MÂİDE SÛRESİ 3

Akdin Yerine Getirilmesi: 3

Akd Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 3

Takva Üzere Kurumlaşma: 5

Şeair Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 5

Haram Yiyecekler: 7

Helâl Yiyecekler: 8

Temiz Olan Her Şey Helâl: 9

Abdest ve Namaz: 10

Nimetler ve Ahde Vefa: 12

Kin - Adalet İlişkisi: 13

İman ve Salih Amele Ödül: 14

İnkâr Edenlere Cehennem: 15

Nimeti Hatırlamak: 15

Beseta Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 16

Allah'ın İsrâiloğulları ile Yaptığı Antlaşma: 16

Antlaşmayı Bozmanın Cezası: 18

Hıristiyanların Sözlerinde Durmamaları: 20

Kitap Ehli, Hz. Muhammed ve Kur'an: 21

İsa Mesih İnancı ve Küfür: 22

Yahudi ve Hıristiyanların Müşterek Yanlışları: 23

Peygamberlikte Fetret Dönemi: 24

Nimetin Şükrü: 25

Başkalarım Gözünde Büyütme ve Başaramama Duygusu: 26

Seçkinlerin Görevleri: 27

Korku ve Oturma Eylemi: 27

Liderin Toplumuna Hâkim Olamaması Karşısında Durumu: 27

Hz. Musa'sını Duasına cevap: 28

Kıskançlık ve Hasedin Kötü Sonuçlan: 29

Bir Kişiyi Öldürmek Bütün İnsanlığı Öldürmektir: 31

Allah'a, Peygamberine ve İnsanlığa Uzanan Eller: 32

İnananların Kurtuluşu: 33

İnkar Ve Değerler: 34

Hırsızlığın Cezası: 35

Münafıkların İnanç Ve Davranış Biçimleri: 37

Hüküm Verirken Âdil Olmak: 38

Hukukî Davranışlar Ve İman: 39

Allah'ın Ayetleri: 40

Hz. Isa Ve İncil: 41

Hz. Muhammed Ve Kur'an'ın Görevi: 43

Cahılıye Kanununa Uymak: 46

Dost Edinmek: 47

Yahudileri Ve Hırıstıyanları Dost Edinmek: 49

Dinden Dönmek Ve Siyasî Erkte Değişme: 49

Müslümanın Dostu Kimdir?. 50

Din Ciddiyet İster: 51

İbadet Ciddiyet İster: 52

Hoşlanmama İle İman Bir Arada Olmaz: 52

Kotu Bir Durum: 53

Münafıkların  Durumu: 54

Kötülükte Yarışanlar: 54

Suç Kimde?. 55

Savaş Ateşi: 55

Çare Nedir?. 58

Peygamberin Görevi: 59

Kitap Ehli Ve İnkar: 60

Nefsin Tepkisi: 61

Küfre Düşmek Nasıl Olur?. 63

Dinde Haddi Aşmak: 66

Sebeplerden Bir Sebep: 68

Dost Ve Düşman Kimdir?. 69

İnkarcı Ve Yalancıların Durumu: 71

Müslümanlara Getirilen İki Yasak: 72

Yeminin Kefareti: 74

İçki, Kumar, Dikili Taşlar Ve Fal Okları: 76

İman, Takva Ve İyi Amel: 78

Avlanma Hukuku Ve İlahı Sınav: 79

Kabe Nedir?. 81

Elçinin Görevi Ve Allah'ın Bilmesi: 82

Temiz İle Temiz Olmayanın Karşılaştırılması: 83

Soru Sorma Metodu: 84

Allah'a İftira Etmek: 86

Taklit: 87

Müslümanın Doğru Yolda Olması: 88

Miras  Hukuku: 89

Peygamberleri Sorgulamak: 91

Peygamberlere Verilen Nimetler: 92

Sofra Duasına Karşı Allah'ın Cevabı: 96

Allah Hz. İsa'yı Sorguluyor: 97

Cennetlik Olmak: 98


 

MÂİDE SÛRESİ

 

Medine döneminde, yani hicretten sonra nazil olmuştur. Bakara, Âl-i fmrân ve Nieâ sûrelerinin devamı mahiyetindedir. Müfessirier Veda bacan­dan hemen önce inen en son sûrelerden biri oldu­ğu konusunda müttefiktirler.

Fatiha sûresi hamd, Bakara sûresi kitap, Âl-i tmrân sûresi tevhid, Nisa sûresi insanın yaratılışı, Mâide sûresi de akid konularıyla başlamaktadır. Akidle başlaması itibariyle, Bakara sûresinin 2 7, 83,84,235,237; Al-i tmrân sûresinin 76-77 ve 187; Nisa sûresinin 33. âyetlerinin bir devamı du­rumundadır. Haram aylardan, Beytülharam, Mes-cid-i Haram kavramlanndan bahsetmekle der Ba­kara sûresi 144, 150,196-200 âyetlerinin deva­mı gibidir. Abdest ve namaz meselelerim ele alma konusunda da Bakara sûresinin 3. âyetinin bir açılımı mahiyetindedir.

Hakkı ayakta tutma, adaletle şahitlik etme ko­nusunu gündeme getirmekle Nisa sûresinin 135. âyetinin başka bir açıdan yorumunu yapmaktadır.

Yahudilerin Tevrat'a, hıristiyanlann tndl'e, Hz. Musa ile Hz. İsa'ya karşı takındıkları tavır ve yap­tıkları müdahaleleri ele almakla da Bakara, Al-i îmrân ve Nisa sûrelerinin devamı durumundadır. Yemin konusunu ele almakla Bakara sûresinin 224-225. âyetlerinin açıklamasını yapmaktadır.

Mâide sûresinin merkezî konusunu teşkil eden husus, onun 3. âyetindeki dinin tamamlandığını ifade eden ve insanlık için İslâm'ın din olarak se­çilmesini ilân eden hükmüdür. Bu açıklamanın da Âl-i İmrân sûresinin 19. âyetiyle alâkası vardır ve onun bir açılımı drumundadır.

Ayet sayısı 120'dir. [1]

 

Akdin Yerine Getirilmesi:

 

1. Ey iman edenler] Antlaşmalarınıza sâdık olunuz. Si­ze (haram oldukları) okunacak olanların dışında kalan hay­vanlar sizin için helâl kılındı. Yalnız ihramda iken avı helâl saymamak şartıyla! Allah istediği hükmü verir.

 Antlaşmalarınıza sadık olunuz ifadesinde yer alan akd kavramı'"sıvının katılaşması; ipi düğümlemek; satışı neticelendirip bağlamak, sağlamlaştırmak; hesap etmek, kefil olmak; kemer yapmak; çiçeğin yemişe dönüşmesi"; kalp ile kullanılınca "bağlamak"; akade kalıbından alınınca "sözleşme yapmak, antlaşmak", i'tekade kalıbından "inanmak, tasdik etmek" mânalarına gelmektedir.

 

Akd Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

1) Ahidleşme. Nisa sûresinin 33. âyetine göre "Allah herkes için, bir şeyler bırakacağı mirasçılar tayin etmiştir. Anne babal yakın akrabalar ve kendisiyle ahidleştiğiniz kimseler..." Bu âyette geçen Yemin­lerinizin bağladığı kimseler ifadesinde akid kavramı fiil halinde, "bağlamak" mânasına gelmektedir.

2) Evlilik bağı. Bakara sûresinin, âtinde ukde calıbında  ânasına gelmektedir. Emredi"evlilik bağı" mânasına len bekleme süresi sona ermeden önce evlilik Dağını kurmaya çalışmayınız.

3) Kekemelik. Hz. Musa'nın konuşmasındaki peltekliği ifade ederken bu kavrama Tâhâ sûresinin 27. âyetinde yer verilmektedir. Dilimdeki kekemeliği (düğümü) çöz.

4) Düğüm. Allah çeşitli kötülüklerden kendine sığınılmasını istediği şeylerden biri de Felâk sûresinin 4. âyetinde yer almaktadır: Düğümlere üfüren üfürükçülerin şerrinden.

"Antlaşma, evlilik bağı, kekemelik, düğüm" anlamlarıyla bu kavram Kur'an'da önemli bir yer işgal etmektedir. Bunun eş anlamlısı ahd ve mîsak kelimeleridir. Bunları bir araya getirince şu tablo karşımıza çıkmaktadır. Üç çeşit antlaşma vardır: Kulun Allah'ı; kulun kendi ruhu ve kulun kul ile yaptığı antlaşmalar.

1. Akid kavramının "insanın insanla yaptığı antlaşmalar" anlamında kullanıldığına Kur'an'da şahit oluyoruz. Mâide sûresinin 1 ve diğer âyetlerinde bu anlamda kullanılmaktadır. Mîsak kavramı da meselâ Ra'd sûresinin 20. âyetinde insanın insanla antlaşmasını ifade etmektedir. Bakara sûresinin 177. âyetinde de ahid kavramı insanın insanla olan antlaşmasını ifade etmek­tedir.

2. Mîsak Alladın kulu ile olan antlaşması için de kullanılmaktadır: Vaktiyle İsrâiloğulları'ndan söz almıştık (Bakara 2/83). Bu mânada Kur'an'ın pek çok âyetinde yer almaktadır. Ahid^kavramı da Allah ile kul arasındaki antlaşmayı ifade etmektedit. Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler (Ra'd 13/20). Ahd ile akd arasındaki temel fark şudur: Ahid geçmişte Allah ile yapılan bir antlaşma iken, akid şu an ve gelecek için yapılan bir beşerî antlaşmadır. Meselâ elest bezminde Allah ile yapılan antlaşma ahiddir, akid değildir. A'râf sûresinin 172. âyetinde anlatıldığı gibi, anne karamda yaratılan her çocuğun ruhuna "Ben senin rabbin değil miyim" sorusu sorularak, "Evet sen benim rabbimsin" cevabı alınmaktadır. Allah ile yapılan ahd budur. Dünyaya geldikten sonra Allah'a iman eden in­san ahdini yerine getirmiş olmaktadır, inanmayan da ahdini bozmaktadır.

3. Bir de insanın kendi ruhu ile yapmış olduğu antlaşma vardır: "Fakat Allah kalplerinizin akdettiği yeminler yüzünden sizi hesaba çeker" (Mâide 5/ 89). Bu âyette kalp yer almamasına rağmen mealinde kalbi koymamızın se­bebi, Bakara sûresinin 225. âyetidir: "Allah düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin kazandığından sorumlu tutacaktır." Kalbin de yaptığı antlaşmalar vardır, işte biz buna insanın kendi ruhuyla yaptığı antlaşma diyoruz. Demek ki akid kavramı kalbin yapmış olduğu gönül antlaşması için kullanılmaktadır.

Âyetin birinci bölümünde yer alan" Akidlerinizi yerine getiriniz" bölümü Sâf sûresinin 2. âyetinde yer alan, "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" Yapacağım dediğiniz bir şey aslında bir akiddir. Kendi­nize veya başkalarına vermiş olduğunuz bir sözdür. "Şu işim olursa şunu ya­pacağım" demek de kendinizle bir sözleşme yapmaktır.

Buradaki akd nezr mânasına alınabilir. İnşân sûresinin 7. âyeti şöyledir:

O kullar Şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Buradaki nezir "verilen söz" anlamındadır. Verilen söz de antlaşma demektir. Nezir kelimesinin yer aldığı bu âyetle önceki ve sonraki âyetler arasında bağlantı kurunca, kendi ruhuna ve sosyal ilişkilere karşı aldığı yükümlülükleri ifade ettiği anlaşılacaktır.

Demek ki akid, ahid, mîsak ve nezir kavramlarının ortaklaşa mânası "yükümlülük"tür. İnsanlar akdederken, ahdederken, mîsak yaparken ve nez-rederken çeşitli ilişkileri açısından üzerlerine yükümlülükler almaktadırlar. Ama yukarıda yer alan bu kavramlar Kur'an'da yer aldıkları şekilleriyle bu yükümlülükleri hukuk haline getirmektedirler. Akidlere riayet edilmeyen bir yerde ne hukuk vardır ne de devlet. Devlet bir toplumsal sözleşmedir, başka bir ifade ile toplumdaki fertlerin yükümlülüğüdür. Devlet, toplumdaki fertlerin akidleşmeleri neticesinde teşekkül ederken, devlet hayatiyetini de hukuk denen akidleşmelerle sürdürür. Başka bir ifade ile devlet akidle doğar; akidle hayatını sürdürür.

Devletlerarası ilişkilerde hukukî boyut akidlerle sürdürülmektedir. Akid denen hukukî, sosyal, siyasî yükümlülüklerin yerine getirilmesi Mâide sûresinin 1. âyetinde hükme bağlanmaktadır. Modern devlet halka karşı olan yükümlü­lüklerini yerine getiren ve bunu bir sisteme bağlayan devlettir. Medenî toplum da devlete karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmeyi ahlâk haline getiren toplumdur. Nisa sûresinin 59. âyeti bu yükümlülüklerden birini itaat olarak tesbit etmektedir. Kur'an akid kavramını en basit bir söz vermeden, yani "Şu işim olursa bir kurban keseceğim" adağından başlatarak toplumsal sözleşmeye, yazılı antlaşmaya ve devletlerarası ilişkilere kadar uzatmaktadır.

Size haram oIdukları okunacak olanların dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı.

Yalnız ihramda iken avı helâl saymamak şartıyla!   Âyetin bu kısmından çıkaracağımız ilkeler vardır.

a) Avlanma yasağı. Allah "avlanma yasağı"nı yazılı hukuk olarak ilk defa Tevrat'ta İsrâiloğullan'na tatbik etmiştir. Ondan önce Hz. Âdem'e ağaca yaklaşmaması, Semûd kavmine deveyi kesmemeleri şeklinde bitki ve hayvanlar âlemine karşı ilişkiler konusunda yasaklar koymuştu.

Bakara sûresinin 65. âyetinde sebt (avlanma yasağı) gününün konduğu­nu açıklamıştık. Avlanma yasağı Kur'an'da da yer almıştır. İhramda iken müslümanlann avlanması yasaklanmaktadır. İhram "yasaklı" anlamına gel­mektedir. Hac ibadeti esnasında insan ihrama girer, ihrama giriş onun bazı şeyleri yapmasına yasak getirmektedir. Onun için siz yasaklı iken şeklinde tercüme ediyoruz.

Furkan sûresinin 68. âyetine göre "Haksız yere bir cana kıymama" hükmünden hareket edersek yasaklılığın, ihtiyaçla ve hakla ilgili olduğu anlaşı­lacaktır. İhramlı iken avlanma yasağını getirmek, avlanma ile ilgili eğitimin

riyle insanın ihtiyacma göre genelleştirilmesi ve avlanma hukukuna dönüştü­rülmesinin eğitimini vermektedir. İhtiyacı olmadan bir ağacı kesmek haram­dır. Körpe balıklan zamansız avlamak da haramdır.

b) Ot ile beslenen hayvanlar. Mâide sûresinin ilerideki âyetlerinde eti yenmeyecek hayvanlar tesbit edilmektedir. Ama 1. âyetteki en'âm kelimesi "ot ile beslenen inek ve koyun cinsinden olan hayvanlar" mânasına gelmekte­dir. Bunlar otla beslendiğinden geviş getirirler, iki tırnaklıdırlar. Böylece Kur­an eti yenebilecek ve yenmeyecek hayvanlarla ilgili bir ayırım yapmakta ve hükmünü koymaktadır. Bu hükümler de insanla hayvanlar arasındaki ilişkiyi belirlemektedir. Genelde hükümlerin, hayvanın tabiatına göre tesbit edildiğini görüyoruz. En'âm denen inek ve koyun cinsinden, ot obur, geviş getiren ve iki tırnaklı hayvanlar kavramı helâl kılınmakta ve helâl kılmışın asıl sebebi hayvanın durumundan kaynaklanmaktadır.

Hüküm Allah'ın iradesine göredir. Mâide sûresinin 1. âyetinin sonu hükümle irade (istek) arasında bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. Allah iradesinin gereğini emretmektedir, yani hükme bağlamaktadır. İlâhî hükmün altında ilâhî irade yatmaktadır.

İlâhî iradede hata olmayacağı için hükmünde de hata olmaz. İlâhî ira­de mutlak iradedir, yani tarafsız ve yanılgısızdır. Beşeri irade mutlak olmadığı için, taraflı ve yanılgıya açıktır. Onun için beşerî hukuk beşerin iradesine, yani isteğine göre konmamaktadır. Hata ihtimali olan beşerî irade hukuku da yanıltabilir. Beşerî hukuk, ilmin ve ortak akim verilerine göre yapılmalıdır. "Ortak akıl" kavramından şunu kastediyoruz. Hukukta ferdî aklın değil toplu­mun ortak aklının kaynaklık etmesi önemlidir.

Beşerî iradeye nefis karışabilir, duygu âleminden sızıntılar olabilir. Bu ihtimaller beşerî iradeyi tarafgir davranmaya, ihtiyaçtan iyi tesbit edememe­ye, menfaate yönelteceği için hukukun tabanım oluşturmakta mahzurlu olabi­lir. Nefsin ve duyguların sızıp karıştırdığı iradeden objektif hukuk çıkartılamaz. Onun için Allah ne murat ediyorsa hükmünü ona göre verdiğini söyleyerek hükmün kaynağını göstermiştir. [2]

 

Takva Üzere Kurumlaşma:

 

2. Ey iman edenler! Ne Allah'ın işaretlerine, ne haram aya, ne kurbana, ne gerdanlıktıkurban)lara* ne derablerinin

ediniz. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mes-cid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevketmesin. iyilik ve takva üzerinden yardımlasınız, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayınız, Allah'tan korkunuz.. Çünkü Allah'ın azabı şid­detlidir.

Âyetin analizinden orada bazı yasak ve emirlerin yer aldığı ortaya çıkacaktır:

1. Ey iman edenler! Allah'ın işaretlerine say­gısızlık etmeyiniz. Âyetin bu bölümünde şe'âirillâh kavramı yer almaktadır. Kelimenin aslı "hissetmek, bilmek, şiir söylemek" mânalarına gelen şeareden ya da "saçı çok uzun olmak, kıllanmak, birine bir şey bildirip uyandırmak" anlamına gelen şe'ireden türemiştir.

 

Şeair Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Farkına varmak. "Kendilerine bir mucize gelirse mutlaka inanacakla­rına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?"

2) Kıl. Nahl sûresinin 80. âyetinde şa'rin çoğulu olan eş'ar kalıbında gelmekte ve "kıl" mânasını ifade etmektedir. "Yünlerinden, yapağılarından, ve kıllarından bir süreye kadar (faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi."

3) Şiir. Yâsîn sûresinin 69. âyetinde şi'r kalıbında gelmiştir. "Biz ona şiir öğretmedik." Enbiyâ sûresinin 5. âyetinde şâ'ir kalıbında "şiir söyleyen" anlamında yer almaktadır.

4) Yıldızın adı. Necm sûresinin 49. âyetinde şi'ra kalıbında, "yıldızın ismi" olmaktadır. "Doğrusu şi'ra yıldızının rabbi de O'dur."

5) Nişan. Bu mânada âyetlerde şe'âir kalıbında çoğul olarak yer alır. Yerine göre "hüküm", yerine göre "nişan, simge ve sembol" mânalarına gel­mektedir. Meselâ Hac sûresinin 32. Jvetindeki şe'âir kelimesi "hükümler" mâ­nasına gelmektedir. Her kim Allah'a say­gı gösterirse! Buradaki şe'âirallah "Allah'ın hükümleri", yani haccın yapıl­masındaki farzlara, Safa ile Merve nişanlarım da içine almak şartıyla yerine getirip saygı duyanlar anlamını ifade etmektedir.

Diğer taraftan kurbanlık develerin de şe'âirallah olduğu ifade edilmek­tedir: "Biz, büyükbaş hayvanları da sizin için Allah'ın nişanlarından kıldık" (Hac 22/36). Buradaki "nişan, simge" demektir. Üzerinde AUah"n ismini anılıp ibadet yapılacak olan büyükbaş hayvanların simgesel anlamı olmaktadır. Bakara sûresinin 158. âyetinde Mekke'nin hemen yanında olan Safa ile Merve tepeleri de Allah'ın nişanlarıdır.

Kısaca diyebiliriz ki, şe'âirallah haccın ifa edilmesinde yapılması gere­ken zorunlu kurallar, biçimsel hareketlerin tamamı yani ilâhî hükümleri ifade ettiği gibi, kurban edilecek büyükbaş hayvanlar ve Safa ile Merve gibi mekânlar da bu kavramın nişan ve sembol mânasının kapsamına girmektedir.

Mâide sûresinin 2. âyetinde hem Allah'ın hükümleri hem de Allah'ın nişanlan mânasına gelmektedir. Âyetin bu bölümündeki lâ tuhillû emri "saygısızlık etmeyiniz" anlamına gelmektedir. "İnsan Allah'ın nesine saygısızlık eder" sorusu cevaplandırılınca şe'âirallahın ne anlama geldiği daha net bir şekilde ortaya çıkar. Hac sûresinin 30. âyetinde hurumâtillâh şeklinde geçen kavramla şe'âirallahı mânalandırabiliriz. Hurumâtillâh "Allah'ın emir ve yasaklan" anlamına gelmektedir. Hac ve kurban ibadeti için koyduğu emir ve yasaklarla saygı duyulmasını emrettiği sembolleri kapsamına almak­tadır.

Âyetteki akidler kavramını nezirler olarak mânalandınrsak, şu hadisten hangi konuda nezir yapılmayacağını anlamış oluruz: "Allah'a karşı günah iş­lenecek bir konuda nezir yapılamaz."

2. Haram aya saygısızlık etmeyiniz. Haram ay kavra­mı Bakara sûresinin 194. âyetinde açıklandı. Saldırmazlık örfünün, veya paktının geçerli olduğu ay demekti. Mâide sûresinin 2. âyetinde "hac ayı" anlamına gelmektedir. Hac ayı da saldırmazlık örfüne dahil olan bir aydır. Haram aya, yani hac ayına saygısızlık etmeyiniz hükmünü iki şekilde yo­rumlamak mümkündür: Birisi hac ibadetine saygısızlık yapılmaması, hac anında yapılmaması gereken şeylere saygı duymak, yapılması gereken şeyleri de çiğnememek demektir. İkincisi de hac mevsiminde savaş yapılmaması için yapılan antlaşmaya sadık kalmak, ona saygı göstermektir.

3. Kurbana ve gerdanlıklara saygısızlık etmeyiniz. Bu kısımda geçen hedy kelimesi "Allah'a yaklaşmak üzere Kabe'de kesilmesi adanan hayvan"a denmektedir. Mâide sûresinin 95. âyetinde Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere ifadesi yer almaktadır. Demek ki hac mevsiminde kurban edilmek üzere Kabe'ye ulaşmakta olan kurbanlık inek ve davar cinsinden hayvanlara da saygısızlık edilmesini yasaklamaktadır. Bu saygısızlık ne anlama gelmektedir? Sorunun cevabı Feth sûresinin 25. âyetindedir: "Bekletilen kurbanlann yerlerine ulaşmasını engellerdi." Demek Allah kurbanlık hayvanların mahalline ulaşmasını engellemenin kurbana saygısızlık olacağını beyan etmekte ve bunu yasaklamaktadır.

Aynı kısımda "süslenmiş kurbanlık" demek olan gerdanlıklara da saygı duyulmasını istenmektedir. Deve ve diğer kurbanlıkların bağlanan şeye kalâid denmektedir. Hayvanın kurban olacağına dair boynuna takılan bir işarettir. Âyette geçen kalâid sadece kurbanlık hayvanlar için boyunlara takılan işaret anlamına gelmiyor. Hac için geldiklerini bildirmek üzere kendilerini saldırıdan korumak üzere hacılar boyunlarına ağaç kabuğu parçaları takarlardı. Bu işareti taşıyanlara saygısızlık edilmesini yasaklamaktadır.

4. Rablcrinin lütuf ve rızâ­sını isteyerek Beytülharam'a koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayınız. Âyetin bu kısmından ve bundan evvelki "Süslü kurbanlara hürmetsizlik etmeyiniz" hükmünden şu neticeyi çıkarıyoruz: Allah ibadet özgürlüğünü in­san haklarına dahil etmektedir. İbadet özgürlüğü ortadan kaldırılamaz. Herkes kendi ibadetini hac gibi toplu halde ve ferdî olarak yapma özgürlüğüne sahip olduğunu insanlık için tesbit etmekte ve hükme bağlamaktadır. İnsan hakları evrensel beyannâmesinde ve ona uyarlanan anayasalardaki ibadet özgürlüğü kavramını ilk önce ele alan Kur'an'dır.

Diğer taraftan hac ibadetinin hangi niyetle yapılacağım da tesbit etmek­tedir. Allah'ın lutfunu ve rızâsını kazanmak niyet ve amacıyla hacca gidilmesi­ni ve ibadetinin yapılmasını da hükme bağlamaktadır.

5. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Âyetin bu kısmı, 1. âyetteki "Siz ihramlı olduğunuz halde, avlanmayı helâl saymamak şartıyla" ifadeye bağlıdır. Avlanmanın yasak olduğu zaman ortadan kalkınca, 2. âyet avlanmaya müsaade vermektedir. Bunun bir benzeri de cuma namazı anında işlerin bırakılması, cuma namazından sonra işe dönülmeye müsaade edilmesidir. Cum'a sûresinin 10. âyetindeki bu düzenleme, Mâide sûresinin 2. âyetinde hac için yapılmaktadır.

Bundan şu üç neticeyi çıkarıyoruz: Av yasaklan kısa dönem ve mev­simler müddetince olacaktır. Ama nesli tükenmek üzere olan hayvanları avlama yasağı uzun süre de devam edebilir. İhramlı iken avlanmak haramdır ama tehlikeli hayvanlar öldürülebilir. Hz. Peygamber bunları şu şekilde say­maktadır: "Beş havyan vardır ki bunları öldürene günah yoktur: Alaca karga, çaylak, fare, akrep ve insana saldıran köpek."[3]

Bunun anlamı şudur: İnsanlar akrep, yılan ve fare gibi hayvanları avlamaya çıkmaz. Bunlar av hayvanı değillerdir. Bunlar tehlikeli havyan ol­dukları için öldürülürler.

6. Mescidi Haramdan alıkoyduklarından dolayf bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevketmesin! Müfessirler, burada Hz. Peygamber'in hacca gitmesini engelle­yen müşriklere karşı takınılacak bir tavır olarak hüküm konduğu kanaatinde-dirler. Hüdeybiye Antlaşması ile sonuçlanan olaylara işaret edildiğini söyle­yenler de vardır.

Muhammed Esed müfessirlerin gösterdikleri bu tarihî olgunun âyet için bir temel teşkil ettiğini kabul etmiyor ve şöyle diyor. "Bu sûrenin nüzulü esnasında Mekke zaten müslümanlann eline geçmişti, dolayısıyla müslüman-lann, o zamana kadar hemen hemen tamamı İslâm'ı kabul etmiş olan Kureyş-liler tarafından engellenmeleri diye bir sorun yoktu. Bu sebeple yukarıdaki emrin tarihî bir olayla sınırlandınlamayacağı, ama zamana bağlı olmayan, genel bir muhteva taşıdığı sonucuna varıyoruz, başka bir deyişle onun mü­minleri Mescid-i Haram'la sembolize edilen dinî görevlerini ifa etmekten -fiziksel veya mecazi anlamda- alıkoyan ve böylece onları inançlarından kop­maya zorlayan herkese işaret ettiği neticesini çıkarıyoruz."[4].

Klasik müfessirler ile Muhammed Esed'in arasında orta bir yolu izle­mek en doğrusu olacaktır. Hz. Peygamberi ve ashabını hac ibadetini yapma­larını engellemelerinden dolayı, müslümanlann içinde onlara karşı bir kin doğmuş ve bunu senelerce saklamış olabilirler. Sonra da bu kine göre onlara tavır takınabilirlerdi. Bu tarihî olguyu kabul etmekle beraber, âyetin zamanla sınırlanması doğru değildir diyerek Muhammed Esed'i haklı görebiliriz. Âyet kıyamete kadar baki kalacağına göre, zaman içinde bu engellemelerin olabile­ceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor. Bir defa engellendi, bir daha engelleme olmayacak diyemeyiz.

Mescid-i Haram sadece bir ibadet yeri değil aynı zamanda bir eğitim kurumudur. Mescid-i Haram'dan alıkoymak, aynı zamanda eğitim özgürlü­ğünü engellemek olmuştur; olmakta ve olacaktır.

İbadet ve eğitim özgürlüğünü engellemek insanlarda kin yaratır. Ama Allah bu kinin, karşı tarafa saldırıya yol açmamasını hükme bağlamaktadır. Buradan aktaracağımız başka bir husus da şudur: Müslüman kin ile hareket etmez ve etmemelidir. Müslüman kendi ibadet ve eğitim özgürlüğünü kısıtla­yan ve onları yapmaktan alıkoyan insanlara nasıl davranacaktır? Bu sorunun cevabım âyetin devamı ve Fussılet sûresinin 34 ve Ra'd sûresinin 22. Âyetleri vermektedir. "(Mademki) iyilikle kötülük bir değildir; sen kötülüğü daha güzel olan ile sav; bak o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse sıcak bir dostun gibi olacaktır" (Fussılet 41/34).

Kötülüğün düşmanı iyiliktir. O zaman müslüman kötülükle mücadeleyi iyiyi yanma alarak yapacaktır. "Müslümanlar kötülüğü iyilikle savarlar" (Ra'd 41/22).

Demek ki müslümanlann siyasî, sosyal ve ekonomik bakımdan güçsüz oldukları dönemde ibadet ve öğretim özgürlüklerini kısıtlayanlara karşı siyasî, sosyal ve ekonomik açılardan güçlendiklerinde kinle saldırmayacaklardır. Ta ki o mâbed ve öğretim müessesesi yıkılmadıkça! Mâbedlerin yıkılmasını engellemek için gereken müdahalenin yapılmasına Hac sûresinin 40. âyetinde izin verilmektedir. Orada insanları yurtlarından çıkarıp mâbedlerini yıkmak eylemlerine karşı mücadele vermeyi meşru hale getirmektedir. Mâbedde ibadeti engellemekle, mabedi yıkmak aynı derecede zulüm değildir.

7. İyilik ve takva üzerin­de yardımlasınız; günah ve düşmanlık'üzerinde yardımlaşmayınız. Ayetin bu kısmı da, yukarıdaki sorunun başka bir açıdan cevabı olmaktadır. Kötülüğü ortadan kaldırmak için bir araya gelip yardımlaşanlann niyeti iyilik ve takva olacak, günah ve düşmanlık değil.

Âyetin bu kısmının bir önceki bölümünün açıklaması mahiyetinde oldu­ğunu söyledikten sonra başka bir açılımına geçebiliriz: Bu âyetin bu kısmının öne sürdüğü kanun, sosyal müesseselerin hangi değerlerin temelleri üzerine kurulacağını esasa bağlamaktadır. Siyasî parti, sendika, öğretim kurumu, dernek, aile gibi sosyal kurumların temelinde iyi denen erdemle, toplumu kötülükten sakındıracak takva denen bilinç bulunmalıdır. Aksi takdirde kötü­lük ve düşmanlık, bu kurumların temelinde yer alacaktır. Âyetin bu kısmın­daki iyi, günahın; takva da düşmanlığın karşıtı olmaktadır. İyi, kötülüğün ol­madığı yerde, takva da düşmanlığın olmadığı yerde ortaya çıkacağı gerçeğine işaret etmektedir. Allah'tan sakınınız; çünkü Allah'ın cezası çetindir. Âyetin sonundaki azâb kavramı yukarıda verilen emirlerin yerine getirilmesi konusunda bir teşvik; ihmal edilmelerinden de caydırma amacını taşımaktadır. Âyetin başındaki hitap müminlere olduğuna göre, âyetin içe­riğinde yasaklanan davranışları müslümanlann üretme ihtimalini gündeme getirmektedir. Demek ki iman edenlerin Allah'ın insanlarına, harama, kurbana, gerdanlıklara; Allah'ın lütuf ve ihsanını aramak maksadıyla Kabe'yi ziyaret etmek isteyenlere hürmetsizlik yapma ihtimali vardır.

Bu durum bizi şu neticeye götürür: Müslümanlar arasında farklı devlet­ler oluşacak, bunlardan Kabe'yi topraklarında bulunduran ülkenin insanları diğer müslümanlara bu şekilde davranabilirler. Müslümanların kötülük ve düşmanlık duygulan etrafında toplanıp yardımlaşma ve sosyal müessese kurma ihtimali de vardır.

Bu âyet, müslümanlara saygıyı eksik etmemesi gereken değerleri anlattığı; ne zaman ve nerede nasıl davranılacağının eğitimini verdiği; sosyal ilişkilerde kin duygusuna yer vermemesinin önemini belirlediği; sosyal mües­seselerin hangi değerler üzerine kurulacağım tesbit ettiği geniş yelpazede bir eğitim öğretim faaliyeti yapmaktadır. İbadet özgürlüğü ve mâbedlere saygı gibi insan haklarının önemli konularının temellerini atıp günümüze ışık tutmaktadır. [5]

 

Haram Yiyecekler:

 

3. Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğaz­lanan, boğulmuş, vurup öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boy-nttzlamp ötmüş, canavarların yediği hayvanlar ölmeden yeti­şip kestikleriniz müstesna* dikiti taşlar üzerinde boğazlanmış hayvanlar ve fol a kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çtkıoaktjr. Bugün kâfirler sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, nimetlerimin tama-' niiriı size bahşettim ve sizin için din olarak islâm'ı beğendim. Rint gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse {haram etlerden yiyebilir) Çünkü Allah ve: çok merhamet edicidir.

En son inen âyet olarak kabul edilen bu âyet, müslümanlarm hayvan eti olarak yemesi yasak olanları sıralamaktadır. Yukarıda verilen meali açık olduğundan izah etme zorunluluğu duymuyoruz. Ancak bazı noktaları açıkla­mayı uygun buluyoruz.

1. Bugün kâfirler, sizin dini­nizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayınız, benden korkunuz.

Âyetin bu kısmı kâfirlerin, müslümanlarm dini olan îslâm'a karşı nasıl bir ta­vır içinde olduklarını ve mücadele verdiklerim gündeme taşımaktadır. Kâfirler müslümanlarm dinini yok etmek için çalışıyorlardı. İnkarcıların teşebbüsleri Kur'an'ın son âyeti gelinceye kadar devam etti. Fakat Mekke'nin fethinden sonra onların ümitleri suya düştü ve Allah artık onlardan korkmanın bir anlamı kalmadığını belirtti.

Böylece Allah sosyal güçsüzlüğün insanda bir korku meydana getirmesini doğal görmektedir. Siyasî, sosyal ve ekonomik gücü olmayan toplumlar, dinlerini muhafaza etme konusunda korku taşıyacaklardır. Bu kor­ku onları takıyye yapmaya zorlayacaktır. Dinin korunabilmesi için, yukarıda sıralanan alanlarda güçlü olmak gerekiyor. Dinin kendi içeriği sağlam ve güçlü olabilir; ama onun hayattaki iş birliğinin gücü, yukarıdaki güçlere bağlı­dır. Siyasî, sosyal ve ekonomik gücü zayıf olan toplumlar dinlerini korumada güçlük çekeceklerdir.

Kâfirlerin ümidini kestirecek kadar yukarıda belirlenen alanlarda yılma­dan müslümanlarm çalışması zorunludur. Güçlü insanın gönlünde korku olmaz.

Korku zayıf insanın gönlünde meydana gelen bir olgudur. Onun için kâfirin İslâm'ı yok etmekten ümidinin kesilmesi, müslümanlann gönüllerinden korku­nun çıkmasını temin etmiştir. Artık o gönülde Allah korkusundan başka bir korkuya yer yoktur. Demek ki siyasî ve ekonomik bakımdan güçsüz olan toplumlardaki fertlerin gönüllerinde Allah korkusunun yanında kâfir denen düşmanların korkusu vardır. Bu korku ilâhî korkuyu azaltmaktadır.

Neden et gıdası ve fal oklanyla kısmet aramanın açıklandığı bir âyetin içinde böyle bir bölüm yer almaktadır? Bunun cevabını verirken haram lokma ile kumar, toplumsal erdemi, asaleti alıp götürdüğü için toplumu zayıflatmakta­dır. Haram lokma ile kumar toplumun ahlâk, siyaset, ekonomik ve sosyal ilişkiler bakımından zayıflamasına sebep olmaktadır. Haram lokma ve kumar zayıflığa, zayıflık da korkuya götürmektedir. Allah bu ilişkiyi kurmak için birbirinden farklı gözüken konulan bir arada zikretmektedir.

Bu âyette, müslümanlann gelecek nesillerine çalışmamanın, tembelli­ğin, mal ve canıyla üretip toplumsal, siyasî ve ekonomik bakımından güçlen­memenin neticesinde başkalanndan korkulacağı uyansı yapılmaktadır. Bilgiyi teknolojiye uygulayamayanlara korkaklıktan vurgulanmaktadır.

2. Bugün dininizi si-zin için tamamladım, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve islâm'ı dininiz olarak seçtim. Sahabesinin şahitliğine dayanan bütün rivayetlere göre, bu âyet Hz. Peygamber'in vefatından seksen bir veya seksen iki gün önce hicrî 10. yılda 9 Zilhicce Cuma günü Arafat'ta inmiştir.

Yukarıdaki kısmından anlıyoruz ki:

a) Allah dinini tamamladı. "Dinini tamamladı"nm anlamı, Kur'an'ın di­nin kendisi olduğu gerçeğidir. Kur'an vahyi tamamlanınca din de tamamlandı. Şimdi birisi çıkıp "Kur'an tamam değildir, onda olmayanları sünnette, her ikisinde olmayanları icmâ ve ictihadda bulabiliriz" demesi yanlıştır. Allah'ın "tamam" dediğinde, "kemale erdirdim" dediğinde eksiklik görmek telâfisi zor bir hatadır.

Bu âyetle Hz. Peygamber'in uygulamasıyla Kur'an'ın hayata geçiril­mesi işlemi tamamlanmıştır. Çünkü Kur'an bir mânadır; onu sosyal hayata tatbik edip canlı hale getiren Hz. Peygamber'in uygulamasıdır. Böylece Kur-an'la gerçek hayatın şartları buluşmuş ve din kemale ulaşmıştır. Hz. Peygamber kendiliğinden bir şey uygulamadı, Kur'an'da ne varsa onu uy­guladı.

b) Nimetini tamamladı. Allah'ın hayatın çeşitli cepheleriyle insanlara sunduğu nimet devam etmektedir. Onun için bu nimeti ekonomik ve sosyal nimetler olarak düşünmek doğru değildir. Çünkü bu nimetler bitmemiş ve bitmeyecektir. Âyetteki nimet, tamamen dini meydana getiren nimeti ifade etmektedir.

c) İslâm'ı din olarak sizin için seçtim. Allah Kur-an'ın oluşturduğu dinin adını tslâm koydu. Silm kökünden gelen bu kelimenin dört mânası vardır: "Barış, güven, teslimiyet ve rahmet". O zaman âyette geçen kelimeye şu mânaları vererek anlamı tesbit edebiliriz: "Barışı din olarak sizin için seçtim"; Güveni din olarak sizin için seçtim."; "Teslimiyeti din olarak sizin için seçtim."; "Rahmeti din olarak sizin için seçtim."

Bu mânalardan Allah ile kul arasındaki ilişkiyi göz önünde tutarak, "teslimiyet" mânasını seçmekte yarar vardır. Allah'ın farz ve haramlannı yerine getirerek bütün benliği ile Allah'a teslim olmak İslâm anlamına gel­mektedir. O zaman İslâm, bütün benliği ile Allah'a teslim olmanın dinidir di­yebiliriz.

Âl-i İmrân sûresinin 19. âyetinde, Allah katında hak din İslâm'dır, ifadesi "bütün benliği ile Allah'a teslim olmayı" kastet­mektedir. Ama bu teslimiyetin yanı başında barış, güven ve rahmet de vardır. Zaten teslimiyet insanın rabbi ile barışık olması anlamına gelmektedir. İnsanlık için Allah'ın İslâm'ı din olarak seçmesinin diğer bir mânasını da Âl-i İmrân sûresinin 85. âyeti vermektedir: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır."

d) Kim gönulden günaha yö­nelmiş olmamak üzere açlık halinde dara clüşerse (haram etlerden yiye­bilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet sahibidir. Allah bu hükmüyle insanın içinde bulunduğu şartlan değerlendirerek hüküm verdiğini göstermektedir. Gıda ile ilgili yasaklarda bu ruhsatın verildiği bilinmelidir. Açlık, derman yetersizliği veya ölüm sınırına dayandığında haram etlerden yemek meşru hale gelmekte e yasak kalkmaktadır. Bu sımn Allah insanın vicdanına bırakmaktadır. Bakara sûresinin 173. âyetinde, Başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur derken aynı hükmün açılımını yapmaktadır. Zaruretler mahzurları ortadan kaldırır formülünü Allah bu hükmüyle koy­maktadır.

Allah'ın bu hükmü siyasîlere, kanunları yapan ve uygulayanlara şunu öğretmektedir. Halkın içinde bulunduğu şartlar kanundan önde gelir. Şartlara rağmen "Ben kanunları uygularım, siyasetimi yürütürüm" tarzındaki uygulama zulme gidebilir. Şu da unutulmamalıdır, bu ruhsat özellikle beslenme konusun­da meydana gelecek ölüm smınyla ilgidir. Meselâ "Ben evlenme imkânı bu­lamadım zina edebilirim" ruhsatı yoktur.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kelimeleri Allah'ın çok affedici ve merhametli olduğu ibaresiyle bitmektedir. Bunun anlamı şudur: Allah'ın haram kıldıklarını, nimetini tamamlayıp kulları için İslâm dinini seçme­si, ölüm sınırında olanlara beslenmek için haram etleri helâl kılması onun af ve merhamet sıfatlarının gereğidir. [6]

 

Helâl Yiyecekler:

 

4. Kendileri için nelerin fcclâl kılındattınt sana soruyor­lar; deki: Bütün İyi temfeşr sîze heİmjriÜştır: Allah'ın size öğretflömden ö§retîii avcı hale ğetlrdîğinîz hayvaniann sidb İçirt yakaladanridan Alteh'm ach, AUah'ın hesa­bı pek cabuktur.

Aslında 4. âyet, 3. âyetin üzerine sorulan sorunun cevabını teşkil et­mektedir. 3. âyette haram olan etler ve hayvanlar sıralanınca, sanki ortada helâl kalmamış görüntüsü üzerine bu soru sorulmuşlardır. Bu âyetten çıkarıla­cak önemli ilkeler vardır:

1. Hz. Peygamber'e rahatlıkla soru sorulduğuna şahit oluyoruz. Soru sorulan konunun aydınlanması mümkün değildir. Allah ve Peygamber konular üzerinde soru sorulmasına müsaade ediyor ve cevaplandırıyor. Dikkat edilirse Kur'an'da geçen soruların cevabını Allah vermektedir. Böylece insanların sorduğu sorular, âyetlerin iniş sebebi olarak yerlerini almaktadırlar.

Öğretim faaliyetinde sorunun sorulması hem konunun anlaşıldığına, iyi takip edildiğine hem de ayrıntıların istendiğine işaret etmektedir. Bir dinin kutsal kitabında böyle soruların yer alması ve o soruların cevaplandırılması vahyin dayatmacı değil, tam tersine ihtiyaçları giderici özellik taşıması anlamı­na gelmektedir.

2. Âyette tayyib kavramıyla helâl olan şeylerin açıklanması yapıl­mıştır. "Temiz, hoş, leziz" mânasına gelen bu kelimenin anlamını âyetin de­vamı vermektedir. Avcı hayvanların tutup getirdiklerinin üzerine Allah'ın is­minin anılarak kesilenler temiz kavramının içine girmektedir. Böylece âyetin devamına bakarsak, 3. âyette sayılanların dışında kalan ve üzerlerine besmele çekilerek kesilenler helâl grubuna girmektedir.

Burada şu soru sorulabilir: Bakara sûresinin 29. âyetinde Allah'ın yeryüzünde ne varsa hepsini insan için yarattığı ifade edildiğine göre bu haram ve helâllik ayırımı nedir? Âl-i İmrân sûresinin 191 .âyetine göre hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır. Her şeyin bir yaratılış gayesi vardır, ama bazı varlıklar bazı durumları sebebiyle beslenme olarak insana haram kılınmıştır.

Onların insana haram kılınması, boşuna yaratıldıkları anlamına gelmez. Meselâ alkol insana beslenme olarak haramdır ama, ilâçların yapımında kulla­nıldığı için faydalı iş görmektedir. Onlara te­miz şeyleri helâl kılıyor murdar şeyleri haram kılıyor (A'râf 7/157). İnsan için murdar olan şey, başka bir şey için murdar olmayabilir. Meselâ leş insan için murdardır ama etobur hayvanlar için gıdadır. Boşuna yaratılmayan domuzun da ileride keşfedilecek bir yaran belki ortaya çıkacaktır.

3. Allah'ın size öğrettiği bilgiden bir kısmını öğreterek eğittiğiniz av hayvanları ifadesinden şunu anlıyoruz.

Avlanma bilgisi insanlara Allah tarafından öğretilmiştir. İnsanların da bazı hayvanları eğitip av için istihdam edebileceğine işaret edilmektedir. İnsanın köpeği eğitmesi ve onunla avlanması, insanlık için önemli bir gelişim olmuştur.

4. Allah'tan sakınınız, şüphe yok ki Allah he­sap görmekte hızlıdır. Allah'tan sakınarak murdar olmayan şeyleri yemek; murdar olanlardan sakınmak gerekiyor. Bu konuda insanı disipline edecek şey Allah'a karşı sorumluluk bilinci olan takvadır. Allah'ın hesapta süratli olmasının anlamı, murdar şeyleri yiyenlerin değerlendirmesini hemen yaparak cezalandıracağıdır. Bu ifade de caydırma amaçlıdır. [7]

 

Temiz Olan Her Şey Helâl:

 

5. Bugün size bütün temiz şeyler helâl kılındı. Kendi­lerine kitap verilmiş olanların yemekleri size-helaktir. Sizin.... yemekleriniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli  olanlarla'daha öitce kendilerine kitap verilenlerden iffeti!  kadınlar da, mehillerini vermeniz şartıyla, namushı olmak,  zina etmemek ve gizli -dost Hrtmamah iuere size. helâldir.  İmam reddedenin ameli jbof«9ttnriştir. Ve o âhirette hüsrana uğrayanlardandır.                  

Âyeti içeriği gereği müslümanlarla kitap ehli arasındaki ilişkileri düzen­lemekte, gıda ve evlilik konularında ilâhî hükümleri gündeme getirmektedir.

1. Bugün temiz şeyler size helâl kılındı. Bir ön­ceki âyette lftemiz" kavramı farklı bir mâna taşırken burada daha farklı bir anlam kazanmaktadır. Âyette temiz kelimesinin gıda ile ilişkilerine değinil­mektedir. Şimdi temiz kavramının içini dolduran beslenme konusunu ele ala­biliriz.

2. Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri size helâldir. Sizin yemekleriniz de onlara helâldir. Âyetin bu kısmından şu çıkarımları yapabiliriz:

a) Mâide sûresinin 3. âyetinde yasaklananların Tevrat ve İncil'de de daha önce yasaklandıklarını anlıyoruz. Mademki onlann hazırladıkları ye­mekler bize helâldir, demek ki onlar yemeklerine ölü eti, kan, domuz eti kat­mamaktadırlar. Onlann böyle bir gıdayı kullanma ihtimalleri olsaydı bize he­lâl edilmezlerdi. Onlar da kestikleri hayvanların üstünde Allah'ın isimlerini andıkları için gıdaları bize helâl edinmiştir. Demek ki hayvanı gıdalardan hazırlanan yemekler konusunda konan yasak ve müsaadeler meselesinde Tevrat, İncil ve Kur'an arasında bir benzerlik vardır ve bu hükümler bir süreci teşkil etmektedir.

b) Kendilerine kitap verilenler ifadesinden, tevhid inancı­na sahip olanlar, dinî kültürü almış insanlar anlaşılmaktadır. Şirke sapmamış, tek Allah inancım benimsemiş ve vahiy kültürüne sahip insanlar kastedilmek­tedir.

c) Allah imanla beslenme arasında bir bağlantı kurmaktadır. Tevhid inancına sahip olan farklı dine mensup insanların yemeklerini birbirine helâl yaparken bu ilişki kurulmaktadır. Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın ismini anan insanlar, tevhid inancına sahip olduğunu ispat ettiğinden müşterek nok­tada buluşmaktadırlar.

d) Komşuluk hukukunda müslümanlarla kitap ehli arasında yemek alışverişinin olabileceğini söylemekle, büyük bir rahatlama meydana gelmek­te, bu ilişkilerin gıda konusunu da kapsayacağına ruhsat vermektedir. Kitap ehlinin çoğunlukta olduğu ülkeye giden müslümanlarla müslümamn çoğunluk­ta olduğu ülkeye hicret eden kitap ehlinin gıda konusunda nasıl davranacağına açıklık getirmektedir. Böylece inanan insanla inanmayan insanın arasında yemek konusunda da önemli farkın ortaya çıktığını görüyoruz.

e) Demek ki kendilerine kitap verilenlerin hazırladıkları yemekler ve müslümanlann hazırladığı yemekler temiz kavramının içine girmektedir. Tev-hid inancına sahip olan insanlann yemekleri temizdir.

3. Müslüman kadınların iffetleriyle sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanların iffetli hanımları da mehirlerini verme­niz, zinadan uzak kalmaları ve gizli dost tutmamaları kaydıyla size helâl­dir. Kitap ehli ile müslümanlann arasında beslenme konusu ele alınıp o alan­daki helâl ve haramın sınırlan çizildikten sonra, bu kısımda da medenî hukukun önemli bir bölümünü teşkil eden evlilik hukuku ele alınmaktadır. Öyle görü­lüyor ki ailenin kurulmasında, nikâh gibi evlilik akdinin sınırlarının belirlen­mesinde de tevhid inancının önemli bir yeri vardır. Bu konu geniş bir şekilde Bakara sûresinin 221. âyetinde ele alındı ve açıklandı.

Her iki âyeti bir araya getirdiğimizde şu gerçek ortaya çıkmaktadır. Müslüman bir erkek veya kız, müşrik ve kâfir bir kız veya erkekle evlenemez; ama tevhid inancını kabullenmiş kitap ehli bir kızla evlenebilir. Böylece kitap ehli olmanın ya da tevhid inancına sahip olmanın etkinliği evlilik akdinde de görülmektedir. Buna biz imanın vahiy eğitimi almış olmanın hukukî alanı et­kilemesi olarak bakabiliriz. O zaman evlilik akdinin dayandığı temel değerlerin ne olduğunu gündeme getirebiliriz:

a) Hürriyet. İster müslüman ister kendilerine kitap verilenlerin hanım­ları olsun önemli olan müşterek değer hürriyet olmaktadır. Muhsanât kavramı hürriyet kavramını kapsamaktadır. Hür kadın kavramı aynı zamanda siyasî, hukukî ve sosyal boyutlan olan bir kavramdır. Muhsanât kavramının diğer bir anlamı da "iffetli kadınlar"dır. Bu mânada alındığında, hür olsun olmasın bütün iffetli kadınları kapsamaktadır.

b) Mehirlerini vermek. Nikâh akdi yapılacak olan mümin ve kendileri­ne kitap verilenlerin hanımlanyla evlenmek için mehirlerinin verilmesi gere­kiyor. Tevhid inancını benimsemiş olan yahudi, hıristiyan, Sâbiî ve müslüman kadm\at\a evVenmemtv önemli şarüatmda&biri de mehiid.it.

c) Namuslu olmak. Âyetin bu kısmında "iffetli, namuslu" mânasına gelen muhsınîn kelimesi yer almaktadır. Bu kelime hasane veya hasune fiilinden türemiştir. "Korunmuş bir yerde himaye etmek, kadının iffetli olması, evlenmek, korumak, himaye etmek" mânasına gelen bu kelime, Enbiyâ sûresinin 91. âyetinde ırzını haramdan korumak anlamında fiil kalıbında kullanılmaktadır.

Âyette muhsin kelimesinin mânası bir sonraki kavramla verilmektedir. zinaya sapmamış olmak. Bunun anlamı şudur: Zina yoluyla on­larla evlenmek mümkün değildir. Nikâh akdini yapmaksızın gerçekleştirilecek olan birliktelikleri Allah dışarıda tutmaktadır. Bir müslüman erkek, tevhid inancını benimsemiş bir müslüman, yahudi, hıristiyan ve Sâbiî kadınına nikâhsız birlikteliği teklif edemez. Allah bunu zina olarak kabul etmektedir. Çünkü sifah kelimesi alenî olarak zina etmek anlamına gelmektedir.

d) Gizli dost tutmamak. Bilindiği gibi günümüzde bazı insanlar nikâhsız birlikteliklerini kamuya ilân etmektedirler. Bu durum daha önceleri de vardı. Ama bir de gizlice görüşerek, metres tutmak yolu vardır. Metres tutmak yoluyla kurulan birliktelikleri Allah yasaklamakta ve ailenin böyle bir ilişki ile kurulamayacağını hükme bağlamaktadır. Evlenilecek kadınla namuslu ve hür olarak, mehri verilecek, zina etmeksizin ve metres edinmeksizin evle-nilebilir.

Böylece medenî hukukun önemli olaylarından biri olan evlilik hukuku­nun temelleri tevhid inancı, iffet ve mehre dayanırken meşruluğu da nikâhsız birlikteliğin ve metres hayatının olmamasına bağlanmaktadır. Böylece Al­lah nikâh akdi ile iman, ekonomik değer ve iffet arasında bir ilişki kurmaktadır. Başka bir ifade ile hukukun dinî, ekonomik ve ahlâkî temellerini tesbit etmek­tedir.

Zinaya koşmadan, gizli dost tutmadan, mehrini vererek namuslu ve tevhid inancına bağlı bir hanımla evlenerek aile hayatına başlama konusunda Allah'ın ısrar etmesi, insanın mutsuzluğunu amaçlamaktadır. Sosyal hayatın en küçük organizması olan aile hayatının mutluluğunun hangi değerlere da­yandığını gündeme getirerek dünyada saadeti yakalamanın esasları verilmek­tedir.

4. İnanmayı kabul et­meyenin imanı boşa gitmiştir. O âhirette ziyana uğrayanlardandır. Âyetin bu bölümü, imanı inkâr etmenin amelleri boşa çıkaracağına işaret etmektedir. Böyle bir ibarenin bu âyette yer almasının sebebi ne olabilir? Âyetin birinci bölümünde beslenmeyle ilgili helâlin sınırlarıyla evlenme hukukunun dayandığı temel değerler ortaya konmuştur. Bu sınırlarla değerlerin bir iman meselesi olduğu gündeme getirilmektedir. Allah'a inanan kişi bunlara riayet edecektir. Demek ki onlar, Allah'a iman etmiş olmanın işaretleri olmaktadırlar. Allah'a iman eden kişi beslendiği gıdaların haram veya helâl olup olmadığına dikkat eder, evliliğini ahlâkî temeller üzerine kurar. Buna dikkat etmeyen kimsenin imanında bir zaaf olduğu ortaya çıkacak ve onun eylemleri Allah tarafından değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Amelleri Allah tarafından değerlendi­rilmeyen insan, ankette manen iflâs etmiş demektir. [8]

 

Abdest ve Namaz:

 

6. Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar kollarınızı, başlarınızı meshe-dip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünfip oldu­nuz ise, boy abdest! atınız. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, ya da kadınla­ra dokunmuştanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamış sanız teiniz toprakla teyemmüm ediniz de yü-- , zünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshediniz. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ye size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.

Mâide sûresinin S. âyetinde bir eylemin dayandığı şartlar belirlenmişti. Meselâ helâl olan beslenmenin ve evlilik hayatının dayandığı esaslar ele alı­nırken 6. âyetinde de namazın dayandığı abdestin şartlan belirlenmektedir. Namazın ön hazırlığı ve olmazsa olmazını teşkil eden abdest ele alınmaktadır.

1. Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüz­lerinizi, dirseklere kadar kollarınızı, başlarınızı meshedip ve topuklara kadar ayaklarınızı meshediniz yahut yıkayınız. Namaz ibadeti kulun Allah'ın huzuruna yoğunlaşmış duygularla çıkması ve O'na kulluğunu eylemle sunmasıdır. Mâide sûresinin S. âyetinde iman gündeme getirilirken burada da namaz konu edinilmektedir. Abdest de namazın ön hazırlık şartı olarak sunulmaktadır. Namazda iç huzurun gerçekleşebilmesi için bazı organların temizlenmesi öngörülmektedir. Abdestin farzlarında iki organın yıkanması şart koşulmaktadır. Yüz ve kolların dirseklere kadar yıkanması; başın meshedilmesi; ayakların yıkanması yahut meshedilmesi şartı konmuştur. Yüz ve ayakların yıkanmasıyla başın meshedilmesi kesin olduğu halde ayakların durumunda bir incelik söz konusudur.

a) Yüzlerinizi yıkayınız. Alından, çenenin altına kadar uzunluğunu, iki kulak arasının da enini teşkil ettiği organ yüz olmak­tadır. Allah'ın huzuruna çıkacak olan kişi, yüzdeki maddî kirlerden temiz­lenmiş olması gerekir. Yüzde bulunan ağza su vermek ve buruna su çekmek farz değildir.

b) Kollarınızı dirseklere kadar yıkayınız. Aslında âyet­te "dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız" ifadesi yer almaktadır. Tabii buradaki eller kelimesi kollar anlamına gelmektedir. Âyetteki merâfik kelimesi mirfakm çoğuludur. Dirsek de ayırımın adıdır.

c) Başınızı mesnediniz. Bilindiği gibi baş dört bölüm­den teşekkül etmektedir. Üst kısım, yüz ve arka, iki yan ve boğaz yönü. Yüz yıkandığına göre, boğaza uzanan kısım da yıkanmayacağına göre başın kalan kısımları üst, iki yan ve arkadır. Başın en üst kısmı ıslak ellerle mes-hedilebilir. İki yan veya arka bölümü meshedilince mesh yerine gelmiş olur. Başın meshedilmesi meselesinde bazı âlimler ihtilâf etmişlerdir. Tamamı­nın meshedilmesini farz kabul edenler olduğu gibi bir bölümünün meshedil-mesini şart koşanlar olmuştur. Bunlardan bir bölümünün meshedilmesini öne sürenlerin fikrini uygun buluyoruz.

d) Topuklara kadar ayaklarınızı da. Âyette geçen fercüleküm kelimesini başa bağlayanlar esre ile yani ercüliküm şeklinde okumuşlardır ve âyete "başınızı ve ayaklarınızı mesnedin" anlamını vermişlerdir. Bazıları da bunu yıkama fiiline bağlayarak ercüleküm şeklinde yani fetha ile okumuşlardır; o zaman da ayaklarınızı yıkayınız mânasını ver­mişlerdir.

Biz bu iki farklı okuyuşu ve iki farklı mânayı da kabul ediyoruz. Şartlara göre uygulamasının öne çıkmasına dikkat çekiyoruz. Meselâ Hz. Peygamber döneminde Arabistan'da akarsu bulmak hemen hemen imkânsızdı. Göletlerin veya bir kabın içinde abdest alan insanların ayaklarını yıkamalarını zorunlu koşmak doğru olamazdı.

