Akd Kelimesinin
Kur'an'daki Anlamları:
Şeair Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Beseta Kelimesinin
Kur'an'daki Manaları:
Allah'ın İsrâiloğulları ile Yaptığı Antlaşma:
Hıristiyanların Sözlerinde Durmamaları:
Kitap Ehli, Hz. Muhammed ve Kur'an:
Yahudi ve Hıristiyanların Müşterek Yanlışları:
Başkalarım Gözünde Büyütme ve Başaramama Duygusu:
Liderin Toplumuna Hâkim Olamaması Karşısında Durumu:
Kıskançlık ve Hasedin Kötü Sonuçlan:
Bir Kişiyi Öldürmek Bütün İnsanlığı Öldürmektir:
Allah'a, Peygamberine ve İnsanlığa Uzanan Eller:
Münafıkların İnanç Ve Davranış Biçimleri:
Hz. Muhammed Ve Kur'an'ın Görevi:
Yahudileri Ve Hırıstıyanları Dost Edinmek:
Dinden Dönmek Ve Siyasî Erkte Değişme:
Hoşlanmama İle İman Bir Arada Olmaz:
İnkarcı Ve Yalancıların Durumu:
Müslümanlara Getirilen İki Yasak:
İçki, Kumar, Dikili Taşlar Ve Fal Okları:
Avlanma Hukuku Ve İlahı Sınav:
Elçinin Görevi Ve Allah'ın Bilmesi:
Temiz İle Temiz Olmayanın Karşılaştırılması:
Müslümanın Doğru Yolda Olması:
Peygamberlere Verilen Nimetler:
Sofra Duasına Karşı Allah'ın Cevabı:
Medine döneminde, yani
hicretten sonra nazil olmuştur. Bakara, Âl-i fmrân ve Nieâ sûrelerinin devamı
mahiyetindedir. Müfessirier Veda bacandan hemen önce inen en son sûrelerden
biri olduğu konusunda müttefiktirler.
Fatiha sûresi hamd, Bakara
sûresi kitap, Âl-i tmrân sûresi tevhid, Nisa sûresi insanın yaratılışı, Mâide
sûresi de akid konularıyla başlamaktadır. Akidle başlaması itibariyle, Bakara
sûresinin 2 7, 83,84,235,237; Al-i tmrân sûresinin 76-77 ve 187; Nisa sûresinin
33. âyetlerinin bir devamı durumundadır. Haram aylardan, Beytülharam,
Mes-cid-i Haram kavramlanndan bahsetmekle der Bakara sûresi 144, 150,196-200
âyetlerinin devamı gibidir. Abdest ve namaz meselelerim ele alma konusunda da
Bakara sûresinin 3. âyetinin bir açılımı mahiyetindedir.
Hakkı ayakta tutma, adaletle
şahitlik etme konusunu gündeme getirmekle Nisa sûresinin 135. âyetinin başka
bir açıdan yorumunu yapmaktadır.
Yahudilerin Tevrat'a,
hıristiyanlann tndl'e, Hz. Musa ile Hz. İsa'ya karşı takındıkları tavır ve yaptıkları
müdahaleleri ele almakla da Bakara, Al-i îmrân ve Nisa sûrelerinin devamı
durumundadır. Yemin konusunu ele almakla Bakara sûresinin 224-225. âyetlerinin
açıklamasını yapmaktadır.
Mâide sûresinin merkezî
konusunu teşkil eden husus, onun 3. âyetindeki dinin tamamlandığını ifade eden
ve insanlık için İslâm'ın din olarak seçilmesini ilân eden hükmüdür. Bu
açıklamanın da Âl-i İmrân sûresinin 19. âyetiyle alâkası vardır ve onun bir
açılımı drumundadır.
Ayet sayısı 120'dir.
[1]
1. Ey iman edenler]
Antlaşmalarınıza sâdık olunuz. Size (haram oldukları) okunacak olanların
dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı. Yalnız ihramda iken avı
helâl saymamak şartıyla! Allah istediği hükmü verir.
Antlaşmalarınıza sadık olunuz ifadesinde yer alan akd kavramı'"sıvının katılaşması; ipi düğümlemek; satışı neticelendirip bağlamak, sağlamlaştırmak; hesap etmek, kefil olmak; kemer yapmak; çiçeğin yemişe dönüşmesi"; kalp ile kullanılınca "bağlamak"; akade kalıbından alınınca "sözleşme yapmak, antlaşmak", i'tekade kalıbından "inanmak, tasdik etmek" mânalarına gelmektedir.
1) Ahidleşme. Nisa sûresinin 33. âyetine
göre "Allah herkes için, bir şeyler bırakacağı mirasçılar tayin etmiştir.
Anne babal yakın akrabalar ve kendisiyle ahidleştiğiniz kimseler..." Bu
âyette geçen Yeminlerinizin bağladığı kimseler ifadesinde akid kavramı fiil
halinde, "bağlamak" mânasına gelmektedir.
2) Evlilik bağı. Bakara sûresinin, âtinde
ukde calıbında ânasına gelmektedir.
Emredi"evlilik bağı" mânasına len bekleme süresi sona ermeden önce
evlilik Dağını kurmaya çalışmayınız.
3) Kekemelik. Hz. Musa'nın
konuşmasındaki peltekliği ifade ederken bu kavrama Tâhâ sûresinin 27. âyetinde
yer verilmektedir. Dilimdeki kekemeliği (düğümü) çöz.
4) Düğüm. Allah çeşitli kötülüklerden
kendine sığınılmasını istediği şeylerden biri de Felâk sûresinin 4. âyetinde
yer almaktadır: Düğümlere üfüren üfürükçülerin şerrinden.
"Antlaşma, evlilik
bağı, kekemelik, düğüm" anlamlarıyla bu kavram Kur'an'da önemli bir yer
işgal etmektedir. Bunun eş anlamlısı ahd ve mîsak kelimeleridir. Bunları bir
araya getirince şu tablo karşımıza çıkmaktadır. Üç çeşit antlaşma vardır: Kulun
Allah'ı; kulun kendi ruhu ve kulun kul ile yaptığı antlaşmalar.
1. Akid kavramının
"insanın insanla yaptığı antlaşmalar" anlamında kullanıldığına
Kur'an'da şahit oluyoruz. Mâide sûresinin 1 ve diğer âyetlerinde bu anlamda
kullanılmaktadır. Mîsak kavramı da meselâ Ra'd sûresinin 20. âyetinde insanın
insanla antlaşmasını ifade etmektedir. Bakara sûresinin 177. âyetinde de ahid
kavramı insanın insanla olan antlaşmasını ifade etmektedir.
2. Mîsak Alladın kulu ile olan
antlaşması için de kullanılmaktadır: Vaktiyle İsrâiloğulları'ndan söz almıştık
(Bakara 2/83). Bu mânada Kur'an'ın pek çok âyetinde yer almaktadır.
Ahid^kavramı da Allah ile kul arasındaki antlaşmayı ifade etmektedit. Onlar
Allah'ın ahdini yerine getirirler (Ra'd 13/20). Ahd ile akd arasındaki temel
fark şudur: Ahid geçmişte Allah ile yapılan bir antlaşma iken, akid şu an ve
gelecek için yapılan bir beşerî antlaşmadır. Meselâ elest bezminde Allah ile
yapılan antlaşma ahiddir, akid değildir. A'râf sûresinin 172. âyetinde
anlatıldığı gibi, anne karamda yaratılan her çocuğun ruhuna "Ben senin
rabbin değil miyim" sorusu sorularak, "Evet sen benim rabbimsin"
cevabı alınmaktadır. Allah ile yapılan ahd budur. Dünyaya geldikten sonra
Allah'a iman eden insan ahdini yerine getirmiş olmaktadır, inanmayan da ahdini
bozmaktadır.
3.
Bir de insanın kendi ruhu
ile yapmış olduğu antlaşma vardır: "Fakat Allah kalplerinizin akdettiği yeminler
yüzünden sizi hesaba çeker" (Mâide 5/ 89). Bu âyette kalp yer almamasına
rağmen mealinde kalbi koymamızın sebebi, Bakara sûresinin 225. âyetidir:
"Allah düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu
tutmayacak, ama kalplerinizin kazandığından sorumlu tutacaktır." Kalbin de
yaptığı antlaşmalar vardır, işte biz buna insanın kendi ruhuyla yaptığı
antlaşma diyoruz. Demek ki akid kavramı kalbin yapmış olduğu gönül antlaşması
için kullanılmaktadır.
Âyetin birinci bölümünde yer
alan" Akidlerinizi yerine getiriniz" bölümü Sâf sûresinin 2. âyetinde
yer alan, "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin
söylüyorsunuz?" Yapacağım dediğiniz bir şey aslında bir akiddir. Kendinize
veya başkalarına vermiş olduğunuz bir sözdür. "Şu işim olursa şunu yapacağım"
demek de kendinizle bir sözleşme yapmaktır.
Buradaki akd nezr mânasına
alınabilir. İnşân sûresinin 7. âyeti şöyledir:
O kullar Şiddeti her yere
yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Buradaki
nezir "verilen söz" anlamındadır. Verilen söz de antlaşma demektir.
Nezir kelimesinin yer aldığı bu âyetle önceki ve sonraki âyetler arasında
bağlantı kurunca, kendi ruhuna ve sosyal ilişkilere karşı aldığı yükümlülükleri
ifade ettiği anlaşılacaktır.
Demek ki akid, ahid, mîsak ve
nezir kavramlarının ortaklaşa mânası "yükümlülük"tür. İnsanlar
akdederken, ahdederken, mîsak yaparken ve nez-rederken çeşitli ilişkileri
açısından üzerlerine yükümlülükler almaktadırlar. Ama yukarıda yer alan bu
kavramlar Kur'an'da yer aldıkları şekilleriyle bu yükümlülükleri hukuk haline
getirmektedirler. Akidlere riayet edilmeyen bir yerde ne hukuk vardır ne de
devlet. Devlet bir toplumsal sözleşmedir, başka bir ifade ile toplumdaki
fertlerin yükümlülüğüdür. Devlet, toplumdaki fertlerin akidleşmeleri neticesinde
teşekkül ederken, devlet hayatiyetini de hukuk denen akidleşmelerle sürdürür.
Başka bir ifade ile devlet akidle doğar; akidle hayatını sürdürür.
Devletlerarası ilişkilerde
hukukî boyut akidlerle sürdürülmektedir. Akid denen hukukî, sosyal, siyasî
yükümlülüklerin yerine getirilmesi Mâide sûresinin 1. âyetinde hükme
bağlanmaktadır. Modern devlet halka karşı olan yükümlülüklerini yerine getiren
ve bunu bir sisteme bağlayan devlettir. Medenî toplum da devlete karşı olan
yükümlülüklerini yerine getirmeyi ahlâk haline getiren toplumdur. Nisa
sûresinin 59. âyeti bu yükümlülüklerden birini itaat olarak tesbit etmektedir.
Kur'an akid kavramını en basit bir söz vermeden, yani "Şu işim olursa bir
kurban keseceğim" adağından başlatarak toplumsal sözleşmeye, yazılı
antlaşmaya ve devletlerarası ilişkilere kadar uzatmaktadır.
Size haram oIdukları
okunacak olanların dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı.
Yalnız ihramda iken avı
helâl saymamak şartıyla! Âyetin bu
kısmından çıkaracağımız ilkeler vardır.
a) Avlanma yasağı. Allah
"avlanma yasağı"nı yazılı hukuk olarak ilk defa Tevrat'ta
İsrâiloğullan'na tatbik etmiştir. Ondan önce Hz. Âdem'e ağaca yaklaşmaması,
Semûd kavmine deveyi kesmemeleri şeklinde bitki ve hayvanlar âlemine karşı
ilişkiler konusunda yasaklar koymuştu.
Bakara sûresinin 65.
âyetinde sebt (avlanma yasağı) gününün konduğunu açıklamıştık. Avlanma yasağı
Kur'an'da da yer almıştır. İhramda iken müslümanlann avlanması
yasaklanmaktadır. İhram "yasaklı" anlamına gelmektedir. Hac ibadeti
esnasında insan ihrama girer, ihrama giriş onun bazı şeyleri yapmasına yasak
getirmektedir. Onun için siz yasaklı iken şeklinde tercüme ediyoruz.
Furkan sûresinin 68. âyetine göre "Haksız yere bir cana kıymama" hükmünden hareket edersek yasaklılığın, ihtiyaçla ve hakla ilgili olduğu anlaşılacaktır. İhramlı iken avlanma yasağını getirmek, avlanma ile ilgili eğitimin
riyle insanın ihtiyacma göre
genelleştirilmesi ve avlanma hukukuna dönüştürülmesinin eğitimini vermektedir.
İhtiyacı olmadan bir ağacı kesmek haramdır. Körpe balıklan zamansız avlamak da
haramdır.
b)
Ot ile beslenen hayvanlar.
Mâide sûresinin ilerideki âyetlerinde eti yenmeyecek hayvanlar tesbit
edilmektedir. Ama 1. âyetteki en'âm kelimesi "ot ile beslenen inek ve
koyun cinsinden olan hayvanlar" mânasına gelmektedir. Bunlar otla
beslendiğinden geviş getirirler, iki tırnaklıdırlar. Böylece Kuran eti
yenebilecek ve yenmeyecek hayvanlarla ilgili bir ayırım yapmakta ve hükmünü
koymaktadır. Bu hükümler de insanla hayvanlar arasındaki ilişkiyi belirlemektedir.
Genelde hükümlerin, hayvanın tabiatına göre tesbit edildiğini görüyoruz. En'âm
denen inek ve koyun cinsinden, ot obur, geviş getiren ve iki tırnaklı hayvanlar
kavramı helâl kılınmakta ve helâl kılmışın asıl sebebi hayvanın durumundan
kaynaklanmaktadır.
Hüküm Allah'ın iradesine
göredir. Mâide sûresinin 1. âyetinin sonu hükümle irade (istek) arasında bir
ilişkinin olduğunu göstermektedir. Allah iradesinin gereğini emretmektedir,
yani hükme bağlamaktadır. İlâhî hükmün altında ilâhî irade yatmaktadır.
İlâhî iradede hata olmayacağı için hükmünde de hata olmaz. İlâhî irade mutlak iradedir, yani tarafsız ve yanılgısızdır. Beşeri irade mutlak olmadığı için, taraflı ve yanılgıya açıktır. Onun için beşerî hukuk beşerin iradesine, yani isteğine göre konmamaktadır. Hata ihtimali olan beşerî irade hukuku da yanıltabilir. Beşerî hukuk, ilmin ve ortak akim verilerine göre yapılmalıdır. "Ortak akıl" kavramından şunu kastediyoruz. Hukukta ferdî aklın değil toplumun ortak aklının kaynaklık etmesi önemlidir.
Beşerî iradeye nefis
karışabilir, duygu âleminden sızıntılar olabilir. Bu ihtimaller beşerî iradeyi
tarafgir davranmaya, ihtiyaçtan iyi tesbit edememeye, menfaate yönelteceği
için hukukun tabanım oluşturmakta mahzurlu olabilir. Nefsin ve duyguların
sızıp karıştırdığı iradeden objektif hukuk çıkartılamaz. Onun için Allah ne
murat ediyorsa hükmünü ona göre verdiğini söyleyerek hükmün kaynağını
göstermiştir.
[2]
2. Ey iman edenler! Ne Allah'ın işaretlerine, ne haram aya, ne
kurbana, ne gerdanlıktıkurban)lara* ne derablerinin
ediniz. İhramdan çıktığınız
zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mes-cid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir
topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevketmesin. iyilik ve takva
üzerinden yardımlasınız, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayınız,
Allah'tan korkunuz.. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.
Âyetin analizinden orada bazı yasak ve emirlerin yer aldığı ortaya çıkacaktır:
1.
Ey iman edenler! Allah'ın
işaretlerine saygısızlık etmeyiniz. Âyetin bu bölümünde şe'âirillâh kavramı
yer almaktadır. Kelimenin aslı "hissetmek, bilmek, şiir söylemek"
mânalarına gelen şeareden ya da "saçı çok uzun olmak, kıllanmak, birine
bir şey bildirip uyandırmak" anlamına gelen şe'ireden türemiştir.
1) Farkına varmak. "Kendilerine bir
mucize gelirse mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and
içtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de
inanmayacaklarının farkında mısınız?"
2) Kıl. Nahl sûresinin 80. âyetinde
şa'rin çoğulu olan eş'ar kalıbında gelmekte ve "kıl" mânasını ifade
etmektedir. "Yünlerinden, yapağılarından, ve kıllarından bir süreye kadar
(faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi."
3) Şiir. Yâsîn sûresinin 69. âyetinde
şi'r kalıbında gelmiştir. "Biz ona şiir öğretmedik." Enbiyâ sûresinin
5. âyetinde şâ'ir kalıbında "şiir söyleyen" anlamında yer almaktadır.
4) Yıldızın adı. Necm sûresinin 49. âyetinde
şi'ra kalıbında, "yıldızın ismi" olmaktadır. "Doğrusu şi'ra
yıldızının rabbi de O'dur."
5) Nişan. Bu mânada âyetlerde şe'âir
kalıbında çoğul olarak yer alır. Yerine göre "hüküm", yerine göre
"nişan, simge ve sembol" mânalarına gelmektedir. Meselâ Hac
sûresinin 32. Jvetindeki şe'âir kelimesi "hükümler" mânasına gelmektedir.
Her kim Allah'a saygı gösterirse! Buradaki şe'âirallah "Allah'ın
hükümleri", yani haccın yapılmasındaki farzlara, Safa ile Merve
nişanlarım da içine almak şartıyla yerine getirip saygı duyanlar anlamını ifade
etmektedir.
Diğer taraftan kurbanlık develerin
de şe'âirallah olduğu ifade edilmektedir: "Biz, büyükbaş hayvanları da
sizin için Allah'ın nişanlarından kıldık" (Hac 22/36). Buradaki
"nişan, simge" demektir. Üzerinde AUah"n ismini anılıp ibadet
yapılacak olan büyükbaş hayvanların simgesel anlamı olmaktadır. Bakara
sûresinin 158. âyetinde Mekke'nin hemen yanında olan Safa ile Merve tepeleri de
Allah'ın nişanlarıdır.
Kısaca diyebiliriz ki,
şe'âirallah haccın ifa edilmesinde yapılması gereken zorunlu kurallar,
biçimsel hareketlerin tamamı yani ilâhî hükümleri ifade ettiği gibi, kurban
edilecek büyükbaş hayvanlar ve Safa ile Merve gibi mekânlar da bu kavramın
nişan ve sembol mânasının kapsamına girmektedir.
Mâide sûresinin 2. âyetinde
hem Allah'ın hükümleri hem de Allah'ın nişanlan mânasına gelmektedir. Âyetin bu
bölümündeki lâ tuhillû emri "saygısızlık etmeyiniz" anlamına
gelmektedir. "İnsan Allah'ın nesine saygısızlık eder" sorusu
cevaplandırılınca şe'âirallahın ne anlama geldiği daha net bir şekilde ortaya
çıkar. Hac sûresinin 30. âyetinde hurumâtillâh şeklinde geçen kavramla
şe'âirallahı mânalandırabiliriz. Hurumâtillâh "Allah'ın emir ve
yasaklan" anlamına gelmektedir. Hac ve kurban ibadeti için koyduğu emir ve
yasaklarla saygı duyulmasını emrettiği sembolleri kapsamına almaktadır.
Âyetteki akidler kavramını
nezirler olarak mânalandınrsak, şu hadisten hangi konuda nezir yapılmayacağını
anlamış oluruz: "Allah'a karşı günah işlenecek bir konuda nezir
yapılamaz."
2.
Haram aya saygısızlık
etmeyiniz. Haram ay kavramı Bakara sûresinin 194. âyetinde açıklandı.
Saldırmazlık örfünün, veya paktının geçerli olduğu ay demekti. Mâide sûresinin
2. âyetinde "hac ayı" anlamına gelmektedir. Hac ayı da saldırmazlık
örfüne dahil olan bir aydır. Haram aya, yani hac ayına saygısızlık etmeyiniz
hükmünü iki şekilde yorumlamak mümkündür: Birisi hac ibadetine saygısızlık
yapılmaması, hac anında yapılmaması gereken şeylere saygı duymak, yapılması
gereken şeyleri de çiğnememek demektir. İkincisi de hac mevsiminde savaş
yapılmaması için yapılan antlaşmaya sadık kalmak, ona saygı göstermektir.
3.
Kurbana ve gerdanlıklara
saygısızlık etmeyiniz. Bu kısımda geçen hedy kelimesi "Allah'a yaklaşmak
üzere Kabe'de kesilmesi adanan hayvan"a denmektedir. Mâide sûresinin 95.
âyetinde Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere ifadesi yer almaktadır. Demek
ki hac mevsiminde kurban edilmek üzere Kabe'ye ulaşmakta olan kurbanlık inek ve
davar cinsinden hayvanlara da saygısızlık edilmesini yasaklamaktadır. Bu
saygısızlık ne anlama gelmektedir? Sorunun cevabı Feth sûresinin 25.
âyetindedir: "Bekletilen kurbanlann yerlerine ulaşmasını engellerdi."
Demek Allah kurbanlık hayvanların mahalline ulaşmasını engellemenin kurbana
saygısızlık olacağını beyan etmekte ve bunu yasaklamaktadır.
Aynı kısımda "süslenmiş
kurbanlık" demek olan gerdanlıklara da saygı duyulmasını istenmektedir.
Deve ve diğer kurbanlıkların bağlanan şeye kalâid denmektedir. Hayvanın kurban
olacağına dair boynuna takılan bir işarettir. Âyette geçen kalâid sadece
kurbanlık hayvanlar için boyunlara takılan işaret anlamına gelmiyor. Hac için
geldiklerini bildirmek üzere kendilerini saldırıdan korumak üzere hacılar
boyunlarına ağaç kabuğu parçaları takarlardı. Bu işareti taşıyanlara
saygısızlık edilmesini yasaklamaktadır.
4. Rablcrinin lütuf ve rızâsını
isteyerek Beytülharam'a koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayınız. Âyetin bu
kısmından ve bundan evvelki "Süslü kurbanlara hürmetsizlik etmeyiniz"
hükmünden şu neticeyi çıkarıyoruz: Allah ibadet özgürlüğünü insan haklarına
dahil etmektedir. İbadet özgürlüğü ortadan kaldırılamaz. Herkes kendi ibadetini
hac gibi toplu halde ve ferdî olarak yapma özgürlüğüne sahip olduğunu insanlık
için tesbit etmekte ve hükme bağlamaktadır. İnsan hakları evrensel
beyannâmesinde ve ona uyarlanan anayasalardaki ibadet özgürlüğü kavramını ilk
önce ele alan Kur'an'dır.
Diğer taraftan hac
ibadetinin hangi niyetle yapılacağım da tesbit etmektedir. Allah'ın lutfunu ve
rızâsını kazanmak niyet ve amacıyla hacca gidilmesini ve ibadetinin
yapılmasını da hükme bağlamaktadır.
5. İhramdan çıkınca
avlanabilirsiniz. Âyetin bu kısmı, 1. âyetteki "Siz ihramlı olduğunuz
halde, avlanmayı helâl saymamak şartıyla" ifadeye bağlıdır. Avlanmanın
yasak olduğu zaman ortadan kalkınca, 2. âyet avlanmaya müsaade vermektedir.
Bunun bir benzeri de cuma namazı anında işlerin bırakılması, cuma namazından
sonra işe dönülmeye müsaade edilmesidir. Cum'a sûresinin 10. âyetindeki bu
düzenleme, Mâide sûresinin 2. âyetinde hac için yapılmaktadır.
Bundan şu üç neticeyi
çıkarıyoruz: Av yasaklan kısa dönem ve mevsimler müddetince olacaktır. Ama
nesli tükenmek üzere olan hayvanları avlama yasağı uzun süre de devam edebilir.
İhramlı iken avlanmak haramdır ama tehlikeli hayvanlar öldürülebilir. Hz.
Peygamber bunları şu şekilde saymaktadır: "Beş havyan vardır ki bunları
öldürene günah yoktur: Alaca karga, çaylak, fare, akrep ve insana saldıran
köpek."[3]
Bunun anlamı şudur: İnsanlar
akrep, yılan ve fare gibi hayvanları avlamaya çıkmaz. Bunlar av hayvanı
değillerdir. Bunlar tehlikeli havyan oldukları için öldürülürler.
6.
Mescidi Haramdan
alıkoyduklarından dolayf bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya
sevketmesin! Müfessirler, burada Hz. Peygamber'in hacca gitmesini engelleyen
müşriklere karşı takınılacak bir tavır olarak hüküm konduğu kanaatinde-dirler.
Hüdeybiye Antlaşması ile sonuçlanan olaylara işaret edildiğini söyleyenler de
vardır.
Muhammed Esed müfessirlerin
gösterdikleri bu tarihî olgunun âyet için bir temel teşkil ettiğini kabul
etmiyor ve şöyle diyor. "Bu sûrenin nüzulü esnasında Mekke zaten
müslümanlann eline geçmişti, dolayısıyla müslüman-lann, o zamana kadar hemen
hemen tamamı İslâm'ı kabul etmiş olan Kureyş-liler tarafından engellenmeleri
diye bir sorun yoktu. Bu sebeple yukarıdaki emrin tarihî bir olayla
sınırlandınlamayacağı, ama zamana bağlı olmayan, genel bir muhteva taşıdığı sonucuna
varıyoruz, başka bir deyişle onun müminleri Mescid-i Haram'la sembolize edilen
dinî görevlerini ifa etmekten -fiziksel veya mecazi anlamda- alıkoyan ve
böylece onları inançlarından kopmaya zorlayan herkese işaret ettiği neticesini
çıkarıyoruz."[4].
Klasik müfessirler ile
Muhammed Esed'in arasında orta bir yolu izlemek en doğrusu olacaktır. Hz.
Peygamberi ve ashabını hac ibadetini yapmalarını engellemelerinden dolayı,
müslümanlann içinde onlara karşı bir kin doğmuş ve bunu senelerce saklamış
olabilirler. Sonra da bu kine göre onlara tavır takınabilirlerdi. Bu tarihî
olguyu kabul etmekle beraber, âyetin zamanla sınırlanması doğru değildir
diyerek Muhammed Esed'i haklı görebiliriz. Âyet kıyamete kadar baki kalacağına
göre, zaman içinde bu engellemelerin olabileceği ihtimalini göz ardı etmemek
gerekiyor. Bir defa engellendi, bir daha engelleme olmayacak diyemeyiz.
Mescid-i Haram sadece bir
ibadet yeri değil aynı zamanda bir eğitim kurumudur. Mescid-i Haram'dan
alıkoymak, aynı zamanda eğitim özgürlüğünü engellemek olmuştur; olmakta ve
olacaktır.
İbadet ve eğitim özgürlüğünü
engellemek insanlarda kin yaratır. Ama Allah bu kinin, karşı tarafa saldırıya
yol açmamasını hükme bağlamaktadır. Buradan aktaracağımız başka bir husus da
şudur: Müslüman kin ile hareket etmez ve etmemelidir. Müslüman kendi ibadet ve
eğitim özgürlüğünü kısıtlayan ve onları yapmaktan alıkoyan insanlara nasıl
davranacaktır? Bu sorunun cevabım âyetin devamı ve Fussılet sûresinin 34 ve
Ra'd sûresinin 22. Âyetleri vermektedir. "(Mademki) iyilikle kötülük bir
değildir; sen kötülüğü daha güzel olan ile sav; bak o zaman seninle arasında
düşmanlık olan kimse sıcak bir dostun gibi olacaktır" (Fussılet 41/34).
Kötülüğün düşmanı iyiliktir.
O zaman müslüman kötülükle mücadeleyi iyiyi yanma alarak yapacaktır.
"Müslümanlar kötülüğü iyilikle savarlar" (Ra'd 41/22).
Demek ki müslümanlann
siyasî, sosyal ve ekonomik bakımdan güçsüz oldukları dönemde ibadet ve öğretim
özgürlüklerini kısıtlayanlara karşı siyasî, sosyal ve ekonomik açılardan
güçlendiklerinde kinle saldırmayacaklardır. Ta ki o mâbed ve öğretim müessesesi
yıkılmadıkça! Mâbedlerin yıkılmasını engellemek için gereken müdahalenin
yapılmasına Hac sûresinin 40. âyetinde izin verilmektedir. Orada insanları
yurtlarından çıkarıp mâbedlerini yıkmak eylemlerine karşı mücadele vermeyi
meşru hale getirmektedir. Mâbedde ibadeti engellemekle, mabedi yıkmak aynı
derecede zulüm değildir.
7. İyilik ve takva üzerinde
yardımlasınız; günah ve düşmanlık'üzerinde yardımlaşmayınız. Ayetin bu kısmı
da, yukarıdaki sorunun başka bir açıdan cevabı olmaktadır. Kötülüğü ortadan
kaldırmak için bir araya gelip yardımlaşanlann niyeti iyilik ve takva olacak,
günah ve düşmanlık değil.
Âyetin bu kısmının bir
önceki bölümünün açıklaması mahiyetinde olduğunu söyledikten sonra başka bir
açılımına geçebiliriz: Bu âyetin bu kısmının öne sürdüğü kanun, sosyal
müesseselerin hangi değerlerin temelleri üzerine kurulacağını esasa
bağlamaktadır. Siyasî parti, sendika, öğretim kurumu, dernek, aile gibi sosyal
kurumların temelinde iyi denen erdemle, toplumu kötülükten sakındıracak takva
denen bilinç bulunmalıdır. Aksi takdirde kötülük ve düşmanlık, bu kurumların
temelinde yer alacaktır. Âyetin bu kısmındaki iyi, günahın; takva da
düşmanlığın karşıtı olmaktadır. İyi, kötülüğün olmadığı yerde, takva da
düşmanlığın olmadığı yerde ortaya çıkacağı gerçeğine işaret etmektedir.
Allah'tan sakınınız; çünkü Allah'ın cezası çetindir. Âyetin sonundaki azâb
kavramı yukarıda verilen emirlerin yerine getirilmesi konusunda bir teşvik;
ihmal edilmelerinden de caydırma amacını taşımaktadır. Âyetin başındaki hitap
müminlere olduğuna göre, âyetin içeriğinde yasaklanan davranışları
müslümanlann üretme ihtimalini gündeme getirmektedir. Demek ki iman edenlerin
Allah'ın insanlarına, harama, kurbana, gerdanlıklara; Allah'ın lütuf ve
ihsanını aramak maksadıyla Kabe'yi ziyaret etmek isteyenlere hürmetsizlik yapma
ihtimali vardır.
Bu durum bizi şu neticeye
götürür: Müslümanlar arasında farklı devletler oluşacak, bunlardan Kabe'yi
topraklarında bulunduran ülkenin insanları diğer müslümanlara bu şekilde
davranabilirler. Müslümanların kötülük ve düşmanlık duygulan etrafında toplanıp
yardımlaşma ve sosyal müessese kurma ihtimali de vardır.
Bu âyet, müslümanlara
saygıyı eksik etmemesi gereken değerleri anlattığı; ne zaman ve nerede nasıl
davranılacağının eğitimini verdiği; sosyal ilişkilerde kin duygusuna yer
vermemesinin önemini belirlediği; sosyal müesseselerin hangi değerler üzerine
kurulacağım tesbit ettiği geniş yelpazede bir eğitim öğretim faaliyeti
yapmaktadır. İbadet özgürlüğü ve mâbedlere saygı gibi insan haklarının önemli
konularının temellerini atıp günümüze ışık tutmaktadır.
[5]
3. Leş, kan, domuz eti,
Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurup öldürülmüş, yuvarlanıp
ölmüş, boy-nttzlamp ötmüş, canavarların yediği hayvanlar ölmeden yetişip
kestikleriniz müstesna* dikiti taşlar üzerinde boğazlanmış hayvanlar ve fol a
kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çtkıoaktjr. Bugün kâfirler
sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayınız, benden
korkunuz. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, nimetlerimin tama-' niiriı
size bahşettim ve sizin için din olarak islâm'ı beğendim. Rint gönülden günaha
yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse {haram etlerden yiyebilir)
Çünkü Allah ve: çok merhamet edicidir.
En son inen âyet olarak
kabul edilen bu âyet, müslümanlarm hayvan eti olarak yemesi yasak olanları
sıralamaktadır. Yukarıda verilen meali açık olduğundan izah etme zorunluluğu
duymuyoruz. Ancak bazı noktaları açıklamayı uygun buluyoruz.
1. Bugün kâfirler, sizin dininizden
ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayınız, benden korkunuz.
Âyetin bu kısmı kâfirlerin,
müslümanlarm dini olan îslâm'a karşı nasıl bir tavır içinde olduklarını ve
mücadele verdiklerim gündeme taşımaktadır. Kâfirler müslümanlarm dinini yok
etmek için çalışıyorlardı. İnkarcıların teşebbüsleri Kur'an'ın son âyeti
gelinceye kadar devam etti. Fakat Mekke'nin fethinden sonra onların ümitleri
suya düştü ve Allah artık onlardan korkmanın bir anlamı kalmadığını belirtti.
Böylece Allah sosyal
güçsüzlüğün insanda bir korku meydana getirmesini doğal görmektedir. Siyasî,
sosyal ve ekonomik gücü olmayan toplumlar, dinlerini muhafaza etme konusunda
korku taşıyacaklardır. Bu korku onları takıyye yapmaya zorlayacaktır. Dinin
korunabilmesi için, yukarıda sıralanan alanlarda güçlü olmak gerekiyor. Dinin
kendi içeriği sağlam ve güçlü olabilir; ama onun hayattaki iş birliğinin gücü,
yukarıdaki güçlere bağlıdır. Siyasî, sosyal ve ekonomik gücü zayıf olan
toplumlar dinlerini korumada güçlük çekeceklerdir.
Kâfirlerin ümidini
kestirecek kadar yukarıda belirlenen alanlarda yılmadan müslümanlarm çalışması
zorunludur. Güçlü insanın gönlünde korku olmaz.
Korku zayıf insanın gönlünde
meydana gelen bir olgudur. Onun için kâfirin İslâm'ı yok etmekten ümidinin
kesilmesi, müslümanlann gönüllerinden korkunun çıkmasını temin etmiştir. Artık
o gönülde Allah korkusundan başka bir korkuya yer yoktur. Demek ki siyasî ve
ekonomik bakımdan güçsüz olan toplumlardaki fertlerin gönüllerinde Allah
korkusunun yanında kâfir denen düşmanların korkusu vardır. Bu korku ilâhî
korkuyu azaltmaktadır.
Neden et gıdası ve fal
oklanyla kısmet aramanın açıklandığı bir âyetin içinde böyle bir bölüm yer
almaktadır? Bunun cevabını verirken haram lokma ile kumar, toplumsal erdemi,
asaleti alıp götürdüğü için toplumu zayıflatmaktadır. Haram lokma ile kumar
toplumun ahlâk, siyaset, ekonomik ve sosyal ilişkiler bakımından zayıflamasına
sebep olmaktadır. Haram lokma ve kumar zayıflığa, zayıflık da korkuya götürmektedir.
Allah bu ilişkiyi kurmak için birbirinden farklı gözüken konulan bir arada
zikretmektedir.
Bu âyette, müslümanlann
gelecek nesillerine çalışmamanın, tembelliğin, mal ve canıyla üretip
toplumsal, siyasî ve ekonomik bakımından güçlenmemenin neticesinde
başkalanndan korkulacağı uyansı yapılmaktadır. Bilgiyi teknolojiye
uygulayamayanlara korkaklıktan vurgulanmaktadır.
2. Bugün dininizi si-zin için
tamamladım, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve islâm'ı dininiz olarak
seçtim. Sahabesinin şahitliğine dayanan bütün rivayetlere göre, bu âyet Hz.
Peygamber'in vefatından seksen bir veya seksen iki gün önce hicrî 10. yılda 9
Zilhicce Cuma günü Arafat'ta inmiştir.
Yukarıdaki kısmından
anlıyoruz ki:
a) Allah dinini tamamladı.
"Dinini tamamladı"nm anlamı, Kur'an'ın dinin kendisi olduğu
gerçeğidir. Kur'an vahyi tamamlanınca din de tamamlandı. Şimdi birisi çıkıp
"Kur'an tamam değildir, onda olmayanları sünnette, her ikisinde
olmayanları icmâ ve ictihadda bulabiliriz" demesi yanlıştır. Allah'ın
"tamam" dediğinde, "kemale erdirdim" dediğinde eksiklik
görmek telâfisi zor bir hatadır.
Bu âyetle Hz. Peygamber'in
uygulamasıyla Kur'an'ın hayata geçirilmesi işlemi tamamlanmıştır. Çünkü Kur'an
bir mânadır; onu sosyal hayata tatbik edip canlı hale getiren Hz. Peygamber'in
uygulamasıdır. Böylece Kur-an'la gerçek hayatın şartları buluşmuş ve din kemale
ulaşmıştır. Hz. Peygamber kendiliğinden bir şey uygulamadı, Kur'an'da ne varsa
onu uyguladı.
b) Nimetini tamamladı.
Allah'ın hayatın çeşitli cepheleriyle insanlara sunduğu nimet devam etmektedir.
Onun için bu nimeti ekonomik ve sosyal nimetler olarak düşünmek doğru değildir.
Çünkü bu nimetler bitmemiş ve bitmeyecektir. Âyetteki nimet, tamamen dini
meydana getiren nimeti ifade etmektedir.
c) İslâm'ı din olarak sizin
için seçtim. Allah Kur-an'ın oluşturduğu dinin adını tslâm koydu. Silm kökünden
gelen bu kelimenin dört mânası vardır: "Barış, güven, teslimiyet ve
rahmet". O zaman âyette geçen kelimeye şu mânaları vererek anlamı tesbit
edebiliriz: "Barışı din olarak sizin için seçtim"; Güveni din olarak
sizin için seçtim."; "Teslimiyeti din olarak sizin için
seçtim."; "Rahmeti din olarak sizin için seçtim."
Bu mânalardan Allah ile kul
arasındaki ilişkiyi göz önünde tutarak, "teslimiyet" mânasını
seçmekte yarar vardır. Allah'ın farz ve haramlannı yerine getirerek bütün
benliği ile Allah'a teslim olmak İslâm anlamına gelmektedir. O zaman İslâm,
bütün benliği ile Allah'a teslim olmanın dinidir diyebiliriz.
Âl-i İmrân sûresinin 19.
âyetinde, Allah katında hak din İslâm'dır, ifadesi "bütün benliği ile
Allah'a teslim olmayı" kastetmektedir. Ama bu teslimiyetin yanı başında
barış, güven ve rahmet de vardır. Zaten teslimiyet insanın rabbi ile barışık
olması anlamına gelmektedir. İnsanlık için Allah'ın İslâm'ı din olarak
seçmesinin diğer bir mânasını da Âl-i İmrân sûresinin 85. âyeti vermektedir:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din)
asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır."
d) Kim gönulden günaha yönelmiş
olmamak üzere açlık halinde dara clüşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü
Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet sahibidir. Allah bu hükmüyle insanın
içinde bulunduğu şartlan değerlendirerek hüküm verdiğini göstermektedir. Gıda
ile ilgili yasaklarda bu ruhsatın verildiği bilinmelidir. Açlık, derman
yetersizliği veya ölüm sınırına dayandığında haram etlerden yemek meşru hale
gelmekte e yasak kalkmaktadır. Bu sımn Allah insanın vicdanına bırakmaktadır.
Bakara sûresinin 173. âyetinde, Başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan
bir miktar yemesinde günah yoktur derken aynı hükmün açılımını yapmaktadır.
Zaruretler mahzurları ortadan kaldırır formülünü Allah bu hükmüyle koymaktadır.
Allah'ın bu hükmü
siyasîlere, kanunları yapan ve uygulayanlara şunu öğretmektedir. Halkın içinde
bulunduğu şartlar kanundan önde gelir. Şartlara rağmen "Ben kanunları
uygularım, siyasetimi yürütürüm" tarzındaki uygulama zulme gidebilir. Şu
da unutulmamalıdır, bu ruhsat özellikle beslenme konusunda meydana gelecek
ölüm smınyla ilgidir. Meselâ "Ben evlenme imkânı bulamadım zina
edebilirim" ruhsatı yoktur.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyetin son kelimeleri Allah'ın çok affedici ve merhametli olduğu ibaresiyle
bitmektedir. Bunun anlamı şudur: Allah'ın haram kıldıklarını, nimetini
tamamlayıp kulları için İslâm dinini seçmesi, ölüm sınırında olanlara
beslenmek için haram etleri helâl kılması onun af ve merhamet sıfatlarının
gereğidir.
[6]
4. Kendileri için nelerin
fcclâl kılındattınt sana soruyorlar; deki: Bütün İyi temfeşr sîze heİmjriÜştır:
Allah'ın size öğretflömden ö§retîii avcı hale ğetlrdîğinîz hayvaniann sidb
İçirt yakaladanridan Alteh'm ach, AUah'ın hesabı pek cabuktur.
Aslında 4. âyet, 3. âyetin
üzerine sorulan sorunun cevabını teşkil etmektedir. 3. âyette haram olan etler
ve hayvanlar sıralanınca, sanki ortada helâl kalmamış görüntüsü üzerine bu soru
sorulmuşlardır. Bu âyetten çıkarılacak önemli ilkeler vardır:
1. Hz. Peygamber'e rahatlıkla
soru sorulduğuna şahit oluyoruz. Soru sorulan konunun aydınlanması mümkün
değildir. Allah ve Peygamber konular üzerinde soru sorulmasına müsaade ediyor
ve cevaplandırıyor. Dikkat edilirse Kur'an'da geçen soruların cevabını Allah
vermektedir. Böylece insanların sorduğu sorular, âyetlerin iniş sebebi olarak
yerlerini almaktadırlar.
Öğretim faaliyetinde sorunun
sorulması hem konunun anlaşıldığına, iyi takip edildiğine hem de ayrıntıların
istendiğine işaret etmektedir. Bir dinin kutsal kitabında böyle soruların yer
alması ve o soruların cevaplandırılması vahyin dayatmacı değil, tam tersine ihtiyaçları
giderici özellik taşıması anlamına gelmektedir.
2. Âyette tayyib kavramıyla
helâl olan şeylerin açıklanması yapılmıştır. "Temiz, hoş, leziz"
mânasına gelen bu kelimenin anlamını âyetin devamı vermektedir. Avcı
hayvanların tutup getirdiklerinin üzerine Allah'ın isminin anılarak kesilenler
temiz kavramının içine girmektedir. Böylece âyetin devamına bakarsak, 3. âyette
sayılanların dışında kalan ve üzerlerine besmele çekilerek kesilenler helâl
grubuna girmektedir.
Burada şu soru sorulabilir:
Bakara sûresinin 29. âyetinde Allah'ın yeryüzünde ne varsa hepsini insan için
yarattığı ifade edildiğine göre bu haram ve helâllik ayırımı nedir? Âl-i İmrân
sûresinin 191 .âyetine göre hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır. Her şeyin bir
yaratılış gayesi vardır, ama bazı varlıklar bazı durumları sebebiyle beslenme
olarak insana haram kılınmıştır.
Onların insana haram
kılınması, boşuna yaratıldıkları anlamına gelmez. Meselâ alkol insana beslenme
olarak haramdır ama, ilâçların yapımında kullanıldığı için faydalı iş
görmektedir. Onlara temiz şeyleri helâl kılıyor murdar şeyleri haram kılıyor
(A'râf 7/157). İnsan için murdar olan şey, başka bir şey için murdar
olmayabilir. Meselâ leş insan için murdardır ama etobur hayvanlar için gıdadır.
Boşuna yaratılmayan domuzun da ileride keşfedilecek bir yaran belki ortaya
çıkacaktır.
3. Allah'ın size öğrettiği
bilgiden bir kısmını öğreterek eğittiğiniz av hayvanları ifadesinden şunu
anlıyoruz.
Avlanma bilgisi insanlara Allah tarafından öğretilmiştir. İnsanların da bazı hayvanları eğitip av için istihdam edebileceğine işaret edilmektedir. İnsanın köpeği eğitmesi ve onunla avlanması, insanlık için önemli bir gelişim olmuştur.
4. Allah'tan sakınınız, şüphe
yok ki Allah hesap görmekte hızlıdır. Allah'tan sakınarak murdar olmayan
şeyleri yemek; murdar olanlardan sakınmak gerekiyor. Bu konuda insanı disipline
edecek şey Allah'a karşı sorumluluk bilinci olan takvadır. Allah'ın hesapta
süratli olmasının anlamı, murdar şeyleri yiyenlerin değerlendirmesini hemen
yaparak cezalandıracağıdır. Bu ifade de caydırma amaçlıdır.
[7]
5. Bugün size bütün temiz
şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri
size-helaktir. Sizin.... yemekleriniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan
iffetli olanlarla'daha öitce kendilerine
kitap verilenlerden iffeti! kadınlar da,
mehillerini vermeniz şartıyla, namushı olmak,
zina etmemek ve gizli -dost Hrtmamah iuere size. helâldir. İmam reddedenin ameli jbof«9ttnriştir. Ve o
âhirette hüsrana uğrayanlardandır.
Âyeti içeriği gereği
müslümanlarla kitap ehli arasındaki ilişkileri düzenlemekte, gıda ve evlilik
konularında ilâhî hükümleri gündeme getirmektedir.
1.
Bugün temiz şeyler size
helâl kılındı. Bir önceki âyette lftemiz" kavramı farklı bir mâna
taşırken burada daha farklı bir anlam kazanmaktadır. Âyette temiz kelimesinin
gıda ile ilişkilerine değinilmektedir. Şimdi temiz kavramının içini dolduran
beslenme konusunu ele alabiliriz.
2. Kendilerine kitap verilmiş
olanların yemekleri size helâldir. Sizin yemekleriniz de onlara helâldir.
Âyetin bu kısmından şu çıkarımları yapabiliriz:
a)
Mâide sûresinin 3. âyetinde
yasaklananların Tevrat ve İncil'de de daha önce yasaklandıklarını anlıyoruz.
Mademki onlann hazırladıkları yemekler bize helâldir, demek ki onlar
yemeklerine ölü eti, kan, domuz eti katmamaktadırlar. Onlann böyle bir gıdayı
kullanma ihtimalleri olsaydı bize helâl edilmezlerdi. Onlar da kestikleri
hayvanların üstünde Allah'ın isimlerini andıkları için gıdaları bize helâl
edinmiştir. Demek ki hayvanı gıdalardan hazırlanan yemekler konusunda konan
yasak ve müsaadeler meselesinde Tevrat, İncil ve Kur'an arasında bir benzerlik
vardır ve bu hükümler bir süreci teşkil etmektedir.
b) Kendilerine kitap
verilenler ifadesinden, tevhid inancına sahip olanlar, dinî kültürü almış
insanlar anlaşılmaktadır. Şirke sapmamış, tek Allah inancım benimsemiş ve vahiy
kültürüne sahip insanlar kastedilmektedir.
c) Allah imanla beslenme
arasında bir bağlantı kurmaktadır. Tevhid inancına sahip olan farklı dine mensup
insanların yemeklerini birbirine helâl yaparken bu ilişki kurulmaktadır.
Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın ismini anan insanlar, tevhid inancına sahip
olduğunu ispat ettiğinden müşterek noktada buluşmaktadırlar.
d) Komşuluk hukukunda müslümanlarla kitap ehli arasında yemek alışverişinin olabileceğini söylemekle, büyük bir rahatlama meydana gelmekte, bu ilişkilerin gıda konusunu da kapsayacağına ruhsat vermektedir. Kitap ehlinin çoğunlukta olduğu ülkeye giden müslümanlarla müslümamn çoğunlukta olduğu ülkeye hicret eden kitap ehlinin gıda konusunda nasıl davranacağına açıklık getirmektedir. Böylece inanan insanla inanmayan insanın arasında yemek konusunda da önemli farkın ortaya çıktığını görüyoruz.
e) Demek ki kendilerine kitap
verilenlerin hazırladıkları yemekler ve müslümanlann hazırladığı yemekler temiz
kavramının içine girmektedir. Tev-hid inancına sahip olan insanlann yemekleri
temizdir.
3.
Müslüman kadınların
iffetleriyle sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanların iffetli hanımları
da mehirlerini vermeniz, zinadan uzak kalmaları ve gizli dost tutmamaları
kaydıyla size helâldir. Kitap ehli ile müslümanlann arasında beslenme konusu
ele alınıp o alandaki helâl ve haramın sınırlan çizildikten sonra, bu kısımda
da medenî hukukun önemli bir bölümünü teşkil eden evlilik hukuku ele
alınmaktadır. Öyle görülüyor ki ailenin kurulmasında, nikâh gibi evlilik
akdinin sınırlarının belirlenmesinde de tevhid inancının önemli bir yeri
vardır. Bu konu geniş bir şekilde Bakara sûresinin 221. âyetinde ele alındı ve
açıklandı.
Her iki âyeti bir araya getirdiğimizde şu gerçek ortaya çıkmaktadır. Müslüman bir erkek veya kız, müşrik ve kâfir bir kız veya erkekle evlenemez; ama tevhid inancını kabullenmiş kitap ehli bir kızla evlenebilir. Böylece kitap ehli olmanın ya da tevhid inancına sahip olmanın etkinliği evlilik akdinde de görülmektedir. Buna biz imanın vahiy eğitimi almış olmanın hukukî alanı etkilemesi olarak bakabiliriz. O zaman evlilik akdinin dayandığı temel değerlerin ne olduğunu gündeme getirebiliriz:
a) Hürriyet. İster müslüman ister
kendilerine kitap verilenlerin hanımları olsun önemli olan müşterek değer
hürriyet olmaktadır. Muhsanât kavramı hürriyet kavramını kapsamaktadır. Hür
kadın kavramı aynı zamanda siyasî, hukukî ve sosyal boyutlan olan bir
kavramdır. Muhsanât kavramının diğer bir anlamı da "iffetli
kadınlar"dır. Bu mânada alındığında, hür olsun olmasın bütün iffetli
kadınları kapsamaktadır.
b) Mehirlerini vermek. Nikâh akdi yapılacak olan
mümin ve kendilerine kitap verilenlerin hanımlanyla evlenmek için mehirlerinin
verilmesi gerekiyor. Tevhid inancını benimsemiş olan yahudi, hıristiyan, Sâbiî
ve müslüman kadm\at\a evVenmemtv önemli şarüatmda&biri de mehiid.it.
c) Namuslu olmak. Âyetin bu kısmında
"iffetli, namuslu" mânasına gelen muhsınîn kelimesi yer almaktadır.
Bu kelime hasane veya hasune fiilinden türemiştir. "Korunmuş bir yerde
himaye etmek, kadının iffetli olması, evlenmek, korumak, himaye etmek"
mânasına gelen bu kelime, Enbiyâ sûresinin 91. âyetinde ırzını haramdan korumak
anlamında fiil kalıbında kullanılmaktadır.
Âyette muhsin kelimesinin
mânası bir sonraki kavramla verilmektedir. zinaya sapmamış olmak. Bunun anlamı
şudur: Zina yoluyla onlarla evlenmek mümkün değildir. Nikâh akdini yapmaksızın
gerçekleştirilecek olan birliktelikleri Allah dışarıda tutmaktadır. Bir
müslüman erkek, tevhid inancını benimsemiş bir müslüman, yahudi, hıristiyan ve
Sâbiî kadınına nikâhsız birlikteliği teklif edemez. Allah bunu zina olarak
kabul etmektedir. Çünkü sifah kelimesi alenî olarak zina etmek anlamına
gelmektedir.
d) Gizli dost tutmamak.
Bilindiği
gibi günümüzde bazı insanlar nikâhsız birlikteliklerini kamuya ilân
etmektedirler. Bu durum daha önceleri de vardı. Ama bir de gizlice görüşerek,
metres tutmak yolu vardır. Metres tutmak yoluyla kurulan birliktelikleri Allah
yasaklamakta ve ailenin böyle bir ilişki ile kurulamayacağını hükme
bağlamaktadır. Evlenilecek kadınla namuslu ve hür olarak, mehri verilecek, zina
etmeksizin ve metres edinmeksizin evle-nilebilir.
Böylece medenî hukukun
önemli olaylarından biri olan evlilik hukukunun temelleri tevhid inancı, iffet
ve mehre dayanırken meşruluğu da nikâhsız birlikteliğin ve metres hayatının
olmamasına bağlanmaktadır. Böylece Allah nikâh akdi ile iman, ekonomik değer
ve iffet arasında bir ilişki kurmaktadır. Başka bir ifade ile hukukun dinî,
ekonomik ve ahlâkî temellerini tesbit etmektedir.
Zinaya koşmadan, gizli dost tutmadan, mehrini vererek namuslu ve tevhid inancına bağlı bir hanımla evlenerek aile hayatına başlama konusunda Allah'ın ısrar etmesi, insanın mutsuzluğunu amaçlamaktadır. Sosyal hayatın en küçük organizması olan aile hayatının mutluluğunun hangi değerlere dayandığını gündeme getirerek dünyada saadeti yakalamanın esasları verilmektedir.
4.
İnanmayı kabul etmeyenin
imanı boşa gitmiştir. O âhirette ziyana uğrayanlardandır. Âyetin bu bölümü,
imanı inkâr etmenin amelleri boşa çıkaracağına işaret etmektedir. Böyle bir
ibarenin bu âyette yer almasının sebebi ne olabilir? Âyetin birinci bölümünde
beslenmeyle ilgili helâlin sınırlarıyla evlenme hukukunun dayandığı temel
değerler ortaya konmuştur. Bu sınırlarla değerlerin bir iman meselesi olduğu
gündeme getirilmektedir. Allah'a inanan kişi bunlara riayet edecektir. Demek ki
onlar, Allah'a iman etmiş olmanın işaretleri olmaktadırlar. Allah'a iman eden
kişi beslendiği gıdaların haram veya helâl olup olmadığına dikkat eder,
evliliğini ahlâkî temeller üzerine kurar. Buna dikkat etmeyen kimsenin imanında
bir zaaf olduğu ortaya çıkacak ve onun eylemleri Allah tarafından
değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Amelleri Allah tarafından değerlendirilmeyen
insan, ankette manen iflâs etmiş demektir.
[8]
6. Ey iman edenler! Namaz
kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar kollarınızı,
başlarınızı meshe-dip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünfip oldunuz
ise, boy abdest! atınız. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut
biriniz tuvaletten gelirse, ya da kadınlara dokunmuştanız (cinsi birleşme
yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamış sanız teiniz toprakla teyemmüm ediniz
de yü-- , zünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshediniz. Allah size
herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ye size (ihsan
ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.
Mâide sûresinin S. âyetinde
bir eylemin dayandığı şartlar belirlenmişti. Meselâ helâl olan beslenmenin ve
evlilik hayatının dayandığı esaslar ele alınırken 6. âyetinde de namazın
dayandığı abdestin şartlan belirlenmektedir. Namazın ön hazırlığı ve olmazsa
olmazını teşkil eden abdest ele alınmaktadır.
1.
Ey iman edenler! Namaza
kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı, başlarınızı
meshedip ve topuklara kadar ayaklarınızı meshediniz yahut yıkayınız. Namaz
ibadeti kulun Allah'ın huzuruna yoğunlaşmış duygularla çıkması ve O'na
kulluğunu eylemle sunmasıdır. Mâide sûresinin S. âyetinde iman gündeme
getirilirken burada da namaz konu edinilmektedir. Abdest de namazın ön hazırlık
şartı olarak sunulmaktadır. Namazda iç huzurun gerçekleşebilmesi için bazı
organların temizlenmesi öngörülmektedir. Abdestin farzlarında iki organın
yıkanması şart koşulmaktadır. Yüz ve kolların dirseklere kadar yıkanması; başın
meshedilmesi; ayakların yıkanması yahut meshedilmesi şartı konmuştur. Yüz ve
ayakların yıkanmasıyla başın meshedilmesi kesin olduğu halde ayakların
durumunda bir incelik söz konusudur.
a) Yüzlerinizi yıkayınız. Alından, çenenin altına kadar uzunluğunu,
iki kulak arasının da enini teşkil ettiği organ yüz olmaktadır. Allah'ın
huzuruna çıkacak olan kişi, yüzdeki maddî kirlerden temizlenmiş olması
gerekir. Yüzde bulunan ağza su vermek ve buruna su çekmek farz değildir.
b) Kollarınızı dirseklere kadar yıkayınız. Aslında âyette
"dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız" ifadesi yer almaktadır. Tabii
buradaki eller kelimesi kollar anlamına gelmektedir. Âyetteki merâfik kelimesi
mirfakm çoğuludur. Dirsek de ayırımın adıdır.
c) Başınızı mesnediniz. Bilindiği gibi baş dört bölümden teşekkül etmektedir. Üst kısım, yüz ve arka, iki yan ve boğaz yönü. Yüz yıkandığına göre, boğaza uzanan kısım da yıkanmayacağına göre başın kalan kısımları üst, iki yan ve arkadır. Başın en üst kısmı ıslak ellerle mes-hedilebilir. İki yan veya arka bölümü meshedilince mesh yerine gelmiş olur. Başın meshedilmesi meselesinde bazı âlimler ihtilâf etmişlerdir. Tamamının meshedilmesini farz kabul edenler olduğu gibi bir bölümünün meshedil-mesini şart koşanlar olmuştur. Bunlardan bir bölümünün meshedilmesini öne sürenlerin fikrini uygun buluyoruz.
d) Topuklara kadar ayaklarınızı da.
Âyette geçen fercüleküm kelimesini başa bağlayanlar esre ile yani
ercüliküm şeklinde okumuşlardır ve âyete "başınızı ve ayaklarınızı
mesnedin" anlamını vermişlerdir. Bazıları da bunu yıkama fiiline
bağlayarak ercüleküm şeklinde yani fetha ile okumuşlardır; o zaman da ayaklarınızı
yıkayınız mânasını vermişlerdir.
Biz bu iki farklı okuyuşu ve
iki farklı mânayı da kabul ediyoruz. Şartlara göre uygulamasının öne çıkmasına
dikkat çekiyoruz. Meselâ Hz. Peygamber döneminde Arabistan'da akarsu bulmak
hemen hemen imkânsızdı. Göletlerin veya bir kabın içinde abdest alan insanların
ayaklarını yıkamalarını zorunlu koşmak doğru olamazdı.
Bu şartlarda ayaklan
meshetmek en doğru olanıdır. Ama yanında ayaklarını yıkayabilecek miktarda suyu
olan insan hazarda ise ayaklarını yıkayacaktır. Ayağında mantar hastalığı olan
kişiler ayaklarını çorap üzerinde meshedebilirler. Çalışan kadınların,
çoraplarını çıkarıp abdest alma zorluğu varsa çorapları üzerine
meshedebilirter. Âyetteki ercüleküm kelimesinin farklı okunmasının bize
sağladığı en önemli kolaylık budur. Topukları içine alacak şekilde ayaklan
yıkamak veya ayaklann üstünü meshederek abdest almak öngörülen şartlardan
biridir. İbn Abbas, Enes, İbn Ömer, Ebû Ca'fer, Hasan-ı Basrî, Câbir İbn Zeyd,
Mücâhid ve İkrime ayakları meshetmeyi uygun görmektedirler[9].20 Ca'fer İbn Amr'ın babasından naklettiği ve Mugîre'nin rivayet
ettiği hadislere göre Hz. Peygamber sarığının üzerine ve ayaklannı çıplak
olarak meshetmiştir.[10]
2.
Eğer cünüp iseniz, boy
abdesti alınız. Hasta, yahut yolcuysanız, yahut tuvaletten gelirseniz, yahut
kadınlara dokunmuşsanız ve bu hallerde su bulamazsanız temiz toprakta teyemmüm
ediniz de yüzünüzü ve kollatunm onunla meshediniz. Allah size herhangi bir
güçlük çıkarmaz. Ayetin bu kısmından önemli hükümler çıkmaktadır:
a) Cünüp namaz kılınamaz.
Rüyasında ihtilâm olan; cinsel ilişkide bulunan erkek ve kadın bu halleriyle
yıkanmadan namaz kılamazlar. Onun içindir ki Allah, cünüp olanın boy abdesti
aldıktan sonra namaz kılmasını şart koşmaktadır. Boy abdesti alan kişinin bir
daha küçük abdest almasına
b) Hasta ve seferde olan;
tuvaletten gelen ve cinsel ilişkide bulunan kişi eğer su bulamazsa teyemmüm
yapacaktır. Âyetin bu kısmındaki uygulamanın neden hükme bağlandığım Allah
açıklamakta ve bunun kolaylaştırmak ve zorlaştırmamak amaçlı olduğunu
söylemektedir. Dinî uygulamalarda kolaylaştırmak zorlaştırmamak gibi altın
kanun burada etkinliğini göstermektedir. "Allah size herhangi bir güçlük
çıkartmak istemez" şeklindeki kanun bunu ifade etmektedir. Allah insanın
içinde bulunduğu şartlara göre hüküm koyduğunu ve o şartları göz önüne
aldığını beyan etmektedir. İbadetin yapılmasını engelleyecek şeylerin ortadan
kaldırılması gerekmektedir. Susuzluk, yani su bulamamak önemli bir durumdur. Ne
olursa olsun suyla abdest alıp namaz kılacaksınız deseydi; su bulamama halinde
namaz kılınamayacaktı. Böyle hallerde teyemmümü gündeme getirmesinin amacı
kuluna zorluk çıkarmamaktır, onun şartlarını dikkate alarak hüküm vermektir.
Suyla abdest almaktan toprakla teyemmüm etmeye giden çizgi siyasî uygulamalar
ve kanun yapanlar için önemli bir metodu teşkil etmektedir. Teyemmüm de
abdestin farzları ikiye inmektedir. Yüzü ve kolları meshetmekten ibarettir.
3.
Fakat sizi temiz kılmak ve
size olan nimetini tamamlamak ister, umulur ki şükredersiniz. Namaz kılmaya
kalkarken abdest almasını şart koşmanın ve su bulamayana teyemmüm etmesini
teklif etmesinin amacı zorluk olmadığına göre, amaç nedir? Âyetin devamında üç
amaç gösterilmektedir:
a) Temizlik. Allah muradının insanları
temizlemek olduğunu söylemektedir. Bedenî temizlik o kadar önemsenmektedir ki
namaz ibadetinden önce abdesti şart koşmaktadır. Demek ki temizliği
ihtiyarîlnraksaydı bunu kimse yerine getiremez veya getirmezdi. Âbdesti veya
boy abdestini namazdan önce şart koşmakla temizliğe ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Ayrıca buradaki temizlik "ruhî temizlik" anlamına da gelebilir.
b) Size nimetini tamamlamak ister. Buradaki ki "nimet" kavramı bize şunu hatırlatmaktadır:
Namaz kılmak bir vazifedir. Bu vazifeyi yerine getirmek için abdest almak
şarttır. Su bulamayan insanın teyemmüm yapmasına müsaade etmenin amacı da
namaz vazifesini yerine getirmesine yöneliktir. Bunlardan maksat nimetin yani
ibadetin tamamlanmasıdır. Allah'ın huzuruna çıkmaktan, O'na kulluk etmekten
daha önemli bir nimet olur mu? Başka bir açıdan bakınca temizlik yaparak
Allah'a kulluk etmek ile ilâhî lutfa mazhar olmak arasında sıkı bir bağlantı
vardır. Bu nimet maddî olduğu kadar da manevîdir.
c) Umulur ki şükredersiniz. Abdest
alıp namaz kılmanın amacı temizlik ve nimeti tamamlamak, bütün bunların amacı
da müminlerin Allah'a şükretmeleridir. "Umulur ki" demesi, kulun
iradesinde kesinlik olmamasından kaynaklanmaktadır. Şükretmek kulun irade ve
eylemiyle alâkalı olduğundan, ihtimal daima söz konusudur. Şükredebilir de
etmeyebilir de.
Namaz gibi ruhî yoğunluğu
gerekli kılan bir ibadetten önce necaset denen maddî, hades denen manevî
pisliklerden sıyrılarak abdest almak gerekiyor. Bu temizlik konusunda şartlan
göz önüne koymak, beşerî uygulamaların kolaylığa yönelik olması metodunu
öğretmektedir. Ama her ibadetin bir amacı vardır. Abdestin amacı da temizlik,
nimetin tamamlanması ve insanların şükretmeleridir.
[11]
7 Allah'ın size olan
nimetini, işittik ve itaat ettik, dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı sözü
hatırlayınız ve Allah'tan sakınınız. Şüphesiz Allah göğüslerin içindekini çok
iyi bilir.
Allah bu âyette iki emir
vermektedir. Birisi nimetlerinin ve verilen sözün hatırlanması, diğeri de
Allah'tan sakınmaktır.
1. Allah'ın nimetini
hatırlamak. Buradaki "nimet" kavramına özel mânada bakılıp
yaklaşılacağı gibi, genel mânada da bakılabilir.
a) Özel mânada nimet. Allah'ın
hidayetine nail olmaktır. Müslümanlar hidayete erdirilince mümin olmuşlardır.
Şirk batağından kurtulup imana ermek, tevhid inancıyla tanışmak büyük bir
nimettir. İnkâr psikolojisinden kurtulup, tevhid inancına geçmedeki değişim
önemli bir nimettir. Müşriklerin baskısından kurtulup, bağımsız bir devlet
kurmaları da çok önemli bir nimettir. O zaman "Allah'ın size olan nimetini
hatırlayınız" emri müslümanlara ait bir emir olacaktır. Diğer taraftan
Hendek Savaşı'nda Allah'ın müslüman ordusuna göremedikleri askerlerle ve
rüzgârla yardım etmesi de özel bir nimet olarak Ahzâb sûresinin 9. âyetinde
hatırlatılmaktadır.
b)
Genel mânada nimet. Nimeti
genel mânada alırsak "var olma"nın bir nimet olduğunu ve nimetlerin
başında geldiğini söylemek zorundayız. Var olmak bizim için, yani bütün
insanlık için Allah'ın bir nimetidir. İnsanın varlığını hatırlaması Allah'ın
nimetini hatırlaması anlamına gelmektedir. 7. âyetin bu kısmını 6. âyetin
sonuna bağlarsak, bu hatırlamanın şükürle olacağı anlaşılmış olacaktır.
Allah'ın insana verdiği varlığı hatırlama ibadetinin bir şükür ibadeti
olduğunun formülü bu iki âyetin sentezinden kolaca anlaşılmaktadır.
Genel mânada akıl da bir
nimettir. Akıl evrensel bir değer olduğu kadar evrensel bir nimettir de. Akıl
nimetini hatırlamak, akim gereklerini yapmakla gerçekleşecektir. Aklın
gereğini yerine getirmek hem zikir hem de şükür olmaktadır. Deli ile akıllı
olanın farkını anlamak ve akıllı olmanın şükrünü yapmak bu âyette
emredilmektedir.
Şimdi 7 ve 6. âyeti alarak Mâide sûresinin 3. âyetine gidebiliriz ve oradan nimetin ne olduğunu çıkarabiliriz. 3. âyete göre nimet Kur'an'dır. Kur'an'm son âyetinin inmesiyle Allah nimetini tamamlamıştır. 6. âyetteki "size nimetini tamamlamak için" ifadesi 3. âyetteki Kur'an nimetini tamamlamakla örtüşmektedir. 3 ve 6. âyette geçen nimet kavramlarını Kur'an anlamına alırsak, o zaman 6. âyetin sonundaki şükür kelimesine inanmak mânâsım verebiliriz. 7. âyette geçen hatırlamak da Kur'an'ı daima hatırda tutarak davranmak anlamına gelmektedir.
"Allah'ın nimetini
hatırlamak" aynı zamanda insanın benliğini kıran ve Allah'ın yüceliğini
kabul ettiren bir eğitici güce de sahiptir. Sahip olunan maddî ve manevî
nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmek ve hatırlamak, kendi benliğini, iradesini
eksik gücünü aradan çekmek anlamına geleceğinden çok erdemli fikri ve imanî bir
davranış olacaktır. Demek ki Allah'ın nimeti denince genel olarak var olma,
akıllı olma, hidayette bulunma ve Kur'an'a sahip olma anlaşılmalıdır. Bunun
yanında maddî nimetler de kavramın içine konabilir.
2.
Allahın size olan nimetini
ve duyduk, itaat ettik dediğinizde Allah'a karşı altına girdiğiniz kesin
taahhüdü de hatırlayınız. Bu âyetin eksen kavramı mîsaktır. Bu kelimenin
mânasını Mâide sûresinin 1. âyetinde yer alan ukud yani "akidler"
kavramıyla verilebilir. Mîsak "akid" anlamına gelmektedir. Bu kelimeden
türeyen muvâsaka "insanın anlaşma yaparak, sağlam bir şekilde bağlandığı
akid" anlamını ifade etmektedir.
Bu âyetteki mîsak insanın
Allah ile olan "işittik" ve "itaat" ettik şeklindeki
antlaşması, yani akdidir. Burada şu soruyu sormak gerekir: İnsanlar Allah'a ne
zaman "işittik" ve "itaat ettik" diyerek anlaşma
yapmışlardır? Müfessirler buna çeşitli şekillerde cevap vermişlerdir. Râzî,
Hudeybiye de şecere-i ndvân denen ağacın altında Hz. Peygamber'e biat
etmeleridir diyor.
Feth sûresinin 18. âyeti bu
biata işaret etmektedir: "Andolsun ki o ağacm altında sana biat ederken
Allah o müminlerden razı olmuştur."
Râzî'nin ileri sürdüğü bu
delil adına şu soruyu sorabiliriz: Hudeybiye de şecere-i rıdvân denen ağacın
altında müminlerin Hz. Peygamber'e biat etmeleriyle Mâide sûresinin 7.
âyetindeki Allah'a verilen sözün ne alâkası vardır? Râzî bunun da cevabını
vermektedir: Peygamber'e biat etmenin Allah'a biat etmek olduğunu söyleyen
Feth sûresinin 10. âyetini delil olarak getirmektedir. Ayrıca Peygamber'e
itaatin Allah'a itaat olduğunu ifade eden Nisa sûresinin 80. âyeti de delil
olarak verilmektedir.
Görüldüğü gibi Râzî, Hz.
Peygamber'e biat etmenin, itaatte bulunmanın Allah'a verilen bir söz, bir akid
olduğunu ileri sürmektedir. Demek ki Hz. Peygamber'e "işittik" ve
"itaat ettik" demeleri aslında Allah'a söylenmiştir. Ona söylenen bu
sözlerle yapılan akid, Allah'a söylenip yapılan akid durumuna gelmektedir.
Râzî'nin bu açıklamasını ve getirdiği delilleri, manidar bulmakla beraber
"işittik" ve "itaat ettik" ifadesini başka bir âyete
bağlamak gerekiyor. Bakara sûresinin 285. âyetinde şu ifade yer almaktadır:
"Peygamber, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de
iman etti. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman
ettiler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik,
itaat ettik. Ey rabbimiz, affına sığındık, dönüş sanadır dediler."
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber
de iman esaslarına inanıyor, peygamberler arasında fark gözetmiyor, işittik ve
itaat ettik ifadesinde de yer alıyor. Bakara sûresinin 285. âyetinde
"işittik" ve "itaat ettik" ifadesinde Hz. Peygamber dışta
değil içtedir. O sözleri o da söylemektedir. Öyleyse Mâide sûresinin 7.
âyetindeki aynı ifadelerde Hz. Peygamber de vardır. "İşittik ve itaat
ettik" Allah'a söylenmekte ve bu söylemde Hz. Peygamber de vardır.
Râzî'nin yapmış olduğu açıklamayı özel mânada bir akid olarak almak mümkündür,
ama genel mâna da almaya imkân yoktur.
Râzî'nin naklettiği Mücâhid,
Kelbî ve Mukatil'in görüşü genel mânada Allah'a verilen söz ve yapılan akde
daha uygun düşmektedir. Yukarıda ismini verdiğimiz şahıslar A'râf sûresinin
172. âyetini delil getirerek, elest bezminde "Ben sizin rabbiniz değil
miyim? Evet sen bizim rabbimizsin" şeklindeki soru ve cevabı bir akid
olarak almaktadırlar. Onların bu açıklamalarından hareket edersek, Mâide
sûresinin 7. âyetinde Allah ile yapılan akdin hatırlanmasının anlamı elest
bezminde verilen cevabın yerine getirilmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Bize göre Râzî ile Mücâhid
ve arkadaşlarının yaptığı açıklamalar birbirine zıt düşmemekte, tam tersine
örtüşmektedirler. Çünkü âyetteki akid yani mîsak, özel mânada alınacağı gibi
genel mânada da alınabilir. Evrensel olan ve bir süreci teşkil eden Mücâhid'in
görüşü içinde özel olguların da yeri vardır. Ama bu anlaşma şimdiki ve
gelecekteki nesilleri de kapsamına almaktadır. Demek ki iman etmek Allah'a
karşı bir taahhütte bulunmak, bir akid yapmak mânasına gelmektedir. İman
Allah'ın söylediğini dinlemek ve itaat etmek demektir. Bu antlaşma daima
hatırda tutulmalıdır.
3. Allah'tan sakınınız. Nimeti
ve Allah'a karşı verilen sözü tutmak takvayı da doğuruyor. Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde olmak manasıyla takva, nimeti ve antlaşmayı hatırda
tutmayı ve anmayı rahatlıkla temin edecektir.
4.
Allah göğüslerdekini çok iyi
bilir. Ayetin bu kısmında yer alan sadr kelimesi "gönül" mânasına
alınmalıdır. Allah insanın gönlünde cereyan eden bütün oluşumları bilmektedir.
Bu bilinci yakalayan insanın yanlış bir davranışta bulunması mümkün değildir.
Allah'ın nimetlerini ve O'nunla yapılan antlaşmayı hatırlamak ve O'na karşı sorumluluğunun
bilincinde olmak bir gönül işidir. Gönülde olan her şeyin Allah tarafından
bilindiğinin bilincinde olmak, o eylemlerin yerine getirilmesini temin
edecektir.
[12]
8. Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olunuz; bu takvaya daha uygundur. Allah'a isyandan sakınınız. Allah yapmakta ckiuiaafinizdan haberdardır.
Bu âyetin ilk bölümü Nisa
sûresinin 135. âyetinde, ikinci bölümü de Mâide sûresinin 2. âyetinde geçmişti.
Her iki âyetin ilgili kısımları alınarak bir âyet haline getirilmiştir. Âyetin
analizini yaparken bir önceki yani Mâide sûresinin 7 âyetiyle ilişkisinin
kurulması zorunludur. Çünkü bu âyet Mâide sûresinin 7 ve 8. âyetlerinin alt
yapısını oluşturmaktadır. 7. âyetteki gönül, takva ve hatırlama kavramları 8.
âyette yer alan adaleti ayakta tutmanın temelini teşkil etmektedir.
Ey iman edcnIcr!,AIIah için
hakkı ayakta tutan, "adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Ayetin bu
kısmında kist adaleti yer almaktadır. Kist "oran adaleti" anlamına
gelmektedir. "Kist adaleti, herkesin lâyık olduğunu almasıdır. Sarfedilen
emek nisbetinde pay almak, çalıştığı nisbette ve kabiliyeti ölçüsünde kendine
bir yer bulmaktır. Adaletle şahitlik etmenin anlamı, haklıya haklı, haksıza
haksız diyecek delili ortaya koymaktır. Mahkemede şahitlik ederken Nisa
sûresinin 135. âyetinde belirtildiği gibi kendisi, ebeveyni, akrabası aleyhinde
bile olsa doğruyu söylemek kist denen adaleti gerçekleştirmektir.
Allah için hakkı ayakta
tutmak, adaletle şahitlik etmeye bağlıdır. Âyetin bu kısmında ince bir boyut
vardır: İnsanın insana adaletle şahitlik etmesi, hukuku yanıltmaması Allah'a
bir ibadet olmaktadır. Hakkın bayrağım Allah adına ayakta tutmak, şehâdetinde
doğruyu söylemekle gerçekleşecektir. Şahitlik ederken, sevdiklerinin,
akrabalarının ve menfaat temin ettiği kimselerin tarafını tutmamak; düşmanı
bile olsa doğruyu söylemek erdemliliğin zirvesini teşkil etmektedir. Bu hareket
hem kulun Allah ile ilişkisini iyileştirmekte hem de hukukun canlı kalmasını
sağlamaktadır. Düşmanı olduğu halde hakkını teslim eden insan hukuka can
vermekte ve onu ayağa kaldırmaktadır. Mülkün temeli adalet olduğuna göre
adaletin temeli de haklıya hakkını teslim etmektir.
2.
Bir topluluğa duyduğunuz
kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Âyetin bu bölümü Allah için hakkı ayakta
tutmanın, adaletle şahitlik etmenin ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Kötülük
gördüğü bir topluma karşı insanda kin meydana gelebilir. Bu kin insanı o
topluma karşı âdil davranmaktan alıkoymuyorsa; o insan Allah için adaletin
bayrağını ayakta tutuyor demektir.
İçindeki kine engel olan ve
toplumlararası ilişkilerde kine yer vermeyen insan takvanın zirvesine ulaşmış
demektir. Daha önce Âl-i İmrân sûresinin 133-134. âyetlerinde açıklandığı gibi
takva ve ihsanın temel unsurlarından biri kinin tutulmasıdır.
Nefisle verilen cihadın
zaferi, kinine rağmen âdil davranmakla noktalanmaktadır. Faziletlerin başında
gelen adaleti kinine rağmen hayata geçirmek nefsin kara bulutlarını
dağıtacaktır. Toplumlar arası ilişkilerde kinin yer almaması ilkesi Mâide
şikesinin hem 2 hem de 8. âyetlerinde gündeme getirilmiştir. Toplumlar arası
ilişkilerde duygusallığın yeri yoktur ve olmamalıdır. Çünkü bu ilişkiler
objektif ve evrensel değerlere göre yürütülmelidir. Toplumlararası
ilişkilerin, yani siyasetin ölümcül mikrobu kindir. Kin toplumların erdemini
içten kemiren, çürüten ve ölüme götüren bir güce sahiptir. Kin önce adaleti,
sonra takva ve ihsan denen erdemleri ve nihayet sosyal ve siyasî ilişkileri
ölümcül hastalığa yakalatan mikroptur.
Allah Teâlâ siyasî ve sosyal
ilişkilerin duygusallıktan arındırılmasını, söz konusu ilişkilerin akıl ve
bilgi değerleri üzerinde yapılandırılmasını ön görürken bu ilişkilerin altın
kuralını koyup insanın manevî gelişiminin önemli bir boyutunu öğretmiştir.
3.
Adaletli olunuz, bu, takvaya
en yakın olandır; ve Allah'a karşı sorumluluk bilincinde olunuz. Allah
yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir. Âyetin bu kısmı adaletle takva arasında
ilişki kurmaktadır. Âdil davranmak, sadece karşı taraftaki insana fayda temin
etmemektedir; aynı zamanda âdil davrananın manen gelişimini de temin
etmektedir. Bu gelişimin boyutu ve yönü takvaya doğrudur. Muhammed Esed'in
dediği gibi takva Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmaktır. Takva denen
bu bilinç ve ruh olgunluğuna çeşitli yollardan gidilmektedir.
Adalet başlı başına insanı eğiten bir okuldur. Adaleti hayata geçirenler bu okuldan takva elbisesini giyerek çıkarlar. Bakara sûresinin 197. Âyetine göre takva ruhun ve sosyal ilişkilerin gıdasıdır. Bu gıda ile beslenmenin en önemli ânı kinini yutarak insanlara âdil davranmaktır. Adaletin doğurduğu takva bir taraftan insanı olgunlaştırırken, diğer taraftan insanı Allah'a yaklaştırmaktadır.
Allah Teâlâ âyetin sonunda
müminlerin davranışlarından haberdar olduğunu söylemektedir. Başkalarının bu
hareketleri bilmesi ve değerlendirmesi önemli değildir; önemli olan Allah'ın
haberdar olması ve değerlendirmesidir. Âyet müminlerin erdemli davranışlarının
boşa gitmeyip Allah tarafından değerlendirileceğini beyan etmektedir.
Namazla ilgili âyetten sonra
bu âyetin gelmesi de manidardır. Namaz dinin direği, adalet de mülkün
direğidir. Siyasetin, sosyal ilişkilerin, hukukun direği adalettir. Bir
toplumda adalet yaşadıkça toplum da yaşar. Siyasî, sosyal ve ekonomik dengeleri
ifade eden adaletin en büyük düşmanı kindir. Allah, kinle adaletin arasını
ayırma eğitimini vermektedir.
