğerlerinin yüklerini de yükleneceklerdir."
(el-Ankebût, 29/13)
"İftira
(eL-Buhtan)" kelimesi ise, el-Beht'den gelmektedir. Bu ise, kendisi ile
hiçbir ilgisi bulunmayan bir günahı işlediğini ileri sürerek kardeşine karşı
çıkmandır.
Müslim, Ebû
Hureyre'den Peygamber (sav) ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz." Onlar: Allah ve Rasulü daha
iyi bilir, dediler. Şöyİe buyurdu: "Kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde
söz-konusu etmendir." Bu sefer şöyle soruldu: Şayet söylediğim kardeşimde
bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin? Hz. Peygamber şöyle buyurdu; "Eğer
dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona
iftirada bulunmuş olursun (belit.)."[220]
İşte bu buyruk, açık
bir nasstır. Buna göre suçshz bir kimseye (beri) iftirada bulunmak, ona
bühtanda bulunmaktır. Bir kimse hakkında işlemediği bir şeyi işledi diye
söyleyecek olursak o takdirde; kullanılır. İftirada bulunan kişiye; hakkında
iftirada, bühtanda bulunulana da; denilir. Bir kimse dehşete düşüp şaşırdığı,
hayret ettiği zaman da; denilir. "He" harfi ötreli de olursa aynıdır.
Ancak, her ikisinden de daha fasihi olmak üzere şeklinde kullanılır.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "O kâfir kişi şaşırıp kaldı.” (el-Bakara, 2/258)
İftiraya uğrayana
denilir. Ancak ve denilmez. Bu açıklamaları el-Kisaî yapmıştır.
[221]
113- Eğer senin
üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni
saptırmaya çalışırlardı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını sapiıramazlar.
Ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana
bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın üzerindeki lütfü pek büyüktür.
Yüce Allah'ın;
"Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı"
anlamındaki; buyruğunda; "Olmasaydı" kelimesinden sonra gelen kelime,
Sibeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise, hazfedilir ve izhar
edilmez.
Anlamı ise şöyledir:
"Eğer" hakka seni dikkatini çekmesi suretiyle "senin üzerinde
Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı..." demektir. Sana peygamberlik
vermesi ve seni koruması (ismetü'yle... de denilmiştir.
"Onlardan bir
zümre seni” haktan "saptırmaya çalışırlardı" çünkü bunlar, Rasulullah
(sav)3dan İbn Ubeyrak'ı ithamîİan İbra edip bu suçu yahudiye atmasını
istemişlerdi. Aziz ve celil olan Allah, Rasulüne (salât ve selâm ona) buna
dikkatini çekip uyarmak ve bu hususu bildirmek suretiyle lütufta bulundu.
"Halbuki onlar
kendilerinden başkasını saptıramazlar." Çünkü onlar, sapıkların işlerini
yapmaktadırlar. Bunun vebali onlara ve onların üzerinedir. "Ve sana hiçbir
zarar veremezler." Çünkü sen Allah tarafından korunmaktasın.
“Allah sana Kitabı ve
hikmeti İndirmiş. Bu, yeni bir cümle başlangıcıdır Buyruğun baş. tarafındaki
"vav" harfinin hal için olduğu da söylenmiştir Senin: Güneş, doğarken
sana geldim" demene benzer, İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu kabildendir:
"Ve kimi zaman
kuşlar henüz yuvalarında iken, ben sabah yola koyuluyorum."
O takdirde ifade,
önceki ile bitişik olur. Yani: Allah, Kur'an-ı Kerimi sana İndirmişken onlar
sana hiçbir zarar veremezler.
"Hikmet"
ise, vahye uygun hüküm vermektir.Ve sana bilmediklerini öğretmiştir."
Bilmediğin şeriat ve hükümleri öğretmiştir.
kelimesi, nasb
mahallindedir. Çünkü buf 'nin haberidir. Bu kelimedeki "nun"
harfinin ötresinin hazf edilmesi ise, (başındaki cezim edatının) bunu cezm
etmesi dolayısıyla dır.
"Vav"mın
hazf edilmesi ise, iki sakinin bir araya gelmesinden ötürüdür.
[222]
114. Onların
fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi veya bir İyilik
yapmayı yahut insanlar arasını düzeltmeyi emreden dışında. Kim Allah'ın
rızasını gözeterek böyle yaparsa Biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
Burada
Ubeyrakoğullannın kendi aralarında düzdükleri ve Peygamber (sav)'e
naklettikleri plan ve konuşmalarını kastetmektedir. Fısıldanmak (en-Necvâ), iki
kişinin kendi aralarındaki sırdır. Bir kimse ile fisildaştığını anlatmak
isteyen; Filanla Fısıldaştım, der. Bunun mastarı şeklinde gelir. Bir topluluğun
fısıldaşmalarını anlatmak için, bu kelimeden muzari fiil denilir. Yine Onunla
gizlice fısıldattım, fısıldamıyorum demektir. Buna göre bu kelime, o şeyi
arındırdım, lek başına ayrı bir hale getirdim, anlamına gelen den
tü-retilmektedir. Yerde yüksekçe olan bîr bölgeye de; denilir. Bu ismi alış
sebebi ise, çevresindeki bölgelerden tek başına bir yükseklik olmasıdır.
Şair der ki:
“Ona ait yüksekçe bir
yerde bulunan, tıpkı evinin çevresindeki sabada bulunan gibidir. Duran kimse
ise, hiçbir örtünün gizlemediği bir yerde açıktan açığa yürüyen gibidir,"
O halde, gizlice
konuşmak anlamında "necvâ" mastardır. Bir topluluk hakkında da bu
mastar bu haliyle kullanılabilir. Nitekim; Adaletli ve razı olunan bir
topluluk, denildiği gibi. Yüce Allah da bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
" Onlar kendi aralarında gizlice konuşurlarken. " (el-İsrâ, 17/47)
Birincisine göre (yani necvâ'nın iki kişi arasında sır ve gizlilik anlamına
gelmesine göre) âyet-i kerimede geçen "ew etmek" kelimesi, kendi
cinsinden olmayan bir şeyden istisna olur. İşte bu mun-katı istisna diye
bilinen istisna türüdür. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Bu
durumda istisna edatından sonra gelen Kimse kelimesi de ref mahallinde olur.
Yani: Ama bir sadaka, bir maruf veya insanların ara-sim düzeltmeyi emreden ve
buna davet edenin fısıldaşmasında hayır vardır, demek olur. Diğer taraftan;
'ın, cer mahallinde olması da mümkündür. O zaman ifadenin takdiri de şöyle
olur: Bir sadaka vermeyi... emr edenin fısıldaşması dışında onların
fisıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bu takdire göre, istisna edatından
sonra gelmesi gereken; Fısıldaşma kelimesi hazfedilmiş olur. Necvâ kelimesinin
ikinci anlamı olan, tek başlarına fisıldaşan bir topluluğun adı" olmasına
gelince, o takdirde Kimse kelimesi, bedel olarak cer mahallînde olur Yani:
Onların fısıl da şmal arının birçoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi emr
eden kimse de müstesna. Ya da: " Zeyd müstesna yolum kimseye
uğramadı" şeklinde istisnayı kabul edenlerin görüşüne göre nasb
mahallinde de olabilir, Aralarında ez-Zeccac'm da bulunduğu kimi müfessirler de
şöyle demiştir: Necvâ denilen şey, gizli ya da açık olsun bir kenara çekilen
bir topluluğun ya-hue iki kişinin kendi arasındaki konuşmasıdır. Ancak bu
anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
"Ma'ruf: İyilik
yapmak," bütün iyi amelleri kapsayan bir kelimedir. Muka-til der ki:
Burada ma'ruf farz demektir. Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Peygamber
(sav) da şöyle buyurmuştur: "Her bîr ma'ruf bir sadakadır. Kardeşini güler
yüzle karşılaman da ma'ruftandır."
[223]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ma'ruf kendi ismi gibidir. Kıyamet
gününde cennete ilk girecek olan ma'ruftur ve ma'ruf ehli olan
kimselerdir."
[224] Ali
b, Ebi Talib (r.a) da şöyle demiştir: "Ma'rufa karşı nankörlük edenlerin
nankörlükleri, senin ma'ruf işlemeye olan rağbetini sakın azaltmasın. Çünkü,
belki onu teşekkür ile karşılayan, ona karşı nankörlük edenin nankörlüğünün kat
kat fazlasıyla teşekkür edebilir." Şair el-Hutay'a da der ki:
"Hayr yapan
mükâfatından mahrum kalmaz
Allah'a karşı da
insanlara da yapılan iyilik boşa gitmez.
er-Riyâşî de şu beyitleri
zikretmektedir:
"Ma'ruf işleyen
el bir ganimettir, nerede olursa olsun Onu yüklenen iater nankör, isterse de
şükreden olsun Şükredenin şükründe o iyilik yapan ele bir mükâfat vardır
Nankörün yaptığı nankörlüğünün ise (cezası) Allah nezdindedir."
el-Maverdî der ki:
Ma'ruf yapabilme gücüne sahip olanın, bu imkânı kaybeder korkusuyla onu acilen
yapması, o iyiliği işlemekten acze düşer korkusuyla çabucak onu yerine
getirmesi gerekir. Bu iyiliği yapabilme imkânını zamanının fırsatlarından,
imkânının ganimetlerinden bilmelidir. Buna güç yetirebildigine güvenerek
iyiliği yapmayı ihmal etmemelidir. Çünkü bu güç yetirmesine güvenip de fırsatı
kaybeden ve bundan dolayı akabinde pişman olan nice kimseler vardır. Buna
imkânım var diyerek işi sonraya bıraktığı için, bu imkânı ortadan kalkan ve
bundan dolayı mahcup olan nice kimseler vardır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"İşitip dururdum,
nice güvenen kişi var ki utanmıştır diye
Sonunda ben de buna
müptela oldum, ben de güvendim ve ben de utandıra."
Eğer zamanın musibetlerine
dikkat etse, işlerinin akıbetlerine karşı kendisini korusa, onun ganimetleri
üst üste yığılmış zararları telafi edilmiş olurdu. Peygamber (sav)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kimin önüne hayır kapılarından bir
kapı açılacak olursa, hemen onu fırsat bilip değerlendirsin. Çünkü kapının
yüzüne karşı ne zaman kapanacağını bilemez."
[225]
Yine Hz. Peygamber'den söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her şeyin bir
meyvesi vardır, Ma'rufun (iyiliğin) meyvesi ise, onu acilen yapmaktır."
[226]
Enûşirvân'a sorulmuş: Size göre musibetlerin en büyüğü nedir? Demiş ki: İyilik
yapmaya güç yetirdiğin halde o iyilik yapma imkânı ge çip gidinceye kadar o
iyiliği yapmamandır. Abdulhanid dedi ki: Her kim elindeki bir fırsatı vaktinde
değerlendirmeyecek olursa, o fırsatın geçip gideceğinden emin olsun. Bir şair
şöyle demiş:
"(Cömertlik)
rüzgârları estiğinde ganimet bil onları Çünkü her bir dalgalanmanın (ardında)
bir sükûnet vardır.
Bu esnada iyilik
yapmaktan düşme gaflete Çünkü bilemezsin sükûnetin ne zaman olacağım,"
Kollanıp gözetilmesi
gereken ve çoluk çocuk sahibi bir zat, bu hususta kendisine kargı kusurlu
hareket eden bir valiye şu beyitleri yazar:
"Sırat üzerinde
mi benim haklarıma riâyet etmeyi düşünüyorsun? Yoksa hesap gününde mi
lütuflannı ihsanlarını vermek istiyorsun? Dünyada faydah olman için istiyorum
seni Uykudan uyan da şu ihtiyaçlarıma dikkat et!"
el-Abbas da dedi ki:
Ma'ruf, ancak şu üç özellikle-birlikte tamam olur: Onu acilen yapmak, onu
küçümsemek ve gizlemek. Onu, acilen yaparsan, karşı tarafın bundan afiyetle
yararlanmasını sağlarsın. Onu, küçümsersen büyültmüş olursun. Gizlersen de
tamamlamış olursun.
Şairlerden birisi de
şöyle demiş:
"Yaptığın iyilik
nezdimde daha da büyüdü
Oysa o, senin nezrimde
gizli vb hakirdir (değersiz görmektesin)
Adeta onu hiç
işlememiş gibi bilmezlikten geliyorsun
Oyaa o, insanlar
nezdinde hem ünlüdür, hem de çok büyüktür."
Ma'rufun şartlarından
birisi de onu başa kakmayı, onu işlemekten dolayı kendisini beğenmeyi terk
etmektir. Çünkü bu iki duygu da şükrü ortadan kaldırır ve ecri yokeder. Buna
dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/264. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Yahut İnsanlar
arasını düzeltmeyi emreden dışında" buyruğundaki ara düzeltmek, kan, mal
ve ırzlar ile müslümanlar arasında karşılıklı davalaşma ve anlaşmazlığın
sözkomısu olduğu her türlü ara bulmak ile yüce Allah'ın rızası bulunan her
türlü söz hakkında umumidir.
Haberde şöyle
zikredilmektedir: "Ademoğlunun bütün kelamı aleyhinedir, lehine değildir.
Bir iyiliği (marufu) emretmeye, bir kötülüğü (münkeri) neh-yetmeye, ya da yüce
Allah'ı zikretmeye dair olan sözleri müstesnadır."[227] Bu
yolla riyakârlık yapan, baş olmak isteyen ise, sevaba nail olamaz. Hz. Ömer,
Ebû Musa el-Eşârî (r.a)'a mektubunda şunları yazar: "Dava sahiplerinin
davalarım red et ki, kendi aralarında sulh yapsınlar. Çünkü, mahkemenin
vereceği hüküm aralarında kinin ortaya çıkmasına sebep olur." İleride
el-Mücadele Sûresinde (58/9-10. âyetlerin tefsirinde) haram olan fısıldaş malar
ile caiz olanlarına dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Enes b.
Malik'ten de şöyle dediği rivayet edilmektedir: İki kişinin arasım düzeltene
Allah, her bir söz karşılığında bir köle azad etme ecrini verir. Peygamber
(sav) da Ebû Eyyub'a şöyle buyurmuştur: "Sana Allah'ın ve Rasulünün
sevdiği bir sadakayı göstereyim mi? Aralan bozulmuş bir takım kimselerin
arasını ıslah etmen ve birbirlerinden uzaklaştıkları takdirde de onları birbirlerine
yaklaş-ürmandır."
[228] el-Evzaî
der ki: Yüce Allah'a en sevimli gelen adım, arayı düzeltmek için atılan bir
adımdır. îki kişinin arasını düzeltene, Allah, cehennem ateşinden bir ibraname
yazar.
Muhammed b.
el-Munkedir der ki: Mescidin birtarahnda iki kişi arasında tartışma çıktı. Ben
de yanlarına gittim. Birbirleriyle barışıncaya kadar onla-n bırakmadım. Bu
sefer beni gören Ebû Hureyre şöyle dedi: Rasulullah (sav)ı şöyle buyururken
dinledim: "İki kişinin arasını düzelten bir şehid sevabını hakeder."
Sözügeçen bu haberleri, Ebû Muti', Mekhul b. ei-Mufaddal en-Ne-sefî;
"el-Lu'luiyat" adlj eserinde zikretmektedir. Ben bunu Musannifin
hattı ile bir yaprakcı kabuldü m. Ancak bu hadislerin yerlerine işarette
bulunmamaktadır. Allah ondan razı olsun. Gözeterek* kelimesi, mefulün leh
olduğundan nasb edilmiştir.
[229]
115. Kim kendisine
doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir ve mü'mirilerin
yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme
atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!
116. Şüphesiz Allah,
kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını İse dileyeceğine
mağfiret eder. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla
sapmıştır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
İlim adamları derier
ki: Bu iki âyet-i kerime, hırsızlık yapan İbn Ubeyrak hakkında nazil olmuştur.
Peygamber (sav), hakkında elinin kesilmesi hükmünü verince, o da Mekkeye kaçıp
İrtidat etti, bu buyruklar bunun üzerine nazil oldu, Said b. Cübeyr dedi ki:
Mekke'ye varınca^ yine Mekke'de bir evin duvarını oydu. Müşrikler onu yakalayıp
öldürdüler. Bunun üzerine Allah: "Şüphesi/: Allah, kendisine eş
koşulmasını mağfiret etmez... muhakkak-ki uzak bir sapıklıkla sapılmıştır"
buyruğunu İndirdi,
ed-Dahhak da der ki;
Kureyşlilerden bir topluluk Medine'ye gelip müslü-man oldular. Daha sonra da.
irtidat ederek Mekkeye geri döndüler. Bunun üzerine şu: "Kim...
Peygambere karşı gelir" âyeti nazil oldu. Âyet-i kerimedeki Karşı
gelip" kelimesinin maştan olan Düşmanlık yapmak anlammdadır. Âyet-i kerime
her ne kadar zırhı çalan veya bir başkası hakkında nazil olmuş ise de,
müslümanlann yoluna muhalefet eden herkes hakkında umumidir. "Doğru yol
(el-Hüdâ)n ise, doğruluk ve apaçıklık anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha
önceden 12/2') geçmiş bulunmaktadır.
"Onu döndüğü o yolda
bırakır..." buyruğunun irtidat eden kimseler hakkında nazil olduğu
söylenmiştir. Biz onu kendisine ibadet ettiği şeyle başba-şa bırakırız,
anlamında olur. Bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir. Yani, Biz onu faydası
olmayan zarar da veremeyen putlarla başbaşa bırakırız. Mukatil de böyle
demiştir. el-Kelbî ise der ki: Yüce Allah'ın; "Onu döndüğü o yolda
bırakırız" buyruğu İbn Ubeyrak hakkında nazil olmuştur. Onun durumu ortaya
çıkıp, hırsızlık yaptığı anlaşılıp Mekke'ye kaçıp irtidat edince, Mekke'de
Haccac b. İlât diye anılan bir adamın da duvarım delince, duvar düştü ve bu
haliyle bulununcaya kadar açtığı oyukun içerisinde kaldı. Sonra onu Mekke'den
dışarıya çıkardılar. O da Şam'a gitti. Şam'da da yolcu kafilesinin bir takım
mallarını çalmaya kalkıştı. Onu taşa tutup öldürdüler Bunun üzerine: "Onu
döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir"
âyeti kerimesi nazil oldu.
Âsim, Hamza ve Ebû
Amr! "Onu bırakırız* buyruğu ile "Onu atarız" kelimelerini,
"he" harflerini sakin olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, bu
"he" harfini esreli olarak okumuşlardır,
Bu iki okuyuş da iki
ayrı lügat (söyleyiş) dir.
[230]
İlim adamlan yüce
Allah'ın: "Kim… Peygambere karşı gelirse" buyruğunda, icmaı kabul
eden görüşün doğruluğuna delil vardır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah,
kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez" buyruğunda ise, tla ricilerin
görüşleri reddedilmektedir. Çünkü: Haricîler, büyük günah İşleyen kimsenin
kâfir olduğunu iddia ederler. Bu kabilden açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Tirmizî, Ali b. Ebi Talib (r.a)'ın ğöyle dediğini rivayet
etmektedir: Kur'an-ı Kerim'de şu; "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını
mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder” âyetinden daha
çok sevdiğim bir âyet yoktur. Tirmizî der ki: Bu garip bir hadistir.
[231]
İbn Furek der ki :
Bizim mezheb alimlerimiz, kâfirden başkasının cehennemde ebediyyen
kalmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kıble ehlinden fâsık kimse ise tevbe
etmeksizin ölecek olursa, şayet cehennemde azap edilirse mutlaka Rasulün
şefaati ile veya daha sonra yüce Allah'ın rahmetiy-le oradan çıkacaktır.
ed-Dahhak da der ki: Bedevilerden yaşlı bir kimse Ra-sulullah (sav)'a gelip
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben büyük küçük günahlara batmış bir yaşlıyım.
Şu kadar var ki, OJnu tanıyıp kendisine iman ettiğimden beri Allah'a hiçbir
şeyi ortak koşmadım. Allah nezdindeki durumum ne olacak? Bunun üzerine yüce
Allah: "Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan
başkasını ise dileyeceğine mağfiret etler" âyetini indirdi.
[232]
117- Onlar, O'ndan
başka ancak dişilere taparlar. Onlar, ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar.
"Onlar, O'ndan
başka ancak dişilere taparlar" yani, Allah'tan başka ancak dişilere
taparlar. Bu âyet-i kerime, Mekke halkı hakkında nazil olmuştur. Çünkü Mekkeliler
putlara tapıyorlardı. Nefy’ edatıdır. "Dişiler" puflar anlamındadır.
Bununla da Lat, Uzza ve Menat kastedilmektedir. Herbır kabilenin tapındıkları
bir putu vardı. Ve bu put hakkında: Filan oğullarının dişisi, derlerdi. Bu
açıklamayı el-Hasen ve İbn Abbas yapmıştır. Her bir put ile birlikte, put
hizmetkârlarına ve kâhinlere görünen, onlarla konuşan bir de şeytanları vardı.
O bakımdan bu ifade bîr taaccub anlamındadır. Zira> her bir türün dişisi
onun en bayağı türüdür Bu ise, yüce Allah'a cansızları ortak koşup ona dişi
adını veren veya dişi olduğuna İnananların bîr cahilliğidir,
"Ancak dişilere"
buyruğunun ölüler anlamına geldiği de söylenmiştin Çünkü, cansızların,
ölülerin ruhu yoktur. Tahta parçası ve taş gibi. Ölüler (mevât) hakkında ise,
mevkiinin aşağı oluşu dolayısı ile tıpkı dişiler hakkında haber verildiği gibi
haber verilir. Meselâ:: Taşlar hoşuma gidiyor derken, dişilere ait ifade kipi
kullanıldığı gibi; Kadın hoşuma gidiyor, derken de aynı kipi kullanırsınız.
Şöyle de denilmiştir:
"Ancak dişilere taparlar" yani, meleklere. Çünkü onlar, melekler
Allah'ın kızlarıdır ve bu kızları Allah nezdinde bize şefaat edeceklerdir,
diyorlardı. Bu açıklama da ed-Dahhak'tan nakledilmiştir.
İbn Abbas'ın
"Dişiler" kelimesini Put diye,
"vav" ve peltek "se" harflerini üstün diye okuması cins
ismini tekil olarak okumak esasına göredir. Yine bunu, bu iki harfi de ötreli
olarak ve put anlamına gelen "vesen" kelimesinin çoğulu olmak
üzere; Putlar diye de okumuştur
Bu kelimenin bir
çoğulu da; şeklinde gelir, "(Aralan anlamına gelen) Esed"
kelimesinin şeklinde çoğullarının gelmesi gibi. en-Neh-hâs der ki: Bildiğim
kadarıyla bu şekilde okuyan olmamıştır.
Derim ki: Ebu Bekr
el-Enbârî şunu nakletmektedir: Bize babam anlattı, bize Nasr b. .Davud
anlattı, bize Ebû Ubeyd anlattı, bize Haccac, İbn Cüreyc'den anlattı. İbn
Güreye, Hişam b. Urve'den, o babasından, o, Aişe (ranha)'dan naklettiğine göre,
Hz. Âişe: Onlar, ondan başka ancak bir takım putlara taparlar" dîye
okumuştur. (Yani, en-Nehhas'ın böyle okuyan bilmiyorum, dediği şekilde, Hz.
Aişe'nin bu kelimeyi bu şekilde okuduğunu nakletmektedir.)
Yine İbn Abbas da bu
kelimeyi, diye okumuştur. Sanki İbn Abbas, put anlamına gelen kelimesini diye
cem etmiş gibidir. Deve anlamına geien, kelimesini diye çoğul yapmak gibi.
Daha sonra bu kelimeyi diye çoğul yapar. Nitekim, örnek anlamına gelen, kelimesinin
çoğulu; şeklinde yapılması gibi. Daha sonra da "vav" harfi ötreli
olduğundan dolayı "vav-ı hemze ile değiştirmiş (ibdal etmiş) gibi görünür.
Nitekim yüce Allah'ın:
"Peygamberlerin belirli vakitleri geldiği zaman..," (el-Murselat,
77/11) buyruğundaki bu kelime hemzeli olmakla birlikte "vav" harfi
ile söylenen "vakit" kelimesinden gelmektedir. Buna göre (İbn
Abbas'ın kıraatiyle: şeklindeki kip, çoğulun çoğulu (cemu'l-cem) dir.
Peygamber (sav) de;
şeklinde; çoğul olarak okumuştur.
Ta-beri de bu kelimenin; (oty.) Dişiler kelimesinin çoğulu olduğunu nakletmektedir.
Bu kıraati Peygamber (sav)'dan Ebû Amr ed-Dânİ nakletmektedir. Der ki: İbn
Abbas, el-Hasen ve Ebu-Hayve de böyle okumuştur.
Yüce Allah'ın:
"Onlar ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar" buyruğu ile İblis kast
edilmektedir Çünkü onlar, İblis'e kendilerine hoş ve güzel gösterdiği
hususlarda itaat ettikleri takdirde ona ibadet etmiş olurlar. Mana itibariyle
bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: Onlar, hahamlarını ve
rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler. (et-Tevbe, 9/31) Yani,
kendilerine verdikleri emirlerde onlara itaat ettiler. Yoksa, onların gerçek
anlamda din alimlerine ve rahiplerine ibadet ettiklerini kast etmemektedir.
"Şeytan" lafzının nereden turediğine dair açıklamalar daha önceden
(Giriş bölümü, istiane bahsi, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"İnatçı
el-Merîd" ise, temerrüd eden, inat eden demek olup, isyan edip inatlaşmak
anlamına gelir ve vezninde olup nden gelmektedir. el-Ez-herî der ki: Merîd,
itaatin dışına çıkmış olan demektir. İtaatin dışına çıkıp isyan eden hakkında
bu kökten gelen fiiller kullanılır. Bu şekilde isyankâr olan ve itaatin dışına
çıkan kimse hakkında da İsyan eden, temer-rûd eden, denilir. İbn Arefe der ki:
Merîd; şerri, kötülüğü açık ve baskın gelen demektir, Bundan dolayı yapraklan
düşüp, dallan açığa çıkıp görünen ağaca; denilir.
Yanaklarında tüylerin
bittiği yeri, tüy olmadığından dolayı görünen kimseye de bu bakımdan (ayni
kökten gelmek üzere: denilir.
[233]
118. Allah ona lanet
etti, o da: "Andolsun kullarından belli bir pay alacağım" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Allah ona lanet etti" buyruğundaki Lanet etmek, asıl anlamı
itibariyle uzaklaştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
(.el-Bakara, 2/88. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Örfte ise bu kelime,
kızgınlık ve gazab ile birlikte uzaklaştırmak demektir. Buna göre, İblis'e
-Allah'ın laneti üzerine olsun- tayin ederek lanet okumak caizdir. Aynı şekilde
kâfir olarak öldüğü bilinen Firavun, Haman ve Ebû Cehil gibi sair kâfirlere de
lanet okumak caizdir. Hayatta bulunan kâfirlere lanet okumak hakkındaki
açıklamalar ise Bakara Sûresi'nde (2/159. ayetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın: "O
da: Andolsun kullarından belli bir pay alacağım ,dedi" buyruğuna gelince,
şeytan böyle dedi demektir. Anlamı da şudur: Andolsun ki, azdırmamla ve
saptırmamla ben onları kendime ayıracağım. Bunlar ise kâfir ve isyankarlardır.
Haberde: "Her bin kişiden birisi Allah'ın, diğerleri ise
şeytanındır" denilmektedir.
Derim ki: Bu, mana
itibariyle sahihtir. Bunu yüce Allah'ın Kıyamet gününde söyleyeceği şu buyruk
desteklemektedir: "(Ey Adem), cehenneme gidecek kafileyi gönder"
diyecektir. Âdem: Cehennem kafilesi de nedir? diyecek, yüce Allah şöyle
buyuracaktır: "Her bin kişiden dokuzyüz doksan dokuz kişi": Bunu
Müslim rivayet etmiştir.
[234]
İşte, cehenneme gidecek kafile de şeytanın muayyen payıdır. Doğrusunu en İyi
bilen Allahtır.
Denildiğine göre, bir
takım hususlarda insanların şeytana itaat etmeleri de onun kendisine ayırdığı
pay cümlesindendir. Bunlardan birisi de şudur? Ca-hiliye dönemi araplan, yeni
doğan çocuk için bir çivi çakarlar ve bir haftalıkken de onu çevrede
dolaştırırlardı. Bunu yaparken de: Evlerde sakin olan cinler bunu tanısınlar
diye böyle yapıyoruz, derlerdi.
[235]
119. "Andolsun
onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara
hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim. Ve yine andolsun onlara
Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakır
da şeytanı veli edinirse şüphesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir.
Bu buyruğa dair açı ki
a malan mı 21 dokuz başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Onları mutlaka saptıracağım" yani onları, hidayet yolundan
çevireceğim. "Olmayacak kuruntulara boğacağım" yani, onları çeşitli
kuruntu ve temennilerle uğraştırıp duracağım. Böyle bir temenni ile uğraştırmak
ise, tek bir kişiyi temennilerle oyalamaya münhasır değildir Çünkü, her kişiyi
başlı basma arzuladığı şeyler miktannca ve durumunun belirlilerine göre
temennilere boğar.
Şöyle de
açıklanmıştır: Hayat boyu, ben onların günaha ısrar etmelerini sağlamakla
birlikte hayatın uzun olduğunu, hayır işeieyebileceklerini tevbe edip hakkı
tanımak durumuna geleceklerini onlara süslü göstereceğim,
"Onlara
hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim"Kesmek demektir, Kesici ve
keskin kılıç anlamına gelen; tabiri buradan gelmektedir. Yani ben, onları,
Bahîra, Sâîbe ve benzeri davarların kulakların* kesmeğe iteceğim, Bu fiil,
şeddeîi ve şeddesiz olarak; Onu kesti, parçaladı şeklinde kullanılır. İse,
kesilmiş parça anlamındadır, Çoğulu İse, şeklinde gelir, Züheyr der ki:
'Uçtu vç onun elinde
tüyünden parçalar kalmış olarak,"
[236]
Andobun onlara,
Allah'ın yarattığını değişti*melerini emredeceğim" buyruğundaki (ve
âyette benzeri diğer) "lâm'lann tümü kasem içindir İlim adanılan bu
değiştirmenin hangi hususlara raci olacağı hususunda farklı görüşlere
sahiptir. Bir kesim der ki: Bu değiştirme burmak, gözü çıkarmak, kulaklan
kesmektir. Bu anlamdaki açıklamaları îbn Abbas, Enes. İkrime ve Ebû Salih ifade
etmiştir. Bütün bunlar hayvana bir azap bir işkencedir. Haddi aşarak (tuğyan
ile) haram ve helal kılmaktır. Herhangi bir delil ve belge olmaksızın söz
söylemektir. Kulaklar davarlarda hem bir güzelliktir, hem de bir fayda
sağlamaktadır. Diğer organları da böyledir.
İşte bundan dolayı
şeytan, bu yollarca Allah'ın hilkatini değiştirmeyi uygun görmüştür. Mücaşi'li
lyad b. Himar'ın rivayet ettiği (kutsi hadisle) şöyle buyurulmaktadır:
"Ve şüphesiz Ben, bütün kullarımı hanifler olarak yarattım. Şeytanlar
onlara geldi, onları hafife alarak dinlerinden saptırdı. Üzerlerine Benim
kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kildi- Benim kendisi hakkında hiçbir
delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını ve benim hilkatimi"
değiştirmelerini onlara emretti."
[237] Bu
hadisi Kadı İsmail
[238] ile
Müslim de rivayet etmiştir.
İsmail rivayetle der
ki: Bize Ebu'l-Velid ile Süleyman b. Harb anlattı. Dediler ki; Bize Şu'be, Ebû
İshak'dan anlattı. Ebû îslıak, Ebu'l-Ahvas'dan, o, babasından rivayetle dedi
ki: Görünümüm beni yoksul bir kimseymiş gibi gösterdiği halde Rasulullalı
(sav)'ın yanına vardım şöyle buyurdu: "Senin herhangi bir malın var
mı?" Evet dedim. "Hangi maldan (malın) var?" diye sordu, ben;
Her maldan. Attan, deveden, kölelerden malım var dedim. -Ebu'l-Velid: Ve
koyundan (fazlasını da) ekler- (Hz. Peygamber) buyurdu ki:
"Allah sana bir
mal verdiği takdirde onun, (nimetinin) eseri üzerinde görünsün" Sonra
şöyle buyurdu: "Kavminin develeri kulakları sağlam olarak yav-ruladığı
halde sen eline bir ustura alıp bunların kulaklarım yarıyor ve bun-İar
bahira'dir deyip, sonra da derilerini yararak bunlar da kulakları kesilmiştir
diyor ve bunu kendine ve aile halkına haram etmek maksadıyla yapıyor
musun." Ben: Evet dedim. Bu sefer şöyle buyurdu:
"Allah'ın sana verdiğini
helalinden ye. (Unutma ki) Allah'ın usturası senin usturandan daha keskindir.
Allah'ın kotu aa senin kolundan daha güçlüdür."
Ben, Ey Allah'ın
Rasulü dedim. Birisinin yanına misafir olduğum halde eğer bana misafire
gösterilmesi gereken ikramda bulunmazsa, daha sonra o kişi yanıma misafir
gelirse ben ona misafir olarak ikramda bulunayım mı, yoksa o bana nasıl
davrandıysa ben de ona öyle mi davranayım? Hz. Peygamber: "Hayır, sen ona
ikramda bulun" diye buyurdu.
[239]
Bu gibî-uygulamalar
şeytanın işi ve onun etkisinden ortaya çıktığı için "Ra-sulullah (sav)
bizlere, (kurban edeceğimiz hayvanların) gözlerini, kulaklarını iyice tetkik
etmemizi ve bir gözü kör, kulağının bir tarafı kesilmiş, kulağının arka kısmı
kesik, kulağı delinmiş ve kulağı yarılmış davarları kurban etmememizi
emretmiştir.
Bunu, Ebû Dâvûd,
Ali'den rivayet etmiştir. Ali dedi ki; Rasûlullah (sav) bize "... emretti"
diyerek hadisi zikretti.[240]
Kulaktaki kusura,
bütün ilim adamları topluluğu dikkat eder ve gözönün-de bulundururlar. Mâlik ve
Leys der ki: Kulağının tamamı yahut büyük bir kısmı kesik olan hayvan kurbanlık
olmaz.
Ancak, işaretlemek
kastıyla kulağı yarılmış olan hayvan kurban edilebilir. Bu ise, Şafii ile bir
gurup fukahanın görüşüdür. Eğer hayvan, doğuştan kulaksız yaratılmış ise,
Mâlik ile Şafiî, kurban edilmesi caiz değildir, derler. Şayet küçük kulaklı
ise kurban edilebilir. Ebû Hanife'den de buna benzer bir görüş rivayet
edilmiştir.
[241]
Semizlemesi veya buna
benzer bir menfaat kasti ile yapılacak olursa, bir gurup ilim adamı davarların
burulmasına, müsaade etmiştir. İlim adamlarının cumhuru ve geneli ise,
burulmuş hayvanın kurban edilmesinde mahzur olmadığı görüşünü kabul ederler.
Hatta eğer burulmuş hayvan diğerlerinden daha semiz ise, kurban edilmesini daha
güzel görenler de vardır. Ömer b. Ab-dülaziz, atların burulmasına müsaade
etmiştir. Urve b. ez-Zübeyr de kendi katırım burmuştur. Mâlik, koçların
burulmasına izin vermiştir. Bunun caiz oluş sebebi ise, bu işin hayvanı dini
bir inanç gereği olarak tapınılan bir puta, yahut da ilahî edinilen bir rabbe
böylelikle tahsis etmek maksadı güdülmeyip sadece etinin güzelleşmesini ve
dişiden yana umudunu kesmek suretiyle erkeği güçlendirmek kastıyla yapılmış
olmasıdır.
Peygamber (sav)'ın şu
hadisi dolayısıyla bunun mekruh olduğunu kabul edenler de vardır: "Bunu
ancak bilmeyen kimseler yaparlar."[242] İbnü'1-Mün-zir
de bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Çüntcii böyle bir görüş, İbn Ömer'den
sabittir. O, şöyle derdi: O da Allahın bir yaratığıdır. Yine Abdul-melik b.
Mervan da bu uygulamayı mehruh görmüştür el-Evzaî der ki: Soyu üreyen herbir
varlığın burulmasını (bizden önceki selef mekruh görürdü. İbnü'l-Münzir der
ki: Bu hususta iki hadis vardır. Birisi şöyledir- İbn Ömer'e göre Peygamber
(sav) koyun, inek, deve ve at cinsinin erkeklerinin burulmasını yasaklamıştır.
[243]
Diğeri ise İbn Abbas'tan gelen bir hadis olup, buna göre Peygamber (sav)
canlının ölünceye kadar atışa hedef alınmalarını ve hayvanların burulmalarını
yasaklamıştır.
[244]
Muvatta'da bu husus
ile alakalı rivayete göre Nafı' İbn Ömer'in burmayı hoş görmeyip (mekruh) şöyle
dediğini nakletmektedir: Çünkü bununla (burmakla) hilkat tamam olmaktadır.
[245] Ebû
Ömer der ki: Yani, burmayı ter-ketmek hilkatin tamam olmasına sebeptir. Bu
ifade, hilkatin nema bulması (gelişmesi) şeklinde de rivayet edilmiştir.
Derim ki: Bunu Ebû
Muhammed Abdulğani, Ömer b. İsmail'den rivayet etmektedir. Nafi'de
Nah"den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(sav) şöyle buyururdu: "Allah'ın hilkatini geliştireni (artırıp çoğaltanı.)
burmayınız." Bunu Dârakutnî hocasından rivayetle; bize, Ebû Abdullah
el-Muaddel anlattı, bize, Abbas b. Muhammed anlattı bize, Ebû Mâlik en-Nehaî,
Ömer b. ismail'den anlattı.., deyip hadisi zikretti. Dârâkutnî dedi ki: Ayrıca
bunu, Abdussamed b. en-Nu1man, Ebû Mâlik'den rivayet etmiştir.
[246]
Ademoğlunun burulması
ise başlı başına bir musibettir. Çünkü, Âdemoğlu buruldu mu, artık kalbi ve
gücü iptal olur. Hayvanın tam aksi duruma gelir. Hz. Peygamberin:
"Evleniniz, çoğalınız. Ben, sizinle diğer ümmetlere karşı
övüneceğim"
[247]
buyruğunda emroHman neslini çoğaltması da kesilmiş olur.
Diğer taraftan, bazan
kişiyi Ölüme götürecek kadar çok büyük bir ızdırap da verir. Böyle bir durumda
ise, hem mal zayi edilir, hem de bir can telef edilir. Bütün bunlar ise
yasaktır.
[248]
Diğer taraftan böyle
bir uygulama müsledir. Peygamber (sav) da müsle-yi yasaklamıştır. Bunu
yasakladığına dair hadîsler İse sahihtir.
Hicazlj ve Kûfeli
fukahadan bir topluluk da Sakalibe (Sılavlar) diye büi-nen kavimden
[249] ve
diğerlerinden burulmuş olan köleleri satın almayı mekruh görmüşler ve şöyle
demişlerdir: Eğer sizler onlardan bunları satın almayacak olursanız, onlar da
burmazlar.
Yine fukalıa,
Âdemoğiunu burmanın helal ve caiz olmadığında ihtilaf etmemişlerdir. Çünkü bu
hem bir rnüsledir, hem de yüce Allah'ın hilkatini değiştirmedir. Aynı şekilde
herhangi bir had veya kısas gereği olmaksızın insanların diğer organlarını
kesmek de böyledir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir.
[250]
Bu husus bu şekilde
anlaşıldığına göre şunu bil ki, işaretlemek (için dağlamak) ve hayvanlara
alâmet koymak, Peygamber (sav)'ın yasakladığı, şeytanın telkinine riayet
şartını yasaklamasından istisna edilmiştir. Sözkonusu şart ise, az önce
açıklamış olduğumuz hayvanın ateş ile azaplandırılmasının ya-saklanmasıdir.
İşaretlemek (el-vesm.) ateşle dağlamak demektir. Aslında bu kelimenin anlamı da
alâmet demektir. Bir şeyi kendisiyle tanınacağı bir alâmet ile işaretlemeyi
anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Yüce Allah'ın: Onların
nişanları (alametleri) yüzlerinde dir" (el-Feth, 48/29) buyruğu da buradan
gelmektedir. O halde sima alâmet, mîsem ise dağlama aracı demektir. Müslim'in
Sahih'inde Enes (r.a)'dan şöyle dediği sabiuir: Rasûtullah (sav)'ı elinde misem
olduğu halde zekât ve ganimet develerini işaretlerken gördüm.
[251] Buna
benzer başka rivayetler de vardır. Böylelikle her bir mal ayrı ayrt bilinsin ve
hakettiği yere verilsin, ondan başkasının o yere harcanmasının önüne geçilsin.
[252]
Yüz dışında bütün
organlarda işaretlemeler yapmak caizdir. Çünkü Cabir (r.a) şöyle demektedir:
Rasûlullah (sav) yüze vurmayı ve yüze dağlayarak işaret yapmayı yasaklamıştır
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[253] Bu
yasağın sebebi ise, yüzün diğer organlardan daha üstün oluşudur. Zira
güzelliğin yeri orasıdır. Ayrıca hayvan yüzü ile varlığını devam ettirir.
Peygamber (sav)
kölesini döven birisinin yanından geçerken ona şunu emretmiştir. "Yüzüne
vurmaktan sakın. Çünkü, şüphe yok ki Allah, Âdemi sureti üzere yaratmıştır.