Bu şartlarda ayaklan meshetmek en doğru olanıdır. Ama yanında ayaklarını yıkayabilecek miktarda suyu olan insan hazarda ise ayaklarını yı­kayacaktır. Ayağında mantar hastalığı olan kişiler ayaklarını çorap üzerinde meshedebilirler. Çalışan kadınların, çoraplarını çıkarıp abdest alma zorluğu varsa çorapları üzerine meshedebilirter. Âyetteki ercüleküm kelimesinin farklı okunmasının bize sağladığı en önemli kolaylık budur. Topukları içine alacak şekilde ayaklan yıkamak veya ayaklann üstünü meshederek abdest almak öngörülen şartlardan biridir. İbn Abbas, Enes, İbn Ömer, Ebû Ca'fer, Hasan-ı Basrî, Câbir İbn Zeyd, Mücâhid ve İkrime ayakları meshetmeyi uygun görmektedirler[9].20 Ca'fer İbn Amr'ın babasından naklettiği ve Mugîre'nin rivayet ettiği hadislere göre Hz. Peygamber sarığının üzerine ve ayaklannı çıplak olarak meshetmiştir.[10]

2. Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alınız. Hasta, yahut yolcuysanız, yahut tuvalet­ten gelirseniz, yahut kadınlara dokunmuşsanız ve bu hallerde su bula­mazsanız temiz toprakta teyemmüm ediniz de yüzünüzü ve kollatunm onunla meshediniz. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmaz. Ayetin bu kısmından önemli hükümler çıkmaktadır:

a) Cünüp namaz kılınamaz. Rüyasında ihtilâm olan; cinsel ilişkide bulunan erkek ve kadın bu halleriyle yıkanmadan namaz kılamazlar. Onun içindir ki Allah, cünüp olanın boy abdesti aldıktan sonra namaz kılmasını şart koşmaktadır. Boy abdesti alan kişinin bir daha küçük abdest almasına

b) Hasta ve seferde olan; tuvaletten gelen ve cinsel ilişkide bulunan kişi eğer su bulamazsa teyemmüm yapacaktır. Âyetin bu kısmındaki uygula­manın neden hükme bağlandığım Allah açıklamakta ve bunun kolaylaştırmak ve zorlaştırmamak amaçlı olduğunu söylemektedir. Dinî uygulamalarda kolay­laştırmak zorlaştırmamak gibi altın kanun burada etkinliğini göstermektedir. "Allah size herhangi bir güçlük çıkartmak istemez" şeklindeki kanun bunu ifade etmektedir. Allah insanın içinde bulunduğu şartlara göre hüküm koydu­ğunu ve o şartları göz önüne aldığını beyan etmektedir. İbadetin yapılmasını engelleyecek şeylerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Susuzluk, yani su bulamamak önemli bir durumdur. Ne olursa olsun suyla abdest alıp namaz kılacaksınız deseydi; su bulamama halinde namaz kılınamayacaktı. Böyle hallerde teyemmümü gündeme getirmesinin amacı kuluna zorluk çıkarma­maktır, onun şartlarını dikkate alarak hüküm vermektir. Suyla abdest almaktan toprakla teyemmüm etmeye giden çizgi siyasî uygulamalar ve kanun yapanlar için önemli bir metodu teşkil etmektedir. Teyemmüm de abdestin farzları ikiye inmektedir. Yüzü ve kolları meshetmekten ibarettir.

3. Fakat sizi temiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister, umulur ki şükredersiniz. Namaz kılmaya kalkarken abdest almasını şart koşmanın ve su bulamayana teyemmüm etmesini teklif etmesinin amacı zorluk olmadığına göre, amaç nedir? Âyetin devamında üç amaç gösterilmektedir:

a) Temizlik. Allah muradının insanları temizlemek olduğunu söyle­mektedir. Bedenî temizlik o kadar önemsenmektedir ki namaz ibadetinden önce abdesti şart koşmaktadır. Demek ki temizliği ihtiyarîlnraksaydı bunu kimse yerine getiremez veya getirmezdi. Âbdesti veya boy abdestini namaz­dan önce şart koşmakla temizliğe ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Ayrıca buradaki temizlik "ruhî temizlik" anlamına da gelebilir.

b) Size nimetini tamamlamak ister. Buradaki ki "ni­met" kavramı bize şunu hatırlatmaktadır: Namaz kılmak bir vazifedir. Bu vazifeyi yerine getirmek için abdest almak şarttır. Su bulamayan insanın te­yemmüm yapmasına müsaade etmenin amacı da namaz vazifesini yerine getirmesine yöneliktir. Bunlardan maksat nimetin yani ibadetin tamamlanma­sıdır. Allah'ın huzuruna çıkmaktan, O'na kulluk etmekten daha önemli bir nimet olur mu? Başka bir açıdan bakınca temizlik yaparak Allah'a kulluk etmek ile ilâhî lutfa mazhar olmak arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bu nimet maddî olduğu kadar da manevîdir.

c) Umulur ki şükredersiniz. Abdest alıp namaz kıl­manın amacı temizlik ve nimeti tamamlamak, bütün bunların amacı da mü­minlerin Allah'a şükretmeleridir. "Umulur ki" demesi, kulun iradesinde kesinlik olmamasından kaynaklanmaktadır. Şükretmek kulun irade ve eylemiyle alâkalı olduğundan, ihtimal daima söz konusudur. Şükredebilir de etmeyebilir de.

Namaz gibi ruhî yoğunluğu gerekli kılan bir ibadetten önce necaset denen maddî, hades denen manevî pisliklerden sıyrılarak abdest almak gere­kiyor. Bu temizlik konusunda şartlan göz önüne koymak, beşerî uygulamala­rın kolaylığa yönelik olması metodunu öğretmektedir. Ama her ibadetin bir amacı vardır. Abdestin amacı da temizlik, nimetin tamamlanması ve insanların şükretmeleridir. [11]

 

Nimetler ve Ahde Vefa:

 

7 Allah'ın size olan nimetini, işittik ve itaat ettik, de­diğiniz zaman sizi bununla bağladığı sözü hatırlayınız ve Allah'tan sakınınız. Şüphesiz Allah göğüslerin içindekini çok iyi bilir.

Allah bu âyette iki emir vermektedir. Birisi nimetlerinin ve verilen sö­zün hatırlanması, diğeri de Allah'tan sakınmaktır.

1. Allah'ın nimetini hatırlamak. Buradaki "nimet" kavramına özel mâ­nada bakılıp yaklaşılacağı gibi, genel mânada da bakılabilir.

a) Özel mânada nimet. Allah'ın hidayetine nail olmaktır. Müslümanlar hidayete erdirilince mümin olmuşlardır. Şirk batağından kurtulup imana ermek, tevhid inancıyla tanışmak büyük bir nimettir. İnkâr psikolojisinden kurtulup, tevhid inancına geçmedeki değişim önemli bir nimettir. Müşriklerin baskısından kurtulup, bağımsız bir devlet kurmaları da çok önemli bir nimettir. O zaman "Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız" emri müslümanlara ait bir emir olacaktır. Diğer taraftan Hendek Savaşı'nda Allah'ın müslüman ordusu­na göremedikleri askerlerle ve rüzgârla yardım etmesi de özel bir nimet olarak Ahzâb sûresinin 9. âyetinde hatırlatılmaktadır.

b) Genel mânada nimet. Nimeti genel mânada alırsak "var olma"nın bir nimet olduğunu ve nimetlerin başında geldiğini söylemek zorundayız. Var olmak bizim için, yani bütün insanlık için Allah'ın bir nimetidir. İnsanın varlığını hatırlaması Allah'ın nimetini hatırlaması anlamına gelmektedir. 7. âyetin bu kısmını 6. âyetin sonuna bağlarsak, bu hatırlamanın şükürle olacağı anlaşılmış olacaktır. Allah'ın insana verdiği varlığı hatırlama ibadetinin bir şükür ibadeti olduğunun formülü bu iki âyetin sentezinden kolaca anla­şılmaktadır.

Genel mânada akıl da bir nimettir. Akıl evrensel bir değer olduğu ka­dar evrensel bir nimettir de. Akıl nimetini hatırlamak, akim gereklerini yap­makla gerçekleşecektir. Aklın gereğini yerine getirmek hem zikir hem de şükür olmaktadır. Deli ile akıllı olanın farkını anlamak ve akıllı olmanın şükrünü yapmak bu âyette emredilmektedir.

Şimdi 7 ve 6. âyeti alarak Mâide sûresinin 3. âyetine gidebiliriz ve oradan nimetin ne olduğunu çıkarabiliriz. 3. âyete göre nimet Kur'an'dır. Kur'an'm son âyetinin inmesiyle Allah nimetini tamamlamıştır. 6. âyetteki "size nimetini tamamlamak için" ifadesi 3. âyetteki Kur'an nimetini tamamla­makla örtüşmektedir. 3 ve 6. âyette geçen nimet kavramlarını Kur'an anla­mına alırsak, o zaman 6. âyetin sonundaki şükür kelimesine inanmak mânâsım verebiliriz. 7. âyette geçen hatırlamak da Kur'an'ı daima hatırda tutarak davranmak anlamına gelmektedir.

"Allah'ın nimetini hatırlamak" aynı zamanda insanın benliğini kıran ve Allah'ın yüceliğini kabul ettiren bir eğitici güce de sahiptir. Sahip olunan maddî ve manevî nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmek ve hatırlamak, kendi benliğini, iradesini eksik gücünü aradan çekmek anlamına geleceğinden çok erdemli fikri ve imanî bir davranış olacaktır. Demek ki Allah'ın nimeti denince genel olarak var olma, akıllı olma, hidayette bulunma ve Kur'an'a sahip ol­ma anlaşılmalıdır. Bunun yanında maddî nimetler de kavramın içine konabilir.

2. Allahın size olan nimetini ve duyduk, itaat ettik dediğinizde Allah'a karşı altına girdiğiniz kesin taahhüdü de hatırlayınız. Bu âyetin eksen kavramı mîsaktır. Bu kelimenin mânasını Mâide sûresinin 1. âyetinde yer alan ukud yani "akidler" kavramıyla verilebilir. Mîsak "akid" anlamına gelmektedir. Bu ke­limeden türeyen muvâsaka "insanın anlaşma yaparak, sağlam bir şekilde bağlandığı akid" anlamını ifade etmektedir.

Bu âyetteki mîsak insanın Allah ile olan "işittik" ve "itaat" ettik şeklin­deki antlaşması, yani akdidir. Burada şu soruyu sormak gerekir: İnsanlar Allah'a ne zaman "işittik" ve "itaat ettik" diyerek anlaşma yapmışlardır? Müfessirler buna çeşitli şekillerde cevap vermişlerdir. Râzî, Hudeybiye de şecere-i ndvân denen ağacın altında Hz. Peygamber'e biat etmeleridir diyor.

Feth sûresinin 18. âyeti bu biata işaret etmektedir: "Andolsun ki o ağacm altında sana biat ederken Allah o müminlerden razı olmuştur."

Râzî'nin ileri sürdüğü bu delil adına şu soruyu sorabiliriz: Hudeybiye de şecere-i rıdvân denen ağacın altında müminlerin Hz. Peygamber'e biat etmeleriyle Mâide sûresinin 7. âyetindeki Allah'a verilen sözün ne alâkası vardır? Râzî bunun da cevabını vermektedir: Peygamber'e biat etmenin Al­lah'a biat etmek olduğunu söyleyen Feth sûresinin 10. âyetini delil olarak getirmektedir. Ayrıca Peygamber'e itaatin Allah'a itaat olduğunu ifade eden Nisa sûresinin 80. âyeti de delil olarak verilmektedir.

Görüldüğü gibi Râzî, Hz. Peygamber'e biat etmenin, itaatte bulunmanın Allah'a verilen bir söz, bir akid olduğunu ileri sürmektedir. Demek ki Hz. Peygamber'e "işittik" ve "itaat ettik" demeleri aslında Allah'a söylenmiştir. Ona söylenen bu sözlerle yapılan akid, Allah'a söylenip yapılan akid durumuna gelmektedir. Râzî'nin bu açıklamasını ve getirdiği delilleri, manidar bulmakla beraber "işittik" ve "itaat ettik" ifadesini başka bir âyete bağlamak gerekiyor. Bakara sûresinin 285. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Peygamber, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman etti. Her biri Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygam­berlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey rabbimiz, affına sığındık, dönüş sanadır dediler."

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber de iman esaslarına inanıyor, peygam­berler arasında fark gözetmiyor, işittik ve itaat ettik ifadesinde de yer alıyor. Bakara sûresinin 285. âyetinde "işittik" ve "itaat ettik" ifadesinde Hz. Pey­gamber dışta değil içtedir. O sözleri o da söylemektedir. Öyleyse Mâide sû­resinin 7. âyetindeki aynı ifadelerde Hz. Peygamber de vardır. "İşittik ve itaat ettik" Allah'a söylenmekte ve bu söylemde Hz. Peygamber de vardır. Râzî'nin yapmış olduğu açıklamayı özel mânada bir akid olarak almak müm­kündür, ama genel mâna da almaya imkân yoktur.

Râzî'nin naklettiği Mücâhid, Kelbî ve Mukatil'in görüşü genel mânada Allah'a verilen söz ve yapılan akde daha uygun düşmektedir. Yukarıda ismini verdiğimiz şahıslar A'râf sûresinin 172. âyetini delil getirerek, elest bezminde "Ben sizin rabbiniz değil miyim? Evet sen bizim rabbimizsin" şeklindeki soru ve cevabı bir akid olarak almaktadırlar. Onların bu açıklamalarından hareket edersek, Mâide sûresinin 7. âyetinde Allah ile yapılan akdin hatırlanmasının anlamı elest bezminde verilen cevabın yerine getirilmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Bize göre Râzî ile Mücâhid ve arkadaşlarının yaptığı açıklamalar birbi­rine zıt düşmemekte, tam tersine örtüşmektedirler. Çünkü âyetteki akid yani mîsak, özel mânada alınacağı gibi genel mânada da alınabilir. Evrensel olan ve bir süreci teşkil eden Mücâhid'in görüşü içinde özel olguların da yeri vardır. Ama bu anlaşma şimdiki ve gelecekteki nesilleri de kapsamına almak­tadır. Demek ki iman etmek Allah'a karşı bir taahhütte bulunmak, bir akid yapmak mânasına gelmektedir. İman Allah'ın söylediğini dinlemek ve itaat etmek demektir. Bu antlaşma daima hatırda tutulmalıdır.

3. Allah'tan sakınınız. Nimeti ve Allah'a karşı verilen sözü tutmak takvayı da doğuruyor. Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak manasıyla takva, nimeti ve antlaşmayı hatırda tutmayı ve anmayı rahatlıkla temin edecektir.

4. Allah göğüslerdekini çok iyi bilir. Ayetin bu kısmında yer alan sadr kelimesi "gönül" mânasına alınmalıdır. Allah insanın gönlünde cereyan eden bütün oluşumları bilmektedir. Bu bilinci yakalayan insanın yanlış bir davranışta bulunması mümkün değildir. Allah'ın nimetlerini ve O'nunla yapılan antlaşmayı hatırlamak ve O'na karşı sorumluluğunun bilincinde olmak bir gönül işidir. Gönülde olan her şeyin Allah tarafından bilindiğinin bilincinde olmak, o eylemlerin yerine getirilmesini temin edecektir. [12]

 

Kin - Adalet İlişkisi:

 

8. Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, ada­letle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğu­nuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olunuz; bu takvaya daha uygundur. Allah'a isyandan sakınınız. Al­lah yapmakta ckiuiaafinizdan haberdardır.

Bu âyetin ilk bölümü Nisa sûresinin 135. âyetinde, ikinci bölümü de Mâide sûresinin 2. âyetinde geçmişti. Her iki âyetin ilgili kısımları alınarak bir âyet haline getirilmiştir. Âyetin analizini yaparken bir önceki yani Mâide sûresinin 7 âyetiyle ilişkisinin kurulması zorunludur. Çünkü bu âyet Mâide sûresinin 7 ve 8. âyetlerinin alt yapısını oluşturmaktadır. 7. âyetteki gönül, takva ve hatırlama kavramları 8. âyette yer alan adaleti ayakta tutmanın temelini teşkil etmektedir.

Ey iman edcnIcr!,AIIah için hakkı ayakta tutan, "adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Ayetin bu kısmında kist adaleti yer almaktadır. Kist "oran adaleti" anlamına gel­mektedir. "Kist adaleti, herkesin lâyık olduğunu almasıdır. Sarfedilen emek nisbetinde pay almak, çalıştığı nisbette ve kabiliyeti ölçüsünde kendine bir yer bulmaktır. Adaletle şahitlik etmenin anlamı, haklıya haklı, haksıza haksız diyecek delili ortaya koymaktır. Mahkemede şahitlik ederken Nisa sûresinin 135. âyetinde belirtildiği gibi kendisi, ebeveyni, akrabası aleyhinde bile olsa doğruyu söylemek kist denen adaleti gerçekleştirmektir.

Allah için hakkı ayakta tutmak, adaletle şahitlik etmeye bağlıdır. Âyetin bu kısmında ince bir boyut vardır: İnsanın insana adaletle şahitlik etmesi, hukuku yanıltmaması Allah'a bir ibadet olmaktadır. Hakkın bayrağım Allah adına ayakta tutmak, şehâdetinde doğruyu söylemekle gerçekleşecektir. Şa­hitlik ederken, sevdiklerinin, akrabalarının ve menfaat temin ettiği kimselerin tarafını tutmamak; düşmanı bile olsa doğruyu söylemek erdemliliğin zirvesini teşkil etmektedir. Bu hareket hem kulun Allah ile ilişkisini iyileştirmekte hem de hukukun canlı kalmasını sağlamaktadır. Düşmanı olduğu halde hakkını teslim eden insan hukuka can vermekte ve onu ayağa kaldırmaktadır. Mülkün temeli adalet olduğuna göre adaletin temeli de haklıya hakkını teslim etmektir.

2. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Âyetin bu bölümü Allah için hakkı ayakta tutmanın, adaletle şahitlik etmenin ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Kötülük gördüğü bir topluma karşı insanda kin meydana gelebilir. Bu kin in­sanı o topluma karşı âdil davranmaktan alıkoymuyorsa; o insan Allah için adaletin bayrağını ayakta tutuyor demektir.

İçindeki kine engel olan ve toplumlararası ilişkilerde kine yer vermeyen insan takvanın zirvesine ulaşmış demektir. Daha önce Âl-i İmrân sûresinin 133-134. âyetlerinde açıklandığı gibi takva ve ihsanın temel unsurlarından biri kinin tutulmasıdır.

Nefisle verilen cihadın zaferi, kinine rağmen âdil davranmakla nokta­lanmaktadır. Faziletlerin başında gelen adaleti kinine rağmen hayata geçirmek nefsin kara bulutlarını dağıtacaktır. Toplumlar arası ilişkilerde kinin yer al­maması ilkesi Mâide şikesinin hem 2 hem de 8. âyetlerinde gündeme getiril­miştir. Toplumlar arası ilişkilerde duygusallığın yeri yoktur ve olmamalıdır. Çünkü bu ilişkiler objektif ve evrensel değerlere göre yürütülmelidir. Toplum­lararası ilişkilerin, yani siyasetin ölümcül mikrobu kindir. Kin toplumların er­demini içten kemiren, çürüten ve ölüme götüren bir güce sahiptir. Kin önce adaleti, sonra takva ve ihsan denen erdemleri ve nihayet sosyal ve siyasî ilişkileri ölümcül hastalığa yakalatan mikroptur.

Allah Teâlâ siyasî ve sosyal ilişkilerin duygusallıktan arındırılmasını, söz konusu ilişkilerin akıl ve bilgi değerleri üzerinde yapılandırılmasını ön görürken bu ilişkilerin altın kuralını koyup insanın manevî gelişiminin önemli bir boyutunu öğretmiştir.

3. Adaletli olunuz, bu, takvaya en yakın olandır; ve Allah'a karşı sorumluluk bilincinde olunuz. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir. Âyetin bu kısmı adaletle takva arasında ilişki kurmaktadır. Âdil davranmak, sadece karşı taraftaki insana fayda temin etmemektedir; aynı zamanda âdil davrananın manen gelişimini de temin etmektedir. Bu gelişimin boyutu ve yönü takvaya doğrudur. Muhammed Esed'in dediği gibi takva Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmaktır. Takva denen bu bilinç ve ruh olgunluğuna çeşitli yollardan gidilmektedir.

Adalet başlı başına insanı eğiten bir okuldur. Adaleti hayata geçirenler bu okuldan takva elbisesini giyerek çıkarlar. Bakara sûresinin 197. Âyetine göre takva ruhun ve sosyal ilişkilerin gıdasıdır. Bu gıda ile beslenmenin en önemli ânı kinini yutarak insanlara âdil davranmaktır. Adaletin doğurduğu takva bir taraftan insanı olgunlaştırırken, diğer taraftan insanı Allah'a yaklaştırmaktadır.

Allah Teâlâ âyetin sonunda müminlerin davranışlarından haberdar olduğunu söylemektedir. Başkalarının bu hareketleri bilmesi ve değerlendir­mesi önemli değildir; önemli olan Allah'ın haberdar olması ve değerlendirme­sidir. Âyet müminlerin erdemli davranışlarının boşa gitmeyip Allah tarafından değerlendirileceğini beyan etmektedir.

Namazla ilgili âyetten sonra bu âyetin gelmesi de manidardır. Namaz dinin direği, adalet de mülkün direğidir. Siyasetin, sosyal ilişkilerin, hukukun direği adalettir. Bir toplumda adalet yaşadıkça toplum da yaşar. Siyasî, sosyal ve ekonomik dengeleri ifade eden adaletin en büyük düşmanı kindir. Allah, kinle adaletin arasını ayırma eğitimini vermektedir. [13]

 

İman ve Salih Amele Ödül:

 

9. Allah, iman eden ve İyi işler yapanlara günahlarının bağışlanacağını ve büyük bir ödülün onların olacağını vaad etmiştir.

Bu âyeti açıklarken 8. âyete göre hareket etmekte yarar vardır. Aslında âyet genel bir çerçeve çizmektedir.

"İman eden" ifadesi 8. âyetteki imanla eşleşmektedir. Ama "iyi amel­ler" kavramının 8. âyette karşılığı, Allah için hakkı ayakta tutmak, adaletle şahitlik etmek, kinini yutarak düşmana âdil davranmaktır. İyi işler, iyi ameller denince bir önceki âyete göre bu akla gelmelidir. İman edip bu eylemleri gerçekleştirenleri Allah af kapsamına almaktadır. Çünkü kinini yutup düşmanına âdil davranan insan, Allah'ın affetme sıfatına bürünmüştür. Bu bürünme Allah'ın affını ona getirecektir.

Kinini yutup düşmanına âdil davranana Allah kin beslemez ve onu affıyla ödüllendirir. Demek ki adaletle şahitlik ederek, adaletin bayrağını ayakta tutmak, kini olana âdil davranmak, gibi iyi eylemler, Allah katındaki günahların silinmesini temin etmektedir. Bunun anlamını Hud sûresinin 114. âyeti şöyle açıklamaktadır: "Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir." Günahları gidermek için iyi amel üretmek gerekiyor. Demek ki kötülüklerle, günahla mücadele verecek olan iyi eylemlerdir.

Allah iman edip iyi işler yapanlara sadece affı vaad etmemektedir, aynı zamanda büyük bir ödül vereceğini de beyan etmektedir. Bu ödülün ne olduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla Allah Teâlâ sanki gizemli bir durum ya­ratmaktadır. Bunun dünyevî ve uhrevî boyutlarının da olduğunu söylemekte yarar vardır.

Bize göre dünyevî boyutu Fussılet sûresinin 34. âyetinde açıklanmakta-

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.

Kin beslediği düşmanına âdil davranan insanın en büyük ödülü o düş­manın dosta dönüşmesidir. Düşmanın dosta dönüşmesi dünyevî ödüllerin başında gelmektedir. Adaletin bayrağını ayakta tutmak, düşmanlık duygusunu silip götürmekte, düşmanı dosta çevirmektedir.

Ra'd sûresinin 22. âyetine göre adn cennetine giden yolun en önemli eylemlerinden biri "kötülüğü iyilikle savmak"tır. Kini adaletle savmak adn cennetine götürecektir. Büyük ödül bu adn cenneti olabilir. Affa uğrayan kişinin varacağı yer cennet olacağına göre âyetteki "büyük ödül", bu cen­netlerden biri olsa gerektir.

Netice olarak diyebiliriz ki Mâide sûresinin 8. âyeti, 7. âyetteki iyi amellerin üretilmesi için bir teşvik olmaktadır. Toplumsal hayatın önemli ih­tiyaçlarından biri adaleti hayata geçirmektir. Bu eylemi gerçekleştirmek için de yüce Allah af ve ödülü teşvik edici bir unsur olarak koymaktadır. [14]

 

İnkâr Edenlere Cehennem:

 

10. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar cehennemliklerdir.                                            

İman edip iyi işler üretenlere verilecek ödül açıklandıktan sonra, inkâr edip Allah'ın âyetlerim yalanlayanların durumunun ne olacağına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki inkâr psikolojisi ile Allah'ın âyetlerini ya­lanlamak bu dünyada cehennem ateşini yakmakta ve öteki dünyada devam ettirmektedir.

Buradaki "âyetlerimizi yalanlayanlar" ifadesini Mâide sûresinin 1. âye­tinden itibaren buraya kadar geçen âyetler içerisinde ele alınıp düşünülürse şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Verdiği sözü yerine getirme, av yasağına uymak, hayvan etlerinden helâl ve haram olanlarına uymak, saldırmazlık paktına uymak, takva ve iyilik üzerine yardımlaşmak, Allah'ın din olarak razı olduğu İslâm'ı kabullenmek; Ehl-i kitap'la gıda ve medenî ilişkileri dü­zenlemek, ibadetin yapılmasındaki kurallara uymak; kinini yutarak adaletli davranmak konusundaki ilâhî hükümleri, mesaj lan inkâr etmeyi içermektedir.

Bu âyetten çıkaracağımız diğer bir genelleme şudur: İnsanlar niçin Allah'ın âyetlerini yalanlarlar? Bunun cevabını yine âyet vermektedir, inkâr ettikleri için. Bunu inkârın önce, yalanlamanın sonra gelmesinden anlıyoruz.

Böylece burada psikolojik bir analiz yapılmakta ve yalanlamanın sebebi olarak inkâr gösterilmektedir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların, arka planında inkârları vardır. İnkâr ve yalanlamanın sonucu da cehennem olmak­tadır. Böylece inkâr ile Allah'ın âyetleri yalanlamak sebep, cehenneme gitmek de sonucu teşkil etmektedir.

Âyette geçen cahîm kelimesi "ateşi yakmak" mânasına gelen "cehame" fiilinden türemiştir. "Sıcak, hararetli, ateş koru olan yer" anlamına gelmektedir. Savaşın en yoğun olduğu yere de cahîm denmektedir. İnkâr ve Allah'ın âyetlerini yalanlama cehennem ateşini yakmakta ve o ateşin içinde yer almaya sebep olmaktadır. Bu ceza şekli tamamen inkâr ve Allah'ın âyet­lerini yalanlamayı caydırmayı amaçlamaktadır. [15]

 

Nimeti Hatırlamak:

 

11. Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatır­layınız; hani bir topluluk size uzatmaya teşebbüs etmişti de Allah onların etlerini sizden çekmişti. Allah'tan sakınınız ve müminler sadece Allah'a güvensinler.

Bazı tefsirlerde bu âyetin iniş sebebi hakkında bazı masalımsı olaylar anlatılmaktadır. Biz bunları hiç söz konusu etmeden diyoruz ki, âyetin kendisi iniş sebebini bildirmektedir. İslâm'ın doğuş sıralarında, yeni doğan bebeğin güçsüzlüğü gibi bir güçsüzlük vardı. Müslümanların bu zaaflarından istifade etmek isteyen kâfir grup, onlara saldırıp yok etmek istiyorlardı. Bu teşebbüs­lerini Allah kırdı ve müminleri kurtardı. Âyet bu kurtuluşun meydana getirdiği nimetin anılmasını temin etmek için indiği anlaşılmaktadır.

1. Allah Teâlâ nimetin anılmasını, yani unutulmamasını emretmektedir. Bu nimetin de düşman toplumun saldırısına karşı müminleri korumak olduğu bildirilmektedir. Topluluklar arası çatışmaların inananlardan yana olumlu bir biçimde sonuçlanması, müminler için bir nimettir. Allah'ın düşman saldırısından bir toplumu koruması nimet olmaktadır.

Âyette beseta kelimesi yer almaktadır: Bu kelime "yaymak, dü­zeltmek, tesviye etmek, dümdüz olmak, genişletmek ferahlamak, uzatmak, müsadere etmek, teferruatlı bir şekilde açıklamak, teşhir etmek, bağışlamak boyun eğmek, dayak atmak, memnun etmek, yardım elini uzatmak, ellerini yaymak" mânalarına gelmektedir.

 

Beseta Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Bol bol vermek. Kelime bu mânada Kur'an'ın pek çok âyetinde rı-zıkla ilgili olarak kullanılmakta Allah'ın kullarına bol bol rızık vermesini ifade etmektedir. Allah kullarına rızkı bol bol verseydi (Şûra 42/27) âyetinde beyan edildiği gibi Allah'ın kullarına rızkı vermesinin yüklemi olarak dayer almaktadır.

2) Uzatmak. Öldürmek maksadıyla bir insanın elini diğerine uzatması (Mâide 5/28); Meleklerin kâfirlerin canım almak için pençelerini uzatmaları (En'âm 93); dua etmek için avucunu açıp uzatmak (Ra'd, 13/14); köpeğin ön ayaklarını uzatıp yatması (Kehf 1/18) mânalarına gelmektedir.

3) İsraf etmek. İsrâ sûresinin 29. âyetinde israf eden kimsenin durumu anlatılırken, elindekini saçıp savurmak anlamında bu kelimeye yer verilmekte­dir.

4) Yaymak. Rûm sûresinin 48. âyetinde bulutları rüzgâr vasıtasıyla gök yüzünde Allah'ın yayması anlamına gelmektedir.

5) Saldırmak. Bir toplumun diğerine kötü mânada elini uzatması, yani saldırması ve onu yenecek duruma gelmesidir (Mâide 5/11).

6) Sergi. "Allah yeryüzünü sizin için sergi yapmıştır" (Nûh 71/19). Bu âyette isim kalıbında İ»W   bisât olarak geçmektedir.

7) Üstünlük. İlmî ve bedenî üstünlüğü ifade ederken isim olarak^Jt-J besta kalıbında Bakara sûresinin 247. âyetinde yer almaktadır: "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi." Aynı mânada yaratılıştaki üstünlüğü ifade etmek için A'râf sûresinin 69. âyetinde geçmek­tedir.

8) Açık. Mâide sûresinin 64. âyetinde elin açıklığını, cömertliğini ifade ederken mebsût kalıbında kullanılmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette saldırmak anlamında "elini uzatmak" mânasında kullanılmaktadır. Âyetin geldiği dönemi dikkate alırsak, bir toplumun bir topluma kötü mânada saldırması, yakinî savaşla olduğu için ellerini uzatmak mânasını ifade etmektedir.

Günümüzde ve gelecekte savaşın çoğu piyade savaşından ziyade uzaktan hava harekâtı ve saldırılarla olmaktadır. Bu bakımdan elini uzatmak ifadesinden, savaş teknolojisi ve gücünü kullanıp saldırma anlamına gelmekte­dir.

Diğer taraftan "elini uzatmak" aynı zamanda basın, kitap, makale film yollarıyla saldırmayı da kapsamına almaktadır. Bu mânada kültür ve ekono­mik savaşı ifade ettiği bilinmelidir. Böylece iyilerle kötülerin; inananlarla inanmayanların birbirine çeşitli şekillerde el uzatmalannda Allah iyilerden yana tavır koyduğunu ve koyacağını burada müjdelemekte ve bunun nimet olduğunu bilerek anılmasını, yani kutlamasını emretmektedir.

Âyetin birinci bölümünden şu genelleme yapılabilir: Düşmanın ağır saldırısından müminleri kurtarmak bir nimettir. Bu nimetin, yani zaferin anıl­ması, kutlanması mânasına gelmektedir. Müslümanlar zafer günlerini hatır­lamak, anmak için kutlamalıdırlar.

Zaferleri kutlama bir gelenek olmaktan ziyade; ilâhî bir emirdir ve bu sebeple dinî boyutu vardır. Çünkü müslümanların zaferleri, ilâhî yardımla kazanılmaktadır.

2. Allah'tan sakımlmasım, yani O'na karşı olan sorumluluğun bilincinde olunulmasım emretmektedir. Nimeti anmak ve ardında samimi duygularını eyleme geçirmek, ardından Allah'a dayanıp güvenmek mümin olmanın gerekli kıldığı davranışlardır.

Böylece âyet, zikir, takva ve teşekkül kavramlarıyla bir davranış örgü­sünü iman edenlere sunmaktadır. Zikir takvanın olmazsa olmazını; zikir ile takva da tevekkülün olmazsa olmazını oluşturmaktadır. Her üçü birden, iman etmiş olmanın ispatını eyleme dönüştürmektedir. Âyet iman edenlere neler yapması gerektiğini belirlemekle başlarken, sonu da müminlerin bu davranış­ları rahatlıkla yapacaklarını bildirmektedir. [16]

 

Allah'ın İsrâiloğulları ile Yaptığı Antlaşma:

 

12. Andolsun ki Allah, lsrâiloğullan'ndan söz alınıştı.

İçlerinden on iki de başkan göndrnılştrk. Allah onlara şöyle deinişth Beri sizinle beraberin. Namiı kılarsamz; zekâtr ve-rirsettk, peygamberime inamr ve onları destektereniz;. Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette kötülükleciglzi örteceğim ve sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Artık bundan sonra kim inkar ederse doğru yoldan saftimş olur.

Bakara sûresinin 83; Âl-i İmrân sûresinin 187; Mâide sûresinin 80, Nisa sûresinin 154; Bakara sûresinin 63, 84, 93; Nisa sûresinin 154, 155; Mâide sûresinin 13. âyetlerinde İsrâiloğullan ve bazı antlaşmalarla ilgili mad­deler yer almaktadır.

Allah "akid" anlamına gelen mîsakı genelde İsrâiloğulları'ndan, kitap ehlinden alması manidardır. Firavun'un esaretinden kurtulan bu insanları, köle ruhluluktan kurtarmak için onlarla antlaşma yaparak şahsiyet kazandır­maktadır. Çünkü taraf olmak ve bir antlaşmaya imza atmak, bağımsız olmanın ortaya çıkardığı önemli bir andır. Köle ruhlu insanlara ya da kölelere fikirleri sorulmadığından, taraf olarak antlaşma yapılmaz, hiçbir şeye hukukî mânada imza attırılmaz. Çünkü onların hiçbir hukukî şahsiyetleri yoktur.

Allah onlarla antlaşma yaparak hukukî şahsiyet kazandırmakta, haklarını savunma alışkanlığını ve şahsiyetinin kazandırmaktadır. Bağımsız hareket eden, bağımsız kararlar alabilen ve bağımsız olarak antlaşmalara katılabilen bir topluluk olarak onları yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bağımsız topluluk haline gelip bağımsız devlet kurabilmenin en önemli olanı, antlaşmala­ra imza atabilmek ve o antlaşmaların gereğini yerine getirebilmektir.

Yüce Allah İsrâiloğulları'ndan aldığı sözü, onlarla yaptığı antlaşmayı müslümanlara niçin anlatmakta ve Kur'an'da ona niçin yer vermektedir? Bu anlatım tamamen eğitim amaçlıdır. Ahde vefa göstermek; yaptığı antlaşmalara sadık kalmak ve gereğini yerine getirme ahlâkını müslümanlara kazandırmak için bunu yapmaktadır. Ferdî mânada güçlü müslüman ve toplumsal mânada güçlü devlet olmanın yolu antlaşma yapmasını bilmek ve bu antlaşmanın gereğini yerine getirmekten geçtiğini öğretmek için ona Kur'an'da yer verilmektedir.

1. İçlerinden on iki başkan görevlendir­miştik. Âyetin bu kısmında geçen nakîb kavramı, "nekabe" fiilinden tü­remiştir. "Duvarı delmek, haber araştırmak, yerde çukur kazmak, etek yap­mak, yama vurmak"; nakube kalıbı da "başkan olmak", nakıbe kalıbı ise "dolaşıp gezmek" anlamına gelmektedir.

Bu kelime Kaf sûresinin 36. âyetinde "dolaşmak" anlamında fiil kalı­bında yer alırken Kehf sûresinin 97. âyetinde ise "delik" anlamına gelmektedir.

Toplumun durumu ile ilgilenen, araştıran kişiye başkan mânasına nakîb denmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "temsilci, başkan, ca­sus araştırıcı" anlamlarına gelmektedir. "On iki" rakamı neyi ifade etmek­tedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Bakara sûresinin 60. âyetine bakmak gerekir: Musa kavmi için su istemişti, biz de ona; 'değne­ğinle taşa vur!' demiştik. Taştan on iki kaynak fışkırdı. Her bölük içeceği kaynağı bildi. Demek ki Isrâiloğulları on iki kabileden, sülâleden meydana gelmişti. Bu on iki kabilenin ileri gelenlerinden birer kişiyi alarak Allah Te-âlâ Musa vasıtasıyla görevlendirmişti. Bu işlevin siyaset felsefesi için çok önemli bir mesaj taşıdığı da unutulmamalıdır.

Allah Hz. Musa'ya toplumu meydana getiren geniş sülâlelerin katılımı ile devleti yönetmesini öğretmektedir. Bir bakıma bu uygulama çoğulcu de­mokratik idareye geçişin ilk uygulamalarını vermektedir. İsrâiloğulları bir başkan, bir yardımcısı ve on iki kişilik bir parlamento ile idare edildiğini söylemek mümkündür. Başkan Hz. Musa, yardımcısı Hz. Harun, parlamento da bu on iki kişiden ibaretti. İdarede toplumdaki gruplara yer vermek suretiyle toplumun katmanlarının siyaset yapması ve idareye katılması uygulamasına o zaman başlanmıştır.

Ne gariptir ki, İsrâüoğullan'ndaki bu on iki rakamı Hz. İsa'nın on iki havarisine intikal etmiş, Akabe gecesinde Hz. Peygamber'e on iki nakîb bi­at etmiştir. Daha sonra Şiîler'deki on iki imama; Fârâbî'nin devlet başkanın aradığı on iki özelliğe kadar uzanmış görünmektedir.

2. Allah demişti ki: Ben sizinle beraberim. Âyetin bu kısmından öyîe anlaşılıyor ki, Allah onlarla bizzat konuşmuştur. Ama bu konuşma Hz. Musa vasıtasıyla onlara duyurulmuş olabilir mi? Bu soruyu cevaplandırabilmek çok zordur, ama bu konuşmaları Kur'an vasıtasıyla bize ve bütün insanlığa yapmaktadır. Eğer bizden sonra başka bir kutsal kitap gelseydi, onda da bize öyle söylediğini yazmış olacaktı: "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40) şeklindeki Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'e söylediği ifade aynı mânayı taşımaktadır. "Nerede olursanız olunuz O sizinle beraberdir" (Hadîd S 7/4) âyeti genel anlamda bütün insanlığa, özel anlamda müslümanlara söylenmektedir. "Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka; O onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).

Günümüzdeki Tevrat'ın Sayılar kitabının 1 ve 2. bablannda Hz. Mu­sa'ya yardım edecek on iki ailenin başkanları sayılmaktadır. Sayılar kitabının 1. babına göre Allah, Musa vasıtasıyla İsrâiloğullan'nı devlet kurabilecek şekilde teşkilâtlandırmaktadır. "Mısır diyarından çıkışlarının ikinci yılında, ikinci ayın birinci günü Rab Sînâ çölünde toplanma çadırında Musa'ya şöyle dedi: Bütün İsrâiloğullan cemaatinin topunu, aşiretlerine göre, ataları evlerine göre, adlarının sayısı ile her erkeği, ayrı ayrı alın; İsrail'de yirmi yaşında ve ondan yukarı her cenge çıkanı, sen ve Harun onları ordularına göre sayacak­sınız. Ve sizinle beraber her kabileden birer adam olacak her biri kendi ata­ları evinin başı olacaktır. Ve sizinle duracak adamların adları şunlardır"[17].

Bu kişilerin adını burada vermeyi fazlalık görüyoruz, ama metin bize İsrâiloğullan Mısır'dan çıkışlarından iki yıl sonra Allah tarafından devlet ku­racak şekilde teşkilâtlandıklarını ve bu teşkilâtlanmada on iki kabilenin re­islerinin tayin edildiğini bize göstermektedir. Tevrat'ın bu babında yer alan âyetler Mâide sûresinin 12. âyetinin ilk bölümüne uygun düşmektedir.

"On iki kişi gönderdi" kısmına da Tevrat'ın Sayılar kitabının 13. babı uygun düşmektedir. Allah, Hz. Musa'ya on iki kişi gönderip Ken'ân diyarını keşfetmek üzere on iki kişi göndermiştir. Hz. Musa onlara gördüklerini halka anlatmamalarım söyledi. Ken'ân diyarında oturan halkın kuvvetini, oturdukları yerin verimliliğini; şehrin meskenlerinin durumunu; yeşilinin olup olmadığını tesbit etmelerini istedi. Bu on iki başkan döndüğünde Ken'ân halkının güçlü olduğunu söyleyerek halka korku verdiler, hatta Tevrat'ın Sayılar kitabının 13. babının devamında Mısır'a dönmek isteyenlerin çıktığım, Allah'ın ne diye böyle bir emir verdiğine serzenişte bulunduklarını beyan etmektedir.

3. Eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerine inanır, onları desteklerse­niz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı affederim, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Kim bundan sonra inkâr ederse, doğru yoldan sapmış olur. Yüce Allah âyetin bu kıs­mında İsrâiloğullan ile yaptığı antlaşmanın maddelerini sıralamakta, onlardan ne beklediğini ve onlara ne vereceğini tesbit etmektedir.

a) Namazlarınızı kılacaksınız.

b) Zekâtınızı vereceksiniz.

c) Peygamberlerime inanacaksınız.

d) Onları destekleyeceksiniz.

e) Allah'a iyi bir borç vereceksiniz, yani fakirlere infakta bulunacaksınız.

Antlaşmada İsrâiloğulları'nın uyacağı bu maddelere karşılık Allah'ın da onlara yapacaktan sıralanmaktadır. Antlaşmanın Allah tarafındaki kısmın­da üç madde yer almaktadır.

a) Günahlarınızı örteceğim.

b) Zemininden ırmaklar akan cennetlerime koyacağım.

c) Kim inkâr yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış damgasını yiyecektir.

Üçüncü madde antlaşmadan caymanın ne anlama geleceğini açıkla­maktadır. Bu maddeden şu genellemeye varıyoruz, yapılan antlaşmayı boz­mak inkâr olacak kadar büyük günahtır. Allah'a karşı verilen sözden caymak küfürdür ama, insanın insana verdiği sözden, yaptığı antlaşmadan cayması da ona yakın bir günahtır.

Allah bunun adını yoldan çıkma mânasına gelen sapıklık koymaktadır. Antlaşmayı bozan insan veya toplumlar sapık olarak nitelendirilmektedirler.

Diğer taraftan âyetin son kısmı doğru yolun ne olduğunun tanımını da yapmaktadır: Yapılan antlaşmayı tutmak ve, gereklerini yerine getirmek Al­lah'a giden doğru yoldur. Bunun tersini yapmakta o yoldan çıkmaktır, sapıt­maktır. [18]

 

Antlaşmayı Bozmanın Cezası:

 

13. Ahidlerini bozduklarından dolayı onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimelerin yerlerini değiştiriyor­lar. Kemlilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölüntünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aktarış etme! Şüp­hesiz Allah iyilik edenleri sever.

1.13. âyette anlatılan antlaşmanın bozulmasıdır. Allah bunu "sözlerini tutmadılar" şeklinde ifade etmektedir. Aslında "mîsaklarını, akidlerini boz­dular" anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmı ile Mâide sûresinin 1. âyetini karşılaştırırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: Verdiği sözde durmamak ge­nelde İsrâiloğullan'nda görülürdü. Bunun anlamı, ilkel toplumlar, köle ruhlu insanlar sözlerini bozarlar. Onlar bir antlaşma kültürüne sahip değillerdir.

Söz, "Müslümanlar akidlerinizi yerine getiriniz, ilkellikten kurtulunuz" demektedir. Verdiği sözde durmamak müslümanın ahlâkında yer bulamaz. Onun için 1 ve 2. âyetlerde bunun üzerinde durulmuş, geçmişten örnekler verilerek bunun eğitimi yapılmaktadır.

2. Onları lanetledik ve kalplerini katılaş­tırdık. Lanetlemenin anlamı "rahmetinden kovmak, uzaklaştırmaktır. Lanetlemenin nasıl olduğu Tevrat'ın Sayılar kitabının 14. babında geniş bir şekilde açıklanmaktadır. 12. âyetinde veba hastalığı vermek, mirastan mah­rum bırakmak, yani atalarına adanan diyarı görmekten menetmek, 29. âyete göre leşleri çölde kalacak, 34. âyete göre kırk yıl fesatlıklarını taşıyacaklardı.

Tevrat'ın Sayılar kitabının 34. âyetinde geçen bu ceza şekli Mâide sûresinin 26. âyetinde aynen geçmektedir: Allah, öyleyse orası, onlara kırk yıl yasaklanmış­tır, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fâsık toplum için üzülme, dedi.

Rahmetinden kovmak anlamına gelen lanetleme bu şekilde gerçekleş­miştir. Bu lanetlemenin en etkili olduğu yer İsrâiloğullan'nın kalpleri, yani gönülleri olmuş ve gönülleri katılaşmıştır. Demek ki lanet İsrâiloğullan'nı gönülden vurdu. Yumuşak gönüller taş kesildi. "Kalplerini katılaştırdık" ce­zasını Bakara sûresinin 74. âyetinde de görmemiz mümkündür. "(Ne var ki) bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı" (Bakara 2/74) ifadesinde katılaşan kendisi olduğu halde; Mâide sûresinin 13 âyetinde kalpleri Allah'ın katılaştır-dığı beyan edilmektedir.

Bize göre bu iki oluşum ayrı ayn zamanlarda gerçekleşmiştir. Bakara sûresinde ineği bulup kesmelerinden sonra ölünün dirilmesinin ardında kalpleri katılaşırken; Mâide sûresinin 13. âyetinde antlaşmayı bozmalarından dolayı kalplerini Allah katılaştırmıştır.

12 âyet ile 13. âyetin bu kısmından şu ilkeyi çıkarmamız mümkündür: Allah burada "akd" hukukunu hem de akdini bozmaya verilecek cezayı anlatmaktadır.

Allah'a verdiği sözü bozan insan rahmetten kovulma ve kalbin katılaş­ması cezasına çarptırılmaktadır. Bu bize şunu öğretiyor; verdiği sözde durma­yan hem suç işlemiş hem de günah işlemiş olur. Yaptığı anlaşmayı yerine getirmeyen dünyevî olarak cezalandırılacak, âhirette de büyük azaba uğraya­caktır. Nahl sûresinin 91-95. âyetleri tetkik edildiğinde ahde vefanın veya vefasızlığın, sözünde durmanın veya durmamanın, yaptığı yemini takip et­memenin dindeki yeri görülecektir.

Bakara sûresinin 40. âyetinde Allah'ın bize vaad ettiklerini yerine ge­tirmesi için öncelikle, bizlerin O'na verdiğimiz sözü yerine getirmemiz gereki­yor. Demek ki kulun iradesi tatbikat alanına girmedikçe Allah'ın vaad ettiğini yerine getirmeyeceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. En büyük cezalardan biri de bu olmaktadır. Bütün bunlar antlaşmayı bozmanın cezasız kalamayacağını ve bunun cezasımn ağır olacağını vurgulamaktadır.

3. Onlar kelimelerin yer­lerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümü de unuttular. Aynı âyet içinde yer aldığına göre, âyetin bu kısmı, İsrâiloğulla-n'nın sözlerini nasıl bozduklarını anlattığını söyleyebiliriz. "Kelimelerin yerini" derken, antlaşmadaki maddelerin yerlerini değiştirdiler, yani tahrif ettiler anlamını ifade etmektedir. Kelimelerin tahrif edilmesine başka bir anlam da yükleyebiliriz. Bu anlamı Bakara sûresinin 79 ve Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetlerine göre verebiliriz: "Elleriyle kitabı yazıp sonra onu az bir bedel karşılı­ğında satmak için, bu Allah katındandır, diyenlere yazıklar olsun. Elleriyle yazdıklarından ötürü vay hallerine onların!" (Bakara 2/79). Demek ki kelimeleri tahrif etmeleri, yerlerinden kaydırmalarının anlamı Tevrat'ın bazı âyetlerini değiştirmeleridir. Değiştirdikleri âyetlerin, Allah katından olduğunu söyleyerek de yalana baş vurmuşlardır.

"Kitap ehlinden bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyle­dikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).

Allah'ın âyetlerini, Allah'ın hükümlerini, yaptıkları antlaşmanın içerdiği maddeleri değiştirmeleri bu tahrifatı meydana getirmiş ve bu sebeple lanete uğratılmış ve kalpleri katılaştınlmıştır.

Bu da bize şunu öğretmektedir: Objektif hukuk kuralları herkese aynen uygulanmalıdır. Bazdan için onlarda tahrifat yapılamaz, herkes kanunu kendi­ne göre yorumlayamaz ve uygulayamaz. Çünkü hukuktaki tahrifat bir toplu­ma lanet getirir, aydınlıktan medeniyetten uzaklaştırır; itilen ve gerileyen toplum halini alır. Objektif hukukun kurallarını değiştirmek veya kendine göre yorumlayıp uygulamak toplumun canıyla oynamaktan başka bir şey değildir.

"Kendilerine öğretilen hükümlerin bir bölümünü de unuttular." Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla İsrâiloğulları'na öğrettiklerinin bir kısmını değiştir­diler, bir kısmını da unuttular. Bunun anlamı, dinî vazifelerini yerine getirme­diler, hatta öyle bir vazifenin olduğunu bile unuttular.

Bu unutma işini herkes yapmaktadır. Hz. Âdem bile Allah'ın ona verdi­ği emirleri unutmuş da hata yapmıştı: "Andolsun, biz daha önce de Âdem'e ahid (emir ve vahy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdini) unuttu. Onda azim de bulmadık" (Tâhâ 20/115).

Zümer sûresinin 8. âyetine göre, insanın başına bir sıkıntı gelince Al­lah'a yalvarır, Allah o sıkıntıyı giderecek bir nimet verince de, daha önce yalvardığını unutur ve Allah'a şirk koşar. A'râf sûresinin 51. âyetine göre, mahşer günü karşılaşacaklarını unutanlar, dinleriyle alay eder ve onu eğlen­ceye alırlar. Bu unutma Allah'ın onları unutmasına sebep olur.

Haşr sûresinin 19. âyetine göre İnsan Allah'ı unutabilir; onun için: Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın buyurmaktadır.

Allah'ın âyetlerini bu dünyada unutanları, Allah'da âhirette unutacaktır (Tâhâ 20/126). İnsanlar başkalarına iyiliği emreder kendilerini unuturlar. Allah bu insanları beyinsizlikle itham etmektedir (Bakara 2/44). Mücadele sû­resinin 19. âyetine göre, şeytan etki altına aldığı kimseleri Allah'ı anmayı unutturmaktadır. En'âm sûresinin 68. âyetine göre şeytanın peygambere unutturma ihtimali vardır.

İsrâiloğulları da kendilerine verilen öğütleri, öğretilen hükümleri unut­turma alışkanlıkları vardı. Aslında Allah'ın emirlerini, hükümlerini, âyetlerini, öğütlerini unutma meselesi bütün insanlığın sorunu olmuş, olmakta ve gele­cekte de olacaktır.

İsrâiloğulları'nm unutma durumunun Kur'an'da anlatılmasının sebebi nedir? Allah müslümanlan bu konuda eğitmektedir. Günümüzde kendini müs-lüman sanıp Allah'ın verdiği öğütleri, onun Kur'an'la verdiği mesajları mümin­lere yüklediği vazifeleri unutan pek çok insan vardır.

Din konusunda nice yanlış fetvalar verilmekte, kelimeler hükümler yerlerinden kaydırılmakta, âyetler unutularak beşeri fetvaları, ictihadlan öne geçirenler vardır. Eğer iman edenler arasında Allah'ın âyetlerini, peygambe­rin öğütlerini unutup Allah'ın ve peygamberin önüne geçecek olanlar olma­saydı Hucurat sûresinin 1. âyetinde: "Ey iman edenler Allah'ın peygamberinin önüne geçmeyiniz" emri yer alır mıydı? Mâide sûresinin 12 ve 13. hayetlerine göre, bu davranış inkârdır, sapıklıktır, Allah'ın lanetine götürür ve kalpleri katılaştınr.

4. İçlerinden pek azı hariç on­lardan daima bir hainlik görürsünüz. Allah ile yaptığı antlaşmasını bozan, Allah'ın lanetlediği, kalbi katı, ilâhî hükümleri, yani âyetleri değiştiren ve kendine verilen öğüdü unutan kimseden lanetten başka bir şey çıkmaz.

Çünkü İsrâiloğulları kendi içlerinden çıkan peygamberlere ihanet et­mişler, kimini öldürmüş kimini de öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Daha önce Nisa sûresinin 155. âyetinde açıkladığımız gibi sözünden dönmek, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, haksız yere peygamberleri öldürmek ve kalplerinin kılıflanmış olduğunu söyleyen bir yapı ile İsrâiloğullan Hz. Peygamber'e ulaşmışlardır. Tabi ki Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler bunların hepsini yapmamıştı, ama onlar böyle ihanet etmeyi ahlâk haline getirmiş bir kültürün takipçileriydiler.

Böyle bir anlayış ve kültürden dolayı yüce Allah Hz. Peygamber'i uyarmakta ve onlardan daima hainlik göreceğini söylemektedir. Ama o dönemde yaşayan yahudilerin tamamının bu niyet ve davranışta olmayacağına da dikkat çekmektedir.

Ama Allah çok önemli bir kuralı da öğretmektedir: Ne kadar kötü bjr grup olsa bile, içlerinde iyi insanların olması mümkündür. Onun için piçlerinden pek azı hariç ifadesine yer vermiştir. Gruplar bir­birlerini değerlendirirken, ne yermede ne de övmede genelleme yapmamak gerekiyor. Her iyi grupta kötüler çıkacağı gibi; her kötü grupta da iyiler çı­kabilir. Onun için âyetin bu kısmındaki cümlenin kuruluş şekli manidardır.

5. Yine de sen onları affet ve al­dırış etme! Şüphesiz Allan muhsinleri sever. Âyetin bu kısmında yüce Allah muhsini tanımlamaktadır. Daha önce Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde muhsin insanın özelliklerini vermiş ve muhsini, yani ihsanın tanımını yapmıştı. İnfak eden, kinini yutan ve insanları affeden kimseye muhsin demiş ve sevgisini ona ilân etmişti. Mâide sûresinin 13. âyetinde sadece ihanete uğ­ramayı affetmek ve yanlışlara aldırış etmemeyi münşinin sıfatı olarak belirle­miş ve ihsanın bu açıdan tanımını yapmıştır. Allah peygamberlerin muhsin olduğunu bu âyette ilân etmektedir.

Görülüyor ki, yüce Allah bir grup analizi yapmakta, psikolojik ve dav­ranış olarak onları tasvir etmekte, onlara karşı nasıl bir tavır takınılacağım da hükme bağlamaktadır. Böylece bütün insanlığa, insanları affeden ve suçlarını görmezlikten gelen insanlar muhsindir; muhsini de Allah sevmektedir. [19]

 

Hıristiyanların Sözlerinde Durmamaları:

 

14. Ve (aynı şekilde) 'biz hıristiyanlarız' diyenlerden kesin bir taahhüt almıştık, ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıya­mete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Al­lah onlara yaptıklarını haber verecektir.                               

Mâide sûresinin 12-13. âyetlerinde İsrâiloğullan'nın yahudi kanadının yaptıkları anlatılarken, 14. âyette de hıristiyanların benzer davranışları ele alınmaktadır.

1. Ve (aynı şekilde) 'biz Hıristiyan­larız' diyenlerden de kesin bir taahhüt aldık. "Kendilerine nasârâ diyen" ifadesindeki nasârâ Allah'a yardım eden mânasına gelmektedir. Hz. Pey-gamber'e kucak açan, her çeşit yardımı ona ve onun arkadaşlarına sunan Medine'nin yerlilerine de ensar denilmektedir (Tevbe 9/100). Aynı şekilde, "İsa, onlardaki inkarcılığı sezince: 'Allah yolunda bana yardımcı olacak kim­lerdir?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah'ın yardımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanlanz' cevabını verdiler" (Âl-i İmrân 3/52). Bu ifadeden dolayı onlar "nasârâ" olarak anılmaktadırlar.

Yüce Allah kendilerine yardım sever sıfatını verenlerden de söz aldı. Aldığı bu sözün, yani yaptığı bu antlaşmanın içeriğinden ne vardı? Bu sorunun cevabını verebilmek için başka âyetlere gitmek zorundayız.

"Allah'tan sakınmak, Hz İsa'ya itaat etmek" (Âl-i İmrân 3/50). "Allah'a kulluk etmek" (Âl-i İmrân 3/51). "Allah'a yardım etmek" (Âl-i İmrân 3/52). "Gökten indirilen sofra neticesinde kalpleri tatmin olup inkâra sapmamak" (Mâide 5/ 112-115). "Hz. Muhammed'e iman edeceklerdi" (Saf 61/6).

Bu konularda kendilerine "nasârâ" diyenlerden söz alınmıştı, Hz. İsa'­nın getirdiği mesaja boyun eğecekler, tevhid inancından ayrılmayacaklardı.

2. Ama onlarda kendilerine verilen öğütle­rin önemli bir bölümünü unuttular. Onlar da yahudiler gibi Hz. İsa vasıta­sıyla verilen mesajın önemli bir bölümünü unutup yanlış davranışta bulundular. Meselâ Allah'ın üç ilâhtan biri olduğunu söylediler. (Nisa 4/171; Mâide 5/73,116).

Meryem oğlu İsa'yı Allah demeleri (Mâide 5/17,72); Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmemeleri ve onun getirdiği mesaja sihir demeleri  (Saf 61/6); söz dinlememeleri; aşın gitmeleri (Mâide 5/78); kendilerine Allah'ın oğullan ve sevgilileri demeleri (Mâide 5/18); Allah hakkında gerçekten başka­sını söyleyip dinlerinde aşın gitmeleri (Nisa 4/171) onlann antlaşmanın büyük ve önemli bir bölümünü unuttuklanm, yani inkâr ettiklerini ifade etmektedir.

3. Bu sebeple kıyamete kadar aralarında düşmanlık ve kin saldık. 13. âyette yahudilere lanet etti ve kalplerim katılaştırdı. Fakat Nasârâ'ya, yani hıristiyanlann arasına düşman­lık ve kin salmakla cezalandırdı. Ne idi bu düşmanlık ve kin? Bunun cevabını Meryem sûresinin 37. âyeti vermektedir: "Sonra gruplar kendi aralannda ayrılığa düştüler" (Zuhruf 43/65).

Bunun anlamı şudur: İsrâiloğulları arasında yahudi ve hıristiyan tartışması çıktığı gibi hıristiyanlar arasında mezhep kavgaları baş gösterdi. Türeyen mezhepler arasında düşmanlık ve kin dolayısıyla kan akıtıldı. Tevhid inancının çıktığı yere düşmanlık ve kin doldu. Tefrikalan, bölünmüşlükleri, kavgalan ve kinleri nesilden nesile aktarıp bu güne kadar uzandı. Nesiller bu düşmanlık ve kinin doğurduğu kavgalarla büyütüldü. Bu düşmanlık ve kin, nesillerin tabiatı haline geldi, onlardan ayrılmaz bir parçaya dönüştü. Eğitimi yönlendiren bu düşmanlık ve kin insanlık tarihini kirletti; akan nurlu ırmağa pislikler akıtarak insanlığın erdemine büyük yaralar açtı.

Dünyanın neresinde yahudilerle hıristiyanlar; ya da hıristiyan mezheple­ri arasında bir kavga görülürse, orada Allah'ın onlara Mâide sûresinin 14. âyetindeki cezanın uygulandığı bilinmelidir.

Müslümanlar da Kur'an ile Allah'a söz vermişler, O'nunla akid yap­mışlar ve O'nunla ahdetmişlerdir. Kur'an'm bir kısmını unutur veya onun hükümlerine aldırış etmezlerse, Allah onlann da arasında düşmanlık ve kin sokacaktır. Sanki bu durum geçmişte gerçekleşmiş, günümüzde devam et­mektedir. Müslümanlar arasında arası kapanamayacak mezhep aynlıkları çıkmış ve deprem devam etmektedir. Mezheplerin meydana getirdiği düş­manlıklar ve derinleşen kin, toplumlann içinde ve toplumlararası ilişkileri karanlığa itmektedir.