[13]
9. Allah, iman eden ve İyi
işler yapanlara günahlarının bağışlanacağını ve büyük bir ödülün onların
olacağını vaad etmiştir.
Bu âyeti açıklarken 8. âyete
göre hareket etmekte yarar vardır. Aslında âyet genel bir çerçeve çizmektedir.
"İman eden"
ifadesi 8. âyetteki imanla eşleşmektedir. Ama "iyi ameller" kavramının
8. âyette karşılığı, Allah için hakkı ayakta tutmak, adaletle şahitlik etmek,
kinini yutarak düşmana âdil davranmaktır. İyi işler, iyi ameller denince bir
önceki âyete göre bu akla gelmelidir. İman edip bu eylemleri gerçekleştirenleri
Allah af kapsamına almaktadır. Çünkü kinini yutup düşmanına âdil davranan
insan, Allah'ın affetme sıfatına bürünmüştür. Bu bürünme Allah'ın affını ona
getirecektir.
Kinini yutup düşmanına âdil
davranana Allah kin beslemez ve onu affıyla ödüllendirir. Demek ki adaletle
şahitlik ederek, adaletin bayrağını ayakta tutmak, kini olana âdil davranmak,
gibi iyi eylemler, Allah katındaki günahların silinmesini temin etmektedir.
Bunun anlamını Hud sûresinin 114. âyeti şöyle açıklamaktadır: "Şüphesiz
iyilikler kötülükleri giderir." Günahları gidermek için iyi amel üretmek
gerekiyor. Demek ki kötülüklerle, günahla mücadele verecek olan iyi
eylemlerdir.
Allah iman edip iyi işler
yapanlara sadece affı vaad etmemektedir, aynı zamanda büyük bir ödül vereceğini
de beyan etmektedir. Bu ödülün ne olduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla Allah
Teâlâ sanki gizemli bir durum yaratmaktadır. Bunun dünyevî ve uhrevî
boyutlarının da olduğunu söylemekte yarar vardır.
Bize göre dünyevî boyutu
Fussılet sûresinin 34. âyetinde açıklanmakta-
İyilikle kötülük bir olmaz.
Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık
bulunan kimse sanki candan bir dost olur.
Kin beslediği düşmanına âdil
davranan insanın en büyük ödülü o düşmanın dosta dönüşmesidir. Düşmanın dosta
dönüşmesi dünyevî ödüllerin başında gelmektedir. Adaletin bayrağını ayakta
tutmak, düşmanlık duygusunu silip götürmekte, düşmanı dosta çevirmektedir.
Ra'd sûresinin 22. âyetine
göre adn cennetine giden yolun en önemli eylemlerinden biri "kötülüğü
iyilikle savmak"tır. Kini adaletle savmak adn cennetine götürecektir.
Büyük ödül bu adn cenneti olabilir. Affa uğrayan kişinin varacağı yer cennet
olacağına göre âyetteki "büyük ödül", bu cennetlerden biri olsa
gerektir.
Netice olarak diyebiliriz ki
Mâide sûresinin 8. âyeti, 7. âyetteki iyi amellerin üretilmesi için bir teşvik
olmaktadır. Toplumsal hayatın önemli ihtiyaçlarından biri adaleti hayata
geçirmektir. Bu eylemi gerçekleştirmek için de yüce Allah af ve ödülü teşvik
edici bir unsur olarak koymaktadır.
[14]
10. İnkâr eden ve
âyetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar cehennemliklerdir.
İman edip iyi işler
üretenlere verilecek ödül açıklandıktan sonra, inkâr edip Allah'ın âyetlerim
yalanlayanların durumunun ne olacağına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor
ki inkâr psikolojisi ile Allah'ın âyetlerini yalanlamak bu dünyada cehennem
ateşini yakmakta ve öteki dünyada devam ettirmektedir.
Buradaki "âyetlerimizi
yalanlayanlar" ifadesini Mâide sûresinin 1. âyetinden itibaren buraya
kadar geçen âyetler içerisinde ele alınıp düşünülürse şöyle bir tablo ortaya
çıkmaktadır. Verdiği sözü yerine getirme, av yasağına uymak, hayvan etlerinden
helâl ve haram olanlarına uymak, saldırmazlık paktına uymak, takva ve iyilik üzerine
yardımlaşmak, Allah'ın din olarak razı olduğu İslâm'ı kabullenmek; Ehl-i
kitap'la gıda ve medenî ilişkileri düzenlemek, ibadetin yapılmasındaki
kurallara uymak; kinini yutarak adaletli davranmak konusundaki ilâhî hükümleri,
mesaj lan inkâr etmeyi içermektedir.
Bu âyetten çıkaracağımız
diğer bir genelleme şudur: İnsanlar niçin Allah'ın âyetlerini yalanlarlar?
Bunun cevabını yine âyet vermektedir, inkâr ettikleri için. Bunu inkârın önce,
yalanlamanın sonra gelmesinden anlıyoruz.
Böylece burada psikolojik
bir analiz yapılmakta ve yalanlamanın sebebi olarak inkâr gösterilmektedir.
Allah'ın âyetlerini yalanlayanların, arka planında inkârları vardır. İnkâr ve
yalanlamanın sonucu da cehennem olmaktadır. Böylece inkâr ile Allah'ın
âyetleri yalanlamak sebep, cehenneme gitmek de sonucu teşkil etmektedir.
Âyette geçen cahîm kelimesi
"ateşi yakmak" mânasına gelen "cehame" fiilinden
türemiştir. "Sıcak, hararetli, ateş koru olan yer" anlamına
gelmektedir. Savaşın en yoğun olduğu yere de cahîm denmektedir. İnkâr ve
Allah'ın âyetlerini yalanlama cehennem ateşini yakmakta ve o ateşin içinde yer
almaya sebep olmaktadır. Bu ceza şekli tamamen inkâr ve Allah'ın âyetlerini
yalanlamayı caydırmayı amaçlamaktadır.
[15]
11. Ey iman edenler!
Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız; hani bir topluluk size uzatmaya
teşebbüs etmişti de Allah onların etlerini sizden çekmişti. Allah'tan sakınınız
ve müminler sadece Allah'a güvensinler.
Bazı tefsirlerde bu âyetin
iniş sebebi hakkında bazı masalımsı olaylar anlatılmaktadır. Biz bunları hiç
söz konusu etmeden diyoruz ki, âyetin kendisi iniş sebebini bildirmektedir.
İslâm'ın doğuş sıralarında, yeni doğan bebeğin güçsüzlüğü gibi bir güçsüzlük
vardı. Müslümanların bu zaaflarından istifade etmek isteyen kâfir grup, onlara
saldırıp yok etmek istiyorlardı. Bu teşebbüslerini Allah kırdı ve müminleri
kurtardı. Âyet bu kurtuluşun meydana getirdiği nimetin anılmasını temin etmek
için indiği anlaşılmaktadır.
1. Allah Teâlâ nimetin
anılmasını, yani unutulmamasını emretmektedir. Bu nimetin de düşman toplumun
saldırısına karşı müminleri korumak olduğu bildirilmektedir. Topluluklar arası
çatışmaların inananlardan yana olumlu bir biçimde sonuçlanması, müminler için
bir nimettir. Allah'ın düşman saldırısından bir toplumu koruması nimet
olmaktadır.
Âyette beseta kelimesi yer almaktadır: Bu kelime "yaymak, düzeltmek, tesviye etmek, dümdüz olmak, genişletmek ferahlamak, uzatmak, müsadere etmek, teferruatlı bir şekilde açıklamak, teşhir etmek, bağışlamak boyun eğmek, dayak atmak, memnun etmek, yardım elini uzatmak, ellerini yaymak" mânalarına gelmektedir.
1) Bol bol vermek. Kelime bu mânada Kur'an'ın
pek çok âyetinde rı-zıkla ilgili olarak kullanılmakta Allah'ın kullarına bol
bol rızık vermesini ifade etmektedir. Allah kullarına rızkı bol bol verseydi
(Şûra 42/27) âyetinde beyan edildiği gibi Allah'ın kullarına rızkı vermesinin
yüklemi olarak dayer almaktadır.
2) Uzatmak. Öldürmek maksadıyla bir
insanın elini diğerine uzatması (Mâide 5/28); Meleklerin kâfirlerin canım almak
için pençelerini uzatmaları (En'âm 93); dua etmek için avucunu açıp uzatmak
(Ra'd, 13/14); köpeğin ön ayaklarını uzatıp yatması (Kehf 1/18) mânalarına
gelmektedir.
3) İsraf etmek. İsrâ sûresinin 29. âyetinde
israf eden kimsenin durumu anlatılırken, elindekini saçıp savurmak anlamında bu
kelimeye yer verilmektedir.
4) Yaymak. Rûm sûresinin 48. âyetinde
bulutları rüzgâr vasıtasıyla gök yüzünde Allah'ın yayması anlamına gelmektedir.
5) Saldırmak. Bir toplumun diğerine kötü
mânada elini uzatması, yani saldırması ve onu yenecek duruma gelmesidir (Mâide
5/11).
6) Sergi. "Allah yeryüzünü sizin
için sergi yapmıştır" (Nûh 71/19). Bu âyette isim kalıbında İ»W bisât olarak geçmektedir.
7) Üstünlük. İlmî ve bedenî üstünlüğü
ifade ederken isim olarak^Jt-J besta kalıbında Bakara sûresinin 247. âyetinde
yer almaktadır: "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona
üstünlük verdi." Aynı mânada yaratılıştaki üstünlüğü ifade etmek için
A'râf sûresinin 69. âyetinde geçmektedir.
8) Açık. Mâide sûresinin 64.
âyetinde elin açıklığını, cömertliğini ifade ederken mebsût kalıbında
kullanılmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette saldırmak anlamında "elini uzatmak" mânasında kullanılmaktadır. Âyetin geldiği dönemi dikkate alırsak, bir toplumun bir topluma kötü mânada saldırması, yakinî savaşla olduğu için ellerini uzatmak mânasını ifade etmektedir.
Günümüzde ve gelecekte
savaşın çoğu piyade savaşından ziyade uzaktan hava harekâtı ve saldırılarla
olmaktadır. Bu bakımdan elini uzatmak ifadesinden, savaş teknolojisi ve gücünü
kullanıp saldırma anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan "elini
uzatmak" aynı zamanda basın, kitap, makale film yollarıyla saldırmayı da
kapsamına almaktadır. Bu mânada kültür ve ekonomik savaşı ifade ettiği
bilinmelidir. Böylece iyilerle kötülerin; inananlarla inanmayanların birbirine
çeşitli şekillerde el uzatmalannda Allah iyilerden yana tavır koyduğunu ve
koyacağını burada müjdelemekte ve bunun nimet olduğunu bilerek anılmasını, yani
kutlamasını emretmektedir.
Âyetin birinci bölümünden şu
genelleme yapılabilir: Düşmanın ağır saldırısından müminleri kurtarmak bir
nimettir. Bu nimetin, yani zaferin anılması, kutlanması mânasına gelmektedir.
Müslümanlar zafer günlerini hatırlamak, anmak için kutlamalıdırlar.
Zaferleri kutlama bir
gelenek olmaktan ziyade; ilâhî bir emirdir ve bu sebeple dinî boyutu vardır.
Çünkü müslümanların zaferleri, ilâhî yardımla kazanılmaktadır.
2. Allah'tan sakımlmasım, yani
O'na karşı olan sorumluluğun bilincinde olunulmasım emretmektedir. Nimeti anmak
ve ardında samimi duygularını eyleme geçirmek, ardından Allah'a dayanıp
güvenmek mümin olmanın gerekli kıldığı davranışlardır.
Böylece âyet, zikir, takva
ve teşekkül kavramlarıyla bir davranış örgüsünü iman edenlere sunmaktadır.
Zikir takvanın olmazsa olmazını; zikir ile takva da tevekkülün olmazsa olmazını
oluşturmaktadır. Her üçü birden, iman etmiş olmanın ispatını eyleme
dönüştürmektedir. Âyet iman edenlere neler yapması gerektiğini belirlemekle
başlarken, sonu da müminlerin bu davranışları rahatlıkla yapacaklarını
bildirmektedir.
[16]
12. Andolsun ki Allah,
lsrâiloğullan'ndan söz alınıştı.
İçlerinden on iki de başkan
göndrnılştrk. Allah onlara şöyle deinişth Beri sizinle beraberin. Namiı
kılarsamz; zekâtr ve-rirsettk, peygamberime inamr ve onları destektereniz;.
Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette kötülükleciglzi örteceğim ve sizi
zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Artık bundan sonra kim inkar
ederse doğru yoldan saftimş olur.
Bakara sûresinin 83; Âl-i
İmrân sûresinin 187; Mâide sûresinin 80, Nisa sûresinin 154; Bakara sûresinin
63, 84, 93; Nisa sûresinin 154, 155; Mâide sûresinin 13. âyetlerinde
İsrâiloğullan ve bazı antlaşmalarla ilgili maddeler yer almaktadır.
Allah "akid"
anlamına gelen mîsakı genelde İsrâiloğulları'ndan, kitap ehlinden alması
manidardır. Firavun'un esaretinden kurtulan bu insanları, köle ruhluluktan
kurtarmak için onlarla antlaşma yaparak şahsiyet kazandırmaktadır. Çünkü taraf
olmak ve bir antlaşmaya imza atmak, bağımsız olmanın ortaya çıkardığı önemli
bir andır. Köle ruhlu insanlara ya da kölelere fikirleri sorulmadığından, taraf
olarak antlaşma yapılmaz, hiçbir şeye hukukî mânada imza attırılmaz. Çünkü
onların hiçbir hukukî şahsiyetleri yoktur.
Allah onlarla antlaşma
yaparak hukukî şahsiyet kazandırmakta, haklarını savunma alışkanlığını ve
şahsiyetinin kazandırmaktadır. Bağımsız hareket eden, bağımsız kararlar
alabilen ve bağımsız olarak antlaşmalara katılabilen bir topluluk olarak onları
yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bağımsız topluluk haline gelip bağımsız devlet
kurabilmenin en önemli olanı, antlaşmalara imza atabilmek ve o antlaşmaların
gereğini yerine getirebilmektir.
Yüce Allah
İsrâiloğulları'ndan aldığı sözü, onlarla yaptığı antlaşmayı müslümanlara niçin
anlatmakta ve Kur'an'da ona niçin yer vermektedir? Bu anlatım tamamen eğitim
amaçlıdır. Ahde vefa göstermek; yaptığı antlaşmalara sadık kalmak ve gereğini
yerine getirme ahlâkını müslümanlara kazandırmak için bunu yapmaktadır. Ferdî
mânada güçlü müslüman ve toplumsal mânada güçlü devlet olmanın yolu antlaşma
yapmasını bilmek ve bu antlaşmanın gereğini yerine getirmekten geçtiğini
öğretmek için ona Kur'an'da yer verilmektedir.
1. İçlerinden on iki başkan
görevlendirmiştik. Âyetin bu kısmında geçen nakîb kavramı, "nekabe"
fiilinden türemiştir. "Duvarı delmek, haber araştırmak, yerde çukur
kazmak, etek yapmak, yama vurmak"; nakube kalıbı da "başkan
olmak", nakıbe kalıbı ise "dolaşıp gezmek" anlamına gelmektedir.
Bu kelime Kaf sûresinin 36.
âyetinde "dolaşmak" anlamında fiil kalıbında yer alırken Kehf
sûresinin 97. âyetinde ise "delik" anlamına gelmektedir.
Toplumun durumu ile ilgilenen, araştıran kişiye başkan mânasına nakîb denmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "temsilci, başkan, casus araştırıcı" anlamlarına gelmektedir. "On iki" rakamı neyi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Bakara sûresinin 60. âyetine bakmak gerekir: Musa kavmi için su istemişti, biz de ona; 'değneğinle taşa vur!' demiştik. Taştan on iki kaynak fışkırdı. Her bölük içeceği kaynağı bildi. Demek ki Isrâiloğulları on iki kabileden, sülâleden meydana gelmişti. Bu on iki kabilenin ileri gelenlerinden birer kişiyi alarak Allah Te-âlâ Musa vasıtasıyla görevlendirmişti. Bu işlevin siyaset felsefesi için çok önemli bir mesaj taşıdığı da unutulmamalıdır.
Allah Hz. Musa'ya toplumu
meydana getiren geniş sülâlelerin katılımı ile devleti yönetmesini
öğretmektedir. Bir bakıma bu uygulama çoğulcu demokratik idareye geçişin ilk
uygulamalarını vermektedir. İsrâiloğulları bir başkan, bir yardımcısı ve on iki
kişilik bir parlamento ile idare edildiğini söylemek mümkündür. Başkan Hz.
Musa, yardımcısı Hz. Harun, parlamento da bu on iki kişiden ibaretti. İdarede
toplumdaki gruplara yer vermek suretiyle toplumun katmanlarının siyaset yapması
ve idareye katılması uygulamasına o zaman başlanmıştır.
Ne gariptir ki,
İsrâüoğullan'ndaki bu on iki rakamı Hz. İsa'nın on iki havarisine intikal
etmiş, Akabe gecesinde Hz. Peygamber'e on iki nakîb biat etmiştir. Daha sonra
Şiîler'deki on iki imama; Fârâbî'nin devlet başkanın aradığı on iki özelliğe
kadar uzanmış görünmektedir.
2. Allah demişti ki: Ben
sizinle beraberim. Âyetin bu kısmından öyîe anlaşılıyor ki, Allah onlarla
bizzat konuşmuştur. Ama bu konuşma Hz. Musa vasıtasıyla onlara duyurulmuş olabilir
mi? Bu soruyu cevaplandırabilmek çok zordur, ama bu konuşmaları Kur'an
vasıtasıyla bize ve bütün insanlığa yapmaktadır. Eğer bizden sonra başka bir
kutsal kitap gelseydi, onda da bize öyle söylediğini yazmış olacaktı:
"Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40) şeklindeki Hz.
Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'e söylediği ifade aynı mânayı taşımaktadır.
"Nerede olursanız olunuz O sizinle beraberdir" (Hadîd S 7/4) âyeti
genel anlamda bütün insanlığa, özel anlamda müslümanlara söylenmektedir.
"Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin
gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar
ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka; O onlarla beraberdir"
(Mücâdele 58/7).
Günümüzdeki Tevrat'ın
Sayılar kitabının 1 ve 2. bablannda Hz. Musa'ya yardım edecek on iki ailenin
başkanları sayılmaktadır. Sayılar kitabının 1. babına göre Allah, Musa
vasıtasıyla İsrâiloğullan'nı devlet kurabilecek şekilde teşkilâtlandırmaktadır.
"Mısır diyarından çıkışlarının ikinci yılında, ikinci ayın birinci günü
Rab Sînâ çölünde toplanma çadırında Musa'ya şöyle dedi: Bütün İsrâiloğullan
cemaatinin topunu, aşiretlerine göre, ataları evlerine göre, adlarının sayısı
ile her erkeği, ayrı ayrı alın; İsrail'de yirmi yaşında ve ondan yukarı her
cenge çıkanı, sen ve Harun onları ordularına göre sayacaksınız. Ve sizinle
beraber her kabileden birer adam olacak her biri kendi ataları evinin başı
olacaktır. Ve sizinle duracak adamların adları şunlardır"[17].
Bu kişilerin adını burada
vermeyi fazlalık görüyoruz, ama metin bize İsrâiloğullan Mısır'dan
çıkışlarından iki yıl sonra Allah tarafından devlet kuracak şekilde
teşkilâtlandıklarını ve bu teşkilâtlanmada on iki kabilenin reislerinin tayin
edildiğini bize göstermektedir. Tevrat'ın bu babında yer alan âyetler Mâide
sûresinin 12. âyetinin ilk bölümüne uygun düşmektedir.
"On iki kişi
gönderdi" kısmına da Tevrat'ın Sayılar kitabının 13. babı uygun
düşmektedir. Allah, Hz. Musa'ya on iki kişi gönderip Ken'ân diyarını keşfetmek
üzere on iki kişi göndermiştir. Hz. Musa onlara gördüklerini halka
anlatmamalarım söyledi. Ken'ân diyarında oturan halkın kuvvetini, oturdukları
yerin verimliliğini; şehrin meskenlerinin durumunu; yeşilinin olup olmadığını
tesbit etmelerini istedi. Bu on iki başkan döndüğünde Ken'ân halkının güçlü
olduğunu söyleyerek halka korku verdiler, hatta Tevrat'ın Sayılar kitabının 13.
babının devamında Mısır'a dönmek isteyenlerin çıktığım, Allah'ın ne diye böyle
bir emir verdiğine serzenişte bulunduklarını beyan etmektedir.
3.
Eğer namazı kılar, zekâtı
verir, peygamberlerine inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç
verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı affederim, zemininden ırmaklar akan
cennetlere koyarım. Kim bundan sonra inkâr ederse, doğru yoldan sapmış olur.
Yüce Allah âyetin bu kısmında İsrâiloğullan ile yaptığı antlaşmanın
maddelerini sıralamakta, onlardan ne beklediğini ve onlara ne vereceğini tesbit
etmektedir.
a) Namazlarınızı kılacaksınız.
b) Zekâtınızı vereceksiniz.
c) Peygamberlerime
inanacaksınız.
d) Onları destekleyeceksiniz.
e) Allah'a iyi bir borç
vereceksiniz, yani fakirlere infakta bulunacaksınız.
Antlaşmada İsrâiloğulları'nın uyacağı bu maddelere karşılık Allah'ın da onlara yapacaktan sıralanmaktadır. Antlaşmanın Allah tarafındaki kısmında üç madde yer almaktadır.
a)
Günahlarınızı örteceğim.
b)
Zemininden ırmaklar akan
cennetlerime koyacağım.
c)
Kim inkâr yolunu tutarsa
doğru yoldan sapmış damgasını yiyecektir.
Üçüncü madde antlaşmadan caymanın ne anlama geleceğini açıklamaktadır. Bu maddeden şu genellemeye varıyoruz, yapılan antlaşmayı bozmak inkâr olacak kadar büyük günahtır. Allah'a karşı verilen sözden caymak küfürdür ama, insanın insana verdiği sözden, yaptığı antlaşmadan cayması da ona yakın bir günahtır.
Allah bunun adını yoldan
çıkma mânasına gelen sapıklık koymaktadır. Antlaşmayı bozan insan veya
toplumlar sapık olarak nitelendirilmektedirler.
Diğer taraftan âyetin son
kısmı doğru yolun ne olduğunun tanımını da yapmaktadır: Yapılan antlaşmayı
tutmak ve, gereklerini yerine getirmek Allah'a giden doğru yoldur. Bunun
tersini yapmakta o yoldan çıkmaktır, sapıtmaktır.
[18]
13. Ahidlerini
bozduklarından dolayı onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık.
Kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kemlilerine öğretilen hükümlerin önemli
bir bölüntünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir
hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aktarış etme! Şüphesiz Allah
iyilik edenleri sever.
1.13. âyette anlatılan
antlaşmanın bozulmasıdır. Allah bunu "sözlerini tutmadılar" şeklinde
ifade etmektedir. Aslında "mîsaklarını, akidlerini bozdular"
anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmı ile Mâide sûresinin 1. âyetini
karşılaştırırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: Verdiği sözde durmamak genelde
İsrâiloğullan'nda görülürdü. Bunun anlamı, ilkel toplumlar, köle ruhlu insanlar
sözlerini bozarlar. Onlar bir antlaşma kültürüne sahip değillerdir.
Söz, "Müslümanlar
akidlerinizi yerine getiriniz, ilkellikten kurtulunuz" demektedir. Verdiği
sözde durmamak müslümanın ahlâkında yer bulamaz. Onun için 1 ve 2. âyetlerde
bunun üzerinde durulmuş, geçmişten örnekler verilerek bunun eğitimi
yapılmaktadır.
2.
Onları lanetledik ve
kalplerini katılaştırdık. Lanetlemenin anlamı "rahmetinden kovmak,
uzaklaştırmaktır. Lanetlemenin nasıl olduğu Tevrat'ın Sayılar kitabının 14.
babında geniş bir şekilde açıklanmaktadır. 12. âyetinde veba hastalığı vermek,
mirastan mahrum bırakmak, yani atalarına adanan diyarı görmekten menetmek, 29.
âyete göre leşleri çölde kalacak, 34. âyete göre kırk yıl fesatlıklarını
taşıyacaklardı.
Tevrat'ın Sayılar kitabının
34. âyetinde geçen bu ceza şekli Mâide sûresinin 26. âyetinde aynen
geçmektedir: Allah, öyleyse orası, onlara kırk yıl yasaklanmıştır, yeryüzünde
şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fâsık toplum için üzülme, dedi.
Rahmetinden kovmak anlamına
gelen lanetleme bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu lanetlemenin en etkili olduğu
yer İsrâiloğullan'nın kalpleri, yani gönülleri olmuş ve gönülleri
katılaşmıştır. Demek ki lanet İsrâiloğullan'nı gönülden vurdu. Yumuşak gönüller
taş kesildi. "Kalplerini katılaştırdık" cezasını Bakara sûresinin
74. âyetinde de görmemiz mümkündür. "(Ne var ki) bundan sonra yine
kalpleriniz katılaştı" (Bakara 2/74) ifadesinde katılaşan kendisi olduğu
halde; Mâide sûresinin 13 âyetinde kalpleri Allah'ın katılaştır-dığı beyan
edilmektedir.
Bize göre bu iki oluşum ayrı
ayn zamanlarda gerçekleşmiştir. Bakara sûresinde ineği bulup kesmelerinden
sonra ölünün dirilmesinin ardında kalpleri katılaşırken; Mâide sûresinin 13.
âyetinde antlaşmayı bozmalarından dolayı kalplerini Allah katılaştırmıştır.
12 âyet ile 13. âyetin bu
kısmından şu ilkeyi çıkarmamız mümkündür: Allah burada "akd" hukukunu
hem de akdini bozmaya verilecek cezayı anlatmaktadır.
Allah'a verdiği sözü bozan
insan rahmetten kovulma ve kalbin katılaşması cezasına çarptırılmaktadır. Bu
bize şunu öğretiyor; verdiği sözde durmayan hem suç işlemiş hem de günah
işlemiş olur. Yaptığı anlaşmayı yerine getirmeyen dünyevî olarak
cezalandırılacak, âhirette de büyük azaba uğrayacaktır. Nahl sûresinin 91-95.
âyetleri tetkik edildiğinde ahde vefanın veya vefasızlığın, sözünde durmanın
veya durmamanın, yaptığı yemini takip etmemenin dindeki yeri görülecektir.
Bakara sûresinin 40.
âyetinde Allah'ın bize vaad ettiklerini yerine getirmesi için öncelikle,
bizlerin O'na verdiğimiz sözü yerine getirmemiz gerekiyor. Demek ki kulun
iradesi tatbikat alanına girmedikçe Allah'ın vaad ettiğini yerine getirmeyeceği
gerçeği ortaya çıkmaktadır. En büyük cezalardan biri de bu olmaktadır. Bütün
bunlar antlaşmayı bozmanın cezasız kalamayacağını ve bunun cezasımn ağır
olacağını vurgulamaktadır.
3. Onlar kelimelerin yerlerini
değiştirirler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümü de unuttular.
Aynı âyet içinde yer aldığına göre, âyetin bu kısmı, İsrâiloğulla-n'nın
sözlerini nasıl bozduklarını anlattığını söyleyebiliriz. "Kelimelerin
yerini" derken, antlaşmadaki maddelerin yerlerini değiştirdiler, yani
tahrif ettiler anlamını ifade etmektedir. Kelimelerin tahrif edilmesine başka
bir anlam da yükleyebiliriz. Bu anlamı Bakara sûresinin 79 ve Âl-i İmrân
sûresinin 78. âyetlerine göre verebiliriz: "Elleriyle kitabı yazıp sonra
onu az bir bedel karşılığında satmak için, bu Allah katındandır, diyenlere
yazıklar olsun. Elleriyle yazdıklarından ötürü vay hallerine onların!"
(Bakara 2/79). Demek ki kelimeleri tahrif etmeleri, yerlerinden kaydırmalarının
anlamı Tevrat'ın bazı âyetlerini değiştirmeleridir. Değiştirdikleri âyetlerin,
Allah katından olduğunu söyleyerek de yalana baş vurmuşlardır.
"Kitap ehlinden bir
grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip
bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından
olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah'a iftira
ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).
Allah'ın âyetlerini,
Allah'ın hükümlerini, yaptıkları antlaşmanın içerdiği maddeleri değiştirmeleri
bu tahrifatı meydana getirmiş ve bu sebeple lanete uğratılmış ve kalpleri
katılaştınlmıştır.
Bu da bize şunu
öğretmektedir: Objektif hukuk kuralları herkese aynen uygulanmalıdır. Bazdan
için onlarda tahrifat yapılamaz, herkes kanunu kendine göre yorumlayamaz ve
uygulayamaz. Çünkü hukuktaki tahrifat bir topluma lanet getirir, aydınlıktan
medeniyetten uzaklaştırır; itilen ve gerileyen toplum halini alır. Objektif
hukukun kurallarını değiştirmek veya kendine göre yorumlayıp uygulamak toplumun
canıyla oynamaktan başka bir şey değildir.
"Kendilerine öğretilen
hükümlerin bir bölümünü de unuttular." Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla
İsrâiloğulları'na öğrettiklerinin bir kısmını değiştirdiler, bir kısmını da
unuttular. Bunun anlamı, dinî vazifelerini yerine getirmediler, hatta öyle bir
vazifenin olduğunu bile unuttular.
Bu unutma işini herkes
yapmaktadır. Hz. Âdem bile Allah'ın ona verdiği emirleri unutmuş da hata
yapmıştı: "Andolsun, biz daha önce de Âdem'e ahid (emir ve vahy)
vermiştik. Ne var ki o, (ahdini) unuttu. Onda azim de bulmadık" (Tâhâ
20/115).
Zümer sûresinin 8. âyetine
göre, insanın başına bir sıkıntı gelince Allah'a yalvarır, Allah o sıkıntıyı giderecek
bir nimet verince de, daha önce yalvardığını unutur ve Allah'a şirk koşar.
A'râf sûresinin 51. âyetine göre, mahşer günü karşılaşacaklarını unutanlar,
dinleriyle alay eder ve onu eğlenceye alırlar. Bu unutma Allah'ın onları
unutmasına sebep olur.
Haşr sûresinin 19. âyetine
göre İnsan Allah'ı unutabilir; onun için: Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın
da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın buyurmaktadır.
Allah'ın âyetlerini bu
dünyada unutanları, Allah'da âhirette unutacaktır (Tâhâ 20/126). İnsanlar
başkalarına iyiliği emreder kendilerini unuturlar. Allah bu insanları
beyinsizlikle itham etmektedir (Bakara 2/44). Mücadele sûresinin 19. âyetine
göre, şeytan etki altına aldığı kimseleri Allah'ı anmayı unutturmaktadır. En'âm
sûresinin 68. âyetine göre şeytanın peygambere unutturma ihtimali vardır.
İsrâiloğulları da
kendilerine verilen öğütleri, öğretilen hükümleri unutturma alışkanlıkları
vardı. Aslında Allah'ın emirlerini, hükümlerini, âyetlerini, öğütlerini unutma
meselesi bütün insanlığın sorunu olmuş, olmakta ve gelecekte de olacaktır.
İsrâiloğulları'nm unutma
durumunun Kur'an'da anlatılmasının sebebi nedir? Allah müslümanlan bu konuda
eğitmektedir. Günümüzde kendini müs-lüman sanıp Allah'ın verdiği öğütleri, onun
Kur'an'la verdiği mesajları müminlere yüklediği vazifeleri unutan pek çok
insan vardır.
Din konusunda nice yanlış
fetvalar verilmekte, kelimeler hükümler yerlerinden kaydırılmakta, âyetler
unutularak beşeri fetvaları, ictihadlan öne geçirenler vardır. Eğer iman
edenler arasında Allah'ın âyetlerini, peygamberin öğütlerini unutup Allah'ın
ve peygamberin önüne geçecek olanlar olmasaydı Hucurat sûresinin 1. âyetinde:
"Ey iman edenler Allah'ın peygamberinin önüne geçmeyiniz" emri yer
alır mıydı? Mâide sûresinin 12 ve 13. hayetlerine göre, bu davranış inkârdır,
sapıklıktır, Allah'ın lanetine götürür ve kalpleri katılaştınr.
4. İçlerinden pek azı hariç onlardan
daima bir hainlik görürsünüz. Allah ile yaptığı antlaşmasını bozan, Allah'ın
lanetlediği, kalbi katı, ilâhî hükümleri, yani âyetleri değiştiren ve kendine
verilen öğüdü unutan kimseden lanetten başka bir şey çıkmaz.
Çünkü İsrâiloğulları kendi
içlerinden çıkan peygamberlere ihanet etmişler, kimini öldürmüş kimini de
öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Daha önce Nisa sûresinin 155. âyetinde
açıkladığımız gibi sözünden dönmek, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, haksız
yere peygamberleri öldürmek ve kalplerinin kılıflanmış olduğunu söyleyen bir
yapı ile İsrâiloğullan Hz. Peygamber'e ulaşmışlardır. Tabi ki Hz. Peygamber
dönemindeki yahudiler bunların hepsini yapmamıştı, ama onlar böyle ihanet
etmeyi ahlâk haline getirmiş bir kültürün takipçileriydiler.
Böyle bir anlayış ve
kültürden dolayı yüce Allah Hz. Peygamber'i uyarmakta ve onlardan daima hainlik
göreceğini söylemektedir. Ama o dönemde yaşayan yahudilerin tamamının bu niyet
ve davranışta olmayacağına da dikkat çekmektedir.
Ama Allah çok önemli bir
kuralı da öğretmektedir: Ne kadar kötü bjr grup olsa bile, içlerinde iyi
insanların olması mümkündür. Onun için piçlerinden pek azı hariç ifadesine yer
vermiştir. Gruplar birbirlerini değerlendirirken, ne yermede ne de övmede
genelleme yapmamak gerekiyor. Her iyi grupta kötüler çıkacağı gibi; her kötü
grupta da iyiler çıkabilir. Onun için âyetin bu kısmındaki cümlenin kuruluş
şekli manidardır.
5.
Yine de sen onları affet ve
aldırış etme! Şüphesiz Allan muhsinleri sever. Âyetin bu kısmında yüce Allah
muhsini tanımlamaktadır. Daha önce Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde muhsin
insanın özelliklerini vermiş ve muhsini, yani ihsanın tanımını yapmıştı. İnfak
eden, kinini yutan ve insanları affeden kimseye muhsin demiş ve sevgisini ona
ilân etmişti. Mâide sûresinin 13. âyetinde sadece ihanete uğramayı affetmek ve
yanlışlara aldırış etmemeyi münşinin sıfatı olarak belirlemiş ve ihsanın bu açıdan
tanımını yapmıştır. Allah peygamberlerin muhsin olduğunu bu âyette ilân
etmektedir.
Görülüyor ki, yüce Allah bir
grup analizi yapmakta, psikolojik ve davranış olarak onları tasvir etmekte,
onlara karşı nasıl bir tavır takınılacağım da hükme bağlamaktadır. Böylece
bütün insanlığa, insanları affeden ve suçlarını görmezlikten gelen insanlar
muhsindir; muhsini de Allah sevmektedir.
[19]
14. Ve (aynı şekilde) 'biz
hıristiyanlarız' diyenlerden kesin bir taahhüt almıştık, ama onlar da
kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete
kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını
haber verecektir.
Mâide sûresinin 12-13.
âyetlerinde İsrâiloğullan'nın yahudi kanadının yaptıkları anlatılarken, 14.
âyette de hıristiyanların benzer davranışları ele alınmaktadır.
1. Ve (aynı şekilde) 'biz
Hıristiyanlarız' diyenlerden de kesin bir taahhüt aldık. "Kendilerine
nasârâ diyen" ifadesindeki nasârâ Allah'a yardım eden mânasına
gelmektedir. Hz. Pey-gamber'e kucak açan, her çeşit yardımı ona ve onun
arkadaşlarına sunan Medine'nin yerlilerine de ensar denilmektedir (Tevbe
9/100). Aynı şekilde, "İsa, onlardaki inkarcılığı sezince: 'Allah yolunda
bana yardımcı olacak kimlerdir?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah'ın
yardımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanlanz' cevabını
verdiler" (Âl-i İmrân 3/52). Bu ifadeden dolayı onlar "nasârâ"
olarak anılmaktadırlar.
Yüce Allah kendilerine yardım
sever sıfatını verenlerden de söz aldı. Aldığı bu sözün, yani yaptığı bu
antlaşmanın içeriğinden ne vardı? Bu sorunun cevabını verebilmek için başka
âyetlere gitmek zorundayız.
"Allah'tan sakınmak, Hz
İsa'ya itaat etmek" (Âl-i İmrân 3/50). "Allah'a kulluk etmek"
(Âl-i İmrân 3/51). "Allah'a yardım etmek" (Âl-i İmrân 3/52).
"Gökten indirilen sofra neticesinde kalpleri tatmin olup inkâra
sapmamak" (Mâide 5/ 112-115). "Hz. Muhammed'e iman edeceklerdi"
(Saf 61/6).
Bu konularda kendilerine
"nasârâ" diyenlerden söz alınmıştı, Hz. İsa'nın getirdiği mesaja
boyun eğecekler, tevhid inancından ayrılmayacaklardı.
2. Ama onlarda kendilerine
verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular. Onlar da yahudiler gibi Hz.
İsa vasıtasıyla verilen mesajın önemli bir bölümünü unutup yanlış davranışta
bulundular. Meselâ Allah'ın üç ilâhtan biri olduğunu söylediler. (Nisa 4/171;
Mâide 5/73,116).
Meryem oğlu İsa'yı Allah
demeleri (Mâide 5/17,72); Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmemeleri ve
onun getirdiği mesaja sihir demeleri
(Saf 61/6); söz dinlememeleri; aşın gitmeleri (Mâide 5/78); kendilerine
Allah'ın oğullan ve sevgilileri demeleri (Mâide 5/18); Allah hakkında gerçekten
başkasını söyleyip dinlerinde aşın gitmeleri (Nisa 4/171) onlann antlaşmanın
büyük ve önemli bir bölümünü unuttuklanm, yani inkâr ettiklerini ifade
etmektedir.
3. Bu sebeple kıyamete kadar
aralarında düşmanlık ve kin saldık. 13. âyette yahudilere lanet etti ve
kalplerim katılaştırdı. Fakat Nasârâ'ya, yani hıristiyanlann arasına düşmanlık
ve kin salmakla cezalandırdı. Ne idi bu düşmanlık ve kin? Bunun cevabını Meryem
sûresinin 37. âyeti vermektedir: "Sonra gruplar kendi aralannda ayrılığa
düştüler" (Zuhruf 43/65).
Bunun anlamı şudur:
İsrâiloğulları arasında yahudi ve hıristiyan tartışması çıktığı gibi hıristiyanlar
arasında mezhep kavgaları baş gösterdi. Türeyen mezhepler arasında düşmanlık ve
kin dolayısıyla kan akıtıldı. Tevhid inancının çıktığı yere düşmanlık ve kin
doldu. Tefrikalan, bölünmüşlükleri, kavgalan ve kinleri nesilden nesile aktarıp
bu güne kadar uzandı. Nesiller bu düşmanlık ve kinin doğurduğu kavgalarla
büyütüldü. Bu düşmanlık ve kin, nesillerin tabiatı haline geldi, onlardan
ayrılmaz bir parçaya dönüştü. Eğitimi yönlendiren bu düşmanlık ve kin insanlık
tarihini kirletti; akan nurlu ırmağa pislikler akıtarak insanlığın erdemine
büyük yaralar açtı.
Dünyanın neresinde
yahudilerle hıristiyanlar; ya da hıristiyan mezhepleri arasında bir kavga
görülürse, orada Allah'ın onlara Mâide sûresinin 14. âyetindeki cezanın
uygulandığı bilinmelidir.
Müslümanlar da Kur'an ile
Allah'a söz vermişler, O'nunla akid yapmışlar ve O'nunla ahdetmişlerdir.
Kur'an'm bir kısmını unutur veya onun hükümlerine aldırış etmezlerse, Allah
onlann da arasında düşmanlık ve kin sokacaktır. Sanki bu durum geçmişte
gerçekleşmiş, günümüzde devam etmektedir. Müslümanlar arasında arası
kapanamayacak mezhep aynlıkları çıkmış ve deprem devam etmektedir. Mezheplerin
meydana getirdiği düşmanlıklar ve derinleşen kin, toplumlann içinde ve
toplumlararası ilişkileri karanlığa itmektedir.
Bu mezhep, grup, cemaat
çatışmalarının ilâhî bir ceza olup olmadığına bizim karâr vermemiz mümkün
değildir ama, Kur'an'ı bir tarafa itmekten kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Mâide sûresinin 13-14. âyetleri Allah'ın
âyetlerinden, öğütlerinden, kitabından uzak kalmanın doğuracağı
neticeleri öğrenmek için gönderildiği bir gerçektir.
[20]
15. Ey kitap ehli!
Peygamberimizsize geldi. Kitaptan
gizlediklerinizin çoğunu size açıklamaktadır; birçokundan da vazgeçiyor.
Şu bir gerçek ki, Allah'tan bîr'our, apaçık bir kitap gelmiştir.
16. Rizasını arayanı Altah
onunla kurtuluş yollarına iletir ve onİan kendi tefiîylc karanlıklardan
aydınlığa çıkar ip r doğru bir yola
götürür.
Bu âyetler önceki üç âyette
yahudi ve hıristiyanların yaptıkları ağır yanlışları, Allah'a verdikleri sözde
durmamalarını ve Allah'ın kitabının önemli bir kısmını unutmalarını ve bazı
âyetlerini değiştirmelerini anlatmıştır. Bu âyetlerde, peygamber dönemindeki
yahudi ve hıristiyanların doğru yola girebilmeleri için bir eğitim metodu
uygulanmaktadır. Demek ki 1 S-16. âyetlerin geliş sebebini önceki üç âyet
teşkil etmektedir.
1.
Ey kitap ehli! Peygamberimiz
size geldi. Kitaptan gizlediklerinizin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da
vazgeçiyor. Bu âyetten Hz. Peygamber'in önemli bir görevi ortaya çıkmaktadır.
Yahudi ve hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarının önemli bir kısmını
unutmuşlardı. Bu âyete göre unutmanın anlamı gizlemektir, yani değiştirmektir.
Onların gizlemiş oldukları hükümleri açıklamak için Hz. Muhammed
görevlendirilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber ya-hudi ve hıristiyanların kendi
kitaplarına karşı yaptıkları haksızlığı düzeltmekle meşgul olmuştur. Ama onlann
bu yaptıklarının çoğunu da affederek, dikkate almayarak, vazgeçerek görevini
yerine getirmiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Yapılan hataların büyüklerini
düzeltip küçüklerini görmezlikten gelmek gerekiyor. Küçük hatalara takılarak,
büyüklerin düzelmesini engellemenin anlamı yoktur.
Hz. Peygamber kendinden
önceki Tevrat ve İncil'e yapılan haksızlıkların açıklamasını yapmakla, yahudi
ve hıristiyanların İslâm'a gelişlerini kolaylaştırma yolunu tutmuştur.
2. Diğer taraftan Allah yahudi
ve hıristiyanlara bir nur açıklayıcı, bir kitap gönderdiğine de işaret
etmektedir. Âyetin bu kısmındaki "nur" ve "kitap"
kavramıyla ne kastedilmektedir? Buradaki nurdan kasıt, Tevrat mıdır yoksa
Kur'an mıdır? Bazı müfessirler nurun Hz. Muhammed olduğunu söylemektedir.
Süleyman Ateş bunun Tevrat olduğunu söylemekte ve ispatını yapmaktadır[21].
Süleyman Ateş, Kur'an'da
Tevrat'ın bir sıfatının nur olmasından hareket ederek bu yanılgıya düşmüştür.
Halbuki Kur'an'da Kur'an'ın da bir sıfatı nurdur. Demek ki nur sıfatı, Tevrat
ile Kur'an'ın müşterek özelliği olmaktadır.
Âyetin birinci bölümünde
gelen elçinin Hz. Muhammed olması, ikinci bölümdeki nurun Hz. Muhammed
olmadığına delil teşkil etmektedir. Kur-an'da nur sıfatı, kutsal kitaplara
verilmiştir. Meselâ "Biz Tevrat'ı indirdik, onda hidayet ve nur
vardır" (Mâide 5/44); "Ona İncil'i verdik. Hidayet ve nur vardı
onda" (Mâide S/46); "Fakat biz Kur'an'ı, kullarımızdan dilediğimizi
kendisiyle kılavuzladığımız bur nur kıldık" (Şûra 42/52).
Görüldüğü gibi Tevrat ve
İncil'de nur vardır; ama Kur'an'ın kendisi nurdur. Işık verme yönüyle vahiy
aynı işlevi görmektedir. Işığın olduğu yerde, hidayet de yer almaktadır. Çünkü
ışık insanın yolunu aydınlatmakta, ne yönde gideceğini belirlemekte ve o yolda
gitmesini temin etmektedir. Tevrat ve İncil'de nur olduğuna göre yahudi ve
hıristiyanlara, aynı özelliğe sahip Kur'an'ın geldiğini söyleyerek onları ona
inanmaya, onun nurundan istifade etmeye çağırmaktadır.
"Apaçık bir kitap
geldi" ifadesindeki kitap kavramı da Kur'an'a işaret etmektedir.
"Apaçık" olarak manalarından mübîn kavramı, "açıklayıcı" anlamına
alınmalıdır. Âyetin birinci bölümündeki, "Resulümüz size geldi. Kitaptan
gizlemiş olduklarınızın birçoğunu size açıklıyor." "Açıklama"yı
Hz. Muhammed'in kendisi değil de, kitap yapmaktadır. Tevrat ve İncil'den
gizlediklerini, yani unuttuklarını açıklayan Kur'an'dır. Kur'an'ın mübîn olması
bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Bu açıklamadan hareketle
diyebiliriz ki, Kur'an'ın iki sıfatı ve buna paralel olarak da iki görevi
bilinmektedir. Aydınlatmak ve açıklamak Hz. Peygamber, Kur'an'ın bu
özelliklerinden istifade ederek, yahudi ve hıristiyan-lann gizli işlerini
ortaya çıkararak açıklamıştır. Onları bu hastalıktan geri çevirmenin yolu,
yaptıkları yanlışları onlara göstermek, bir kısmını affederek, doğruyu kabul
ettirmektir.
3.
Rızâsim arayanı Allah Kur'an'la
kurtuluş yollarına iletir. Yüce Allah Kur'an vasıtasıyla insanları selâmet,
yani barış, esenlik ve kurtuluş yollarına iletmektedir. Bundan hareketle
diyebiliriz ki, Allah kullarını esenlik yurduna çağırdığına göre (Yûnus 10/25)
bu çağrısını Kur'an vasıtasıyla yapmaktadır. Barış yurduna, yani esenlik ve
kurtuluş yurduna hangi yollarla gidileceğini belirlemek için Allah Teâlâ
Kur'an'ı göndermiştir. Kur'an vasıtasıyla Allah insanları esenlik yurduna
iletmesi için bir şart koşmaktadır; o da Allah'ın rızâsını arayan bir iç niyete
sahip olmaktır. Demek ki Kur'an, Allah'ın rızâsını arayacak kadar bir manevî
alt yapıya sahip olan insanları, barış, esenlik, kurtuluş yollarına, yani
ülkesine iletmektedir. Başka bir ifade ile Kur'an kavga, tefrika, ve düşmanlık
yurdunu; banş, kardeşlik, esenlik yurduna çevirmektedir.
4.
Ve onları, izniyle
karanlıklardan nura çıkarır. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
meselesi daha önce Bakara sûresinin 257. âyetinde açıklanmıştır. Allah
inananları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Nedir karanlık, nedir aydınlık?
Allah kendi rızâsını arayanları, nefsin karanlığından aklın aydınlığına;
cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına; düşmanlık ve kinin karanlığından
kardeşliğin aydınlığına; şirkin karanlığından tevhid inancının aydınlığına;
günahların karanlığından nefis ve gönül temizliğinin aydınlığına çıkarmaktadır.
Şirk, cehalet, nefsin kötü arzulan, kin ve günah kiri insanı karanlıklara itmekte, yolunu bulma kapasitesini köreltmektedir. İnsanlar bu karanlığın içinde yolunu bulamamakta, şaşkınlık içinde kalmakta ve büyük bir bunalıma girmektedir.
5.
Dosdoğru bir yola iletir. Bu
doğru yolun Fatiha sûresinin 7. âyetinde ne olduğu açıklanmaktadır:
Kendilerine nimet verdiklerinin, gazaba uğramamışların ve sapıtmışlarm yolu olmayan
yoluna iletmektedir. Fâtiha'nın 6-7. âyetinde yapılan duanın karşılığı bu
âyette verilmektedir.
Bu yol Allah hakkı, ana-baba
hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, yetim hakkı, tüketici hakkı, adalet ve ahde
vefa değerlerinin oluşturduğu yoldur. (En'âm 6/151-153), kısaca Allah'a götüren
yoldur.
Mâide sûresinin 15 ve 16.
âyetlerinin özünden önemli bir eğitim metodu çıkarmaktayız. Kur'an başka bir
dine mensup olan insanlara, dinini bırak da bu dine gel demeden önce, onlara
Kur'an'ın sahip olduğu özellikleri anlatmak, Kur'an'ın amacının ve görevlerinin
ne olduğu açıklamak suretiyle onların kafasında ve gönlünde iyiden yana bazı
oluşumlar meydana getirmektir. Dinlerini bırakıp İslâm'a girme kararlarını
onlar vereceğine göre, bu karar için gerekli olan bilgi alt yapısını hazırlamak
en doğru yoldur.
Onun içindir ki, yüce Allah
yahudi ve hıristiyanlara dinlerinizi değiştirin demeden, onlara yanlışlarını
anlatmakta Hz. Muhammed'in ve Kur'an'ın niçin gönderildiğini, görevlerini
anlatmaktadır. Kur'an ile onların inandıkları Tevrat ve İncil'in müşterek
taraflarını ele almakta, gizledikleri, yani unuttukları konuların tamirini
yapmaktadır.
Bütün bu çalışmaların amacı,
yahudi ve hıristiyanların müslüman olduklarını aynı kültürü ve aynı davranış
biçimlerini Müslümanlığa taşımamaları ve kendilerinin Allah katında nasıl bir
değerlendirmeye tâbi tutulduklannın bilgisini temin etmektir. Geçmiş bir dinin
mensuplarının, dinlerine karşı işledikleri hataları ancak daha sonraki bir din
anlatabilir. Kur'an'dan sonra bir kutsal kitap gelmeyeceğindendir ki, bu
kitabı, Hicr sûresinin 9. âyetine göre koruma görevini Allah Teâlâ üzerine
almıştır.
[22]
17. Allah, Meryem oğlu
Mesih'tir diyenler andolşun kâfir oldular. De ki: Eğer Meryem oğlu İsa'yı ve
onun annesini ve yeryüzündekflerîn hepsini imha etmek isterse kim Allah'a mani
olabilir? Zira göklerin, yerin ve onlar arasında bulunan her şeyin hükümranlığı
Allah'a aittir. O, cRtedigini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.
Âyetin analizinden bazı genellemelere
varmamız mümkündür.
1. Kontrolsüz sevgi şirke
götürür. Hz. İsa'yı çok sevenler, ya da en azından öyle görünenler, Hz. İsa'nın
getirdiği tevhid inancını ona ilâhlık sıfatı vererek kirlettiler. Bunun
psikolojik analizi şudur: Bîr insana veya varlığa gösterilen aşın sevgi, onu
kutsallaştırmaya ve netice de tanrılaştırmaya kadar gidebilir.
Bakara sûresinin 165. âyeti,
Allah'tan başka varlıkları Allah gibi sevenlerin şirke düştüğünü, ama
müminlerin Allah'ı diğer varlıklardan daha fazla sevdiklerini gündeme
getirmektedir. Diğer taraftan Tevbe sûresinin 24. âyetin bazı varlık ve
nesneleri sayarak bunların Allah'tan peygamberden ve Allah yolundaki savaştan
daha fazla sevilemeyeceğini, sevilirse tehlike arzedeceğini vurgulamaktadır.
İsrâiloğullan'nın hıristiyan
kanadının, Hz. İsa'yı tanrılaştırmasını Allah inkâr olarak değerlendirdi.
Demek ki Hz. İsa'ya yöneltilen aşın sevgi, onların inkâra düşmelerine sebep
olmuştur. Mâide sûresinin 72. âyeti aynı konuyu ele alıp, aynı değerlendirmeyi
yapmaktadır.
Âyetin bu kısmı tevhid
inancına ters düştüğünden, Allah'ın peygamberi vasıtasıyla öğrettiği tevhid
inancı ile aldığı sözü bozmaktır. 14. âyette hıris-tiyanların akdi bozan
davranışlarından biri de bu olmuştur.
2. Peygamberi tanrı edinmenin
bilimsel olarak reddedilmesi. Hıristiyanlar bu inkârını, yani Hz. İsa'ya
tanrılık vermelerini yüce Allah tartışmaya açıyor ve Hz. Peygamber vasıtasıyla
önemli bir soru yöneltiyor: "De ki: Eğer Meryem oğlu İsa'yı ve onun
annesini ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim mani
olabilir? Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan her şeyin hükümranlığı
Allah'a aittir ve Allah dilediğini yapmaya kadirdir."
Âyetin birinci bölümünde.
"Allah, Meryem oğlu İsa'dır" ifadesi yer almaktadır. Bundan şu anlam
çıkıyor: Oğlu Allah olunca, annesi de Allah olmaktadır. Allah olmayan, Allah
doğurabilir mi? Bu çıkarım doğru mudur? Doğru ise ispatını nasıl yapabiliriz?
Bu soruların cevabını Mâide sûresinin 116. âyetiyle verebiliriz: "Allah,
ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, beni ve anamı Allah'tan başka iki tanrı edinin
diye sen mi söyledin?" Demek ki, bazı hıristiyanlar üçlü ilâhın içine
Meryem'i de katmışlardı. İsa'yı doğuran Hz. Meryem'i de tanrı edindiklerinden,
âyetin ikinci bölümünden yöneltilen soruda, Meryem oğlu Mesih'i ve anasını ve
yeryüzündekilerin hepsini imha ederse Allah'a kim mani olabilir?" ibaresi
de yer almaktadır.
Âyetin bu bölümüne dikkat edilirse, merkezî kavram "helâk'tir. Soru Hz. İsa'yı, annesini ve bütün varlıkları Allah'ın helak etmesine mani olunup olunamayacağı üzerine cereyan etmektedir. Aslında onlara İsa ile annesinin bu helaki durdurup durduramayacağı sorulmaktadır. Kâinatın yıkılışı ve tanrı edindikleri İsa ile annesin kudreti arasında ki bağlantı öne çıkarılarak, yanlış varlıklara kutsallık verdikleri anlatılmaktadır. Tabiat kanunlarında meydana gelecek düzen ve denge bozukluğu karşısında bu tanrılarının durumu ne olacağı gündeme getirilerek yanlış inançlarından vazgeçmeleri temine çalışılmaktadır.
Bu sorunun ardından
merkezinde "hükümranlık" kavramının bulunduğu bir hüküm yer
almaktadır: "Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah'a
aittir." Âyette geçen mülk kavramı "mülkiyet" mânasına geldiği
gibi, "idare" mânasına da gelmektedir. Hükümran olan, mülkiyete de
sahip olacağından, öncelikli mâna olarak yönetimi ele aldık. Bir insanın,
kâinata yönetici olmayacağı ilkesinden hareket ederek, onların bu yanlış ve
dayanaksız inançları yıkılmaktadır.
Diğer taraftan
"Allah'ın dilediğini yaratacağı" gündeme getirilerek, insanın
dilediğini yaratamayacağı gerçeği vurgulanmaktadır. Ayrıca Allah'ın her şeye
gücünün yettiği anlatılarak, tam gücün kimde olduğu hatırlatılmaktadır.
Dikkat edilirse âyetin
ikinci bölümünden Meryem oğlu İsa'nın Allah olamayacağının ispatının yapıldığı
görülecektir. Bu ispatta helak etmek, hükümranlık, yaratma ve her şeye kadir
olma sıfatları ele alınmaktadır.
Bir nevi, şirkle olan
mücadelenin nasıl yapılacağı, hangi konuların işleneceği anlatılırken, bir
varlığa tanrılık verirken kâinatla ve varlıklar alemiyle olan ilişkisi konu edinilmekte;
izahlar ve sorular bu ilişkilere göre yönlendirilmektedir. Allah peygamberine
bu konular üzerinde konuşmasını söylerken, aynı zamanda din eğitimcilerine de
önemli bir metot öğretmektedir.
Tanrılığın kudret, yaratma,
hükümranlıkta ve tabiat olaylarını düzenleme konularından anlaşılacağını,
bunlara sahip olan ve bunları kullanan varlığa tanrılık yakıştırılacağına da
işaret edilmektedir.
Bütün bu açıklamalar,
insanları küfrün ve şirkin batağından kurtarmayı amaç edindiği bilinmelidir.
Hz. Muhammed, hıristiyanlan bu yanlış inançtan çevirme görevi ile
görevlendirilmiştir. Müslümanların, küfre ve şirke sapan ama kendisinin bir
dine mensup olduğunu söyleyenleri ihmal edemeyeceğine de delil teşkil
etmektedir.
[23]
18. Yahudiler ve
hiristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler.
Deki: Öyle ise günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de
O'nün yarattığı insanlardansınız. O dilediğini bağışlar ve dilediğine azap
eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir.
Sonunda dönüş de ancak O'nadır.
Yahudiler sadece Üzeyir
Allah'ın oğludur (Tevbe 9/30) demekle kalmadı kendilerinin Allah'ın oğlu
olduklarını söylediler; hıristiyanlar da sadece Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak
görmediler (Tevbe 9/30), aynı zamanda kendilerinin Allah'ın oğlu olduğunu iddia
ettiler.
Kitâb-ı Mukaddes'in, yani
bugünkü Tevrat'ın Çıkış kitabının 4. babının 22-23. âyetlerinde şu ifadeler yer
almaktadır: "Ve Firavun'a diyeceksin: Rab şöyle diyor: İsrail, oğlum,
ilkimdir; ve sana dedim: Oğlumu salıver ki, bana ibadet etsin." Diğer
taraftan Tevrat'ın Yeremya kitabının 31. babının 9. âyetinde şu ifadeler yer
almaktadır: "Ağlayışla gelecekler; yalvardıkça onlara yol göstereceğim;
onları sulu vadiler yanında, sürçmeyecekleri doğru yolda yürüteceğim; çünkü ben
İsrail'e babayım, Efraim de ilk oğlumdur." Onlara göre, yahudilerin
Allah'ın oğullan olmasının delili bu âyetlerdir. Allah'ın kendilerine ya da
kendilerinin Allah'a daha yakın olduklarını ifade etmek için baba-oğul
ilişkisini gündeme getirmişlerdir. Bu ifadeyi de Tevrat'ın bu âyetlerine
dayandırmaktadırlar.
İncil'in Yuhanna kitabının
12-13. âyetleri şöyledir: "Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine
iman edenlere, Allah'ın oğullan olmak salâhiyetini verdi. Onlar ne kandan ne
bedenin iradesindendir, ancak Allah'tan doğdular." Hıristiyanlar da bu ve
buna benzer İncil âyetlerinden dolayı kendilerini Allah'ın oğlu olarak görmeye
başladılar. Kur'an Mâide sûresinin 18. âyetiyle bu yanlışı düzeltmektedir.
Yahudi ve hıristiyanlann
Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia etmelerinin meydana
getirdiği kirlenme; dinde ve Allah katında sevgili olmanın sözle değil amelle
olacağı ilkesini kirletti; Allah'ın oğlu olmayacağı ve oğul edinmeyeceği gibi
tevhid inancını da lekelemiş ve şirke düşmelerine neden olmuştur.
Onların bu iddialarını
çürütmek için Allah peygambere şu soruyu
sormasını emretmektedir:
Öy'eVsc günahlarınızdan dolayı, Allah size niçin azap ediyor?
Âyetin bu kısmından ebeveyn
ve çocuklar arasındaki ilişki ile ilgili önemli bir esas ortaya çıkmaktadır:
Bir çocuk ne kadar kötü olursa olsun, ebeveynine ne kadar aksi olursa olsun,
ebeveyni onun belâ çekmesini, ateşte yanmasını istemez. Âsi olan evlâdın
ayağına diken bile batsa, "âh" demekten kendini alıkoyamaz.
Bu gerçekten hareket ederek,
"Eğer Allah'ın oğulları ve sevgilileri iseniz neden günahlarınızdan dolayı
size azap ediyor" sorusunun sorulmasını emretmektedir.
Doğrusu siz O'nun yarattığı
bir beşersiniz. Ayetin bu kısmı, yahudi ve hıristiyanlann Allah'ın oğullan ve
sevgilileri olmadığını, ama ne olduklannı anlatmaktadır. Allah'ın yarattığı bir
beşerin anlamı, ölümlü varlık demektir. Allah ölümsüz varlık olduğuna göre,
O'nun oğullan da ölümsüz olmalıdır. Halbuki Allah'ın yarattığı beşerin en
önemli özelliği ölümlü olmasıdır. Diğer taraftan beşer kelimesi, günah işleme
özelliğini de beraberinde getirmektedir. Onun için âyetin devamı günahın
affedilmesi konusu üzerinde durmaktadır.
O, dilediğini bağışlar ve
dilediğine azap eder. Affetme ve azap etme yetkisi Allah'a ait olduğuna göre,
azap edilen insanlar Allah'ın oğlu ve sevgili kullan olamazlar. Yahudi ve
hıristiyanlar da insan ve beşer olduklarından hata işlemeleri muhtemeldir.
İşledikleri hatadan dolayı affa uğrayacakları gibi azap görme ihtimalleri de
vardır. Bu konudaki irade Allah'a aittir.
Âyetin devamı 17. âyetteki
gibi, Allah'ın hükümranlığım ele almaktadır: Göklerde, yerde ve ikisinin
arasında ki her şeyin üzerinde hükümranlık Allah'a aittir. Aslında, daha önce 17.
âyette söylendiği gibi, buradaki hükümranlığa mülkiyet deme imkânımız da
vardır; yani göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkiyeti Allah'a aittir.
Âyette mülkiyetle hükümranlık birbirinden aynlamayan iki özellik olduğu için
aynı kelime ile ifade edilmektedir.
Âyetteki mülk kavramım
hükümranlık mânasına alırsak şu neticeye varabiliriz: Mutlak hükümranlık
Allah'a ait olduğuna göre, idare eden O'dur, siz ise idare edilensiniz. Onun
için oğul olma iddianız geçersizdir. Mülk kavramını, mülkiyet mânasına alırsak,
yahudi ve hıristiyanlara Allah kâinatın mutlak mülkiyetine sahip olduğunu
hatırlatıp, siz de kâinat için, mülkiyet olmaktan başka bir güce sahip
değilsiniz. O zaman, Allah'ın oğullan olma iddianız yersizdir, demektedir.
Âyetin son kısmı da, Dönüş
O'nadır ifadesiyle bitmektedir. Dünyadan âhirete gerçekleşecek olan bütün
yolculuklar O'nda nihayet bulacaktır. Her türlü düşünce, istek ve ölüm sonrası
hayat O'nda son bulacaktır.
"Dönüşün Allah'a
olması"nın anlamı İnfitar sûresinin 19. âyetinde şöyle verilmektedir: O
gün, hiçbir İnsanın başka bir kişiye zerre miktarı fayda sağlayamayacağı bir
gündür. Çünkü o gün, hâkimiyet (emir) sadece Allah'a aittir.
Bütün işlerin toplanacağı
yer Allah'tır. Affın, azabın, şefaatin yetkisi O'nda olacaktır. Böyle bir varlığın
oğlu olur mu? Oğlu olan varlık objektif davranamaz; taraf tutar. Ama Allah
tarafsız davranacak olan yegâne merci-dir. Bir bakıma yahudi ve hıristiyanlar
kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilileri görmekle, Allah'ın tarafsızlık
özelliğini yaralamaktadırlar. Allah'ın tarafsızlığı dikkate alınırsa, onlann bu
iddialan çürümüş olacaktır.
[24]
19. Ey Ehli hitap!
Peygamberlerin arası kesildiği bir şurada size elçimiz geldi. Gerçekleri size
açıklıyor .ki (kıyamette), "Bize bir mfijdeteyicî ve uyana gelmedi"
demeyesi-rtte. îfte tize «ri^deleytet ve uyancı gelmiştir: Allah her şeye '
hakkıyb kadirdir.
Âyetin analizinden bazı
genellemelere varabiliriz:
1.
Ey Ehl-i kitap!
Pey-gamberlerin arası kesikliğrbir sırada size (hakikati) açıklayan elçimiz
geldi. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, yüce Allah kitap ehline hitap etmektedir.
Çünkü kitap ehli hem vahyin ne olduğunu biliyor hem de peygamberlik
müessesesini tanıyorlardı. Hz. İsa'ya kadar peygamberlik müessesesi ile vahyin
bir süreç olarak devam ettiği bilinmektedir. Hz. İsa ile Hz. Muham-med arasında
altı asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu zaman dilimine "fetret
dönemi" denmektedir. Tarihçiler bu fetret dönemi hakkında farklı seneler
vermektedirler.
İbn Kesîr tefsirinde bunun
600 yıl olduğunu söylemektedir. Acaba Hz. Peygamberle Hz. İsa arasında bir
peygamber gelmiş midir? Bu sorunun cevabını Hz. Peygamber vermektedir:
"Ben Meryem oğluna insanların en yakınıyım. Çünkü benimle onun arasında
bir peygamber yoktur"[25]. Bu konuda bazı ihtilaflı haberlere itibar edilmemesi için, başka
açıklamalara girmiyoruz.
Bir şeyin hızı ve şiddeti
yavaşlayıp, önceki durumuna göre zayıfladığında îjl^i fetret kelimesiyle ifade
edilmektedir. Hz. İsa ile Hz. Muham-med arasındaki fetret dönemini nereden
başlatmalıyız? Hz. İsa'nın ölümünü başlangıç noktası olarak kabul edebilir
miyiz? Bu sorulara kesin bir cevap vermek mümkün değildir; ancak bu tarihî
başlangıç noktasını, hıristiyanlann İncil'in âyetlerinde tahrifat, yani değişim
yaptıkları andan itibaren başladığım söylemekte yarar vardır. Çünkü el
değmemiş, Allah tarafından gönderildiği şekli ile duran vahyin dönemi fetret
dönemi olmamalıdır.
Hz. İsa yaşamasa bile, vahiy
kendi hayatiyetini sürdürmektedir. İncil'e beşerî fikirlerin karışması, saf
olan vahyin hükmünün icrası kesilmiştir. İşte o andan itibaren fetret döneminin
son bulma tarihi de, Kur'an'ın inmeye başladığı andır. Fetret döneminin bitmesi
için kesin tarih verilebilir ama başlangıcının tarihle değil olgusal olarak
tesbit edilmesi gerekir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
Hz. Muhammed'den sonra peygamber gelmediğine göre ikinci fetret dönemini mi
yaşıyoruz? Bu sorunun cevabı yukarıda kısmen verildi. Fetret dönemini
peygamberlerin şahsı ile değil de vahiyle tesbit etmek en doğru yoldur. Vahiy
ölçü olarak alınırsa deriz ki: Kur'an'a beşer eli değmeden devam ettiği için
fetret dönemi yoktur. Çünkü vahiy süreci devam etmektedir. Peygamber vefat
etmiştir, yeni bir peygamber de gelmeyecektir fakat vahiy süreci devam
etmektedir. Kur'an denen ilâhî vahye insan fikri girmedikçe fetret döneminden
bahsedilemez.
Âyetin bu bölümünde merkezî
önem taşıyan konu "size açıklayan" ifadesidir. Bu ifade Hz.
Peygamber'in görevlerinden birini gündeme getirmekte ve bu görev, hakikati
açıklamak olarak tesbit edilmektedir.
Bu ifadede "size
açıklıyor" denirken, neyin açıklandığı belirtilmemektedir. Birisi
"Hz. Peygamber kitap ehline neyi açıklıyordu" sorusunu sorabilir. Bu
soruyu cevaplandırabümek için "Mâide sûresinin bu âyete kadar olan
yahudilerin ve hıristiyanlann yaptıkları hataları ve değiştirdikleri âyetleri
açıklıyor" diyebiliriz. İsrâüoğullan'ndan yahudilerin Allah ile yaptıkları
antlaşmada ve Allah'a verdikleri sözün kapsamında neler vardı (Mâide S/12); bu
antlaşmayı bozduklarım, Allah'ın onları lanetlediğini, kalplerini
katılaştırdığını, kendilerine verilen öğüdün önemli bir kısmını unuttuklarını
ve ihanet edebileceklerini (Mâide 5/13); İsrâüoğullan'ndan kendilerini
hıristiyan olarak tanıtanların da kendilerine verilen öğüdün önemli kısmını
unuttuklarını ve aralarındaki kin ve düşmanlığın kıyamete kadar devam edeceğini
(Mâide 5/ 14), Tevrat ve İncil'den gizlediklerini, yani tahrif ettiklerini
(Mâide 5/13,15); Allah'ın gönderdiği Kur'an ile neyi amaçladığını (Mâide 5/16);
Meryem oğlu Mesih'i ilâhlaştıranlann kâfir olduğunu ve olacağını (Mâide 6/17);
yahudi ve hıristiyanlann kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilileri
görmelerinin yanlışlığım (Mâide 5/18) açıklıyordu.
Demek ki Hz. Peygamber'in
iki boyutlu bir açıklama, yani öğretim görevi vardı. Birincisi geçmişin
yanlışlarını düzeltmek, ikincisi de Nahl sûresinin 44. âyetinde belirlendiği
gibi, insanlara indirileni açıklamak suretiyle onları düşünceye sevketmektedir.
Geçmişe yönelik açıklamalar hataları düzeltme, eksiklikleri tamamlama amaçlı
iken; geleceğe yönelik olanlar Kur-an'ın açıklanması ve insanların düşünceye
sevkedilmesi amaçlıydı.
Hz. Peygamber'in bu iki
boyutlu açıklama, yani öğretiminden din eğitimine getireceğimiz ışık veya ilke
şudur: Öğretim faaliyetinin bir seviyeye ulaşabilmesi için geçmişi taklit
etmemeli, hatalarını ve eksikliklerini görebilmeli ama yaşanan hayat ve
geleceğe yönelik taze fikirler ortaya koyarak inşanlan düşünceye
sevkedebilmelidir.
2.
Bİze bir müjdeleyicı ve
uyaricı gelmedi demeyesiniz. İşte size müideleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah
her şeye hakkıyla kadirdir. Âyetin bu bölümü birinci bölümündeki
"açıklama"mn ağırlık noktalarını vermektedir. Müjdeleyici ve uyarıcı
bir sıfatla yapılacak olan bir açıklama olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz.
Peygamber'in açıklamalarında öncelikle müjde, ikinci olarak da uyan vardı.
"Hz. Peygamber'e müjde
ve uyan şeklindeki açıklamalar niçin yapılmıştı" sorusunu sormak
mümkündür. Bunun cevabını A'râf sûresinin 172-173. âyetleriyle vermek
mümkündür: "Kıyamet gününde, biz bundan habersiz^ dik demeyesiniz, yahut
daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de omaîûsnSüMa geteûbvs
rasttdifc. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misin? dememeniz
için."
Ayrıca yorumunu yapmakta
olduğumuz âyetin bu bölümünde yer alan: "(Kıyamette) bize bir müjdeleyici
ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz" ifadesi, bu görevin amacını tesbit
etmektedir.
Âyetin sonunda Allah'ın her
şeye kadir olduğu beyan edilmekle, kullarının hatalarını giderecek, onları
müjdeleyecek ve uyaracak güçte olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki müjde
ile uyarı eğitim ve öğretimin birbirinden ayrılmayan iki önemli metodudur. İyi
davranışların sonucu için müjde, yanlış davranışların sonucu için uyarı
eğitimin iki uçlu bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Olumsuz, yanlış ve
bâtıl olanı tanıtmak, iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı öğretmenin olmazsa
olmazını teşkil etmektedir. Hz. Peygamber, yahudi ve hıristiyanlann
yanlışlarını açıklamakla uyan görevini, davranışlarını düzeltirlerse
ulaşacakları ödülleri beyan etmekle de müjdeleme vazifesini yerine getirmiştir.
[26]
20. Bir zamanlar Musa
kavmine, "Ey kavmim!" demişti, "Allah'ın size bahşettiği
nimetleri hamlacının; zira O, içimizden peygamber çıkardı ve sizi hükümdarlar
kıldı. Dünyada başka hiç kimseye yermediğini,size yerdi."
21. Ey kavmim! Allİah'm size
yazdığı mukaddes toprağa ğİrw Ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa kaybederek donmuş
ölürsünüz:
Bakara sûresinin 40.
âyetinde İsrâiloğullan'na bahşedilen nimetler geniş bir şekilde açıklandı. Onun
için burada sadece yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen nimetler ele
alınacaktır.
1.
İsrâiloğullan'nın konu
edildiği âyetlerin bir kısmında "nimeti hatırlama" emrine
rastlıyoruz. Nimeti hatırlama, nimeti anma, nankörlüğü ortadan kaldıran en
önemli eylemdir.
Bakara sûresinin 40 ve 47.
âyetinde nimeti hatırlatma emri verilmektedir. Hz. Musa'nın bu emri, ilâhî
emrin onlara ulaştırılmasından başka bir şey değildir. Hangi nimetlerin
hatırlanması gerekiyordu?
a) Allah aranızdan
peygamberler çıkardı. Allah'ın İsrâiloğullari'ndarî peygamber göndermesi onlar
için bir nimet olmuştur. Meselâ Hz. Musa onlar için hürriyeti, yani esaretten
kurtuluşu temsil eden bir peygamberdir. Peygamberin kendisi başlı basma bir
nimet olduğu gibi, özellikle İsrâiloğullan'nın durumu göz önünde bulundurulduğunda
nimet iki katına çıkmaktadır.
Hz. Musa İsrâiloğullan'nın
Firavun'un esaretinden kurtulup hürriyeti elde etme mücadelesini ve bu
mücadelenin Mısır'dan çıkış nimetlerini kapsamına almaktadır. Aslında her
peygamber insanlann kurtuluşu ve hürriyeti için mücadele vermiştir. Hz. Lût
gibileri insanlan cinsel ahlâksızlığın esaretinden kurtarma; kimileri de
cehalet ve şirkin esaretinden kurtarma mücadelesi vermişlerdir.
Yüce Allah insanlann
oluşturdukları bataklıkları kurutmak için peygamberler göndermektedir Bu
yüzden peygamber, söz konusu toplum için bir nimet olmaktadır. Peygamberin
gönderiliş sebebi o toplumun bozuluşunun bir ifadesidir. Peygamberlerin
birçoğunun İsrâiloğullan'ndan gelmesi, kolay kolay terbiye edilemediklerinin de
bir göstergesidir. Bütün bu olumsuz bakış açılarına rağmen, ilâhî vahyin akan
nurlu nehrinin bir toplumdan geçmesi, elbette o topluma bir onur vermektedir.
İsrâiloğullan'ndan
peygamberlerin gelmesi onlar için bir onur kaynağı olduğu gibi, aynı zamanda
bir lutuftur.
b)
Ve sizi hükümdarlar kıldı.
Bir toplumun hükümdar çıkarması, o toplumun hür olduğunu ve kendi kendini
idare ettiğini ifade etmektedir. Bir taraftan peygamber, diğer taraftan
hükümdar çıkaran bir toplum dinî, siyasî ve sosyal hayatın zirvesine çıkmış
demektir.
Kendisinin efendisi olmayı
ifade eden meliktik, toplumun siyasî kültürel gelişmişliğinin bir işaretidir.
Firavun'un esaretinden kurtulup, bağımsız devlet kurarak kendi kendini idare
etme durumuna gelmek büyük bir nimettir.
c)
Dünyada başka hiç kimseye
vermediğini size verdi. O devirde yaşayan hiçbir topluma bahşetmediği
nimetleri İsrâiloğulları'na bahşettiğini söylerken neye işaret etmektedir?
Başka milletlerin yerine mirasçı yaptı (Kasas 28/5); bir vatan ve bir devlet
kurdurarak Firavun ve Hâmân'ın iktidarına son verdi (Kasas 28/6);
düşmanlarından kurtardı (Tâhâ 20/77); ekonomik nimet sağladı (Tâhâ 20/80)
eğitim ihtiyaçlarını giderdi (İbrâhîm 14/5). Yukarıdaki peygamberlik ve krallık
nimetlerini de buna ilâve edince, farklı bir nimete mazhar oldukları ortaya
çıkacaktır.
2.
Bu nimetlerin Hz. Musa
tarafından hatırlatılması aslında bir eyleme teşvik teşvik etmenin alt yapısını
hazırlamaktadır. Ey kavmim Allahın size yazdığı
mukaddes toprağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa kaybederek dönmüş
olursunuz. Buna benzer bir emir de Bakara sûresinin 61. âyetinde geçmişti:
O haIde ininiz- Zira
istedikleriniz sizin için orada var, dedi. Bu âyette "şehir" dendiği
halde, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "mukaddes toprak"
denmektedir. "Allah'ın size yazdığı"nın anlamı hem takdiri hem de
farz kılındığı ideal olarak tayin ettiğidir (Kutsal topraklardan neyin
kastedildiği Tevrat'ın Sayılar kitabının 13 ve 14. bablarında bu konu geniş bir
şekilde açıklanmaktadır).
Arkanıza dönmeyiniz
ifadesinden bu idealin geri dönüşü yoktur. Gemileri yakıp, arkadan ümidi
kesmelisiniz demektir. Artık bir daha eski zillete dönme endişesi yoktur ve
bunu asla aklınızdan geçirmeyiniz. Yüce Allah İsrâiloğullan'na vatan temin
etmek için bu emri verdirmiştir.
[27]
22. Onlar şu cevabi
verdiler: "Ya Musa! Orada zorba bir halk var: atar oradan çıkmadıkça biz
oraya asla girme: yeceğiz. Eğer
ioradançıkarbrsabir de hemen gireriz.
Bu cevaptan öyle anlaşılıyor
ki, Mâide sûresinin 11. âyetinde Allah on iki başkan gönderip Ken'ân ülkesini
tetkik ettirmişti. Bunlardan ikisi hariç, diğerleri yaptıkları tetkikten menfi
sonuçlarla dönmüş, halkı o ülkeye girme konusunda olumsuz mânada
etkilemişlerdir. Günümüzdeki Tevrat'ın Sayılar kitabının 13 ve 14. bablarında
bu durum daha geniş anlatılıyor.
Anlaşılan diğer bir husus da
"zorba toplum" ifadesiyle aşağılık duygusuna kapılmış olmalarıdır.
Orada yaşayan toplumu gözlerinde büyüttüler, kendilerinin oraya giremeyeceği
düşüncesine kapıldılar.
Aslında onların bu söylevi,
Mısır'daki Firavun'un ağır zulmünün kalıntılarını taşıyan, ezilmişliğin
doğurduğu zillet psikolojisinden başka bir şey değildir. Bu aşağılık duygusu
Tevrat'ın Sayılar kitabının 13. babının 30-33. âyetler arasında şöyle
anlatılır: "Ve Kaleb Musa'nın önünde kavmi susturup dedi: Hemen çıkıp
orayı ele geçirelim, çünkü buna her halde kudretimiz vardır. Fakat kendisiyle
beraber çıkan adamlar dediler: O kavme karşı çıkmaya kudretimiz yoktur; çünkü
onlar bizden kuvvetlidirler. Ve çaşıtlamış (tetkik) oldukları memleket hakkında
İsrâiloğullan'na fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak (tetkik etmek) için
içinden geçtiğimiz memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir; ve içinden
gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefılim'den olan
Anakoğullan'nı, Nefılim'i gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik
ve onların gözünde de öyle idik."