[254]
Yani, Âdem'i de bu dövdüğün kişinin sureti üzere yaratmıştır. Bunun da anlamı
bu dövülen kişinin yüzünün Âdem'in yüzüne benzemesidir. İşte bu benzerlik
dolayısıyla ona gereken saygının gösterilmesi icabeder. Böyle bir açıklama bu
hadisin te'vili ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzelidir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: (Âyet-i kerimede geçen) "Değiştirmek" ite, güzelleşmek
kastıyla yapılan dövme ve ona benzer işlere işaret edilmektedir. Bu açıklamayı
Abdullah b. Mesud ile el-Hasen yapmıştır.
Bu kabilden (yasağı)
ihtiva eden buyruklardan birisi de Abdullah b. Me-sud'dan rivayet edilen şu
sahih hadistir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
Aİlah, dövme yapan
kadına da, yaptıran kadına da (yüzünden) tüylerini alana da aldırana da,
güzelleşmek için dişlerim törpüleyen ve Allah'ın hilkatini değiştiren
kadınlara lanet etmiştir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[255] Bu
hadis, tamamıyla yüce Allah'ın izniyle el-Haşr Sûresi'nde (59/7, âyet, 8.
başlıkta) gelecektir,
Eşm (dövme) ellerde
olur. Bu da kadının elinin arka tarafına ve bilek bölümüne iğne batırıhp sonra
sürme yahutta yakılmış yağ isi ile doldurulma-sıdır. Daha sonra bu yeşil bir
renk alın Fiilin kullanılışı (Kadın) dövme yaptırdı, yaptırır, dövme yaptırmak
şeklindedir. Dövme yaptıran kadına "vasime", kendisine dövme yapılan
ve yapılmasını isteyen kadına da "müstevşime" denilir. Bu
açıklamaları el-Herevi yapmıştır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Sicilya ve Afrikalı erkekler de dövme yaptırırlar. Bundan kasıt ise her
birisinin yetişkinlik çağında erkekliğine delalet etmesidir.
Kadı Iyad der ki:
-Müslüman ravilerinden birisi olan el-HerevFnin rivayetinde "Dövme yapan
ve yaptıran kadın" ibaresi yerine, "mim" harfi ile değil de
"ye" harfi ile şeklinde varid olmuştur ki, bu da süslenmek demek
olan "el-Veşy'den gelmektedir. Bu kelime İse, asıl itibariyle kumaşı iki
renkli dokumaktır. Öküzün, eğer yüz ve ayaklarında siyahlık varsa ona,
denilir. Buna göre anlamı, kadının yüzündeki tüylerin alınmasını, dişlerinin
törpülenip aralarının açılmasını işaret etmesini söylemesi demektir.
Yüzlerindeki tüyleri
aldıranlar anlamına gelen "(el-mutenammisat)" kelimesi, mutenammısa
kelimesinin çoğulu olup, yüzünden tüyleri minmâs (cımbız) denilen aİet ile alan
kadın demektir. Minnlâs İse tüyleri kopartan, söken alet demektir. Bunu yapan
kadına da nâmisa denilir.
İbnü'l-Arabî der ki;
Mısır halkı, etek tüylerini de yolarlar. Bu da bu kabildendir. (Yasaklanmış
olan türdendir). Çünkü, sünnet olan eteği tıraş etmek, koltuk altlarını ise
yolmaktır. Fercin tüylerinin yolunması İsef ferci gevşetir ve ona eziyet verir.
Ondaki faydaların bir çoğunu da ortadan kaldırır.
Dişlerinin arasım
ayıranlar {el-mütefellicât) kelimesi Ese, müteiellice'nin çoğuludur. Dişlerini
birbirinden ayırma işini yapan kadın demektir. Bu işi, dişleri birbirine
hilkatinden sık olan kadın, suni olarak yapar ve dişlerini birbirinden
ayrıymış gibi gösterir
Müslim'den başkasında
{bu kelime yerine kelimesi geçmektedir ki, bu da nin çoğuludur Bu da dişlerini
törpüleyen demektir. Bu da, gençlerin dişlerinde görülen aralığı yapan kadına
verilen ad olup, bunu yaşlı kadınlar genç kadınlara benzemek kastıyla
yaparlar.
Bütün bu işlerin
hadis-i şerifler lanetlik iş olduğuna işaret etmekte ve bunların büyük
günahlardan olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu fiillerin
yasaklanış sebebini teşkil eden hikmetin (mananın) ne olduğu hususunda farklı
görüşler vardır. Bu işlerin tedlis (çirkinlikleri örtüp saklama) türünden
olduğu için haram kılındığı söylendiği gibir İbn Mes'ud'un dediği şekilde yüce
Allah'ın hilkatini değiştirmek türünden olduğu için yasaklandığı da
söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. Aynı zamanda bu görüş, birinci hususu
da kapsamına alır.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Bu yasaklar, kalıcı olanlar hakkında söz-konusudur. Çünkü bunlar
yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabı Ündendir. Sürme ve kadının
kendileriyle süslendiği ve kalıcı olmayan şeylere gelince
bunu, Mâlik olsun
başkaları olsun, ilim adamları caiz görür. Böyle bir işi Mâlik, erkekler için
mekruh görmektedir. Yine Mâlik, kadının ellerini kına ile süslemesini caiz
görmüştür. Hz. Ömer'den ise böyle birşeyi reddettiği ve: Kadın, ya ellerinin
tamamını kınalasın yahutta bu işi terketsin, dediği rivayet edilmiş olmakla
birlikte, Mâlik, Hz, Ömer'den böyle bir rivayetin geldiğini kabul etmez. Ve
ona göre kadın, ellerini kınalamayı terk etmemelidir. Çünkü Peygamber (sav)
ellerine kına yakmayan bir kadın görünce şöyle buyurmuş: "Sizden herhangi
bîr kadın, elini erkek eliymiş gibi bırakmasın." Bunun üzerine bu kadın
ölünceye kadar doksan yaşını aşmış olduğu halde ellerine kına yakmayı
sürdürdü.
[256]
Kadı lyad der ki:
Hadis-i şerifte kınanın karart il masına dair yasak varid olmuştur. Bunu
el-Mesabib sahibi (el-Beğavi) zikretmiş olmakla birlikte kadın, süslenmekten
atıl (uzak) kalmamalıdır. Onun boynunda bir dizi boncuktan bir gerdanlık
bulunmalıdır. Çünkü Peygamber (sav)'in Hz. Aişe (r.anha)'ye şöyle dediği
rivayet edilmektedir: "Boynuna bir şey takmamazlık etmemelisin. Ya bir ip
veya ince kesilmiş deriden birşey bulunsun," Enes der ki: Namazda kadının
boynuna velevki ince kesilmiş bir deri parçası olsun bir şey asması
müstehabtır,
Ebû Cafer et-Taberî
der ki: îbn Mes'ud'un rivayet ettiği hadis-i şerifte, yüce Allah'ın kadını
yaratmış olduğu şekilde fazla veya eksiklikle kocasına yada başkasına güzel
görünmek arzusuyla herhangi bir değişiklik yapmasının caiz olmadığına delil
vardır. Dişlerini ister birbirinden ayırsın veya onları tör-pülesin yahut
fazladan bir dişi olup onu izale etsin, yada uzun dişleri bulunup onun
uçlarını kesmiş olsun. (Hepsi caiz değildir). Aynı şekilde sakal, bıyık veya
çene tüyleri -eğer bitecek olursa- tıraş etmesi caiz değildir Çünkü bütün
bunlar Allah'ın hilkatini değiştirmektir.
(.Kadı) lyad der ki:
Onun bu naklettiklerine göre, eğer bir kimsenin doğuştan fazladan bir parmağı
veya fazladan bir organı varsa onu kestirmesi veya aldırması caiz değildir.
Çünkü bu da yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabil indendir. Şu kadar varki,
eğer bu fazlalıklarda ona acı ve rahatsızlık veren bir taraf varsa, Ebû
Cafer'e (et-Taberî'ye) ve başkalarına göre de bunları aldırmakta bir mahzur
yoktur.
[257]
Yine Müslim,'in
rivayet ettiği Peygamber (sav)'m: "Allah, saç ekleyene de saçına saç
ekletene de, dövme yapana da yaptırana da lanet etmiştir"
[258] hadisi
de bu kabildendir. Bununla Peygamber (sav) kadının saçına saç eklemesini
yasaklamaktadır. Bu ise, saçım çoğaltacak şekilde saçına başka saç ilave
etmektir Vasile (saç ekleyen), bu işi yapandır Mustavsile ise, kendisine bu işi
yapması için'başkasını çağıran, başkasından bunu isteyendir.
Yine Müslim, Hz.
Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav) kadının, saçına
herhangi bir şey eklemesini yasaklamıştır.
[259]
Hz. Ebu Bekir'in kızı
Esma'dan da şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir kadın Peygamber (sav)'ın
yanına gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, henüz yeni gelin bir kızım var.
Kızamık çıkardı, bundan dolayı saçları döküldükçe döküldü. Ben, saçına saç
ekleyeyim mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, saç ekleyene de
ekletene de lanet etmiştir."
[260]
İşte
bütün bunlar saç eklemenin haramkğı hususunda açık birer nasür. Ve Mâlik ile
ilim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir. Bunlar saça, yün olsun bez
olsun ve bundan başka herhangi bir şey olsun, bir şeyler eklemeyi yasak
görmüşlerdir. Çünkü bütün bunlar da saça birşeyler eklemek anlamındadır.
İstisna olarak el-Leys b. Sa'd, saça yün, bez ve saç olmayan birşeyler
eklemeyi caiz kabul etmektedir. Bu ise, Zahirî mezhebine mensub ilim
adamlarının görüşlerine daha yakındır.
Başkaları, başın üzerine
saç koymayı mubah kabul etmiş ve şöyle demiştir: Yasak, özel olarak saç ekleme
hakkında varid olmuştur. Böyle bir açıklama ise, katıksız bir Zahirîliktir ve
anlamdan yüz çevirmektir.
Bazıları -da oldukça
şaz bir görüş ileri sürerek, mutlak olarak saç eklemeyi caiz görürler. Bu ise,
hadislerce reddedilen ve kafi olarak batıl olan bir görüştür. Aişe (r.
anhaVdan bu görüş rivayet edilmekle birlikte sahih değildir. îbn Sîrîn'den, bir
adamın kendisine şöyle sorduğu rivayet edilmiş: Benim annem, kadınların
saçlarını tarıyordu. Ne dersin onun malından yiyebilir miyim? İbn Şîrîn: Eğer
kadınların saçlarına saç ekliyor idiyse yiyemezsin, cevabını vermiş. Bununla
birlikte süslenmek ve güzel görünmek kastı ile, renkli ipek iplikler ile saçı
bağlamak bu yasağın kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allatılır.
[261]
Bir kesim şöyle
demiştir: Allah'ın yarattığını değiştirmekten kasıt şudur: Yüce Allah, güneşi,
ayı, taşları, ateşi ve diğer mahlukatı onlarla faydalanılsın ve onlardan ibret
alınsın diye yaratmıştır. Ancak kâfirler, bunları tapınılan ilahlar olarak
değerlendirmekle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular.
ez-Zeccac der ki: Şanı
yüce Allah, davarları sırtlarına binilsin, etleri yenilsin diye yarattığı
halde onlar bu davarları kendilerine haram kıldılar. Güneşi, ayı ve taşları
ise insanların emrine yarattığı halde, onlar bunları tapındıkları ilahlara
dönüştürdüler. Böylelikle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular.
Tefsir alimlerinden
Mücahid, ed-Dahhak, Said b. Cübeyr ve Katade gibi bir topluluk da bu görüşü
ifade etmişlerdir. Aynı zamanda îbn Abbas'tan: ^On lara Allah'ınyarattığmı
değiştirmelerloî emredeceğin" buyruğunu, Allah'ın dinini değiştirmelerini
emredeceğim diye açıkladığı da rivayet edilmiştir- en-Nehaî de böyle
açıklamıştır.
Taberî de bu görüşü
tercih ederek şöyle dernektedir: Bu buyruğun anlamı böyle olduğuna göre, yüce
Allah'ın yasaklamış olduğu burmak, dövme yaptırmak ve buna benzer her tür
masiyet iş, bunun kapsamına girer. Çünkü şeytan bütün masiyetleri işlemeye
çağırır. Yani, Allah'ın dininde Allah'ın yarattığım mutlaka değiştirmelerini
emredeceğim, anlamına gelir.
Yine Mücahid: "Ve
yine onlara, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" buyruğunu,
Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratı değiştirmelerini
emredeceğim diye açıklamıştır, Yani, insanlar İslam fıtratı üzere
doğmuşlardır. Şeytan ise, bu fıtratı değiştirmelerini emr etmiştir. İşte Hz.
Peygamber'in: "Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar. Sonra onun anne ve
babası onu yahudi, hıristîyan veya mecusİ yaparlar"
[262]
buyruğunun anlamı budur. Buna göre, burada sözü edilen: "Allah'ın
yaratmasının anlamı, yüce Allah'ın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye
sorunca) onlar: Evet Rabbimizsin dediler" (el-A'raf, 7/172) buyruğunda
işaret ettiği ruhlarını zerreler halinde yarattığı günde onlarda var etmiş
olduğu kendisine iman etmek fıtratım değiştirmek anlamına gelir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Tavus'dan rivayet edildiğine göre o, siyah bir kadının beyaz bir erkekle, beyaz
bir kadının siyah bir erkekle nikahlarım asında hazır bulunmaz ve böyle bir iş
yapmak, yüce Allah'ın: "Onlara Allah'ın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim" demek kabtlindendir dermiş. Kadı (İbnü'l-Arabî) der ki:
Lafız her ne kadar bu anlama gelme ihtimalini taşıyorsa da bizzat Peygamber
(sav)'ın azadlısı beyaz olan Zeyd'i, Habeşistanlı ve Üsa-me'nin annesi (siyahi)
Bereke
[263] ile evlendirmesi
şeklindeki uygulamasıyla tahsis edilir. Üsame'nin kendisi de beyaz bir babadan
siyah birisi idi. Bu ise, bütün ilmine rağmen Tavus'a gizli kalmış bir
noktadır.
Derim ki: Yine Hz.
Peygamber, siyah olan Üsame ile Kureyg'li ve beyaz tenli olan Kays kızı
Fatıma'yı evi endi rmiştir. Abdurrahman b. Avf in kızkardeşi Zühriyye de Hz.
Bilal'in nikahı altındaydı. Bu da bu genel hükmü tahsis etmektedir. Ve bu
husus da ona (yani Tavusa, eğer metindeki gibi tesniye zamirine göre tercüme
edilirse) Tavusa ve İbnü'l-Arabî'ye gizli kalmıştır.
Yüce Allah'ın: Kim
Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse" yani, kim Allah'ın emrini
bırakıp şeytana itaat ederse, "şüphesiz o apaçık bir zarara uğramış
demektir." Yani, şeytana Allah'ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şeytan
dolayısıyla Allah'a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve
aldatmış olur,
[264]
120. Onlara vaadlerde
bulunur, olmayacak kuruntulara düşürür. Oysa şeytan, kendilerine aldatmaktan
başka bir vaadde bulunmaz*
121. İşte onların
barınakları cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.
122. İman edip salih
amel işleyenlere gelince, biz onları altından ırmaklar akan cennetlere
koyacağız. Orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, Allah'ın dosdoğru bir va'didlr.
Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Yüce Allah'ın:
"Onlara vaadlerde bulunur11 buyruğunun anlamı şudur: O, kendine ait
batılları mal, mevki ve başkanlık gibi aslı astan olmadık şeyleri, öldükten
sonra diriliş, kötülüklerin cezalan d ınlması gibi şeylerin olmadıklarını
ya'deder. Hayır yollarda infakta bulunmasınlar diye fakirlik vehmi ile ondan
korkutur, "Olmayacak kuruntulara düşürür" buyruğunun anlamı da bu
kabildendir. "Oysa şeytan kendilerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmaz."
Onlara vaadi sadece bir aldatmacadır,
İbni Arafe der ki:
Aldatma (el-ğumr); zahiren sevebilecek, bir tarafını gördüğün, gerçekte İse
batını ile hoşlanılmayan veya büinmiyen şey demektir. Şeytana da "Garur*
denilir. Çünkü o, insanı nefsin sevdiklerini yapmaya iter.
Halbuki bunun
arkasında kötülük vardır.
"İşte
onların" buyruğu mübtedâ'dır. "Barınakları" ise, ikinci bir
mübte-dâ'dır. "Cehennemdir" ise, ikincisinin haberidir. Cümle
bütünüyle ise, (Ya-nit ikinci mübtedâ ile unun haberi) birinci mübtedâ'nın
haberidir,
Kaçacak bir yer,"
sığınacak bir yer demektir. Bunun fiili ise şeklinde gelir.
"Allah'tan daha
doğru sözlü kim olabilir" buyruğu mübtedâ ve haberdir Söz"
kelimesinin mansub oluşu, beyan (temyiz) olmak üzere geldiğin-dendir. Aynı
anlamda (söz) dır. Yani, Allalrtan daha doğru sözlü hiç kimse yoktur.
Bu âyet-i kerimelerin
ihtiva ettikleri anlamlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Allah'a hamd olsun.
[265]
123. İş, ne sizin
kuruntularınıza, ne de Kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır. Kim bir kötülük
yaparsa onun cezasım görür. Ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost (veli) bulabilir,
ne de bir yardımcı.
Yüce Allah'ın:
"İş ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır"
buyruğunda, Ebû Cafer el-Mede-ni, kuruntu anlamına gelen kelimesini her iki
yerde de "ye" harfini şed-desiz olarak okumuştur.
Bu buyruğun nüzulü ile
iligili yapılan rivayetlerin en güzeli, et-Hakem b. Ebâ'nm İkrime'den, onun da
îbn Abbas'tan yaptığı şu rivayettir: İbn Abbas dedi ki: Yahudilerle
hıristiyanlar, cennete bizden olandan başkası girmeyecektir dediler.
Kureyşliler ise: Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz, dediler. Bunun üzerine
yüce Allah: "İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin
kuruntularına kalmıştır" buyruğunu indirdi.
Katade ve es-Süddî der
ki: Mü'minlerle Kitap ehli birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli:
Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir,
Ve biz sizden daha çok Allah'a yakınız, dediler. Mü'minler İse: Peygamberimiz
peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem
mevkiindedir, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
"Kim bir kötülük
yaparsa onun cezasını görür" buyruğundaki "kötü-tükndcn kasıt,
şirktir. el-Hasen, bu âyet-i kerime kâfirler hakkındadır dedikten sonra şu
âyet-i kerimeyi okudu: "Zaten Biz çokça nankörlük eden (kâ-fir)lerden
başkasını cezalandırır mıyız ki," (Sebe', 34/17) Yine ondan: "Kim bir
kötülük yaparsa onun cezasını görür0 buyruğu hakkında şöyle dediği
nakledilmiştir: Bu, yüce Allah'ın hakir düşmesini istediği kimseler hakkındadır.
Üstün ve şerefli olmasını dilediği kimseler hakkında değildir. Yüce Allah, bir
topluluğu söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar, yaptıkları
güzel amellerini kabul edip, kötülüklerinden vazgeçeceğimiz kimse terdirler.
Cennetlikler arasındadırlar. Bu, onların vaadolunageldikleri dosdoğru bir
vaaddır." (el-Ahkaf, 46/16) ed-Dahlıâk der ki: Bu buyrukta kas-tolunanlar;
yahudiler, hırıstiyanlar, mecustler ve arap kâfirleridir.
Cumhur ise şöyle
demektedir: âyetin lafzı umumidir. Kâfir de, mü'min de kötü amelinin karşılığını
görür. Kafirin cezası cehennemdir. Çünkü küfrü kendisini helak etmiştir.
Mü'min ise, dünyada çektiği-sıkıntılarla cezasını görür. Nitekim, Müslim
Sahihinde Ebû Hureyre'cien şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kim bir
kötülük yaparsa, onun cezasını görür" âyeti nazil olunca, .müslümanlar
üzerinde büyük bir etki yaptı. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: 'İtidali
kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya
kaldığı herbir musibette -küçük sıkıntıları ve herhangi bir taratma batan bir
diken de dahil olmak üzere- günahlarına bir keffaret vardır."
[266]
et-Tirmizî el-Hakim de
Nevâdiru't-Usûladlı eserinin 95. faslında şunu rivayet etmektedir: Bize,
İbrahim b. el-Müstemir el-Hüzli anlattı dedi ki; Bize Ah-durrahman b, Süleym b.
Hayyan Ebû Zeyd anlattı dedi ki: Babamı, babasından şunu zikrederken dinledim:
Ben, Mekke'den Medine'ye kadar İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Nafi'e dedi ki:
Beni (yolumu) asılmışın yanından geçir-me -İbn ez-Zübeyr'i kast ediyor- (İbn
Hayyan) dedi ki: Gece ortasında ansızın onun içinde bulunduğu hevdeci (İbn
ez-Zübeyir'in asılı olduğu) kütüğüne gelip çarptı. İbn Ömer, kalkıp oturdu,
gözlerini oğuşturduktan sonra şöyle dedi: Ey Hubeyb'in babası, sen şöyle şöyle
bir kimse idin. Baban ez-Zübeyr'i andolsun şöyle derken dinlemiştim: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Kim bir kötülük yaparsa, dünyada veya âhirette ona
cezası verilir." Eğer bu onun karşılığı ise eh mesele yok.
[267]
Tirmizî Ebû Abdullah
der ki: Kur'an-ı Kerimde ise bunun özeti verilmekte ve yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kim bir kötülük yapatsa onun ce-«azını görür ve kendisine Allah'tan başka
ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı." Böylelikle bunun kapsamına iyi
de kötü de, düşman da dost da, mü'min de kâfir de girmektedir. Daha sonra
Rasûlullah (sav) bu hadis-i şerifte her iki yerdeki ceza arasında fark
gözeterek şöyle buyurmuştur: "Ya dünyada veya ahirette onun cezasını
görür," Yani o kötülüğünün cezası her iki yerde bir arada ona verilmek.
Nitekim, İbn Ömer de
(bu hadiste) şöyle demiştir: Eğer bu, öbürünün karşılığında ise, eh mesele
yok. Yani, İbn ez-Zübeyr, Allah'ın Hareminde çarpıştı ve orada çok büyük bir
iş yaptı, Öyleki, Beytuliah yakıldı, mancınık ile Ha-cer-î esvede atış yapıldı,
Hacer-i Esved parçalandı ve sonunda gümüş ile etrafı çerçevelendi. İşte bu
güne kadar bu durumdadır. Hatta Beytullah'm: Ah ah, diye iniltileri dahi
işitildi. İşte İbn Ömer, onun bu yaptıklarını; daha sonra da onun öldürülüp
asılmış olduğunu görünce, Rasûlullah (sav)'ın: "Kim bir kötülük yaparsa
onun cezasını görür" hadisini hatırladı, sonra da şöyle dedi: Eğer bu
Öldürülme o yaptıktan karşılığında olursa mesele yok. Yani, sanki o kötülüğüne
karşılık olarak bu şekilde öldürülüp asılmakla cezalandırılmış gibidir,
Allah'ın rahmeti üzerine ölsün. Daha sonra Rasûlullah (sav) bir başka hadis-i
şerifinde her iki kesim arasında fark olduğunu belirtmektedir. Bize, babam
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı dedi ki: Bize, Ebû Nu-aym anlattı dedi
ki; Bize, Muhammed b. Müslim, Yezid b. Abdullah b. Usa-me b. el-Hâd el-Leysi'den
anlam dedi ki: Yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görür" âyet-i nazil olunca, Ebu Bekir es-Sıddik (r.a) şöyle dedi: İşte bu
bizden geriye bir eser bırakmayacak. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebu
Bekir, mümin, kötülüğünün karşılığında dünyada ceza görür. Kâfir ise onun
karşılığında Kıyamet gününde ceza görür."
[268]
Bize el-Câ-rûd anlattı dedi ki; Bize, Vekî\ Ebû Muaviye ve Abde, ismail b. Ebi
Haüd'den naklederek anlattılar ki: İsmail b. Ebî Bekr b- Züheyr es-Sakafi'den
şöyle dediğini nakleder: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görür" âyet-i kerimesi nazil olunca, Hz, Ebu Bekir şöyle dedi: Bu böyle
ise Ey Allah'ın Ra-sulii kurtuluş nasıl mümkün olur? İşlemiş olduğumuz herşeyin
eğer cezasını görürsek (biz ne yapabiliriz). Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah sana
mağfiret buyursun Ey Ebu Bekir! Sen hiç yorulmuyor musun, hiç üzülmüyor musun,
hiç sıkıntı ve mihnetle karşı karşıya kalmıyor musun?" Ebu Bekir, Bunlann
hepsi oluyor deyince, Uz. Peygamber şöyle buyurdu: "İşte bu da kendisiyle
cezalandırıldığınız şeylerdendir." Böylelikle Rasûlullah (sav) Kurran-ı
Kerimde yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür"
buyruğundaki mücmel ifadeyi açıklamış olmaktadır.
[269]
Tirmizî de Ebu Bekir
es-Sıddik (r.a)'dan rivayet ettiğine göre, bu âyet-i kerime nazil olunca
Peygamber (sav) ona şöyle demiş: "Ey Ebu Bekir, sana ve mü'minlere gelince
siz, dünya hayatında bunlarm cezasını görürsünüz. Öy-leki Allah'ın huzuruna
günahsız olarak çıkmış olursunuz. Diğerleri ise, Kıyamet gününde onun cezasını
görsünler diye bu yaptıkları kötülükler toplanır, bir araya getirilir."
(Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. İsnadı hakkında tenkidlerde
bulunulmuştur. Musa b. Ubeyde ise, hadis hususunda zayıf diye
nitelendirilmektedir. Onu, Yahya b. Said el-Kattân ile Ahmed b. Han-bel zayıf
kabul etmişlerdir. Mevla b. Sİba' ise meçhul bir ravidir. Bununla birlikte bu
hadis, Ebu Bekir (r.a)'dan başka yollardan da rivayet edilmiştir. Yine de
sahih bir isinadi yoktur. Bu hususta Hz, Aişe'den de rivayet vardır.
[270]
Derim ki: Bu hadisi,
Kadı İsmail b. İshak da rivayet etmiştir, dedi ki: Bize, Süleyman b. Harb
anlattı dedi ki: Bize, Hammad b. Seleme, Ali b. Ye-zid'den anlattı. Ali'nin
annesinden naklettiğine göre, annesi Hz. Aişe'ye şu: İçinizdekini açıktasanız
da gizlesetıiz de Allak onunla sizi hesaba çeker" (el-Bakara., 2/284)
âyeti ile şu: "Kim bir kötülük'yaparsa onun cezasını görür" âyeti
hakkında sordu. Hz. Âîşe şöyle dedi: Ben Rasûluilah (sav)'a buna dair soru
sorduğumdan bu yana kimse bana (buna dair) soru sormadı. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Ey Aişe bu, Allah'ın "kul ile" ona isabet eden humma,
musibet, diken, hatta elbisesinin arasına sakladığı sonra da bulamadığı ve onu
ariyayım derken elbiseleri arasında bulduğu eşyasına varıncaya kadar gelen
musibetler karşılığında onunla yaptığı bir alış veriştir. Tâ ti iııü'nun,
günahJarirtdan, altın körükien&rek yabancı maddelerden kurtulduğu gibi
öylece kurtuluncaya kadar.
[271]
Bütün bu görüşlere göre
"Değildir" (âyeti kerimenin mealinde geçen; "Kalmamıştır"
ifadesinde olumsuz anlam) edatının ismi kendi içerisinde gizlidir İfadenin
takdiri de şöyle olur: Bu işlerden sizin temenni ettiğiniz şeyler olmaz.
Aksine, kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir Buyruğun anlamının
şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah'ın sevap ve mükafat vermesi sizin temenni
ve kuruntularınıza göre olmaz. Zira, daha önceden: "İman edip salih amel
İşleyenlere gelince, Biz onları altından ırmaklar akan cennetlere
koyacağız" buyruğu geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Ve kendisine Allah'tan başka ite bir dost bulabilir ne de bir
yardımcı" buyruğunda kast edilenler ise müşriklerdir Çünkü yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak Biz,
peygamberlerimize ve müzminlere dünya hayatında şahîdlerin ayağa kalkacakları
günde yardım ederiz. " (el-Mu'min, 40/51)
Şöyle de denilmiştir:
"Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" tev-be etmesi hali
bundan müstesnadır.
Cemaatin kıraati
Kendisine... ne bulabilir" şeklinde sakin olarak; Onun cezasını
görür" buyruğuna atf edilerek cezm ile okunmuştur îbn Bekkâr ise, İbn
Amir'den yeni bir cümle başı olarak "dal" harfini ötreli olarak
okumuştur.
Eğer âyet-i kerime
kâfirler hakkında kabul edilecek olursa anlamı: Yarın onun (kâfirin) bir dostu
da olmayacaktır, bir yardımcısı da.,, demek olur. Şayet mü'rnin hakkında kabul
edilecek olursa, o takdirde onun Allah'tan başka bir dostu da yoktur, bir
yardımcısı da anlamına gelir.
[272]
124. Erkek veya kadın,
her kîm mü'min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve
kendilerine hurma çekirdeğinin çukura kadar zulmedilmez.
Burada iman şartı
koşulmuştur. Çünkü müşrikler Kabe'ye hizmet edişle-rini, hacılara yemek
yedirişlerini, misafirlere ikram edişlerini, Kitap ehli ise; önceliklerini ve
bir de: Biz Allah'ın oğullarıyız ve sevdikleriyiz, demelerini ileri
sürmüşlerdi. Yüce Allah ise, güzel amellerin imansız kabul olunmayacağım beyan
etmektedir.
Cennete girerler"
buyruğunu, şeyhan Ebû Amr ile İbn Kesir şeklinde meçhul bir fiil olarak
(cennete girdirilirler, anlamında) diye "ya" harfini ötreli,
hi" harfini de üstün olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya"
harfini üstün, "hı" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Yani bunlar
da amelleri sayesinde cennete girerler demektir. Nakîr kelimesine dair açıklama
daha önceden (en-Nisâ, 4/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır ki, bu da
hurma çekirdeğinin sırtındaki çukurcuk demektir.
[273]
125. İyilik yaparak
kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Ha-nıf dinine uyan kimseden daha
güzel din sahibi kim olabilir? Allah İbrahim'i dost edinmiştir.
Yüce Allah:
"İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Hanif dinine
uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir buyruğunda İslam dinini sair
dinlerden üstün kılmakta, tutmaktadır.
"Kendisini
Allah'a teslim eden" buyruğunun anlamı ise, dinini Allah'a halis kılan,
O'na itaat ederek boyun eğen, ibadetini O'na yapan demektir. İbn Abbas der ki:
Yüce Allah, bununla Ebu Bekir es-Sıddik (ra)'ı kastetmektedir, (ki) kelimesi
beyan (temyiz) olarak nasb edilmiştir.
İyilik yaparak"
kelimesi ise, hal mevkiinde mübteda ve haberdir. Yani, irtuvahhid oîarak
demektir. O halde Kitap ehli bunun kapsamına giremez. Çünkü onlar Muhammed
(sav)'a imanı terk etmişlerdir.
(İbrahim'in milleti,
terkibindeki) Millet kelimesi din demektir. Hanîf ise müslüman demektir. Buna
dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/135. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Allah, İbrahim'i dost edinmiştir" buyruğuna gelince, Sa'leb der ki:
Dost'a (halîD bu adın veriliş sebebi, onun sevgisinin kalbin arasına sızıp
yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından dolayıdır. Daha
sonra da Beşşâr'ın şu beyitini nakletmektedir:
''Ruhum benim her
tarafıma girdiği gibi gen de öylece girip yerleştin. İşte bundan dolayıdır ki,
halîl'e halîl adı verilmiştir."
Halil kelimesi, fail
anlamını veren fail veznindeki bir kelimedir. Alîm kelimesinin Âlim anlamında
oîduğu gibi. Bir görüşe göre de bu, habîb kelimesinin mahbûb (sevilen,
sevgili) anlamına geldiği gibidir; bu da rneful anlamında (candan sevilen
dost) demektir.
Hz. İbrahim, hem yüce
Allah'ı sevendi, hem de Allah tarafından sevilendi. Şöyle de denilmiştir:
Halîl kelimesinde özel dost edinme anlamı vardır. Aziz ve celil Allah, bizlere
Hz. İbrahim'i kendi döneminde risalet görevi için özel olarak seçtiğini
bildirmektedir. en-Nehhas bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Buna delil de
Peygamber (say)'ırı şu buyruğudur: "Allah sizin bu arkadaşınızı da halîl
edinmiştir."
[274]
Bununla kendisim kast etmektedir.
Yine Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Eğer ben bir halîl edinecek olsaydım, hiç şüphesiz
Ebu Bekir'i halı! edinirdim."
[275] Yani
şayet ben, herhangi bir kimseye özel olarak bir şeyi tahsis etmiş olsaydım,
elbetteki Ebu Bekir'e tahsis ederdim. İşte bu da Peygamber (sav)'ın ashabından
bazılarına özel olarak dinden bazı hususları bildirmiş olduğunu iddia edenlerin
görüşlerini reddetmektedir.
Şöyle de denilmiştir;
Halil muhtaç olan demektir Buna göre, Allah'ın ha-olan İbrahim, yani yüce
Allah'a ihtiyacı bulunan demektir. Bu anlamıyla bu kelime sanki, durumu iyi
olmayan birisi kast edilmiş gibi olar. Züheyr ise, Herim b. Sinan'ı överken
şunları söylemektedir:
"Bir kıtlık
gününde bir fakir (halîl) ona gelecek olursa
Der ki: Malım gaip
değildir (işte malım) ve alıkonulmuş da değildir."
e£~Zeccâc der ki: Halil'in
anlamı sevgisinde halel bulunmayan kimse demektin O bakımdan Hz. İbrahim'e
Allah'ın kendisini tam ve eksiksiz bir sevgiyle sevip seçmiş olması
dolayısıyla "halîlullah" adı verilmiş olabilir. Yine yüce Allah'a
ihtiyacı ve fakirliği dolayısıyla da "halîlullah" adı verilmiş olması
da mümkündür. Hz. İbrahim, fakirlik ve ihtiyacını bu hususta tam bir Ihlâs ile
Allah'tan başka kimseye açmamıştır. İhtilal zaten fakirlik demektir.
Rivayet olunduğuna
göre, mancınık ile ateşe atılırken havada bulunduğu sırada Hz, Cebrail yanına
gelip: Bir ihtiyacın var mı; diye sormuş, o da: Senden bir ihtiyacım yok,
demişti. Buna göre yüce Allah'ın Hz. İbrahîmi halîl edinmesi, ona yardımcı
olması demektir.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. İbrahim'e bu ismin veriliş sebebi şudur:
Mısır'da -Musul'da da
denilmiştir- bulunan bir arkadaşına (halîline) ondan yiyecek almak üzere
gitmişti. Ancak arkadaşını bulamayınca götürdüğü çuvallarını kum doldurup
ailesine geri döndü. Torbalan koyup uyudu. Ailesi torbayı açınca içinde un
olduğunu gördü. Ondan kendisine yiyecek birşey-ler yaptılar. Kendisine takdim
ettiklerinde: Bunu nereden buldunuz diye sorunca, aile halkı: Mısır'lı
arkadaşının yanından getirdiklerinden yaptık, dediler. Bu sefer Hz. İbrahim:
O, benim halîlimîn nezdindendir dedi. Bununla yüce Allah'ı kastetti- İşte
böylece ona "Halîlullah" adı verilmiş oldu-
Yine denildiğine göre,
Hz. İbrahim, kâfirlerin elebaşılarını konuk etmiş, kendilerine birtakım
hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu.
Ona: İhtiyacın nedir
diye sormuşlar, o da şöyle demişti: Bir defa secde etmenize ihtiyacım var.
Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce Allah'a şöylece dua etti;
Allahım gerçekten ben
imkânım olan bir işi yaptım. Allah'ım Sen de ehil olduğun Sana layık olan
işleri yap. Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslam'a girme tevfikini ihsan
etti. Bundan dolayı da Allah onu halîl edindi.
Yine denildiğine göre,
melekler Ademoğullan kılığında onun yanına girip de o da, semiz bir buzağıyı
önlerine getirince ondan yemediler ve şöyle dediler: Biz bedelsiz bir şey
yemeyiz, O da bedelini ödeyerek yeyiniz, dedi onlar. Bu sefer: Bunun bedeli
nedir, deyince Hz. İbrahim şöyle dedi: Başında bismillah diyeceksiniz, sonunda
da elhamdülillah. Bu sefer kendi aralarında şöyle dediler: Gerçekten Allah'ın
bunu haltl edinmesi yaraşır. Allah da onu halîl edindi.
Cabir b, Abdullah
Rasûlullah {.sav)ıın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah,
İbrahim'i yemek yedirdiği, selamı yaygınlaştırdığı, insanlar uykudayken
geceleyin namaz kıldığı için halîl edinmiştir."[276]
Abdullah b, Amr b-
el-As da Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ey
Cebrail, Allah neden İbrahimi halîl edindi?" Hz. Cebrail dedi ki: Yemek
yedirdiği için Ey Muhammed.[277]
Yine denildiğine göre
halîl, Allah için dost edinen ve Allah için düşmanlık edendir. İnsanlar
arasındaki hullet (halîllik) ise, dostluk, arkadaşlık demektir. Bu kelime
sırların dostlar arasında kalması anlamına gelen;'den türetilmiştir.
Yine denildiğine göre
bu kelime; den gelmektedir. Her bir halîl, arkadaşının hailesini (ihtiyacını)
kapattığından dolayı halîl adı verilmiştir,
Ebû Davud'un Musannef
inde Ebû Hureyre'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kişi arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan her biriniz kiminle
arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."
[278]
Şu beyiti söyliyen ne
güzel söylemiş:
"Dostluğu Allah,
için olmayanın
Dostu ondan, yana her
zaman tehlike ile karşı karşıyadır.
Bir diğeri şöyle
demektedir:
"Eğer sen candan
bir dost edinmediysen
Her bir kardeşin
kardeşliğine asla güvenme
Aralarından seçim
yapman istenirse sen yapış:
Aralarından akıl
sahibi ve haya sahibi olanlarına;
Çünkü hiç şüphesiz
faziletler birbirleriyle boy ölçüşecek olursa
Aklın dengi asla
bulunmaz."
Hassan b. Sabit (r.a)
da şöyle demiştir:
"Yiğit adamın
dostu pek çok olur
Fakat sıkıntılı
zamanlarda onlar pek azdır
Kardeşlik yaptığın
kimsenin dostluğu aldatmasın aeni
Bir musibet esnasında
senin hiçbir dostun olmaz
Her bir kardeş: Ben
vefakârım, der
Fakat söylediğini
yapmaz bir türlü
Şerefli ve dindar
candan bir dost dışında;
İşte böylesi dediğini
gerçekten yapandır*[279]
126. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır.
"Göklerde re
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Yani hem mülkiyeti hem yaratması
itibariyle. Anlamı da şudur: Allah, güzel itaaci dolayısıyla îb-rahimi halîl
edinmiştir. Yoksa, onu halîl edinmeye ihtiyacı dolayısıyla, yahut da bununla
mülkünü artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir
Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun iken nasıl böyle
bir şey söz konusu
olabilir? Olsa olsa yüce Allah emirlerîne harfiyen uyması dolayısıyla Hz.
İbrahim'e ikramda bulunmuştur.
"Allah her şeyi
kuşatıcıdır." Yani, Onun ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır.
[280]
127. Kadınlar (in
mirası) hakkında senden fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı sise
Allah veriyor: Kendileri için yazılmış olanı (haklarını) onlara vermediğiniz,
bununla beraber kendilerini nikâh lamayı istediğiniz yetim kadınlar (öksüz
kızlar) ile küçük çocuklar ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız
hususunda Kitapta sîzlere okunup duran ayetler de (size bu konuda fetva
veriyor). Hayır türünden ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir
Bu âyet-i kerime,
ashabtan bir topluluğun miras ve başka hususlarda hanımların durumu ve onlara
dair hükümler ile ilgili soru sormaları sebebiyle nazil olmuştur. Yüce Allah
Peygamberine, onlara şöyle demesini emretmektedir: "Onlar hakkında size
Allah fetvayı veriyor" yani soru sorduğunuz hususta size hükmünü
açıklıyor.
Bu âyet-i kerime ile
sûrenin baş taraflarında sözü edilen kadınların durumlarına tekrar
dönülmektedir. Henüz bitmedikleri bir takım hükümler kalmıştı. O bakımdan
onlar bunlara bazı sorular sordular, kendilerine şöyle denildi: Şüphesiz ki
Allah, onlar hakkında size fetva vermektedir. Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini
rivayet eder: Peygamber (savTa soru sorulur, o da üzerine vahiy nazil oluncaya
kadar cevap vermezdi İşte bu da yüce Allah'ın Kitabında yer almaktadır:
Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki Onlara dair fetvayı size Allah
veriyor." Yine onun Kitabında şunlar da vardır: "Bir de sana yetimler
hakkında soruyorlar..." (el-Bakara, 2/220); "Sana içki ve kumardan
soruyorlar,.." (el-Bakara, 2/219); ''Sana dağlan soruyorlar..."
(Tâ-Hâ, 20/105)
Yüce Allah'ın:
(Sizlere) okunup duran..." buyruğunda yer alan edatı ref mahallinde olup,
yüce Allah'ın ismine atf edilmiştir. Yani: Kur'an da kadınlar hakkında size
fetva vermektedir. Bu, yüce Allah'ın: "Size helal olan kadınlardan...
nikahlayınız" (en-Nisa, 4/3) buyruğudur ki, daha önce buna dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
Kendilerini nikahlamayı istediğiniz" buyruğu kendilerini nikahlamayı
arzulamadığınız, demektir. Burda edatı
hazf edilmiştir. Burda "kendilerini nikahlamayı istediğiniz" anlamına
gelecek şekilde edatının hazf edildiği de söylenmiştir.