Bu mezhep, grup, cemaat çatışmalarının ilâhî bir ceza olup olmadığına bizim karâr vermemiz mümkün değildir ama, Kur'an'ı bir tarafa itmekten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Mâide sûresinin 13-14. âyetleri Allah'ın  âyetlerinden, öğütlerinden, kitabından uzak kalmanın doğuracağı neticeleri öğrenmek için gönderildiği bir gerçektir. [20]

 

Kitap Ehli, Hz. Muhammed ve Kur'an:

 

15. Ey kitap ehli! Peygamberimizsize geldi. Kitaptan  gizlediklerinizin çoğunu size açıklamaktadır; birçokundan da vazgeçiyor. Şu bir gerçek ki, Allah'tan bîr'our, apaçık bir kitap gelmiştir.                                              

16. Rizasını arayanı Altah onunla kurtuluş yollarına iletir ve onİan kendi tefiîylc karanlıklardan aydınlığa çıkar ip r     doğru bir yola götürür.    

Bu âyetler önceki üç âyette yahudi ve hıristiyanların yaptıkları ağır yanlışları, Allah'a verdikleri sözde durmamalarını ve Allah'ın kitabının önemli bir kısmını unutmalarını ve bazı âyetlerini değiştirmelerini anlatmıştır. Bu âyetlerde, peygamber dönemindeki yahudi ve hıristiyanların doğru yola gire­bilmeleri için bir eğitim metodu uygulanmaktadır. Demek ki 1 S-16. âyetlerin geliş sebebini önceki üç âyet teşkil etmektedir.

1. Ey kitap ehli! Peygamberimiz size geldi. Kitaptan gizlediklerinizin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da vazgeçiyor. Bu âyetten Hz. Peygamber'in önemli bir görevi ortaya çıkmaktadır. Yahudi ve hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarının önemli bir kısmını unutmuşlardı. Bu âyete göre unutmanın anlamı gizlemektir, yani değiştirmektir. Onların gizlemiş oldukları hükümleri açıkla­mak için Hz. Muhammed görevlendirilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber ya-hudi ve hıristiyanların kendi kitaplarına karşı yaptıkları haksızlığı düzeltmekle meşgul olmuştur. Ama onlann bu yaptıklarının çoğunu da affederek, dikkate almayarak, vazgeçerek görevini yerine getirmiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Yapılan hataların büyüklerini düzeltip küçüklerini görmezlikten gelmek gerekiyor. Küçük hatalara takılarak, büyüklerin düzelmesini engellemenin anlamı yoktur.

Hz. Peygamber kendinden önceki Tevrat ve İncil'e yapılan haksızlıkla­rın açıklamasını yapmakla, yahudi ve hıristiyanların İslâm'a gelişlerini kolaylaştırma yolunu tutmuştur.

2. Diğer taraftan Allah yahudi ve hıristiyanlara bir nur açıklayıcı, bir kitap gönderdiğine de işaret etmektedir. Âyetin bu kısmındaki "nur" ve "kitap" kavramıyla ne kastedilmektedir? Buradaki nurdan kasıt, Tevrat mıdır yoksa Kur'an mıdır? Bazı müfessirler nurun Hz. Muhammed olduğunu söylemekte­dir. Süleyman Ateş bunun Tevrat olduğunu söylemekte ve ispatını yapmak­tadır[21].

Süleyman Ateş, Kur'an'da Tevrat'ın bir sıfatının nur olmasından hare­ket ederek bu yanılgıya düşmüştür. Halbuki Kur'an'da Kur'an'ın da bir sıfa­tı nurdur. Demek ki nur sıfatı, Tevrat ile Kur'an'ın müşterek özelliği olmakta­dır.

Âyetin birinci bölümünde gelen elçinin Hz. Muhammed olması, ikinci bölümdeki nurun Hz. Muhammed olmadığına delil teşkil etmektedir. Kur-an'da nur sıfatı, kutsal kitaplara verilmiştir. Meselâ "Biz Tevrat'ı indirdik, onda hidayet ve nur vardır" (Mâide 5/44); "Ona İncil'i verdik. Hidayet ve nur vardı onda" (Mâide S/46); "Fakat biz Kur'an'ı, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bur nur kıldık" (Şûra 42/52).

Görüldüğü gibi Tevrat ve İncil'de nur vardır; ama Kur'an'ın kendisi nurdur. Işık verme yönüyle vahiy aynı işlevi görmektedir. Işığın olduğu yerde, hidayet de yer almaktadır. Çünkü ışık insanın yolunu aydınlatmakta, ne yönde gideceğini belirlemekte ve o yolda gitmesini temin etmektedir. Tevrat ve İncil'de nur olduğuna göre yahudi ve hıristiyanlara, aynı özelliğe sahip Kur'an'ın geldiğini söyleyerek onları ona inanmaya, onun nurundan istifade etmeye çağırmaktadır.

"Apaçık bir kitap geldi" ifadesindeki kitap kavramı da Kur'an'a işaret etmektedir. "Apaçık" olarak manalarından mübîn kavramı, "açıklayıcı" anlamına alınmalıdır. Âyetin birinci bölümündeki, "Resulümüz size geldi. Kitaptan gizlemiş olduklarınızın birçoğunu size açıklıyor." "Açıklama"yı Hz. Muhammed'in kendisi değil de, kitap yapmaktadır. Tevrat ve İncil'den gizlediklerini, yani unuttuklarını açıklayan Kur'an'dır. Kur'an'ın mübîn olması bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu açıklamadan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'ın iki sıfatı ve buna paralel olarak da iki görevi bilinmektedir. Aydınlatmak ve açıklamak Hz. Peygamber, Kur'an'ın bu özelliklerinden istifade ederek, yahudi ve hıristiyan-lann gizli işlerini ortaya çıkararak açıklamıştır. Onları bu hastalıktan geri çevirmenin yolu, yaptıkları yanlışları onlara göstermek, bir kısmını affederek, doğruyu kabul ettirmektir.

3. Rızâsim arayanı Allah Kur'an'la kur­tuluş yollarına iletir. Yüce Allah Kur'an vasıtasıyla insanları selâmet, yani barış, esenlik ve kurtuluş yollarına iletmektedir. Bundan hareketle diyebiliriz ki, Allah kullarını esenlik yurduna çağırdığına göre (Yûnus 10/25) bu çağrısını Kur'an vasıtasıyla yapmaktadır. Barış yurduna, yani esenlik ve kurtuluş yurduna hangi yollarla gidileceğini belirlemek için Allah Teâlâ Kur'an'ı göndermiştir. Kur'an vasıtasıyla Allah insanları esenlik yurduna iletmesi için bir şart koşmaktadır; o da Allah'ın rızâsını arayan bir iç niyete sahip olmaktır. Demek ki Kur'an, Allah'ın rızâsını arayacak kadar bir manevî alt yapıya sahip olan insanları, barış, esenlik, kurtuluş yollarına, yani ülkesine iletmekte­dir. Başka bir ifade ile Kur'an kavga, tefrika, ve düşmanlık yurdunu; banş, kardeşlik, esenlik yurduna çevirmektedir.

4. Ve onları, izniyle karanlıklar­dan nura çıkarır. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak meselesi daha önce Bakara sûresinin 257. âyetinde açıklanmıştır. Allah inananları karan­lıklardan aydınlığa çıkarır. Nedir karanlık, nedir aydınlık? Allah kendi rızâsını arayanları, nefsin karanlığından aklın aydınlığına; cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına; düşmanlık ve kinin karanlığından kardeşliğin aydınlığına; şirkin karanlığından tevhid inancının aydınlığına; günahların karanlığından nefis ve gönül temizliğinin aydınlığına çıkarmaktadır.

Şirk, cehalet, nefsin kötü arzulan, kin ve günah kiri insanı karanlıklara itmekte, yolunu bulma kapasitesini köreltmektedir. İnsanlar bu karanlığın içinde yolunu bulamamakta, şaşkınlık içinde kalmakta ve büyük bir bunalıma girmektedir.

5. Dosdoğru bir yola iletir. Bu doğru yo­lun Fatiha sûresinin 7. âyetinde ne olduğu açıklanmaktadır: Kendilerine ni­met verdiklerinin, gazaba uğramamışların ve sapıtmışlarm yolu olmayan yoluna iletmektedir. Fâtiha'nın 6-7. âyetinde yapılan duanın karşılığı bu âyette verilmektedir.

Bu yol Allah hakkı, ana-baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, yetim hakkı, tüketici hakkı, adalet ve ahde vefa değerlerinin oluşturduğu yoldur. (En'âm 6/151-153), kısaca Allah'a götüren yoldur.

Mâide sûresinin 15 ve 16. âyetlerinin özünden önemli bir eğitim metodu çıkarmaktayız. Kur'an başka bir dine mensup olan insanlara, dinini bırak da bu dine gel demeden önce, onlara Kur'an'ın sahip olduğu özellikleri anlatmak, Kur'an'ın amacının ve görevlerinin ne olduğu açıklamak suretiyle onların kafasında ve gönlünde iyiden yana bazı oluşumlar meydana getirmektir. Dinlerini bırakıp İslâm'a girme kararlarını onlar vereceğine göre, bu karar için gerekli olan bilgi alt yapısını hazırlamak en doğru yoldur.

Onun içindir ki, yüce Allah yahudi ve hıristiyanlara dinlerinizi değiştirin demeden, onlara yanlışlarını anlatmakta Hz. Muhammed'in ve Kur'an'ın niçin gönderildiğini, görevlerini anlatmaktadır. Kur'an ile onların inandıkları Tevrat ve İncil'in müşterek taraflarını ele almakta, gizledikleri, yani unuttukları konuların tamirini yapmaktadır.

Bütün bu çalışmaların amacı, yahudi ve hıristiyanların müslüman olduklarını aynı kültürü ve aynı davranış biçimlerini Müslümanlığa taşıma­maları ve kendilerinin Allah katında nasıl bir değerlendirmeye tâbi tutulduklannın bilgisini temin etmektir. Geçmiş bir dinin mensuplarının, dinlerine karşı işledikleri hataları ancak daha sonraki bir din anlatabilir. Kur'an'dan sonra bir kutsal kitap gelmeyeceğindendir ki, bu kitabı, Hicr sûresinin 9. âyetine göre koruma görevini Allah Teâlâ üzerine almıştır. [22]

 

İsa Mesih İnancı ve Küfür:

 

17. Allah, Meryem oğlu Mesih'tir diyenler andolşun kâfir oldular. De ki: Eğer Meryem oğlu İsa'yı ve onun annesini ve yeryüzündekflerîn hepsini imha etmek isterse kim Allah'a mani olabilir? Zira göklerin, yerin ve onlar arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah'a aittir. O, cRtedigini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.

Âyetin analizinden bazı genellemelere varmamız mümkündür.

1. Kontrolsüz sevgi şirke götürür. Hz. İsa'yı çok sevenler, ya da en azından öyle görünenler, Hz. İsa'nın getirdiği tevhid inancını ona ilâhlık sıfatı vererek kirlettiler. Bunun psikolojik analizi şudur: Bîr insana veya varlığa gösterilen aşın sevgi, onu kutsallaştırmaya ve netice de tanrılaştırmaya kadar gidebilir.

Bakara sûresinin 165. âyeti, Allah'tan başka varlıkları Allah gibi se­venlerin şirke düştüğünü, ama müminlerin Allah'ı diğer varlıklardan daha fazla sevdiklerini gündeme getirmektedir. Diğer taraftan Tevbe sûresinin 24. âyetin bazı varlık ve nesneleri sayarak bunların Allah'tan peygamberden ve Allah yolundaki savaştan daha fazla sevilemeyeceğini, sevilirse tehlike arzedeceğini vurgulamaktadır.

İsrâiloğullan'nın hıristiyan kanadının, Hz. İsa'yı tanrılaştırmasını Al­lah inkâr olarak değerlendirdi. Demek ki Hz. İsa'ya yöneltilen aşın sevgi, onların inkâra düşmelerine sebep olmuştur. Mâide sûresinin 72. âyeti aynı konuyu ele alıp, aynı değerlendirmeyi yapmaktadır.

Âyetin bu kısmı tevhid inancına ters düştüğünden, Allah'ın peygamberi vasıtasıyla öğrettiği tevhid inancı ile aldığı sözü bozmaktır. 14. âyette hıris-tiyanların akdi bozan davranışlarından biri de bu olmuştur.

2. Peygamberi tanrı edinmenin bilimsel olarak reddedilmesi. Hıristiyan­lar bu inkârını, yani Hz. İsa'ya tanrılık vermelerini yüce Allah tartışmaya açıyor ve Hz. Peygamber vasıtasıyla önemli bir soru yöneltiyor: "De ki: Eğer Meryem oğlu İsa'yı ve onun annesini ve yeryüzündekilerin hepsini im­ha etmek isterse Allah'a kim mani olabilir? Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah'a aittir ve Allah dilediğini yapmaya kadirdir."

Âyetin birinci bölümünde. "Allah, Meryem oğlu İsa'dır" ifadesi yer almaktadır. Bundan şu anlam çıkıyor: Oğlu Allah olunca, annesi de Allah olmaktadır. Allah olmayan, Allah doğurabilir mi? Bu çıkarım doğru mudur? Doğru ise ispatını nasıl yapabiliriz? Bu soruların cevabını Mâide sûresinin 116. âyetiyle verebiliriz: "Allah, ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, beni ve anamı Allah'tan başka iki tanrı edinin diye sen mi söyledin?" Demek ki, bazı hıristiyanlar üçlü ilâhın içine Meryem'i de katmışlardı. İsa'yı doğuran Hz. Meryem'i de tanrı edindiklerinden, âyetin ikinci bölümünden yöneltilen soruda, Meryem oğlu Mesih'i ve anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha ederse Allah'a kim mani olabilir?" ibaresi de yer almaktadır.

Âyetin bu bölümüne dikkat edilirse, merkezî kavram "helâk'tir. Soru Hz. İsa'yı, annesini ve bütün varlıkları Allah'ın helak etmesine mani olunup olunamayacağı üzerine cereyan etmektedir. Aslında onlara İsa ile annesinin bu helaki durdurup durduramayacağı sorulmaktadır. Kâinatın yıkılışı ve tanrı edindikleri İsa ile annesin kudreti arasında ki bağlantı öne çıkarılarak, yanlış varlıklara kutsallık verdikleri anlatılmaktadır. Tabiat kanunlarında meydana gelecek düzen ve denge bozukluğu karşısında bu tanrılarının durumu ne olacağı gündeme getirilerek yanlış inançlarından vazgeçmeleri temine çalışılmaktadır.

Bu sorunun ardından merkezinde "hükümranlık" kavramının bulunduğu bir hüküm yer almaktadır: "Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah'a aittir." Âyette geçen mülk kavramı "mülkiyet" mânasına geldiği gibi, "idare" mânasına da gelmektedir. Hükümran olan, mülkiyete de sahip ola­cağından, öncelikli mâna olarak yönetimi ele aldık. Bir insanın, kâinata yö­netici olmayacağı ilkesinden hareket ederek, onların bu yanlış ve dayanaksız inançları yıkılmaktadır.

Diğer taraftan "Allah'ın dilediğini yaratacağı" gündeme getirilerek, insanın dilediğini yaratamayacağı gerçeği vurgulanmaktadır. Ayrıca Allah'ın her şeye gücünün yettiği anlatılarak, tam gücün kimde olduğu hatırlatılmak­tadır.

Dikkat edilirse âyetin ikinci bölümünden Meryem oğlu İsa'nın Allah olamayacağının ispatının yapıldığı görülecektir. Bu ispatta helak etmek, hü­kümranlık, yaratma ve her şeye kadir olma sıfatları ele alınmaktadır.

Bir nevi, şirkle olan mücadelenin nasıl yapılacağı, hangi konuların işle­neceği anlatılırken, bir varlığa tanrılık verirken kâinatla ve varlıklar alemiyle olan ilişkisi konu edinilmekte; izahlar ve sorular bu ilişkilere göre yönlen­dirilmektedir. Allah peygamberine bu konular üzerinde konuşmasını söyler­ken, aynı zamanda din eğitimcilerine de önemli bir metot öğretmektedir.

Tanrılığın kudret, yaratma, hükümranlıkta ve tabiat olaylarını düzenle­me konularından anlaşılacağını, bunlara sahip olan ve bunları kullanan varlığa tanrılık yakıştırılacağına da işaret edilmektedir.

Bütün bu açıklamalar, insanları küfrün ve şirkin batağından kurtarmayı amaç edindiği bilinmelidir. Hz. Muhammed, hıristiyanlan bu yanlış inançtan çevirme görevi ile görevlendirilmiştir. Müslümanların, küfre ve şirke sapan ama kendisinin bir dine mensup olduğunu söyleyenleri ihmal edemeyeceğine de delil teşkil etmektedir. [23]

 

Yahudi ve Hıristiyanların Müşterek Yanlışları:

 

18. Yahudiler ve hiristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. Deki: Öyle ise günahlarınızdan do­layı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nün yarattığı insanlardansınız. O dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.

Yahudiler sadece Üzeyir Allah'ın oğludur (Tevbe 9/30) demekle kalmadı kendilerinin Allah'ın oğlu olduklarını söylediler; hıristiyanlar da sadece Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmediler (Tevbe 9/30), aynı zamanda kendilerinin Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiler.

Kitâb-ı Mukaddes'in, yani bugünkü Tevrat'ın Çıkış kitabının 4. babının 22-23. âyetlerinde şu ifadeler yer almaktadır: "Ve Firavun'a diyeceksin: Rab şöyle diyor: İsrail, oğlum, ilkimdir; ve sana dedim: Oğlumu salıver ki, bana ibadet etsin." Diğer taraftan Tevrat'ın Yeremya kitabının 31. babının 9. âye­tinde şu ifadeler yer almaktadır: "Ağlayışla gelecekler; yalvardıkça onlara yol göstereceğim; onları sulu vadiler yanında, sürçmeyecekleri doğru yolda yürüteceğim; çünkü ben İsrail'e babayım, Efraim de ilk oğlumdur." Onlara göre, yahudilerin Allah'ın oğullan olmasının delili bu âyetlerdir. Allah'ın kendilerine ya da kendilerinin Allah'a daha yakın olduklarını ifade etmek için baba-oğul ilişkisini gündeme getirmişlerdir. Bu ifadeyi de Tevrat'ın bu âyetlerine dayandırmaktadırlar.

İncil'in Yuhanna kitabının 12-13. âyetleri şöyledir: "Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman edenlere, Allah'ın oğullan olmak salâ­hiyetini verdi. Onlar ne kandan ne bedenin iradesindendir, ancak Allah'tan doğdular." Hıristiyanlar da bu ve buna benzer İncil âyetlerinden dolayı kendi­lerini Allah'ın oğlu olarak görmeye başladılar. Kur'an Mâide sûresinin 18. âyetiyle bu yanlışı düzeltmektedir.

Yahudi ve hıristiyanlann Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını id­dia etmelerinin meydana getirdiği kirlenme; dinde ve Allah katında sevgili olmanın sözle değil amelle olacağı ilkesini kirletti; Allah'ın oğlu olmayacağı ve oğul edinmeyeceği gibi tevhid inancını da lekelemiş ve şirke düşmelerine neden olmuştur.

Onların bu iddialarını çürütmek için Allah peygambere şu soruyu

sormasını emretmektedir: Öy'eVsc günahlarınız­dan dolayı, Allah size niçin azap ediyor?

Âyetin bu kısmından ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişki ile ilgili önemli bir esas ortaya çıkmaktadır: Bir çocuk ne kadar kötü olursa olsun, ebeveynine ne kadar aksi olursa olsun, ebeveyni onun belâ çekmesini, ateşte yanmasını istemez. Âsi olan evlâdın ayağına diken bile batsa, "âh" demekten kendini alıkoyamaz.

Bu gerçekten hareket ederek, "Eğer Allah'ın oğulları ve sevgilileri iseniz neden günahlarınızdan dolayı size azap ediyor" sorusunun sorulmasını emretmektedir.

Doğrusu siz O'nun yarattığı bir beşersiniz. Aye­tin bu kısmı, yahudi ve hıristiyanlann Allah'ın oğullan ve sevgilileri olmadığını, ama ne olduklannı anlatmaktadır. Allah'ın yarattığı bir beşerin anlamı, ölümlü varlık demektir. Allah ölümsüz varlık olduğuna göre, O'nun oğullan da ölüm­süz olmalıdır. Halbuki Allah'ın yarattığı beşerin en önemli özelliği ölümlü ol­masıdır. Diğer taraftan beşer kelimesi, günah işleme özelliğini de beraberinde getirmektedir. Onun için âyetin devamı günahın affedilmesi konusu üzerinde durmaktadır.

O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Affetme ve azap etme yetkisi Allah'a ait olduğuna göre, azap edilen insanlar Allah'ın oğlu ve sevgili kullan olamazlar. Yahudi ve hıristiyanlar da insan ve beşer olduklarından hata işlemeleri muhtemeldir. İşledikleri hatadan dolayı affa uğrayacakları gibi azap görme ihtimalleri de vardır. Bu konudaki irade Allah'a aittir.

Âyetin devamı 17. âyetteki gibi, Allah'ın hükümranlığım ele almaktadır: Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ki her şeyin üzerinde hükümranlık Allah'a aittir. Aslında, daha önce 17. âyette söylendiği gibi, buradaki hükümranlığa mülkiyet deme imkânımız da vardır; yani göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkiyeti Allah'a aittir. Âyette mülki­yetle hükümranlık birbirinden aynlamayan iki özellik olduğu için aynı kelime ile ifade edilmektedir.

Âyetteki mülk kavramım hükümranlık mânasına alırsak şu neticeye varabiliriz: Mutlak hükümranlık Allah'a ait olduğuna göre, idare eden O'dur, siz ise idare edilensiniz. Onun için oğul olma iddianız geçersizdir. Mülk kavra­mını, mülkiyet mânasına alırsak, yahudi ve hıristiyanlara Allah kâinatın mutlak mülkiyetine sahip olduğunu hatırlatıp, siz de kâinat için, mülkiyet olmaktan başka bir güce sahip değilsiniz. O zaman, Allah'ın oğullan olma iddianız yersizdir, demektedir.

Âyetin son kısmı da, Dönüş O'nadır ifadesiyle bitmekte­dir. Dünyadan âhirete gerçekleşecek olan bütün yolculuklar O'nda nihayet bulacaktır. Her türlü düşünce, istek ve ölüm sonrası hayat O'nda son bulacak­tır.

"Dönüşün Allah'a olması"nın anlamı İnfitar sûresinin 19. âyetinde şöyle verilmektedir: O gün, hiçbir İnsanın başka bir kişiye zerre miktarı fayda sağlayamayacağı bir gündür. Çünkü o gün, hâkimiyet (emir) sadece Allah'a aittir.

Bütün işlerin toplanacağı yer Allah'tır. Affın, azabın, şefaatin yetkisi O'nda olacaktır. Böyle bir varlığın oğlu olur mu? Oğlu olan varlık objektif davranamaz; taraf tutar. Ama Allah tarafsız davranacak olan yegâne merci-dir. Bir bakıma yahudi ve hıristiyanlar kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilileri görmekle, Allah'ın tarafsızlık özelliğini yaralamaktadırlar. Allah'ın tarafsızlığı dikkate alınırsa, onlann bu iddialan çürümüş olacaktır. [24]

 

Peygamberlikte Fetret Dönemi:

 

19. Ey Ehli hitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir şurada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor .ki (kıya­mette), "Bize bir mfijdeteyicî ve uyana gelmedi" demeyesi-rtte. îfte tize «ri^deleytet ve uyancı gelmiştir: Allah her şeye ' hakkıyb kadirdir.

Âyetin analizinden bazı genellemelere varabiliriz:

1. Ey Ehl-i kitap! Pey-gamberlerin arası kesikliğrbir sırada size (hakikati) açıklayan elçimiz geldi. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, yüce Allah kitap ehline hitap et­mektedir. Çünkü kitap ehli hem vahyin ne olduğunu biliyor hem de peygam­berlik müessesesini tanıyorlardı. Hz. İsa'ya kadar peygamberlik müessesesi ile vahyin bir süreç olarak devam ettiği bilinmektedir. Hz. İsa ile Hz. Muham-med arasında altı asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu zaman dilimine "fetret dönemi" denmektedir. Tarihçiler bu fetret dönemi hakkında farklı seneler vermektedirler.

İbn Kesîr tefsirinde bunun 600 yıl olduğunu söylemektedir. Acaba Hz. Peygamberle Hz. İsa arasında bir peygamber gelmiş midir? Bu sorunun cevabını Hz. Peygamber vermektedir: "Ben Meryem oğluna insanların en yakınıyım. Çünkü benimle onun arasında bir peygamber yoktur"[25]. Bu konuda bazı ihtilaflı haberlere itibar edilmemesi için, başka açıklamalara girmiyoruz.

Bir şeyin hızı ve şiddeti yavaşlayıp, önceki durumuna göre zayıfladığın­da îjl^i fetret kelimesiyle ifade edilmektedir. Hz. İsa ile Hz. Muham-med arasındaki fetret dönemini nereden başlatmalıyız? Hz. İsa'nın ölümünü başlangıç noktası olarak kabul edebilir miyiz? Bu sorulara kesin bir cevap vermek mümkün değildir; ancak bu tarihî başlangıç noktasını, hıristiyanlann İncil'in âyetlerinde tahrifat, yani değişim yaptıkları andan itibaren başladığım söylemekte yarar vardır. Çünkü el değmemiş, Allah tarafından gönderildiği şekli ile duran vahyin dönemi fetret dönemi olmamalıdır.

Hz. İsa yaşamasa bile, vahiy kendi hayatiyetini sürdürmektedir. İncil'e beşerî fikirlerin karışması, saf olan vahyin hükmünün icrası kesilmiştir. İşte o andan itibaren fetret döneminin son bulma tarihi de, Kur'an'ın inmeye başladığı andır. Fetret döneminin bitmesi için kesin tarih verilebilir ama baş­langıcının tarihle değil olgusal olarak tesbit edilmesi gerekir.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Hz. Muhammed'den sonra peygamber gelmediğine göre ikinci fetret dönemini mi yaşıyoruz? Bu sorunun cevabı yukarıda kısmen verildi. Fetret dönemini peygamberlerin şahsı ile değil de vahiyle tesbit etmek en doğru yoldur. Vahiy ölçü olarak alınırsa deriz ki: Kur'an'a beşer eli değmeden devam ettiği için fetret dönemi yoktur. Çünkü vahiy süreci devam etmektedir. Peygamber vefat etmiştir, yeni bir peygam­ber de gelmeyecektir fakat vahiy süreci devam etmektedir. Kur'an denen ilâhî vahye insan fikri girmedikçe fetret döneminden bahsedilemez.

Âyetin bu bölümünde merkezî önem taşıyan konu "size açıklayan" ifadesidir. Bu ifade Hz. Peygamber'in görevlerinden birini gündeme getir­mekte ve bu görev, hakikati açıklamak olarak tesbit edilmektedir.

Bu ifadede "size açıklıyor" denirken, neyin açıklandığı belirtilmemekte­dir. Birisi "Hz. Peygamber kitap ehline neyi açıklıyordu" sorusunu sorabilir. Bu soruyu cevaplandırabümek için "Mâide sûresinin bu âyete kadar olan yahudilerin ve hıristiyanlann yaptıkları hataları ve değiştirdikleri âyetleri açıklıyor" diyebiliriz. İsrâüoğullan'ndan yahudilerin Allah ile yaptıkları ant­laşmada ve Allah'a verdikleri sözün kapsamında neler vardı (Mâide S/12); bu antlaşmayı bozduklarım, Allah'ın onları lanetlediğini, kalplerini katılaştırdığını, kendilerine verilen öğüdün önemli bir kısmını unuttuklarını ve ihanet edebileceklerini (Mâide 5/13); İsrâüoğullan'ndan kendilerini hıristiyan olarak tanıtanların da kendilerine verilen öğüdün önemli kısmını unuttuklarını ve aralarındaki kin ve düşmanlığın kıyamete kadar devam edeceğini (Mâide 5/ 14), Tevrat ve İncil'den gizlediklerini, yani tahrif ettiklerini (Mâide 5/13,15); Allah'ın gönderdiği Kur'an ile neyi amaçladığını (Mâide 5/16); Meryem oğlu Mesih'i ilâhlaştıranlann kâfir olduğunu ve olacağını (Mâide 6/17); yahudi ve hıristiyanlann kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilileri görmelerinin yanlışlığım (Mâide 5/18) açıklıyordu.

Demek ki Hz. Peygamber'in iki boyutlu bir açıklama, yani öğretim görevi vardı. Birincisi geçmişin yanlışlarını düzeltmek, ikincisi de Nahl sûre­sinin 44. âyetinde belirlendiği gibi, insanlara indirileni açıklamak suretiyle onları düşünceye sevketmektedir. Geçmişe yönelik açıklamalar hataları dü­zeltme, eksiklikleri tamamlama amaçlı iken; geleceğe yönelik olanlar Kur-an'ın açıklanması ve insanların düşünceye sevkedilmesi amaçlıydı.

Hz. Peygamber'in bu iki boyutlu açıklama, yani öğretiminden din eğitimine getireceğimiz ışık veya ilke şudur: Öğretim faaliyetinin bir seviyeye ulaşabilmesi için geçmişi taklit etmemeli, hatalarını ve eksikliklerini görebil­meli ama yaşanan hayat ve geleceğe yönelik taze fikirler ortaya koyarak inşanlan düşünceye sevkedebilmelidir.

2. Bİze bir müjdeleyicı ve uyaricı gelmedi demeyesiniz. İşte size müideleyici ve uya­rıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. Âyetin bu bölümü birinci bölümündeki "açıklama"mn ağırlık noktalarını vermektedir. Müjdeleyici ve uyarıcı bir sıfatla yapılacak olan bir açıklama olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber'in açıklamalarında öncelikle müjde, ikinci olarak da uyan vardı.

"Hz. Peygamber'e müjde ve uyan şeklindeki açıklamalar niçin yapıl­mıştı" sorusunu sormak mümkündür. Bunun cevabını A'râf sûresinin 172-173. âyetleriyle vermek mümkündür: "Kıyamet gününde, biz bundan habersiz^ dik demeyesiniz, yahut daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de omaîûsnSüMa geteûbvs rasttdifc. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helak ede­cek misin? dememeniz için."

Ayrıca yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu bölümünde yer alan: "(Kıyamette) bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz" ifadesi, bu görevin amacını tesbit etmektedir.

Âyetin sonunda Allah'ın her şeye kadir olduğu beyan edilmekle, kullarının hatalarını giderecek, onları müjdeleyecek ve uyaracak güçte oldu­ğuna işaret edilmektedir. Demek ki müjde ile uyarı eğitim ve öğretimin birbi­rinden ayrılmayan iki önemli metodudur. İyi davranışların sonucu için müjde, yanlış davranışların sonucu için uyarı eğitimin iki uçlu bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Olumsuz, yanlış ve bâtıl olanı tanıtmak, iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı öğretmenin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Hz. Peygamber, yahudi ve hıristiyanlann yanlışlarını açıklamakla uyan görevini, davranışlarını düzeltirlerse ulaşacakları ödülleri beyan etmekle de müjdeleme vazifesini yerine getirmiştir. [26]

 

Nimetin Şükrü:

 

20. Bir zamanlar Musa kavmine, "Ey kavmim!" demişti, "Allah'ın size bahşettiği nimetleri hamlacının; zira O, içimizden peygamber çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Dünyada başka hiç kimseye yermediğini,size yerdi."

21. Ey kavmim! Allİah'm size yazdığı mukaddes toprağa ğİrw Ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa kaybederek donmuş ölürsünüz:                       

Bakara sûresinin 40. âyetinde İsrâiloğullan'na bahşedilen nimetler geniş bir şekilde açıklandı. Onun için burada sadece yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen nimetler ele alınacaktır.

1. İsrâiloğullan'nın konu edildiği âyetlerin bir kısmında "nimeti hatırla­ma" emrine rastlıyoruz. Nimeti hatırlama, nimeti anma, nankörlüğü ortadan kaldıran en önemli eylemdir.

Bakara sûresinin 40 ve 47. âyetinde nimeti hatırlatma emri verilmekte­dir. Hz. Musa'nın bu emri, ilâhî emrin onlara ulaştırılmasından başka bir şey değildir. Hangi nimetlerin hatırlanması gerekiyordu?

a) Allah aranızdan peygamberler çıkardı. Allah'ın İsrâiloğullari'ndarî peygamber göndermesi onlar için bir nimet olmuştur. Me­selâ Hz. Musa onlar için hürriyeti, yani esaretten kurtuluşu temsil eden bir peygamberdir. Peygamberin kendisi başlı basma bir nimet olduğu gibi, özellikle İsrâiloğullan'nın durumu göz önünde bulundurulduğunda nimet iki katına çıkmaktadır.

Hz. Musa İsrâiloğullan'nın Firavun'un esaretinden kurtulup hürriyeti elde etme mücadelesini ve bu mücadelenin Mısır'dan çıkış nimetlerini kapsa­mına almaktadır. Aslında her peygamber insanlann kurtuluşu ve hürriyeti için mücadele vermiştir. Hz. Lût gibileri insanlan cinsel ahlâksızlığın esaretin­den kurtarma; kimileri de cehalet ve şirkin esaretinden kurtarma mücadelesi vermişlerdir.

Yüce Allah insanlann oluşturdukları bataklıkları kurutmak için peygam­berler göndermektedir Bu yüzden peygamber, söz konusu toplum için bir nimet olmaktadır. Peygamberin gönderiliş sebebi o toplumun bozuluşunun bir ifadesidir. Peygamberlerin birçoğunun İsrâiloğullan'ndan gelmesi, kolay kolay terbiye edilemediklerinin de bir göstergesidir. Bütün bu olumsuz bakış açılarına rağmen, ilâhî vahyin akan nurlu nehrinin bir toplumdan geçmesi, elbette o topluma bir onur vermektedir.

İsrâiloğullan'ndan peygamberlerin gelmesi onlar için bir onur kaynağı olduğu gibi, aynı zamanda bir lutuftur.

b) Ve sizi hükümdarlar kıldı. Bir toplumun hükümdar çı­karması, o toplumun hür olduğunu ve kendi kendini idare ettiğini ifade et­mektedir. Bir taraftan peygamber, diğer taraftan hükümdar çıkaran bir toplum dinî, siyasî ve sosyal hayatın zirvesine çıkmış demektir.

Kendisinin efendisi olmayı ifade eden meliktik, toplumun siyasî kültürel gelişmişliğinin bir işaretidir. Firavun'un esaretinden kurtulup, bağımsız devlet kurarak kendi kendini idare etme durumuna gelmek büyük bir nimettir.

c) Dünyada başka hiç kimseye vermedi­ğini size verdi. O devirde yaşayan hiçbir topluma bahşetmediği nimetleri İsrâiloğulları'na bahşettiğini söylerken neye işaret etmektedir? Başka mil­letlerin yerine mirasçı yaptı (Kasas 28/5); bir vatan ve bir devlet kurdurarak Firavun ve Hâmân'ın iktidarına son verdi (Kasas 28/6); düşmanlarından kurtar­dı (Tâhâ 20/77); ekonomik nimet sağladı (Tâhâ 20/80) eğitim ihtiyaçlarını giderdi (İbrâhîm 14/5). Yukarıdaki peygamberlik ve krallık nimetlerini de buna ilâve edince, farklı bir nimete mazhar oldukları ortaya çıkacaktır.

2. Bu nimetlerin Hz. Musa tarafından hatırlatılması aslında bir eyleme teşvik teşvik etmenin alt yapısını hazırlamaktadır. Ey kavmim Allahın size yazdığı  mukaddes toprağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. Buna benzer bir emir de Bakara sûresinin 61. âyetinde geçmişti:

O haIde ininiz- Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. Bu âyette "şehir" dendiği halde, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "mukaddes toprak" denmektedir. "Allah'ın size yazdığı"nın anlamı hem takdiri hem de farz kılındığı ideal olarak tayin ettiğidir (Kutsal topraklardan neyin kastedildiği Tevrat'ın Sayılar kitabının 13 ve 14. bablarında bu konu geniş bir şekilde açıklanmaktadır).

Arkanıza dönmeyiniz ifadesinden bu idealin geri dö­nüşü yoktur. Gemileri yakıp, arkadan ümidi kesmelisiniz demektir. Artık bir daha eski zillete dönme endişesi yoktur ve bunu asla aklınızdan geçirmeyiniz. Yüce Allah İsrâiloğullan'na vatan temin etmek için bu emri verdirmiştir. [27]

 

Başkalarım Gözünde Büyütme ve Başaramama Duygusu:

 

22. Onlar şu cevabi verdiler: "Ya Musa! Orada zorba bir halk var: atar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girme:      yeceğiz. Eğer ioradançıkarbrsabir de hemen gireriz.

Bu cevaptan öyle anlaşılıyor ki, Mâide sûresinin 11. âyetinde Allah on iki başkan gönderip Ken'ân ülkesini tetkik ettirmişti. Bunlardan ikisi hariç, diğerleri yaptıkları tetkikten menfi sonuçlarla dönmüş, halkı o ülkeye girme konusunda olumsuz mânada etkilemişlerdir. Günümüzdeki Tevrat'ın Sayılar kitabının 13 ve 14. bablarında bu durum daha geniş anlatılıyor.

Anlaşılan diğer bir husus da "zorba toplum" ifadesiyle aşağılık duygusu­na kapılmış olmalarıdır. Orada yaşayan toplumu gözlerinde büyüttüler, kendi­lerinin oraya giremeyeceği düşüncesine kapıldılar.

Aslında onların bu söylevi, Mısır'daki Firavun'un ağır zulmünün kalıntı­larını taşıyan, ezilmişliğin doğurduğu zillet psikolojisinden başka bir şey değildir. Bu aşağılık duygusu Tevrat'ın Sayılar kitabının 13. babının 30-33. âyetler arasında şöyle anlatılır: "Ve Kaleb Musa'nın önünde kavmi susturup dedi: Hemen çıkıp orayı ele geçirelim, çünkü buna her halde kudretimiz vardır. Fakat kendisiyle beraber çıkan adamlar dediler: O kavme karşı çıkma­ya kudretimiz yoktur; çünkü onlar bizden kuvvetlidirler. Ve çaşıtlamış (tetkik) oldukları memleket hakkında İsrâiloğullan'na fena haber getirip dediler: Çaşıt­lamak (tetkik etmek) için içinden geçtiğimiz memleket, ahalisini yiyen bir mem­lekettir; ve içinden gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefılim'den olan Anakoğullan'nı, Nefılim'i gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik."

Mücadele edecekleri toplumun insanlarının, beden yapılarına göre karar veren ve onları yeterinden fazla güçlü gören tedavisi mümkün olmayan bir aşağılık duygusu hastalığına kapılmışlardı. Kendini çekirge gibi gören ve karşısındaki insanın gözünde de öyle olduğunu öne süren toplum, medenî olmak için yerleşik toplumun arasına girme, gerekirse mücadele etme cesaretini kendinde bulamaz[28].

 

Seçkinlerin Görevleri:

 

23. Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: "Onların üzerine kapıdan gi­riniz; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazarfmışsınızdır. Eğer niümînler isteniz sadece Allah'a güveniniz."

Korkan insanların içinden çıkan iki kişinin adları, Yûşâ İbn Nûn ve Kaleb İbn Yufenna idi. Tevrat'ta bu isimler yer alırken, Kur'an bu isimleri vermemektedir.

Kur'an için önemli olan eylemdir, kişilerin adlan değil. Çünkü Kur'an'da peygamberlerin isimleri dışında Meryem ve Zeyd'in adları yer almaktadır. Genelde kişilerin sıfatlan öne çıkanlmaktadır: Ebû Leheb, Firavun gibi. Bura­da önemli olan bu iki kişinin yaptıklandır. Bu iki kişinin öne çıkan özellikleri, Allah'ın onlara lutufta bulunmuş olmasıdır. Bu lütuf ne olabilir? Bize göre, bu iki kişi aşağılık duygusundan kurtulmuş, tetkik ettikleri memleketin iyi ta­rafını görme kapasitesi onlara bahşedilmiştir.

Kapıdan onların üzerine giriniz teşviğinin Bakara sû­resi 58. âyetle bağlantısı vardır. Orda da Allah kapıdan girmelerini emretmişti.

"Kapıdan girme" ifadesi, bize orada yerleşik olan toplumun medenî olduğunu, ülkeye elini-kolunu sallayarak girilemeyeceğini, içeriye giren ve dışanya çıkanlann kontrol edildiğini göstermektedir.

"Kapıdan girme", göçebe toplumun yerleşik hayata geçmesi anlamına da gelmektedir. Medeniyetin kurulduğu yere girmek, şehir hayatının meyve­lerinden istifade etmek için bir değişim geçirmek gerekiyor, işte bu geçişin adına kapıdan girme denmektedir.

Oraya girdiğiniz takdirde zafer sizindir şeklindeki ifadeden anlıyoruz ki önemli olan kapıdan girmektir, yerleşik hayatla tanışmaktır; bir kere tanışınca zafer ardınca gelecektir. Buradaki "zafer kazanmışsınızdır" ifadesi, ora halkını yenmek mânasına geldiği gibi, göçebeliğe karşı yerleşik hayatın zaferi de olabilir.

Eğer inanıyorsanız sadece Allah'a güveniniz. Mukaddes topraklara girip, ora halkı ile mücadele ederek, yerleşik hayata karışmak bir iman meselesidir. İnanan insanda aşağılık duygusu ol­maz, çünkü Allah'a güvenerek Allah'ın istediğini yapar. Böylece bu iki kişi­nin cesaretinin alt yapısı imana bağlanmaktadır, tman, aşağılık duygusunun meydana getirdiği psikolojik hastalığın ilâcıdır. Tevekkülün eksikliğini tesbit eden bu kişiler, imandan tevekküle geçen yolu önlerine koymaktadırlar. İman ve tevekkül zafere eşik etmekte ve zaferi getirmektedir. Çünkü tevekkül, bütün yapılacak şeyleri yaptıktan sonra işi Allah'a bırakmaktır. [29]

 

Korku ve Oturma Eylemi:

 

24. Ey Musa! Onlar orada bulunduğu müddetçe biz oraya asta girmeyeceğiz; şu halde sen ve rabbin gidiniz savaşınız; biz burada oturacağız, dediler.

Bu âyetten şunu anlıyoruz: Allah Hz. Musa vasıtasıyla İsrâiloğullan'nın kendilerine yazılmış olan kutsal topraklara girmelerini emretti. Hz. Musa mesajı kavmine ulaştırdığında tepkiyle karşılaştı. Tepkinin bir neticesi olarak yukarıdaki ağır sözler ağızlarından döküldü. Bu tarz konuşmanın, kölelik psikolojisinden kurtulamayan, şehirleşip medenî olma cesareti bulamayan in­sanlardan geldiğini bize anlatmaktadır. Kölelik psikolojisi peygamber tanıma­dan, Allah'ın emri olup olmadığına bakmadan reddetme yolunu tutmaktadır.

"Biz burada oturacağız" ifadesi, günümüzde grev denen oturma eylemi­nin o dönemde olduğunu göstermektedir. Korku, hareketi engellemekte, neticede verilen emre isyan etmeye sebep olmaktadır. Bakara sûresinin 155. âyetinde belirtildiği gibi "korku" ilâhî imtihanın bir sorusu olmaktadır. Düşmana karşı korkuyu yenmek, bir erdem, korkunun altında ezilmek de tükenmişliğin ifadesidir. [30]

 

Liderin Toplumuna Hâkim Olamaması Karşısında Durumu:

 

25. Musa: "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu yoldan çıkmış toplumun arasını aytrV diye yalvardı.

İsrâiloğulları Firavun'un zulmü altında ezildikleri, onun her dediğini yaptıkları için bu baskıdan kurtulunca kendilerinizi kurtaran Allah'ın ve onun elçisinin emirlerini dinlemeye başladılar. Çünkü köle ruhlu insanlann, ruhî dengeleri yoktur, orta yolu bulamadıkları için iki uçtan birinde sabit kalırlar; birinden kurtulunca diğerine kayarlar.

Mekik gibi orta yerde değil uçlara kaçarlar. Bunun anlamı, kontrol al­tına alınamamalarıdır. tşte Hz. Musa da onlara hâkim olmakta âciz kaldığını bu yakarışında ifade etmektedir. Hz. Musa bu şekilde davranan topluma "fasık" sıfatını vermektedir. Fâsık kavramının açıklaması Bakara sûresinin 26. âyetinde yapılmıştır. Bu âyette farklı bir tanımı ortaya , Fâsık, Allah'ın emrine ve O'nun peygamberine edepsizce konuşarak karşı koyan insandır. Kontrol altına alınamayacak kadar âsi ruha sahip olan, korkak ve ezilmişliğini her an ortaya koyan insanın davranışı fısktır.

Fâsık olan insanlarla peygamberler bile beraber yaşama imkânını kay­betmektedir. Onun için Hz. Musa onlardan ayrılmasını istemiş ve bunu Allah'tan dilemiştir. Peygamberin tahammül edemediği bir ruh ve onun meydana getirdiği tepki şeklindeki davranıştır.

Demek ki, Hz. Musa'nın köle ruhlu insanları o durumdan kurtarmak, bağımsız düşünen, mücadele ruhunu kazanan, medenî olma sevdasını gö­nüllerinden uyandıran bir toplum haline getirmekte çektiği ıstırap ve zorluk Kur'an'da yer alacak kadar önem taşımaktadır.

Bu açıklamadan şu noktaya geliyoruz: Bazan eğitim faaliyeti eğitilenle­rin psikolojik durumundan dolayı dayanılamayacak kadar ağır bir çileye dönü­şebilir.

Eğitimin etkili olmadığı kişiler, ayrılığa sebep olurlar. Kendilerini hakika­te kapatan, anlayış kapasitelerini mermerleştiren, dışarıdan gelen öğretilere, emirlere kaskatı kesilen insanlar ayrılığa kanat açarlar. Hz. Musa'nın yakarı­şında çaresizliğin getirdiği ayrılma isteği bunun için yer almaktadır. [31]

 

Hz. Musa'sını Duasına cevap:

 

26. Allah, "Öyle ise orası, onlara kırk yıl yasaklanniıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dölaşackla'r. Artık sen fâsık toplum için üzülme" dedi.     

Yüce Allah Hz. Musa'nın kavminden ayrılması için yakarışını kabul etmedi, ama o kavmi cezalandırdı. Bunun anlamı şudur: Eğitici, eğitimindeki başarısından ümidini kesse bile toplumdan ayrılamaz, onları eğitimsiz bırakamaz ve eğitim faaliyetini kesintiye uğratamaz.

Yüce Allah, peygamberlerine karşı gelip rablerinin emirlerini dinleme­yen bu âsi ruhlu toplumu cezalandırırken girmelerini istediği mukaddes top­raklan onlara haram etti. Kırk yıl, bulundukları topraklarda başı boş dolaşma­ları kararını verdi.

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ın kırk yıl mukaddes topraklan onlara haram etmesi, mevcut olan neslin ölüp yerine yeni bir neslin gelmesindeki beklentidir. Mısır'dan kalan köle ruhlu neslin tükenmesi neticesinde yetişen yeni nesille o mukaddes topraklara girilebileceği kararının verilmesidir. Zulmün altında ruhsal kişiliğini kaybetmiş hukukî kimliğini yitirmiş insanlarla medenî hareketleri gerçekleştirmek imkânsızdır. Medenî oluşumlar, cesaret ve inisiyatif kullanmayı şart koşar. Faydalı olanla zararlı olanı ayırt etme kapasitenin kullanılmasını zorunlu kılar.

"Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar" ifadesinin anlamı, sürü hayatı yaşayacaklar demektir. Yüce Allah bu sosyolojik gerçeği insanlara anlatmak için İsrâiloğulları'm örnek olarak vermektedir.

Hz. Musa'nın toplumunu Allah medeni yaşamakla, sürü hayatı yaşama arasında bir tercihle karşı karşıya bırakmış, onlar da sürü hayatını tercih et­mişlerdir.

Kırk sene ferdin hayatı için bir olgunluk yaşı olduğu gibi (Ahkaf 461/5), aynı zaman dilimi, bir neslin yok olup yerine yeni bir neslin yetişmesi için de yeterli bir zamanı ifade etmektedir. Yeni neslin kırk yaşma gelmesi, bir önceki neslin yerini alması, gerekli olan değişimi yapmaya yeterli olmalıdır. Çölün hür havasında büyüyen nesil, elbetteki baba neslinden daha bağımsız, inisiyatif kullanmakta daha cesur olacaktır.

Yüce Allah onlara bu cezayı verdiğini bildirirken Hz. Musa'ya da: "Artık seri fâsık toplum için üzülme dedi." Âyetin bu bölümünden şu ilke çıkmaktadır: Eğitimci toplumun derdi ile dertlenmeli, nemelazımcı olmamalı, eğitimin başarısızlığından üzüntü duymalıdır. Aynı üzüntüyü Hz. Muhammed, iliklerine kadar duyduğu için şu ilâhî çağrıya muhatap olmuştur: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!" Eğitimin etkili olmaması eğitimciyi doğal olarak üzüntüye sevkeder, etmelidir de. Toplumda gerekli olan değişimi meydana getirememekten dolayı bütün peygamberler üzülmüş­tür.

Yüce Allah Hz. Musa'da fâsık, yani kölelik psikolojisinden kurtulama-yıp, âsi olanlar için üzülmeye değmeyeceğini söylemektedir. Uğruna üzüntü çekilen toplum buna değmelidir. Fâsık toplum ise buna lâyık olmayan toplum­dur.

Mâide sûresinin "Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprakla­ra giriniz" emriyle başlayan 21. âyeti ile 26. âyeti arasında yukarıda anlatılan olguya Semerkandî'nin Te'vîlât-ı Kâşâniyye adlı tefsirindeki yaklaşımını dikkate alarak şöyle bir açıklama yapabiliriz:

Kutsal topraklar kavramına "gönül ülkesi", tsrâiloğullan'nın bulunduğu yere "nefis ülkesi" dersek, Hz. Musa onlara gönül ülkesine girin demiştir, tsrâiloğulan gönül ülkesine girmek istememişlerdir. Çünkü gönül ülkesi, akıl tarafından imar edilmekteydi.

İki kişinin söylediği "kapı" da akıl kapısı idi. Akıl kapısından gönül ül­kesine girselerdi, tevhid inancıyla, sevgiyle, sadakatle ve nimeti hatırlama erdemleriyle karşılaşacak, onları ahlâk edinerek olgunlaşacaklardı. Akıl ka­pısı onları düşünce üniversitesine götürecekti. İsrâiloğullan bunlardan korktu­lar ve nefis ülkesinde kalmayı tercih ettiler.

Medeniyetsizlik ülkesi olan nefs-i emmâre topraklarında Allah onların başı boş dolaşmalarını hükme bağlayıp cezalandırdı.

Bu açıklamalardan şu genellemeye varmak mümkündür: İlâhî eğitim inşam nefis ülkesinden alıp aklın kapısından yani düşünce kapısından geçirip gönül ülkesine taşımayı amaçlamaktadır.

Din eğitimi de aynı hedef için çalışmalıdır. Onun için din bilginleri, ne­fis ülkesinde bulundukları müddetçe bunu gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar da gönül adamı, yani akıl, iman, sevgi ve düşünce adamı olmalıdırlar ki insan­ları gönül ülkesine, o kutsal topraklara sokabilsinler. Hz. Musa ile kavmi arasında geçen bu olgu, olmuş bitmiş bir olgu değil tam tersine devam eden bir süreçtir. Akıl, gönül ve nefis ülkeleri var oldukça bu emir daima tazeliğini koruyacaktır. [32]

 

Kıskançlık ve Hasedin Kötü Sonuçlan:

 

27. Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişte kirişinden kabul edrtmiş, dînerinden kabri (Kurbanı kabul lsan sem öldüreceglm! dedir Diğeri de Allah a*Cak takva tabiplerinden kabul eder dedi ve ekledi:                    

28. Beni öldürmek için el uzatsan bile, ben öldürmek için sana el uzatmayacağım: Şu bir gerçek ki ben, âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım.

29. Ben isterim kvsen, benim günahımı da, senin gü-hatnm da yüklenip ateş halkından olasın! Zalimlerin cezası budur.

30. İffIefsi otıu, kardeşini öldürmeye çağırdı, (o da nef­sine uyarakjlanû. öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.

31. Derken Allah, ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek İçin yeri eşeleyen bir, karga gönderdi (karganın yaptığını görünce): "banâ, Çaltadar olüpdâ kardeşimin cesedini gömmekten.aciz miyim (ben)?" dedi ve pişman olanlardan oldu!

Bu âyetlerde yer alan konulardan çeşitli bağlantılarla çıkarımlarda bulunacağız.

1. Onlara gerçeği göstermek için Âdem'in iki oğlunun haberini oku. Bu ifadedeki "onlara" kelimesi kime işaret etmekte­dir? Hz. Peygamber zamanındaki yahudilere mi, yoksa bütün halka mı?

Bu âyetten önce ve sonra ki 32. âyete bakarsak, "onlar"dan kastın yahudiler olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Allah burada yahudiler veya İsrâilo-ğullan diyebilirdi; dememesi bize "onlara" Tamirinin bütün insanlığı kapsamına aldığı görüşünü uyandırmaktadır.

Âdem'in iki oğlunun haberi Tevrat'ın Tekvîn kitabının 4. babının 1-16. âyetleri arasında yer aldığına göre, birinci derecede yahudilere bu haberin okunması istendiğini söylemekte yarar vardır. Burada Allah Hz. Peygamber'e, bir konuyu onlara anlatırken kendi kitaplarından örneklendirmesi mesajını, ya da metodunu öğretmektedir. Gerçek bir olguyu anlatabilmek için, daha önce yaşanan olgudan hareket etmenin eğitim açısından etkinliğinin büyük olacağına işaret edilmektedir.

2. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti (kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene) "Seni öldüre­ceğim" demişti. (O da): "Allah sadece korunanlardan kabul eder" dedi.

Âyetin bu kısmı, Âdem'in iki oğlunun haberinin konusunu tesbit etmek­tedir. Konu, iki kardeşin ibadetidir; Allah'a adadıkları kurbanın Allah tarafın­dan kabul edilmesi veya kabul edilmemesinin meydana getirdiği kıskançlık, ya da hasedi konu edinmektedir.

Âyetin bu kısmından yapacağımız bazı çıkarımlar vardır: Kurban iba­detinin ilk defa Hz. İbrahim ile değil, Hz. Âdem'in döneminde ve onun dininde var olduğunu anlıyoruz. Hz. İbrahim'e gönderilen koç ile adak kurbanının başladığını, ama kurban ibadetinin Hz. Âdem'in dini ile başladığını söylemekte yarar vardır.

Diğer taraftan bir insanın başarısının diğerlerini kıskandırdığını, bu kıskanmanın hasede dönüşüp kötü şeyler doğuracağına da işaret etmektedir. Birinin kestiği kurbanın Allah tarafından kabul edilmesi, diğerininkinin kabul edilmemesi kıskançlığı doğurmuştur. İbadetin kabul edilmesi bir başarıdır; kabul edilmemesi de başarısızlıktır. Onun için dünya tarihi, başarılı insanların başarısızlar tarafından kıskanılıp onlara yaptığı entrikalarla doludur.

Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: Kurban ibadetinin kabul edilip edil­memesini ne ile tesbit ettiler? Bu soruya cevap verebilmek için Âl-i İmrân sûresinin 183. âyetini hatırlamak gerekir. Orada kurbanı ateşin yemesi, onun kabul edildiğinin işareti olarak tesbit edildiği görülmektedir. Âyet şöyledir: "Doğrusu Allah bize (gökten inen) ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti diyenlere şöyle de." Kabil ile Hâbil de kurbanlarının kabul edilip edilmediğini bu şekilde anlamışlar­dır.

Diğer taraftan âyetin bu kısmı, ibadetin kabul edilmesinin önemli şartla­rından birini öne çıkartmaktadır. O da, takva denen samimiyettir (ihlâs). Âyetin sonunda yer alan "Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder" cümlesi, kimlerin ibadetinin kabul olacağını ve hangi ruh haletinin bunu temin edeceğini açıklamaktadır. Kurbanın etinin ve kanın Allah'a ulaşmayacağını, sadece ve sadece takvanın ulaşacağını açıklayan Hac sûresinin 37. âyeti de aynı konuyu vurgulamaktadır. İnsan kurban keserken günlündeki niyetin, samimi­yetin yoğunluğu, onun kabul edilmesini temin etmektedir.

Burada şu soruyu sormak zorundayız: Hz. Âdem'in oğlu Hâbil takva ile kurbanın kabul edilmesi arasındaki bağlantıyı kuracak kapasitede miydi? Onlar takva kavramını kullanacak kadar dinî tahsil almışlar mıydı, yoksa âyetteki Âdem oğlu kavramından, birinci derecedeki oğullar değil de neslinden gelen daha sonraki iki kardeş mi kastedilmektedir?

Âyette Kabil ile Hâbü'in isminin geçmemesi buna delil olamaz mı? "O zaman bu olgu, daha sonraki nesillerde meydana gelmiştir" deme imkânını elde etmiş oluruz. Meselâ A'râf sûresinin 31. âyetinde "Ey Âdemoğulları" ifadesi yer almaktadır. Diğer bir âyette "Biz hakikaten Âdem oğlunu şan ve şeref sahibi kıldık" (İsrâ 17/70) derken, birinci derecedeki Âdem oğlunu kastetmemektedir.

Ama âyetteki "Âdem oğlu"ndan kasıt, Hz. Âdem'in birinci derecede ki çocukları Kabil ile Hâbil ise, o zaman Hz. Âdem'in onlara takvanın ne ol­duğunu anlatacak derecede eğitim verdiğini söylemekte bir sakınca yoktur. Ama bu eğitimin çocuklardan Hâbil'e etki ettiği; fakat Kabil'e hiç etki etmedi­ği sonucuna da varıyoruz. Bu sonuçtan şuraya gitmek de mümkündür: Aynı babanın çocuklarının aynı derecede aile eğitimi alamadıkları ortaya çıkmak­tadır. Ebeveyn çocuklarını yetiştirirken, çocuklarına aynı derecede etkili ola­mamaktadırlar. Bunun diğer bir örneği de Hz. Nuh'un oğludur.

Ama belli ki Hz. Âdem, Allah'ın müttakilerin ibadetini kabul edeceği bilgisini çocuklarına vermişti.

3. Mâide sûresinin 28. âyetini dikkate aldığımız da takvanın başka bir boyuttaki etkinliği ortaya çıkmaktadır: "Beni öldürmek için elini bana uzatır­san, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki ben, âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım."

Bu konuşmayı yapan insanın takva sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Tak­va sahibi olan biri, insan öldüremez ve Allah'tan korkar. Sebep-sonuç ilişkisi içinde âyeti düzenlersek, Allah'tan korktuğu için insan öldürmez. Takva keli­mesinin bir anlamı da "sakınmak, korunmak" olduğuna göre Allah korkusunun yanlış hareketten koruduğu kimse muttaki, eylemi de takvadır. Bu ruh olgun­luğuna sahip olan insanın ibadetini Allah'ın kabul edeceği bilgisini, Hz. Âdem'­in oğullarına vermiş olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Eğer bu çocuklar Hz. Âdem'in birinci derecede çocukları idiyseler, öldürme fikrini nereden öğrendiler? Bir insanın, bir insanı öldürme tecrübesi yaşanmış mıydı? Kabil Hâbil'e "Seni öldüreceğim" (Mâide 5/27); Hâbil de "Ben seni öldürmek için elimi uzatmam" (Mâide 5/28) derken, insanın insanı öldüreceği fikrini nereden aldılar? Bu so­ruların cevabını verebilmek için "Âdemoğlu" ifadesinin birinci derecede oğlu değil de, daha sonraki nesillerden oğulları olarak almak gerekiyor.