Mücadele edecekleri toplumun
insanlarının, beden yapılarına göre karar veren ve onları yeterinden fazla
güçlü gören tedavisi mümkün olmayan bir aşağılık duygusu hastalığına
kapılmışlardı. Kendini çekirge gibi gören ve karşısındaki insanın gözünde de
öyle olduğunu öne süren toplum, medenî olmak için yerleşik toplumun arasına
girme, gerekirse mücadele etme cesaretini kendinde bulamaz[28].
23. Korkanların içinden
Allah'ın kendilerine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: "Onların
üzerine kapıdan giriniz; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi
kazarfmışsınızdır. Eğer niümînler isteniz sadece Allah'a güveniniz."
Korkan insanların içinden
çıkan iki kişinin adları, Yûşâ İbn Nûn ve Kaleb İbn Yufenna idi. Tevrat'ta bu
isimler yer alırken, Kur'an bu isimleri vermemektedir.
Kur'an için önemli olan
eylemdir, kişilerin adlan değil. Çünkü Kur'an'da peygamberlerin isimleri
dışında Meryem ve Zeyd'in adları yer almaktadır. Genelde kişilerin sıfatlan öne
çıkanlmaktadır: Ebû Leheb, Firavun gibi. Burada önemli olan bu iki kişinin
yaptıklandır. Bu iki kişinin öne çıkan özellikleri, Allah'ın onlara lutufta
bulunmuş olmasıdır. Bu lütuf ne olabilir? Bize göre, bu iki kişi aşağılık
duygusundan kurtulmuş, tetkik ettikleri memleketin iyi tarafını görme
kapasitesi onlara bahşedilmiştir.
Kapıdan onların üzerine
giriniz teşviğinin Bakara sûresi 58. âyetle bağlantısı vardır. Orda da Allah
kapıdan girmelerini emretmişti.
"Kapıdan girme"
ifadesi, bize orada yerleşik olan toplumun medenî olduğunu, ülkeye elini-kolunu
sallayarak girilemeyeceğini, içeriye giren ve dışanya çıkanlann kontrol
edildiğini göstermektedir.
"Kapıdan girme",
göçebe toplumun yerleşik hayata geçmesi anlamına da gelmektedir. Medeniyetin
kurulduğu yere girmek, şehir hayatının meyvelerinden istifade etmek için bir
değişim geçirmek gerekiyor, işte bu geçişin adına kapıdan girme denmektedir.
Oraya girdiğiniz takdirde
zafer sizindir şeklindeki ifadeden anlıyoruz ki önemli olan kapıdan girmektir,
yerleşik hayatla tanışmaktır; bir kere tanışınca zafer ardınca gelecektir.
Buradaki "zafer kazanmışsınızdır" ifadesi, ora halkını yenmek
mânasına geldiği gibi, göçebeliğe karşı yerleşik hayatın zaferi de olabilir.
Eğer inanıyorsanız sadece
Allah'a güveniniz. Mukaddes topraklara girip, ora halkı ile mücadele ederek,
yerleşik hayata karışmak bir iman meselesidir. İnanan insanda aşağılık duygusu
olmaz, çünkü Allah'a güvenerek Allah'ın istediğini yapar. Böylece bu iki kişinin
cesaretinin alt yapısı imana bağlanmaktadır, tman, aşağılık duygusunun meydana
getirdiği psikolojik hastalığın ilâcıdır. Tevekkülün eksikliğini tesbit eden bu
kişiler, imandan tevekküle geçen yolu önlerine koymaktadırlar. İman ve tevekkül
zafere eşik etmekte ve zaferi getirmektedir. Çünkü tevekkül, bütün yapılacak
şeyleri yaptıktan sonra işi Allah'a bırakmaktır.
[29]
24. Ey Musa! Onlar orada
bulunduğu müddetçe biz oraya asta girmeyeceğiz; şu halde sen ve rabbin gidiniz
savaşınız; biz burada oturacağız, dediler.
Bu âyetten şunu anlıyoruz:
Allah Hz. Musa vasıtasıyla İsrâiloğullan'nın kendilerine yazılmış olan kutsal
topraklara girmelerini emretti. Hz. Musa mesajı kavmine ulaştırdığında tepkiyle
karşılaştı. Tepkinin bir neticesi olarak yukarıdaki ağır sözler ağızlarından
döküldü. Bu tarz konuşmanın, kölelik psikolojisinden kurtulamayan, şehirleşip
medenî olma cesareti bulamayan insanlardan geldiğini bize anlatmaktadır.
Kölelik psikolojisi peygamber tanımadan, Allah'ın emri olup olmadığına
bakmadan reddetme yolunu tutmaktadır.
"Biz burada
oturacağız" ifadesi, günümüzde grev denen oturma eyleminin o dönemde
olduğunu göstermektedir. Korku, hareketi engellemekte, neticede verilen emre
isyan etmeye sebep olmaktadır. Bakara sûresinin 155. âyetinde belirtildiği gibi
"korku" ilâhî imtihanın bir sorusu olmaktadır. Düşmana karşı korkuyu
yenmek, bir erdem, korkunun altında ezilmek de tükenmişliğin ifadesidir.
[30]
25. Musa: "Rabbim! Ben
kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu yoldan çıkmış
toplumun arasını aytrV diye yalvardı.
İsrâiloğulları Firavun'un
zulmü altında ezildikleri, onun her dediğini yaptıkları için bu baskıdan
kurtulunca kendilerinizi kurtaran Allah'ın ve onun elçisinin emirlerini
dinlemeye başladılar. Çünkü köle ruhlu insanlann, ruhî dengeleri yoktur, orta
yolu bulamadıkları için iki uçtan birinde sabit kalırlar; birinden kurtulunca
diğerine kayarlar.
Mekik gibi orta yerde değil
uçlara kaçarlar. Bunun anlamı, kontrol altına alınamamalarıdır. tşte Hz. Musa
da onlara hâkim olmakta âciz kaldığını bu yakarışında ifade etmektedir. Hz.
Musa bu şekilde davranan topluma "fasık" sıfatını vermektedir. Fâsık
kavramının açıklaması Bakara sûresinin 26. âyetinde yapılmıştır. Bu âyette
farklı bir tanımı ortaya , Fâsık, Allah'ın emrine ve O'nun peygamberine
edepsizce konuşarak karşı koyan insandır. Kontrol altına alınamayacak kadar âsi
ruha sahip olan, korkak ve ezilmişliğini her an ortaya koyan insanın davranışı
fısktır.
Fâsık olan insanlarla
peygamberler bile beraber yaşama imkânını kaybetmektedir. Onun için Hz. Musa
onlardan ayrılmasını istemiş ve bunu Allah'tan dilemiştir. Peygamberin tahammül
edemediği bir ruh ve onun meydana getirdiği tepki şeklindeki davranıştır.
Demek ki, Hz. Musa'nın köle
ruhlu insanları o durumdan kurtarmak, bağımsız düşünen, mücadele ruhunu
kazanan, medenî olma sevdasını gönüllerinden uyandıran bir toplum haline
getirmekte çektiği ıstırap ve zorluk Kur'an'da yer alacak kadar önem
taşımaktadır.
Bu açıklamadan şu noktaya
geliyoruz: Bazan eğitim faaliyeti eğitilenlerin psikolojik durumundan dolayı
dayanılamayacak kadar ağır bir çileye dönüşebilir.
Eğitimin etkili olmadığı
kişiler, ayrılığa sebep olurlar. Kendilerini hakikate kapatan, anlayış kapasitelerini
mermerleştiren, dışarıdan gelen öğretilere, emirlere kaskatı kesilen insanlar
ayrılığa kanat açarlar. Hz. Musa'nın yakarışında çaresizliğin getirdiği
ayrılma isteği bunun için yer almaktadır.
[31]
26. Allah, "Öyle ise
orası, onlara kırk yıl yasaklanniıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dölaşackla'r.
Artık sen fâsık toplum için üzülme" dedi.
Yüce Allah Hz. Musa'nın
kavminden ayrılması için yakarışını kabul etmedi, ama o kavmi cezalandırdı.
Bunun anlamı şudur: Eğitici, eğitimindeki başarısından ümidini kesse bile
toplumdan ayrılamaz, onları eğitimsiz bırakamaz ve eğitim faaliyetini kesintiye
uğratamaz.
Yüce Allah, peygamberlerine
karşı gelip rablerinin emirlerini dinlemeyen bu âsi ruhlu toplumu
cezalandırırken girmelerini istediği mukaddes topraklan onlara haram etti.
Kırk yıl, bulundukları topraklarda başı boş dolaşmaları kararını verdi.
Bunun anlamı şudur: Yüce
Allah'ın kırk yıl mukaddes topraklan onlara haram etmesi, mevcut olan neslin
ölüp yerine yeni bir neslin gelmesindeki beklentidir. Mısır'dan kalan köle
ruhlu neslin tükenmesi neticesinde yetişen yeni nesille o mukaddes topraklara
girilebileceği kararının verilmesidir. Zulmün altında ruhsal kişiliğini
kaybetmiş hukukî kimliğini yitirmiş insanlarla medenî hareketleri
gerçekleştirmek imkânsızdır. Medenî oluşumlar, cesaret ve inisiyatif kullanmayı
şart koşar. Faydalı olanla zararlı olanı ayırt etme kapasitenin kullanılmasını
zorunlu kılar.
"Yeryüzünde şaşkın
şaşkın dolaşacaklar" ifadesinin anlamı, sürü hayatı yaşayacaklar demektir.
Yüce Allah bu sosyolojik gerçeği insanlara anlatmak için İsrâiloğulları'm örnek
olarak vermektedir.
Hz. Musa'nın toplumunu Allah
medeni yaşamakla, sürü hayatı yaşama arasında bir tercihle karşı karşıya
bırakmış, onlar da sürü hayatını tercih etmişlerdir.
Kırk sene ferdin hayatı için
bir olgunluk yaşı olduğu gibi (Ahkaf 461/5), aynı zaman dilimi, bir neslin yok
olup yerine yeni bir neslin yetişmesi için de yeterli bir zamanı ifade
etmektedir. Yeni neslin kırk yaşma gelmesi, bir önceki neslin yerini alması,
gerekli olan değişimi yapmaya yeterli olmalıdır. Çölün hür havasında büyüyen
nesil, elbetteki baba neslinden daha bağımsız, inisiyatif kullanmakta daha
cesur olacaktır.
Yüce Allah onlara bu cezayı
verdiğini bildirirken Hz. Musa'ya da: "Artık seri fâsık toplum için üzülme
dedi." Âyetin bu bölümünden şu ilke çıkmaktadır: Eğitimci toplumun derdi
ile dertlenmeli, nemelazımcı olmamalı, eğitimin başarısızlığından üzüntü
duymalıdır. Aynı üzüntüyü Hz. Muhammed, iliklerine kadar duyduğu için şu ilâhî
çağrıya muhatap olmuştur: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine
kıyacaksın!" Eğitimin etkili olmaması eğitimciyi doğal olarak üzüntüye
sevkeder, etmelidir de. Toplumda gerekli olan değişimi meydana getirememekten
dolayı bütün peygamberler üzülmüştür.
Yüce Allah Hz. Musa'da
fâsık, yani kölelik psikolojisinden kurtulama-yıp, âsi olanlar için üzülmeye
değmeyeceğini söylemektedir. Uğruna üzüntü çekilen toplum buna değmelidir.
Fâsık toplum ise buna lâyık olmayan toplumdur.
Mâide sûresinin "Ey kavmim!
Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara giriniz" emriyle başlayan 21.
âyeti ile 26. âyeti arasında yukarıda anlatılan olguya Semerkandî'nin
Te'vîlât-ı Kâşâniyye adlı tefsirindeki yaklaşımını dikkate alarak şöyle bir
açıklama yapabiliriz:
Kutsal topraklar kavramına
"gönül ülkesi", tsrâiloğullan'nın bulunduğu yere "nefis
ülkesi" dersek, Hz. Musa onlara gönül ülkesine girin demiştir,
tsrâiloğulan gönül ülkesine girmek istememişlerdir. Çünkü gönül ülkesi, akıl
tarafından imar edilmekteydi.
İki kişinin söylediği
"kapı" da akıl kapısı idi. Akıl kapısından gönül ülkesine
girselerdi, tevhid inancıyla, sevgiyle, sadakatle ve nimeti hatırlama
erdemleriyle karşılaşacak, onları ahlâk edinerek olgunlaşacaklardı. Akıl kapısı
onları düşünce üniversitesine götürecekti. İsrâiloğullan bunlardan korktular
ve nefis ülkesinde kalmayı tercih ettiler.
Medeniyetsizlik ülkesi olan
nefs-i emmâre topraklarında Allah onların başı boş dolaşmalarını hükme bağlayıp
cezalandırdı.
Bu açıklamalardan şu
genellemeye varmak mümkündür: İlâhî eğitim inşam nefis ülkesinden alıp aklın
kapısından yani düşünce kapısından geçirip gönül ülkesine taşımayı
amaçlamaktadır.
Din eğitimi de aynı hedef
için çalışmalıdır. Onun için din bilginleri, nefis ülkesinde bulundukları
müddetçe bunu gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar da gönül adamı, yani akıl,
iman, sevgi ve düşünce adamı olmalıdırlar ki insanları gönül ülkesine, o
kutsal topraklara sokabilsinler. Hz. Musa ile kavmi arasında geçen bu olgu,
olmuş bitmiş bir olgu değil tam tersine devam eden bir süreçtir. Akıl, gönül ve
nefis ülkeleri var oldukça bu emir daima tazeliğini koruyacaktır.
[32]
27. Onlara Âdem’in iki
oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişte
kirişinden kabul edrtmiş, dînerinden kabri (Kurbanı kabul lsan sem öldüreceglm!
dedir Diğeri de Allah a*Cak takva tabiplerinden kabul eder dedi ve ekledi:
28. Beni öldürmek için el
uzatsan bile, ben öldürmek için sana el uzatmayacağım: Şu bir gerçek ki ben,
âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım.
29. Ben isterim kvsen, benim
günahımı da, senin gü-hatnm da yüklenip ateş halkından olasın! Zalimlerin
cezası budur.
30. İffIefsi otıu, kardeşini
öldürmeye çağırdı, (o da nefsine uyarakjlanû. öldürdü, ziyana uğrayanlardan
oldu.
31. Derken Allah, ona,
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek İçin yeri eşeleyen bir, karga
gönderdi (karganın yaptığını görünce): "banâ, Çaltadar olüpdâ kardeşimin
cesedini gömmekten.aciz miyim (ben)?" dedi ve pişman olanlardan oldu!
Bu âyetlerde yer alan
konulardan çeşitli bağlantılarla çıkarımlarda bulunacağız.
1.
Onlara gerçeği göstermek
için Âdem'in iki oğlunun haberini oku. Bu ifadedeki "onlara" kelimesi
kime işaret etmektedir? Hz. Peygamber zamanındaki yahudilere mi, yoksa bütün
halka mı?
Bu âyetten önce ve sonra ki
32. âyete bakarsak, "onlar"dan kastın yahudiler olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak Allah burada yahudiler veya İsrâilo-ğullan diyebilirdi;
dememesi bize "onlara" Tamirinin bütün insanlığı kapsamına aldığı
görüşünü uyandırmaktadır.
Âdem'in iki oğlunun haberi
Tevrat'ın Tekvîn kitabının 4. babının 1-16. âyetleri arasında yer aldığına
göre, birinci derecede yahudilere bu haberin okunması istendiğini söylemekte
yarar vardır. Burada Allah Hz. Peygamber'e, bir konuyu onlara anlatırken kendi
kitaplarından örneklendirmesi mesajını, ya da metodunu öğretmektedir. Gerçek
bir olguyu anlatabilmek için, daha önce yaşanan olgudan hareket etmenin eğitim
açısından etkinliğinin büyük olacağına işaret edilmektedir.
2.
Hani her biri birer kurban
sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti (kurbanı kabul
edilmeyen, kabul edilene) "Seni öldüreceğim" demişti. (O da):
"Allah sadece korunanlardan kabul eder" dedi.
Âyetin bu kısmı, Âdem'in iki
oğlunun haberinin konusunu tesbit etmektedir. Konu, iki kardeşin ibadetidir;
Allah'a adadıkları kurbanın Allah tarafından kabul edilmesi veya kabul
edilmemesinin meydana getirdiği kıskançlık, ya da hasedi konu edinmektedir.
Âyetin bu kısmından
yapacağımız bazı çıkarımlar vardır: Kurban ibadetinin ilk defa Hz. İbrahim ile
değil, Hz. Âdem'in döneminde ve onun dininde var olduğunu anlıyoruz. Hz.
İbrahim'e gönderilen koç ile adak kurbanının başladığını, ama kurban ibadetinin
Hz. Âdem'in dini ile başladığını söylemekte yarar vardır.
Diğer taraftan bir insanın
başarısının diğerlerini kıskandırdığını, bu kıskanmanın hasede dönüşüp kötü
şeyler doğuracağına da işaret etmektedir. Birinin kestiği kurbanın Allah
tarafından kabul edilmesi, diğerininkinin kabul edilmemesi kıskançlığı
doğurmuştur. İbadetin kabul edilmesi bir başarıdır; kabul edilmemesi de
başarısızlıktır. Onun için dünya tarihi, başarılı insanların başarısızlar
tarafından kıskanılıp onlara yaptığı entrikalarla doludur.
Şimdi burada şu soruyu
sorabiliriz: Kurban ibadetinin kabul edilip edilmemesini ne ile tesbit
ettiler? Bu soruya cevap verebilmek için Âl-i İmrân sûresinin 183. âyetini
hatırlamak gerekir. Orada kurbanı ateşin yemesi, onun kabul edildiğinin işareti
olarak tesbit edildiği görülmektedir. Âyet şöyledir: "Doğrusu Allah bize
(gökten inen) ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe
hiçbir peygambere inanmamamızı emretti diyenlere şöyle de." Kabil ile
Hâbil de kurbanlarının kabul edilip edilmediğini bu şekilde anlamışlardır.
Diğer taraftan âyetin bu
kısmı, ibadetin kabul edilmesinin önemli şartlarından birini öne
çıkartmaktadır. O da, takva denen samimiyettir (ihlâs). Âyetin sonunda yer alan
"Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder" cümlesi, kimlerin
ibadetinin kabul olacağını ve hangi ruh haletinin bunu temin edeceğini
açıklamaktadır. Kurbanın etinin ve kanın Allah'a ulaşmayacağını, sadece ve
sadece takvanın ulaşacağını açıklayan Hac sûresinin 37. âyeti de aynı konuyu
vurgulamaktadır. İnsan kurban keserken günlündeki niyetin, samimiyetin
yoğunluğu, onun kabul edilmesini temin etmektedir.
Burada şu soruyu sormak
zorundayız: Hz. Âdem'in oğlu Hâbil takva ile kurbanın kabul edilmesi arasındaki
bağlantıyı kuracak kapasitede miydi? Onlar takva kavramını kullanacak kadar
dinî tahsil almışlar mıydı, yoksa âyetteki Âdem oğlu kavramından, birinci
derecedeki oğullar değil de neslinden gelen daha sonraki iki kardeş mi
kastedilmektedir?
Âyette Kabil ile Hâbü'in
isminin geçmemesi buna delil olamaz mı? "O zaman bu olgu, daha sonraki
nesillerde meydana gelmiştir" deme imkânını elde etmiş oluruz. Meselâ
A'râf sûresinin 31. âyetinde "Ey Âdemoğulları" ifadesi yer
almaktadır. Diğer bir âyette "Biz hakikaten Âdem oğlunu şan ve şeref
sahibi kıldık" (İsrâ 17/70) derken, birinci derecedeki Âdem oğlunu
kastetmemektedir.
Ama âyetteki "Âdem oğlu"ndan
kasıt, Hz. Âdem'in birinci derecede ki çocukları Kabil ile Hâbil ise, o zaman
Hz. Âdem'in onlara takvanın ne olduğunu anlatacak derecede eğitim verdiğini
söylemekte bir sakınca yoktur. Ama bu eğitimin çocuklardan Hâbil'e etki ettiği;
fakat Kabil'e hiç etki etmediği sonucuna da varıyoruz. Bu sonuçtan şuraya
gitmek de mümkündür: Aynı babanın çocuklarının aynı derecede aile eğitimi
alamadıkları ortaya çıkmaktadır. Ebeveyn çocuklarını yetiştirirken,
çocuklarına aynı derecede etkili olamamaktadırlar. Bunun diğer bir örneği de
Hz. Nuh'un oğludur.
Ama belli ki Hz. Âdem,
Allah'ın müttakilerin ibadetini kabul edeceği bilgisini çocuklarına vermişti.
3.
Mâide sûresinin 28. âyetini
dikkate aldığımız da takvanın başka bir boyuttaki etkinliği ortaya çıkmaktadır:
"Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi
sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki ben, âlemlerin rabbi olan Allah'tan
korkarım."
Bu konuşmayı yapan insanın
takva sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Takva sahibi olan biri, insan öldüremez
ve Allah'tan korkar. Sebep-sonuç ilişkisi içinde âyeti düzenlersek, Allah'tan
korktuğu için insan öldürmez. Takva kelimesinin bir anlamı da "sakınmak,
korunmak" olduğuna göre Allah korkusunun yanlış hareketten koruduğu kimse
muttaki, eylemi de takvadır. Bu ruh olgunluğuna sahip olan insanın ibadetini
Allah'ın kabul edeceği bilgisini, Hz. Âdem'in oğullarına vermiş olduğu
sonucuna ulaşıyoruz.
Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Eğer bu çocuklar Hz. Âdem'in birinci derecede çocukları idiyseler, öldürme fikrini nereden öğrendiler? Bir insanın, bir insanı öldürme tecrübesi yaşanmış mıydı? Kabil Hâbil'e "Seni öldüreceğim" (Mâide 5/27); Hâbil de "Ben seni öldürmek için elimi uzatmam" (Mâide 5/28) derken, insanın insanı öldüreceği fikrini nereden aldılar? Bu soruların cevabını verebilmek için "Âdemoğlu" ifadesinin birinci derecede oğlu değil de, daha sonraki nesillerden oğulları olarak almak gerekiyor.
4. Mâide sûresinin 29.
âyetinde Hâbil'in, ya da daha sonraki oğulların aldığı din eğitiminde derin bir
bakış açısı kazandığı ortaya çıkmaktadır: "Ben istiyorum ki, sen, hem
benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın:
Zalimlerin cezası işte budur." Demek ki Hâbil, ya da sonraki bir oğul,
katil olan birinin öldürdüğü insanın günahlarını yükleneceği bilgisini
öğrenmişti. Dikkat edilirse, muttaki olduğu halde Allah'tan korkup yanlış bir
davranışta bulunmayacağım söylediği halde günahsız olduğu iddiasında
bulunmaktadır. "Benim de senin de günahını yüklenesin" diyor.
Başkasının günahını
yüklenmek anlamına gelen katil eylemi, zulüm olarak tanımlanmakta ve bunun
cezasının da cehennem olacağı tesbiti yapılmaktadır. Böylece Hâbil ya da
sonraki bir oğul, katil, günah, zulüm ve cehennemde yanan olmak gibi çok
önemli kavramları bilmekteydi. Bunu o derece biliyordu ki, kardeşiyle olan
konuşmasında doğal olarak bu kavramları kullanmıştı.
27-29. âyetlerden şu
genellemeye varabiliriz: Anne babalar veya eğitimciler çocuklarına veya
öğrencilerine din eğitimi verirken, neleri ve nasıl öğretmeleri gerektiğinin
programını burada buluyoruz: İbadetin Allah tarafından kabul edilmesi için
ibadeti yapanın hangi ruh yapısında olacağı, takvanın görevi, Allah korkusu,
insanı öldürmenin zulüm olduğu ve insanı cehenneme götüreceği, katledenin,
öldürülenin günahlarım yükleneceği gibi din eğitiminin ana konulan ele alınmalı
ve öğretilmelidir. Âdem'in iki oğlunun yaşadığı hadise bir eğitim programım
sunmaktadır. Hâbil'in yaptığı bu konuşma, Kabil'in ihtirasını, nefsinin
itişini ve etkisini engelleyemedi: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye
itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu."
Bu âyette yer alan tavve'a kelimesi "itti, sürükledi, ısındırdı" mânalarına gelmektedir. Fakat esas mânasını Yûsuf sûresinin 53. âyeti vermektedir. Çünkü nefis kötülüğü emreder. Kabil'in nefsi ona kardeşini öldürmeyi emretti. Bu kelime, bütün bu mânaları kapsamına almaktadır.
Dikkat edilirse emreden,
iten sürükleyen nefsin kendisi olduğundan özne durumundadır. Sanki nefis canlı
bir varlık olarak emredebilmekte, insanı etkileyebilmektedir. Kabil'i nefsi,
kardeşini öldürmeye itince, o da nefsinin emrini yerine getirerek kardeşini
öldürdü. Böylece kıskançlık yüzünden kardeşin kardeşi öldürme olgusu insanlık
tarihindeki yerini almış oldu.
Âyetin sonundaki
"kaybedenlerden oldu" ifadesi, öldürme olayının insana manen iflâsı
getirdiğine işaret etmektedir.
Şimdi geriye dönersek
Semerkandî'nin Mâide sûresinin 21-26. âyetlerine getirmiş olduğu yoruma bir
daha bakabiliriz. Kutsal topraklan gönül, onun kapışım akıl ve bulundukları yeri
nefis olarak aldığımızda Allah, İsrâilo-ğullan'na nefis ülkesinden, gönül
ülkesi denen kutsal topraklara girmelerini emretmişti. Bu yorumun doğruluğunu
30. âyette yer alan nefis ve onun etkinliğine bağlayabiliriz. Nefis ülkesinde
kalan insanlar birbirlerine düşman olurlar; nefsin emrine girer ve onu tanrı
haline getirirler. Bu tanrı kardeş kanı isterse bunu insana yaptınr. Allah
nefis ülkesinde kalıp, gönül ülkesine girmeyenlere Hz. Âdem oğullarını örnek
olarak anlatmaktadır.
Mâide sûresinin 31. âyetinde
bir tecrübe ile Kabil'e, öldürdüğü kardeşinin cesedini gömmesi öğretildi. Yeri
eşeleyen bir karga, Kabil'e kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösterdi.
Kabil kuş kadar olamadığını
düşünerek yaptığından pişmanlık duydu. Karga ihtirası temsil ettiğine göre,
nefis ülkesinde ihtiraslar vardır. Bu ihtiraslar kardeş kanı akıtıp her tarafı
mezarlık haline getirir. İsrâiloğullan'ndan girmeleri istenilen kutsal
topraklar ülkesi denen gönülde sevgi çiçekleri yetişirken, nefis ülkesinde hep
kardeşlerin öldürdüğü insanların cesetleriyle dolu olacağı vurgulanmaktadır. Bu
nefis ülkesi pişmanlık ülkesidir; yani yapılan yanlış işlerin doğurduğu
pişmanlıklarla dolu olan bir ülke. İsrâiloğullan Hz. Musa'dan böyle bir ülkede
kalmalarını istediklerinden Allah bu açıklamayı onlara yapmaktadır.
Nefis ülkesinde kalmakta
ısrar eden, akıl kapısından gönül ülkesine girmeyi ısrarla reddeden toplumlar
hedefsiz kalacaklarından, birbirlerine düşman olacak ve birbirlerini
öldüreceklerdir.
[33]
32. İşte bu yüzdendir ki
fsrâiloğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk
çıkartmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanlan
öldürmüş gibi olur. Her kim bir can kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi
olur, Peygamberlerimiz onlara apaçık. ., deliller getirdiler; ama bundan sonra
da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmektedirler.
Bu âyetin hem Tevrat'ta hem
de Kur'an'da yer aldığını görüyoruz. Âyette yer alan ilâhî bir değerlendirme vardır:
1. Öncelikle Kabil'in Hâbil'i
öldürmesinden dolayı bu değerlendirmenin yapıldığına dikkat çekilmektedir.
Dolayısıyla sebep-sonuç ilişkisi gündeme getirilmektedir.
2.
Kim haksız yere veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Demek ki haksiz yere bir cana kıymak, bütün
insanlığı öldürmek kadar önem taşımakta ve o ölçüde bir suç işlenmesine sebep
olmaktadır. Bir canı bütün insanlığa denk tutan bu açıklama, bir ferdi insanlık
kadar genişletmekte, bütün insanlığı bir fertte görmektedir.
Âyetin bu kısmında yer alan
fesad kavramı "toplumun düzenini, bozacak kadar bozgunculukta ileri
gitme"yi ifade etmektedir. Toplumun bağımsızlığına ihanet etmek,
güvenliğini tehdit edecek davranışlarda bulunmak ölüm için yeterli sebep
olmaktadır.
İnsanı haksız yere öldüren
veya toplumda bozgunculuk yapan insanlar ölümü hak etmektedirler. Bunun dışında
bir cana kıymak, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir suç ve günahtır.
Demek ki insan öldürme iki yönden ceza görecektir, birincisi adam öldürmenin
dünyevî cezası, ikincisi de âhirette-ki cezadır. Nisa sûresinin 93. âyetinde
anlatıldığı gibi: "Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî
kalıcı olmak üzere cehennemdir."
Yüce Allah neden bir insanı
bütün insanlığa eşit tutmaktadır? Haksız yere bir insanı öldürmek ki Kabil
kardeşi Hâbil'i böyle öldürdü; bir gönülü, bir beyni ve bir nefsi, bir sevgiyi,
bir imam öldürmektir. Gönüle, sevgiye, imana, beyne mermi atan insan insanlığı
öldürmüş demektir. Çünkü insan gönlü dünyadan daha geniştir.
3. Her kim bir canı kurtarırsa
bütün insanları kurtarmış olur. Âyetin bu kısmında ahyâ kelimesi yer almaktadır.
Kelimenin asıl mânası "Cana hayat vermektir." Biz bunun mânasını
"kurtarmak" şeklinde vermeyi daha uygun buluyoruz. Pek çok meâlci de
"kurtarmak" mânasını tercih etmiştir.
Ama kelimenin kişiye göre
mâna kazanacağını söylemekte de yarar vardır. Meselâ anne için düşünülürse, o
bir canı kurtarmıyor, o bir insana can veriyor. O zaman kelimeye, "can
vermek" mânası verilmelidir. Ama bir doktor ölmek üzere olan bir hastayı
tıbbî müdahalelerle ve ilâhî takdirle hayata döndürüyorsa, canı kurtarmış
oluyor.
Bütün hızıyla devam eden bir
savaşı durdurmak için gayret sarfeden ve durduran insanlar da canlan
kurtarmaktadırlar. Açlıktan ölmekte olan insanlara gıda yardımı yapan
insanlarla çeşitli tabiat âfetleri sebebiyle hayatını kaybetmek üzere olan
insanları kurtaranlar da aynı görevi yapmaktadırlar.
Şimdi geriye dönüp Mâide
sûresinin 27. âyetindeki Hz. Âdem'in oğullan olgusuna bir daha bakalım. Madem
ki Mâide sûresinin 32. âyetindeki değerlendirmenin alt yapısını Hz. Âdem'in
oğullarının olgusu teşkil ediyor, O zaman Allah İsrâiloğullan devrine kadar
bekledi mi sorusuyla karşılaşmak doğaldır. Demek ki, İsrâiloğullan dönemine çok
yakın bir zamanda kardeş kardeşi öldürmüştür; buradaki kardeşler Hz. Âdem'in
birinci derecedeki çocukları değildir. Mâide sûresinin 32. âyeti bizi bu sonuca
götürmektedir.
4.
Peygamberlerimiz onlara
apaçık deliller getirdiler, ama bundan sonra da onlar çoğu her çeşit aşırılığa
devam ettiler. Âyetin bu kısmındaki "onlara" zamiri, yahudi ve
hıristiyanlan içine alan İsrâiloğullarma gitmektedir. Dolayısıyla
İsrâiloğullarından birçok peygamberin geldiği anlaşılmaktadır.
Peygamberler,
İsrâiloğullan'na apaçık deliller getirdiler. Buradaki apaçık delil kavramı,
mucize anlamına gelmektedir. Mucize, vahiy gibi şeyleri getirenler, aslında
eğitim yapıyorlar demektir.
Mucize ve vahiyle yapılan
eğitim onları terbiye etmek için etkili olamadığından, ya da onlar bu
eğitimden yeteri kadar istifade edemediklerinden onların çoğu yeryüzünde
aşırılıklarına devam ettiler.
Bu aşın gitmeleri ne anlama
gelmektedir? Allah'a verdikleri sözü bozdular, insanlara lanet ettiler,
Allah'ın kelâmını değiştirdiler, Allah'a iftira ettiler, haksız yere
peygamberleri öldürdüler, özellikle insanları acımasızca öldürdüler. Bütün bu
eylemler, onlann çoğu tarafından işlenmeye devam etti ve peygamberlerin apaçık
delilleri onlann bu davranışlannı ortadan kaldırmadı.
Müsrif kelimesi israfa
girmek olduğundan hem ekonomik, hem de ahlâkî bir mâna yüklenmektedir. Her iki
anlamda da ilâhî eğitimde yer almakta ve Kur'an'ın temel kavramlan arasında
bulunmaktadır. Bu noktadan hareket edersek diyebiliriz ki, ekonomik ve ahlâkî
bakımdan aşırılıkları ortadan kaldırmak ilâhî eğitimin amacını teşkil ettiği
için, din eğitimi de aynı amacı gütmelidir. İnsan psikolojisini, sosyal ve
ekonomik hayatı ve hatta hukuku kirleten bu aşırılıkla mücadele vermek erdemli
bir eylem olmaktadır.
Müsrif insan veya insanlar,
teşkilâtlandıktan zaman toplumun emeğinin, gelişiminin, güzelliklerinin,
erdemlerinin kanını akıtma faaliyetlerini gerçekleştirmektedirler. İnsan
öldürenler beyin, gönül ve sevgi denen dünyaya denk değerleri öldürürken;
toplumda aşın gidenler de toplumun kanım akıtmaktadırlar. Toplumda aşırı
gitmenin başka bir tanımı Mâide sûresinin 2. âyetindeki şu kısımdır:
"Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." Topluma, Allah'ın
günah saydığı ve düşmanlık duygularını salmanın uğruna birbirleriyle yardımlaşıp
örgüt kuranlar, toplumun saadetini, dirlik düzenini, birlik beraberliğini
katletmektedirler. Allah bu insanlara müsrif sıfatını vermektedir.
Yüce Allah insanlık
tarihinden örnekler vererek insanlığı geriye götüren unsurlara dikkat
çekmektedir.
[34]
33. Allah'a ve Peygamberi'ne
savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymak için gayret gösterenlerin cezası,
ancak ya öldürülmeleri ya asılmaları, yayut el ve ayaklarının çaprazlama
tasilmesi, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki
rüsvalığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.
34. Ancak, siz Icertdiierini
yenip ele geçirmeden önce tövbe edeıriei' müstesnadır: Biliniz ki Allah çok
bağışlayıcı ve esirgeyİddif.
1.
Allah 32. âyette bir kişiyi
öldürmenin ne derece büyük bir suç ve günah olduğunu, ama bir insanı
kurtarmanın da ne derece büyük bir erdem olduğunu anlatmıştı. Aslında bu
açıklama 32. âyetin alt yapısını teşkil etmektedir. Allah'a ve Peygamberi'ne
savaş açmanın ve yeryüzündeki dirlik düzeni bozma gayretinde olmanın ne derece
büyük suç ve günah olduğunu ve bunun hukukî boyutunu vermektedir.
Allah'a ve Peygamberi'ne bir
insan veya toplum nasıl savaş açar?
iman edenler! Allah'tan
korkunuz. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkediniz.
Şayet bunu yapmazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılan savaştan
haberiniz olsun.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki,
faiz vasıtasıyla haksız kazanç elde etmek, emek sarfetmeden kamunun ekonomik
değerini gasbetmek Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmaktır.
Haksız yere insan kam
akıtmak Allah'a ve onun emirlerini tebliğ eden peygamberine savaş açmaktır.
Yüce Allah'ın insanlığın faydasına koyduğu evrensel değerlerden insanları
koparmak O'na savaş açmaktır.
2. Yeryüzünde düzeni bozmaya
çalışanların yaptıkları iş, Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmaya denk bir iş
olmaktadır. Yeryüzündeki düzeni bozmanın anlamı nedir? İnsanlığın siyasî
istikrarını bozmak, milletlerarası ilişkileri yörüngesinden çıkarmak;
insanlığın ahlâkî yapısını doğa kanununu zorlayacak kadar bozmaya çalışmak;
insanlığın fikri yapısını sahte felsefelerle bozmak ve bu konuda
teşkilâtlanmak, bu sorunun cevabını teşkil etmektedir.
Haksız yere savaş açmak,
yeryüzünde bozgunculuk gayretinde bulunmak gibi iki dehşet verici eylemi
yapanlara dünyada ceza; âhirette de azap vardır. Dünyevî hukuk bakımından
uygulanacak cezalar şunlardır: a)
Ölüm, b) çarmıha gerilmek, asılmak, c) el ve ayaklarının çaprazlama
kesilmesi, d) tehcir (bulundukları
yerden sürülmek) yani sürgün cezası verilir.
Farklı cezaların
uygulanması, modern hukuka şu ilkeyi getirmektedir: İşlenen bir suça, farklı
cezalar uygulanabilir. Ceza hukuku, suça verilecek farklı cezalan koyar; hâkim
bunlardan birini tercih edip uygulamasını hükme bağlar.
Bu ilke bizi şuna getirmektedir: Bir zaman, bir suça uygulanan ceza şekli ve miktarı, başka bir zaman değiştirilebilir. Meselâ yukarıdaki cezalardan ölüm cezası hariç diğerlerini farklı şekilde anlayıp uygulamak mümkündür. Asılma cezasıyla el ve ayakların çaprazlama kesilmesi olayını şiddetli eziyet yapmak şeklinde anlayıp uygulayabiliriz. Son maddede yer alan "tehcir", yani sürgün cezasını, hapsetmek şeklinde anlayıp uygulayabiliriz.
Peygamberlere açılan savaşta
sürgün olayı vardır. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinin
arkasında Mekke müşriklerinin ağır baskısı vardı. Onların açısından düşünülürse
peygamber ve onun arkadaşlarım sürgüne gönderdikleri anlaşılmış olacaktır.
Ceza hukuku bakımından
uygulanacak cezalarda çeşitli seçenekler sunulmaktadır. Bu durum ceza hukukunun
önemli bir ilkesini gündeme getirmekte ve öğretmektedir.
3.
İşte bu, onların bu dünyada uğradıktan
zillettir. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.
Âyetin bu kısmında cezanın,
dünyevî ve uhrevî olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Burada dünyevî cezanın
zillet olduğu beyan edilirken, insanlığın düştüğü duruma işaret edilmektedir.
Demek ki Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmanın
suç tarafı olduğu gibi, günah tarafı da vardır. Suç tarafı dünyevî ceza ile, günah
tarafı da âhiretteki azapla karşılık görmektedir.
4.
Ancak, siz kendilerini yenip
ele geçirmeden önce tövbe edenler müstesna; biliniz ki Allah çok bağışlayıcı ve
esirgeyicidir. 33. âyette belirtilen savaş ve bozgunculuk alevlenmeden,
topluma ve insanlığa sıçramadan önce tövbe ederlerse, dünyevî cezadan
vazgeçilmesi gerekir. Zaten Allah, onlara uygulayacağı uhrevî cezayı
bağışlamaktadır.
Dikkat edilirse Allah burada
cezalandırmanın dışında kalacak sınırı tayin etmektedir. Bu sınır, savaşın ve
bozgunculuğun ateşi insanlığa zarar vermeden evvel dönüp savaş ve bozgunculuğun
alevini söndürmektedir. Âyette bu tövbe olarak nitelendirilmektedir. Pişman
olup vaktinde dönmeyi ifade eden buradaki tövbe, müslümanlann, bunları
yapanlara karşı zafere ulaşmalarından önce olmalıdır. Bir bakıma, müslümanlann
güçlü hale gelmelerinden önce onlara karşı savaştan ve bozgunculuktan
vazgeçmeyi ifade etmektedir.
Demek ki müslümanlarla
başlatılan savaş sürecini, müslümanlann güçlü olma döneminden önce kesmek
gerekiyor. Bu süreci kesmenin, dünyevî ve uhrevî cezayı kaldıracağını Allah
garanti altına almaktadır. Savaş suçlusu ve bozguncu sıfatını almadan güç
elindeyken bundan vazgeçmeyi öngörerek, bir taraftan caydırmakta diğer taraftan
dönüşü de teşvik etmektedir.
[35]
35. Ey İman edenler! Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz. O'na daha yakın olmaya çaıltşın» ve
O'nur yolunda cihad edin ki kurtuluşa
eresiniz, ..
Yüce Allah bu âyette
kurtuluşa, mutluluğu ve zafere götürecek olan üç ameli sıralamaktadır:
1.
Allah'tan sakınınız.
Muhammed Esed, Kur'an Mesajı adlı eserinde, "Allah'tan sakmma"da ki
takva emrini, haklı olarak Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma
şeklinde meâllendirmektedir. Aslında takvaya verilen bu iki mâna aynı şeyi
ifade etmektedir.
Kurtuluşa, yani zafere giden yolun birinci eylemi, gönülde başlamakta ve kendini samimiyet, sakınma ve bilinç olarak ortaya koymaktadır. Burada takva insanın Allah'a yaklaşmasını önleyecek günahlardan uzak kalması anlamım da ifade etmektedir.
2.
Allah'a yaklaşmaya yol
arayınız. İnsanı manen Allah'a yaklaştıracak amelleri üretmek gerekiyor. Vesile
kavramı "vasıta" anlamına geldiği için burada "yol"
mânasını vermeyi uygun bulduk. Bazı çevrelerde, buradaki Allah'a götürecek mürşidler
mânası verildiği görülmektedir.
Bu durum insanı imandan
çıkaracak bir nitelik arzetmektedir. Eğer mürşid "öğretici, eğitici"
mânasına alınıyorsa o, örnek ahlâkî davranışlar, doğru fikirler sergileyerek
insanlara doğru yolu gösterebilir, doğruya yönlendirebilir, ama asla Allah ile
kul arasına girip kulu Allah'a yaklaştıramaz. O zaman meleklere tapanların
gösterdiği mazeretin durumuna düşme tehlikesi ortaya çıkar: "Dikkat et,
halis din yalnız Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine birtakım dostlar
edinenler; onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,
derler" (Zümer 39/3).
Vesile kelimesini vesele
kalıbından yüklem olarak alırsak "yaklaşmak"; âyette geçtiği vesîle
kalıbından isim olarak alırsak "yol, makam" mânasına gelir. Meselâ
hadiste makam anlamını ifade etmektedir: "Allahım! Ey bu çağrının,
başlayan namazın sahibi, Muhammed'e vesile ve fazilet ver; onu kendisine söz
verdiğin yüce makama ulaştır!"[36].
Allah'a yaklaştıracak olan
yol insanlığın gönlünden, beyninden ve nefsinden çıkıp iyi amelleriyle devam
etmektedir. "Allah'a yaklaştıracak yolu arayınız" derken, bir
düşüncenin yanlışlığım da ortaya koymaktadır. Müslüman geçmişlerinin
yaptıklarıyla övünmemeli; kendi yaptıklarıyla Allah'a doğru yol alabileceğinin
bilincinde olmalıdır. Başkalarının ürettikleriyle, başka bir toplum medeniyette
yol alamayacağı gibi, başkasının amelleriyle de Allah'a doğru yücelemez.
Vesileyi insanın kendisi
aramalı ve o makamı kendisi hak etmelidir. Zaten Allah, onu hak; etmeyene asla
vermeyecektir. Âyetin birinci emri olan takva bu bilincin kendisidir.
3. Allah'ın yolunda cihad
ediniz. Allah yolunda cihad etmenin mânası, küçük sebeplerle insanlığı savaşa
sürüklemenin yanlış olacağıdır. Büyük sebeperden dolayı savaşmak için bu
ifadeye yer verilmektedir. Yoksa her şeye Allah'ı bahane edinerek savaşmak
doğru değildir.
"Allah'ın yolu"
nedir? Din yoludur, iman yoludur, hürriyet yoludur, haklar yoludur. Bir toplum
dinin kökünü kazımaya çalışırsa, iman edenlere ağır zulüm uygularsa, hürriyetin
yolunu tıkarsa, haklan çiğnerse, namusa saldırırsa, Allah'ın yolunu çiğniyor ve
tıkıyor demektir. Bu yolu açık tutmak için cihad yapılabilir. Uğruna
savaşılacak olan değerler bunlardır.
Âyetin bu kısmındaki cihad
kavramı, nefisle olan cihadı da kapsamına alabilir. Takva, Allah'a yaklaşma; bu
da akıl ve gönül işi olduğuna göre, cihad da nefis işi olmalıdır. İnsanın ya
da müslümanın kendi nefsiyle cihad etmesi en büyük ibadetlerden biridir.
Nefsin olgunlaşması, kötüyü emreden seviyeden, kendini kınayan, ilham alan ve
doyuma ulaşan bir seviyeye gelmesi bir eğitim işidir. O zaman bu mânadaki cihad
bir eğitim faaliyeti olmaktadır.
Aslında savaşın, nefis gibi
azan toplumları, terbiye etme niteliği de vardır. Nefisle cihadın da eğitici
bir özelliği bulunmaktadır. Olgunlaşmamış nefsin yönü dünyadır. Ama aklın yönü
Allah'tır. Nefisle akıl bu özelliklerini gönle aktarmak isterler ve gönül
uğruna savaşırlar.
Bu yorumdan sonra
diyebiliriz ki aklın yolu Allah'ın yoludur; onun teslim aldığı gönül yolu da
Allah'ın yolu olmaktadır. Aklın gücünü dünyaya hâkim kılmak için verilen her
çeşit mücadele cihad kavramının kapsamına girmektedir.
4.
Kurtuluşa erersiniz. Ayette
emredilen bütün eylemlerin çoğul olduğuna dikkat edersek, sonucun da yani
kurtuluşun da toplumsal olduğunu göreceğiz.
Âyette hedeflenen kurtuluş, mutluluk,
zafer ferdî mânada düşünüleceği gibi toplumsal mânada da düşünülmelidir. Ferdî
mânada kurtuluş ya da mutluluk, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olma,
Allah'a yaklaşmanın yolunu arama ve nefsi ile cihad etmeye bağlıdır.
Toplumsal mânada mutluluk,
kurtuluş ve zafer, toplumun ortak ihlâsı anlamına gelen takva, ortak yönelişi,
Allah'a giden yolu araması ve ortak savunması anlamına gelen savaşın
gerçekleşmesine bağlıdır.
Yüce Allah burada Kur'an
vasıtasıyla inananlara rehberlik yapmakta, onları yönlendirmekte, eğitmekte,
bilgilendirmekte ve çıkış yolunu göstermektedir.
Mâide sûresinin 27. âyetinde
itibaren 32. âyete kadar "öldürme" kavramı; 33 ile 34. âyetlerde
savaş kavramı, 35. âyette de cihad kavramı ele alınmaktadır. Katil, savaş ve
cihad kavramları bu âyetlerde gelişigüzel kullanılmamaktadır. Harp kavramı,
amacı güzellikler olmayan, daha çok güzellikleri yok etmeyi hedefleyen
çatışmanın adıdır. Onun için Allah'a ve Peygamberi'ne açılan savaşa harp denmiş
cihad denmemiştir.
Ama güzellikleri getirmek,
doğruyu ve hakikati insanlığa yaymak için yapılan mücadeleye cihad denmektedir.
Mücadele niyete göre katil, savaş veya cihad olur.
İnsanlığı yüceltmeyi
engelleyen mikroplan temizlemek, akim ve gönlün yolunu temizlemek, akim ve
gönlün yolunu tıkayanların gücünü kırmak, insanlığın üstüne karabulutların
gelmesini isteyenleri engellemek ve insanlığa mutluluğu çok görenleri devre
dışı bırakmak cihad kavramının eylemsel boyutunu ifade etmektedir. Savaşı
ibadete dönüştüren, bu niyetler ve amaçlar olmaktadır.
Onun içindir ki
"korumak" anlamına gelen takva birinci sırayı almış, daha sonra
Allah'ın yolu, daha sonra da o yol uğruna mücadele ele alınmıştır. Çünkü cihad,
takva denen ihlâsı, samimiyeti ve bilinci ister, Allah'ın yolunun bilinmesini
şart koşar. Çünkü bilinçli olmayan ve Allah'ın yolunun ne olduğunu bilmeyen,
Allah yolunda cihad yapamaz, yaparsa yapmak yerine yıkar.
[37]
36. Şüphe yok ki kâfirler,
yeryüzündeki her şey ve bunun yanında bir o kadarı da kendilerinin olsa, kıyamet
gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul
edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.
37. Ateşten çıkmak
isterler, fakat onlar oradan çıkamazlar. Onlar için devamlı bir
azap vardır.
Âyet, inkâr, fidye ve azap denen âhiretteki ceza konularını işlerken,
inkârdan caydırmayı hedef almaktadır. İnkâr psikolojisi, nefsin gönüldeki
etkinliğinin işareti olmaktadır. Kötüyü emreden ham nefsin gönüldeki terörist
faaliyetlerinin en tahrip edici etkinliği, inkârdır. Şimdi bu inkârın insanın
manevî âlemini ve Allah'ı ile olan ilişkilerini ne kadar yaraladığını âyetin
devamından anlayacağız.
1. Fidyenin kabulünü
imkânsız hale getirir. "Yeryüzündeki her şey ve bunun yanında bir o kadarı da
kendilerinin olsa, kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye
verseler, onlardan asla kabul edilmez".
Yüce Allah Kur'ân'da insanların gönüllerinin kaynaşması için yeryüzündeki
her şeyin harcanmasının yeterli olamayacağına (Enfâl 8/63), maddenin üzerinde
kaynaşmanın gerçekleşmeyeceğine dikkat çekerken, burada yeryüzündeki her şeyin
iki katı verilse bile, inkâr edenin azaptan kurtulamayacağını vurgulamaktadır.
Yeryüzündeki her şeyin ve onun iki katı ifadesiyle, anlatılanın imkânsızlığını
göstermek ve insan beyninin anlayacağı tarzda hitap etmeyi amaçlamaktadır.
Âyet, "Bazı yanlışların ortadan kaldırılmasında fidye vardır"
diyerek, hukuka fidye kavramını kazandırmaktadır. Fidye ödettirerek suçluyu
cezalandırmak, ceza hukukunun önemli bir aşaması, ilkesidir. Öldürme
olaylarında fidyenin olacağını Nisa sûresinin 92. âyetinde anlattık. Aynı
şekilde oruç ibâdeti ile ilgili durumlarda fidyenin devreye girebileceğini de
Bakara sûresinin 184. âyetinde açıkladık. Diğer taraftan münafık ve
kâfirlerden âhirette fidyenin kabul edilmeyeceği de Hadîd sûresinin 15.
âyetinde beyan edilmektedir:
artık ne sizden ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir; varacağınız
yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir!"
Mâide sûresinin 36. âyeti bu dünyadaki ve âhiretteki kanunu açıklarken, yani kâfirden fidye kabul edilmeyeceği hükmünü verirken, Hadîd suresinin 15. âyetinde onun uygulama alanına dikkat çekmektedir. Demek ki, münafık ile kâfirden fidye alınmayacak, ama fidye alınacak olanlar olacaktır. Yüce Allah fidye alınmayacakları belirlerken, fidye alınacakların olacağına işaret etmiş olmaktadır. Fidyenin bedel, karşılık mânasına geldiğini düşünürsek, âhiretteki cezalandırmada, yani ilâhî cezada ve dünyadaki cezalandırmada böyle bir uygulamanın önemli bir yeri olduğunu anlamış oluruz.
2. Elem verici azabı
getirir.
İnsanın işlediği günâhın cezası yanında, fidyenin kabul edilmemesi de ilâve bir
ceza olarak kabul edilmektedir. Buradaki elem verici azabın ne anlama geldiğini
bir sonraki âyet açıklamaktadır: "Ateşten çıkmak isterler, fakat onlar
oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır" (Mâide
5/37).
Fidyenin, yani bedelin kabul edilmediği azap, ebedî olan, kurtulun-ması
mümkün olmayan azaptır. 37. âyetin sonunda yer alan mukîm kelimesi, azabın
devamlılığını ifade etmektedir. Demek ki inkâr, bedeli ortadan kaldırmakta ve
azabı devamlı hale getirmektedir. Âl-i Imrân sûresinin 91. âyetinde
açıkladığımız gibi inkâr edip kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını
verseler bile fidye olarak kabul edilmeyecektir. Onlara ne af var, ne de ceza indirimi![38]
38. Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve
Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesiniz. Allah izzet ve hikmet
sahibidir.
39. Bu suçu işledikten sonra
tövbe edip kendisini ıslâh edene gelince, kuşkusuz Allah onun tövbesini kabul
eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir.
40. Bilmez misin ki göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah'ındır? O, dilediğini cezalandırır, dilediğini
bağışlar. Zira Allah her şeye kadirdir.
Bu âyetlerin birbirleriyle yakından alâkaları olduğu için, analizlerini
beraberce yapmayı uygun buluyoruz.
1. Hırsızlık insanlık tarihi
kadar eski, ahlâk dışı bir davranıştır. Çağlar hırsızlığın sebep ve
şekillerinde de değişim meydana getirmiştir. Haber vermeden bir ailenin bahçesinden
bir meyve almaktan tutunuz da, kamu mallarını çalmaya varıncaya kadar
hırsızlığın çeşitleri vardır. Kişilerin malını soymak, kamu malını çalmak gibi
küçükten büyüğe giden hırsızlık şekilleri vardır. Bir ferdin malını çalmakla,
kamuya ait bir şeyi çalmak aynı derecede hırsızlık olmamalıdır. Bir de bütün
insanlığa ait malı çalmak vardır. Bu, devletlerarası hırsızlığa girmektedir.
Teknolojinin gelişmesiyle dünya küçülmüş, devletlerarası ilişkiler ve ticarî
ilişkiler sınırları aşmış durumdadır. Ekonomik ilişkilerin önde gittiği
durumlarda siyaset, sömürüye alet olmaktan fazla bir şey yapamaz.
Dikkat edilirse çağımızın getirdiği siyâsî, ticarî ve sosyal
ilişkilerde sömüren ve sömürülenler oluşmuştur. Güçlüler güçsüzlerin elindeki
ekmeği almaktadırlar. Fakat bunlar siyasete ve hukuka egemen olduklarından,
hırsız diye nitelendirilmemektedirler. Onlar işini bilen insanlar olarak taltif
edilmekte ve hatta ödüllendirilmektedirler.
Teknolojinin gıda üretimine girmesiyle, hem üretim artmış, hem de
üretilen malların dağıtımı eskiye göre çok kolaylaşmıştır. Buna rağmen insanlığın
bir kesimi yoksulluktan kıvranırken, diğer bir kesimi de israfla iç içedirler.
İnsanlığın kahir çoğunluğu açlıktan feryat ederken ve bu feryatlar gökleri ve
yeri titretirken, sömürenlerin daldıkları aşın eğlenceden dolayı bu feryatları
duymadıklarına şahit oluyoruz. Elma çalan cezalandırılırken, büyük vurgunlar
vuranlar ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Kur'ân hırsızlığı önlemek için eğitimi ön görmüştür. Bu eğitim, kişiye
"çalma" diyerek verilmemekte, zenginlerin açları, fakirleri, yoksulları
doyurmaları emredilmektedir. "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için
bir hak vardır" (Zâriyât 51/19) buyurarak, hak kavramını bu alana sokmuş,
fakire yardım etmeyi bir seçenek olmaktan çıkarmış ve mecburî bir görev haline
getirmiştir.
Bir insana "zina etme, yalan konuşma, insan öldürme!"
denebilir, ama günlerce "Aç dur!" denemez. Burada söz konusu
insanlara yapılması gereken yasaklar koymak değil, karınlarının doyurulması ve
çalışacakları iş alanlarının açılmasıdır. Yoksa fakirler her zaman fakir ve
muhtaç halde tutulmamalıdır; çalışarak kazanma fırsatı onlara da verilmelidir.
Fakirliğin, yoksulluğun yaygınlaşmasının iki türlü tehlikesi vardır.
Bunlardan birini âyettten diğerini de hadîsten öğreniyoruz.
a) Fakirliğin yaygınlaşması ve
derinleşmesi, zenginlerin intihan durumuna gelebilir: "Allah yolunda
infâk ediniz. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız, iyilik yapınız,
çünkü Allah iyilik yapanları sever" (Bakara 2/195). Bu âyetten anlıyoruz
ki, fakirin elinden tutmamak zenginin intiharıdır. Yoksulluk hased, kin ve vb.
düşmanlık duygularını kabartıp, zengin fakir çatışmasına sebep olabilir. Böyle
bir çatışmanın vebali, yoksullukla mücadele vermeyenlerin omzundadır. Yüce
Allah buna "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" diyor.
Fakirlik ve yoksulluk sınırlarının genişleyip dünyayı kapladığını düşünürsek,
söz konusu intihamı bütün milletleri içine alacağını da hesap etmek gerekir.
b)
"Yoksulluk kolayca hakikatin inkârına
dönüşebilir[39]. Bu
hadîsten anlıyoruz ki, küfür kelimesi hem inkâr hem de nankörlük mânasına
gelmektedir. İnkâr mânasına alırsak, yoksullukla iman arasında bir bağlantı
kuran Hz. Peygamber, mide ile gönül arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.
Yoksulluk sadece gıda olarak alınmamalıdır. İnsanın aşırı derecede muhtaç
olması, onu imanından edebilecek duruma getirebilir.
Ekonomik bakımdan güçlü, fakat İslâm'a karşı düşmanlıklar besleyen bir
toplum, aşırı derecede muhtaç müslüman bir topluma yardım etmesi halinde, o
toplumun imanından, değerlerinden fedakârlığı dolaylı olarak şart koşabilir.
İhtiyaç altındaki o toplum, imanından fedakârlık yapabilecek ağır baskılar
altında kalabilir. Hz. Peygamber, yoksulluğun nasıl inkâra dönüşeceğine işaret
ederek, yoksullukla mücadele etmenin bir anlamda imanı korumak olduğunu
vurgulamıştır.
Demek ki yoksulluk iki tarafı keskin bıçak gibidir, kolayca zenginin
intiharına, yoksulun inkârına dönüşebilir. Hırsızlara uygulanacak cezanın
tatbikata konmasından önce İslâm dini, temel ihtiyaçların görülmesini şart
koşmaktadır. Toplumda kadın, erkek ve çocuklar, beslenmek için yeterli gıdayı
bulabilmeli, her ailenin barınma, eğitim ve sağlık ihtiyaçları giderilmelidir.
Bunları temin eden devlet ve halk, İslâm'ın önerisini hatta emrini yerine getirip
yoksullukla mücadelede başarılı olmuş demektir. Bu ihtiyaçların giderilmesi,
büyük bir sosyal güvenlik sistemidir. Çünkü açlığın olduğu yerde güvenlikten
bahsedilemez.
Başkalarının elindeki imkânı çeşitli yollarla elinden almak, toplumun
güvenliğine saldırıdan başka bir şey değildir. Demek ki büyük çapta kamunun
malını çalanlar, sadece hak yeme günâhını işlemiyor; aynı zamanda sosyal
güvenlik sistemini de yaralıyorlar. Kamu malını haksız yollardan ele geçiren
insanlar, haksız yollarla köşe dönmeye çalışanlar, sadece kendileri hırsızlık
yapmıyorlar; aynı zamanda kitlelerin fakirleşmesine sebep olup onların
hırsızlık yapmalarına da yol açabiliyorlar.
Bu şekilde toplumda kamunun malını haksız yere ele geçiren ve nihayet
insanlığı sömüren insanlara ne cezası uygulanmalıdır? Yüce Allah, uygulanacak
cezaya bir açılım getirerek şu emri vermektedir:
2.
"Onların ellerini kesiniz". Âyette
geçen f'akta'û = kesmek emri, kata'a kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime
fizikî anlamda bir şeyi kesmek mânasına gelmektedir. Ama bir cismi tamamen
kesmek mânasına geldiği gibi, o cisme bir çizik atmak anlamını da ifade
etmektedir.
Yûsuf sûresinin 31. âyetinde de, insanın, bıçağı kaçırıp kanayacak
şekilde elini kesmesi anlamını ifade etmektedir: "Kadın onların dedikodularını
duyunca onlara davetçi gönderdi. Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her
birine bir bıçak verdi. 'Çık karşılarına' dedi. Kadınlar Yûsuf u görünce onun
büyüklüğünü anladılar, (şaşkınlıkla) ellerini kestiler". Aynı kelime
burada, şaşkınlıkla bıçağı kaydırıp elin kesilip ka-natılması anlamını ifade
etmekte; eli kökünden kesmek mânasına gelmemektedir. Bu mânayı, yorumunu
yapmakta olduğumuz 38. âyetle birlikte düşünebiliriz: "Hırsızların elini
kesiniz!" derken, kökünden değil, iz bırakacak şekilde elini kesip
kanatınız, yani o iz, onun daima hırsız olduğunun kanıtı olmalıdır, şeklinde
anlamak gerekir. Aksi takdirde eli kesilen insan, çalışamayacak hale gelecek ve
topluma yük olacaktır. Yoksullaşan bu hırsıza bakmak zorunluluğu doğacaktır.
Bu açıdan bakınca Yûsuf sûresinin 31. âyetindeki mâna, buradaki 38. âyete
uygulanmalıdır.
Diğer taraftan 38. âyetteki yed (el) kelimesini, Kur'ân'da farklı
mânalarda kullanıldığını dikkate alarak yorumlamak gerekiyor. 38. âyetteki yed
kelimesi, Fetih sûresinin 10. âyetinde "kudret" mânasını ifade
etmektedir: "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" denirken,
Allah'ın kudretinin onların kudreti üzerinde olduğu amaçlanmaktadır. Böylece
işi yapan gücü temsil ettiği için "el"in, güç anlamına gelen
"yed" ile mânalandığı ortaya çıkmaktadır.
Buradaki elin, güç mânasını 38. âyete götürürsek şöyle bir anlam ortaya
çıkar: Hırsızların, hırsızlık yapma güçlerini ortadan kaldırınız, kesiniz,
engelleyiniz. Hırsıza, hırsızlık yapacak fırsatın verilmemesi, öyle bir ortamın
oluşmasına müsaade edilmemesi demek olur. Bu mânanın açlık sebebiyle çalan
hırsızlar için daha doğru olacağı bir gerçektir. Fakat bu durum aç olmayan,
servetinin hesabını bilmeyen, ama devlet malını, kamuya ait malları çalanlar
için, onların çalmalarına fırsat veren hukukî boşluğun oluşmaması mânasına da
alınabilir. Hırsızlığı engelleyecek ne varsa, âyetteki kata'a kelimesinin içine
girmektedir.
Eli ister bilekten kesme, isterse elinde bir iz bırakmak üzere kesme şeklinde olsun, burada hırsıza verilen cezanın ne olduğu, âyetin devamında açıklanmaktadır.
3.
"Ceza ve Allah'tan bir
ibret olarak". Demek ki hırsızlık eylemi cezasız kalmamalıdır. Ayrıca
verilecek cezanın ibret verici, yani caydırıcı bir yönü de olmalıdır. Allah
cezayı bu amaçla verdiğini
beyan etmektedir. Hırsızlık hem toplumun düzenine hem de mülkiyet
hakkına bir tecavüzdür. Kul hakkı yemenin dünyevî cezası budur, ama
uhrevî cezasının olacağı da bir gerçektir.
Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Hırsızlığa bu kadar ağır bir cezanın
verilmesinin sebebi nedir? Bilindiği gibi her günâh veya suçun ferde, topluma
ve Allah ile olan ilişkilerdeki olumsuz etkilerine göre cezası vardır.
Hırsızlığın sebep olduğu haram lokmanın en önemli etkisi, ailenin ve
giderek toplumun asaletini bozmasıdır. Daha önce A'râf sûresinin 20. âyetine
işaret ederek şu yorumu çıkarmıştık: Hz. Âdem ile eşi yasak ağaçtan yiyince
avret yerleri açıldı. Bunun anlamı şudur: Haram lokma, haya duygusunu iptal
etmektedir. Haya duygusu iptal edilen insanda iffet de bulunmaz. Demek ki her
haram lokma, haya ve iffet duygusuna bir mermi gibi saplanmaktadır.
Haram lokmanın yaygınlaşması, zamanla toplumun asaletini yaralamakta
ve ahlâkını çökertmektedir. Bu öylesine sinsi bir hastalık olarak yayılmaktadır
ki, belirtilerini anlamak ve teşhis etmek imkânsızdır. Haram lokmanın meydana
getirdiği asalet yarasına ilâç bulmak da zordur. İşte hırsızlığın elde ettiği
haram lokmanın tahribatını gidermenin imkânsızlığı sebebiyledir ki, caydırıcı
ceza konmaktadır.
4.
"Allah kudret ve hikmet
sahibidir". Âyetin sonunda azîz ve hakîm sıfatlarının gelmesi manidardır.
Azîz "kudret ve şeref sahibi" mânasına gelmektedir. Yüce Allah
hırsızlığı yasaklarken, cezayı bu sıfatı gereği koyduğunu beyan etmektedir.
Hırsızlık toplumun düzenini, kudretini ve manevî bakımdan asaletini yıktığı
için, bu eyleme müdahalesini bu sıfatlarıyla yapmaktadır. Diğer taraftan bunlar
hırsızlık konusundaki hükmü verenin imzasındaki sıfatlar olarak da konmuştur.
"Bu hükmü azîz ve hakîm olan Allah koymuştur" demek istenmektedir.
5.
Burada sorulacak diğer bir
soru da şudur: Hırsızlar her zaman, her yerde ve her şartta cezalandırılmalı
mıdır? Bu sorunun cevabını 39. âyet
vermektedir. "Kim (bu) haksız davranışından sonra tövbe eder ve
durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok
bağışlayıcı ve çok merhamet sahibidir".
Yüce Allah bu âyette hırsızlığı zulüm kelimesiyle ifade etmektedir.
Zulüm kelimesi suç, hatâ, haksızlık, karanlık iş mânalarına gelmektedir. Bu
kelime ile sadece ekonomik bir değerin çalınması değil, aynı zamanda sosyal bir
hakkın çalınması da ifade edilmektedir. Emaneti ehli olana vermemek de bir
nevi hırsızlıktır.
Hırsızlık suçunu veya günâhını işleyen kişi, öncelikle tövbe etmesi,
daha sonra da halini düzeltmesi gerekiyor. Tövbe ve halin düzeltilmesinin ardından
Allah'ın affı gelmektedir. Bu durum dünyevî cezasının affedileceği anlamına
gelmemelidir. Günâhını Allah affediyor, ama suçunun cezası devam edecek ve onu
çekecektir. O zaman şu soru ile karşılaşırız: Kul hakkı yiyen hırsız, hakkını
çaldığı kişiden helâllik almadan affı mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, 39.
âyetin ilk kelimesinde verilmektedir: Tövbe kavramının içinde, hakkını yediği
kişiye hakkını ödemek veya ondan helâllik alma da vardır. Ama öyle hırsızlıklar
vardır ki, ne ödenmesi ne de helâllik alınması mümkündür: Meselâ tüyü bitmedik
yetimin hakkının bulunduğu kamu malını çalanlar kimden nasıl helâllik alacaktır?
Onun için bu insanların tövbe etmeleri mümkün değildir. Buradaki tövbenin
sadece küçük hırsızlıkla alâkası vardır. Evrensel mânada insanlığı sömüren
milletlerin tövbe etmesine imkân var mıdır? Bunların kul hakkını ödeme
imkânları olmadığından, tövbe kapısından içeri giremezler.
Sadece söze dayalı bir tövbe yeterli değildir, kendilerini ıslâh etmeleri
gerekir. Halini düzeltmeyenin tövbesi kabul değildir. Demek ki Allah'ın
tövbeyi kabul edip affetmesi ve merhametini harekete geçirmesi için hakkın
ödenmesi ve tövbe için helâllik alınması ve halini düzeltmesi şarttır. Hak
ödenip helâllik alınarak kişi halini düzeltince, hırsızlıkların günâh boyutu
ile suç boyutu ortadan kalkmaktadır.
6. 39. âyette yer alan tövbe
ve hâlini düzeltme eylemlerinden sonra Allah'ın tövbelerini kabul edip
affetmesi olayının, insanlar tarafından ga-ripsenebileceği ihtimalini 40. âyet
ortadan kaldırmaktadır: "Bilmelisiniz ki, göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir". Buradaki mülkiyet kavramı hükümranlık
anlamına da gelmektedir. "Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar.
Allah her şeye hakkıyla kadirdir".
Kimin affedileceğini, kimin cezalandırılacağını bilen ve bu konuda
tasarruf sahibi olan Allah'tır. Suçun dünyevî cezasında affetme ve cezalandırma
hukuka ait olduğu halde; günâhın bağışlanması veya cezalandırılması tamamen
Allah'a aittir.[40]
41. Ey peygamber! Kalpleri inanmamış olduğu halde ağızlarıyla
"inandık" diyenlerden ve yahudilerden inkârda yarışırcasına koşanlar
seni üzmesin. Onlar daima yalana ve sana gelmeyenlere kulak verirler.
Kelimeleri yerlerinden değiştirirler. "Eğer size şu verilirse, hemen
alınız, o verilmezse sakınınız" derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek
isterse, Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın
kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik
vardır. Ve âhirette onlara ait büyük bir azap vardır.
Bu âyet müslümanlara karşı olanları, müslümanlarm aleyhinde casusluk
yapanları ve davranışlarıyla fitneye sebep olanları ele almakta, onların
inanç, düşünce ve davranışlarının analizini yapmaktadır.
1. Dili ile gönlü ayrı olanlar. Yüce Allah münafıkların öne çıkan
özelliklerinden birine dikkat çekmekte ve bunun ağızlarıyla inandık deyip
kalpleriyle inanmamaları olduğuna işaret etmektedir. "Kalpleriyle
inanmamış oldukları halde ağızlarıyla inandık derler". Ayetin bu kısmı,
Âl-i Imrân sûresinin 167. âyetinde şöyle geçmişti: "Ağızlarıyla
kalplerinde olmayanı söylüyorlardı". Aynı zamanda Fetih sûresinin 11.
âyetinde yer alan: "Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler"
açıklamasıyla da örtüşmektedir.
Dili ile gönlü arasında bile çifte standarta başvuranlar, bir grup oluştururlar. Onların birbirlerini bulmaları ve bir grup oluşturmaları zor değildir. İnsanlar onlardan çok çekmiş ve çekmektedirler.
2. Casusluk edenler. Yüce
Allah, âyetin ikinci kısmında, münafıklarla aynı davranışı ve inanışı paylaşan
grubu ele almaktadır: "Ve yahudilerden inkârda yarışırcasına koşanlar seni
üzmesin! Onlar daima yalana ve sana gelmeyenlere kulak verirler".
Küfürde yarışanların birinci grubu münafıklar, ikinci grubu da casusluk yapan yahudilerdir. "Her türlü yalanı can kulağı ile dinleyen " ifadesinin anlamı, casusluk yapmaktır. Hz. Muhammed ve onun getirdiği mesaj hakkında konuşulan iftiralara ve yalanlara kulak verir, onları dinleyip başkalarına götürürler. "Sana gelmek yerine başkalarına kulak verirler".
Bunun anlamını iki şekilde vermek mümkündür: Birincisi casusluk
ederler; ikincisi aydınlanmak için peygambere değil de başkalarına giderler.
Başkalarının yalanına değer verirler, ama peygamberin getirdiği mesaja değer
vermezler.
Bu iki grup inkârda yarışmaktadırlar. İnkârda yarışmak; imana karşı amansız saldırıda yarışmak demektir. Dili ile gönlü ayrı olan münafıklarla, yalana kulak verip peygambere itibar etmeyen yahudiler, küfürde yarışmaktadırlar. Bu geçmişte böyle olmuş, bugün olmakta ve gelecekte de böyle olacaktır.
Bunların bu eylemlerine karşılık peygamberin üzülmemesi istenmektedir,
ama tedbir de alınacaktır. Âyetin bu iki bölümü ile, münafığın psikolojik
davranışının analizi yapılarak peygamberin ve bütün inananların önüne konulmaktadır.
3. Kelimeleri değiştirirler. Âyetin üçüncü basamağında daha önce
Bakara sûresinin 79, Âl-i İmrân sûresinin 78, Nisa sûresinin 46, Mâide
sûresinin 13. âyetlerinde açıklandığı gibi, kutsal kitapta değişiklik konusu
ele alınmaktadır. "Kelimeyi yerinden kaydırıp değiştirmek", ilâhî
vahyin âyetlerini değiştirmek anlamına geldiği gibi, kanunları kendi menfaatlerine
değiştirmeyi de ifade etmektedir. Ayrıca "Aldıkları haberi değiştirerek
naklederler" mânasına gelmektedir. Bu tip insanların idarecilere danışman
olduğunu, basın mensubu olduklarını düşünürsek, yüce Allah, ne kadar önemli bir
uyarıda bulunduğu anlaşılmış olacaktır.
4.
Kendi
görüşlerini merkeze alırlar. "Eğer size şöyle (bir öğreti) verilirse,
onu kabul ediniz, o verilmezse uzak durunuz". Bu insanların fikrî
saplantıları vardır. Kur'ân mesajı o saplantılara uygun düşüyorsa, onu alırlar
ve başkalarına almalarını tavsiye ederler, ama kendi saplantılarına ters
düşerse, ondan sakınılmasını isterler. Bir bakıma, insanlara saplantılarını
ihraç ederek bulaştırmaya çalışırlar.
Bu tip insanlar zihnî saplantılarını baz olarak merkeze koyarlar. İlâhî mesajı, kendi düşüncelerine göre doğru ve yanlış diye ayırırlar. Böylece, ilâhî mesaja ikinci derecede değer verirler. İşte gerçek anlamda dîni istismar budur.
5.
Bunlara yardım fayda vermez. Yüce Allah âyetin devamında,
"Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı onun lehine
hiçbir şey yapamazsın".
Kalbi ile dili bütünleşmeyen münafıklar, her türlü yalanı can kulağı
ile dinleyenler, aydınlanmak için peygambere değil de başkasına gidip inkârda
yarışanlar, kelimeleri değiştirenler, kendi saplantılarını merkeze alıp ilâhî
vahyi onunla değerlendirenler, ilâhî takdîri saptırma yönünde çabalayanlardır.
6. İlâhî eğitimin dışmdadırlar. "Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek
istemediği kimselerdir". Küfürde yarışmaları, onları öyle bir duruma
getirmektedir ki, ilâhî eğitimin etkisini hissetmemekte ve gönüllerinin devamlı
kirli kalmasına sebep olmaktadırlar.
Âyetin bu kısmından, "Allah'ın gönüllerini temizlemek istediği insanların
olduğu" ilkesine de ulaşıyoruz. Demek ki ilâhî eğitimin yoğunlaştığı
merkezlerden biri kalplerin temizlenmesidir. Kalp temizliği, ilâhî muradın
kapsamı alanına girmektedir. İlâhî amaçlardan biri, kalpleri temizlemek olduğuna
göre, beşerî eğitimin ve özellikle din eğitiminin hedefleri arasında kalbi
temizlemek mutlaka olmalıdır.
Kalp denen manevî çevrenin kirletilmemesi bir eylem, kirlenen bu
çevreyi temizlemek de başka bir faaliyet olmaktadır. Temizlenmesini Allah'ın murat
ettiği gönül çevresi olduğu gibi, temizlemesini murat etmediği gönül de
vardır. Burada rolü oynayan kalpteki kirliliğin çeşididir.
7. Dünya ve âhiret cezası vardır. Yardım edilemeyen, kalplerinin
Allah tarafından temizlenmesi murat edilmeyen ve küfürde yarışan bu insanların
dünyadaki cezaları alçaklık, âhiretteki cezaları da büyük azaptır. Buradaki
cezanın gelecek nesiller için caydırıcı bir özelliğini söylemekte yarar vardır.
Netice olarak insanın gönlü, dili, kulakları, tutumları, davranışları, zihnî saplantıları, dünyada alçaklığı, âhirette de azabı getirmektedir. Bunlara üzülmeye değmez, çünkü Allah da onları terketmiştir. Demek ki insanların manevî açıdan eğitilmeleri mümkün değildir. Kalplerinin kiri silinmeyecek bir durum arzetmektedir.
Yüce Allah kimin eğitilemeyeceğini, kimin eğitilebileceğini ortaya
koymuştur. Gönül alanı ya da boyutu, eğitimin en zor uğraş vereceği bir
alandır. Kirli gönüle sahip insana hiçbir eğitici fikir, öğreti ve ilke yararlı
olamaz.[41]
42. Onlar yalanı can kulağı ile dinlerler; haramı tıka basa yerler.
Sana geldiklerinde ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer
onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir şekilde zarar vermezler. Ama aralarında
hükmedersen, adaletle hükmet. Allah âdil davrananları sever.
İlk bakışta anlaşılacağı gibi bu âyet, 41. âyetin devamıdır. Yahudilerin
davranışlarının analizine bu âyette de devam edilmektedir.
1.
"Yalanı can kulağı ile
dinlerler". Kulak denen duyu organını yerli yerinde kullanmayan bu insanların
tenkide uğramaları, bize ve daha sonraki nesillere bu organın ne kadar önemli
olduğunu anlatmaktadır. Yalanı dinleyen insanların beyninde yalana dayalı
bilgi, hüküm ve değerlendirme teşekkül edecektir.
Onun içindir ki "boş söz"e sırtını dönmek, ona kulak vermemek
müminin özelliği olarak takdim edilmektedir. "Müminler, boş ve yararsız
şeylerden yüz çevirirler" (Müminûn 23/3); "Rahmanın kulları yalan
yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakarla geçip
giderler" (Furkân 25/72).
Demek ki iman eden insanla iman etmeyen insanın farkı, dinleme
eyleminde de kendini göstermektedir. Buradan şu noktaya varıyoruz: Gönülde
teşekkül eden iman, kulak denen duyu organını çalıştırmaya yön vermektedir.
Yahudilerin imanlarındaki hastalık, onların dinleme eylemlerini disipline
edememektedir. Gönül ile dinleme eylemi arasındaki bağlantıya dikkati çeken
Allah, kirli gönüle sahip olanların yalanı can kulağı ile dinledikleri kuralını
koymaktadır. Sebep-sonuç ilişkisine göre bu analizle bize, kirli gönlün ve imansızlığın,
yalanı dinlemeye sebep olduğunu öğretmektedir.
2. "Durmadan haram
yerler". Âyetin bu bölümünde geçen suht kelimesinin fiil hali sahatadır.
"Bir şeyi köklemek" anlamına gelen bu kelime, ticaretle beraber
kullanılınca "haram kazanmak" mânasını ifade etmektedir.
"Boğazlamak; kabuk ve deri gibi şeyleri sıyırıp soymak; bereketi gidermek;
kökünü kazımak; haram kazanç; doymayan geniş karınlı obur; azap; yıpranmış
elbise" mânalarına da gelmektedir. Kur'ân'da şu mânalara gelmektedir:
a)
Kökünü kazımak. Bu mânada fiil halinde Hz.
Mûsâ tarafından kullanılmıştır. "Mûsâ onlara, yazıklar olsun size!"
dedi. "Allah'a karşı yalan uydurmayınız; yoksa Allah müthiş bir azapla
sizin kökünüzü kazır; zaten yalan uyduran bir kimse baştan kaybetmiş demektir"
(Tâhâ 20/61). Demek ki haram lokma nesillerin asaletinin kökünü kazıdığı, haya
duygusundan sıyırıp toplumun erdemini alıp götürdüğü için adına suht
demişlerdir.
b)
Haram lokma. "kökünü kazımak"
fiilinden türetilen suht kelimesi, "haram lokma" mânasını ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 42. âyetinde bu anlama gelmektedir.
Haram lokma toplumun kökünü kazıtan, erdemleri yakıp kül eden bir niteliğe sahiptir.
Mâide sûresinin 62 ve 63. âyetlerinde de suht denen haram lokmayı yahudilerin
yediği ifade edilmektedir.