Said b. Cübeyr ile
Mücahid der ki; Malı çok ise onu nikahlamayı isterdi. Hz. Aişe'nin nvâyet
ettiği hadis İse; istememek anlamını veren edatın hazfi görüşünü
pekiştirmektedir. Çünkü, Hz, Aişenin rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir:
Yani sizden herhangi bîr kimse himayesinde bulunup da malı da az, güzelHği de
az bir yetim kızı nikahlamak istemediği gibi, kendilerini nikahlamak
istemediğiniz kadınlar.,. Sözü geçen bu hadis ise bu sûrenin baş taraflarında
(3- âyetin tefsirinin başında) geçmiş bulunmaktadır.
[281]
128. Şayet bir kadın
kocasının (kendisinden) yüz çevirmesinden yahut uzaklaşmasından korkarsa,
barış yolu ile aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur.
Barış daha hayırlıdır. Zaten nefislerde bir cimrilik vardır. Eğer iyi geçinir
ve sakınırsanız, şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız;
Yüce Allah'ın:
"Şayet bir kadın..." buyruğu, daha sonra gelen fiilin tefsir ettiği
mahzuf bir fiil takdiri ile merfu'dur. "Korkarsa" öyle bir şey
beklerse anlamındadır. Buradaki "korfcarsa" fiilinin böyte birşey-den
kesinlikle emin olursa anlamında olduğunu söyleyenlerin sözü hatalıdır.
ez-Zeccâc der ki: Buyruğun anlamı şudur: Şayet bir kadın kocasının
uzaklaşmasının devam etmesinden korkarsa şeklindedir. en-Nehhas der kî: Âyet-i
kerimede geçen aüşûz {korkmak) ile i'rad (yüz çevirmek) arasındaki fark şudur:
Nüşûz, buradan uzaklaşmak, i'rad ise, onunla konuşmaması ve onu-nula sohbet
etmemesi demektir.
Âyet-İ kerime, Şevde
bint Zem'a sebebiyle nazii olmuştur. Tirmizî'nin rivayetine göre İbn Abbas
şöyle demiştir: Hz. Şevde Rasûlullah (sav)'ın kendisini boşayacağından korktu
ve bu sebeple şöyle dedi: Beni boşama, nikâhın altında tut ve bana ayırdığın
gününü Âişe'ye ver. Hz. Peygamber de böyle yapınca bunun üzerine: "...
Barış yoluyla araların* düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış
daha hayırlıdır." O sebepten aralarında sulh ile kabul ettikleri-herhangi
bir şey caizdir. (Tirmizî ) dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir.
[282]
tbn üyeyne,
ez-Zührî'den o, Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre, Muhammed b.
Mesleme'niri kızı Havle, Rafı1 b. Hadîc'in nikâhı altında idi. Yaşlılığından
veya başka bir durumdan kaynaklanan bir hususundan hoşlanmadı. Onu boşamak
istedi. Hanımı: Beni boşama ve bana istediğin gibi pay ayır dedi. Bu şekilde
sünnet cereyan etti ve: "Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut
yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti nazil oldu.[283] Bûhârî'nin
de Âişe (r.anhâ)'dan rivayet ettiğine göre "Şayet bir kadın kocasının
uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti hak-k'ıncla o
şöyle demiş; (Âyet-i kerime) yanında fazla sevmediği, fazla düşüp kalkmadığı,
bir hanımı bulunup da ondan ayrılmak İsteyen, buna karşılık hanımının da
kendisine: Benim hakkımda (bana istediğin gibi pay ayırmanı) sana helal
ediyorum, demesi üzerine bu âyeM kerime nazil olmuştur.
[284]
Düzeltmelerinde"
buyruğu, genel olarak "barışmalarınında" anlamında; diye okunmuştur.
Kûfelilerin çoğunluğu,
bunu şeklinde okumuşlardır. el-Cahderi ye Osman el-Betti Cuilâ; diye okumuştur.
Anlamı ise; Barışmalarında, şeklinde olup daha sanra"tı" harfi
"sad" harfine idğam edilmiştir.
[285]
Bu âyet-i kerimedeki
fıkhı inceliklerden birisi de, koca, kadının gençliğinin geçip gitmesinden ve
yaşlanmasından sonra onun yerine bir başka kadın ile evlenmemesi gerektiği
görüşünde bulunan kaba cahillerin kanaatlerini red etmesidir. İbn Ebi Muleyke
der ki: Şevde bint Zem'a'nın yaşı ilerleyince Peygamber (sav) onu boşamak
istedi. Ancak of Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih edip, ona: Beni
nikahın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye tahsis et, dedi. Hz. Peygamber
de böyle yaptı. Hz. Şevde de onun hanımlarından birisi olduğu halde vefat etti.
Derim ki: Muhammed b.
Mesleme'nin kızı da böyle yapmıştı. Mâlik, İbn Şihab'dan, o, Rafı' b, Hadîc'den
rivayet ettiğine göre Rafi", ensardan olan Mu-hamraed b. Mesleme'nin kızı
ile evlendi. Yaşlanıncaya kadar Rafi'in nikahı altında kaldı. Daha sonra onun
üzerine genç birisi ile evlendi. Genç hanımını ona tercih etti, Muhammed b.
Mesleme'nin kızı kendisini boşamasını istedi, Rafi' de onu bir talak ile
boşadı. Sonra ona iddet süresini tamdı. İdde-ti biteceği vakte yakın ona ricat
etti (döndü). Tekrar genç kadını ona tercih etti. Kadın yine ondan kendisini
boşamasını istedi. O da onu bir talak ile bir daha boşadı. Yine iddeti bitmeden
ona ricat etti ve tekrar genç hanımı ona tercih edince yine ondan kendisini
boşamasını istedi. Rafi' hanımına şöyle dedi: Nasıl istersen; geriye bir talak
hakkımız kaldı. Arzu edersen gördüğün şekilde onu sana tercih edişime devam
etmeme katlanır ve kalırsın; arzu edersen de senden ayrılırım. Bu sefer hanımı
şöyle dedi: Hayır, onu bana tercih edecek olsan dahi kalayım. Bunun üzerine
Rafi' de onu nikahı altında tutmaya devam etti. Rafi', hanımı kumasının
kendisine tercih edilmesine rağmen yanında kalmayı tercih etmesi üzerine
kendisinin vebal altında olduğu görüşüne katılmadı. Bunu, Ma'mer, ez-Zührî'den
hem lafız, hem de manasıyla rivayet etti ve aynca şunu da ekledi: İşte:
"Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden kor t
arsa, barış yoluyla aralarını düzelünelerinde kendileri için bîr vebal yoktur.
Barış daha hayırlıdır" âyetinin hakkında nazil olduğu sulh işte budur.
[286]
Ebû Ömer b.
Abdi'1-Berr der ki: Rivayette zikredilen: "Genç olanı ona tercih
etti" ifadesi ile -Allahu alem- kalbiyle ona meyledişi ve ona karşı arzu
ve şevk duyuşunu kast etmektedir. Yoksa yemek, giyecek ve yanında gecelemek
hususlarında ona tercih ettiğini kast etmemektedir. Rafi' gibi birisi hakkında
böyle bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Doğrusunu iyi bilen Allah'tır.
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
der ki: Bize, Ebû'l- Alıvas Simâk b, Harb'dan, o, Ha-lid b, Arârâ'dan, o, AH b.
Ebi Talib (r.aj'dan naklettiğine göre bir adam Hz. Ali'ye bu âyet-i kerime
hakkında soru sormuş, o da şöyle demiş: Bu, bir kişinin yamnda bir hanım olup
da çirkinliği, fakirliği, yaşlılığı yada kötü huy-luluğu dolayısla gözü ondan
uzaklaşır, buna karşılık hanımı da ondan ayrılmak istememesi durumu ile ilgili
olarak nazil olmuştur. Böyle bir kadın, şayet mehrinin bir kısmından kocası
lehine vazgeçecek olursa, onun bunu alması kocaya helal olur. Yine günlerinden
bazısını ona bağışlayacak olursa bunda da bir vebal yoktur. ed-Dahhâk der ki:
Eğer koca, önceki hanımından daha genç ve daha beğendiği birisiyle evlenecek
olursa (önceki hanımın rızasıyla) hakkından bazı şeyleri eksiltmesinde bir
sakınca yoktur. Mukatil b. Hayvan der ki: Burada kasıt, nikahı altında yaşlı
bir kadın bulunup da üzerine genç bir kadın ile evlenen kocadır. Koca bu yaşlı
hanımına: Bu genç kadına sana ayırdığım gece ve gündüz payından daha fazlasını
vermem karşılığında sana malımdan bazı şeyler vermek istiyorum der, önceki
kadın da aralarında anlaştıkları bu şeye razı olur (ise) mesele yok. Şayet
kadın hakkını almaktan başka bir şeye razı olmazsa, bu sefer günlerini
aralarında paylaştırmak ve adil olmakla mükelleftir.
[287]
İlim adanılan der ki:
İşte bu buyrukta, böyle bir durumla karşılaşılması halinde bütün sulh
çeşitlerinin mubah olduğuna delil vardır, ister koca kadının sabretmesine
karşılık ona birşeyler versin, isterse kadın tercihi karşılığında kocasına
birşeyler versin, isterse de kadına diğerine tercih etmek, bununla birlikte
öncekini nikahı altında tutmak şeklinde olsun, yada bu sulh, herhangi bir şey
vermeksizin tercihe katlanmak şeklinde olsun; bütün bu şekiller mubahtır.
Hanımlardan birisinin vereceği bir şey karşılığında kendi günü hakkında
diğeriyle barış yapması da caizdir. Nitekim Peygamber (sav")'ın hanımları
da böyle yapmıştı, Şöyle ki: Rasûlullah (sav.) Hz. Safiye'ye kızmıştı. Safiye
Hz. Aişe'ye: Benim ile Rasûlullah (sav)'m arasını düzelt buna karşılık da ben
sana günümü bağışlamış olayım.
Bunu, İbn
Huveyzimendâd Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde Hz. Aişe'den rivayet etmektedir.
Hz, Aişe dedi ki: Rasûlullah {sav) bir hususta Safiye'ye kızdı. Safiye bana
şöyle dedi: Rasûlullah (savVın bana olan kızgınlığını giderip bana hoşnut
olmasını sağlaman karşılığında sana günümü vermeme ne dersin? (Aişe) dedi ki:
Zaferan ile boyanmış bende bulunan bir örtüyü üzerine su serptikten sonra
giyindim. Daha sonra gidip Rasûlullah (sav)'ın yanına oturdum. Bana:
"Benden uzak dur, bugün senin günün değildir" diyince, ben de şöyle
dedim: Bu Allah'ın bir lütfudur. O, lütfunu dilediğine verir, deyip ona durumu
anlattım. O da Safiye'den hoşnut oldu.
İşte bu rivayet de hanımlara
karşı eşit muameleyi terk ederek birini diğerine üstün tutmanm, başkasının
kendisine tercih edilmesini kabul edecek olanın izin ve rızasî ile olmadıkça
caiz olmıyacağını göstermektedir.
[288]
Kûfeliler
Düzeltmeleri" şeklinde, diğerleri ise, Barış yapmalan," şeklinde,
el-Calıderi de: Barışmaları" şeklinde okumuştur. Bu kelimeyi; şeklinde
okuyanların bu okuyuşu şöyle açıklanır: Arapça'da bilinen şu kî, bir topluluk
arasında eğer bir anlaşmazlık varsa ve
bu anlaşmazlık
düzeltilirse; Barıştılar" denilir
Buna karşılık;
Düzelttiler" denilmez. Eğer, şeklinde kullanılırsa, bunun mastarı da;
Islah etmek," düzeltmek olur. O bakımdan; Düzeltmeleri" şeklinde
okuyanlar, bunun bir benzerini karşılıklı anlaşmazlık ve çekememezlik halinde
de kullanmış olur.
Nitekim: Aralarını
düzeltirse" (el-Bakara, 2/182} diye buyurul-muştur. Yüce Allah'ın: Barış
yolu ile1' kelimesi bu kıraate göre mef ul olarak nasb edilmiş olur ve bu da
vermek veriş.,, anlamına gelen isminin; Verdimm" fiilinden kullanılması
gibi isim olur. Buna göre Barış yaparak düzelttim" ibaresi, Bir işi düzelttim"
demeye benzer. Aynı şekilde bu kelimeyi; Barışmaları" şeklinde
okuyanların kıraatine göre de bu, mef uldur. Çünkü bu kip, burada mü-teaddi olarak
gelmiştir. Bununla birlikte fazlalıklar) hazfedilmiş bir mastar olması
ihtimali de vardır.
Barışırlarsa" şeklinde okuyanların
kıraatine göre ise bunun asli;
şeklindedir. Daha sonra bu (te harfi "sad" harfinden sonra
ince olduğundan) onun benzeri fakat sert harf olan "tı"ya
değiştirilerek Ne dönüşür. Daha sonra da "ti" harfi "sad"
harfine cjönüştürülerek "sad" harfi ona İdğam edilir. "Sad"
harf indeki safir (ıslık) sesinin devamı dolayısıyla "tr'ya değiştirilmez.
(Yani, buna bağlı olarak "ti" harfi de "sad" harfine
dönüştürülür).
[289]
Yüce Allah'ın:
"Barış daha hayırlıdır* buyruğu, umumi ve mutlak bir lafızdır. Ruhları
teskin eden ve anlaşmazlıkları izale eden gerçek sulhun, kayıtsız ve şartsız
olarak hayırlı olmasını gerektirir. Mal, yatakta beraberlik veya bunun dışında
herhangi bir hususta karı ile koca arasında meydana gelecek bütün sullıler de
bu hususun kapsamına dahildir.
"Hayırlıdır"
buyruğu, ayrılıktan daha hayırlıdır, demektir. Çünkü ayrılıkların, kinin ve
öfkenin devam edip gitmesi, şerri ayakta tutan unsurlardandır. Hz. Peygamber
de, kin hakkında: "İşte o tıraş edicidir"
[290]
diye buyurmuştur Tıraş edici olması, saçı tıraş eden değil, dini tıraş eden
demektir.
[291]
Yüce Allah'ın:
"Zaten nefislerde bir cimrilik vardır" buyruğu, cimriliğin herkeste
var olduğunu haber vermektedir. İnsanın hilkati ve karakteri itibariyle
cimrilik etmesinin kaçınılmaz olduğunu ve hatta arkadaşını dahi kendisinin
hoşlanmadığı şeye buğz etmeye kadar götürebileceğini ortaya koymaktadır.
Cimrilik anlamına gelen;'ın fiilleri şeklinde gelir,
îbn Cübeyr der ki:
(Burada sözü edilen cimrilik) kadının kocasından aldığı nafakasını ve ona
günlerini ayırmasını bencilce kendisine istemesidir.
îbn Zeyd der ki: Burada
cimrilik, kadının da, erkeğin de kendi tutkularını gerçekleştirmek
istemesidir.
İbn Atiyye der ki: Bu
daha güzel bir açıklamadır. Çünkü çoğunlukla kadın kocasından hakettiği pay
kendisinin olsun ister. Kocanın da çoğunlukla genç hanımına ayrılan payında
bir bencilliği vardır.
Cimrilik, (es-Şuh
bencillik, kıskançlık vs.) inanç, irade, arzu, istek, mal ve benzeri konularda
gerekli zapt-u raptı sağlamak demektir.
Böyle bir duygu,
kişinin dinine daha bir sarılmasına sebep oluyorsa bu, övülen bir duygudur.
Başka hususlarda onu tutkunluğa itiyor ise, onda kısmen yergi sözkonusudur.
İşte hakkında yüce
Allah'ın: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, felah
bulanların tâ kendileridir" (et-Teğabûn, 64/16) diye buyurduğu cimrilik
çeşidi budur. Şer'î hakları yahut da insanlığın gerektirdiği şeyleri
engellemek noktasına kadar götürürse işte o adi bîr huy olan bahîllik (cimrilik,
pintilik, eli sıkılık) dır. İşte eli sıkılık bu yerilmiş huy ve adi karakterlere
kadar götürecek olursa, artık o kimseden ne bîr hayır umulur, ne de bir
düzeliş.
Derim ki: Rivayet
edildiğine göre Peygamber (say), Ensara şöyle sormuş: "Efendiniz
kimdir." Onlar; el-Ced tx Kays, ama biraz cimriliği vardır. Bu sefer
Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: "Cimrilikten daha kötü hangi hastalık
vardır ki?" Bu sefer şöyle sordular: Bu nasıl olur Ey Allah'ın Peygamberi?
Şöyle buyurdu:
"Bir kavim deniz
kıyısında konakladı. Cimrilik dolayısıyla kendilerine misafir gelmesinden
hoşlanmadılar. Bunun üzerine erkeklerimiz ve kadınlarımız birbirinden
uzakİaşsın ki, misafir geldiği takdirde erkekler onlara kadınların uzak
bulunduklarını belirterek özür beyan etsinler, kadınlar da erkeklerin
kendilerinden uzakta bulunduğunu belirterek özür beyan etsinler. Gerçekten de
böyle yaptılar. Ve bu durumları uzayıp gitti. Bu sefer erkekler erkeklerle,
kadınlar da kadınlarla meşgul oldu."
[292]
Bu hadis daha önceden
(ÂH İmran, 3/180. âyet, 3- başlıkta) geçmişti. Bunu, el-Mâverdî (Edebu'd-Dünya
ve'd-Din adlı eserinde) zikretmiştir.
[293]
Yüce Allah'ın:
"Eğer iyi geçinir ve sakınırsanız" buyruğu bir şarttır. "Şüphe
yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğu da onun cevabıdır Bu,
cimrilik yapıp iyilik yapmamaları haline dair kocalara bir hitaptır. Yani,
eğer iyilik yapar onlarla birlikte olmaktan hoşlanmamanıza rağmen kadınlarla
geçiminizde kötülük yapmaktan sakınır, onlara zulmetmekten kendinizi uzak
tutarsanız bu sizin için daha bir faziletlidir,
[294]
129. İsteseniz bile
kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari büsbütün meyledip de ötekini
askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphe yok ki
Allah, çok mağfiret edicidir, marhamet sahibidir*
Yüce Allah:
"isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari büsbütün meyledip
de.,," buyruğunda, kadınlar arasında mutlak adaleti gerçekleştirmenin güç
dahilinde olmadığını haber vermektedir. Güç dahilinde olmayan şey ise, sevgi,
cima ve kalpteki yer itibariyle tabii meyil ile ilgili hususlardadır. Yüce
Allah, insanların durumunu vasfetmekte ve yaratılışları gereği, kalplerinin
kimisine meyledip, kimisine meyi etmesini önlemek imkânına sahip olmamakla
nitelendirmektedir. O bakımdan Peygamber (sa-lat ve selam ona) şöyle derdi:
"Allahım, işte bu benim gücüm dahilinde olan hususlardaki
paylaştırmanındır, O bakımdan Senin Mâlik olduğun, benim sahip olamadığım
hususlarda beni kınama!"
[295]
Daha sonra yüce Allah
bir nehiyde bulunarak: "Baribüsbütün meyledip de..." diye
buyurmaktadır. Mücahid der ki: Kasten kötülük yapmaya kalkış-mayımz. Aksine
paylaştırmada ve nafakada eşitliğe riâyet ediniz. Çünkü bu, güç yetirilen
hususlar arasındadır. İleride buna dair açıklamalar geniş bir şekilde el-Ahzab
Sûresi'nde (33/51. âyet 2; başlıkta) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Katade
de en-Nadr b. Enes'den, o, Beşir b. Nehîk'ten, o, Ebû Hureyre'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav") buyurdu ki: "Her kimin
İki hanımı bulunur da aralarında adalet yapmazsa, Kıyamet gününde bir tarafı
meyilli olarak gelir."
[296]
Yüce Allah'ın:
"Ötekini askıdaymış gibi bırakmayın" yani ne boşanmış, ne de evli
gibi kalmasın. Bu açıklamayn el-Hasen yapmıştır. Bu da bîr şeye asılı bulunan
bir başka şeye bir benzetmedir. Böyle bir şey ise, ne yer üzerinde karar
bulmuştur, ne de asılı bulunduğu şey tarafından gereği gibi taşınmaktadır
Bu: darb-ı meseline
benzemektedir.
[297]
Nahivdlerin örfünde ise, fiilin taliki de bunu andırmaktadır,
Umrn Zer' hadisi diye
bilinen meşhur hadiste kadının şu sözleri de bu kabildendir: "Kocam,
çirkin bir sınk gibi ince ve uzundur. Konuşursam beni boşar, susarsam askıda
kalırım."
[298] Katade
dedi ki: ("Askıdaymış gibi" demek) hapisdeymiş gibi demektir.
Nitekim, Ubeyde bunu: "Onu hapisde imiş gibi bırakmayın" diye okumuştur.
İbn Mes'ud ise bunu: Onu, sanki o askıdaymış gibi bırakmayın" diye
okumuştur. "Onu... bırakmayın" kelimesi nasb mahallindedir. Çünkü
nehyin cevabıdır. "Askıdaymış gibi" kelimesindeki ("gibi"
anlamındaki) "kef" harfi de yine nasb mahallindedir[299]
130. Eğer (karı-koca)
birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah herbirni genişliği ile zengin kılar.
Şüphesiz Allah, lütftı geniş olandır, hikmeti büyüktür.
131. Göklerde ne var
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Andolsun ki, sizden önce kendilerine kitap
verilenlere de size de, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer
küfre saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.
Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan (GanOdir, hamde layık olandır.
132. Göklerde ne var
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, vekil olarak, Allah yeter.
Yüce Allah'ın:
"Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, her birini genişliği ile zengin
kılar*1 buyruğunun anlamı şudur: Eğer birbirleriyle barışmaz aksine ayrılacak
olurlarsa, Allah hakkında güzel zan beslesinler. Yüce Allah erkeğe gözünün
aydınlığı olacak bir hanım nasip edebilir. Hanıma da kendisine bol imkânlar
sağlayacak bir koca nasip edebilir. Rivayete göre Cafer b. Muhammed'e bir adam
gelip fakirliğinden şikâyet etti. Ona nikahlanma-sini söyledi. Adam gitti
evlendi. Daha sonra ona gelip yine fakirlikten şikâyet etti. Bu sefer o hanımı
boşamasını emretti. Ona niye böyle yaptığı sorulunca şöyle dedi: "Eğer
fakir iseler, Allah onları lütfuyla zengin kılar" (en-Nûr, 24/32) âyetinin
sozkonusu ettiği kimselerden olabilir ümidiyle ona ni-kahlanmasını emrettim.
Ama bu âyetin sozkonusu ettiği kimselerden olmadığı ortaya çıkınca, bu sefer
ona boşanmasını emrettim ve dedim ki: Belki de şu: "Eğer birbirlerinden
ayrılırlarsa Allah herbirini genişliği ile zengin kılar" âyetinin söz
ettiği kimselerden olabilir.
Yüce Allah'ın: *
Andolsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan
korkun diye tavsiye ettik" buyruğuna göre; takva emri bütün ümmetlere
verilmiş genel bir emirdir. Takvaya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara,
2/2, âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Size de" buyruğu
Kitap verilenlere de" buyruğundaki çoğul zamirine alf edilmiştir.
Allahtan korkun diye" buyruğu da nasb mahaHindedir. el-Ahfeş der ki; Yani,
Allah'tan korkun emri ve tavsiyesi İle... (tavsiyede bulundu). Ariflerden
birisi de şöyle demiş: Bu âyet-i kerime Kıır'an âyetlerinin eksenidir. Çünkü,
bütün Kur'an-ı Kerim bunun etrafında döner. Yüce Allah'ın: "Eğer küfre
saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah
hiçbir şeye muhtaç olmayan (ĞanOdır, hamde layık olandır. Göklerde ne var yerde
ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter" buyruğuna gelince,
birisi bu buyruklar-daki tekrarların faydası nedir, diye sorarsa, buna iki
şekilde cevap verilir:
Birinci cevap:
Bu,
te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Böylelikle kullar buna gereken şekilde
dikkat etsinler, yüce Allah'ın mülk ve melekûtuna (mutlak sahiplik ve
egemenliğine) baksınlar, O'nun âlemlere hiçbir şekilde muhtaç olmadığına
dikkat etsinler.
İkinci cevap:
Bu tekrar, birkaç faydayı bir arada gerçekleştirmek içindir. Birincisinde yüce
Allah (kan-kocadan) her kişiyi geniş lütfuyla zengin kılacağını haber
vermektedir. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun-dur. Hazineleri
bitip tükenmez. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ve biz size de,
kitap ehline de takvayı tavsiye (emr) ettik. "Eğer küfre saparsanız"
yani, şayet küfre sapacak olursanız şüphesiz ki O'nun size ihtiyacı yoktur
(Ganidir). Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur.
Üçüncüsünde de,
yüce Allah bütün yaratıklannı koruyup gözetmesini, onların işlerini çekip
çevirmesini, yönetmesini de: "Vekil olarak Allah yeter" buyruğu ile
haber vermektedir. Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi yalnız
O'nundur. Yüce Allah: 'Göklerde kim varsa" buyumnayıp da "ne varsa"
diye buyurmasına gelince, burada varlıkların varlık olarak cinsi kastedildiğinden
dolayıdır. Çünkü göklerde ve yerde akh erenler de vardır, akıl sahibi olmayan
varlıklar da vardır. (Arapça'da akıllı varlıklar için "men: kim",
akılsız varlıklar için de "ma" ismi mevsullan kullanılır.)
[300]
133- Eğer O dilerse,
-ey insanlar- sizi yok eder. Başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir.
"Eğer O
dilerse -ey insanlar-" müşriklerle münafıkları kast ediyor,
"sizi" ölüm ile "yok eder, başkalarını getirir" sizden
başka kimseleri var eder.
Bu âyet-i kerime nazil
olunca, Rasülullah (sav) Selman'm sırtına vurdu ve şöyle dedi: 'İşte burada
sözü geçenler bunun kavmidirler."
Bu âyet-i kerimenin
umumi olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer küfre saparsanız sizi yok eder ve
sizden daha çok Allah'a itaat eden insanlar yaratır. Bu da yüce Allah'ın bir
başka âyet-i kerimedeki şu buyruğunu andırmaktadır: "Eğer yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir Sonra onlar sizin gibi
olmazlar." (Muhammed, 47/38) Âyet-i kerimede aynı zamanda herhangi bir
velayet, emirlik ve başkanlığı bulunup da yönetimi altındakiler 'hakkında âdil
davranmayan yahut alim olup da ilmiyle amel etmeyen ve insanlara öğüt vermeyen
herkese onu yok edip yerine başkasını getireceğine dair bir korkutma ve bir
dikkat çekme de sözkonusudur.
"Allah buna
hakkıyla kadirdir" Kudret yüce Allah'ın ezeli bir sıfatıdır. Onun
malumatının nasıl sonu yoksa, makdûrâtınm (güç yetirdiği şeylerin) da sonu
olmaz. O'nun sıfatları hakkında geçmiş, gelecek ve halihazırdaki durum
aynıdır, Âyet-i kerimede bunun özel olarak mazi (di'li geçmiş.) ifadesiy-
le zikredilmesi, Onun
zat ve sıfatında herhangi bir şeyin sonradan hadis olduğu vehmine kapılmamak
içindir. Kudret ise, fiilin kendisiyle meydana geldiği sıfattır. Kudret ile
birlikte acizliğin varlığı mümkün değildir.
[301]
134. Kim dünya
sevabını isterse bilsin ki, dünyanın da âhire Hu de sevabı Allah'ın
ne/dindedir. Allah herşeyi işitendir, görendir.
Yani, kim âhireti elde
etmek arzusuyla Allah'ın farz kıldığı şeyleri gereği gibi yerine getirecek
olursa, Allah âhirette bunun'mü kafa tını ona verir. Her kim dünyalık eîde
etmek arzusuyla amel ederse, Allah ona da dünyada takdir ettiği kadarını
verir, âhirette ise onun bir mükâfatı olmaz. Çünkü Allah'tan başkası için amel
etmiştir.
Nitekim yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Ve onun âhiret-te hiç bir payı da
yoktur.0 (eş-Şura, 42/20); "İşte onlar, ahirette ateşten başka hiçbir
paylan olmayanlardır" (Hûd, 11/16) Böyle bir açıklama, âyet-i kerime ile
münafık ve kâfirlerin kast edilmiş olması halinde uygundur Tabe-rî'nin tercihi
de budur.
Rivayete göre,
müşrikler Kıyamete iman etmezler. Yüce Allah'a da dünya hayatında kendilerine
genişlik versin ve dünyada hoşlarına gitmeyen şeyleri üzerlerinden kaldırsın
diye yaklaşmaya çalışırlardı.
Bunun üzerine aziz ve
celil olan Allah da: "Kim dünya sevabını (mükâfatını) isterse, bilsin ki
dünyanın da ahlretin de sevabı Allah'ın nezdlnde-dir. Allah her şeyi işitendir,
görendir* buyruğunu indirdi Yani, onlann söylediklerini işitendir, İçlerinde
gizlediklerini de görendir.
[302]
135- Ey iman edenleri
Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah İçin şahidlik edenler olun.
Kendinizin yahut ana-babanızın ve yakınlarınızla aleyhine dahi olsa» zengin ya
da fakir olsunlar. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Artık adaletten
vazgeçerek he-vâya uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz,
şüpheniz olmasın ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Ayakta tutanlar...olun" buyruğundaki: Ayakta tutanlar" buyruğu
mübalağa kipidir. Yani, adaleti ayakta tutma işi sizden gerektiği her
seferinde tekrarlanıp dursun. Bu ise, kendi aleyhinize şahidlikte adaletli
olmak ile olur. Kişinin kendi aleyhine şahidliği, aleyhindeki hakları ikrar
etmesiyle olur. Bundan sonra ise kendilerine iyi davranmanın vacib olması ve
mevkilerinin büyüklüğü dolayısıyla anne-babadan gözetmekte ve ikinci olarak da
akrabaları sözkonusu etmektedir. Çünkü akrabalar sevilir ve onlar yakınlık
duygusuyla adil olmayan bir şekilde korunmaları ihtimali vardır. (Bunlar
hakkında dahi adü davranmak gerektiğinden) yabancı insanlar hakkında adil
olmak ve gerektiğinde aleyhlerine şahidlikte bulunmak ise, öncelikle
sozkonusudur Böylelikle bu sûrede, malî hususlarda insanların haklarını
korumaya dair açıklamalar yer almış olmaktadır[303]
Bu âyet-i kerimenin
ihtiva ettiği hükümlerin sıhhati hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı
yoktur. Aynı şekilde çocuğun anne-babası aleyhine yapacağı şahidliğin geçerli
olacağı, böyle bir $ahidliğin onlara karşı iyi davranmaya aykın olmayacağı
hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Hatta gerektiğinde aleyhlerine şahidlikte
bulunup onları batıldan kurtarmak, onlara yapılabilecek iyilikler arasındadır.
Yüce Allah'ın: "Kendinizi ve aile efradınızı öyle bir ateşten koruyun
ki..." (et-Tahrim, 66/6) buyruğunun ifade ettiği anlam da budur. Kişinin
ebeveyni lehine, ebeveyninin de onun lehine şahidlik etmesine gelince, bu da
bir sonraki başlığın konusudur:
[304]
Bu hususta eskiden de,
sonradan da ihtilâf edilmiştir. İbn Şihâb ez-Zührî der kir 5elef-i salihten
geçmiş olanlar, anne-babanın ve kardeşin (lehteki) şa-hidliğini caiz kabul
ediyorlar ve bu hususta yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, adaleti
titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahidlik edenler olun" buyruğuna
dayanırlardı. Çünkü selef-i salihten (Allah onlardan razı olsun) bu
hususta herhangi bir
kimse itham allında bulunmuyordu. Sonra insanlardan öyle bir takım davranışlar
ortaya çıkmaya başladı ki, yetki sahiplerini bu hususta onları itham (zan)
altında tutmaya İtti. O bakımdan itham altında bulunanın şahidliği terk
edildi. Buf sonunda çocuğun, babanın» kardeşin, kocanın ve zevcenin (lehteki)
şahidliğini caiz görmemek noktasına geldi.
Aynı zamanda bu
el-Hasen, en-Nehaî, eş-Şa'bi, Şureyh, Mâlik, es-Sevrî, Şafiî ve İbn. Hanbel'İn
de görüşüdür.
Kimileri de, eğer adil
kimseler iseler, bunların birinin diğeri lehindeki şa-hidh'ğim caiz kabul
etmiştir Ömer b, el-Hattab'dan böyle bir şahidliği geçerli kabul ettiği
rivayet edilmiştir. Aynı şekilde Ömer b. Abdulazizden de böyle rivayet
edilmiştir. îshak, es-Sevrî ve el-Müzenî de bu görüştedir. Mâ-lik'in görgü ise,
adaletli kimse olması halinde -neseb hususu müstesna- kardeşin kardeşi
lehindeki şahidliğini caiz görmektedir İbn Vehb ise Mâlik'ten, eğer onun bakımı
altındaki kimselerden ise, yahut da kendisine miras kalacak bir mal payı
hakkında ise, bu şahidliğin caiz olmayacağını ifade ettiğini rivayet etmiştir.
Mâlik ve Ebû Hanife
der ki; Kocanın hanımı lehindeki şahidliği kabul edilmez. Çünkü bunlar
arasındaki mülkiyet menfaatleri birbirine ulaşır. Şahidli-ğe konu olan şeyler
de bunlardır.
Şafiî der kir Eşlerin
birbirleri lehindeki şahidliği caizdir. Çünkü bunlann biri diğerine
yabancıdır. Onlar arasındaki evlilik akdi ise, sona ermekle karşı karşıyadır
Aslolan ise tahsis bulunduğu takdirde, tahsis edilen alan dışında şahidliğin
kabul edilmesi olduğuna göre, (eşlerin birinin diğeri lehindeki şahidliği de)
aslı üzere kalmaktadır. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü evlilik, karşılıklı
olarak şefkati, birbirlerinin haklarını gözetmeyi, ülfeti ve sevgiyi gerektirir.
O bakımdan bu gibi durumlarda (birbirlerini kayırma)ithamı güçlü ve açık bir
halde bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd da Süleyman
b. Musa'dan, o, Amr b. Şuayb'dan o, babasından, o da dedesi yoluyla rivayet
ettiği hadise göre Rasûlullah (sav), hain erkeğin, hain kadının ve kin sahibi
bir kimsenin kardeşi aleyhindeki şahidliğini red etmiştir. Aynı şekilde bir
aile halkı yanında geçinen fakir bir kimsenin onlar lehindeki şahidliğini de
reddetmiş, diğerlerinin şahidliklerini kabul etmiştir.
[305]
el-Hattabî der ki; Kin sahibi (zu el-ğımr) kişi, kendisiyle aleyhinde
şahid-likte bulunduğu kimse arasında açık bir düşmanlık bulunan kişidir. Böyle
bir İtham dolayısıyla bu gibi kimselerin şahidliği red olunur.
Ebü Hanife der ki:
'Kişinin düşmanı aleyhine şahidliği, eğer adil bir kimse ise makbuldür.
Hadis-i şerifte geçen "bir aile yanında kahp onlardan geçinen (el-kânîT
ise, dilenen ve kendisine yemek verilmesini isteyen kimse demektir. Bu aslında
dilencilik yapmak anlamındadır.
Yine el-kani' hakkında
söyle bir açıklama yapılmıştır: Bu, bir topluluğa kendisini vererek başka
hiçbir şeyle uğraşmaksızm yalnızca o topluluğun hizmetini gören, onların
ihtiyaçlarını karşılayan kimse demektir. Bu da ecîr (ücretle çalıştırılan özel
işçi) yahut vekil ve buna benzer kimsedir.
Böyle bir şahidliğin
reddedilmesinin hikmeti ise, bu sahiciliği yapmakla kişinin kendi lehine bir
menfaat temin etme imamının varlığıdır Çünkü, bir aile halkına hizmet eden bir
kimse, onların elde edeceği menfaatten yararlanır. Yaptığı şahidlik ile
kendisine herhangi bir menfaat sağlayan kişinin şahadeti merdudtur.
Bir kimsenin şuf a
hakkı ile alma imkânına sahip olduğu bir evi bir başkasının satın aldığına
dair şahidlik edenin veya bir kimsenin lehine müflis bir kimsenin üzerinde
alacağı bulunduğuna dair hüküm verildikten sonra, müflisin lehine de bir başka
adamın üzerinde alaCağı bulunduğuna şahidlik etmesi ve buna benzer durumlar.
el-Hattabî der ki: Ev halkı yanında barınan fakir bir kimsenin onlar lehine
yapacağı şahidliğin reddediliş sebebi, bunun menfaatinin kendisine gelmesidir.
O halde bu söze kıyasen, kocanın hanımı lehine yapacağı şahidliğin de
reddedilmesi gerekir. Çünkü, ikisi arasında menfaat sağlama ithamı daha ileri
derecededir.
Ebû Hanlfe de bu
görüştedir Hadis-i şerif, babanın çocuğu lehine olan şa-hidliği caiz kabul
edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü baba, böylelikle oğluna olan fıtri
sevgisi ve meyli dolayısıyia bu şahidlikle ona bir menfaat sağlar. Diğer
taraftan baba, oğlunun istememesine rağmen onun malına mâliktir. Nitekim
Peygamber (sav} da: "Sen de malın da babana aitsiniz" diye buyurmuştur.
[306]
Mâlik'e göre şahidliği
red edilenler arasında bedevi kimsenin şehirde yaşayan aleyhinde yapacağı
şahidlik de vardır. O şöyle der; Ancak, kişinin kendisi çölde veya kasabada
yaşıyorsa müstesna. İkamet halinde bedevi bir kimseyi şahid gösterip onunla
ikamet eden komşularını terkeden kimse (.onları şahid göstermeyen kişi)
kanaatimce şüpheye düşüren bir kimsedir.
Ebû Dâvûd ve Darakutnî
şunu rivayet ederler: Ebû Hureyre Rasûlullah (sav)'ı söyle buyururken dinlemiş:
"Bedevî bir kimsenin kasabada yerleşik kimse'aleyhine şahidliği caiz
değildir."
[307]
Muhammed b- Abdiîhakem
der ki: Mâlik bu hadisi, bununla haklarda ve mallarda yapılan şahidliğin
kastedildiği şeklinde te'vil etmiştir. Ancak, kanlarda ve buna benzer herkesin
sorumlu tutulduğu diğer haklardaki şahidlik red olunmaz. Genel olarak ilim ehli
ise şöyle demektedir: Bedevi bir kimse eğer adil olup şahidliği doğru
yapabilecek bir kimse İse caizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Bu hususta açıklamalar
daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet 25. başlık ve devamında) geçtiği
gibi, bunun geri kalan kısımları da yüce Allah'ın izniyle et-Tevbe sûresi'nde
(9/97- âyet 2. başlıkta) gelecektir.
[308]
Yüce Allah'ın:
"Allah için şahidlik edenler" buyruğu "titizlikle ayakta tutanlar"
buyruğunun sıfatıdır.
[309]
Arzu edildiği takdirde
bu, haberden sonra ikinci bir haber olarak da kabul edilebilir, (Mealde olduğu
gibi). en-Nehhas der ki: Bu ikisinden de daha iyi ve güzel olmak üzere bunun,
buyruğunda iman edenlerin sozkonu-su edildiğini belirten zamirden hal olmak
üzere mansub olmasıdır. Çünkü bu da aynı manayı ifade etmektedir. Yani,
şahidlik ettiğiniz takdirde, adaleti ayakta tutan kimseler olarak şahidlik
ediniz.
İbn Atiyye ise der ki:
Ancak burada bu kelimenin hal olması mana bakımından zayıftır. Zira adaletle
ayakta durmanın yalnızca şahidlik anlamına tahsis edilmesi sözkonusudur.
Şahidler"
kelimesinin gayr-ı munsarıf olması ise, sonunda te'nis elifi'nin bulunmasıdır.
[310]
Yüce Allah'ın;
"Allah için" buyruğunun anlamı, Allah nzası için, O'nun vereceği
sevap için, sırf Onun için demektir. "Kendinizin... aleyhine dahi olsa"
buyruğu ise "şahidllk edenler" ile alakalıdır. Buyruğun yapılan
tefsirinin zahirine göre bu böyledir. Burada sözü geçen şahidlik ise sahipleri
lehine ikrarda bulunulan haklar ile ilgilidir. İşte kişinin -az önce de
geçtiği gibi- kendi aleyhine şahidliği yapması da bu demektir.
Yüce Allah bununla
mü'minlere edep öğretmektedir. Nitekim İbn Abbas şöyle demiştir: Kendi
aleyhlerine dahi olsa hakkı söylemekle emr olundular.
Yüce Allah'ım
"Allah için şahidlik edenler" buyruğunun, Allah'ın vahdaniyetine
tanıklık edenler anlamında olması da muhtemeldir, O takdirde:
"Kendinizin... aleyhine dahi olsa" buyruğu, "titizlikle ayakta
tutanlar" buyruğuna taalluk eder. Ancak, birinci te'vil daha açıktır.
[311]
Yüce Allah'ın: Zengin
ya da fakir olsunlar. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır" buyruğunda C
jü fin ismi hazf edilmiştir. Yani: Eğer şahidlik etmenizi isteyen, yahut da
aleyhine şah i dükle bulunacağınız kişi zengin ise, zenginliği dolayısıyla onu
gözetmeyin. Şayet fakir ise, yine ona şefkat ve merhamet duygulan etkisi
altında kalarak gözetilmesin.