4. Mâide sûresinin 29. âyetinde Hâbil'in, ya da daha sonraki oğulların aldığı din eğitiminde derin bir bakış açısı kazandığı ortaya çıkmaktadır: "Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın: Zalimlerin cezası işte budur." Demek ki Hâbil, ya da sonraki bir oğul, katil olan birinin öldürdüğü insanın günahlarını yükleneceği bilgisini öğrenmişti. Dikkat edilirse, muttaki olduğu halde Allah'tan korkup yanlış bir davranışta bulunmayacağım söylediği halde günahsız olduğu iddia­sında bulunmaktadır. "Benim de senin de günahını yüklenesin" diyor.

Başkasının günahını yüklenmek anlamına gelen katil eylemi, zulüm olarak tanımlanmakta ve bunun cezasının da cehennem olacağı tesbiti yapıl­maktadır. Böylece Hâbil ya da sonraki bir oğul, katil, günah, zulüm ve cehen­nemde yanan olmak gibi çok önemli kavramları bilmekteydi. Bunu o derece biliyordu ki, kardeşiyle olan konuşmasında doğal olarak bu kavramları kullan­mıştı.

27-29. âyetlerden şu genellemeye varabiliriz: Anne babalar veya eği­timciler çocuklarına veya öğrencilerine din eğitimi verirken, neleri ve nasıl öğretmeleri gerektiğinin programını burada buluyoruz: İbadetin Allah tarafın­dan kabul edilmesi için ibadeti yapanın hangi ruh yapısında olacağı, takvanın görevi, Allah korkusu, insanı öldürmenin zulüm olduğu ve insanı cehenneme götüreceği, katledenin, öldürülenin günahlarım yükleneceği gibi din eğitiminin ana konulan ele alınmalı ve öğretilmelidir. Âdem'in iki oğlunun yaşadığı hadise bir eğitim programım sunmaktadır. Hâbil'in yaptığı bu konuşma, Kabil'in ihtira­sını, nefsinin itişini ve etkisini engelleyemedi: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu."

Bu âyette yer alan tavve'a kelimesi "itti, sürükledi, ısındırdı" mânalarına gelmektedir. Fakat esas mânasını Yûsuf sûresinin 53. âyeti vermektedir. Çünkü nefis kötülüğü emreder. Kabil'in nefsi ona kardeşini öldürmeyi emretti. Bu kelime, bütün bu mânaları kapsamına almaktadır.

Dikkat edilirse emreden, iten sürükleyen nefsin kendisi olduğundan özne durumundadır. Sanki nefis canlı bir varlık olarak emredebilmekte, insanı etkileyebilmektedir. Kabil'i nefsi, kardeşini öldürmeye itince, o da nefsinin emrini yerine getirerek kardeşini öldürdü. Böylece kıskançlık yüzünden kar­deşin kardeşi öldürme olgusu insanlık tarihindeki yerini almış oldu.

Âyetin sonundaki "kaybedenlerden oldu" ifadesi, öldürme olayının insa­na manen iflâsı getirdiğine işaret etmektedir.

Şimdi geriye dönersek Semerkandî'nin Mâide sûresinin 21-26. âyetle­rine getirmiş olduğu yoruma bir daha bakabiliriz. Kutsal topraklan gönül, onun kapışım akıl ve bulundukları yeri nefis olarak aldığımızda Allah, İsrâilo-ğullan'na nefis ülkesinden, gönül ülkesi denen kutsal topraklara girmelerini emretmişti. Bu yorumun doğruluğunu 30. âyette yer alan nefis ve onun et­kinliğine bağlayabiliriz. Nefis ülkesinde kalan insanlar birbirlerine düşman olurlar; nefsin emrine girer ve onu tanrı haline getirirler. Bu tanrı kardeş kanı isterse bunu insana yaptınr. Allah nefis ülkesinde kalıp, gönül ülkesine girmeyenlere Hz. Âdem oğullarını örnek olarak anlatmaktadır.

Mâide sûresinin 31. âyetinde bir tecrübe ile Kabil'e, öldürdüğü kardeşi­nin cesedini gömmesi öğretildi. Yeri eşeleyen bir karga, Kabil'e kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösterdi.

Kabil kuş kadar olamadığını düşünerek yaptığından pişmanlık duydu. Karga ihtirası temsil ettiğine göre, nefis ülkesinde ihtiraslar vardır. Bu ihti­raslar kardeş kanı akıtıp her tarafı mezarlık haline getirir. İsrâiloğullan'ndan girmeleri istenilen kutsal topraklar ülkesi denen gönülde sevgi çiçekleri yetişir­ken, nefis ülkesinde hep kardeşlerin öldürdüğü insanların cesetleriyle dolu olacağı vurgulanmaktadır. Bu nefis ülkesi pişmanlık ülkesidir; yani yapılan yanlış işlerin doğurduğu pişmanlıklarla dolu olan bir ülke. İsrâiloğullan Hz. Musa'dan böyle bir ülkede kalmalarını istediklerinden Allah bu açıklamayı onlara yapmaktadır.

Nefis ülkesinde kalmakta ısrar eden, akıl kapısından gönül ülkesine girmeyi ısrarla reddeden toplumlar hedefsiz kalacaklarından, birbirlerine düş­man olacak ve birbirlerini öldüreceklerdir. [33]

 

Bir Kişiyi Öldürmek Bütün İnsanlığı Öldürmektir:

 

32. İşte bu yüzdendir ki fsrâiloğulları'na şöyle yazmış­tık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanlan öldürmüş gibi olur. Her kim bir can kurtarırsa bütün in­sanları kurtarmış gibi olur, Peygamberlerimiz onlara apaçık. ., deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmektedirler.

Bu âyetin hem Tevrat'ta hem de Kur'an'da yer aldığını görüyoruz. Âyette yer alan ilâhî bir değerlendirme vardır:

1. Öncelikle Kabil'in Hâbil'i öldürmesinden dolayı bu değerlendirmenin yapıldığına dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla sebep-sonuç ilişkisi gündeme getirilmektedir.

2. Kim haksız yere veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Demek ki haksiz yere bir cana kıymak, bütün insanlığı öldürmek kadar önem taşımakta ve o ölçüde bir suç işlenmesine sebep olmaktadır. Bir canı bütün insanlığa denk tutan bu açıklama, bir ferdi insanlık kadar genişletmekte, bütün insanlığı bir fertte görmektedir.

Âyetin bu kısmında yer alan fesad kavramı "toplumun düzenini, boza­cak kadar bozgunculukta ileri gitme"yi ifade etmektedir. Toplumun bağımsızlı­ğına ihanet etmek, güvenliğini tehdit edecek davranışlarda bulunmak ölüm için yeterli sebep olmaktadır.

İnsanı haksız yere öldüren veya toplumda bozgunculuk yapan insanlar ölümü hak etmektedirler. Bunun dışında bir cana kıymak, bütün insanlığı öl­dürmek kadar büyük bir suç ve günahtır. Demek ki insan öldürme iki yönden ceza görecektir, birincisi adam öldürmenin dünyevî cezası, ikincisi de âhirette-ki cezadır. Nisa sûresinin 93. âyetinde anlatıldığı gibi: "Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir."

Yüce Allah neden bir insanı bütün insanlığa eşit tutmaktadır? Haksız yere bir insanı öldürmek ki Kabil kardeşi Hâbil'i böyle öldürdü; bir gönülü, bir beyni ve bir nefsi, bir sevgiyi, bir imam öldürmektir. Gönüle, sevgiye, imana, beyne mermi atan insan insanlığı öldürmüş demektir. Çünkü insan gönlü dünyadan daha geniştir.

3. Her kim bir canı kurtarırsa bü­tün insanları kurtarmış olur. Âyetin bu kısmında ahyâ kelimesi yer al­maktadır. Kelimenin asıl mânası "Cana hayat vermektir." Biz bunun mânasını "kurtarmak" şeklinde vermeyi daha uygun buluyoruz. Pek çok meâlci de "kurtarmak" mânasını tercih etmiştir.

Ama kelimenin kişiye göre mâna kazanacağını söylemekte de yarar vardır. Meselâ anne için düşünülürse, o bir canı kurtarmıyor, o bir insana can veriyor. O zaman kelimeye, "can vermek" mânası verilmelidir. Ama bir doktor ölmek üzere olan bir hastayı tıbbî müdahalelerle ve ilâhî takdirle ha­yata döndürüyorsa, canı kurtarmış oluyor.

Bütün hızıyla devam eden bir savaşı durdurmak için gayret sarfeden ve durduran insanlar da canlan kurtarmaktadırlar. Açlıktan ölmekte olan insanlara gıda yardımı yapan insanlarla çeşitli tabiat âfetleri sebebiyle hayatını kaybetmek üzere olan insanları kurtaranlar da aynı görevi yapmaktadırlar.

Şimdi geriye dönüp Mâide sûresinin 27. âyetindeki Hz. Âdem'in oğullan olgusuna bir daha bakalım. Madem ki Mâide sûresinin 32. âyetindeki değerlendirmenin alt yapısını Hz. Âdem'in oğullarının olgusu teşkil ediyor, O zaman Allah İsrâiloğullan devrine kadar bekledi mi sorusuyla karşılaşmak doğaldır. Demek ki, İsrâiloğullan dönemine çok yakın bir zamanda kardeş kardeşi öl­dürmüştür; buradaki kardeşler Hz. Âdem'in birinci derecedeki çocukları değildir. Mâide sûresinin 32. âyeti bizi bu sonuca götürmektedir.

4. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler, ama bundan sonra da onlar çoğu her çeşit aşırılığa devam ettiler. Âyetin bu kısmındaki "onlara" zamiri, yahudi ve hıristiyanlan içine alan İsrâiloğullarma gitmektedir. Dolayı­sıyla İsrâiloğullarından birçok peygamberin geldiği anlaşılmaktadır.

Peygamberler, İsrâiloğullan'na apaçık deliller getirdiler. Buradaki apa­çık delil kavramı, mucize anlamına gelmektedir. Mucize, vahiy gibi şeyleri getirenler, aslında eğitim yapıyorlar demektir.

Mucize ve vahiyle yapılan eğitim onları terbiye etmek için etkili olama­dığından, ya da onlar bu eğitimden yeteri kadar istifade edemediklerinden onların çoğu yeryüzünde aşırılıklarına devam ettiler.

Bu aşın gitmeleri ne anlama gelmektedir? Allah'a verdikleri sözü boz­dular, insanlara lanet ettiler, Allah'ın kelâmını değiştirdiler, Allah'a iftira ettiler, haksız yere peygamberleri öldürdüler, özellikle insanları acımasızca öldürdü­ler. Bütün bu eylemler, onlann çoğu tarafından işlenmeye devam etti ve peygamberlerin apaçık delilleri onlann bu davranışlannı ortadan kaldırmadı.

Müsrif kelimesi israfa girmek olduğundan hem ekonomik, hem de ahlâkî bir mâna yüklenmektedir. Her iki anlamda da ilâhî eğitimde yer almak­ta ve Kur'an'ın temel kavramlan arasında bulunmaktadır. Bu noktadan hare­ket edersek diyebiliriz ki, ekonomik ve ahlâkî bakımdan aşırılıkları ortadan kaldırmak ilâhî eğitimin amacını teşkil ettiği için, din eğitimi de aynı amacı gütmelidir. İnsan psikolojisini, sosyal ve ekonomik hayatı ve hatta hukuku kirleten bu aşırılıkla mücadele vermek erdemli bir eylem olmaktadır.

Müsrif insan veya insanlar, teşkilâtlandıktan zaman toplumun emeği­nin, gelişiminin, güzelliklerinin, erdemlerinin kanını akıtma faaliyetlerini ger­çekleştirmektedirler. İnsan öldürenler beyin, gönül ve sevgi denen dünyaya denk değerleri öldürürken; toplumda aşın gidenler de toplumun kanım akıt­maktadırlar. Toplumda aşırı gitmenin başka bir tanımı Mâide sûresinin 2. âyetindeki şu kısımdır: "Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." Top­luma, Allah'ın günah saydığı ve düşmanlık duygularını salmanın uğruna birbir­leriyle yardımlaşıp örgüt kuranlar, toplumun saadetini, dirlik düzenini, birlik beraberliğini katletmektedirler. Allah bu insanlara müsrif sıfatını vermektedir.

Yüce Allah insanlık tarihinden örnekler vererek insanlığı geriye götü­ren unsurlara dikkat çekmektedir. [34]

 

Allah'a, Peygamberine ve İnsanlığa Uzanan Eller:

 

33. Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açanların ve yeryü­zünde fesadı yaymak için gayret gösterenlerin cezası, ancak ya öldürülmeleri ya asılmaları, yayut el ve ayaklarının çaprazlama tasilmesi, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvalığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.

34. Ancak, siz Icertdiierini yenip ele geçirmeden önce tövbe edeıriei' müstesnadır: Biliniz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyİddif.

1. Allah 32. âyette bir kişiyi öldürmenin ne derece büyük bir suç ve günah olduğunu, ama bir insanı kurtarmanın da ne derece büyük bir erdem olduğunu anlatmıştı. Aslında bu açıklama 32. âyetin alt yapısını teşkil etmekte­dir. Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmanın ve yeryüzündeki dirlik düzeni bozma gayretinde olmanın ne derece büyük suç ve günah olduğunu ve bunun hukukî boyutunu vermektedir.

Allah'a ve Peygamberi'ne bir insan veya toplum nasıl savaş açar?

iman edenler! Allah'tan korkunuz. Eğer gerçek­ten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkediniz. Şayet bunu yap­mazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılan savaştan haberiniz olsun.

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, faiz vasıtasıyla haksız kazanç elde etmek, emek sarfetmeden kamunun ekonomik değerini gasbetmek Allah'a ve Pey­gamberi'ne savaş açmaktır.

Haksız yere insan kam akıtmak Allah'a ve onun emirlerini tebliğ eden peygamberine savaş açmaktır. Yüce Allah'ın insanlığın faydasına koyduğu evrensel değerlerden insanları koparmak O'na savaş açmaktır.

2. Yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların yaptıkları iş, Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmaya denk bir iş olmaktadır. Yeryüzündeki düzeni bozmanın anlamı nedir? İnsanlığın siyasî istikrarını bozmak, milletlerarası ilişkileri yörüngesinden çıkarmak; insanlığın ahlâkî yapısını doğa kanununu zorlayacak kadar bozmaya çalışmak; insanlığın fikri yapısını sahte felsefelerle bozmak ve bu konuda teşkilâtlanmak, bu sorunun cevabını teşkil etmektedir.

Haksız yere savaş açmak, yeryüzünde bozgunculuk gayretinde bulun­mak gibi iki dehşet verici eylemi yapanlara dünyada ceza; âhirette de azap vardır. Dünyevî hukuk bakımından uygulanacak cezalar şunlardır: a) Ölüm, b) çarmıha gerilmek, asılmak, c) el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, d) tehcir (bulundukları yerden sürülmek) yani sürgün cezası verilir.

Farklı cezaların uygulanması, modern hukuka şu ilkeyi getirmektedir: İşlenen bir suça, farklı cezalar uygulanabilir. Ceza hukuku, suça verilecek farklı cezalan koyar; hâkim bunlardan birini tercih edip uygulamasını hükme bağlar.

Bu ilke bizi şuna getirmektedir: Bir zaman, bir suça uygulanan ceza şekli ve miktarı, başka bir zaman değiştirilebilir. Meselâ yukarıdaki cezalardan ölüm cezası hariç diğerlerini farklı şekilde anlayıp uygulamak mümkündür. Asılma cezasıyla el ve ayakların çaprazlama kesilmesi olayını şiddetli eziyet yapmak şeklinde anlayıp uygulayabiliriz. Son maddede yer alan "tehcir", yani sürgün cezasını, hapsetmek şeklinde anlayıp uygulayabiliriz.

Peygamberlere açılan savaşta sürgün olayı vardır. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinin arkasında Mekke müşriklerinin ağır baskısı vardı. Onların açısından düşünülürse peygamber ve onun arkadaşla­rım sürgüne gönderdikleri anlaşılmış olacaktır.

Ceza hukuku bakımından uygulanacak cezalarda çeşitli seçenekler sunulmaktadır. Bu durum ceza hukukunun önemli bir ilkesini gündeme getir­mekte ve öğretmektedir.

3.  İşte bu, onların bu dünyada uğradıktan zillettir. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.

Âyetin bu kısmında cezanın, dünyevî ve uhrevî olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Burada dünyevî cezanın zillet olduğu beyan edilirken, insanlığın düştüğü duruma işaret edilmektedir. Demek ki Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmanın suç tarafı olduğu gibi, günah tarafı da vardır. Suç tarafı dünyevî ceza ile, günah tarafı da âhiretteki azapla karşılık görmektedir.

4. Ancak, siz kendilerini yenip ele geçirmeden önce tövbe edenler müstesna; biliniz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. 33. âyette belirtilen savaş ve boz­gunculuk alevlenmeden, topluma ve insanlığa sıçramadan önce tövbe ederlerse, dünyevî cezadan vazgeçilmesi gerekir. Zaten Allah, onlara uygu­layacağı uhrevî cezayı bağışlamaktadır.

Dikkat edilirse Allah burada cezalandırmanın dışında kalacak sınırı tayin etmektedir. Bu sınır, savaşın ve bozgunculuğun ateşi insanlığa zarar vermeden evvel dönüp savaş ve bozgunculuğun alevini söndürmektedir. Âyette bu tövbe olarak nitelendirilmektedir. Pişman olup vaktinde dönmeyi ifade eden buradaki tövbe, müslümanlann, bunları yapanlara karşı zafere ulaşmalarından önce olmalıdır. Bir bakıma, müslümanlann güçlü hale gelme­lerinden önce onlara karşı savaştan ve bozgunculuktan vazgeçmeyi ifade etmektedir.

Demek ki müslümanlarla başlatılan savaş sürecini, müslümanlann güçlü olma döneminden önce kesmek gerekiyor. Bu süreci kesmenin, dünyevî ve uhrevî cezayı kaldıracağını Allah garanti altına almaktadır. Savaş suçlusu ve bozguncu sıfatını almadan güç elindeyken bundan vazgeçmeyi öngörerek, bir taraftan caydırmakta diğer taraftan dönüşü de teşvik etmektedir. [35]

 

İnananların Kurtuluşu:

 

35. Ey İman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz. O'na daha yakın olmaya çaıltşın» ve O'nur  yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz, ..

Yüce Allah bu âyette kurtuluşa, mutluluğu ve zafere götürecek olan üç ameli sıralamaktadır:

1. Allah'tan sakınınız. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı adlı eserinde, "Allah'tan sakmma"da ki takva emrini, haklı olarak Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde meâllendirmektedir. Aslında takvaya verilen bu iki mâna aynı şeyi ifade etmektedir.

Kurtuluşa, yani zafere giden yolun birinci eylemi, gönülde başlamakta ve kendini samimiyet, sakınma ve bilinç olarak ortaya koymaktadır. Burada takva insanın Allah'a yaklaşmasını önleyecek günahlardan uzak kalması anla­mım da ifade etmektedir.

2. Allah'a yaklaşmaya yol arayınız. İnsanı manen Allah'a yaklaştıracak amelleri üretmek gerekiyor. Vesile kavramı "vasıta" anlamına geldiği için burada "yol" mânasını vermeyi uygun bulduk. Bazı çevrelerde, buradaki Allah'a götürecek mürşidler mânası verildiği görül­mektedir.

Bu durum insanı imandan çıkaracak bir nitelik arzetmektedir. Eğer mürşid "öğretici, eğitici" mânasına alınıyorsa o, örnek ahlâkî davranışlar, doğru fikirler sergileyerek insanlara doğru yolu gösterebilir, doğruya yönlendi­rebilir, ama asla Allah ile kul arasına girip kulu Allah'a yaklaştıramaz. O za­man meleklere tapanların gösterdiği mazeretin durumuna düşme tehlikesi ortaya çıkar: "Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler; onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler" (Zümer 39/3).

Vesile kelimesini vesele kalıbından yüklem olarak alırsak "yaklaşmak"; âyette geçtiği vesîle kalıbından isim olarak alırsak "yol, makam" mânasına gelir. Meselâ hadiste makam anlamını ifade etmektedir: "Allahım! Ey bu çağrının, başlayan namazın sahibi, Muhammed'e vesile ve fazilet ver; onu kendisine söz verdiğin yüce makama ulaştır!"[36].

Allah'a yaklaştıracak olan yol insanlığın gönlünden, beyninden ve nef­sinden çıkıp iyi amelleriyle devam etmektedir. "Allah'a yaklaştıracak yolu arayınız" derken, bir düşüncenin yanlışlığım da ortaya koymaktadır. Müslü­man geçmişlerinin yaptıklarıyla övünmemeli; kendi yaptıklarıyla Allah'a doğru yol alabileceğinin bilincinde olmalıdır. Başkalarının ürettikleriyle, başka bir toplum medeniyette yol alamayacağı gibi, başkasının amelleriyle de Allah'a doğru yücelemez.

Vesileyi insanın kendisi aramalı ve o makamı kendisi hak etmelidir. Zaten Allah, onu hak; etmeyene asla vermeyecektir. Âyetin birinci emri olan takva bu bilincin kendisidir.

3. Allah'ın yolunda cihad ediniz. Allah yolunda cihad etmenin mânası, küçük sebeplerle insanlığı savaşa sürüklemenin yanlış olacağıdır. Büyük sebeperden dolayı savaşmak için bu ifadeye yer verilmek­tedir. Yoksa her şeye Allah'ı bahane edinerek savaşmak doğru değildir.

"Allah'ın yolu" nedir? Din yoludur, iman yoludur, hürriyet yoludur, hak­lar yoludur. Bir toplum dinin kökünü kazımaya çalışırsa, iman edenlere ağır zulüm uygularsa, hürriyetin yolunu tıkarsa, haklan çiğnerse, namusa saldırırsa, Allah'ın yolunu çiğniyor ve tıkıyor demektir. Bu yolu açık tutmak için cihad yapılabilir. Uğruna savaşılacak olan değerler bunlardır.

Âyetin bu kısmındaki cihad kavramı, nefisle olan cihadı da kapsamına alabilir. Takva, Allah'a yaklaşma; bu da akıl ve gönül işi olduğuna göre, ci­had da nefis işi olmalıdır. İnsanın ya da müslümanın kendi nefsiyle cihad et­mesi en büyük ibadetlerden biridir. Nefsin olgunlaşması, kötüyü emreden seviyeden, kendini kınayan, ilham alan ve doyuma ulaşan bir seviyeye gelmesi bir eğitim işidir. O zaman bu mânadaki cihad bir eğitim faaliyeti olmaktadır.

Aslında savaşın, nefis gibi azan toplumları, terbiye etme niteliği de vardır. Nefisle cihadın da eğitici bir özelliği bulunmaktadır. Olgunlaşmamış nefsin yönü dünyadır. Ama aklın yönü Allah'tır. Nefisle akıl bu özelliklerini gönle aktarmak isterler ve gönül uğruna savaşırlar.

Bu yorumdan sonra diyebiliriz ki aklın yolu Allah'ın yoludur; onun teslim aldığı gönül yolu da Allah'ın yolu olmaktadır. Aklın gücünü dünyaya hâkim kılmak için verilen her çeşit mücadele cihad kavramının kapsamına girmektedir.

4. Kurtuluşa erersiniz. Ayette emredilen bütün ey­lemlerin çoğul olduğuna dikkat edersek, sonucun da yani kurtuluşun da toplumsal olduğunu göreceğiz.

Âyette hedeflenen kurtuluş, mutluluk, zafer ferdî mânada düşünüleceği gibi toplumsal mânada da düşünülmelidir. Ferdî mânada kurtuluş ya da mutlu­luk, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olma, Allah'a yaklaşmanın yolunu arama ve nefsi ile cihad etmeye bağlıdır.

Toplumsal mânada mutluluk, kurtuluş ve zafer, toplumun ortak ihlâsı anlamına gelen takva, ortak yönelişi, Allah'a giden yolu araması ve ortak savunması anlamına gelen savaşın gerçekleşmesine bağlıdır.

Yüce Allah burada Kur'an vasıtasıyla inananlara rehberlik yapmakta, onları yönlendirmekte, eğitmekte, bilgilendirmekte ve çıkış yolunu göstermek­tedir.

Mâide sûresinin 27. âyetinde itibaren 32. âyete kadar "öldürme" kavra­mı; 33 ile 34. âyetlerde savaş kavramı, 35. âyette de cihad kavramı ele alın­maktadır. Katil, savaş ve cihad kavramları bu âyetlerde gelişigüzel kullanıl­mamaktadır. Harp kavramı, amacı güzellikler olmayan, daha çok güzellikleri yok etmeyi hedefleyen çatışmanın adıdır. Onun için Allah'a ve Peygamberi'ne açılan savaşa harp denmiş cihad denmemiştir.

Ama güzellikleri getirmek, doğruyu ve hakikati insanlığa yaymak için yapılan mücadeleye cihad denmektedir. Mücadele niyete göre katil, savaş veya cihad olur.

İnsanlığı yüceltmeyi engelleyen mikroplan temizlemek, akim ve gönlün yolunu temizlemek, akim ve gönlün yolunu tıkayanların gücünü kırmak, insan­lığın üstüne karabulutların gelmesini isteyenleri engellemek ve insanlığa mut­luluğu çok görenleri devre dışı bırakmak cihad kavramının eylemsel boyutunu ifade etmektedir. Savaşı ibadete dönüştüren, bu niyetler ve amaçlar olmakta­dır.

Onun içindir ki "korumak" anlamına gelen takva birinci sırayı almış, daha sonra Allah'ın yolu, daha sonra da o yol uğruna mücadele ele alınmıştır. Çünkü cihad, takva denen ihlâsı, samimiyeti ve bilinci ister, Allah'ın yolunun bilinmesini şart koşar. Çünkü bilinçli olmayan ve Allah'ın yolunun ne olduğunu bilmeyen, Allah yolunda cihad yapamaz, yaparsa yapmak yerine yıkar. [37]

 

İnkar Ve Değerler:

 

36.  Şüphe yok ki kâfirler, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında bir o kadarı da kendilerinin olsa, kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.

37.   Ateşten  çıkmak  isterler, fakat  onlar  oradan çıkamazlar. Onlar için devamlı bir azap vardır.

Âyet, inkâr, fidye ve azap denen âhiretteki ceza konularını işlerken, inkârdan caydırmayı hedef almaktadır. İnkâr psikolojisi, nefsin gönüldeki etkinliğinin işareti olmaktadır. Kötüyü emreden ham nefsin gönüldeki terörist faaliyetlerinin en tahrip edici etkinliği, inkârdır. Şimdi bu inkârın insanın manevî âlemini ve Allah'ı ile olan ilişkilerini ne kadar yaraladığını âyetin devamından anlayacağız.

1. Fidyenin kabulünü imkânsız hale getirir. "Yeryüzündeki her şey ve bunun yanında bir o kadarı da kendilerinin olsa, kıyamet günü­nün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez".

Yüce Allah Kur'ân'da insanların gönüllerinin kaynaşması için yer­yüzündeki her şeyin harcanmasının yeterli olamayacağına (Enfâl 8/63), maddenin üzerinde kaynaşmanın gerçekleşmeyeceğine dikkat çekerken, burada yeryüzündeki her şeyin iki katı verilse bile, inkâr edenin azaptan kurtulamayacağını vurgulamaktadır. Yeryüzündeki her şeyin ve onun iki katı ifadesiyle, anlatılanın imkânsızlığını göstermek ve insan beyninin an­layacağı tarzda hitap etmeyi amaçlamaktadır. Âyet, "Bazı yanlışların orta­dan kaldırılmasında fidye vardır" diyerek, hukuka fidye kavramını ka­zandırmaktadır. Fidye ödettirerek suçluyu cezalandırmak, ceza hukuku­nun önemli bir aşaması, ilkesidir. Öldürme olaylarında fidyenin olacağını Nisa sûresinin 92. âyetinde anlattık. Aynı şekilde oruç ibâdeti ile ilgili du­rumlarda fidyenin devreye girebileceğini de Bakara sûresinin 184. âye­tinde açıkladık. Diğer taraftan münafık ve kâfirlerden âhirette fidyenin ka­bul edilmeyeceği de Hadîd sûresinin 15. âyetinde beyan edilmektedir:

artık ne sizden ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir; varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir!"

Mâide sûresinin 36. âyeti bu dünyadaki ve âhiretteki kanunu açıklarken, yani kâfirden fidye kabul edilmeyeceği hükmünü verirken, Hadîd suresinin 15. âyetinde onun uygulama alanına dikkat çekmektedir. Demek ki, münafık ile kâfirden fidye alınmayacak, ama fidye alınacak olanlar olacaktır. Yüce Allah fidye alınmayacakları belirlerken, fidye alınacakların olacağına işaret etmiş olmaktadır. Fidyenin bedel, karşılık mânasına geldiğini düşünürsek, âhiretteki cezalandırmada, yani ilâhî cezada ve dünyadaki cezalandırmada böyle bir uygulamanın önemli bir yeri olduğunu anlamış oluruz.

2. Elem verici azabı getirir. İnsanın işlediği günâhın cezası yanında, fidyenin kabul edilmemesi de ilâve bir ceza olarak kabul edilmektedir. Buradaki elem verici azabın ne anlama geldiğini bir sonraki âyet açıklamaktadır: "Ateşten çıkmak isterler, fakat onlar oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır" (Mâide 5/37).

Fidyenin, yani bedelin kabul edilmediği azap, ebedî olan, kurtulun-ması mümkün olmayan azaptır. 37. âyetin sonunda yer alan mukîm keli­mesi, azabın devamlılığını ifade etmektedir. Demek ki inkâr, bedeli orta­dan kaldırmakta ve azabı devamlı hale getirmektedir. Âl-i Imrân sûresinin 91. âyetinde açıkladığımız gibi inkâr edip kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını verseler bile fidye olarak kabul edilmeyecektir. Onlara ne af var, ne de ceza indirimi![38]

 

Hırsızlığın Cezası:

 

38. Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini ke­siniz. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

39.  Bu suçu işledikten sonra tövbe edip kendisini ıslâh edene gelince, kuşkusuz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir.

40.  Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Al­lah'ındır? O, dilediğini cezalandırır, dilediğini bağışlar. Zira Allah her şeye kadirdir.

Bu âyetlerin birbirleriyle yakından alâkaları olduğu için, analizlerini beraberce yapmayı uygun buluyoruz.

1. Hırsızlık insanlık tarihi kadar eski, ahlâk dışı bir davranıştır. Çağlar hırsızlığın sebep ve şekillerinde de değişim meydana getirmiştir. Haber vermeden bir ailenin bahçesinden bir meyve almaktan tutunuz da, kamu mallarını çalmaya varıncaya kadar hırsızlığın çeşitleri vardır. Kişilerin malını soymak, kamu malını çalmak gibi küçükten büyüğe giden hırsızlık şekilleri vardır. Bir ferdin malını çalmakla, kamuya ait bir şeyi çalmak aynı derecede hırsızlık olmamalıdır. Bir de bütün insanlığa ait malı çalmak vardır. Bu, devletlerarası hırsızlığa girmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle dünya küçülmüş, devletlerarası ilişkiler ve ticarî ilişkiler sınırları aşmış durumdadır. Ekonomik ilişkilerin önde gittiği durumlarda siyaset, sömürüye alet olmaktan fazla bir şey yapamaz.

Dikkat edilirse çağımızın getirdiği siyâsî, ticarî ve sosyal ilişkilerde sömüren ve sömürülenler oluşmuştur. Güçlüler güçsüzlerin elindeki ekmeği almaktadırlar. Fakat bunlar siyasete ve hukuka egemen olduk­larından, hırsız diye nitelendirilmemektedirler. Onlar işini bilen insanlar olarak taltif edilmekte ve hatta ödüllendirilmektedirler.

Teknolojinin gıda üretimine girmesiyle, hem üretim artmış, hem de üretilen malların dağıtımı eskiye göre çok kolaylaşmıştır. Buna rağmen in­sanlığın bir kesimi yoksulluktan kıvranırken, diğer bir kesimi de israfla iç içedirler. İnsanlığın kahir çoğunluğu açlıktan feryat ederken ve bu feryatlar gökleri ve yeri titretirken, sömürenlerin daldıkları aşın eğlenceden do­layı bu feryatları duymadıklarına şahit oluyoruz. Elma çalan cezalandırılırken, büyük vurgunlar vuranlar ortalıkta dolaşmaktadırlar.

Kur'ân hırsızlığı önlemek için eğitimi ön görmüştür. Bu eğitim, kişiye "çalma" diyerek verilmemekte, zenginlerin açları, fakirleri, yoksul­ları doyurmaları emredilmektedir. "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır" (Zâriyât 51/19) buyurarak, hak kavramını bu alana sokmuş, fakire yardım etmeyi bir seçenek olmaktan çıkarmış ve mecburî bir görev haline getirmiştir.

Bir insana "zina etme, yalan konuşma, insan öldürme!" denebilir, ama günlerce "Aç dur!" denemez. Burada söz konusu insanlara yapılması gereken yasaklar koymak değil, karınlarının doyurulması ve çalışacakları iş alanlarının açılmasıdır. Yoksa fakirler her zaman fakir ve muhtaç halde tutulmamalıdır; çalışarak kazanma fırsatı onlara da verilmelidir.

Fakirliğin, yoksulluğun yaygınlaşmasının iki türlü tehlikesi vardır. Bunlardan birini âyettten diğerini de hadîsten öğreniyoruz.

a) Fakirliğin yaygınlaşması ve derinleşmesi, zenginlerin intihan du­rumuna gelebilir: "Allah yolunda infâk ediniz. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız, iyilik yapınız, çünkü Allah iyilik yapanları sever" (Bakara 2/195). Bu âyetten anlıyoruz ki, fakirin elinden tutmamak zengi­nin intiharıdır. Yoksulluk hased, kin ve vb. düşmanlık duygularını ka­bartıp, zengin fakir çatışmasına sebep olabilir. Böyle bir çatışmanın vebali, yoksullukla mücadele vermeyenlerin omzundadır. Yüce Allah buna "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" diyor. Fakirlik ve yoksulluk sınırlarının genişleyip dünyayı kapladığını düşünürsek, söz konusu intihamı bütün milletleri içine alacağını da hesap etmek gerekir.

b)  "Yoksulluk kolayca hakikatin inkârına dönüşebilir[39]. Bu hadîsten anlıyoruz ki, küfür kelimesi hem inkâr hem de nankörlük mânasına gelmektedir. İnkâr mânasına alırsak, yoksullukla iman arasında bir bağlantı kuran Hz. Peygamber, mide ile gönül arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Yoksulluk sadece gıda olarak alınmamalıdır. İnsanın aşırı derecede muhtaç olması, onu imanından edebilecek duruma getirebilir.

Ekonomik bakımdan güçlü, fakat İslâm'a karşı düşmanlıklar besle­yen bir toplum, aşırı derecede muhtaç müslüman bir topluma yardım et­mesi halinde, o toplumun imanından, değerlerinden fedakârlığı dolaylı olarak şart koşabilir. İhtiyaç altındaki o toplum, imanından fedakârlık ya­pabilecek ağır baskılar altında kalabilir. Hz. Peygamber, yoksulluğun nasıl inkâra dönüşeceğine işaret ederek, yoksullukla mücadele etmenin bir anlamda imanı korumak olduğunu vurgulamıştır.

Demek ki yoksulluk iki tarafı keskin bıçak gibidir, kolayca zenginin intiharına, yoksulun inkârına dönüşebilir. Hırsızlara uygulanacak cezanın tatbikata konmasından önce İslâm dini, temel ihtiyaçların görülmesini şart koşmaktadır. Toplumda kadın, erkek ve çocuklar, beslenmek için yeterli gıdayı bulabilmeli, her ailenin barınma, eğitim ve sağlık ihtiyaçları gide­rilmelidir. Bunları temin eden devlet ve halk, İslâm'ın önerisini hatta em­rini yerine getirip yoksullukla mücadelede başarılı olmuş demektir. Bu ih­tiyaçların giderilmesi, büyük bir sosyal güvenlik sistemidir. Çünkü açlığın olduğu yerde güvenlikten bahsedilemez.

Başkalarının elindeki imkânı çeşitli yollarla elinden almak, toplumun güvenliğine saldırıdan başka bir şey değildir. Demek ki büyük çapta kamunun malını çalanlar, sadece hak yeme günâhını işlemiyor; aynı zamanda sosyal güvenlik sistemini de yaralıyorlar. Kamu malını haksız yollardan ele geçiren insanlar, haksız yollarla köşe dönmeye çalışanlar, sadece kendileri hırsızlık yapmıyorlar; aynı zamanda kitlelerin fa­kirleşmesine sebep olup onların hırsızlık yapmalarına da yol açabiliyorlar.

Bu şekilde toplumda kamunun malını haksız yere ele geçiren ve ni­hayet insanlığı sömüren insanlara ne cezası uygulanmalıdır? Yüce Allah, uygulanacak cezaya bir açılım getirerek şu emri vermektedir:

2.  "Onların ellerini kesiniz". Âyette geçen f'akta'û = kesmek emri, kata'a kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime fizikî anlamda bir şeyi kesmek mânasına gelmektedir. Ama bir cismi tamamen kesmek mânasına geldiği gibi, o cisme bir çizik atmak an­lamını da ifade etmektedir.

Yûsuf sûresinin 31. âyetinde de, insanın, bıçağı kaçırıp kanayacak şekilde elini kesmesi anlamını ifade etmektedir: "Kadın onların dedikodu­larını duyunca onlara davetçi gönderdi. Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. 'Çık karşılarına' dedi. Kadınlar Yûsuf u görünce onun büyüklüğünü anladılar, (şaşkınlıkla) ellerini kesti­ler". Aynı kelime burada, şaşkınlıkla bıçağı kaydırıp elin kesilip ka-natılması anlamını ifade etmekte; eli kökünden kesmek mânasına gelme­mektedir. Bu mânayı, yorumunu yapmakta olduğumuz 38. âyetle birlikte düşünebiliriz: "Hırsızların elini kesiniz!" derken, kökünden değil, iz bırakacak şekilde elini kesip kanatınız, yani o iz, onun daima hırsız olduğunun kanıtı olmalıdır, şeklinde anlamak gerekir. Aksi takdirde eli kesilen insan, çalışamayacak hale gelecek ve topluma yük olacaktır. Yok­sullaşan bu hırsıza bakmak zorunluluğu doğacaktır. Bu açıdan bakınca Yûsuf sûresinin 31. âyetindeki mâna, buradaki 38. âyete uygulanmalıdır.

Diğer taraftan 38. âyetteki yed (el) kelimesini, Kur'ân'da farklı mânalarda kullanıldığını dikkate alarak yorumlamak gerekiyor. 38. âyetteki yed kelimesi, Fetih sûresinin 10. âyetinde "kudret" mânasını ifade etmektedir: "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" denirken, Allah'ın kudretinin onların kudreti üzerinde olduğu amaçlanmaktadır. Böylece işi yapan gücü temsil ettiği için "el"in, güç an­lamına gelen "yed" ile mânalandığı ortaya çıkmaktadır.

Buradaki elin, güç mânasını 38. âyete götürürsek şöyle bir anlam ortaya çıkar: Hırsızların, hırsızlık yapma güçlerini ortadan kaldırınız, ke­siniz, engelleyiniz. Hırsıza, hırsızlık yapacak fırsatın verilmemesi, öyle bir ortamın oluşmasına müsaade edilmemesi demek olur. Bu mânanın açlık sebebiyle çalan hırsızlar için daha doğru olacağı bir gerçektir. Fakat bu durum aç olmayan, servetinin hesabını bilmeyen, ama devlet malını, kamuya ait malları çalanlar için, onların çalmalarına fırsat veren hukukî boşluğun oluşmaması mânasına da alınabilir. Hırsızlığı engelleyecek ne varsa, âyetteki kata'a kelimesinin içine girmektedir.

Eli ister bilekten kesme, isterse elinde bir iz bırakmak üzere kesme şeklinde olsun, burada hırsıza verilen cezanın ne olduğu, âyetin de­vamında açıklanmaktadır.

3. "Ceza ve Allah'tan bir ibret olarak". Demek ki hırsızlık eylemi cezasız kalmamalıdır. Ayrıca verilecek cezanın ibret ve­rici, yani caydırıcı bir yönü de olmalıdır. Allah cezayı bu amaçla verdiğini

beyan etmektedir. Hırsızlık hem toplumun düzenine hem de mülkiyet

hakkına bir tecavüzdür. Kul hakkı yemenin dünyevî cezası budur, ama uhrevî cezasının olacağı da bir gerçektir.

Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Hırsızlığa bu kadar ağır bir cezanın verilmesinin sebebi nedir? Bilindiği gibi her günâh veya suçun ferde, topluma ve Allah ile olan ilişkilerdeki olumsuz etkilerine göre cezası vardır.

Hırsızlığın sebep olduğu haram lokmanın en önemli etkisi, ailenin ve giderek toplumun asaletini bozmasıdır. Daha önce A'râf sûresinin 20. âyetine işaret ederek şu yorumu çıkarmıştık: Hz. Âdem ile eşi yasak ağaçtan yiyince avret yerleri açıldı. Bunun anlamı şudur: Haram lokma, haya duygusunu iptal etmektedir. Haya duygusu iptal edilen insanda iffet de bulunmaz. Demek ki her haram lokma, haya ve iffet duygusuna bir mermi gibi saplanmaktadır.

Haram lokmanın yaygınlaşması, zamanla toplumun asaletini yarala­makta ve ahlâkını çökertmektedir. Bu öylesine sinsi bir hastalık olarak yayılmaktadır ki, belirtilerini anlamak ve teşhis etmek imkânsızdır. Haram lokmanın meydana getirdiği asalet yarasına ilâç bulmak da zordur. İşte hırsızlığın elde ettiği haram lokmanın tahribatını gidermenin imkânsızlığı sebebiyledir ki, caydırıcı ceza konmaktadır.

4. "Allah kudret ve hikmet sahibidir". Âyetin sonunda azîz ve hakîm sıfatlarının gelmesi manidardır. Azîz "kudret ve şeref sahibi" mânasına gelmektedir. Yüce Allah hırsızlığı yasaklarken, cezayı bu sıfatı gereği koyduğunu beyan etmektedir. Hırsızlık toplumun düzenini, kudretini ve manevî bakımdan asaletini yıktığı için, bu eyleme müdahalesini bu sıfatlarıyla yapmaktadır. Diğer taraftan bunlar hırsızlık konusundaki hükmü verenin imzasındaki sıfatlar olarak da konmuştur. "Bu hükmü azîz ve hakîm olan Allah koymuştur" demek istenmektedir.

5. Burada sorulacak diğer bir soru da şudur: Hırsızlar her zaman, her yerde ve her şartta cezalandırılmalı mıdır? Bu sorunun cevabını 39. âyet  vermektedir. "Kim (bu) haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet sahibidir".

Yüce Allah bu âyette hırsızlığı zulüm kelimesiyle ifade etmektedir. Zulüm kelimesi suç, hatâ, haksızlık, karanlık iş mânalarına gelmektedir. Bu kelime ile sadece ekonomik bir değerin çalınması değil, aynı zamanda sosyal bir hakkın çalınması da ifade edilmektedir. Emaneti ehli olana ver­memek de bir nevi hırsızlıktır.

Hırsızlık suçunu veya günâhını işleyen kişi, öncelikle tövbe etmesi, daha sonra da halini düzeltmesi gerekiyor. Tövbe ve halin düzeltilmesinin ardından Allah'ın affı gelmektedir. Bu durum dünyevî cezasının affedi­leceği anlamına gelmemelidir. Günâhını Allah affediyor, ama suçunun cezası devam edecek ve onu çekecektir. O zaman şu soru ile karşılaşırız: Kul hakkı yiyen hırsız, hakkını çaldığı kişiden helâllik almadan affı mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, 39. âyetin ilk kelimesinde verilmek­tedir: Tövbe kavramının içinde, hakkını yediği kişiye hakkını ödemek veya ondan helâllik alma da vardır. Ama öyle hırsızlıklar vardır ki, ne ödenmesi ne de helâllik alınması mümkündür: Meselâ tüyü bitmedik ye­timin hakkının bulunduğu kamu malını çalanlar kimden nasıl helâllik ala­caktır? Onun için bu insanların tövbe etmeleri mümkün değildir. Buradaki tövbenin sadece küçük hırsızlıkla alâkası vardır. Evrensel mânada in­sanlığı sömüren milletlerin tövbe etmesine imkân var mıdır? Bunların kul hakkını ödeme imkânları olmadığından, tövbe kapısından içeri giremezler.

Sadece söze dayalı bir tövbe yeterli değildir, kendilerini ıslâh etme­leri gerekir. Halini düzeltmeyenin tövbesi kabul değildir. Demek ki Al­lah'ın tövbeyi kabul edip affetmesi ve merhametini harekete geçirmesi için hakkın ödenmesi ve tövbe için helâllik alınması ve halini düzeltmesi şarttır. Hak ödenip helâllik alınarak kişi halini düzeltince, hırsızlıkların günâh boyutu ile suç boyutu ortadan kalkmaktadır.

6. 39. âyette yer alan tövbe ve hâlini düzeltme eylemlerinden sonra Allah'ın tövbelerini kabul edip affetmesi olayının, insanlar tarafından ga-ripsenebileceği ihtimalini 40. âyet ortadan kaldırmaktadır: "Bilmelisiniz ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir". Buradaki mülkiyet kavramı hükümranlık anlamına da gelmektedir. "Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir".

Kimin affedileceğini, kimin cezalandırılacağını bilen ve bu konuda tasarruf sahibi olan Allah'tır. Suçun dünyevî cezasında affetme ve ceza­landırma hukuka ait olduğu halde; günâhın bağışlanması veya ceza­landırılması tamamen Allah'a aittir.[40]

 

Münafıkların İnanç Ve Davranış Biçimleri:

 

41. Ey peygamber! Kalpleri inanmamış olduğu halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerden ve yahudilerden inkârda yarışırcasına koşanlar seni üzmesin. Onlar daima yalana ve sana gelmeyenlere kulak verirler. Kelimeleri yerlerinden değiştirirler. "Eğer size şu ve­rilirse, hemen alınız, o verilmezse sakınınız" derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Al­lah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır. Ve âhirette onlara ait büyük bir azap vardır.

Bu âyet müslümanlara karşı olanları, müslümanlarm aleyhinde ca­susluk yapanları ve davranışlarıyla fitneye sebep olanları ele almakta, on­ların inanç, düşünce ve davranışlarının analizini yapmaktadır.

1. Dili ile gönlü ayrı olanlar. Yüce Allah münafıkların öne çıkan özelliklerinden birine dikkat çekmekte ve bunun ağızlarıyla inandık deyip kalpleriyle inanmamaları olduğuna işaret etmektedir. "Kalpleriyle inanmamış oldukları halde ağızlarıyla inandık derler". Ayetin bu kısmı, Âl-i Imrân sûresinin 167. âyetinde şöyle geçmişti: "Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı". Aynı zamanda Fetih sûresinin 11. âyetinde yer alan: "Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler" açıklamasıyla da örtüşmektedir.

Dili ile gönlü arasında bile çifte standarta başvuranlar, bir grup oluştururlar. Onların birbirlerini bulmaları ve bir grup oluşturmaları zor değildir. İnsanlar onlardan çok çekmiş ve çekmektedirler.

2. Casusluk   edenler. Yüce Allah, âyetin ikinci kısmında, münafıklarla aynı davranışı ve inanışı paylaşan grubu ele almaktadır: "Ve yahudilerden inkârda yarışırcasına koşanlar seni üzmesin! Onlar daima yalana ve sana gelmeyenlere kulak verirler".

Küfürde yarışanların birinci grubu münafıklar, ikinci grubu da ca­susluk yapan yahudilerdir. "Her türlü yalanı can kulağı ile dinleyen " ifa­desinin anlamı, casusluk yapmaktır. Hz. Muhammed ve onun getirdiği mesaj hakkında konuşulan iftiralara ve yalanlara kulak verir, onları dinleyip başkalarına götürürler. "Sana gelmek yerine başkalarına kulak verir­ler".

Bunun anlamını iki şekilde vermek mümkündür: Birincisi casusluk ederler; ikincisi aydınlanmak için peygambere değil de başkalarına gider­ler. Başkalarının yalanına değer verirler, ama peygamberin getirdiği me­saja değer vermezler.

Bu iki grup inkârda yarışmaktadırlar. İnkârda yarışmak; imana karşı amansız saldırıda yarışmak demektir. Dili ile gönlü ayrı olan münafıklarla, yalana kulak verip peygambere itibar etmeyen yahudiler, küfürde yarışmaktadırlar. Bu geçmişte böyle olmuş, bugün olmakta ve gelecekte de böyle olacaktır.

Bunların bu eylemlerine karşılık peygamberin üzülmemesi istenmektedir, ama tedbir de alınacaktır. Âyetin bu iki bölümü ile, münafığın psikolojik davranışının analizi yapılarak peygamberin ve bütün inananların önüne konulmaktadır.

3. Kelimeleri değiştirirler. Âyetin üçüncü basamağında daha önce Bakara sûresinin 79, Âl-i İmrân sûresinin 78, Nisa sûresinin 46, Mâide sûresinin 13. âyetlerinde açıklandığı gibi, kutsal kitapta değişiklik konusu ele alınmaktadır. "Kelimeyi yerinden kaydırıp değiştirmek", ilâhî vahyin âyetlerini değiştirmek anlamına geldiği gibi, kanunları kendi men­faatlerine değiştirmeyi de ifade etmektedir. Ayrıca "Aldıkları haberi değiştirerek naklederler" mânasına gelmektedir. Bu tip insanların idareci­lere danışman olduğunu, basın mensubu olduklarını düşünürsek, yüce Allah, ne kadar önemli bir uyarıda bulunduğu anlaşılmış olacaktır.

4.  Kendi görüşlerini merkeze alırlar. "Eğer size şöyle (bir öğreti) verilirse, onu kabul ediniz, o verilmezse uzak durunuz". Bu insan­ların fikrî saplantıları vardır. Kur'ân mesajı o saplantılara uygun düşüyorsa, onu alırlar ve başkalarına almalarını tavsiye ederler, ama kendi saplantılarına ters düşerse, ondan sakınılmasını isterler. Bir bakıma, in­sanlara saplantılarını ihraç ederek bulaştırmaya çalışırlar.

Bu tip insanlar zihnî saplantılarını baz olarak merkeze koyarlar. İlâhî mesajı, kendi düşüncelerine göre doğru ve yanlış diye ayırırlar. Böylece, ilâhî mesaja ikinci derecede değer verirler. İşte gerçek anlamda dîni istis­mar budur.

5.  Bunlara  yardım fayda vermez. Yüce Allah âyetin de­vamında, "Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı onun lehine hiçbir şey yapamazsın".

Kalbi ile dili bütünleşmeyen münafıklar, her türlü yalanı can kulağı ile dinleyenler, aydınlanmak için peygambere değil de başkasına gidip inkârda yarışanlar, kelimeleri değiştirenler, kendi saplantılarını merkeze alıp ilâhî vahyi onunla değerlendirenler, ilâhî takdîri saptırma yönünde çabalayanlardır.

6. İlâhî eğitimin  dışmdadırlar.  "Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir". Küfürde yarışmaları, onları öyle bir duruma getirmektedir ki, ilâhî eğitimin etkisini hissetmemekte ve gönüllerinin devamlı kirli kalmasına sebep olmak­tadırlar.

Âyetin bu kısmından, "Allah'ın gönüllerini temizlemek istediği in­sanların olduğu" ilkesine de ulaşıyoruz. Demek ki ilâhî eğitimin yoğunlaştığı merkezlerden biri kalplerin temizlenmesidir. Kalp temizliği, ilâhî muradın kapsamı alanına girmektedir. İlâhî amaçlardan biri, kalpleri temizlemek olduğuna göre, beşerî eğitimin ve özellikle din eğitiminin he­defleri arasında kalbi temizlemek mutlaka olmalıdır.

Kalp denen manevî çevrenin kirletilmemesi bir eylem, kirlenen bu çevreyi temizlemek de başka bir faaliyet olmaktadır. Temizlenmesini Al­lah'ın murat ettiği gönül çevresi olduğu gibi, temizlemesini murat et­mediği gönül de vardır. Burada rolü oynayan kalpteki kirliliğin çeşididir.

7. Dünya ve âhiret cezası vardır. Yardım edilemeyen, kalple­rinin Allah tarafından temizlenmesi murat edilmeyen ve küfürde yarışan bu insanların dünyadaki cezaları alçaklık, âhiretteki cezaları da büyük azaptır. Buradaki cezanın gelecek nesiller için caydırıcı bir özelliğini söylemekte yarar vardır.

Netice olarak insanın gönlü, dili, kulakları, tutumları, davranışları, zihnî saplantıları, dünyada alçaklığı, âhirette de azabı getirmektedir. Bunlara üzülmeye değmez, çünkü Allah da onları terketmiştir. Demek ki in­sanların manevî açıdan eğitilmeleri mümkün değildir. Kalplerinin kiri si­linmeyecek bir durum arzetmektedir.

Yüce Allah kimin eğitilemeyeceğini, kimin eğitilebileceğini ortaya koymuştur. Gönül alanı ya da boyutu, eğitimin en zor uğraş vereceği bir alandır. Kirli gönüle sahip insana hiçbir eğitici fikir, öğreti ve ilke yararlı olamaz.[41]

 

Hüküm Verirken Âdil Olmak:

 

42. Onlar yalanı can kulağı ile dinlerler; haramı tıka basa yerler. Sana geldiklerinde ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir şekilde zarar vermezler. Ama aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. Allah âdil davrananları sever.

İlk bakışta anlaşılacağı gibi bu âyet, 41. âyetin devamıdır. Yahudile­rin davranışlarının analizine bu âyette de devam edilmektedir.

1. "Yalanı can kulağı ile dinlerler". Kulak denen duyu organını yerli yerinde kullanmayan bu insanların tenkide uğramaları, bize ve daha sonraki nesillere bu organın ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Yalanı dinleyen insanların beyninde yalana dayalı bilgi, hüküm ve değerlendirme teşekkül edecektir.

Onun içindir ki "boş söz"e sırtını dönmek, ona kulak vermemek müminin özelliği olarak takdim edilmektedir. "Müminler, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler" (Müminûn 23/3); "Rahmanın kulları yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakarla geçip giderler" (Furkân 25/72).

Demek ki iman eden insanla iman etmeyen insanın farkı, dinleme eyleminde de kendini göstermektedir. Buradan şu noktaya varıyoruz: Gönülde teşekkül eden iman, kulak denen duyu organını çalıştırmaya yön vermektedir. Yahudilerin imanlarındaki hastalık, onların dinleme eylemle­rini disipline edememektedir. Gönül ile dinleme eylemi arasındaki bağlantıya dikkati çeken Allah, kirli gönüle sahip olanların yalanı can kulağı ile dinledikleri kuralını koymaktadır. Sebep-sonuç ilişkisine göre bu analizle bize, kirli gönlün ve imansızlığın, yalanı dinlemeye sebep olduğunu öğretmektedir.

2. "Durmadan haram yerler". Âyetin bu bölümünde geçen suht kelimesinin fiil hali sahatadır. "Bir şeyi köklemek" anlamına gelen bu kelime, ticaretle beraber kullanılınca "haram kazanmak" mânasını ifade etmektedir. "Boğazlamak; kabuk ve deri gibi şeyleri sıyırıp soymak; bereketi gidermek; kökünü kazımak; haram kazanç; doymayan geniş karınlı obur; azap; yıpranmış elbise" mânalarına da gelmektedir. Kur'ân'da şu mânalara gelmektedir:

a)  Kökünü kazımak. Bu mânada fiil halinde Hz. Mûsâ tarafından kullanılmıştır. "Mûsâ onlara, yazıklar olsun size!" dedi. "Allah'a karşı yalan uydurmayınız; yoksa Allah müthiş bir azapla sizin kökünüzü kazır; zaten yalan uyduran bir kimse baştan kaybetmiş demektir" (Tâhâ 20/61). Demek ki haram lokma nesillerin asaletinin kökünü kazıdığı, haya duygu­sundan sıyırıp toplumun erdemini alıp götürdüğü için adına suht demişlerdir.

b)  Haram lokma. "kökünü kazımak" fiilinden türetilen suht kelimesi, "haram lokma" mânasını ifade etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 42. âyetinde bu anlama gelmektedir. Haram lokma toplumun kökünü kazıtan, erdemleri yakıp kül eden bir niteliğe sa­hiptir. Mâide sûresinin 62 ve 63. âyetlerinde de suht denen haram lokmayı yahudilerin yediği ifade edilmektedir.

"Kökünü kazımak" fiilinden türeyen bu haram lokma (suht), fiilinin mânası ile irtibat kurunca, sömürü vasıtasıyla başkasının malını kökünden temizleyen bir eylemi ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, "yalanı can kulağı ile dinleme"nin birinci, "haram lokmayı tıka basa yeme"nin ikinci sırayı almakta olduğunu görürüz. Burada yalan ile haram lokma arasında bir ilişki kurulmaktadır. Böylece yalanın karıştığı bir ticaretten oluşan haram lokma anlamına da gelmektedir. Kulağında yalan, midesinde haram lokma, insanın şahsiyetindeki parçalanmanın derinliğini göstermektedir. Beynin gıdası bilgi olduğuna göre bilginin haramı da yalan yanlış bilgidir.

3. "Sana ge­lirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlar­dan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler". Yalanı dinleyen ve ha­ram yiyen yahudilere karşı Allah, Hz. Peygamber'e bir hukukî uygulama seçeneği sunmaktadır. Bu insanlar Hz. Peygamber'e hukukî bir davanın çözümü için geldiklerinde, bu davaya hâkim olarak bakıp bakmama gibi bir tercîh yetkisi vermektedir.

Modern hukukta "redd-i hâkim" olduğu gibi, Kur'ân asırlarca önce hâkime redd-i dava seçeneğini tanımıştır. Bir hâkim her davaya bakmaya­bilir. Davaya bakmadığı takdirde hiçbir zarara uğramamalıdır. Onun için, âyette "Sana hiçbir zarar vermezler" ifadesine yer verilmektedir.

4. "Ve eğer hüküm verir­sen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah âdil olanları sever". Hâkim davaya bakma eylemini tercih ederse, âdil davranması zorunludur. Âdil davranma konusunda seçenek yoktur. Hâkim, davasına baktığı insanların yalancı, haram lokma yiyen, düşman, farklı inançlarda olsalar bile, davayı yürütecek ve hükme bağlayacaktır. Kararında sübjektif davranamaz, ta­rafsız olmak zorundadır.

Peygamber de olsa bu kanuna uymak mecburiyetindedir. Yüce Al­lah "Hükmedince adaletle hükmet!" emrini kuru bir emir olarak bırakma­makta, onu sevgi ile beslemekte ve desteklemektedir. "Âdil olanları seve­rim" diyerek, sevgi ile hâkimi motive etmektedir. Kulun kula âdil dav­ranmasını çok önemseyen Allah, âdil davrananlara sevgisini vermektedir. Allah'ın sevgisini kazandığına göre, âdil davranmak bir ibâdet ve bir iyi amel olmaktadır.

Namazını kılan, orucunu tutan, zekâtını veren ve haccını yapan in­sanla, yürüttüğü davada âdil davranan insanın bir farkı olmadığından, amelleri aynı şekilde ilâhî ödülle değerlendirilmektedir.

Demek ki hâkim, hastasının inancına, ahlâkına bakmadan tedavi eden doktorun mesleği gibi meslek icra etmelidir. Hâkim önündeki bu da­vayı yürütürken tarafların inancını, ahlâkını göz önünde bulundurmamalıdır. Onun için önemli olan adaletin ayakta tutulması ve davanın içeriğidir. Kişi veya kişiler önemli değildir. Çünkü taraf tutan hâkim hem adaleti hem haklan çiğneyecek, hem de Allah'ın sevgisini kaybedecektir.[42]

 

Hukukî Davranışlar Ve İman:

 

43. Onlar Allah'ın hükümlerini içeren Tevrat'a sahip ol­dukları halde, nasıl senden hüküm vermeni isterler, ve ondan sonra da senin verdiğin hükümlerden yüz çevirirler? Onlar inanmış kimseler değildir.