"Kökünü kazımak" fiilinden türeyen bu haram lokma (suht),
fiilinin mânası ile irtibat kurunca, sömürü vasıtasıyla başkasının malını
kökünden temizleyen bir eylemi ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, "yalanı can kulağı ile dinleme"nin birinci, "haram lokmayı tıka basa yeme"nin ikinci sırayı almakta olduğunu görürüz. Burada yalan ile haram lokma arasında bir ilişki kurulmaktadır. Böylece yalanın karıştığı bir ticaretten oluşan haram lokma anlamına da gelmektedir. Kulağında yalan, midesinde haram lokma, insanın şahsiyetindeki parçalanmanın derinliğini göstermektedir. Beynin gıdası bilgi olduğuna göre bilginin haramı da yalan yanlış bilgidir.
3.
"Sana gelirlerse,
ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz
çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler". Yalanı dinleyen ve haram yiyen
yahudilere karşı Allah, Hz. Peygamber'e bir hukukî uygulama seçeneği
sunmaktadır. Bu insanlar Hz. Peygamber'e hukukî bir davanın çözümü için
geldiklerinde, bu davaya hâkim olarak bakıp bakmama gibi bir tercîh yetkisi
vermektedir.
Modern hukukta "redd-i hâkim" olduğu gibi, Kur'ân asırlarca
önce hâkime redd-i dava seçeneğini tanımıştır. Bir hâkim her davaya bakmayabilir.
Davaya bakmadığı takdirde hiçbir zarara uğramamalıdır. Onun için, âyette
"Sana hiçbir zarar vermezler" ifadesine yer verilmektedir.
4. "Ve eğer hüküm verirsen,
aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah âdil olanları sever". Hâkim davaya
bakma eylemini tercih ederse, âdil davranması zorunludur. Âdil davranma
konusunda seçenek yoktur. Hâkim, davasına baktığı insanların yalancı, haram
lokma yiyen, düşman, farklı inançlarda olsalar bile, davayı yürütecek ve hükme
bağlayacaktır. Kararında sübjektif davranamaz, tarafsız olmak zorundadır.
Peygamber de olsa bu kanuna uymak mecburiyetindedir. Yüce Allah
"Hükmedince adaletle hükmet!" emrini kuru bir emir olarak bırakmamakta,
onu sevgi ile beslemekte ve desteklemektedir. "Âdil olanları severim"
diyerek, sevgi ile hâkimi motive etmektedir. Kulun kula âdil davranmasını çok
önemseyen Allah, âdil davrananlara sevgisini vermektedir. Allah'ın sevgisini
kazandığına göre, âdil davranmak bir ibâdet ve bir iyi amel olmaktadır.
Namazını kılan, orucunu tutan, zekâtını veren ve haccını yapan insanla,
yürüttüğü davada âdil davranan insanın bir farkı olmadığından, amelleri aynı
şekilde ilâhî ödülle değerlendirilmektedir.
Demek ki hâkim, hastasının inancına, ahlâkına bakmadan tedavi eden
doktorun mesleği gibi meslek icra etmelidir. Hâkim önündeki bu davayı
yürütürken tarafların inancını, ahlâkını göz önünde bulundurmamalıdır. Onun
için önemli olan adaletin ayakta tutulması ve davanın içeriğidir. Kişi veya
kişiler önemli değildir. Çünkü taraf tutan hâkim hem adaleti hem haklan
çiğneyecek, hem de Allah'ın sevgisini kaybedecektir.[42]
43. Onlar Allah'ın hükümlerini içeren Tevrat'a sahip oldukları halde,
nasıl senden hüküm vermeni isterler, ve ondan sonra da senin verdiğin
hükümlerden yüz çevirirler? Onlar inanmış kimseler değildir.
Bu âyetin tahlilinden şu genellemelere varmak mümkündür:
1.
Hz. Peygamber zamanında bile Tevrat'ın içinde,
doğruluğunu koruyan hükümler vardı. Değişmeyen bu hükümlerle, dinde fetva verme
imkânları vardı. Âyetin birinci bölümü bu duruma işaret etmektedir:
"Allah'ın hükümlerini içeren Tevrat'a sahip olmalarına rağmen nasıl senden
bir hüküm vermeni isterler". Ayetin bu kısmından anlaşılıyor ki, Allah
yahudilere, peygamberliğine inanmadıkları halde, hâkimliğine başvurmalarının
yanlış olduğunu söylemektedir.
2. "Bunun arkasından yüz
çevirip gidiyorlar. Onlar inanmış
kimseler değildir". Hz.
Peygamber'in hâkimliğine başvurup sonra da yüz çevirip gitmeleri,
onların ne Tevrat'a ne de Kur'ân'a inandıklarını ortaya koymaktadır.
Bu insanların ikili oynadıklarına ve iman sorunu yaşadıklarına yüce
Allah hükmetmektedir. Bu açıklamasıyla Allah, imana farklı bir mâna
yüklemektedir: Hukukî meselelerde istikrar, ikili oynamamak, imanın anlamında
yer almaktadır. Âdil davrandığına kesin olarak şahit olduğu bir kimsenin
verdiği hükme sadık kalmak ve hükme razı olmak, imanın bir parçasıdır. Bu
hükümden dönmek ise imansızlığı ifade etmektedir.
Kendi ellerindeki kitabın hükmünü arkaya atıp, başka birinin hükmüne
başvurup o hükmü aldıktan sonra ondan da yüz çevirmek, imansızlığın doğurduğu
istikrarsız bir davranıştır.[43]
44. Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. Teslim olmuş peygamberler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrı'ya vermiş zâhid ve âbidler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözetleyip kollarlardı. (Ey hâkimler) insanlardan korkmayın, benden korkunuz ve benim âyetlerimi az bir paraya satmayınız! Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır!"
45. O (Hak kitabı)nda onlara:
cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık
kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o,
kendisi için kefaret olur, ve kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, zâlimler
onlardır!
Yüce Allah 43. âyette Tevrat'ta Allah'ın hükmünün bulunduğunu
söyledikten sonra 44. âyette Tevrat'ın ne olduğunu ve bunun ardından da
görevlerinin neler olduğunu açıklamaktadır.
1.
"Gerçekten Tevrat'ı biz
indirdik". Yüce Allah Kur'ân için pek çok âyette kullandığı ifadeyi Tevrat
için de kullanmaktadır. "Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e, önceki kitapları
tasdik edici olarak Allah indirdi, Tevrat ile İncil'i de O indirdi" (Âl-i
İmrân 3/3); "Kur'ân Allah tarafından indirilen bir kitaptır" (İbrâhîm
14/1); "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik" (Hicr 15/9); "Tezat
bulunmayan kitabı Allah indirdi" (Kehf 18/1). Bu ve buna benzer pek çok
âyette, Kur'ân'ı Allah indirdiği için onda şüphe edilecek hiçbir şeyin olmadığı
beyan edilmektedir.
Mâide sûresinin 44. âyetinde de Tevrat'ı Allah'ın indirdiği beyan
edilerek, ona dokunulması, âyetlerinin değiştirilmesinin çok büyük günâh
olduğuna işaret edilmektedir. Diğer taraftan Kur'ân ile Tevrat'ın benzerliğinin
ortaya çıkarılmasının önemi de vurgulanmaktadır.
2.
"Onda hidâyet ve nur
vardır". Tevrat'ın bu iki özelliğini aynen Kur'ân'da buluyoruz. Bakara
sûresinin 2. âyetinde Kur'ân'ın bir hidâyet kitabı, yani yol gösterici ve
rehberlik görevini icra eden bir kitap olduğu beyan edilmişti. Aynı şekilde
Şûra sûresinin 52. âyetinde, Kur'ân'ı bir nûr kıldığı ifade edilmektedir.
Demek ki rehber ve nûr olmak ve böyle bir görevi yerine getirme bakımından
Tevrat ile Kur'ân birbirine benzemektedir.
3.
"Teslim olmuş
peygamberler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrı'ya vermiş
zâhid ve âbidler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden
(onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözetleyip kollarlardı".
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, geçmiş peygamberler de Allah'a teslim
olduklarından İslâm'dılar. Demek ki Tevrat ile sadece Hz. Mûsâ
İsrâiloğulları'na hükmetmedi, ondan sonra pek çok peygamber Tevrat ile
insanlara hükmetmişlerdir. Bu peygamberlerin kimler olduğunu belirtmeyen
âyetin çoğul olarak kullanılmasından anlıyoruz ki, ikiden çok peygamber onunla
yahudilere hükmetmişti.
Öyle anlaşılıyor ki peygamberler, yetişmiş olan ilâhî ilimleri tahsil
etmiş ve kendini Allah'a veren zâhidlere ve ahbâr denen bilginlere Tevrat'ın
korunması görevini vermişlerdi. Rabbânî, Allah'a mensup olan, kendini Allah'a
veren, bütün benliği ile ona teslim olan ve ilâhî ilimleri tahsil eden kimse
demektir.
Ahbâr kelimesinin kökü hibr veya habr'dır. "Din âlimi", ya da
"bilgin insan" anlamına gelen bu kavram, "güzelleştirmek"
anlamına gelen tahbîr'den türemiş olabilir. Süslü şeye muhber dendiğinden, ilim
de güzelliklerin en üstünü olduğundan, ilim sahibi kişiye habr denmiştir[44].
"Muhafaza etmek, gözleyip kollamak" gibi kavramlar bize
gösteriyor ki, Tevrat, kaybolma veya değiştirilme tehlikesi ile karşı karşıya
idi. O dönemde kitapların çoğaltılamaması ve geçmişteki kutsal kitaplarda
yaşanan tecrübeler gereği, din âlimlerine ve kendini Allah'a adayan kişilere bu
görev verilmişti.
Zamanla bu koruma, gözetleyip kollama işini sürdürmeyen nesiller geldi
ve Tevrat değişime uğradı. Bunun üzerine yüce Allah Hicr sûresinin 9. âyetinde
şöyle bildirdi: "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz
koruyacağız "
Böylece Kur'ân'ın korunmasını Allah bizzat kendi üzerine aldı. Tabiî ki
Allah Kur'ân'ın korunmasını yine insanları görevlendirerek yapmaktadır.
Asırlardan beri, Tevrat ve İncil'i ezberleyen hiçbir din adamı çıkmadığı halde,
Kur'ân'ı ezberleyen binlerce hafız, nesilden nesle devam etmiştir. Bugün,
Kur'ân'ın bir harfinin, noktasının veya kelimesinin değiştirilmesi mümkün
değildir. Hafızların sînelerinde Kur'ân muhafaza olunmaktadır.
Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli bir genelleme de şudur:
"Yahudilere hüküm verirlerdi" ifadesi, Tevrat'ın evrensel bir kitap
olmadığına, ona inanan insanlara ait hükümler taşıdığına ve onlara ait
olduğuna işaret etmektedir.
"Allah kelâmının bir kısmı" cümlesinden de ilâhî vahyin
Tevrat ile bitmediğini ve daha sonra da vahiy denen sürecin devam edeceğini
anlıyoruz. Yoksa müfessirlerin dediği gibi, Tevrat'ın bir kısmının korunması
şeklinde anlamak doğru olmayacaktır. Zaten Tevrat'ın kendisi ilâhî vahyin bir
kısmını teşkil etmektedir.
Demek ki Tevrat'ın üzerinde hepsinin şahitlik ettiği ve korunmasıyla
görevlendirdiği din adamı ve din âlimleri de peygamberler gibi Tevrat ile
yahudilere hüküm veriyorlardı.
4.
"Şu halde (ey
îsrâiloğulları) insanlardan korkmayınız benden korkunuz! Âyetlerimi az bir
bedel karşılığında satmayınız! Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar kâfirlerin ta kendileridir".
Âyetin bu kısmında üç tane emir vardır. Bunlardan birincisi
İsrâiloğulları'ndaki hâkimlerin ve din adamlarının insanlardan korkup Allah'ın
hükümlerini değiştirmeleridir. İnsanların baskısıyla hükümleri değiştirmenin
günâh olması sebebiyle, "İnsanlardan korkmayınız, benden korkunuz!"
denmiştir. Demek ki bazan insanlardan korkma, Allah'tan korkmanın önüne
geçmektedir. Onların istediği hüküm verilirken, Allah'ın hükmü bir tarafa
itilmektedir. Bu da âyetin sonundaki inkâra götürmektedir.
İkincisi Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmalarıdır. Bakara
sûresinin 4. âyetinde de aynı konu işlenmiştir. Bakara sûresinin 79. âyetinde
bu satma olayının nasıl gerçekleştirildiği açıklanmaktadır: "Elleriyle
(bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, 'Bu Allah
kalındandır' diyenlere yazıklar olsun!" Demek ki birilerinin baskısı ve
parasıyla İsrâiloğulları'ndan bazıları kendi elleriyle yazdığı âyeti
"Allah yazdı" diye gösteriyorlardı. Allah'ın âyetlerini satma bu
şekilde oluyordu.
Korkunun önce, satmanın sonra gelmesinin hikmeti, Allah'tan korkmayan
insan, onun âyetlerini satmaktan geri duramaz. Allah'ın âyetlerini satma
eyleminden alıkoyacak yegâne güç Allah korkusudur.
Allah'tan korktuğunun ve O'nun âyetlerini satmadığının ispatı, Allah'ın
hükümleriyle hükmederek, onların işlerliğini sağlamaktır. Bu o kadar önemli
bir konudur ki, imanı inkâra dönüştürecek kadar değerlidir. Bir din adamı,
sorulan bir fetvayı, Allah'ın indirdiğine göre değil de insanların
ictihadlarına göre verirse, bu değerlendirmenin kapsamına girmektedir. Demek ki
din adına verilen hüküm mutlaka âyete göre verilmelidir. Beşerî düşünceyi dinin
içine sokarak, Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde belirtildiği gibi, Allah
katından olmayanı "Allah katındandır" demek küfürdür.
5. Mâide sûresinin 45.
âyetinde hüküm verilirken, Allah'ın âyetlerinin dikkate alınmadığının örneği
verilmektedir. "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna
burun, kulağa kulak, dişe diş, Yaralara da kısas vardır. Kim bunu bağışlarsa,
kendisi için o kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar
zâlimlerdir".
Demek ki Tevrat'ta yer alan bu âyet, hukuka, suçla cezanın denkliğini
getirmiştir. Bir taraftan suçla cezanın denkliğini ön görürken, diğer taraftan
farklı statüde olanlar arasında da fark gözetmenin önemi üzerinde
durulmaktadır.
Yüce Allah Tevrat'ta sadaka kavramına farklı bir mâna yüklemiştir.
Mâide sûresinin 45. Âyetinde: "Kim bir suçu bağışlarsa, o kendisi için
kefaret olur". Demek ki kısası affetmek, sadaka olmaktadır. Sadaka da
affedenin günâhlarına kefaret yerine geçmektedir.
45. âyetin sonunda "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen
zâlimdir" beyanı yer almaktadır. Bir önceki âyetin sonu kâfir, bu âyetin
sonu zâlim sıfatı ile bitmektedir. Zâlim kavramı, kâfir kavramına mâna
vermektedir. Râzî'nin naklettiği, ama kendisinin zayıf bir yorum olarak
değerlendirdiği Atâ ile Tâvûs'un görüşüne göre, 44. âyetin sonundaki
"kâfir" sıfatı, nankör anlamına gelmektedir. Bize göre Atâ ile
Tâvûs'un bu mânası üzerinde durulmalıdır.
Şimdi 45. âyetin son kısmında yer alan "Yaralamaların karşılığında
da kısas vardır". Bu tip cezanın, yani kısasın her yaralanmada uygulanamayacağı
da bir gerçektir. Eski çağlarda yaralama kılıç, bıçak, ok ve bunlar gibi
âletlerle olurdu. Şimdiki yaralama bomba, mermi ve buna benzer ileri teknoloji
silâhlarıyla olmaktadır. Meselâ kişi mermi ile birini yaralamış ve mermi beyin
zarında kaldığından ölüme sebep olmamıştır. Böyle bir yaralamanın kısası nasıl
gerçekleştirilecektir? O kişiye, "Gel senin kafana bir kurşun sıkacağız ve
kurşun beyin zarında kalıp ölüme sebep olmayacaktır" denebilir mi?
Şimdi geriye dönüp 41. âyetten yorumunu yapmakta olduğumuz 45. âyete
kadar gelirsek, yahudilerin kitapları olan Tevrat'la, hukukla ve Hz.
Peygamberle büyük sorunları olduğunu görmüş oluruz. Allah'ın âyetlerini
değiştirmek, hükümlere saygı duymamak, ikili oynamak, Hz. Muhammed'e inanmamak
gibi manevî hayatı yaralayan davranışları ürettikleri görülecektir.[45]
46. Ardından o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu îsâ'yı gönderdik.
Tevrat'tan yanında bulunanı doğruluyordu. Ona İncil'i verdik.
Hidâyet ve ışık vardı onda. Tevrat'tan yanında olanı tasdîkleyici idi. Doğruya
ve güzele kılavuz, takvaya sarılanlara bir öğüttür.
47. İncil bağlıları, Allah'ın
onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler âşıkların ta kendileridir.
Yüce Allah Tevrat'ta, peygamberlerin, din adamlarının ve din
bilginlerinin halkla ilişkisini anlattıktan sonra, Hz. îsâ ile İncil'in
görevlerini ele almakta ve bu konuda İncil'e bağlı olanların ne yapması
gerektiğine dikkat çekmektedir.
1.
"Ardından o
peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu îsâ'yı gönderdik".
Âyetin bu kısmında izlemek, peşi sıra göndermek mânasına gelen kafa
kelimesinin açıklaması, Bakara sûresinin 87. âyetinde yapılmıştı. Yüce Allah
Mâide sûresinin 44. âyetinde "kendilerini Allah'a teslim etmiş
peygamberlerin ardı sıra", yani onların izinden Hz. îsâ'yı göndermişti.
Demek ki Meryem oğlu îsâ kendinden önceki peygamberlerin takip
ettikleri yolu takip etmiş, peygamberlik müessesesinin meydana getirdiği sürecin
bir devamı olmuştur. Onların öğretilerini geleceğe doğru akıtmış ve
aktarmıştır.
İsrâiloğulları'ndaki peygamberlik sürecini Bakara sûresinin 87. âyetine
göre Hz. Mûsâ ile başlatmış ve sonra onun ardı sıra peygamberler göndermiştir.
Bu sürecin İsrâiloğulları'ndaki son noktası Hz. îsâ, genel anlamda peygamberlik
müessesesinin meydana getirdiği sürecin son noktası da Hz. Muhammed olmuştur.
2.
"Kendinden önce gelen
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak". Âyetin bu kısmı, Hz. îsâ'nın görevlerinden
birini tesbit etmektedir. Kendisine İncil'in verilmesine rağmen Tevrat'ı tasdik
etmesi görevinin verilmesi, bir peygamberin diğerini asla reddetmeyeceğinin
delili olmaktadır. Filozoflar bir öncekilerin felsefî sistemlerini reddederler,
ama peygamberler bunu yapmazlar, tam tersine tasdîk edici olurlar, peygamberler
arasına fark gözetmeme inancını aşılarlar. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin 3.
âyetinde olduğu gibi, genelde bir peygamberin kitabı, bir öncekinin kitabını
tasdîk edici olduğu halde, Mâide sûresinin 46. âyetinde bir peygamberin,
kendinden önceki bir peygamberin kitabını tasdîk etme görevini yüklendiği
görülmektedir.
Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk edici olmasının anlamı, ya da amacı,
ya-hudilerin ya da İsrâiloğulları'mn kendisine iman etmelerini temin etmektir.
Çünkü Kur'ân'ın genelinde İsrâiloğulları'nın en önemli özelliklerinden biri,
yeniye intibak etmemeleridir. Yeniye intibak edemeyenlerin, değişimi
gerçekleştirmeleri de mümkün değildir. Hz. îsâ kendisinden önce gelen Tevrat'ı
tasdîk etmekle, geçmişe sırtını dönmediğini ve geçmişteki vahyin devamı
olduğunu göstererek, kendisine karşı konulmamasını temine çalışmıştır. Tabii ki
bu görevi ona Allah vermiştir. Çünkü İsrâiloğulları üzerinde Hz. Musa'nın
ağırlığı ve etkinliği çok büyüktü. Bu etkinliğin yanında peygamber olarak yer
almak çok zor ve tehlikeliydi.
Onun için dikkat edilirse, İsrâiloğulları pek çok peygamberi öldürmüş
ve Hz. îsâ'yı da öldürme teşebbüsünde bulunmuşlardır. Tevrat'a veya Hz.
Musa'ya ters düşen birinin hayat hakkı olmayacağı da bir gerçekti. Bundan dolayıdır
ki, hem Hz. îsâ'nın hem ona gelen İncil'in, Tevrat'ın tasdîk edici özelliği
gündeme getirilmiştir.
3.
"Ve ona, içinde doğruya
rehberlik eden, nûr bulunan, önündeki Tevrat'ı tasdîk eden, müttakilere hidâyet
ve öğüt olan İncil'i verdik".
Mâide sûresinin 44 ve Kur'ân'ın diğer âyetlerinde olduğu gibi, Tevrat
ve Kur'ân'ın özellik ve görevleri sayılmıştır. Bu âyette de İncil'in özellik ve
görevleri sayılmaktadır.
a) İncil bir rehberdir. Bütün peygamberlere gelen
vahyin yol gösterici, yani rehberlik edici özelliğe sahip oldukları ve bu
görevi icra etmek için geldikleri, Kur'ân'da açıklanmaktadır. Bu birinci
rehberlik, geçmişe yönelik bir faaliyeti ifade etmektedir.
b) İncil nurdur. Tevrat ve Kur'ân gibi,
İncil'in bir ışık olduğu ve aydınlatma görevi yaptığı beyan edilmektedir:
Cehaletin ve nefsin meydana getirdiği karanlığı ortadan kaldıran bir ışık.
c) Önündeki Tevrat'ı tasdîk
edicidir.
İncil'in Tevrat'ı tasdîk etmesinin başka bir anlamı, Tevrat'ta değiştirilmeyen
hükümleri aynen devam ettirdiği, değiştirilenlerin de aslını getirdiğidir.
Yahudiler tahrîf ettikleri âyetlerin, doğru halini getirmiştir.
Dikkat edilirse bu âyette iki tane tasdîk yer almaktadır. Birisi Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk etmesi, diğeri de İncil'in Tevrat'ı tasdîk etmesidir. Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk etmesi, değişmeyen âyetleri aynen almasını, İncil'in tasdiki ise değiştirilenleri düzeltmeyi kapsamına almaktadır.
d) İncil rehberdir. İncil'in ikinci rehberlik
özelliği de geleceğe, yani Hz. Muhammed'e kadar olan rehberliğidir. Birincisi
geçmişin yanlışlarını ortaya koyup düzeltme, ikincisi de ileride meydana
gelecek olan bunalımlardan çıkmak için yapılan yol gösterme faaliyetidir.
e) Takva sahiplerine bir
öğüttür.
İncil, müttakîlere hem rehberdir hem de öğüttür. Bakara sûresinin 2. âyetinde,
müttakîler için rehber olma görevi veya özelliği, Kur'ân'ın
nitelikleri olarak
belirlenmiştir.
Takva sahibi, yani Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olan, korunan
insanlar doğru yolda değiller midir de onlara rehberlik etmekte ve onlara öğüt
vermektedir? Bakara sûresinin 2. âyetinde hidâyetin ne olduğunu anlattık.
Müttakilere rehber olmak, öğüt vermek, onların tutturduğu bu manevî ruh
olgunluğu seviyesini muhafaza etmeyi temin etmektedir. Takva sahibi insanın,
aynı manevî olgunluk seviyesinde kalması, bu dereceyi kaybetmemesi için
sürekli takviyeye ihtiyacı vardır. Buradaki rehberlik ve öğüt bu takviyeyi
temin eden eğitim faaliyetidir.
Mâide sûresinin 44. âyetinde Tevrat'ın rehber ve nûr olma özellikleri sayılırken, İncil'in beş tane özelliğine de dikkat çekilmektedir. Diğer taraftan Tevrat'la olan ilişkisi de gündeme getirilmektedir. Bundan şu neticeye varıyoruz: İlâhî vahyin başlangıcından sonu olan Kur'ân'a gelinceye kadar, gittikçe derinleşen, genişleyen ve artan özellikler kazanmaktadır. Aile toplumundan, aşirete, aşiretten kavme, kavimden millet ölçütündeki toplumlara doğru büyümenin, beraberinde ilâhî vahyin ve onu ihtiva eden kitapların farklı, geniş ve derinlemesine çözümler getirdiği de bir gerçektir.
4. Allah İncil'in özellik ve
görevlerini tesbit ettikten sonra İncil bağlılarına yapmaları gerekenleri
açıklamaktadır: "İncil bağlıları, Allah'ın onda indirdiği ile
hükmetsinler. Allah 'in indirdiği ile hükmetmeyenler, fâsıkların ta
kendileridir".
Bundan önce Tevrat'la ilgili olan 44 ve 45. âyetlerin sonunda "Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar kâfirlerdir, zâlimlerdir" dediği
halde, burada İncil bağlılarına hükmedin emrini vermiş, sonra da hükmetmeyenin
fâsık olduğunu söylemiştir.
Kâfir, zâlim ve fâsık sıfatlarının ortaya çıkışı, insanların kutsal kitaplarıyla
olan ilişkilerine bağlanmıştır. Râzî'nin naklettiğine göre bu üç sıfat aynı
mânayı taşımaktadır. Buna delil olarak da Kaffâl'i göstermektedir. Eğer 44.
âyetin sonundaki kâfir kavramı Allah'ı, âhireti, ve vahyi inkâr mânasına
olsaydı, o zaman diğer âyetlerin sonundakiler de aynı kavram olmalıydı.
Buradaki kâfir kelimesi nankör mânasına alınırsa, diğer zâlim ve fâsık
kavramlarıyla aynı seviyeye gelmiş olur. Aksi takdirde Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenlerin bir kısmı kâfir, bir kısmı zâlim ve diğerleri de fâsık nasıl
olur? Bunları nasıl tesbit ederiz? Demek ki bu üç sıfat, aynı anlama
gelmektedir.[46]
45. 5ana da kitabı hak olarak indirdik. Kitaptan onun yanında bulunanı
tasdîkleyici ve onu denetleyip güvenirliğini sağlayıcı olarak... O halde, onlar
arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, Hak'tan sana gelenden uzaklaşıp onların
keyiflerine uyma! Sizden hiçbiri için bir yol ve bir yöntem, bir şeriat
belirledik. Allah dileseydi, sizi elbette tek bir ümmet yapardı. Ama size
vermiş olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır. O halde
hayırlarda yarışınız. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size, tartışmış olduğunuz
şeylerin esasını bildirecektir.
49. Sen de aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet! Onların
keyiflerine uyma! Dikkat et de Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
uzaklaştırıp fitneye düşmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları
bazı günâhları yüzünden belâya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçokları
doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.
Bu âyetten itibaren Kur'ân ve Hz. Muhammed'in görevleri belirlenmektedir:
1. "Sana kitabı hak
olarak indirdik" ifadesinden, "Hakîkati ortaya koyan, açıklayan
kitabı indirdik" mânasını anlamak daha doğru olacaktır. İsrâ sûresinin 81.
âyetine göre Kur'ân'ın kendisi bizâtihî haktır. Hak olduğu için hakkı ortaya
koyup açıklamaktadır.
Böylece Kur'ân'ın birinci görevinin hakkı açıklamak olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Hakkı ortaya koyma görevi ile Kur'ân, hakların ne olduğunu tesbit
etmektedir. Allah hakkı, ana baba hakkı, hayat hakkı, yetim hakkı, komşu hakkı,
çocuk hakkı, fakirin hakkı, öğrenim hakkı gibi temel hakların evrensel
beyannâmesini ortaya koymaktadır. Kur'ân hakların ne olduğunu belirleyerek,
dinin olmazsa olmazını öğretmektedir.
2. "Kitaptan onun yanında
bulunanı tasdik edici". Bu bölümdeki kitap kavramı, geçmiş peygamberlere
gelen vahiyden Kur'ân'a kadar ulaşanı ifade etmektedir.
Kur'ân kendine kadar uzanan vahyi tasdîk etme görevini yerine getirmektedir.
Onun bu tasdîk edici görevini, daha önceki kitaplarda yer alan âyetlere kendi
bünyesinde yer vermek suretiyle yerine getirmektedir.
Diğer taraftan hakîkati açıklama görevi ile tasdîk etme görevi sebebiyle,
önceki vahiylerden değiştirilenlerin de doğru olanını yerine koymakta, böylece
bütün peygamberlere gelen kitaplara yer vererek doğrulamalarını da yapmaktadır.
3.
"Daha önceki kitabı koruyucudur".
Âyetin bu kısmında Kur'ân'ın görevi müheymin olarak tesbit edilmektedir.
Müheymin kelimesi, heymeneden türemiştir ve "gözetlemek, bakıp muhafaza
etmek, kontrol etmek" mânasına gelmektedir.
Zemahşerî bu kelimenin müheymen olarak okunduğunu söylemektedir. Bunun
anlamı tahrif ve değiştirilmekten korunmuş olmasıdır. O zaman Kur'ân'a,
Fussılet sûresinin 42. âyetinde belirtildiği gibi "Ne önünden, ne ardından
hiçbir bâtılın yol bulamayacağını ifade etmektedir[47].
Müheymin kelimesinin diğer bir anlamı da geçmiş kitaplara karışmış olan
beşerî düşüncelerle, gerçek ilâhî vahyi ayırt edici olmasıdır. Neyin gerçek
neyin gerçek dışı olduğuna karar vermenin belirleyici ölçüsü olmaktadır[48].
Bilindiği gibi Haşr sûresinin 23. âyetine göre müheymin Allah'ın isimlerinden
biridir. "Emniyete kavuşturan" mânasını taşımaktadır. Bu mânadan
hareket edersek, Allah'ın kendi ismini Kur'ân'a verdiğini söyleyebiliriz.
Kur'ân geçmiş vahyi devam ettirerek ona güven vermektedir.
Böylece Kur'ân'ın iki özelliği ve buna paralel olarak iki görevi ortaya
çıkmaktadır. Yanındakini tasdîk edip doğrulamak, onu gözetip kurumak ve hakkı
açıklamaktır.
4. "Artık aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına
uyma!" Yüce Allah Kur'ân'ın özelliklerini anlattıktan sonra, Hz.
Peygamber'e ne yapması gerektiğini de söylemektedir. Hakkı açıklayan,
yanındakini tasdîk eden ve geçmiş vahyi gözetip koruyan bu kitapla geçmiş
vahyin izleyicileri arasında hüküm verilebilir. Çünkü Kur'ân, Nemi sûresinin
76. âyetine göre İsrâiloğulları'nın ihtilâf edegeldikleri konuları izleyip
anlatmaktadır. Onun bu özelliği sayesindedir ki, Hz. Mu-hammed onların arasında
hüküm verme yetkisini Allah'tan almaktadır. Çünkü ihtilâf edilen konulan Allah
onların anlatmasına bırakmadan bizzat kendisi Kur'ân vasıtasıyla Hz. Muhammed'e
anlatmaktadır.
Buradaki "hüküm verme" ifadesini üç açıdan ele almak gerekiyor.
Hüküm vermek, doğal olarak hukukî alandaki bir davayı çözüme ulaştırmaktır.
Diğer taraftan ahlâkî anlamda neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin
yanlış olduğunu belirlemek de bir hüküm vermektir. Böyle bir hüküm ahlâkî alanı
ilgilendirmektedir. Ayrıca inancın doğru olup olmadığı ve düşüncelerin
doğruluğu konusunda hüküm vermek de vardır. Bu da inanç ve fikri alanı
ilgilendiren hüküm olacaktır.
Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki Hz. Peygamber'e Allah, "Sana
indirilenle onlar arasında hüküm ver!" derken, mahkemedeki haklı haksız
arasında hüküm vermeyi ifade ettiği kadar, ahlâkî iyi ve kötüyü, fikrî bakımdan
da doğru ve yanlışı hükme bağlamayı da kapsamına almaktadır. Böylece Kur'ân'ın
dördüncü bir görevi ortaya çıkarken, Hz. Peygamberin görevini de belirlemiş
olmaktadır.
Yüce Allah Hz. Peygamber'e, hüküm verme konusunda bir uyarıda
bulunmaktadır. "Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına
uyma!" Âyetin bu kısmı hüküm verenin objektif, yani tarafsızlığı bozacak
odak konusuna da dikkat çekmektedir. Aralarında hüküm verilenlerin arzulan,
hâkimi etkileyip taraf tutmasına sebep olabilir. "Onların arzulan"
derken, mesnetsiz, yani delilsiz görüşleri anlamına gelmektedir. Ortada
objektif delil varsa, orada arzulara yer yoktur.
Demek ki hâkimin hukuku bırakıp, dava görenlerin arzularını öne
çıkarmakla düşeceği yanılgı, Allah'a uzanan bir hak yemek olacaktır. Hukuk
kitabı, hakları net çizgileriyle belirlemelidir. Kitabı bir tarafa atıp insanların
arzulan öne çıkarılırsa, hak ve hukuk denen bir şey kalmaz ortada...
Yüce Allah Hz. Peygamber'e bu uyarıyı yapmadan asırlarca önce aynı
uyarıyı Hz. Davud'a yapmıştı: "Ey Davudi Biz seni yeryüzünde halife
yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâ ve hevese uyma!"
(Sâd 38/26).
Asırlar sonra aynı emir Hz. Peygamber'e verilmektedir. Hz. Davud'a,
"Hevâ ve hevese uyma!" dediği halde, Hz. Peygamber'e "Eski
vahyin takipçilerinin hevâ ve hevesine uyma!" demektedir. Her iki uyanda
hukukta arzuların yeri olmadığı ilkesi ortaya çıkmaktadır.
Bir peygamber kendi arzusuna veya başkalarının arzularına uyarak hüküm
verirse ne olur? Böyle bir ihtimal olmasaydı, ne Hz. Davud'a, ne de Hz.
Peygamber'e bu uyarı yapılırdı. Ama bu ihtimalin gerçek olması durumunda ne
olacağı Sâd sûresinin 26. âyetinde açıklanmaktadır: "Hevâ ve hevese
uyularak verilen hüküm seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın
yolundan sapanlara hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin bir azap
vardır".
Hukukta objektiflikten ayrılan, Allah'ın yolundan ayrılmış olacağından,
âhirette de ceza görecektir.
5. "Biz her biriniz için
(farklı) bir şeriat ve hayat tarzı belirledik". Âyetin bu kısmında şir'a
ile minhâc kelimeleri yer almakta ve âyetin bu kısmının ana dokusunu teşkil
etmektedirler.
Râzî'nin şir'a kelimesine verdiği mânalar şunlardır: Bu kelimenin ilk
kullanılış şekli, hayvanı kesip derisini soymak içindi. Derinin soyma işini
bitiren kişi "soydum" derken bu kelimeyi kullanırdı. Bu mânadan
hareketle, zaman içinde bir konunun üstündeki bilinmezlik perdesini soyup
açıklamak ve izah etmek anlamında kullanılmıştır.
Diğer taraftan şere'a kelimesi, "bir şeye başlamak, işin içine girmek"
mânasına da gelmektedir. Şeriat "su içmek için girilen yol" demektir.
Allah'ın insanların girmelerini istediği yolu ifade etmektedir.
Âyetin bu kısmına ferdî mânada değil de, sosyal mânada yaklaşmak
gerekir. "Sizden her biriniz için" derken, ferdi değil toplumları
kastetmektedir. Âyetin devamından bu anlaşılmaktadır. Geçmişte Allah'ın,
insanları farklı toplumlar halinde oluşturması, aynı zamanda onlarda ayrı örf
ve âdetler meydana getirmiştir. Farklı örf âdete sahip olan toplumların, farklı
hukuk sistemleri olacaktır.
Madem ki şeriatın kök anlamı, zorunlu olan su ihtiyacını temin için
suya giden yoldur; o zaman sosyal ve manevî hayatın ihtiyacı olan hukuk sistemine
de şeriat dendiği unutulmamalıdır. Demek ki şeriat, hukuk demektir. Farklı
olan toplumların, farklı örf âdetleri oluşacağından, farklı hukuklarını
oluşması da doğaldır. Her ferdin kendine özgü bir duygu âlemi, bir görüş açısı
ve bir ideali varsa, her toplumun da kendine has âdetleri, gelenekleri, ahlâkı
ve hukuku vardır ve olmalıdır; aksi takdirde farklı bir toplum olamaz.
Zamanla örf hukuka, âdetler de ahlâka kaynak olurlar. Ancak âyette bu
örflerin, âdetlerin meydana getirdikleri ahlâk ve hukuk, ot gibi kendiliğinden
oluşmaz. Bu oluşumun altında ilâhî irâdenin olduğu bildirilmektedir:
"Biz, her bir toplumunuz için farklı bir hukuk sistemi tayin ettik"
derken, cümledeki "biz" zamîri, Allah'a gitmektedir. Bu farklı hukuk
sistemlerinin arka planında Allah'ın irâdesinin olduğu ortaya çıkmaktadır.
Burada bunun ne anlama geldiği sorulabilir. Soruya şu şekilde cevap
verebiliriz:
İlk insanı yarattıktan sonra Allah ona bazı şeyleri öğretmiş, bazı
şeyleri yasaklamış ve nasıl davranacağını göstermiştir. Bu bilgiler, emirler ve
yasaklar ilk hukukun kaynaklandır. Zamanla insanlığın çoğalması, farklı aşiret,
kavim, toplum ve milletlerin doğmasına sebep olmuştur.
Hucurât sûresinin 13. âyetine göre, insanlığın bu şekilde toplumlara
ayrılmasının arkasında ilâhî irâde vardır. Toplumların ayrışmasının asıl sebebi
olan ilâhî irâde, aynı zamanda onların farklı hukuka sahip olmalarının da
sebebi olmuştur. Onun için Mâide sûresinin 48. âyetinde ilki ce'alnâ "Biz
yarattık, tayin ettik, belirledik" mânasındaki kelimeye yer verilmiştir.
Yüce Allah her toplum için bir hukuk belirlediği gibi, bir "hayat
tarzı"da belirlemiştir. Âyette ki minhâc kelimesi, "yol, metot"
mânasına gelmektedir. Bu anlam sosyal hayata aktarıldığı zaman hayat tarzı
mânası verilebilir. Şir'a ile minhâc birbirini tamamlayan iki kelimedir.
Gelenek ve görenekler, hukuk şir'a, bunlara göre oluşan sosyal hayat da minhâc
kısımlarını teşkil etmektedir. Aslında minhâc, şir'anın mânası olmaktadır.
Hz. Mûsâ kavmi için çölde su istedi. Allah da ona, elindeki asası ile
taşa vurmasını emretti. Taştan on iki göz fışkırdı. İsrâiloğulları on iki kabile
ya da aile olduğundan, her biri içeceği kaynağı bildi ve ona göre susuzluğunu
giderdi (Bakara 2/60). Bunun gibi her toplum için Allah, hayatının
problemlerini çözecek bir hukuk pınarı ve bir hayat tarzı belirlemiştir.
Toplumların hayatı, bu hukuk ve hayat biçiminden gıdasını alarak yoluna devam
etmelidir.
Burada şöyle bir soru sormakta yarar vardır: Yüce Allah'ın her toplum
için bir hukuk ve bir hayat tarzı belirlediğini burada zikretmesinin sebebi
nedir? Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Hukukun ilk çıkış biçimi tek toplum
olduğundan, evrensel sayılırdı. Daha sonra farklı kabile, kavim ve milletlerin
oluşmasıyla, örf ve âdetlerde de farklılıklar ortaya çıktı.
Bunun anlamı, hukukta da farklılıkların doğmuş olmasıdır. Ama Allah
Mâide sûresinin 48. âyetinde Hz. Peygamber'e evrensel hukuk, yani objektif
hukuka göre hüküm vermesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in bütün insanlığın
peygamberi olması ve ona gelen Kur'ân'ın da evrenselliği sebebiyle bütün
insanlığa evrensel hukuk eğitimi verilmektedir. İnsanlık için geçerli olacak
tarzda hukuk yapma öğretisini veren Kur'ân, Hz. Peygamber'e de hukukun
evrenselliğini ve onun getirdiği objektifliği koruyarak hüküm vermesini emretmektedir.
Bu emri verdikten sonra farklı toplumların farklı örf-âdet, hukuk ve
hayat tarzı olabileceğinin göz ardı edilmemesini de gündeme getirmektedir.
Hukukun izafî, millî, yani toplumdan topluma değişen kısmının olacağı dersini
vermektedir.
6.
"Allah dileseydi
sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (hukuk ve hayat tarzında,
sizi denemek için (böyle yaptı), öyleyse hayırda yarışınız".
Yüce Allah insanlığı isteseydi bir tek ümmet, yani millet yapabileceğini
söylerken, farklı toplumlar halinde yaratmasının sebebini de tesbit etmektedir.
Farklı toplumlar haline getirmesinin sebeplerini Kur'ân'da şöyle
sıralamaktadır:
a) İmtihan. Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyette "Size verdikleri konusunda sizi imtihan etmek için " verilen
şeyler ne olabilir? Yüce Allah her millete peygamber göndermiş, ona da ayrı
bir vahiy vermiştir. Ayrıca o millete farklı bir nimet ve farklı fırsat
kapıları temin etmiştir. Bunlar bir emânettir. Bu emânetleri koruyarak gelişme
uğruna kullanıp kullanamayacağını denemek istemiştir.
Mâide sûresinin 48. âyetinin devamında şu ifade yer almaktadır: "O
halde hayırlı işlerde yarışınız". İmtihan hayırlı işlerde yarışmak için
yapılmaktadır. Farklı toplumlar halinde yaratmasının sebebi, hayırlı işlerde
yarışma konusunda denemek içindir. Enbiyâ sûresinin 35. âyetine göre, bu
dünyada, iyi ile kötü denemek için var edilmiştir. Demek ki hayırda yarışmak,
farklı toplumlar haline gelmenin önemli bir sebebidir.
b) Kaynaşmak. Farklı milletler ve
topluluklar halinde insanlığın şekillenmesinin diğer gayesi de tanışmak,
kaynaşmak ve birlikte yaşamaktır. Hucurât sûresinin 13. âyeti bu olguyu şöyle
açıklamaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Ve sizi milletler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi
tanıyabilesiniz".
Fizikte farklı elektronlar birbirini çekerler. Farklı toplumların
birbirlerini itmesi değil, birbirleriyle kaynaşması gerekir. Farklı cinsiyette
olan erkekle kadın nasıl birbirini çekip aileyi kuruyorsa, farklı toplumlar da
birbirini çekip insanlık ailesini kurmalıdırlar.
Artı elektron ile eksi elektron bir araya gelince devre tamamlanıp
ışığın meydana gelmesi gibi, farklı milletlerin birbirini çekmesiyle kaynaşma,
sevgi ve tanışma denen insanî ışık meydana gelecektir.
c) İş bölümünde yerini almak. Yüce Allah, insanları ferdî anlamda birbirlerinden üstün kıldığı yani onları zekâ, ve yetenek bakımlarından farklı yarattığı gibi, toplumsal olarak da birbirlerinden farklı yaratmıştır. Bunun sebebi birbirlerini istihdam edip iş bölümlerindeki yerlerini almalarıdır. Bu açıdan fertlerin ve toplumların farklılıkları, alternatiflere benzer, onlarla insanlar farklı iş alanlarıyla birbirlerini tamamlarlar. Verilen bütün yetenek, zekâ, maddî ve sosyal nimetlerin kullanılması konusunda Allah, bütün insanlığı tek bir millet olarak yaratmadığını ve bunu onları denemek için yaptığını Mâide sûresinin 48. âyetinde ifade etmektedir. Farklılıkların madem ki en önemli amacı iyide yarışmaktır; o zaman yarışmanın gelişmeyi meydana getireceği de bir gerçektir.
7.
"Hepinizin dönüşü Allah'adır.
O zaman Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir".
Tevhîd inancına sahip oldukları halde birbirleriyle ihtilâf, yani
çatışma haline gelen grupların, mezheplerin aynı dine mensup insanların, bu
yaptıklarının tahribatının cezasını öteki dünyada görmeden önce Allah
haberlerini onlara anlatacak, yani gösterecektir. Bu husus daha önce Bakara
sûresinin 113. âyetinde anlatıldı. Ayrıca bu ihtilâfların, bilgiye sahip
olmalarına rağmen kıskançlıktan meydana geldiği de Bakara sûresinin 213.
âyetinde işlenmişti.
Kısaca diyebiliriz ki, Mâide sûresinin 48. âyetinde tevhîd inancına
sahip olmalarına rağmen, farklı dinî uygulamalardan dolayı, din alanını
düşmanlık yurdu haline getiren insanlara, yaptıkları bu kötülüğü Allah mahşerde
haber verecektir. Farklılıklar iyide yarışmak için vardır; ihtilâf, çatışma ve
düşmanlık için değildir.
8.
"Sen de aralarında,
Allah'ın indirdiği ile hükmet! Onların keyiflerine uyma! Dikkat et de Allah'ın
sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşmesinler".
49. âyetin bu kısmında yüce Allah, 48. âyette verdiği talimatı bir daha gündeme
getirmektedir. "Aralarında" kelimesini "kitap ehlinin
aralarında" diye mânalandırırken, âyetin tarihî boyutunu gündeme
getirdik. Oysaki bu âyet, evrensel bir boyuta sahip olduğundan, daha sonraki
nesilleri de kapsamına almakta; günümüzdeki yahudi ve hıristiyanlar arasında
beşerî düşüncenin karışmadığı ilâhî vahiyle hüküm vermenin, ilâhî vahyin
örtüşen yönlerini ele alarak meseleleri çözüme ulaştırmanın en doğru yol
olacağını vurgulamaktadır. Dinler arası diyalogun, ilâhî vahyin şemsiyesi
altında ve tevhîd inancı doğrultusunda olacağı gerçeğine dikkat çekmektedir.
İlâhî vahyin şemsiyesini tahrip edecek olan şey, onların arzuları
olduğundan, o arzulara uyulmaması ikazı, hem peygambere hem de gelecek ilim
adamlarına yapılmaktadır. Onun için "Onların arzularına uyma!" emrini
vermektedir. Ayrıca Allah'ın indirdiğinin bir kısmından saptırmaya
çalışmalarına dikkat edilmesini de istemektedir. Nefsin hevâsı ile ilâhî vahyi
bir araya getirmemek gerekiyor. Vahyin ev sahibi akıldır. Vahye akılla
yanaşmak, arzuları, yani nefsin hevâsını devre dışı bırakacak, böylece objektif
hüküm verme imkânı doğacaktır.
İnsanlar içinde hevâsı ile hareket edenlerden sakınmak gerekir. Bu
hükmü veren peygamber de olsa onun da yanılma ihtimali vardır. Onun için
birinci mânada Allah Hz. Peygamber'e onlardan sakınmasını emretmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki hukukta, hüküm vermede, arzuların yeri yoktur ve
olmamalıdır. Çünkü arzular hukuku akrep gibi sokup zehirler; akrepten kaçar
gibi onlardan kaçınmak zorunludur. Arzuların, yani nefsin nevasının pençesine
düşmek, kurtuluşu zor olan bir durumdur. İsrâ sûresinin 73. âyetinde
"Neredeyse seni fitneye düşüreceklerdi" buyuru-lurken, bu hususa
işaret edilmektedir: "Az kalsın seni, sana vah-yettiğimizden
uzaklaştırarak, ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi.
İşte o takdirde seni dost edinirlerdi". Nefsin hevâsı doğrultusunda
hareket edenler, insanları Allah'ın
indirdiğinden uzaklaştırmaktadırlar. Etkileri altına alamayacakları
insan yoktur. Bu tip insanlardan sakınmayanlar, tarafsız hüküm veremezler. Onun
için Hz. Peygamber hayatın fitnesinden Allah'a sığınmıştır[49].
9.
£ger {hükümden) yüz çevirirlerse, bil ki
(bununla) Allah günâhlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister.
İnsanların birçoğu zaten yoldan çıkmışlardır".
Peygamberlerin, Allah'ın indirdiği ile verdiği hükümden yüz çevirenler,
toplumun hukukî yapısıyla ahlâkî yapısını çürümeye terkettik-lerinden günâh
işlemektedirler.
Onların işlediği bu suç ve günâh, cezalarını da beraberinde getirmektedir.
Suç ve günâhın oluştuğu yerde ceza da teşekkül etmektedir. Hukuktan kaçmak,
verilen tarafsız hükme sırtını dönmek, toplumun parçalanmasını temin eden bir
depremdir. Bu depremin fay hattı, insanların nefislerinden çıkıp topluma kadar
uzanmaktadır.
Yüce Allah onları günâhlarından dolayı cezalandırmayı istemektedir.
Günâhları, ilâhî irâdeyi etkileyip ceza vermesine sebep olmaktadır. Cezalandırılmalarının
sebebi günâhlarıdır, Allah'ın isteği değildir.
Âyetin sonundaki fâsık kelimesine bakıldığında, Allah'ın indirdiği ile
verilen hükme sırtını çevirmenin fâsıklık olduğu anlaşılır. Burada fâsık
kavramına farklı bir tanım getirilmektedir. Fakat insanların birçoğunun hukuka
sırt çevirerek yaşadıklarına da dikkat çekilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Mâide sûresinin 48. âyeti, yargı kararını
veren hâkime, dava edenle edilenin arzularına uymaması esasını getirirken; 49.
âyette, tarafsız yargı hükmünden yüz çevirmenin suç ve günâh olduğu ilkesini
koymaktadır. Her iki âyetin ortak noktası, hukuka hislerin karışmaması
yönündedir. Objektif hüküm vermenin önemi vurgulanmaktadır. Hukukun karşısında,
inancın, ırkın ve farklı milletten olmanın önemli olmadığı, çünkü hukukun hava,
su gibi bütün insanlığa hayat verdiği ifade edilmektedir.
Yüce Allah maddî nimetleri istifade etmeleri için kendisine inanan ve
inanmayanlara sunduğu gibi, hukuktan da aynı şekilde yararlanmalarını
istemektedir.[50]
50. Yoksa onlar, Câhiliye kanunu (ile yönetilmek) mi istiyorlar? İyi
anlayanlar için Allah'tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?
Bu âyet 49. âyetin bir devamıdır. Allah'ın indirdiği objektif hukukla
verilen hükme sırtını dönenler için yüce Allah bu soruyu sormaktadır.
1. "Yoksa onlar, Câhiliye
kanunu (ile yönetilmek) mi istiyorlar?"
Âyetin bu kısmı yönetim ve hukuk bakımından geriye gidişi ele almaktadır.
Câhiliye kavramına tarihsel açıdan bakarsak, Kur'ân gelmeden önceki Araplar'ın
aşiret toplumuna dikkat çekildiğini söyleyebiliriz. Sosyolojik açıdan aşiret
kavramı, hukuku olmayan, örf âdetlerle idare edilen toplum anlamına
gelmektedir.
Hz. Muhammed'in getirdiği vahyin hukuk açısından yaptığı devrim,
objektif hukuku getirmesidir. Anayasa ümmü'l-kitâb (kitabın anası) kavramıyla
insanlığı tanıştırmasıdır. Toplumda farklı inanç, gruplar ve kültürlere rağmen
hukuku objektif ve evrensel boyuta taşımıştır.
Şimdi bu gelişmeye rağmen, yüce Allah onlara, aşiret toplumunun hukuk
ve yönetimine mi dönmek istediklerini sormaktadır. Bu geri gidiş, yeniye
intibak edemeyip gelişmeye karşı çıkmaktır. Hukukta geriye gidiş bir bakıma
nehri tersine akıtmak kadar zor; zor olduğu kadar da insanlığın gelişmesi için
tehlikelidir.
Ama câhiliye kavramını Hz. Muhammed'in yetiştiği, ya da Kur'ân'dan önceki
dönemle sınırlandırmamak gerekir. Ahlâkî değerlerin anlaşılmasındaki eksiklik,
hukukun yanıltılması, objektif hukuka karşı çıkmanın bulunduğu her zaman
dilimi, bu kavramın kapsamına girmektedir.
Hukuku kendi menfaatlerine kullanan, gücün olduğu yerde hukuk vardır
diyen, hukuku kendisi için değil de zayıflar için kullananların bulunduğu her
dönem câhiliye dönemidir.
Bütün ilâhî dinlerin getirdiği tevhîd inancına ve ahlâkî sistemlerine
ters düşen her anlayış, câhiliye anlayışıdır. Yüce Allah'ın sorduğu soru, gücün
hukuk olduğu, nefsin arzularının hukuk yerine geçtiği anlayışa, ya da yönetime
dönmek isteyip istemedikleri konusundadır.
2. "İyi anlayanlar için
Allah'tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?" Âyetin sonundaki yûkmûn
"kalben doyuma ulaşan, iyi anlayan ve kesin imana sahip olan"
anlamına gelmektedir. Bu manevî ve fikrî yapıya sahip olan insanlar, tarafsız
hukukun öğreticisinin Allah olduğunu bilirler. Bu noktadan hareketle
diyebiliriz ki: Hukuka saygı, evrensel ve objektif hukukun ön gördüğü hayatı
benimsemek ve bu konudaki yeniliği gerçekleştirmek, derin bir imanın ve derin
bir anlayışın doyum noktasını teşkil etmektedir.
Kısaca şöyle bir sonuca varabiliriz: Mâide sûresinin 13. âyetinden
itibaren hukukun en önemli konularından biri olan antlaşma yapmak, antlaşmanın
içeriğine, maddelerine sadık kalıp yerine getirmek gibi medenî olmanın, aşiret
hayatından kurtulmanın eğitimi başlatılmış, 13. ve 41. âyetlerde objektif
hukuka kötü niyetle yanaşıp onu tahrif etmenin vehâmetine dikkat çekilmiş, 42
ile 47. âyetlerde hüküm vermenin önemi ve dayanakları öne çıkarılmış, nihayet
48 ile 50. âyetlerde hukukun en azılı mikrobu olan "arzu" konusu
işlenmiş; hukukla gelişmişlik arasındaki bağlantı gösterilmiştir. Evrensel ve
objektif hukuka uymayan toplumların câhil ve aşiret toplumu olmaktan
kurtulamayacakları vurgulanmıştır.[51]
51. Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyiniz. Onlar sadece birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna doğru yolu göstermez.
52. Kalplerinden hasta olanlar "Bize bir felâket gelmesinden
korkuyoruz" diyerek, onların arasına koştuklarını görürsünüz. Belki Allah
fetih, ya da kendi katından bir is getirir de onlar, içlerinden gizlediklerine
pişman olurlar.
Allah yahudi ve hıristiyanların antlaşmalara uymadıklarını, hukuku
yanılttıklarını, zaman zaman ikili oynadıklarını anlattıktan sonra, bunlarla
nasıl ilişki kurulacağı konusunu da ele almaktadır. Âyetlerin analiz yapılırken
nüzul sebeplerine dikkat etmek gerekir.
1.
Âyetlerin iniş sebebi:
Süleyman Ateş bu âyetlerin tefsîrinde bazı olayları nüzul (iniş) sebebi olarak
aktarmaktadır. Bunların gerçekle alâkası olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak
Râzî'nin naklettiği nüzul sebebini doğruya
yakın buluyor ve
onu naklediyoruz: Hz.
Peygamber'e sahâbîlerden
Sâmit isimli biri
gelip yahudilerle dostluğunu sürdürmeyeceğini söylemiştir.
Bunu duyan Abdullah b.
Übey, yahudilerle ilişkisini keserse, başına belâ gelebileceğini
söylemesi üzerine bu âyet inmiştir (Râzî, age, IX,103).
Aslında 52. âyet, 51. âyetin iniş sebebinin ne olduğunu göstermektedir;
yani 52. âyet, 51. âyetin iniş sebebidir. Aslında her iki âyetin iniş sebebini
Mâide sûresinin 13 ile 50. âyetleri arasında geçen bütün âyetler
oluşturmaktadır. Antlaşmasını bozan, hukuku yanıltan, yalan konuşan, objektif
hukuktan yüz çeviren insanlar nasıl dost edinilir?
2. Dost olmayacak olanı dost
edinmek zulümdür. Yüce Allah, müminlerden yahudi ve hıristiyanları dost
edinmemelerini emretmektedir. Bunu emrederken, velî kelimesinin çoğulu olan
evliya kelimesine yer vermektedir. Evliya kelimesi, hangi şartlar altında
olursa olsun sırtını dönebileceğin arkadaşı, yani dostları ifade etmektedir.
Sahip olduğun bütün değerleri emanet edebileceğin dostlarındır; her şart
altında, sana arka çıkan dostundur. Velî kelimesi "idare etmek,
düzenlemek, işini üzerine almak, yardım etmek, sevmek"; evlâ kalıbı,
"birine bir işin idaresini vermek, tavsiyede bulunmak, birine iyilik
etmek" mânalarına gelmektedir.
Âyetteki tevellâ kelimesi, evliya kavramına açıklık getirmektedir.
"Birine bir işin idaresini vermek, vekîl tayin etmek" mânasına gelen
tevellâ, evliyanın mânasını açıklamaktadır. İşini havale edebileceğin vekîl
anlamına gelmektedir. "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz, yani
vekîl edinmeyiniz!" demektir. "Edinmek" kelimesinden,
"Yahudi ve hıristiyanları işinizi çözmek için vekîl edinmeyiniz!"
anlamı zaten çıkmaktadır.
"Kim onları vekîl edinirse", yani "Kim onlara işinin
çözümünü verirse, o da onlardandır". Bu ifadede çok ağır bir
değerlendirme yer almaktadır. Bu ağır değerlendirme, âyetin birinci bölümüne
dayanmaktadır:
"Onlar sadece birbirlerinin dostlarıdır" ifadesine rağmen,
yine de bir mümin onları dost edinirse, bu ağır değerlendirmeyi hak etmiş olur.
Yahudi ve hıristiyan toplulukları gerçek dostluklarını kendi
inançlarını paylaşanlara gösterirler. Yahudiler yahudilere, hıristiyanlar
hıristiyanlara gerçek sevgi, yardım ve desteklerini verirler. Kur'ân'a inananlara
böyle bir dostluk göstermezler. Yüce Allah hatâya düşüp, dost olmayanı dost
edinen müminin onlardan olacağını hükme bağlamaktadır. Allah neden yahudi ve
hıristiyanları dost edinmeme emrini verdikten sonra bu ağır değerlendirmeyi
yapmaktadır?
Yüce Allah inanç egoizmi yapan, kendisinden başkasının doğru yolda
olamayacağı düşüncesinde olan insanların, inanç âlemini düşmanlık yurdu haline
getirmekte olduklarını, bu durumlarını zamanla sosyal hayata, ve gruplar arası
ilişkilere yansıtarak dost kavramını parçaladıklarına dikkat çekmektedir.
İnanç grupları arasında dostluğun eriyip gittiğini ve gruplar
arasındaki ilişkileri çıkmaza sürüklediğini gündeme getirerek, müslümana kimin
dost kimin düşman olduğunda hatâ yapmaması için rehberlik etmektedir. Mâide
sûresinin 49. âyetinde, "Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından
seni saptırmalarına dikkat et" derken, yahudi ve hıristiyanların hukuku
yanıltmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını ve bu sebeple işlerin
onlara havale edilemeyeceğini anlatmak istemiştir.
Yahudi ve hıristiyanları dost, yani vekîl edinenler sadece onlardan
olmakla kalmıyor; aynı zamanda Allah'ın rehberliğini ve doğru yolu göstermesini
kaybedecek çapta da hatâ işlemiş oluyorlar. Onun için âyetin sonunda:
"Biliniz ki Allah böyle zâlimlere doğru yolu göstermez " ifadesine
yer verilmektedir. Bu konular Âl-i İmrân sûresinin 28 ve Nisa sûresinin 139.
âyetlerinde açıklanmıştı.
Yüce Allah yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasakladıktan sonra,
onları dost edinenlerin zâlim olduğu, yani zulüm işlediklerini söylemektedir.
Böylece zulüm kavramına yeni bir tanım getirip ona dostunu bilmeyi ilâve
etmiştir. Elbette buradaki zulüm "hatâ yapmak" anlamına gelmektedir.
Müslüman toplumlarda veya siyasî erki elinde bulunduranlar arasında onları
gizlice dost edinenler bulunursa, bu gerçekten ihanet anlamında bir zulümdür.
Bu zulüm, müslüman toplumlara Allah'ın rehberliğini kaybettirmektedir.
3.
52. âyette psikolojik analiz
yapılarak, yahudi ve hıristiyanları dost edinmenin sebebi ortaya konmaktadır:
"Kalplerinde hastalık olanların: 'Başımıza bir felâketin gelmesinden
korkuyoruz' diyerek onların arasına koştuklarını görürsünüz" bölümü,
davranışın psikolojik sebebine inip zulmün temelini tesbit etmektedir.
52. âyetin bu kısmında "hasta kalp" kavramı gündeme getirilerek yahudi ve hıristiyanları dost, arkadaş, yardımcı, koruyucu edinip işini onlara havale edenlerin gönülden hasta oldukları değerlendirmesi yapılmaktadır. Böylece davranışın arka planındaki sebebin psikolojik olduğu vurgulanmaktadır. Hasta gönüllü müslümanlar, onların içine dalarlar, onlarla beraber olmak için can atarlar.
"Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz" ifadesinden,
gönülden hasta olan müminlerin hastalığının, aşağılık duygusundan kaynaklanmış
olduğu anlaşılmaktadır. Yahudi ve hıristiyanlardan gelecek olan felâketi
önlemek için böyle davrandıklarını söylerler. Bu bir gönül hastalığıdır.
Davranışlarını bu ifade ile aklîleştirmeleri, gerçekle uyuşmamaktadır. İşini
havale edemeyeceğin insanların aralarına girip onları dost edinme çabasını
göstermekle, onların belâlarından kurtulmak mümkün değildir.
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerin, bu dostluktan bir de
şeref bekledikleri, Nisa sûresinin 139. âyetinde anlatılmıştı. Şeref Allah'tan
alınır, inanmayanlardan değil. Bu âyetteki aklîleştirme "şeref elde etme"
tarzında ortaya çıkarken, yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 52.
âyetinde belâdan kurtulma şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetlerdeki dostluk kavramını, alışveriş, komşuluk yapma ve aynı
toplumda yaşama anlamında almamak gerekir. Buradaki dostluk, hayat tarzını
paylaşmak ve hukukî meselelerin çözümünü onlara havale etmek anlamında
alınmalıdır. Yahudi ve hıristiyanların hepsinin böyle iki yüzlü olmadığı da
unutulmamalıdır. Ama bu istisnalar Allah'ın bu hükmünü bozmayacaktır.
4. Vicdan azabı duyma
ihtimalleri vardır. 52. âyetin sonu şöyledir: "Ama Allah (müminler için)
büyük bir başarı takdir ettiğinde, yahut kendi planının bir tezahürünü
gerçekleştirdiğinde, içlerinde gizlediklerinden dolayı vicdan azabı duymaya
başlarlar".
Âyetteki fetih "zafer", yani "başarı" anlamına
gelmektedir. Emir kelimesini de "planın gerçekleşmesi" anlamına
alıyoruz. Demek ki yahudi ve hıristiyanların arasına koşanların başarılı olmama
endişelerini derinden taşıdıkları ortaya çıkmaktadır.
Pişman olmak da vicdan azabı çekmek anlamını ifade etmektedir. Bu
açıklamadan hareket ederek diyebiliriz ki, yüce Allah kendisinin dost
edinilmesini istemektedir. Belâları savacak, zaferi getirecek ve planı
gerçekleştirecek olan Allah'tır. Onun için vekîl, yani işlerin havale edinileceği
tek varlık Allah'tır. İşlerinin çözümünün, başarılarının ve planlarının
gerçekleşmesinin kendi çabalan ve Allah'a havale etmesine bağlı olduğunu
bilmeyen, aşağılık duygusu içinde yüzen gönül hastası müminler, sonradan vicdan
azabı çekeceklerdir.
Bu âyetler günümüzde tazeliğini korumakta ve geleceğe ışık tutmaktadırlar.
Yahudi ve hıristiyan toplumlarıyla antlaşma yaparken; onlarla ilişki kurarken
çözüm getiren müminler olmalıdır. Bakara sûresinin 143. âyetinde açıklandığı
gibi, müslümanlar insanlığın problemlerini çözen grup olmalıdırlar ve bunu
görev edinmelidirler.
Diğer taraftan âyetlerden çıkartacağımız bir eğitim ilkesi vardır:
Eğitim programları, toplumların ve insanlığın düşman ve dostlarının kimler
olduğu bilgisini öğretecek tarzda düzenlenmelidir. Eğitimciler dostluk ve
düşmanlıkların toplumlar arası ilişkilerde nasıl yer aldığını, etkinliklerini,
boyutlarını ve derinliklerini öğreterek, yetişmekte olan nesilleri bilinçlendirmelidirler.
Dost ve düşmanını tanımayan nesiller, insanlığın toz duman olmuş hayatı içinde
yollarını bulamayacaklardır.
Yüce Allah bu bilgilendirmeyi Mâide sûresinin 51 ve 52. âyetlerinde
yapmaktadır. Bu konuyu o kadar önemsemektedir ki, düşmanını dost olarak bilen
ve onların içine dalan insanı gönül hastası olarak nitelemekte, davranışına da
zulüm değerlendirmesi yapmaktadır. Ayrıca bu insanlara doğru yolu
göstermeyeceğine de karar vermektedir. Neticede eğitimin, müminlerin böyle hatâ
işleyerek, sonunda vicdan azabı çekmelerini önleyecek şuuru vermekle yükümlü
olduğu bilinmelidir.[52]
53. (O zaman) iman edenler: "Bunlar mıdır sizinle beraber
olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?" diyeceklerdir. Onların bütün
yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır.
Âyeti iki kısma ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:
1.
"İman edenler: 'Bunlar
mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?'
diyecekler".
Gönül hastası olup yahudi ve hıristiyanların içine dalan, onların beraberliğini
uman müslümanlara karşı, diğer müminlerin sorduğu soru budur. Bu hatâyı yapan
müminler, yahudi ve hıristiyanların kendileriyle beraber olacaklarına yemin
ettiklerini öne sürmüşlerdi.
Bu durum halen devam etmekte ve gelecekte de devam edecektir. İkili oynayan insanlar, daima hayal kırıklığı yarattıklarından, insanın doğasına ters düşmektedirler. Onların beraberliklerine, desteklerine, yeminlerine asla güvenilemez. Onların ağız ile gönül ikiliği sosyal hayat-larındaki ilişkilerinde de görülür. Sadâkat, sözünde durmak, sağlam bir çizgiyi takip etmek gibi erdemli davranış ve tutumların onların hayatında yeri yoktur. Bu tür insanlar, milletler arası ilişkilerdeki siyasî davranışı da kirletir ve siyaset sanatının değerini düşürürler.
2. "Bütün yaptıkları boşa
çıkmıştır ve kaybedenlerden olmuşlardır". Âyetin bu kısmına, müminlerin
sözü olabileceği gibi, Allah'ın sözü de olabilir, yorumunu getirmek yanlıştır,
çünkü amellerin boşa çıkması değerlendirmesini insan yapamaz. Bu alan tamamen
Allah'a aittir, âyetin sonundaki değerlendirme de Allah'tan gelmektedir.
Buradan şu genellemeye varabiliriz: İnsanlara yemin ederek onlarla
beraber olduklarını söyleyenler, bu yeminlerini tutmazlarsa, amelleri boşa
gitmekte ve manen iflâs etmektedirler. Çünkü bunlar hem Allah katında hem de
kullar katında güven kaybına uğramışlardır. Güven kaybı, değer kaybına sebep
olacaktır. İşte manevî iflâsın en ağırı da budur.
Demek ki insan, sözünün eri, sadık, vefalı, beraberliğine güvenilen,
anlaşmasına bağlı insanı aramaktadır. Bu âyetlerden maksat geçmiş olayları
anlatmak değil, geçmişten geleceğe ışık tutmaktır. Bu tip insanların her
dönemde olacağını düşünürsek, Allah müminleri ve bütün insanlığı
bilinçlendirmekte ve bu konuda eğitim faaliyetini sürdürmektedir.[53]
54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah,
yakında öyle bir toplum getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı
severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve
şiddetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah (lütfunda)
sınırsızdır ve her şeyi bilendir.
Bu âyetin analizinden şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:
1. Dinini değiştirenlerin
elinden siyasî erk alınır. Yüce Allah,
"Sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler". "Yakında öyle bir toplum getirecek ki" ifadesinden köklü bir değişimin meydana geleceğini anlıyoruz. Bu değişim siyasî erkin, bir toplumdan diğerine intikal etmesiyle son bulacaktır. Bu değişimin dinamiği, yani sebebi, müminlerin dinlerini değiştirmeleridir.
Buradaki dinini değiştirmenin başka bir ifadesi de irtidâd etmektir.
Daha doğrusu imanını kaybetmiş olmaktır. Biraz daha önceki âyetlerle bağlantılı
olarak açıklarsak, yahudi ve hıristiyanları dost edinecek, işlerini onlara
havale edecek kadar gönül hastası olanların bu durumu, imanını kaybetme
hastalığına dönüşebilir. Bu dönüşme ihtimali üzerine Allah 54. âyetteki imanı
değişim olayını ele almış ve onun meydana getireceği siyasî değişime dikkat
çekmiştir. Böylece bir kavmin siyasî iktidarı kaybedip, yerine başka bir
toplumun iktidarı ele almasının sebeplerinden birinin açıklamasını yapmıştır.
Siyaset tarihindeki oluşumların altında yatan dinamiklere, sebeplere bu açıdan
bakılabileceğini de vurgulamaktadır. Dinini, yani imanını değiştirmek, ihanetin
ta kendisidir. İhanet edenlerin elinde siyasî gücü bırakmak veya vermek zulmün
kol gezmesine sebep olmaktır.
Değişimin sebebini anladık, ama amacı ne olabilir? Amaçlarından biri
sevgi, diğeri de alçak gönüllülüktür. Bu değerlerin yerde sürünmemesini
amaçlayan bir siyasî değişim olmaktadır. "Allah onları sever, onlarda
Allah'ı severler". Dinini değiştiren mürted, Allah'ı sevmez, Allah da onu
sevmez. Böylece sevgisiz ilişkiler sistemi doğmuş olur. Allah kendisini
sevmeyen ve kendisinin de sevmediği topluma veya kişilere kullarının idaresini
bırakmaz veya teslim etmez.
Çünkü Allah'ı sevmeyen insanın insanları sevmesi mümkün değildir.
Halkını sevmeyen insanların idaresi zulümden öteye geçemez. Yüce Allah âyetin
bu kısmında siyasî ihtilâlini sevginin uğruna yaptığını açıklamış oldu. Demek
ki mürted insan, yani dinini, imanını değiştiren insan sevgiyi katletmektedir.
Bu değişimin diğer bir amacı da "alçak gönüllü" davranışı
yaşatmaktır. Kime nasıl davranacağını bilmeyen insan, siyasî erki elinde
bulunduramaz. Alçak gönüllük, siyaset sanatının önemli direklerinden birini
teşkil etmektedir. Madem ki siyaset sanatı toplumda erdemleri var etme
faaliyetidir; öyle ise sevemeyen ve alçak gönüllü olamayan insanların orada
yeri yoktur.
"Müminlere alçak gönüllü; ama kâfirlere karşı onurlu"
olamayan insan, 52. âyete göre psikolojik olarak hasta gönüllüdürler. Gönülden
hasta olan insan siyaset sanatını icra edemez. Müminlere karşı davranması gerekeni
kâfirlere; kâfirlere karşı davranması gerekeni müminlere yaparsa, bu insan veya
toplumun değerlendirme melekesi dumura uğramış demektir.
Müminlere alçak gönüllü olma ve kâfirlere karşı onurlu bir tavır takınma
konusu, Tevrat'ta Hz. Musa'ya Hz. Muhammed'le beraber olanların bir özelliği
olarak Fetih sûresinin 29. âyetinde şu şekilde anlatılmıştır. '"Muhammed,
Allah'ın peygamberidir, beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler".
Mâide sûresinin 54. âyetinde geçen ezille kelimesi, Fetih sûresinin 29.
âyetinde ruhamâ olarak geçmektedir. Ruhemâ "merhametli, sevecen ve alçak
gönüllü" anlamına geldiğine göre, ezille kelimesinin bir bakıma anlamını
vermektedir. Demek ki alçak gönüllü mânasına gelen ezille, merhametli ve alçak
gönüllü anlamını ifade eden ruhamâ mânasındadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplumu giderip yerine başka bir
toplumu getirme gibi önemli bir değişimin dinamiklerinden biri din değişimi,
amaçlarından ikisi de sevgi ve merhameti yaşatmaktır. Din ile sevgi ve merhamet
değerlerini bir araya getirince, dinin sevgi ile merhameti aşılamak için
geldiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah'ın dini göndermesi, kullarını sevmesi ve
onlara merhamet etmesini ifade etmektedir.
2. Mücadelesinde Allah'tan
başkasının değerlendirmesine aldırış etmezler. Yüce Allah'ın değişim ile
iktidara getireceği toplumun diğer bir özelliği de basit ve beşerî sebepler
uğruna savaşmaması, yüce değerler uğruna savaşmasıdır. Allah uğruna cihâd
etmenin anlamı, Allah'ın yücelttiği değerler uğruna savaşmaktır. Hürriyet denen
bağımsızlık, vatan, namus, iman, adalet gibi değerler adına savaşmak bunu ifade
etmektedir.
Bu insanların cihâdında en önemli özellikleri, başkalarının
kınamalarına aldırış etmemeleridir. İyilik uğruna yaptıkları bu savaşlarında,
onları kınayanların çıkacağı gerçeğinden hareketle yüce Allah, onların bu
kınamalara aldırış etmeyeceklerini söylemektedir. Biz bundan şunu anlıyoruz:
Başka bir toplumun yerine getirdiği bu insanlar, kendi nefisleriyle ve cehalete
karşı cihâd ederken, beşerin değerlendirmesini değil, ilâhî değerlendirmeyi
ölçü olarak kullanırlar.
3. İlâhî lutfa lâyık olmak
gerekiyor.
"Bu, Allah'ın bir lütfudur; onu dilediğine verir". Âyetin bu kısmında
fazi kelimesi geçmektedir. Bu kelimenin çeşitli okunuş biçimleriyle aldığı
mânalar vardır: "Fazilette üstün gelmek, güzel ahlâk sahibi olmak, birine
iyilik etmek, lütuf ve ihsanda bulunmak"; fezzale kalıbından alınınca
"birini başkasma tercih etmek",, t'ezale kalıbı aâ "'6'ınyıâ
yarışmak" manalarına gelmektedir.
Fazlullah terimi "Allah'ın lutfu" mânasına gelmektedir. Bu
lutfun önemli özelliği, Allah'ın onu dilediğine vermesidir. Buradaki lütuf, siyasî
erki ifade etmektedir. înanan bir grup insanın dinini değiştirmesi, siyasî
hatta önemli bir deprem meydana getirmektedir. Bu depremin merkezi, dini
değiştirenlerin gönlüdür. Burada başlayan depremin devirdiği önemli alanlardan
biri siyasî iktidardır.
Siyasî iktidarın el değiştirmesi, iktidarı elde eden toplum için bir lütuf
olmaktadır. Demek ki bu değişim, biri için ceza niteliğini taşırken diğeri için
lütuf özelliğine bürünmektedir. Aynı olgu insanların sahip oldukları gönüle
göre farklı neticeler vermektedir. Birine azap diğerine lütuf. Bütün bu değişik
yansımalar, hasta gönülle seven ve merhamet dolu olan gönülün işidir.
54. âyetin sonunda, bütün bu oluşumları yüce Allah, sınırsız lutfu ve
bilgisi ile meydana getirmektedir.[54]
55. Sizin dostunuz, ancak
Allah'tır, peygamberdir, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun
eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.
56. Kim Allah'ı, peygamberini ve
inananları dost edinirse, bilsin ki, şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler.
51. âyette yahudilerle hıristiyanları dost edinmemeleri müminlere
emredildikten sonra, bunu ihlâl edenlerin durumu açıklanmakta; 55. Âyette ise
müminlerin dostunun kim olduğu belirlenmektedir. Müslümanın dostu, "Allah,
peygamberi ve namaz kılan ve zekât veren müminlerdir" diyerek üçlü bir
dostluk çevresi sunmaktadır.
Allah ve peygamberi müminlerin çevresini oluştururken, bu çevreye
zihin, gönül ve nefsi de katmaktadır. Çünkü Allah'a ve peygambere iman söz
konusu olduğundan, insanı içten yakalamakta, psikolojik dostluk çevresi meydana
getirmektedir.
Hz. Peygamber'in dostluğu, insanın gönlünde iman ve örnek alma
boyutuy/a kafirken, Allah'ın dostluğu içten ve dıştan devam etmektedir. Yüce
Allah müminler için ölümsüz bir dostluk çevresi oluştururken, Allah'a boyun
eğerek namaz kılan ve zekâtını veren müminin dost olacağını söylemekle, Allah,
dostluğun ilginç bir boyutuna dikkat çekmektedir.
Hucurât sûresinin 10. âyetinde kardeşlik için imanı yeterli görürken,
Mâide sûresinin 55. âyetinde namaz kılmayı ve zekât vermeyi şart koşmaktadır.
Demek ki kardeşlik için, iman için, dostluk için namaz kılmak ve zekât vermek
yeterli görülmektedir.
Allah kendisini, peygamberini ve müminleri, inananların dostu ilân
ettikten sonra, 56. âyette, inananların kendi iradeleriyle onları dost edinmelerini
istemekte ve bunu gerçekleştirdikleri zaman ne olacağını da bildirmektedir:
"Kim Allah'ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinirse, (bilsin ki)
üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır".
56. âyetin sonundaki ifadesi, "Allah'ın taraftarı" anlamına
gelmektedir. Allah'ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinen müminler, bu
dostluklarıyla Allah'ın taraftan olma özelliğini kazanmaktadırlar.
Dostluk, taraftarlığa dönüşünce, zaferi beraberinde getirmektedir.
Allah "Onlar zafere ulaşanlardır" derken, "Bütün problemlerle
boğuşup çözüm üretenlerdir" anlamını ifade etmektedir. Galibiyet,
"üstün gelmek" mânasına gelmektedir. Buradaki gâlibûn kelimesini,
Âl-i îmrân sûresinin 139. âyetinde yer alan a'levn kelimesiyle açıklamak
mümkündür: "Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz"
buyururken, üstünlük, yani zafer sadece savaşta değil, siyasette, ekonomide,
bilimde ve itibarda üstünlüğü amaçlamaktadır.
Âl-i İmrân sûresinin 139. âyetinde inanan insanın üstün olduğu vurgulanırken,
Mâide sûresinin 56. âyetinde Allah'ın taraftarlarının üstün olduğu, yani zafere
ulaşacağına dikkat çekilmektedir. Her iki âyetteki zafer veya üstünlüğün
gönülden başlayarak davranışlara, oradan bütün hayata yayılan bir çizgiyi takip
etmekte olduğu görülmektedir. Hayatında dost ve düşmanını bilmeyen insanların
üstün gelmesi ve zafere ulaşması imkân dahilinde değildir.[55]
57. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyiniz. Eğer
inanıyorsanız Allah'tan sakınınız.
51. âyette, "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz" denirken, gerekçe, onların kendi aralarında dost oldukları, müminlerle dost olmadıklarıdır. 57. âyette ise gerekçe olarak din ile alay etmeleri belirtilmektedir. Din ile nasıl alay edilir?
1.
Bunun cevabı 58. âyette
verilmektedir: "Namaza çağrıldığınız zaman onu alay ve eğlence konusu
yaparlar. Bu davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır".
Bu âyet, ezan okunduğunda onu eğlence ve oyun yerine koymalarının,
dini alay ve oyun konusu edinmeleri anlamına geldiğine işaret etmektedir. Bu
da namaz çağrısına tepki göstermelerinden başka bir şey değildir.
2. İkili oynayarak dine tepki
göstermek de bir bakıma dini alay ve oyun konusu edinmektir. Meselâ
"Müminlerle karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler. Reisleriyle baş başa
kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, müminlerle sadece alay ediyoruz'
derler" (Bakara 2/14). Bu âyette de, iman konusunu eğlenceye aldıkları ve
o şekilde müminlerle alay ettikleri görülmektedir.
3.
Dikkat edilirse, Mâide sûresinin 58 ile
Bakara sûresinin 14. âyetleri, yakın ilişki içerisinde olan insanların eğlence,
oyun ve alay edinmeleri ele alınmaktadır. Günümüzde kitap, makale ve
gazetelerle; sempozyum ve kongrelerle, yani medya teknolojisi kullanılarak
dinle alay edilmektedir.