"Çünkü Allah
ikisine de daha yakındır." Yüce Allah, kendileri için seçmiş olduğu
fakirlik ve zenginlik hususunda onlara daha yakındır.
es-Süddî der ki:
Peygamber {.sav)'ın huzurunda bir zengin ve bir fakir da-valaştı. Peygamber
(sav) içten içe fakire meyi ediyordu. Ve fakirin zengine haksızlık etmeyeceği
görüşünde idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.
[312]
Yüce Allah'ın:
"Çünkü Allah itişine de daha yakındır"
buyruğunda yüce Allah,
İkisine" diye buyurmakta ve Ona diye buyurma makta dır. Her ne
kadar" Yahut, veya" birileri
hakkında husule delalet ediyorsa da böyle kullanılışının sebebi, anlamın yüce
Allah'ın her ikisine de ayn ayrı yakınlığından dolayıdır.
el-Ahfeş der ki:
"veya" bazan vav : ve" anlamında da olur. Yani eğer o kişi
zengin olsun, fakir olsun Allah, nasıl olurlarsa olsunlar iki davacıya da daha
yakındır. Ancak bu açıklamada biraz zaaf vardır.
Şöyle de denilmiştir.
"İkisine" diye buyurması, daha önce her ikisinden de söz edildiğinden
dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Erkek
veya kız kardeşi varsa onlardan her birine altıdabir düşer." (en-Nisâ,
4/12)
[313]
Yüce Allah'ın;
"Artık... hevaya uymayın" buyruğu bir yasaktır. Çünkü hevaya tabi olmak
aşağılatıcıdır. Yani, helak edicidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar arasında hakk ile hükmet. Hevaya uymaki seni Allah'ın yolundan
saptırır." (Sad, 38/26)
Çünkü hevaya tabi
olmak, haksız yere şahidlikte bulunmaya, hükümde haksızlık yapmaya ve buna
benzer şeyleri işlemeye iter.
eş-Şa'bî der ki: Yüce
Allah, hakim ve yöneticilerden üç türlü ahid almıştır: Hevaya tabi olmamaları,
insanlardan korkmayıp yalnız kendisinden korkmaları ve âyetlerini az bir bedele
değişmemeleri.
Adaletten vazgeçerek"
buyruğu nasb mahallindedir,
[314]
Yüce Allah'ın:
"Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz" buyruğun-daki
"eğip bükerseniz" anlamındaki buyruk, şeklinde okunmuştur. Bu
okuyuşa göre, kişiye hakkını vermeyip inkar etmesi halinde kullanılan; O'den
gelmektedir. Bunun fiili ise; şeklinde gelir. Aslı ise şeklindedir.
"Ye" harfi, kendisinin ve kendisinden önceki harfin harekesi
dolayısıyla elife kalb edilmiştir. Maştan ise şeklinde gelmekle birlikte, bunun
da aslı dır diye de gelir. Bunun da ash;
şeklindedir. Ancak "vav" harfi "ye11 harfine idğam edilmiştir.
el-Kutebi der ki
kelimesi, şahidlikte birisine doğru yaklaşmaktan, hasımlardan birisine
meyletmek anlamındaki: ten gelir. İbn Âmir ve Kûfeliler ise diye okumuşlardır.
Bununla da bir işi şahidliği ifa edip yüz çevirecek olursanız, anlamı
kastedilmiş olur. Bu da: ifadesinden alınmadır. O takdirde bu ifadede işi
gereği gibi yerine getirmekten yüz çevrildiği için azarlama manası sözkonusu
olur.
'm anlamının yüz
çevirmek olduğu da söylenmiştir. Buna göre "lam" harfini ötreli
olarak okumak, iki anlamı ifade etmektedir: Bir işi üstlenmek ve aynı zamanda
yüz çevirmek. İki "vav" ile okumak ise tek bir anlam ifade eder ki
bu da şahidlikten yüz çevirmeyi anlatır. Kimi nahivciîerin iddiasına göre diye
-tek "vav"- ile okuyanların lalın ile (yanlış) okuduğunu ileri
sürmüştür. Çünkü burada üstlenmenin (vilâyetin) bir anlamı yoktur. en-Neh-has
ve başkaları ise şöyle demektedir: Böyle bir şey (bunun lahn olması) gerekmez.
Ve bu kelime anlamında (yani iki
vav"h kullanılışı gibi) olur Çünkü bu kelimenin asli; şeklindedir.
Kendisinden sonra bir başka vav'ın daha geldiği bir "vav" harfinin
üzerindeki ötre ağır geldiğinden dolayı o "vav"ın ötre olan harekesi
lâm'a verildikten sonra iki sakin bir arada olduğundan ötürü iki
"vav"dan biri hazf edilmiştir. Bu da lam harfini sakin ve iki
"vav" ile okuyuş gibidir. Bunu da Mekkî zikretmiştir.
ez-Zeccâc ise der ki:
" şeklînde kıraatte birinci "vav" hemzeli okunursa o takdirde
şeklinde olur Bu "vav"ın harekesi "lâm*a verilmek suretiyle
hemze hafifletilince bu sefer; haline
gelir.
Ve bunun aslı da
şeklinde çift "vaV'lıdır. Bu takdire göre her iki kıraat arasında bir
uyum sözkonusu olmaktadır. Bunu en-Nehhasf Mekkî, İb-nül-Arabî ve başkaları da
zikretmiştir
İbn Abbas der ki: Bu,
hakimin yanında oturan iki hasım hakkındadır. Hakim birisinin lehine,
diğerinin aleyhine olmak üzere birisine doğru meyledip ve diğerinden yüz
çevirmesiyle ilgilidir. Buna göre bu kelime, hüküm hakimin kendisine
meylettiği kişinin lehine verilip uygulamaya konulmak suretiyle adaletli hüküm
verme imakânı ortadan kalkıncaya kadar sözün eğilip bükülmesi, sağa ve sola
çekilmesi dernek olur.
İbn Atiyye der ki:
Ben, kimi hakimlerin böyle yaptığına tanık oldum. Yüce Allah, herkesi hesaba
çekecek olandır.
Yine tbn Abbas,
es-Süddî, İbn Zeyd, ed-Dahhâk ve Mücahid der ki: Bu buyruk, şahidükte
bulunurken hakkı söylenıeyen ya da hakkı yerine getirmekten yüz çeviren
böylelikle de şahidliği diliyle tahrif edip, eğip büken şahid-ler hakkındadır.
Âyetin lafzı hem
yargıyı, hem şahidliği kapsamına almaktadır. Bütün insanlar adaletle emrolunm
uslardır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: Üzerindeki hakkı ödeme
gücünü bulan bir kimsenin eğip bükmesi (üzerindeki hakkı ödemeyi savsaklaması)
ırzını da helal kılar, cezalandırılmayı da hak eder."
[315]
İbnü'l-Arabîder ki:
Cezalandırılması hapsedilmesi demektir. Irzının helal kılınması ise şikâyet
edilmesidir.
[316]
Kimi ilim adamı kölenin
şalndliğinin kabul edilmemesi (reddi) hususunda bu âyeti delil göstermiş ve
şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede hakimi bir şahid olarak
değerlendirmiştir. Bu da kölenin şahidİik yapma ehliyetine sahip olmadığının en
açık bir delilidir. Zira, böyle bir işi yerine getirmesi için kendisine
ihtiyaç duyulduğu takdirde bu işte gözetilen maksat bağımsızlıktır. Kölenin
bağımsız olması ise asla düşünülemez. İşte bundan dolayı kölenin şahidliğî red
olunur.
[317]
136. £y iman edenler,
Allah'a, O'nun Rasûlüne, Rasûlüne kısım kı-stm İndirdiği kitaba ve daha evvel
indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, artık o hiç şüphesiz (haktan)
uzak bir sapıklığa düşmüş olur.
"Ey iman edenler Allah...
iman edin" âyet-i kerimesi bütün mü'minler hakkında nazil olmuştur. Anlamı
şudur: Ey iman edip tasdik etmiş olanlar! Tasdikiniz üzere devam edin ve sebat
gösterin.
"Rasulüiıe
İndirdiği kısım kısmı kitaba" Kur'an-ı Kerime "ve daha evvel
indirdiği kitaplara" yani, bütün peygamberlere indirilmiş bütün kitaplara.
İbn Kesir, Ebû Amr ve
İbn Amir; İle; kelimelerini -sırasıyla-; İndirilen" şeklinde ötreli olarak
okumuşlardır. Diğerleri ise, (bu kelimenin ilk harflerini ötre yerine) üstün
ile okumuşlardır.
Âyet-i kerimenin
Muhammed (sav)'den önce gönderilmiş peygamberlere iman eden kimseler hakkında
nazil olduğu da söylenmiştir.' Bunun münafıklara bir hitab olduğu da
söylenmiştir. Buna göre anlamı da şöyle olur: Ey zahiren îman edenler, Allah'a
ihlâs ile iman ediniz.
Yine bununla
müşriklerin kast edildiği de söylenmiştir. O takdirde anlamı da şöyle olur: Ey
Lata, Uzza'ya ve Tağutâ İman edenler, Allah'a iman ediniz. Yani Allah'ı ve
O'nun kitaplarını doğrulayınız, tasdik ediniz.
[318]
137. Muhakkak iman
edip sonra küfre sapanları, sonra yine İman edenleri, sonra da küfürlerini
artırmış olanları Allah mağfiret edecek değildir. Onları doğru bir yola
iletecek de değildir.
Buyruğun anlamının
şöyle olduğu söylenmiştir: Musa'ya iman edip Uzeyr'e kâfir olanlar, sonra
Uzeyr'e iman eden, sonra da İsa'ya kâfir olanlar, sonra da Muhammed (sav)'jt
inkâr ile küfürlerini artırmış olanlar (Allah bunları mağfiret edecek
değildir).
Şöyle de
açıklanmıştır; Önce Musa'ya iman eden, sonra da Uzeyr'e iman eden, Uzeyr'den
sonra Mesih'i inkâr ile kâfir olan... -Hıristiyanlar Musa'nın getirdiklerini
inkâr edip İsa'ya iman ettiler- -Sonra Mulıammad (sav)'ı ve onun getirdiği
Kur'an-ı Kerimi inkâr ile küfürlerini artıranlar...
Denilse ki: Yüce
Allah, küfrü hiçbir şekilde mağfiret etmeyeceğine göre nasıl olur da:
"Muhakkak İman edip sonra küfre sapanları, sonra yine iman edenleri, sonra
da küfürlerini artırmış olanları Allah mağfiret edecek değildir" diye
buyurmaktadır
Buna cevap şudur:
Kâfir iman ettiği takdirde küfrü bağışlanır. İmandan dönüp yine kârtr olursa,
birinci küfrü ona mağfiret olunmaz. Bu ise Müslim'in Sahihinde Abdullah (b,
Mes'ud)'dan gelen şu rivayete benzemektedir: Ab-
dullah dedi ki: Bazı
kimseler Rasulullah (sav)"a şöyle dediler: Ey Allah'ın Ra-sulu, cahiliye
döneminde yaptıklarımızdan sorumlu tutulacak mıyız? Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Sizden, İslâm'a girdikten sonra güzel hareket edenler bunlardan
sorumlu tutulmayacaktır. Kötülük yapanlar ise cahiliye döneminde de İslâm'a
girdikten sonra da yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.* Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: "İslâmda kötülük yapan öncekinden de sonrakinden de sorumlu
tutulur"[319]
Burada "kötülük,
kötülük yapmak" kâfir olmak anlamındadır Zira burada bir kötülüğün
işlenmesinin kastedilmesi doğru olamaz. Bundan maksadın küfür dışındaki diğer
günahlar olduğunu kabul edecek olursak o takdirde İslâm'ın kendisinden önce
yapılanları silebilmesi ancak öleceği vakte kadar bütün günahlardan korunan
kimse için mümkün olabilir. Bu ise, icma ile bâtıl bir iddia olur.
Yüce Allah'ın:
"Sonra da küfürlerini artırmış olanları" buyruğunun anlamı, küfür
üzere ısrar edenler demektir. "Allah, onları mağfiret edecek değildir.
Onları doğru yola iletecek" cenenete götüren yolu gösterecek "de
değildir." Şöyle de açıklanmıştır: Allah, gerçek dostlarına özel olarak
ihsanda bulunduğu şekilde onlara böyle bir muvaffakiyeti ihsan etmeyecektir.
Bu âyet-i kerimede
Kaderiye çilerin görüşü de reddolunmaktadır. Çünkü yüce Allah, kâfirleri
hayırlı yola iletmeyeceğini beyan etmektedir. Böylelikle kul, hidayete ancak
yüce Allah'ın tevfiki ile nail olacağını bilsin. Ve yine Yüce Allah'ın
iradesiyle hidayetten mahrum kalacağım bilsin.
Âyet-i Kerime aynı
şekilde mürtecilerin hükmünü de kapsamaktadır ki, onlar hakkındaki açıklamalar
daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Artık içinizden kim
dininden döner de kâfir olarak ölürse..." (eİ-Bakara, 2/217) buyruğunu
açıklarken (8, başlıkta) yapmış bulunuyoruz.
[320]
138, Münafıklara
kendileri için can yakıcı bir azab olduğu müjdesini ver.
Müjdelemek, etkileri
ten üzerinde ortaya çıkıp görülen şeyleri haber vermek anlamından gelmektedir.
Buna dair açıklamalar, el-Bakara Sûresinde (25-ayet, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Ayrıca münafıklığın anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/10.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[321]
139. Onlar, mü'mnkri
bırakır da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti on lann yanında mı arıyorlar?
Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır.
Yüce Allah'ın:
"Onlar mü'minleri bırakıp da kafirleri dost edinenlerdir"
buyruğu, münafıktann
sıfatıdır. Bu buyrukta, muvahhidlerden birmasiyet işleyenin münafık olmadığına
dair delil vardır. Çünkü Allah, kâfirleri dost (veli) edinmez. Yine âyet-i
kerime kâfirlerle dostluk kurmayı yasaklamayı da ihtiva etmektedir. Din ile
ilgili i§ler hususunda onları yardımcı edinme yasağını da ihtiva etmektedir.
Sahih (i Müslim)’de Hz.-Âişe'den rivayet edildiğine göre, müşriklerden birisi
Peygamber (sav)"le birlikte çarpışmak üzere arkadan yetişti. Hz.
Peygamber ona: "Geri dön. Çünkü biz hiçbir müşriğin yardımını
almayız" diye buyurdu.[322]
"İzzet"
galip gelmek demektir. Bir kimse mağlup edildiği takdirde "onu mağlup
etti" anlamında denilir.
"Gerçekten izzet
bütünüyle Allah'ındır." Yani galibiyet ve kuvvet yalnızca Allah'ındır.
İbn Abbas der kir "İzzeti onların yanında mı arıyorlar?" buyruğu ile
Kaynukaoğullarının yanında mı arıyorlar? demek istemektedir. Çünkü İbn Ubey
(b. Selûl) onları dost edinen birisiydi.
[323]
140. O, size Kitapta
şunu indirdi: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini
işittiğiniz vakit onlar başka bir söze dal ı ne aya kadar yanlarında
oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah münafıkları
kâfirleri de cehennemde biraraya toplayacaktır.
141. Onlar size
(gelecek musibetleri) gözetleyip duranlardır. Onun için Allah'tan size bir
zafer na&İb olursa: "Biz de sizinle birlikte değÜ miydik* derler. Eğer
kâfirlere zaferden bir pay düşerse, derler ki: "Biz size üstünlük
sağlamadık mı? Mü'minkre karşı da sizi korumadık mı?" Kıyamet günü
aranızda hüküm verecek olan Allah'tır. Allah, müzminlerin aleyhine kâfirlere
asla yol vermeyecektir.
*O size Kitapta şunu
indirdi: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini
işittiğiniz vakit..." buyruğunda gerçek anlamda olsun, münafıklık yaparak
olsun, imanını açığa vuran herkese hitap edilmektedir. Çünkü (münafık) İmanını
açığa vuracak olursa, artık onun Allah'ın Kitabının emirlerini yerine
getirmesi bir zorunluluktur. Bu hususta indirildiğinden söz edilen ise, yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Ayetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün
zaman onlar başka bir söze dahneaya kadar kendilerinden yüz çevir."
(el-En'am, 6/68) Münafık olanlar ise, yahudi alimleriyie birlikte oturur ve
Kur'an-ı Kerim ile alay ederlerdi.
Âsim ve Yakub, nun
harfini üstün, "ze" harfini şeddeli ve üstün olarak Kısım kısım"
indirdi" diye okumuştur. Buna sebep, daha önce yüce Allahın:
"Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" (en-Nisa, 4/139) buyruğunda
zat-ı zül- Celatin isminin zikredilmiş olmasıdır. Humeyd de böyle okumakla
birlikte o, "ze" harfini şeddesiz okumuştur. (Anlamı: Size kitapta şu
buyruk inmiştir şeklinde olur). Diğerleri, meçhul bir fiiî olarak; "İndirilmiştir,"
diye okumuşlardır.
"Ailahı 11
ayetlerinin... işittiğiniz vakit buyruğunda yer alan:
İşittiğiniz vakit
buyruğu. Asım ve Yakub'un kıraatine göre, başta geten fiilin onda ameli
dolayısıyla nasb mahallindedir. Diğerlerinin kıraatine göre ise ref
mahallîndedir. Çünkü o takdirde meçhul fiilin ismi (naib-i faili) olur.
"Ayetlerinin
inkâr edildiğini" yani, Allah'ın âyetlerinin inkâr edilip onlarla alay
edildiğini işittiğiniz takdirde. Burada işitilmelerinden söz edilen
"âyetler" olmakla birlikte, maksat, onların inkar edilip onlarla alay
edilmesinin işitilmesidir. Meselâ, Abdullah'ı kınanırken işittim derken,
maksadın Abdullah hakkında kınayıcı sözleri işittim, demektir.
Yüce Allah'ın: Onlar
başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın" yani, küfür ve
inkârdan başka bir söz söyleyînceye kadar onlarla birlikte oturmayın.
"Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz." İşte bu buy rukda,
münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durmanın vücubuna
delalet vardır. Çünkü, onlardan uzak durmayan bir kimse, onların fiillerine
razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür. Nitekim yüce Allah da: "Çünkü o
zaman siz de onlar gibi olursunuz" diye buyurmaktadır. Buna göre
masiyetin işlendiği bir mecliste oturup da onlara karşı tepki göstermeyen
herkes, günahta onlarla beraber eşit olur. Masiyet sözünü söyleyip bunun gereğince
de amel ettiklerinde onlara tepki göstermesi icabeder Eğer onlara tepki
gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerimenin tehdid ettiği kimselerden
olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.
Ömer b. Abdulaziz
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre o, şarap İçen bir topluluk yakalar. Orada
hazır bulunanlardan birisi hakkında oruçlu olduğu kendisine söylenince, ona
karşı takınması gereken edebi hatırlattı ve: "Çünkü o zaman siz de onlar
gibi olursunuz" âyetini okudu. Yani, masiyere razı oluş da masiyettir.
Bundan dolayı masiyeii işleyen de, ona razı olan da o masiyetin cezasına hep
birlikte helak edilinceye kadar maruz kalırlar.
Böyle bîr benzerlik
(onlar gibi olmak) bütün niteliklerde değildir. Ancak birlikte oluştan dolayı
zahiren görünene göre yapılmış bir benzetmedir- Nitekim şair şöyle demiş:
"Zaten herbir
arkadaş beraberindeki arkadaşa uyar."
Bu da (bu mısranm yer
aldığı beyit de, bu tür açıklamalar da.) daha önceden (en-Nisâ, 4/38. ayet, 2.
başlık) geçmiş bulunmaktadır.
Açıkladığımız şekilde
masiyet işleyenlerden uzak durmak sabit bir hüküm olduğUna göre, bid'at ve
İıevâ ehlinden uzaklaşmak, öncelikle sözkonusu-dur. el-Kelbî der ki, yüce
Allah'ın: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın"
buyruğu, yüce Allah'ın: "Takva sahibi mü'minlere onların hesaplarından
hiçbir şey yoktur" (el-En'am, 6/69) buyruğu ile nesh edilmiştir. Ancak,
genel olarak müfessirler bu âyet muhkemdir, demişlerdir, Cuveybİr,
ed-Dalıhâk'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kıyamet gününe kadar dinde
olmadık bir şeyi ihdas eden ve her bir bid'atçi bu âyetin kapsamına
girmektedir.
"Doğrusu Allah
münafıklar* da... cehennemde bir arada toplayacaktır"
buyruğundaki;
Toplayacak olandır" kelimesi aslında tenvinlidir. Tahfif için tenvin hazf
edilmiştir. Toplayacaktır, anlamındadır.
"Onlar yani
münafıklar, stoe (gelecek musibetleri) gözetleyip duranlardır." Yani,
başınıza gelecek musibetleri bekleyip durmaktadırlar. "Onun için Allah'tan
size bir zafer nasib olursa" Yahudilere galip gelir ve ganimet elde
ederseniz, "biz de sizinle birlikte degilnıiydlk derler?" Yani, bize
de ganimetten pay veriniz derler. "Eğer* kâfirlere bir pay düşerse"
yani zafer elde ederlerse, "derler ki: Biz size üstünlük sağlamadık
nu?" Yani, müslü* manlar sizden korkacak noktaya gelinceye kadar biz sizin
düşmanınıza karşı üstünlük sağlamadıkmı ve düşmanlarınızın size karşı gücünü
(maneviyatını) kırmadık mı? Aslında; O şeye gaftp gefoV anlatmadadır. Şeytan
onlara galip geldi" (el-Mücadele> 58/19) buyruğu da burdan
gelmektedir. Bunun, kuşatmak anlamına geldiği de söylenmiştir Burada bu fiil
aslı üzere kullanılmıştır. Eğer bu kelimede İ'lal yapılmış olsaydı» şeklinde
kullanılması gerekirdi. İ'lalli olarak fiil şeklinde gelir. İ'lalsİz ise,
şeklinde kullanılır.
"Mü'minlere karşı
da sîzi" onların size karşı savaşma azimlerini kırmak ve size yapmak
istediklerine karşı onları dağıtmak, görüşlerini parçalamak suretiyle
"korumadık mı?"
Âyet-i Kerime
münafıkların, müslümanlarla birlikte gazalara çıkuklannı göstermektedir.
Bundan dolayı: Biz de sizinle birlikte değil miydik dediler. Yine âyet-i
kerime, münafıklara ganimetten pay verilmeyeceğine de delalet vardır. Bundan
dolayı ganimetten pay verilmesini istediler ve: Biz de sizinle birlikte değil
miydik demişlerdir. Onların: "Biz de sizinle birlikte değil miydik" şeklindeki
sözlerinin müslürnanlara minnet etmek anlamına gelme İhtimali de vardır. Yani
bizler, sizinle birlikte olup onlara dair haberleri size bildiri-yorduk ve biz
sizin yardımcılarınız idik.
[324]
Yüce Allah'ın: "Allah
mii'minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir1* buyruğu ile ilgili
açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:
"Allah
mü'minletin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" buyruğu île ilgili
olarak ilim adamlarının beş türlü te'vili (açıklaması) vardır:
1) Yusey
el-Hadramî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ali b. Ebi Ta-lib (r.a)'m
yanında bulunuyordum. Bir adam ona: Ey mü'minlerin emiri dedi. Yüce Allah'ın:
"Allah mü'mlnlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir"
buyruğu hakkında ne dersin, bu nasıl olur? Çünkü onlar, bizimle çarpışmaktadır,
bazı zamanlar bize galip gelmektedirler. Ali (r.a) dedi ki: Bunun anlamı,
Kıyamet gününde hüküm verileceği günde ortaya çıkacaktır. (Yani, o vakit
kâfirler mü'minlere karşı onların aleyhine bir delil getirenıiyecek-lerdir.)
İbn Abbas da böyle demiştir: Burada kastedilen Kıyamet günüdür. îbn Atiyye der
ki: Bütün te'vil âlimleri böyle demiştir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Böyle bir açıklama zayıftır Çünkü bu hususta böyle bir şeyi haber vermenin bîr
faydası yoktur. Buyrukların baş tarafı böyle bir manayı sezdiriyor gibi olsa
dahi bu böyledir. Çünkü yüce Allah: "Kıyamet günü aranızda hüküm verecek
olan Allah'tır" diye buyurmakta ve bu hükmü kıyamet gününe tehir ettiğini
belirtmektedir. Dünya hayatında ise, işi nöbetleşe dönüp duracak şekilde
takdir etmiştir. Kimi zaman kâfirler galip gelmekte, kimi zaman mağlup
edilmektedirler. Bu da, onun ön gördüğü hikmete ve daha önceki ezelî takdirine
göre olmaktadır. Bundan sonra şanı yüce Allah: "Allah, müminlerin aleyhine
kâfirlere asla yol vermeyecektir" diye buyurduğundan, sonradan gelen bu
buyruğun baş tarafı ile alakalı olduğu vehmine kapılmıştır. Bu ise, bu buyruğun
bir daha'tekrarlanmasını faydasız kılar. Zira, o takdirde bu bir tekrar olur.
2) Yüce
Allah, kâfirler lehine mü'minlerin devletini imha edecek, onların izlerini
silip kaldıracak ve onların vatanlarını kâfirlere mubah kılacak şekilde bir
yol, bir fırsat vermeyecektir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Sevban (r.a) yoluyla
gelen hadiste ifade edildiği gibi, Peygamber (.sav) şöyle buyurmuştur:
"Ben Rabbimden ümmetimi genel bir kıtlık ile helak etmemesini ve üzerlerine
kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat edip de onların himaye olunması
gereken cemaatlerini, mülk ve kuvvetlerini kökten imha etmemesini diledim.
Rabbim de şöyle buyurdu: Ey Muhammed, Ben bir kazayı hükme bağladığım takdirde
artık bir daha o geri döndürülemez. Ben, ümmetim için istediğim şey olan onlan
genel bir kıtlık ile helak etmemeyi ve üzerlerine kendilerinden olmayan bir
düşmanı musallat kılarak onları kökten imha edecek şekilde mülklerini yok
etmesine fırsat vermeme talebini verdim. İsterse de onun (yerin) dört bir
yanında bulunan herkes, aleyhlerine toplanmış olsun. Nihayet onlar birbirlerini
helak edinceye ve biri diğerini esir alıncaya kadar."
[325]
3) Şüphesiz
yüce Allah, kendi aralannda batılı tavsiye etmeye koyulup mün-keri birbirlerine
yasaklamaktan vazgeçip, tevbeyi de ihmal etmedikleri sürece kafirler lehine,
mü'minler aleyhine hiçbir yol vermeyecektir. Böyle yapuklan takdirde ise,
onlardan dolayı (bu durumlan sebebiyle) düşman üzerlerine musallat edilir.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her bir musibet, ellerinizle
kazandığınız (günahlar) sebebiyledir." (eş-Şura, 42/30) İbnü'J-Arabî der
ki: Bu açıklama gerçekten değerli ve güzel bir açıklamadır.
Derim ki; Buna Hz.
Peygamber'in Sevban yoluyJa zikrettiğimiz hadisinde-ki ifade de delâlet
etmektedir; "Onları birbirlerini helak edinceye ve biri diğerini esir
alıncaya kadar". Çünkü burada: "(«^O: -..a kadar" kelimesi, gaye
(nihai sınırı) ifade etmektedir. Sözün zahiri şunu gerektirmektedir: Allah,
üzerlerine haklarını kendilerine mubah kılacak bir düşmanı bizzat kendileri,
birbirlerini helake sürüklemedikçe, birbirlerini esir almadıkça göndermeyecektir.
Bu durum, bu zamanlarda müslümanlar arasında ortaya çıkan fitnelerle ortaya
çıkmış bulunmaktadır. Kâfirlerin güç ve kuvveti artmış, müslü-man ülkelerini
istila etmiş bulunuyorlar. Öyle ki> îslamdan en asgari miktarın dışında
birşey kalmamıştır. Yüce Allah'tan affı ile yardımı ve lütfuyla imdadımıza
yetişip kusurlarımızı telafi etmemize yardımcı olmasını dileriz.
4) Yüce
Allah, şer'i bakımdan kâfirler lehine, mü'minlerin aleyhine bir yol
vermeyecektir. Öyle bir şey sözkonusu olsar şeriata muhalif bir yolla olur.
5)
"Allah mü'minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir." Yani,
onların üstünlüklerini sağlayacak aklî, yada şer'î bir delil kılmayacaktır.
Böyle bir delili ileri sürmeleri halinde, mutlaka o çürütülür ve bu şüphe ortadan
kaldırılır.
[326]
İbnü'l-Arabî der ki:
İJim adamlarımız, bu âyet-i kerimeyi , kâfirin müslü-man köleye sahip
olamayacağına delil göstermişlerdir Eşheb ve Şafiî de bu görüştedirler. Çünkü
yüce Allah, kâfirin mü'min aleyhine bir yol edinmeyeceğini belirtmiştir. Satın
almak yoluyla mülk edinmek ise, onun aleyhine bir yoldur. O bakımdan onun için
böyle bir meşruiyet sözkonusu değildir ve böyle bir satın almakla akid
gerçekleşmiş olmaz.
İbnül-Kasım, Malik'ten
-ki bu, aynı zamanda Ebû Hanife'nin de görüşüdür- şöyle dediğini
nakletmektedir: Yüce Allah'ın: '"Allah mü'minlerin aleyhine kâfirlere
asla yol vermeyecektir" buyruğunun anlamı, mülkiyetin devamı hususuyla
ilgilidir.
Çünkü bizler, böyle
bir mülkiyetin (kafirin) lehine ve (müslümanın) aleyhine gerçekleştiğini
görebilmekteyiz. Bu da miras yoluyla olur. Şekli de şöyle olur: Kâfir birisinin
elinde bulunan kâfir bir köle İslama girer. Mahkeme onun aleyhine müslüman
köleyi satmasını hükme bağlar. O da aleyhindeki satış hükmünü kabui eder,
fakat ölür. Bu sefer ölen kâfirin kâfir mirasçısı müslüman köleyi miras alır.
İşte bu, ister istemez veya kasıt olmaksızın sabit olmuş bir yoldur. Ancak
satın alma yoluyla mülk edinmek ise, böyle bir niyet kastıyla sabit olur. Böyle
bir akidle kâfir, kendi iradesiyle onu (müsKi-man köleyi) mülk edinmek istemiş
olur. Eğer bu satış akdinin geçerliliğine
hüküm verilir,
mülkiyetinin sabit olduğu kabul edilirse, o takdirde kâfir bu husustaki kastını
gerçekleştirmiş ve böylelikle kâfirin lehine, müslümanm aleyhine bir yol
bırakılmış olur.
Ebû Ömer der ki:
Müslümanlar icma ile hıristiyan veya yahudi bir kimsenin müslüman kölesini
azad etmesinin sahih ve onun aleyhine olmak üzere geçerli olacağını kabul
etmişlerdir. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kafir bir köle müslüman
oluduğu takdirde sahibine rağmen satılır ve onun bedeli kâfire ödenir İşte bu
şuna delâlet etmektedir: Müslüman, o kâfirin mülkiyeti olmak üzere satılır ve
onun mülkü aleyhine müslüman kölenin azad edilmesi sabit olur. Şu kadar var ki,
kafirin bu mülkiyeti kendisine rağmen (aleyhine) satılmasının vucubu
dolayısıyla istikrarlı bîr mülkiyet değildir. Bunun böyle oluşu da -doğrusunu
en iyi bilen Allahtır ya- şanı yüce Allah'ın: "Allah müzminlerin aleyhine
kâfirlere asla yol vermeyecektir" buyruğu dolayısıyla olmalıdır. Yüce
Allah bu âyet-i kerimede inü'mirün (kâfir tarafından) köleleştirilmesini, mülk
edinilmesini, bu mülkiyetinin de istikrarlı ve devamlı bir mülkiyet olmasını
(bunun olamayacağını) kast etmektedir.
İlim adamları, kafir
bir kölenin müslüman bir köleyi satın alması hususun-da iki farklı görüşe
sahiptirler. Birincisine göre böyle bir satış feshedilir, ikinci görüşe göre
ise, satış sahih olmakla birlikte satın alanın aleyhine (ona rağmen) köle
satılır.
[327]
Yine bu kabilden olmak
üzere ilim adamları, hıristiyan bir kimsenin hıris-tiyan bir kölesinin
öldükten, sonra azad olmasını vasiyet ederse (tedbîr), bu arada köle İslâm'a
girerse hükmün ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Malik ile iki
görüşünden birisinde Şafiî şöyle demektedir; Efendisiyle kölesi arasına
girilir ve hıristiyan efendisine rağmen kölesi muharece yapar.
[328] Ve
durumu açıkça ortaya çıkıncaya kadar da satılmaz. Eğer hıristiyan borçlu
olarak ölürse, bu şekilde müdebber kölenin bedelinden ödenir. Ancak, hıristiyanın
malında müdebber köieyi de kaldırabilecek (bedelini kuşatacak) kadar bir
varlığı varsa, müdebber köle azad edilir.
Şafiî.diğer görüşünde
şöyle demektedir: Müslüman olduğu andan itibaren ona rağmen satılır. Bu görüşü
el-Müzenî de tercih etmiştir. Çünkü, müdebber köle bir vasiyettir. Müslüman
bir kimsenin ise kendisini zelil kılacak ve onu dışarıya gönderip çalıştıracak
müşrik bir kimsenin mülkiyetinde bırakılmak caiz değildir. Üstelik İslama
girmesi suretiyle de ona düşman olmuştur.
el-Leys b. Sa'd ise
der ki: Hıristiyandan müslüman köle satın alınıp azad edilir. Böylelikle de
azad edilen kölenin velası onu satın alıp azad eden olup hıristiyana da o
kölenin bedeli ödenir.
Süfyan ile Kûfeliler
ise şöyle demişlerdir; Hıristiyan efendinin müdebber kölesi İslama girecek
olursa, onun kıymeti tesbit edilir ve İslama giren köle de kıymetini ödemek
üzere dışarıda çalışır. Eğer müdebber bu çalışmasıyla bedelini ödemeden önce
hıristiyan ölürse, köle azad olur ve artık onun çalışmasına gerek kalmaz.
[329]
142. Doğrusu
münafıklar Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, hilelerini başlarına geçirin
Namaza kalktıkları vakit de tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve
Allah'ı ancak pek az anarlar.
Yüce Allah'ın:
"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak İsterler. Halbuki O, hilelerini
başlarına geçirir" buyruğunda geçen "aldatmanın" anlamına dair
açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/9. ayette) geçmiş bulunmaktadır.
Allah'ın hilelerini
başlarına geçirmesi ise, onların, Allah'ın dostlarını ve peygamberlerini
aldatmak istemelerine karşı onları cezalandırmasıdır. el-Hasen. der ki: Kıyamet
gününde, mü'min olsun münafık olsun her bir İnsana bir nur verilir. Münafıklar
bundan dolayı sevinir ve artık kurtulduklarını zannederler. Sırata
vardıklarında her bir münafıkın nuru söndürülür. İşte yüce Allah'ın bize
söyleyeceklerini belirttiği: "Bizi bekleyin de sizin nurunuzdan aydınlanalım"
(el-Hadid, 57/13) buyruğu bunu anlatmaktadır.
"Namaza
kalktıkları vakit de tembelce kalkarlar" buyruğuna gelince, yani onlar,
tembel tembel, ağırdan alarak, ağırlaşmış olarak, riyakârlık yapmak üzere namaz
kılarlar. Herhangi bir sevap ummazlar. Onu terketmekten dolayı da ceza
göreceklerine inanmazlar. Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Münafıklara
en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır."
[330] Çünkü,
gündüzün çalışmalarından yorulmuş oldukları halde yatsı namazının vakti gelir,
bu namaza kalkmak onlara ağır gelir. Sabah namazının vakti ise, uykuyu
sevindirici her şeyden sevdikleri bir sırada gelir. Eğer kılıç korkusu olmasaydı
asla kalkmazlardı.
Riya ise Allah'ın
emrine tabi olmak kastıyla değil de insanlar görsün diye güzel şeyleri açığa
çıkarmaktır, Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/264. ayet, 3-
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Daha sonra yüce Allah,
riyakârlık yaptıkları ve korkudan dolayı namaz kıldıkları sırada çok az
Allah'ı anmakla onlan nitelendirmektedir. Peygamber (sav)'da namazı erteleyen
kimseyi yermek suretiyle şöyle buyurmaktadır: 'İşte bu, münafıkların
namazıdır." Bunu üç defa tekrarladı: "Onlardan birisi oturup güneşi
gözetler durur. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasında -yada- iki boynuzu
üzerine düşünce kalkar ve dört rekat gagalar, o namazda da pek az müstesna
Allah'ı zikretmez." Bunu Malik ve başkaları zikretmiştir
[331]
Denildi ki: Yüce Allah
onları Allah'ı az anmakla nitelendirmesinin sebebi, kıraat ile olsun, teşbih
ile olsun Allah'ı anmayışlan yalnızca tekbir getirmekle O'nu anışlan idi.
Şöyle de açıklanmıştır: Zikirlerini azlıkla nitelendirmesi, yüce Allah'ın onu
kabul etmeyişi dolayısıyladır. Bunda ihlâs bulunmadığından dolayı böyle
nitelendirildiği de söylenmiştir, Burada iki meseleyi ele almamız
gerekmektedir:
[332]
Yüce Allah, bu âyet-i
kerimeyle münafıkların namaz kılışlarını açıkladığı gibi, Rasulullah Muhammed
(sav) da hadis-i şerifinde onların namaz kılışlarını açıklamış bulunmaktadır,
Her kim onlar gibi namaz kılar ve onların Allah'ı andıkları gibi anarsa,
namazının kabul olunmaması bakımından o da onların hükmüne girer^ yüce
Allah'ın da: "Namazlarında kıtşua riayet eden mü'minler, hiç şüphesiz
felah bulmuşlardır" (el-Mu'mimın, 26/1-2) buyruğunun muktezasının dışına
da çıkmış olur. İleride buna dair açıklamalar da gelecektir.
Ancak, namaz kılanın
eğer kabul edilebilir bir mazereti varsa, Peygamber (sav)'m doğru dürüst
namazım kılamaz gördüğünde, bedevi Araba öğrettiği şekilde yalnızca namazın
farzlarını ifa eder. Hz. Peygamber bedeviye şöyle demişti: "Namaza
kalktığın takdirde, güzelce abdestini al, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir
getir, sonra Kur'an-ı Kerimden ezbere bildiğin, kolayına gelen bir miktar oku.
Sonra rükuunda sükun Citmi'nan) buluncaya kadar rükua var. Sonra ayakta
doğruluncaya kadar başını kaldır. Sonra da secde ettiğin sırada eklemlerin
yerli yerinde sükûn buluncaya kadar secde et. Sonra secdeden kalk ve yine aynı
şekilde eklemlerin yerli yerine oturun-caya kadar otur. Sonra aynı şeyi
namazının tamamında yap."
Bu hadisi hadis
imamları rivayet etmiştir.
[333]
Hz. Peygamber:
"Kur'âıVın anasını (fatiha) okumayanın namazı yoktur."
[334]
"Kişinin rükû ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı bir namaz yeterli
olmaz." Bunu Tirmizî rivayet etmiş olup şöyle demiştir: (Bu) hasen, sahih
bir hadistir. Peygamber (sav)'in ashabından ve onlardan sonra gelenlerden İlim
ehline göre amel buna göredir. Onların görüşüne göre namaz kılan kişi, rükû ve
sücudda. sulbünü (sırtını) iyice doğrultur. Şafiî, Alımed ve İshak der ki; Rükû
ve sücudda sırtını iyice doğrultmayanın namazı fasiddir. Çünkü Peygamber
(sav)'ın: "Kişinin rüku ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı namazı
yeterli değildir" hadisi bunu gerektirmektedir.
[335]
İbnü'l-Arabı der ki: İbnü'1-Kasım ve Ebû Hanife, tumaninenin (ta'dil-i erkânın)
farz olmadığı görüşündedir. Bu ise, Malikilerden herhangi bir kimsenin
kendisiyle uğraşmaması gereken İrak kaynaklı bir rivayettir. el-Bakara
Sûresi'nde de (el-Bakara, 2/3- ayet, 14. başlık) bu hususta açıklamalar-geçmiş
bulunmaktadır.
[336]
İbnü'l-Arabî der ki:
İnsanlar görsünler ve onu, o namazı kılarken görüp te mü'min olduğuna tanıklık
etsinler diye namaz kılan bir kimse, veya insanlar arasında bir yer edinmek
isteyip ve şahidliğînin kabul edilmesiyle imamlığının caiz oluşu derecesine
yükselmek isterse, bu maksatla kılman narrm yasak kılınmış riyakârlık türünden
değildir ve bu şekilde namaz kılmaktan dolayı ona vebal yoktur. Masiyet olan
riya, ancak namazını insanları avlamak ve bu yolla mal edinmeye kalkışmak için
açığa vuranın namazıdır. Böyle bir niyetle kılınan namaz geçerli olmaz ve
namazını iade etmesi gerekir.
Derim ki:
İbnü'l-Arabînin: "Mevki talebi ve şahidliğinin kabul edilmesi noktasına
yükselmeyi istiyerek" ifadesi su götürür. Buna dair açıklamalar, en-Ni-sa
suresinde (36. ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususu orada, bir
daha tetkik ediniz. (Ayrıca el-Mâûn sûresi, 107. âyetin tefsirinde 4. başlık
ve devamına da bakılabilir). Bu âyet-i Kerime riyakarlığın farza ve nafileye
dahi! olabileceğinin delilidir. Çünkü yüce Allah: "Namaza kalktıkları vakit
de... kalkarlar" diye buyurmaktadır. Bu ise, umumi bir ifadedir. Bazıları
ise şöyle demektedir: Riyakârlık yalnızca nafileye has bir şeydir. Çünkü farz
olan-bir şey bütün müslümanlara farzdır. Nafile ise, (o bakımdan")
riyakârlığa maruzdur. Aksi de söylenmiştir Çünkü bir kimse nafileleri
yapmayacak olursa bunlardan sorumlu tutulmaz.