Bu âyetin tahlilinden şu genellemelere varmak mümkündür:

1.  Hz. Peygamber zamanında bile Tevrat'ın içinde, doğruluğunu koruyan hükümler vardı. Değişmeyen bu hükümlerle, dinde fetva verme imkânları vardı. Âyetin birinci bölümü bu duruma işaret etmektedir: "Allah'ın hükümlerini içeren Tevrat'a sahip olmalarına rağmen nasıl sen­den bir hüküm vermeni isterler". Ayetin bu kısmından anlaşılıyor ki, Allah yahudilere, peygamberliğine inanmadıkları halde, hâkimliğine başvurmalarının yanlış olduğunu söylemektedir.

2. "Bunun arkasından yüz çevirip gidiyorlar.  Onlar inanmış kimseler değildir". Hz.  Peygamber'in hâkimliğine başvurup sonra da yüz çevirip gitmeleri, onların ne Tevrat'a ne de Kur'ân'a inandıklarını ortaya koymaktadır.

Bu insanların ikili oynadıklarına ve iman sorunu yaşadıklarına yüce Allah hükmetmektedir. Bu açıklamasıyla Allah, imana farklı bir mâna yüklemektedir: Hukukî meselelerde istikrar, ikili oynamamak, imanın an­lamında yer almaktadır. Âdil davrandığına kesin olarak şahit olduğu bir kimsenin verdiği hükme sadık kalmak ve hükme razı olmak, imanın bir parçasıdır. Bu hükümden dönmek ise imansızlığı ifade etmektedir.

Kendi ellerindeki kitabın hükmünü arkaya atıp, başka birinin hükmüne başvurup o hükmü aldıktan sonra ondan da yüz çevirmek, imansızlığın doğurduğu istikrarsız bir davranıştır.[43]

 

Allah'ın Ayetleri:

 

44.  Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. Teslim olmuş peygamberler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrı'ya vermiş zâhid ve âbidler de Allah'ın kitabını koru­makla  görevlendirildiklerinden  (onunla hüküm verirlerdi)  ve  onu  gözetleyip  kollarlardı.   (Ey hâkimler) insanlardan korkmayın, benden korkunuz ve benim âyetlerimi az bir paraya satmayınız! Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır!"

45.  O (Hak kitabı)nda onlara: cana can, göze göz, bu­runa burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o, kendisi için kefaret olur, ve kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, zâlimler on­lardır!

Yüce Allah 43. âyette Tevrat'ta Allah'ın hükmünün bulunduğunu söyledikten sonra 44. âyette Tevrat'ın ne olduğunu ve bunun ardından da görevlerinin neler olduğunu açıklamaktadır.

1. "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik". Yüce Allah Kur'ân için pek çok âyette kullandığı ifadeyi Tevrat için de kullanmak­tadır. "Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e, önceki kitapları tasdik edici olarak Al­lah indirdi, Tevrat ile İncil'i de O indirdi" (Âl-i İmrân 3/3); "Kur'ân Allah tarafından indirilen bir kitaptır" (İbrâhîm 14/1); "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik" (Hicr 15/9); "Tezat bulunmayan kitabı Allah indirdi" (Kehf 18/1). Bu ve buna benzer pek çok âyette, Kur'ân'ı Allah indirdiği için onda şüphe edilecek hiçbir şeyin olmadığı beyan edilmektedir.

Mâide sûresinin 44. âyetinde de Tevrat'ı Allah'ın indirdiği beyan edilerek, ona dokunulması, âyetlerinin değiştirilmesinin çok büyük günâh olduğuna işaret edilmektedir. Diğer taraftan Kur'ân ile Tevrat'ın ben­zerliğinin ortaya çıkarılmasının önemi de vurgulanmaktadır.

2. "Onda hidâyet ve nur vardır". Tevrat'ın bu iki özel­liğini aynen Kur'ân'da buluyoruz. Bakara sûresinin 2. âyetinde Kur'ân'ın bir hidâyet kitabı, yani yol gösterici ve rehberlik görevini icra eden bir ki­tap olduğu beyan edilmişti. Aynı şekilde Şûra sûresinin 52. âyetinde, Ku­r'ân'ı bir nûr kıldığı ifade edilmektedir. Demek ki rehber ve nûr olmak ve böyle bir görevi yerine getirme bakımından Tevrat ile Kur'ân birbirine benzemektedir.

3. "Teslim olmuş peygamberler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrı'ya vermiş zâhid ve âbidler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözetleyip kollarlardı".

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, geçmiş peygamberler de Allah'a teslim olduklarından İslâm'dılar. Demek ki Tevrat ile sadece Hz. Mûsâ İsrâiloğulları'na hükmetmedi, ondan sonra pek çok peygamber Tevrat ile insanlara hükmetmişlerdir. Bu peygamberlerin kimler olduğunu belirtme­yen âyetin çoğul olarak kullanılmasından anlıyoruz ki, ikiden çok peygamber onunla yahudilere hükmetmişti.

Öyle anlaşılıyor ki peygamberler, yetişmiş olan ilâhî ilimleri tahsil etmiş ve kendini Allah'a veren zâhidlere ve ahbâr denen bilginlere Tevrat'ın korunması görevini vermişlerdi. Rabbânî, Allah'a mensup olan, kendini Allah'a veren, bütün benliği ile ona teslim olan ve ilâhî ilimleri tahsil eden kimse demektir.

Ahbâr kelimesinin kökü hibr veya habr'dır. "Din âlimi", ya da "bilgin insan" anlamına gelen bu kavram, "güzelleştirmek" anlamına gelen tahbîr'den türemiş olabilir. Süslü şeye muhber dendiğinden, ilim de güzelliklerin en üstünü olduğundan, ilim sahibi kişiye habr denmiştir[44].

"Muhafaza etmek, gözleyip kollamak" gibi kavramlar bize gösteriyor ki, Tevrat, kaybolma veya değiştirilme tehlikesi ile karşı karşıya idi. O dönemde kitapların çoğaltılamaması ve geçmişteki kutsal kitaplarda yaşanan tecrübeler gereği, din âlimlerine ve kendini Allah'a adayan kişilere bu görev verilmişti.

Zamanla bu koruma, gözetleyip kollama işini sürdürmeyen nesiller geldi ve Tevrat değişime uğradı. Bunun üzerine yüce Allah Hicr sûresinin 9. âyetinde şöyle bildirdi: "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız "

Böylece Kur'ân'ın korunmasını Allah bizzat kendi üzerine aldı. Tabiî ki Allah Kur'ân'ın korunmasını yine insanları görevlendirerek yap­maktadır. Asırlardan beri, Tevrat ve İncil'i ezberleyen hiçbir din adamı çıkmadığı halde, Kur'ân'ı ezberleyen binlerce hafız, nesilden nesle devam etmiştir. Bugün, Kur'ân'ın bir harfinin, noktasının veya kelimesinin değiştirilmesi mümkün değildir. Hafızların sînelerinde Kur'ân muhafaza olunmaktadır.

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli bir genelleme de şudur: "Yahudilere hüküm verirlerdi" ifadesi, Tevrat'ın evrensel bir kitap ol­madığına, ona inanan insanlara ait hükümler taşıdığına ve onlara ait olduğuna işaret etmektedir.

"Allah kelâmının bir kısmı" cümlesinden de ilâhî vahyin Tevrat ile bitmediğini ve daha sonra da vahiy denen sürecin devam edeceğini anlıyoruz. Yoksa müfessirlerin dediği gibi, Tevrat'ın bir kısmının korunması şeklinde anlamak doğru olmayacaktır. Zaten Tevrat'ın kendisi ilâhî vahyin bir kısmını teşkil etmektedir.

Demek ki Tevrat'ın üzerinde hepsinin şahitlik ettiği ve korunmasıyla görevlendirdiği din adamı ve din âlimleri de peygamberler gibi Tevrat ile yahudilere hüküm veriyorlardı.

4. "Şu halde (ey îsrâiloğulları) insanlardan korkmayınız ben­den korkunuz! Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayınız! Kim Al­lah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir".

Âyetin bu kısmında üç tane emir vardır. Bunlardan birincisi İsrâiloğulları'ndaki hâkimlerin ve din adamlarının insanlardan korkup Al­lah'ın hükümlerini değiştirmeleridir. İnsanların baskısıyla hükümleri değiştirmenin günâh olması sebebiyle, "İnsanlardan korkmayınız, benden korkunuz!" denmiştir. Demek ki bazan insanlardan korkma, Allah'tan korkmanın önüne geçmektedir. Onların istediği hüküm verilirken, Allah'ın hükmü bir tarafa itilmektedir. Bu da âyetin sonundaki inkâra götürmektedir.

İkincisi Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmalarıdır. Bakara sûresinin 4. âyetinde de aynı konu işlenmiştir. Bakara sûresinin 79. âyetinde bu satma olayının nasıl gerçekleştirildiği açıklanmaktadır: "Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, 'Bu Allah kalındandır' diyenlere yazıklar olsun!" Demek ki birilerinin baskısı ve parasıyla İsrâiloğulları'ndan bazıları kendi elleriyle yazdığı âyeti "Allah yazdı" diye gösteriyorlardı. Allah'ın âyetlerini satma bu şekilde oluyordu.

Korkunun önce, satmanın sonra gelmesinin hikmeti, Allah'tan korkmayan insan, onun âyetlerini satmaktan geri duramaz. Allah'ın âyetlerini satma eyleminden alıkoyacak yegâne güç Allah korkusudur.

Allah'tan korktuğunun ve O'nun âyetlerini satmadığının ispatı, Al­lah'ın hükümleriyle hükmederek, onların işlerliğini sağlamaktır. Bu o ka­dar önemli bir konudur ki, imanı inkâra dönüştürecek kadar değerlidir. Bir din adamı, sorulan bir fetvayı, Allah'ın indirdiğine göre değil de insanların ictihadlarına göre verirse, bu değerlendirmenin kapsamına girmektedir. Demek ki din adına verilen hüküm mutlaka âyete göre verilmelidir. Beşerî düşünceyi dinin içine sokarak, Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde belirtildiği gibi, Allah katından olmayanı "Allah katındandır" demek küfürdür.

5. Mâide sûresinin 45. âyetinde hüküm verilirken, Allah'ın âyetlerinin dikkate alınmadığının örneği verilmektedir. "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, Yaralara da kısas vardır. Kim bunu bağışlarsa, kendisi için o kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir".

Demek ki Tevrat'ta yer alan bu âyet, hukuka, suçla cezanın denkliğini getirmiştir. Bir taraftan suçla cezanın denkliğini ön görürken, diğer taraftan farklı statüde olanlar arasında da fark gözetmenin önemi üzerinde durulmaktadır.

Yüce Allah Tevrat'ta sadaka kavramına farklı bir mâna yüklemiştir. Mâide sûresinin 45. Âyetinde: "Kim bir suçu bağışlarsa, o kendisi için kefaret olur". Demek ki kısası affetmek, sadaka olmaktadır. Sadaka da affedenin günâhlarına kefaret yerine geçmektedir.

45. âyetin sonunda "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimdir" beyanı yer almaktadır. Bir önceki âyetin sonu kâfir, bu âyetin sonu zâlim sıfatı ile bitmektedir. Zâlim kavramı, kâfir kavramına mâna vermektedir. Râzî'nin naklettiği, ama kendisinin zayıf bir yorum olarak değerlendirdiği Atâ ile Tâvûs'un görüşüne göre, 44. âyetin sonundaki "kâfir" sıfatı, nankör anlamına gelmektedir. Bize göre Atâ ile Tâvûs'un bu mânası üzerinde durulmalıdır.

Şimdi 45. âyetin son kısmında yer alan "Yaralamaların karşılığında da kısas vardır". Bu tip cezanın, yani kısasın her yaralanmada uygulana­mayacağı da bir gerçektir. Eski çağlarda yaralama kılıç, bıçak, ok ve bun­lar gibi âletlerle olurdu. Şimdiki yaralama bomba, mermi ve buna benzer ileri teknoloji silâhlarıyla olmaktadır. Meselâ kişi mermi ile birini yara­lamış ve mermi beyin zarında kaldığından ölüme sebep olmamıştır. Böyle bir yaralamanın kısası nasıl gerçekleştirilecektir? O kişiye, "Gel senin kafana bir kurşun sıkacağız ve kurşun beyin zarında kalıp ölüme sebep ol­mayacaktır" denebilir mi?

Şimdi geriye dönüp 41. âyetten yorumunu yapmakta olduğumuz 45. âyete kadar gelirsek, yahudilerin kitapları olan Tevrat'la, hukukla ve Hz. Peygamberle büyük sorunları olduğunu görmüş oluruz. Allah'ın âyetlerini değiştirmek, hükümlere saygı duymamak, ikili oynamak, Hz. Muhammed'e inanmamak gibi manevî hayatı yaralayan davranışları ürettikleri görülecektir.[45]

 

Hz. Isa Ve İncil:

 

46. Ardından o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu îsâ'yı  gönderdik.   Tevrat'tan  yanında  bulunanı doğruluyordu. Ona İncil'i verdik. Hidâyet ve ışık vardı onda. Tevrat'tan yanında olanı tasdîkleyici idi. Doğruya ve güzele kılavuz, takvaya sarılanlara bir öğüttür.

47. İncil   bağlıları,   Allah'ın   onda   indirdiği   ile hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler âşıkların ta kendileridir.

Yüce Allah Tevrat'ta, peygamberlerin, din adamlarının ve din bilginlerinin halkla ilişkisini anlattıktan sonra, Hz. îsâ ile İncil'in görevlerini ele almakta ve bu konuda İncil'e bağlı olanların ne yapması gerektiğine dikkat çekmektedir.

1. "Ardından o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu îsâ'yı gönderdik".

Âyetin bu kısmında izlemek, peşi sıra göndermek mânasına gelen kafa kelimesinin açıklaması, Bakara sûresinin 87. âyetinde yapılmıştı. Yüce Allah Mâide sûresinin 44. âyetinde "kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberlerin ardı sıra", yani onların izinden Hz. îsâ'yı göndermişti.

Demek ki Meryem oğlu îsâ kendinden önceki peygamberlerin takip ettikleri yolu takip etmiş, peygamberlik müessesesinin meydana getirdiği sürecin bir devamı olmuştur. Onların öğretilerini geleceğe doğru akıtmış ve aktarmıştır.

İsrâiloğulları'ndaki peygamberlik sürecini Bakara sûresinin 87. âyetine göre Hz. Mûsâ ile başlatmış ve sonra onun ardı sıra peygamberler göndermiştir. Bu sürecin İsrâiloğulları'ndaki son noktası Hz. îsâ, genel anlamda peygamberlik müessesesinin meydana getirdiği sürecin son nok­tası da Hz. Muhammed olmuştur.

2. "Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak". Âyetin bu kısmı, Hz. îsâ'nın görevlerinden birini tesbit etmektedir. Kendisine İncil'in verilmesine rağmen Tevrat'ı tasdik etmesi görevinin verilmesi, bir peygamberin diğerini asla reddetme­yeceğinin delili olmaktadır. Filozoflar bir öncekilerin felsefî sistemlerini reddederler, ama peygamberler bunu yapmazlar, tam tersine tasdîk edici olurlar, peygamberler arasına fark gözetmeme inancını aşılarlar. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin 3. âyetinde olduğu gibi, genelde bir peygamberin ki­tabı, bir öncekinin kitabını tasdîk edici olduğu halde, Mâide sûresinin 46. âyetinde bir peygamberin, kendinden önceki bir peygamberin kitabını tasdîk etme görevini yüklendiği görülmektedir.

Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk edici olmasının anlamı, ya da amacı, ya-hudilerin ya da İsrâiloğulları'mn kendisine iman etmelerini temin etmektir. Çünkü Kur'ân'ın genelinde İsrâiloğulları'nın en önemli özelliklerinden biri, yeniye intibak etmemeleridir. Yeniye intibak edemeyenlerin, değişimi gerçekleştirmeleri de mümkün değildir. Hz. îsâ kendisinden önce gelen Tevrat'ı tasdîk etmekle, geçmişe sırtını dönmediğini ve geçmişteki vahyin devamı olduğunu göstererek, kendisine karşı konulmamasını temine çalışmıştır. Tabii ki bu görevi ona Allah vermiştir. Çünkü İsrâiloğulları üzerinde Hz. Musa'nın ağırlığı ve etkinliği çok büyüktü. Bu etkinliğin yanında peygamber olarak yer almak çok zor ve tehlikeliydi.

Onun için dikkat edilirse, İsrâiloğulları pek çok peygamberi öldürmüş ve Hz. îsâ'yı da öldürme teşebbüsünde bulunmuşlardır. Tevra­t'a veya Hz. Musa'ya ters düşen birinin hayat hakkı olmayacağı da bir gerçekti. Bundan dolayıdır ki, hem Hz. îsâ'nın hem ona gelen İncil'in, Tevrat'ın tasdîk edici özelliği gündeme getirilmiştir.

3. "Ve ona, içinde doğruya rehberlik eden, nûr bulunan, önündeki Tevrat'ı tasdîk eden, müttakilere hidâyet ve öğüt olan İncil'i verdik".

Mâide sûresinin 44 ve Kur'ân'ın diğer âyetlerinde olduğu gibi, Tev­rat ve Kur'ân'ın özellik ve görevleri sayılmıştır. Bu âyette de İncil'in özellik ve görevleri sayılmaktadır.

a) İncil bir rehberdir. Bütün peygamberlere gelen vahyin yol gösterici, yani rehberlik edici özelliğe sahip oldukları ve bu görevi icra et­mek için geldikleri, Kur'ân'da açıklanmaktadır. Bu birinci rehberlik, geçmişe yönelik bir faaliyeti ifade etmektedir.

b) İncil nurdur. Tevrat ve Kur'ân gibi, İncil'in bir ışık olduğu ve aydınlatma görevi yaptığı beyan edilmektedir: Cehaletin ve nefsin mey­dana getirdiği karanlığı ortadan kaldıran bir ışık.

c) Önündeki Tevrat'ı tasdîk edicidir. İncil'in Tevrat'ı tasdîk etmesinin başka bir anlamı, Tevrat'ta değiştirilmeyen hükümleri aynen de­vam ettirdiği, değiştirilenlerin de aslını getirdiğidir. Yahudiler tahrîf ettik­leri âyetlerin, doğru halini getirmiştir.

Dikkat edilirse bu âyette iki tane tasdîk yer almaktadır. Birisi Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk etmesi, diğeri de İncil'in Tevrat'ı tasdîk etmesidir. Hz. îsâ'nın Tevrat'ı tasdîk etmesi, değişmeyen âyetleri aynen almasını, İncil'in tasdiki ise değiştirilenleri düzeltmeyi kapsamına almaktadır.

d) İncil rehberdir. İncil'in ikinci rehberlik özelliği de geleceğe, yani Hz. Muhammed'e kadar olan rehberliğidir. Birincisi geçmişin yanlışlarını ortaya koyup düzeltme, ikincisi de ileride meydana gelecek olan bunalımlardan çıkmak için yapılan yol gösterme faaliyetidir.

e) Takva sahiplerine bir öğüttür. İncil, müttakîlere hem reh­berdir hem de öğüttür. Bakara sûresinin 2. âyetinde, müttakîler için rehber  olma görevi  veya özelliği,  Kur'ân'ın  nitelikleri  olarak belirlenmiştir.

Takva sahibi, yani Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olan, ko­runan insanlar doğru yolda değiller midir de onlara rehberlik etmekte ve onlara öğüt vermektedir? Bakara sûresinin 2. âyetinde hidâyetin ne olduğunu anlattık. Müttakilere rehber olmak, öğüt vermek, onların tut­turduğu bu manevî ruh olgunluğu seviyesini muhafaza etmeyi temin et­mektedir. Takva sahibi insanın, aynı manevî olgunluk seviyesinde kal­ması, bu dereceyi kaybetmemesi için sürekli takviyeye ihtiyacı vardır. Bu­radaki rehberlik ve öğüt bu takviyeyi temin eden eğitim faaliyetidir.

Mâide sûresinin 44. âyetinde Tevrat'ın rehber ve nûr olma özellikleri sayılırken, İncil'in beş tane özelliğine de dikkat çekilmektedir. Diğer taraftan Tevrat'la olan ilişkisi de gündeme getirilmektedir. Bundan şu neticeye varıyoruz: İlâhî vahyin başlangıcından sonu olan Kur'ân'a ge­linceye kadar, gittikçe derinleşen, genişleyen ve artan özellikler kazanmaktadır. Aile toplumundan, aşirete, aşiretten kavme, kavimden millet ölçütündeki toplumlara doğru büyümenin, beraberinde ilâhî vahyin ve onu ihtiva eden kitapların farklı, geniş ve derinlemesine çözümler ge­tirdiği de bir gerçektir.

4. Allah İncil'in özellik ve görevlerini tesbit ettikten sonra İncil bağlılarına yapmaları gerekenleri açıklamaktadır: "İncil bağlıları, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah 'in indirdiği ile hükmetmeyenler, fâsıkların ta kendileridir".

Bundan önce Tevrat'la ilgili olan 44 ve 45. âyetlerin sonunda "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar kâfirlerdir, zâlimlerdir" dediği halde, burada İncil bağlılarına hükmedin emrini vermiş, sonra da hükmetmeyenin fâsık olduğunu söylemiştir.

Kâfir, zâlim ve fâsık sıfatlarının ortaya çıkışı, insanların kutsal ki­taplarıyla olan ilişkilerine bağlanmıştır. Râzî'nin naklettiğine göre bu üç sıfat aynı mânayı taşımaktadır. Buna delil olarak da Kaffâl'i göstermektedir. Eğer 44. âyetin sonundaki kâfir kavramı Allah'ı, âhireti, ve vahyi inkâr mânasına olsaydı, o zaman diğer âyetlerin sonundakiler de aynı kavram olmalıydı. Buradaki kâfir kelimesi nankör mânasına alınırsa, diğer zâlim ve fâsık kavramlarıyla aynı seviyeye gelmiş olur. Aksi tak­dirde Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin bir kısmı kâfir, bir kısmı zâlim ve diğerleri de fâsık nasıl olur? Bunları nasıl tesbit ederiz? Demek ki bu üç sıfat, aynı anlama gelmektedir.[46]

 

Hz. Muhammed Ve Kur'an'ın Görevi:

 

45. 5ana da kitabı hak olarak indirdik. Kitaptan onun yanında bulunanı tasdîkleyici ve onu denetleyip güvenirliğini sağlayıcı olarak... O halde, onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, Hak'tan sana gelenden uzaklaşıp onların keyiflerine uyma! Sizden hiçbiri için bir yol ve bir yöntem, bir şeriat belirledik. Allah dileseydi, sizi elbette tek bir ümmet yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır. O halde hayırlarda yarışınız. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size, tartışmış olduğunuz şeylerin esasını bildirecektir.

49. Sen de aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet! On­ların keyiflerine uyma! Dikkat et de Allah'ın sana in­dirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günâhları yüzünden belâya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçokları doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.

Bu âyetten itibaren Kur'ân ve Hz. Muhammed'in görevleri belirlen­mektedir:

1. "Sana kitabı hak olarak indirdik" ifadesin­den, "Hakîkati ortaya koyan, açıklayan kitabı indirdik" mânasını anlamak daha doğru olacaktır. İsrâ sûresinin 81. âyetine göre Kur'ân'ın kendisi bizâtihî haktır. Hak olduğu için hakkı ortaya koyup açıklamaktadır.

Böylece Kur'ân'ın birinci görevinin hakkı açıklamak olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hakkı ortaya koyma görevi ile Kur'ân, hakların ne olduğunu tesbit etmektedir. Allah hakkı, ana baba hakkı, hayat hakkı, yetim hakkı, komşu hakkı, çocuk hakkı, fakirin hakkı, öğrenim hakkı gibi temel hakların ev­rensel beyannâmesini ortaya koymaktadır. Kur'ân hakların ne olduğunu belirleyerek, dinin olmazsa olmazını öğretmektedir.

2. "Kitaptan onun yanında bulunanı tasdik edici". Bu bölümdeki kitap kavramı, geçmiş peygamberlere gelen vahiy­den Kur'ân'a kadar ulaşanı ifade etmektedir.

Kur'ân kendine kadar uzanan vahyi tasdîk etme görevini yerine ge­tirmektedir. Onun bu tasdîk edici görevini, daha önceki kitaplarda yer alan âyetlere kendi bünyesinde yer vermek suretiyle yerine getirmektedir.

Diğer taraftan hakîkati açıklama görevi ile tasdîk etme görevi sebe­biyle, önceki vahiylerden değiştirilenlerin de doğru olanını yerine koy­makta, böylece bütün peygamberlere gelen kitaplara yer vererek doğrulamalarını da yapmaktadır.

3.  "Daha önceki kitabı koruyucudur". Âyetin bu kısmında Kur'ân'ın görevi müheymin olarak tesbit edilmektedir. Müheymin kelimesi, heymeneden türemiştir ve "gözetlemek, bakıp muhafaza etmek, kontrol etmek" mânasına gelmektedir.

Zemahşerî bu kelimenin müheymen olarak okunduğunu söylemektedir. Bunun anlamı tahrif ve değiştirilmekten korunmuş ol­masıdır. O zaman Kur'ân'a, Fussılet sûresinin 42. âyetinde belirtildiği gibi "Ne önünden, ne ardından hiçbir bâtılın yol bulamayacağını ifade etmektedir[47].

Müheymin kelimesinin diğer bir anlamı da geçmiş kitaplara karışmış olan beşerî düşüncelerle, gerçek ilâhî vahyi ayırt edici olmasıdır. Neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğuna karar vermenin belirleyici ölçüsü ol­maktadır[48]. Bilindiği gibi Haşr sûresinin 23. âyetine göre müheymin Allah'ın isimlerinden biridir. "Emniyete kavuşturan" mânasını taşımaktadır. Bu mânadan hareket edersek, Allah'ın kendi ismini Kur'ân'a verdiğini söyleyebiliriz. Kur'ân geçmiş vahyi devam ettirerek ona güven vermektedir.

Böylece Kur'ân'ın iki özelliği ve buna paralel olarak iki görevi or­taya çıkmaktadır. Yanındakini tasdîk edip doğrulamak, onu gözetip kuru­mak ve hakkı açıklamaktır.

4. "Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzu­larına uyma!" Yüce Allah Kur'ân'ın özelliklerini anlattıktan sonra, Hz. Peygamber'e ne yapması gerektiğini de söylemektedir. Hakkı açıklayan, yanındakini tasdîk eden ve geçmiş vahyi gözetip koruyan bu kitapla geçmiş vahyin izleyicileri arasında hüküm verilebilir. Çünkü Kur'ân, Nemi sûresinin 76. âyetine göre İsrâiloğulları'nın ihtilâf edegeldikleri ko­nuları izleyip anlatmaktadır. Onun bu özelliği sayesindedir ki, Hz. Mu-hammed onların arasında hüküm verme yetkisini Allah'tan almaktadır. Çünkü ihtilâf edilen konulan Allah onların anlatmasına bırakmadan bizzat kendisi Kur'ân vasıtasıyla Hz. Muhammed'e anlatmaktadır.

Buradaki "hüküm verme" ifadesini üç açıdan ele almak gerekiyor. Hüküm vermek, doğal olarak hukukî alandaki bir davayı çözüme ulaştırmaktır.

Diğer taraftan ahlâkî anlamda neyin iyi neyin kötü, neyin doğru ne­yin yanlış olduğunu belirlemek de bir hüküm vermektir. Böyle bir hüküm ahlâkî alanı ilgilendirmektedir. Ayrıca inancın doğru olup olmadığı ve düşüncelerin doğruluğu konusunda hüküm vermek de vardır. Bu da inanç ve fikri alanı ilgilendiren hüküm olacaktır.

Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki Hz. Peygamber'e Allah, "Sana indirilenle onlar arasında hüküm ver!" derken, mahkemedeki haklı haksız arasında hüküm vermeyi ifade ettiği kadar, ahlâkî iyi ve kötüyü, fikrî bakımdan da doğru ve yanlışı hükme bağlamayı da kapsamına almaktadır. Böylece Kur'ân'ın dördüncü bir görevi ortaya çıkarken, Hz. Peygamber­in görevini de belirlemiş olmaktadır.

Yüce Allah Hz. Peygamber'e, hüküm verme konusunda bir uyarıda bulunmaktadır. "Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma!" Âyetin bu kısmı hüküm verenin objektif, yani tarafsızlığı bozacak odak konusuna da dikkat çekmektedir. Aralarında hüküm verilenlerin arzulan, hâkimi etkileyip taraf tutmasına sebep olabilir. "Onların arzulan" derken, mesnetsiz, yani delilsiz görüşleri anlamına gelmektedir. Ortada objektif delil varsa, orada arzulara yer yoktur.

Demek ki hâkimin hukuku bırakıp, dava görenlerin arzularını öne çıkarmakla düşeceği yanılgı, Allah'a uzanan bir hak yemek olacaktır. Hu­kuk kitabı, hakları net çizgileriyle belirlemelidir. Kitabı bir tarafa atıp in­sanların arzulan öne çıkarılırsa, hak ve hukuk denen bir şey kalmaz or­tada...

Yüce Allah Hz. Peygamber'e bu uyarıyı yapmadan asırlarca önce aynı uyarıyı Hz. Davud'a yapmıştı: "Ey Davudi Biz seni yeryüzünde ha­life yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâ ve hevese uyma!" (Sâd 38/26).

Asırlar sonra aynı emir Hz. Peygamber'e verilmektedir. Hz. Davud'a, "Hevâ ve hevese uyma!" dediği halde, Hz. Peygamber'e "Eski vahyin takipçilerinin hevâ ve hevesine uyma!" demektedir. Her iki uyanda hukukta arzuların yeri olmadığı ilkesi ortaya çıkmaktadır.

Bir peygamber kendi arzusuna veya başkalarının arzularına uyarak hüküm verirse ne olur? Böyle bir ihtimal olmasaydı, ne Hz. Davud'a, ne de Hz. Peygamber'e bu uyarı yapılırdı. Ama bu ihtimalin gerçek olması durumunda ne olacağı Sâd sûresinin 26. âyetinde açıklanmaktadır: "Hevâ ve hevese uyularak verilen hüküm seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara hesap gününü unuttuklarından do­layı çetin bir azap vardır".

Hukukta objektiflikten ayrılan, Allah'ın yolundan ayrılmış olacağından, âhirette de ceza görecektir.

5. "Biz her biriniz için (farklı) bir şeriat ve hayat tarzı belirledik". Âyetin bu kısmında şir'a ile minhâc kelimeleri yer almakta ve âyetin bu kısmının ana dokusunu teşkil etmektedirler.

Râzî'nin şir'a kelimesine verdiği mânalar şunlardır: Bu kelimenin ilk kullanılış şekli, hayvanı kesip derisini soymak içindi. Derinin soyma işini bitiren kişi "soydum" derken bu kelimeyi kullanırdı. Bu mânadan hareketle, zaman içinde bir konunun üstündeki bilinmezlik perdesini soyup açıklamak ve izah etmek anlamında kullanılmıştır.

Diğer taraftan şere'a kelimesi, "bir şeye başlamak, işin içine gir­mek" mânasına da gelmektedir. Şeriat "su içmek için girilen yol" demek­tir. Allah'ın insanların girmelerini istediği yolu ifade etmektedir.

Âyetin bu kısmına ferdî mânada değil de, sosyal mânada yaklaşmak gerekir. "Sizden her biriniz için" derken, ferdi değil toplumları kastetmek­tedir. Âyetin devamından bu anlaşılmaktadır. Geçmişte Allah'ın, insanları farklı toplumlar halinde oluşturması, aynı zamanda onlarda ayrı örf ve âdetler meydana getirmiştir. Farklı örf âdete sahip olan toplumların, farklı hukuk sistemleri olacaktır.

Madem ki şeriatın kök anlamı, zorunlu olan su ihtiyacını temin için suya giden yoldur; o zaman sosyal ve manevî hayatın ihtiyacı olan hukuk sistemine de şeriat dendiği unutulmamalıdır. Demek ki şeriat, hukuk de­mektir. Farklı olan toplumların, farklı örf âdetleri oluşacağından, farklı hukuklarını oluşması da doğaldır. Her ferdin kendine özgü bir duygu âlemi, bir görüş açısı ve bir ideali varsa, her toplumun da kendine has âdetleri, gelenekleri, ahlâkı ve hukuku vardır ve olmalıdır; aksi takdirde farklı bir toplum olamaz.

Zamanla örf hukuka, âdetler de ahlâka kaynak olurlar. Ancak âyette bu örflerin, âdetlerin meydana getirdikleri ahlâk ve hukuk, ot gibi ken­diliğinden oluşmaz. Bu oluşumun altında ilâhî irâdenin olduğu bildiril­mektedir: "Biz, her bir toplumunuz için farklı bir hukuk sistemi tayin ettik" derken, cümledeki "biz" zamîri, Allah'a gitmek­tedir. Bu farklı hukuk sistemlerinin arka planında Allah'ın irâdesinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada bunun ne anlama geldiği sorulabilir. Soruya şu şekilde cevap verebiliriz:

İlk insanı yarattıktan sonra Allah ona bazı şeyleri öğretmiş, bazı şeyleri yasaklamış ve nasıl davranacağını göstermiştir. Bu bilgiler, emirler ve yasaklar ilk hukukun kaynaklandır. Zamanla insanlığın çoğalması, farklı aşiret, kavim, toplum ve milletlerin doğmasına sebep olmuştur.

Hucurât sûresinin 13. âyetine göre, insanlığın bu şekilde toplumlara ayrılmasının arkasında ilâhî irâde vardır. Toplumların ayrışmasının asıl sebebi olan ilâhî irâde, aynı zamanda onların farklı hukuka sahip olma­larının da sebebi olmuştur. Onun için Mâide sûresinin 48. âyetinde ilki ce'alnâ "Biz yarattık, tayin ettik, belirledik" mânasındaki kelimeye yer verilmiştir.

Yüce Allah her toplum için bir hukuk belirlediği gibi, bir "hayat tarzı"da belirlemiştir. Âyette ki minhâc kelimesi, "yol, metot" mânasına gelmektedir. Bu anlam sosyal hayata aktarıldığı zaman hayat tarzı mânası verilebilir. Şir'a ile minhâc birbirini tamamlayan iki kelimedir. Gelenek ve görenekler, hukuk şir'a, bunlara göre oluşan sosyal hayat da minhâc kısımlarını teşkil etmektedir. Aslında minhâc, şir'anın mânası olmaktadır.

Hz. Mûsâ kavmi için çölde su istedi. Allah da ona, elindeki asası ile taşa vurmasını emretti. Taştan on iki göz fışkırdı. İsrâiloğulları on iki ka­bile ya da aile olduğundan, her biri içeceği kaynağı bildi ve ona göre su­suzluğunu giderdi (Bakara 2/60). Bunun gibi her toplum için Allah, haya­tının problemlerini çözecek bir hukuk pınarı ve bir hayat tarzı belirlemiştir. Toplumların hayatı, bu hukuk ve hayat biçiminden gıdasını alarak yoluna devam etmelidir.

Burada şöyle bir soru sormakta yarar vardır: Yüce Allah'ın her top­lum için bir hukuk ve bir hayat tarzı belirlediğini burada zikretmesinin se­bebi nedir? Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Hukukun ilk çıkış biçimi tek toplum olduğundan, evrensel sayılırdı. Daha sonra farklı kabile, kavim ve milletlerin oluşmasıyla, örf ve âdetlerde de farklılıklar ortaya çıktı.

Bunun anlamı, hukukta da farklılıkların doğmuş olmasıdır. Ama Al­lah Mâide sûresinin 48. âyetinde Hz. Peygamber'e evrensel hukuk, yani objektif hukuka göre hüküm vermesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in bütün insanlığın peygamberi olması ve ona gelen Kur'ân'ın da evrenselliği sebebiyle bütün insanlığa evrensel hukuk eğitimi verilmektedir. İnsanlık için geçerli olacak tarzda hukuk yapma öğretisini veren Kur'ân, Hz. Peygamber'e de hukukun evrenselliğini ve onun getirdiği objektifliği koruyarak hüküm vermesini emretmektedir.

Bu emri verdikten sonra farklı toplumların farklı örf-âdet, hukuk ve hayat tarzı olabileceğinin göz ardı edilmemesini de gündeme getirmektedir. Hukukun izafî, millî, yani toplumdan topluma değişen kısmının olacağı dersini vermektedir.

6. "Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (hukuk ve hayat tarzında, sizi denemek için (böyle yaptı), öyleyse hayırda yarışınız".

Yüce Allah insanlığı isteseydi bir tek ümmet, yani millet yapabi­leceğini söylerken, farklı toplumlar halinde yaratmasının sebebini de tesbit etmektedir. Farklı toplumlar haline getirmesinin sebeplerini Kur'ân'da şöyle sıralamaktadır:

a) İmtihan. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "Size verdikleri konusunda sizi imtihan etmek için " verilen şeyler ne ola­bilir? Yüce Allah her millete peygamber göndermiş, ona da ayrı bir vahiy vermiştir. Ayrıca o millete farklı bir nimet ve farklı fırsat kapıları temin etmiştir. Bunlar bir emânettir. Bu emânetleri koruyarak gelişme uğruna kullanıp kullanamayacağını denemek istemiştir.

Mâide sûresinin 48. âyetinin devamında şu ifade yer almaktadır: "O halde hayırlı işlerde yarışınız". İmtihan hayırlı işlerde yarışmak için yapılmaktadır. Farklı toplumlar halinde yaratmasının sebebi, hayırlı işlerde yarışma konusunda denemek içindir. Enbiyâ sûresinin 35. âyetine göre, bu dünyada, iyi ile kötü denemek için var edilmiştir. Demek ki hayırda yarışmak, farklı toplumlar haline gelmenin önemli bir sebebidir.

b) Kaynaşmak. Farklı milletler ve topluluklar halinde insanlığın şekillenmesinin diğer gayesi de tanışmak, kaynaşmak ve birlikte yaşamaktır. Hucurât sûresinin 13. âyeti bu olguyu şöyle açıklamaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi mil­letler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz".

Fizikte farklı elektronlar birbirini çekerler. Farklı toplumların birbir­lerini itmesi değil, birbirleriyle kaynaşması gerekir. Farklı cinsiyette olan erkekle kadın nasıl birbirini çekip aileyi kuruyorsa, farklı toplumlar da birbirini çekip insanlık ailesini kurmalıdırlar.

Artı elektron ile eksi elektron bir araya gelince devre tamamlanıp ışığın meydana gelmesi gibi, farklı milletlerin birbirini çekmesiyle kaynaşma, sevgi ve tanışma denen insanî ışık meydana gelecektir.

c) İş bölümünde yerini almak. Yüce Allah, insanları ferdî an­lamda birbirlerinden üstün kıldığı yani onları zekâ, ve yetenek bakımlarından farklı yarattığı gibi, toplumsal olarak da birbirlerinden farklı yaratmıştır. Bunun sebebi birbirlerini istihdam edip iş bölümlerindeki yerlerini almalarıdır. Bu açıdan fertlerin ve toplumların farklılıkları, alternatiflere benzer, onlarla insanlar farklı iş alanlarıyla birbirlerini tamamlarlar. Verilen bütün yetenek, zekâ, maddî ve sosyal nimetlerin kullanılması konusunda Allah, bütün insanlığı tek bir millet olarak yaratmadığını ve bunu onları denemek için yaptığını Mâide sûresinin 48. âyetinde ifade etmektedir. Farklılıkların madem ki en önemli amacı iyide yarışmaktır; o zaman yarışmanın gelişmeyi meydana getireceği de bir gerçektir.

7. "Hepinizin dönüşü Al­lah'adır. O zaman Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecek­tir".

Tevhîd inancına sahip oldukları halde birbirleriyle ihtilâf, yani çatışma haline gelen grupların, mezheplerin aynı dine mensup insanların, bu yaptıklarının tahribatının cezasını öteki dünyada görmeden önce Allah haberlerini onlara anlatacak, yani gösterecektir. Bu husus daha önce Ba­kara sûresinin 113. âyetinde anlatıldı. Ayrıca bu ihtilâfların, bilgiye sahip olmalarına rağmen kıskançlıktan meydana geldiği de Bakara sûresinin 213. âyetinde işlenmişti.

Kısaca diyebiliriz ki, Mâide sûresinin 48. âyetinde tevhîd inancına sahip olmalarına rağmen, farklı dinî uygulamalardan dolayı, din alanını düşmanlık yurdu haline getiren insanlara, yaptıkları bu kötülüğü Allah mahşerde haber verecektir. Farklılıklar iyide yarışmak için vardır; ihtilâf, çatışma ve düşmanlık için değildir.

8. "Sen de aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet! Onların keyiflerine uyma! Dikkat et de Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşmesinler". 49. âyetin bu kısmında yüce Allah, 48. âyette verdiği talimatı bir daha gündeme getirmektedir. "Aralarında" keli­mesini "kitap ehlinin aralarında" diye mânalandırırken, âyetin tarihî boyu­tunu gündeme getirdik. Oysaki bu âyet, evrensel bir boyuta sahip olduğundan, daha sonraki nesilleri de kapsamına almakta; günümüzdeki yahudi ve hıristiyanlar arasında beşerî düşüncenin karışmadığı ilâhî va­hiyle hüküm vermenin, ilâhî vahyin örtüşen yönlerini ele alarak meseleleri çözüme ulaştırmanın en doğru yol olacağını vurgulamaktadır. Dinler arası diyalogun, ilâhî vahyin şemsiyesi altında ve tevhîd inancı doğrultusunda olacağı gerçeğine dikkat çekmektedir.

İlâhî vahyin şemsiyesini tahrip edecek olan şey, onların arzuları olduğundan, o arzulara uyulmaması ikazı, hem peygambere hem de gele­cek ilim adamlarına yapılmaktadır. Onun için "Onların arzularına uyma!" emrini vermektedir. Ayrıca Allah'ın indirdiğinin bir kısmından saptırmaya çalışmalarına dikkat edilmesini de istemektedir. Nefsin hevâsı ile ilâhî vahyi bir araya getirmemek gerekiyor. Vahyin ev sahibi akıldır. Vahye akılla yanaşmak, arzuları, yani nefsin hevâsını devre dışı bırakacak, böylece objektif hüküm verme imkânı doğacaktır.

İnsanlar içinde hevâsı ile hareket edenlerden sakınmak gerekir. Bu hükmü veren peygamber de olsa onun da yanılma ihtimali vardır. Onun için birinci mânada Allah Hz. Peygamber'e onlardan sakınmasını emret­mektedir. Kısaca diyebiliriz ki hukukta, hüküm vermede, arzuların yeri yoktur ve olmamalıdır. Çünkü arzular hukuku akrep gibi sokup zehirler; akrepten kaçar gibi onlardan kaçınmak zorunludur. Arzuların, yani nefsin nevasının pençesine düşmek, kurtuluşu zor olan bir durumdur. İsrâ sûresinin 73. âyetinde "Neredeyse seni fitneye düşüreceklerdi" buyuru-lurken, bu hususa işaret edilmektedir: "Az kalsın seni, sana vah-yettiğimizden uzaklaştırarak, ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi. İşte o takdirde seni dost edinirlerdi". Nefsin hevâsı doğrultusunda hareket edenler,  insanları  Allah'ın  indirdiğinden uzaklaştırmaktadırlar. Etkileri altına alamayacakları insan yoktur. Bu tip insanlardan sakınmayanlar, tarafsız hüküm veremezler. Onun için Hz. Peygamber hayatın fitnesinden Allah'a sığınmıştır[49].

9.  £ger {hükümden) yüz çevirirlerse, bil ki (bununla) Allah günâhlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu zaten yoldan çıkmışlardır".

Peygamberlerin, Allah'ın indirdiği ile verdiği hükümden yüz çevirenler, toplumun hukukî yapısıyla ahlâkî yapısını çürümeye terkettik-lerinden günâh işlemektedirler.

Onların işlediği bu suç ve günâh, cezalarını da beraberinde getir­mektedir. Suç ve günâhın oluştuğu yerde ceza da teşekkül etmektedir. Hukuktan kaçmak, verilen tarafsız hükme sırtını dönmek, toplumun parçalanmasını temin eden bir depremdir. Bu depremin fay hattı, insan­ların nefislerinden çıkıp topluma kadar uzanmaktadır.

Yüce Allah onları günâhlarından dolayı cezalandırmayı istemektedir. Günâhları, ilâhî irâdeyi etkileyip ceza vermesine sebep olmaktadır. Ceza­landırılmalarının sebebi günâhlarıdır, Allah'ın isteği değildir.

Âyetin sonundaki fâsık kelimesine bakıldığında, Allah'ın indirdiği ile verilen hükme sırtını çevirmenin fâsıklık olduğu anlaşılır. Burada fâsık kavramına farklı bir tanım getirilmektedir. Fakat insanların birçoğunun hukuka sırt çevirerek yaşadıklarına da dikkat çekilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Mâide sûresinin 48. âyeti, yargı kararını veren hâkime, dava edenle edilenin arzularına uymaması esasını getirirken; 49. âyette, tarafsız yargı hükmünden yüz çevirmenin suç ve günâh olduğu ilkesini koymaktadır. Her iki âyetin ortak noktası, hukuka hislerin karışmaması yönündedir. Objektif hüküm vermenin önemi vurgulanmaktadır. Hukukun karşısında, inancın, ırkın ve farklı milletten olmanın önemli olmadığı, çünkü hukukun hava, su gibi bütün insanlığa hayat verdiği ifade edilmektedir.

Yüce Allah maddî nimetleri istifade etmeleri için kendisine inanan ve inanmayanlara sunduğu gibi, hukuktan da aynı şekilde yararlanmalarını istemektedir.[50]

 

Cahılıye Kanununa Uymak:

 

50. Yoksa onlar, Câhiliye kanunu (ile yönetilmek) mi is­tiyorlar? İyi anlayanlar için Allah'tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?

Bu âyet 49. âyetin bir devamıdır. Allah'ın indirdiği objektif hukukla verilen hükme sırtını dönenler için yüce Allah bu soruyu sormaktadır.

1. "Yoksa onlar, Câhiliye kanunu (ile yönetilmek) mi istiyorlar?"

Âyetin bu kısmı yönetim ve hukuk bakımından geriye gidişi ele al­maktadır. Câhiliye kavramına tarihsel açıdan bakarsak, Kur'ân gelmeden önceki Araplar'ın aşiret toplumuna dikkat çekildiğini söyleyebiliriz. Sos­yolojik açıdan aşiret kavramı, hukuku olmayan, örf âdetlerle idare edilen toplum anlamına gelmektedir.

Hz. Muhammed'in getirdiği vahyin hukuk açısından yaptığı devrim, objektif hukuku getirmesidir. Anayasa ümmü'l-kitâb (kitabın anası) kavramıyla insanlığı tanıştırmasıdır. Toplumda farklı inanç, gruplar ve kültürlere rağmen hukuku objektif ve evrensel boyuta taşımıştır.

Şimdi bu gelişmeye rağmen, yüce Allah onlara, aşiret toplumunun hukuk ve yönetimine mi dönmek istediklerini sormaktadır. Bu geri gidiş, yeniye intibak edemeyip gelişmeye karşı çıkmaktır. Hukukta geriye gidiş bir bakıma nehri tersine akıtmak kadar zor; zor olduğu kadar da insanlığın gelişmesi için tehlikelidir.

Ama câhiliye kavramını Hz. Muhammed'in yetiştiği, ya da Kur'ân'dan önceki dönemle sınırlandırmamak gerekir. Ahlâkî değerlerin anlaşılmasındaki eksiklik, hukukun yanıltılması, objektif hukuka karşı çıkmanın bulunduğu her zaman dilimi, bu kavramın kapsamına girmekte­dir.

Hukuku kendi menfaatlerine kullanan, gücün olduğu yerde hukuk vardır diyen, hukuku kendisi için değil de zayıflar için kullananların bu­lunduğu her dönem câhiliye dönemidir.

Bütün ilâhî dinlerin getirdiği tevhîd inancına ve ahlâkî sistemlerine ters düşen her anlayış, câhiliye anlayışıdır. Yüce Allah'ın sorduğu soru, gücün hukuk olduğu, nefsin arzularının hukuk yerine geçtiği anlayışa, ya da yönetime dönmek isteyip istemedikleri konusundadır.

2. "İyi anlayanlar için Allah'tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?" Âyetin sonundaki yûkmûn "kalben do­yuma ulaşan, iyi anlayan ve kesin imana sahip olan" anlamına gelmekte­dir. Bu manevî ve fikrî yapıya sahip olan insanlar, tarafsız hukukun öğreticisinin Allah olduğunu bilirler. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Hukuka saygı, evrensel ve objektif hukukun ön gördüğü hayatı benimse­mek ve bu konudaki yeniliği gerçekleştirmek, derin bir imanın ve derin bir anlayışın doyum noktasını teşkil etmektedir.

Kısaca şöyle bir sonuca varabiliriz: Mâide sûresinin 13. âyetinden itibaren hukukun en önemli konularından biri olan antlaşma yapmak, antlaşmanın içeriğine, maddelerine sadık kalıp yerine getirmek gibi medenî olmanın, aşiret hayatından kurtulmanın eğitimi başlatılmış, 13. ve 41. âyetlerde objektif hukuka kötü niyetle yanaşıp onu tahrif etmenin vehâmetine dikkat çekilmiş, 42 ile 47. âyetlerde hüküm vermenin önemi ve dayanakları öne çıkarılmış, nihayet 48 ile 50. âyetlerde hukukun en azılı mikrobu olan "arzu" konusu işlenmiş; hukukla gelişmişlik arasındaki bağlantı gösterilmiştir. Evrensel ve objektif hukuka uymayan toplumların câhil ve aşiret toplumu olmaktan kurtulamayacakları vurgulanmıştır.[51]

 

Dost Edinmek:

 

51. Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyiniz. Onlar sadece birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna doğru yolu göstermez.

52. Kalplerinden hasta olanlar "Bize bir felâket gelmesin­den korkuyoruz" diyerek, onların arasına koştuklarını görürsünüz. Belki Allah fetih, ya da kendi katından bir is getirir de onlar, içlerinden gizlediklerine pişman olurlar.

Allah yahudi ve hıristiyanların antlaşmalara uymadıklarını, hukuku yanılttıklarını, zaman zaman ikili oynadıklarını anlattıktan sonra, bunlarla nasıl ilişki kurulacağı konusunu da ele almaktadır. Âyetlerin analiz yapılırken nüzul sebeplerine dikkat etmek gerekir.

1. Âyetlerin iniş sebebi: Süleyman Ateş bu âyetlerin tefsîrinde bazı olayları nüzul (iniş) sebebi olarak aktarmaktadır. Bunların gerçekle alâkası olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak Râzî'nin naklettiği nüzul sebebini doğruya  yakın  buluyor  ve  onu  naklediyoruz:   Hz.  Peygamber'e sahâbîlerden   Sâmit   isimli   biri   gelip   yahudilerle   dostluğunu sürdürmeyeceğini  söylemiştir.  Bunu  duyan  Abdullah b.  Übey, yahudilerle ilişkisini keserse, başına belâ gelebileceğini söylemesi üzerine bu âyet inmiştir (Râzî, age, IX,103).

Aslında 52. âyet, 51. âyetin iniş sebebinin ne olduğunu göstermektedir; yani 52. âyet, 51. âyetin iniş sebebidir. Aslında her iki âyetin iniş sebebini Mâide sûresinin 13 ile 50. âyetleri arasında geçen bütün âyetler oluşturmaktadır. Antlaşmasını bozan, hukuku yanıltan, ya­lan konuşan, objektif hukuktan yüz çeviren insanlar nasıl dost edinilir?

2. Dost olmayacak olanı dost edinmek zulümdür. Yüce Allah, müminlerden yahudi ve hıristiyanları dost edinmemelerini emretmektedir. Bunu emrederken, velî kelimesinin çoğulu olan evliya kelimesine yer vermektedir. Evliya kelimesi, hangi şartlar altında olursa olsun sırtını dönebileceğin arkadaşı, yani dostları ifade etmektedir. Sahip olduğun bütün değerleri emanet edebileceğin dostlarındır; her şart altında, sana arka çıkan dostundur. Velî kelimesi "idare etmek, düzenlemek, işini üzerine almak, yardım etmek, sevmek"; evlâ kalıbı, "birine bir işin idaresini vermek, tavsiyede bulunmak, birine iyilik etmek" mânalarına gelmektedir.

Âyetteki tevellâ kelimesi, evliya kavramına açıklık getirmektedir. "Birine bir işin idaresini vermek, vekîl tayin etmek" mânasına gelen te­vellâ, evliyanın mânasını açıklamaktadır. İşini havale edebileceğin vekîl anlamına gelmektedir. "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz, yani vekîl edinmeyiniz!" demektir. "Edinmek" kelimesinden, "Yahudi ve hıristiyanları işinizi çözmek için vekîl edinmeyiniz!" anlamı zaten çıkmaktadır.

"Kim onları vekîl edinirse", yani "Kim onlara işinin çözümünü ve­rirse, o da onlardandır". Bu ifadede çok ağır bir değerlendirme yer almak­tadır. Bu ağır değerlendirme, âyetin birinci bölümüne dayanmaktadır:

"Onlar sadece birbirlerinin dostlarıdır" ifadesine rağmen, yine de bir mümin onları dost edinirse, bu ağır değerlendirmeyi hak etmiş olur.

Yahudi ve hıristiyan toplulukları gerçek dostluklarını kendi inançlarını paylaşanlara gösterirler. Yahudiler yahudilere, hıristiyanlar hıristiyanlara gerçek sevgi, yardım ve desteklerini verirler. Kur'ân'a ina­nanlara böyle bir dostluk göstermezler. Yüce Allah hatâya düşüp, dost olmayanı dost edinen müminin onlardan olacağını hükme bağlamaktadır. Allah neden yahudi ve hıristiyanları dost edinmeme emrini verdikten sonra bu ağır değerlendirmeyi yapmaktadır?

Yüce Allah inanç egoizmi yapan, kendisinden başkasının doğru yolda olamayacağı düşüncesinde olan insanların, inanç âlemini düşmanlık yurdu haline getirmekte olduklarını, bu durumlarını zamanla sosyal ha­yata, ve gruplar arası ilişkilere yansıtarak dost kavramını parçaladıklarına dikkat çekmektedir.

İnanç grupları arasında dostluğun eriyip gittiğini ve gruplar arasındaki ilişkileri çıkmaza sürüklediğini gündeme getirerek, müslümana kimin dost kimin düşman olduğunda hatâ yapmaması için rehberlik etmektedir. Mâide sûresinin 49. âyetinde, "Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et" derken, yahudi ve hıristiyanların hukuku yanıltmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını ve bu sebeple işlerin onlara havale edilemeyeceğini anlatmak istemiştir.

Yahudi ve hıristiyanları dost, yani vekîl edinenler sadece onlardan olmakla kalmıyor; aynı zamanda Allah'ın rehberliğini ve doğru yolu göstermesini kaybedecek çapta da hatâ işlemiş oluyorlar. Onun için âyetin sonunda: "Biliniz ki Allah böyle zâlimlere doğru yolu göstermez " ifade­sine yer verilmektedir. Bu konular Âl-i İmrân sûresinin 28 ve Nisa sûresinin 139. âyetlerinde açıklanmıştı.

Yüce Allah yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasakladıktan sonra, onları dost edinenlerin zâlim olduğu, yani zulüm işlediklerini söylemektedir. Böylece zulüm kavramına yeni bir tanım getirip ona dos­tunu bilmeyi ilâve etmiştir. Elbette buradaki zulüm "hatâ yapmak" an­lamına gelmektedir. Müslüman toplumlarda veya siyasî erki elinde bulunduranlar arasında onları gizlice dost edinenler bulunursa, bu gerçekten ihanet anlamında bir zulümdür. Bu zulüm, müslüman toplumlara Allah'ın rehberliğini kaybettirmektedir.

3. 52. âyette psikolojik analiz yapılarak, yahudi ve hıristiyanları dost edinmenin sebebi ortaya konmaktadır: "Kalplerinde hastalık olanların: 'Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koştuklarını görürsünüz" bölümü, davranışın psikolojik sebebine inip zulmün temelini tesbit etmektedir.

52. âyetin bu kısmında "hasta kalp" kavramı gündeme getirilerek yahudi ve hıristiyanları dost, arkadaş, yardımcı, koruyucu edinip işini onlara havale edenlerin gönülden hasta oldukları değerlendirmesi yapılmaktadır. Böylece davranışın arka planındaki sebebin psikolojik olduğu vurgulanmaktadır. Hasta gönüllü müslümanlar, onların içine dalarlar, onlarla beraber olmak için can atarlar.

"Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz" ifadesinden, gönülden hasta olan müminlerin hastalığının, aşağılık duygusundan kay­naklanmış olduğu anlaşılmaktadır. Yahudi ve hıristiyanlardan gelecek olan felâketi önlemek için böyle davrandıklarını söylerler. Bu bir gönül hastalığıdır. Davranışlarını bu ifade ile aklîleştirmeleri, gerçekle uyuşmamaktadır. İşini havale edemeyeceğin insanların aralarına girip on­ları dost edinme çabasını göstermekle, onların belâlarından kurtulmak mümkün değildir.

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerin, bu dostluktan bir de şeref bekledikleri, Nisa sûresinin 139. âyetinde anlatılmıştı. Şeref Allah'­tan alınır, inanmayanlardan değil. Bu âyetteki aklîleştirme "şeref elde etme" tarzında ortaya çıkarken, yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 52. âyetinde belâdan kurtulma şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Bu âyetlerdeki dostluk kavramını, alışveriş, komşuluk yapma ve aynı toplumda yaşama anlamında almamak gerekir. Buradaki dostluk, ha­yat tarzını paylaşmak ve hukukî meselelerin çözümünü onlara havale et­mek anlamında alınmalıdır. Yahudi ve hıristiyanların hepsinin böyle iki yüzlü olmadığı da unutulmamalıdır. Ama bu istisnalar Allah'ın bu hükmünü bozmayacaktır.

4. Vicdan azabı duyma ihtimalleri vardır. 52. âyetin sonu şöyledir: "Ama Allah (müminler için) büyük bir başarı takdir ettiğinde, yahut kendi planının bir tezahürünü gerçekleştirdiğinde, içlerinde gizlediklerinden dolayı vicdan azabı duymaya başlarlar".

Âyetteki fetih "zafer", yani "başarı" anlamına gelmektedir. Emir kelimesini de "planın gerçekleşmesi" anlamına alıyoruz. Demek ki yahudi ve hıristiyanların arasına koşanların başarılı olmama endişelerini derinden taşıdıkları ortaya çıkmaktadır.

Pişman olmak da vicdan azabı çekmek anlamını ifade etmektedir. Bu açıklamadan hareket ederek diyebiliriz ki, yüce Allah kendisinin dost edinilmesini istemektedir. Belâları savacak, zaferi getirecek ve planı gerçekleştirecek olan Allah'tır. Onun için vekîl, yani işlerin havale edini­leceği tek varlık Allah'tır. İşlerinin çözümünün, başarılarının ve plan­larının gerçekleşmesinin kendi çabalan ve Allah'a havale etmesine bağlı olduğunu bilmeyen, aşağılık duygusu içinde yüzen gönül hastası müminler, sonradan vicdan azabı çekeceklerdir.

Bu âyetler günümüzde tazeliğini korumakta ve geleceğe ışık tutmak­tadırlar. Yahudi ve hıristiyan toplumlarıyla antlaşma yaparken; onlarla ilişki kurarken çözüm getiren müminler olmalıdır. Bakara sûresinin 143. âyetinde açıklandığı gibi, müslümanlar insanlığın problemlerini çözen grup olmalıdırlar ve bunu görev edinmelidirler.

Diğer taraftan âyetlerden çıkartacağımız bir eğitim ilkesi vardır: Eğitim programları, toplumların ve insanlığın düşman ve dostlarının kim­ler olduğu bilgisini öğretecek tarzda düzenlenmelidir. Eğitimciler dostluk ve düşmanlıkların toplumlar arası ilişkilerde nasıl yer aldığını, etkinlikle­rini, boyutlarını ve derinliklerini öğreterek, yetişmekte olan nesilleri bi­linçlendirmelidirler. Dost ve düşmanını tanımayan nesiller, insanlığın toz duman olmuş hayatı içinde yollarını bulamayacaklardır.