Müminlerin çeşitli tuzaklara düşürülerek, âdi işlerde kullanılarak,
terörist eylemlerde bulunmalarına destek çıkılarak dinle alay etmek günümüzde
moda haline gelmiştir. Müslümanların cehaletinden istifade ederek, onları
insanlık dışı işlerde kullanarak "İslâmî terör" terimini üreterek
"İslâm dinine" hakaret edilmesine ve birtakım insanların tavır
takınmalarına sebep olunmaktadır. Kitap ehlinden bu oyunlara katılanların dost
edinilmemesi istenmektedir. Ayrıca dini inkâr edenler de dost edinilemez.
Buradaki dostluğun ne anlama geldiği 51. âyette açıklanmıştı.
"Eğer inanıyorsanız, Allah'tan sakınınız" ifadesinin anlamı
şudur: Mümin insan Allah'tan sakınarak, dini alaya alan kimseleri ve dini inkâr
edenleri dost edinmez. Muhammed Esed'in takvaya verdiği mânadan hareket
edersek, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olan insanlar bu emri yerine
getirip, dinini alaya alanı dost edinmez.
Bu mânadan hareket ederek şu neticeye varabiliriz: Müminin en büyük değerlerinden biri olan dini, yani inancıyla alay eden kimseyi dost edinmemekle tepki koyması, takva denen ruh olgunluğu ile yakından alâkası vardır. Böyle bir tepki koyması, müminin takvaya ulaştığına işarettir.
97. âyetin bize getirdiği önemli bir yaklaşım da şudur: Toplumlarda
inanç özgürlüğü vardır, bu özgürlüğe dokunulamaz, o insanla alay edilemez.
İnançla veya birinin dini ile alay etmek, inanç özgürlüğüne hakarettir. Bu
özgürlüğe hakaret eden insanlarla, dostluğu kesmek, caydırıcı bir ceza
mahiyetini taşımaktadır. Dostluğunu kesmenin bir anlamı da gönülden mahrum
etmektir. Bu insanlara gönül mahrumiyeti cezası uygulamak, takva denen ruh
olgunluğunun bir parçasıdır.[56]
58. Namaza çağrıldığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu
davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır.
Bu âyet bir önceki âyetin devamı olmakta ve dinle nasıl alay edildiğini
açıklamaktadır. Ayetin analizinden şu sonuçlara varabiliriz:
1.
Başkalarının ibâdetine saygı
göstermek aklın göstergesidir. Onun içindir ki, âyetin sonunda aklın faaliyeti
olan düşünce gündeme getirilmektedir. Aklın bağımsız çalışması, ibâdete saygıya
götürür, ibâdet özgürlüğünün kutsiyetini öne çıkarır.
2. Başkalarının ibâdetini
küçümsemek, alaya almak akılsızlığın, yani aklı kullanmamanın işaretidir.
İbâdet özgürlüğünü kutsamayan, onu alaya alanların davranışlarının arkasındaki
sebep, düşüncesizlikleridir.
3. Bu âyet ibâdet özgürlüğünün
ve başkalarının ibâdetine saygı göstermenin temelinde akıl varlığını
belirtmektedir. İbadet özgürlüğü ile ona saygı gösterme, öne çıkan değerler
arasında yer almaktadır. İbadet özgürlüğü, hukukla siyaseti, ona saygı
göstermek de ahlâkı ilgilendirmektedir.
Siyasî ve hukukî değerlerle, ahlâkî değerlerin kaynağında aklı
görüyoruz. Vahiy, bu değerlerin korunup yaşatılmasını akla vermiştir. Aklın bu
görevi yerine getirebilmesi için siyaset, hukuk ve ahlâk alanlarına girmeli ve
oralarda faaliyet göstermelidir.
4. Âyetin sonundaki "Bu
davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır" ifadesinden,
"toplumsal akıl" kavramını çıkarmak mümkündür. Çünkü ibâdet
özgürlüğüne saldıran, onu alaya alıp küçümseyen fert değil bir toplumdur. Bunu
gerçekleştiren toplumun ortak özelliği, toplumsal aklı kullanamamalarıdır.
Âyette toplumsal aklın kötüye kullanılması ele alınırken özellikle
ibâdet özgürlüğü ve ibâdete saygı konusu gündeme getirilmektedir. Toplumsal
aklın işlemez hale getirilmesinin arka planını da bir sonraki âyet vermektedir.[57]
59. De ki: Ey Ehl-i kitap! Yalnızca Allah'a, bize ve bizden daha önce
indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan
çıkmış insanlarsınız.
Bu âyetin açıklamasını yaparken ilginç bir tepki analizi ile karşı
karşıya kaldığımızı söylemekte yarar vardır.
1.
Kitap ehlinin namaza
çağrısının alay konusu yapılmasının arkasındaki sebebe ışık tutmaktadır. Alay
ve eğlencenin arkasında "hoşlanmama" gibi bir psikolojik tavır olduğu
gündeme getirilmektedir. Hoşlanmamanın sebebine gidilerek, müslümanlann sahip
oldukları Allah ve vahiy inancının etkisi araştırılmaktadır.
2. Bu araştırmadan şu noktaya
varılmaktadır: İslâm inancı, Kur'ân ve ondan önce gelen vahyin tamamına
inanmayı şart koşar. Kitap ehli ise vahyin bütünlüğünü ve süreç niteliğini
parçalayarak inandığından, böyle bir inanca karşı hoşnutsuzluk duymaktadır.
Âyetin istisna cümle kalıbıyla verdiği bu tavrın kesin olduğu ortaya
çıkmaktadır.
3.
Bir önceki âyetle bağlantılı
olarak konuya bakarsak, Ehl-i kitap'ın müslümanlann bütüncül niteliğe sahip
inançlarından duydukları hoşnutsuzluk, 58. âyette ibâdete saygıyı ortadan
kaldırarak alay ve eğlence edinmeye dönüşmüş, 57. âyette de dini alaya almaya
kadar uzanmıştır.
Her üç âyetin analizi şunu gösteriyor: Yüce Allah önce neticeyi veriyor,
sonra o neticenin sebepler zincirini takip ederek merkezî sebebe ulaşıyor.
Ehl-i kitap'ın ve kâfirlerin dinle alay etmelerinin tanımı ve sebebi, onların
müslümanlann ibâdetlerine saygı duymamaları ve ibâdet özgürlüğüne tahammül
edememelerinin oluşturduğu küçümseme ve alay; bunun arkasındaki sebep de
müslümanların bütüncül imanlarından hoşlanmamalandır. Böylece yüce Allah
sebepler zincirini ortaya koyan bir analiz yapmaktadır.
4.
Yüce Allah şu değerlendirmenin yapılmasını
emretmektedir: "Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz". Allah
fâsık kavramına yeni bir tanım getirmektedir. Başkasının inancına duyulan
hoşnutsuzluktan dolayı, onların ibâdetleriyle alay etmek ve giderek dinlerini
oyuncak edinmek, fâsıklıktır. Başka bir tanım yaparsak, ibâdet özgürlüğünü
tanımayan ve saygı duymayan, bütüncül imanı hoş karşılamayan insanlar
fâsıklardır.
Din, iman ve ibâdet özgürlüğü tanımayan insanlar her devirde bulunur.
Bu insanlarla mücadele verilmesi zorunludur. Bu fâsıklar manevî değerleri yıkan
teröristlerdir.
Hac sûresinin 40. âyetinde, bunlarla mücadele verilmediği takdirde,
içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescidler yıkılıp gidecektir. Dünyayı bir toplum olarak kabul edersek, farklı
inançların, tevhîd inancını merkeze almak şartıyla bir arada yaşamaları
zorunludur. İbadet özgürlüğüne saygı duymak, birbirine karşı, toleranslı
davranmak, insan olmanın ve tevhîd inancına sahip olmanın bir gereği olduğu
kadar aklında gereğidir.
Mâide sûresinin 58. âyetinin sonuyla 59. âyetin sonunu bir araya
getirdiğimiz zaman şöyle bir tanım yapabiliriz: Fâsık insan, aklını kullanıp
düşünemeyen insandır. Çünkü akıl, şirk olmadıkça, başkalarının inancına saygı
duyan, ibâdet özgürlüğünü kutsayan ve dine hürmet gösteren bir davranışı
üretecektir.[58]
60. De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğûta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.
Dinle alay etmek, ibâdet özgürlüğüne saygı duymamak, bütüncül inançtan
hoşlanmamak gibi düşünce ve eylemler, giderek daha kötü cezaları getirecek
olan oluşumlara sebep olmaktadır. Nedir bu daha kötü cezalar? Bu soruyu yüce
Allah Hz. Peygamber'den şöyle sormasını istiyor: "De ki: Allah katında
yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? " Dikkat edilirse
"Allah katında" ifadesiyle, insanın düşünce ve eylemlerine bir
değerlendirme yapacak olan tek makamın Allah olduğuna işaret edilmektedir.
Peygamber ilâhî değerlendirmeyi aktarmakla mükelleftir.
Yüce Allah'ın katında en düşük makama sahip olanlar şunlardır:
1. Allah'ın lanet ettikleri. Bakara
sûresinin 88. âyetinde lanetin ne anlama
geldiği ve hangi inanç ve eylemlerden dolayı Allah'ın insanları lanetlediği
açıklandığından, burada aynı kapsamda bir açıklamayı uygun bulmuyoruz. Ancak
burada verebileceğimiz açıklama, bu âyetten önceki üç âyette yer alan dinle
alay etmenin, başkalarının ibâdetini küçümsemenin, din, inanç ve ibâdet
özgürlüğünü engellemenin lanete götüren sebepler olarak zikredilmeleridir.
2. Allah'ın gazap ettikleri. Yüce Allah'ın kimlere hangi
amellerinden dolayı gazap ettiği konusu, Fatiha sûresinin 7. âyetinde detaylı
bir şekilde açıklanmıştı.
3. Maymun, domuz seviyesine indirdikleri. Bu ve Bakara sûresinin 65.
âyetine bakarak bazı âlimler, Allah'ın yahudileri maymuna ve domuza çevirdiğini
söylemekte, bu yorumlarına bir hadîsi de delil olarak getirmektedirler. Bu
konu Bakara sûresinin 63. âyetinde açıklandı.
Maymundan insana mutasyon şeklinde dönüşümü savunan Darwin'i yanlış
bulanlar, insandan maymun ve domuza dönüşümü nasıl savunurlar? Bu konuda Muhammed
Esed şu açıklamayı yapmaktadır:
Tabiînin meşhurlarından Mücâhid, o insanı bu tür günahkârların mâruz
kalacağı ahlâkî çöküntünün mecazî bir tanımı olarak açıklar. Onlar, maymunlar
gibi ne yapacakları önceden tahmin edilemeyen ve domuzlar gibi şehvet kurbanı
olurlar[59].
Mücâhid'in açıkladığı gibi, Allah müslümanların dinini, ibâdetini ve imanlarını alaya, eğlenceye alarak hakaret edip ibâdet özgürlüğünü ve ona saygıyı yaralayan yahudilerin maymun ve domuz seviyesinde olduklarına işaret etmektedir. Yoksa nesh adı altında, biyolojik olarak değişime uğramadılar. Diyelim ki yahudiler bedenî olarak maymun ve domuza dönüştüler. Bu durumda ne olur? Bu soruya sorumluluk açısından cevap vermek gerekir. Maymun ve domuzlar yaptıklarından sorumlu değillerdir. Bu insanların sorumluluğu ortadan kalkar. Gerçi maymun ve domuza dönüştürülmeleri onlara bir cezadır, ama sonraki hayatlarında sorumlulukları kalkmış olacaktır.
4. Tâğûta tapanlar. Tâğûta tapanların anlamı,
"şeytanî güçlere kulluk" etmektir. Tâğutun ne olduğu Bakara sûresinin
256. âyetinde açıklandı. Allah'ın dışında tapınılan her şey, tâğût kavramının
kapsamına girmektedir.
Allah'ın dinini alaya alan, Allah'a ibâdeti küçümseyen ve oyuncak
edinen, tevhîd inancına sahip olanlardan hoşlanmayanların dünyevî cezalarından
biri de, şirkin batağında şeytanî güçlere tapınmak olacaktır. Gerçek din, inanç
ve ibâdetten ayrılanın varacağı yer, şeytana kulluktur.
Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Lanete uğrayan, gazap edilen; maymun ve domuz seviyesine düşürülen ve şeytanî güçlere tapınan insanın durumu nedir? "İşte bunlar yeri daha kötü olanlardır". Dikkat edilirse yüce Allah âyetin bu kısmında, "mekân" kelimesine yer vermektedir. Mekân, yer, makam mânalarına geldiğine göre, onların Allah katındaki yerlerinin çok kötü olduğunu ifade etmektedir.
Demek ki maymunluk ve domuzluk biyolojik olarak değildir. Yahudiler
tamamen ahlâkî çöküntü sebebiyle o seviyeye inmişler, ayrıca Allah katında da
daha kötü bir yere sahip olmuşlardır. Aslında maymun ve domuzun Allah katında kötü
bir mekânları yoktur, çünkü O'nun yarattıklarıdır. Ama insanın maymun ve domuz
seviyesine inecek kadar kötü davranış ve fikir üretmesinin Allah katında çok
kötü bir yeri vardır.
"Ve doğru yoldan daha fazla sapanlardır" ifadesinde yer alan
sevâ kelimesi, "dümdüz" demektir. Aklını kullanmayıp din ve ibâdetle
alay edenler, iman edenlerden hoşlanmayanlar, karışık bir yoldan değil, dümdüz
yoldan sapmaktadırlar.
Lanet, gazap, hayvanî seviye ve şeytanî güçlere tapınma gibi en âdî
vasıflar, insanın Allah katındaki değerini alıp götürmekte ve yoldan çıktığına
delil teşkil etmektedir.
İnanç gruplarının birbirine bakışı, tavrı davranışı ve
değerlendirmelerinden biri doğru, diğeri yanlış olacaktır. Yüce Allah bu
değerlendirmelerini müslümanlara anlatarak, inançlar arası ilişkiler konusunda
bilinçlendirmekte ve bu yolla eğitimini gerçekleştirmektedir. İnanç ve ibâdet
özgürlüğünün önemini vurgularken, bunlara karşı koyanların düştüğü durumu
gündeme getirmekte, bu özgürlüklerin insanlığın hayatında yer almasını ön görmektedir.
Kâinatın yöneticisi olarak, kendi şemsiyesi altındaki farklı inanca
mensup grupların birbiriyle düşman olup kavga etmelerini engellemek için bu
değerlendirmesini yapmaktadır. Bütün bu kavgaları çıkaranları beyinsizlikle
nitelendirdikten sonra, onların Allah katında bayağı duruma düştüklerini ve
bütün değerlerini yitirdiklerini söyleyerek, caydırma yolunu tutmaktadır.[60]
61. Yanınıza inkârla girip inkârla çıktıkları halde, size geldiklerinde
'inandık' derler. Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir.
Bu âyet onların maymun davranışında olduklarını göstermektedir, yani
maymun gibi önceden ne yaptıkların bilinemez, bir daldan ötekine, ötekinden
berikine atlarlar. Bu insanların inanç ve fikir yapılarında istikrar yoktur.
Hangi fikri ve inancı takip ettikleri belli değildir. Müslümanlarla
karşılaşınca "İman ettik" derler, ama geldikleri gibi kâfir olarak
çıkarlar. Bakara sûresinin 8-14. âyetleri arasında açıklanan münafıklık
alâmetlerini taşımaktadırlar. "Allah gizlediklerini daha iyi
bilmektedir" ifadesiyle Allah, onları içeriden ve dışarıdan ilmi ile
kuşattığına işaret etmektedir.
Bunun anlamı şudur: Münafık yahudiler, belki müslümanları
kandırabilirler, ama her şeyi bilen Allah'ı kandıramayacaklardır. Böylece
onların Allah konusundaki imanlarındaki zaaf da ortaya çıkmaktadır. Allah'ın
içlerindekini bildiğine inansalardı, böylesine ikili oynamazlardı.
Onlar ne yaptıysa yaptılar. Peki bunları müslümanlara anlatmanın amacı
nedir? diye soracak olursak, bunun iki amacı olduğunu görüyoruz: Birincisi
müslümanların sosyal ilişkilerde aldanmalarını önlemek, ikincisi de onların
durumunu anlatarak müslümanların da ikili oynamalarını önlemek için gerekli
olan terbiyeyi vermektir.
Âyet, müslümana, hangi davranışlarıyla münafıkların durumuna düşeceğini
anlatmakta, dille gönlün birliğinin, söylenenle davranışın örtüşmesinin önemini
ilke olarak koymakta ve bu ilkeye ters düşmenin ne denli yerileceğine dikkat
çekmektedir.[61]
62. Onların çoğunun günâh işlemede, düşmanlık ve haram yemede
yarıştıklarını görürsünüz. Yaptıkları ne kadar kötüdür.
Mâide sûresinin 2. âyetinde, "İyilik ve takvada yardımlasınız;
günâh ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayınız " buyurulmuştu. İşte
yahudilerin münafık kesiminin bu emrin tam tersini uygulayarak, günâh,
düşmanlık ve haram lokma yemekte yarıştıkları beyan edilmektedir.
Bu insanlar maymun ve domuza benzediklerinden, basit bir hayat
yaşayarak ahlâkî kurallara ters düşmektedirler. Hayvanlar için kul hakkı söz
konusu olmadığından, haram lokma mefhumunu bilmediklerinden, kul hakkı demeden
haram lokmayı tıkınırlar.
Bu açıklamadan şu noktaya varıyoruz: Dîni, ibâdeti ve imanı alaya alan
fâsıklar; hak dine inanca ve doğru ibâdet yapanlara zarar vermekte ve onlara
düşmanca muamele yapmakta yarışırlar. Şeytanın kullan olduklarından, helâl
lokma ile haram lokmanın ayırımını yapmazlar. Onlarda kul hakkı, yetim hakkı,
komşu hakkı, toplum hakkı, devlet hakkı diye bir mefhum olmadığından, haram
lokma peşinde yarışırlar. Günâh, düşmanlık ve haram lokma peşinde koşarken
siyasetin, ekonominin ve sosyal ilişkilerin dengesini bozarlar. Bu alanları
kirleterek kendi nesillerinin asaletini bozarlar.
Kötülüğün gelişmesine, yayılmasına, sürüp gitmesine yardım eden bu
insanlar, hayvanlar gibi iyinin ne olduğunu bilmezler. Günâh, düşmanlık ve
haram lokma yerken yaptıkları yarışı iyi görürler. Çünkü şeytanî güçlerin kulu
olduklarından, şeytan onlara yaptıklarını süslemektedir. "Kötü işi
kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse " (Fâtır 35/8) âyetiyle
bu tip insanlar anlatılmaktadır. Yüce Allah "Yaptıkları ne kadar
kötüdür" değerlendirmesiyle, eylemlerin öznelerinin bizzat kendileri
olduğunu söylemektedir. Âyetteki "yarışma" ve "yapma"
fiillerinin faili, ikili oynayan münafıklar olduğu açıklanmaktadır.
Bir bakıma 57 ile 59. âyetler arasındaki eylemlerin sebebi de
açıklanmaktadır. İnanmadıkları halde inandık demeleri, günâh işlemeleri,
düşmanlık beslemeleri ve haram yemelerindeki yarışlar, onların din ile alay
edip oyun konusu edinmelerine, namaza çağrıyı alay ve eğlenceye almalarına,
iman edenlere hoşnutsuz bakmalarına sebep olmaktadır.[62]
63. Din adamları ve âlimleri, onları günâh olan sözleri söylemekten ve
haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri ne kötüdür!
Âyette geçen rabbânî kavramı, İbrânîce'de yahudilerin bilginlerine
verilen bir isimdir. Hibr veya habr kelimelerinin çoğulu olan ahbâr da
"fıkıh âlimleri" anlamını ifade etmektedir. "Divit, mürekkep,
hokka" anlamlarına gelen hibr kelimesinin fiil hali "süslemek,
güzelleştirmek, mürekkep koymak" anlamına gelmektedir. İsim olarak ahbâr
"âlim, haham, din reisi ve nimet" mânasını ifade etmektedir. Bütün
bu mânaları bir araya getirince ahbâr, "kitap yazacak kadar bilgisi olan,
insanların şahsiyetlerini süsleyen, güzelleştiren, onları bilgi nimetinden
istifade ettiren din adamı veya din âlimi" demektir. Başka bir ifade ile
din eğitimcisi mânasını kazanmaktadır.
Bu mânada rabbânî ile ahbârı aynı görenler vardır. Âyette, önce
sayılması sebebiyle rabbânînin ahbârdan daha önemli bir seviye olduğunu söyleyenlere
rastlanmaktadır. Bunların toplumun zâhid ve âlimleri olduğu fikrini ileri
sürenler de vardır. Rabbânî, "öğreten, terbiye eden, bilgiyle amel eden,
helâli ve haramı, emir ve nehyi bilen, basîret bilgisi ile siyaset ilmini
birleştiren"; Sîbeveyh'in ifadesi ile "Allah'ı bilen ve ona itaat
eden" anlamlarını taşımaktadır. Rabbânî kelimesinin "terbiye"den
alındığını iddia edenler de vardır. Bu sebeple Hâzin, Âl-i İmrân sûresinin 79.
âyetinde geçen rabbânî kavramına "İdareci, âlim, insanlara iyiyi, Allah'a
itaati ve kulluğu öğreten olunuz" mânasını vermiştir. Bu kelimenin
İbrânîce veya Süryânîce olduğu söylenmektedir. Nereden gelirse gelsin; bilgi,
bildiği ile amel etmek ve insanlara iyinin yolunu öğretmek anlamındadır.
Yüce Allah din adamları ve din âlimlerinin görevlerini yapmadıklarını
gündeme getirerek, sebepler zincirinin ilk halkasına ulaşmaktadır. Onların
yalan konuşmalarını ve haram lokma yemelerini eğitilmemişlikle-rine
vermektedir. Din adamları ve din âlimleri, onları bu yanlış davranışlardan alıkoymadılar,
yani halkı bu konuda eğitmediler.
Böylece Allah onların görevlerinin bir kısmını hatırlatmaktadır. Halkı
yalandan ve haram yemekten alıkoyacak insanların din âlimi ve din adamlarının
olduğunu söyleyerek, onların sosyal işlevlerini tesbit etmektedir. Yalan ve
haram lokmanın ne olduğu, sosyal zararlarının boyutları öğretilmedikçe, halkın
onlardan geri kalması mümkün değildir.
Yüce Allah yahudi din adamı ve âlimlerinin ne yapmadıklarını bize niçin
anlatıyor? Bir bakıma müslüman din adamı ve din âlimlerini uyarmakta, onlara
görevlerinin neler olduğunu açıklamaktadır. Eğitim vasıtasıyla topluma bazı
değerleri öğretip sahip çıkmalarının önemine dikkat çekmektedir.
Âyetin sonundaki "Ne kötü sanat icra ediyorlar!" ifadesinden,
eğitimin bir sanat olduğunu anlıyoruz. Neticede din adamı ve âlimlerinin eğitim
sanatını yerine getirmemeleri, halkın günâha, düşmanlığa, yalana, haram lokmaya
yarış halinde koşmalarına sebep olmuştur.[63]
64. Yahudiler, "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Hay dedikleri
yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır,
dilediği gibi verir. An-dolsun ki sana rabbinden indirilen, onlardan çoğunun
azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar düşmanlık ve kin
soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar
yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.
Bu âyet, yahudilerin Allah hakkındaki görüşlerinden, Kur'ân'a olan
tepkilerinden, savaş ateşi yakmalarından bahsederken, bir taraftan ruhî
analizlerini, diğer taraftan davranış analizlerini yapmaktadır. Âyeti kısımlara
ayırarak açıklamak daha uygun olacaktır:
1.
"Allah cimridir
dediler". Âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar anlatılmaktadır. Râzî
bunların özetini verdiği için biz burada tamamını nakletmeyi uygun bulmuyoruz.
Bize göre Râzî'nin Bakara sûresinin 245. âyetini delil getirerek
gösterdiği sebep en doğrusudur: "Allah'a kim güzel bir borç verirse"
(Bakara 2/245) âyetini duydukları zaman, "Eğer Allah borca muhtaç ise,
fakir ve acizdir" dediler. Onlar, kullarından borç isteyen ilâhın fakir ve
elleri bağlı olduğu neticesine varınca bu âyet inmiştir. "Yahudiler,
'Allah'ın eli bağlıdır' dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve
lanet olasılar! Bilâkis Allah'ın eli açıktır, dilediği gibi verir".
"Eli sıkıdır" ifadesi, cimriliği gösteren mecazî bir anlatım
tarzıdır. "Onun eli açıktır" cümlesi ise onun cömertliğini ifade
eder. Neden onlar Bakara sûresinin 245. âyetindeki yüce Allah'ın borç istemesi
karşısında böyle konuştular? Müslümanların fakir olması sebebiyle, onları
küçümsüyorlardı ve bu küçümsemeyi 57 ve 58. âyetlerde din ve ibâdetlerine kadar
uzattılar. Bu, fakirliklerinden dolayı hem müslümanları hem de onların
dinlerini küçümserlerken kullandıkları bir ifadedir.
"Allah'ın eli bağlı, yani cimri olduğu için müslümanlar böylesine
ekonomik ihtiyaç içinde yaşıyorlar. Allah cömert olsaydı, onlara da verirdi"
demek için bu ifadeyi kullanmışlardır. Aynı konuşmayı Âl-i İmrân sûresini 181.
âyetinde yapmışlardı: "Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz,
diyenlerin sözünü andolsun Allah işitmiştir". Bu âyeti Mâide sûresinin 64.
âyetiyle birlikte düşünürsek, "Allah'ın eli bağlıdır" ifadesinin
anlamı daha iyi anlaşılmış olur.
İsrâ sûresinin 29. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Elini
boynuna bağlı olarak asma!" Bunun anlamı, "Eli sıkı olmaP'dır, yani
"Cimri davranma!" demektir. Yahudilere göre Allah'ın cimriliği, O'nun
fakirliğinden kaynaklanmaktadır. Bir taraftan fakirliği, diğer taraftan
cimriliği Allah'a yakıştırıyorlardı.
Demek ki yahudiler iki yönlü alay yapıyorlardı. Bir taraftan Allah'a,
diğer taraftan O'na inanan müslümanlara! Sanki müslümanların Allah'ı onların
Allah'ı değildi. İnsanları ekonomik imkânlarıyla değerlendirmenin yanlışlığını
anlatmak için yüce Allah bu konuyu gündeme getirmiştir; aksi takdirde
yahudilerin ne söylediğinin müslümanların kitabında yer alması mümkün değildi.
Yüce Allah yahudi örneği ile bütün insanlığa, insanların ekonomik imkânlarından
hareketle ne dinleri ne ibâdetleri ne de imanlarının küçümsenemeyeceği
ilkesini getirmektedir.
2. "Hay dedikleri
yüzünden lanet olasılar!" Yahudilerin bu konuşmalarının ardından şu
değerlendirmeyi yapmaktadır: Âyetin ikinci bölümündeki "Sıkı olan onların
elidir" ifadesi ile cimrilik sıfatının sadece insan için düşünülebileceğine
işaret edilmektedir. Yüce Allah onları "Bu ifadelerinden dolayı
lânetlemiştir".
İnsanları ekonomik güçleriyle değerlendirerek, ekonomik gücü olmayanları
aşağılamak, kendilerinin zengin olması sebebiyle Allah katında önemli yerleri olduğun iddia etmek, hem
fikrî, hem imanî, hem de ahlâkî bir çöküntüdür. Bu çöküntünün cezasını yüce
Allah lanet ederek vermektedir. Bilindiği gibi lanet, bedduaların ve cezaların
en ağırıdır. Lanetin ne anlama geldiği, Bakara sûresinin 88. âyetinde
açıklanmıştı.
3. "Bilâkis, Allah'ın
elleri açıktır". Yahudilerin "Allah'ın eli sıkıdır"
değerlendirmesini, "Allah'ın eleri açıktır, dilediği gibi verir"
ifadesiyle reddetmektedir. Burada sorulacak soru şudur: Allah'ın eli olur mu?
Böyle bir ifade ne anlama gelmektedir?
Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde "Allah'ın eli" kavramı yer
almaktadır. Meselâ Feth sûresinin 10. âyetinde, "Allah'ın eli onların
elleri üstündedir" ifadesini buluyoruz. Buradaki yed (el) kelimesi,
kudreti ifade etmektedir. "Allah'ın kudreti onların kudretleri
üstündedir" mânasına gelmektedir. Yüce Allah bu açıklamasını insanların
idrâkine göre vermektedir. İnsanlar işlerini elleriyle yaparlar, onun için
"el" kudret, yani güç demektir.
Sâd sûresinin 75. âyeti şöyledir: "Ey İblîs! İki elimle
yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?" "İki elim"
ifadesinin yerine "kudretimle" kelimesi konduğunda, mânası anlaşılmış
olur: "Ey İblîs! Kudretimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan
neydi?" şeklinde ifade edilebilir.
Yâsîn sûresinin 71. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Ellerimizin
yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar yarattığımızı görmediler
mi?" Burada ki "el" de, "yaratma kudreti"nin mecazî
anlamı olmaktadır. Râzî'nin açıklamasına göre yed, Arapça'da "nimet,
mülk" mânalarına gelmektedir.
Mâide sûresinin 64. âyetinde "nimetle" alâkalı mânası ortaya
çıkmaktadır. "Allah'ın elleri açıktır" demek, "Allah
cömerttir" mânasını ifade etmektir. Çünkü âyetin devamında "O,
dilediği gibi dağıtır" ibaresi yer almaktadır. "İnfâk etmek"
tabiri tamamen nimetle alâkalı bir kavramdır. Yüce Allah kullarına nimet
verirken kullandığı birtakım ilkeler vardır. Meselâ nimetini verirken
kullarının azmamasını Ölçü kullanır (Şûra 42/27); nimetini bol bol verirken
veya daraltırken imtihan etmek ister (Fecr 89/15-16).
"Allah dilediği gibi dağıtır" ifadesi, yahudilerin bu konu
hakkında değerlendirme yapacak salâhiyete sahip olmadıklarına işaret
etmektedir. Allah nimetini, kullarının çalışmasını dikkate alarak da
dağıtmaktadır. Ama insanların müdahalesi sonucunda birilerinin elindeki rızık
haksız yere alınmaktadır. Onun için haram lokma ve kul hakkı kavramları
gündeme getirilmektedir. Bazı insanlar, bazılarının elindeki lokmayı hîle ile
almaktadırlar.
Âyetin bu bölümlerinden şöyle bir ilke çıkartılabilir: Cimrilik, ilâhî
bir vasıf değildir. Cimrilik, beşerî bir özelliktir. Cömertlik, ilâhî bir
vasıftır, ama bu vasfının bir parçasını kullarına da vermiştir. İnsanlar terbiye
vasıtasıyla cömertliği öğrenirler. Cömert olan insanlar, ilâhî vasfı yer
yüzünde yaşatanlardır. Yahudiler, cimrilik denen beşerî vasfı Allah'a
yakıştırdıklarından, Allah tarafından lanete uğratılmışlardır. Daha sonrada
onların söylevlerinin yanlışlığını ispat etmektedir.
4. Kur'ân'in yahudilere
etkisi. Yüce Allah bu âyetin dördüncü bölümünde: "Andolsun ki sana
rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve inkârını arttırır" buyurmaktadır.
Ayetin bu kısmı, bize verilen doğru bilginin her insanda veya insan
grubunda aynı neticeyi doğuracak diye bir kuralın olmadığını öğretmektedir.
Öğreten Allah, öğretilen ilâhî vahiy bile olsa, onu öğrenecek olan kişilerin
psikolojisi, kültürü ve inancı, öğretimde önemli rol oynayacaktır. O ilâhî
vahiy onları doğruya, güzele, iyiye getirme yerine, onların azgınlığını ve
inkârını arttırmış olabilir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bu kuralı
öğretmektedir. Hz. Peygamber'e indirilen Kur'ân, yahudi inancında ve
kültüründeki bazı anlayışlara karşı çıktığından, onların azgınlığını ve
inkârını arttıracaktır.
Bu durum, doktorun aynı hastalığa yakalananlara aynı ilâcı vermesine
benzer. Bedensel farklılıklardan dolayı ilâç hastalardan birine şifa olurken,
diğerinin hastalığının artmasına sebep olabilir.
Hastalık aynı, ilâç aynı, doktor aynı olmasına rağmen, bedensel
farklılıklar farklı etkilere sebep olmaktadır. Aynı şekilde kitabı gönderen
Allah, öğreten Hz. Muhammed olmasına rağmen, inanç ve kültür farklılıkları
sebebiyle insanları farklı farklı etkilemektedir.
Âyetin bu kısmında geçen tuğyan kelimesine "kibir ve
küstahlık" mânası da verilebilir. "Kibir mânasını nereden
alıyoruz?" diye bir soru sorulursa, Mâide sûresinin 82. âyetinden
çıkarttığımızı söyleyebiliriz. Orada hıristiyan keşîş ve din adamlarının kibir
yapmamaları sebebiyle, hıristiyan halkın müslümanlara sevgi beslemelerini
sağladıkları vurgulanmaktadır.
Demek ki yahudi din adamlarının kibir yapması, yahudi halkına
yansımakta, böylece Kur'ân'a karşı kibirlerini ve küstahlıklarını
arttırmaktaydı. Onların azgınlık ve inkârlarını arttırmalarından şu anlam da
çıkmaktadır: Demek ki yahudilerin azgınlıkları ve inkârları, Kur'ân'a karşı
tepkilerini arttırmaktaydı. Çünkü olmayan bir şeyin artmasından bahsedilemez.
Azgınlık ve inkâr psikolojisinde olanlara aksi tesir uyandırmaktadır. Dikkat
edilirse Kur'ân, kibir ve küstahlık denen azgınlıkla inkâr psikolojisini bir
arada yaşayan insanlara aksi tesir uyandırmaktadır.
Yüce Allah psikolojik bir analizle Kur'ân'a gösterilen tepkiyi açıklamaktadır.
Tevbe sûresinin 125. âyetinde, kalpten hasta olanların hastalığını
arttırdığına da dikkat çekilmektedir: "Kalplerinde hastalık olanlara gelince,
onların da inkârlarını büsbütün arttırır ve onlar artık kâfir olarak
ölürler". Zâlimlere de ters etkide bulunduğunu İsrâ sûresinin 82. âyeti
dile getirmektedir: "Biz, Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o,
müminler için şifa ve rahmettir; zâlimlerin ise sadece ziyânını
arttırır".
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, kibir ve küstahlık, inkâr psikolojisine
sahip olanların, kalpten hasta olanların, yani zâlimlerin manevî hastalıklarını
arttırmaktadır.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e ve din âlimlerine, insanları eğitirlerken
bazı insanlardan tepki göreceklerini ve bu tepkilerin altında yatan psikolojik
sebepleri detaylı bir şekilde öğretmektedir. İnsanları iyiye, doğruya
çağırırken, bırakınız onların çağrıya gelmelerini, aksine hakikatten daha da
uzaklaşacaklar ve manevî hastalıkları daha da derinleşecektir.
5. Yanlış davranışlar neleri
getiriyor. "Allah'ın eli bağlıdır" diyerek Allah'a cimrilik sıfatını
yakıştıran, Allah'ın indirdiğine karşılık, azgınlık ve inkârları artarak tepki
gösteren yahudilerin arasına kıyamete kadar Allah kin ve düşmanlık sokmuştur.
Kur'ân'a gösterdikleri bu tepkiden sonra, yahudilerin arasına kin ve
düşmanlık sokulup bunun kıyamete kadar devam edeceği belirtilmiştir. Bu
açıklamadan sonra şu soru sorulabilir: Doğrudan Hz. Peygamber döneminde
Kur'ân'a karşı bu tepkiyi gösterenler cezalandırılırken, neden kıyamete kadar
gelecek nesiller böyle kin ve düşmanlık içinde yaşasınlar? Gelecek nesillerin
değişimi olmayacak mı ve bir değişim ihtimali yok mudur?
Bu sorulara şöyle cevap verilebilir: Yahudilerin gelecek nesillerinden,
aynı olumsuz tepkiyi gösterenlerinin arasında kin ve düşmanlık olacaktır;
onların değişimi engellememenin yanı sıra şuna da işaret edilmektedir:
Kıyamete kadar yahudilerin veya diğer insanların içinden böyle gruplar
çıkacaktır. Aynı psikolojik hastalıklara bürünenler, aynı şartlar altında
kalırlarsa, onların da bu şekilde insanlar olabileceğine dikkat çekilmektedir.
Meselâ Mâide sûresinin 57-63. âyetlerinde anlatılan davranıştaki insanların
64. âyetteki zirve tepkilerinin ardından yüce Allah onlara lanet ederek
kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık sokmuştur. Aynı durum Mâide sûresinin
14. âyetinde, hıristiyanların, Allah'a verdikleri sözde de durmamaları
neticesinde aralarına kin ve düşmanlık sokmasına benzemektedir. Hıristiyanlara
ve yahudilere uygulanan bu durumların müslümanlara anlatılmasının sebebi,
onların durumuna müslümanların düşmesini istememesidir.
Kin ve düşmanlık psikolojik bir duygudur. Bunlar kültür vasıtasıyla
nesilden nesile aktarılır. Yetişmiş olan nesil, yetişmekte olan nesle kin ve
düşmanlık duygusunu aşılayabilir. Kin ve düşmanlık duygularıyla yetişenler,
kin ve düşmanlık bakımından bilenirler. İlk nesilde bir kartopu büyüklüğünde
olan kin ve düşmanlık duygusu, gelecek nesillerde çığ halini alabilir.
Günümüzde olduğu gibi, komşu ülkelere karşı nesillerine kin ve
düşmanlık duygusu aşılayanlar, onların gönül çevresini kirlettikleri gibi,
kültürlerini de kirletmektedirler.
6.
"Allah savaş ateşini
söndürür". Kin ve düşmanlık duyguları çığ halini alınca, milletler arası
ilişkileri kızıştırır, hatta aynı milletin içindeki grupların arasında çeşitli
savaş alevlerini yakar.
Yüce Allah yahudilerin bir kısmının, ülkeler arasında savaşları kışkırtma
alışkanlığı olduğunu söylemektedir: illi "Ne zaman, savaş için bir ateş
yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür". Yahudilerdeki kin ve düşmanlık
duyguları, sosyal hayatta fitneyi doğurmakta, fitne de savaş alevinin yakıtı
olmaktadır. Ama onların gönlünde başlayan bu savaş alevini çoğu zaman yüce Allah
söndürmüş ve söndürmektedir. Âyetteki CJ£ küllemâ "her ne zaman "
ifadesi, savaş ateşini yakma alışkanlıkları olduğunu göstermektedir.
Mâide sûresinin 64. âyetinin devamı bunu cevaplandırmaktadır:
"Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları
sevmez".
Kin ve düşmanlık alevi gönüllerinde yer etmiş kimseler, insan ilişkilerini
yozlaştırmayı, çürütmeyi artırmak ve dünyayı kirletmek için ellerinden geleni
yapmaya çalışırlar. Çıkardıkları savaş alevini Allah söndürürken, bu ateş
gönüllerinde devam eder, bu sefer yozlaşma, çürüme ve kirlenme denen fesada
koşarlar.
Akıllarını kullanmayanlar, kinlerini ve düşmanlıklarını sosyal hayata
bulaştırmadan duramazlar. "Allah fesat çıkaranları sevmez" derken, bu
insanlardan sevgisini esirgediğini söyleyerek eğitimde önemli bir cezalandırmaya
işaret etmektedir. Çocuktan sevgiyi esirgemek, onu sevgi alanının dışında
bırakmak en etkili ceza şekillerinden biridir. İlâhî sevgiden mahrum kalmak, bu
insanlar için caydırıcı bir etken olmalıdır.
Kısaca diyebiliriz ki, Allah'ın dinini küçümseyen ve onunla eğlenen,
ibâdete saygı göstermeyip alay eden, müminleri horlayan, beyinsiz ve fâsık
insanlar, Allah katında çok kötü bir yeri olan, durup dururken dümdüz yolda
sapıtan, iman etmediği halde iman ettiklerini söyleyerek ikili oynayan, günâh,
düşmanlık, yalan ve haram lokma için yanşan, Allah'a cimri diyen, Kur'ân'a
karşı azgınlığını ve inkârını arttıran, her zaman savaş ateşini yakan,
insanlığın yozlaşmasına koşan insanlar, Allah'ın sevgisini kaybetmektedirler. Bu
sevginin olmadığı gönüle de kin ve düşmanlık dolmaktadır.[64]
65. Eğer kitap ehli iman edip
(kötülüklerden) şakımalardı, elbette kötülüklerini örter ve onları naîm cennetlerine
sokardık.
66. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i
ve rablerinden onlara indirileni doğru dürüst uygulasalardı, elbette hem üstlerinden
hem de ayaklarının altından yerlerdi. Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre
vardır, fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür.
Mâide sûresinin 57. âyetinden itibaren yahudiler hakkında anlatılan ve
daha önce 12-17. âyetler arasında açıklanan, yahudilerin ve hıristiyan-ların
fikir, iman ve davranış şekillerinin çaresi, tedavisi olarak gönderilen iki
âyettir. Aslında bu âyetler biraz daha geriye gidip, Bakara ve Âl-i İm-rân
sûrelerinde, İsrâiloğulları ve Ehl-i kitap'la ilgili yanlış inanış ve davranışlara
çare durumundadır.
Ama ilk planda Mâide sûresinde ifade edilen hususların yahudi ve
hıristiyanlarla ilgili fikrî, imanı ve ahlâkî çöküntünün çareleri olduklarını
söylemekte yarar vardır. 57-64. âyetler, fikrî, imanî ve ahlâkî yapıları ve
Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahye takındıkları tavırlardan kurtuluşun
reçetesini vermektedir. Bu anlamda 57-64. âyetlere bir daha bakılabilir.
İslâmiyet'i alay konusu edindiler; müslümanlar namaza çağrıldıklarında
bu çağrıyı küçümseyip alaya aldılar; akıllarını kullanmadılar; tevhîd inancına
sahip olduklarından, yani Kur'ân ve daha önce onlara indirilene inandıklarından
dolayı müslümanlardan hoşlanmadılar; Allah onlara "domuz, maymun"
dedi, onları şeytanî güçlerin kulu yaptı, Allah'ın katında aşağı bir seviyeye
düştüler; inanmadıkları halde inandık dediler ve böylece ikili oynadılar;
günâha, düşmanlığa ve haram lokmaya koştular; ilim ve din bilginleri onları
yalan söylemekten ve haram lokma yemekten alıkoymadı; Allah'a cimrilik sıfatını
yakıştırdılar.
Şimdi "Bu kadar olumsuz davranışa sapmanın çaresi ne
olabilirdi?" sorusunu sorabiliriz, ya da bundan sonra ne yaparlarsa
kurtulma imkânını elde edebilirler?
1. "İman edecekler".
Âyetin babında yer alan "eğer" kelimesine, hem geçmişe hem de
geleceğe yönelik mâna yüklemekte yarar vardır. "Eğer şöyle şöyle
yapsalardı" veya "eğer şöyle şöyle yaparlarsa" ifadesinin
geçmiş ve geleceğe yönelik davranışlara ait olduğunu düşünmek gerekiyor.
Geçmişe yönelik olarak mânalandırırsak, "Eğer onlar iman etmiş
olsalardı" diyebiliriz; geleceğe yönelik ise "Eğer onlar iman ederlerse"
diyebiliriz.
İster geçmiş isterse gelecekle ilgili olsun, kitap ehlinin bir iman sorunu
olduğu ortaya çıkmaktadır. Geçmişte yaptıkları davranışların sebebi,
imanlarındaki sorunlarından kaynaklanmıştır, ya da bunca olumsuz düşüncelerden
ve davranışlardan kurtulmak isterlerse, gerçekten iman etmeleri gerekmektedir.
Madem ki Kur'ân'a karşı takındıkları tavır, iman zaafından kaynaklanıyordu, o
zaman bu iman zaafını ortadan kaldırarak çare bulunmuş olacaktır. Hastalık
hangi organda ise, onu tedavi etmek gerektiği gibi, insanın manevî hastalığı
nerede ise ona da oradan başlamak gerekir.
Madem ki kötü davranışların sebebi sağlıksız psikolojidir, öyleyse
bunun düzeltilmesi şarttır. Gönülde teşekkül edecek olan gerçek iman, bu
olumsuz davranışların düzeltilmesi için ilk adım olacaktır.
2.
"Sakınacaklar". Yüce Allah
"Sakınınız!" emrini, takva kelimesiyle vermektedir. Bilindiği gibi
akıl beyni, sevgi de gönlü temsil etmektedir, ikisinin birleşmesi imanı ve
bilinci doğurmaktadır. Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olanlar, manevî
bir eğitim almış demektir.
Şimdi bu iki manevî oluşuma daha yakından bakarsak, ikisinin arasındaki
ilişkiyi görebiliriz. Takva denen ruh olgunluğuna ve Allah'a karşı sorumluluk
bilincine götüren iman gerçek imandır.
Onların olumsuz davranışlarının sebebi, iman zaafı ve takva denen
bilinçte olduğuna göre, yüce Allah gerekli olan değişimin aynı yerden
başlayacağına dikkat çekmektedir.
3. İlâhî vahyi uygulayacaklar.
Yüce Allah Mâide sûresinin 66. âyetinde çarenin üçüncü boyutunu vermektedir.
"Tevrat'ı, İncil'i ve rablerinin onlara indirdiği vahyi uygulama safhasına
geçeceklerdir". Eğer kitap ehli, Tevrat ve İncil'de yer alan hükümleri
uygulasalardı, Kur'ân'a ve müslü-manlara bu kadar tavır takınmaz, kin ve
düşmanlık duygularının mahkûmu olmazlardı. Yine bu kutsal kitapları dikkate
alsalardı, Hz. Muham-med'e inanacak ve Kur'ân'a tavır takınmayacaklardı. Şimdi
çareler verildi, ama bu çarelerin getireceği değişim ne olacaktır? Bu sorunun
cevabı her iki âyette yer almaktadır.
a) Kötülükleri örtülecek. 65.
âyette geçen "Elbette onların kötülüklerini örteriz" ifadesini,
geçmiş ve gelecekle ilgili olarak iki boyutlu olarak düşünmekte yarar vardır.
Geçmişe yönelik düşünürsek, "Onların geçmişte işledikleri günâhları
sileriz, yani örteriz"; geleceğe yönelik düşünürsek, "Onları kötü
düşünce ve yanlış düşüncelerini iyiye dönüştürürüz" neticesine
varabiliriz. Ama bir üçüncü şıkta, her ikisini beraber gerçekleştirmek vardır.
"Geçmiş günâhlarını silip, iyi davranış üretmelerine yöneltiriz"
diyebiliriz.
"Örteriz" ifadesine "değiştiririz" mânasını, Furkân
sûresinin 70. âyetine göre verebiliriz. "Ancak tövbe ve iman edip iyi
davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir". Bu âyetle, yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin
65.âyetini bir araya getirirsek, "örteriz" veya "sileriz"in
mânasını, "değiştiririz" veya "çeviririz" şeklinde
verebiliriz.
b)
Cennete girecekler. Âyetin
son bölümünde "nimeti bol" anlamına gelen na'îm cennetlerine
girecekleri vaad edilmektedir. İman edip takva denen ruh olgunluğuna erenler,
cennetle ödüllendirilecektir.
c) Berekete nail olacaklar.
Allah çarenin üçüncü ilâcını 66. âyette Tevrat, İncil ve rablerinden gelen
vahyi tatbik etmek olarak belirlemişti. Bu da gerçekleşince, üçüncü değişim
noktasında ekonomik bolluğa kavuşacaklardır. "Şüphesiz hem üstlerinden
hem de ayaklarının altından yerlerdi". Bunun anlamı göksel ve yerel
nimetlere kavuşmaları, kıtlıktan kurtulmalarıdır.
66. âyetten şu hikmeti çıkartmak mümkündür: İlâhî vahyi hayata
geçirmenin ekonomik bollukla yakın bir ilişkisi vardır. İnsanlar Allah'tan
uzaklaştıkça kıtlığa düşmekte, ekonomik sorunlar yaşamaktadırlar. İman, takva ve
eylem, yani çalışma beraberinde bereketi, bolluğu, ekonomik açıdan da refahı
getirmektedir. Manevî değerleri kaybedenler, ekonomik değeri de
kaybetmektedirler. Aklını kullanan, iman eden, Allah'a karşı sorumluluk
bilincinde olan ve iş üreten insanlar, elbette ekonomik değeri de
üreteceklerdir.
Öteki dünyada bütün nimetlerin sergilendiği naîm cennetlerinde, bu
dünyada da ekonomik bakımdan bolluk içerisinde olacaklardır.
İman, takva ve iş görme, Allah'ın rızık hazinesinin kapılarını açacak
kadar güçlüdür. Tevrat'ı İncil'i ve Allah'ın indirdiği diğer vahiyleri hayata
geçirmeyi, eylem mânasında alıyoruz. Bu eylem, kitaba uygun iş üretmek anlamına
gelmektedir.
"Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır". Âyetin bu
kısmında yer alan muktesid kavramı "doğru yol", yani "orta yolu
tutanlar" anlamına gelmektedir. Bu kişiler daha önce Allah'a, âhirete inanan
ve iyi amel işleyenler olarak takdim edilen yahudi ve hıristiyanlardır (Bakara
2/62); gece vakti secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okuyan, Allah'a, âhiret
gününe inanan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, hayırlı işlere
koşuşanlardır (Âl-i İmrân 3/113-114). Burada onların "iyi insanlar"
oldukları belirtilmektedir. Mâide sûresinin 66. âyetindeki orta yolu tutanlar
bunlardır.
"Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür". Kitap ehlinin değişime
uğramadan önceki manevî dengelerinden, az bir grubun orta yolda; çoğunluğun ise
kötü işlerde oldukları ortaya çıkmaktadır. Çoğunluğun kötü yolda,
aşırılıklarda, ilâhî sevgiden mahrum kalacak davranışlarda olmaları, toplumu
kıtlığa, yoksulluğa, çürümeye, kokuşmaya götürmektedir.
Demek ki 64. âyette "Allah'ın eli kapalıdır" derken, sadece
müslü-manların ekonomik açıdan perişanlığını değil, kendilerinin uğradıkları
kıtlığı da gündeme taşımaktadır. Yüce Allah iman, takva ve ilâhî vahyi tatbik
etmekle, onlara göksel ve yersel nimetlerin bereketini açacağını vaad etmektedir.
Ekonomik değişimin, manevî alandaki değişime bağlı olduğunu kanun haline
getiren Allah, manevî değişimin faydalı işle sonuçlanmasını şart koşmaktadır.
Ekonomik bolluğun, insanların beyin ve gönüllerindeki olumlu değişime ve
faydalı iş üretmeye bağımlılığını bir kere daha vurgulanmaktadır.
İman, Allah'a bağlılığı; takva, sorumluluk bilincindeki eylemi;
"faydali iş", üretken, işe yarayan ve Allah'ı incitmeyen, onun
vahyine uygun işi temsil etmektedir. Bir eylem ki onun içinde iman, takva ve
ilâhî vahiy vardır, o iş bolluğu getirecek, sıkıntıları ortadan kaldıracaktır.
Din âlimleri insanlara imanı anlatırken, takva denen manevî ruh olgunluğunu
sağlarken, eylemlerde ilâhî vahyin çeşnisinin bulunmasını temin ederken, gözle
görülür, elle tutulur bir neticeye ulaşacaklarını öğretmelidirler. Beyin ve
gönülden çıkanla, ekonomik hayatın nasıl düzeleceğini bilimsel olarak
göstermelidirler. Manevî değişimin maddî hayattaki değişime nasıl döndüğünü
görüp anlatabilmelidirler. Bu âyetlerde bir ahlâkî siyâset olduğu kadar,
ekonomik siyâset de yer almaktadır. Bu alanlardaki siyâsetleri, insanın beyni,
gönlü ve faydalı iş belirlemektedir.[65]
67. Ey Peygamber! RabbmdenY sema mdinlenv tebliğ et! Eğer bunu
yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan
koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Bu âyetin iniş sebebi olarak pek çok olay gösterilmektedir. Râzî bu
rivayetleri sıralamaktadır, fakat bunların pek çoğuna güvenmek güçtür. Ancak
Mâide sûresinin bundan önceki âyetlerini dikkate alırsak, iniş sebebini daha
isabetli olarak tesbit edebiliriz.
Kitap ehli, müslümanların dinini alay ve oyun konusu ediniyorlardı. Bu
onların azgınlığını ve küfrünü artırıyordu (Mâide 5/57, 64). Bunun anlamı, Hz.
Peygamber'in getirdiği mesaja ağır bir tepki gösteriyorlardı.
Bu tepki karşısında Ahmed b. Hanbel'in Müsned'mâe (I, 309) belirtildiği
gibi, Hz. Peygamber, insanların onu yalanlaması, yahudi, hıristi-yan ve
müşriklerin onu korkutması sebebiyle peygamberlik görevini yürü-temeyeceğinden
endişeye kapıldı. Âyet bunun üzerine inmiştir.
Zaten âyetin devamındaki "Allah seni insanlardan
koruyacaktır" ifadesi, âyetin iniş sebebinin, toplumun tehlike arzedecek
kadar ağır tepkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki yaşadıkları toplum her
peygambere tepki gösterdiği gibi, Hz. Peygamber'e de tepki gösterilmiştir. Bu
tepki öyle tehlikeli bir noktaya ulaştı ki, ilâhî koruma devreye girmiştir.
1. "Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et! " Âyetin bu kısmından çıkarılacak
sonuçlar şunlardır: Allah, Hz. Peygamber'e, kendisinin indirdiğini tebliğ
etmesi, şahsî fikrini ona katmaması konusunda uyarıda bulunmaktadır.
Diğer taraftan Kur'ân'a ve dolayısıyla Hz. Peygamber'e gösterilen
tepkilere karşı, "Sen tebliğ görevini yerine getir, onların tepkilerine
aldırış etme!" anlamına da gelebilir. Çünkü En'âm sûresinin 33. âyetinde
yahudi, hıristiyan ve müşriklerin asıl tepkilerinin Allah'ın âyetlerine olduğu
uyarısında bulunulmuş, 35. âyette Hz. Peygamber'e gösterilen bu tepkinin
benzerleri, geçmiş peygamberlere de gösterildiği tesellisine dikkat çekilmiştir.
Hangi şartlar altında olursa olsun peygamber ilâhî mesajı insanlara
ulaştırmakla sorumludur. Ama bunu yaparken mesaja herhangi bir ilâve
yapmamalıdır. Ne indirildiyse, onu aynen insanlara ulaştırmahdır. Onların
inandırıcılığı, Allah'ın mesajını tebliğ etmekle gerçekleşecektir. Bütün
peygamberler kendi fikirlerini değil, ilâhî mesajı ulaştırdıklarını söylemektedirler
(bk. A'râf 7/62,79,93,68; Hûd 11/57; Ahkâf 46/23; Cin 72/28).
Buradan şu eğitim ilkesini çıkartabiliriz: Peygamberler sadece ve sadece
Allah'ın indirdiğini tebliğ edeceklerine göre, eğitimciler de din adına sadece
Allah'ın indirdiği mesajı tebliğ edip öğretmelidirler. Din adına insanlara
birilerinin görüşü, içtihadı, felsefesi öğretilemez ve öğretilmemelidir. İnsan
düşüncesinin dine karıştırılmaması konusunda Allah ne kadar titiz davrandığını
şu âyetleriyle ortaya koymaktadır: "Kur'ân, âlemlerin rabbi tarafından
indirilmiştir. Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık"
(Hakka 69/43-46).
Kur'ân'ın, Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının delili olan bu
âyetler, Kur'ân'a Hz. Peygamber'in bir ilâve yapamayacağı uyarısında da
bulunmaktadır. Peygamber'e olan bu uyarı, din âlimlerinin önde gelen
metotlarından biri olmalıdır.
2. "Eğer bunu yapmazsan
O'nun elçiliğini yapmamış olursun". "Allah'ın indirdiğini insanlara
ulaştırmazsan, peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun"
ifadesinden anlaşılıyor ki, insanlardan korkarak vahyi tebliğ etmeme ihtimali
de vardı. Söz konusu ihtimali âyetin bu kısmı ortadan kaldırmaktadır. Demek ki
Hz. Peygamber öncelik bakımından, Allah'a karşı olan görevini yerine
getirecektir. Madem ki bu görev, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla
tamamlanıyor, o zaman bu elçilik görevi yerine getirilmelidir.
Vahyin amacı, bunalıma giren insan ilişkilerini bunalımdan çıkartmak,
onların sosyal ve manevî problemlerini çözmek olduğuna göre, elçi vasıtasıyla
bu çözüm yolları insanlara öğretilmeli ve ulaştırılmalıdır. Hz. Âişe'den
rivayet edilen bir hadîse göre Hz. Peygamber, ilâhî mesajı bütünüyle tebliğ
etmiştir.[66]
Veda haccında Hz. Peygamber, "Ey insanlar! Size benim hakkımda
sorulduğu zaman ne diyeceksiniz?" sorusunu yöneltince onlar "Tebliğ
ettiğine tanıklık ederiz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Allahım! Tebliğ ettim mi?" dedi[67].
Veda haccında kırk binin üstünde bir insan kitlesi bu hâdiseye şahit
olmuştur. Demek ki Hz. Peygamber'in son endişesi, ilâhî mesajı tebliğ edip
etmediği olmuştur. Hz. Peygamber Allah'ın mesajını teblîğ edip etmeme
konusunda bu kadar titiz davrandığına göre, din âlimlerinin bu titizliğe çok
daha fazla dikkat etmeleri gerekmektedir.
Âyetin bu kısmında yer alan risâlet kelimesi, "peygamberlik, elçilik"
anlamına gelmektedir. "Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir" (En'âm 6/124). Risâlet kelimesi risâlât şeklinde Kur'ân'da çoğul
olarak geçmektedir. Meselâ A'râf sûresinin 144. âyeti şöyledir: Mûsâf Ben
risâletlerim ve sözlerimle seni insanların başına seçtim ".
Buradaki risâletler kelimesi "görevler" anlamına gelmektedir. Elçinin birden fazla görevi olacağından, görevler denilmektedir. Tekil olarak kullanılınca, genel anlamda elçilik, ama çoğul olarak kullanılınca, elçiliğin çeşitli görevleri kastedilmektedir.
3. "Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler topluluğuna rehberlik
etmez". Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, insanların Hz. Peygamber'e ağır
tepkileri, görevini engelleme durumuna kadar ulaşmıştı. Yüce Allah koruma
görevini üzerine alarak tebliğ vazifesini sürdürmesini Hz. Peygamber'den
istemiştir.
Allah, âyetin sonunda tepki gösteren kâfirlere karşı nasıl bir tavır
takındığına işaret etmektedir. Bu insanlar, Allah'ın rehberliğinden kendilerini
mahrum bırakmaktadırlar. İlâhî rehberliğin olmadığı yerde köklü değişimin
olması imkânsızdır.[68]
68. Ey kitap ehli! Siz Tevrat'ı,
incil'i ve rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça bir şey üzerinde
değilsinizdir, de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun inkâr ve
azgınlığını elbette arttıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme!"
69. iman edenlerle yahudiler,
hıristiyanlar ve Sabüler'-den Allah'a, âhiret gününe inanıp iyi amel işleyenler
üzerine asla korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
68. âyetin içeriğinde birden fazla konu yer almaktadır.
1. Vahyi hayata geçirmek. Yüce Allah insanlığa, özellikle ya-hudi ve
hıristiyanlara "sağlam bir temel"in nerede olduğunu öğretmektedir.
Sağlam temel Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın indirdiği diğer vahyi hayata
geçirmekle bulunacaktır.
Vahyin uygulanması ne anlama gelmektedir? Allah'ın birliğini vurgulayan,
Hz. Peygamber'in peygamberliğine işaret edip ispatlayan geçmiş vahyin, yani
Tevrat ve İncil'deki âyetlerin gereğini yerine getirmektir.
Tatbik edilecek şeylerin neler olduğuna 69. âyet açıklık getirmektedir.
Allah'a ve âhirete inanmak, iyi ameller işlemek, yani tevhîd inancı, âhiret
inancı ve iyi eylemler, bu sağlam temeli oluşturmaktadır. Bu sağlam temeli
oluşturan esaslar, bütün dinlerin müşterek noktası olmaktadır. Müslümanlar,
yahudiler, hıristiyanlar, Zebur'a inananlardan ibaret olan Sabitler, korku ve
üzüntünün olmayacağı sağlam temeli, bu esasları yerine getirmekle
bulacaklardır.
Allah'a iman ve âhirete imandan sonra, dinin emirlerini hayata geçirerek
iyi ameller üretenler sağlam temeli bulduklarına göre, vahyi hayata geçirmenin
ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
2. Vahiyden alerji duymak. Daha önce bu konu 64. âyette yer alan,
"Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü
arttırır" ifadesinde açıklanmıştı. Kitap ehli, Tevrat, İncil ve Allah'ın
indirdiği diğer vahiylerden uzakta kalınca, arada bir boşluk doğmaktadır.
Bu boşluğu da azgınlık ve inkâr doldurmaktadır; doldurmak ifadesi de yeterli olmuyor, arttıkça da artıyor. Böyle bir oluşumun nasıl olduğunu 64. âyetin tefsirinden öğrenmek mümkündür.
3. Bunlara üzülmeye değmez. 68. âyetin sonu şöyle
bitmektedir: "Kâfirler topluluğuna üzülme!" Aslında insan,
diğerlerinin başına gelen ve gelecek olan belâlara üzülür. Hz. Peygamber de
kâfirlerin başına gelecek olan belâlardan ve çekecekleri azaptan dolayı
üzülüyordu. Yüce Allah, bu üzüntünün onlar adına hiçbir şey ifade etmeyeceğini
anlatmaktadır. "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların
üzerine bekçi göndermedik" (Şûra 42/48).
İnanmayıp inkârlarında ısrarlı olanlar, değişime kapalıdırlar. 68.
âyette öyle bir oluşum gündeme getirilmektedir ki, vahyi hakkı ile tatbik
etmemek, zamanla azgınlık ve inkâra dönüşmektedir.[69]
70. Gerçek şu ki, biz İsrâiloğulları'ndan kesin bir söz aldık, ve
onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu
etmediğini getirdiyse, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler".
71. Bir fitne kopmayacak sandılar, kör oldular, sağır kesildiler. Sonra
Allah onların tövbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör, sağır kesildiler.
Allah yaptıklarını görüyor.
Âyetten şu neticeleri çıkartmak mümkündür.
1. Sözünde durmama
alışkanlığı.
Yüce Allah Mâide sûresinin önemli konularından birini 1. âyette tesbit etmişti:
"Ey iman edenler! Akidlerinizi yerine getiriniz". Biliyoruz ki
sözünde durma, hukukun ve medenî olmanın ön şartıdır.
Mâide sûresinin devam eden âyetleri, anlaşma (akidleşme) hukukunu
müslümanlar arasında yerleştirilip, aşiret toplumundan gelişmiş toplum haline
gelmelerini amaçlamaktadır. Mâide sûresinin 7. âyetinde "Duyduk ve kabul
ettik" ifadesinin bir akid olduğu, onunla bağlandıkları ve bu bağı çözmek
için sözlerini yerine getirmeleri vurgulanmıştır. 12. âyette bu anlaşmayı
yerine getirmedikleri anlatılmıştır. Verilen bu örnekler, müslümanlara ahdinde
durmanın eğitimini vermek içindir.
Müslümanlara anlaşma yapacak kadar olgun bir toplum olmanın yollarını,
antlaşmanın önemini kavrayacak ruh olgunluğunu, sözünde durma, yani antlaşmanın
gereklerini yerine getirmenin sadece insanlık'katında değil, Allah katında çok
önemsendiğini öğretmek ve bu öğreti neticesinde toplumu geliştirmek
amaçlanmıştır.
Mâide sûresinin 20. âyetinde îsrâiloğulları ile yapılan antlaşmada,
onlara elçi göndermenin hukukî temelleri atılmıştır. Elçilik mânası verdiğimiz
peygamberlik müessesesi, ilâhî âlemle beşerî âlem arasında gerçekleştiği için,
beşerî kanadı temsil eden İsrâiloğulları'ndan elçilere inanmak ve onları
korumak için söz almıştı. Mâide sûresinin 20. âyeti, bu antlaşmaya neden
uymadıklarını sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamaktadır.
2. Nefse ters düşeni
yalanladılar.
"Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdiyse,
bir kısmını yalanladılar". Yüce Allah'a verdikleri sözde, elçilere, yani
peygamberlere inanacaklardı, ama onlar merkeze kendi arzularını koyduklarından,
vahiyden arzularına ters düşeni reddettiler. Bu reddetme, peygamberleri inkâra,
yani yalanlamaya kadar götürdü. îsrâiloğulları'nın bu kesimi, vahiy ya da
ilâhî hükümlerle kendi nefislerini karşı karşıya getirdiler ve nefislerini
tercih ettiler. Nefse ters düşen her hükmü yalanladılar.
3. Hatta elçileri
öldürdüler.
Âyette geçen elçi kelimesi çoğuldur. Bunun anlamı, İsrâiloğulları'na adı
Kur'ân'da geçmeyen peygamberler de gelmişti. "Yalanlamak" onlar için
durulacak bir yer olmadığından, onların ölümüne kadar gittiler.
Bugün elimizdeki İncil'de bu öldürme olgusu yer almaktadır: Bunun için
işte size peygamberler, hikmetli adamlar ve yazıcılar gönderiyorum; siz
onlardan bazılarını öldürecek ve haça gereceksiniz; bazılarını havralarda
dövecek ve şehirden şehre kovacaksınız; ki sâlih olan Hâbil'in kanından,
mâbedle mezbaha arasında öldürdüğünüz Barahiya oğlu Zekarya'nın kanına kadar;
yeryüzünde dökülen her sâlih kan, üzerinize gelsin" (Matta, 23/34-35).
"Ey Yeruşalim! Peygamberleri öldüren ve kendisine gönderilenleri taşlayan
Yeruşalim!" (Matta, 23/37). "O yahudiler ki Rab îsâ'yı ve
peygamberleri öldürdüler ve bizi kovdular ve Allah'ı razı etmeyip bütün
insanlara muhaliftirler" (Selânikliler'e Birinci Mektup, 2/15).
Son âyetteki Hz. îsâ'yı öldürme olayı gerçekleşmemiştir, ama İncil'den
alınan bu âyetler îsrâiloğulları'nın, yahudilerin peygamberleri öldürdüklerini
beyan etmektedir. Bu âyetler, Mâide sûresinin 70. âyetine mutabık düştüğü
gibi, Bakara sûresinin 87. âyetine de uygun düşmektedir: "Andolsun Biz
Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu
îsâ'ya da mucizeler verdik. Ve onu Cebrail'le (Ruhulkudüs) destekledik.
Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük
tasladınız; peygamberlerden bir kısmını yalanladınız bir kısmını da
öldürdünüz".
Bakara sûresinin 87. âyetinde Mâide sûresinin 70. âyetinden farklı
olarak "kibirlenme" eylemi yer almaktadır. Kibirlendiler,
yalanladılar ve öldürdüler. Âyetin bütününden şu genellemelere varabiliriz:
İlâhî vahyi dışlayan, akıl değil, nefistir. Akıl daima iyiyi emrederken, nefis
kötüye meylettirmektedir. Bu durumda eğitime bir hedef tayin etmek gerekiyor.
Bu hedef de kötüye meyleden nefsi eğitmektir. Nefis, isteklerini baskıyla kabul
ettirirken, vahiy seçme hürriyetini tanıyarak insanın yaptıklarını hür
iradesiyle seçmesini istediğinde aralarında çatışma çıkmaktadır. Dayatan nefis
zamanla tanrı halini anlıyor; (Câsiye 45/23) bu tanrı da kurban istiyor. İşte
nefis tanrısı, peygamberlerin kurban edilmesine kadar etkili olmaktadır. Öyle
görülüyor ki, peygamberlere karşı kibirlenen ve onları yalanlayan, hatta bir
kısmını öldüren İsrâiloğulları'nda akıl ve gönül devre dışı kaldığından,
nefisle yatıp kalkmaya başlamışlardır.
4. Zanları çıkmadı. 71. âyette onların bu
davranışlarının analizi yapılırken, peygamberleri öldürmelerinin ikinci sebebi
verilmektedir. "Bir fitne kopmayacak sandılar". İsrâiloğulları'nın
peygamberlere karşı kibir yapmaları, onları yalanlamaları ve onların bir
kısmını öldürmeleri, kendi sosyal statülerini korumak ve çevrelerini elde tutup
geliştirmek içindi. Çünkü onların bir kısmı, toplumda bulundukları seviyenin
tehlikeye gireceğini görüyorlardı. Yaptıklarının hatâ olduğunu bilseler bile,
fitnenin çıkmayacağını sanıyorlardı. Buradaki fitne, "kıtlık, çeşitli
hastalıklar, öldürülme, düşmanlık, kin ve hayatın olumsuz mânada ters
gitmesi" anlamlarına gelmektedir.
Kendi içlerinden seçilip gönderilen peygamberleri öldürmeleri, kendileriyle Allah arasındaki ilişkileri kirletmiştir. Bakara sûresinin 88. âyetine göre Allah onlara lanet etmiştir. Onların başına gelen fitne, Allah'ın laneti olmuştur.
Peygamberleri yalanlayıp öldüren bu insanlar, insanlığın başına fitne
oluşturmuşlardır. Râzî'nin naklettiğine göre Kaffâl, onların bu fitne oluşturma
ahlâkını İsrâ sûresinin 4-7. âyetleriyle açıklamıştır. "Biz, kitapta
İsrâiloğulları'na: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık
derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye üzerinize güçlü kuvvetli kollarımızı
gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu yerine
getirilmiş bir vaad idi. Sonra onlara karşı size tekrar (zafer) verdik. Servet
ve oğullarla gücünüzü arttırdık, sayınızı daha da çoğalttık. Eğer iyilik
ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz.
Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, o kullarımız yüzünüzü kara etsinler,
daha önce girdikleri gibi mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi
büsbütün tahrip etsinler".
Bu âyetleri Mâide sûresinin 70-71. âyetleriyle karşılaştırırsak,
ya-hudilerin dünyayı fitneye verdiklerini, ama bu fitnenin veya fitnelerin
çıkmayacağını zannettikleri neticesine varabiliriz. Toplumda çıkacak fitnenin,
yani tahrip edici savaşın önceden kestirilememesinin ne kadar yanlış bir şey
olduğunu göstermek için yüce Allah bu analizleri yapmaktadır. Peygamberleri
yalanlayıp öldürmelerinin bir neticesi olarak yüce Allah, onların başına fitne
çıkarmıştır. Tek tek evlerin arasında aranıp öldürülmeleri, bu fitnenin en
önemli kanıtı olmaktadır.
5. Kör ve sağır kesildiler.
Neden onlar fitnenin kopacağını
kestiremediler? Bu sorunun cevabını âyetin bu kısmı vermektedir. Bu insanlar
yaptıkları davranışın nelere mal olacağını göremediler ve onu bunlara
hatırlatan peygamberi de dinlemediler.
Kör ve sağır olma, göz ve kulakların işlevselliğini kaybetmesi demektir.
Tek başına göz, tek başına kulak bir iş göremez. Bir şeyin parçasını anarak
bütünü kastetmek kaidesinden hareket edersek, göz ve kulak gibi duyu
organlarını zikretmenin amacı, beyindir. Kör ve sağır olmaları, onların
beyninin çalışmadığını ifade etmektedir.
70. âyette geçen "nefislerinin arzu etmediği" ifadesinden
anlıyoruz ki, bu insanların beyni değil, nefisleri çalışmaktadır. 70. âyette
nefislerinin etkili olduğunu, 71. âyette de beyinlerini çalıştırmadıklarını
hatırlatmaktadır. Kör kesilmek, gönül gözlerinin kapanmış olmasını, sağır kesilmeleri
de can kulaklarının devre dışı kalmasını ifade etmektedir. Hepsini toplarsak
akıllarını kullanmadıklarını söyleyebiliriz.
Yapılan bu açıklamadan şu neticeye varabiliriz: Fitne denen sosyal dengelerin bozulması, çürümesi, savaşın, kıtlığın baş göstermesi, düşmanlık ve kin duygularının alevlenmesi, insanın içindeki nefsin teröristliğinden kaynaklanmaktadır. Bu terörist insanın içindeki beyin ve gönül denen iki merkezi devre dışı bırakmakta, fitne alevi halinde sosyal hayata fırlamaktadır. "Kör ve sağır kesildiler" ifadesi, beyne hammadde hazırlayan göz ve kulağın devre dışı kalmasını açıklamaktadır. Nefis denen terörist, aklı ve gönlü de kurban etmektedir. Çünkü nefis tanrısı, peygamberlerin kurban edilmesini istemeden önce, akıl ve gönlün kurban edilmesini istemektedir.
6. Allah onları affetti. Âyetin devamında
"Allah onların tövbelerini kabul etti" ifadesi yer almaktadır. Tövbe
etmeyenin tövbesi kabul edilmeyeceğine göre, demek ki İsrâiloğulları yaptıkları
büyük hatâlardan sonra tövbe ettiler ve bu tövbelerini yüce Allah kabul etti.
Tövbe aslında Allah'a dönüş anlamına geldiğine göre, bunlar iyiye yöneldiler
demektir. Başka bir ifadeyle iyi adına değişimi gerçekleştirdiler.
7. Tekrar kötüye döndüler. "Sonra içlerinden çoğu
yine kör ve sağır oldu ". Yani akıllarını yine devre dışı bıraktılar, yani
kör ve sağır hale geldiler. Kötüden iyiye, iyiden kötüye doğru olan bu değişim
onların sosyal hayatında büyük depremler oluşturmuştur.
İsrâiloğuları'nın bu istikrarsızlığı, nöbet nöbet gelen biyolojik hastalıkların durumunu andırmaktadır. Âyetin sonunda yer alan "Allah, onların yaptıkları her şeyi hakkı ile görendir" ifadesinden, kör ve sağırlığı psikolojik bir eylem olarak kabul etmektedir. Aklın beyinde çalışması, düşünce ve bilgi üretmesi bir eylemdir. Gönülde imanın teşekkül etmesi de bir eylemdir. A'râf sûresinin 179. âyetinde kalp, göz ve kulağın eylemleri gündeme getirilmektedir. Bu anlayıştan hareket ederek diyebiliriz ki, beyin açısından cehalete, gönül açısından da inkâra düşmeleri, onların kör ve sağır kesilmeleri demektir. Onun içindir ki "yaptıkları" kelimesine yer vermektedir.
Diğer taraftan insanın yapıp ettiklerini idare eden onun psikolojik
yapısı olduğundan, yüce Allah neticeyi gözlemlediğini ifade etmektedir. Körlük
ve sağırlık, sebep; yapıp etmeler de sonuç olduğuna göre, yüce Allah neticeyi
iyice gözlemlediğini belirtmektedir.
Mâide sûresinin 70 ve 71. âyetlerini birlikte değerlendirebiliriz:
Nefsin etkinliği, zannın yanıltması ve akılla gönlün devre dışı bırakılması
neticesinde, peygamberleri yalanlamışlar, bazılarını da öldürmeye teşebbüs
etmişlerdir. Onların bu yaptıklarıyla Allah'a verdikleri sözü bozmaları,
antlaşmalarını rafa kaldırmaları anlamına gelmektedir.
Demek ki câhil ve kâfir toplum, elçiye veya elçilere tahammül edememektedirler.
Allah bize İsrâiloğulları'nın hikâyesini anlatmak için bu âyetlere yer
vermemektedir. Aslında bize, nefsin etkisinde kalıp yaptığı hareketlerin
boyutunu kestiremeyen, aklını ve gönlünü devre dışı bırakanların, elçilik gibi
milletler arası ilişkileri düzenleyecek hukukî anlayışa sahip olamayacaklarını
anlatmaktadır. Allah'ın elçilerine tahammül edemeyenler, beşerin elçisine
tahammül edebilirler mi?
"Nefislerinin istemediği bir şeyi getirince " ifadesi, nefsin
hukuku altüst ettiğine, antlaşmayı yerine getirmediğine ve katle ve fitneye
giden yolu açtığına dikkat çekmektedir. Demek ki hukuk, nefsin üzerine
temel-lendirilemez. Devletler arası ilişkilerde nefsin yeri olmamalıdır.[70]
72. Andolsun, "Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler
kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: "Ey İsrâiloğulları, benim
rabbim ve sizin rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz, zira kim Allah'a ortak koşarsa,
muhakkak ki Allah ona cenneti haram etmiştir. Ve onun varacağı yer ateştir;
zâlimlerin yardımcıları yoktur!
73. "Allah, üçün
üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek
Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette
onlardan inkâr edenlere, acı bir azap dokunacaktır.
74. Hâlâ Allah'a tövbe edip
O'ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayan, esirgeyendir.
75. Meryem oğlu Mesih, bir
elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmişti. Annesi
de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara nasıl âyetlerimizi
açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) çevriliyorlar?
76. De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar ne de yarar vermeye gücü
yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah işitendir, bilendir.
Mâide sûresinin bu beş âyetini beraberce yorumlamamızın sebebi, konu
olarak birbirine içten bağlı olmaları ve aynı konunun dokusunu meydana
getirmiş olmalarındandır. Daha önceki âyetlerde yüce Allah yahudi-lerin
durumunu anlattıktan sonra, bu sefer de hıristiyanların durumunu ele
almaktadır. Mâide sûresinin 69. âyetinde müslüman, yahudi, hıristiyan ve
Sâbiîler'in Allah'a, âhirete inanıp iyi amel sergileyenlerinin değerlendirilmesi
yapılmıştı. Bu âyetten sonra gelen 70 ve 71. âyetlerde bu çizginin dışına
çıkan, Allah'a verdiği sözde durmayıp ahdini bozan, Allah'ın peygamberleri
kendilerine nefislerinin arzu etmediği şeyi getirdiklerinde onları yalanlayan,
onları öldüren, bundan fitne çıkmayacağını sanan, kör ve sağır davranıp aklı
devre dışı bırakan İsrâiloğulları'nın bir kesimi ele alınmıştır.
1. Daha sonra 72. âyette
peygamber olan bir insanın tanrılaştırıl-ması konusunda hıristiyanların durumu
ele alınmaktadır. Bu insanlar da İsrâiloğulları'nın bir bölümünü teşkil
ediyordu. Bu insanlar, kitap ehli olmaktan çıkarak "kâfir" sıfatını
aldılar. Onlar nasıl bir tanrı fikri ileri sürdüler:
a) "Andolsun ki, Allah
kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir diyenler kâfir olmuşlardır". Meryem oğlu
Mesih'in babasız olarak dünyaya gelmiş olması, zamanla tanrılaştırılmasına kadar
varan bir tartışmayı açmıştır.
b)
Onlardan başka bir grubun, Mâide sûresinin 73.
âyetinde: "Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir
olmuşlardır" şeklinde inandıkları nakledilmektedir. Teslîs akîdesi, ya da
üçleme denen inanç şeklini benimsediler. "Baba, oğul, kutsal ruh"
şeklindeki tanrı fikri ya da itikadı, tevhîd itikadının içine sokuldu.
c) Mâide sûresinin 116.
âyetine göre, anne-oğuldan ibaret olan ikili tanrı inancı, tevhîd itikadına
dahil edildi. Onun için bu âyette yüce Allah,
Meryem oğlu îsâ'ya insanlara bu ikili inancı benimsemelerini kendisinin
öğretip öğretmediğini sordu.
d) Tevbe sûresinin 30. âyetine
göre önce yahudiler Hz. Üzeyir'i, sonra hıristiyanlar Hz. îsâ'yı "Allah'ın
oğludur" diyerek, evlât edinen bir Allah anlayışını gündeme getirdiler ve
kâfir oldular. Daha sonra yahudi ve hıristiyanlar kendilerini Allah'ın oğlu
olarak görmeye başladılar (Mâide
Tek tanrı fikri ve inancının yanında mantar şeklinde çıkan bu inanış
şekilleri, yüce Allah tarafından inkâr olarak değerlendirilmekte ve tenkitleri
şu şekilde yapılmaktadır.