[337]
143. Onlar ikisi
arasında gidip gelen kararsızlardır. Ne bunlara ne de onlara (taraf) olurlar.
Allah'ın şaşırttığı kimseye sen asla yol bulamazsın.
Gidip gelen, kararsız,
iki şey arasında tereddüt edip duran, demektir. Kararsızlık ise, çalkantı ve
karar kılamamak
"Görmez misin ki,
yüce Allah'ın sana (kıralların da mevkiinden daha yüksek)
yüksek bir mevkii
vermiştir. Sen oradan her bir hükümdarın onun altında çalkanıp durduğunu
görmektesin."
Bir diğeri ise şöyle
demiştir:
"Selsebil yolunun
ortasında ondan önce
Aralıksız hareket edip
yol alan postacıların bir aylık yolu var."
Burada bu kelime,
ikinci "Ze\" harfi esreli olarak rivayet edilmiştir, tbn Cin-nî der
ki: Bu ise, asla karan olmayan, aralıksız ve gevşemeksizin yerinde durmadan
sarsıla sarsüa yol alan demektir. İşte münafıklar da mü'minlerle müşrikler
arasında tereddüt etmekte ve gidip gelmektedirler. Ne imanlarında ih-las
vardır. Ne de küfrü açıkça ortaya koymaktadırlar.
Müslim'in Sahihinde
İbn Ömer yoluyla gelen hadiste, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Münafikın misali hangi sürüye katılacağını bilemeyen iki
sürü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Kimi zaman bu tarafa gider katılır, kimi
zaman da diğerine gider katılır."
[338]
Bir rivayette de
"Gider" anlamındaki: kelimesi "katılır" anlamına gelen;
kelimesinin yerine kullanılmıştır.
Cumhur; Gidip gelen
kar arsızlar" şeklinde okumuştur. Bu kıraate göre ise, birinci "zeP
harfini şeddeli, ikincisini de esreli okumak suretiyle şeklinde idğam caiz
olur. el-Hasen'den ise, baştaki "mim" harfi ile iki "zel"
harfi üstün olarak şeklinde okuduğu nakledilmiştir.
[339]
144. Ey iman edenler,
mü'müüeri bırakıp dajcâfîrleri veli edinmeyin. Aleyhinize Allah'a açık bir
delil vermek ister misiniz?"
"Ey iman edenler!
Mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmeyin
buyruğunda (kâfirler
ve veliler) iki mefuldurlar. Yani, özel ve içli dışlı olacağınız yakın
adamlarınız onlardan olmasın. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (Âl-i
îmran, 3/118. ayet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Aleyhinize
Allah'a aç»k bir delil vermek ister misiniz?" Yani, O size bunu
yasaklamışken size karşı delilini ortaya koymak suretiyle sizi azaplandır-ması
hususunda Allah'a açık bir delil vermek mi istiyorsunuz?
[340]
145. Şüphesiz,
münafıklar cehennemin en aşağı tabakasızdadırlar. Onlara hiçbir yardımcı
bulamazsın.
Yüce Allah'ın
Tabakasında" kelimesini Kûfelİler, "ra" harfini sakin olarak;
şeklinde okumuşlardır. Ancak birinci okuyuş daha fasihtir. Çünkü bunun çoğulu
şeklinde yapılır.
Deve ve develer,
kelimesinde olduğu gibi. Bu açıklamayı en-Nehhas yapmıştır. Ebû Ali ise der ki:
Bu iki söyleyiş tıpkı kumlar, kelimesi ve benzerlerinde olduğu gibi iki ayrı
söyleyiştir.
Çoğulu; şeklinde
gelir. söyleyişinin çoğulu şeklinde Bozuk paralar, gibi gelir.
Cehennem ateşi aşağıya
doğru yedi basamak (dereke) dir. Yani yedi ayrı tabaka ve ayrı mevkiidir.
Şu kadar varki,
araplar aşağı doğru men tabakalar hakkında "dereke" kelimesini
kullanırlar. Mesela, kuyunun derekeleri vardır, derler. Buna karşılık yukan
doğru çıkanlara da "derec basamak" derler. O bakımdan cennette dereceler,
cehennemde de derekeler vardır. Bu açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/95-96.
âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır
Buna göre münafık bir
kimse, bu aşağı doğru inen basamakların en aşa-ğısmdadır. Bunun adı ise el
Haviye dir. Burada cezalandırılmasının sebebi ise küfrünün ileri derecede
oluşu, gailelerinin çokluğu ve mü'minlere eziyet verme imkânım elde etmesinden
dolayıdır. Derekelerin en üstte olanı Cehennemdir. Ondan sonrası Lazâ, ondan
sonrası el-Hutama, ondan sonra es-Sa-irt ondan sonra Sekar, ondan sonra
et-Cahîm ve en sonda el-Hâviye gelir. Bunların hepsine de ilk tabakanın adı da
verilebilir. Allah lütuf ve keremiy-le bizi onun azabından muhafaza buyursun.
Abdullah b. Mes'ud'dan
yüce Allah'ın: "Cehennemin en aşağı tabakasın-dadırlar" buyruğunun
açıklaması iJe ilgili olarak şöyle dediği nakledilmiştin Üzerlerine
kilitlenecek cehennemde kilitli demirden tabutlardadırlar.
İbn Ömer ise şöyle
der: Kıyamet gününde insanlar arasında azaplan en şiddetti olacak üç kesim
vardır. Bunlar; münafıklar, Mâide'nin (Hz. İsa'nın üzerine gökten sofranın)
inişine tanık olanlardan küfre sapanlar ve Firavun ve hanedanı. Bunu doğrulayan
buyruklar ise, yüce Allah'ın Kitabındadır.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı tabakas
ladadırlar" Maide ashabı hakkında ise şöyle demiştir: "Sonra kâfir
olursa, Ben onu alemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azap ile
azaplandırırım," (el-Maide, 5/115.) Firavun hanedanı hakkında da şöyle
buyurmaktadır: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun."
(el-Mu'min, 40/46)
[341]
146. Ancak tevbe
edenler, hallerini düzeltenler, Allah'a (dinine) sımsıkı sarılanlar ve
dinlerini Allah İçin halis kılanlar müstesnadır. İşte onlar mü'minlerle
beraberdir. Allah, nrii'minlere büyük bir mükâfaat verecektir.
Bu, münafıklık yapanlardan
bir istisnadır. Münafıklıktan tevbe edenin (bu tevbesinin kabulü) şartlarından
birisi de söz ve fiilinde ıslahta bulunması, düzeltmesi di r. "Allah'a
sımsıkı sarılması," yani Allah'a sığınması ve kendisini O:na teslim
etmesi, dinini yalnızca Allah'a halis kılması demektir. Tıpkı bu âyet-i
kerimenin açıkça ifade ettiği gibi (olmalıdır). Aksi takdirde münafık kimse
tevbe etmiş olmaz. Münafıktan müminler arasında bulunduğundan Allah,
mü'minlerin ecrini gelecekte vereceğini, mükafatlandıracağını belirtmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Buharı, el-Esved'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah Ob. Mes'ud)Jın halkasında
bulunuyorduk. Huzeyfe, bulunduğumuz yere kadar geldi, ayakta durdu ve selam
verdi, sonra şöyle dedi: Andolsun münafıklık sîzden daha hayırlı bir topluluk
hakkında nazil olmuştu. el-Esved, Subhanallah dedi. Şüphe yokki yüce Allah:
"Şüphesiz münafıklar cehennemin en altta-ba kayındadırlar" diye
buyurmaktadır. Abdullah gülümsedi. Huzeyfe de mescidin bir tarafında oturdu.
Daha sonra Abdullah kalktı» arkadaşları da dağıldı. Bu sefer (Huzeyfe) bana
bîr çakıl taşı attı, ben de onun yanına gittim. Huzeyfe dedi ki: Onun ne demek
istediğimi anlayarak gülümsemesine hayret ettim. Çünkü ben şöyle demek
istemiştim: Münafıklık, sizden daha hayırlı bir topluluğa indirilmişti, (Yani,
onlar arasında münafıklık edenler olmuştu). Sonra tevbe ettiler, Allah da
tevbelerini kabul buyurdu.
[342]
el-Ferra der ki:
Allah'ın: "İşte onlar mü'id inlerle beraberdir* buyruğu, onlar
mü'mitilerdendir demektir el-Kutebî der ki: Allah, onlara gazab ettiği için
doğrudan onları muhatap almayarak: "İşte onlar mü'minlerle
beraberdir" diye buyurmuş, onlar mü'minlerin kendileridir diye buyur
manastır.
"Verecektir"
buyruğunda "ye" harfi, lafzan hazf edildiği gibi, hatta da hazf
edilmiştir. Çünkü hem kendisi, hem de ondan sonraki, lafzatullah'ın başındaki
"lam" da sakindir.
Yüce Allah'ın şu
buyrukları da böyledir: Nida edenin se-leneceğigün Biz de Zebanileri
çağınveririz" (el-Alâkr 96/18); O günde o çağırın çağırır." (el-Kamer,
54/6) Bütün bu kelimelerde iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla
"vav" harfleri hazf edilmiştir.
[343]
147. Eğer şükredip
İman ederdeniz AJlah size azabı neylesin? Allah, şükredenlerin mükâfatını
yerendir, herşeyi bilendir.
Bu buyruk, münafıklara
takrir (yani gerçeği söyletmek) amacıyla yöneltilmiş bir sorudur. İfadenin
takdiri şöyledir: Yani siz şükredecek ve iman edecek olursanız, sizi azap
etmekte O'nun elde edeceği fayda nedir?
Böylelikle yüce Allah,
şükreden mü'mini aza plandır mayacağına, O'nun kullarını azapl andırma sının
mülkünü artırmayacağına, yaptıklarına cezayı terk etmesinin de hakimiyet ve
saltanatını eksiltmeyeceğine dikkat çekmektedir.
Mekhul der ki: Dört
şey var ki, onlar kimde olursa lehinedir. Üç şey de vardır ki, bunlar kimde
olursa aliyhinedir.
Lehine olan dört şey;
Şükür, iman, dua ve istiğfardır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer
şükredip iman ederseniz Allah size azabı neylesin. Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır:
"Sen içlerinde
iken Allah onları azaplandmcı değildir. Onlar mağfiret dileyip dururlarken de
Allah yine onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Yine yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Deki,, eğer
duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin değeriniz ne olurdu ki?"
(el-Furkan, 25/77) Aleyhine olan üç hususa gelince: Bunlar mekr (hilekârlık),
bağy (haddi aşmak) ve neks (ahdi bozmaktır).
İşte yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş
olur" (el-Feth, 48/10); "Kötü hile ise, ancak ehlini (onu yapanları)
kuşatır" (Fâtır, 35/43) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey
insanlar, sizin bağyiniz (haddi aşmanız)ancak kendi aleyhinizedir."
(Yunus, 10/23)
"Allah,
şfikredenlerin mükafaatını verendir." Yani, kendisine itaat ettikleri
için kullarını mük afati andırandır. Allah'ın kullarına "şükretmesi''mn
anlamı, onları mükâfatlandırmağıdır. Az olan ameli kabul eder, karşılığında ise
büyük bir mükâfat verir. İşte bu, kendisine ibadet eden kuluna şükrü (mükâfatı)
dır. Sözlükte şükür, ortaya çıkmaya denir.
Eğer bir hayvana
verilen yemden daha fazla şişmanlığı ortaya çıkıyorsa, o bineğe denilir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. ayet, 3- başlıkta) yeteri
kadar yapılmış bulunmaktadır.
Araplar ise, darb-ı
meselde "Kıştan sonra baharda ilk yeşeren bitkiden, daha çok
görünmektedir" tabirini kullanırlar. Çünkü, denildiğine göre arz, yağmur
yağmaksızın bulutun gölgesi ile bu bitkiyi yeşertir ve göz alıcı bir renge
bürünür.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[344]
148. Allah -zulme
uğrayan müstesna- çirkin sözün söylenmesini sevmez. Allah, herşeyi İşitendir,
hakkıyla bilendir.
149. Bir hayrı açıklar
veya onu gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah
affedicidir, herşeye gücü yetendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Allah, çirkin sözün söylenmesini sevmez" buyruğunda ifade tamam
olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Zulme uğrayan müstesna" diye bir
istisnada bulunmaktadır. Ancak bu istisna, birinci türden yani, kendisine
istisna yapılanın türünden olmadığından nasb mahallin dedir. Anlamı da şöyle
olur: Ama zulme uğrayan kimse: Filan kişi bana zulmetti, diyebilir.
Bu istisnanın ref
mahallinde olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur:
Allah, zulme uğrayan müstesna, herhangi bir kimsenin çirkin sözü açıkça ifade
etmesini sevmez. Cumhurun kıraati; (^) şeklinde, "zı" harfinin
ötreli, "lâm" harfinin de esreli okunuşu şeklindedir.
"Lâm"
harfinin sakin olarak okunması da caizdir.
[345]
Ancak bu kelimeyi, uzı" ve "lâm" harflerini üstün olarak
okuyanlara gelince, ileride geleceği gibi bunlar, -Zeyd b. Eşlem, İbn Ebi
İshak ve diğerleridir- fethanm hafif ofuşu dolayısıyla "lâm" harfini
sakin okumaları caiz değildir.
Birinci (yanı
"Zı" harfini ötreli, "lâm" harfini esreli) buyruğun anlamı
bir kesime göre şudur: Allah zulme uğrayan müstesna herhangi bir kimsenin açıkça
kötü ye çirkin söz söylemesini sevmez. Onun için kötü sözü açıktan söylemek
mekruh değildir.
Ancak, kötü ve çirkin
sözün açığa vurulma keyfiyeti ile bundan neyin mübâh olduğu hususunda farklı
görüşler vardır. el-Hasen der ki: Burada kastedilen başkasına zulmeden
kişidir. Zulme uğrayan, kendisine zulmedene beddua etmeyip; Allah'ım ona karşı
bana yardım et, Allah'ım ondaki hakkımı al. Allah'ım, bana yapmak İstediği
zulmüne sen engel ol der. Bu ise, savunmaya dair Allah'a yapılan bir dua olup,
kötülüğün en aşağı basamağıdır.
İbn Abbas ve diğerleri
ise der ki: Zulme uğrayan kimseye, kendisine zulmedene beddua etmesi mubahtır.
Sabredecek olursa bu onun için daha hayırlıdır. Bu ise, zalime bedduanın turu
hususunda kayıt getirmeyen mutlak bir ifadedir.
Yine İbn Abbas ve
es-Süddî şöyle demişlerdir: Zulme uğrayan kimsenin kendisine zulmeden kişiden
zulmettiği kadar intikam almasında ve ona açıkça kötü söz söylemesinde bir
mahzur yoktur.
İbnü'l-Müstenîr der
ki: "Zulme uğrayan müstesna" buyruğunun anlamı şudur: Küfür yahut
buna benzer sözleri açıktan söylemek için zorlanan kişi bundan müstesnadır. Bu
durumda olan bir kişinin kötü ve çirkin söz söylemesi mubahtır. Buna göre
âyet-i kerime, İkrah (zorlama) haliyle ilgilidir.
Kutrub da böyle
demiştir: "Zulme uğrayan müstesna" ile ikrah altında bırakılan kimse
kastedilmektedir. Çünkü böyle bir kişi mazlumdur. Bundan dolayı küfür sözü
söyleyecek olsa dahi günahı kaldırılmıştır. Yine Kutrub der ki: "Zulme
uğrayan müstesna" buyruğunun bedel anlamında olması da. mümkündür. Şöyle
buyurulmuş gibidir: Allah -zulme uğrayan müstesna- ... sevmez. Yani, yüce
Allah zalimi sevmez. Şöyle buyrulmuş gibidir: O, zulme uğrayanı sever. Yani,
zulme uğrayana ecrini verir. Bu görüşe göre bedel olarak ifadenin takdiri şöyle
olur: Zulme uğrayan müstesna, Allah, kötülüğü açığa vuran kimseyi sevmez,
Mücahid der ki: Âyet-i
kerime misafirlik hakkında nazil olmuştur. Misafir kişinin, bu hususta söz
söylemesine ruhsat verilmiştir. İbn Cüreyc de Müca-hîd'den naklederek der ki:
Âyet-i kerime, çöllük bir arazide birisinin yanına misafir olmak isteyen bir
kişi hakkında nazil olmuştur. Ancak, o kişi bunu misafir almak istemeyince, bu
sefer: "Zulme uğrayan müstesna" buyruğu nazil olmuştur.
Bunu, İbn Ebi Necîh de
Mücahid'den rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Şu: "Allah zulme uğrayan
müstesna çirkin sözün söylenmesini sevmez" âyet-i kerimesi, birisine yolu
düşüp de kendisini misafir etmemesi hali hakkında nazil olmuştur. Yolcunun, bu
kimse hakkında: Kendisini iyi bir şekilde misafir edip ağırlamadığını
söylemesine ruhsat verilmektedir.
Misafir etmeyi vacip
kabul edenler bu âyet-i kerimeyi delil gösterir ve şöyle derler: Çünkü zulüm
yasaklanmıştır. Bu ise misafir etmenin vücubuna delildir. Bu, aynı zamanda
el-Leys b. Sa'd'ın görüşüdür.
Cumhur ise misafiri
ağırlamanın üstün ahlâkî özelliklerden Olduğu göiilsimdedirler. Buna dair
açıklamalar ise, ileride Hûd Sûresi'nde (11/69. ayet, 1. başlıkta) gelecektir.
Âyet-i kerimenin
zahiri şunu gerektirmektedir: Zulme uğrayan bîr kimse, kendisine zulmedenden
intikam alabilir. Ancak bu zalim kişi, el-Hasen'in dediği gibi mü'min bir
kimse ise, mazlumun intikam almakta orta yolu seçmesi gerekir. Şu kadar var
ki, iftiraya iftira ile karşılık vermek ve benzeri şekildeki intikamlar caiz
değildir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (el-Bakara3
2/195. ayet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şayet zalim kişi,
kâfir birisi ise, dilinin düğümünü çöz ve istediğin şekilde helak olması için
beddua da edebilirsin, her türlü bedduayı da yapabilirsin. Peygamber (say)'m
şu bedduasında yaptığı gibi; "Allah'ım, Mudariılar üzerindeki sıkıntını
daha bir artır ve onlar aleyhine YusuFun kıtlık yıllan gibi bu yılları kıtlık
olsun."
[346]Yine Hz. Peygamber,
isimlerini zikrederek: "Allah'ım, filanı ve filanı sana havale
ediyorum" diye buyurmuştur
[347]
Şayet zulmü yapan kişi, açıktan zulmünü yapıyor ve ilişilmesi haram olan ırzı,
bedeni ve malı bulunmuyor ise, (harbî kâfir gibi) ona açıktan açığa beddua
edebilir.
Ebu Dâvud, Âişe
(r.anha)dan rivayetle der ki: Âişe'ye ait birşey çalınmıştı. O da hırsıza
beddua etmeye koyuldu. Rasulullalı (.sav) ise, şöyle buyurdu: "Sen ona
beddua etmek suretiyle onun cezasını hafifletme,"[348]
Yine Amr. b.
eş-Şirrid'den, o babasından, o da Rasulullah (sav)'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Ödeme gücü olan kimsenin borcunu ödemeyi savsaklaması,
ırzını ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür."[349] îb-nü'1-Mübârek
der ki: Burada ırzının helal kılınmasından maksat, ona karşı sert ve ağır söz
söylenmesinin helal kılınması, cezalandırılmasının helal kılınmasından kasıt
ise, borcu dolayısıyla haps edilmesidir.
Müslim'in Sahih'inde
de: "Varlıklı kimsenin borcunu ödemeyi savsaklaması bir zulümdür"
denilmektedir.
[350]
Buna göre borcunu ödeme imkânı olan bir kimseden borcunu ödemesi istendiği
halde savsaklarsa, zulmetmiş olur. Bu ise, kendisi hakkında: Filan kişi,
insanları savsaklar, onların haklarını yanında ahkor demekle ve imama (devlet
yöneticisine ve yetkililere) da bu işten vazgeçinceye kadar tedip ve ta'zir
edilmesini (azarlanarak hafif cezalara çarptırılmasını) mübâh kılmakla, onun
namusuna (şeref ve haysiyetine) dokunan türden uygulamalan mubah ktlar. Bu
anlamda açıklamalar, Süfyan'dan nakledilmiş olduğu gibi, aynı zamanda bu,
Îbnü'l-Mübârek'in açıklamalarının da anlamını ifade etmektedir. Allah
ikisinden de razı olsun.
[351]
Müslim'in Salıih'inde
yer alan ve Hz. Abbas'ın, Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkında
Ömer, Osman, Zübeyr ve Abdurrahman b. Avf (r. anhum) huzurunda söylediği: Ey
Mü'minlerin emin, benimle şu yalancı, günahkâr,, sözünde durmaz ve hainlik
eden kişi hakkında hüküm ver, şeklinde hadiste zikredilen sözleri
[352] bu
kabilden değildir Hazır bulunanlardan herhangi birisi, Hz. Abbas'ın bu sözleri
söylememesini hatırlatmamış tır. Çünkü, bu aralanndaki bir anlaşmazlıkta bir
hakemlik olayı İdi. Her birisi durumun kendi lehine olduğuna inanıyordu. Hz.
Ömer, onlar arasında bu hususta yerine getirilmesi gerekeni uygulaymcaya kadar
onların kanaatleri böyleydi. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır.
Bizim (mezhebimizin)
ilim adamları ise şöyle demektedir: Bu şekilde ileri geri konuşmak» tarafların
konumlarının eşit yahut birbirine yakın olması halinde mümkündür. Tarafların
konumları arasında farklılık var ise, faziletli kimselere dîl uzatılması
derecesine varacak şekilde iteri geri konuşma imkânı verilmez. Aksine, bu
durumda herhangi bir zulüm, yada gazap ifadeleri açıkça kullanılmaksızın,
mücerred davada bulunularak hak talep edilir. Sahih olan budur ve ilgili
rivayetler de buna delalet etmektedir.
Bİr diğer açıklama da
şöyledir: Hz. Abbas'ı bu gibi ifadeleri kullanmaya iten kızgınlığı ve amcalığın
tahakküm edici yönüdür. Çünkü amca, babanın den-gidir. Ve şüphesiz ki baba,
çocuğu hakkında bu gibi sözleri kullanacak olursa, onun kullandığı bu
ifadeleri, onu tedip hususunda işi ileriye götürmek ve yaptığından vazgeçirmek
kastı ile söylediği şeklinde açıklanır. Yoksa gerçekten de bu sıfatlara sahip
olduğu anlamına gelmez.
Diğer taraftan buna,
onların dini bir makam (ve velayet) hususunda karşılıklı delil getirme
konumunda idiler. Hz. Abbas, bu hususta kendisine muhalefetin caiz olmadığına
ve bu hususta kendisine muhalefet etmenin, muhalefet edenin bu niteliklere
sahip olması sonucunu doğuracağına inanıyordu. Ayrıca of kızgınlığın etkisi
altında da kalarak bu ifadeleri kullanmıştır. Hazır olanlar, bu durumu
bildiklerinden dolayı ona karşı çıkmadılar. Bu açıklamalara el-Mâzerî ile Kadı
îyad ve diğerleri de işaret etmiş bulunmaktadır.
[353]
Zulmeden"
şeklinde "zı" ve "lâm" harflerini üstün okuyanlara gelince,
bu, Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ânı en iyi bilen ilim
adamlarından birisi olan Zeyd b. Eşlem ile İbn Ebi İshâk, ed-Dah-hâk, İbn
Abbas, İbn Cübeyr ve Ata b. es-Said'in kıraatidir.
Anlamı şudur: Herhangi
bir fiil veya bir sözde zulmeden ise müstesnadır. Ona, açıktan açığa kötü söz
söyl üye bilirsin iz.
Bu da onun yaptığı
fiilini yasaklamak, onu azarlamak ve bu işi dolayısıyla onu reddetmek
anlamında bir davranıştır. Buyruk şu demek olur: Allah, -zulmeden, yani
münafıklığı üzere devam eden müstesna- münafıklıktan tevbe eden kimseye: Sen
münafıklık etmedin mi, demeyi sevmez. Bu açıklamaya da yüce Allah'ın:
"Ancak tevbe edenler... müstesnadır" (en-Nisa, 4/146) buyruğu delâlet
etmektedir.
İbn Zeyd der ki: Şanı
yüce Allah'ın münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olduklarını haber
vermesi, kötülüğü sözle açıktan açığa ifade etmektir. Bundan sonra ise,
onlara: "Eğer şükredip iman ederseniz, Allah size azabt neylesin "
(.en-Nisa, 4/147) diye buyurmakta ve onları bir çeşit teselli edip, şükür ve
imana davet etmektedir.
Daha sonra da
mü'minlere hitaben: "Allah -zulme uğrayan müstesna- çirkin sözün açıktan
söylenmesini sevmez" diye buyurmaktadır. Yani, müna-fıklığını sürdürmek
suretiyle devam eden müstesna, demektir. İşte böyle birisine, sen âhirette
cehennemin en aşağı tabakaları kendisi için hazırlanmış bulunan kâfir ve
münafık bir kimse değil misin sözü ve benzeri sözler söylenebilir.
Bir kesim de şöyle
demiştir. Buyruğun anlamı şudur: Yüce Allah, herhangi bir kimsenin kötü bir
sözü açıktan söylemesini sevmez. Daha sonra mun-katı, bir istisnada
bulunmaktadır. Yani: Ama, zulmeden müstesnadır Bu durumda o, haksızca ve
saldırganlıkla kötülüğü açıkça ifade etmiş olur kif bunu yapmakla zalim olur.
Derim ki: İşte
zulmedenlerin pek çoğunun huyu ve alışkanlığı budur. Onlar, zulmetmekle
birlikte dillerini de uzatır ve zulmettikleri kimselerin -kendileri için haram
kılınan- ırzlarına da dillerini uzatırlar.
Ebu İshâk ez-Zeccâc
der ki: "Zulmeden müstesna" buyruğunun anlamının, "zulmedip
kötü söz söyleyen müstesna" şeklinde olması da mümkündür. İste, böyle
birisinin elini yakalamanız, (yani onu zulmünden alıkoymanız.) gerekir, O
taktirde bu istisna, munkatı' bir istisna olur.
Derim ki: Buna bir
takım hadisler de delâlet etmektedir. Hz. Peygamber'İn şu buyruğu bunlar
arasındadır:
"Beyinsizlerinizin
elini yakalayınız. (Onları beyinsizce tasarruflardan engelleyiniz)."
[354]
"Kardeşine zalim veya mazlum olsun yardımcı ol." Ashab: Haydi
mazlumken ona yardımcı olduk, peki zalimken ona nasıl yardım edebiliriz? Hz.
Peygamber: "Onu zulümden alıkoymak suretiyle" diye buyurdu.
[355]
el-Ferrâ der ki:
Zulmeden müstesna" okuyuşa, zulmeden de dahil anlamındadır.
Yüce Allah'ın:
"Allah herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir" buyruğu ise, zalimi,
zulmetmemesi için; mazluma da intikam almakta haddi aşmaması için bir
sakındırmadın
Daha sonra, yüce
Allah: "Bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut bir kötülüğü
affederseniz" buyruğu ile affı teşvik etmektedir İntikam alma gücü ile
birlikte affetmek, yüce Allah'ın sıfatları arasında yer alır. İnsanları
affedenlerin faziletine dair açıklamalar ise, Âl-i Imran Sûresi'nde (3/134.
ayet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu az sayıdaki kelimelerde, üzerinde
düşünenler için pek çok anlamlar vardır.
Şöyle denilmiştir: Sen
affedersen, şüphesiz Allah da seni affeder. îbnü'l-Mübârek şöyle bir rivayet
nakletmekledir: el-Hasenrden işitenlerden birisi bana, onu şöyle derken
dinlemiş olduğunu nakletti: Kıyamet gününde bütün ümmetler âlemlerin Rabbinin
huzuruna geleceği vakit şöyle seslenilecek: Mükâfatını vermek Allah'a ait
olanlar ayağa kalksınlar. Dünyada iken başkalarını affedenlerin dışında kimse
kalkmayacaktır. İşte bunu, yüce Allah'ın: "Kim affeder z>e ıslah
ederse, artık onun mükâfatım vermek Allah 'a aittir" (eş-Şu-ra, 42/40)
buyruğu doğrulamaktadır.
[356]
150. Allah'ı ve
peygamberlerüıi İnkâr ederek kâfir olanlar, bir de Allah ve peygamberlerinin
arasını ayırmak isteyenler. Ve: "Kimine inanırız, kimini inkâr
ederiz" diyenler, böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler;
131. İşte onlar,
gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamışındır. .
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah, müşriklerle
münafıkları sözkonusu ettikten sonra "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr
ederek kâfir olanlar" buyruğu ile, kitab ehli olan yahudi ve hıristfyan
kâfirleri -Muhammed (sav)'ın peygamberliğini inkâr ettiğinden dolayı-
sözkonusu etmekte ve onun peygamberliğini inkâr etmenin, bütün peygamberleri
inkâr etmek olduğunu beyan etmektedir. Çünkü, Muhammed (sav)'a ve bütün
peygamberlere (hepsine-salât ve selam olsun) iman etmeyi ümmetine emretmemiş
hiçbir peygamber yoktur.
"Bir de Allah ve
Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler" buyru-ğu Allah'a ve
peygamberlerine iman etmek arasında Fark gözetmek isteyenler... demektir.
Yüce Allah bununla,
Allah ve peygamberleri arasında böyle bir ayırım gözetmenin küfür olduğunu
açıkça ifade etmektedir. Bunun küfür o)uş sebebi ise şudur: Şam yüce Allah,
bütün insanlara, peygamberler aracılığı ile kendileri için göndermiş olduğu
şeriat gereğince kendisine ibadet etmelerini farz kılmıştır, insanlar,
peygamberleri inkâr edecek olurlarsa, onların şeriatlerini de reddetmiş, onların
tebliğ ettikleri bu şeriati kabul etmemiş olurlar. Böylelikle yerine
getirmekle yükümlü oldukları ubudiyeti kabul etmemiş, ubudiyete bağlanmamış
olurlar. Bu da tıpkı yaratıcıyı inkâr etmek gibidir. Yaratıcıyı inkâr etmek
ise, O'na itaat ve ubudiyeti terk etme sonucunu verdiğinden dolayı bir
küfürdür.
Aynı şekilde iman
hususunda peygamberleri arasında bir ayırım gözetmek de, o peygamberleri inkâr
etmektir ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele alacağız.
[357]
Yüce Allah'ın:
"Kimine inanırız» kimini inkar ederiz diyenler" buyruğu ile
peygamberler arasında ayırım gözetmenin küfür olduğu irade edilmektedir. Böyle
diyenler ise, Hz. Musa'ya iman etmekle birlikte, Hz. İsa ile Muhammed (sav)'ı
inkâr eden yahudilerdir. Bu şekildeki sözleri, daha önce Bakara Sûresi'nde
(2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onlar, aralarındaki avamdan
olan kimselere: Biz> kitaplarımızda Mulıammed'den söze-dildiğini görmüyoruz,
diyorlardı.
"Bunun arasında
bir yol tutmaya yeltenenler..." iman ile inkâr arasında bir yol tutmak
isteyenler, demektir. Bu da yahudilik ile İslam arasında uydurma bir din
tutmak istiyenler anlamına gelir. Burada tekil işaret zamirinin kullanılıp
ikil zamirin kullanıl mayısı, kullanılan bu tekil zamirin aynı zamanda ikil
olarak kullanılabilmesi dolayı sıyladır. İkil zamir kullanılması (Kur'ân
dışında olması şartıyla) mümkündür.
[358]
Yüce Allah'ın:
"İşte onlar, gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler" buyruğu, imanları
İle ilgili birtakım tereddütleri ortadan kaldıracak bir te'kiddir. Çünkü
onları, onların kimisine iman ederiz, diyenler olarak nitelendirmişti, Böyle
söylemek İse, son peygamberini inkâr etmeleri halinde kendilerine hiçbir fayda
sağlamaz. Son peygamberi inkâr edip kâfir olmakla, yüce Allah'ı da bu son
peygamberi müjdeleyen bütün peygamberleri de inkâr etmiş olurlar, işte bundan
dolayı gerçek anlamda kâfirler olmuşlardır.
"Kâfirlere"
kelimesi "hazu-lamışızdu*" anlamındaki kelimenin ikinci me-ful'ün
yerini tutmaktadır. Yani Biz, o kâfirlerin bütün çeşitleri için
"alçaltıcı" yani zelil edici "bir azap" hazırlamışındır.
[359]
152. Allah'a ve
peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince,
işte onlara ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Allah, bu buyrukta
Peygamber (sav)'ı ve onun ümmetini kastetmektedir.
153- Kitap ehil senin
kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar, Musa'dan
daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize apaçık göster,
demişlerdi." İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım yakalaşmıştı. Sonra
onlara, bunca açık belgeler gelmişken, tutup buzağıyı ilah edinmişlerdi.
Nihayet Biz bunu affettik. Biz, Musa'ya apaçık bir delil vermiştik.
Yahudiler, Mulıammed
(öav)'dan gözleri önünde semâya yükselmesini ve kendilerine iddia ettiği
hususlarda doğruluğuna dair yazılı bir kitabı, -Hz Musa'nın Tevrat'ı getirdiği
gibi- bir defada ve toptan getirmesini istemişlerdi.
Onlar, Hz. Peygambere
karşı işi yokuşa sürmek için böyle bir talepte bulundular. Yüce Allah da
onların atalarının Musa (a.s.)'a karşı bundan daha büyük bir inatla
çıktıklarını ve: "Allah'ı bize apaçık göster" yani gözlerimizle
görelim, demiş olduklarını ifade etmektedir. Bu husus, el-Bakara Sûresi'nde
(2/55. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Apaçık kelimesi,
hazfedilmiş mastarın sıfatıdır. Yani, apaçık görülecek şekilde göster,
demektir. Bu isteklerinin ve gördükleri bunca mucizeden sonra, zulümlerinin
büyüklüğü dolayısıyla yıldırım ile cezalandtrıldıiar.
Yüce Allah'ın: "
Tutup buzağıyı ilâh edinmişlerdi buyruğunda, şu takdirde hazfedilmiş bir takım
ifadeler vardır: Biz, onlart ölümlerinden sonra dirilttik. Fakat, fazla
geçmeden buzağıyı ilâh edindiler. Bu hususa dair açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde
(2/51. ayette) geçtiği gibi, yüce Allah'ın izniyle Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/83-89.
ayetlerin tefsirinde) de gelecektir.
"Sonra onlara
bunca açık belgeler gelmişken" yani, Hz. Musa'nın beyaz eli, asası,
denizin yarılması ve buna benzer aziz ve celil olan Allah'tan başka mabudun
olmadığına dair apaçık belgeler, deliller ve besbelli mucizeler geldikten
sonra, yine de buzağıyı tutup ilah edinmişlerdi.
"Nihayet Biz bunu
affettik."4 Yani, onların bu şekilde işi yokuşa sürmelerini bağışladık.
"Biz Musa'ya apaçık bir delil" yani, apaçık bir belge "vermiştik,"
Bunlar ise onun getirdiği, gösterdiği mucizelerdir. Bunlara apaçık delil
(sultan) adının veriliş sebebi Ese, böylelerini getirenin kesin delil ile karşı
tarafı kahredici bir şekilde susturmasındandır. Bu mucizelerin, kalpleri kahretmek
(ister istemez kabul etmek) zorunda bırak masından dır. Çünkü kalpler,
berizerlerini getirmenin insan gücü çerçevesinde bir iş olmadığını çok iyi
bilir.
[360]
154. Söz verdikleri
için de Tür'u üzerlerine kaldırmıştık. Onlara hem: "Kapıdan secdeye
eğilerek girin19 demiştik, hem de; "Cumartesi gününde aşırı
gitmeyin" demiştik. Onlardan sağlam bir söz almıştık.
Yüce Allah'ın:
"Söz verdikleri için de Tûr'u üzerlerine kaldırmıştık" buyruğunun
anlamı şudur: Onlardan alınan sözü bozmaları sebebiyle biz Tûr'u üzerlerine
kaldırmıştık. Dağın üzerlerine kaldırılışı ile kapıdan girişlerine dair
açıklamalar, Bakara Sûresi'nde (2/58 ve 63, ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Secdeye eğilerek" anlamına gelen; kelimesi ise hal olarak nasb
edilmiştir.
"Hem de:
Cumartesi gününde aşırı gitmeyin demiştik* buyruğundakî "Aşırı
gitmeyin" anlamındaki kelimeyi sadece Verş, "ayn" harfini üstün
ve "dal" harfini şeddeli; den gelen bir kelime olarak okumuştur.
Bunun anlamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/65. ayetin tefsirinde") d
e geçtiği gibi Cumartesi günü balık avlamak suretiyle haddi aşmayınız, (Haddi
aşmayın anlamındaki bu kelimenin) asıl okunması gereken şekli ise, (Verş
kıraatine göre); ( ijjcıû.) şeklindedir. Burada "ayn" harfinden sonra
gelen "te" harfi "del" harfine idğam edilerek okunmuştur,
en-Nelıhas der ki: Bu durumda "ayn" harfinin sakin okunması caiz
olmadığı gibi, böyle bir okuyuşta iki tane sakin harf de arka arkaya
getirilemez. Bu şekilde okuyan ise, yanlışlık yapmış olur "Onlardan
sağlam bir söz almıştık" Tevratta onlardan alınan sözü kastetmektedir,
Yemin ile pekiştirilmiş ahid anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu yemin ile
pekiştirilmesi sebebiyle "sağlam" diye nitelendirilmiştir.
[361]
155. Fakat, o
sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri, "kalplerimiz perdelidir" demelerinden
ötürü (onları lanetledik). Hayır, Allah, küfürlerine karşılık kalplerine mühür
basmıştır. Artık onlar pek az iman eder.
156. Bir de onları
küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle,..
"Fakat o
sözlerini bozmaları... dan ötürü" buyruğundaki; "Bozmalarından ötürü9
buyruğu, ube" harf-i cerri dolayısıyla mecrur gelmiştir. Bu harften
sonraki O") edatı ise, te'kîd için ve zâid olarak gelmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'tan bir rahmet sebebiyledir ki..." (ÂJ-i İmran, 3/159)
buyruğunda olduğu gibidir. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden
belirtilen buyrukta geçmiş bulunmaktadır. Buradaki "be11 harfi ise hazfedilmiş
bir İfadeye taalluk etmektedir ki, ifadenin takdiri şöyledir: "Sözlerini
bozmalarından ötürü onlan lanetledik." Bu açıklama Kata-de ve başkasından
nakledilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi ise, işitenin bunu bilmesidir.
-Ebu'l-Hasen Ali b.
Hamza el-Kisaî ise der ki; Bu harf-i cer, kendisinden önceki buyruklar ile
alakalıdır. Buyruğun anlamı ise şöyledir: Zulümleri sebebiyle... ve bir de o
sözlerini bozmalarından ötürü yıldırım onları yakaladı. el-Kisaî devamla der
ki: Böylelikle yüce Allah, kendisi sebebiyle yıldırımın kendilerini yakalamış
olduğu zulümlerini açıklamaktadır. Bu da daha sonra gelen onların verdikleri
sözlerini bozmalarını, peygamberleri öldürmeleri ve işlemekle kendi öz
nefislerine zulmetmiş olduklarını açıkladığı diğer hususlar sebebiyle
olmuştur.
Ancak, Taberî ve
başkaları bunu kabul etmemektedir. Çünkü, yıldırımın kendilerini yakaladığı
kimseler, Hz. Musa döneminde yaşayanlardı. Peygamberleri öldürüp, Hz, Meryem'e
büyük iftirada bulunanlar ise, Hz. Musa'dan uzun bîr dönem sonra gelmiş
olanlardır. Hz. Meryem'e iftira edenleri yıldırım da yakalamış değildir,
el-Mehdevî ve başkaları ise derler ki: Ancak, böyle bir şeyin olması
(el-Kisaî'nin açıklamasından) zorunlu alarak anlaşılmamalıdır. Çünkü, yüce
Allah'ın onlar hakkında haber verip, maksadın on-lann atalarının olması da
mümkündür. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'n-de (2/65. âyetin tefsirinde)
geçmişti.
ez-Zeccâc der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Onlar, sözlerini bozduklarından dolayı Biz de
kendilerine helal olan bir takım temiz şeyleri haram kıldık. Çünkü bu
anlatılan olaylar, yüce Allah'ın: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle... pek
çok şeyi haram kıldtk"(en-Nisa, 4/160) buyruğuna kadar devam etmektedir.
Onların verdikleri
sözlerini bozmalarına gelince, Peygamber (sav An niteliklerini açıklamalarına
dair kendilerinden söz alınmıştı.(Onlarsa bunu yerine getfırnediler). Buyruğun
anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Sözlerini bozmaları, şu, şu işleri
yapmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini mühürle-miştir. Anlamının şu
şekilde olduğu da söylenmiştir: Onlar, sözlerini bozmaları sebebiyle, pek azı
müstesna iman etmezler, Âyet-i kerimenin başında yer alan "fe" harfi,
fazladan gelmiştir. "İnkâr etmeleri" buyruğu, bir öncekine at-folduğu
gibi, ",„ öldürmeleri" buyruğu da aynı şekilde atfedilmiştir.
"Allah'ın
âyetleri" nden kasıt ise, kendilerinin tahrif ettikleri, onlara in-
dirilen
kitaplardır.kelimesi, kelimesinin çoğuludur Yani, bizim kalplerimiz ilim
kaplarıdır, Bizim rtezdimizde bulunandan başka bir ilme ihtiyacımız yoktur. Bu
kelimenin örtülü anlamına gelen kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir.