Yüce Allah bu bilgilendirmeyi Mâide sûresinin 51 ve 52. âyetlerinde yapmaktadır. Bu konuyu o kadar önemsemektedir ki, düşmanını dost ola­rak bilen ve onların içine dalan insanı gönül hastası olarak nitelemekte, davranışına da zulüm değerlendirmesi yapmaktadır. Ayrıca bu insanlara doğru yolu göstermeyeceğine de karar vermektedir. Neticede eğitimin, müminlerin böyle hatâ işleyerek, sonunda vicdan azabı çekmelerini önleyecek şuuru vermekle yükümlü olduğu bilinmelidir.[52]

 

Yahudileri Ve Hırıstıyanları Dost Edinmek:

 

53. (O zaman) iman edenler: "Bunlar mıdır sizinle bera­ber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?" diye­ceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır.

Âyeti iki kısma ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:

1. "İman eden­ler: 'Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin eden­ler?' diyecekler".

Gönül hastası olup yahudi ve hıristiyanların içine dalan, onların be­raberliğini uman müslümanlara karşı, diğer müminlerin sorduğu soru bu­dur. Bu hatâyı yapan müminler, yahudi ve hıristiyanların kendileriyle be­raber olacaklarına yemin ettiklerini öne sürmüşlerdi.

Bu durum halen devam etmekte ve gelecekte de devam edecektir. İkili oynayan insanlar, daima hayal kırıklığı yarattıklarından, insanın doğasına ters düşmektedirler. Onların beraberliklerine, desteklerine, ye­minlerine asla güvenilemez. Onların ağız ile gönül ikiliği sosyal hayat-larındaki ilişkilerinde de görülür. Sadâkat, sözünde durmak, sağlam bir çizgiyi takip etmek gibi erdemli davranış ve tutumların onların hayatında yeri yoktur. Bu tür insanlar, milletler arası ilişkilerdeki siyasî davranışı da kirletir ve siyaset sanatının değerini düşürürler.

2. "Bütün yaptıkları boşa çıkmıştır ve kay­bedenlerden olmuşlardır". Âyetin bu kısmına, müminlerin sözü olabi­leceği gibi, Allah'ın sözü de olabilir, yorumunu getirmek yanlıştır, çünkü amellerin boşa çıkması değerlendirmesini insan yapamaz. Bu alan tama­men Allah'a aittir, âyetin sonundaki değerlendirme de Allah'tan gelmektedir.

Buradan şu genellemeye varabiliriz: İnsanlara yemin ederek onlarla beraber olduklarını söyleyenler, bu yeminlerini tutmazlarsa, amelleri boşa gitmekte ve manen iflâs etmektedirler. Çünkü bunlar hem Allah katında hem de kullar katında güven kaybına uğramışlardır. Güven kaybı, değer kaybına sebep olacaktır. İşte manevî iflâsın en ağırı da budur.

Demek ki insan, sözünün eri, sadık, vefalı, beraberliğine güvenilen, anlaşmasına bağlı insanı aramaktadır. Bu âyetlerden maksat geçmiş olay­ları anlatmak değil, geçmişten geleceğe ışık tutmaktır. Bu tip insanların her dönemde olacağını düşünürsek, Allah müminleri ve bütün insanlığı bilinçlendirmekte ve bu konuda eğitim faaliyetini sürdürmektedir.[53]

 

Dinden Dönmek Ve Siyasî Erkte Değişme:

 

54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah (lütfunda) sınırsızdır ve her şeyi bilendir.

Bu âyetin analizinden şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:

1. Dinini değiştirenlerin elinden siyasî erk alınır. Yüce Allah,

 "Sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler". "Yakında öyle bir toplum getirecek ki" ifadesinden köklü bir değişimin meydana ge­leceğini anlıyoruz. Bu değişim siyasî erkin, bir toplumdan diğerine intikal etmesiyle son bulacaktır. Bu değişimin dinamiği, yani sebebi, müminlerin dinlerini değiştirmeleridir.

Buradaki dinini değiştirmenin başka bir ifadesi de irtidâd etmektir. Daha doğrusu imanını kaybetmiş olmaktır. Biraz daha önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklarsak, yahudi ve hıristiyanları dost edinecek, işlerini onlara havale edecek kadar gönül hastası olanların bu durumu, imanını kaybetme hastalığına dönüşebilir. Bu dönüşme ihtimali üzerine Allah 54. âyetteki imanı değişim olayını ele almış ve onun meydana getireceği siyasî değişime dikkat çekmiştir. Böylece bir kavmin siyasî iktidarı kaybedip, yerine başka bir toplumun iktidarı ele almasının sebeplerinden birinin açıklamasını yapmıştır. Siyaset tarihindeki oluşumların altında yatan dinamiklere, sebeplere bu açıdan bakılabileceğini de vurgulamaktadır. Dinini, yani imanını değiştirmek, ihanetin ta kendisidir. İhanet edenlerin elinde si­yasî gücü bırakmak veya vermek zulmün kol gezmesine sebep olmaktır.

Değişimin sebebini anladık, ama amacı ne olabilir? Amaçlarından biri sevgi, diğeri de alçak gönüllülüktür. Bu değerlerin yerde sürünmemesini amaçlayan bir siyasî değişim olmaktadır. "Allah onları sever, onlarda Allah'ı severler". Dinini değiştiren mürted, Allah'ı sevmez, Allah da onu sevmez. Böylece sevgisiz ilişkiler sistemi doğmuş olur. Allah kendisini sevmeyen ve kendisinin de sevmediği top­luma veya kişilere kullarının idaresini bırakmaz veya teslim etmez.

Çünkü Allah'ı sevmeyen insanın insanları sevmesi mümkün değildir. Halkını sevmeyen insanların idaresi zulümden öteye geçemez. Yüce Allah âyetin bu kısmında siyasî ihtilâlini sevginin uğruna yaptığını açıklamış oldu. Demek ki mürted insan, yani dinini, imanını değiştiren in­san sevgiyi katletmektedir.

Bu değişimin diğer bir amacı da "alçak gönüllü" davranışı yaşatmaktır. Kime nasıl davranacağını bilmeyen insan, siyasî erki elinde bulunduramaz. Alçak gönüllük, siyaset sanatının önemli direklerinden bi­rini teşkil etmektedir. Madem ki siyaset sanatı toplumda erdemleri var etme faaliyetidir; öyle ise sevemeyen ve alçak gönüllü olamayan insanların orada yeri yoktur.

"Müminlere alçak gönüllü; ama kâfirlere karşı onurlu" olamayan in­san, 52. âyete göre psikolojik olarak hasta gönüllüdürler. Gönülden hasta olan insan siyaset sanatını icra edemez. Müminlere karşı davranması gere­keni kâfirlere; kâfirlere karşı davranması gerekeni müminlere yaparsa, bu insan veya toplumun değerlendirme melekesi dumura uğramış demektir.

Müminlere alçak gönüllü olma ve kâfirlere karşı onurlu bir tavır ta­kınma konusu, Tevrat'ta Hz. Musa'ya Hz. Muhammed'le beraber olanla­rın bir özelliği olarak Fetih sûresinin 29. âyetinde şu şekilde anlatılmıştır. '"Muhammed, Allah'ın pey­gamberidir, beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi arala­rında merhametlidirler".

Mâide sûresinin 54. âyetinde geçen ezille kelimesi, Fetih sûresinin 29. âyetinde ruhamâ olarak geçmektedir. Ruhemâ "merhametli, sevecen ve alçak gönüllü" anlamına geldiğine göre, ezille kelimesinin bir bakıma anlamını vermektedir. Demek ki alçak gönüllü mânasına gelen ezille, mer­hametli ve alçak gönüllü anlamını ifade eden ruhamâ mânasındadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplumu giderip yerine başka bir toplumu getirme gibi önemli bir değişimin dinamiklerinden biri din değişimi, amaçlarından ikisi de sevgi ve merhameti yaşatmaktır. Din ile sevgi ve merhamet değerlerini bir araya getirince, dinin sevgi ile merhameti aşılamak için geldiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah'ın dini göndermesi, kullarını sevmesi ve onlara merhamet etmesini ifade etmektedir.

2. Mücadelesinde Allah'tan başkasının değerlendirmesine aldırış etmezler. Yüce Allah'ın değişim ile iktidara getireceği toplumun diğer bir özelliği de basit ve beşerî sebepler uğruna savaşmaması, yüce değerler uğruna savaşmasıdır. Allah uğruna cihâd etmenin anlamı, Allah'ın yücelttiği değerler uğruna savaşmaktır. Hürriyet denen bağımsızlık, vatan, namus, iman, adalet gibi değerler adına savaşmak bunu ifade etmektedir.

Bu insanların cihâdında en önemli özellikleri, başkalarının kınamalarına aldırış etmemeleridir. İyilik uğruna yaptıkları bu savaşlarında, onları kınayanların çıkacağı gerçeğinden hareketle yüce Al­lah, onların bu kınamalara aldırış etmeyeceklerini söylemektedir. Biz bun­dan şunu anlıyoruz: Başka bir toplumun yerine getirdiği bu insanlar, kendi nefisleriyle ve cehalete karşı cihâd ederken, beşerin değerlendirmesini değil, ilâhî değerlendirmeyi ölçü olarak kullanırlar.

3. İlâhî lutfa lâyık olmak gerekiyor. "Bu, Allah'ın bir lütfudur; onu dilediğine verir". Âyetin bu kısmında fazi keli­mesi geçmektedir. Bu kelimenin çeşitli okunuş biçimleriyle aldığı mânalar vardır: "Fazilette üstün gelmek, güzel ahlâk sahibi olmak, birine iyilik etmek, lütuf ve ihsanda bulunmak"; fezzale kalıbından alınınca "birini başkasma tercih etmek",, t'ezale kalıbı aâ "'6'ınyıâ yarışmak" manalarına gelmektedir.

Fazlullah terimi "Allah'ın lutfu" mânasına gelmektedir. Bu lutfun önemli özelliği, Allah'ın onu dilediğine vermesidir. Buradaki lütuf, siyasî erki ifade etmektedir. înanan bir grup insanın dinini değiştirmesi, siyasî hatta önemli bir deprem meydana getirmektedir. Bu depremin merkezi, dini değiştirenlerin gönlüdür. Burada başlayan depremin devirdiği önemli alanlardan biri siyasî iktidardır.

Siyasî iktidarın el değiştirmesi, iktidarı elde eden toplum için bir lü­tuf olmaktadır. Demek ki bu değişim, biri için ceza niteliğini taşırken diğeri için lütuf özelliğine bürünmektedir. Aynı olgu insanların sahip ol­dukları gönüle göre farklı neticeler vermektedir. Birine azap diğerine lütuf. Bütün bu değişik yansımalar, hasta gönülle seven ve merhamet dolu olan gönülün işidir.

54. âyetin sonunda, bütün bu oluşumları yüce Allah, sınırsız lutfu ve bilgisi ile meydana getirmektedir.[54]

 

Müslümanın Dostu Kimdir?

 

55.  Sizin dostunuz, ancak Allah'tır, peygamberdir, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.

56.  Kim Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edi­nirse, bilsin ki, şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler.

51. âyette yahudilerle hıristiyanları dost edinmemeleri müminlere emredildikten sonra, bunu ihlâl edenlerin durumu açıklanmakta; 55. Âyette ise müminlerin dostunun kim olduğu belirlenmektedir. Müslümanın dostu, "Allah, peygamberi ve namaz kılan ve zekât veren müminlerdir" diyerek üçlü bir dostluk çevresi sunmaktadır.

Allah ve peygamberi müminlerin çevresini oluştururken, bu çevreye zihin, gönül ve nefsi de katmaktadır. Çünkü Allah'a ve peygambere iman söz konusu olduğundan, insanı içten yakalamakta, psikolojik dostluk çevresi meydana getirmektedir.

Hz. Peygamber'in dostluğu, insanın gönlünde iman ve örnek alma boyutuy/a kafirken, Allah'ın dostluğu içten ve dıştan devam etmektedir. Yüce Allah müminler için ölümsüz bir dostluk çevresi oluştururken, Alla­h'a boyun eğerek namaz kılan ve zekâtını veren müminin dost olacağını söylemekle, Allah, dostluğun ilginç bir boyutuna dikkat çekmektedir.

Hucurât sûresinin 10. âyetinde kardeşlik için imanı yeterli görürken, Mâide sûresinin 55. âyetinde namaz kılmayı ve zekât vermeyi şart koşmaktadır. Demek ki kardeşlik için, iman için, dostluk için namaz kılmak ve zekât vermek yeterli görülmektedir.

Allah kendisini, peygamberini ve müminleri, inananların dostu ilân ettikten sonra, 56. âyette, inananların kendi iradeleriyle onları dost edin­melerini istemekte ve bunu gerçekleştirdikleri zaman ne olacağını da bildirmektedir: "Kim Allah'ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinirse, (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır".

56. âyetin sonundaki ifadesi, "Allah'ın taraftarı" anlamına gelmektedir. Allah'ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinen müminler, bu dostluklarıyla Allah'ın taraftan olma özelliğini kazanmak­tadırlar.

Dostluk, taraftarlığa dönüşünce, zaferi beraberinde getirmektedir. Allah "Onlar zafere ulaşanlardır" derken, "Bütün problemlerle boğuşup çözüm üretenlerdir" anlamını ifade etmektedir. Galibiyet, "üstün gelmek" mânasına gelmektedir. Buradaki gâlibûn kelimesini, Âl-i îmrân sûresinin 139. âyetinde yer alan a'levn kelimesiyle açıklamak mümkündür: "Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz" buyururken, üstünlük, yani zafer sadece savaşta değil, siyasette, ekonomide, bilimde ve itibarda üstünlüğü amaçlamaktadır.

Âl-i İmrân sûresinin 139. âyetinde inanan insanın üstün olduğu vur­gulanırken, Mâide sûresinin 56. âyetinde Allah'ın taraftarlarının üstün olduğu, yani zafere ulaşacağına dikkat çekilmektedir. Her iki âyetteki zafer veya üstünlüğün gönülden başlayarak davranışlara, oradan bütün hayata yayılan bir çizgiyi takip etmekte olduğu görülmektedir. Hayatında dost ve düşmanını bilmeyen insanların üstün gelmesi ve zafere ulaşması imkân dahilinde değildir.[55]

 

Din Ciddiyet İster:

 

57. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap veri­lenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyiniz. Eğer inanıyorsanız Allah'­tan sakınınız.

51. âyette, "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz" denirken, gerekçe, onların kendi aralarında dost oldukları, müminlerle dost ol­madıklarıdır. 57. âyette ise gerekçe olarak din ile alay etmeleri belirtilmek­tedir. Din ile nasıl alay edilir?

1. Bunun cevabı 58. âyette verilmektedir: "Namaza çağrıldığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır".

Bu âyet, ezan okunduğunda onu eğlence ve oyun yerine koyma­larının, dini alay ve oyun konusu edinmeleri anlamına geldiğine işaret et­mektedir. Bu da namaz çağrısına tepki göstermelerinden başka bir şey değildir.

2. İkili oynayarak dine tepki göstermek de bir bakıma dini alay ve oyun konusu edinmektir. Meselâ "Müminlerle karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler. Reisleriyle baş başa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, müminlerle sadece alay ediyoruz' derler" (Bakara 2/14). Bu âyette de, iman konusunu eğlenceye aldıkları ve o şekilde müminlerle alay ettikleri görülmektedir.

3.  Dikkat edilirse, Mâide sûresinin 58 ile Bakara sûresinin 14. âyetleri, yakın ilişki içerisinde olan insanların eğlence, oyun ve alay edin­meleri ele alınmaktadır. Günümüzde kitap, makale ve gazetelerle; sempoz­yum ve kongrelerle, yani medya teknolojisi kullanılarak dinle alay edil­mektedir.

Müminlerin çeşitli tuzaklara düşürülerek, âdi işlerde kullanılarak, terörist eylemlerde bulunmalarına destek çıkılarak dinle alay etmek günümüzde moda haline gelmiştir. Müslümanların cehaletinden istifade ederek, onları insanlık dışı işlerde kullanarak "İslâmî terör" terimini üreterek "İslâm dinine" hakaret edilmesine ve birtakım insanların tavır takınmalarına sebep olunmaktadır. Kitap ehlinden bu oyunlara katılanların dost edinilmemesi istenmektedir. Ayrıca dini inkâr edenler de dost edini­lemez. Buradaki dostluğun ne anlama geldiği 51. âyette açıklanmıştı.

"Eğer inanıyorsanız, Allah'tan sakınınız" ifadesinin anlamı şudur: Mümin insan Allah'tan sakınarak, dini alaya alan kimseleri ve dini inkâr edenleri dost edinmez. Muhammed Esed'in takvaya verdiği mânadan hareket edersek, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olan insanlar bu emri yerine getirip, dinini alaya alanı dost edinmez.

Bu mânadan hareket ederek şu neticeye varabiliriz: Müminin en büyük değerlerinden biri olan dini, yani inancıyla alay eden kimseyi dost edinmemekle tepki koyması, takva denen ruh olgunluğu ile yakından alâkası vardır. Böyle bir tepki koyması, müminin takvaya ulaştığına işarettir.

97. âyetin bize getirdiği önemli bir yaklaşım da şudur: Toplumlarda inanç özgürlüğü vardır, bu özgürlüğe dokunulamaz, o insanla alay edile­mez. İnançla veya birinin dini ile alay etmek, inanç özgürlüğüne hakaret­tir. Bu özgürlüğe hakaret eden insanlarla, dostluğu kesmek, caydırıcı bir ceza mahiyetini taşımaktadır. Dostluğunu kesmenin bir anlamı da gönülden mahrum etmektir. Bu insanlara gönül mahrumiyeti cezası uygu­lamak, takva denen ruh olgunluğunun bir parçasıdır.[56]

 

İbadet Ciddiyet İster:

 

58. Namaza çağrıldığınız zaman onu alay ve eğlence ko­nusu yaparlar. Bu davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır.

Bu âyet bir önceki âyetin devamı olmakta ve dinle nasıl alay edildiğini açıklamaktadır. Ayetin analizinden şu sonuçlara varabiliriz:

1. Başkalarının ibâdetine saygı göstermek aklın göstergesidir. Onun içindir ki, âyetin sonunda aklın faaliyeti olan düşünce gündeme getirilmektedir. Aklın bağımsız çalışması, ibâdete saygıya götürür, ibâdet özgürlüğünün kutsiyetini öne çıkarır.

2. Başkalarının ibâdetini küçümsemek, alaya almak akılsızlığın, yani aklı kullanmamanın işaretidir. İbâdet özgürlüğünü kutsamayan, onu alaya alanların davranışlarının arkasındaki sebep, düşüncesizlikleridir.

3. Bu âyet ibâdet özgürlüğünün ve başkalarının ibâdetine saygı göstermenin temelinde akıl varlığını belirtmektedir. İbadet özgürlüğü ile ona saygı gösterme, öne çıkan değerler arasında yer almaktadır. İbadet özgürlüğü, hukukla siyaseti, ona saygı göstermek de ahlâkı ilgilendirmek­tedir.

Siyasî ve hukukî değerlerle, ahlâkî değerlerin kaynağında aklı görüyoruz. Vahiy, bu değerlerin korunup yaşatılmasını akla vermiştir. Aklın bu görevi yerine getirebilmesi için siyaset, hukuk ve ahlâk alanlarına girmeli ve oralarda faaliyet göstermelidir.

4. Âyetin sonundaki "Bu davranış onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır" ifadesinden, "toplumsal akıl" kavramını çıkarmak mümkündür. Çünkü ibâdet özgürlüğüne saldıran, onu alaya alıp küçümseyen fert değil bir toplumdur. Bunu gerçekleştiren toplumun ortak özelliği, toplumsal aklı kullanamamalarıdır.

Âyette toplumsal aklın kötüye kullanılması ele alınırken özellikle ibâdet özgürlüğü ve ibâdete saygı konusu gündeme getirilmektedir. Top­lumsal aklın işlemez hale getirilmesinin arka planını da bir sonraki âyet vermektedir.[57]

 

Hoşlanmama İle İman Bir Arada Olmaz:

 

59. De ki: Ey Ehl-i kitap! Yalnızca Allah'a, bize ve biz­den daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış in­sanlarsınız.

Bu âyetin açıklamasını yaparken ilginç bir tepki analizi ile karşı karşıya kaldığımızı söylemekte yarar vardır.

1. Kitap ehlinin namaza çağrısının alay konusu yapılmasının ar­kasındaki sebebe ışık tutmaktadır. Alay ve eğlencenin arkasında "hoşlanmama" gibi bir psikolojik tavır olduğu gündeme getirilmektedir. Hoşlanmamanın sebebine gidilerek, müslümanlann sahip oldukları Allah ve vahiy inancının etkisi araştırılmaktadır.

2. Bu araştırmadan şu noktaya varılmaktadır: İslâm inancı, Kur'ân ve ondan önce gelen vahyin tamamına inanmayı şart koşar. Kitap ehli ise vahyin bütünlüğünü ve süreç niteliğini parçalayarak inandığından, böyle bir inanca karşı hoşnutsuzluk duymaktadır. Âyetin istisna cümle kalıbıyla verdiği bu tavrın kesin olduğu ortaya çıkmaktadır.

3. Bir önceki âyetle bağlantılı olarak konuya bakarsak, Ehl-i kitap'ın müslümanlann bütüncül niteliğe sahip inançlarından duydukları hoşnutsuzluk, 58. âyette ibâdete saygıyı ortadan kaldırarak alay ve eğlence edinmeye dönüşmüş, 57. âyette de dini alaya almaya kadar uzanmıştır.

Her üç âyetin analizi şunu gösteriyor: Yüce Allah önce neticeyi veri­yor, sonra o neticenin sebepler zincirini takip ederek merkezî sebebe ulaşıyor. Ehl-i kitap'ın ve kâfirlerin dinle alay etmelerinin tanımı ve se­bebi, onların müslümanlann ibâdetlerine saygı duymamaları ve ibâdet özgürlüğüne tahammül edememelerinin oluşturduğu küçümseme ve alay; bunun arkasındaki sebep de müslümanların bütüncül imanlarından hoşlanmamalandır. Böylece yüce Allah sebepler zincirini ortaya koyan bir analiz yapmaktadır.

4.  Yüce Allah şu değerlendirmenin yapılmasını emretmektedir: "Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz". Allah fâsık kavramına yeni bir tanım getirmektedir. Başkasının inancına duyulan hoşnutsuzluktan dolayı, onların ibâdetleriyle alay etmek ve giderek dinlerini oyuncak edin­mek, fâsıklıktır. Başka bir tanım yaparsak, ibâdet özgürlüğünü tanımayan ve saygı duymayan, bütüncül imanı hoş karşılamayan insanlar fâsıklardır.

Din, iman ve ibâdet özgürlüğü tanımayan insanlar her devirde bulu­nur. Bu insanlarla mücadele verilmesi zorunludur. Bu fâsıklar manevî değerleri yıkan teröristlerdir.

Hac sûresinin 40. âyetinde, bunlarla mücadele verilmediği takdirde, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılıp gidecektir. Dünyayı bir toplum olarak kabul edersek, farklı inançların, tevhîd inancını merkeze almak şartıyla bir arada yaşamaları zorunludur. İbadet özgürlüğüne saygı duymak, birbirine karşı, toleranslı davranmak, insan olmanın ve tevhîd inancına sahip olmanın bir gereği olduğu kadar aklında gereğidir.

Mâide sûresinin 58. âyetinin sonuyla 59. âyetin sonunu bir araya getirdiğimiz zaman şöyle bir tanım yapabiliriz: Fâsık insan, aklını kullanıp düşünemeyen insandır. Çünkü akıl, şirk olmadıkça, başkalarının inancına saygı duyan, ibâdet özgürlüğünü kutsayan ve dine hürmet gösteren bir davranışı üretecektir.[58]

 

Kotu Bir Durum:

 

60. De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğûta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.

Dinle alay etmek, ibâdet özgürlüğüne saygı duymamak, bütüncül inançtan hoşlanmamak gibi düşünce ve eylemler, giderek daha kötü ceza­ları getirecek olan oluşumlara sebep olmaktadır. Nedir bu daha kötü ceza­lar? Bu soruyu yüce Allah Hz. Peygamber'den şöyle sormasını istiyor: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? " Dikkat edilirse "Allah katında" ifadesiyle, insanın düşünce ve eylemlerine bir değerlendirme yapacak olan tek makamın Allah olduğuna işaret edil­mektedir. Peygamber ilâhî değerlendirmeyi aktarmakla mükelleftir.

Yüce Allah'ın katında en düşük makama sahip olanlar şunlardır:

1. Allah'ın  lanet ettikleri. Bakara sûresinin 88.  âyetinde lanetin ne anlama geldiği ve hangi inanç ve eylemlerden dolayı Allah'ın insanları lanetlediği açıklandığından, burada aynı kapsamda bir açıklamayı uygun bulmuyoruz. Ancak burada verebileceğimiz açıklama, bu âyetten önceki üç âyette yer alan dinle alay etmenin, başkalarının ibâdetini küçümsemenin, din, inanç ve ibâdet özgürlüğünü engellemenin lanete götüren sebepler olarak zikredilmeleridir.

2. Allah'ın gazap ettikleri. Yüce Allah'ın kimlere hangi amel­lerinden dolayı gazap ettiği konusu, Fatiha sûresinin 7. âyetinde detaylı bir şekilde açıklanmıştı.

3.  Maymun, domuz seviyesine indirdikleri. Bu ve Bakara sûresinin 65. âyetine bakarak bazı âlimler, Allah'ın yahudileri maymuna ve domuza çevirdiğini söylemekte, bu yorumlarına bir hadîsi de delil ola­rak getirmektedirler. Bu konu Bakara sûresinin 63. âyetinde açıklandı.

Maymundan insana mutasyon şeklinde dönüşümü savunan Darwin'i yanlış bulanlar, insandan maymun ve domuza dönüşümü nasıl savunurlar? Bu konuda Muhammed Esed şu açıklamayı yapmaktadır:

Tabiînin meşhurlarından Mücâhid, o insanı bu tür günahkârların mâruz kalacağı ahlâkî çöküntünün mecazî bir tanımı olarak açıklar. Onlar, maymunlar gibi ne yapacakları önceden tahmin edilemeyen ve domuzlar gibi şehvet kurbanı olurlar[59].

Mücâhid'in açıkladığı gibi, Allah müslümanların dinini, ibâdetini ve imanlarını alaya, eğlenceye alarak hakaret edip ibâdet özgürlüğünü ve ona saygıyı yaralayan yahudilerin maymun ve domuz seviyesinde olduklarına işaret etmektedir. Yoksa nesh adı altında, biyolojik olarak değişime uğramadılar. Diyelim ki yahudiler bedenî olarak maymun ve domuza dönüştüler. Bu durumda ne olur? Bu soruya sorumluluk açısından cevap vermek gerekir. Maymun ve domuzlar yaptıklarından sorumlu değillerdir. Bu insanların sorumluluğu ortadan kalkar. Gerçi maymun ve domuza dönüştürülmeleri onlara bir cezadır, ama sonraki hayatlarında sorumluluk­ları kalkmış olacaktır.

4. Tâğûta tapanlar. Tâğûta tapanların anlamı, "şeytanî güçlere kulluk" etmektir. Tâğutun ne olduğu Bakara sûresinin 256. âyetinde açıklandı. Allah'ın dışında tapınılan her şey, tâğût kavramının kapsamına girmektedir.

Allah'ın dinini alaya alan, Allah'a ibâdeti küçümseyen ve oyuncak edinen, tevhîd inancına sahip olanlardan hoşlanmayanların dünyevî ceza­larından biri de, şirkin batağında şeytanî güçlere tapınmak olacaktır. Gerçek din, inanç ve ibâdetten ayrılanın varacağı yer, şeytana kulluktur.

Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Lanete uğrayan, gazap edilen; maymun ve domuz seviyesine düşürülen ve şeytanî güçlere tapınan insanın durumu nedir? "İşte bunlar yeri daha kötü olanlardır". Dikkat edilirse yüce Allah âyetin bu kısmında, "mekân" keli­mesine yer vermektedir. Mekân, yer, makam mânalarına geldiğine göre, onların Allah katındaki yerlerinin çok kötü olduğunu ifade etmektedir.

Demek ki maymunluk ve domuzluk biyolojik olarak değildir. Ya­hudiler tamamen ahlâkî çöküntü sebebiyle o seviyeye inmişler, ayrıca Al­lah katında da daha kötü bir yere sahip olmuşlardır. Aslında maymun ve domuzun Allah katında kötü bir mekânları yoktur, çünkü O'nun ya­rattıklarıdır. Ama insanın maymun ve domuz seviyesine inecek kadar kötü davranış ve fikir üretmesinin Allah katında çok kötü bir yeri vardır.

"Ve doğru yoldan daha fazla sapanlardır" ifade­sinde yer alan sevâ kelimesi, "dümdüz" demektir. Aklını kullanmayıp din ve ibâdetle alay edenler, iman edenlerden hoşlanmayanlar, karışık bir yol­dan değil, dümdüz yoldan sapmaktadırlar.

Lanet, gazap, hayvanî seviye ve şeytanî güçlere tapınma gibi en âdî vasıflar, insanın Allah katındaki değerini alıp götürmekte ve yoldan çıktığına delil teşkil etmektedir.

İnanç gruplarının birbirine bakışı, tavrı davranışı ve değerlendirmelerinden biri doğru, diğeri yanlış olacaktır. Yüce Allah bu değerlendirmelerini müslümanlara anlatarak, inançlar arası ilişkiler konu­sunda bilinçlendirmekte ve bu yolla eğitimini gerçekleştirmektedir. İnanç ve ibâdet özgürlüğünün önemini vurgularken, bunlara karşı koyanların düştüğü durumu gündeme getirmekte, bu özgürlüklerin insanlığın ha­yatında yer almasını ön görmektedir.

Kâinatın yöneticisi olarak, kendi şemsiyesi altındaki farklı inanca mensup grupların birbiriyle düşman olup kavga etmelerini engellemek için bu değerlendirmesini yapmaktadır. Bütün bu kavgaları çıkaranları beyin­sizlikle nitelendirdikten sonra, onların Allah katında bayağı duruma düştüklerini ve bütün değerlerini yitirdiklerini söyleyerek, caydırma yo­lunu tutmaktadır.[60]

 

Münafıkların  Durumu:

 

61. Yanınıza inkârla girip inkârla çıktıkları halde, size geldiklerinde 'inandık' derler. Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir.

Bu âyet onların maymun davranışında olduklarını göstermektedir, yani maymun gibi önceden ne yaptıkların bilinemez, bir daldan ötekine, ötekinden berikine atlarlar. Bu insanların inanç ve fikir yapılarında istikrar yoktur. Hangi fikri ve inancı takip ettikleri belli değildir. Müslümanlarla karşılaşınca "İman ettik" derler, ama geldikleri gibi kâfir olarak çıkarlar. Bakara sûresinin 8-14. âyetleri arasında açıklanan münafıklık alâmetlerini taşımaktadırlar. "Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir" ifadesiyle Allah, onları içeriden ve dışarıdan ilmi ile kuşattığına işaret etmektedir.

Bunun anlamı şudur: Münafık yahudiler, belki müslümanları kandırabilirler, ama her şeyi bilen Allah'ı kandıramayacaklardır. Böylece onların Allah konusundaki imanlarındaki zaaf da ortaya çıkmaktadır. Al­lah'ın içlerindekini bildiğine inansalardı, böylesine ikili oynamazlardı.

Onlar ne yaptıysa yaptılar. Peki bunları müslümanlara anlatmanın amacı nedir? diye soracak olursak, bunun iki amacı olduğunu görüyoruz: Birincisi müslümanların sosyal ilişkilerde aldanmalarını önlemek, ikincisi de onların durumunu anlatarak müslümanların da ikili oynamalarını önlemek için gerekli olan terbiyeyi vermektir.

Âyet, müslümana, hangi davranışlarıyla münafıkların durumuna düşeceğini anlatmakta, dille gönlün birliğinin, söylenenle davranışın örtüşmesinin önemini ilke olarak koymakta ve bu ilkeye ters düşmenin ne denli yerileceğine dikkat çekmektedir.[61]

 

Kötülükte Yarışanlar:

 

62. Onların çoğunun günâh işlemede, düşmanlık ve ha­ram yemede yarıştıklarını görürsünüz. Yaptıkları ne kadar kötüdür.

Mâide sûresinin 2. âyetinde, "İyilik ve takvada yardımlasınız; günâh ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayınız " buyurulmuştu. İşte yahudilerin münafık kesiminin bu emrin tam tersini uygulayarak, günâh, düşmanlık ve haram lokma yemekte yarıştıkları beyan edilmektedir.

Bu insanlar maymun ve domuza benzediklerinden, basit bir hayat yaşayarak ahlâkî kurallara ters düşmektedirler. Hayvanlar için kul hakkı söz konusu olmadığından, haram lokma mefhumunu bilmediklerinden, kul hakkı demeden haram lokmayı tıkınırlar.

Bu açıklamadan şu noktaya varıyoruz: Dîni, ibâdeti ve imanı alaya alan fâsıklar; hak dine inanca ve doğru ibâdet yapanlara zarar vermekte ve onlara düşmanca muamele yapmakta yarışırlar. Şeytanın kullan olduk­larından, helâl lokma ile haram lokmanın ayırımını yapmazlar. Onlarda kul hakkı, yetim hakkı, komşu hakkı, toplum hakkı, devlet hakkı diye bir mefhum olmadığından, haram lokma peşinde yarışırlar. Günâh, düşmanlık ve haram lokma peşinde koşarken siyasetin, ekonominin ve sosyal ilişkilerin dengesini bozarlar. Bu alanları kirleterek kendi nesilleri­nin asaletini bozarlar.

Kötülüğün gelişmesine, yayılmasına, sürüp gitmesine yardım eden bu insanlar, hayvanlar gibi iyinin ne olduğunu bilmezler. Günâh, düşmanlık ve haram lokma yerken yaptıkları yarışı iyi görürler. Çünkü şeytanî güçlerin kulu olduklarından, şeytan onlara yaptıklarını süslemektedir. "Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse " (Fâtır 35/8) âyetiyle bu tip insanlar anlatılmaktadır. Yüce Allah "Yaptıkları ne kadar kötüdür" değerlendirmesiyle, eylemlerin öznelerinin bizzat kendileri olduğunu söylemektedir. Âyetteki "yarışma" ve "yapma" fiillerinin faili, ikili oynayan münafıklar olduğu açıklanmaktadır.

Bir bakıma 57 ile 59. âyetler arasındaki eylemlerin sebebi de açıklanmaktadır. İnanmadıkları halde inandık demeleri, günâh işlemeleri, düşmanlık beslemeleri ve haram yemelerindeki yarışlar, onların din ile alay edip oyun konusu edinmelerine, namaza çağrıyı alay ve eğlenceye almalarına, iman edenlere hoşnutsuz bakmalarına sebep olmaktadır.[62]

 

Suç Kimde?

 

63. Din adamları ve âlimleri, onları günâh olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri ne kötüdür!

Âyette geçen rabbânî kavramı, İbrânîce'de yahudilerin bilginlerine verilen bir isimdir. Hibr veya habr kelimelerinin çoğulu olan ahbâr da "fıkıh âlimleri" anlamını ifade etmektedir. "Divit, mürekkep, hokka" an­lamlarına gelen hibr kelimesinin fiil hali "süslemek, güzelleştirmek, mürekkep koymak" anlamına gelmektedir. İsim olarak ahbâr "âlim, ha­ham, din reisi ve nimet" mânasını ifade etmektedir. Bütün bu mânaları bir araya getirince ahbâr, "kitap yazacak kadar bilgisi olan, insanların şahsiyetlerini süsleyen, güzelleştiren, onları bilgi nimetinden istifade etti­ren din adamı veya din âlimi" demektir. Başka bir ifade ile din eğitimcisi mânasını kazanmaktadır.

Bu mânada rabbânî ile ahbârı aynı görenler vardır. Âyette, önce sayılması sebebiyle rabbânînin ahbârdan daha önemli bir seviye olduğunu söyleyenlere rastlanmaktadır. Bunların toplumun zâhid ve âlimleri olduğu fikrini ileri sürenler de vardır. Rabbânî, "öğreten, terbiye eden, bilgiyle amel eden, helâli ve haramı, emir ve nehyi bilen, basîret bilgisi ile siyaset ilmini birleştiren"; Sîbeveyh'in ifadesi ile "Allah'ı bilen ve ona itaat eden" anlamlarını taşımaktadır. Rabbânî kelimesinin "terbiye"den alındığını iddia edenler de vardır. Bu sebeple Hâzin, Âl-i İmrân sûresinin 79. âye­tinde geçen rabbânî kavramına "İdareci, âlim, insanlara iyiyi, Allah'a itaati ve kulluğu öğreten olunuz" mânasını vermiştir. Bu kelimenin İbrânîce veya Süryânîce olduğu söylenmektedir. Nereden gelirse gelsin; bilgi, bil­diği ile amel etmek ve insanlara iyinin yolunu öğretmek anlamındadır.

Yüce Allah din adamları ve din âlimlerinin görevlerini yapmadıkla­rını gündeme getirerek, sebepler zincirinin ilk halkasına ulaşmaktadır. Onların yalan konuşmalarını ve haram lokma yemelerini eğitilmemişlikle-rine vermektedir. Din adamları ve din âlimleri, onları bu yanlış davranış­lardan alıkoymadılar, yani halkı bu konuda eğitmediler.

Böylece Allah onların görevlerinin bir kısmını hatırlatmaktadır. Halkı yalandan ve haram yemekten alıkoyacak insanların din âlimi ve din adamlarının olduğunu söyleyerek, onların sosyal işlevlerini tesbit etmek­tedir. Yalan ve haram lokmanın ne olduğu, sosyal zararlarının boyutları öğretilmedikçe, halkın onlardan geri kalması mümkün değildir.

Yüce Allah yahudi din adamı ve âlimlerinin ne yapmadıklarını bize niçin anlatıyor? Bir bakıma müslüman din adamı ve din âlimlerini uyar­makta, onlara görevlerinin neler olduğunu açıklamaktadır. Eğitim vasıtasıyla topluma bazı değerleri öğretip sahip çıkmalarının önemine dikkat çekmektedir.

Âyetin sonundaki "Ne kötü sanat icra ediyorlar!" ifadesinden, eğitimin bir sanat olduğunu anlıyoruz. Neticede din adamı ve âlimlerinin eğitim sanatını yerine getirmemeleri, halkın günâha, düşmanlığa, yalana, haram lokmaya yarış halinde koşmalarına sebep olmuştur.[63]

 

Savaş Ateşi:

 

64. Yahudiler, "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Hay dedik­leri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. An-dolsun ki sana rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete ka­dar düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozgun­cuları sevmez.

Bu âyet, yahudilerin Allah hakkındaki görüşlerinden, Kur'ân'a olan tepkilerinden, savaş ateşi yakmalarından bahsederken, bir taraftan ruhî analizlerini, diğer taraftan davranış analizlerini yapmaktadır. Âyeti kısımlara ayırarak açıklamak daha uygun olacaktır:

1. "Allah cimridir dediler". Âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar anlatılmaktadır. Râzî bunların özetini verdiği için biz burada tamamını nakletmeyi uygun bulmuyoruz.

Bize göre Râzî'nin Bakara sûresinin 245. âyetini delil getirerek gösterdiği sebep en doğrusudur: "Allah'a kim güzel bir borç verirse" (Bakara 2/245) âyetini duydukları zaman, "Eğer Allah borca muhtaç ise, fakir ve acizdir" dediler. Onlar, kullarından borç isteyen ilâhın fakir ve el­leri bağlı olduğu neticesine varınca bu âyet inmiştir. "Yahudiler, 'Allah'ın eli bağlıdır' dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilâkis Allah'ın eli açıktır, dilediği gibi verir".

"Eli sıkıdır" ifadesi, cimriliği gösteren mecazî bir anlatım tarzıdır. "Onun eli açıktır" cümlesi ise onun cömertliğini ifade eder. Neden onlar Bakara sûresinin 245. âyetindeki yüce Allah'ın borç istemesi karşısında böyle konuştular? Müslümanların fakir olması sebebiyle, onları küçümsüyorlardı ve bu küçümsemeyi 57 ve 58. âyetlerde din ve ibâdetlerine kadar uzattılar. Bu, fakirliklerinden dolayı hem müslümanları hem de onların dinlerini küçümserlerken kullandıkları bir ifadedir.

"Allah'ın eli bağlı, yani cimri olduğu için müslümanlar böylesine ekonomik ihtiyaç içinde yaşıyorlar. Allah cömert olsaydı, onlara da ve­rirdi" demek için bu ifadeyi kullanmışlardır. Aynı konuşmayı Âl-i İmrân sûresini 181. âyetinde yapmışlardı: "Gerçekten Allah fakir, biz ise zengi­niz, diyenlerin sözünü andolsun Allah işitmiştir". Bu âyeti Mâide sûresinin 64. âyetiyle birlikte düşünürsek, "Allah'ın eli bağlıdır" ifadesi­nin anlamı daha iyi anlaşılmış olur.

İsrâ sûresinin 29. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Elini boynuna bağlı olarak asma!" Bunun anlamı, "Eli sıkı olmaP'dır, yani "Cimri davranma!" demektir. Yahudilere göre Allah'ın cimriliği, O'nun fakirliğinden kaynaklanmaktadır. Bir taraftan fakirliği, diğer taraftan cimriliği Allah'a yakıştırıyorlardı.

Demek ki yahudiler iki yönlü alay yapıyorlardı. Bir taraftan Allah'a, diğer taraftan O'na inanan müslümanlara! Sanki müslümanların Allah'ı onların Allah'ı değildi. İnsanları ekonomik imkânlarıyla değerlendirmenin yanlışlığını anlatmak için yüce Allah bu konuyu gündeme getirmiştir; aksi takdirde yahudilerin ne söylediğinin müslümanların kitabında yer alması mümkün değildi. Yüce Allah yahudi örneği ile bütün insanlığa, insanların ekonomik imkânlarından hareketle ne dinleri ne ibâdetleri ne de iman­larının küçümsenemeyeceği ilkesini getirmektedir.

2. "Hay dedikleri yüzünden lanet olasılar!" Yahudilerin bu konuşmalarının ardından şu değerlendirmeyi yapmaktadır: Âyetin ikinci bölümündeki "Sıkı olan onların elidir" ifadesi ile cimrilik sıfatının sadece insan için düşünülebileceğine işaret edilmektedir. Yüce Allah onları "Bu ifadelerinden dolayı lânetlemiştir".

İnsanları ekonomik güçleriyle değerlendirerek, ekonomik gücü ol­mayanları aşağılamak, kendilerinin zengin olması sebebiyle Allah katında  önemli yerleri olduğun iddia etmek, hem fikrî, hem imanî, hem de ahlâkî bir çöküntüdür. Bu çöküntünün cezasını yüce Allah lanet ederek vermek­tedir. Bilindiği gibi lanet, bedduaların ve cezaların en ağırıdır. Lanetin ne anlama geldiği, Bakara sûresinin 88. âyetinde açıklanmıştı.

3. "Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır". Yahudilerin "Allah'ın eli sıkıdır" değerlendirmesini, "Allah'ın eleri açıktır, dilediği gibi verir" ifadesiyle reddetmektedir. Burada sorulacak soru şudur: Allah'ın eli olur mu? Böyle bir ifade ne anlama gelmektedir?

Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde "Allah'ın eli" kavramı yer almaktadır. Meselâ Feth sûresinin 10. âyetinde, "Allah'ın eli onların elleri üstündedir" ifadesini buluyoruz. Buradaki yed (el) kelimesi, kudreti ifade etmektedir. "Allah'ın kudreti onların kudretleri üstündedir" mânasına gelmektedir. Yüce Allah bu açıklamasını insanların idrâkine göre vermektedir. İnsanlar işlerini elleriyle yaparlar, onun için "el" kudret, yani güç demektir.

Sâd sûresinin 75. âyeti şöyledir: "Ey İblîs! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?" "İki elim" ifadesinin yerine "kudretimle" kelimesi konduğunda, mânası anlaşılmış olur: "Ey İblîs! Kudretimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?" şeklinde ifade edilebilir.

Yâsîn sûresinin 71. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Ellerimizin yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar yarattığımızı görmediler mi?" Burada ki "el" de, "yaratma kudreti"nin mecazî anlamı olmaktadır. Râzî'nin açıklamasına göre yed, Arapça'da "nimet, mülk" mânalarına gel­mektedir.

Mâide sûresinin 64. âyetinde "nimetle" alâkalı mânası ortaya çıkmaktadır. "Allah'ın elleri açıktır" demek, "Allah cömerttir" mânasını ifade etmektir. Çünkü âyetin devamında "O, dilediği gibi dağıtır" ibaresi yer almaktadır. "İnfâk etmek" tabiri tamamen nimetle alâkalı bir kav­ramdır. Yüce Allah kullarına nimet verirken kullandığı birtakım ilkeler vardır. Meselâ nimetini verirken kullarının azmamasını Ölçü kullanır (Şûra 42/27); nimetini bol bol verirken veya daraltırken imtihan etmek ister (Fecr 89/15-16).

"Allah dilediği gibi dağıtır" ifadesi, yahudilerin bu konu hakkında değerlendirme yapacak salâhiyete sahip olmadıklarına işaret etmektedir. Allah nimetini, kullarının çalışmasını dikkate alarak da dağıtmaktadır. Ama insanların müdahalesi sonucunda birilerinin elindeki rızık haksız yere alınmaktadır. Onun için haram lokma ve kul hakkı kav­ramları gündeme getirilmektedir. Bazı insanlar, bazılarının elindeki lok­mayı hîle ile almaktadırlar.

Âyetin bu bölümlerinden şöyle bir ilke çıkartılabilir: Cimrilik, ilâhî bir vasıf değildir. Cimrilik, beşerî bir özelliktir. Cömertlik, ilâhî bir vasıftır, ama bu vasfının bir parçasını kullarına da vermiştir. İnsanlar ter­biye vasıtasıyla cömertliği öğrenirler. Cömert olan insanlar, ilâhî vasfı yer yüzünde yaşatanlardır. Yahudiler, cimrilik denen beşerî vasfı Allah'a yakıştırdıklarından, Allah tarafından lanete uğratılmışlardır. Daha sonrada onların söylevlerinin yanlışlığını ispat etmektedir.

4. Kur'ân'in yahudilere etkisi. Yüce Allah bu âyetin dördüncü bölümünde: "Andolsun ki sana rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve inkârını arttırır" bu­yurmaktadır.

Ayetin bu kısmı, bize verilen doğru bilginin her insanda veya insan grubunda aynı neticeyi doğuracak diye bir kuralın olmadığını öğretmektedir. Öğreten Allah, öğretilen ilâhî vahiy bile olsa, onu öğrenecek olan kişilerin psikolojisi, kültürü ve inancı, öğretimde önemli rol oynayacaktır. O ilâhî vahiy onları doğruya, güzele, iyiye getirme ye­rine, onların azgınlığını ve inkârını arttırmış olabilir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bu kuralı öğretmektedir. Hz. Peygamber'e indirilen Kur'ân, yahudi inancında ve kültüründeki bazı anlayışlara karşı çıktığından, on­ların azgınlığını ve inkârını arttıracaktır.

Bu durum, doktorun aynı hastalığa yakalananlara aynı ilâcı verme­sine benzer. Bedensel farklılıklardan dolayı ilâç hastalardan birine şifa olurken, diğerinin hastalığının artmasına sebep olabilir.

Hastalık aynı, ilâç aynı, doktor aynı olmasına rağmen, bedensel farklılıklar farklı etkilere sebep olmaktadır. Aynı şekilde kitabı gönderen Allah, öğreten Hz. Muhammed olmasına rağmen, inanç ve kültür farklılıkları sebebiyle insanları farklı farklı etkilemektedir.

Âyetin bu kısmında geçen tuğyan kelimesine "kibir ve küstahlık" mânası da verilebilir. "Kibir mânasını nereden alıyoruz?" diye bir soru so­rulursa, Mâide sûresinin 82. âyetinden çıkarttığımızı söyleyebiliriz. Orada hıristiyan keşîş ve din adamlarının kibir yapmamaları sebebiyle, hıristiyan halkın müslümanlara sevgi beslemelerini sağladıkları vurgulanmaktadır.

Demek ki yahudi din adamlarının kibir yapması, yahudi halkına yansımakta, böylece Kur'ân'a karşı kibirlerini ve küstahlıklarını arttırmaktaydı. Onların azgınlık ve inkârlarını arttırmalarından şu anlam da çıkmaktadır: Demek ki yahudilerin azgınlıkları ve inkârları, Kur'ân'a karşı tepkilerini arttırmaktaydı. Çünkü olmayan bir şeyin artmasından bahsedi­lemez. Azgınlık ve inkâr psikolojisinde olanlara aksi tesir uyandırmaktadır. Dikkat edilirse Kur'ân, kibir ve küstahlık denen azgınlıkla inkâr psikolojisini bir arada yaşayan insanlara aksi tesir uyandırmaktadır.

Yüce Allah psikolojik bir analizle Kur'ân'a gösterilen tepkiyi açık­lamaktadır. Tevbe sûresinin 125. âyetinde, kalpten hasta olanların hasta­lığını arttırdığına da dikkat çekilmektedir: "Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün arttırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler". Zâlimlere de ters etkide bulunduğunu İsrâ sûresinin 82. âyeti dile getirmektedir: "Biz, Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rah­mettir; zâlimlerin ise sadece ziyânını arttırır".

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, kibir ve küstahlık, inkâr psikolo­jisine sahip olanların, kalpten hasta olanların, yani zâlimlerin manevî has­talıklarını arttırmaktadır.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e ve din âlimlerine, insanları eğitirlerken bazı insanlardan tepki göreceklerini ve bu tepkilerin altında yatan psikolojik sebepleri detaylı bir şekilde öğretmektedir. İnsanları iyiye, doğruya çağırırken, bırakınız onların çağrıya gelmelerini, aksine hakikatten daha da uzaklaşacaklar ve manevî hastalıkları daha da de­rinleşecektir.

5. Yanlış davranışlar neleri getiriyor. "Allah'ın eli bağlıdır" diyerek Allah'a cimrilik sıfatını yakıştıran, Allah'ın indirdiğine karşılık, azgınlık ve inkârları artarak tepki gösteren yahudilerin arasına kıyamete kadar Allah kin ve düşmanlık sokmuştur.

Kur'ân'a gösterdikleri bu tepkiden sonra, yahudilerin arasına kin ve düşmanlık sokulup bunun kıyamete kadar devam edeceği belirtilmiştir. Bu açıklamadan sonra şu soru sorulabilir: Doğrudan Hz. Peygamber döneminde Kur'ân'a karşı bu tepkiyi gösterenler cezalandırılırken, neden kıyamete kadar gelecek nesiller böyle kin ve düşmanlık içinde yaşasınlar? Gelecek nesillerin değişimi olmayacak mı ve bir değişim ihtimali yok mu­dur?

Bu sorulara şöyle cevap verilebilir: Yahudilerin gelecek nesillerin­den, aynı olumsuz tepkiyi gösterenlerinin arasında kin ve düşmanlık ola­caktır; onların değişimi engellememenin yanı sıra şuna da işaret edilmek­tedir: Kıyamete kadar yahudilerin veya diğer insanların içinden böyle gruplar çıkacaktır. Aynı psikolojik hastalıklara bürünenler, aynı şartlar altında kalırlarsa, onların da bu şekilde insanlar olabileceğine dikkat çekilmektedir. Meselâ Mâide sûresinin 57-63. âyetlerinde anlatılan dav­ranıştaki insanların 64. âyetteki zirve tepkilerinin ardından yüce Allah on­lara lanet ederek kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık sokmuştur. Aynı durum Mâide sûresinin 14. âyetinde, hıristiyanların, Allah'a verdik­leri sözde de durmamaları neticesinde aralarına kin ve düşmanlık sok­masına benzemektedir. Hıristiyanlara ve yahudilere uygulanan bu durum­ların müslümanlara anlatılmasının sebebi, onların durumuna müslümanların düşmesini istememesidir.

Kin ve düşmanlık psikolojik bir duygudur. Bunlar kültür vasıtasıyla nesilden nesile aktarılır. Yetişmiş olan nesil, yetişmekte olan nesle kin ve düşmanlık duygusunu aşılayabilir. Kin ve düşmanlık duygu­larıyla yetişenler, kin ve düşmanlık bakımından bilenirler. İlk nesilde bir kartopu büyüklüğünde olan kin ve düşmanlık duygusu, gelecek nesillerde çığ halini alabilir.

Günümüzde olduğu gibi, komşu ülkelere karşı nesillerine kin ve düşmanlık duygusu aşılayanlar, onların gönül çevresini kirlettikleri gibi, kültürlerini de kirletmektedirler.

6. "Allah savaş ateşini söndürür". Kin ve düşmanlık duy­guları çığ halini alınca, milletler arası ilişkileri kızıştırır, hatta aynı milletin içindeki grupların arasında çeşitli savaş alevlerini yakar.

Yüce Allah yahudilerin bir kısmının, ülkeler arasında savaşları kış­kırtma alışkanlığı olduğunu söylemektedir: illi "Ne zaman, savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür". Yahudilerdeki kin ve düşmanlık duyguları, sosyal hayatta fitneyi doğurmakta, fitne de savaş alevinin yakıtı olmaktadır. Ama onların gönlünde başlayan bu savaş alevini çoğu zaman yüce Allah sön­dürmüş ve söndürmektedir. Âyetteki CJ£ küllemâ "her ne zaman " ifa­desi, savaş ateşini yakma alışkanlıkları olduğunu göstermektedir.

Mâide sûresinin 64. âyetinin devamı bunu cevaplandırmaktadır: "Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez".

Kin ve düşmanlık alevi gönüllerinde yer etmiş kimseler, insan ilişki­lerini yozlaştırmayı, çürütmeyi artırmak ve dünyayı kirletmek için ellerin­den geleni yapmaya çalışırlar. Çıkardıkları savaş alevini Allah söndürür­ken, bu ateş gönüllerinde devam eder, bu sefer yozlaşma, çürüme ve kir­lenme denen fesada koşarlar.

Akıllarını kullanmayanlar, kinlerini ve düşmanlıklarını sosyal hayata bulaştırmadan duramazlar. "Allah fesat çıkaranları sevmez" derken, bu in­sanlardan sevgisini esirgediğini söyleyerek eğitimde önemli bir cezalan­dırmaya işaret etmektedir. Çocuktan sevgiyi esirgemek, onu sevgi alanı­nın dışında bırakmak en etkili ceza şekillerinden biridir. İlâhî sevgiden mahrum kalmak, bu insanlar için caydırıcı bir etken olmalıdır.

Kısaca diyebiliriz ki, Allah'ın dinini küçümseyen ve onunla eğle­nen, ibâdete saygı göstermeyip alay eden, müminleri horlayan, beyinsiz ve fâsık insanlar, Allah katında çok kötü bir yeri olan, durup dururken dümdüz yolda sapıtan, iman etmediği halde iman ettiklerini söyleyerek ikili oynayan, günâh, düşmanlık, yalan ve haram lokma için yanşan, Al­lah'a cimri diyen, Kur'ân'a karşı azgınlığını ve inkârını arttıran, her za­man savaş ateşini yakan, insanlığın yozlaşmasına koşan insanlar, Allah'ın sevgisini kaybetmektedirler. Bu sevginin olmadığı gönüle de kin ve düş­manlık dolmaktadır.[64]

 

Çare Nedir?

 

65.  Eğer kitap ehli iman edip (kötülüklerden) şakıma­lardı, elbette kötülüklerini örter ve onları naîm cennet­lerine sokardık.

66.  Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve rablerinden onlara in­dirileni doğru dürüst uygulasalardı, elbette hem üstle­rinden hem de ayaklarının altından yerlerdi. Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır, fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür.

Mâide sûresinin 57. âyetinden itibaren yahudiler hakkında anlatılan ve daha önce 12-17. âyetler arasında açıklanan, yahudilerin ve hıristiyan-ların fikir, iman ve davranış şekillerinin çaresi, tedavisi olarak gönderilen iki âyettir. Aslında bu âyetler biraz daha geriye gidip, Bakara ve Âl-i İm-rân sûrelerinde, İsrâiloğulları ve Ehl-i kitap'la ilgili yanlış inanış ve dav­ranışlara çare durumundadır.

Ama ilk planda Mâide sûresinde ifade edilen hususların yahudi ve hıristiyanlarla ilgili fikrî, imanı ve ahlâkî çöküntünün çareleri olduklarını söylemekte yarar vardır. 57-64. âyetler, fikrî, imanî ve ahlâkî yapıları ve Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği vahye takındıkları tavırlardan kurtu­luşun reçetesini vermektedir. Bu anlamda 57-64. âyetlere bir daha bakı­labilir.

İslâmiyet'i alay konusu edindiler; müslümanlar namaza çağrıldıkla­rında bu çağrıyı küçümseyip alaya aldılar; akıllarını kullanmadılar; tevhîd inancına sahip olduklarından, yani Kur'ân ve daha önce onlara indirilene inandıklarından dolayı müslümanlardan hoşlanmadılar; Allah onlara "domuz, maymun" dedi, onları şeytanî güçlerin kulu yaptı, Allah'ın ka­tında aşağı bir seviyeye düştüler; inanmadıkları halde inandık dediler ve böylece ikili oynadılar; günâha, düşmanlığa ve haram lokmaya koştular; ilim ve din bilginleri onları yalan söylemekten ve haram lokma yemekten alıkoymadı; Allah'a cimrilik sıfatını yakıştırdılar.

Şimdi "Bu kadar olumsuz davranışa sapmanın çaresi ne olabilirdi?" sorusunu sorabiliriz, ya da bundan sonra ne yaparlarsa kurtulma imkânını elde edebilirler?

1. "İman edecekler". Âyetin babında yer alan "eğer" kelime­sine, hem geçmişe hem de geleceğe yönelik mâna yüklemekte yarar var­dır. "Eğer şöyle şöyle yapsalardı" veya "eğer şöyle şöyle yaparlarsa" ifa­desinin geçmiş ve geleceğe yönelik davranışlara ait olduğunu düşünmek gerekiyor. Geçmişe yönelik olarak mânalandırırsak, "Eğer onlar iman etmiş olsalardı" diyebiliriz; geleceğe yönelik ise "Eğer onlar iman eder­lerse" diyebiliriz.

İster geçmiş isterse gelecekle ilgili olsun, kitap ehlinin bir iman so­runu olduğu ortaya çıkmaktadır. Geçmişte yaptıkları davranışların sebebi, imanlarındaki sorunlarından kaynaklanmıştır, ya da bunca olumsuz dü­şüncelerden ve davranışlardan kurtulmak isterlerse, gerçekten iman etmeleri gerekmektedir. Madem ki Kur'ân'a karşı takındıkları tavır, iman zaafından kaynaklanıyordu, o zaman bu iman zaafını ortadan kaldırarak çare bulunmuş olacaktır. Hastalık hangi organda ise, onu tedavi etmek ge­rektiği gibi, insanın manevî hastalığı nerede ise ona da oradan başlamak gerekir.

Madem ki kötü davranışların sebebi sağlıksız psikolojidir, öyleyse bunun düzeltilmesi şarttır. Gönülde teşekkül edecek olan gerçek iman, bu olumsuz davranışların düzeltilmesi için ilk adım olacaktır.

2.  "Sakınacaklar". Yüce Allah "Sakınınız!" emrini, takva keli­mesiyle vermektedir. Bilindiği gibi akıl beyni, sevgi de gönlü temsil et­mektedir, ikisinin birleşmesi imanı ve bilinci doğurmaktadır. Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olanlar, manevî bir eğitim almış demektir.

Şimdi bu iki manevî oluşuma daha yakından bakarsak, ikisinin ara­sındaki ilişkiyi görebiliriz. Takva denen ruh olgunluğuna ve Allah'a karşı sorumluluk bilincine götüren iman gerçek imandır.

Onların olumsuz davranışlarının sebebi, iman zaafı ve takva denen bilinçte olduğuna göre, yüce Allah gerekli olan değişimin aynı yerden başlayacağına dikkat çekmektedir.