2. "Halbuki Mesih, ey İsrâiloğuİları! Rabbim ve rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz- Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa, elbette Allah ona cenneti haram kılar. Artık onun yeri ateştir. Ve zâlimler için yardımcılar yoktur, demişti".
a) Görüldüğü gibi, 72. âyetin
başında yüce Allah'ın inkâr olarak değerlendirdiği bu inanış biçimini, yani
Meryem oğlu Mesih'in Allah olduğu itikadını, Hz. îsâ şirk olarak
değerlendirmektedir.
b)
Hz. îsâ, İsrâiloğulları'na, kendisinin ve onların
rabbi olan tek Allah'a kulluk etmelerini emretmişti. Günümüzdeki İncil'de de
aynı söyleve yakın ifadeler yer almaktadır: "O zaman îsâ ona dedi: 'Çekil
şeytan, çünkü; 'Rab Allah'ına tapınacak, ve yalnız O'na kulluk edeceksin', diye
yazılmıştır" (Matta, 6/10; bu âyetin benzeri, Luka, 6/8'de geçmektedir).
Demek ki ikili veya üçlü tanrı fikrini veya itikadını hıristiyanlara,
ya da İsrâiloğulları'na Hz. îsâ öğretmemiş, tam tersine onlara tek Allah
inancını aşılamıştır. Onların inkâra ve şirke sapmalarının kaynağında ne kutsal
kitapları ne de peygamber ve beşer olan Hz. îsâ vardı.
c) Mâide sûresinin 72.
âyetinin devamında Hz. îsâ onları şirk batağından kurtarmak için, yüce
Allah'ın müşriklere cenneti haram kıldığı, müşrikin yerinin ateş olacağı,
müşriklerin zâlim oldukları ve onların mahşerde yardımcılarının olmayacağı
uyarısında bulunmuştu. Böylece yüce Allah, Hz. îsâ'ya gönderdiği tevhîd
inancını İsrâilo-ğulları'na nasıl öğrettiğini, şirk ile nasıl mücâdele
verdiğini onun ifadeleriyle anlatarak İsrâiloğullan'nm yanlışını tenkit
etmiştir.
3. Mâide sûresinin 73.
âyetinin devamında teslis inanışından hemen sonra şu uyarıda bulunulmaktadır:
a)
"Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir
tanrı yoktur". Tevhîd inancının parçalanamayacağı ilkesini getiren bu kısım,
hem bütün hak dinlerin öğrettiği tevhîd inancını bir kere daha gündeme
getirmekte, hem İsrâiloğulları'nın tenkidini yapmaktadır. Böylece yüce Allah
onların itikadını tenkit ederken, doğru inanış biçimini de öğretmektedir.
b) £ger dıyegeldık-lerinden vazgeçmezlerse,
içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir". Yüce Allah'ın
inkâr ve şirk olarak değerlendirdiği bu ikili ve üçlü ilâh itikadını normal
yollardan tenkit ederek, onların bu inanış şeklinden vazgeçmelerini
istemektedir. Normal bilgilendirmenin yeterli olmadığı insanları caydırmak
için, cehennem azabını devreye sokmaktadır.
72. ve 73. âyetlerden şunu anlıyoruz. Bir fikri ve inanış biçimini
tenkit ederken, öncelikle doğrusunu onun yerine koymak gerekiyor. Olmadığı
takdirde işin varacağı kötü neticeyi ortaya koyarak caydırıcı bir yol
tutulmalıdır. Demek ki yanlış bir düşünce, inanç ve davranışın önce nereye
varacağı şeklindeki kötü neticeyi değil, ne olması gerektiğini, yani doğrusunu
anlatmak, öğretmek gerekiyor. Yanlışın karşıtı, neticesi değil, doğru olanıdır.
4. Mâide sûresinin 74.
âyetinde İsrâiloğulları, daha sonra hıristiyan denilen kesimin bu
yaptıklarından tövbe edilmesi, yani dönülmesi gereken büyük hatâ olduğu
anlatılarak, ne yapılması gerektiği gündeme getirilmektedir: "Hâlâ
Allah'a tövbe edip O'ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok affedici ve
merhamet sahibidir".
Buraya kadar 72 ve 73. âyetlerde yanlış inanış şekilleri, inkâr ve şirk değerlendirmesiyle anlatıldı, doğru olan öğretildi ve nihayet caydırıcı olması için cezanın ne olduğu belirlendi. Bu âyette de, hatâdan dönülmesi ve hatânın affedilmesi için gereken davranışlar öğretilmektedir.
a) Allah'a tövbe etmek. Allah'a tövbe etmenin
buradaki anlamı, Allah'a yönelmektir. Allah'tan başkasını tanrı edinmek itikadını
bırakarak, sadece ve sadece Allah'a yönelmeyi ve O'nu tanrı edinmeyi ifade
etmektedir.
b) Allah'tan af dilemek. Sadece Allah'a yönelmekle
iş bitmiyor, aynı zamanda geçmişteki şirk denen en büyük günâhın temizlenmesi
için, tevhîd inancını kabullendikten sonra af dileğinde bulunmak gerekiyor.
c) Tövbe ile istiğfar. Tövbe iJe istiğfar, ve üçJü
tanrı itikadını benimseyen hıristiyanlara bir çıkış kapısı olmaktadır. Bu
kapıyı yüce Allah'ın affedici ve merhamet sahibi olma sıfatları açık
tutmaktadır.
Allah, kullarının şirk ve inkâr alanında kalmalarını hiç istemiyor.
Çünkü bir zaman sonra o alan ateş alanına dönecektir. Dinin esas görevi, ateş
alanına dönecek olan şirk ve inkâr alanından insanları kurtarmak ve onlara bir
çıkış kapısı sunmaktır. Yüce Allah af ve merhamet sıfatları gereği, o ateş
alanından kurtarmayı bu âyette kulların önüne koymakta, önemli olanın hatâyı
cezalandırma olmadığı, tam tersine af ve merhametin önemli olduğunu
vurgulamaktadır.
5. Yüce Allah Mâide sûresinin
75. âyetinde Meryem oğlu Mesih'in ne olduğunu, hangi görevle
görevlendirildiğini açıklamaktadır.
a) "Meryem oğlu Mesih sadece
bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir". Hz. îsâ
konusu Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetinde açıklandı. Buradaki muhteva içerisinde
hıristiyanların Hz. îsâ'yı tanrılaştırmalarının çok yanlış olduğunu anlatırken
yüce Allah, onun sadece kendinden evvel gelen peygamberler gibi bir peygamber
olduğunu vurgulamaktadır.
Hz. îsâ'nın ne olduğunu açıklarken, peygamberlik alanı ile Tanrılık
inancının ayrılması gerektiği öğretisini vermektedir. Peygambere tanrılık
yakıştırmak, hem onun alanını aşmak, hem de tek tanrı itikadı alanına tecavüz
etmektir. Böylece yüce Allah, Allah ile peygambere yakışan alanın ne olduğunu
öğreterek, itikadın kirlenmesini önlemektedir.
b) "Anası çok doğru bir
kadındır". Yüce Allah âyetin bu kısmında "sıddîka" sıfatını Hz.
Meryem'e, yani Hz. îsâ'nın annesine yakıştırmaktadır. Bu kelimenin anlamı;
doğru, tasdîk edici, sapmamış mânalarına gelmektedir.
Sıddîka kelimesine "tasdîk eden" mânasını, Tahrîm sûresinin 12. âyetine dayanarak veriyoruz. "Ve rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etti". Demek ki Hz. Meryem, inancında hiç şirke sapmamış, cinsel namusunu koruduğu gibi, itikad namusunu da korumuştu. Gönülden inanan bir kadındı.
Sıddîka kelimesinin başka bir anlamı da, günâhlardan arınmış demektir.
Günâhlardan arınma ve gönülden bağlı olacak bir şekilde tasdîk edici olmak,
beşer için düşünülen vasıflardır. Allah için günâhlardan arınmışlık ve Allah'ın
kelimelerine ve kitaplarına gönülden inanmak gibi vasıflar düşünülemez.
c)
"Her ikisi de yemek
yerlerdi". Onların tanrı olamayacağını anlayabilecekleri, âyetin bu
kısmında anlatılmaktadır. Yemek yiyen varlık, hayatını sürdürmek için muhtaç
olduğunu göstermektedir. Muhtaç olan varlık ise tanrı olamaz.
Zaten Hz. îsâ'nın çoğu âyetlerde "Meryem oğlu" olarak yer
almasının sebebi de, onun bir varlıktan doğduğunu her defasında tekrar ederek
ezelî olmadığını, yani tanrı olamayacağını hatırlatmaktadır. Birinden doğan
varlığın başlangıcı var demektir; başlangıcı olan da tanrı olamaz. Âyette
annesinin yediğini söylemekle, onun da tanrı olamayacağını ispat etmektedir.
6.
Mâide sûresinin 75.
âyetinde, Hz. îsâ'nın kim olduğu, görevinin neler olduğu deliller getirilerek
açıklanmaktadır: "Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl
yüz çeviriyorlar". Âyetin bu kısmından çıkaracağımız bazı genellemeler
olacaktır:
a)
İnsanlar yanlış inanca
sapabilirler. Onların yanlış inanca sapmalarının sebepleri ne olursa olsun,
yanlış inançta olduklarını onlara delilleriyle ispat etmek gerekiyor. Hiç
inancı olmayan bir insana doğru inancı aşılamak, y arinş manta Hıristiyanlar
belli bir inanca sahip olduklarından, onlara yanlışlarını anlatmak ve onları
doğru inanca çekmek zordur. Bunu yapabilmenin yolu, onlara delilleri net bir
şekilde açıklamaktan geçmektedir.
b) Din âlimleri, yanlış
inançlarla mücadele edebilmek için deliller üretip onları açıklayacak seviyede
olmalıdırlar. Onun için Allah kendi metodunun kullanılmasını istemektedir. Yanlış
inancın yanlışlığını, doğru inancın doğruluğunu ispat edecek bilimsel bir
kimliğe sahip olan din âlimleri yetiştirmek din eğitiminin amacı olmalıdır.
Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Yüce Allah hangi delilleri
onlara açıkladı? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle vermek mümkündür:
a)
Hz. îsâ'nın babasız dünyaya
gelmesini ispatlarken, onun yaratılış örneğinin Hz. Âdem'in yaratılış örneği
gibi olduğunu söyleyerek (Âl-i İmrân 3/59), diğer taraftan annesine ruhu
gönderip, ona bir beşer gibi gözüküp, hâmile kalmasının Allah'a kolay olduğunu
ve Allah'ın ona ruh üfürmesiyle gerçekleştiğini anlatarak (Meryem 19/16-22;
Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12).
b) Meryem oğlu Mesih'in tanrı
olamayacağını, bizzat kendisinin İs-râiloğulları'na "benim ve sizin
rabbiniz" ifadesini kullanarak ona şirk ko-şulmamasını öğretmesi (Mâide
5/72).
c) Hı. îsâ'mrA sadece bir
peygamber olduğunu ilân ederek onun ve annesinin yemek yediklerini söyleyerek
(Mâide 5/75).
d)
Bir varlığın tanrılığının
kullarına temin edeceği fayda ve zararla bilinebileceğini söyleyerek (Mâide
5/76): "De ki: Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır".
Tanrı olan varlık bütün varlıkların ihtiyaçlarını giderecek olan faydayı onlara temin edebilmelidir. Faydayı temin edecek olan varlıkların ihtiyacını hem duyacak hem bilecektir. Bir taşın içindeki böceğin ihtiyacını duyacak ve bilecek ve o ihtiyacı giderecektir. Bütün insanların dilleriyle ifade edip seslendikleri veya seslendirmedikleri ihtiyaçları tam anlamıyla bilen ve duyan varlık tanrı olmayacaktır. Böylece fayda ve zarardan hareketle tek Allah fikrine ve inancına giden delilleri açıklamaktadır.
Kötülük yapmaya kalktıkları Hz. îsâ kendini koruyamıyor ve onlara zarar
verebilecek bir karşılık vermiyordu; Peki böyle bir beşer nasıl tanrı olabilir?
Fayda ve zararı gündeme getirerek tanrı olabilecek ile olamayacakları ispat
etme metodu önceki peygamberlerde de vardı. Buna örnek olarak Enbiyâ sûresinin
66. âyetini verebiliriz: "ibrahim, 'Öyleyse' dedi, Allah'ı bırakıp da,
size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?"
Diğer taraftan Hz. Muhammed'in tanrı olmadığını öğretmek için A'râf
sûresinin 188. âyeti vahyedilmiştir: "De ki: Ben Allah'ın dilediğinden
başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer
ben gaybı bilseydim, iyiyi çoğaltır ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben
sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim".
Bu âyet, hıristiyanların Hz. îsâ'yı tanrı edinmeleri gibi,
müslüman-ların Hz. Muhammed'i tanrı edinmemeleri için inmiştir. Bütün bu
delillere rağmen Mâide sûresinin 75. âyetinin sonunda: "Bak nasıl yüz
çeviriyorlar" ifadesine yer verilmektedir.
Mâide sûresinin 72-76. âyetleri arasında İsrâiloğulları'nın hıristiyan
kanadının şirke sapmamaları için anlatılan delillerin etkisiyle başkalarının
etkisi bir araya gelince, 75. âyetin sonundan anlaşıldığına göre başkalarının,
yani şeytanî güçlerin etkisi baskın çıkarak dönmelerine sebep olmaktadır.
Âyetin sonunda ennâ yü'fekûn "nasıl döndürülüyorlar" yer
almaktadır. İfadede yer alan yü'fekûn kelimesi, efekeden türemiştir. Bu
kelimenin asıl anlamı, "yalan söylemek"tir. İfk denen iftira da bu
kelimeden gelmektedir. Gerçek olandan dönmek ve yüz çevirmek de bir yalandır.
Üfike kalıbı, "görüşünden, kararından, yargısından döndü" anlamına
gelmektedir. İnsan zihninin, gönlünün altüst olması mânasını ifade etmektedir.
Sadece altüst olmakla kalmıyor, bu durum davranışlara yansıyarak doğrudan yüz
çevirmeye neden oluyor.[71]
77. De ki: "Ey kitap ehli!
Dininizde haksız yere haddi aşmayınız.
Daha önceden sapan, bir çoklarını
saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayınız "
78. İsrâiloğulları'ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ diliyle
lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.
79. Onlar, işledikleri
kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne
kötüdür.
80. Onlardan çoğunun, inkâr
edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı
şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı
kalıcıdırlar.
Bu âyetlerin analizini toplu halde yapmayı uygun buluyoruz.
1.
Haksız yere dinde haddi
aşmak. Bir dinin mensupları haksız yere dinlerinde haddi nasıl aşarlar? Bu
sorunun cevabını çeşitli âyetlerle birlikte vermek mümkündür. Burada kastedilen
kitap ehlinden hıristiyanlar olduğuna göre, öncelikle onların durumuna bakmak
gerekiyor.
a)
Hz. îsâ'ya ulûhiyyet derecesi vermeleri ve
böylece onu tanrı edinmeleri. Bu konu özellikle Nisa suresinin 171. âyetinde
ele alınmıştı. Orada Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söyleyerek, Hz.
îsâ'yı tanrı derecesine yükselttikleri görülmüştü. Yüce Allah Hz. îsâ'nın
sadece bir peygamber; Allah'ın Hz. Meryem'e ulaştırdığı bir kelime olduğunu,
Allah'ı üçlememeleri gerektiğini ve Allah'ın tek olduğunu açıklamıştı. Bu
açıklamadan anlaşılıyor ki, İncil'in takipçileri olan hıristiyanlar, Allah ve
Hz. îsâ konusunda çok ciddi sorunlar yaşıyorlardı. Bu durum hem Nisa sûresinin
171. âyetinde, hem de Mâide sûresinin 77. âyetinde, dinde aşırı gitme, haddi
aşma olarak nitelendirilmiştir.
Diğer taraftan Mâide sûresinin 72-76. âyetleri arasında az önce aynı
şekilde, Hz. îsâ'nın ulûhiyyeti, tanrı olma durumu tartışılmış ve bunun inkâra
varan bir hâl aldığına dikkat çekilmişti.
b)
İncil'in takipçileri, yani hıristiyanlar,
dinlerinde hurafelere, bid'atlara yer vermeye başladılar.
Hadîd sûresinin 27. âyetine göre, hıristiyanlar ruhbanlığı bid'at olarak ortaya koymuşlardır: "Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık.
Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da
gereği gibi uymadılar". Böylece bir bid'at olarak ruhbanlığı dinlerine
soktular ve böylece dinî uygulamalarda aşırıya gittiler. Yüce Allah'ın farz
kılmadığı bir davranış biçimini dindenmiş gibi göstermek, dinde aşırı
gitmektir.
c) İncil'in takipçileri olan
hıristiyanlar, başka grupların veya milletlerin kültürünün etkisi altında
kalarak dinlerinde aşın gittiler.
Tevbe sûresinin 30. âyetine göre, önce yahudiler Hz. Üzeyir'e "Allah'ın
oğlu" dediler, aynı anlayış daha sonra hıristiyanlar arasında ortaya
çıktı. Bir bakıma yahudi kültürünün hıristiyanlan etkilemesi olayı gerçekleşmiş
oldu.
Hıristiyanlığın eski Yunan felsefesinin etkisi altında kaldığını
Ge-orge William Nox admda bir rahibin Encyclopaedia Britannica'da yazdığı
"Christianity" maddesinden ve aynı ansiklopedinin "Kilise
Tarihi" adlı maddesinden anlıyoruz ki, Hıristiyanlık, Yunan felsefesinin
etki alanına girmiş ve bu felsefe dinin safiyetini bozmuştur.
Bu ve buna benzer hıristiyan din adamlarının yazdığı yazılardan anlaşılıyor
ki, Hıristiyanlık Yunan felsefesinin etkisiyle değişikliğe uğramıştır. Bunun
anlamı şudur: Tevhîd inancına dayanan bir oluşum meydana gelince, dinde aşırı
gitmeler başladı. Tevhîd inancının öğretileri felsefeye yön verme yerine,
felsefe dine yön vermiş ve böylece dinin saflığı ortadan kalkmıştır.
d) Dinde aşırı gitmenin
bakabir şeklini Râzi, yahudilerin Hz. isa'yı zina çocuğu olarak görmeleri olarak
öne sürmektedir. Hıristiyanlar Hz. îsâ'ya ulûhiyyet verirlerken, yahudiler onu
meşru olmayan çocuk olarak görüyorlardı. Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki,
"hak olanın" dışındaki her şey dinde aşırılığa götürmektedir.
Aşırılığın olup olmadığını "hak" belirleyecektir.
2. Başkalarının arzularına uymak. 77. âyetin ikinci bölümü,
başkalarının etkisi altında kalmama konusunda bir hüküm getirmektedir:
"Daha önce sapan, bir çoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan
bir topluma uymayınız "
Âyetin bu kısmı, İncil takipçilerinin geçmiş kültürünün etkisinde kalma
ihtimâllerinin olabileceğine dikkat çekmektedir. Bu öylesine yozlaşmış bir
kültürdü ki, nefsin sapık arzularıyla mayalanmış, önce kendilerini yoldan
çıkarmış, daha sonra başkalarına bulaşarak onların da dümdüz yoldan çıkmalarına
sebep olmuştur.
Âyetin bu kısmında geçen ehvâ kavramı, objektif ve evrensel delillerin geçerli olmadığı, sübjektif, şehvet kokan, tarafgir görüşleri ifade etmektedir. Akıldan gelmeyen, gönüle hiç uğramayan, ama tamamen arzu dolu görüşler demektir.
Kur'ân'da hevâ, daima olumsuz bir etki alanı olarak görülmektedir.
Hevâ, doğrunun düşmanı olduğundan, daima yoldan çıkarmaktadır: "Hevâya
uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır" (Sâd 38/26). Burada hevâ,
hukukî bir hükümde objektif delillerin dışına çıkarak, nefse, yani arzulara
uygun sübjektif karar vermeyi ifade etmektedir. Hukuk yolu Allah'ın yoludur.
Hukukta hevânın etkisinde kalarak hüküm vermek de Allah'ın yolundan çıkmaktır.
"O'na inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler seni O'ndan
alıkoymasın, sonra mahvolursun" (Tâhâ 20/16). Nefsin arzulan denen hevânın
etkisi altında kalan insanlar, insanı imandan bile çıkarırlar.
Necm sûresinin 3. âyetine göre, Hz. Peygamber'in en önemli özelliklerinden biri, nevasından konuşmamasıdır. Bir konuşma vardır vahyin; bir konuşma vardır aklın etkisindedir; ama bir konuşma vardır ki, o da hevânın etkisindedir. Hevâ sadece insanı yoldan çıkarmaz, fikirlerini etkilemez; aynı zamanda Câsiye sûresinin 23. âyetine göre kendini insana tanrı olarak kabul ettirebilir.
Yüce Allah müslümanların kitabı olan Kur'ân'da kitap ehli ile ilgili
böyle bir emri neden vermektedir? Bu sorunun cevabına terbiyevî bir açısından
bakmak gerekiyor. Burada kitap ehlinin yaptıkları bu yanlıştan hareket ederek,
onları örnek vererek, müslümanların dinlerinde aşırı gitmelerini önlemek amacı
yatmaktadır.
3. Sınırı aşmak lanetlemeyi
getirmiştir.
İsrâiloğulları'nın genel anlamda olumsuz bir ahlâkını ortaya koyan Mâide
sûresinin 78. âyeti, peygamberlerini lanetlemelerine kadar gittiklerini gündeme
getirmektedir. Aslında peygamberlerin ahlâkında lanet okumak yoktur, ama bu
âyette Dâvud ve Meryem oğlu îsâ dili ile İsrâiloğulları lanetlenmişlerdir.
Matta İncili'nin 12. babının 34. âyeti şöyledir: "Ey engerekler nesli,
siz kötü olduğunuz halde, nasıl iyi şeyler söyleyebilirsiniz? Çünkü ağız
yüreğin taşmasından söyler". Aynı kitabın 23. babının 33-35. âyetleri şu
şekildedir: "Siz ey yılanlar, siz ey engerekler nesli! Cehennem hükmünden
nasıl kaçacaksınız? Bunun için işte size peygamberler, hikmetli adamlar ve
yazıcılar gönderiyorum; siz onlardan bazılarını öldürecek ve haça gereceksiniz
ve bazılarını havralarda dövecek ve şehirden şehre kovacaksınız ki, sâlih olan
Hâbil'in kanından, mâbedle mezbaha arasında öldürdüğünüz Barahiya oğlu
Zekarya'nın kanma kadar yeryüzünde dökülen her sâlih kan, üzerinize
gelsin".
İşte 78. âyette geçen söz dinlememek mânasındaki isyan, onların
Allah'ın peygamberlerini öldürmekle kendini göstermiştir. Aynı şekilde sınırı
aşmaları da, Allah'ın yasaklarına uymamaları anlamına gelmektedir. Cumartesi
balık avlamama yasağına uymayıp, o gün balık tutmaları; Mâ-ide sûresinin 114.
âyetine göre, gönderdiği sofraya rağmen iman etmemeleri, sınırı aşmalarına
sebep olmuştur.
İsyan etmeleri ve sınırı aşmaları, onların peygamberleri Dâvud ve îsâ
tarafından lanetlenmelerine sebep olmuştur. Böylece yüce Allah, 78. âyette
sebep-sonuç ilişkisi içinde lanetlenme olgusunu anlatmaktadır. Sebep, söz
dinlemeyip hukukun sınırlarını aşmaları, sonuç da peygamberleri tarafından
lanetlenmeleri. İsrâiloğullan'ndan lanetlenen bu insanlar, kâfir olanlardı.
Demek ki her kâfir olan insan veya insanlar lânetlenmemekte, isyan edip sının
aşan kâfirler lânetlenmektedir.
79. âyet lanetlenmenin üçüncü sebebini vermektedir: "Onlar,
birbirlerini yaptıkları iğrenç şeylerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları
şey gerçekten ne kötü idi!"
Bunun anlamı toplumda kişiler veya gruplar birbirini kontrol edip kötü
fiillerden uzaklaştırma denen eğitim faaliyetini yerine getirmiyorlardı. Sosyal
kontrol denen bu faaliyetin, yerini nemelâzımcılığa bırakması, toplumun lanetin
sınırları içine girmesine sebep olmaktadır. İsyan ve haddi aşmanın yanına bir
de bu eylemlerden kişi veya grupları alıkoymama eklenince, lânetlenmeye lâyık
olmaktadırlar.
Haksız yere insan öldürmek, hukukun sınırlarını aşarak hakları ayaklar
altına almak ve insanları iğrenç fiillerden alıkoymamak, Hz. Dâ-vud ve Hz.
îsâ'nın lanetlemesini getirmiştir. Demek ki inkâr psikolojisi bu fiiller
vasıtasıyla topluma ve insanlığa yayılınca, laneti çağırmaktadır. İnsanları
iğrenç fiillerinden alıkoymamak, Allah tarafından, kötü fiil olarak
değerlendirilmektedir. 78. âyeti de bu değerlendirmenin kapsamına alırsak,
isyanın, hukukun sınırlarını aşmanın ve insanları iğrenç fiillerinden alıkoymamanın
kötü bir fiil olarak nitelendirilmekte olduğu neticesine varabiliriz. Allah
"kötü fiil" kavramının içini doldurarak, yeni bir tanım getirmektedir.
İnkâr psikolojisi durumunda iken isyan etmek, haddi aşmak ve insanları iğrenç
fiillerinden alıkoymamak, kötü fiilin açıklamasını yapmakta ve kötünün ne
olduğunu tesbit etmektedir.
4. Yanlış dostluk gazabı
getirir.
Yüce
Allah bütün bu değerlendirmelerini "gözlem metodu"na dayanarak
ispatlamaktadır. Onun içindir ki 80. âyetin ilk kelimesi "görürsün"
kelimesiyle başlamaktadır. Yani yüce Allah, kitap ehlinin isyanını, haddi
aşmasını ve birbirlerini iğrenç fiillerden alıkoymamalarını, onların kimleri
dost edindiklerini gözlemleyerek anlamanın mümkün olacağını beyan etmektedir.
"Onlardan çoğu inkâr edenlerle dostluk kurmaktadır". Yüce
Allah, tevhîd inancına sahip olup hukukun kuralları içinde kalıp haklara
tecavüz etmeyenlerin, hukukî meselelerini inkâr edenlere havale edecek kadar
dostluk kurmalarının yanlışlığını vurgulamaktadır. Çünkü inkâr eden insanlar
Allah'a isyan ettiklerinden, Allah hakkını çiğnediklerinden, insan haklarına
riâyet etme gibi bir dertleri olmayacaktır. Onun için bu insanlarla hukukî
meseleler teslim edilecek kadar dostluk kurulamaz.
Böyle bir dostluk rasyonel değil sübjektiftir. Yüce Allah,
"Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür" derken,
kurulan dostluğun kaynağında nefsin olduğu vurgulanmaktadır. Nefis kelimesi
cümlenin öznesi durumundadır. Hazırlama işini nefis yapmaktadır. Bunun anlamı,
insanın içinde iş yapan biri daha vardır; bu da nefistir.
Nefis de eylemiyle bir şeyler hazırlayıp insanın önüne koymaktadır. Ama nefsin hazırladığı bu şeyin çok kötü olduğu da vurgulamaktadır.
Burada, kâfirleri dost edinerek, iman edenleri bir tarafa itmenin
kaynağında nefsin eyleminin bulunduğunu belirtirken, nefsin bunu insana nasıl
kabullendirdiğini Nisa sûresinin 51. âyetinde açıklamaktadır: "Kendilerine
kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla iman ediyorlar, sonra
da kâfirler için: 'Bunlar Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır'
diyorlar!"
Demek ki nefis kâfirleri dost edinmesini insana dayatırken, kâfirlerin
iman edenlerden daha doğru yolda oldukları fikrini vasıta kullanmaktadır.
Çünkü akıl, doğru yolu arayacak ve doğru yolda olanları dost edineceğinden,
nefis kâfirlerin daha doğru yolda olduğunu söyleyerek onların dost
edinilmesini temin edecektir. Demek ki nefis, "doğru yol" kavramını
kullanmadan insanı etki altına alamıyor ve onu kâfirlere dost yapamıyor.
Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, kitap ehlinin "doğru
yol" kavramını bilmemesi ve bu konuda yeterli eğitim almaması, dostunu yanlış
kişilerden veya gruptan seçmesine sebep olmuştur. Allah, müslüman-ları
eğitirken bu konuda gözlem yaparak bilinçli hareket etmelerini ön görmektedir.
Gözlemle olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin kurulmasını isterken,
sebebi kendisi vermekte, sonucunu da insanla beraber tesbit etmektedir. Nefsin
eylemi sebep, kâfiri dost edinmek sonuç olmaktadır.
Bu âyetteki "nefisleri" kelimesini "ihtirasları"
şeklinde tercüme etmek de mümkündür. İhtiras, insan aklını devre dışı
bırakınca, dost edinmede ciddî hatâlar yapılmaktadır. Bu hatâların nelere mal
olduğu ve olacağı âyetin devamından anlaşılmaktadır.
5. Cezalandırma çok ağırdır. "Allah onlara gazap
etmiştir ve onlar azap içinde yaşayacaklardır". Âyetin bu kısmındaki ceza
şekli sehıte kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelime, "bir şeyden
hoşlanmamak, kızıp öfkelenmek; eshete kalıbından alınınca öfkelendirmek,
gazaplandırmak, acı hisler uyandırmak, kızmak" mânalarına gelmektedir.
Kur'ân'da dört âyette geçen bu kelime, insanla-insan arasındaki psikolojik
oluşum için de kullanılmaktadır.
a) Öfkeden deliye dönmek.
"Onlardan sadakaların (taksimi) konusunda seni ayıplayanlar da vardır.
Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan
verilmezse, öfkeden neredeyse deliye dönerler" (Tevbe 9/58). Âyetten de
anlaşıldığı gibi öfke, bir menfaatten istifade edememenin insanda doğurduğu
psikolojik duygudur.
b) Gazaplandırmak. Muhammed
sûresinin 28. âyetinde, insanın yanlış davranışının sebep olduğu ilâhî
hoşnutsuzluk anlamında geçmektedir: "Bunun sebebi, onların Allah'ı
gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleridir".
c) Lanet. Âl-i İmrân sûresinin
162. âyetinde "hışım, gazap, lanet" mânalarına gelmektedir. Allah'ın
lanetine uğrayan adamla Allah'ın hoşnutsuzluğunu kazanan adamın mukayesesinde
bu kelimeye yer verilmektedir. "Hoşnutluk" anlamındaki rıdvân
kelimesinin tam zıddı olmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 80. âyetine bakarsak, ihtiraslarının etkisi altında kalıp kâfirleri dost edinen kitap ehline yüce Allah lanet etmektedir. Böylece nefsin, yani ihtirasın insanlara Allah'ın gazabını, lanetini getirdiği bilinci kazandırılmaktadır.
Bu insanlar, aynı zamanda devamlı olarak azap içinde kalacaklardır.
Âyetin bütünü ele alındığında şu genellemeye varılabilir: Yüce Allah insan
nefsinden çıkan ihtirasın insanı nasıl etkileyip Allah'ın lanetine varan bir
dizi davranışı gözlemenin önemini vurgulamaktadır. Bu gözlemin hem insanın
kendine, hem de dışındakilere yapılmasının önemine işaret etmektedir. Nefsinin
tutsağı olup dostlarını şaşıran ve Allah'ın lanetini kazananların gözleminden
çok önemli neticeler çıkararak, kendini terbiye etmenin yolu izlenmektedir.
Diğer taraftan Allah'ın lanetine ve ebedî azaba giden yolun insan tarafından
gözlemlenerek, ilâhî değerlendirmeye katılması temin edilmektedir. Bu
değerlendirmenin tamamen tarkılınmaktadır.[72]
81. Eğer onlar Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş
olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi; fakat onların çoğufâsıktır.
Yüce Allah, kitap ehlinin kâfirleri dost edinme hatâlarının bir diğer
sebebini, onların imanlarındaki olumsuzluğa bağlamaktadır. "Allah'a,
peygambere indirilen vahye inanmış olsalardı, bu hatâya düşmeyeceklerdi"
demekle yüce Allah, sebebin imansızlıkta yattığına işaret etmektedir. Buradaki
peygamberin Hz. Mûsâ, 77. âyette yer alan kitap ehlinden maksadın ise Hz.
Musa'nın ümmeti olması muhtemeldir.
Râzî'nin naklettiğine göre Kaffâl, buradaki peygamberin Hz. Mu-hammed
olduğunu söylemektedir. "Allah'a, Hz. Muhammed'e ve ona indirilen
Kur'ân'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi" şeklinde yorumlamış
olmaktadır.
Demek ki gönülde tam iman teşekkül etmeyince, nefis yani ihtiras öne
çıkarak, dost edinmedeki yanlışı yaptırmaktadır. Çünkü gönüldeki gerçek iman,
aklın çalışmasını öne çıkaracak ve dost edinmedeki bilincin doğmasını temin
edecektir.
"Fakat onların çoğufâsıktır" ifadesiyle yüce Allah, fâsık
kavramına farklı bir tanım getirmektedir. Demek ki fâsık, iman ettiğini
söylediği halde kâfiri dost edinen büyük hatâ sahibidir. Fâsık, Allah'a,
peygambere ve vahye inanmayıp ihtirasının tutsağı olan kişidir. Zaten 81.
âyetin sonundaki fâsık kavramını, 77. âyetin sonundaki "düz yoldan çıkmış"
ifadesiyle tanımlamak mümkündür.
80 ve 81. âyetlerle 82 ve 83. âyetler bize gösteriyorlar ki, milletler
yetişmekte olan nesillere dost ve düşmanını tanıtacak nitelikte bir eğitim
uygulamalıdırlar. Dostunu iyi seçemeyen insanların yoldan çıkması olası
olduğundan, onlara yüce Allah fâsık sıfatını uygun görmektedir.[73]
82. İnsanlar içinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli
olarak yahudilerle, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere
sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz hıristiyanlarız " diyenleri
bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar kibre
kapılmazlar.
83. Peygambere indirileni duydukları zaman gerçeği anlamalarından
dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman
ettik bizi şahit olanlarla beraber yaz!"
84. Ve rabbimizin bizi dürüst ve
erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde, nasıl Allah'a
ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik?
85. Ve bu inançları karşılığı
Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetleri
mükâfat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur.
Bu âyetlerin açıklamasını toplu halde yapmayı uygun buluyoruz.
1. Müslümanların azılı
düşmanları.
Daha önce belirtildiği gibi, ilâhî eğitimin amaçlarından biri, inançlar arası
ilişkileri ele alarak, müslümanlara dost ve düşmanını anlatmaktır. Çünkü
insanlık tarihinin dinamikleri arasında, inanç gruplarının birbirine karşı
tutumu yer almıştır, yani çatışmaların, savaşların sebepleri arasında farklı
inançlar vardı.
Geriye doğru gidince, tarihin derinliklerinde, insanların inanç özgürlüğüne saygı göstermemeleri, bir grubun diğerine kendi inancını zorla kabul ettirme teşebbüsünde bulunması, inanç gruplarının toplumlarda kamu görevlerini ele geçirmeyi hedef edinmeleri, grupların geçmiş bâtıl inançlarından ısrar etmeleri ve bu ısrarlarını eyleme dönüştürmeleri, savaşa giden süreçleri oluşturmuşlardır.
Kur'ân, inançlar arası bu oluşumları anlatmakta ve dinin düşmanlık
ocağı olmaması için gereken önlemlerin alınmasının zorunluluğunu gündeme
getirmektedir. Mâide sûresinin 82. âyetinde, iman edenlere kimlerin azılı
düşman olduğunu açıklayarak, iman edenlerin diğer inanç gruplarıyla bilinçli
ilişkiler kurmasının eğitimini vermektedir. "İnsanlar içerisinde iman
edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olanları yahudiler ile şirk koşanları
bulacaksın ".
Tevhîd inancı, Yahudilik, şirk inancı ve düşmanlık kavramları arasındaki
ilişkiler, âyetin eksen konusunu teşkil etmektedir. Hz. Peygambe-r'e kadar
yahudi geleneğinde peygamberleri öldürme veya öldürmeye teşebbüs etme
alışkanlığının olduğunu görüyoruz, "Haksız yere peygamberleri
öldürmeleri" (Nisa 4/155) ifadesinden anlıyoruz ki, yahudiler
kendilerinden olmayan ve tevhîd inancını savunan peygamberlere bile kötülük
düşünmüş ve öldürülmelerine kadar gitmişlerdir.
Yahudilerin tevhîd inancına sahip olan müslümanlara bu kadar düşman
olmalarının sebebi ne olabilir? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:
a) Kur'ân'ın âhiret inancını
öne çıkardığından dolayıdır. Çünkü Bakara sûresinin 96. âyetine göre
yahudiler, bu dünya hayatına bütün insanlardan daha düşkündürler. Dünya
hayatına olan tutkuları, âhiret hayatını öne çıkaran inanca sahip olanlara
düşmanlık beslemelerine sebep olmaktadır.
b)
Yahudiler katı kalpli
insanlardır. Bakara sûresinin 74 ve Mâide sûresinin 13. âyetine göre,
yahudilerin kalpleri taş gibi katılaşmıştır. Katı kalplilik, onların nesilden
nesle aktarılan bir psikolojik tutumudur. Doğuştan olmasa bile, kültürle bunu
aşılamaktadırlar.
c)
Mâide sûresinin 82. âyetinde
hıristiyan keşîş ve din adamlarının kibir yapmamaları gündeme getirilmektedir.
Demek ki yahudilerin hakka karşı kibir yapmaları, onları iman edenlere azılı
düşman haline getirmektedir.
d) Mâide sûresinin 64.
âyetinde, onların bozguncu olmaları ve devamlı savaş ateşi yakmaya meyilli
olmaları gündeme getirilirken, düşmanlık duygusuna büründüklerine işaret
edilmektedir. Kendilerinden başka kimsenin doğru yolda olamayacağı fikrini
fanatik bir şekilde savunmaları, bu düşmanlığa katkıda bulunmaktadır.
Şirk inancının kendiliğinden tevhîd inancına düşman olması, müş-riğin
iman edene düşman olmasına sebep olmaktadır. Bir müşrik kültür çevresi
oluşturan insanlar, tevhîd inancına her zaman düşman olmuşlardır. Peygamberler
tarihi, bu düşmanlığın yaktığı savaş ateşlerinin tahribatıyla örülmüştür. Hz.
Nuh'tan Hz. Muhammed'e kadar gelen süreçte, bu düşmanlığın oluşturduğu somut
örnekler Kur'ân'da yer almaktadır. Günümüzde ve gelecekte de şirkle tevhîd
inancını savunanların mücadelesi devam edecek, müşriklerin sönmeyen düşmanlık
ateşi yanacaktır. Allah, müslümanların bu düşmanlık ateşinin yakıtı olmamaları
için uyarıda bulunmaktadır.
2. Müslümanlara sevgide en
yakın olanlar.
Mâide sûresinin 82. âyetinin ikinci bölümünde sevgiyi gündeme getirerek, din
bilginlerinin bununla olan ilişkisi ele alınmaktadır. Böylece bir taraftan din
bilginlerinin görevini gündeme getirmekte, diğer taraftan gönüldeki sevgi
duygusunu bastıran veya onu harekete geçiren psikolojik güçlere dikkat
çekmektedir:
"Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da 'Biz hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar kibir etmezler". Yüce Allah âyetin bu kısmında, inanç grupları arasındaki ilişkinin sevgi temelleri üzerine oturmasını, gruplar arası toleransın sevgiye dayanmasını ele almaktadır. Sevginin bulunduğu gönül, yumuşaktır. O zaman yahudilerin müslümanlara düşman olduklarını söylerken, neden katı kalplilikleri dile getirilmişti? Demek ki onların gönüllerindeki sevgi öldüğünden katılaşmıştı. Hıristiyanların tevhîd inancına sahip olanları, iman edenlere sevgi beslerlerdi.
Bu sevgi, hıristiyan din adamlarının verdiği eğitimle ortaya çıkıp
müslümanlara yönelmiştir. Çünkü âyette keşîşlerin ve ruhbanların bu eğitimi
verdiklerine işaret edilmektedir. Onların kibir yapmamalarını gündeme
getirmekle yüce Allah, kibrin gönüldeki sevgi duygusunu bastırdığına ve onu
hapsettiğine işaret etmekte; onun yokluğu ile de sevginin ortaya çıkıp
serpilmesine sebep olmasını gündeme getirmektedir.
Başka bir inanca, yani tevhîd inancına karşı kibir yapmayan din
adamları, halka sevgi eğitimi vereceklerdir. Bu sayede düşmanlık ortadan
kalkacaktır; yeter ki din adamları sevgiyi savunsun, onun eğitimini versin ve
onunla yoğrulmuş bir kültür çevresi oluştursun!
Düşmanlık bir ateş halini alıp insanlığı sarmadan, onunla mücadele
etmenin en etkili silâhı, sevgidir. Bir sevgi ahlâkı, bir sevgi kültürü ve bir
sevgi medeniyeti oluşturmak suretiyle düşmanlık ateşi söndürülecektir.
Âyetin bu kısmında "din adamı" anlamına gelen iki kavram yer
almaktadır. Daha önce rabbânıyyûn ile ahbâr kelimeleri açıklanmıştı. Bunların
beraber kullanıldığına şahit olduğumuz gibi, kıssîs ile ruhbanın da beraber
kullanıldığını görüyoruz.
Âlimlerin açıklamasına göre kıssîs kusun çoğuludur. Hakkında değişik
izahlar yapılan kusun, kasseden geldiği söylenmektedir. Bu kökten geldiği kabul
edilirse, "tecessüs, haber yaymak, dinlemek ve kemiği etten ayırmak"
mânasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Râzî, kus ve kıssîsin, hıristiyanların
başkanlarına verilen bir ad olduğunu söylemektedir. Kur'ân inmeden önce
Araplar bu kavramı biliyordu ve onun için Kus ibn Saîde şeklinde sıfat olarak
kullanmaktaydılar. Bu kelimenin Arapça-laşmış bir isim olduğu da
söylenmektedir. Kendini ilme veren anlamını da ifade etmektedir[74].
Hıristiyanların din adamlarının bir kısmına da ruhban denmektedir.
Kur'ân'da dört âyette geçen ruhban kavramı, dünya nimetlerine değer vermeyen,
onlardan kendini uzak tutan, âhiret korkusuyla manastırlarda nefislerini ezen
ve ibâdetle meşgul olan kimselere verilen isimdir.
Bu din adamlarının âyetteki özellikleri; hıristiyanlara, müslümanlara
karşı sevgi aşılamaları, tevhîd inancına, hakîkate karşı kibir yapmalarıdır.
3. Hıristiyan din
adamlarının özellikleri. Mâide sûresinin 82. âyetinin ikinci yarısıyla, 83-85. âyetleri,
hıristiyan din adamları olan keşîş ve ruhbanlara ayrılmıştır. Böylece din
adamının öne çıkması gereken özellikleri ve toplumdaki görevleri
anlatılmaktadır.
a) Kıssîs ve ruhbanlar kibir
yapmazlar. Kibrin karşıtı olan kavramlardan hareket ederek bu kavramı
açıklayabiliriz. Kibretmeyen insanlar, mütevâzî, alçak gönüllü, cana yakın,
düşmanlık duygusu taşımayan insanlardır.
Bu niteliklerini hıristiyan, yani İncil'i takip edenlere yansıtan din
adamları, inançlar arası ilişkilere sevgi akıtmaktadırlar. Demek ki din adamı
kibirli olamaz; tevazu, hoşgörü, sevecen ve cana yakın davranış, onun ahlâkının
mayasını teşkil etmelidir.
b) Hakkı anlar ve ondan
etkilenir. Kibirli olmayan din adamları Ku-r'ân'ı dinler, hakkı anlar ve onu
iliklerine kadar hisseder. Bu özelliği şöyle anlatılır: "Peygambere
indirileni dinledikleri zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden
yaşlar boşaldığını görürsün" (Mâide 5/83).
Öyle anlaşılıyor ki, kibir insanların veya din âlimlerinin kulaklarını
tıkatmaktadır. Kibirli olmayan din bilginleri, kulaklarını ilâhî vahye açmakta
ve onu dinlemektedirler. Bu dinleyiş onları hakîkatle tanıştırmaktadır. Çünkü
Hz. Peygamber'e indirilen vahiy, hakikati anlatmaktadır. Onu dinleyen, ona
kulak veren hakikati anlamakta, onunla tanışmaktadır.
Onların beyin ve gönüllerinde oluşan bu anlama ve tanışıklık, olduğu
yerde kalmamakta, bütün vücutlarını sararak ağlamalarına sebep olmakta,
gözlerinden yaşlar akıtmaktadır. Böylece yüce Allah, mânanın maddeyi nasıl
harekete geçirdiğine işaret etmekte, bunun gözlerdeki yaşlar ve gönüllerdeki
hak ile tanışıklığın ortaya çıkardığını vurgulamaktadır.
"Gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün ". Hakîkati anlamak ve onunla tanışmaktan dolayı yaşanan yoğun duygunun tezahürü olan bu yaşlar, aslında onların ulaştığı ruh olgunluğunu ifade etmektedir. Din bilginleri, hakîkati anlamalarından dolayı akıtacakları yaşlar, inançlar arası düşmanlık kirini temizleyecek ve sevginin ortaya çıkmasını temin edecektir.
Din bilgini, ilâhî vahyi dinlemeli, hakîkat bilgisini elde etmeli,
onunla tanışık olmalıdır. Kendi düşüncesi, felsefî hoşgörüye, alçakgönüllülüğe
ve sevgiye değil, çatışmaya götürecektir. Din bilgini, gönül adamı; din âlimi,
hakikatin tanışı ve akıl adamı; din âlimi, sevgi adamı; din âlimi, bilgi adamı
olmalıdır. Aksi takdirde kibrinden dolayı farklı inançlara karşı düşmanlığı
aşılayacaktır.
c) Allah'a dua ederler. İlâhî
vahyi dinleyen ve onun vasıtasıyla hak-îkatle tanışan din bilginleri,
gözlerinden yaşlar akarken şöyle dua ederler: "Rabbimiz! İman ettik, bizi
(Hakka) şahit olanlarla beraber yaz".
İlâhî vahyi dinleme ve hakîkati anlama, gönülde imanın doğmasına sebep
olmaktadır. Bu iman, bilinçli bir iman, yani tahkikî iman olmaktadır. Böylece
din bilginleri, yüce Allah'a iman ettiklerini itiraf etmekte, hakîkate şahitlik
edenlerle bir tutulmamaları dileğinde bulunmaktadırlar.
"Bizi şahitlik edenlerle beraber yaz ", yani bir tut derken,
"şahitlik edenlerden" neyi kastetmektedirler. Bize göre bu ifadeyle
Bakara sûresinin 143. âyetine işaret etmektedirler: "İşte böylece sizin
insanlığa şahitler olmanız, peygamberin de size şahit olması için sizi mutedil
bir millet kıldık". Mâide sûresinin 83. âyetindeki şahitlik kavramını
Bakara sûresinin 143. âyetinde detaylı bir şekilde açıkladık. "Bizi şahit
olanlarla beraber yaz" demek, "Bizi hakîkate kavuşanlarla,
inananlarla, bilenlerle, insanların problemlerini çözmeye yardım edenlerle ve
orta yolu tutanlarla beraber eyle!" duasını yapmaktır.
d) Doğru mantık yürütürler.
Yüce Allah, onların imanlarıyla diledikleri arasındaki ilişkiyi sağlam
temeller üzerine oturttuklarım söylemektedir: " Ve rabbimizin bizi dürüst
ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde, nasıl
Allah'a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik" (Mâide
5/84).
İnsanların ideali, hakîkati öğrenmek ve erdemli insanların arasına
girmek olmalıdır. Âyette geçen tama' kelimesi, "şiddetle arzu etmek"
anlamına gelmektedir. Şiddetle arzu edilen bir şey, insanın amacı haline
gelmiş demektir. Salih, dürüst ve erdemli, yani medenî insanların arasında
olmak, onların seviyesine ulaşmak için iman etmek ve hakikatin bilgisine sahip
olmak gerekiyor. îşte müslümanlara karşı halkına sevgi aşılayan hı-ristiyan
keşîş ve ruhban din adamları, kendilerine ve başkalarına erdemli insanlarla
beraber olmayı amaç olarak seçtiklerine göre, Allah'a ve gelen hakîkate
inanmanın zorunluluğunu soru şeklinde ifade etmektedirler. Böylece erdemli
kişilerin arasına girmenin yolunu ve yapılması gerekeni ortaya koymuş
olmaktadırlar.
e)
Onlar cennetliktir.
"Söyledikleri sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere,
zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İste muhsin-lerin
mükâfatı budur".
Hıristiyanların din adamları olan keşîş ve ruhbanların, Mâide sûresinin
84. âyetinde söylemiş oldukları söz ve yürütmüş oldukları mantık, onlara ödül
olarak cenneti getirmiştir. Aynı zamanda onların muhsin olduklarını ilân
etmektedir. Böylece muhsinin tanımına farklı bir boyut getirmektedir. Muhsin
hem söz, hem de davranışı kapsamına almaktadır. Bu insanları muhsin olarak ilân
ettiğine göre, onların psikolojik yapı, söz ve davranışlarına bakmak gerekiyor
ve böylece muhsin kelimesinin muhtevasını görmüş olacağız.
Keşişlerin ve ruhbanların öne çıkan en önemli özellikleri, Kur'ân'a karşı kibirlenmemeleridir (Mâide 5/82). Bu psikolojinin getirdiği en önemli davranış da hıristiyanlara, müslümanlara karşı sevgi aşılamalarıdır (Mâide sûresinin 52. âyetinden çıkan mâna). Bu davtamşa ilâve olasak diğer davranışları, Hz. Peygamber'e indirilen vahyi dinlemeleri, hak ile tanıştıklarından dolayı gözlerinden yaş akıtmaları (Mâide 5/83).
Onlara cenneti getiren ve muhsin olmalarını temin eden önemli sözler de
şunlardır: Kendilerini şahitlerle beraber yazması için Allah'a dua etmeleri
(Mâide 5/83); erdemli insanlara katılma tutkusu içinde olduklarından dolayı
kendilerine gelen hak ve Allah'a iman etme mantığını yürütmeleri ve bunu ifade
etmeleri (Mâide 5/84). Bu davranışlar onları muhsin olma seviyesine çıkartmış
ve cenneti kazandırmıştır. Demek ki muhsin insanda kibir yoktur; sevgi
doludur, hakkı tanır, vahyi dinler, şahit ve erdemli insanlarla beraber olmak
ister, Allah'a ve hakka inanır.
Mâide sûresinin 82-85. âyetlerinden şu genellemeye de varabiliriz: Yüce
Allah hıristiyan keşîş ve ruhban denen din adamları örneği ile bir din adamı
profili çizmektedir. Aslında müslüman olmalarına rağmen, bu değişimi ifade
etmediklerinden, Allah onları Hıristiyanlık olarak değerlendirmektedir.
Din adamının özellikleri arasına sevgi, alçakgönüllülük, şahit ve erdemli
olmayı koyarak, müslüman din bilgininin şahsiyetinin temel taşlarını
vermektedir. Din bilgini hakla tanışık olmalı, bu tanışıklığın onda oluşturduğu
gönül eylemi, onda duygusal bir yapı meydana getirmelidir.[75]
86. inkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar
yakıcı ateşe mahkûmdurlar.
Bu âyetin benzeri Mâide sûresinin 10. âyetinde açıklandı. Orada
cennetin vaad edildiği âyetten sonra, Allah'ın nimetini hatırlamalarını
müslümanlara emreden âyetten önce gelmişti. Burada da muhsinlere vaad edilen
cennetten sonra, müslümanlara helâli haram yapma hükmünden önce konmuştur.
Âyetin içeriğinden anlıyoruz ki, inkâr etmek ayrı bir eylem, Allah'ın
âyetlerini yalanlamak ayrı bir eylemdir. Âyeti muhtevasıyla ele alırsak şu
neticeye varmak mümkündür: Hıristiyanlardan keşişler ve ruhbanlar Allah'ın
peygambere indirdiği vahyi dinlemiş ve hakkı tanımış, yani anlamışlardır, ama
onların içinden inkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanların
olabileceğini gündeme getirmekte, bunların yakıcı ateşin yârânı olacaklarını
hükme bağlamaktadır. Böyle bir muhtevanın içinde bu âyete yer verilmesinin en
önde gelen amacı, inkâr ve yalanlamadan insanları, özellikle hıristiyanları
caydırmaktır.
Âyetten çıkarılacak diğer bir genelleme de şudur: Yahudi ve müşriklerin
müslümanların azılı düşmanı olmasının asıl sebebi, inkâr psikolojisine sahip
olmaları ve Allah'ın âyetlerini yalanlamalarıdır. Demek ki inkâr ve yalanlama
düşmanlık doğururken, iman ve hakkı tanıyıp anlamak da sevgi doğurmaktadır.
Kibir ve düşmanlık doğuran veya onlara sebep olan inkâr ve yalanlama, cehenneme
götürürken, sevgi ve alçak gönüllüğü getiren iman ve hakla tanışıklık da
cennete götürmektedir. Demek ki cennet de cehennem de insanın gönül ve
beyninden başlamaktadır.[76]
87. Ey iman edenler! Allah'ın
size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayınız ve sınırı aşmayınız.
Allah sınırı aşanları sevmez.
88. Allah'ın size verdiği nzıklardan helâl ve temiz olarak yiyiniz ve
inandığınız Allah'tan sakınınız.
Âyetlerin analizini yaparken görüyoruz ki, Allah iman edenlere iki
eylemi yasaklarken, iki eylemin de yapılmasını istemektedir.
Bu âyetlerin iniş sebebi veya sebepleri, İslâm dininin çok önemli bir
ilkesini gündeme getirmektedir.
1.
Enes b. Mâlik'ten rivayet
edilen bir hadîse göre, sahabeden bazıları Hz. Peygamber'in gizli yaptığı
ibâdetleri hanımlarına sormuşlar. Bu kişiler geçmiş ve gelecek bütün günâhları
affolmuş olan Hz. Peygamber'in gizlice yaptığı ibâdetleri kendileri için az
bulmuşlardır.
Onların bu konuşmalarını işitince Hz. Peygamber: "Vallahi ben
sizin Allah'tan en çok korkanınızım. Ama ben bazan oruç tutarım, bazan tutmam,
namaz kılarım, ama bazan uyurum; hanımlarımla cinsel ilişkide bulunurum. Kim
benim sünnetimden ayrılırsa, o benden değildir[77]
buyurmuştur.
Hz. Peygamber devamlı oruç tutmayı, uyumaksızın devamlı nafile namaz
kılmayı ve cinsel ilişkiyi kendine tamamen yasaklamayı uygun bulmamış ve bunun
üzerine Mâide sûresinin 78. âyeti indirilerek, Allah helâl olan bu eylemlerin
yasaklanmasının yanlış olacağını hükme bağlamıştır.
Bir gün Hz. Peygamber ashabından on kişiye, uzun uzun kıyamet
meselelerini anlatınca, bunlardan her biri dünyaya sırtını dönmeye karar verdi.
Kimi et yemeyi, kimi yağ yemeyi, kimi gündüzün yemek yemeyi, kimi uyumayı, kimi
cinsel ilişkiyi kendine haram kıldı. Bunlardan Osman b. Maz'ûn, eşiyle cinsel
ilişkiye yanaşmamaya karar verdi. Onun hanımı Havle, kadınlarla sohbet ederken
durumu onlara söylemiş, bunun üzerine Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e durumu
anlatmıştır. Hz. Peygamber Osman b. Maz'ûn'u çağırıp durumu ona sormuş, Osman,
ibâdet için yaptığını ve bazı arkadaşlarıyla zühd olsun diye bazı şeyleri
kendilerine haram kıldıklarını söylemişti. Hz. Peygamber Osman'a derhal
karısına dönmesini söyleyince, Osman oruçlu olduğunu belirtmiş, bunun üzerine
Hz. Peygamber, "Bazı insanlara ne oluyor ki kadınları, yemek yemeyi,
uyumayı kendilerine yasaklıyorlar? Bakın ben hem uyuyorum, hem namaz kılıyorum;
bazan oruç tutarım bazan tutmam; cinsel ilişkide bulunurum. Kim benim
sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuş ve hemen: "Ey
iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram
etmeyiniz. Sınırı aşmayınız. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez" âyeti
indi[78].
Bundan hemen sonra, Osman b. Maz'ûn'u, hanımı ile cinsel ilişkisini kesmekten
menetmiştir[79].
Helâl olan haram edilemez. Yüce Allah, Kur'ân ile din açısından helâl
olanla haram olan şeylerin sınırlarını açıkça tesbit etmiş, Kur'ân'ı
göndermesinin ana amaçlarından birinin de bu olduğunu belirtmiştir. Demek ki
Kur'ân helâl ile haramın ne olduğunun sınırlarını belirlemek, dünya âhiret
dengesini kurmak, dünyayı âhiret için terketmemeye ve âhireti dünyaya feda
etmemeye özen gösterilmesini temin etmek için gelmiştir.
Beşerî görüşlerin özellikle haram alanına girmemesini temin etmek için
bu âyetler indirilmiştir. Allah'ın insanlara helâl kıldığı bir şeyi insanlar
kendilerine haram kılamazlar. Âyetin muhatap aldığı kimselere bakarsak, bütün
müslümanların bundan sorumlu olduklarını görüyoruz. O zaman din bilginleri ve
eğitimcileri, haram ile helâlin sınırlarını iyi bilecek ve bunu halka
öğreteceklerdir. Bilmeden bir şeyin helâl veya haram olduğunu söylemeleri, bu
ilâhî emre ters düşecek ve büyük günâh işlemiş olacaklardır.
Bu konuya verilecek örnekler vardır:
"Ey peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helâl
kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrîm 66/1) Bu âyetten
anlıyoruz ki, Hz. Peygamber de helâl olanı başka birinin rızâsı uğruna haram
etmiş, bu sebeple de sorgulanmıştır. Demek ki peygamber bile Allah'ın helâl
kıldığını haram etme yetkisine sahip değildir.
"De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları
kim haram etti? De ki: 'O, dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de
yalnız onlarındır, işte biz bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz
"
(A'râf7/32).
Mâide sûresinin 87. âyeti ile örnek verdiğimiz Tahrîm sûresinin 1. ve A'râf
sûresinin 32. âyetlerinin ortaya koyduğu diğer bir ilke de şudur: Kimse
Allah'ın helâl kıldığı rızıkları veya davranışları kendine veya başkasına
haram kılamaz. Dünya hayatının lezzetlerinden, güzelliklerinden, zevklerinden,
nazlarından mahrum etmeyi yermekte, bunun din dışı bir davranış olduğunu
vurgulamaktadır.
A'râf sûresinin 51. âyetinde olduğu gibi, ne dünya hayatına kapılıp
eğlenceyi ve geçici zevkleri dinleri haline getirme hatâsına düşmeyi, ne de
fert ve toplum için zararlı olmayan güzellikleri, zevkleri ve iyi şeyleri haram
kılmayı uygun görmektedir.
"Bir insan, Allah'ın helâl kıldığını nasıl haram kılar"
sorusunu Râzî şu şekilde cevaplandırmaktadır: Kişi, Allah'ın helâl kıldıklarını
haram kılmayı inanç haline getirebilir, ya da sözle bunu yapar ve bunu
amellerine yansıtır. Diğer taraftan başkalarına fetva vererek, helâl olan
şeyleri haram yapabilirler veya haram olan bir malı, helâl olan malına katarak
helâl olanı kirletmesi gibi. Çünkü bu durumda helâl olanıyla haram olanını
ayırmak mümkün olmayabilir.
Mâide sûresinin 87. âyetinin muhtevası bağlamında Mâide sûresinin ilk
âyetine baktığımızda, orada "Akidleri yerine getiriniz" emrinin yer
aldığı görülür. Akidler yerine getirilmediği zaman, helâl olan şey haram kılınmaktadır.
Çünkü hem akid, hem de akid yapılan şey helâldir. Taraflardan biri akdi
bozduğunda, helâl olanı kendine haram yapmaktadır.
Ayrıca Mâide sûresinin 12-13. âyetlerine bakarsak, 12. âyette Allah,
İsrâiloğulları'yla antlaşma yaptığını, daha sonra İsrâiloğulları'nın bu antlaşmayı
bozarak lanete uğradıklarını gündeme getirmektedir. Bu bağlamda müslümanlara,
onlar gibi, antlaşmayı bozarak helâli haram haline getirmemelerini
emretmektedir.
Bütün bu açıklamalara rağmen Mâide sûresinin 87. âyeti, 88. âye-tiyle
beraber ele alınınca, konunun yani 87. âyetteki emrin genelde gıda ile alâkalı
olduğu anlaşılır.
2.
Helâli haram kılan aşırı
gider ve Allah'ın sevgisini kaybeder. 87. âyetin ikinci yarısında, sınırın
aşılmaması emredilmektedir. Haddi aşanları yüce Allah sevgiden mahrum bırakacaktır:
"Ve haddi aşmayınız. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez".
Buradaki "Haddi aşmayınız!" ifadesi ne anlama gelmektedir?
Sorunun cevabını âyetin birinci bölümüyle vermek mümkündür. Allah'ın helâl
kıldığı güzellikleri, zevkleri, hazları, temiz şeyleri haram kılmak dinde
haddi aşmaktır.
Çünkü yanlış fetva vererek insanları yanlışa sevketmek, yüce Allah
tarafından zulüm olarak nitelendirilmektedir: "Allah'a yalan uydurandan
daha zâlim kimdir?" (En'âm 6/93); "Dilinizin uydurduğu yalana
dayanarak 'Bu helâldir, şu da haramdır' demeyiniz: Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş
oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler"
(Nahl 16/116).
Gelişigüzel helâl-haram fetvası vermek, Allah'a iftiraya sebep olabilir.
Allah'a iftira da En'âm sûresinin 93. âyetinde zulüm olarak nitelendirilmekte,
Mâide sûresinin 87. âyetinde de bu zulüm, haddi aşma olarak
mânalandınlmaktadır.
Mâide sûresinin 87. âyetinde geçen "aşırı gitme"yi, israfa
kaçmak olarak mânalandırabiliriz: "Ey Ademoğulları, her camiye gidişinizde
güzel elbiselerinizi giyiniz; yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz; çünkü
Allah israf edenleri sevmez" (A'râf 7/31). Güzel elbiseler giymek,
ihtiyacı gidermek için yiyip içmek helâldir, ama bu konularda israfa gitmek
haramdır. İsraf edenlerden yüce Allah sevgisini esirgediği gibi, Mâide
sûresinin 87. âyetinde de sevgisini esirgemektedir. Demek ki Mâide sûresinin
87. âyetin-deki aşırı gitmeyi, A'râf süresindeki 31. âyet israfa gitmek olarak
mâna-1 andırmaktadır. Çünkü ikisinde de yüce Allah sevgiden mahrum bırakmaktadır;
ikisinde de giyim ve yemek içmek gibi aslî ihtiyaçları meydana getiren nimetler
ele alınmaktadır.
Demek ki fetva vermekte helâli haram kılmak, aşırı gitmek zulüm; yemek,
içmek, giyim-kuşamda aşırı gitmek de israf olarak mâna kazanmaktadır.
Böyle yapan, yani helâli haram yaparak aşırı giden zâlim ve müsrifler,
"Allah'ın sevgisinden mahrum bırakılma" cezasıyla cezalandırılmaktadırlar.
"Sevgiden mahrum bırakmak", eğitimin en etkili metotlarından birini
teşkil etmektedir.
Yüce Allah'ın bir kulunu veya kullarını sevgiden mahrum bırakması,
onlardan uzaklaşması anlamına gelmektedir. Sevgiden mahrumiyet şeklinde
uygulanan uzaklaşma, insanlar için en büyük cezalardan biridir. Bu ceza şeklini
ana-baba çocuk ve öğretmen öğrenci ilişkilerine çekersek, diyebiliriz ki, çocuk
veya öğrencileri sevgiden mahrum bırakmak, en etkili ceza şekillerinden
biridir.
3. Ne yapılmalıdır? 87. âyette
yapılmaması gereken şeyler açıklandıktan sonra, nelerin yapılması da 88.
âyette gündeme getirilmektedir. Böylece önce yasakların konduğunu, ardından da
yapılacak şeylerin em-redildiğini görmüş oluyoruz. Haram ya da yasak olanı
belirledikten sonra, helâl olan kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
"Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği mıhlardan yiyiniz ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz". Bu âyet, 87. âyetin hem devamıdır, hem de onu tamamlamaktadır.
a) "Allah'ın helâl ve
temiz kıldığı rızıklardan yiyiniz!" emrini, Mâ-ide sûresinin kapsamı
içinde ele alacak olursak, sûrenin 3-5. âyetlerine bakmak gerekir. Bu
âyetlerden gıdaların haram ve helâl olanları açıklanmakta ve inançlar arası
medenî ilişkilerin helâl ve haram olanları tesbit edilmektedir. "Allah
neleri helâl kılmıştır?" sorusunu soranların bu âyetlere bakması gerekir.
Bu âyeti Mâide sûresinin sonuna doğru götürdüğümüzde, 90. âyetle 96. âyet
arasında da haram ve helâl konularının açıklandığı görülecektir. Bu ve buna
benzer âyetlerde yer alan haram gıdalar helâl edilemez, helâl olunanlar da
haram edilemez. İnsanlara, yani iman edenlere düşen, haramından kaçınmak, helâl
ve temiz olanından yemektir.
b)
Burada şu soruyu sormakta
yarar vardır: "Şunu ye, bunu yeme!" gibi emirlerle gerekli olan
davranış şekillerini insanda oluşturmak mümkün müdür? Buna olumlu cevap
vermenin imkânsızlığı sebebiyle, yüce Allah devreye iman ve takva denen iki
önemli değeri sokmaktadır. "İnandığınız Allah'tan sakınınız" emri
ile, helâl yemekteki itinanın hangi değerlerden besleneceğini vurgulamaktadır.
Takva denen "Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olma" şeklindeki
ruh olgunluğu ve bunun gıdalandığı Allah inancı teşekkül etmeden, helâl ve
temiz olanlardan yemek konusunda verilecek emir askıda kalacaktır. Bu yorumdan
hareket ederek 87 ve 88. âyetlere bakarsak, üç temel manevî değerle karşı
karşıya kalıyoruz: İman, Sevgi ve takva. Yasaklar ve olumlu emirler; sevgi,
takva denen sakınma duygusu ve iman gibi alt yapının temelleri üzerine bina
edilmelidir. Âyetlerden çıkardığımız bu yorum, genel eğitimin önemli bir
ilkesi olarak kabul edilmelidir. Sevgi, sorumluluk duygusu ve iman eğitiminin
işlenmesi ve üzerinde çalışılması gereken önemli değerlerdir. Bunlar olmadıkça,
yasaklar ve emirler temelsiz kalacağından, eğitimden ne verim alınabilir, ne de
kalite gerçekleştirilebilir. Ahlâkî eğitim baskıyla değil, sevgi, sorumluluk
bilinci ve imandan beslenmelidir.Temel ihtiyaçlardan olan beslenmenin helâl ve
temiz oluşuna dikkat etmek, ekonomik değerin kirlenmemesi meselesi, manevî
alanın da temiz kalmasını temin eden esaslardan biri olacaktır. Bu konudaki
yasakların ve emirlerin kuru kurallardan ibaret kalmaması için, insan gönlünde
yer edebilecek gıdalarla beslenmesi gereklidir. Sevgi, sorumluluk bilinci ve
iman bunlardandır.[80]
89. Allah , sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu
tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun
kefareti: Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek,
yahut onları giydirmek, ya da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde, yeminlerinizin kefareti işte budur.
Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki
şükredersiniz.
87-88. âyetlerde helâl, haram ve yiyecekler konusu işlendikten sonra,
yeminlerle ilgili böyle bir âyetin getirilmesi manidardır. Bu âyet insanın,
Allah'ın yasaklamadığı hayatın güzelliklerinden, nimetlerinden kendini mahrum
etmek amacıyla yaptığı yeminlerle ilgili olarak indirilmiştir. Bu açıdan
bakınca, bu âyetin önceki iki âyetle sıkı bir bağı olduğu anlaşılacaktır.
Meselâ "Yemin ederim ki şu nimet bana haramdır" diyerek helâl olan
bir şeyi kendine haram edemez. "Bir daha bal yemeyeceğim" diyerek
helâl şeyi haram edemez. Hz. peygamber böyle bir durumdan dolayı, Tahrîm
sûresinin 1. âyetinde sorgulanmaktadır.Bu açıklamadan sonra âyetin analizine
geçebiliriz:
1. Sorumluluk getiren ve
getirmeyen yeminler. "Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı
sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu
tutar". Âyetin bu kısmının eksen kavramları, lağv ve
'akkattümü'l-eymândır. Lağv "önemsiz, işe yaramayan, boş söz"
demektedir. Bunun açıklaması Bakara sûresinin 225. âyetinde açıklanmıştır.
Ağızdan, gelişigüzel, laf arasında çıkan, kasıtsız yemine "lağıv
yemini" denir.
Yüce Allah böyle bir yeminden dolayı insanı sorumlu tutmayacağını ve onu sorgulamayacağını beyan etmektedir. Bunun anlamı, lağıv yeminlerinin hukukî bir yaptırımı yoktur. Bilerek yapılan yeminden dolayı sorumlu tutmasının anlamı da, böyle yeminlerin hukukî bir sorumluluğunun olmasıdır. Bilerek yapılan yeminin gönülle alâkası vardır. Mâide sûresinin 89. âyetinde geçen 'akkattümü'l-eymân ifadesi, Bakara sûresinin 225. âyetinde bi'1-lagvi fî eymâniküm tarzında yer almaktadır. Mâide sûresinin 89. âyetindeki ifade ile Bakara sûresinin 225. âyetindeki ifade aynı anlama gelmektedir.
Bakara sûresinin 225. âyetini, Mâide sûresinin 89. âyeti açıklamaktadır.
Gönülden gelmeyip, ağızdan gelişigüzel çıkan yeminlerin hukukî sorumluluğu
yoktur. Devreye gönül giriyorsa, o yemin, kasıtlı yemin olmaktadır. Çünkü akdi
bağlayan gönüldür.
Modern hukukta yeminin yaptırılması ve hatta hakikî yemin teklifinde
bulunulması bunu ifade etmektedir. Dikkat edilirse, ilâhî hukuk, gönülden
gelen yeminle, ağızdan çıkan yeminin farklı olduğunu söylerken, beşerî hukuk
ise işin gönül boyutuyla ilgilenmez. İlâhî hukuk insanın kendi kendine karşı
yaptığı yeminleri bile ele almakta ve onlara da kefaret denen cezayı
uygulamaktadır. Şimdi kasıtlı yapılan yeminlere uygulanan cezalan ele
alabiliriz:
2. Kasıtlı yeminin cezası
vardır.
Yüce Allah gönlün yaptığı yanlışı maddî cezalarla telâfî etmektedir.
a) "Bunun kefareti,
ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmaktadır, yahut
onları giydirmektir". Yüce Allah, kasıtlı yapılan yeminin yerine getirilmemesi
halinde, on fakirin doyurulmasını ceza olarak uygulamaktadır. Doyurmanın
yerine onları giydirmenin de aynı işi göreceğini buyurmaktadır. Bu ceza şekli,
modern hukuka "para cezası" şeklinde intikal etmiştir. Para
cezasıyla bunun farkı şudur: On fakiri doyurmak, ya da onları giydirmek, hemen
kamu hizmetine sunulan bir para cezası olduğu halde, diğerinde kamunun
hizmetine sunulma işi hem belli değil, hem de anında olmamaktadır.
Gönülden gelen kasıtlı yeminin cezası, yine gönül alma şeklinde gerçekleşmektedir.
Bir bakıma gönül hatâsı, gönül alma ile telâfi edilmektedir. Fakiri doyurmanın
ölçüsü, kendi ailesinin ortalama masrafı olarak tesbit edilmiştir.
b) "Ya da bir köle azat
etmektir". Elinden özgürlüğü alınmış bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak,
bozulan kasıtlı yeminin cezası olarak takdim edilmektedir. Bu da para cezasına
girmektedir. Başkasının kölesini para vererek özgürlüğüne kavuşturmak, para
cezasına girmektedir, ama kendi kölesine özgürlüğünü verme şeklinde olursa, bu
ne anlama gelecektir? Köle sahibinin malı olduğuna göre, bu da "mal
ce-zâsı"na girmektedir.
Bugün kölelik olmadığına göre, böyle bir ceza şeklini nasıl uygulayabiliriz?
Meselâ hastahane masraflarını ödeyemeyip, hastahanede rehin kalan insanın bu
parasını ödeyip oradan çıkarmak bu mânaya gelmez mi? Diğer taraftan, insanlara
özgürlüklerini kazandırmak için yapılan faaliyetlere yatırımda bulunmak da bu
anlamı ifade etmez mi?
c) "Bunları bulamayan üç
gün oruç tutmalıdır". Üçüncü alternatif ceza, oruç tutmakla yerine
gelecektir. Buradan şu genellemeye varıyoruz: Kalpten gelen kasıtlı yeminin
cezasını mide ödemektedir. Ama bu aç kalış, basit bir aç kalış değil, Allah
adına tutulan bir oruç olmaktadır.
Yüce Allah'ın kasıtlı yeminlerin yerine getirilmemesi neticesinde uyguladığı
cezadan çıkaracağımız önemli genellemeler vardır:
Allah insanın içinde bulunduğu şartlan dikkate alarak, alternatifli cezalar
koymakta, bunlardan kendi şartlarına uyanı seçmesini teklif etmektedir. On
fakiri doyurma veya giydirmek, köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, üç gün oruç
tutmak. Kefareti, yani cezayı böyle uygulaması, modern hukuka, kişinin içinde
bulunduğu şartlara göre ceza uygulama ilkesini getirmektedir.
Diğer taraftan cezayı uygulamayı kişinin kendisine bırakmaktadır. 88.
âyette yer alan takva ve iman, bunun zeminini teşkil etmektedir. Allah'a iman
eden takva sahibi olan insan, bu cezaları kendi kendine uygulayacaktır. Cezayı
koyan Allah, kararı veren ve uygulayan, insanın kendisi olacaktır.
3. Yeminler korunmalıdır. Yüce Allah insanların, ya
da müminlerin koruması gereken şeyleri Kur'ân'da zikretmektedir: Cinsel organlarını
korumak (Nûr 24/31); namazları korumak (En'âm 6/92); Allah'ın kitabını korumak
(Mâide 5/44). Mâide sûresinin 89. âyetinde de yeminlerin korunmasını
emretmektedir. Yeminleri korumak, namusunu korumak kadar iffetli bir iştir.
Namus nasıl cinsel organların korunması ise, yeminini tutmak da gönül’ün namusu
olmaktadır.
Gerek daha önce verilen ceza ve gerekse koruma emri, yeminin sıkça
yapılmasını önlemek için caydırıcı bir özellik taşımaktadır. Müslüman az yemin
eder ve tutamayacağı yemini yapmaz. Önemli olan cezayı yerine getirmek değil,
yemin etmemektir. Yemin etmemesinin getirdiği erdemle, yapılan yemini tutmanın
getirdiği erdem; ya da tutulmayan yeminin cezasını uygulamanın getireceği erdem
oldukça farklıdır.
Yemin etmeme ahlâkını geliştirmek, verilen eğitime ait bir sorumluluk
ve görevdir. İnsan konuşurken ağzından gelişigüzel yemin çıkmamalı; kasıtlı
yemin etmemelidir. Gönlün yanlış işlere sevkolmaması için gerekli önlemlerin
alınması gerekir.
Helâl olan bir şeyi yemin ederek kendine haram kılmak gibi yanlış bir
davranışın arka planında gönlün eksik eğitim alması vardır.
Onun içindir ki, Bakara sûresini 225. âyetinde "Kalplerinizin kazandığından
sorumlusunuz " ibaresine yer verilmektedir.
4. "Allah size
âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz". Âyetin bu kısmında geçen
âyet kavramı, yeminle ilgili konuları kapsamına almaktadır. Sorumluluk
getirmeyen ve sorumluluk getiren yemin, bozulan yeminin cezası; yeminin
korunması konusundaki emir, birer âyet olmaktadırlar. Bütün bu âyetler
açıklanırken, amacı insanın şükretmesini temin etmektir.
Buradaki "şükür" ne anlamı ifade etmektedir? Lağv yani
kasıtsız olarak yapılan yemin, sözü; kasıtlı yapılan yemin de gönülü kirletmektedir.
Âyette kirlenmenin ele alınıp temizleme yollarının gösterilmesi, bir nevi
nimettir. Bu nimete sahip olmanın şükrünün yerine getirilmesi ifade
edilmektedir.
87 ve 88. âyetleri dikkate alarak, şükür kavramına bir yorum getirebiliriz:
Yüce Allah'ın insanlara bazı nimetlerini, hayatın güzelliklerini helâl kılıp
zararlı olanlarını da yasaklamış olması, bir nimettir. Bunun şükrünü yerine
getirmek gerekiyor. Dikkat edilirse âyette "umulur ki" ifadesi yer
almaktadır. Şükredecek olan insan olduğuna göre, bunu yerine getirmesi kesin
değil ihtimaldir. İnsanın irâdesinin yer aldığı bir yerde, eylemde kesin
konuşmanın yanlış olacağı eğitimini de vermektedir.
"Umulur ki" kelimesine "amaç" anlamını vermek
mümkündür. İnsanların şükretmesi için Allah âyetlerini açıklamaktadır.
Kanunların açıklanması da bir nimet olduğundan şükrü gerektirmektedir. Şükür
kelimesine nimetin değerini anlamak mânası yüklenince, yüce Allah'ın
insanların anlatılanı anlamalarını amaçladığı ifade edilmiş olur.
Konu yemin olduğundan, burada şu soruyu sorabiliriz: Her şeye yemin
edilir mi? Bakara sûresinin 224. âyetinde iyi işleri yapmamak için yemin
yapılmayacağı ifade edimişti. Yakınlarını ziyaret etmemeye, kimseye yardım
etmemeye, insanların arasını bulmamaya yemin etmek, doğru olmaz. Onun için
Bakara sûresinin 224. âyeti, yeminlerin iyilik yapmaya engel olmasını ortadan
kaldırmıştır.
Hz. Peygamber bu konuya açıklık getirmektedir: "Âdemoğlunun, mâlik
olmadığı bir şeyi, yahut Allah'a isyanı veya akraba ile münasebeti kesmeyi
adamasın! Bunlar için yemin eder de onun aksini daha hayırlı görürse yeminini
bıraksın, hayırlı olanı yapsın. Zira onu terketmesi, yeminin kefaretidir[81].
Demek ki Allah'a isyan ve akraba ile münasebeti kesmek için yemin edilmez.
Yapılan yeminin tersi daha faydalı ise, yemin terkedilir ve kefareti ödenir.[82]
90. Ey İnananlar! Alkol, kumar,
dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki
kurtuluşa eresiniz.
91. Şeytan, alkol ve kumar ile
aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçecek misiniz?
92. Allah'a ve peygambere itaat ediniz, (kötü şeylerden) sakınınız.
Eğer (gösterdiğimiz yoldan) dönerseniz, biliniz ki peygamberimize düşen, açıkça
tebliğ etmektir.
Bakara sûresinin 219. âyetinde sadece alkol ve kumar ele alındığı
halde, bu âyette "dikili taşlar" ve "fal okları" da ilâve
edilmiştir. Farklı eylemlerin aynı âyette yan yana gelmesinin sebebi, aynı
derecede günâh olmaları ve kötü alışkanlığa sebep olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Mâide sûresinin 90. âyetindeki alkol, kumar, dikili taşlar ve fal okları
konularının, daha önceki 87 ve 88. âyetlerle alâkası vardır. 87. Âyette
"Temiz ve güzel şeyleri haram etmeyiniz", 88. âyette de
"Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyiniz"
derken, 90. âyette bu âyetlere ilave açılımlar getirmektedir.