Yani, bizim kalplerimiz örtüler içerisindedir, senin söylediklerini
anlamazlar.
Bu anlam, yüce
Allah'ın;... Kalplerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 41/5) buyruğunu andırmaktadır.
Buna dair açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin
tefsirinde) geçmiş, bulunmaktadır. Bundan maksatları ise, peygamberlerin ortaya
koydukları deJiJleri reddetmektir. Kalplerin mühürlenmesi ile ilgili
açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/7. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"İnkâr
etmeleri... den ötürü Yani, kürıirlerine karşılık onlara bir ceza olmak üzere.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah,
küfürleri yüzünden kendilerini lanette-nıiştir. Onlar ancak pek az iman
ederler. "(en-Nisa, 4/46) Yani onlar, ancak pek az iman ederler. Bundan
kasıt ise peygamberlerin bazısına iman etmeleridir. Bunun ise kendilerine
hiçbir faydası yoktur.
Daha sonra yüce Allah:
"Onların küfürleri (inkârları)" buyruğunu tekrar ederek, onların ardı
arkasına küfre düştüklerini haber vermektedir. Bunun anlamının: "Hz.
Mesih'i inkar edip kâfir olmaları" şeklinde olduğu ve ondan sonra gelen
buyrukların buna delalet etmesi sebebiyle "Mesih'in hazfedıldi-ği de
söylenmiştir. "Sözlerini bozmaları" buyruğundaki âmil ne ise,
"inkâr etmeleri" buyruğundaki âmil'in kendisidir. Çünkü bu, ona
atfedilmiştir. Âmil'in Mühür
basmıştı" kelimesinin olması mümkün değildir
"Pek büyük
iftira"dan kasıt ise, Hz. Meryem'in Yusuf en-Neccâr İle itham edilmesidir,
Yûsuf ise aralarında bulunan salihlerden bir kişidir. Büyük iftira (bühtan)
kendisinden hayrete düşülen ileri derecedeki yalan demek olup, buna dair
açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/112, âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Şam yüce ve eksikliklerden münezzeh olan Allah, her şeyi en iyi
bilendir,
[362]
157. Ve: "Biz,
Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa öldürdük" demeleri sebebiyle. Halbuki
onlar, onu öldürmediler, onu asmadılar da. Ancak kendilerine benzer gösterilmişti.
Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe için dedirler.
Onların zanna uymaktan başka ooa dair bir bilgileri yoktur. Onlar, onu
gerçekten öldürememlşlerdir.
158. Bilakis, Allah
onu kendi katına kaldırmıştır. Allah Azizdir, Hakimdir.
Yüce Allah'ın:
"Ve: Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri
sebebiyle" buyruğunda, (oj )'nin hemzesinin esre gelmesi, "kavi söz söylemek" anlamındaki kelimeden
sonra gelmesi dolaylıyladır. Başka bir söyleyişe göre üstün okunması da
mümkündür.
Âl-i İmran Sûresi'nde
(3/45- âyetin tefsirinde)j'Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Allah'ın
peygamberi" kelimesi, bedel olarak nasb edilmiştir. Bunun,
"MesirTi... yani Allah'ın Rasulü... nü kastediyorum anlamında man-sub
okunmsı da mümkündür.
"Halbuki onlar,
onu öldürmediler, onu asmadılar da" buyruğu da onların bu konudaki
iddialarım reddetmektedir.
"Ancak
kendilerine benzer gösterilmişti". Yani, yine Âl-i İmran Sûresi'n-de
(3/55.-âyetin tefsirinde) geçtiği üzere başkası ona benzer gösterildi.
Şöyle de denilmiştir:
Onu öldürmek isteyenler, kişi olarak Hz. isa'yı tanımayanlardı. Öldürdükleri
kimsenin ise, o olup olmadığı hususunda şüphe ettikleri halde öldürmüşlerdi.
Nitekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe içindedirler."
Bir görüşe göre,
burada onların hepsi hakkında haber verildiği söylendiği gibi, bu hususta
yalnızca onların avamı anlaşmazlık içerisinde idiler, de denilmiştir.
Anlaşmazlığa
düşmelerinin anlamı ise, kimilerinin onun ilah olduğunu, kimilerinin de
Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleridir. Bu açıklamayı el-Ha-sen yapmıştır.
Anlaşmazlıklarından kastın şu olduğu da söylenmiştir: Onların avamı, biz
İsa'yı öldürdük dediler. Onun semaya yükse İtiliş ini görenler ise, hayır onu
öldürmedik dediler.
Yine,
anlagmazhklanndan kastın: Hırisuyanlardan Nasturîlerin: İsa, lâhû-tu (uluhiyet
sıfatı) yönüyle değil de, nâsûtu (.insan ve beşeriyeti) yönüyle çarmıha
gerilmiştir derken, melkâniler şöyle demişlerdir: Çarmıha germe ve öldürme,
Hz. İsa'nın tamamı, nâsûtu da lâhûtu da üzerinde cereyan etmiştir.
Anlaşmazlıklarından
kastın, onların şöyle demeleri olduğu da söylenmiştir: Eğer bu öldürülen kişi,
bizim arkadaşımız idiyse, peki İsa nerede?. Eğer bu öldürdüğümüz İsa ise, bizim
arkadaşımız nerede? Bundan kastın şu olduğu da söylenmiştir: Yahudiler, biz
onu öldürdük demişlerdi. Çünkü yahu-dilerin başı olan Yahuda, Hz. İsa'nın
öldürülmesi için gayret harcamıştı. Buna karşılık hırisUyanlardan bir kesim
İse şöyle demiştir: Hayır, onu öldüren bizleriz. Yine hıris uyanlardan bir
başka kesim şöyle demiştir; Bilakis, Allah, gözümüzün önünde onu semâya
yükseltmiştir.
Onların ona dair bir
bilgileri yoktur" buyruğunda yer alan
edatı fazladan gelmiştir, ifade burada tamam olmaktadır. Daha sonra
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zanna uymaktan başka" Bu ise nasb
mahallinde ve birincisinden olmayan (munkati) bir istisnadır. Bedel olmak üzere
ref i mahallinde olması da caizdir. Yani, onların ona dair zandan başka bir
bilgileri yoktur, anlamında olur. Sibeveylı buna örnek olmak üzere şu beyiti
nakletmektedir:
"Ve bir belde ki,
onda hiçbir tanıdık kimse yok, Ceylan yavrularından ve yaban ineklerinden
başka."
"Onlar onu
gerçekten öldürememişlerdir" buyruğu hakkında İbn Ab bas
ile es-Süddî şunları
söylemektedir: Yani, onların öldürdükleri, kesin olarak odur diye
"zannettikleri kimsedir. Buna göre buradaki "zan" kelimesi,
kesinlikle, tam anlamıyla bilmek anlamındadır. Buna göre onu öl-dfiremediler"
buyruğundaki zamir ("kesin bilmek" anlamındaki;) "zan'"a
aittir. Ebu Ubeyd der ki: Şayet anlam, onlar İsa'yı kesinlikle öldüremediler
şeklînde olsaydı, bunun yerine: Onu asla öldüremediler" demesi
gerekirdi.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Onların öldürdükleri kişi, kesin olarak kendilerine İsa'dır,
diye gösterilen kimsedir. Buna göre, kelimesinin üzerinde vakfedilmesi
gerekir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar İsa'yı öldüremediler. Bu
durumda vakıf, Onu öldüremediler" kelimesi üzerinde yapılmalıdır.
Gerçekten, kesin olarak kelimesi ise hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olur. Bu
hazfedilmiş mastarın takdiri ise iki türlü olabilir: Birincisine göre, onlar
bunu kesin bir söz olarak ileri sürdüler veya Allah bunu kesin bir söz olarak buyurmaktadır.
Diğer bir görüşe göre ise mana şöyle olur: Onlar, bunu kesin bir bilgi ile
bilemediler.
en-Nehhâs der ki: Eğer
anlamın: Bilakis Allah onu kendisine kesin olarak yükseltmiştir, şeklinde
takdir edilecek olursa, bu bir yanlışlık olur. Çünkü; hayır, bilakis kelimesi,
âmil edat olarak zayıflığı sebebiyle bu edattan sonra gelen ibareler,
kendisinden önce gelen ibarelerde amel etmez. Sununla birlikte Îbnü'l-Elbarî;
Onlar onu (iki ürememizlerdir* buyruğu üzerinde vakıf yapmayı caiz görmüş ve
bunu da kasemin cevabı olan hazfedilmiş bir fiil ile (tefe ): Gerçekten, kesin
olarak kelimesini nas-betme şartına bağlı olarak, kabul etmiştir. Hazfedilen
fiilin takdiri de şöyle olur: Andolsunki siz, gerçekten.-, tasdik
etmişsinizdir...
Bilakis Allah onu
kendi katma kaldırmıştır" buyruğu, yeni bir söz (cümle)dir. Yani onu
semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekandan münezzehtir.
Hz. İsa'nın
yükseltilme keyfiyetine dair açıklamalar daha önceden Âl-i îm-ran Sûresi'nde
(.3/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Allah
azizdir" yani, yahudilerden intikam almak gücüne sahiptir. O bakımdan
onların üzerine Romalı Astisanus oğlu Petrus'u musallat etti ve onlardan pek
çok kimseyi öldürdü.
"Hakimdir, onlar
hakkında lanet ve gazap hükmünü vermiştir.
[363]
159. Kitap ehlinden
olup ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. Kıyamet gününde de o
aleyhlerinde bir şahid olacaktır.
Yüce Allah'ın:
"Kitap 'ehlinden olup ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse
yoktur" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas, el-Hasen, Mücahid ve İkrime
şunlan söylemektedir: Buyruğun anlamı şudur: Kitap ehlinden olan herkes,
mutlaka "ölümünden evvel" Hz. Mesih'e iman edecektir. Buna göre,
"ona" daki zamir, Hz. İsa'ya aittir. "Ölümünden"
kelimesindeki zamir ise, kitap ehline mensup kişiye aittir. Çünkü, ölüm
meleğini gördüğü takdirde, ister yahudi ister hıristiyan olsun, kitap ehlinden
olup Hz, İsa'ya iman etmeyecek hiçbir kimse olmaz. Ancak bu merhaledeki imanın
kendisine hiçbir faydası olmaz. Zira bu, artık hayattan ümit kesildiği ve ölüm
haline düşüldüğü sıradaki bir îmandır. Böyle bir halde yahudi olan kimse de,
hıristiyan olan bir kimse de, Hz. İsa Mesih'in sadece Allah'ın bir Rasulü
olduğunu ikrar ve itiraf eder.
Rivayet olunduğuna
göre Haccâc, Şehr b, Havseb'e bu âyet-i kerime hakkında soru sorarak şöyle
demiştir: Bana yahudi ve hıristiyan esirler getirilir, ben de onlardan
birisinin boynunun vurulmasını emrederim. Fakat böyle bir zamanda onu
gözlediğim halde onun iman ettiğini görmüyorum. Bunun üzerine Şehr b. Havşeb,
Haccâc'a şu cevabı verir: O, âhirete dair durumları gözüyle gördü mü, Hz.
İsa'nın Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu itiraf eder, ona iman eder3 fakat bu
imanının kendisine bir faydası olmaz, Haccâc ona: Sen bu bilgiyi kimden
öğrendin diye sorunca, Şehr şöyle der: Ben bunu Muham-med b. el-Hanefiye'den
öğrendim. Bu sefer Haccâc ona: Sen gerçekten an-duru, bulandırılmam iş bir
pınardan öğrenmiş bulunuyorsun.
Mücahid'den de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Kitap ehlinden olup da ölümünden önce Hz. isa'ya
iman etmeyecek hiçbir kimse yoktur. Ona şöyle denildi: Peki, ya suda boğulur,
yahut yanar veya yırtıcı bir hayvan onu yiyecek olursa, yine İsa'ya iman eder
mi? O, evet diye cevabını verdi.
Âyet-i kerimedeki İki
zamirin de Hz. İsa'ya ait olduğu söylenmiştir, O takdirde buyruğun anlamı
şöyle olabilir: Kıyamet günü (alâmeti olarak) Hz. İsa ineceği vakit hayatta
olan herkes, mutlaka ona iman'edecektir. Bu açıklamayı, Katade, İbn Zeyd ve
diğerleri de yapmış, Taberî de bunu tercih etmiştir. Yezid b. Zuray' ise, bir
adamdan, o da el-Hasen'den, yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden olup ölümünden
evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur" buyruğu hakkında şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Yani, İsa'nın ölümünden önce Allah'a yemin ederim ki o,
elan Allah nezdinde hayattadır. Fakat, Hz, îsa ineceği vakit hep birlikte ona
İman edecekler.
Buna yakın bir
açıklama, ed-Dahhâk ve Said b. Cübeyr'den de nakledilmiştir. "Ona iman
etmeyecek kimse yoktur" buyruğunun, burada sözkonu-su edilmemiş olmakla
birlikte, Muhammed (sav)'a iman etmeyecek kimse yoktur, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Çünkü bütün bu
kıssalar, Muhammed (sav)'a indirilmiştir. Bunlardan maksat, ona İman etmektir.
Hz, İsa'ya iman etmek de aynı şekilde Muhammed (sav)!a imanı da ihtiva
etmektedir. Zira, peygamberler arasında (jman noktasından) ayrım gözetmek caiz
değildir.
"Ona İman
etmeyecek kimse yoktur" buyruğunun, ölümünden önce yüce Allah'a iman
etmeyecek kimse yoktur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Fakat, ölümü
görmekle birlikte imanın o kimseye faydası yoktur. Ancak ilk iki te'vil daha
güçlüdür.
ez-Züfırî, Said b.
el-Müseyyeb'den, o, Ebu Hureyre'den, o da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Andolsun ki, Meryem oğlu {.İsa Mesih), adaletli bir
hükümdar olarak inecektir. Yine andederim kif Dec-cât'i öldürecektir Domuzu
öldürecektir, haç'ı kıracaktır. Ve o vakit secde yalnızca âlemlerin Rabbi olan
Allah'a yapılacaktır." Daha sonra Ebu Hureyre dedi ki: Dilerseniz:
"Kitap ehlinden olup, ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse
yoktur." buyruğunu okuyun. Ebu Hureyre: (yani) isa'nın ölümimden evvel
dedi ve bunu üç defa tekrarladı.[364]
Sibeveyh'e göre âyet-i
kerimenin takdiri ifadesi şöyledir: Şüphesiz, kitap ehlinden ne kadar kişi
varsa mutlaka ona iman edecektir. Kûfelilere göre ifadenin takdiri şöyledir:
Kitap ehlinden olup
ona iman etmeyecek bir kimse yoktur." Ancak, böyle bir takdir çirkin
kaçmaktadır. Çünkü bu takdire göre mevsul hazf edilmektedir. Sıla ise,
mevsulun bir kısmı gibidir, adeta ismin bir bölümü hazfedilmiş gibi
olmaktadır.
Yüce Allah'ın: "Kıyamet
gününde de o aleyhlerinde bir şahid olacaktır" yani, kendisini
yalanlayanların yalanladıklarına ve kendisini tasdik edenlerin de kendisini
doğruladıklarına şahidlik edecektir.
[365]
160. Yahudilerin
zulümleri sebebiyle, kendilerine helal kılınmış olan pek çok şeyi haram kıldık.
Ayrıca, Allah yolundan çokça alıkoymalarından;
l61. Kendilerine haram
kılınmış olduğu halde faiz almalarından ve insanların mallarını batıl yollarla
yemelerinden ötürü. Onlardan kâfir olanlara da can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başhk halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Yahudilerin zulümleri sebebiyle" buyruğu hakkında ez-Zeccâc şöyle
demektedir: Bu, daha önce geçen: "Fakat o sözlerini bozmaları",
buyruğundan bedeldir. Burada daha önce helal kılınmış olmakla birlikte haram
kılınan şeyler ise; "Biz, yahudilere de bütün tırnaklıları haram
&î/rfı&..."(el-En'am, 6/146) buyruğunda sözü geçen şeylerdir,
Âyet-i kerimede
zulümden haram kılmaktan önce sözedilişin sebebi ise, haram kılmaya sebep
teşkil eden şeyi haber olarak bildirmenin maksat olarak gözetilmiş olmasıdır.
"Aynca Allah
yolundan çokça alıkoymalarından yani, gerek kendile-rini gerekse başkalarını
Muhammed (sav)'a tabi olmaktan alıkoymalarından, bunu engellemelerinden;
"kendilerine haram kılınmakla birlikte faiz almalarından, ve insanların
mallarım batıl yollarla yemelerinden ötürü."
Bütün bunlar, onların
işledikleri zulmü açıklamaktadır. Aynı şekilde, bundan önce sözü edilen
sözlerini bozmaları ve ondan sonra gelen buyruklar da buna dair açıklamalardır,
Âi-i îmran Sûresi'nde (3/93-94, âyetlerin tefsirinde) bu haram kılma sebebi
hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşe sahip olduklarını ve bu üç
görüşten birisinin de bu olduğunu belirtmiş bulunuyoruz.
[366]
İbnü'l-Arabî der ki:
Malik'İn mezhebine göre, kâfirlerin muhatap oldukları hususunda görüş ayrılığı
yoktur.
Yüce Allah, bu âyet-i
kerimede, onlara faizin ve'malları batıl yollarla yemenin yasak kılındığım
açıklamaktadır Eğer bu, Muhammed (sav)'a Kur'ân-ı Kerim'de indirilenlere dair
verilen ve onların da bu hitabın kapsamına girdiklerini bildirin bir haber ise
mesele yok demektir. Şayet yüce Allah'ın Tev-ratta Musa'ya indirdiklerine dair
bir haber olup onların bunu değiştirdikleri, tahrif ettikleri, isyan ettikleri
ve muhalefet ettiklerini bildirmekte ise; onlar, dinlerinin emirlerine rağmen
kendi mallarını bu şekilde ifsad etmiş bu-lunuyorlarken, bizim kendileriyle
muamelelerde bulunmamız caiz midir, değil midir?
Bazıları, onlarla
muamelelere girişmenin caiz olmadığını zannetmişlerdir. Bu da onların
mallarındaki bu fesat ve bu bozukluktan dolayıdır. Sahih olan ise, faiz
almalarına Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeylere girişmelerine rağmen,
onlarla muamelelerde bulunmanın caiz olduğudur.
Çünkü, gerek Kur'an da
gerekse Sünnet'te bunun caiz oluşuna dair kati deliller vardır.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinin yiyeceği size helal olduğu
gibi..." (el-Maide, 5/5) Bu açık bir nassdır. Peygamber (sav)'de
ya-midilerle çeşitli muamelelerde bulunmuştur. Vefatı sırasında ise, aile halkı
için ödünç aldığı bîr miktar arpa karşılığında zırhı, yahudi bir kimsenin
yanında rehin bulunuyordu. Şüphe ve anlaşmazlık hastalığım kesialikle ortadan
kaldıran delil de harp ehli ticaretin caiz oluşunda ümmetin ittifak etmiş olmasıdır.
Aynca Peygamber (sav)
harp ehlinin topraklarına ticaret kastı ile yolculuk yapmıştır. İşte onun böyle
bir yolculuk yapmış olması, harp ehlinin bulunduğu yerlere yolculuk yapmanın
ve onlarla birlikte ticarette bulunmanın caiz oluşuna dair kafi bir delildir.
Denilse ki: Bu,
Peygamberlikten önce olmuştur. Deriz ki: O, Peygamberliğinden Önce de haram
bir şey işlemekle kendisini kİrletmemiştir. Bu da te-vatüren sabit olmuş bir
şeydir. Peygamber olarak gönderildikten sonra da bundan dolayı mazeret
belirtmemiştir. Peygamberliğinden sonra da bunu yasaklamamıştır. O hayatta
iken, ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse, bu ilişkiyi kesmediği gibi,
vefatından sonra da müslü mani ardan herhangi bir kimse de böyle bir ilişkiye
son vermiş değildir.
Ashab-ı kiram»
esirleri esirlikten kurtarmak için -ki bu, vacip (farz) dır- yolculuk
yaptıkları gibi, Hz, Osman ve diğerlerinin gönderildiği gibi, sulh için de harp
ehlinin yanına yolculuk yaparlardı. Böyle bir yolculuk kimi zaman vadb
olabilir, kimi zaman mendup olabilir. Yalnızca ticaret kastıyla harp ehlinin
bulundukları yerlere yolculuk yapmak ise, mubahtır.
[367]
162. Fakat,
aralarından İlimde derinleşenlerle mü'mlnler, sana indirilene de senden önce
indirilene de iman ederler. Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a
ve âhiret gününe inananlar... İşte onlara BİZ, çok büyük bir mükâfat vereceğiz.
Yüce Allah'ın:
"Fakat aralarında İlimde derinleşenler" buyruğu ile kitap ehlinin
iman edenlerini istisna etmektedir. Çünkü yahudîler, inkâr etmişler ve: Sözü
geçen bu şeyler tâ baştan beri esas itibari île haram idiler. Sen ise bunları,
bizim zulmümüz sebebiyle daha önce haram kılınmamış oldukları halde haram
kılmaktasın, dediler.
Bunun üzerine yüce
Allah'ın: "Fakat aralarından ilimde derinleşenler..." buyruğu nazil
oldu-
İlimde derinleşen
(er-Râsıh) ise, kitap ilminde, o kitapta sabit olanlara dair bilgiler
hususunda ileri dereceye ulaşmış olandır. Râsih olmak, sabit olmak,
sağlamlaşmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmran
Sûre-si'nde (3/7. ayet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler
ise Abdullah b. Selam, Ka'b. b. el-Ahbâr ve benzerleridir.
"Mü'mlnler"
yani Muhammed (savTın ashabı olan muhacir ve ensardan iman edenler.
"Namazı dosdoğru
kılanlar" buyruğunda geçen; kelimesini, el-Hasen, Malik b. Dinar ve bir
topluluk, bundan önceki kelime olan ve mer-fu olan "mü'minler"
kelimesine atfetmek suretiyle; diye okumuşlardır. Abdullah (b, Mes'udVln
kıraatinde de böyledir. Ubey (b. Ka'b)'m ki raatinde ve mushafinda ise, sair
ımıshaflarda olduğu gibi; şeklindedir.
Bunun mansub oluşu
hususunda farklı altı görüş vardır. Bunların en sahih olanı ise, Sibeveyh'in
görüşü olan medh olmak üzere mansub okunmuş olmasıdır. Yani, özellikle de
namazı dosdoğru kılanlan kastediyorum, demektir. Sibeveyh der ki: İşte bu,
ta'zim olmak üzere kelimenin mansub olmasıdır. İşte Namazı dosdoğru
kılanlar" buyruğu bu kabildendir. Daha sonra da Sîbevyeh şu beyitleri
örnek göstermektedir:
"Her bir kavim efendilerinin
emrine itaat etti Nuraeyrliler müstesna. Onlar en azgınlarının emrine itaat
ettiler." özellikle kimseyi yola bırakmayan o yolcuları kastediyorum Ver
Biz bu yarda kime bırakıp gideceğiz, diyen kimseler."
Birinci mısradaki:
"Efendilerinin emri" ifadesi "doğru yolu göstericilerinin
emri" diye de rivayet edilmiştir.
Sibeveyh şu beyitleri
de nakletmektedir:
"Uzak durmasın
benim o kavmim ki, onlar
Düşmanlarına zehir,
(konuklarına kestikleri) develer için bir afettirler
Her bir çarpışmaya
kahramanca katılanları (kastediyorum)
Ve onlar etekleri
tertemiz olanlardır (iffetli kimselerdir).
en-Nehhâs der ki:
"Namazı dosdoğru kılanların açıklanmasına dair yapılan en sahih açıklama
budur. el-Kisaî der ki: Bu kelime 'e atfedilmiştir. Yine en-Nehhâs der ki; el-Alıfeş
dedi ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü o takdirde buyruğun anlamı şöyle olur:
Ve onlar dosdoğru namaz kılanlara iman ederler (inanırlar),
Muhammed b. Cerir de
kendisine şöyle denildiğini nakletmektedir: Burada sözü geçen namaz kılanlar
meleklerdir. Çünkü melekler devamlı olarak namaz kılarlar, teşbih getirirler,
istiğfar ederler. îbn Cerir bu görüşü tercih etmiş, ayrıca bu buyruğun medh
olmak üzere mansub olduğunun uzak bir ihtimal olduğunu da nakletmektedir.
Çünkü medh etmek, haberin tamamlanmasından sonra ancak gelir. İlimde
derinleşenlere dair haber ise, yüce Allah'ın: "İşte onlara Biz çok büyük
bir mükâfat vereceğiz'* buyruğunda zikredilmektedir. O halde "dosdoğru
namaz kılanlar" buyruğunun medh olmak üzere nasb edilmesi sözkonusu
değildir.
en-Nehhâs der ki: Yüce
Allah'ın: "Verenler" anlamına gelen buyruğu hakkında SibeveylVin
görüşü, mübteda olmak üzere merfu' olduğudur. Başkası ise şöyle demektedir: Bu,
mahzuf bir mübteda takdirine göre mer-fu'dur. Yani, onlar zekâtı veren
kimselerdir.
Şöyle de denilmiştir:
"Dosdoğru kılanlar" kelimesi, daha önce geçen: "Senden
önce" anlamındaki; kelimesindeki "kef" harfine atf edilmiştir.
Yani, senden önce indirilene ve namazı dosdoğru kılanlardan önce indirilene...
demektir, Bu kelimenin "sana" anlamına gelen; kelimesindeki "kefe atfedilmiş olduğu
söylendiği gibi, "aralarından" anlamına gelen; kelimesindeki
"he" ve "mim" zamirine atf olduğu da söylenmiştir. Yani:
"Aralarından... ve namazı dosdoğru kılanların arasından..."
anlamında olur. Ancak, bu üç açıklama şekli uygun değildir. Çünkü bunlarda
zahir bir ismin, mecrur ve hazfedilmiş bir kelimeye atfı sözkonusudur.
Bu konuda altıncı
cevap ise, Hz. Aişe'den nakledilen şu rivayettir: Hz. Âi-şe'ye bu âyeti kerime
ile yüce Allah'ın: Muhakkak bunlar iki sihirbazdır"(Tâ-Hâ, 20/63) buyruğu
ile Maide Sûresi'nde yer alan:
Sabitler"
(el-Maide, 5/69) buyruğu hakkında kendisine soru sorulunca, sorana şu cevabı
vermiştir: Kardeşimin oğlu, yazıcılar hata etmişlerdir. Eban b. Osman da der
ki: Bir başkası kâtibe ne yazacağım okur, o da kendisine okunanı yazardı. Şu:
"Fakat, aralarında ilimde derinleşmiş olanlarla mü'minler" ibaresini
yazdıktan sonra yazıcı, okuyana: Ne yazayım diye sorunca, ona: Şunu yaz
denildi: Namazı dosdoğru kılanlar." İşte, burada bu kelimenin böyle
("nun" harfinden önce "vav" harfi ile yazılması gerektiği
halde, "ye" harfi iie yazılması) bundan dolayı olmuştur
el-Kuşeyrî der ki: Bu,
yanlış bir açıklama ve batıl bir yoldur. Zira, Allah'ın Kitab'ını derleyip
toplayanlar, dilde uyulacak önderler idiler. Kur'an-ı Kerimde nazil olmadık
bir şeyi onların sokacaklarını düşünmek mümkün değildir. Bu konudaki görüşler
arasında en sahih olanı Sibeveyh'in görüşüdür Aynı zamanda bu, el-Halil'in de
görüşüdür. el-Kisafnin görüşü ise, el-Kaffâl ve Ta-berî'nin tercih ettiği
görüştür
Doğrusunu en İyi bilen
Allahtır.
[368]
163. Nuh'a ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik.
İbrahim'e, İsmail'e, tshak'a, Ya-kuba, Fsbat'a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a,
Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
Yüce Allah'ın şu:
"Nuh'a ve ondan sonraki peygiipıberlefe vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz
sana da vahyettik" buyruğu daha önce geçen Allah'ım
"Kitap ekti senin
kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler." âyel-i ile alakalıdır.
Yüce Allah, Muhammed (sav)'m durumu, kendisinden önce geçen peygamberlerin
durumu gibi olduğunu bildirmektedir.
İbn İshak'ın
naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, aralarında Sukeyn
ile Adiy b. Zeyd'in de bulunduğu yahudilerden bir topluluk hakkında nazil
olmuştur. Bunlar, Peygamber (sav)'e: Allah, Musa'dan sonra herhangi bir
kimseye bir şey vahyetmîş değildir, dediler. Yüce Allah da onları bu buyruğu
ile yalanladı.
Vahiy, bir şeyi
gizlilik içerisinde bildirmek demektir. Bu kelime hem Ona söz vahycttl,
şeklinde kullanılır, hem de ) şeklinde
kullanılır.
"Nuh'a
buyruğunda, Hz. Nuh'un öncelikle zikredilmesi, kendisi vasıtasıyla şeriatların
tebliğ buyrulduğu tik peygamber oluşundan dolayadır. Bundan başka açıklamalar
da yapılmıştır.
ez-Zübeyr b. Bekkâr
şunu nakletmektedir: Bana, Ebu'l-Hasen A3i b- eî-Mu-ğire, Hişam b. Muhammed b.
es-Şâib'den, o da babasından naklederek dedi ki: Şanı yüce ve mübarek olan
Allah'ın, yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber İdris'tir. Onun adı AhnûlVdur.
Daha sonra yüce Allah, Nûh b. Lemek b. Müteveşlah b. AhnuJı'u peygamber olarak
gönderinceye kadar peygamber göndermekte kesinti oldu. Hz. Nuh'un oğlu Sânı da
bir peygamberdi.
Daha sonra yüce Allah,
Hz. İbrahim'i peygamber olarak gönderinceye kadar peygamber gönderilmedi. Ve
Allah, Hz. İbrahim'i halil edindi. Hz. İbrahim'in nesebi ise ibrahim b. Târeh
şeklindedir. Târeh'in diğer bir adı da Âzer'dir. Bundan sonra ise Hz.
ibrahim'in oğlu Hz. İsmail peygamber olarak gönderildi, o Mekke'de vefat etti.
Sonra Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İslıak peygamber oldu, o da Şam'da vefat etti.
Sonra da Hz. Lût peygamber oldu. Hz. İbrahim de onun amcasıdır.
Daha sonra Hz. Yakûb
peygamber oldu ki, o da Hz. İshak'ın oğlu ve İsrail diye bilinen peygamberdir.
Bundan sonra Hz. Yakub'un oğlu Yûsuf, sonra da Yevbeb oğlu Şuayb peygamber
oldu. Ondan sonra Abdullah'ın oğlu Hûd, daha sonra Esif in oğlu Salih peygamber
oldu. Sonra, îmran'ın oğulları olan Hz. Musa ile Hz. Harun'a peygamberlik
verildi. Daha sonra Eyyub, sonra el-Hadır -ki, bu aynı zamanda Hadrün diye
bilinir-, peygamber oldu. Sonra İşâ oğlu Davud'a peygamberlik verildi. Sonra
da Hz. Davud'un oğlu Süleyman'a, ondan sonra Metta oğlu Yûnus'a peygamberlik
verildi. Sonra İlyas peygamber oldu. Daha sonra Zülkifl'e peygamberlik verildi.
Onun asıl adı ise, Uveydinâ olup, Hz. Yakub'un oğlu Yahuza kolundandır
(Hişam b. Muhammed'in
babası Muhammed b. es-Saib) devamla dedî ki; İmran oğlu Musa ile Hz. İsa'nın
annesi İmran kfzı Meryem arasında bin ye-diyüz yıl vardır. Her ikisi aynı
koldan değildir. Bundan sonra ise Abdullah b. el -Mutta lib 'in oğlu Muhammed gönderildi.
ez-Zübeyr der kî:
İdrîs, Nuh, Lût, Hûd ve Salih müstesna Kur'ân-ı Kerimde adı geçen bütün
peygamberler Hz. İbrahim'in soyundan gelmişlerdir. Araplardan sadece beş
peygamber vardır. Bunlar, Hûd, Salih, İsmail, Şuayb ve Mu-hammedJdir. Hepsine
salât ve selam olsun. Bunlara arap adının verilmesi ise, onlardan,başka arapça
konuşan peygamber gönderilmediğinden dolayıdır.
Yüce Allah'ın:
"Ve ondan sonraki peygamberler" buyruğu bütün peygamberleri
kapsamına alır. Daha sonra yüce Allah: "İbrahim'e... vahyettik" diye
buyurmakta ve onların şereflerine işaret etmek için özel olarak bir takım
peygamberleri zikretmektedir. Yüce Allah'ın: "Meleklerine,
Peygamberlerine, Cebraîie t>eMikaile..."(el-Bakara, 2/97) buyruğunda
olduğu gibi.
Daha sonra yüce Allah:
"İsa'ya, Eyyûb'a..." diye buyurmaktadır. Burada Hz. İsa kendisinden
önce peygamber olarak gönderilmiş bir takım peygamberlerden önce
zikredilmiştir. Çünkü "vav (ye)" atıf edatı tertibi (sıralamayı.)
gerektirmemektedir. Ayrıca yahudüerin kanaatini reddetmek üzere Hz. İsa'ya bir
Özellik de atfedilmiş olunmaktadır.
Bu âyet-i kertmede,
Peygamberimiz Muhammect (sav)'ın yüce kadir ve şerefine dikkat çekilmektedir.
Çünkü, yüce Allah, onu diğer peygamberlerinden önce sözkonusu etmektedir.
Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hatırlaki, Biz
peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan... (el-Ahzab, 33/7)
Nûh kelimesi (üzüntü,
keder gibi anlamlara gelen) "en-Nevh"den türetilmiştir. Buna dair
yeterli açıklamalar Âl-i İmran Sûresi'nde (3/33- âyet-i kerimede.) geçmiş
bulunmaktadır. Arapça olmayan (A'cemi) bir isim olmakla bir-
likte munsanftır Çünkü
üç harfli bir isimdir. O bakımdan munsanf olmuştur. İbrahim, İsmail ve İshak
kelimeleri ise arapça değildir (A'cemidir). Aynı zamanda bunlar marife (özel
isim) dirler. Bundan dolayı bu isimler munsanf değlidir. Yakub, İsa ve Musa da
böyledir.
Şu kadar var ki, İsa
ve Musa'nın sonlarında yer alan elif (-i maksurenin) her ikisinde de tenis için
olması da mümkündür. O bakımdan ister marife, ister nekire olsunlar hiç bir
şekilde munsanf olmazlar. Yûnus ve Yûsuf isimlerine gelince, el-Hasen'den onun
"nûn" harfini esreli olarak "Yûnis" şeklinde okuduğu, aynı
şekilde "Yûsif' diye okuduğu rivayet edilmiştir. Böylelikle o, Yûnis
kelimesini ünsiyet peyda etmekten, Yûsif ismini de esef etmekten gelmiş gibi
kabul etmektedir Buna göre ise bu iki ismin munsanf olması ve hemzelî
okunmaları gerekmektedir. Her iki ismin çoğullarının da; Yunuslar, Yusuf'lar
şeklinde gelmesi gerekmektedir. Hemzesiz okuyanlar isef bunların çoğullarını
şeklinde getirir.
Ebu Zeyd ise bu
isimlerin, Yûnis ve Yûsef şeklinde kullanıldıklarını nakletmektedir,
el-Mehdevî der ki: Sanki, Yûnis kelimesi asıl İtibari ile malum bir fiil, Yûnes
kelimesi ise meçhul bir fiil gibidir. Ve bu fiiller o yüce zata isim olmuştur.
"Davud'a da
Zebur'u verdik" buyruğunda geçen "Zebur", Hz. Davud'un kitabının
adıdır. Bu kitap yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm,
helal ve harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve
öğütleri kapsamaktaydı.
Zebr, yazmak demektir.
Zebur ise yazılı şey anlamındadır. Tıpkı Resul, Re-kûb ve Halûb (sırasıyla,
elçi olarak gönderilen peygamber, binek ve sağmal hayvan) kiplerinde olduğu
gibi, Hamza bu kelimeyi "Zubur" şeklinde "ze" harfini
ötreli ve Zebr kelimesinin çoğulu olarak okumuştur. Fulus kelimesinin Fels'in
çoğulu oluşu gibi. Zebr ise Mezbur (yazılı şey) anlamındadır Nitekim bu dirhem
emir'in darbıdır denilirken, yani emir tarafından darbedil-miştir, kastedilir.
Kelime asıl itibari ile tevsik (sağlamlaştırmak, belgelemek) anlamındadır.
Mezbur kuyu ise, taşlarla kapatılmış kuyu demektir. Kitaba Zebur deniliş
sebebi ise, onun vasıtası ile belgelemenin güçlü ve kuvvetli oluşundan
dolayıdır,
Hz. Dâvud güzel sesli
birisi idi. O bakımdan, Zebur'u okumaya başladı mı, insanlar, cinler, kuşlar,
vahşi hayvanlar, sesinin güzelliği dolayısıyla etrafında toplanırdı. Alçak
gönüllü birisi idi. Kendi el emeğinden yerdi.
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
şunu rivayet etmektedir: Bize Ebu Usame, Hişam b. Urve'den anlattı. Hişam,
babasından naklederek dedi ki: Dâvud (a.s) elinde hurma yapraklarından zembil
yaparken diğer yandan insanlara hutbe irad ederdi. Bunu bitirdi mi, yanında bulunanlardan
birisine verir, o da bunu satardı. Ayrıca o, zırh da yapardı.
Buna dair açıklamalar
ileride (el-Enbiyâ, 21/80. ayette) gelecektir Hadis-i şerifte de: "Gözde
mavilik berekettir, uğurdur" diye buyurulmuştur.
[369] Hz.
Dâvud'un gözleri mavi idi.
[370]
164. Kıssalarım sana
daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıssalarım sana (henüz) anlatmadığıma
peygamberlere de (Vahyet-tik). Ve Allah, Musa ile de özel olarak konuştu.
Yüce Allah'ın:
"Kıssalarını sana daha önce anlattığınız peygamberlere
de" buyruğundan
kasıtj Mekke'de iken sana anlattığımız peygamberlerdir. Peygamberlere de"
buyruğu, mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. Yani... kıssalarını sana daha
önce anlattığımız peygamberleri de peygamber olarak gönderdik, demektir Çünkü:
"Nuh'a... vahyettiğimiz gibi" buyruğu, Nuh'u peygamber olarak
gönderdik anlamındadır.
Bunun:
"Kıssalarını sana daha önce anlattığmız" inlinin delalet ettiği mahzuf
bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani: Biz, kıssalarını sana daha
önce anlattığımız peygamberlerin kıssalarını sana anlatmış bulunuyoruz.
Sibeveyh'in naklettiği şu beyit de bu türdendir:
"Artık silah
taşıyamaz oldum ve artık Ürküp kaçtığı takdirde devenin başını zaptedemez
oldum; Yalnızken kurdun yanından geçecek olursam korkarım ondan Rüzgârdan da
yağmurdan da korkar oldum."
Burada ifadenin
takdiri, sonradan gelen korkmak fiilinin delâleti ile "kurt'tan da
korkarım" şeklindedir. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde (nıansub olarak değil
de şeklinde merfu'dur. Bu da: "Onlardan da... peygamberler vardır"
takdirindedir.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: Şanı yüce 'Allah Kitab-ı Keriminde peygamberlerinden kimisinin
isimlerini nakledip diğerlerinin de ismini zikretmediğinden, adı anılanın da
anılmayanlara bir üstünlüğü olduğundan dolayı, ya-hudiler şöyle dediler: Mulıammed
sair peygamberleri zikrettiği halde Musa'dan söz etmemektedir. Bunun üzerine:
"Ve Allah, Musa ile de özel olarak konuştu" buyruğunu indirdi.
Burada yer alan;
Konuşmak" te'kid anlamında bir mastardır. O, bir ağaçta kendi nefsi için
özel bir söz halketti ve Musa bunu işitti diyen kimselerin (Mutezile'nin)
görüşlerinin batıl olduğuna delalet etmektedir Aksine burada sözü geçen
konuşma, kişinin kendisi ile mütekellim (söz söyliyen, konuşan) olduğu gerçek
kelâmdır.
en-Nehhâs der ki:
Nahivciler, eğer fiili (aynı kökten gelen) bir mastar ile te'kid edecek olursan
bunun mecaz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir-Şairin:
"Havuz doldu ve:
Artık bana bu kadarı yeter, dedi."
İfadesinde; şeklinde
te'kidî maştan takdirin sözkonusu olamıya-cağım da icma ile kabul etmişlerdir.
Buna göre burada da; diye buyurduğundan dolayı, artık bunun aklen kavranılan
gerçek anlamıyla söz söylemek olması icabetmektedir.
Vehb b. Münebbih der
ki: Musa (a.s) dedi ki: "Rabbim, ne diye beni Ke-lîm edindin?" Musa
bununla, Allah'ın kendisi sebebiyle kendisini mutlu kıldığı işi daha da çok
yapmak maksadıyla öğrenmek istemişti. Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Hatırlıyor
musun, bir seferinde koyunlarından bir oğlak kaçmıştı. Gündüzün çoğu vaktini
arkasından gitmekle geçirdin, o oğlak seni çokça yordu. Sonra onu yakaladın,
öptün ve bağrına basarak ona, beni de yordun kendini de yordun dedin ve ona
kızmadın. İşte bundan dolayı ben de seni Kelîm edindim. Doğrusunu bilen
Allahtır.
[371]
165. Müjdeleyici ve
korkutucu peygamberler olarak (.gönderdik) ki, insanların peygamberlerden sonra
Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîzdİr, Hakimdir.