3. İlâhî vahyi uygulayacaklar. Yüce Allah Mâide sûresinin 66. âye­tinde çarenin üçüncü boyutunu vermektedir. "Tevrat'ı, İncil'i ve rablerinin onlara indirdiği vahyi uygulama safhasına geçeceklerdir". Eğer kitap ehli, Tevrat ve İncil'de yer alan hükümleri uygulasalardı, Kur'ân'a ve müslü-manlara bu kadar tavır takınmaz, kin ve düşmanlık duygularının mah­kûmu olmazlardı. Yine bu kutsal kitapları dikkate alsalardı, Hz. Muham-med'e inanacak ve Kur'ân'a tavır takınmayacaklardı. Şimdi çareler ve­rildi, ama bu çarelerin getireceği değişim ne olacaktır? Bu sorunun cevabı her iki âyette yer almaktadır.

a) Kötülükleri örtülecek. 65. âyette geçen "Elbette onların kötülüklerini örteriz" ifadesini, geçmiş ve gelecekle ilgili olarak iki boyutlu olarak düşünmekte yarar vardır. Geçmişe yönelik düşünürsek, "Onların geçmişte işledikleri günâhları sileriz, yani örteriz"; geleceğe yö­nelik düşünürsek, "Onları kötü düşünce ve yanlış düşüncelerini iyiye dönüştürürüz" neticesine varabiliriz. Ama bir üçüncü şıkta, her ikisini bera­ber gerçekleştirmek vardır. "Geçmiş günâhlarını silip, iyi davranış üretmelerine yöneltiriz" diyebiliriz.

"Örteriz" ifadesine "değiştiririz" mânasını, Furkân sûre­sinin 70. âyetine göre verebiliriz. "Ancak tövbe ve iman edip iyi davra­nışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir". Bu âyetle, yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 65.âyetini bir araya getirirsek, "örteriz" veya "sileriz"in mânasını, "değiştiririz" veya "çeviririz" şeklinde verebiliriz.

b) Cennete girecekler. Âyetin son bölümünde "nimeti bol" anlamına gelen na'îm cennetlerine girecekleri vaad edilmektedir. İman edip takva denen ruh olgunluğuna erenler, cennetle ödüllendirilecektir.

c) Berekete nail olacaklar. Allah çarenin üçüncü ilâcını 66. âyette Tevrat, İncil ve rablerinden gelen vahyi tatbik etmek olarak belirlemişti. Bu da gerçekleşince, üçüncü değişim noktasında ekonomik bolluğa kavu­şacaklardır. "Şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yer­lerdi". Bunun anlamı göksel ve yerel nimetlere kavuşmaları, kıtlıktan kurtulmalarıdır.

66. âyetten şu hikmeti çıkartmak mümkündür: İlâhî vahyi hayata geçirmenin ekonomik bollukla yakın bir ilişkisi vardır. İnsanlar Allah'tan uzaklaştıkça kıtlığa düşmekte, ekonomik sorunlar yaşamaktadırlar. İman, takva ve eylem, yani çalışma beraberinde bereketi, bolluğu, ekonomik açıdan da refahı getirmektedir. Manevî değerleri kaybedenler, ekonomik değeri de kaybetmektedirler. Aklını kullanan, iman eden, Allah'a karşı so­rumluluk bilincinde olan ve iş üreten insanlar, elbette ekonomik değeri de üreteceklerdir.

Öteki dünyada bütün nimetlerin sergilendiği naîm cennetlerinde, bu dünyada da ekonomik bakımdan bolluk içerisinde olacaklardır.

İman, takva ve iş görme, Allah'ın rızık hazinesinin kapılarını açacak kadar güçlüdür. Tevrat'ı İncil'i ve Allah'ın indirdiği diğer vahiyleri hayata geçirmeyi, eylem mânasında alıyoruz. Bu eylem, kitaba uygun iş üretmek anlamına gelmektedir.

"Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır". Âye­tin bu kısmında yer alan muktesid kavramı "doğru yol", yani "orta yolu tutanlar" anlamına gelmektedir. Bu kişiler daha önce Allah'a, âhirete ina­nan ve iyi amel işleyenler olarak takdim edilen yahudi ve hıristiyanlardır (Bakara 2/62); gece vakti secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okuyan, Allah'a, âhiret gününe inanan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, ha­yırlı işlere koşuşanlardır (Âl-i İmrân 3/113-114). Burada onların "iyi in­sanlar" oldukları belirtilmektedir. Mâide sûresinin 66. âyetindeki orta yolu tutanlar bunlardır.

"Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür". Kitap ehlinin değişime uğramadan önceki manevî dengelerinden, az bir grubun orta yolda; çoğunluğun ise kötü işlerde oldukları ortaya çıkmaktadır. Ço­ğunluğun kötü yolda, aşırılıklarda, ilâhî sevgiden mahrum kalacak davra­nışlarda olmaları, toplumu kıtlığa, yoksulluğa, çürümeye, kokuşmaya götürmektedir.

Demek ki 64. âyette "Allah'ın eli kapalıdır" derken, sadece müslü-manların ekonomik açıdan perişanlığını değil, kendilerinin uğradıkları kıt­lığı da gündeme taşımaktadır. Yüce Allah iman, takva ve ilâhî vahyi tatbik etmekle, onlara göksel ve yersel nimetlerin bereketini açacağını vaad et­mektedir. Ekonomik değişimin, manevî alandaki değişime bağlı olduğunu kanun haline getiren Allah, manevî değişimin faydalı işle sonuçlanmasını şart koşmaktadır. Ekonomik bolluğun, insanların beyin ve gönüllerindeki olumlu değişime ve faydalı iş üretmeye bağımlılığını bir kere daha vurgu­lanmaktadır.

İman, Allah'a bağlılığı; takva, sorumluluk bilincindeki eylemi; "faydali iş", üretken, işe yarayan ve Allah'ı incitmeyen, onun vahyine uy­gun işi temsil etmektedir. Bir eylem ki onun içinde iman, takva ve ilâhî vahiy vardır, o iş bolluğu getirecek, sıkıntıları ortadan kaldıracaktır.

Din âlimleri insanlara imanı anlatırken, takva denen manevî ruh ol­gunluğunu sağlarken, eylemlerde ilâhî vahyin çeşnisinin bulunmasını te­min ederken, gözle görülür, elle tutulur bir neticeye ulaşacaklarını öğret­melidirler. Beyin ve gönülden çıkanla, ekonomik hayatın nasıl düzeleceğini bilimsel olarak göstermelidirler. Manevî değişimin maddî hayattaki değişime nasıl döndüğünü görüp anlatabilmelidirler. Bu âyetlerde bir ah­lâkî siyâset olduğu kadar, ekonomik siyâset de yer almaktadır. Bu alan­lardaki siyâsetleri, insanın beyni, gönlü ve faydalı iş belirlemektedir.[65]

 

Peygamberin Görevi:

 

67. Ey Peygamber! RabbmdenY sema mdinlenv tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.

Bu âyetin iniş sebebi olarak pek çok olay gösterilmektedir. Râzî bu rivayetleri sıralamaktadır, fakat bunların pek çoğuna güvenmek güçtür. Ancak Mâide sûresinin bundan önceki âyetlerini dikkate alırsak, iniş se­bebini daha isabetli olarak tesbit edebiliriz.

Kitap ehli, müslümanların dinini alay ve oyun konusu ediniyorlardı. Bu onların azgınlığını ve küfrünü artırıyordu (Mâide 5/57, 64). Bunun an­lamı, Hz. Peygamber'in getirdiği mesaja ağır bir tepki gösteriyorlardı.

Bu tepki karşısında Ahmed b. Hanbel'in Müsned'mâe (I, 309) be­lirtildiği gibi, Hz. Peygamber, insanların onu yalanlaması, yahudi, hıristi-yan ve müşriklerin onu korkutması sebebiyle peygamberlik görevini yürü-temeyeceğinden endişeye kapıldı. Âyet bunun üzerine inmiştir.

Zaten âyetin devamındaki "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ifa­desi, âyetin iniş sebebinin, toplumun tehlike arzedecek kadar ağır tepkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki yaşadıkları toplum her peygam­bere tepki gösterdiği gibi, Hz. Peygamber'e de tepki gösterilmiştir. Bu tepki öyle tehlikeli bir noktaya ulaştı ki, ilâhî koruma devreye girmiştir.

1. "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! " Âyetin bu kısmından çıkarılacak sonuçlar şunlardır: Allah, Hz. Peygamber'e, kendisinin indirdiğini tebliğ etmesi, şahsî fikrini ona katmaması konusunda uyarıda bulunmaktadır.

Diğer taraftan Kur'ân'a ve dolayısıyla Hz. Peygamber'e gösterilen tepkilere karşı, "Sen tebliğ görevini yerine getir, onların tepkilerine aldırış etme!" anlamına da gelebilir. Çünkü En'âm sûresinin 33. âyetinde yahudi, hıristiyan ve müşriklerin asıl tepkilerinin Allah'ın âyetlerine olduğu uyarı­sında bulunulmuş, 35. âyette Hz. Peygamber'e gösterilen bu tepkinin benzerleri, geçmiş peygamberlere de gösterildiği tesellisine dikkat çekil­miştir.

Hangi şartlar altında olursa olsun peygamber ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla sorumludur. Ama bunu yaparken mesaja herhangi bir ilâve yapmamalıdır. Ne indirildiyse, onu aynen insanlara ulaştırmahdır. Onların inandırıcılığı, Allah'ın mesajını tebliğ etmekle gerçekleşecektir. Bütün peygamberler kendi fikirlerini değil, ilâhî mesajı ulaştırdıklarını söylemek­tedirler (bk. A'râf 7/62,79,93,68; Hûd 11/57; Ahkâf 46/23; Cin 72/28).

Buradan şu eğitim ilkesini çıkartabiliriz: Peygamberler sadece ve sa­dece Allah'ın indirdiğini tebliğ edeceklerine göre, eğitimciler de din adına sadece Allah'ın indirdiği mesajı tebliğ edip öğretmelidirler. Din adına in­sanlara birilerinin görüşü, içtihadı, felsefesi öğretilemez ve öğretilmeme­lidir. İnsan düşüncesinin dine karıştırılmaması konusunda Allah ne kadar titiz davrandığını şu âyetleriyle ortaya koymaktadır: "Kur'ân, âlemle­rin rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can da­marını koparırdık" (Hakka 69/43-46).

Kur'ân'ın, Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının delili olan bu âyetler, Kur'ân'a Hz. Peygamber'in bir ilâve yapamayacağı uyarısında da bulunmaktadır. Peygamber'e olan bu uyarı, din âlimlerinin önde gelen metotlarından biri olmalıdır.

2. "Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun". "Allah'ın indirdiğini insanlara ulaştırmazsan, pey­gamberlik görevini yerine getirmemiş olursun" ifadesinden anlaşılıyor ki, insanlardan korkarak vahyi tebliğ etmeme ihtimali de vardı. Söz konusu ihtimali âyetin bu kısmı ortadan kaldırmaktadır. Demek ki Hz. Peygamber öncelik bakımından, Allah'a karşı olan görevini yerine getirecektir. Ma­dem ki bu görev, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla tamamlanıyor, o za­man bu elçilik görevi yerine getirilmelidir.

Vahyin amacı, bunalıma giren insan ilişkilerini bunalımdan çıkart­mak, onların sosyal ve manevî problemlerini çözmek olduğuna göre, elçi vasıtasıyla bu çözüm yolları insanlara öğretilmeli ve ulaştırılmalıdır. Hz. Âişe'den rivayet edilen bir hadîse göre Hz. Peygamber, ilâhî mesajı bütü­nüyle tebliğ etmiştir.[66]

Veda haccında Hz. Peygamber, "Ey insanlar! Size benim hakkımda sorulduğu zaman ne diyeceksiniz?" sorusunu yöneltince onlar "Tebliğ et­tiğine tanıklık ederiz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Allahım! Tebliğ ettim mi?" dedi[67].

Veda haccında kırk binin üstünde bir insan kitlesi bu hâdiseye şahit olmuştur. Demek ki Hz. Peygamber'in son endişesi, ilâhî mesajı tebliğ edip etmediği olmuştur. Hz. Peygamber Allah'ın mesajını teblîğ edip et­meme konusunda bu kadar titiz davrandığına göre, din âlimlerinin bu ti­tizliğe çok daha fazla dikkat etmeleri gerekmektedir.

Âyetin bu kısmında yer alan risâlet kelimesi, "peygamberlik, elçi­lik" anlamına gelmektedir. "Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir" (En'âm 6/124). Risâlet kelimesi risâlât şeklinde Kur'ân'da çoğul olarak geçmektedir. Meselâ A'râf sûresinin 144. âyeti şöyledir: Mûsâf Ben risâletlerim ve sözlerimle seni insanların başına seçtim ".

Buradaki risâletler kelimesi "görevler" anlamına gelmektedir. Elçi­nin birden fazla görevi olacağından, görevler denilmektedir. Tekil olarak kullanılınca, genel anlamda elçilik, ama çoğul olarak kullanılınca, elçiliğin çeşitli görevleri kastedilmektedir.

3. "Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğ­rusu Allah kâfirler topluluğuna rehberlik etmez". Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, insanların Hz. Peygamber'e ağır tepkileri, görevini engel­leme durumuna kadar ulaşmıştı. Yüce Allah koruma görevini üzerine ala­rak tebliğ vazifesini sürdürmesini Hz. Peygamber'den istemiştir.

Allah, âyetin sonunda tepki gösteren kâfirlere karşı nasıl bir tavır takındığına işaret etmektedir. Bu insanlar, Allah'ın rehberliğinden kendi­lerini mahrum bırakmaktadırlar. İlâhî rehberliğin olmadığı yerde köklü değişimin olması imkânsızdır.[68]

 

Kitap Ehli Ve İnkar:

 

68.  Ey kitap ehli! Siz Tevrat'ı, incil'i ve rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça bir şey üzerinde değilsinizdir, de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun inkâr ve azgınlığını elbette arttıracaktır. Kâ­firler topluluğuna üzülme!"

69.  iman edenlerle yahudiler, hıristiyanlar ve Sabüler'-den Allah'a, âhiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur, onlar üzülecek de değiller­dir.

68. âyetin içeriğinde birden fazla konu yer almaktadır.

1. Vahyi hayata geçirmek. Yüce Allah insanlığa, özellikle ya-hudi ve hıristiyanlara "sağlam bir temel"in nerede olduğunu öğretmekte­dir. Sağlam temel Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın indirdiği diğer vahyi hayata geçirmekle bulunacaktır.

Vahyin uygulanması ne anlama gelmektedir? Allah'ın birliğini vur­gulayan, Hz. Peygamber'in peygamberliğine işaret edip ispatlayan geçmiş vahyin, yani Tevrat ve İncil'deki âyetlerin gereğini yerine getirmektir.

Tatbik edilecek şeylerin neler olduğuna 69. âyet açıklık getirmekte­dir. Allah'a ve âhirete inanmak, iyi ameller işlemek, yani tevhîd inancı, âhiret inancı ve iyi eylemler, bu sağlam temeli oluşturmaktadır. Bu sağlam temeli oluşturan esaslar, bütün dinlerin müşterek noktası olmaktadır. Müslümanlar, yahudiler, hıristiyanlar, Zebur'a inananlardan ibaret olan Sabitler, korku ve üzüntünün olmayacağı sağlam temeli, bu esasları yerine getirmekle bulacaklardır.

Allah'a iman ve âhirete imandan sonra, dinin emirlerini hayata geçi­rerek iyi ameller üretenler sağlam temeli bulduklarına göre, vahyi hayata geçirmenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

2. Vahiyden alerji duymak. Daha önce bu konu 64. âyette yer alan, "Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır" ifadesinde açıklanmıştı. Kitap ehli, Tevrat, İncil ve Allah'ın in­dirdiği diğer vahiylerden uzakta kalınca, arada bir boşluk doğmaktadır.

Bu boşluğu da azgınlık ve inkâr doldurmaktadır; doldurmak ifadesi de yeterli olmuyor, arttıkça da artıyor. Böyle bir oluşumun nasıl olduğunu 64. âyetin tefsirinden öğrenmek mümkündür.

3. Bunlara üzülmeye değmez. 68. âyetin sonu şöyle bitmek­tedir: "Kâfirler topluluğuna üzülme!" Aslında insan, diğerlerinin başına gelen ve gelecek olan belâlara üzülür. Hz. Peygamber de kâfirlerin başına gelecek olan belâlardan ve çekecekleri azaptan dolayı üzülüyordu. Yüce Allah, bu üzüntünün onlar adına hiçbir şey ifade etmeyeceğini anlatmak­tadır. "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik" (Şûra 42/48).

İnanmayıp inkârlarında ısrarlı olanlar, değişime kapalıdırlar. 68. âyette öyle bir oluşum gündeme getirilmektedir ki, vahyi hakkı ile tatbik etmemek, zamanla azgınlık ve inkâra dönüşmektedir.[69]

 

Nefsin Tepkisi:

 

70. Gerçek şu ki, biz İsrâiloğulları'ndan kesin bir söz aldık, ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini ge­tirdiyse, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öl­dürdüler".

71. Bir fitne kopmayacak sandılar, kör oldular, sağır kesildiler. Sonra Allah onların tövbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör, sağır kesildiler. Allah yaptık­larını görüyor.

Âyetten şu neticeleri çıkartmak mümkündür.

1. Sözünde durmama alışkanlığı. Yüce Allah Mâide sûresinin önemli konularından birini 1. âyette tesbit etmişti: "Ey iman edenler! Akidlerinizi yerine getiriniz". Biliyoruz ki sözünde durma, hukukun ve medenî olmanın ön şartıdır.

Mâide sûresinin devam eden âyetleri, anlaşma (akidleşme) huku­kunu müslümanlar arasında yerleştirilip, aşiret toplumundan gelişmiş toplum haline gelmelerini amaçlamaktadır. Mâide sûresinin 7. âyetinde "Duyduk ve kabul ettik" ifadesinin bir akid olduğu, onunla bağlandıkları ve bu bağı çözmek için sözlerini yerine getirmeleri vurgulanmıştır. 12. âyette bu anlaşmayı yerine getirmedikleri anlatılmıştır. Verilen bu örnek­ler, müslümanlara ahdinde durmanın eğitimini vermek içindir.

Müslümanlara anlaşma yapacak kadar olgun bir toplum olmanın yollarını, antlaşmanın önemini kavrayacak ruh olgunluğunu, sözünde durma, yani antlaşmanın gereklerini yerine getirmenin sadece insanlık'ka­tında değil, Allah katında çok önemsendiğini öğretmek ve bu öğreti neti­cesinde toplumu geliştirmek amaçlanmıştır.

Mâide sûresinin 20. âyetinde îsrâiloğulları ile yapılan antlaşmada, onlara elçi göndermenin hukukî temelleri atılmıştır. Elçilik mânası verdi­ğimiz peygamberlik müessesesi, ilâhî âlemle beşerî âlem arasında gerçek­leştiği için, beşerî kanadı temsil eden İsrâiloğulları'ndan elçilere inanmak ve onları korumak için söz almıştı. Mâide sûresinin 20. âyeti, bu antlaş­maya neden uymadıklarını sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamaktadır.

2. Nefse ters düşeni yalanladılar. "Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdiyse, bir kısmını yalanladılar". Yüce Allah'a verdikleri sözde, elçilere, yani peygamberlere inanacaklardı, ama onlar merkeze kendi arzularını koyduklarından, vahiyden arzularına ters düşeni reddettiler. Bu reddetme, peygamberleri inkâra, yani yalanla­maya kadar götürdü. îsrâiloğulları'nın bu kesimi, vahiy ya da ilâhî hü­kümlerle kendi nefislerini karşı karşıya getirdiler ve nefislerini tercih etti­ler. Nefse ters düşen her hükmü yalanladılar.

3. Hatta elçileri öldürdüler. Âyette geçen elçi kelimesi çoğul­dur. Bunun anlamı, İsrâiloğulları'na adı Kur'ân'da geçmeyen peygamber­ler de gelmişti. "Yalanlamak" onlar için durulacak bir yer olmadığından, onların ölümüne kadar gittiler.

Bugün elimizdeki İncil'de bu öldürme olgusu yer almaktadır: Bunun için işte size peygamberler, hikmetli adamlar ve yazıcılar gönderiyorum; siz onlardan bazılarını öldürecek ve haça gereceksiniz; bazılarını havralarda dövecek ve şehirden şehre kovacaksınız; ki sâlih olan Hâbil'in kanından, mâbedle mezbaha arasında öldürdüğünüz Barahiya oğlu Zekarya'nın kanına kadar; yeryüzünde dökülen her sâlih kan, üzerinize gelsin" (Matta, 23/34-35). "Ey Yeruşalim! Peygamberleri öldüren ve kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim!" (Matta, 23/37). "O yahudiler ki Rab îsâ'yı ve peygamberleri öldürdüler ve bizi kovdular ve Allah'ı razı etmeyip bütün insanlara muhaliftirler" (Selânikliler'e Bi­rinci Mektup, 2/15).

Son âyetteki Hz. îsâ'yı öldürme olayı gerçekleşmemiştir, ama İncil­'den alınan bu âyetler îsrâiloğulları'nın, yahudilerin peygamberleri öldür­düklerini beyan etmektedir. Bu âyetler, Mâide sûresinin 70. âyetine mu­tabık düştüğü gibi, Bakara sûresinin 87. âyetine de uygun düşmektedir: "Andolsun Biz Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu îsâ'ya da mucizeler verdik. Ve onu Cebrail'le (Ruhulkudüs) destekledik. Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız; peygamberlerden bir kısmını yalanladınız bir kısmını da öldürdünüz".

Bakara sûresinin 87. âyetinde Mâide sûresinin 70. âyetinden farklı olarak "kibirlenme" eylemi yer almaktadır. Kibirlendiler, yalanladılar ve öldürdüler. Âyetin bütününden şu genellemelere varabiliriz: İlâhî vahyi dışlayan, akıl değil, nefistir. Akıl daima iyiyi emrederken, nefis kötüye meylettirmektedir. Bu durumda eğitime bir hedef tayin etmek gerekiyor. Bu hedef de kötüye meyleden nefsi eğitmektir. Nefis, isteklerini baskıyla kabul ettirirken, vahiy seçme hürriyetini tanıyarak insanın yaptıklarını hür iradesiyle seçmesini istediğinde aralarında çatışma çıkmaktadır. Dayatan nefis zamanla tanrı halini anlıyor; (Câsiye 45/23) bu tanrı da kurban isti­yor. İşte nefis tanrısı, peygamberlerin kurban edilmesine kadar etkili ol­maktadır. Öyle görülüyor ki, peygamberlere karşı kibirlenen ve onları ya­lanlayan, hatta bir kısmını öldüren İsrâiloğulları'nda akıl ve gönül devre dışı kaldığından, nefisle yatıp kalkmaya başlamışlardır.

4. Zanları çıkmadı. 71. âyette onların bu davranışlarının analizi yapılırken, peygamberleri öldürmelerinin ikinci sebebi verilmektedir. "Bir fitne kopmayacak sandılar". İsrâiloğulları'nın peygamberlere karşı kibir yapmaları, onları yalanlamaları ve onların bir kısmını öldürmeleri, kendi sosyal statülerini korumak ve çevrelerini elde tutup geliştirmek içindi. Çünkü onların bir kısmı, toplumda bulundukları seviyenin tehlikeye gire­ceğini görüyorlardı. Yaptıklarının hatâ olduğunu bilseler bile, fitnenin çıkmayacağını sanıyorlardı. Buradaki fitne, "kıtlık, çeşitli hastalıklar, öl­dürülme, düşmanlık, kin ve hayatın olumsuz mânada ters gitmesi" anlam­larına gelmektedir.

Kendi içlerinden seçilip gönderilen peygamberleri öldürmeleri, kendileriyle Allah arasındaki ilişkileri kirletmiştir. Bakara sûresinin 88. âyetine göre Allah onlara lanet etmiştir. Onların başına gelen fitne, Allah­'ın laneti olmuştur.

Peygamberleri yalanlayıp öldüren bu insanlar, insanlığın başına fitne oluşturmuşlardır. Râzî'nin naklettiğine göre Kaffâl, onların bu fitne oluşturma ahlâkını İsrâ sûresinin 4-7. âyetleriyle açıklamıştır. "Biz, ki­tapta İsrâiloğulları'na: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye üzerinize güçlü kuvvetli kollarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi. Sonra onlara karşı size tekrar (zafer) verdik. Servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık, sayınızı daha da çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, o kullarımız yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi mescide girsinler ve elle­rine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler".

Bu âyetleri Mâide sûresinin 70-71. âyetleriyle karşılaştırırsak, ya-hudilerin dünyayı fitneye verdiklerini, ama bu fitnenin veya fitnelerin çıkmayacağını zannettikleri neticesine varabiliriz. Toplumda çıkacak fitne­nin, yani tahrip edici savaşın önceden kestirilememesinin ne kadar yanlış bir şey olduğunu göstermek için yüce Allah bu analizleri yapmaktadır. Peygamberleri yalanlayıp öldürmelerinin bir neticesi olarak yüce Allah, onların başına fitne çıkarmıştır. Tek tek evlerin arasında aranıp öldürülme­leri, bu fitnenin en önemli kanıtı olmaktadır.

5. Kör ve sağır kesildiler. Neden onlar fitnenin kopacağını kestiremediler? Bu sorunun cevabını âyetin bu kısmı vermektedir. Bu in­sanlar yaptıkları davranışın nelere mal olacağını göremediler ve onu bun­lara hatırlatan peygamberi de dinlemediler.

Kör ve sağır olma, göz ve kulakların işlevselliğini kaybetmesi de­mektir. Tek başına göz, tek başına kulak bir iş göremez. Bir şeyin parça­sını anarak bütünü kastetmek kaidesinden hareket edersek, göz ve kulak gibi duyu organlarını zikretmenin amacı, beyindir. Kör ve sağır olmaları, onların beyninin çalışmadığını ifade etmektedir.

70. âyette geçen "nefislerinin arzu etmediği" ifadesinden anlıyoruz ki, bu insanların beyni değil, nefisleri çalışmaktadır. 70. âyette nefisleri­nin etkili olduğunu, 71. âyette de beyinlerini çalıştırmadıklarını hatırlat­maktadır. Kör kesilmek, gönül gözlerinin kapanmış olmasını, sağır ke­silmeleri de can kulaklarının devre dışı kalmasını ifade etmektedir. Hep­sini toplarsak akıllarını kullanmadıklarını söyleyebiliriz.

Yapılan bu açıklamadan şu neticeye varabiliriz: Fitne denen sosyal dengelerin bozulması, çürümesi, savaşın, kıtlığın baş göstermesi, düş­manlık ve kin duygularının alevlenmesi, insanın içindeki nefsin teröristliğinden kaynaklanmaktadır. Bu terörist insanın içindeki beyin ve gönül denen iki merkezi devre dışı bırakmakta, fitne alevi halinde sosyal hayata fırlamaktadır. "Kör ve sağır kesildiler" ifadesi, beyne hammadde hazırla­yan göz ve kulağın devre dışı kalmasını açıklamaktadır. Nefis denen terö­rist, aklı ve gönlü de kurban etmektedir. Çünkü nefis tanrısı, peygamber­lerin kurban edilmesini istemeden önce, akıl ve gönlün kurban edilmesini istemektedir.

6. Allah onları affetti. Âyetin devamında "Allah onların tövbelerini kabul etti" ifadesi yer almaktadır. Tövbe etmeyenin tövbesi kabul edilmeyeceğine göre, demek ki İsrâiloğulları yaptıkları bü­yük hatâlardan sonra tövbe ettiler ve bu tövbelerini yüce Allah kabul etti. Tövbe aslında Allah'a dönüş anlamına geldiğine göre, bunlar iyiye yö­neldiler demektir. Başka bir ifadeyle iyi adına değişimi gerçekleştirdiler.

7. Tekrar kötüye döndüler. "Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu ". Yani akıllarını yine devre dışı bıraktılar, yani kör ve sağır hale geldiler. Kötüden iyiye, iyiden kötüye doğru olan bu değişim onların sos­yal hayatında büyük depremler oluşturmuştur.

İsrâiloğuları'nın bu istikrarsızlığı, nöbet nöbet gelen biyolojik has­talıkların durumunu andırmaktadır. Âyetin sonunda yer alan "Allah, onla­rın yaptıkları her şeyi hakkı ile görendir" ifadesinden, kör ve sağırlığı psi­kolojik bir eylem olarak kabul etmektedir. Aklın beyinde çalışması, dü­şünce ve bilgi üretmesi bir eylemdir. Gönülde imanın teşekkül etmesi de bir eylemdir. A'râf sûresinin 179. âyetinde kalp, göz ve kulağın eylemleri gündeme getirilmektedir. Bu anlayıştan hareket ederek diyebiliriz ki, be­yin açısından cehalete, gönül açısından da inkâra düşmeleri, onların kör ve sağır kesilmeleri demektir. Onun içindir ki "yaptıkları" kelimesine yer vermektedir.

Diğer taraftan insanın yapıp ettiklerini idare eden onun psikolojik yapısı olduğundan, yüce Allah neticeyi gözlemlediğini ifade etmektedir. Körlük ve sağırlık, sebep; yapıp etmeler de sonuç olduğuna göre, yüce Allah neticeyi iyice gözlemlediğini belirtmektedir.

Mâide sûresinin 70 ve 71. âyetlerini birlikte değerlendirebiliriz: Nefsin etkinliği, zannın yanıltması ve akılla gönlün devre dışı bırakılması neticesinde, peygamberleri yalanlamışlar, bazılarını da öldürmeye teşeb­büs etmişlerdir. Onların bu yaptıklarıyla Allah'a verdikleri sözü bozma­ları, antlaşmalarını rafa kaldırmaları anlamına gelmektedir.

Demek ki câhil ve kâfir toplum, elçiye veya elçilere tahammül ede­memektedirler. Allah bize İsrâiloğulları'nın hikâyesini anlatmak için bu âyetlere yer vermemektedir. Aslında bize, nefsin etkisinde kalıp yaptığı hareketlerin boyutunu kestiremeyen, aklını ve gönlünü devre dışı bırakan­ların, elçilik gibi milletler arası ilişkileri düzenleyecek hukukî anlayışa sa­hip olamayacaklarını anlatmaktadır. Allah'ın elçilerine tahammül edeme­yenler, beşerin elçisine tahammül edebilirler mi?

"Nefislerinin istemediği bir şeyi getirince " ifadesi, nefsin hukuku altüst ettiğine, antlaşmayı yerine getirmediğine ve katle ve fitneye giden yolu açtığına dikkat çekmektedir. Demek ki hukuk, nefsin üzerine temel-lendirilemez. Devletler arası ilişkilerde nefsin yeri olmamalıdır.[70]

 

Küfre Düşmek Nasıl Olur?

 

72. Andolsun, "Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir" di­yenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: "Ey İsrâiloğulları, benim rabbim ve sizin rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz, zira kim Allah'a ortak ko­şarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram etmiştir. Ve onun varacağı yer ateştir; zâlimlerin yardımcıları yoktur!

73.  "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir ol­muşlardır. Oysa yalnız bir tek Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, el­bette onlardan inkâr edenlere, acı bir azap dokuna­caktır.

74.  Hâlâ Allah'a tövbe edip O'ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayan, esirgeyendir.

75.  Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey de­ğildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmişti. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara nasıl âyetlerimizi açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) çevriliyorlar?

76. De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar ne de yarar ver­meye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah işitendir, bilendir.

Mâide sûresinin bu beş âyetini beraberce yorumlamamızın sebebi, konu olarak birbirine içten bağlı olmaları ve aynı konunun dokusunu mey­dana getirmiş olmalarındandır. Daha önceki âyetlerde yüce Allah yahudi-lerin durumunu anlattıktan sonra, bu sefer de hıristiyanların durumunu ele almaktadır. Mâide sûresinin 69. âyetinde müslüman, yahudi, hıristiyan ve Sâbiîler'in Allah'a, âhirete inanıp iyi amel sergileyenlerinin değerlendiril­mesi yapılmıştı. Bu âyetten sonra gelen 70 ve 71. âyetlerde bu çizginin dışına çıkan, Allah'a verdiği sözde durmayıp ahdini bozan, Allah'ın pey­gamberleri kendilerine nefislerinin arzu etmediği şeyi getirdiklerinde onları yalanlayan, onları öldüren, bundan fitne çıkmayacağını sanan, kör ve sa­ğır davranıp aklı devre dışı bırakan İsrâiloğulları'nın bir kesimi ele alınmıştır.

1. Daha sonra 72. âyette peygamber olan bir insanın tanrılaştırıl-ması konusunda hıristiyanların durumu ele alınmaktadır. Bu insanlar da İsrâiloğulları'nın bir bölümünü teşkil ediyordu. Bu insanlar, kitap ehli ol­maktan çıkarak "kâfir" sıfatını aldılar. Onlar nasıl bir tanrı fikri ileri sürdü­ler:

a) "Andolsun ki, Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir diyenler kâfir olmuşlardır". Meryem oğlu Mesih­'in babasız olarak dünyaya gelmiş olması, zamanla tanrılaştırılmasına ka­dar varan bir tartışmayı açmıştır.

b)  Onlardan başka bir grubun, Mâide sûresinin 73. âyetinde: "Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır" şeklinde inandıkları nakledilmektedir. Teslîs akîdesi, ya da üçleme denen inanç şeklini benimsediler. "Baba, oğul, kutsal ruh" şeklindeki tanrı fikri ya da itikadı, tevhîd itikadının içine sokuldu.

c) Mâide sûresinin 116. âyetine göre, anne-oğuldan ibaret olan ikili tanrı inancı, tevhîd itikadına dahil edildi. Onun için bu âyette yüce Allah,

Meryem oğlu îsâ'ya insanlara bu ikili inancı benimsemelerini kendisinin öğretip öğretmediğini sordu.

d) Tevbe sûresinin 30. âyetine göre önce yahudiler Hz. Üzeyir'i, sonra hıristiyanlar Hz. îsâ'yı "Allah'ın oğludur" diyerek, evlât edinen bir Allah anlayışını gündeme getirdiler ve kâfir oldular. Daha sonra yahudi ve hıristiyanlar kendilerini Allah'ın oğlu olarak görmeye başladılar (Mâide

Tek tanrı fikri ve inancının yanında mantar şeklinde çıkan bu inanış şekilleri, yüce Allah tarafından inkâr olarak değerlendirilmekte ve tenkit­leri şu şekilde yapılmaktadır.

2. "Halbuki Mesih, ey İsrâiloğuİları! Rabbim ve rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz- Biliniz ki kim Allah'a ortak ko­şarsa, elbette Allah ona cenneti haram kılar. Artık onun yeri ateştir. Ve zâ­limler için yardımcılar yoktur, demişti".

a) Görüldüğü gibi, 72. âyetin başında yüce Allah'ın inkâr olarak değerlendirdiği bu inanış biçimini, yani Meryem oğlu Mesih'in Allah ol­duğu itikadını, Hz. îsâ şirk olarak değerlendirmektedir.

b)  Hz. îsâ, İsrâiloğulları'na, kendisinin ve onların rabbi olan tek Allah'a kulluk etmelerini emretmişti. Günümüzdeki İncil'de de aynı söy­leve yakın ifadeler yer almaktadır: "O zaman îsâ ona dedi: 'Çekil şeytan, çünkü; 'Rab Allah'ına tapınacak, ve yalnız O'na kulluk edeceksin', diye yazılmıştır" (Matta, 6/10; bu âyetin benzeri, Luka, 6/8'de geçmektedir).

Demek ki ikili veya üçlü tanrı fikrini veya itikadını hıristiyanlara, ya da İsrâiloğulları'na Hz. îsâ öğretmemiş, tam tersine onlara tek Allah inancını aşılamıştır. Onların inkâra ve şirke sapmalarının kaynağında ne kutsal kitapları ne de peygamber ve beşer olan Hz. îsâ vardı.

c) Mâide sûresinin 72. âyetinin devamında Hz. îsâ onları şirk bata­ğından kurtarmak için, yüce Allah'ın müşriklere cenneti haram kıldığı, müşrikin yerinin ateş olacağı, müşriklerin zâlim oldukları ve onların mah­şerde yardımcılarının olmayacağı uyarısında bulunmuştu. Böylece yüce Allah, Hz. îsâ'ya gönderdiği tevhîd inancını İsrâilo-ğulları'na nasıl öğrettiğini, şirk ile nasıl mücâdele verdiğini onun ifadele­riyle anlatarak İsrâiloğullan'nm yanlışını tenkit etmiştir.

3. Mâide sûresinin 73. âyetinin devamında teslis inanışından hemen sonra şu uyarıda bulunulmaktadır:

a)  "Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur". Tevhîd inancının parçalanamayacağı ilkesini getiren bu kısım, hem bütün hak dinlerin öğrettiği tevhîd inancını bir kere daha gündeme getirmekte, hem İsrâiloğulları'nın tenkidini yapmaktadır. Böylece yüce Allah onların itikadını tenkit ederken, doğru inanış biçimini de öğretmek­tedir.

b) £ger dıyegeldık-lerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet ede­cektir". Yüce Allah'ın inkâr ve şirk olarak değerlendirdiği bu ikili ve üçlü ilâh itikadını normal yollardan tenkit ederek, onların bu inanış şeklinden vazgeçmelerini istemektedir. Normal bilgilendirmenin yeterli olmadığı in­sanları caydırmak için, cehennem azabını devreye sokmaktadır.

72. ve 73. âyetlerden şunu anlıyoruz. Bir fikri ve inanış biçimini tenkit ederken, öncelikle doğrusunu onun yerine koymak gerekiyor. Ol­madığı takdirde işin varacağı kötü neticeyi ortaya koyarak caydırıcı bir yol tutulmalıdır. Demek ki yanlış bir düşünce, inanç ve davranışın önce ne­reye varacağı şeklindeki kötü neticeyi değil, ne olması gerektiğini, yani doğrusunu anlatmak, öğretmek gerekiyor. Yanlışın karşıtı, neticesi değil, doğru olanıdır.

4. Mâide sûresinin 74. âyetinde İsrâiloğulları, daha sonra hıristiyan denilen kesimin bu yaptıklarından tövbe edilmesi, yani dönülmesi gereken büyük hatâ olduğu anlatılarak, ne yapılması gerektiği gündeme getirilmek­tedir: "Hâlâ Allah'a tövbe edip O'ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok affedici ve merhamet sahibidir".

Buraya kadar 72 ve 73. âyetlerde yanlış inanış şekilleri, inkâr ve şirk değerlendirmesiyle anlatıldı, doğru olan öğretildi ve nihayet caydırıcı olması için cezanın ne olduğu belirlendi. Bu âyette de, hatâdan dönülmesi ve hatânın affedilmesi için gereken davranışlar öğretilmektedir.

a) Allah'a tövbe etmek. Allah'a tövbe etmenin buradaki anlamı, Allah'a yönelmektir. Allah'tan başkasını tanrı edinmek itikadını bırakarak, sadece ve sadece Allah'a yönelmeyi ve O'nu tanrı edinmeyi ifade etmek­tedir.

b) Allah'tan af dilemek. Sadece Allah'a yönelmekle iş bitmi­yor, aynı zamanda geçmişteki şirk denen en büyük günâhın temizlenmesi için, tevhîd inancını kabullendikten sonra af dileğinde bulunmak gereki­yor.

c) Tövbe ile istiğfar. Tövbe iJe istiğfar, ve üçJü tanrı itika­dını benimseyen hıristiyanlara bir çıkış kapısı olmaktadır. Bu kapıyı yüce Allah'ın affedici ve merhamet sahibi olma sıfatları açık tutmaktadır.

Allah, kullarının şirk ve inkâr alanında kalmalarını hiç istemiyor. Çünkü bir zaman sonra o alan ateş alanına dönecektir. Dinin esas görevi, ateş alanına dönecek olan şirk ve inkâr alanından insanları kurtarmak ve onlara bir çıkış kapısı sunmaktır. Yüce Allah af ve merhamet sıfatları ge­reği, o ateş alanından kurtarmayı bu âyette kulların önüne koymakta, önemli olanın hatâyı cezalandırma olmadığı, tam tersine af ve merhametin önemli olduğunu vurgulamaktadır.

5. Yüce Allah Mâide sûresinin 75. âyetinde Meryem oğlu Mesih'in ne olduğunu, hangi görevle görevlendirildiğini açıklamaktadır.

a) "Meryem oğlu Mesih sa­dece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir". Hz. îsâ konusu Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetinde açıklandı. Buradaki muhteva içerisinde hıristiyanların Hz. îsâ'yı tanrılaştırmalarının çok yanlış olduğunu anlatırken yüce Allah, onun sadece kendinden evvel gelen pey­gamberler gibi bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır.

Hz. îsâ'nın ne olduğunu açıklarken, peygamberlik alanı ile Tanrılık inancının ayrılması gerektiği öğretisini vermektedir. Peygambere tanrılık yakıştırmak, hem onun alanını aşmak, hem de tek tanrı itikadı alanına tecavüz etmektir. Böylece yüce Allah, Allah ile peygambere yakışan alanın ne olduğunu öğreterek, itikadın kirlenmesini önlemektedir.

b) "Anası çok doğru bir kadındır". Yüce Allah âyetin bu kısmında "sıddîka" sıfatını Hz. Meryem'e, yani Hz. îsâ'nın annesine ya­kıştırmaktadır. Bu kelimenin anlamı; doğru, tasdîk edici, sapmamış mâna­larına gelmektedir.

Sıddîka kelimesine "tasdîk eden" mânasını, Tahrîm sûresinin 12. âyetine dayanarak veriyoruz. "Ve rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etti". Demek ki Hz. Meryem, inancında hiç şirke sapmamış, cinsel namusunu koruduğu gibi, itikad namusunu da koru­muştu. Gönülden inanan bir kadındı.

Sıddîka kelimesinin başka bir anlamı da, günâhlardan arınmış de­mektir. Günâhlardan arınma ve gönülden bağlı olacak bir şekilde tasdîk edici olmak, beşer için düşünülen vasıflardır. Allah için günâhlardan arınmışlık ve Allah'ın kelimelerine ve kitaplarına gönülden inanmak gibi vasıflar düşünülemez.

c) "Her ikisi de yemek yerlerdi". Onların tanrı ola­mayacağını anlayabilecekleri, âyetin bu kısmında anlatılmaktadır. Yemek yiyen varlık, hayatını sürdürmek için muhtaç olduğunu göstermektedir. Muhtaç olan varlık ise tanrı olamaz.

Zaten Hz. îsâ'nın çoğu âyetlerde "Meryem oğlu" olarak yer alması­nın sebebi de, onun bir varlıktan doğduğunu her defasında tekrar ederek ezelî olmadığını, yani tanrı olamayacağını hatırlatmaktadır. Birinden do­ğan varlığın başlangıcı var demektir; başlangıcı olan da tanrı olamaz. Âyette annesinin yediğini söylemekle, onun da tanrı olamayacağını ispat etmektedir.

6. Mâide sûresinin 75. âyetinde, Hz. îsâ'nın kim olduğu, görevinin neler olduğu deliller getirilerek açıklanmaktadır: "Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl yüz çe­viriyorlar". Âyetin bu kısmından çıkaracağımız bazı genellemeler olacak­tır:

a) İnsanlar yanlış inanca sapabilirler. Onların yanlış inanca sapma­larının sebepleri ne olursa olsun, yanlış inançta olduklarını onlara delille­riyle ispat etmek gerekiyor. Hiç inancı olmayan bir insana doğru inancı aşılamak, y arinş manta Hıristiyan­lar belli bir inanca sahip olduklarından, onlara yanlışlarını anlatmak ve onları doğru inanca çekmek zordur. Bunu yapabilmenin yolu, onlara delil­leri net bir şekilde açıklamaktan geçmektedir.

b) Din âlimleri, yanlış inançlarla mücadele edebilmek için deliller üretip onları açıklayacak seviyede olmalıdırlar. Onun için Allah kendi metodunun kullanılmasını istemektedir. Yanlış inancın yanlışlığını, doğru inancın doğruluğunu ispat edecek bilimsel bir kimliğe sahip olan din âlimleri yetiştirmek din eğitiminin amacı olmalıdır.

Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Yüce Allah hangi delilleri onlara açıkladı? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle vermek mümkündür:

a) Hz. îsâ'nın babasız dünyaya gelmesini ispatlarken, onun yaratılış örneğinin Hz. Âdem'in yaratılış örneği gibi olduğunu söyleyerek (Âl-i İmrân 3/59), diğer taraftan annesine ruhu gönderip, ona bir beşer gibi gö­züküp, hâmile kalmasının Allah'a kolay olduğunu ve Allah'ın ona ruh üfürmesiyle gerçekleştiğini anlatarak (Meryem 19/16-22; Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12).

b) Meryem oğlu Mesih'in tanrı olamayacağını, bizzat kendisinin İs-râiloğulları'na "benim ve sizin rabbiniz" ifadesini kullanarak ona şirk ko-şulmamasını öğretmesi (Mâide 5/72).

c) Hı. îsâ'mrA sadece bir peygamber olduğunu ilân ederek onun ve annesinin yemek yediklerini söyleyerek (Mâide 5/75).

d) Bir varlığın tanrılığının kullarına temin edeceği fayda ve zararla bilinebileceğini söyleyerek (Mâide 5/76): "De ki: Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır".

Tanrı olan varlık bütün varlıkların ihtiyaçlarını giderecek olan fay­dayı onlara temin edebilmelidir. Faydayı temin edecek olan varlıkların ihtiyacını hem duyacak hem bilecektir. Bir taşın içindeki böceğin ihtiyacını duyacak ve bilecek ve o ihtiyacı giderecektir. Bütün insanların dilleriyle ifade edip seslendikleri veya seslendirmedikleri ihtiyaçları tam anlamıyla bilen ve duyan varlık tanrı olmayacaktır. Böylece fayda ve zarardan hare­ketle tek Allah fikrine ve inancına giden delilleri açıklamaktadır.

Kötülük yapmaya kalktıkları Hz. îsâ kendini koruyamıyor ve onlara zarar verebilecek bir karşılık vermiyordu; Peki böyle bir beşer nasıl tanrı olabilir? Fayda ve zararı gündeme getirerek tanrı olabilecek ile olamaya­cakları ispat etme metodu önceki peygamberlerde de vardı. Buna örnek olarak Enbiyâ sûresinin 66. âyetini verebiliriz: "ibrahim, 'Öyleyse' dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapa­cak mısınız?"

Diğer taraftan Hz. Muhammed'in tanrı olmadığını öğretmek için A'râf sûresinin 188. âyeti vahyedilmiştir: "De ki: Ben Allah'ın dilediğin­den başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip de­ğilim. Eğer ben gaybı bilseydim, iyiyi çoğaltır ve bana hiçbir fenalık do­kunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim".

Bu âyet, hıristiyanların Hz. îsâ'yı tanrı edinmeleri gibi, müslüman-ların Hz. Muhammed'i tanrı edinmemeleri için inmiştir. Bütün bu delillere rağmen Mâide sûresinin 75. âyetinin sonunda: "Bak nasıl yüz çeviriyor­lar" ifadesine yer verilmektedir.

Mâide sûresinin 72-76. âyetleri arasında İsrâiloğulları'nın hıristiyan kanadının şirke sapmamaları için anlatılan delillerin etkisiyle başkalarının etkisi bir araya gelince, 75. âyetin sonundan anlaşıldığına göre başkaları­nın, yani şeytanî güçlerin etkisi baskın çıkarak dönmelerine sebep olmak­tadır.

Âyetin sonunda ennâ yü'fekûn "nasıl döndürülüyorlar" yer almaktadır. İfadede yer alan yü'fekûn kelimesi, efekeden türemiştir. Bu kelimenin asıl anlamı, "yalan söylemek"tir. İfk denen iftira da bu keli­meden gelmektedir. Gerçek olandan dönmek ve yüz çevirmek de bir ya­landır. Üfike kalıbı, "görüşünden, kararından, yargısından döndü" anlamına gelmektedir. İnsan zihninin, gönlünün altüst olması mânasını ifade etmektedir. Sadece altüst olmakla kalmıyor, bu durum davranışlara yansı­yarak doğrudan yüz çevirmeye neden oluyor.[71]

 

Dinde Haddi Aşmak:

 

77.  De ki: "Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayınız.  Daha önceden sapan,  bir çoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayınız "

78. İsrâiloğulları'ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.

79.  Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçir­meye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötü­dür.

80.  Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettikle­rini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazır­ladığı şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.

Bu âyetlerin analizini toplu halde yapmayı uygun buluyoruz.

1. Haksız yere dinde haddi aşmak. Bir dinin mensupları haksız yere dinlerinde haddi nasıl aşarlar? Bu sorunun cevabını çeşitli âyetlerle birlikte vermek mümkündür. Burada kastedilen kitap ehlinden hıristiyanlar olduğuna göre, öncelikle onların durumuna bakmak gereki­yor.

a)  Hz. îsâ'ya ulûhiyyet derecesi vermeleri ve böylece onu tanrı edinmeleri. Bu konu özellikle Nisa suresinin 171. âyetinde ele alınmıştı. Orada Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söyleyerek, Hz. îsâ'yı tanrı derecesine yükselttikleri görülmüştü. Yüce Allah Hz. îsâ'nın sadece bir peygamber; Allah'ın Hz. Meryem'e ulaştırdığı bir kelime olduğunu, Alla­h'ı üçlememeleri gerektiğini ve Allah'ın tek olduğunu açıklamıştı. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, İncil'in takipçileri olan hıristiyanlar, Allah ve Hz. îsâ konusunda çok ciddi sorunlar yaşıyorlardı. Bu durum hem Nisa sûresinin 171. âyetinde, hem de Mâide sûresinin 77. âyetinde, dinde aşırı gitme, haddi aşma olarak nitelendirilmiştir.

Diğer taraftan Mâide sûresinin 72-76. âyetleri arasında az önce aynı şekilde, Hz. îsâ'nın ulûhiyyeti, tanrı olma durumu tartışılmış ve bunun inkâra varan bir hâl aldığına dikkat çekilmişti.

b)  İncil'in takipçileri, yani hıristiyanlar, dinlerinde hurafelere, bid'atlara yer vermeye başladılar.

Hadîd sûresinin 27. âyetine göre, hıristiyanlar ruhbanlığı bid'at ola­rak   ortaya  koymuşlardır: "Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık.

Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar". Böylece bir bid'at olarak ruhbanlığı dinlerine soktular ve böylece dinî uygulamalarda aşırıya gittiler. Yüce Allah'ın farz kılmadığı bir davranış biçimini dindenmiş gibi göstermek, dinde aşırı gitmektir.

c) İncil'in takipçileri olan hıristiyanlar, başka grupların veya millet­lerin kültürünün etkisi altında kalarak dinlerinde aşın gittiler.

Tevbe sûresinin 30. âyetine göre, önce yahudiler Hz. Üzeyir'e "Al­lah'ın oğlu" dediler, aynı anlayış daha sonra hıristiyanlar arasında ortaya çıktı. Bir bakıma yahudi kültürünün hıristiyanlan etkilemesi olayı gerçek­leşmiş oldu.

Hıristiyanlığın eski Yunan felsefesinin etkisi altında kaldığını Ge-orge William Nox admda bir rahibin Encyclopaedia Britannica'da yazdığı "Christianity" maddesinden ve aynı ansiklopedinin "Kilise Tarihi" adlı maddesinden anlıyoruz ki, Hıristiyanlık, Yunan felsefesinin etki alanına girmiş ve bu felsefe dinin safiyetini bozmuştur.

Bu ve buna benzer hıristiyan din adamlarının yazdığı yazılardan an­laşılıyor ki, Hıristiyanlık Yunan felsefesinin etkisiyle değişikliğe uğramış­tır. Bunun anlamı şudur: Tevhîd inancına dayanan bir oluşum meydana gelince, dinde aşırı gitmeler başladı. Tevhîd inancının öğretileri felsefeye yön verme yerine, felsefe dine yön vermiş ve böylece dinin saflığı ortadan kalkmıştır.

d) Dinde aşırı gitmenin bakabir şeklini Râzi, yahudilerin Hz. isa­'yı zina çocuğu olarak görmeleri olarak öne sürmektedir. Hıristiyanlar Hz. îsâ'ya ulûhiyyet verirlerken, yahudiler onu meşru olmayan çocuk olarak görüyorlardı. Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, "hak olanın" dışındaki her şey dinde aşırılığa götürmektedir. Aşırılığın olup olmadığını "hak" be­lirleyecektir.

2. Başkalarının arzularına uymak. 77. âyetin ikinci bölümü, başkalarının etkisi altında kalmama konusunda bir hüküm getirmektedir: "Daha önce sapan, bir çoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayınız "

Âyetin bu kısmı, İncil takipçilerinin geçmiş kültürünün etkisinde kalma ihtimâllerinin olabileceğine dikkat çekmektedir. Bu öylesine yoz­laşmış bir kültürdü ki, nefsin sapık arzularıyla mayalanmış, önce kendile­rini yoldan çıkarmış, daha sonra başkalarına bulaşarak onların da dümdüz yoldan çıkmalarına sebep olmuştur.

Âyetin bu kısmında geçen ehvâ kavramı, objektif ve evrensel delil­lerin geçerli olmadığı, sübjektif, şehvet kokan, tarafgir görüşleri ifade et­mektedir. Akıldan gelmeyen, gönüle hiç uğramayan, ama tamamen arzu dolu görüşler demektir.

Kur'ân'da hevâ, daima olumsuz bir etki alanı olarak görülmektedir. Hevâ, doğrunun düşmanı olduğundan, daima yoldan çıkarmaktadır: "Hevâya uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır" (Sâd 38/26). Burada hevâ, hukukî bir hükümde objektif delillerin dışına çıkarak, nefse, yani arzulara uygun sübjektif karar vermeyi ifade etmektedir. Hukuk yolu Allah'ın yoludur. Hukukta hevânın etkisinde kalarak hüküm vermek de Allah'ın yolundan çıkmaktır. "O'na inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler seni O'ndan alıkoymasın, sonra mahvolursun" (Tâhâ 20/16). Nefsin arzulan denen hevânın etkisi altında kalan insanlar, insanı imandan bile çıkarırlar.

Necm sûresinin 3. âyetine göre, Hz. Peygamber'in en önemli özel­liklerinden biri, nevasından konuşmamasıdır. Bir konuşma vardır vahyin; bir konuşma vardır aklın etkisindedir; ama bir konuşma vardır ki, o da hevânın etkisindedir. Hevâ sadece insanı yoldan çıkarmaz, fikirlerini etki­lemez; aynı zamanda Câsiye sûresinin 23. âyetine göre kendini insana tanrı olarak kabul ettirebilir.

Yüce Allah müslümanların kitabı olan Kur'ân'da kitap ehli ile ilgili böyle bir emri neden vermektedir? Bu sorunun cevabına terbiyevî bir açı­sından bakmak gerekiyor. Burada kitap ehlinin yaptıkları bu yanlıştan ha­reket ederek, onları örnek vererek, müslümanların dinlerinde aşırı gitme­lerini önlemek amacı yatmaktadır.

3. Sınırı aşmak lanetlemeyi getirmiştir. İsrâiloğulları'nın genel anlamda olumsuz bir ahlâkını ortaya koyan Mâide sûresinin 78. âyeti, peygamberlerini lanetlemelerine kadar gittiklerini gündeme getir­mektedir. Aslında peygamberlerin ahlâkında lanet okumak yoktur, ama bu âyette Dâvud ve Meryem oğlu îsâ dili ile İsrâiloğulları lanetlenmişlerdir.

Matta İncili'nin 12. babının 34. âyeti şöyledir: "Ey engerekler nesli, siz kötü olduğunuz halde, nasıl iyi şeyler söyleyebilirsiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söyler". Aynı kitabın 23. babının 33-35. âyetleri şu şekildedir: "Siz ey yılanlar, siz ey engerekler nesli! Cehennem hükmün­den nasıl kaçacaksınız? Bunun için işte size peygamberler, hikmetli adamlar ve yazıcılar gönderiyorum; siz onlardan bazılarını öldürecek ve haça gereceksiniz ve bazılarını havralarda dövecek ve şehirden şehre ko­vacaksınız ki, sâlih olan Hâbil'in kanından, mâbedle mezbaha arasında öldürdüğünüz Barahiya oğlu Zekarya'nın kanma kadar yeryüzünde dökü­len her sâlih kan, üzerinize gelsin".

İşte 78. âyette geçen söz dinlememek mânasındaki isyan, onların Allah'ın peygamberlerini öldürmekle kendini göstermiştir. Aynı şekilde sınırı aşmaları da, Allah'ın yasaklarına uymamaları anlamına gelmektedir. Cumartesi balık avlamama yasağına uymayıp, o gün balık tutmaları; Mâ-ide sûresinin 114. âyetine göre, gönderdiği sofraya rağmen iman etmeme­leri, sınırı aşmalarına sebep olmuştur.

İsyan etmeleri ve sınırı aşmaları, onların peygamberleri Dâvud ve îsâ tarafından lanetlenmelerine sebep olmuştur. Böylece yüce Allah, 78. âyette sebep-sonuç ilişkisi içinde lanetlenme olgusunu anlatmaktadır. Se­bep, söz dinlemeyip hukukun sınırlarını aşmaları, sonuç da peygamberleri tarafından lanetlenmeleri. İsrâiloğullan'ndan lanetlenen bu insanlar, kâfir olanlardı. Demek ki her kâfir olan insan veya insanlar lânetlenmemekte, isyan edip sının aşan kâfirler lânetlenmektedir.

79. âyet lanetlenmenin üçüncü sebebini vermektedir: "Onlar, birbirlerini yaptıkları iğrenç şeylerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi!"

Bunun anlamı toplumda kişiler veya gruplar birbirini kontrol edip kötü fiillerden uzaklaştırma denen eğitim faaliyetini yerine getirmiyorlardı. Sosyal kontrol denen bu faaliyetin, yerini nemelâzımcılığa bırakması, toplumun lanetin sınırları içine girmesine sebep olmaktadır. İsyan ve haddi aşmanın yanına bir de bu eylemlerden kişi veya grupları alıkoy­mama eklenince, lânetlenmeye lâyık olmaktadırlar.

Haksız yere insan öldürmek, hukukun sınırlarını aşarak hakları ayaklar altına almak ve insanları iğrenç fiillerden alıkoymamak, Hz. Dâ-vud ve Hz. îsâ'nın lanetlemesini getirmiştir. Demek ki inkâr psikolojisi bu fiiller vasıtasıyla topluma ve insanlığa yayılınca, laneti çağırmaktadır. İn­sanları iğrenç fiillerinden alıkoymamak, Allah tarafından, kötü fiil olarak değerlendirilmektedir. 78. âyeti de bu değerlendirmenin kapsamına alır­sak, isyanın, hukukun sınırlarını aşmanın ve insanları iğrenç fiillerinden alıkoymamanın kötü bir fiil olarak nitelendirilmekte olduğu neticesine va­rabiliriz. Allah "kötü fiil" kavramının içini doldurarak, yeni bir tanım ge­tirmektedir. İnkâr psikolojisi durumunda iken isyan etmek, haddi aşmak ve insanları iğrenç fiillerinden alıkoymamak, kötü fiilin açıklamasını yap­makta ve kötünün ne olduğunu tesbit etmektedir.

4. Yanlış dostluk gazabı getirir. Yüce Allah bütün bu değer­lendirmelerini "gözlem metodu"na dayanarak ispatlamaktadır. Onun için­dir ki 80. âyetin ilk kelimesi "görürsün" kelimesiyle başlamaktadır. Yani yüce Allah, kitap ehlinin isyanını, haddi aşmasını ve birbirlerini iğrenç fiillerden alıkoymamalarını, onların kimleri dost edindiklerini gözlemleyerek anlamanın mümkün olacağını beyan etmektedir.

"Onlardan çoğu inkâr edenlerle dostluk kurmaktadır". Yüce Allah, tevhîd inancına sahip olup hukukun kuralları içinde kalıp haklara tecavüz etmeyenlerin, hukukî meselelerini inkâr edenlere havale edecek kadar dostluk kurmalarının yanlışlığını vurgulamaktadır. Çünkü inkâr eden in­sanlar Allah'a isyan ettiklerinden, Allah hakkını çiğnediklerinden, insan haklarına riâyet etme gibi bir dertleri olmayacaktır. Onun için bu insanlarla hukukî meseleler teslim edilecek kadar dostluk kurulamaz.