Temiz olan şeylerin haram edilmesi, alkolle gerçekleşmektedir. Alkol
çeşitlerinin elde edildiği maddelerin hepsi, helâl besinlerdir; ama onları
alkole çevirip içince, haram hale dönüşmektedir. Meselâ üzüm insana helâl
olduğu halde, ondan alkollü içki elde ederek içmek helâli harama çevirmek
demektir. Aslında para helâl olan bir şeydir, ama kumar oynayarak paranın elde
edilmesi, onu haram hale getirmektedir. Et insana helâldir, ama bunu dikilitaş,
yani putlara adayarak kesmek, onu haram hale getirmektedir. Fikir yürütmek
helâldir; ama gelecek hakkında kehânette bulunmak tarzında olursa, haram
olmaktadır.
87. âyette geçen helâli harama çevirme eylemi, 90. âyette açılımını
bulmaktadır. Allah neden Bakara sûresinin 219. âyetinden sonra Mâide sûresi 90.
âyeti getirmediğinin sorusuna, "Mâide süresindeki yeri ve kazandığı mâna
gereği olmuştur" cevabını verebiliriz.
Hamr ve meysir denen alkol ve kumarın zararları, Bakara sûresinin 219.
âyetinde anlatılmış ve hamr kavramının açıklaması yapılmıştır. Burada tekrar
olacağından açıklama yapmayı uygun bulmuyoruz. Ancak burada ensâb kelimesini
açıklamak gerekiyor: Putperstlerin kullandıkları sunak taşlarını ifade
etmektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde nusub kalıbında yer almaktadır. İslâm
öncesinde müşriklerin, Kabe'nin etrafında kurdukları ve hayvanlarını kurban
ettikleri sunaklara verilen isimdir.
Müşrikler sadece kurbanlarını bu sunakların üzerinde kesmiyorlardı,
aynı zamanda normal et kesimini de oralarda yapıyorlardı. 3. âyetteki nusub
ile 90. âyetteki ensâb aynı şeyi ifade etmektedir. Muhammed Esed'in dediği
gibi, putperestlik olarak tanımlanabilecek olan her türlü uygulama tarzına yakınlığı
gösterir ve sadece lafız anlamıyla anlaşılması yanlış olur.
Mâide sûresinin 90. âyetinde geçen ezlâm kelimesi, Mâide sûresinin 3.
âyetinde de geçmişti. "Fal okları" mânası verilen bu kavram, gelecek
hakkında kehânette bulunmak için kullanılan tüysüz ve uçsuz okları ifade
etmektedir. Bunlar İslâm öncesinde Araplar'ın, gelecekte kendilerini nelerin
beklediğini anlamak için kullandıkları oklardı. Bu kavram, gelecek hakkında
kehânette bulunmak için yapılan her türlü teşebbüsü ifade etmektedir.
Alkol, kumar, putperestçe davranışlar ve kehânette bulunmak Mâide
sûresinin 90. âyetinde şeytanın amelinin pisliği olarak görülmektedir.
"Şeytanın amelinin pisliği" kavramı, bunların insanın inanç, bilinç
ve parasını kirlettiğini ifade etmektedir. Alkol, insanın şuurunu örtüp aklı
devre dışı bırakması sebebiyle beyni kirletmektedir.
İnsanın beyin çevresi, onun psikolojik çevrelerinden biridir. Alkol
denen şeytanın pisliği, bu çevreyi kirletmekte ve psikolojik çevre kirliliğine
sebep olmaktadır.
Meysir denen kumar da, sahip olduğu zaman nimetini boşa harcadığı için
insanın ekonomik çevresini kirletmektedir. Demek ki kumar, ekonomik ve zaman
denen değeri kirletmektedir.
Putperestçe davranışı ifade eden ensab ile, kehânette bulunma anlamına
gelen ezlâm da, insanın inanç çevresini kirletmektedir. Şeytan amelinin
pisliği olan bu eylemler, beyin, gönül ve ekonomik çevreye kadar uzanıp
pisliğini akıtmaktadır. İnsanlar bu eylemleri veya onlardan birini yaptıkça,
şeytan amelinin akıttığı lağımın içine girmektedirler. Dikkat edilirse kumar,
insanın duygu çevresini kirleterek hırs, düşmanlık ve kini körüklemektedir.
Kısaca diyebiliriz ki, şeytanın amelinin pisliği olan alkol, insanın beyin;
kumar, duygu; dikili taşlar ve fal okları da inanç boyutunu, ya da çevresini kirletmektedir.
90. âyetin sonunda şu ifade yer almaktadır: "O pislikten kaçının
ki, kurtuluşa eresiniz". Şeytanın akıttığı bu lağıma düşen fert ve
toplumlar, mutluluklarını, kurtuluşlarını feda etmektedirler. O pislikten
kaçınmaları, bu dört eylemden, yani kötü alışkanlıktan uzak durmaları, onların
mutluluğu ve şeytana karşı zaferleri olacaktır. Âyetin son kelimesi felah
olduğuna göre, onun mânası da mutluluk, kurtuluş ve zaferdir. Şeytanın
pisliğinden uzak durma, düşman olan şeytana karşı bir zaferdir. Bu zafer de
insanın hem mutluluğu, hem de kurtuluşudur.
91. âyetin açıklaması, Bakara sûresinin 219. âyetinde yapıldı, ancak
buradaki anlam bağlamında ele almak gerekiyor.
1.
Şeytan, alkol ve kumar
vasıtasıyla insan ilişkilerini kirletmektedir. İnsanlar arasına düşmanlık ve
kin sokmak suretiyle insan ilişkilerini, yani sosyal çevreyi kirletmektedir.
Şeytanın akıttığı lağımın içinde düşmanlık ve kin vardır. Bu lağım insanlar
arası ilişkilere, yani sosyal çevreye akınca, düşmanlık ve kini oralara
taşımaktadır.
Allah, alkol ve kumarın haram oluşunu, neticesindeki bu kirlenmenin
üzerine temellendirmektedir. İnsan ilişkilerini bozan, sosyal çevreyi kirleten,
kin ve düşmanlığı doğuran alkol ve kumar, bu sebeple yasaklanmaktadır.
2.
Müslüman ile Allah arasındaki
ilişkileri kirletmektedir. Müslüman, Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
alıkoyarak, kul Allah ilişkisinin oluşturduğu ibâdeti, yani manevî çevreyi
kirletmektedir.
Yüce Allah alkol ve kumarın sebep olduğu sosyal ve manevî kirlenmeleri
anlattıktan sonra, soru şeklinde bir emir vermektedir. "O halde
vazgeçmeyecek misiniz?" ya da "Vazgeçersiniz, değil mi?" ifadesi,
vazgeçmenin gerekliliğini ifade eden edebî bir hitap tarzıdır.
Bu âyeti de Mâide sûresinin 87. âyetiyle karşılaştırrsak, helâl ve
temiz şeylerin haram edilmesinin başka bir anlamı ortaya çıkacaktır. Şeytan
insanlara alkol içirterek, kumar oynatarak temiz olan insan ilişkilerini,
sosyal çevreyi ve Allah ile olan temiz ilişkileri harama çevirmekte, yani
kirletmektedir. Temiz olanın harama dönüşmesinin bir anlamı da, temiz olan
alanın kirlenmesidir. İnsanın helâl olanı haram kılacak şekilde fetva vermesi
de bir nevi kirlenmedir. Yanlış fetva veren kişi, karşısındaki insanın beynini
kirletmektedir. Din adına fetva verdiği için de, insan ile Allah arasındaki
manevî alam kirletmektedir. 87. âyetle 91. âyet arasındaki bağlantı ve bu
bağlantının meydana getirdiği birleşim, bize içki âyetinin neden burada yer
aldığına delil teşkil etmektedir.
Bu âyetlerden şu genellemeye varıyoruz: Allah kötü bir alışkanlığın kaynağında nelerin bulunduğunu, yani kötü alışkanlığın meydana getirdiği maddî, sosyal ve manevî sonuçlarını derinlemesine anlatarak kötülüklerini gösterip yasaklama yoluna gitmekte ve bu yasağa uyanlann neler elde edeceklerini açıklamaktadır. Dolayısıyla genel eğitime kötü alışkanlıklarla mücadele etmesini sağlayacak çok önemli metotlar sunmaktadır.
Bakara sûresinin 219. âyetinde kötü alışkanlıkların insan beynine göre
fayda ve zararları tartışılmış ve bu âyetlerde neler yapılması gerektiğine ışık
tutulmuştur.
Eğitimde kötü alışkanlıklarla mücadele etmek, zorlukları olan bir iştir. İnsanlara yaratıcıyı kabul ettirmek, O'na ibâdet yaptırmak, kötü alışkanlıklarını terkettirmekten daha kolaydır. Bu şu anlama gelmektedir. İnançlardaki değişim, alışkanlıklardaki değişimden daha kolaydır. İnsanlar arasındaki ilişkileri ve dolayısıyla sosyal hayatı kirleten, müminle Allah arasındaki manevî alanı oluşturan inanç ve ibâdetleri kirleten içki, kumar, putperestçe davranış ve kehânette bulunma gibi kötü alışkanlıklardan kurtulma mekanizmaları, 92. âyette gündeme getirilmektedir.
a)
İtaat etmek. Kötü alışkanlıklardan kurtulmak
için, Allah'a ve peygambere itaat etme eylemini gerçekleştirmek gerekiyor.
Alkolü ve kumarı, dikili taşları ve fal oklarını yasaklayan Allah, onun
mesajını tebliğ eden de peygamber olduğuna göre, onlara itaat edilmesi gerekir.
O zaman, itaat kavramı, içki kumar ve diğer belirtilen hususlardan uzak
durmayı, ibâdete dönüştürmektedir. Allah'a ve peygambere itaat etmek niyetiyle
bu kötü alışkanlıklardan vazgeçen insan, ibâdet etmiş olmaktadır. Kötü
alışkanlıklardan insanı vazgeçirecek en önemli duygu Allah'a ve peygambere
itaattir.
b) Sakınmak. 92. âyette, itaat
etme emrinden sonra, hazire fiilinden gelen v'ahzerû emri gelmektedir. Bu kelime
"korkmak, sakınmak, uyanık olmak, dikkatli olmak"; hazzere kalıbı da
"korkutmak, tehlikeyi haber vermek"; hâzere kalıbı da "birbirini
uyandırıp sakındırmak" mânalarını ifade etmektedir.
Sakınmak emri, 90. âyetteki kaçınma emrinin başka bir kelime ile ifadesidir.
Şeytanın pisliğinden sakınma anlamına gelmektedir. Kin ve düşmanlıktan
sakınmak, Allah'ı anmayı ve ona ibâdet etmeyi engelleyen pislikten sakınmak
mânasını ifade etmektedir.
Sakınma duygusu, itaat etmekle birleşince, kötü alışkanlıkların üstesinden
gelinebileceğine de işaret vardır. 92. âyetin son kısmı şöyledir: "Eğer
yüz çevirirseniz, bilin ki peygamberimize düşen, sadece apaçık bir
tebliğdir".
Demek ki müslümanların, içki, kumar dikili taşlar, yani putperestlik
davranışları ve fal okları, yani gelecek konusunda kehânetlerde bulunmak gibi
kötü alışkanlıklardan vazgeçmeyip, bu konudaki ilâhî vahye sırtını dönme
ihtimali vardır ve bu dönme eyleminde de özgürlüğe sahiptirler. Ayetteki
ifadeden bu özgürlüğü anlıyoruz. "Eğer dönerseniz" derken Allah,
müslüman kuluna böyle bir özgürlüğü tanıdığını ve o sebeple dönme ihtimalinin
olduğunu işaret etmektedir.
Allah, yukarıda bahsi geçen kötü alışkanlıklardan insanı vazgeçirmek
için ilginç açıklamalarda ve değerlendirmelerde bulunmaktadır. Onların hepsine
şeytanın amelinin pisliği demiş, kurtuluşun ondan kaçışta olduğunu söylemiş,
kumar ve alkolün insanın duygu âlemini kirleterek düşmanlık ve kini kabartarak
sosyal ilişkilerin oluşturduğu sosyal çevreyi kirlettiğine dikkat çekmiştir.
Bütün bu ilâhî açıklamalara rağmen sırtını dönüp kötü alışkanlıklarına dönen,
kötü alışkanlıkların kirli dünyasında yaşamayı tercih eden insana, peygamberin
zorlayıcı olmadığını, onun sadece ilâhî mesajı duyurma (teblîğ) yetkisine
sahip olduğu beyan edilmektedir.
İtaat etme ve sakınma eylem ve duygulan, insanın içinden çıkarak ahlâkî
alana yayılmalı ve davranışın ahlâkî olmasını temin etmelidir. Baskı sonucu
oluşan davranışların ahlâkî boyutu olamayacağından, peygamberin tebliğle
yetinmesi uygun görülmektedir. Ahlâk alanı, polisiye tedbirleri kabul etmez.
Ahlâk, akıl ve gönülle beslenir ve onları arar. Akıldan, irâdeden ve bilinçten
gelmeyen öğretiler, ahlâka kaynaklık edemezler. Önemli olan insanın içinde bir
disiplin duygusunu oluşturmaktır.[83]
93. İnanıp iyi işler yapanlara, bundan böyle (kötülüklerden) korunup
inandıkları ve iyi işler yaptıkları, sonra korunup inandıkları, sonra yine korunup
iyilik ettikleri takdirde, (daha önce) yediklerinden ötürü bir günâh yoktur.
Allah güzel davrananları sever.
Bu âyetin iniş sebebi olarak şu soru öne sürülmektedir: İçkiyi haram
kılan Mâide sûresinin 90. âyeti inince, sahabe müslüman kardeşlerinin Uhud
gününde içki içtiklerini, daha sonra öldüklerini belirterek, onların durumunun
bu âyete karşı ne olacağını sordu. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. Râzî ve
diğer müfessirler bu iniş sebebi üzerinde durmaktadırlar.
Nüzul sebebi bağlamında âyetten şu genellemeleri çıkartabiliriz:
1. Kanunlar geçmişe doğru
işletilemez, geleceğe doğru işletilirler. Sahabenin bu sorusunu Allah,
"Geçmişte yenen haram şeylerin sorumluluğu yoktur" diyerek, alkolü,
kumarı, dikili taşlan ve fal oklarını daha önce kullananların sorumlu
tutulmayacaklarını, önemli olanın dönmeleri ve iyi amel işlemeleri olduğunu
belirtmekte ve bunu bir ilke olarak koymaktadır.
Bu durum, modern hukuka önemli bir ilkeyi kazandırmıştır. Kanunlar geçmişe doğru değil, geleceğe yönelik işlerler. Allah, bir eylemi yasaklamadan önce yapılan eylemlerden dolayı insanları sorumlu tutmamaktadır. ljl*i "îman edip iyi işler yapanlarla, (daha önce) yediklerinden dolayı bir günâh yoktur" bölümü, bunu ifade etmektedir. Günâhı işledikten sonra gelen yasağa inanacak ve o yasağın doğrultusunda hareket edecektir. Bunun anlamı, yasağı getiren âyet, gerekli olan değişimi onun davranışlarında gerçekleştirmişse, geçmişe yönelik yanlışlardan dolayı sorgulanmayacaktır. Demek ki iyiden yana olan değişimin ödülü, geçmişin kötülüklerinde meydana gelen silinme olacaktır.
2. Takva, iman ve iyi
davranış, Allah'ın sevgisini getirmektedir. Bu âyette iman üç kere, takva üç
kere ve iyi iş işlemek de üç kere geçmektedir. İman, inkârdan tevhîd inancına
geçişin meydana getirdiği değişimin; takva, Allah'a karşı sorumluluğunun
bilincinde olmanın; iyi amel de kötülüklerin iyiye dönüşümünün adı olmaktadır.
İmanda akıl, sevgi ve güven gibi önemli değerler yer alırken, takvada da akıl,
sevgi sakınma duygusu, korku ve bilinç yer almaktadır. Bütün bunlar birleşince
iyi amelden faydalı iş ve ahlâkî davranış üretmenin bir amaç olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Ahlâktaki iman, ahlâka, severek bir davranışı yapmayı, güvende olmayı
getirmekte ve ona bu mayayı çalmaktadır. Muhammed Esed'in takvaya verdiği
mânadan hareket edersek diyebiliriz ki, âyette takvanın üç defa geçmesi,
Allah'a karşı sorumluluk bilincinin yoğunluk kazanması anlamına gelmektedir.
Üçe katlanan takva denen bu sorumluluk bilincinden sonra, bir daha günâha dönüş
imkânsız hale gelmektedir. İnsanın gönlündeki takva duygusunun üç kat
derinliklere inmesi, onun bir daha söküle-meyeceğini ifade etmektedir. Üç kat
derinliğe inen takva denen ahlâkî bilinçte, aklın üç kat daha fazla çalışıp
insanın iliklerine kadar işlediğini, sevginin üç kat daha yoğunlaştığını,
irâdenin üç kat daha kuvvetlendiğini, bilincin üç kat daha güçlendiğini
görmekteyiz.
Âyette, imanın üç kere geçmesi, üç kere geçen takvayı üç kere mayalaması anlamına gelmektedir. İman mayası olmayan sakınma duygusu ve bilinç, takvaya dönüşemez. Süte maya çalmadıkça, yoğurt elde edilmez, yoğurt olmayınca yağ alınamaz, ondan peynir elde edilemez. Üç kere iman mayası çalınan gönülden, takva denen bilinç çıkmaktadır. Ayrıca aklı takvaya taşıyan da imandır. Akıl, imanın mayası, iman da takvanın mayası olmaktadır. Akıl mayası olmayan iman, fanatiklik doğurur, bölücülüğe götürür. Din alanını düşmanlık alanı haline getirir.
Âyetteki üç iman, inkâra dönüşü olmayan ve ahlâkî çöküntüye geçit
vermeyen imandır. Diğer taraftan âyette geçen üç iyi amel de, kâmil insan
olmaya uzanan basamakları göstermektedir. Nefsin tekâmülünü göz önüne alırsak,
birinci iyi amel, kendini kınayan emmâre nefis merhalesi; ikinci iyi amel,
ilham alan mülhime nefis seviyesi; üçüncü iyi amel de doyuma ulaşmış mutmainne
nefis merhalesini ifade etmektedir.
Dikkat edilirse üçüncü iyi amel, ihsana dönüşmektedir. Allah'ı görür
gibi davranışta bulunmak, her zaman Allah'ı yanında hissederek davranmak,
ihsan olmakta ve bu da ahlâkın doruk noktasını teşkil etmektedir.
İmandan, takvaya, oradan iyi işe, oradan ihsan denen insân-ı kâmil
seviyesine ulaşma merhalelerini geçen mümine, Allah, sevgisini ilân etmektedir.
Yoğun iman, yoğun takva ve hatasız faydalı iş işleme, ilâhî âlem denen arş-ı
âlâya çıkıyor ve oradan sevgiyi alıp yeryüzüne indiriyor. Mayasında akıl olan
iman, takva ve iyi işler geometrik olarak çoğalmakta, yayılmakta ve faydalı iş
üretmekte olduğu için bu âyette üç kere geçmektedir. İnsanın şahsiyet, yani
gelişimindeki potansiyel gücü, geometrik olarak arttırmakta ve kâmil insan
seviyesine çıkarmaktadır. Kötü alışkanlıklardan yalandan kaçar gibi kaçmayı
aşılayan bir gelişim süreci, âyette böyle üçlü sistemde açıklanmaktadır.[84]
94. Ey iman edenleri Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın
erişeceği bir av ile dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin. Kim
bundan sonra sınırı asarsa, onun için acı bir azap vardır.
95. Ey iman edenler! İhramda
iken av öldürmeyiniz. Sizden kim avı kasten öldürürse, öldürdüğünün dengi olan
bir hayvan cezası vardır. Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden
adalet sahibi iki kişi hükmeder. Yahut fakirleri doyurmaktan ibaret bir kefarettir,
yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki böylece (o insan) yaptığı işin cezasını
tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse, Allah
ondan öc alır. Allah daima galiptir, intikam alandır.
96. Hem kendinize hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı
ve onu yemek size helâl kılındı. İhramda olduğunuz sürece size kara avı
yasaklandı. Huzuruna toplanacağız Allah'tan korkun.
Bu âyetler Mâide sûresinin 1 ve 2. âyetlerinin bir açılımı mahiyetindedir.
Hac esnasında avlanma yasağını getiren bu âyetlerin analizinden, modern hukuku
besleyen çıkarımların olduğunu anlamış olacağız.
1. Hayvan haklarına saygı
bir imtihan konusudur. Mâide sûresinin 94. âyetine göre, imtihanın konusu avlanma, sorusu da
Allah'tan korkmadır. Daha önce Bakara sûresinin 155. âyetinde korkunun bir
imtihan sorusu olduğu açıklanmıştı. Bakara sûresinin 155. âyetindeki korkunun
objesi ile Mâide sûresinin 94. âyetindeki korkunun objesi farklıdır. Bakara
sûresinde genel anlamda korku soru olarak sorulurken, Mâide sûresinin 94.
âyeti Allah'tan korkmayı soru haline getirmektedir.
"Ey iman edenler! Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın
erişeceği bir av ile dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin
".
Âyetin bu kısmında, elle tutulan veya silâhla avlanan avlar hac esnasında
yasaklanmaktadır. Âyet sadece deneme safhasını ele almaktadır. "Kimsenin
görmediği yerde gerçekten kendisinden kimin korktuğunu tesbit etmek için".
Âyetin bu kısmındaki bi'1-gayb kavramı, Allah'tan başka kimsenin görmeyeceği ve
bilmeyeceği bir ortamı anlatmaktadır. Başka bir ifade ile, gaybda olan
Allah'tan korkup korkmadığını tesbit etmek için bu imtihanı yapmaktadır.
"Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir" (Hadîd
57/4); "Biz insana şah damarından daha yakınız" (Kaf 50/16); "Üç
kişinin konuştuğu yerde dördüncü mutlaka Allah'tır. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede
bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).
2. Başarılı olanı tesbit etmek
için âyetin bu bölümünde "Allah'ın bilmesi için" ifadesi yer
almaktadır. Bunun anlamı "tesbit etmek, belirlemek"tir. Ama akla şu
soru gelmektedir: Allah'ın bilebilmesi, tesbit edebilmesi için imtihana gerek
var mıdır? Bu imtihanı ve tesbiti, Allah kendisi için değil, iman eden kullan
için yapmakta ve insanlığa gerçek hayat şartları altında gözlemlenmeyen veya
imtihan edilmeyen bir insan hakkında değerlendirmenin yapılamayacağını
öğretmektedir.
Korku gibi psikolojik bir duygunun denemesi, hac ibâdeti anında avlanma ile yapılmaktadır. İnsanın gönlünde olan korku duygusunun varlığını, av yasağı ile ortaya çıkarmaktadır. Hayvana yaklaşımı belirleyen duygunun Allah korkusu olması gerektiğinin eğitimini de vermektedir. Müslümanın eylemi, korkusunun üzerine oturmalı ve ondan kaynaklanmalıdır.
3. Avlanma hukukunu çiğneyen
cezalandırılır. "Kim bundan sonra aşırı giderse, onun için acı bir azap
vardır". Âyetin bu kısmı, Allah'ın koyduğu hacda avlanma yasağını çiğneyenlerin
cezalandırılacağını gündeme getirmektedir. Avlanma hukukunun ceza bölümüne
işaret eden bu kısım, modern hukuka av yasağını çiğneyenlerin cezalandırılması
konusunda bir hukukî düzenlemenin yapılmasını da öğretmektedir. Demek ki
avlanma hukukunu çiğneyenler sadece bu dünyada değil aynı zamanda öteki dünyada
da cezalandırılacaktır.
4. Hacda ihrâmli iken
avlananın cezası. Bakara sûresinin 125. âyetinde, Beytullah'ın bir üniversite olduğunu
söylemiştik. Bu üniversitede iyi, güzel, doğru, faydalı ne varsa bütün
değerler öğretiliyor demiştik. Mâide sûresinin 95. âyetini birlikte anarsak, bu
üniversitede hayvan haklarının öğretildiğini söylememiz mümkün olur.
İhrâmlı iken avlanma yasağı, hayvanın durumundan dolayı konan bir yasak değil, onu avlayanın durumundan dolayı konan bir yasaktır. Çünkü 95. âyetin birinci bölümü şöyledir: "İhrâmlı iken av öldürmeyiniz" îhrâmlılık hali, avlanma yasağını getirmektedir. Bu hal kalkınca, avlanma da yapılabilir. Ama avcının durumu değil de, avlanan hayvanın durumu dikkate alınırsa, o zaman av yasağı her ortamda konabilir. İhram insanın özel bir durumudur, ama hayvanın da özel bir durumu olabilir. Meselâ balıklar körpe durumda ise, tabiatın ekolojik dengesi bozulacaksa, mevsimine göre av yasağı konacaktır. Kabe denen üniversite de insanlığa bir av yasağı hukukunun geliştirilmesini öğretiyor ve bunu bizzat kendisi uyguluyor.
"İçinizden kim onu kasten öldürürse " ifadesiyle, kastî
olmayan öldürmelerin olabileceğine de işaret etmektedir. Diğer taraftan,
kasten avı öldürme ihtimalinin olduğuna da dikkat çekmektedir. Ama eylemin
kasıtlı veya kasıtsız olduğunu kim belirleyecektir? Bu sorunun cevabı âyette
olmadığına göre, Allah bunu avlanan kişinin vicdanına, ya da âyetin başında
belirtilen imanına bırakmıştır. Müslüman, eyleminin kasıtlı olup olmadığına
karar verebilecek nitelikte bir imana sahip olmalıdır.
Demek ki Allah, müslümanın ihram halindeyken avlanmasının kasıtlı olup
olmadığındaki kararını onun vicdanına bırakmakta ve burada hatâ yapacağını hiç
düşünmemektedir.
a)
"Öldürdüğü hayvanın
dengi ona cezadır. (Buna) Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden
adalet sahibi iki kişi hükmeder". Kasıtlı öldürme işini gerçekleştirene,
öldürdüğü hayvanın dengi olan sağlam bir hayvan kurban etme cezası
verilmektedir. Bu hayvanın denk olup olmadığına iki adalet sahibi insan da
şahitlik edecektir. Buradaki kararı, Allah, suçu işleyenin vicdanına
bırakmamakta ve tamamen hukukun içine çekmektedir. Kur'ân, aşiret, yani yazılı
hukukun bulunmadığı toplumu, hayvan haklarına kadar inen bir hukuk toplumu
haline getirmektedir.
b)
"Fakirleri doyurmaktan
ibaret bir cezadır". Âyetin bu kısmındaki fakiri doyurma cezasında sayı
verilmemiştir. Halbuki yeminini yerine getirmeyen insana 89. âyette on kişiyi
doyurmayı emretmişti. Burada doyurulacak olan fakirlerin sayısına yer
vermemektedir. Buna şu açılımı getirebiliriz: Öldürdüğü hayvan tahminî olarak
kaç kişiyi doyurabiliyorsa, o kadar fakiri doyuracaktır.
c) "Onun dengi oruç
tutmaktır". Cezanın üçüncü şeklinin, yemindeki gibi oruçla olabileceğini
söylemektedir. "Onun dengi" ifadesini nasıl açıklarız? Çünkü hayvanla
orucu dengelemek mümkün müdür? Biz bunu şu şekilde açıklarız: Hatâyı işleyen
kişi öldürdüğü hayvanın etini kaç günde tüketebilirse, o gün miktarınca oruç
tutacaktır. Meselâ bir kuş öldürmüş ise, bir gün oruç tutması normaldir. Ama
bir geyik öldürmüş ise on gün oruç tutması gerekebilir.
Şimdi burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Neden Allah böyle
alternatifli cezalar koymaktadır? Bu soruya birkaç açıdan cevap verebiliriz. Ceza
hukukunda, bir suça çeşitli ceza şekillerinin uygulanabileceği öngörülmekte,
hâkime, ceza verirken kişinin şartlarına göre bu cezalardan birini seçme hakkı
tanımaktadır. Hüner suça tek bir ceza vermek olduğundan, bir suça birden fazla
ceza vermenin hukuk mantığına aykırı düşmesi sebebiyle yüce Allah asırlarca
evvel buna bir açılım getirmiştir.
Diğer taraftan konu av olduğundan, her hayvanın dengini bulmak mümkün
değildir. Onun için birinci ceza şeklini uygulama imkânı olmayabilir. Meselâ
bir serçeyi öldüren adama, onun dengi bir hayvanı nasıl bulduracaksınız? O
zaman kişiye, fakiri doyurma veya oruç tutma cezası uygulanacaktır.
Burada başka bir soruyu sormak zorundayız: "İhrâmlı iken eti yenen
bir hayvanı avlayan kişi, o hayvanın etini yiyebilir mi?" Bir hadîsten
hareketle bu sorunun cevabını verebiliriz: "Kendisi avlanmamak veya
kendisi için avlatmamak şartıyla av eti yemek, ihrâmlıya helâldir"[85].
Hadîsten anlaşılıyor ki, kendi avladığı veya başkasına avlattığı hayvanın etini
yiyemez. Ama avlanıp avlanmadığını bilmediği bir hayvanın etini yiyebilir.
Sorulacak başka bir soru da şudur: Fakiri doyurma veya oruç tutma
cezasını kim verecektir? Avlandığı hayvan başkasına aitse, ceza aynı mıdır?
Âyette geçen cezalar, başkasının malı olmayan hayvanlarla alâkalıdır.
Başkasının malını avlayan kişi, iki misli ceza ödeyecektir.
5. Ceza niçin konmaktadır?
Yüce Allah 95. âyetin son kısmında, cezayı koymasının sebebini de
açıklamaktadır: "Bu, yaptığı fiilin ağırlığını hissedebilsin
diyedir". Âyetin bu kısmında geçen vebal kelimesi, Türkçe'de vebal olarak
kullanılmaktadır. Râzî'nin anlattığına göre bu kelime şu konular için
kullanılmaktadır: Bir otlak elverişsiz olduğu zaman, su devamlı akmadığı zaman,
mideye ağır gelen ve hazmedilmeyen yemeği ifade etmek için[86].
Vebal kelimesi vebeleden türemiştir. "Çok şiddetli yağmur yağmak,
ardarda kırbaç veya değnekle birbirine vurmak, avı şiddetli kovalamak";
vebule kalıbı da "şiddetlenmek, ağır olmak, bir yerin sıhhate elverişli
olmaması"; vâbile kalıbı da "bir şeye devam edip alışmak";
vâbil, "iri taneli sağanak halindeki yağmur"; vebal de "fesat,
şiddet, yük, ağırlık, mesuliyet, kötü akıbet" mânalarına gelmektedir.
Kelimenin Kur'ân'daki mânaları şunlardır:
a)
Sağanak yağmur. Bakara sûresinin 264.
âyetinde verdiği sadakayı başa kakan kimsenin durumunu anlatırken bu kelimeyi
kullanır ve şöyle der: "Onun hâli, üzerinde toprak bulunan yumuşak bir
kayanın hâli gibidir; bir sağanak vurunca, onu sert ve çıplak
bırakıverir". Bu âyette vâbil kalıbında "sağanak" mânasına
gelmektedir. Bakara sûresinin 265. âyetinde de aynı anlama gelmektedir.
b) Ağır, çetin, kahredici.
Müzzemmil sûresinin 16. âyeti şöyledir: "Ve Firavun peygambere isyan etti.
Bunun üzerine Biz de onu kahredici bir tutuşla kıskıvrak yakaladık".
c)
Ağırlık, yük, ceza. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette ve diğer birçok âyette bu anlama gelmektedir. Yaptığının
cezasını tatsın diye, ihrâmlı iken avlanmadan caydırma metodunu kefaretle
ödetmektedir. "İşinin cezası" denirken, ayrıca şuna da işaret
edilmektedir: Yasak zamanda ve mekânda avlanan kişi, kendi iradesiyle bu
eylemi gerçekleştirmiştir. Allah, kendi koyduğu yasağı kendi zorlamasıyla
çiğnetmez. Yapılan işin sahibine cezasını tattırmak ve o işin meydana
getirdiği olumsuzluğa denk bir ceza vermekle, aşiret toplumuna hukuk eğitimi
verilmektedir. Bir kuşu veya bir hayvanı haksız yere öldürmeyi bile hukuka
bağlamıştır.
6. Geçmiş affediliyor. Daha
önce açıklandığı gibi, Allah, ceza hukukunda çıkarılan bir kanunun geçmişe
yönelik işlemeyeceğini gündeme getirmektedir. Böylece modern hukuka çok önemli
bir ilkeyi kazandırmaktadır. Günümüzdeki "Kanunlar geriye doğru işlemez,
geleceğe doğru işler" ilkesinin kaynağında ilâhî hukukun olduğunu
görüyoruz. "Allah geçmişi affetmiştir" âyeti bağlamında, suçta ve
günâhta bu metot uygulanmaktadır.
7. Kanundan sonra ceza işletilir. "Kim bu suçu tekrar işlerse, Allah da ondan intikamını alır. Allah daima galiptir, öc alandır". Bu âyetten önce yapılan işlerin affedildiği ilân edildikten sonra, bu suçu işleyenlerin cezalandırılacağı söylenmektedir. Bunun anlamı, kanun çıktıktan sonra işler duruma gelmesidir. Geçmişi affetmesine rağmen, kanundan sonra tekrar o işe dönene iki kat ceza vermesine intikam adını vermekte, öc alma sıfatını gündeme getirmektedir.
Demek ki, bu suça tekrar dönen kişiye, suçunun karşılığı olan kefareti
ödemesi yeterli olmayacak, Allah tarafından da cezalandırılacaktır. Hukukta
bazan ilk defa işlenen bir suçun cezası ertelenir; bir daha işlenince, eski
ceza ilâve edilerek cezalandırılır. Bu âyette, bu hususa dikkat çekilmektedir.
8. Deniz avı yapmak ve yemek
helâl, kara avı haramdır. Mâide sûresinin 96. âyetinde, ihrâmlı iken deniz avı
yapmanın ve onun etini yemenin helâl olduğu ifade edilmektedir. Avcılara veya
yolculara fayda temin ediyorsa, bu avın yapılması meşrudur. Fakat ihrâmlı
olduğu müddetçe, kara avı yasaklanmaktadır. Âyet, deniz avı ile kara avının
farkını bu ince ayrıntı ile göstermektedir.
Müslümanların bu ayrıntıya bağlı kalmaları ve bunu yerine getirmeleri için caydırıcı bir ifadeye yer verilmektedir: Huzuruna toplanacağınız Allah'tan sakınınız". Yine takva denen sakınma duygusunu ya da bilincini harekete geçirmekte, kendi huzurunda toplanmaları inancını öne sürmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah, ihrâmlı iken avlanma yasağını bu sûrede üç kere tekrar etmektedir.
1. "İhrâmlı iken
avlanmayı helâl saymak üzere, size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin
için helâl kılındı... İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" (Mâide
5/1-2).
2.
"İhrâmlı iken av
öldürmeyin!" (Mâide 5/95).
3.
İhramda bulunduğunuz zaman
içinde ara avı size haram kılındı (Mâide 5/96).
İhrâmlı olma haliyle avlanma arasında sıkı bir bağlantı kurulurken,
bütün dünya insanlığına "avlanma yasağı" hukukunun öğretisi
başlatılmış oldu. Kur'ân'dan önce Tevrat da sebt gününde avlanma yasağı
getirmişti. Haftada bir gün, yani cumartesi balık avlamamakla başlayan bu
süreç, Kur'ân'da hac esnasında ihramda iken avlanmama şekline dönüştü ve giderek
günümüzde "av yasağı" hukuku halini aldı. Av yasağına uymayanlar
sadece bu dünyada değil, Allah tarafından da cezalandırılacaklardır.[87]
97. Allah, Kabe'yi, o saygıya lâyık evi insanlar için (maddî ve manevî
yönden) belini doğrultmalarına sebep kıldı. O saygı değer ayı, kurbanı, boynu
bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) ki Allah'ın, göklerde ve yerde olanları
bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu anlayasınız.
98. İyi biliniz ki, Allah'ın cezası çetindir ve Allah, affedici ve
merhamet edicidir.
Mâide sûresinin 97, Bakara sûresinin 125 ve Âl-i İmrân sûresinin 96.
âyetlerinin bir açılımıdır. Bakara sûresinin 125. âyetinde Kabe, iyinin,
güzelin, doğrunun ve sevabın üretildiği ve güvenli bir yer olarak nitelenirken,
Âl-i İmrân sûresinin 96. âyetinde, bereket ve insanlar için hidâyet kaynağı
olarak tanımlanmakta, Mâide sûresinin 97. âyetinde de saygıdeğer ve insanların
maddî ve manevî olarak bellerini doğrulttukları yer olarak takdim
edilmektedir.
Mâide sûresinin 97. âyetinde yer alan ce'ale kelimesi, "kıldı,
hâline getirdi, tayin etti, hükmetti" mânalarına gelmektedir. Bazan
"'yaratma" mânası da verilmektedir.
Râzî, Kabe kelimesinin nereden geldiğini şöyle açıklamaktadır: Yüksek
olduğu için Kabe ismini almıştır. Genç kızın memesi tomurcuklanıp biraz
büyüdüğü zaman ke'ab veya ka'ib denilir. Bacaktan dışarı çıktığı için insan
topuğuna da ka'b denmektedir. Adı ve şanı dünyada arttığı için bu binaya Kabe
denmiştir[88].
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Kabe ismini iki sebepten dolayı
almıştır: Birisi fizikî mânada yüksek olması, diğeri de manevî anlamda ad ve
şanının yüce olmasıdır. Her iki açıdan yüksekliği, ona bu ismin verilmesine
sebep olmuştur.
Yukarıda açıklandığı gibi, Mâide sûresinin 97. âyetinde Kabe'nin ne
olduğuna şu şekilde açıklama getirilmektedir:
1.
Beytülharâm'dır. Beyt "ev" olduğuna
göre, haram da "saygı değer, etrafındaki canlıların öldürülmesinin yasak
olduğu ev, insanların korku ve saldırılardan güvende oldukları ev, dünya ve
âhirette insanı saadete götürecek olan değerlerin üretildiği ev, üniversite,
kutsal ev" anlamlarına gelmektedir.
2.
Kıyâmen li'n-nâs. Muhammed Esed bu ifadeyi,
bütün insanlık için bir sembol; Yaşar Nuri Öztürk, "insanlar için dayanak,
bir güven unsuru kıldı" şeklinde mânalandırmaktadır. Bu mânaları uygun
bulmakla beraber, ifadeyi meydana getiren kelimelerin mânalarından hareket
ederek anlamını yakalayabiliriz. Kıyam kelimesi, kâme fiilinden türetilmiştir.
Kelimenin aslı kıvamdır. Kâme "kalkmak" mânasına gelmektedir.
Kabe'nin insanlar için kıyam olması, "işlerin düzenleme yeri" anlamına gelmektedir. Kabe, şöhreti, kutsallığı ve etrafına sağladığı güven sebebiyle ziyaret ediliyordu. Hac ibâdeti ora halkına ekonomik bir fayda temin ediyordu. Sağladığı bu ekonomik fayda sebebiyle insanlar pek çok sorunlarını çözüyorlardı.
Diğer taraftan Kabe; iyinin, güzelin, doğrunun ve sevabın üretildiği
bir üniversite olması sebebiyle, cehaletin altında ezilen insanlığı ayağa
kaldırıyordu. Kimsenin kimseye güveni kalmadığı yerde, insanlığa bu değerler
vasıtasıyla güven dağıtarak, korkunun baskısından ayağa kaldırıyordu:
"Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi) güven
içinde kutsal (güvenli) bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût
29/67).
Ayrıca, ayakta çeşitli ibâdetlerin ve özellikle teşbih ibâdetinin yapıldığı
bir yer olduğundan, insanları manen yüceltmekte ve bu sebeple insanlar için
bir ayağa kalkış yeri olmaktadır. Günâhların altında beli bükülen, kemikleri
çatırdayan ve Mülk sûresinin 22. âyetine göre, yüz üstü sürünen insanları ayağa
kaldıran bir ibâdet mahallidir. Onun etrafında ayakta tavaf edilmesi, teşbih ibâdetidir.
Orada yapılan ibâdetler, insanı ruh olgunluğuna ulaştırmakta, takva denen ruh
gıdasını sunmaktadır. Bu bakımdan da insanlar için bir kıyamdır.
Ekonomik değerden manevî değerlere, güvene ve ruhî gelişmeye kadar
uzanan bir dizi faydayı temin eden bu kutsal mâbed; insanları ayağa
kaldırmakta, kendine getirmekte, sorunlarını çözmektedir. Bütün bu
öğ-retileriyle, yerde sürünen insanları ayağa kaldırmakta, dosdoğru Allah'ın
yolunda yürümelerini temin etmektedir.
a)
Haram ay vardır. Haram
kelimesi, "saygı değer, saygıya lâyık, kutsal, saldırmazlık örfü ya da
paktının yapıldığı aylar" anlamına gelmektedir. Bu kavram Bakara
sûresinin 194 ve 217. âyetlerinde açıklandı. Bakara sûresinin 194 ve 217 ile
başlayan ve Mâide sûresinin 97. âyetiyle örtüşen bu kavram, bir saldırmazlık
paktının eğitimini vermektedir. Dünyanın Ortaçağ'ı yaşadığı bir dönemde,
saldırmazlık örfünü gündeme getirmek, Kur'ân öncesi Araplar'ın bu tarz
uygulamasını benimsemekle ve yaymakla insanlık için ilginç bir iş başarmıştır.
b) Kurban vardı. Kurban
kavramı, burada üç şeyi ifade etmektedir: "Allah'ı anma, insanın tevhîd
inancı ve fakirlerin istifade etmesi". Kurban, insanın gönlündeki şirk
inancının kesilmesi, yerine tevhîd inancının gelmesini ifade ettiği gibi,
fakirler için bir menfaatin yerini de tutmaktadır.
c)
Boynundaki gerdanlık (kurbanlar). Boynunda
gerdanlık olan kurbanlık hayvanların normal kurbandan farkını Râzî şöyle
anlatmaktadır: Haram aylarda Kabe'ye yönelen insana hiç kimse ilişmezdi.
Beraberinde bir kurban olan kimse Kabe'ye yönelse, hem kurbanı hem de kendisini
Harem'in ağaçlarının kabuğu ve dalıyla süslese, yine ona kimse sataş-mazdı.
Öyle ki, açlıktan ölmek üzere olan bir kimse bile o hayvana dokunmazdı.
Kurbanın sahibine de sataşılmazdı. Kabe, hayat hakkının gerçekleştiği bir yer
olması sebebiyle, insanlar için kıyam yeri olmuştur.
Kabe, ibadet özgürlüğünün alabildiğine yudumlandığı bir öğreti mekânı
olmaktadır. Kurbana dokunulmaması, bir taraftan hayvan haklarına saygıyı,
diğer taraftan ibâdet özgürlüğünü gündeme getirmektedir. Burada şu soruyu
sormak mümkündür: Yüce Allah bunları bize niçin anlatıyor? Mâide sûresinin 97.
âyeti ve devamında 98. âyeti ele alırsak, soruların cevabını verebiliriz.
Allah, bunları öğretmesindeki amacı: "Bu da Allah'ın göklerde ve
yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz
içindir". Bunun anlamı, her şeyi bilen Allah'ın bu bildiğini bilmeyi
amaçlamaktadır. Yüce Allah insanı bilgilendirmek için bunları anlattığını
söylüyor. Ama bu bilmenin konusu, Allah'ın bilmesidir. Bileni bilmek, öğretimin
amacını teşkil etmektedir. Bileni bilmek, belki de kâmil insan olmanın en
önemli basamağını teşkil etmektedir; çünkü bileni bilmek kendi cehaletinin
farkına varmaktır.
Mâide sûresinin 98. âyettinde bu anlatımın ikinci sebebi verilmektedir: "Biliniz ki Allah'ın cezalandırması çetindir ve
yine Allah'ın bağışlaması ve merhameti sınırsızdır". Bileni
bilmek, sonra da O bilenin, yapılan her davranışın farkında olacağını ve yanlış
davranışları değerlendirip cezalandıracağını bilmeyi de amaçlamaktadır. Her
şeyi bilen, her şeyi değerlendirmeye de gücü yetendir. Davranışları
değerlendiren ya cezalandırır ya merhamet edip affeder. Kabe, kutsal ev,
insanların kıyamı, kutsal ay kavramları, bu öğretileri amaçlamak için 97.
âyette yer almaktadırlar.
Kutsala hürmetsizlik, azabı; kutsala saygı da affı, merhameti getirecektir.
Kabe'nin, kutsal evin, kutsal ayın ne olduğunu bilmek, onlara bilgiyle
yanaşmak, onların ne olduğunu anlamak, Kabe öğretisinin öğretiminde yer
almaktadır.[89]
99. Peygamber tebliğ etmekten başka bir şeyle yükümlü değildir. Ve
Allah, sizin açıktan yaptığınız her şeyi ve bütün gizlediklerinizi bilir.
Bu âyet, Mâide sûresinin 67. âyetine bağlanmalı ve onun bir devamı olarak
kabul edilmelidir. Mâide sûresinin 67. âyeti, bizzat peygamberin kendisine
indirileni tebliğ etmekle yükümlü olduğunu söylerken; Mâide sûresinin 99.
âyetinde insanlara, peygamberin görevinin sadece kendisine emanet edilen,
indirilen mesajı tebliğ etmek olduğu bildirilmektedir. Önceki âyet peygamberi,
bu âyet de bütün insanları muhatap almaktadır.
Âyetin ikinci bölümünde Allah Teâlâ'mn açıklanan ve gizlenen her şeyi
bildiği gündeme getirilmektedir. Bu açıklamanın bir ahlâkî yaptırımı vardır.
İnsan, Allah'ın onu içeriden ve dışarıdan bütün ilmiyle kuşattığını bilirse,
hem psikolojik hem de sosyal ahlâkını geliştirir. İnsanın beyni, gönlü ve nefsi
arasındaki ilişkilerde de bir ahlâk vardır. "Gizledikleriniz"
ifadesiyle buna işaret edilmektedir. Aklı, duygusu, niyeti, sevgisi, sadâkati,
hayası, hevâsı, iradesiyle bir ilişkiler ağına sahip olan insan, bir ahlâkî
yapıya sahiptir. Sosyal ahlâk, psikolojik ahlâkın toplumsal hayatta tezahür
etmesiyle kendisini göstermektedir.
99. âyetin birinci bölümüyle ikinci bölümünü bir araya getirirsek şöyle
bir genellemeye varabiliriz: Yüce Allah insanlara şunu öğretiyor: Peygamber
ilâhî mesajı iletir, ama açıkta yapılan ile gizleneni bilemez. Bu bilme işi
Allah'a mahsustur. Peygamberin faaliyet alanını tesbit ettikten sonra, Allah'ın
her şeyi bilebileceği gündeme getirilmektedir.
Diğer taraftan bu âyeti 98. âyete bağlayarak bir genellemeye de varabiliriz:
Peygamber sadece ilâhî mesajı size iletmekle yükümlüdür; ama sizin açıktan veya
gizlice gönülden ona muhalefet etmenizin sorumluluğu size aittir. Açıktan veya
gizlice peygambere olan muhalefetinizi Allah bildiği için, sizi ağır bir
şekilde cezalandıracaktır. Fakat bu gizli ve aşikâr muhalefetinden tövbe edip
af dilerseniz, Allah'ın bağış ve merhametini bulacaksınız.
Bu iki âyete bir kere daha bakarsak; önce ceza ve af kanunu, sonra
peygamberin salâhiyet alanı, daha sonra da kulların davranışının gündeme
getirildiğini görebiliriz. Böylece 98. âyet, hem önceki âyetlere hem de
kendinden sonraki âyete bağlı olarak hükmünü icra etmektedir.[90]
100. De ki: Pisliğin çokluğu seni hayrete düşürse bile, pisle temiz bir
olmaz. Öyle ise ey akıl sahipleri! Allah'tan sakınınız ki, kurtuluşa eresiniz.
Bu âyette pis ile temiz olan mukayese edilmekte ve kötünün izafîliği
ele alınarak, insanı yanıltmaması temin edilmektedir. Şimdi âyetteki kavramları
ele alıp açıklamasını yapabiliriz.
1. Habîs kavramının fiil
kalıbı habusedir. "Bozuk, kötü ve çirkin olmak; hileci entrikacı olmak;
bozuk ve kötü arkadaşlar edinmek; midesi bozulup istifra edeceği gelmek; ağır
gelmek, sıkıntılı olmak; birine habîs-liği, şerri, günahkârlığı öğretmek; kötü
söz söylemek"; ehbesan kalıbı "kazurat, sidik, ağız kokusu ve
uykusuzluk"; habesu kalıbı "kir, madendeki pas, cüruf; habîsetu
kalıbı da "haram" mânalarına gelmektedir. Bu kavramın Kur'ân'daki
anlamları şunlardır:
a)
Çorak. A'râf sûresinin 58. âyetinde habuse
kalıbından gelmiş ve arazinin sıfatı olmuştur. "Çorak, verimsiz,
kötü" mânasını ifade etmektedir. "Bereketli toprak ki, onun ekini
rabbinizin izniyle fışkırır; oysa çorak toprağınki ancak cılız bir ekin
verir". Bu âyette "çorak, verimsiz" anlamına gelirken,
"verimli, bereketli" mânasını ifade eden tayyib kavramının karşıtı
olmaktadır.
b) Âdî, değersiz. Bakara sûresinin
267. âyetinde yine tayyib kelimesinin karşıtı mânasında kullanılmış olmakla
beraber, orada "âdî, bayağı, defolu" anlamına gelmektedir: "Ey
iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan
hayra harcayınız. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız âdî malı
hayır diye vermeye kalkışmayınız". Nisa sûresinin 2. âyetinde de aynı
anlama gelmektedir.
c) Murdar. Âl-i İmrân
sûresinin 179. âyetinde şirkin ya da inkârın meydana getirdiği pisliği ifade
etmektedir. Çünkü şirk, insanı murdar hale getirmektedir. Aynı âyette iman
edenle iman etmeyeni Allah ayırmaktadır. Bu noktada iman edene tayyib, iman
etmeyene kâfir mânasında murdar demektedir. Enfâl sûresinin 37. âyetinde de
aynı anlamı ifade etmektedir.
d)
İffetsiz. Nûr sûresinin 26.
âyetinde habîs kelimesi, kadın ve erkeğin cinsellik bakımından sıfatı
olmaktadır. Bu âyette "iffetsiz, yozlaşmış ve lekeli" anlamına
gelmektedir. "İffetsiz kadınlar, iffetsiz erkeklere; iffetsiz erkekler ise
iffetsiz kadınlara...". Böylece kelime ahlâkî bir anlam kazanmaktadır.
e)
Yanlış. Allah habîs
kelimesini, düşünce ve sözün sıfatı olarak İbrahim sûresinin 26. âyetinde
kullanmaktadır. Çoğu mütercimler oradaki habîs kelimesini sözle bir araya
gelince "çirkin söz" olarak mânalandırmış-lardır. Bize göre sözün
çirkini değil, sözün yanlışı olur. Habîs kelimesi, inanç ve ahlâkî bakımdan
ilâhî mesajın gösterdiğinin tam tersini gösterip insanların yoldan çıkmasını
sağlayan yanlış düşünce, fikir ve sözü ifade etmektedir.
f) Kötü. A'râf sûresinin 157.
âyetinde yine "iyi" anlamına gelen tayyib kavramının karşıtı
anlamında kullanılmaktadır. İyinin karşıtı "kötü"dür. Bu âyette kötü
anlamında kullanılmaktadır.
g) Homoseksüellik. Enbiyâ
sûresinin 74. âyetinde bu anlamı ifade etmektedir. Cinsel ahlâk bakımından
"çirkin davranış" mânasında kullanılmaktadır. "Ve Lût'a da
sağlam bir muhakeme yetisi ve ilim verdik ve onu çirkin (homoseksüellik)
davranışlar ortaya koyan bir toplumun elinden kurtardık".
Görüldüğü gibi habîs kelimesi, maddî, ahlâkî ve manevî mânalarda
Kur'ân'da yer almıştır. Tayyib kelimesi de habîsin zıddı olduğuna göre
bereketli, verimli, değerli, temiz, iffetli, doğru, iyi mânalarına gelmektedir.
Mâide sûresinin 100. âyetinde kötü anlamına gelen habîsin karşıtı olan tayyib,
iyi anlamına gelmektedir. Pis ve temiz mânasını da ifade etmektedir. Bu
açıklamadan sonra âyetin yorumuna geçebiliriz.
1. "Kötü ile iyi bir
değildir". Bunun anlamı, pis ile temizin, çirkin ile güzelin bir
olmamasıdır. Öyle anlaşılıyor ki buradaki kötü ile iyi, sosyal bakımdan ahlâkî
iyi ile ahlâkî kötüyü ifade etmektedir. Ahlâkî bakımdan iyi ile kötünün bir
olmadığının ifade edildiğinin kanıtı ne olabilir? Âyetin devamından, bu
kavramların ahlâkî iyi ile kötüyü ifade ettikleri anlaşılmaktadır.
3.
"Kötü seni hayrete
düşürse de ". Ahlâkî kötü, insanı hayrete düşürecek kadar yaygın olsa bile
iyiye denk değildir. Yalnız burada ahlâkî kötü derken, bu kötü davranışın
kaynağındaki düşünsel balamdan kötüyü ifade ettiğini söylemekte yarar vardır.
"Seni hayrete düşerse bile" ifadesini iki mânada almakta yarar
vardır. Ahlâkî kirlenme ve pislik insanı hayrete düşürecek boyutlara
ulaşabilir. Bu durum kötünün iyiye denk olduğu düşüncesini uyandırmamalıdır.
Diğer taraftan kötü, insana çok zevk verebilir, kötünün verdiği zevk çok
olabilir, ama asla iyi ile mukayese edilmemelidir. Çünkü kötünün verdiği zevk,
iyinin verdiği mutluluk kadar kalıcı değildir. Kötü, insana zevk verirken, iyi
mutluluk verir. Zevkle mutluluk mukayese edilemeyeceğine göre, kötülükle
iyilik de mukayese edilemez.
Ayrıca kötülük ferde zevk verse bile, topluma ve insanlığa ıstırap
vermektedir. Istırap veren, çürüten ve sosyal yara açan kötülükle, mutluluk
veren iyi mukayese edilebilir mi?
Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: İnsanı hayrete düşürecek kadar çok
olan kötünün iyi ile aynı seviyede olamayacağı konusunu Allah niçin gündeme
getirmektedir? Bu sorunun cevabı bize göre şudur: Kötünün çokluğu, insanları
kötümser (pesimist) yapabilir. Bunun anlamı iyiden ümidini kesmektir. Kötülük,
insanı hayrete düşürecek kadar yaygın olsa bile, kötümserliğe, ümitsizliğe
kapılmamak gerekiyor; çünkü kötü iyiye denk değildir. Allah, insanların
üstünden ümitsizlik, kötümserlik bulutunu kaldırmak amacıyla bu âyeti gündeme
getirmektedir. Bunu Fussılet sûresinin 34. âyetinde de konu edinmektedir:
"İyilikle kötülük bir olmaz"-
O zaman şu soru karşımıza çıkar. İnsan kötünün karşısında kötümserliğe,
ümitsizliğe düşerse ne olur? Tabiîdir ki kötülükle mücadele verme cesaretini ve
gücünü kendinde bulamaz. Ra'd sûresinin 22 ve Fussılet sûresinin 34.
âyetlerinde yer alan kötülükle mücadele yapma metodunu uygulayamaz hale
gelebilir. Diğer taraftan ümitsizlik, yani kötümserlik, insanın derinlemesine
düşünme faaliyetine engel olabilir. Aklın faaliyetini durduran ümitsizlik,
takvayı engeller; takvanın engellemesi de kurtuluşa mani olur.
4.
"Öy/eyse ey afa/
sahipleri! Allah'tan sakınınız ki kurtuluşa eresiniz". Âyetin bu kısmında
takva, lub denen akıl ve felah kavramları yer almaktadır. Bu üç kavramın
arasındaki bağlantı ve ilişki gündeme getirilerek, kötü ile mücadele etmenin ve
felaha varışın yolu öğretilmektedir.
Takva, akıl denen gücü kullanmakla gerçekleşecektir. Akıl takvayı
meydana getirince, ümitsizlik ortadan kalkacak ve neticede kötüden kurtulma
fırsatı elde edilecektir. Böylece Allah, ahlâkın temellerinde Allah'tan sakınma
duygusunun olduğuna işaret etmektedir.[91]
101. Ey iman edenler!
Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayınız. Eğer Kur'ân
indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. (Açıklamadığına göre) Allah
onları affetmiştir. Zira Allah çok bağışlayıcıdır, halimdir.
102. Sizden önceki insanlar da
böyle sorular sormuş ve sonuçta onları inkâr etmişlerdi.
Kur'ân sorulan soruları cevaplandırmayı gaye edinmiş, pek çok hükmünü
de soru sorulma üzerine bina etmiştir. Bu konu Bakara sûresinin 219. âyetinde
açıklandı. İniş sebebi kendi içeriğinden belli olan Mâide sûresinin 101.
âyetinde, soru sorma zamanı ve âdabı ele alınmaktadır. Hz. Peygamber'e sorulan
soruların zamansız, yersiz ve keyfiyetsiz olması sebebiyle bu âyet
indirilmiştir.
Alay için sorular sordukları gibi[92],
sahabe peygamberden neseplerini, haccın her yıl farz olup olmadığını, ölmüş
babalarının âhiretteki yerinin ne olduğu gibi sorular sorarlardı[93].
Bu davranış ve soruların ardından söz konusu âyetlerin indirildiği rivayet
edilmektedir. Hadîslerin, âyete uygun düşmesi sebebiyle doğruluklarına kanaat
getiriyoruz.
Hz. Peygamber'e, dinin sınırlarını zorlayan, talî konularda zorlama
sorular soruluyordu. Dinde ayrıntılar üzerinde durup onları ana konular gibi
göstermenin doğru olmayacağını vurgulamak için bu âyetlerin gönderildiği şu
hadîsten de anlaşılmaktadır: "Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığı
şeyler, haram da kitabında haram kıldığı şeylerdir. Allah'ın kitabında
bildirmediği şeyler, muaf tuttuklarmdandır. Kendinizi zorlamayınız"[94].
"Müslümanların içinde suçu en büyük olan, bir helalin haram kılınmasına
sebep olandır"[95].
Mâide sûresinin 101. âyetinden şunu da anlıyoruz: Öyle sorular vardır
ki, câhil insanlara açıklanırsa, onlar için inanç bakımından tehlike
oluşturabilir. "Kur'ân inerken sorarsanız size açıklanır" ifadesiyle,
Kur'ân eğitiminden geçen insanın böyle gizemli soruların cevabından dolayı
inanç bakımından tehlikeye düşmeyeceğini anlıyoruz. Ayrıca o sorulara
peygamberin değil de Allah'ın cevap vereceğine de bir işaret vardır.
Bu âyet, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde ders anında gelişigüzel soru
sormanın yanlışlığını ortaya koyan bir işaret vermektedir. Soruların konunun
anlatımından sonra sorulması doğru olanıdır. Çünkü sorulacak soruya, konuyu
anlatım anında değinilmiş olabilir.
Başka bir açıdan bakarsak burada müslümanlara bir uyarı vardır.
"Kur'ân inerken bu soruları sorsaydınız size açıklanacaktı, ama Kur'ân tamamlanınca
peygamberi sıkıştırmak için kendinizi sıkıntıya sokacak konularda, ayrıntılarda
soru sormayınız" mesajını vermektedir. Böylece âyet "Bugün sizin
dininizi tanıladım" diyen Mâide sûresinin 3. ve 99. âyetinde yer alan
"Peygambere düşen ancak tebliğdir" ifadesine bağlı olarak ele
alınmalıdır. "Peygamber, Kur'ân'ı sadece tebliğ eder, helâl ve haramı Allah
koyar" anlamına gelmektedir. Yukarıdaki hadîste belirtildiği gibi, helâl
ve haramı Allah'ın kitabında aramak gerekiyor.
Mâide sûresinin 101. âyetinin devamında, "Allah, bu konuda (sizi
her türlü yükümlülükten) azat etmiştir" denilmektedir. Âyetin bu kısmından
çıkaracağımız genellemeler şunlardır:
1. Daha önce gereksiz ve
zamansız yere sorduğunuz sorulardan dolayı yaptığınız hatâyı bağışladı.
Buradan öğretmenler için önemli bir kural çıkarabiliriz: Öğrenciler, dersin
dışında veya ders esnasında, kasıtlı veya kasıtsız kendilerini aşan gereksiz
sorular sorabilirler ve bu soru öğretmeni zor duruma düşürebilir. Böyle
durumlarda öğretmen onların bu yakışıksız davranışlarını affedici olmalıdır.
2. Âyetin bu kısmını, âyetin
önceki bölümüyle hukukî anlamda irti-batlandırma imkânına sığınarak da
açıklamak mümkündür.
Müslümanlar şunu iyi bilmelidirler: Kur'ân ile din tamamlandı. Kur'ân'ın dışında insan aklına da bir alan bırakıldı. İnsan aklına bırakılan bu boş alanda bilgi üretilmesinde, din için bir sakınca yoktur. Sakınca yoktur, çünkü bu alanı ona Kur'ân'm kendisi vermiştir. Akıl bu alanda faaliyet gösterirken şu ilkeden hareket eder: Kur'ân'm âyetleri lafız olarak statiktir, yani durağandır, değişmezdir; ama bu âyetlerin, ya da kelimelerin mânaları durağan değil, hareket halindedir, doğurgandır. Çünkü Kur'ân-'ın kelimeleri ve onların oluşturduğu âyetler devamlı konuşmaktadırlar. O kelime ve âyetler düşünen insana konuşmakta ve hayattaki problemler konusunda hukuk üretmesi için akla yardım etmektedir.
Akıl, kendine bırakılan bu boş alanda hukuk üretirken, ürettiklerini
din değil, o dinin kültürü olarak nitelendirir. Çünkü din tamamlanmış ve
sınırlan çizilmiştir (Mâide 5/3). Madem ki din ve onu tebliğ eden peygamber
ayrıntılar üzerinde durmamış ve bu alanı akla bırakmıştır, o zaman ayrıntılar
üzerinde yürüttüğü hükümlerden dolayı aklın yükümlü olmaması gerekir.
Allah "Allah, bu konuda (sizi her türlü yükümlülükten) azat etmiştir"
derken, akla hukuk yapmakta verdiği alandaki hürriyetlerini ve sorumsuzluğunu
ifade etmektedir. Dinin sınırları dışında kalan boş alanda akıl, tam bir
özgürlükle hareket eder ve ondan bu hareketin sorumluluğunun kaldırıldığı Qlc
İJÜI lü ifadesiyle tesbit edilmektedir.
Din âlimleri bu alanda ihtilâf ederler, birbirlerinin fikrini kabul etmezler
ama kâfir de olmazlar. Dinin sınırları dışında yapılan tartışmalar, din adına
onlara bir yükümlülük getirmez. Fakat görüşlerini din olarak karşı tarafa
sundukları zaman Allah'a iftira etmiş olacaklarından, çok büyük hatâ yapmış
olurlar. Yukarıda Tirmizî'den naklettiğimiz hadîs, helâl ve haramın nerede
aranacağını tesbit ederken, aklın ürettiği hükümlerin dine sokulamayacağına da
işaret etmektedir.
Demek ki akıl, Kur'ân'ın hükümlerini anlar, dinin sınırları dışında
kalan alanda asrın gereklerine göre hükümler koyar. Akıl bu faaliyetini yaparken
devreye nefis girebilir ve aklı devre dışı bırakabilir, bunun neticesinde de
insanlığa zararlı olan ve evrensel hukukla çatışan hükümler koyabilir. Allah,
vahyi ile bu yanlışların düzelmesini temin etmekte olduğunu Bakara sûresinin
213. âyetinde açıklamaktadır.
Birinci çıkarımdan hareket edersek yersiz, zamansız ve gereksiz konularda
geçmişte sorulan hatalı soruların affedildiği gündeme getirilmekte ve Allah'ın
bunu affedici ve halîm sıfatının bir gereği olarak yaptığı âyetin sonunda
söylenmektedir. Bu ilâhî uyarıyı, anne babalar, öğretici ve siyasetçiler
uygulamalıdırlar. Yersiz, zamansız ve gereksiz soru soranlara karşı affedici
olmalıdırlar. Anne babalar çocuklarının zamansız, yersiz ve gereksiz soruları
karşısında onların onurlarını kırmamalıdırlar. Bu uygulama, toplumun her
kesiminde işlemeli ve işletilmelidir.
Yüce Allah Mâide sûresinin 102. âyetinde, gereksiz ve zamansız soruların
bazan çok tehlikeli boyutlara ulaşabildiğini ve soranları inkâra götürdüğünü
gündeme getirmektedir:
"Sizden önce gelen bir toplum sormuştu da, sonra onları inkâr eder
olmuşlardı ".
Bu âyetteki "soru sorma" yüklemini, istemek mânasına da
alabiliriz. Bir bakıma soru sormak, bir şeyi istemek anlamına gelmektedir.
Geçmiş kavimlerden bir kavim ne sordu ki, sonra onu inkâr etti. Âyette
"bir kavim" ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeyi "insanlar"
olarak tercüme etmek mümkündür. Bu mânayı verince, geçmişte sadece bir kavim, yani
bir topluluk değil, pek çok topluluk böyle hatâlara düşmüşlerdir. Peki âyette
geçen "bir topluluk" ifadesini, "insanlar" şeklinde nasıl
mânalandırabiliriz ve bu konuda delilimiz ne olur? Bu soruya âyetin kendini
delil olarak getirebiliriz. "Sonra onu inkâr ettiler" derken, asbeha
ve "kâfir" kelimelerini çoğul getirmektedir. Böylece kavim kavramının
insanlar mânasına alınma imkânını doğurmuştur.
Demek ki bu soru sorma hatâsını bir topluluk değil, pek çok topluluk
yapmıştır, yani böyle yanlış isteklerde bulunmuşlardır. Geçmiş kavimlerin
neler sorduklarına, yani neler istediklerine bakmakta fayda vardır:
Kitap ehli (İsrâiloğulları), Hz. Musa'dan Allah'ı apaçık göstermesini
istediler. Bu istekleri Allah tarafından zulüm olarak değerlendirilmiş ve
onları hemen yıldırım çarpmıştı (Nisa 4/153).
Hz. Musa'dan sonra ileri gelenler, îsrâiloğulları'na gönderilen bir
peygamberden, bir hükümdar göndermelerini istediler. Bu hükümdarla Allah
yolunda savaşacaklarını söylediler. Allah onlara savaşı yazınca, hemen yüz
çevirdiler (Bakara 2/246). Hükümranlığa ondan daha lâyık olduklarını
söyleyerek onu küçümsediler (Bakara 2/247).
Havariler, Hz. îsâ'dan Allah'ın onlara gökten bir sofra indirmesini
istediler, sonra onu inkâr ettiler (Mâide 5/112-115). Kitap ehli, Hz. Peygamber'den
kendilerine bir kitap indirmesini istediler (Nisa 4/153). Bunlara Semûd
kavminin Hz. Salih'ten mucize olarak bir devenin verilmesini istemelerini, ama
sonra o deveyi boğazlamaları olgusunu da ekleyebiliriz (Şems 91/11-15). Mâide
sûresinin 102. âyetinden çıkaracağımız önemli ilke şudur: Mâide sûresinin 101.
âyetinde zamansız, yersiz ve gereksiz soru sormanın, istekte bulunmanın doğru
olmayacağını söylemiş ve bunun daha önce yaşanan olgularla ispatını yapmıştır.
Geçmişteki insanların hayat tecrübesinden, hal ve geleceğe ışık tutmuştur.
Böylece tarihî olguların ne işe yaradığına da açıklık getirilmiş olmaktadır.
Hz. Peygamber, kendine hacla ilgili soru sorana karşı bu âyeti delil
getirerek, yanlış soru sormalarını önleme yoluna gitmiştir[96].
Kısaca diyebiliriz ki, soru sormanın bir edebi vardır.[97]
103. Allah, bahire, sâibe, vesile ve ham diye bir şey yapmamıştır.
Fakat inkâr edenler, kendi uydurdukları yalanları Allah'a yakıştırırlar ve
onların birçoğu akıllarını asla kullanmazlar.
ce'ale kelimesinin ne anlama geldiği, Bakara sûresinin 30. âyetinde
açıklandı. "Yapmak, yaratmak, icat etmek, bir halden diğerine intikâl
ettirmek, hüküm vermek, bahşetmek, tayin etmek, göndermek, ifade etmek"
mânalarına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "emretmek,
yapmak, hükmetmek" mânasına gelmektedir. kelimesini, "Allah
emretmedi" şeklinde mânalandırmak en doğrusu olacaktır.
1.
Âyette dört kavram yer
almaktadır: Bu kavramlardan anlıyoruz ki, Arap kültürü önceki kültürlerin
etkisinde kalmış ve özellikle İsrâiloğul-ları'nın hayvanla olan ilişkileri ve
onu kutsallaştırmaları, değişik bir tarzda Arap kültürüne intikal etti.
a) Bahire "yarmak" mânasına gelen bahr kelimesinden
türemiştir. "Kulağı yarılan hayvan"a bahîre denirdi. Câhiliye Arapları'nda
hayvanlarla ilgili şöyle bir uygulama ya da gelenek vardı: Bir deve beş defa
doğurursa, son yavrusu erkek olduğu takdirde onu keserler, etini kadınlar değil,
erkekler yerlerdi. Eğer son yavrusu dişi ise, onun adak olduğunu belirtmek
üzere kulağını yarıp bırakırlardı; bu hayvana bahîre denirdi.
Sonuncu yavrusu erkek olan devenin de kulağını delerler, ona binmeyi
ve onu kesmeyi kendilerine yasaklar, putları için özgür bırakırlardı. Tüyleri
kırkılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mani olunmaz, otlaktan kovulmaz ve
kendisinden istifade edilmezdi[98].
Hangi görüş alınırsa alınsın netice şudur: Araplar doğumuna göre deveye
kutsallık vermişlerdi. Bakara sûresinin 71. âyetinde boyunduruk altına
alınmamış, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan develere ayrı ayrı
isimler vermişlerdi.
b) Sâibe "kendi başına
bırakmak" anlamına gelen seyb kelimesinden türemiştir. Araplar'ın
âdetleri arasında şöyle bir uygulamaları vardı: Bir kişi hastalanır veya
kaybolursa, o kişini iyileşmesi veya bulunması durumunda bir deveyi adarlardı.
Umdukları gerçekleştiğinde, o deveye yük yüklemez ve binmezlerdi. Onu bu
işlerden muaf tutar ve serbest bırakırlardı. İstediği yere gidip dolaşması
için serbest bırakılan hayvana da sâibe derlerdi. Araplar böyle bir uygulamayı
Allah'ın emrettiğini söylüyorlardı.
c) Vasîle "başkasına
ulaştırılmış ve bitiştirilmiş" anlamına gelen mevsûle kelimesinin
karşılığıdır. Koyun, dişi yavru doğurursa, bu yavru sahibinin olurdu. Eğer
erkek yavru doğurursa, bu yavru putların olurdu. Eğer erkek ve dişi olarak ikiz
doğurursa, Araplar: 'Bu kardeşine ulaştı' derler ve erkek yavruyu putlarına
kurban etmezlerdi. Dişinin hatırına erkeğin eti onlara haram olurdu. Bu
hayvana, yani ikizin erkeğine vasîle derlerdi.
d) Hâm "bir insanın başka
birini himaye etmesi" anlamına gelen hemâ fiilinden türemiştir. Bu kelime
Araplar arasında iki uygulama olarak mâna kazanmaktadır: Damızlık bir deve,
yavrusunun yavrusuna, yani torununa döllemek için cinsel ilişkide bulunursa,
torununun üzerine binilmesini de önlemiş olur. "Sırtını binilmekten
korudu" mânasını ifade etmek için bu kelime kullanılır. Artık ölünceye
kadar ona binilmez, onunla yük taşınmaz, sudan ve otlaktan menedilmezdi. Ölünce
de etini, hem erkekler hem de kadınlar yerdi.
Başka bir anlatışa göre deve on batın doğum yaptığında, Araplar,
"Sırtını korudu" anlamına da bu kelimeyi kullanırlar ve o hayvana hâm
derlerdi[99].
Yukarıdaki vasîle kavramına bakarsak, hayvanın dişisinin erkekten üstün
tutulduğu görülecektir. Demek ki Araplar, hayvanın dişisine verdikleri önemi,
insanın dişisine vermiyor, onu canlı canlı gömüyorlardı. Hatta dişi koyun
yavrusu, ikizi olan erkek yavrunun kesilmesini önlüyordu. Bütün bu âdet,
uygulama ve inanış biçimleri, totemizmin bir kalıntısı olabilir.
2. Kâfir, Allah'a iftira eder.
Allah, neden Araplar'ın bahîre, sâibe, vasîle ve hâm gibi totemcilik ve
İsrâiliyyât kalıntısı şeylerle uğraştıkları sorusuna cevap vermekte ve bunu
sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamaktadır: "Fakat inkâr edenler, kendi
uydurdukları yalanları Allah'a yakıştırırlar ve onların birçoğu akıllarını
asla kullanmazlar".
Şimdi ortada bir inanış biçimi ve uygulama var: Buna göre Allah bahîre,
sâibe, vasîle ve hamı emretmiştir. Hz. Peygamber görevlendirilmeden önce böyle
bir inanış biçimi ve uygulaması, ya da geleneği Araplar'da vardı. Sorulacak
soru şudur: Bunu kimler koydu ve bunların eylemi nasıl değerlendirilecek? Yüce
Allah bu inanış biçimini, uygulamayı veya geleneği, kâfirlerin koyduğunu
bildirmektedir. Hz. İsmail'den tevhîd inancına bağlı olarak gelen dini değiştirenler,
o inancı inkâr edenler, bu işi yapmıştır.
Demek ki bu uygulamanın yakın sebep halkası inkârdır. Peki bu eylemin
adı nedir? Allah'ın emretmediği bir şeyi, emretmiştir demek, O'na yalan
iftirasında bulunmaktır. "Bunu neden yaptılar?" sorusunu sorarak ilk
sebebe gitmek gerekiyor. Allah bunu aklını kullanamadıklarından dolayı
yaptıklarını söylemektedir.
Demek ki aklını kullanamayan insan, inkâra sapar, inkâr eden insan da
Allah'a iftiralarda bulunur. Sonuç, Allah'a yalan iftirada bulunmaktır. Bunun
sebebi inkâr; inkârın da sebebi aklını kullanamamaktır. Aklını çalıştırmamaktan
doğan boşluğu, inkâr dolduruyor; o da asılsız şeylerin Allah tarafından
emredildiği iftirasına sebep oluyor. Aradan akıl çekilince, ya da akıl devre
dışı kalınca, inkâr, iftira ve hurafeler o alanı dolduruyor.
Böylece Allah, sosyal hayatta, yani insan ilişkilerinde inkâr, yalan ve
hurafelerin nasıl meydana geldiğini ve bunların hangi bataklıkta üredi-ğini,
kendine karşı yapılanı örnek vererek açıklamaktadır. Sosyal hayatı ve insan
ilişkilerini düzenlemek için aklın devreye girmesini ön görmektedir. Sosyal
hayat ve insan ilişkilerinden aklı çıkarıp bir tarafa atarsanız, insanların
birbirine inancı kalmaz, ortalık iftiralarla dolar ve yalan kol gezer. Allah'a
yukarıda anlatıldığı şekilde davrananlar, elbette başkalarına da onu
yapacaklardır.
Aklın olmadığı yerde sosyal düzen ve sağlıklı insan ilişkileri de yoktur.
Aklın olmadığı yerde insan-Allah ilişkileri de sağlıklı değildir. Çünkü aklını
kullanamayanlar, inkâr psikolojisine bürünerek Allah'a iftira edecek, Allah
ile insanları aldatma yoluna gideceklerdir. Allah bu âyetle, bu olguya dikkat
çekmektedir.[100]
104. Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygamberine geliniz "
denildiğinde, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter"
derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de
mi?
Bu âyetin başka bir açılımı Bakara sûresinin 170. âyetidir. O âyetle bu
âyetin farkını şöylece ortaya koyabiliriz. Bakara sûresinin 170. âyetinde
sadece Allah'ın indirdiğine tâbi olmaya çağırılırken, Mâide sûresinin 104.
âyetinde hem Allah'ın indirdiğine hem de peygambere gelmeye ça-ğırılmaktadır.
Bakara sûresinin 170. âyetinde "tâbi olmak", Mâide sûresinin 104.
âyetinde "gelme" emirleri yer almaktadır. Bakara sûresinin 170.
âyetinde elfeynâ "uyarız" ifadesinin yerine, Mâide sûresinin 104.
âyetinde hasbünâ "bize yeter" ifadesi yer almaktadır. Bakara
sûresinin 170. âyetinde de lâ ya'kılûne "akıllarını çalıştırmıyorlar"
ifadesi, Mâide sûresinin 104. âyetinde lâ ya'lemûne "bilmiyorlarsa"
ifadesi şekline dönüşmektedir.
Her iki âyetin eksen konusu, geçmişteki nesillerin inançları, davranışları,
hayata bakış açılan ve dini uygulamalarının taklit edilmesidir.
1. Gelinecek şey nedir?
"Allah'ın indirdiği" ifadesiyle Kur'ân kastedilmektedir. Ayrıca
peygambere gelinmesini istemektedir. Nisa sûresinin 59. âyetinde "Eğer
bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve peygamberine
götürünüz" denirken, fikrî veya hukukî bir tartışmanın çözümü konusunda
metot öğretilmektedir. Mâide sûresinin 103. âyetinde, bâtıl inançları Allah'a
iftira ederek yüklemenin yanlışlığı anlatıldıktan sonra, bu inançları
düzeltmek için Kur'ân'a ve peygambere çağrılmaktadır. Bunun anlamı Kur'ân ile
peygamberin, daha doğrusu bizim için peygamberin sünneti, inanç konularını
çözecek nitelikte olması ve bu konudaki yeterliliğidir. Kur'ân ve onu hayata
uygulayan peygamber objektif çözüm merkezleridir.
2.
Onlar ne dedi?
"Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter". Bu ifade,
insanlığın gelişimini önleyen bir virüs olmuştur. Bakara sûresinin 170.
âyetinde açıklandığı için burada ayrıntıya girmiyoruz.
3.
Onlar nasıl ikna edilmeye çalışılıyor?
"Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de
mi?" Bunun anlamı, bilene uyulacağıdır. Bilmeyen insanın peşine gidilmez.
İnsana değil, sahip olunan bilgiye uyulacaktır. Bilmeyen insan doğru yolda
olamaz. Böylece Allah bilgi ile doğru yol arasında bir bağlantı kurmaktadır.
Bu âyetten eğitim adına çıkaracağımız önemli bir ilke vardır. Allah,
indirdiğine ve peygamberine geliniz, dediğine göre, din âlimleri ve din görevlileri
de aynı metodu kullanarak, Allah'ın indirdiğine ve peygambere çağıracaklardır.
Buraya üçüncü bir şahıs eklenemez. Kur'ân ve peygamber, ilâhî vahyi temsil
etmektedirler. Kur'ân'ı direkt anlamayan, peygamberin uygulamalarıyla onu
anlamış olacaktır. Neticede kaynak tektir. O zaman din âlimleri, Allah'ın
indirdiğini ve peygamberi iyi bilmelidirler. Kur'ân'ı bilmek demek, peygamberi
iyi bilmek demektir. Kur'ân'a, Kur-"ân'ı bilen çağıracaktır.
Eğer din âlimleri kendi gruplarına, tarikatlarına, mezheplerine çağırırlarsa,
Kur'ân'ı bir tarafa atmış olurlar, o zaman insanları kazanma yerine
kaybederler. Din bilginleri için neye ve nereye çağırdıkları ve ne bildikleri
önemlidir. Geçmişteki din âlimlerinin yaptıkları, onlar için yeterli
olmamalıdır.[101]
105. Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Siz doğru yolda olunca,
sapan kimseler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O size
yaptıklarınızı haber verecektir.
Âyeti kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz.
1. "Ey iman edenler! Siz
kendinize bakınız!"