Yüce Allah'ın:
"Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak" buyruğu:
"Kıssalarım sana daha önce anlattığımız peygamberlere de buyruğundan
bedel olarak nasb edilmiştir. Mahzuf bir fiil takdiri dolayısıyla nasbetmek de
mümkündür. Hal olarak nasbeditmesî de mümkündür. Yani Bizf Nuh'a ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi... peygamberler olarak... vahyettik
takdirindedir.
Ki, insanların peygamberlerden
sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın" ve Sen bize bir peygamber
göndermedin, üzerimize bir kitap indirmedin, diyemesinler.
Kur'an-ı Kerimde başka
yerlerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir peygamber
göndermedikçe de azap ediciler değiliz" (el-İsra, 17/15); "Şayet Biz,
onlart bundan Önce bir azab ile helak etmiş olsaydık, elbette: Rab-bimizBize
birpeygambergönderseydin de zillete te alçaklığa düşmeden önce ayetlerine
uysaydtfe" diyeceklerdi." (Tâ-Hâ, 20/134)
İşte bütün bunlarda
akli bakımdan herhangi bir şeyin (şer'i hükmün) va-cib olmıyacağma dair apaçık
bir delil vardır. Kâ'b el-Alıbar'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir;
Peygamberler iki milyon iktyüzbindir. Mukatil ise der ki: Peygamberler bir
milyon dörtyüz yirmidörtbindir Enes b. Malik ise Rasulul-lah (savVdan şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ben, dörtbini İsrail oğullarından olan
sekizbin peygamberden sonra gönderildim." Bunu, Ebu'l-Leys es-Semarkandî
Tefsirinde zikretmektedir.
[372]
Daha sorira senedini
kaydederek, Şu'be'den, o, Ebu İshak'dan, o, el-Ha-ris el-AVer'den, o, Ebuzer
el-Ğıfarî'den şöyle dediğini nakleder: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Kaç Nebi ve
kaç Rasûl gelmiştir? Şöyle buyurdu: "Peygamberler (Enbiya) yüzyirmidört
bindir. Rasuller ise, üçyüz onüç tanedir."
[373]
Derim ki: Bu hususta
gelen en sahih rivayet budur. Bunu, el-Âcurri ile, Ebu Hatim el-Bustî; Sahih
Müsned'inde nakletmiştir.
[374]
166. Fakat Allah sana
İndirdiği ile şahidlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle İndirmiştir. Melekler de
şahadet ederler. Şahid olarak Allah yeter.
Yüce Allah'ın:
"Fakat Allah... şahidlik eder ki" buyruğunda "Allah" lafzı,
müpteda olarak merfu'dur. Bununla birlikte; Fakat daki "nün" harfi
şeddeli okunarak, lafzatullah da mansub okunabilir. İfadede buyrukların delalet
ettiği bazı sözler hazfedilmiştir. Sanki kâfirler: Ey Muhammed, biz senin
söylediklerinin doğruluğuna şahidlik etmiyoruz. Senin lehine kim şahidlik eder
denilmiş de, bunun üzerine: "Fakat Allah... şahidlik eder ki" buyruğu
nazil olmuş gibidir. "O, bunu kendi ilmiyle indirmiş buyruğunun anlamı
şudur: O, senin bu kitabın üzerine İndirilmesine layık ve ehil olduğunu bilir.
Ayet-i kerime, Yüce Allah'ın ilmi ile âlim olduğunun da delilidir.
"Meleklerde
şahadet ederler" buyruğunda Meleklerin şahidliğini, kendilerinin şahidlik
etmeyişlerine karşılık olsun diye zikretmektedir. Esasen "şa olarak Allah
yeter," Allah şahid olarak yeterlidir.
Allah" lafzının
başındaki "be" harfi ise fazladan gelmiştir.
[375]
167. Kâfir olup
Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır.
Yüce Allah'ın:
"Kâfir olup..." buyruğu ile kast edilenler yahudilerdir. Yani
yahudiler zulme sapmışlar, "Allah'ın yolundan alıkoyanlar"
olmuşlardır. Allah'ın yolundan alıkoymaktan kasıt ise: Biz, Muhammed'in
niteliklerini kitabımızda görmüyoruz. Peygamberlik Harun ve Davud'un soyundan
gelenlere verilir. Ve Tevrat'ta da Musa'nın şeriati asla nesli olunmaz diye
yazılıdır, demek suretiyle Allah'ın son Peygamberi Muhammed (sav)'a uymayı
engelleyenlerdir. İşte bunlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla
sapmışlardır." Çünkü bunlar, hem küfre sapmışlardır, hem de insanları da
İslama girmekten alıkoymuşlardır.
[376]
168. Kâfir olup
zulmedenleri Allah asla mağfiret edecek değildir. Onları hiçbir yola erdirecek
de değildir;
169. Cehennemin
yolundan başkasına. Onlar orada ebediyyea kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a pek
kolaydır.
Yüce Allah:
"Kâfir olup zulmedenleri buyruğu ile yahudileri kastetmektedir. Yani,
Muhammed'e niteliklerini gizlemek suretiyle, kendilerine küfre saptıktan için,
insanlara da Muhammed'in niteliklerini gizlediklerinden dolayı
zulmetmişlerdir. "Allah asla mağfiret edecek değildir Allah bunları asla
bağışlamaz.
Bu, küfrü üzere ve
tevbe etmeksizin ölen kimseler hakkındadır.
[377]
170. Ey insanlar, hiç
şüphesiz Peygamber size Rabbûıicden hakkı getirmiştir. Artık iman edin, kendi
hayrınıza (iyi işler yapın). Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. Allah herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Yüce Allah: "Ey
insanlar diye herkese hitab etmektedir.
"Peygamber"
buyruğu ile Muhamrned (sav)1! kastediyor "size Rabbiniz-den hakkı"
Kur'an-ı Kerim'i "getirmiştir." Hak dini getirmiştir, Allah'tan başka
ilah yoktur şahadetini getirmiştir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Hak
kelimesinin başındaki "beH harfi, fiilin geçişi içindir. Yani, O size,
beraberinde hak bulunduğu halde gelmiştir. Buna göre bu, hal mevkiindedir.
"Artık İman edin»
kendi hayrınıza 0yi işler yapın)" buyruğunda hazf edilmiş ifadeler
vardır. Yani, kendiniz için hayırlı olan şeyleri yapın, demektir. Sibeveyh'in
görüşü budur. el-Ferrârnın görüşüne göre bu, hazfedilmiş bir mas-tann
sıfatıdır. Yani, sizin için hayırlı olacak bir iman ile iman edin. Ebu
Ubey-de'nin görüşüne göre ise, sizin için hayırlı olacak işler yapın,
anlamındadır.
[378]
171. Ey kitab ehli,
dininizde aşır gitmeyin. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin.
Meryem oğlu İsa Mesih yalnız Altılı'm peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelime»!
ve kendinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin de:
"(Allah) üçtür" demeyin. Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin» Allah
ancak bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
Yüce Allah; "Ey
Kltab ehli, dininizde aşırı gitmeyin" buyruğu ile haddi aşıp aşırı gitmeyi
yasaklamaktadır. Aşırı gitmek: Haddi aşmak demektir. Fiyatların yükselmesi
anlamını ifade eden da buradan gelmektedir. Kişinin herhangi bir işte aşmya
gitmesi hakkında da aynı kökten gelen fiiller kullanılır. Kız çocuğu, hızlıca
gelişip akranlarını geride bırakacak olursa; denilir.
Müfessirlerin
naklettiklerine göre burada bununla kastedilen ise, yahudi-lerin Hz. İsa
hakkında Hz. Meryem'e iftira edecek noktaya kadar işi aşırıya götürmeleridir.
Hmstiyanların da onun hakkında onu Rabb edinceye kadar aşırıya gitmeleridir.
Buna göre aşırıya gitmek de taksir (eksiltmek) de bir günahtır ve küfürdür,
İşte bundan dolayı Meterrif b. Abdullah şöyle demiştir: İyilik, iki kötülüğün
arasındadır.
Şair de şöyle
demiştir:
"Sen, üzerindeki
hakkı eksiksiz öde. Fakat hakkının tamamını alma.
Ve affet bağışla.
Çünkü kerim olan hiçbir zaman hakkını sonuna kadar almaz.
Hİçbİr işte de aşırıya
kaçma ve orta yollu ol.
Çünkü işlerin {aşırı}
her iki ucu da yerilmiştir."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Sen işlerin orta
yollularına bak. Çünkü bunlardır
Kurtuluş olanlar ve
öyle olur olmaz önüne her gelen işe atılma."
Buharî'de de,
Peygamber (sav)"in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hıristiyanların
İsa hakkında haddi aştıkları gibi, siz de benim hakkımda haddi aşarak olmadık
niteliklerle beni nitelemeyin. Bunun yerine: "Allanın kulu ve
Rasûlü" deyin,"
[379]
"Allah'a karşı
hak olandan başkasını söylemeyin" buyruğu, Allah'ın bir ortağı veya oğlu
vardır demeyin demektir. Daha sonra yüce Allah, Hz. İsa'nın durumunu ve niteliklerini
beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
[380]
"Meryem oğlu İsa
Meşin, yalnız Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir..."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: Mesih,
yalara* buyruğundaki "Mesih" kelimesi mübtedâ olarak merfu'dur.
"İsa" kelimesi ondan bedeldir. "Meryem oğlu" tabiri de
aynı şekilde bedeldir. Mübtedâ olmak üzere haber olması da mümkündür. O
takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Mesih ancak Meryem'in oğludur,
"Meryem oğlu
İsa" buyruğu da şunu göstermektedir: Annesine nisbet edilen bir kimse
nasıl ilah olabilir? Çünkü ilahın muhdes (sonradan yaratılmış) değil, kadim
olması gerekir,
"Rasulullah;
Allah'ın peygamberi" buyruğu da haberden sonra gelmiş bir diğer haber olur[381]
Yüce Allah, Kitab-ı
Kerim'inde ismini belirterek zikrettiği tek kadın İmran kızı Meryem'dir. Yüce
Allah, birtakım itim adamlarının zikrettiği bir hikmet gereği» onun adını otuza
yakın yerde zikretmiştir. Gerçek şu ki, hükümdarlar ve şerefli kimseler
herkesin önünde hür kadınlarının adını zikretmezler, onun adlarını ayağa
düşürmezler. Bunun yerine, kinaye yoluyla hanımlarından eşim, ailem, zevcem ve
buna benzer ifadelerle söz ederler. Cariyelerini zikredecekleri vakit ise,
kinaye yoluyla onlan zikretmeyip isimlerini açık açık zikretmekten geri
kalmazlar. Hıristiyanlar, Hz. Meryem hakkında ve onun oğlu hakkında ileri geri
söylediklerinden dolayı yüce Allah, Hz. Meryem'in adını açık açık zikretmiştir.
Hz. Meryem'i sıfatı olan Allah'ın kadın kulu olarak zikretmeksîzîn, araplann
cariyelerinden söz etmekteki adetlerine uygun olarak onu zikretmiştir.
[382]
İsa (a.s)Jın babasız
olduğuna inanmak vaciptir. Onun adı defalarca annesine nisbet edilerek tekrar
tekrar anılması suretiyle kalpler onun babası olduğunu reddetmek şeklindeki
inanca sahip olmak gerektiği şuuruna erer. Ayrıca, Allah'ın lanetlediği
yahudilerin iddialarından da tertemiz valideyi tenzih etmek gerektiği şuuruna
da sahip olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Meryem'e ulaştırdığı kelimesizdir" buyruğuna gelince; o, yüce
Allah'ın "ol" kelimesiyle yaratılmıştır. Bu emir ile babasız olarak
bir beşer halinde yaratılmıştır. Araplar bir şeye kendisinden sadır olduğu
şeyin ismini verirler.
"Kelimesi"
buyruğunun yüce Allah'ın Meryem'e müjdesi, Cebrail <a.s) vasıtasıyla ona
gönderdiği mesajıdır, diye de açıklanmıştır. Cebrail aracılığıyla gönderdiği
mesaj ise, yüce Allah'ın: "Hani melekler muhakkak Allah kendinden bir
kelime İle seni müjdeliyor,.. demişlerdi" (Al-i îmran, 3/45) buyruğunda
dile getirilmektedir, Buradaki "kelime"nin, ayet (alâmet) anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ve o (Meryem), Rabbînin kelimelerini tasdik
etmişti"(et-Tahrim, 66/12); "Allah'tn kelimeleri tükenmez.,."
(Lukman, 31/27) diye buyurulmaktadır. Hz. İsa'nın dört ismi vardı. Bunlar Mesih,
İsa, Kelime ve Ruh'dur. Kur'ân-ı Kerimde yer almıyan, bunun dışında başka
isimlerinin olduğu da söylenmiştir.
"Meryem'e
ulaştırdığı" buyruğu, Meryem'e ulaşmasını emrettiği,., anlamındadır.
"Ve kendinden bir ruhtur" buyruğuna gelince; İşte hıristiyanlan sapıklığa
düşüren bu olmuştur. Onlar, Hz. İsa'nın Allah'tan bir parça olduğunu
söylediler. Böylelikle cahilliğe düştüler, saptılar. Buna dair yedi türlü cevap
verilmiştir, (açıklama yapılmıştır);
1- Ubey b.
Ka'b dedi ki: Allah, Ademoğullarının ruhlarından misaklanm aldığı sırada,
onların ruhlarını yaratmış, sonra da bunları Hz. Adem'in sulbüne geri
döndürüp, İsa (a.s)'ın ruhunu ise kendi nezdinde alıkoymuştu, Hz. İsa'yı
yaratmayı murad edince, bu ruhu Hz. Meryem'e gönderdi. Böylelikle Hz. İsa bu
ruhtan yaratılmış oldu. İşte bundan dolayı "ve kendinden bir ruhtur"
diye Duyurulmuştur.
2- Bu
izafet, -her ne kadar bütün ruhlar Allah tarafından yaratılmış ise de-Hz.
İsa'yı tafdil içindir. Bu da yüce Allah'ın: "Ve tavaf edenler için etini
iyice temizle"(el-Hacc, 22/26) buyruğuna benzer.
3-
Kendisinden hayret verici şeylerin görüldüğü kimseye de bazen "ruh"
adı verilebilir ve bu ruh yüce Allah'a izafe edilerek: Bu, Allah'tan bir ruhtur
yani, onun yarattıklarındandır denilir. Nimet ile ilgili olarak, o Allah'tandır
denildiği gibi, Hz. İsa'da anadan doğma körü abras'ı tedavi edip iyileştirir,
ölüleri diriltirdi. O bakımdan bu ismi almaya hak kazanmıştır.
4- Hz. Cebrail'in üflemesi sebebiyle ona ruh denilebilir- Çünkü üflemeye
de ruh denilir. Zira üfleme denilen şey, ruhtan çıkan bir rıh (yel, rüzgâr, nefes)
dir. Şair, -Zü-er-Rimme- şöyle demektedir:
"Ona dedim ki:
Onu kendine doğru kaldır ve ruhunla (nefesinle) canlandır Ve ona (o ateşe odun
atarak) azar azar gıda ver."
Hz. Cebrail'in, Hz.
Meryem'in gömleğinin yakasıfîa üfleyip, Allah'ın izniyle bundan dolayı hamile
kaldığına dair haberler varid olmuştur. Buna göre "kendinden bit ruh"
buyruğu: "Meryem'e ulaştırdığı kelimesi" buyruğunda yer alan fiilde
ulaştırma işini yapan Allah'ın ismine delalet eden zamire atf edilmiş olur ki,
ifadenin takdiri de şöyle olur: Allah ve (onun emriyle) Cebrail, o kelimeyi Meryem'e
ulaştırın ıştır.
5-
"Kendinden bir ruh" yanir onun yarattıklanndan bir ruhtur. Nitekim yüce
Allah, bir; başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve göklerde ve yerde bulunan
şeylerin hepsini kendinden size musahbar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13)
Burda "kendinden" buyruğu üe kastedilen, O'nun yarattıkları arasından
demektir.
6-
"Kendinden bir ruh", kendinden bir rahmet anlamındadır. Hz İsa, kendisine
uyanlar için Allah'tan bir rahmet idi. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu
kabildendir: "Ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.
"(el-Mücadele, 58/22.) Yani, bir rahmet ile. Nitekim yüce Allah'ın:
"Artık rahatlık w hoş kokular... vardır" {e\-Va.kıa.r 56/891
buyruğundaki "ravh" kelimesi, "ruh" diye okunmuştur. (O
takdirde anlamı rahatlık değil, buradaki açıklamaya uygun olarak rahmet olur.)
7-
"Kendinden bir ruh buyruğunun, kendinden bir belge, bir delil anlamına
geldiği de söylenmiştir. Çünkü Hz. İsa, kendi kavmine karşı bir delil ve bîr
burhan idi.
Yüce Allah'ım
"Artık Allah'a ve Peygamberlerine İman ediniz" buyruğunun anlamı da:
Artık Allah'ın Mesih'i yaratan ve onu peygamber olarak gönderen bir tek ilah
olduğuna iman edin. O'nun peygamberlerine de iman edin ki, İsa onlardan
birisidir. Sakın onu ilah kabul etmeyin. "(Allah) üçtür demeyin" yani
bizim tapındığımız ilahlarımız "üçtür, demeyin." Bu şekilde açıklama
ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.
İbn Abbas da der ki:
Burada üç'ten kasıt, yüce Allah, onun eşi ve oğludur. el-Ferrâ ve Ebu Ubeyd de
şöyle demektedir: Yani, onlar üçtür demeyiniz demektir
[383]
Yüce Allah'ın:
"(Onlar) üçtür diyeceklerdir" (el-Kehf, 18/22) buyruğu gibi, Ebu Ali
ise der ki: İfadenin takdiri: Sakın O, üçün üçüncüsüdür demeyin, şeklindedir.
Bu buyrukla yüce Allah
mübtedâ İle rnuzafı hazf etmiş bulunmaktadır. Hıristiyanlar, değişik fırkalarına
rağmen teslisi icma ile (.ittifakla) kabul etmektedirler ve: Allah tek bir
cevherdir ve bununla birlikte onun üç uknumu vardır demektedirler. Her bîr
uknum başlı başına bir ilah olarak kabul ederler. Üç uknum ile de varlık,
hayat ve ilmi kast etmektedirler. Bazan bu üç uknum baba, oğul ve ruhul kudüs
diye de ifade ederler. Baba ile varlığı, ruh ile hayatı, oğul ile Mesih'i kast
ederler.
Onların bu konudaki
sözleri karma karışıktır. Buna dair açıklamalar, Usu-kTd-Din'e dair eserlerde
yapılır. Bu konudaki açıklamaların sonunda vardığı nokta şudur: îsa, yüce
Allah'ın, onun İddia ve iradesine uygun olarak harikulade olayları yaratması
dotayısı ile bir ilahtır. Yine hıristiyanlar şöyle derler: Biz biliyoruz ki,
bu gibi işleri yapmak insanların iradesinin dışındadır. O halde bunları
yapabilenin uluhiyet sıfatına sahip olması gerekir.
Ancak onlara şöyle
denilir: Şayet bunlan yapmak onun kudreti dahilinde olsaydı ve eğer o bunlan
tek basma ve bağımsız olarak yapıyor idiyse, kendisini düşmanlarından kurtarması
ve ona yapmak istedikleri kötülükleri bertaraf etmesi de onun güç ve imkânı
dahilinde olması gerekirdi. Fakat durura hiç de öyle olmadı. Eğer
hıristiyanlar bunu kabul edecek olurlarsa, o takdirde Hz. İsa'nın bu harikulade
olayları tek başına bağımsız olarak yaptığı şeklindeki iddia ve görüşleri de
çürütülmüş olur. Şayet bunu kabul etmeyecek olsalar dahi, yine de onlann
lehlerine herhangi bir delilin varlığı söz-konusu değildir- Çünkü, onlara karşı
Hz. Musa örnek gösterilerek itiraz edilir. Hz, Musa'nın gerçekleştirdiği büyük
İşler onlara gösterilir. Asayı, büyük bir yılana dönüştürmek, denizi yarmak,
beyaz el, men ve selva ve diğer büyük işler. Sair peygamberler eliyle
gerçekleşen diğer büyük işler de böyledir. E^er bunları da reddedecek olurlarsa,
biz de onlann Hz. îsa vasıtasıyla gerçekleş! iğ ini iddia ettikleri olayları
reddederiz. O takdirde bu gibi büyük olayların hiç birisinin Hz. İsa tarafından
gerçekleştirildiğini ispatlamalarına imkân bulamazlar. Çünkü bize göre, bu gibi
şeyleri isbat etmenin yolu, Kur'anın nasslandır. Onlar ise Kur'ân-ı Kerimi
inkâr etmektedirler. Kur'âru getireni yalanlamaktadırlar. Bu gibi şeyleri de
mütevatir haberlerle isbatlama-ya imkân bulamazlar.
Denildiğine göre
hıristiyanlar, Hz. İsa'nın yükseltilmesinden sonra, seksen bir yıl süreyle
İslâm dini üzere idiler. Kıbleye doğru namaz kılıyor, Ramazan ayı orucunu
tutuyorlardı. Bu, kendileriyle yahudiler arasında bir savaş baş-gösterinceye
kadar böylece devam etti. Yahudiler arasında Pavlos adında kahraman bir kişi
varmış. Bu da Hz. İsa taraftarlarından bir topluluğu öldürmüş ve şöyle demişti:
Eğer hakr İsa'nın getirdiği ise, biz bunu inkâr ettik kâfir olduk. Sonunda
cehenneme gideceğiz. Eğer onlar cennete biz de ateşe girecek olursak, biz
aldanmış oluruz. Ben onlara bir hile yapacak, onları saptıracağım ve
böylelikle cehenneme girecekler. el-Ukab adında bir atı varmış. O, pişman
olduğunu izhar etti ve başına toprak saçmaya başladı, hıristiyan-lara da şöyle
dedi: Ben sizin düşmanınız Pavlos'um. Semadan bana: Hıristiyan olmam hali
dışında, senin hiçbir tevben kabul olunamaz diye seslenildi. Onu ahp kilisede
bir odaya soktular. Orada İncil'i öğreninceye kadar gece gündüz çıkmaksızın
bir sene boyunca kaldı. Daha sonra odasından çıkıp şöyle dedi: Semadan bana
tevben kabul olundu diye seslenildi. Onlar da onu tasdik ettiler, onu sevdiler.
Bundan sonra
Beytü'l-Makdis'e gitti. Arkasında vekili olarak Nustüra adında birisini
bıraktı. Ona, Meryem oğlu İsa'nın İlah olduğunu da bildirdi. Bundan sonra
Romalslara gitti, onlara lâhûtu ve nâsûtu öğretip şöyle dedi: İsa insan
değildi. Fakat insan kılığına büründü. Cisim de değildir. Fakat cisim gibi
göründü. Of aslında Allah'ın oğludur. Yakub adındaki birisine de bunları
öğretti.
Daha sonra Melkâ
adında birisini çağırdı, ona da şunları söyledi: Ezelden beri İsa ilandı, halen
de ilahtır. Bu şekilde onlar arasında iyice yer ettikten sonra, bu üç kişiyi
teker teker çağırıp onlar şöyle dedi: Sen benim çok yakın ve özel adamımsın.
Gerçekten ben rüyamda İsa'yı gördüm, o da benden razı oldu. Bunların her
birisine şunları söyledi: Yarın ben kendimi boğazlayacak ve kendimi kurban
edeceğim. O bakımdan sen de insanları kendi dinine davet et.. Arkasından
kurban yerine girdi ve gerçekten kendisini boğazladı. Bunun üzerinden üç gün
geçtikten sonra bunların her birisi kendi mezhebine davet etti, onların her
birisine bir kesim insan uyup gitti.
Daha sonra bunlar
arasında çarpışmalar oldu, anlaşmazlıklar başgösterdi ve bu, günümüze kadar
devam edip geldi. İşte bütün hıristiyanlar bu üç fırkadandırlar. Denildiğine
göre onların şüpheye düşmelerinin sebebi bu olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Bu kıssayı yüce Allah'ın: "Biz de Kıyamet gününe kadar
aralarına bu kin ve düşmanlığı yerleştirdik" Maide, 5/14) buyruğunun anlamını açıklarken naklettik.
Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.
"Kendi faydanı
için (bundan) vazgeçin" Buyruğunda yer alan : Fayda, hayır kelimesi,
Sibeveyh'e göre mukadder bir fiil ile nasb edilmiştir. Yüce Allah şöyle
buyurmuş gibidir; "Sizin için faydalı şeyleri yapınız". Çünkü, onlara
şirki yasaklamakla kendileri için hayırlı olan şeyleri yapmalarım emretmiş
olur. Sibeveylî der ki; Açıkça zikredilmemiş fiilin takdiri ile nasb edilen
ifadelerden birisi de yüce Allah'ın: "Kendi faydanız için vazgeçin"
buyruğundadır. Çünkü: Sen bu işi yap dediğin takdirde, o kimseye bir işi
bırakmasını emredip, bir diğer işe girmesini istemişsin, demektir. Daha sonra
Sibeveyh şu beyiti nakleder:
"Ona Malik'in iki
ağacı arasındaki yeri vadettiler Yahut o iki ağaç arasındaki yüksekçe
düzlüğü."
Ebu Ubeyde'nin
görüşüne göre ise ifadenin takdiri: Bundan vazgeçin, sizin için hayırlı olur,
şeklindedir.
Muhammed b. Yezid ise
der ki: Bu yanlıştır. Çünkü, bu takdirde hem şart hem de onun cevabı
hazfedilmiş olur.[384] Bu
ise arapçada benzeri görülen bir şey değildir. el-Ferrâ'nın görüşüne göre ise
bu, hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Ali b. Süleyman ise der ki: Bu büyük
bir hatadır. Zira buna göre mana şöyle olur: Sizin için hayırlı olan o
vazgeçişle vazgeçin.
"Allah ancak bir
tek ilahtır" buyruğu İse, mübteda ve haberdir. "Bir tek* ise, ilah'ın
sıfatıdır. "İlah" kelimesinin !afzaî celalden bedel olması "bir
tektir" ifadesinin de onun haberi olması da mümkündür, ifadenin takdiri
ise, kendisine ibadet olunan bir ve tektir şeklindedir.
"Çocuğu olmaktan
münezzehtir" yani, O'nun çocuğu olmaktan tenzih edilmesi icabet eder ve
zaten O, öyledir. Naşı] onun çocuğu olabilir ki? Çünkü kişinin çocuğu
kendisine benzer. Allah'ın bir benzeri ise olamaz,
"Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi onundur.” Onun hiç bir ortağı yoktur, îsa da Meryem de
göklerde ve yerde bulunanlar arasındadır. Göklerde ve yerde bulunanlar ise
yaratılmıştır. Yaratılmış olduğu halde İsa nasıl ilah olabilir? Eğer O'nun bir
çocuğunun olması kabul edilebilirse, birden çok çocuğunun olması da kabul
edilmelidir. Öyle ki, mucize gösteren her bir kişiyi o zaman onun çocuğu kabul
etmemiz gerekecektir. "Vekil olarak Allah yeter" yani, kendi
dostlarının koruyucusu olarak O yeter. Bu türden açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.
[385]
172. Mesih,
Allah'a kul olmaktan asla çekimnezrMukarreb melekler de. Kim O'na kulluktan
çekinir ve kibirlenmek isterse, O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır,
173- İman edip de
salih ameller isleyenlere gelince, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek, hem
de lütfundan onlara fazlasını verecektir. Ama o çekinenleri ve büyüklük
taslayanları İse pek acıkh bîr azapla cezalandıracaktır. Onlar, kendileri için
Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır.
"Mesih, Allah'a
kul olmaktan asla çekinmez." Bundan dolayı utanmaz ve böyle bir şeyden yüz
çevirmez.
"Allah'a kul
olmaktan" buyruğu nasb mahallindedîr. el-Hasen ise; buyruğunu nefy' olmak
üzere hemzeyi esreli olarak okumuştur. Bu da nefyedici edat olarak anlamındadır. Manası da: Onun çocuğu yoktur,
şeklinde olur.
Şu kadar var ki'ın
merfu1 olması gerekir. Ancak ravilerden bunu zikreden bir kimse yoktur.
"Mukarreb
melekler de. Yani Allah'ın rahmet ve rızasına yakın olan melekler de. Bu da,
meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğuna delalet etmektedir. Aynı
şekilde yüce Allah'ın: "Ben size, ben bir meleğim de demiyorum"XHûd,
11/31) buyruğu da böyledir. Bu hususa daha önce Bakara Sûresi'nde (2/33. ayet,
3- başlıkta) işaret edilmiştir,
"Kim, ona
kulluktan çekinir," yüz çevirir ve kibirlenmek isterse" ve buna
bağlı olarak da Allah'a kulluk etmezse, "O> onların hepsini
huzuruna" yani mahşerde "toplayacaktır" ve herkese de, bundan
sonraki şu âyet-i kerimede açıkladığı gibi hakettîği neyse karşılığını
verecektir: "iman edip de salih ameller işleyenlere gelince, onlara
mükâfatlanın eksiksiz ödeyecektir. Hem de lütfundan onlara fazlasını
verecektir... ve bir yardımcı bulamayacaklardır. "
Çekinir,"
çekiniyor kelimesinin asli; dır Buna göre, baştaki "ye, sin ve te"
harfleri zaîddir, ifadeleri hepsi, layık olmıyan şeyden onu tenzih ettim,
anlamındadır. Yüce Allah'a dair soru sorulması üzerine Hz. Peygamberin verdiği
şu cevapta da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır; Allah'ı her türlü
kötülükten tenzih etmektir." Yani, O'nu eş ve çocuklardan tenzih ve takdis
etmektir.
ez-Zeccâc der ki: Bu
kelime, parmağınla yanağına akmış olan yaşı silmek hakkında kullanılandan
alınmıştır Hadis-i şerifte geçen Alnından ter asla kesilmez" tabiri de
buradan gelmektedir. Yine bir başka hadiste geçen: Ardı arkası kesilmeyen bir
ordu ile geldi" tabiri de buradan gelmektedir Bu kelimenin ayıp anlamına
gelen dan geldiği de söylenmiştir. Bu işten dolayı onun için her hangi bir ayıp
ve kusur sözkonusu değildir, ifadeleri kullanılır.
Yani, İsa Mesih,
Allah'a kul olmaktan çekinmez. Bu işten uzak durmaz, kulluğunun sonunu
getirmez ve asla kulluğuna bir ayıp ve bir kusur gelmesine de fırsat vermez.
[386]
174. Ey İnsanlar, size
Kabbinizden bir burhan geldi. Size apaçık bir nur da indirmişizdir.
“Ey İnsanlar, size
Rabbinizden bir burhan gekU" buyruğunda kastedilen, es-Sevrîden
nakledildiğine göre, Muhammed (sav)'dır. Ona burhan denilmesi ise, beraberinde
burhanın bulunuşudur. Burhan ise mucizedir.
Mücahid de der ki:
Burada burhan, kesin delil (hüccet) demektir. İkisinin de manası birbirine
yakındır.
Çünkü, Hz. Peygamberin
mucizeleri, onun hüccetleridir. İndirilen nur'dan kasıt ise el-Hasen]e göre
Kur'an-ı Kerim'dir. Ona "nur" adını vermesi, onun vasıtasıyla
hükümlerin açıklık kazanması ve onun aracılığı ile sapıklıktan hidayete
kavuşulma sı dır. O bakımdan o bir mır-i mübindir. Yani, apaçık ve besbelli
bir nurdur.
[387]
175. Allah'a iman edip
O'na sarılanlara gelince; onları kendinden bir rahmetin ve bir lütfün içine
sokacak ve kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir,
"Allah'a iman
edip O'na sarılanlara gelince." Yani, Kur'ân-ı Kerime sarılarak O'nun
masiy eti erinden korunanlara gelince... O'nun Kitabına sımsıkı sarılmaları
halinde, O'na ve Peygamberine sımsıkı sarılmışlar, demektir. "O'na
sarılanlara gelince" buyruğunun, Allah'a sarılanlara gelince anlamında
olduğu da söylenmiştir. Sarılmak ismet korunmak demektir. Suna dair açıklamalar
(Âl-i îmran, 3/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve onları
kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir." Kendisine varandan kasıt,
sevabına ulaştıran demektir. Onu bilip tanımaları için hakka ulaştıran
anlamına geldiği de söylenmiştir. Dosdoğru yoldan kasıt da dosdoğru dindir.
"Yol anlamına
gelen; kelimesi, "Onları... iletecektir" kelimesinin delâlet ettiği
mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Ve onlara
dosdoğru bir yolu gösterip tanıtır
Bunun, şu takdirdeki
bir fiilin ikinci mefulü olduğu da söylenmiştir: On-lan kendi sevabına,
dosdoğru bir yola İletir. Bunun hal olduğu da söylenmiştir. Kendisine varan
buyruğundaki "he" zamirinin Kur'ân'a ait olduğu söylendiği gibi,
lütfa ait olduğu da söylenmiştir. Hem lütfa hem de rahmete ait olduğu da
söylenmiştir. Çünkü her ikisi de sevap ve ecir anlamındadır. Bu kelimenin;
onları kendi sevabına iletecektir anlamında olduğu ve daha önce belirtildiği
üzere, bir muzafın hazfı ile zamirin Allah'a ait olduğu da söylenmiştir.
Ebu Ali der ki: Bu
zamir, daha önce geçen yüce Allah'ın adına aittir. Anlamı da şöyledir: Ve
onları kendi yoluna iletir. Bizler "dosdoğru bir yol" anlamına
gelen; hal üzere mensub kabul edecek olursak, o takdirde bu hal, hazf edilmiş,
olan bu zamirden yapılmış olur.
Yüce Allah'ın:
"Ve bir lütuf buyruğu ise, yüce Allah'ın sevabı ile kullarına lütufta
bulunduğuna delil vardır. Çünkü, şayet Onun lütfü eğer bir amelin karşılığı
olarak verilmiş olsaydı, buna lütuf Cfadl) denilmezdi.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır,
[388]
176, Senden fetrâ
isterler. De ki: Allah size, ketfle hakkındaki hükmü (şöylece) açıklan Eğer
çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bulunan bir erkek ölürse, bıraktığının yansı
kızkardeşc kalır. Eğer ki/kardeşinin çocuğu yoksa o, kızkardeşlne mirasçı olur.
Eğer kızkardeşler iki kişi iseler erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi
onlarındır. Şayet erkek ve kızkardeşler (bir arada) iseler, o zaman erkek için
kadının iki payı kadar vardır. Allah, yanılmayasınız diye size açıklıyor.
Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
el-Berâ b. Âzib der ki:
Bu, Kur'ân-ı Kerim'in son nazil olan âyetidir. Müslim'in kitabında bu böylece
belirtilmiştir.
[389]
Âyet-i kerimenin,
Peygamberin Veda Haccı için hazırlık yapmışken nazil olduğu ve Hz. Cabir
sebebiyle indiği de söylenmiştir.
Cabir b. Abdullah dedi
ki: Hastalandım. Bunun üzerine Rasuluüah (sav) ile Ebu Bekir piyade olarak beni
ziyaret için geldiler. Bayıldım. Rasulullah (sav) abdest aldı, sonra da abdest
suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü dedim. Malım
hakkında nasıl bir hükme varayım? Miras ile ilgili olan: "Senden fetva
isterler. De ki: Allah size kelâle hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..."
şeklindeki miras âyeti nazil oluncaya kadar bana hiçbir şey söylemedi.
Bunu Müslim rivayet
etti. Ve dedi ki: Son nazil olan âyet-i kerime: "Kendisinde Allah'a
döndürüleceğiniz bir günden korkun ."(el-Bakara, 2/281) âyetidir.
[390]
Buna dair açıklamalar
önceden geçmiş bulunmaktadır. (Az Önce işaret edilen ayetin tefsirine
bakınız).
Sûrenin baş tarafında
da (en-Nisa, 4/11-14. ayetler, 27. ve 28. başlıklarda) kelâteye dair
açıklamalar yeterince geçtiği gibi, burada geçen kardeşlerden kastın, anne baba
bir erkek kardeşler, yahut baba bîr erkek kardeşler olduğu da geçmiş
bulunmaktadır. Hz. Cabir'in de dokuz tane kız kardeşi vardı.
[391]
Yüce Allah'ın:
"Eğer çocuğu bulunmayıp da— bir etkek ölürse" , hem çocuğu hem
babası yoksa, demektir. İkisinden birisinin zikredilmesiyle yetinil-m iş
bulunmaktadır.
el-Curcanî der ki:
"el-veled; çocuk" lafzı, hem vâlid (baba), hem mevlûd (evlâd)
hakkında kullanılır. Baba, çocuğunun doğumuna sebep olduğundan dolayı
"veled" diye anıldığı gibi, doğana da doğduğu İçin "veled"
adı verilmiştir. Tıpkı hürriyet kelimesi gibi. Çünkü zürriyyeti; yaymak'tan
gelmektedir. Hem doğana, lıem de babaya bu ad verilir.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onlar için bir âyet (delil, belge) de Bizim onların
zürriyetlerini (.yani atalarını, Hz. Nuh ve beraberindekileri) dopdolu gemide
taşımış olmamızdır." (Yâsînt 36/41)
[392]
Ashab-ı kiram ve
tabiin arasından ilim adamlarının çoğunluğu, -İbn Abbas müstesna-
beraberlerinde erkek kardeşleri bulunmasa dahi kız kardeşleri kızlara asebe
olarak kabul ederler. İbn Abbas ise kız kardeşleri, kız çocukların asebesî
olarak kabul etmez. Dâvud (ez-Zahirî) ve bir kesim ilim adamı da bu görüştedir.
Bunların delilleri,
yüce Allah'ın şu buyruğunun zahirinden anlaşılandır: "Eğer çocuğu
bulunmayıp da kızkatdeşi bulunan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı
kızkardeşe kalır."
(tbn Abbas) kız
kardeşi ancak ölenin çocuğu olmaması halinde mirasçı kabul etmektedir. Bu
görüşte olanlar derler ki: Bilindiği gibi kız çocuk ta "veled"
tabiri arasında yer alır, O halde kız çocuğun bulunması halinde kızkar-deşin
miras almaması gerekir.
îbn ez-Zübeyr de bu
meselede İbn Abbas'ın görüşüne uygun kanaatini izhar ederdi. Nihayet el-Esved
b. Yezid kendisine: Muaz, bir kız ve bir kızkar> deş arasında hüküm
verirken, malı ikisi arasında, eşit iki parçaya böldüğünü bildirinceye kadar
böylece hüküm verirdi.
[393]
Bu âyet-i kerime,
"Âyetü's-Sayf; yazın inen ayet" diye adlandırılır. Çünkü bu âyet-i
kerime yaz döneminde nazil olmuştur.
Ömer b. el-Hattab der
ki: Allah'a yemin ederim ben, benim için kdâlenin durumundan daha önemli hiçbir
şey bırakmadım. Rasulullah (sav)'a ona dair soru sordum, bu hususta bana
gösterdiği sertlik kadar hiçbir hususta sertlik göstermiş değildir. O kadar
ki, parmağı ile böğrümü, yahut göğsümü dürttü, sonra şöyle buyurdu; "Ey
Ömer sana, Nisa Sûresi'nin sonîannda nazil olan yaz âyeti yetmiyor mu?"[394]
Yine Hz. Ömer şöyle
buyurmuştur: Üç şey vardur ki, Rasulullah (sav)'m onları açıklamış olması
benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha sevimli olacaktı. Bunlar;
kelâle (nin ne olduğu), riba (ya dair bazı hususlar) ile hilâfet (Hz.
Peygamberden sonra kimin halife olacağı) meseleleridir. Bunu İbn Mace,
Süneninde rivayet etmiştir.
[395]
Kimi Râfizîler (az
önce geçen), Hz. Ömer'in: "Allah'a yemin ederim ki... daha önemli hiçbir
şey bırakmadım" şeklindeki sözleri dolayısıyla ileri geri konuşmuşlardır.
[396]
Yüce Allah'ın:
"Allah, yanılmayasuuz diye size... açıklıyor" anlamına gelen;
buyruğu İle İlgili olarak el-Kisaî şöyle demektedir: Buyruğun anlamı şu
şekildedir: Sapmıyasmız diye Allah size böylece açıklıyor.
Ebu Ubeyd der ki: Ben,
el-Kisaîye, îbn Ömer'in Peygamber (sav)'den şöyle dediğine dair hadisini
naklettim:
Allah'tan duanın kabul
olunacağı bir vakte uygun düşer diye (düşmemesi için) sakın sizden herhangi bir
kimse kendi çocuğuna beddua etmesin."
[397] O
da bunu güzel buldu.
[398]
en-Nehhâs der ki: Ebu
Ubeyde göre hadisin anlamı; Allah'tan duanın kabul edileceği vakte rast
gelmesin diye... şeklindedir. Bu açıklama Basralılara (Basralı nahiv
alimlerine) göre ise, apaçık bir hatadır. Çünkü onlar, (V)'ın takdir
edilmesini caiz kabul etmezler. Onlara göre buyruğun anlamı şöyledir:
Allah, sapmanızdan
hoşlanmadığından dolayı size açıklıyor." Daha sonra bu, (hoşlanmama
tabiri) hazfedildi.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "O kasaba halkına sor." (Yûsuf, 12/82) İşte Peygamber
(sav)'ın hadisinin anlamı da böyledir: Yani, Allah tarafından duanın kabul
edileceği bir zamana denk gelmesinden hoşlanıl-madığından dolayı...demektir.
14Allah herşeyi çok
iyi bilendir. Bu buyruğa dair açıklamalar bir kaç yerde daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Başarıyı ihsan eden
Allah'a hamd olsun.
[399]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/362.
[2] Müslim, Sıfâlu'l-Munâfıkûn 6.
[3] Tirmizi, Tefsir 4. sûre 14.
[4] Buhârî, Tefsir 4, sûre 15, Fedaîli'l-Medine 10, Meğâzî
17; Müsned, V, 184, 187, 188.
[5] Müsned, I, 192, Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 610’de,
senedinin munkatı olduğunu kaydetmektedir.
[6] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur. II, 610.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/363-365.
[8] Buhârî, Cezâu’s-Sayd 10, Cihad 1, 27, 194, Meğazî 53;
Müslim, İmâre, 85-86; Siyer 33; Nesâî, Bey'at 15; Darimî, Siyer 69; Müsned, I,
226 …, II, 215, III, 401... V, 71, 187, VI, 466.
[9] Buharî, İmân 4, Rikaak 26; Ebû Dâvûd, Cihâd 2-, Nesâî,
İınan 9; Müsned, II, 163, 193...,VI, 21, 22.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/366-367.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/367-368.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/368.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/368-370.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/370.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/371-372.
[16] Vâhidî, Esbâbu NuzÛli'l-Kur>&n, S. İ73;
el-Beyhaki, es-Sünenu'l-Kubrâ, VII, 127.
[17] Bir kelime bu şekilde ("hataen"), Kur'an-ı
Kerim'de sadece iki kere geçmektedir ve ikisi de bu ayet-i kerimededir.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/372-375.
[19] Ebû Dâvûd, Cihad 147, Diyât 11; Nesâî, Kasârae 10,13:
İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 211. 215.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/376.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/376-378.
[22] Âkile: Hatâen öldürülenin diyetini paylaşan baba
tarafından akrabalardır. (Îbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 287).
[23] Yedinci başlıkta bu hususu geniş açıklamalar
gelecektir.
[24] Abdullah b. Sehl’in Hayber'de öldürülüp katilinin
belli olmaması üzerine Hz. Peygamber, varisleri durumunda olan Abdurrahman,
Huvayyisa ve Muhayyisa'ya diyet ödediğini belirten bu rivâyet için bk, Buhâri,
Cizye 12, Edeb 89, Ahkâm 33; Müslim, Kasame 1-6; Ebü Dâvûd, Diyât 8; Tirmizi,
Diyat 22.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/378-379.
[26] Ebû Dâvûd, Diyar 16; îbnMûce, Diyât 6.
[27] Bu rivayeti: Ebû, Dâvâd, Diyiit 16 (4545 no'tu tmdis);
Tîmtizi, Diyâı 1; Nesât, Kasâıne 35; İbn Mâce, Diy.1t 6'da kaydeder.
[28] Darakutnî, III, 173.
[29] Dârakutnî, III, 175.
[30] Dârakutni, III, 175-176.
[31] Dârakutni,, III, 172.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/379-383.
[33] Ebû Dâvûd, Diyât 2; Nesâî, Kas3me 42; İbn Mûce, Diyâl
26; Dârimî, Diynt 25; Mürted, IV. 163, 345, V, 81.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/384.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/384-385.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/385-386.
[37] ez-Zeylaî, Nasba'r-Raye, IV, 381. Aynca bk, Buhâri,
İ’tîsam 13; Müslim, Kasâme 39; Ebû Davûd, Diyât 19; Tirmizi, Diyât 15i Nesai,
Kasâıne 39; İbn Mâce, Diyât 11: Dârimi, Diyât 20; Müsned, II, 438, 535.
[38] Müslim, Kasâıne 37-39; Ebû Dâvud, Diyat 19; Tlrmizi,
Diyat 15; Nesâî, Kasame 39; İbn Mâce, Diyat 11; Dârimi, Diyat 21; Darakutni,
IH, 198; Müsned, II, 535, IV 245, 246, 249.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/386-387.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/387-388.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/388.
[42] Buhâri, Meğâzi, 45, Diyat 2; Müslim, İman 158, 159;
Ebu Dâvûd, Cihâd 95, Müsned. V. 200, 207.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/389-390.
[44] Yani, buna göre de buradaki mutlak olan ifade önceki
mü'min kaydı ile birlikte anlaşıldığı takdirde, antlaşmak kavimden öldürülenin
de ınü'min olması kaydı aranmalıdır.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/390-391.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/591.
[47] Dârukutnî, III, 98-99.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/592-593.
[49] Amr b. Şuayb'dan o babasından o dedesinden o
Rasûlulkıh'Kin rivayet etmektedir. "Muahid'in (zimmet ahdi bulunan yahudi,
hıristiyan ve benzerlerinin ) diyeli, hürriln diyetinin yarısıdır." {Ebû
Dâvûd, Diyât 21); '"Kafirin diyeti müminin diyetinin yansıdır."
(Tirmizî, Diyat 16; Nesâi, Kasame 37); "Zimmet ehlinin diyeti,
müslümanlann diyetinin yansıdır; bunlar da yahudilerle hiristiyanlardır."
(Nesai, Kasâme 37); "Râsuiullîih, iki kitap ehlinin -ki yahudilerle
tıırisüyanlardır- diyetinin, jııiisSüınan diyetinin yansı olduğuna büküm
vermiştir." (İbn Mâce, Dîyât 13) Ayrıca bk.: ez-Zeylai, Nasbu'r-Raye, IV,
364-366.
[50] ez-Zeylaî, a.g.e,, IV, 366-369'da bu anlamda varîd
olmuş rivayetler ve ilgili görüşler kayd edilmiştir.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/393-394.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/394.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/394-395.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/395.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/395.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/396.
[57] Ebû Dâvûd, Diyat 17.Nesaî, Kasâıne 32, 33: îbn Mâce,
Diyât 5; Dârimî, Diyat 22.
[58] Dârakutnî, III, 94. Aynca bk. Ebû Dâvûd, Diyat 15, 26;
Nesâî, Kasame 31; îbn Mâce, Diyat 8.
[59] Dârakutnî, III, 95.
[60] Dârakutnî, III 95. Merhuın Kurtubî'nin ifadelerinden
bundan sonraki paragrafın da Darakutnî’de yer aldığı anlaşılmakla ise de, elde
bulunan basılı nüshada bundan sonra ifadeler yer almamaktadır.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/396-398.
[62] Ebû Dâvûd, Diyât 17.
[63] Ebû Dâvûd, Diyât 17- Az önce zikredilen görüşlerin de
önemli bir bölümünü belirtilen yerde bulmak mümkündür.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/398-399.
[64] Buhâri, Diyât 26; Müslim, Kasame, 34-36; Ebû Dâvud,
Diyât 19; Nesâi, Kasâme 39.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/399.
[65] Yani, kasti öldürınede ceza. ya kısas veya kısasın
affedilmesi halinde diyettir. Bununla birlikte hata yoluyla öldürmede vacip
olan keffâret bu durumda yani kasten öldürme halinde de vacip olur,
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/399-400.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/400.
[68] Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2; Tirmizi, Diyât 7: İbn Mâce,
Diyât 1.
[69] Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2.
[70] Nesai, Kasâme 49; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 15; Müsned,
I, 240, 294, 364.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/400-401.
[72] Buharı, Tefsir 4. süre 16, 25- sure 2: Nesaî, Kasâme
48, Tahrimu'd-Deın 2.
[73] Nesai, Tahrirnu'd-Dem 2.
[74] Nesai, Tahrirnu'd-Dem 2.
[75] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 623.
[76] Buhâri, Menakıbııl-Ensar 43; Tefsir 60. Sûre 3, Hudûd
8, 14; Müslim, Hudûd 41; Tirmizi, Hudûd 12; Nesai, İman 14; Dârimî, Siyer 17;
Müsned, V, 313, 314.
[77] Buhâri, Enbiyn 54; Müslim, Tevbe 46,47; îbn Mâce,
Diyat 2; Müsned, III, 20, 72.
Ancak hadisi rivayet
eden Ebu Hureyre değil Ebû Said el-Hudri'dîr.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/401-406.
[79] Ebû Dâvûd, Tahâre 7; Müsned, III, 36. İbn Mace, Tahâre
24 (yakın ifadelerle)-
[80] Buhari, Tefsir 4. sûre 17: Müslim, Tefsir 22; ayrıca;
Ebû. Dâvüd, Huruf 6; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 16; Müsned, III, 229, 272, 324,
VI, 11.
[81] es-Sııyûti, ed-Durru'l-Mensûr,
II, 634.
[82] Ebû Dâvûd, Diyât 3; îbn Mâce, Diyât 4,
[83] el-Vâhidî,Esbâbu Nüzûlî'l-Kur’ân, s. 176; es-Süyutî,
ed-Durru’l-Mensûr, II, 635.
[84] İbn Mâce, Ftten l; Müsned, IV, 438-439.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/406-408.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/409.
[87] Buhârî, Tefsir 4, sûre 17.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/409-410.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/410.
[90] Müslim, îman 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 95; bu hadis bu
sürenin 92. âyetinin 12. başlığında da geçmiş îdi. Diğer kaynaklan için oradaki
dipnora da bakılabilir.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/410-411.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/411.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/411-412.
[94] Buhari, Rikaak 15; Müslim, Zekat 120; Tirmizi, Zühd
40; İbn Mâce. Zühd 9; Müsned, II, 243, 261. 390, 438, 443, 540.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/412.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/413.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/413-414.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/414.
[99] Buhâri, Tefsir 4. sûre 18; Tirmizl, Tefsir 4. sûre 18.
[100] Ebû Dâvûd, Cihâd 19; Buhâri, Cihâd 31, Tefsir 4. sûre
18, Fedailu'l-Kur'ân 4; Müslim. İmnre 141, 142; Tirmizl, Cihâd 1, Tefsir 4.
sûre 19; Nesaî, Cihâd 4; Müsned, V, 184, 190-191; el-Bera b. Âzib'den benzeri
bir rivayet: Dârimi, Cihâd 28; Müsned, IV, 282, 284, 290, 299, 301.
[101] Az önce geçti.
[102] Buhârî, Cihad, 35; Meğâzi 81; Müslim, İmâre 159; Ebû
Dâvûd, Cihâd 19; îbn Mâce, Ci-hâd 6; Müsned, III, 103, 160, 182, 214, 300.
[103] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 303'te farklı
lafızlarla, aynı manayı ifade eden değişik hadisler kaydedilmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/415-416.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/416-417.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/417.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/417-418.
[107] Buhari, Cihâd 4, Tevhid 22; Müslim, İmare 116; Nesai,
Cihad 18; Müsned, III, 335.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/418-419.
[109] Buhârî, Tefsir 4. sûre 19.
[110] Buhâri, Tefsir 4. sûre 21; Müslim, Mesâcid, 295; Ebû
Dâvûd, Vitr 10.
[111] Buhâri, Tefsir 4. sûre 14, 20.
[112] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, IX, 249.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/420-422.
[114] Buhâri, Tefsir 4. sûre 14.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/423-424.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/424.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/424-425.
[118] Buhâri, Tefsir 66. sûre 2-4, Libâs 31; Müslim, Radâ'
98-100; Müsned, I, 48.
[119] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 650-651.
[120] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 653- 654.
[121] es-Suyutî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 652- 653.
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/425-426.
[123] Tırnak içindeki ifadeler: İbnu'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, I, 486dan.
[124] Buharî, Mescidu Mekke 1,6, Savın 67, Sayd 26; Müslim,
Hacc 415, 511, 512; Ebû Dâvûd, Menâsik 94; Tirmizi, Salât 126; Nesai, Mesâcid
10; Müsned, II, 234, 238..., III, 7, 34, 45-, VI, 7, 398.
[125] Müslim., Birr 38; Müsned, II, 292, 408, 508.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/426-428.
[126] Buhârî, Salat 1. Taksiru's-Salat 5, Menâkibu'l-Ensâr
48; Müslim, Salatu'l-Müsâfîrin 1-3, Ebû Davûd, Salâtu's-Sefer 1; Nesai, Salat
3; Müsned, VI, 234, 241, 265V 272.
[127] Buhâri Taksiru's-Salat 5; Müslim, Salâtu'l-Müsrifırın
3; Darimi, Salât 179.
[128] Muslim, Salatu’l-Müsâfirin 5-6; Nesai, Salât 3,
Salatu'l-Havf 4,
[129] Müslim, Saiatu'l-Müsaflrin 1.
[130] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 2.
[131] Muvatta, Kasru's-Salat, 7; Nesaî, Taksiru's-Salat ;
Ibn Mâce, İkametu's-Salat 73; Müsned, II, 94.
[132] Müslim, Salâtul-Müsâfirin 4; Ebû Dâvûd, Sefer 1;
Tirmizi, Tefsir 4. süıe 20: îbn Mâce, İknmetu’s-Salât. 73; Dârimi, Salat 179;
Müsned, I, 25, 36.
[133] İbn Abdı'l-Berr, el-îstizkâr, VI. 48. Ancak, soru
sorun kişi -Hanzîîla" olarak değil: "Ebû Hanzala" olarak
zikredilmektedir.
[134] İbn Abdi'l-Berr et-Temhîd, XI. l6l v.d. Kast ettıği
hadis, az önce geçen ve İbn Ömer'e yolculukta namazı kısaltmaya dair birisinin
sorusu ile ona cevabını ihtiva eden
hadistir.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/428-431.
[136] Müslim, Salatu'l-Müsâfirin 12.
[137] Buhâri, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 419-421; Ebâ
Dâvûd, Menâsik 2; îbn Mâce, Menâsik 7; Muvatta, Îsti'zân 27.
[138] Buhari, Taksiru's-Salât 4.
[139] Buhâri, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 413, 414, 417,
418, 422, 423; Bbû Dâvûd, Menâsik 2; İbn Mace, Menâsik 7.
[140] Müslim, Hacc 415, 416.
[141] İbn Abdî'l-Berr, el-lstizkâr,
XXVII,
271-274.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/431-434.
[143] Elimizin altındaki kaynaklarda yerini tespit edemedik.
[144] Müsned, II, 108de: İbn Ömer'den Rasûlnllnh (sav)
buyurdu ki: "Muhakkak Allah, kendisine isyanı gerektiren işlerin
yapılmasını hoş karşılamadığı gibi; ruhsatlarından da yararlanılmasını sever.”
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/434-435.
[146] Buhari, Taksiru's-Salât 5; Müslim, Salâtu'l-Musâfîrîn
10, 11; Ebû Dâvud, Salâtu's-Sefer 2; Tirmizi, Cuınua 39.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/435-436.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/436.
[149] Buhâri, Menâkibul-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441, 443,
444; Ebû Dâvûd, Menâsik 91- Tirmizi, Hacc 103, İbn Mace, Îkaınetu's-Salât 76;
Dârimi, Salat 180; Müsned, V, 52.
[150] Meihum Kurtubi, muhtemelen Hz. Ömer'in Hayber
yahudilerini sürmesine temas etmektedir. Peygamber (sav), Hayber'İ Fethedince
onları sürmek istemiş, onlar da yancı olarak çalışmaya, devam etmeyi teklif
etmiş bu tekliflerini "müslurnanlarin istedikleri kadar biri süre*
kaydıyla kabul etmişti. Hz. Ömer de buna dayanarak halifeliği döneminde onları
Teymâ ve Eriha'ya göndermişti, {Buhâri, (çâre 22, Şurût H, Hars'17; Müslim,
Müzarat 6, Cihâd 63). Ayrıca yahudi ve Hıristiyanların Arapyarımadasından
çıkar-utmaları emri, Hz. Peygamber (savj'in son tavsiyelerindendir: Bk. Müslim,
Cihâd 63; Dârimi, Siyer 55.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/436-438.
[152] Bu hadisin ve benzer rivayetlerin yer aldığı kaynaklar
için birinci başlığa bakınız.
[153] Ebû Dâvûd. Menâsik 75
[154] Nesaî, Taksîru's-Salât 5
[155] Dârakutni II, 189.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/438-440.
[156] Nesai, Salâtu'1-Havf (Tek bir bab olduğundan ayrıca
bab numarası yoktur).
[157] Nesaî, Salâtul-Havf.
[158] Buhâri, Meğâzi 3l.
[159] Nesai, Salâtul-Havf.
[160] Müslim, Salatu'l-Müsâfırin 5,6.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/440-442.
[162] Daha önce birinci başlıkta geçti, Kaynakları için
oraya bakınız.
[163] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 256.
[164] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 256.
[165] Bu açıklamaya göre de ayetin ilk bölümünün anlamı
şöyle olur: Yer yüzünde sefere çıktığın^ zaman namazı kısaltmanızda üzerinizde
bir vebal yoktur.
[166] es-Suyûtî, tâ-Durru't-Mensur, II, 256'da bu rivayeti
yalnızca et-Tabetfden kaydetmektedir. Ayrıca et-Taberî bu rivayetten sonra
şunları söylemektedir. "Bu, âyete dair güzel bir tevildir. Ancak yüce
Allah'ın (bundan sonraki): "Sen de aralarında bulunup ta..." buyruğu
daha sonra gelen buyruğun, önceki ile bir ilgisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır.
O halde âyetin lafzından anlaşılan kasrın korku şartına bağlı olduğundan ibarettir..."
(et-Taberî, Camiu'l-Bey&n, V, 244) Bu da normal yolculukta namazı kasr
etmenin sünnet ile sabit olduğu şeklinde Kurtubİ'nin yer yer dikkat çektiği
görüşü ayrıca desteklemektedir.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/442-445.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/445.
[169] Dârakutnî, II, 59-60; Ebû Davûd, Salâtu's-Sefer 12;
Nesai, Salatu'1-Havf (22. hadîs).
[170] Buhari, Ezan 18, Edeb 27, Âhad 1; Dârimi, Sala t 42;
Müsned, V, 53; Darakuînî, I, 272.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/446-448.
[172] Ahmed b. Hanbel'in bu görüşü yakın ifadelerle:
Tirmizi, Cumua 46'da kaydetmektedir.
[173] Muvatta, Salatu'1-Havf 2; Buhâri, Megâzi 31; Müslim,
Salatu’l-Müsâfirin 309; Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 14; Tırmizi, Cumua 46: İbn
Mâce, İkametu's-Salât 151.
[174] Buradan İtibaren merhum müfessirimizin Ebû Öıner b.
Abdil-Berr'in ismini zikrederek yaptığı nakiller ve rivayetler için bk, :
et-Temhid, XV, 259, v.d.; el-îstizkâr, VII, 66 v.d
[175] Muvatta, Salatu'l-Havf 3'te : "...kıbleye ister
dönük olsunlar ister olmasınlar..." ziyadesi de vardır. Ayrıca: Bahâri,
Tefsir 2. süre 44; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 305, 306; Nesai, Salâtu'l-Havf
(14. hadis) Dârakutnî, II, 59; Müsned, II, 132.
[176] Ebû Dâvûd, Salatus-Sefer 17; Dârakutnî, II, 62.
[177] Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 15-16; Müsned, II, 320;
Nesaî, Salâtu'l-Havf (13, 15, 16, 17).
[178] Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 311.
[179] Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 19; Nesaî, Salâtu'1-Havf (27
no'lu hadis); Dârakutnî, Il, 6l.
[180] Dârakutnî II, 6l.
[181] Ebû Davûd, Salatu's-Sefer 19.
[182] Buhâri, Edeb 74; Müslim, Salat 178; Ebû Dâvûd, Salât
124; Nesai, İmame 41.
[183] İbn Ömer dedi ki: Ben Rasülullah'ı şöyle buyururken
dinledim; "Aynı namazı bugünde iki defa kılmayın," (Ebû Dâvûd, Salât
57; Dârakutnl, 1, 415).
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/448-452.
[185] Hadisin bir bölümü birinci başlıkta, âyetin nüzul
sebebi açıklanırken geçmişti. Kaynaklarımı da orada işaret edilmişti.
[186] Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer 12 (22. hadis)
[187] Tirmizî, Tefsir 4, sûre 21.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/452-453.
[189] Dârakutni, II, 6l; ayrıca bk- Ebû Dûvûd,
Salatu's-Sefer 19; Nesaî, Salatu'1-Havf (23 ve 26. hadisler).
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/453-454.
[191] Muvatta, Salâtu'1-Havf 3 Ayrıca bk, Buhâri, Tefsir 2.
sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesai, Salatu'l-Havf (14. hadis):
Müsned. 11, 132; Dârakutni, II, 59.
[192] Muvatta, Salâtu'1-Havf 3 Ayrıca bk, Buhâri, Tefsir 2.
sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesai, Salatu'l-Havf (14. hadis):
Müsned. 11, 132; Dârakutni, II, 59.
[193] Buhârî, Salâtu'l-Havf 4.
[194] Buharî, Salâtu'1-Havf 4.
[195] Buhârî, Salatul Havf 4.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/454-455.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/455.
[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/455-456.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/456-457.
[199] Buhârî, Salat 60, Teheccüd 25; Müslim, Mesâcid, 69-70;
Tirmizl, Salat 117; Nesâi, Mesâcid, 37; Muvatta, Kasru's-Salât 57.
(Ancak:"İki secde ediversin” deği] de; "İki rekât kılıversin"
anlamında).
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/457.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/457-458.
[202] Bûharî, Meğazi, 31; Müsned, III, 390. Ayrıca bk.
el-Maide, 5/11. âyet ile 67. âyetin tefsiri, 2. başlık.
[203] Buhâri, Tefsir, 4. sûre 22.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/458-459.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/459-460.
[206] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 666-667.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/460.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/460-461.
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/461.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/461-462.
[211] Tirmizi, Tefsir 4. sûre 22.
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/462-464.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/464.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/464-465.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/465.
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/465-466.
[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/466-467.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/467-468.
[219] Müsned, I, 9. Merhum müfessîrimizin bu hadisi bu
şekilde rivayeti açıkça "Rasulullah buyurdu ki...” anlamında bir ifade
bulunmadığından, hadisin merfû' değil, mevkuf olduğu izlenimi uyandırmaktadır,
Ancak Miisned'de belirtilen yerde: "...Ebû Bekir dedi ki..."
ifadesinden sonra: ^Rasulullah buyurdu ki…” ifadesi de açıkça kayd edilmiştir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/469.
[220] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizl, Birr 23;
Dârimî, Rikaak 6; Müsnedt II, 230, 384, 386, 458.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/470-471.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/472.
[223] Tirmizî, Birr 45; Müsned, III, 344, 360, V, 173.
[224] "Dünyada ma'nıf ehli olanlar (ına'rvıf
işleyenler) âhirette de tııa'nıf ehli kimselerdir" anlamında: Taberani,
el-Mu'cemu'l-Evsat, 1,135, V, 490, X, 203; "Cennete ilk girecekler de
ma’ruf ehlidir" ziyadesiyle de: Aynı eser, VII, 50-51- Ayrıca bk..;
el-Heysemî, Mec-mâu'z-Zevaid, III, 115 ve VII, 262- 263.
[225] Elimizdeki hadis kaynaklarmda tespit edemedik.
[226] Elimizdeki hadis kaynaklarmda tespit edemedik.
[227] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, III, 679-680.
[228] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, VIII 79-80.
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/473-477.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/478.
[231] Tirmizi, Tefsir 4, süre 23- Ancnk Tirmizl'nm ifadesi;
*Bıı, basen-garib bir hadistir' şeklindedir.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/479.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/479-481.
[234] Buhâri, Enbiyâ 7, Tefsir 22, sûre 1, Rîkaak 45;
Müslim, İınan 379; Tirmizi, Tefsir 22, sûre 1, 2; Müsned, I. 388, III, 32-33,
IV, 432, 435.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/481-482
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/482-483.
[237] Müslim, Cennet 63: Müsned, IV. \62.
[238] Kadı Ebû İshâk İsmail b. İshük b. İsmail; Basralı olup
Ezd'e mensuptur. Çağının en ileri Mâliki alimi idî. 282 h, yılında aniden
vefat etmiştir. (el-Kettani, es-Risâletu'l-Mustatrefe, s. 37)
[239] Müsned, III, 473; az farkla Tirmizi, Birr 63; Müsned,
IV, 137.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/483-484.
[240] Ebû Dâvûd, Edahi 6; Tirmizi, Edâhî 6; Nesaî, Dahâyâ,
8,9, 11; Dârimi, Edâhi 3; Müsned. I, 108, 128t 149.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/484.
[242] İbn öiner dedi ki: "Rasûlullah (sav) aıbrm ve
davarların burulmasını yasakladı." (Müsned, II, 24.)
[243] Bir önceki nota bakınız.
[244] Hayvanların ölünceye kadar hedef alınmalarını
yasaklayan rivayetler için bk. Buharı, Zebâih 25; Müslim, Sayd 58,60; Ebû
Dövûd, Edâhî 11; İbn Mâce, Zebâih 10; Dârimi, Edâhî 13; Müsned, II, 94, III,
117, 171, 180, 191. V, 422.
[245] Muvatta, Şear 4. Miisned, II, 24'te ise; "Hilknc
onunla gelişir" anlamındadır.
[246] Dârâkutnî'nin Sünen'inde tespit edemedik.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/485-486.
[247] "Seven ve doğurgan kadınlarla evlenin,
çokluğunuzla öğüfleceğim" anlamında; Nesat, Nikâh 11; Masned, LII, 245.
Ayrıca bk, el-Heysemî, Mecmau'z-Zevûid, IV, 252, 253, 258.
[248] Malın zayi edilmesinden söz etmesi, genellikle
kölelerin burulmasından dolayıdır.
[249] Sakalibe: Ülkeleri Hazar sınırlarına yakın,
Bulgarlarla Kostantiniyye (İstanbul) arası bölgede yaşayan bir kavim,
(Fînızâbâdi, el-Kâmusu'l-Muhii). Bugün onlara Slavlar denilmektedir.
(el-Mu'cemu.'1-Vasit),
[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/486.
[251] Müslim, Libâs 112; Buhari, Zekât 69; Müsned, III, 284.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/486-487.
[253] Enes'ten değil de Cabir'den: Müstim.Ubâs 10Ğ; Müsned,
III, 318, 378; Tirmizî, Cihâd 31; (yalnızca işaret yasağı);
[254] "Sizden kim başkası ile döğüşürse (döverse) yüze
vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Âdem'i onun sureti üzere yaratmıştır,"
anlamında ve "kölesini döverTden söz edilmeksizin: Müslim, Bin-115.
[255] Buhâri, Tefsir 59. Sûre 4, Libâs 82, 84, 85, 87;
Müslim, Libâs 120; Bbû Dâuûd, Tereccül 5; Tirmizi, Edeb 33 v.s...
[256] Müsned.V, 381,
VI, 437.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/487-489.
[258] Buhari, Libâs 85, 87; Müslim, Libâs 119; Ebû Dâvûd,
Tereccül 5; Tirmizi, Libâs 25; Edeb 33; Nesaî, Zinet 23; İbn Mâce, Nikâh 52.
[259] Müslim, Libâs 121; ayrıca bk. Nesâi, Zinet 26.
[260] Buhâri, Libâs, 83. 85; Müslim, Libâs 115, 116; İbn
Mâce, Nikâh 52.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/489-490.
[262] Buhâri, Cenâiz 93; Müslim, Kader 22 v.d.; Ebû Dâvüd,
Sünne 17; Jlrmizi, Kader 5; Mu-vatta, CenSiz 52; Müsned, II, 2?3, 275, 347,
393, 410, 481.
[263] Künyesi Um Eymen'dir. Adının "Bereke" olduğu
söylenir. Usâme b. Zeyd'in annesidîr. Peygaınbef (savcın dadısıdtr, Osman
(r.a.l'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. (İbn Hacer, Takrlbu't-Tekzib,
II, 219)
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/490-492.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/492-493.
[266] Müslim, Birr 52: Tirmizi, Tefsir 4. süre 24 Müsned,
TT. 248; ;ıynaı bk.; Ebû Dâvûd, Cenâiz 1; Tirmizi, Tefsir 2. sûre 39; Müsned,
I, 11. VI, 167, 218, 248
[267] el-Heysemî. Mecmau'z-Zeuâıd, VII. 12 (muhtasar olarak)
[268] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII12 (Hz. Aişe'den yakın
ifadelerle)
[269] el-Tirmîzi, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 546-547.
[270] Tirmizi, Tefsir 2- sûre 39.
[271] Müaned, VI, 238. Ancak Kurtubi'de yer alan;
""Ali b, Yezid'den o annesinden..." şeklindeki ibare: "Ali
b. Zeyd'den o, Üıneyye'den..." şekiindedîr. Yani Kurtubi'deki
"yezid" kelimesi, Miisned'de: "Zeyd" ; ""an
ummihi-îii] nesinden" kelimesi ""an Umeyye=Ümey-yc'den..."
şeklindedir. e3-Heysemi, Meemau'z-Zevâid, VII, 12'de ise soru soran kadının adı
"Emine" olana verilmekte ve el-Heysemi, "Emine'nin kim olduğunu
biliniyorum" kaydını eklemektedir.
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/493-497.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/497.
[274] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 3; ...Şüphesiz sizin bu
arkadaşınız Allah'ın Hülilidır." anlamında: Tİrmızî, Menâkib 15,16. İbn
Mâce, Mukaddime 11.
[275] Buhâri, Salât 80; Menâkıbu'l-Ensâr 45, Fedailu
Asbâbi'n Nebiyy 3,5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 2-7; Tirmizi, Menâkıb 14,15; İbn
Mâce, Mukkaddime 11 v.s...
[276] Bk. es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 706.
[277] Bk. es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensur, II, 706.
[278] Ebû Dâvûd, Edeb l6; Tirmizi, Zülıd 45; Müsned, II,
303, 334.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/498-501
[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/501-502
[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/502-503.
[282] Tirmizî, Tefsir 4. süre 26; Ebû Dâvûd, Nikâh 38, ile
îbn Mace, Nikâh, 48'de Hz. Âişe'den.
[283] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 711.
[284] Buhârl, Mezâlim 11, Sulh 5, Tefsir 4. sure 24, Nikâh
95; Müslim, Tefsir 13, 14.
[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/503-504.
[286] el-Hâkiın, el-Müstedrek, II, 308.
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/504-506.
[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/506.
[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/506-507.
[290] Muvatta, Hıısnu'l-Huluk 7; Müsned, VI, 445. Hadisin
muttasıl başka rivayetleri için bk. Ibn Abdirl-Berr, et-7\>mhid, XXIII, 145
v.d.; el-îstizkâr, XXVI, 127 v.d.
[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/507.
[292] eİ-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 315, bunı yakın
İfadelerle ve senedinde metruk bir navi bulunduğu kaydı İle. Bumda sözü edilen
eİ-Cedd b. Kays, Rıdvan Bey'atinden saklanan kişidir. (Müslim, îmare 69;
Müsned, III, 396). Câhiliyye döneminde Seleme oğullarının efendisi olmuş,
ancak Hz. Peygamber onun yerine Arar b. el-Cemûh'u nakib (kavminin temsilcisi)
yapmıştı. Sonraları güzel bir şekilde tevbe ettiği de söylenmiştir. Hz.
Osman'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. Îbnu'l-Esîr, Usdu'-Ğâbe, I, 327.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/507-508.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/509.
[295] Ebû Dâvûd, Nikâh 38; Tirmizi, Nikâh 42; Nesaî,
Îşretu'n-Nisa 2; îbn Mûce, Nikâh 47: Dârimi, Nikâh 25.
[296] Ebû Dûvûd, Nikah 38; Tirmizi, Nikâh 42; Nesaî,
İşretu'n-Nisâ 2; îbn Mâce, Nikâh 47; Dârimi, Nikah 24; Müsned, II, 295, 347.
471.
[297] Çoğu bulamadığı için aZfi kanaat etmeye dair bir
darb-ı meseldir (Mecmau'l-Emsâl, I. 305'ten naklen; îbn Aliyye, el-Muharrar,
IV, 274, dn: 308),
[298] Buhâri, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 92.
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/509-510.
[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/511-512.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/512-513.
[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/513.
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/514.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/514.
[305] Ebû Dâvûd, Akdiye 16; Yakm lafızlarla: Tirmizî,
Şehâdât 2; İbn Mâce, Ahkâm 30; Müs-ned, II. 203. 225; Ebû Dâvûd\m lafzıyla:
Müsned. II, 204.
[306] İbn Mâce, Ticarât 64: Müsned,
II,
179, 204, 214.
[307] Ebû Dâvûd, Akdîye 17; İbn Mâce, Ahkam 30; Darakutnî,
IV, 219.
[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/514-517.
[309] O takdirde meal şöyle olmalıdır: "Adaleli titizlikle
ayakta tutan Allah için şahidlik eden kimseler..."
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/517.
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/517.
[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/518.
[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/518.
[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/518.
[315] Buhâri, İstikraz 13; Ebu Dâvâd, Akdiye 29; Nesat,
Buyu, 100; İbn M&ce, Sadakat 18; Müsned, IV, 222, 388, 339.
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/519-520.
[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/520.
[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/520-521.
[319] Buhâri, İstilâbetu'l-Mürteddin 1; İbn Mâce, Zülıd 29;
Dârimi, Mukaddime 1; Müsned, I, 379, 409, 429, 431, 462.
[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/521-522.
[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/522.
[322] Müslim, Cihâd 151; Ebû Davûd, Cihâd 142; Tirmİzi,
Siyer 10; İbn Mâce, Cihad 27; Dârimi. Siyer 54; Müsned, VI, 68, 149.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/523.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/524-526.
[325] Müslim, Fiten 19; Ebû Dâvûd, Fitn 1; Tirmizi, Fiten
14; îbn Mâce, Fiten 9; IV, 123 (Şeddad b. Evs’ten).
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/526-528.
[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/528-529.
[328] Muharece: Kölenin çalışına serbetisi şartı üe,
efendisine aylık mali bir ödeme yapmak üzere anlaşması demektir. (İbn Münzir,
Lisânu'l-Arab, II, 252).
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/529-530.
[330] Buhârl, Mevâkit 20, Ezan 34; Müslim Mesâcid 252; Ebû
Dâvûd, Salât 47; Nesaî, tmü-ıne 45; İbn Mâce, Mesâcid 18: Darimi, Salat 52;
Müsned, V, 140, 141.
[331] Müslim, Mesâcid 195; Ebû Dâvûd, SaLât 5; Tirmizi,
Satât 6; Nesaî, Mevâkit 9; Muvat-ta, Kuran 46-, Müsned, III, 149.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/530-531.
[333] Buhâri, Ezan 95, 122, İsü'zân 18, Eyrnan 15; Müslim,
Salat 45; Ebû Dâvûd, Salüt 144, Tirmizi, Salât, 110; Nesai, İftitâh 7, Tatbik
15, Sehv 67; İbn Mâce, İkametus-Salât 72; Müsned, II, 437, IV, 340.
[334] Bu ve yakın manadaki hadislerin kaynaklan için: Fatiha
Sûresi, II. Bölüm, 9. başlık.
[335] Tirmizi, Salât 81. Bu anlamdaki hadisler için bk-: Ebû
Dâvûd, Salât 144; Nesaî, Tatbik 54, îftitâh 88; İbn Mâce, Îkametu's-Salât 16;
Dârimî, Salât 73; Müsned, II, 525, IV, 22, 119, 122.
[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/531-532.
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/532-533.
[338] Müslim, Sıfatıvl-Münâfikîn 17; Nesaî, İman 31; Müsned,
II, 47, 88 (kısmen), 102.
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/533-534.
[340] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/534.
[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/534-535.
[342] Buhâri, Tefsir 4. sûre 25.
[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/535-536.
[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/537.
[345] Kurtubi'nin kaynakları arasında yer alan ya da
kıraatten söz eden tefsirlerde Lâm'in sakin olarak okunabileceğinden söz edeni
tespit edemediğimiz gibi; lâm'ın sakin okunması halinde ayrıca daha önceki
"inen;kii]i" în inim harfinin de eserdi olanı "miın... den"
diye okunması gerekir, Bu taktirde buyruğun anhıru şöyle olıırr "Zulümden
dolayı olması müstesna.,.''
[346] Bahari, Ezan 128, îstizkâr 2, Cihad 98, Enbiya 19;
Tefsir 3. sûre 9, 4.sûre 21, Edeb 110; Müslim, Mesâdd 294-295 (.ve devamına
bk); Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesât, Tatbik 27; îbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 145;
Dârimi, Salât 216; Müsned, II, 239, 255, 271, 370, 418, 502, 521.
[347] Meselâ bk. Buhâri, Tefsir 3, sûre 9.
[348] Ebû Dâvûd, Vitr 23; Edeb 46; Müsned, VI, 45, 136.
[349] Buhâri, İstikraz 13; Ebû Dâvûd, Akdiye 25: Nesûî, Buyu
100; îbn Mûce, Sadakat İS; Müsned, VI, 222, 388, 389.
[350] Buhari, Havalât, 1, 2, İstikraz 12; Müslim, Musakaai
33; Ebû Dâvûd, Büyü,10; Tirmizî, Buyu 68; Nesâî, Buyu 100, 101; îbn Mâce,
Sadakat 8; Dârimi, Bııyû 48; Muvatta, Büyü, 84; Müsned, II, 71, 245, 254, 260.
[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/538-541.
[352] Buhâri, Meğazi 14, Nafakat 3, Ferâiz 3, frisam 5, Hums
1; Müslim, Cihad 49; Ebû Dâ vûd, İmâre 19; Neaâl, Fey' 16; Mü&ned, I, 49,
60, 208; Merhum müfessirimizin sözünü ettiği lafızları; Müslim, aynen
zikretmekte, Müsned, I, 49da bunları kinayeli olarak zikretmektedir.
[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/541-542.
[354] el-Beyhakî, Şuabu'l-îman, Beyrut 1410/1990, VI, 92.
[355] Buhâri, Mezalim 4, İkrah 7; Müslim, Bjrr 62; Tirmizi,
Fiten 68; Dârimî, Rikank 40; Müsned, II} 99, 201, 324.
[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/542-543.
[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/544.
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/544-545.
[359] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/545.
[360] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/546.
[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/547.
[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/548-549.
[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/550-552.
[364] Buhâri, Enbiya 49; Müslim, İman 242; Müsned, II, 290,
494.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/552-554.
[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/554-555.
[367] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/555-556.
[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/556-558.
[369] İbmı'l-Ğars zayıf olduğunu, İbnu'l-Kayyim de uydurma
olduğunu söyleniştir. (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I, 439)
[370] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/559-562.
[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/562-563.
[372] Ebu'l-Leys es-Semerkaradî, Bahru'l-Ulüm, I, 405.
Kaynaklan için ilgili nota bakılabilir. Güvenilir bir rivayet olmadığa
belirtilmiştir.
[373] el-Hakim, el-Müstedrek, II, 597^ senedinde sika
olmayan (güvenilmeyen) bir râvi olduğu kaydedilmektedir. Ayrıca; Müsned, V,
178-179'da rasûllerin sayısı üçyüz on Küsur olarak verilmekte, nebilerin
sayısından söz edilmemektedir. Vv 265-266'da üe Peygamberlerin (nebilerin}
yüzyirmi dört bin, bunlar arasında rasüllerin ise üçytiz onbeş olduk-lan
belirtilmektedir.
[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/564.
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/565.
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/565.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/566.
[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/566.
[379] Buhari, Enbiya 48. Hudut 31; Dârimî, Rakaak 68;
Miisned, I, 23, 24, 47, 55.
[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/567-568.
[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/568.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/568-569.
[383] Buna göre ez-Zeccâc "ilahlarımız" kelimesini
takdir ederken, el-Ferrü ve Ebu Ubeyd de "onlar" kelimesini takdir
etmektedirler.
[384] Çünkü o takdirde ifadenin takdiri şöyle demfek olur
Şayet iman ederseniz, iman sizm İçin hayırlı olur şeklindedir,
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/569-573.
[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/574-575.
[387] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/575..
[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/576.
[389] Buhâri, Meğazi 66\ Tefsir 4. sûre 27, 9. sûre 1;
Ferâi2 14; Müslim, Ferniz 10-13: Ebu Dâvûd, Ferâiz 3; Tirmizl, Tefsir 4. sûre
27.
[390] Buhâri, Vudû, 44; Müslim, Ferâiz 5.7; Ebü Dâvûd,
Ferâiz 'l\ TirtnUi, Ferâiz 5; Müsned, III, 372 (yakın lafızlarla).
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/577-578.
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/578.
[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/578-589.
[394] Müslim, Ferâiz 9; Tirmizi 4. sûre 28 {yakın
ifadelerle); îhn Mâce, Ferâiz 5.
[395] İbn Mace, Ferâiz 5.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/579.
[396] îbnu'l-Arabi'nin şu ifadeleri, Râfıziler'in Hz. Ömer'i
bu sözleri dolayısıyla ne şekîlde tenkit ettikleri hususunda fikir verici bir
özelliktedir. "Eğer; Bu hususu Ömer'in bilmediğine, bu konuda ashab
arasmda Fikir birliği olmadığına ve bu görüş ayrılıkları kıyamet Gününe kadar
devam edeceğine göre; bundun büyük bir sapıklık olabilir mî: denilecek olursa;
Cevabımız şu olur; Bu bir sapıkbk değildir. Gerçekleştirilmesi va'd olunmuş
beyandıf. Çünkü yüce Allah, ahkâmı, herkesin kolaylıkla anlayabileceği tıas-kr
halinde indirmemiştir. Aksine bunu alimlere has kılmaktadır... Kimisi hakkı
isabei ettirir on acir ahr, kimisi isabet ettiremez, tek bir ecir alır,"
(îbnu'l- Aiabî, AhJtâmul-Kur’an, 1,520-521),
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/579.
[397] Müslim, Ziihd 74 (uzunca bir hadisin boJüınti olarak;
benzer ifadelerle); Ebü Dâv&d, Vitr 27 (benzer ifadelerle).
[398] Çünkü, bu hadisin lafzının son bölümlerinde hazf
edilmiş bir lâ" edaıı vardır. Âyet-i kerimenin bu bölümünde de,
"yanılmayısınız" buyruğundaki olumsuzluk manasını veren hazf edilmiş
bir "Wnın bulunduğu gibi. Hadisin bu özelliği dolayısıyla, el-Kisaî bu rivayeti
bu yönüyle güzel bulmuştur.
[399] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/568-569.