Âyetin bu kısmındaki "Kendinize bakınız!" ifadesi,
"Onlar kendi içlerinde düşünmezler mi?" (Rûm 30/8); "Hayır
insan, kendi nefsinin gö'zlemcisidir" (Kıyâme 75/14); "Sen yalnızca
kendi nefsinden sorumlusun " (Nisa 4/84) âyetlerine denk düşmekte ve
bunlar Mâide sûresinin 105. âyetinin bir açılımı olmaktadır.
Âyetin bu kısmını ferdî mânada ele alırsak, müslüman kişi kendini
düşünüp, levvâme nefis (kendini kınayan nefis) gereğince, kendini tenkit
edebilmelidir. Öz eleştiri dediğimiz bu faaliyete giren insan, kendi içindeki
fırtınaları, hatâları ve kötü oluşumları görebilecek ve böylece manevî gelişimin
adımlarını kendi kendini eğiterek atmış olacaktır.
Diğer taraftan âyetin bu kısmını toplumsal mânada da yorumlayabiliriz:
Müslüman toplum veya toplumlar, kendi kendilerini düşünüp, kendi kendilerine
bakacaklardır. Kendine düzen vermeyen, kendini doğru yola iletemeyen, iyiyi,
güzeli ve doğruyu üretemeyen, bilgi üretme konusunda aklını ufuktan ufka
uçuramayan, çalışmayı, aklını kullanmayı bir ibâdet saymayan müslümanlar, kötü
etkilere açık haldedirler. Neticede kötünün ve kötülerin etkisi altına girince,
kabahati onlarda değil, kendilerinde aramalıdırlar. Kendini düşünemeyen,
sorumluluğunun bilincinde olmayan ve otokritik yapmayan müslüman toplumlar,
104. âyette geçen geçmişi taklit etme batağından kurtulamaz; bağışıklık sistemi
deforme olmuş bir insan gibi her mikroba, yani her kötü etkiye açık duruma
gelirler.
2.
"Siz doğru yolda olunca
sapan kimseler size zarar veremez". Sapık düşünceli ve davranışlı
insanlar, ancak doğru yolda olmayanları etkileyebilirler. Demek ki bir fert
veya toplum başkalarının kötü etkisi altında kalıyorsa, bunu kendilerinin
doğru yolda olmadıklarına yormalıdır. Çünkü Allah'ın koyduğu sosyal kanun
şudur: Doğru yolda olana, sapık insanlar zarar veremezler. "Doğru yolda
nasıl olunur?" sorusunu da âyetin birinci bölümü cevaplandırmaktadır.
Kendini düşünmek, kendine dönmek, kendini gözlemektir. Çünkü kendine dönüp kendini
görebilen tek güç, akıldır. Kendini düşünen, kendini gözleyen ve kendine dönen
insan, aklını kullanıyor demektir. Aklını kullanan adam, kendini biliyor
demektir. Kendini bilen adam, kötülüğe ve kötülere karşı bağışıklık
sağlamıştır.
Başka toplumlardan zarar gören müslüman toplumlar, kendi fikir, inanç
ve davranışlarını bir kere daha gözden geçirmelidirler. Kabahati başkasında
arama yerine, kendilerinde aramalıdırlar. Allah bu âyetin ilk iki bölümünde
bunu vurgulamaktadır.
Diğer taraftan bu âyeti, Bakara sûresinin 44. âyetiyle karşılaştırabiliriz.
Başkasına iyiliği emredip kendini unutmayı beyinsizlikle nitelendiren o âyet,
bu âyetin başka bir yorumu olmaktadır. "Kendinize bakınız!" (Mâide
5/105) âyetindeki ifade, "Kendinizi unutmayınız!" anlamına
gelmektedir. Kendini unutan insan, başkasına iyiliği emredemez, çünkü kendisi
kötülüğe açık durumdadır. Bakara sûresinin 44. âyetindeki "Kendinizi
unutuyor musunuz?" ifadesi, "Kendinize bakmayı unutuyorsunuz"
demektir.
Bilindiği gibi vücudun bir biyolojik bağışıklık sistemi vardır. Toplumların
bağışıklık sistemi de kendini düşünmek, aklını kullanmak, kendini tenkit
edebilmektir.
3. "Hepinizin dönüşü
Allah'adır. Artık O, yaptıklarınızı size bildirecektir". Aklını kullanıp
bilgi üreterek, bilgiyi teknolojiye çevirerek insanlığa faydalı olup
olmadıklarını Allah değerlendirecek ve müslümanlara anlatacaktır. İyinin,
doğrunun, güzelin ve hak yolun adına ne gibi çabaların gösterildiğini, beyinlerin
zorlandığını haber verecektir.
Kendi bir şey yapmadan sadece başkalarını tenkit edenler sorgulanacaktır.
Yapılanlar iyi de olabilir. O zaman müslümanlar onları önlerinde bulacaklardır.
Her fert ve her toplum dünya hayatında neler yaptığını bilmektedir, ama
kendine yönelmediği için eylemlerinin derinliğinin, boyutunun, renginin ve
niteliğinin farkında değillerdir.
Allah'ın huzurunda toplanma ifadesinde, inceden ve derinden bir uyarı
havası vardır. Bütün amellerin Allah tarafından değerlendirileceği, O'nun
huzurunda toplanılacağı bilinci, davranışlara çekidüzen vermenin önemli
metotlarından birini teşkil etmektedir.[102]
106. Ey iman edenler! Birinize
ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi
aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm musibeti gelmişse,
sizden olmayan başka iki kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz, o iki
şahidi namazdan sonra alıkor, 'Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın
almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa. Allah (için yaparsak) bu takdirde biz
elbette günahkârlardan oluruz' diye Allah'a yemin ettirirsiniz.
107. Bu şahitlerin (sonradan
yalan söyleyerek) bir günâh kazandıkları anlaşılırsa, (şahitlerin) haklarına
tecavüz ettiği ölüye daha yakın olan (mirasçılardan) iki kişi onların yerini
alır ve "Andolsun ki bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha
gerçektir ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette
zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler.
108. Bu (usûl), şahitliği gerektiği
şekilde yapmaya, yahut yeminlerinden sonra, yeminlerin (mirasçılar tarafından)
reddedilmesinden korkmalarına (çare olarak) daha uygundur. Allah'tan sakınınız
ve (O'nu) dinleyiniz. Allah fâsıklar topluluğuna rehberlik etmez.
Buradaki üç âyet, birbirinin devamı durumundadır. Miras hukukunda
vasiyetin yerini ele almakta ve bu konudaki şahitliği öne çıkarmaktadır.
Âyetleri anlayabilmek için tarihî boyutunu dikkate alarak iniş sebebine bakmak
gerekir. Müfessirler nüzul sebebi olarak şu olayı nakletmektedirler:
Hıristiyan olan Temîm ed-Dârî ile kardeşi Adî, beraberinde Amr b. Âs'ın
müslüman ve muhacir olan kölesi Büdeyl olduğu halde, ticaret maksadıyla Şam'a
gitmişlerdi. Şam'a varınca Büdeyl hastalandı ve yanında bulunanların tamamını
kapsayan bir mektup yazarak, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına
koydu. Sonra da arkadaşlarına, eşyalarını ailesine vermeleri hususunda
vasiyette bulundu. Derken Büdeyl öldü. Temîm ed-Dârî ile kardeşi Adî, eşyaların
içinde bulunan bir gümüş kabı alıp, geriye kalanı da döndi, Eşyayı karıştıran
Büdeyl'in ailesi, eşyaların dökümünü veren mektubu buldular. Mektup gümüş
kaptan bahsediyordu. Büdeyl'in ailesi, Temîm ve Adî'ye gümüş kabın nerede
olduğunu sordular. Bu iki kişi, kendilerine teslim edilen malların tamamını
onlara verdiklerini ve bu sebeple kaptan haberlerinin olmadığım söylediler.
Büdeyl'in vârisleri meseleyi Hz. Pey-gamber'e götürdüler.
Hz. Peygamber ikindi namazından sonra bir toplantı yapıp o iki adama
yemin ettirdi. Adamlar inkâr ettiler, ya da kabın kendilerine ait olduğunu
söylediler. Ölünün vârislerinden iki kişi öne geçip, kabın ölen akrabalarına
ait olduğuna yemin ettiler. Hz. Peygamber vârislerin lehine hüküm verdi. Mâide
sûresinin 106. âyeti bunun üzerine indi[103].
Bu nüzul sebebinden hareketle âyete dönersek, şu neticeleri çıkartmak
mümkündür:
1. Ölenin vasiyeti hukuka
bağlanmalıdır. Önce Bakara sûresinin 282. âyetinde, Kur'ân'm yaptığı bir
inkılâpla, borçlar hukukunda yazışmayı getirmişti. Bakara sûresinin 282 ile
237. âyetleri arasında da boşanma hukukunda bir devrim yapmıştı. Yorumunu
yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 106. âyetinde de ölmekte olan insanın
vasiyetine şahit getirmesini zorunlu kılarak, orada da hukukun yer almasını ön
görmüştür. Miras hukukunun vasiyet bölümüne de hukuku sokmaktadır. "Ey
iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içinizden iki
adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin ".
Âyetin bu bölümü, ölüm anında vasiyetin olabileceğine işaret etmektedir.
Ama öyle ölümler vardır ki aniden gelmekte ve kişiye vasiyet etme fırsatı
vermemektedir. Âyetteki "ölüm gelip çatınca" ifadesini iki şekilde
yorumlamak gerekiyor: Birisi gerçekten ölüm döşeğinde olduğu hissini duyan
insanın vasiyet etmesi, diğeri de ölümü çok önceden düşünerek vasiyetini yapmasıdır.
Demek ölüm herkese gelip çatacağı için, âyetin bu kısmından tam ölüm anını
anlamak ve sadece o mânaya yorumlamak doğru değildir.
Âyetin bu bölümünden çıkarılacak diğer bir ilke de şudur: Vasiyete iki
âdil şahit, şahitlik etmelidir. İki âdil şahidin şehâdeti, vasiyete hukukî bir
kimlik kazandırmaktadır. Şahidin varlığı, o vasiyetin yazılması anlamına
gelmektedir. Çünkü bir kaza ve ani ölüm anında şahitler yok olabilir. Şahidin
varlığı, o vasiyetin yazılmasına ve hukukî boyutuna işaret etmektedir. Allah'ın
daha önce kurduğu bu müessesenin bugünkü haline noterlik diyebiliriz.
"Yahut seferde iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan
başka bir kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz, o iki şahidi namazdan
sonra alıkor, 'Bu vasiyeti karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba
(menfaatine) de olsa. Allah (için yaptığımız) şahitliği gizlemeyeceğiz.
(Aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz' diye Allah
üzerinde yemin ettirirsiniz".
Âyetin birinci bölümünün ilk kısmında, hazarda olanın vasiyeti ele
alınmışken, ikinci bölümünde seferde, yani yabancı bir yerde ölenin durumuna
açıklık getirilmektedir.
Seferde ölüm tehlikesiyle burun buruna gelen kimse, vasiyetini yazılı
yapma fırsatı bulamayabilir. Hatta yanında şahit de olmayabilir. O zaman
âyetin bu kısmına şöyle bir yorum getirmek zorundayız: Gerçekten oturduğu
mahallin dışında veya yabancı bir ülkede bulunan bir insan, ölümle yüz yüze
gelirse, vasiyetini şahitler huzurunda yapacaktır. Bu durum, ani ölümler dışında
uzun süren hastalık bakımından doğrudur. Ama ani ölümlerde ne olacaktır? O
zaman ikinci yorumu devreye sokabiliriz. Sefere çıkacak olan kişi, çıkmadan
önce seferde iken ölme ihtimalini düşünerek, vasiyetini şahitler huzurunda
yapacaktır. Bugünkü ifadeyle noterde yapacaktır.
Yüce Allah, seferde olan kişinin şahitlerden şüphe etme ihtimalini de
dikkate almaktadır. Böyle durumlarda hakiki yeminin devreye sokulmasını ön
görmektedir. "Hakiki yemin" kavramından kasıt, Allah'a yemin
etmektir; yani Allah'ın adını anarak yemin etmektir. Şahitler Allah adına yemin
ederken, bu yemini neyin üzerine yapacaklardır? Allah âyetin devamında buna
açıklık getirmektedir.
a) Bu vasiyete yaptıkları
şahitlik karşılığında, hiçbir şey satın almayacaklar. Sözlerini hiçbir bedel
karşılığında satmayacaklardır. Yakın bir akrabanın hatırı bile olsa,
şahitliklerini hiçbir bedel karşılığında satmayacakları üzerine yemin
edeceklerdir.
b) Allah adına yaptıkları,
şahitliği, yani "Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa günahkârlar
arasına gireriz" diyerek yemin edeceklerdir. Demek ki sözlerini
satmayacaklarına ve şahitliği gizlemeyeceklerine dair Allah adına yemin
edeceklerdir.
Bu yemin tarzından anlıyoruz ki şahitler, hem Allah hem de günâh
kavramlarını bilmektedirler. Bunun bir ileriki anlamı, onların müslüman
olduklarıdır. Peki yabancı bir ülkede bu kavramları bilen ve Allah adına yemin
edecek olan kitap ehlinin şahitliği de kabul edilebilir mi? Bu soruya olumlu
cevap veren âlimler vardır. Râzî, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kendilerine yemin
ettirildikten sonra iki yahudinin şahitliğine göre hüküm verdiğini rivayet
etmişti. Ayrıca hiçbir sahabenin reddetmediğini de ilâve etmektedir. Allah'ın
adını ve günâh kavramını bilmeyen kâfir, bu durumun kapsamı dışında
kalmaktadır.
Akraba bile olsa sözlerini satmayacakları ve Allah adına yaptıkları şahitliği gizlemeyecekleri şeklindeki yeminlerinin amacı, vasiyeti yapanın şüphesini gidermektir. Dikkat edilirse, o iki şahidi namazdan sonra alıkoyacaktır. Bunun anlamı şahitler kesinlikle müslümandırlar. Namazdan sonra alıkonduğuna göre, vasiyeti yapan kişi namaz kılacak kadar sıhhati yerindedir. Buradaki "namaz" kavramını gerçekten namaz ibâdeti olarak mı alacağız? Çünkü seferde olan insanın hem kendi hem de şahitlerin namaz kılmalarından sonraki anı yakalamak imkânsız denecek kadar zordur. "Namaz kılmak" ifadesi, şahitlerin bilinçli müslüman olduklarına işaret edebilir. Namaz, yüz kızartıcı davranışlardan, kötülüklerden alıkoyduğu için, namazdan hemen sonra yapılacak olan yeminde hatâ olma ihtimali en aza inecektir. Şahitlikte namaz ibâdetinin olumlu etkinliği gündeme getirilmektedir.
Diğer taraftan namaz, bir insanın sözle Müslümanlığını ifade etmekten
daha kesin ve sağlam bir delil teşkil etmektedir. Bir insan yalandan müslüman
olduğunu söyleyebilir, ama yalandan namaz kılması çok zordur. Davranış, sözden
daha güçlü bir tanıktır. Âyetin sonundaki "günâh" kavramından,
hukukun dinî boyutu gündeme gelmektedir. Hukukun kurallarına dikkat etmek,
onları çiğnememek için takva bilinciyle kontrol altında tutulmaları gerekir.
Günâhtan sakınan insan, şahitliğini gizlemez, verdiği sözü satmaz.
Yüce Allah, vasiyete şahitlik etmeyi öylesine önemsiyor ki, şahitlerin
nasıl yemin edeceklerini, hangi kelimelerle yemin edeceklerine kadar
açıklamaktadır. Bunu, günümüze şu şekilde taşıyacağız: Hukuk net olmalı,
istismar edilmeye müsait olmamalıdır.
2. Şahitler
değiştirilebilir. Mâide sûresinin 107. âyeti, şahitlerin haksızlık yaptıkları
anlaşıldığı takdirde değiştirilmelerini gündeme getirmektedir. Eğer bu şahitler
ölülerin haklarına tecavüz ettikleri takdirde, ölüye daha yakın olan
(mirasçılardan) iki kişi onların yerini alır. Âyetin bu bölümünde yer alan J*
usira kelimesi, "tökezlemek" anlamına gelmektedir. Görmediği bir
cisme, eşyaya çarpan insan tökezler, o anda cismin farkına varır. Kendine
kapalı olan bir şeye ulaşması, onu açması, onu anlaması, onu bilmesi bu
kavramla ifade edilmektedir. Râzî bu konuyu şöyle anlatıyor: Kendilerine
vasiyet edilen o iki kişinin yemin etmelerinden sonra, mala ihanetleri
durumunda değiştirilmeleri gerekmektedir.
Âyetin devamında, ölen kimsenin yakınlarından iki kişinin onların
yerini alması gerektiği söylenmektedir. Bu iki kişinin öncekilerin yerini
alması için şu işlemin yapılmasını âyetin devamı belirlemektedir:
"Andolsun ki bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha gerçektir. Ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette zâlimlerden oluruz diye Allah'a yemin ederler". Âyetin bu bölümünde, ölenin hakkında yanlışlık yapanların yerini alanların nasıl yemin yapacakları gündeme getirilmektedir.
a)
Öncelikle kendi şahitliklerinin
öncekilerinkinden daha doğru, daha gerçek olduğunu beyan edeceklerdir.
b) Şahitler kimsenin hakkına
tecavüz etmediklerini ve etmeyeceklerini itiraf edeceklerdir.
c) Böyle yaptıkları, yani
hakka tecavüz ettiklerinde, zâlim olacaklarının bilincinde olmalıdırlar.
Böylece Allah zâlim kavramına bir tanım getirmektedir. "Başkasının
hakkına, yalan yere şahitlik ederek tecavüz etmek zulümdür".
Diğer taraftan önceki şahitlerin yerini alan şahitlerin hak, tecavüz ve zulüm kavramlarını bilen kimseler olmasının önemini de vurgulamaktadır. Âyette şu genellemeye de varabiliriz: Kur'ân, ölen insanın hakkını korumayı çok fazla önemsediğinden, hakka tecavüz eden şahitleri değiştirmekte, onların yerini alacak olan şahitlerin özelliklerini de gündeme taşımaktadır.
3. Şahitlikle, kasıtlı veya
kasıtsız hatâyı önlemek. Mâide sûresinin 108. âyeti 106-107. âyetlerinde yer alan yeminlerin
niçin yaptırıldığının bir açıklamasıdır.
Şüphelenilen şahitlere vasiyet karşılığında hiçbir şeyi almayacaklarına,
şahitliği gizlemeyeceklerine dair yemin ettirilecektir. Haksızlık yapan
şahitlerin yerine başkalarını getirdikten sonra, onların da şahitliklerinin
ötekilerin şahitliğinden daha doğru olduğuna, kimsenin hakkına tecavüz
etmeyeceklerine dair yemin ettirilmelerinin sebebinin açıklaması, 108.
âyettedir: "Bu (usûl), şahitliği gerektiği şekilde yapmaya, yahut yeminlerinden
sonra, yeminlerin (mirasçılar tarafından) reddedilmesinden korkmalarına daha uygundur".
Demek ki yukarıdaki yeminlerin şahitlere neden yaptırıldığı bu şekilde açıklanmıştır. Gereği gibi şahitlik yapmak, yani yalan yere şahitlik etmemek, yeminini çiğnememek, yeminlerin reddedilmemesini temin etmek konusunda caydırıcı bir nitelik taşımakta ve bir usûl olmaktadır. Ancak 108. âyette başka cay dinci ifadeler, emirler de gündeme getirilmektedir.
a) Allah'tan sakınmak. Âyetin son bölümünde, takva
kavramı gündeme getirilerek, şahitliğin gerçek olması, onda hatâ yapılmaması,
yalanın ona karıştırılmaması için Allah'tan sakınma devreye sokulmaktadır.
Muhammed Esed'in takvaya verdiği mânadan hareket edersek, "Allah'a karşı
sorumluluğun bilincinde olmayı şart koşmaktadır" diyebiliriz.
b) Dinlemek. Şahitlik meselesinin çok
önemli olması sebebiyle, ilâhî hükümleri can kulağı ile dinleme zorunluluğunu
da gündeme getirmektedir.
c) Doğru yola iletmemek. 108. âyetin sonunda, yalan
yere şahitlik etmenin, verdiği sözü maddî menfaat karşılığı satmanın hakka
tecavüz etmenin fâsıklık olduğunu söylenmektedir. Çünkü bu davranışları yapan
insanlar günahkârdır, zâlimdir. Günahkâr ve zâlim olan da fâsıktır.
Böylece Allah, fâsık kavramına farklı bir tanım getirmektedir: Sözünü
satan, Allah adına yaptığı şahitliği gizleyen, başkasının hakkına tecavüz eden
kimse fâsıktır. Fâsık kavramının çatısı altında günahkâr ve zâlim kavramları
da vardır.
Allah fâsık olanları doğru yola iletmeyeceğini söylemekle, onlara ağır
bir uyarı yapmakta ve bir tehditte bulunmaktadır. Başka bir açıdan bakarsak
Allah'ın, fâsık kavramına 108. âyette mâna verdiğini söyleyebiliriz: Allah'a
karşı sorumluluğunu bilmeyen ve vasiyet edene şahitlik etmek konusunda
Allah'ın koyduğu hükümleri can kulağı ile dinlemeyenleri, fâsık olarak
nitelendirmektedir. Onlardan hidâyetini esirgemekte ve onların doğru yola
iletilemeyeceğini beyan etmektedir.
Bu son üç âyetten şu genellemeyi çıkartabiliriz: Allah, hayatta olan veya ölmek üzere olan insanın vasiyetini ve o vasiyete şahitlik etmeyi önemseyip ilâhî bir nitelik kazandırmaktadır. Kendinin de onda şahit olduğunu açıklamaktadır. Kullarının kendi aralarında yaptığı bir akdi, bir antlaşmayı, şahitliği, kendisiyle yapılmış olarak kabul etmektedir. İşte hukukun içindeki ilâhî maya budur. İnsanlar birbirleriyle yaptıkları antlaşmaları, verdikleri sözleri, yaptıkları şahitlikleri, aynı zamanda Allah ile yaptıklarının bilincinde olmalıdırlar.
Başka bir ifadeyle Allah, insanlar arası bu ilişkileri, insan ile
kendisi arasındaki bir ilişki olarak kabul etmektedir. Hukuk denen özü koruyan,
onun kirlenmesini önleyen manevî inanış, bilinç, iman budur. Böylece âyetler,
Mâide sûresinin 1. âyetindeki "Akidlerinizi yerine getiriniz" emrinin
bir açılımı olmaktadır.
Allah'ın konuyu bu kadar detaylı bir şekilde ele alması, hukuk ahlâkının
hamurunun ne ile yoğurulduğunu göstermektedir. Günahkâr, zâlim ve fâsık
olmamayı, hukuk ahlâkının temellerine koymuştur. Böylece hukuk eğitiminde
ahlâkın ve takvanın önemini vurgulamış, beşerî hukuk ile ilâhî hukukun kol kola
nasıl yürüdüklerini ve yürümesi gerektiklerini gündeme getirmiş; hukuk
hamurunun takva ile yoğrulması gerektiğini göstermiştir. Aklı, vicdanı ve imanı
hukukun dışına itme, onu taş haline getirmekten başka bir şey değildir. İnsan
aklı, vicdanı ve imanı, hukuku ayakta tutan güçlerdir.[104]
109. Allah, peygamberleri bir araya getireceği gün şöyle der:
"Size ne cevap verildi? " Şöyle derler: "Hiçbir bilgimiz yok;
gizlilikleri hakkı ile bilen ancak sensin sen ".
Bu âyet analiz edildiğinde şu neticelerin çıkartılması mümkün olur:
1. Mahşer günü peygamberler de
sorguya çekileceklerdir. Âyetten anlaşılan budur, fakat sorgulama kavramı
geçmemektedir. Biz bu kavramı A'râf sûresinin 6. âyetinde buluyoruz:
"Yemin olsun, biz kendilerine peygamber gönderilenleri sorgulayacağız,
peygamberleri de mutlaka sorgulayacağız".
2. Kıyametin halleri
anlatılırken, bu sorgulama da gündeme getirilmektedir. Sorgulama, kıyametin
hallerinden birini teşkil etmektedir.
3.
Sorgulama, peygamberlerin
halk tarafından nasıl karşılandıkları, nasıl tepki gördükleri ve nasıl cevaplandırıldıktan
hususunda olacaktır. Aslında, ümmetlerinin peygamberlerine nasıl cevap
verdiklerini ve nasıl tepki gösterdiklerini Allah bildiği halde, niçin bu
sorgulamayı yapmaktadır? Bunun sebebi, yargısız infaz yapmamak içindir.
Peygamberlere tepki gösterenlerin cezalandırılması meselesinde, peygamberleri
şahit tutarak delille yargılama yoluna gitmektedir. Aynı zamanda o tepkilerden
dolayı peygamberlerin davacı olup olmadıklarını da tesbit etmektedir.
4.
Yüce Allah bu soru ve verilen cevapla, insanların
bu dünyada yaptıklarını âhirette hatırlamalarının imkânsızlığını öğretmektedir.
Böylece neden Kirâmen Kâtibîn meleklerini görevlendirdiğini, insanın vücuduna
amellerini kaydettirdiğini ve ayrıca her ikisinin şahit ve delil olacağının
hikmetini de anlatmaktadır.
Peygamberlerin dünyada kendisine gösterilen tepkiyi hatırlama imkânı
yoktur. Genel anlamda tepkilerin olumsuz oluşu hatırlanır, ama nasıl cevap
verdiklerini hatırlamak imkânsızdır. Bu yüzden peygamberler orada şu cevabı
vereceklerdir: "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri bilen
ancak sensin sen ". Peygamberlerin verdiği cevabın birinci bölümü, yani
"Bizim hiçbir bilgimiz yoktur" ifadesi, Bakara sûresinin 32. âyetinde
meleklerin verdiği şu cevaba benzemektedir: "Senin bize öğrettiğinden
başka bilgimiz yoktur".
İkinci bölümde, gizlilikleri bilen Allah'ın, ne cevap verildiğini bileceğini
söylemeleri de, meleklerin aynı âyetteki cevabına benzemektedir: "Şüphesiz
alîm ve hakim olan ancak sensin, dediler". Aynı tarz cevabı Hz. îsâ, Mâide
sûresinin 116-117. âyetlerinde de vermektedir. Demek ki Allah'ın sorduğu
sorunun cevabını yine kendisine bırakmak, edep metotlarından biridir.[105]
110. Allah o zaman şöyle
diyecek: "Ey Meryem oğlu îsâ! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla!
Hani seni mukaddes ruhla (Cebrail) desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken
yetişkin çağdaki insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti,
Tevrat ve incil'i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey
yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine
benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim
iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrâiloğulları'nı (seni öldürmekten)
engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman,
içlerinden inkâr edenler, 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir'
demişlerdi".
111. Hani havarilere, "Bana
ve peygamberime iman ediniz " diye ilham etmiştim. Onlar (da) "İman
ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza sen de şahit ol"
demişlerdi.
112. Hani havariler, "Ey Meryem oğlu îsâ! Rabbin bize gökten,
donatılmış bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O, "îman etmiş
kimseler iseniz, Allah'tan korkunuz " cevabını vermişti.
113. Onlar, "Ondan yiyelim,
kalplerimiz doyuma ulaşsın, bize doğru söylediğini bilelim ve ona gözleriyle
görmüş şahitler olalım istiyoruz, demişlerdi.
114. Meryem oğlu îsâ şöyle dedi:
"Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için geçmiş ve geleceklerimiz
için bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi rı-zıklandır, zaten sen, rızık
verenlerin en hayırlısısın ".
Hz. îsâ ve annesine verilen nimetler anlatılırken, aynı zamanda onun
mucizeleri sıralanmaktadır. Ancak âyetin eksen konusu, "nimeti hatırlamak,
anmaktır". Nimeti hatırlamak, anmak, aslında şükretmek mânasına
gelmektedir.
İnsanın kendine ve ebeveynine Allah'ın verdiği nimet için şükretmesi,
Kur'ân'ın istediği önemli ibâdetlerdendir. Ahkâf sûresinin 15. âyetinde
ebeveyn ve oğlun sahip olduğu nimetlere şükrü şu şekildedir:
bana ve anne-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı
işi yapmamı nasip et!"
Böylece yüce Allah'ın Hz. îsâ'ya kendisine ve annesine verilen nimetlere
şükretmesini emrettiğini söylemek mümkündür. Bu hatırlamanın âhirette olduğunu
düşünürsek, o zaman şükür ibâdetinin âhirette olması mümkün değildir. O
takdirde ^ftl üzkür emrinin, dünyadaki nimetleri, mucizeleri hatırlamayı ifade
ettiğini söyleyebiliriz.
Demek ki Allah, peygamberleri bir araya getirdiğinde, tevhîd inancına
çokça ters düşen Hz. îsâ'nm ümmetine gelen mucizeleri ele alacaktır. Müslüman
oldukları halde şirke düşen bu ümmetin peygamberine verilen nimetleri
hatırlaması emredilecektir. O anda Hz. îsâ'nın o nimetleri hatırlaması mümkün
olmadığından, nimetleri Allah sıralamaktadır. Yüce Allah'ın Hz. îsâ'ya verdiği
nimetler nelerdir?
1. Kutsal ruh ile
desteklemesi.
Râzî, ruhun Cebrail, Kudüs'ün de Allah olduğunu söylemektedir. Allah'ın ruhu,
başka bir mâna ile Allah'ın Cebrail'i anlamını ifade etmektedir. Bakara
sûresinin 253. âyetinde kutsal ruh ile desteklenmenin büyük peygamberliğe
işaret olduğu açıklanmıştı.
Mâide sûresinin 110. âyetini hatırlarsak, kutsal ruh ile desteklenmenin Hz. îsâ'ya neyi temin ettiğini görmüş oluruz. "İnsanlarla beşikte iken de ve yetişkin bir adam olarak konuşmanı sağladım" .Demek ki, kutsal ruhla desteklenmesi, Hz. îsâ'ya beşikte iken insanlara konuşmayı temin etmiştir. Beşikte iken insanlara ne konuştu? Bu sorunun cevabını Meryem sûresinin 29-33. âyetlerinde bulmak mümkündür: "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. 'Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz?", Çocuk şöyle dedi: 'Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O, beni mübarek kıldı; yaşayacağım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır".
Hz. îsâ beşikte bunları konuştuğu için mehdî sıfatını almıştır. Bu
açıklamadan hareketle diyebiliriz ki, kutsal ruh ile Hz. îsâ'nın desteklenmesi,
ona mehdîlik sıfatını getirmiştir.
2. Öğretime tâbi tutması.
Allah, Hz. îsâ'yı kutsal
ruhla desteklemesinden sonra, onu öğretime tâbi tutmuştur. Peki ona neler
öğretmiştir? Mâide sûresinin 110. âyetinin devamı, bu soruyu cevaplandırmaktadır:
a) Kitabı (okuma-yazmayı), b) hikmeti, c) Tevrat'ı, d) İncil'i.
Buradaki kitabı öğretmesinin anlamı, okuma yazmayı öğretmesi demektir.
Okuma yazmayı öğrendikten sonra, hikmeti Tevrat ile İncil'i öğretmiştir. Diğer
taraftan "kitap" genel bir isim, diğer üç kavram onun açıklaması
olabilir. Kitaptan kasıt hikmet, Tevrat ve İncil'dir denebilir. Böyle bir
yoruma delil olarak Meryem sûresinin 30. âyetini gösterebiliriz: "Çocuk
şöyle dedi: Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber
yaptı". Âyetteki "Kitabı verdi" ifadesi, "Hikmeti, Tevrat'ı
ve İncil'i öğretti" şeklinde yorumlanabilir. Mâide sûresinin 110. âyeti
ile buradaki kitabın ne olduğunu açıklayabiliriz.
Mâide sûresinin 110. âyetin bu kısmına başka bir açıdan bakabiliriz:
Kitap, hikmet, Tevrat ile İncil ayrı ayrı şeyler olarak düşünülebilir mi?
Peygamberlerin öğretim faaliyetleri Kur'ân'da ele alınırken, daima kitap ile
hikmet aynı şeyler olarak yer almaktadır. Meselâ Bakara sûresinin 129., 151.;
Cum'a sûresinin 2. âyeti.
Demek ki Hz. îsâ'ya İsrâiloğullan'na daha önce gönderilen Tevrat'ı da
öğretmiştir. Tıpkı Hz. Peygamber'e gönderilen Kur'ân'da bütün peygamberlere
gönderilen ilâhî vahyin bir özetinin olması gibi. Hz. Muham-med'den sonra peygamber
gelmeyecektir, ama gelseydi, ona da Hz. Muhammed'e geçmiş vahiylerin
öğretildiği belirtilmiş olacaktı. Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Hz. îsâ'ya
Tevrat ve İncil gibi iki kutsal kitap öğretilmiş olması, ona verilen
nimetlerin başında gelmektedir.
3. Mucizelerin verilmesi. Mâide sûresinin 110.
âyetinin bu bölümü, Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinin bir açılımı durumundadır.
Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinde sayılan mucizelerin sonunda "Allah'ın
izni ile" bunların gerçekleştiği belirtilirken, Mâide sûresinin 110.
âyetinde her mucizenin sonunda Allah, "benim iznimle" demektedir.
Nedir o mucizeler?
a) Kuşu yaratması. "Benim
iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim
iznimle o bir kuş oluyordu".
Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıyor, ona üfürünce o da Allah'ın
izniyle canlanıyor. Âyetten çıkaracağımız genellemeler şunlardır: Allah'ın izni
olmadan hiç kimse hiçbir şeyi gerçekleştiremez. Bütün icatlar ve bütün yapıp
etmeler, Allah'ın izniyle gerçekleştirilmekte ve yapılmaktadırlar.
Diğer taraftan Hz. îsâ'nın çamurdan kuş yapması ve ona üflenince
canlanması, "yaratma fiilindeki" "Sen yaratıyordun" ifadesi
bize gösteriyor ki Allah, yaratma sıfatının mucizesini insana vermiştir. Ama
bu yaratma eyleminde O'nun izni vardır. Bu mucize Allah'ın bir deneyi olduğuna
göre, o deneyi Hz. îsâ'ya yaptırmaktadır. Hz. îsâ Allah'ın bir öğrencisi
olduğuna göre, Allah öğrencisine bizim için bir mucize olan, ama Allah için bir
deney olan bu eylemi gerçekleştirmektedir.
Yüce Allah, Hz. îsâ'ya öğrettiği çamurdan kuş yaptırma deneyini, bizim
için mucizesini, Kur'ân'da niçin anlatıyor? Bize ne faydası vardır? Bunun
cevabı şudur: Yüce Allah insanlara, maddeye şekil vererek kuş gibi uçacak
araçların yapılabileceğine ve bu teknolojinin üretilebileceğine işaret
etmektedir. Bizim maddeye şekil vererek uçak, uydu ve daha başka gök yüzünde
hareket edebilen araçlar yapabileceğimizi ve bunun Allah'ın izniyle
olabileceğinin öğretisini vermektedir.
Hz. îsâ'nın bu şekildeki mucizesi, asırlar sonra insanoğlunun göksel
araçlar yapma şekli ile tecellî etmektedir. Yapılan bu göksel araçların icadı
ilâhî ilhamla, yani Allah'ın izniyle olmaktadır. Bu araçları ilk üretenlerin
beyninde ilâhî ilhamın öğretimi vardır. Bu açıdan bakınca, Hz. isa'nın bu
mucizesi gerçekleştiği anda kalmadığı ve sadece mucizeyi görenlere ait
olmadığı, teknolojik icatlarla devam eden bir süreç olduğu, bir öğretim
faaliyetine dönüştüğü anlaşılmış olacaktır.
Çamurdan kuş yapıp ona üfürmekle canlanması mucizesini başka bir mânada
almak mümkündür: Uçan canlı veya varlık mânasına gelen tâir kelimesi, Kur'ân'ın
başka âyetlerinde "talih, uğur, kader" anlamında da kullanılmaktadır:
j "Ne zaman başları dara düşse, bunu Mûsâ ve beraberindekilerin
uğursuzluğuna verirlerdi" (A'râf 7/131). Âyetteki tayyera kelimesi,
"be" harf-i cerri ile kullanılınca, "Uğursuzluğu ondan
bildi" anlamına gelmektedir, "Biz sende ve seninle beraber olanlarda
uğursuzluk görüyoruz, diye karşılık verdiler" (Nemi 16/47); "Öte yandan, biz her insanın kaderini
boynuna dolamışızdır" (İsrâ 17/13) ifadesinde de kader anlamına
gelmektedir.
Demek ki tâir kelimesini uğur, talih, kader mânasına da alabiliriz. Ama
bu mânanın Mâide sûresinin 110. âyetindeki "tâir"le ne alâkası vardır?
Ayetteki çamur kelimesi, İsrâiloğulları'nın çamura dönmüş hayatlarına işaret
etmektedir. Kuş da yükselen bir kaderi ifade etmektedir. Çamur haline gelmiş
bir hayattan yükselen bir sosyal hayat kaderi oluşturmaya işaret etmektedir.
"Üfürmek" de öğretmek anlamına yorumlanabilir. Hz. îsâ'nın
öğretileri, Allah'ın izniyle çamur olan, bozulan, çürüyen bir hayattan,
yücelere eren bir hayat çıkarıyordu. Çamur olan hayata öğretileriyle şekil
verip ondan talihli, uğurlu, kaderi yücelere eren bir hayat çıkarmak, büyük bir
eğitim mûcizesidir.
Çamur olan hayattan yücelere eren bir kadere sahip bir hayat çıkarmak,
kör olan gönül gözünü açmak, ikili oynama ahlâkına sahip olan münafığın
şahsiyetini düzeltmek, yaşayan ölülere tevhîd inancını ve hakîkat bilgisini
zikrederek hayata döndürmek, Allah'ın Hz. îsâ'ya bahşettiği nimetlerdendi.
Bütün bunlar günümüz insanlığının muhtaç olduğu değerlerdir. İnsanlık
çamur haline gelmiş gözüküyor. Bilgiden nasibi olanlar, siyasîler bu çamurdan
yücelen değerleri hayata geçirecek nesiller yetiştirmelidirler. Hakikat
bilgisini bu çamur hayata üfürerek, yükselen bir talih oluşturmak, bir kader
meydana getirmek gerekiyor. Kör olan gönül gözlerinin yanı sıra akim gözü
açılmalıdır. Yaşayan ölü halindeki insanları hayata döndürmenin zamanı gelmiş
geçiyor.
Bilgi teknolojiye dönüştürülüp hayatı kolaylaştırdığı kadar, insanın
ruhuna zerkedilerek, ona hayat vermeli, onu yüceltmeli ve ölen insanlığa hayat
vererek ayağa kaldırmalıdır.
b)
Anadan doğma körü ve sedef
hastasını iyileştirmesi. "Yine benim iznimle anadan doğma körü ve sedef
hastasını iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle diriltiyordun". Burada
da Hz. îsâ'nın mucizelerinin tıp alanında gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Körü
görür hale getirmek, sedef hastasını iyileştirmek ve ölüyü diriltmek gibi
mucizeler, insan üzerinde cereyan eden tıbbî mucizelerdir, ama bunlar
Allah'tan gelen birer deney gibidir. Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinde
"ölüyü diriltmek" ifadesi yer alırken, Mâide sûresinin 110. âyetinde
"ölüyü çıkarmak" ifadesine yer verilmiştir. İkisi de aynı anlama
gelmektedir.
Ayetin bu kısmına farklı bir yorum getirmek mümkündür. Anadan doğma körün görür hale getirilmesini, biyolojik anlamda değil de manevî anlamda almak mümkündür. Buradaki "kör", akıl ve gönül gözü manen kör olup gerçeği göremeyen insanın gözünü açıp gerçeği görebilecek hale getirmeyi ifade edebilir. Buna delil getirebilir miyiz? Münafıkların durumu anlatılırken Bakara sûresinin 18. âyetinde, "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir" buyurulmaktadır. Burada kastedilen biyolojik sağırlık, dilsizlik ve körlük değil, manevî sağırlık, dilsizlik ve körlüktür.
c) Ölüyü hayata döndürmek.
Nemi sûresinin 80 ve 81. âyetleri şöyledir: "Bil ki sen ölülere
işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın.
Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin ".
Bu âyetlerdeki ölü, sağır ve kör kavramları, manevî ölümü ifade etmektedir.
Ölüyü hayata döndürmek gibi tıbbın âciz kaldığı faaliyet alanlarmdan biri
burada gündeme getirilerek, tıp ilminin sınırlarından birine dikkat
çekilmektedir. Ölmekte olan bir hastanın, yapılan tıbbî müdahale ile hayata
dönmesi, şimdilik bu faaliyetin içinde düşünülmelidir. Hz. isa'nın körü
iyileştirmesi, alaca olanı tedavi etmesi ve ölüyü hayata döndürmesi, Allah'ın
izniyle olan mucizelerdir. Bu durum, tıpta yapılan ilerlemelerin ilâhî ilhamla
olacağı ilkesini getirip, tıbbın bu uğraşları vereceğine işaret olmaktadır.
Âl-i İmrân sûresinin 145. âyetinde, Allah'ın izni olmadan hiçbir
canlının ölmeyeceği belirtilirken, Âl-i İmrân sûresinin 49 ile Mâide sûresinin
110. âyetinde de Allah'ın izni olmadan hiçbir canlının diriltilemeye-ceğine
işaret edilmektedir. Ölüm izni ile dirilme izni bir araya getirilince, izin
aynı, ama oluşumlarının farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Demek ki Hz. îsâ,
gönül gözü kapalı olanın gönül gözünü açıyordu. Bu onun mucizevî denecek bir
eğitim faaliyeti olmaktaydı.
Alaca hastalığının iyileştirilmesine gelince, bunu maddî bir hastalıktan
ziyade manevî bir hastalık olarak alabiliriz. Çifte standart oynayan insanlar
psikolojik alaca hastalığına yakalanmışlardır. Münafığı bu hastalıktan
kurtarıp sağlam şahsiyete kavuşturmak, mucizevî bir eğitim faaliyetidir.
Ölüyü hayata döndürmek de, biyolojik olarak ölen insanı değil de manen
ölen insanı ifade etmiş olabilir. Buna delil olarak neyi getirebiliriz denirse,
öncelikle En'âm sûresinin 122. âyetini verebiliriz: "(Ruhen) ölü iken
hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık
tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkmayacağı derin karanlığın içine (gömülüp
kalmış) biri gibi olur mu?" Ayrıca Nemi sûresinin 80. âyetindeki
"Ölülere işittiremezsin" ifadesindeki "ölü" ve Fâtır
sûresinin 22. âyetindeki "Dirilerle ölüler bir olmaz" ifadesindeki
ölü, manevî ölümü ifade etmektedir.
Demek ki Hz. îsâ, manen ölmüş insanlara tevhîd inancını öğreterek,
ilâhî mesajı tebliğ ederek, hayata döndürüyordu. Beyine ve gönüle hayat
veriyordu, ama bu faaliyetini Allah'ın izni ile yapmaktaydı. Demek ki eğitimle
bir insanın gönlünde hidâyetin ışığını uyandıran, ölü gönülleri hayata çeviren
insanlar, bütün peygamberlerin bu konuda yaptıklarını tatbik etmektedirler,
ancak bu faaliyetlerindeki başarıyı Allah'ın iznine bağlamaları gerekir. Çünkü
Mâide sûresinin 110. âyetinin bu bölümünde yer alan "benim iznimle"
ifadesi, bunu vurgulamaktadır. Hz. îsâ'ya bile bütün bu mucizeleri "Benim
iznimle yaptın" demesi, bizlere Allah'ın izni olmadan kimsenin hiçbir şey
yapamayacağı ilkesini, inancını öğretmektedir.
4.
Tehlikelere karşı koruması.
Her peygamber kendi toplumundan olumsuz ve ağır tepkiler almıştır. Hz. îsâ da
bunun istisnası değildir. Ancak diğer peygamberler gibi Allah Hz. îsâ'yı
öldürücü tehlikelere karşı korumuştur. Buna rağmen pek çok peygamber
öldürülmüştür. Meselâ Nisa sûresinin 155. âyetinde İsrâiloğulları'nın haksız
yere peygamberleri öldürdüklerine dikkat çekilmektedir. Nisa sûresinin 157.
âyetinde Hz. îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettikleri, ama onu öldüremediklerine de
işaret edilmektedir.
Hz. îsâ'yı nasıl öldüremedikleri sorusu, Mâide sûresinin 110. âyetinde
cevaplandırılmaktadır. "Hani Isrâiloğullan'nı (seni öldürmekten) engellemiştim.
Kendilerine apaçık mucizeler getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler; 'Bu
apaçık bir sihirden başka bir şey değildir' demişlerdi". Demek ki
İsrâiloğulları'nın Hz. îsâ'yı öldürememelerinin sebebi, ilâhî engelleme
olmuştur. Onların Hz. îsâ'yı öldürmeye teşebbüs etmelerinin sebebini âyetin bu
bölümü vermektedir. "Onlara apaçık mucizeler getirmiş olması",
onların saldırganlık içgüdüsünü kabartmıştır.
Böylece bu âyet, inkâr psikolojisine sahip olanların, peygamberlerin
getirdikleri delillere tahammül edemediklerine işaret ederek, inkarcıların
nasıl aşırı bir tepki koyduklarının analizini yapmaktadır. Reddederken, o
delillerin sihir olduğunu da gerekçe olarak göstermektedir.
Demek ki inkâr psikolojisi, açık olan delili, sihir olarak değerlendirmektedir.
Kalpteki inkâr, aklı devre dışı bıraktırarak, nefsi devreye sokmakta, böylece
insanın sübjektifleşmesine sebep olmaktadır. İnkarcılar iyiye, doğruya, güzele
hem sözleriyle hem de eylemleriyle saldırmaktadırlar. Demek ki inkâr, hem
sözleri, hem de davranışları kirletmekte ve toleransı öldürmektedir.
5.
Havarilere vahyetmesi. Yüce Allah'ın Hz.
îsâ'ya bahşettiği nimetlerin arasında, iman etmeleri için havarilere doğrudan
vahyetmesidir: "Hani havarilere, 'Bana ve peygamberime iman ediniz' diye
vahyetmiştim. Onlar (da) 'İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler
(müslümanlar) olduğumuza sen de şahit ol' demişlerdi" (Mâide 5/111).
Havârîler, Hz. Muhammed'in ashabı gibi Hz. îsâ'ya inanan, ona sadâkatle
bağlı olanlardır. Maddî anlamda beyaz elbise giyen, manevî anlamda kalbi temiz
olanlardır. Dînî anlamda Allah'ın yardımcıları mânasına gelen havârî kavramı,
Hz. îsâ'ya inananları ifade etmektedir.
Vahiy kavramı, "ilham etmek" anlamına gelmektedir. Ama bu ilham
doğrudan havârîlere yapılmıştır. Hepsini kapsamına alan bu ilhamın içeriği,
Allah'a ve peygamberine iman etmektir. Onlar da müslüman olduklarına Allah'ı
şahit tutmaktadırlar. Âyette önce iman, sonra teslimiyetin gelmesi manidardır.
İman, gönlün teslimiyeti, tevhîd inancının gönülde teşekkülü olurken,
teslimiyet de müslümanca davranışları içine almaktadır. İman, teslimiyetin
olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Allah onlardan imanı isterken, onlar
teslimiyetlerini ilân etmişlerdir.
6. Gökten sofra indirmesi. Havârîler
Allah'a iman edip teslim olmalarına rağmen, imanlarının doyum noktasına
ulaşmaması sebebiyle Hz. îsâ'dan, Allah'ın onlara gökten bir sofra indirmesini
istediler ve şöyle dediler: "Ve ° zaman havârîler: 'Ey Meryem oğlu îsâ!
Rabbin
bize gökten donatılmış bir sofra indirebilir mi? demişlerdi. O 'İman
etmiş kimseler iseniz Allah'tan korkunuz' cevabını vermişti".
Müfessirler bu âyette yer alan "Rabbinin gücü yeter mi?" ifadesini, farklı şekilde mânalandırmak için okunuşunu, yani harekesini değiştirme yoluna gitmişlerdir. Bu iki grubun okuyuş şeklini vererek, hangi mânayı tercih ettiklerini burada nakletmeyi uygun buluyoruz.
a) Âsim kıraatine göre hel
yestatî'u rabbuke "Rabbinin gücü yeter mi? " şeklinde okunan bu
ifade, Allah'ın kudretinin yetip yetmeyeceği konusunda bir şüpheyi ortaya
koymaktadır. Bunun an-
lamı, havalilerin Allah'ın gücünün her şeye yettiğini bilemediklerini
ortaya koymakta ve bu konudaki bilgisizlikleri onları tereddüde sevketmektedir.
Böyle bir şey olabilir mi? İkinci grubun görüşünü de verdikten sonra bu soruyu
cevaplandırabiliriz.
b) Kisâî hel yestatî'u rabbuke
ifadesini, hel testatî'u rabbeke şeklinde okumuştur. O zaman mâna
"Rabbinden isteyebilir misin?" şeklini almaktadır. Bu okuyuş şekli,
Hz. Ali ve İbn Abbas'tan nakledilmektedir. Hz. Âişe'nin şöyle dediği
söyleniyor: "Havariler, 'Rabbinin gücü yeter mi?' mânasını kastetmeyecek
kadar Allah'ı tanıyorlardı. Böyle değil de, 'Sen rabbinden isteyebilir misin?'
demişlerdi". Muâz b. Cebel de aynı okuyuş şeklinin mânasını benimsemiştir[106].
Havarilerin sorduğu bu sorunun okunuş şekli ve mânasını bir önceki
âyete bakarak değerlendirmek mümkündür. Bir önceki âyette Allah havarilere
kendisine ve peygamberine iman etmelerini ilham etmiş; onlar da iman edip
teslim olduklarını beyan etmişlerdi.
Allah'a ve peygamberine iman etmiş olan bir insan veya insan grubu
peygamberinden böyle bir istekte bulunur mu? Bu soruya cevap verebilmek için
âyetin devamına ve bir sonraki âyete bakmak gerekiyor: "îsâ, İman etmiş
kimseler iseniz, Allah'tan sakınınız" cevabını verdiğine göre, sorunun
veya isteğin yersiz ve yanlış olduğu değerlendirmesini yapmıştır.
Hz. îsâ'nın bu değerlendirmesine karşılık havariler 113. âyetteki cevabı
verdiler: "Havariler, 'Ondan yiyelim, kalplerimiz doyuma ulaşsın, bize
doğru söylediğini bilelim ve onu gözleriyle görmüş şahitler olalım istiyoruz'
demişlerdi". Havariler için mucize olan bir şey, Allah'tan gelen bir
deneyden ibarettir. Bu mucizenin kendilerine neler temin edeceğini şu şekilde
açıklamaktadırlar:
1. Kalplerinin doyum noktasına
ulaşması. Demek ki kalbin bir iman, bir de doyuma ulaşma noktası vardır. Doyuma
ulaşma noktası, deneysel bilgi ile gerçekleşmektedir. Bu durum, Bakara
sûresinin 260. âyetinde Hz. İbrahim'in Allah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini
isteme olgusu sırasında açıklandı. Orada Hz. İbrahim'in bu isteğine karşı,
Allah, ona iman edip etmediğini sormuş, Hz. İbrahim iman ettiğini, fakat
kalbinin tatmin noktasına ulaşması için bu istekte bulunduğunu söylemiş,
ardından dört kuşla deney yapmasını istemişti. Hz. İbrahim'le ilgili bu olgu,
deneysel bilginin kalpteki imanı doyum noktasına ulaştıracağı ilkesini
getirmektedir.
2. Hz. îsâ'nın onlara hakikati
söylediğini bilmek istemeleri. Hz. îsâ onlara hakikati söylüyordu, ama onlar
bunun ispatını istiyorlardı. İspatını da kendilerine bir sofra indirilmesi
şeklinde istemişlerdi. Bu mucizenin gerçekleşmesi, hakikatin bilgisine
ulaşmalarını temin edecekti. Bu olgu bize şu ilkeyi getirmektedir: Bir konuyu
nazarî olarak anlatmak, bilmek için yeterli değildir, onun deneysel bilgi ile
desteklenmesi gerekiyor. Bilgiyi verene güvenmemizi temin edecek olan güc,
deneysel bilgidir.
3. Ona şahitlik yapanlardan
olmak. Müşahede etmek, gözlem yapmak, imanı doyum noktasına ulaştırmakta,
taklidi imanı tahkiki imana dönüştürmektedir. Doyuma ulaşmak, bilmek ve
gözlemek gibi üç önemli imanî ve ilmî oluşumun gerçekleşmesi için deney çok
önemlidir. Demek ki deneysel bilgi imanla buluşmakta, onu ulaşabileceği doyum
noktasına ulaştırmakta, söylenenin doğruluğunu ispat ettirmekte ve gözlemi sağlamaktadır.
Şimdi bu noktada havarilerin, "Rabbinin bize gökten bir sofra indirmeye gücü yeter mi"; yahut "Rabbinden isteyebilir misin" şeklindeki sorularının tartışılmasının hayırlı bir netice getirmeyeceğini bilmek gerekiyor. Burada önemli olan, havarilerin bir istekte bulunmaları ve neden bu istekte bulunduklarının bilincinde olmalarıdır. Onların bu isteğine karşılık olarak Hz. îsâ'nın "Eğer inanıyorsanız, Allah'tan sakınınız" diyerek takva kavramını kullanması manidardır. Çünkü Allah takvayı gerçekleştirecek olanlara bir çıkış yolu bulacağını ve onlara ummadıkları yerden rızık vereceğini Talâk sâresinin 2-3. âyetlerinde gündeme getirmektedir. İstenen gökten bir sofra olduğuna göre, bunun verilmesi de kulların gönlünde takvaya sebep olmalıdır. İman ile takva, çıkış kapısını ve beklenmeyen rızkı getirmenin itici gücü olmakta, ilâhî ihsanı temin etmektedir.Hz. îsâ havarilerin bu isteğini yerine getirmek için şu duayı yaptı: "Meryem oğlu îsâ şöyle dedi: "Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır, zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın " (Mâide 5/114).
Bu âyette geçen mâide (sofra) kelimesi, bu sûrenin adı olmuştur.
Aslında bu kelime 112. âyette de geçmişti. O zaman 112. âyetle 114. âyette
geçen mâide kelimesinin bu sûreye isim olarak verilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
mâide kelimesi "hareket etti" anlamına gelen mâde kelimesinden
türediği söylenmektedir. İbnü'l-Enbârî'ye göre, sofra bir bağış olduğu için bu
ismi almıştır. Bir kimse birine iyilik yaptığında, mâde kelimesi kullanılır.
Mâide de "yapılan iyilik, ihsan, bağış" anlamına gelmektedir. Ebû
Ubeyde bağış anlamına gelen memid kelimesinden tü-rediğini söylemektedir[107].
Hz. îsâ duasında indirilmesini istediği bu sofranın, gelecek nesiller
için bayram olacağı değerlendirmesini yapmaktadır. Böylece Hz. îsâ, bayram
kavramını kullanmış ve bu bayramın ilâhî bağıştan meydana geleceğine işaret
etmiştir. Yüce Allah bunu bize niçin anlatmaktadır? Bu soruyu şu şekilde
cevaplandırabiliriz: Yüce Allah'ın indirdiği sofra, o toplum için nasıl bir
bayram olmuşsa, zengin insanlar fakirlerin elinden tutarsa, onların
karınlarını doyururlarsa, bu onlar için bayram olacaktır. Zenginlerin her zaman
fakirlere yardımlarıyla bayramı yaşatmalıdırlar. Midesi aç olan insanı
doyurmak, onun için bir bayramdır.
Hz. îsâ'nın yaşadığı zamandaki bir sofra, daha sonraki nesillere nasıl
bayram olur? Bu sorunun cevabından şunu çıkaracağız: Hz. îsâ'nın istediği
sofra, bir anda gökten gönderilmiş ve bitmiş bir olgu değildir. İlâhî sofra,
daha sonraki nesillere intikal eden ekonomik bir menfaat, bir nimet, bir lütuf
mahiyetindedir. Nesilden nesile intikal eden bu ilâhî lütuf, bir bayram
niteliğini taşımakta ve bir bayram meydana getirmektedir.
Bir bayram olduğu kadar, bir âyet olmasını da istemektedir. Âyet
kelimesi "mucize, delil" anlamına gelmektedir. Mâide, yani sofra
sadece mideyi değil, beyni harekete geçirecek nitelikte olacaktır. Bir taraftan
mideleri dolduracak, diğer taraftan insan beynini ve gönlünü Allah'a çevirecek
güçte bir delil olacaktır. Âyette sofranın eğitici boyutuna işaret edilmektedir.
Hz. îsâ duasını şöyle bitiriyor: "Bizi azıklarıdır, zaten sen,
rızık verenlerin en hayırlısısın". Burada şöyle bir soru sorabiliriz:
"Allah'tan başka rızık veren mi vardır da, rızık verenlerin en
hayırlısısın" denmektedir?
Çocuğunu emziren anne sanki ona rızık veriyormuş gibi olur. Cüz'î
mânada Allah rızık verme işini bazı insanlara tanımıştır. Para kazanıp çocuklarına
bakan, başkalarına yardım edenler, onlara rızık veriyormuş gibi olurlar.
Aslında bu izafî bir rızıklandırmadır; ama Allah'ın rızıklandırması bunlara
benzemez. Bunun içindir ki Hz. îsâ duasının sonunda bu şekilde yalvarmıştır.
Allah'ın Hz. îsâ'ya verdiği nimetlerden bir diğeri de insanlara bayram olan bu
sofradır.[108]
115. Allah da şöyle buyurdu: "Şüphesiz ben onu size indireceğim,
ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediğim
azabı ona edeceğim ".
1. Yüce Allah, Hz. îsâ'nın
duasını kabul ettiğini ve o sofrayı indireceğini söylemiştir. Âyetin birinci
bölümü bunu belirlemektedir.
2. Âyetin ikinci bölümündeki
ifade tehdit doludur"Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse!"
Buradaki yekfurkelimesi, "inkâr etmek" anlamına geldiği gibi,
nankörlük mânasına da gelir.
İnkâr mânasına aldığımızda, havarilerin imanlarında zaafları olduğunu
ortaya koymaktadır. Hz. îsâ'nın Mâide sûresinin 110. âyetinde gösterdiği bunca
mucizeye rağmen, hâlâ sofra mucizesini istemeleri gösteriyor ki, onların
imanlarında bir problemleri vardı. Nankörlük mânasına aldığımızda da, nimete
karşı daha önce nankörlük ettikleri, kadirşinas olmadıkları anlaşılacaktır.
3. Âyetin cezalandırmayla
ilgili son bölümünü dikkate alırsak, ikinci bölümündeki yekfuru kelimesine
inkâr mânasını vermek daha doğru olacaktır: "Kâinatta hiçbir kimseye
etmediğim azabı ona edeceğim". Bu cezalandırma tehdidi, öncelikle
caydırıcı bir nitelik taşımaktadır. İkinci olarak "Âlemlerden kimseye
vermediğim azabı ona veririm" kısmı da, cezada dünyevilik özelliğinin
olduğuna işaret etmektedir. Kalbindeki imanın tatmin noktasına ulaşması için
gökten sofranın inmesini isteyip, sonra da inkâra sapmak, cezanın en
şiddetlisini getirecektir.
Bu olguyu günümüze getirecek olursak şu neticeyi çıkarabiliriz: Allah'tan
Hz. îsâ'nın havârîlerine ve gelecek nesillere bayram ve bir âyet olacak olan
sofra, devam eden bir nimet lutfunu temsil etmektedir. Allah'ın verdiği nimete
karşı nankörlük etmenin çok ağır bir ceza ile cezalandırılacağını
hatırlatarak, günümüzün ve geleceğin insanlarını nankörlükten caydırmayı
amaçlamaktadır.
Genel mânada 112 ile 115. âyetler arasında bir değerlendirme yaparsak şu genellemeye varabiliriz: Ekonomik menfaatler, manevî (psikolojik) yapımıza etki edip madde mânaya dönüşmektedir. Bir bakıma "Gönlün yolu mideden geçmektedir" diyebiliriz. Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 60. âyetinde, kâfirlerin gönüllerinin İslâm'a ısındırılması için zekâtın verileceğine işaret edilmektedir.
Bu gerçekten hareket edersek, ekonomisi güçlü olan toplumların
kültürlerini yayma imkânına sahip olacağını söyleyebiliriz. Ekonomik menfaatler
kalpleri ısındırır, kaynaştırır ve iyiye yönlendirebilir. Uzun ve yorucu
faaliyetlerin yapamadığını, bazan bir ekonomik menfaat yapabilir.
Onun için siyasetle ekonomi, eğitimle ekonomi arasında sıkı bağı görmek
gerekiyor.[109]
116. Ve işte o zaman Allah; "Ey Meryem oğlu îsâ! Beni ve anamı,
Allah'tan başka iki tanrı edinin dedin mi?" diye sorduğu zaman îsâ,
"Hâşâ! Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz.
Bunu söylemiş olsaydım sen muhakkak bilirdin! Sen benim içimdeki her şeyi
bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen
yalnızca sensin!"
117. "Ben onlara, ancak
bana emrettiğini söyledim. "Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan
Allah'a kulluk ediniz" dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar
üzerinde kontrolcü idim. Beni vefat ettirince, artık onlar üzerinde
gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkı ile görensin.
118. "Eğer kendilerine azap
edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz
sen izzet ve hikmet sahibisin " dedi.
Bu âyetlerde hıristiyanların yaşadığı şirkin sebebini arama ve bunun
için yapılan sorgulama vardır.
1.
Üçlü ilâh sorgulaması.
Aslında burada üçlü ilâh anlayışının nereden kaynaklandığı ve bu anlayışta Hz.
îsâ'nın rolünün olup olmadığı araştırılmaktadır. Allah, îsâ ve Meryem
şeklindeki üçlü ilâh sisteminin oluşturduğu şirkin yanlışlığı gündeme
getirilmektedir.
Allah'tan başka iki ilâh daha ilâve edilmesinin Hz. îsâ'nın öğretisi
olup olmadığı kendisine sorulmaktadır. Bu sorunun ne zaman sorulduğu veya
sorulacağı önemlidir. Âyetin başında Allah'ın özne olduğu "kale"
fiiline, mazi kalıbından olmasına rağmen "dedi" yerine
"diyecek" mânası verilmelidir. Allah mahşer gününde bu sorunun kesin
olarak sorulacağını bildiği için mazi kalıbından getirmiştir.
Böyle bir mânayı vermekte delilimiz ne olabilir? Esas delilimiz, aynı
âyette geçen "Hem ben söyleseydim " ifadesindeki "kultü"nün
mâzî kalıbında gelmesidir. Ayrıca 117. âyetteki "içlerinde bulunduğum
müddetçe" ve "beni vefat ettirince " ifadeleri de bu sorunun
âhirette sorulacağının en bariz delilidir. Diğer taraftan müfessirler, mazi
kalıbından gelen bazı anlatımlara "gelecek" mânasının verilmesini
savunmaktadırlar. Bu âyet, Mâide sûresinin 73. âyetindeki "Allah, üçün
üçüncüsüdür" ifadesinin bir açıklaması mahiyetindedir. Çünkü "Üç
ilâh hangi varlıklardan oluşmaktadır?" sorusunun cevabını Mâide sûresinin
116. âyetinin birinci bölümü, Allah, îsâ ve Meryem olarak vermektedir.
2.
Hz. îsâ'nın cevabı. Yüce
Allah'ın sorduğu bu soruya Hz. îsâ şu şekilde cevap vermiştir:
a) "Hâşâ! Seni tenzih
ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz". Cevabın bu bölümünde,
söyleyeceği sözü söylemiş gibi gösterilmektedir. Ama bu sorgulamanın, hemen
ölümünden sonra sorulmuş olması da mümkündür. Burada önemli olan nokta, sübhân
kelimesinin kullanılarak Allah'ın tenzîh edilmesi, yani noksan sıfatlardan uzak
tutulmasıdır.
Diğer taraftan Hz. îsâ, hakkı olmayan şeyi söylemesini kendisine
yakıştıramamaktadır. Bu ifade bize şu şekilde yansımalıdır: İnsanlar konuştukları
sözlerin kendilerine yakışıp yakışmadığının bilincinde olmalı ve öyle konuşmaya
haklarının olup olmadığına bakmalıdırlar. Konuşulan sözlere hakkının olduğuna
ve kendisine yakıştığına bakmadan söylenenler, insan için problem
oluşturacaklardır. Hak ve yakışma, söz için en önemli sansür olmalıdır.
b) "Hem ben söyleseydim
sen onu bilirdin ". Sorgulamaya böyle cevap vermesi, insanlığa çok önemli
bir kanunu öğretmektedir. O da "Allah her şeyi bilir. Hiçbir şey O'nun
bilgisi dışında kalmaz" demektedir. Hz. îsâ soruyu cevaplandırırken, ilâhî
bilgiyi devreye sokmaktadır. Madem ki Allah her şeyi bilmektedir,
hıristiyanlara Allah'tan başka Hz. îsâ ile annesini tanrı edinmelerini kimin
söylediğini de bilmektedir. O zaman, sorulan sorunun bir imtihandan ibaret
olduğu ortaya çıkmaktadır.
c ) "Sen benim içimdekini
bilirsin, ben senin zâtında olanı bilmem". Cevabın üçüncü bölümünü Hz.
îsâ, "bilgi" ile "nefis" kavramlarına tahsis etmektedir.
Beşerî bilginin içe değil dışa, yani görüntüde kaldığını, ama ilâhî bilginin
içe nüfuz ettiğini öne sürmektedir. "Benim nefsim" ifadesindeki nefis
kelimesi, "iç" anlamına alınmalıdır. Ama dikkat edilirse Hz. îsâ,
Allah ile nefsi bir araya getirmiştir. "Ben senin nefsindekini
bilmem" demektedir. Nefis Allah'a izafe edildiği zaman, "zât"
mânasına gelmektedir. İnsanla ilgili olunca nefis kavramı pek çok anlama
gelmektedir. Allah insanın zâtını, içindekini, ama her şeyini bildiği halde,
insan Allah'ın zâtını bilmemektedir. Hz. îsâ bu ifadesiyle insanlara itikadî
bakımdan çok önemli bir bilgiyi öğreterek ders vermektedir.
d)
"Gizlilikleri eksiksiz
bilen yalnızca sensin ". Hz. îsâ'nın bu ifadesinde gayb kelimesi, çoğul
olarak guyûb kalıbında yer almaktadır. Allâm kelimesi, "eksiksiz",
yani "tamamen bilmek" anlamına geliyor. Guyûb kelimesini
"gizlilikler" anlamına alınca, "gizlilikleri tam anlamıyla
bilen" mânası çıkmaktadır. Hz. îsâ, bir gizlilikler âlemi olduğu ve bunun
tek bileninin de Allah olduğu dersini vermektedir.
Hz. îsâ'nın verdiği bu cevaplardan müslümanın konuşma âdabı
çıkmaktadır: Hakkı olmayanı, kendine yakışmayanı konuşmayacak, söylediği her
sözü Allah'ın bildiğinin şuurunda olacak, yüce Allah'ın kendi içindekini
bildiğini aklından çıkarmayacak, gizlilikleri tam anlamıyla bilenin sadece
Allah olduğunun inancında olacaktır.
e)
"Ben onlara, ancak bana
emrettiğini söyledim". Hz. îsâ, Mâide sûresinin 117. âyetinde de cevabına
devam etmektedir. "Bana ne emretti isen, onlara onu söyledim "
demesi din âlimlerine çok önemli bir ilkeyi öğretmektedir. Hz. îsâ gibi bir
peygamber, Allah'ın emrinden dışarı çıkmıyor, kendi görüşünü dine
karıştırmıyor, Allah ne emretti ise onu insanlara söylüyor, yani tebliğ ediyor.
Öyle ise din alimleri de Kur'ân'da Allah neyi emrediyorsa, onu insanlara
ulaştırmak ve öğretmelidirler. Din konusunda yapılan bütün tartışmalar,
bölünmeler, kavgalar hep bu ilkeyi yerine getirmemekten kaynaklanmaktadır.
f)
"Benim rabbim ve sizin de rabbiniz olan
Allah'a kulluk ediniz, dedim". 117. âyette verdiği cevabın ikinci bölümü
tevhîd inancı teşkil etmektedir. Demek ki Allah, Hz. îsâ'ya emrettiği ilk
söylev, Allah'ın bütün insanların yaratıcısı, besleyip büyütücüsü ve terbiye
edicisi olduğudur. Önce, "Allah'ın kendisinin rabbi olduğu"nu söylüyor,
böylece kendisinin rab edinilmesinin kapılarını kapatıyor. "Benim de
rabbim, sizin de rabbiniz " derken, rab sıfatını kullanmış olmaktadır.
Dikkat edilirse gerçek rabbin kim olduğunu açıklamaktadır.
Diğer taraftan kime kulluk edeceklerini de açıklamaktadır. Yaratan,
besleyip büyüten ve terbiye eden, yani doğru yolu gösteren Allah'a kulluk
etmelerini onlara öğretmektedir. Demek ki bir peygamber öncelikle şirkle
mücadele vererek, tevhîd inancını öğretecektir.
g)
İçlerinde bulunduğum
müddetçe yaptıklarına şahitlik ettim. Beni vefat ettirince, artık onlar
üzerinde gö'zetleyici yalnız sen oldun". Hz. îsâ bu cevabı ile, kendisi
hakkında çıkarılan ihtilâfları yakıp kül etmektedir. Müslümanların arasında
dolaşan anlayışa göre Hz. îsâ ölmedi, beden ve ruh ile Allah'a yükseldi.
Kıyamete yakın tekrar dünyaya dönecek, Hz. Muhammed'in dini olan İslâm'ı
yayacaktır. Bunun yanlış olduğu Âl-i îmrân sûresinin 55. âyetinde tartışıldı. O
âyette de "Ey îsâ! Seni vefat ettireceğim" demişti. Şimdi yorumunu
yaptığımız Mâide sûresinin 117. âyetinde de bizzat Hz. îsâ, Allah'a "Beni
vefat ettirdiğin zaman " demektedir. Demek ki Hz. îsâ eceliyle ölmüştür.
Nisa sûresinin 159. âyetinde belirtildiği gibi, Hz. îsâ öldürülmedi ve çarmıha
gerilmedi. Âl-i îmrân sûresinin 55. âyetine göre, vefat ettikten sonra Allah'a
yüceldi. Zaten Meryem sûresinin 33. âyetinde doğduğu, öldüğü ve dirileceği
günden bahsedilmektedir.
Hz. îsâ hayatta iken hıristiyanların inançlarını kontrol ediyordu. Hıristiyanlar
onun kendi döneminde üçlü Allah anlayışına sahip değillerdi. Demek ki üçlü
Allah anlayışına Hz. îsâ'dan sonra saptılar.
h) "Sen her şeyi hakkı
ile görensin". Hz. îsâ 116. âyetin sonunda Allah'ın bütün gizlilikleri
bildiğini, 117. âyetin sonunda da Allah'ın her şeye şahit olduğunu, yani her
şeyi gördüğünü açıklamaktadır. Bunun anlamı şudur: Kendisinin tanrı olmadığını
ve bu sebeple her şeyi murakabe edemeyeceğini, her şeye şahit olamayacağını,
ama Allah'ın her şeye şahit olacağını vurgulamaktadır. Her eyleminde Allah'ın
tam yeterlilikte olduğunu açıklayarak insanlığa ölümsüz ve kalıcı ilahiyat
kanunlarını öğretmektedir. Tevhîd inancına sahip bir insanın tek olan Allah'a
inandığını açıklayarak, O'na denk hiçbir varlığın olamayacağını
hatırlatmaktadır.
ı) Eğer kendilerine azap
edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz
sen izzet ve hikmet sahibisin, dedi". Hz. îsâ'ya 116. âyette sorulan
sorunun son cevabı, Mâide sûresinin 118. âyeti olmaktadır.
Bu âyetten hareketle şu soruyu sorabiliriz: Nisa sûresinin 48. âyetinde
belirtildiği gibi, şirk affedilmeyeceğine göre, Hz. îsâ'nın aftan bahsetmesi
ne anlama gelmektedir? Hz. îsâ'dan sonra üçlü ilâh anlayışına sapmaları,
şirktir ve bunun da affı yoktur. Hz. îsâ, Allah'a "Onlar senin
kullarındır" diyerek, onlara kendisine kul olmalarını söylemediğini
garanti altına almaktadır. "Onlar benim kullarım değil, senin kullarındır,
işledikleri şirkten dolayı cezalandırman konusundaki karar sana aittir"
demek istiyor.
Diğer taraftan Hz. îsâ, onların inançlarını değiştirme ihtimalini gündeme
getirerek, şirkten tevhîd inancına döndüklerinde, geçmişlerinin bağışlanmasını
Allah'tan istemektedir. Böylece azap etmek veya affetmenin Allah'ın irâdesine
bağlı olduğunu ve bunu izzet ve hakîm sıfatlarıyla yapacağını açıklamaktadır.
İnsan, gönlündeki şirki çıkarıp yerine tevhîd inancını koyunca, azap
affa dönüşmektedir. Gönül olumsuzdan olumluya geçince, ilâhî takdir de azaptan
affa doğru intikal etmektedir. Hz. îsâ bu cevabı ile, bu öğretiyi insanlara
miras olarak bırakmaktadır. Hz. îsâ'nın bu cevaplan, onun hadîsleridir. Bunlar
levh-i mahfuza çıkararak oradan bize âyet olarak inmiştir.[110]
119. (Bu konuşmadan sonra) Allah
şöyle buyuracaktır: "Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür.
Onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah
onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş
budur".
120. Göklerin, yerin ve
içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır. O her şeye hakkıyla kadirdir.
Hz. îsâ'dan alınan cevaptan sonra mahşer gününün tanımı yapılmakta ve
kimlerin kurtuluşa ereceği açıklanmaktadır.
1. Mahşer gününde doğruluk
fayda verecektir. Allah, âyetin birinci bölümünde "fayda" kavramına
yer vermekte, insanları bu kavramla motive etmektedir. İnsanoğlu dünyada
düşünce, inanç ve eylem bakımından âhirette fayda verecek olanı hayata
geçirmeli ve planlamalıdır.
Yüce Allah mahşerde özü sözü bir olmanın fayda vereceğini beyan
etmekle, sadâkatin önde gelen ahlâkî ve dinî bir değer olduğunu vurgulamaktadır.
Sadâkat, hakikatin arkasında durmak, özü sözü doğru olmak, çifte standartlı
olmamayı ifade etmektedir. Başka bir ifade ile, gönlünde tevhîd inancına sahip
olan, ağzıyla bunu ifade eden ve bunun arkasında duran insan fayda görecektir.
2.
Göreceği fayda nedir? Bu soruya Allah
yukarıdaki âyette iki madde ile cevap vermektedir.
a)
"İçinde ebedî kalacakları, zemininden
ırmaklar akan cennetler vardır".
b)
"Allah onlardan razı olacak, onlar da
Allah'tan razı olacaklardır".
Cennet ve Allah'ın rızâsını kazanmak, sadâkatin mahşerde temin ettiği
fayda olacaktır. Âyetin başında fayda olarak nitelendirilen ödül, âyetin
sonunda büyük kurtuluş ve kazanç adını almaktadır.
3.
Böyle bir ödülü kim
verebilir? Allah bunun cevabını da 120. âyette vermektedir: Kâinatın iktidarı
ve mülkiyeti kendisine ait olan ve her şeye gücü yeten Allah, böyle ödülü
verecektir. Çünkü beşerî düşüncelerin cennet ve cehennemi olamaz, çünkü onlar
bir âhiret hayatına sahip değillerdir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mâide
sûresinin 119. âyetinde yer alan sadâkat kavramını, Mâide sûresinin 1. âyetiyle
ilişkilendirebiliriz. Orada "Akidlerinizi yerine getiriniz"
buyurulmuştu. Ahde vefa ve sözünde durmak gibi erdemler mahşerde fayda
verecektir. Bunlar sadece âhireti değil dünyayı da cennete çevirecektir.[111]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/453-454.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/455-459.
[3] Nesâî, "Hac",
katli'l-hayye; yılanda zikredilmektedir.
[4] a.g.e., s. 183, dipnot 6.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/459-465.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/465-469.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/469-471.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/471-475.
[9] Taberî, 6/80-82.
[10] Buhârî, "Vudû"',
48; Ebû Dâvûd, "Taharet", 61; Tirmizî, "Taharet", 74-75;
İbn Mâce, "Taharet", 88.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/475-479.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/480-483.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/483-486.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/486-487.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/488-489.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/489-491.
[17] The Torah, Amerika 1978, s.
241.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/492-496.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/496-501.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/501-504.
[21] Zemahşerî nur ile kitabı
Kur'an; Beyzâvî, Hâzin, Nesefî ve İbn Abbas "nur"u Hz. Muhammed; Râzî
de her ikisine yorumlamaktadır.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/504-508.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/508-510.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/511-513.
[25] Buhârî, "Enbiyâ",
48; Müslim, "Fezâil", 143.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/514-517.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/517-519.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/519-520
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/521-522.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/522-523.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/523-524.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/524-526.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/527-532.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/533-536.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/536-539.
[36] Buhârî, "Ezan", 8;
Tirmizî, "Salât", 43; Nesâî, "Ezan", 38.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/539-542.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/17-19.
[39] Süyûtî, Dürru'l-mensûr,
VI,420; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, Hadîs no: 16682.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/19-26.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/26-30.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/30-33.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/33-34.
[44] Süleyman Ateş, age, 11,533.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/34-40.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/40-44.
[47] Zemahşerî, age, I, 618.
[48] Bu konuda bk. Muhammed
Abduh, Menâr, VI, 410.
[49] bk. Müslim,
"Mesâcid", 132.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/44-55.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/55-57.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/57-62.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/62-63.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/63-67.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/67-69.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/69-71.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/71-72.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/72-74.
[59] Muhammed Abduh, Menâr,
VI,440'dan naklen bk. Kur'ân Mesajı, s.204 dn.77.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/74-77.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/77-78.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/78-80.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/80-81.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/81-89.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/89-94.
[66] Buharı, "Temenni",
;4, "Cihâd", 70.
[67] Buhârî, "İlim",
30, 37; "Zekât", 31; "Hac", 132; Müslim, "İman",
278.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/94-97.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/97-99.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/99-105.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/105-114.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/114-122.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/122-123.
[74] bk. Râzî, age,
IX,
186;
A. Yusuf Ali, The Holy Quran text, translation and commentary, America 1983,
s.268dn.79O.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/123-131.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/131-132.
[77] Buhârî, "Nikâh",
1; Müslim, "Nikâh", 5; Nesâî, "Nikâh", 4.
[78] Buhârî, "Nikâh",
1; Müslim, "Nikâh", 5.
[79] Müslim, "Nikâh",
7.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/132-138.
[81] Ebû Dâvûd,
"Eymân", 12, 18.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/138-143.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/144-149.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/150-152.
[85] İbn Hanbel, Müsned, 3/389.
[86] Râzî, age, IX,232.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/152-160.
[88] age, IX,238.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/160-164.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/164-165.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/165-169.
[92] Buhârî, "Tefsir,
Tefsîrü'1-Mâ-ide".
[93] Buhârî, "Mevâkıt",
11; Müslim, "İman", 7.
[94] İbn Mâce,
"Et'ime", 60.
[95] Tirmizî, "Libâs",
6.
[96] Buhârî, "Mevâkıt",
11.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/169-174.
[98] Birinci paragraf Süleyman
Ateş'ten, ikinci paragraf da Râzî'den alınmıştır. Râzî, Ubeyde ve Zeccâc-dan
nakletmektedir. İki paragrafta zıtlık görülmektedir. Burada Râzî'nin naklettiği
görüşü benimsediğimizi söylemekte yarar vardır.
[99] Buhârî, "Tefsîr"
Sûre; Müslim, "Cennet", 51; bu hadîste sâibe geleneği, Araplar
arasında ilk koyanın Amr ibn Amr el-Huzâ olduğu söylenmekte ve onun, bunun
cezasını çektiği beyan edilmektedir.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/174-177.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/178-179.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/180-182.
[103] Tirmizî, Tefsîru sûre, 5.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/182-190.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/190-192.
[106] Bu konuda bk. Menâr,
VII,
250;
Râzî, age, IX,284-285 ve Muhammed Esed, age, s.219.
[107] Râzî, IX,286.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/192-205.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/205-207.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/207-212.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/212-214.