Böyle bir dostluk rasyonel değil sübjektiftir. Yüce Allah, "Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür" derken, kuru­lan dostluğun kaynağında nefsin olduğu vurgulanmaktadır. Nefis keli­mesi cümlenin öznesi durumundadır. Hazırlama işini nefis yapmaktadır. Bunun anlamı, insanın içinde iş yapan biri daha vardır; bu da nefistir.

Nefis de eylemiyle bir şeyler hazırlayıp insanın önüne koymaktadır. Ama nefsin hazırladığı bu şeyin çok kötü olduğu da vurgulamaktadır.

Burada, kâfirleri dost edinerek, iman edenleri bir tarafa itmenin kaynağında nefsin eyleminin bulunduğunu belirtirken, nefsin bunu insana nasıl kabullendirdiğini Nisa sûresinin 51. âyetinde açıklamaktadır: "Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: 'Bunlar Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar!"

Demek ki nefis kâfirleri dost edinmesini insana dayatırken, kâfirle­rin iman edenlerden daha doğru yolda oldukları fikrini vasıta kullanmak­tadır. Çünkü akıl, doğru yolu arayacak ve doğru yolda olanları dost edi­neceğinden, nefis kâfirlerin daha doğru yolda olduğunu söyleyerek onla­rın dost edinilmesini temin edecektir. Demek ki nefis, "doğru yol" kav­ramını kullanmadan insanı etki altına alamıyor ve onu kâfirlere dost ya­pamıyor.

Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, kitap ehlinin "doğru yol" kavramını bilmemesi ve bu konuda yeterli eğitim almaması, dostunu yan­lış kişilerden veya gruptan seçmesine sebep olmuştur. Allah, müslüman-ları eğitirken bu konuda gözlem yaparak bilinçli hareket etmelerini ön görmektedir. Gözlemle olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin kurul­masını isterken, sebebi kendisi vermekte, sonucunu da insanla beraber tesbit etmektedir. Nefsin eylemi sebep, kâfiri dost edinmek sonuç olmak­tadır.

Bu âyetteki "nefisleri" kelimesini "ihtirasları" şeklinde tercüme et­mek de mümkündür. İhtiras, insan aklını devre dışı bırakınca, dost edin­mede ciddî hatâlar yapılmaktadır. Bu hatâların nelere mal olduğu ve ola­cağı âyetin devamından anlaşılmaktadır.

5. Cezalandırma çok ağırdır. "Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde yaşayacaklardır". Âyetin bu kısmındaki ceza şekli sehıte kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu ke­lime, "bir şeyden hoşlanmamak, kızıp öfkelenmek; eshete kalıbından alınınca öfkelendirmek, gazaplandırmak, acı hisler uyandırmak, kızmak" mânalarına gelmektedir. Kur'ân'da dört âyette geçen bu kelime, insanla-insan arasındaki psikolojik oluşum için de kullanılmaktadır.

a) Öfkeden deliye dönmek. "Onlardan sadakaların (taksimi) konusunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse, öfkeden neredeyse deliye dönerler" (Tevbe 9/58). Âyetten de anlaşıldığı gibi öfke, bir menfaatten istifade edememenin insanda doğurduğu psikolojik duygudur.

b) Gazaplandırmak. Muhammed sûresinin 28. âyetinde, insanın yanlış davranışının sebep olduğu ilâhî hoşnutsuzluk anlamında geçmek­tedir: "Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitme­leridir".

c) Lanet. Âl-i İmrân sûresinin 162. âyetinde "hışım, gazap, lanet" mânalarına gelmektedir. Allah'ın lanetine uğrayan adamla Allah'ın hoş­nutsuzluğunu kazanan adamın mukayesesinde bu kelimeye yer verilmek­tedir. "Hoşnutluk" anlamındaki rıdvân kelimesinin tam zıddı olmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Mâide sûresinin 80. âyetine bakar­sak, ihtiraslarının etkisi altında kalıp kâfirleri dost edinen kitap ehline yüce Allah lanet etmektedir. Böylece nefsin, yani ihtirasın insanlara Allah'ın gazabını, lanetini getirdiği bilinci kazandırılmaktadır.

Bu insanlar, aynı zamanda devamlı olarak azap içinde kalacaklardır. Âyetin bütünü ele alındığında şu genellemeye varılabilir: Yüce Allah insan nefsinden çıkan ihtirasın insanı nasıl etkileyip Allah'ın lanetine varan bir dizi davranışı gözlemenin önemini vurgulamaktadır. Bu gözlemin hem in­sanın kendine, hem de dışındakilere yapılmasının önemine işaret etmek­tedir. Nefsinin tutsağı olup dostlarını şaşıran ve Allah'ın lanetini kazanan­ların gözleminden çok önemli neticeler çıkararak, kendini terbiye etmenin yolu izlenmektedir.

Diğer taraftan Allah'ın lanetine ve ebedî azaba giden yolun insan ta­rafından gözlemlenerek, ilâhî değerlendirmeye katılması temin edilmektedir. Bu değerlendirmenin tamamen tarkılınmaktadır.[72]

 

Sebeplerden Bir Sebep:

 

81. Eğer onlar Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi; fakat onların çoğufâsıktır.

Yüce Allah, kitap ehlinin kâfirleri dost edinme hatâlarının bir diğer sebebini, onların imanlarındaki olumsuzluğa bağlamaktadır. "Allah'a, peygambere indirilen vahye inanmış olsalardı, bu hatâya düşmeyecek­lerdi" demekle yüce Allah, sebebin imansızlıkta yattığına işaret etmektedir. Buradaki peygamberin Hz. Mûsâ, 77. âyette yer alan kitap ehlinden mak­sadın ise Hz. Musa'nın ümmeti olması muhtemeldir.

Râzî'nin naklettiğine göre Kaffâl, buradaki peygamberin Hz. Mu-hammed olduğunu söylemektedir. "Allah'a, Hz. Muhammed'e ve ona in­dirilen Kur'ân'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi" şeklinde yorum­lamış olmaktadır.

Demek ki gönülde tam iman teşekkül etmeyince, nefis yani ihtiras öne çıkarak, dost edinmedeki yanlışı yaptırmaktadır. Çünkü gönüldeki gerçek iman, aklın çalışmasını öne çıkaracak ve dost edinmedeki bilincin doğmasını temin edecektir.

"Fakat onların çoğufâsıktır" ifadesiyle yüce Allah, fâsık kavramına farklı bir tanım getirmektedir. Demek ki fâsık, iman ettiğini söylediği halde kâfiri dost edinen büyük hatâ sahibidir. Fâsık, Allah'a, peygambere ve vahye inanmayıp ihtirasının tutsağı olan kişidir. Zaten 81. âyetin so­nundaki fâsık kavramını, 77. âyetin sonundaki "düz yoldan çıkmış" ifade­siyle tanımlamak mümkündür.

80 ve 81. âyetlerle 82 ve 83. âyetler bize gösteriyorlar ki, milletler yetişmekte olan nesillere dost ve düşmanını tanıtacak nitelikte bir eğitim uygulamalıdırlar. Dostunu iyi seçemeyen insanların yoldan çıkması olası olduğundan, onlara yüce Allah fâsık sıfatını uygun görmektedir.[73]

 

Dost Ve Düşman Kimdir?

 

82. İnsanlar içinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudilerle, şirk koşanları bulacak­sın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz hıristiyanlarız " diyenleri bula­caksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler var­dır ve onlar kibre kapılmazlar.

83. Peygambere indirileni duydukları zaman gerçeği an­lamalarından dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik bizi şahit olanlarla beraber yaz!"

84.  Ve rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına kat­masını o kadar şiddetle arzuladığımız halde, nasıl Al­lah'a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf göste­rebilirdik?

85.  Ve bu inançları karşılığı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetleri mükâ­fat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur.

Bu âyetlerin açıklamasını toplu halde yapmayı uygun buluyoruz.

1. Müslümanların azılı düşmanları. Daha önce belirtildiği gibi, ilâhî eğitimin amaçlarından biri, inançlar arası ilişkileri ele alarak, müslümanlara dost ve düşmanını anlatmaktır. Çünkü insanlık tarihinin di­namikleri arasında, inanç gruplarının birbirine karşı tutumu yer almıştır, yani çatışmaların, savaşların sebepleri arasında farklı inançlar vardı.

Geriye doğru gidince, tarihin derinliklerinde, insanların inanç özgürlüğüne saygı göstermemeleri, bir grubun diğerine kendi inancını zorla kabul ettirme teşebbüsünde bulunması, inanç gruplarının toplum­larda kamu görevlerini ele geçirmeyi hedef edinmeleri, grupların geçmiş bâtıl inançlarından ısrar etmeleri ve bu ısrarlarını eyleme dönüştürmeleri, savaşa giden süreçleri oluşturmuşlardır.

Kur'ân, inançlar arası bu oluşumları anlatmakta ve dinin düşmanlık ocağı olmaması için gereken önlemlerin alınmasının zorunluluğunu gün­deme getirmektedir. Mâide sûresinin 82. âyetinde, iman edenlere kimlerin azılı düşman olduğunu açıklayarak, iman edenlerin diğer inanç gruplarıyla bilinçli ilişkiler kurmasının eğitimini vermektedir. "İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olanları yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın ".

Tevhîd inancı, Yahudilik, şirk inancı ve düşmanlık kavramları ara­sındaki ilişkiler, âyetin eksen konusunu teşkil etmektedir. Hz. Peygambe-r'e kadar yahudi geleneğinde peygamberleri öldürme veya öldürmeye te­şebbüs etme alışkanlığının olduğunu görüyoruz, "Haksız yere peygamberleri öldürmeleri" (Nisa 4/155) ifadesinden anlıyo­ruz ki, yahudiler kendilerinden olmayan ve tevhîd inancını savunan pey­gamberlere bile kötülük düşünmüş ve öldürülmelerine kadar gitmişlerdir.

Yahudilerin tevhîd inancına sahip olan müslümanlara bu kadar düş­man olmalarının sebebi ne olabilir? Bu sorunun cevabını şu şekilde vere­biliriz:

a) Kur'ân'ın âhiret inancını öne çıkardığından dolayıdır. Çünkü Ba­kara sûresinin 96. âyetine göre yahudiler, bu dünya hayatına bütün insan­lardan daha düşkündürler. Dünya hayatına olan tutkuları, âhiret hayatını öne çıkaran inanca sahip olanlara düşmanlık beslemelerine sebep olmak­tadır.

b) Yahudiler katı kalpli insanlardır. Bakara sûresinin 74 ve Mâide sûresinin 13. âyetine göre, yahudilerin kalpleri taş gibi katılaşmıştır. Katı kalplilik, onların nesilden nesle aktarılan bir psikolojik tutumudur. Doğuş­tan olmasa bile, kültürle bunu aşılamaktadırlar.

c) Mâide sûresinin 82. âyetinde hıristiyan keşîş ve din adamlarının kibir yapmamaları gündeme getirilmektedir. Demek ki yahudilerin hakka karşı kibir yapmaları, onları iman edenlere azılı düşman haline getirmekte­dir.

d) Mâide sûresinin 64. âyetinde, onların bozguncu olmaları ve de­vamlı savaş ateşi yakmaya meyilli olmaları gündeme getirilirken, düşman­lık duygusuna büründüklerine işaret edilmektedir. Kendilerinden başka kimsenin doğru yolda olamayacağı fikrini fanatik bir şekilde savunmaları, bu düşmanlığa katkıda bulunmaktadır.

Şirk inancının kendiliğinden tevhîd inancına düşman olması, müş-riğin iman edene düşman olmasına sebep olmaktadır. Bir müşrik kültür çevresi oluşturan insanlar, tevhîd inancına her zaman düşman olmuşlardır. Peygamberler tarihi, bu düşmanlığın yaktığı savaş ateşlerinin tahribatıyla örülmüştür. Hz. Nuh'tan Hz. Muhammed'e kadar gelen süreçte, bu düş­manlığın oluşturduğu somut örnekler Kur'ân'da yer almaktadır. Günü­müzde ve gelecekte de şirkle tevhîd inancını savunanların mücadelesi de­vam edecek, müşriklerin sönmeyen düşmanlık ateşi yanacaktır. Allah, müslümanların bu düşmanlık ateşinin yakıtı olmamaları için uyarıda bu­lunmaktadır.

2. Müslümanlara sevgide en yakın olanlar. Mâide sûresinin 82. âyetinin ikinci bölümünde sevgiyi gündeme getirerek, din bilginlerinin bununla olan ilişkisi ele alınmaktadır. Böylece bir taraftan din bilginlerinin görevini gündeme getirmekte, diğer taraftan gönüldeki sevgi duygusunu bastıran veya onu harekete geçiren psikolojik güçlere dikkat çekmektedir:

"Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da 'Biz hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar kibir etmezler". Yüce Allah âyetin bu kısmında, inanç grupları arasındaki ilişkinin sevgi temelleri üzerine oturmasını, gruplar arası toleransın sevgiye dayanmasını ele almaktadır. Sevginin bu­lunduğu gönül, yumuşaktır. O zaman yahudilerin müslümanlara düşman olduklarını söylerken, neden katı kalplilikleri dile getirilmişti? Demek ki onların gönüllerindeki sevgi öldüğünden katılaşmıştı. Hıristiyanların tevhîd inancına sahip olanları, iman edenlere sevgi beslerlerdi.

Bu sevgi, hıristiyan din adamlarının verdiği eğitimle ortaya çıkıp müslümanlara yönelmiştir. Çünkü âyette keşîşlerin ve ruhbanların bu eği­timi verdiklerine işaret edilmektedir. Onların kibir yapmamalarını gün­deme getirmekle yüce Allah, kibrin gönüldeki sevgi duygusunu bastırdı­ğına ve onu hapsettiğine işaret etmekte; onun yokluğu ile de sevginin or­taya çıkıp serpilmesine sebep olmasını gündeme getirmektedir.

Başka bir inanca, yani tevhîd inancına karşı kibir yapmayan din adamları, halka sevgi eğitimi vereceklerdir. Bu sayede düşmanlık ortadan kalkacaktır; yeter ki din adamları sevgiyi savunsun, onun eğitimini versin ve onunla yoğrulmuş bir kültür çevresi oluştursun!

Düşmanlık bir ateş halini alıp insanlığı sarmadan, onunla mücadele etmenin en etkili silâhı, sevgidir. Bir sevgi ahlâkı, bir sevgi kültürü ve bir sevgi medeniyeti oluşturmak suretiyle düşmanlık ateşi söndürülecektir.

Âyetin bu kısmında "din adamı" anlamına gelen iki kavram yer al­maktadır. Daha önce rabbânıyyûn ile ahbâr kelimeleri açıklanmıştı. Bunların beraber kullanıldığına şahit olduğumuz gibi, kıssîs ile ruhbanın da beraber kullanıldığını görüyoruz.

Âlimlerin açıklamasına göre kıssîs kusun çoğuludur. Hakkında değişik izahlar yapılan kusun, kasseden geldiği söylenmektedir. Bu kökten geldiği kabul edilirse, "tecessüs, haber yaymak, dinlemek ve ke­miği etten ayırmak" mânasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Râzî, kus ve kıssîsin, hıristiyanların başkanlarına verilen bir ad olduğunu söylemekte­dir. Kur'ân inmeden önce Araplar bu kavramı biliyordu ve onun için Kus ibn Saîde şeklinde sıfat olarak kullanmaktaydılar. Bu kelimenin Arapça-laşmış bir isim olduğu da söylenmektedir. Kendini ilme veren anlamını da ifade etmektedir[74].

Hıristiyanların din adamlarının bir kısmına da ruhban denmektedir. Kur'ân'da dört âyette geçen ruhban kavramı, dünya nimetlerine değer vermeyen, onlardan kendini uzak tutan, âhiret korkusuyla manastırlarda ne­fislerini ezen ve ibâdetle meşgul olan kimselere verilen isimdir.

Bu din adamlarının âyetteki özellikleri; hıristiyanlara, müslümanlara karşı sevgi aşılamaları, tevhîd inancına, hakîkate karşı kibir yapmalarıdır.

3. Hıristiyan din adamlarının özellikleri. Mâide sûresinin 82. âyetinin ikinci yarısıyla, 83-85. âyetleri, hıristiyan din adamları olan keşîş ve ruhbanlara ayrılmıştır. Böylece din adamının öne çıkması gereken özellikleri ve toplumdaki görevleri anlatılmaktadır.

a) Kıssîs ve ruhbanlar kibir yapmazlar. Kibrin karşıtı olan kavram­lardan hareket ederek bu kavramı açıklayabiliriz. Kibretmeyen insanlar, mütevâzî, alçak gönüllü, cana yakın, düşmanlık duygusu taşımayan in­sanlardır.

Bu niteliklerini hıristiyan, yani İncil'i takip edenlere yansıtan din adamları, inançlar arası ilişkilere sevgi akıtmaktadırlar. Demek ki din adamı kibirli olamaz; tevazu, hoşgörü, sevecen ve cana yakın davranış, onun ahlâkının mayasını teşkil etmelidir.

b) Hakkı anlar ve ondan etkilenir. Kibirli olmayan din adamları Ku-r'ân'ı dinler, hakkı anlar ve onu iliklerine kadar hisseder. Bu özelliği şöyle anlatılır: "Peygambere indirileni dinledikleri zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün" (Mâide 5/83).

Öyle anlaşılıyor ki, kibir insanların veya din âlimlerinin kulaklarını tıkatmaktadır. Kibirli olmayan din bilginleri, kulaklarını ilâhî vahye aç­makta ve onu dinlemektedirler. Bu dinleyiş onları hakîkatle tanıştırmakta­dır. Çünkü Hz. Peygamber'e indirilen vahiy, hakikati anlatmaktadır. Onu dinleyen, ona kulak veren hakikati anlamakta, onunla tanışmaktadır.

Onların beyin ve gönüllerinde oluşan bu anlama ve tanışıklık, ol­duğu yerde kalmamakta, bütün vücutlarını sararak ağlamalarına sebep ol­makta, gözlerinden yaşlar akıtmaktadır. Böylece yüce Allah, mânanın maddeyi nasıl harekete geçirdiğine işaret etmekte, bunun gözlerdeki yaşlar ve gönüllerdeki hak ile tanışıklığın ortaya çıkardığını vurgulamaktadır.

"Gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün ". Hakîkati anlamak ve onunla tanışmaktan dolayı yaşanan yoğun duygunun tezahürü olan bu yaşlar, aslında onların ulaştığı ruh olgunluğunu ifade et­mektedir. Din bilginleri, hakîkati anlamalarından dolayı akıtacakları yaş­lar, inançlar arası düşmanlık kirini temizleyecek ve sevginin ortaya çık­masını temin edecektir.

Din bilgini, ilâhî vahyi dinlemeli, hakîkat bilgisini elde etmeli, onunla tanışık olmalıdır. Kendi düşüncesi, felsefî hoşgörüye, alçakgönül­lülüğe ve sevgiye değil, çatışmaya götürecektir. Din bilgini, gönül adamı; din âlimi, hakikatin tanışı ve akıl adamı; din âlimi, sevgi adamı; din âlimi, bilgi adamı olmalıdır. Aksi takdirde kibrinden dolayı farklı inançlara karşı düşmanlığı aşılayacaktır.

c) Allah'a dua ederler. İlâhî vahyi dinleyen ve onun vasıtasıyla hak-îkatle tanışan din bilginleri, gözlerinden yaşlar akarken şöyle dua ederler: "Rabbimiz! İman ettik, bizi (Hakka) şahit olanlarla beraber yaz".

İlâhî vahyi dinleme ve hakîkati anlama, gönülde imanın doğmasına sebep olmaktadır. Bu iman, bilinçli bir iman, yani tahkikî iman olmakta­dır. Böylece din bilginleri, yüce Allah'a iman ettiklerini itiraf etmekte, hakîkate şahitlik edenlerle bir tutulmamaları dileğinde bulunmaktadırlar.

"Bizi şahitlik edenlerle beraber yaz ", yani bir tut derken, "şahitlik edenlerden" neyi kastetmektedirler. Bize göre bu ifadeyle Bakara sûresi­nin 143. âyetine işaret etmektedirler: "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olma­nız, peygamberin de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık". Mâide sûresinin 83. âyetindeki şahitlik kavramını Bakara sûresinin 143. âyetinde detaylı bir şekilde açıkladık. "Bizi şahit olanlarla beraber yaz" demek, "Bizi hakîkate kavuşanlarla, inananlarla, bilenlerle, insanların problemlerini çözmeye yardım edenlerle ve orta yolu tutanlarla beraber eyle!" duasını yapmaktır.

d) Doğru mantık yürütürler. Yüce Allah, onların imanlarıyla dile­dikleri arasındaki ilişkiyi sağlam temeller üzerine oturttuklarım söylemektedir: " Ve rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle ar­zuladığımız halde, nasıl Allah'a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik" (Mâide 5/84).

İnsanların ideali, hakîkati öğrenmek ve erdemli insanların arasına girmek olmalıdır. Âyette geçen tama' kelimesi, "şiddetle arzu etmek" an­lamına gelmektedir. Şiddetle arzu edilen bir şey, insanın amacı haline gelmiş demektir. Salih, dürüst ve erdemli, yani medenî insanların arasında olmak, onların seviyesine ulaşmak için iman etmek ve hakikatin bilgisine sahip olmak gerekiyor. îşte müslümanlara karşı halkına sevgi aşılayan hı-ristiyan keşîş ve ruhban din adamları, kendilerine ve başkalarına erdemli insanlarla beraber olmayı amaç olarak seçtiklerine göre, Allah'a ve gelen hakîkate inanmanın zorunluluğunu soru şeklinde ifade etmektedirler. Böylece erdemli kişilerin arasına girmenin yolunu ve yapılması gerekeni ortaya koymuş olmaktadırlar.

e) Onlar cennetliktir. "Söyledikleri sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İste muhsin-lerin mükâfatı budur".

Hıristiyanların din adamları olan keşîş ve ruhbanların, Mâide sûre­sinin 84. âyetinde söylemiş oldukları söz ve yürütmüş oldukları mantık, onlara ödül olarak cenneti getirmiştir. Aynı zamanda onların muhsin ol­duklarını ilân etmektedir. Böylece muhsinin tanımına farklı bir boyut ge­tirmektedir. Muhsin hem söz, hem de davranışı kapsamına almaktadır. Bu insanları muhsin olarak ilân ettiğine göre, onların psikolojik yapı, söz ve davranışlarına bakmak gerekiyor ve böylece muhsin kelimesinin muhte­vasını görmüş olacağız.

Keşişlerin ve ruhbanların öne çıkan en önemli özellikleri, Kur'ân'a karşı kibirlenmemeleridir (Mâide 5/82). Bu psikolojinin getirdiği en önemli davranış da hıristiyanlara, müslümanlara karşı sevgi aşılamalarıdır (Mâide sûresinin 52. âyetinden çıkan mâna). Bu davtamşa ilâve olasak di­ğer davranışları, Hz. Peygamber'e indirilen vahyi dinlemeleri, hak ile ta­nıştıklarından dolayı gözlerinden yaş akıtmaları (Mâide 5/83).

Onlara cenneti getiren ve muhsin olmalarını temin eden önemli söz­ler de şunlardır: Kendilerini şahitlerle beraber yazması için Allah'a dua etmeleri (Mâide 5/83); erdemli insanlara katılma tutkusu içinde oldukların­dan dolayı kendilerine gelen hak ve Allah'a iman etme mantığını yürütme­leri ve bunu ifade etmeleri (Mâide 5/84). Bu davranışlar onları muhsin olma seviyesine çıkartmış ve cenneti kazandırmıştır. Demek ki muhsin in­sanda kibir yoktur; sevgi doludur, hakkı tanır, vahyi dinler, şahit ve er­demli insanlarla beraber olmak ister, Allah'a ve hakka inanır.

Mâide sûresinin 82-85. âyetlerinden şu genellemeye de varabiliriz: Yüce Allah hıristiyan keşîş ve ruhban denen din adamları örneği ile bir din adamı profili çizmektedir. Aslında müslüman olmalarına rağmen, bu de­ğişimi ifade etmediklerinden, Allah onları Hıristiyanlık olarak değerlen­dirmektedir.

Din adamının özellikleri arasına sevgi, alçakgönüllülük, şahit ve er­demli olmayı koyarak, müslüman din bilgininin şahsiyetinin temel taşla­rını vermektedir. Din bilgini hakla tanışık olmalı, bu tanışıklığın onda oluşturduğu gönül eylemi, onda duygusal bir yapı meydana getirmelidir.[75]

 

İnkarcı Ve Yalancıların Durumu:

 

86. inkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar yakıcı ateşe mahkûmdurlar.

Bu âyetin benzeri Mâide sûresinin 10. âyetinde açıklandı. Orada cennetin vaad edildiği âyetten sonra, Allah'ın nimetini hatırlamalarını müslümanlara emreden âyetten önce gelmişti. Burada da muhsinlere vaad edilen cennetten sonra, müslümanlara helâli haram yapma hükmünden önce konmuştur.

Âyetin içeriğinden anlıyoruz ki, inkâr etmek ayrı bir eylem, Allah'ın âyetlerini yalanlamak ayrı bir eylemdir. Âyeti muhtevasıyla ele alırsak şu neticeye varmak mümkündür: Hıristiyanlardan keşişler ve ruhbanlar Alla­h'ın peygambere indirdiği vahyi dinlemiş ve hakkı tanımış, yani anlamış­lardır, ama onların içinden inkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanla­rın olabileceğini gündeme getirmekte, bunların yakıcı ateşin yârânı olacak­larını hükme bağlamaktadır. Böyle bir muhtevanın içinde bu âyete yer verilmesinin en önde gelen amacı, inkâr ve yalanlamadan insanları, özel­likle hıristiyanları caydırmaktır.

Âyetten çıkarılacak diğer bir genelleme de şudur: Yahudi ve müşrik­lerin müslümanların azılı düşmanı olmasının asıl sebebi, inkâr psikoloji­sine sahip olmaları ve Allah'ın âyetlerini yalanlamalarıdır. Demek ki inkâr ve yalanlama düşmanlık doğururken, iman ve hakkı tanıyıp anlamak da sevgi doğurmaktadır. Kibir ve düşmanlık doğuran veya onlara sebep olan inkâr ve yalanlama, cehenneme götürürken, sevgi ve alçak gönüllüğü geti­ren iman ve hakla tanışıklık da cennete götürmektedir. Demek ki cennet de cehennem de insanın gönül ve beyninden başlamaktadır.[76]

 

Müslümanlara Getirilen İki Yasak:

 

87.  Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayınız ve sınırı aşmayınız. Allah sınırı aşanları sevmez.

88. Allah'ın size verdiği nzıklardan helâl ve temiz olarak yiyiniz ve inandığınız Allah'tan sakınınız.

Âyetlerin analizini yaparken görüyoruz ki, Allah iman edenlere iki eylemi yasaklarken, iki eylemin de yapılmasını istemektedir.

Bu âyetlerin iniş sebebi veya sebepleri, İslâm dininin çok önemli bir ilkesini gündeme getirmektedir.

1. Enes b. Mâlik'ten rivayet edilen bir hadîse göre, sahabeden bazı­ları Hz. Peygamber'in gizli yaptığı ibâdetleri hanımlarına sormuşlar. Bu kişiler geçmiş ve gelecek bütün günâhları affolmuş olan Hz. Peygamber­'in gizlice yaptığı ibâdetleri kendileri için az bulmuşlardır.

Onların bu konuşmalarını işitince Hz. Peygamber: "Vallahi ben sizin Allah'tan en çok korkanınızım. Ama ben bazan oruç tutarım, bazan tut­mam, namaz kılarım, ama bazan uyurum; hanımlarımla cinsel ilişkide bu­lunurum. Kim benim sünnetimden ayrılırsa, o benden değildir[77] buyurmuştur.

Hz. Peygamber devamlı oruç tutmayı, uyumaksızın devamlı nafile namaz kılmayı ve cinsel ilişkiyi kendine tamamen yasaklamayı uygun bul­mamış ve bunun üzerine Mâide sûresinin 78. âyeti indirilerek, Allah helâl olan bu eylemlerin yasaklanmasının yanlış olacağını hükme bağlamıştır.

Bir gün Hz. Peygamber ashabından on kişiye, uzun uzun kıyamet meselelerini anlatınca, bunlardan her biri dünyaya sırtını dönmeye karar verdi. Kimi et yemeyi, kimi yağ yemeyi, kimi gündüzün yemek yemeyi, kimi uyumayı, kimi cinsel ilişkiyi kendine haram kıldı. Bunlardan Osman b. Maz'ûn, eşiyle cinsel ilişkiye yanaşmamaya karar verdi. Onun hanımı Havle, kadınlarla sohbet ederken durumu onlara söylemiş, bunun üzerine Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e durumu anlatmıştır. Hz. Peygamber Osman b. Maz'ûn'u çağırıp durumu ona sormuş, Osman, ibâdet için yaptığını ve bazı arkadaşlarıyla zühd olsun diye bazı şeyleri kendilerine haram kıldıklarını söylemişti. Hz. Peygamber Osman'a derhal karısına dönmesini söyleyince, Osman oruçlu olduğunu belirtmiş, bunun üzerine Hz. Pey­gamber, "Bazı insanlara ne oluyor ki kadınları, yemek yemeyi, uyumayı kendilerine yasaklıyorlar? Bakın ben hem uyuyorum, hem namaz kılıyo­rum; bazan oruç tutarım bazan tutmam; cinsel ilişkide bulunurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuş ve he­men: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyiniz. Sınırı aşmayınız. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez" âyeti indi[78]. Bundan hemen sonra, Osman b. Maz'ûn'u, hanımı ile cinsel ilişkisini kesmekten menetmiştir[79].

Helâl olan haram edilemez. Yüce Allah, Kur'ân ile din açısından helâl olanla haram olan şeylerin sınırlarını açıkça tesbit etmiş, Kur'ân'ı göndermesinin ana amaçlarından birinin de bu olduğunu belirtmiştir. De­mek ki Kur'ân helâl ile haramın ne olduğunun sınırlarını belirlemek, dünya âhiret dengesini kurmak, dünyayı âhiret için terketmemeye ve âhireti dünyaya feda etmemeye özen gösterilmesini temin etmek için gelmiştir.

Beşerî görüşlerin özellikle haram alanına girmemesini temin etmek için bu âyetler indirilmiştir. Allah'ın insanlara helâl kıldığı bir şeyi insanlar kendilerine haram kılamazlar. Âyetin muhatap aldığı kimselere bakarsak, bütün müslümanların bundan sorumlu olduklarını görüyoruz. O zaman din bilginleri ve eğitimcileri, haram ile helâlin sınırlarını iyi bilecek ve bunu halka öğreteceklerdir. Bilmeden bir şeyin helâl veya haram oldu­ğunu söylemeleri, bu ilâhî emre ters düşecek ve büyük günâh işlemiş ola­caklardır.

Bu konuya verilecek örnekler vardır:

"Ey peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrîm 66/1) Bu âyetten anlıyoruz ki, Hz. Peygamber de helâl olanı başka birinin rızâsı uğ­runa haram etmiş, bu sebeple de sorgulanmıştır. Demek ki peygamber bile Allah'ın helâl kıldığını haram etme yetkisine sahip değildir.

"De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim ha­ram etti? De ki: 'O, dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de yalnız onlarındır, işte biz bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz "

(A'râf7/32).

Mâide sûresinin 87. âyeti ile örnek verdiğimiz Tahrîm sûresinin 1. ve A'râf sûresinin 32. âyetlerinin ortaya koyduğu diğer bir ilke de şudur: Kimse Allah'ın helâl kıldığı rızıkları veya davranışları kendine veya baş­kasına haram kılamaz. Dünya hayatının lezzetlerinden, güzelliklerinden, zevklerinden, nazlarından mahrum etmeyi yermekte, bunun din dışı bir davranış olduğunu vurgulamaktadır.

A'râf sûresinin 51. âyetinde olduğu gibi, ne dünya hayatına kapılıp eğlenceyi ve geçici zevkleri dinleri haline getirme hatâsına düşmeyi, ne de fert ve toplum için zararlı olmayan güzellikleri, zevkleri ve iyi şeyleri ha­ram kılmayı uygun görmektedir.

"Bir insan, Allah'ın helâl kıldığını nasıl haram kılar" sorusunu Râzî şu şekilde cevaplandırmaktadır: Kişi, Allah'ın helâl kıldıklarını haram kılmayı inanç haline getirebilir, ya da sözle bunu yapar ve bunu amellerine yansıtır. Diğer taraftan başkalarına fetva vererek, helâl olan şeyleri haram yapabilirler veya haram olan bir malı, helâl olan malına katarak helâl olanı kirletmesi gibi. Çünkü bu durumda helâl olanıyla haram olanını ayırmak mümkün olmayabilir.

Mâide sûresinin 87. âyetinin muhtevası bağlamında Mâide sûresinin ilk âyetine baktığımızda, orada "Akidleri yerine getiriniz" emrinin yer al­dığı görülür. Akidler yerine getirilmediği zaman, helâl olan şey haram kı­lınmaktadır. Çünkü hem akid, hem de akid yapılan şey helâldir. Taraflar­dan biri akdi bozduğunda, helâl olanı kendine haram yapmaktadır.

Ayrıca Mâide sûresinin 12-13. âyetlerine bakarsak, 12. âyette Allah, İsrâiloğulları'yla antlaşma yaptığını, daha sonra İsrâiloğulları'nın bu ant­laşmayı bozarak lanete uğradıklarını gündeme getirmektedir. Bu bağlamda müslümanlara, onlar gibi, antlaşmayı bozarak helâli haram haline getir­memelerini emretmektedir.

Bütün bu açıklamalara rağmen Mâide sûresinin 87. âyeti, 88. âye-tiyle beraber ele alınınca, konunun yani 87. âyetteki emrin genelde gıda ile alâkalı olduğu anlaşılır.

2. Helâli haram kılan aşırı gider ve Allah'ın sevgisini kaybeder. 87. âyetin ikinci yarısında, sınırın aşılmaması emredilmektedir. Haddi aşanları yüce Allah sevgiden mahrum bırakacaktır: "Ve haddi aşmayınız. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez".

Buradaki "Haddi aşmayınız!" ifadesi ne anlama gelmekte­dir? Sorunun cevabını âyetin birinci bölümüyle vermek mümkündür. Al­lah'ın helâl kıldığı güzellikleri, zevkleri, hazları, temiz şeyleri haram kıl­mak dinde haddi aşmaktır.

Çünkü yanlış fetva vererek insanları yanlışa sevketmek, yüce Allah tarafından zulüm olarak nitelendirilmektedir: "Allah'a yalan uydurandan daha zâlim kimdir?" (En'âm 6/93); "Dilinizin uydurduğu yalana dayanarak 'Bu helâldir, şu da haramdır' demeyiniz: Çünkü Allah'a karşı yalan uy­durmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler" (Nahl 16/116).

Gelişigüzel helâl-haram fetvası vermek, Allah'a iftiraya sebep olabi­lir. Allah'a iftira da En'âm sûresinin 93. âyetinde zulüm olarak nitelendi­rilmekte, Mâide sûresinin 87. âyetinde de bu zulüm, haddi aşma olarak mânalandınlmaktadır.

Mâide sûresinin 87. âyetinde geçen "aşırı gitme"yi, israfa kaçmak olarak mânalandırabiliriz: "Ey Ademoğulları, her camiye gidişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz; yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez" (A'râf 7/31). Güzel elbiseler giymek, ihtiyacı gidermek için yiyip içmek helâldir, ama bu konularda israfa gitmek haramdır. İsraf edenlerden yüce Allah sevgisini esirgediği gibi, Mâide sûresinin 87. âye­tinde de sevgisini esirgemektedir. Demek ki Mâide sûresinin 87. âyetin-deki aşırı gitmeyi, A'râf süresindeki 31. âyet israfa gitmek olarak mâna-1 andırmaktadır. Çünkü ikisinde de yüce Allah sevgiden mahrum bırak­maktadır; ikisinde de giyim ve yemek içmek gibi aslî ihtiyaçları meydana getiren nimetler ele alınmaktadır.

Demek ki fetva vermekte helâli haram kılmak, aşırı gitmek zulüm; yemek, içmek, giyim-kuşamda aşırı gitmek de israf olarak mâna kazan­maktadır.

Böyle yapan, yani helâli haram yaparak aşırı giden zâlim ve müsrif­ler, "Allah'ın sevgisinden mahrum bırakılma" cezasıyla cezalandırılmak­tadırlar. "Sevgiden mahrum bırakmak", eğitimin en etkili metotlarından birini teşkil etmektedir.

Yüce Allah'ın bir kulunu veya kullarını sevgiden mahrum bırak­ması, onlardan uzaklaşması anlamına gelmektedir. Sevgiden mahrumiyet şeklinde uygulanan uzaklaşma, insanlar için en büyük cezalardan biridir. Bu ceza şeklini ana-baba çocuk ve öğretmen öğrenci ilişkilerine çekersek, diyebiliriz ki, çocuk veya öğrencileri sevgiden mahrum bırakmak, en etkili ceza şekillerinden biridir.

3. Ne yapılmalıdır? 87. âyette yapılmaması gereken şeyler açıklan­dıktan sonra, nelerin yapılması da 88. âyette gündeme getirilmektedir. Böylece önce yasakların konduğunu, ardından da yapılacak şeylerin em-redildiğini görmüş oluyoruz. Haram ya da yasak olanı belirledikten sonra, helâl olan kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

"Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği mıhlardan yiyiniz ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz". Bu âyet, 87. âyetin hem devamıdır, hem de onu tamamlamaktadır.

a) "Allah'ın helâl ve temiz kıldığı rızıklardan yiyiniz!" emrini, Mâ-ide sûresinin kapsamı içinde ele alacak olursak, sûrenin 3-5. âyetlerine bakmak gerekir. Bu âyetlerden gıdaların haram ve helâl olanları açıklan­makta ve inançlar arası medenî ilişkilerin helâl ve haram olanları tesbit edilmektedir. "Allah neleri helâl kılmıştır?" sorusunu soranların bu âyet­lere bakması gerekir. Bu âyeti Mâide sûresinin sonuna doğru götürdüğü­müzde, 90. âyetle 96. âyet arasında da haram ve helâl konularının açık­landığı görülecektir. Bu ve buna benzer âyetlerde yer alan haram gıdalar helâl edilemez, helâl olunanlar da haram edilemez. İnsanlara, yani iman edenlere düşen, haramından kaçınmak, helâl ve temiz olanından yemektir.

b) Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: "Şunu ye, bunu yeme!" gibi emirlerle gerekli olan davranış şekillerini insanda oluşturmak müm­kün müdür? Buna olumlu cevap vermenin imkânsızlığı sebebiyle, yüce Allah devreye iman ve takva denen iki önemli değeri sokmaktadır. "İnandığınız Allah'tan sakınınız" emri ile, helâl yemekteki itinanın hangi değerlerden besleneceğini vurgulamaktadır. Takva denen "Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olma" şeklindeki ruh olgunluğu ve bunun gıdalandığı Allah inancı teşekkül etmeden, helâl ve temiz olanlardan yemek konusunda verilecek emir askıda kalacaktır. Bu yorumdan hareket ederek 87 ve 88. âyetlere bakarsak, üç temel manevî değerle karşı karşıya kalıyo­ruz: İman, Sevgi ve takva. Yasaklar ve olumlu emirler; sevgi, takva denen sakınma duygusu ve iman gibi alt yapının temelleri üzerine bina edilmeli­dir. Âyetlerden çıkardığımız bu yorum, genel eğitimin önemli bir ilkesi olarak kabul edilmelidir. Sevgi, sorumluluk duygusu ve iman eğitiminin işlenmesi ve üzerinde çalışılması gereken önemli değerlerdir. Bunlar ol­madıkça, yasaklar ve emirler temelsiz kalacağından, eğitimden ne verim alınabilir, ne de kalite gerçekleştirilebilir. Ahlâkî eğitim baskıyla değil, sevgi, sorumluluk bilinci ve imandan beslenmelidir.Temel ihtiyaçlardan olan beslenmenin helâl ve temiz oluşuna dikkat etmek, ekonomik değerin kirlenmemesi meselesi, manevî alanın da temiz kalmasını temin eden esas­lardan biri olacaktır. Bu konudaki yasakların ve emirlerin kuru kurallardan ibaret kalmaması için, insan gönlünde yer edebilecek gıdalarla beslenmesi gereklidir. Sevgi, sorumluluk bilinci ve iman bunlardandır.[80]

 

Yeminin Kefareti:

 

89. Allah , sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız ye­minlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun kefareti: Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fa­kire yedirmek, yahut onları giydirmek, ya da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutma­lıdır. Yemin ettiğiniz takdirde, yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyet­lerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz.

87-88. âyetlerde helâl, haram ve yiyecekler konusu işlendikten sonra, yeminlerle ilgili böyle bir âyetin getirilmesi manidardır. Bu âyet in­sanın, Allah'ın yasaklamadığı hayatın güzelliklerinden, nimetlerinden kendini mahrum etmek amacıyla yaptığı yeminlerle ilgili olarak indirilmiş­tir. Bu açıdan bakınca, bu âyetin önceki iki âyetle sıkı bir bağı olduğu an­laşılacaktır. Meselâ "Yemin ederim ki şu nimet bana haramdır" diyerek helâl olan bir şeyi kendine haram edemez. "Bir daha bal yemeyeceğim" diyerek helâl şeyi haram edemez. Hz. peygamber böyle bir durumdan dolayı, Tahrîm sûresinin 1. âyetinde sorgulanmaktadır.Bu açıklamadan sonra âyetin analizine geçebiliriz:

1. Sorumluluk getiren ve getirmeyen yeminler. "Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bile­rek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar". Âyetin bu kısmının eksen kavramları, lağv ve 'akkattümü'l-eymândır. Lağv "önemsiz, işe yaramayan, boş söz" demektedir. Bunun açıklaması Bakara sûresinin 225. âyetinde açıklanmıştır. Ağızdan, gelişigüzel, laf arasında çıkan, ka­sıtsız yemine "lağıv yemini" denir.

Yüce Allah böyle bir yeminden dolayı insanı sorumlu tutmayacağını ve onu sorgulamayacağını beyan etmektedir. Bunun anlamı, lağıv yemin­lerinin hukukî bir yaptırımı yoktur. Bilerek yapılan yeminden dolayı so­rumlu tutmasının anlamı da, böyle yeminlerin hukukî bir sorumluluğunun olmasıdır. Bilerek yapılan yeminin gönülle alâkası vardır. Mâide sûresinin 89. âyetinde geçen 'akkattümü'l-eymân ifadesi, Bakara sûresinin 225. âyetinde bi'1-lagvi fî eymâniküm tarzında yer almaktadır. Mâide sûresinin 89. âyetindeki ifade ile Bakara sûresinin 225. âyetindeki ifade aynı anlama gelmektedir.

Bakara sûresinin 225. âyetini, Mâide sûresinin 89. âyeti açıklamak­tadır. Gönülden gelmeyip, ağızdan gelişigüzel çıkan yeminlerin hukukî sorumluluğu yoktur. Devreye gönül giriyorsa, o yemin, kasıtlı yemin ol­maktadır. Çünkü akdi bağlayan gönüldür.

Modern hukukta yeminin yaptırılması ve hatta hakikî yemin tekli­finde bulunulması bunu ifade etmektedir. Dikkat edilirse, ilâhî hukuk, gö­nülden gelen yeminle, ağızdan çıkan yeminin farklı olduğunu söylerken, beşerî hukuk ise işin gönül boyutuyla ilgilenmez. İlâhî hukuk insanın kendi kendine karşı yaptığı yeminleri bile ele almakta ve onlara da kefaret denen cezayı uygulamaktadır. Şimdi kasıtlı yapılan yeminlere uygulanan cezalan ele alabiliriz:

2. Kasıtlı yeminin cezası vardır. Yüce Allah gönlün yaptığı yanlışı maddî cezalarla telâfî etmektedir.

a) "Bunun ke­fareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmak­tadır, yahut onları giydirmektir". Yüce Allah, kasıtlı yapılan yeminin ye­rine getirilmemesi halinde, on fakirin doyurulmasını ceza olarak uygula­maktadır. Doyurmanın yerine onları giydirmenin de aynı işi göreceğini buyurmaktadır. Bu ceza şekli, modern hukuka "para cezası" şeklinde inti­kal etmiştir. Para cezasıyla bunun farkı şudur: On fakiri doyurmak, ya da onları giydirmek, hemen kamu hizmetine sunulan bir para cezası olduğu halde, diğerinde kamunun hizmetine sunulma işi hem belli değil, hem de anında olmamaktadır.

Gönülden gelen kasıtlı yeminin cezası, yine gönül alma şeklinde gerçekleşmektedir. Bir bakıma gönül hatâsı, gönül alma ile telâfi edilmek­tedir. Fakiri doyurmanın ölçüsü, kendi ailesinin ortalama masrafı olarak tesbit edilmiştir.

b) "Ya da bir köle azat etmektir". Elinden özgürlüğü alınmış bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak, bozulan kasıtlı yeminin ce­zası olarak takdim edilmektedir. Bu da para cezasına girmektedir. Başka­sının kölesini para vererek özgürlüğüne kavuşturmak, para cezasına gir­mektedir, ama kendi kölesine özgürlüğünü verme şeklinde olursa, bu ne anlama gelecektir? Köle sahibinin malı olduğuna göre, bu da "mal ce-zâsı"na girmektedir.

Bugün kölelik olmadığına göre, böyle bir ceza şeklini nasıl uygula­yabiliriz? Meselâ hastahane masraflarını ödeyemeyip, hastahanede rehin kalan insanın bu parasını ödeyip oradan çıkarmak bu mânaya gelmez mi? Diğer taraftan, insanlara özgürlüklerini kazandırmak için yapılan faaliyet­lere yatırımda bulunmak da bu anlamı ifade etmez mi?

c) "Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalı­dır". Üçüncü alternatif ceza, oruç tutmakla yerine gelecektir. Buradan şu genellemeye varıyoruz: Kalpten gelen kasıtlı yeminin cezasını mide öde­mektedir. Ama bu aç kalış, basit bir aç kalış değil, Allah adına tutulan bir oruç olmaktadır.

Yüce Allah'ın kasıtlı yeminlerin yerine getirilmemesi neticesinde uy­guladığı cezadan çıkaracağımız önemli genellemeler vardır:

Allah insanın içinde bulunduğu şartlan dikkate alarak, alternatifli ce­zalar koymakta, bunlardan kendi şartlarına uyanı seçmesini teklif etmekte­dir. On fakiri doyurma veya giydirmek, köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, üç gün oruç tutmak. Kefareti, yani cezayı böyle uygulaması, modern hu­kuka, kişinin içinde bulunduğu şartlara göre ceza uygulama ilkesini getir­mektedir.

Diğer taraftan cezayı uygulamayı kişinin kendisine bırakmaktadır. 88. âyette yer alan takva ve iman, bunun zeminini teşkil etmektedir. Alla­h'a iman eden takva sahibi olan insan, bu cezaları kendi kendine uygulayacaktır. Cezayı koyan Allah, kararı veren ve uygulayan, insanın kendisi olacaktır.

3. Yeminler korunmalıdır. Yüce Allah insanların, ya da mü­minlerin koruması gereken şeyleri Kur'ân'da zikretmektedir: Cinsel or­ganlarını korumak (Nûr 24/31); namazları korumak (En'âm 6/92); Allah­'ın kitabını korumak (Mâide 5/44). Mâide sûresinin 89. âyetinde de ye­minlerin korunmasını emretmektedir. Yeminleri korumak, namusunu ko­rumak kadar iffetli bir iştir. Namus nasıl cinsel organların korunması ise, yeminini tutmak da gönül’ün namusu olmaktadır.

Gerek daha önce verilen ceza ve gerekse koruma emri, yeminin sıkça yapılmasını önlemek için caydırıcı bir özellik taşımaktadır. Müslü­man az yemin eder ve tutamayacağı yemini yapmaz. Önemli olan cezayı yerine getirmek değil, yemin etmemektir. Yemin etmemesinin getirdiği er­demle, yapılan yemini tutmanın getirdiği erdem; ya da tutulmayan yeminin cezasını uygulamanın getireceği erdem oldukça farklıdır.

Yemin etmeme ahlâkını geliştirmek, verilen eğitime ait bir sorumlu­luk ve görevdir. İnsan konuşurken ağzından gelişigüzel yemin çıkmamalı; kasıtlı yemin etmemelidir. Gönlün yanlış işlere sevkolmaması için gerekli önlemlerin alınması gerekir.

Helâl olan bir şeyi yemin ederek kendine haram kılmak gibi yanlış bir davranışın arka planında gönlün eksik eğitim alması vardır.

Onun içindir ki, Bakara sûresini 225. âyetinde "Kalplerinizin ka­zandığından sorumlusunuz " ibaresine yer verilmektedir.

4. "Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz". Âyetin bu kısmında geçen âyet kavramı, ye­minle ilgili konuları kapsamına almaktadır. Sorumluluk getirmeyen ve so­rumluluk getiren yemin, bozulan yeminin cezası; yeminin korunması ko­nusundaki emir, birer âyet olmaktadırlar. Bütün bu âyetler açıklanırken, amacı insanın şükretmesini temin etmektir.

Buradaki "şükür" ne anlamı ifade etmektedir? Lağv yani kasıtsız olarak yapılan yemin, sözü; kasıtlı yapılan yemin de gönülü kirletmektedir. Âyette kirlenmenin ele alınıp temizleme yollarının gösterilmesi, bir nevi nimettir. Bu nimete sahip olmanın şükrünün yerine getirilmesi ifade edilmektedir.

87 ve 88. âyetleri dikkate alarak, şükür kavramına bir yorum geti­rebiliriz: Yüce Allah'ın insanlara bazı nimetlerini, hayatın güzelliklerini helâl kılıp zararlı olanlarını da yasaklamış olması, bir nimettir. Bunun şük­rünü yerine getirmek gerekiyor. Dikkat edilirse âyette "umulur ki" ifadesi yer almaktadır. Şükredecek olan insan olduğuna göre, bunu yerine getir­mesi kesin değil ihtimaldir. İnsanın irâdesinin yer aldığı bir yerde, ey­lemde kesin konuşmanın yanlış olacağı eğitimini de vermektedir.

"Umulur ki" kelimesine "amaç" anlamını vermek mümkündür. İn­sanların şükretmesi için Allah âyetlerini açıklamaktadır. Kanunların açık­lanması da bir nimet olduğundan şükrü gerektirmektedir. Şükür kelime­sine nimetin değerini anlamak mânası yüklenince, yüce Allah'ın insanların anlatılanı anlamalarını amaçladığı ifade edilmiş olur.

Konu yemin olduğundan, burada şu soruyu sorabiliriz: Her şeye yemin edilir mi? Bakara sûresinin 224. âyetinde iyi işleri yapmamak için yemin yapılmayacağı ifade edimişti. Yakınlarını ziyaret etmemeye, kim­seye yardım etmemeye, insanların arasını bulmamaya yemin etmek, doğru olmaz. Onun için Bakara sûresinin 224. âyeti, yeminlerin iyilik yapmaya engel olmasını ortadan kaldırmıştır.

Hz. Peygamber bu konuya açıklık getirmektedir: "Âdemoğlunun, mâlik olmadığı bir şeyi, yahut Allah'a isyanı veya akraba ile münasebeti kesmeyi adamasın! Bunlar için yemin eder de onun aksini daha hayırlı gö­rürse yeminini bıraksın, hayırlı olanı yapsın. Zira onu terketmesi, yeminin kefaretidir[81]. Demek ki Allah'a isyan ve ak­raba ile münasebeti kesmek için yemin edilmez. Yapılan yeminin tersi daha faydalı ise, yemin terkedilir ve kefareti ödenir.[82]

 

İçki, Kumar, Dikili Taşlar Ve Fal Ok­ları:

 

90.  Ey İnananlar! Alkol, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtu­luşa eresiniz.

91.  Şeytan, alkol ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçecek mi­siniz?

92. Allah'a ve peygambere itaat ediniz, (kötü şeylerden) sakınınız. Eğer (gösterdiğimiz yoldan) dönerseniz, biliniz ki peygamberimize düşen, açıkça tebliğ etmek­tir.

Bakara sûresinin 219. âyetinde sadece alkol ve kumar ele alındığı halde, bu âyette "dikili taşlar" ve "fal okları" da ilâve edilmiştir. Farklı eylemlerin aynı âyette yan yana gelmesinin sebebi, aynı derecede günâh olmaları ve kötü alışkanlığa sebep olmalarından kaynaklanmaktadır.

Mâide sûresinin 90. âyetindeki alkol, kumar, dikili taşlar ve fal ok­ları konularının, daha önceki 87 ve 88. âyetlerle alâkası vardır. 87. Âyette "Temiz ve güzel şeyleri haram etmeyiniz", 88. âyette de "Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyiniz" derken, 90. âyette bu âyetlere ilave açılımlar getirmektedir.

Temiz olan şeylerin haram edilmesi, alkolle gerçekleşmektedir. Al­kol çeşitlerinin elde edildiği maddelerin hepsi, helâl besinlerdir; ama onları alkole çevirip içince, haram hale dönüşmektedir. Meselâ üzüm insana he­lâl olduğu halde, ondan alkollü içki elde ederek içmek helâli harama çe­virmek demektir. Aslında para helâl olan bir şeydir, ama kumar oynayarak paranın elde edilmesi, onu haram hale getirmektedir. Et insana helâldir, ama bunu dikilitaş, yani putlara adayarak kesmek, onu haram hale getir­mektedir. Fikir yürütmek helâldir; ama gelecek hakkında kehânette bu­lunmak tarzında olursa, haram olmaktadır.

87. âyette geçen helâli harama çevirme eylemi, 90. âyette açılımını bulmaktadır. Allah neden Bakara sûresinin 219. âyetinden sonra Mâide sûresi 90. âyeti getirmediğinin sorusuna, "Mâide süresindeki yeri ve ka­zandığı mâna gereği olmuştur" cevabını verebiliriz.

Hamr ve meysir denen alkol ve kumarın zararları, Bakara sûresinin 219. âyetinde anlatılmış ve hamr kavramının açıklaması yapılmıştır. Bu­rada tekrar olacağından açıklama yapmayı uygun bulmuyoruz. Ancak bu­rada ensâb kelimesini açıklamak gerekiyor: Putperstlerin kullandıkları sunak taşlarını ifade etmektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde nusub kalı­bında yer almaktadır. İslâm öncesinde müşriklerin, Kabe'nin etrafında kurdukları ve hayvanlarını kurban ettikleri sunaklara verilen isimdir.

Müşrikler sadece kurbanlarını bu sunakların üzerinde kesmiyorlardı, aynı zamanda normal et kesimini de oralarda yapıyorlardı. 3. âyetteki nu­sub ile 90. âyetteki ensâb aynı şeyi ifade etmektedir. Muhammed Esed'in dediği gibi, putperestlik olarak tanımlanabilecek olan her türlü uygulama tarzına yakınlığı gösterir ve sadece lafız anlamıyla anlaşılması yanlış olur.

Mâide sûresinin 90. âyetinde geçen ezlâm kelimesi, Mâide sûresi­nin 3. âyetinde de geçmişti. "Fal okları" mânası verilen bu kavram, gele­cek hakkında kehânette bulunmak için kullanılan tüysüz ve uçsuz okları ifade etmektedir. Bunlar İslâm öncesinde Araplar'ın, gelecekte kendilerini nelerin beklediğini anlamak için kullandıkları oklardı. Bu kavram, gelecek hakkında kehânette bulunmak için yapılan her türlü teşebbüsü ifade etmektedir.

Alkol, kumar, putperestçe davranışlar ve kehânette bulunmak Mâide sûresinin 90. âyetinde şeytanın amelinin pisliği olarak görülmektedir. "Şeytanın amelinin pisliği" kavramı, bunların insanın inanç, bilinç ve pa­rasını kirlettiğini ifade etmektedir. Alkol, insanın şuurunu örtüp aklı devre dışı bırakması sebebiyle beyni kirletmektedir.

İnsanın beyin çevresi, onun psikolojik çevrelerinden biridir. Alkol denen şeytanın pisliği, bu çevreyi kirletmekte ve psikolojik çevre kirlili­ğine sebep olmaktadır.

Meysir denen kumar da, sahip olduğu zaman nimetini boşa harca­dığı için insanın ekonomik çevresini kirletmektedir. Demek ki kumar, ekonomik ve zaman denen değeri kirletmektedir.

Putperestçe davranışı ifade eden ensab ile, kehânette bulunma an­lamına gelen ezlâm da, insanın inanç çevresini kirletmektedir. Şeytan ame­linin pisliği olan bu eylemler, beyin, gönül ve ekonomik çevreye kadar uzanıp pisliğini akıtmaktadır. İnsanlar bu eylemleri veya onlardan birini yaptıkça, şeytan amelinin akıttığı lağımın içine girmektedirler. Dikkat edi­lirse kumar, insanın duygu çevresini kirleterek hırs, düşmanlık ve kini kö­rüklemektedir. Kısaca diyebiliriz ki, şeytanın amelinin pisliği olan alkol, insanın beyin; kumar, duygu; dikili taşlar ve fal okları da inanç boyutunu, ya da çevresini kirletmektedir.

90. âyetin sonunda şu ifade yer almaktadır: "O pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz". Şeytanın akıttığı bu lağıma düşen fert ve toplumlar, mutluluklarını, kurtuluşlarını feda etmektedirler. O pis­likten kaçınmaları, bu dört eylemden, yani kötü alışkanlıktan uzak durma­ları, onların mutluluğu ve şeytana karşı zaferleri olacaktır. Âyetin son ke­limesi felah olduğuna göre, onun mânası da mutluluk, kurtuluş ve zafer­dir. Şeytanın pisliğinden uzak durma, düşman olan şeytana karşı bir za­ferdir. Bu zafer de insanın hem mutluluğu, hem de kurtuluşudur.

91. âyetin açıklaması, Bakara sûresinin 219. âyetinde yapıldı, ancak buradaki anlam bağlamında ele almak gerekiyor.

1. Şeytan, alkol ve kumar vasıtasıyla insan ilişkilerini kirletmekte­dir. İnsanlar arasına düşmanlık ve kin sokmak suretiyle insan ilişkilerini, yani sosyal çevreyi kirletmektedir. Şeytanın akıttığı lağımın içinde düş­manlık ve kin vardır. Bu lağım insanlar arası ilişkilere, yani sosyal çev­reye akınca, düşmanlık ve kini oralara taşımaktadır.

Allah, alkol ve kumarın haram oluşunu, neticesindeki bu kirlenme­nin üzerine temellendirmektedir. İnsan ilişkilerini bozan, sosyal çevreyi kirleten, kin ve düşmanlığı doğuran alkol ve kumar, bu sebeple yasaklan­maktadır.

2. Müslüman ile Allah arasındaki ilişkileri kirletmektedir. Müslü­man, Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyarak, kul Allah ilişkisi­nin oluşturduğu ibâdeti, yani manevî çevreyi kirletmektedir.

Yüce Allah alkol ve kumarın sebep olduğu sosyal ve manevî kirlen­meleri anlattıktan sonra, soru şeklinde bir emir vermektedir. "O halde vazgeçmeyecek misiniz?" ya da "Vazgeçersiniz, değil mi?" ifa­desi, vazgeçmenin gerekliliğini ifade eden edebî bir hitap tarzıdır.

Bu âyeti de Mâide sûresinin 87. âyetiyle karşılaştırrsak, helâl ve temiz şeylerin haram edilmesinin başka bir anlamı ortaya çıkacaktır. Şey­tan insanlara alkol içirterek, kumar oynatarak temiz olan insan ilişkilerini, sosyal çevreyi ve Allah ile olan temiz ilişkileri harama çevirmekte, yani kirletmektedir. Temiz olanın harama dönüşmesinin bir anlamı da, temiz olan alanın kirlenmesidir. İnsanın helâl olanı haram kılacak şekilde fetva vermesi de bir nevi kirlenmedir. Yanlış fetva veren kişi, karşısındaki in­sanın beynini kirletmektedir. Din adına fetva verdiği için de, insan ile Al­lah arasındaki manevî alam kirletmektedir. 87. âyetle 91. âyet arasındaki bağlantı ve bu bağlantının meydana getirdiği birleşim, bize içki âyetinin neden burada yer aldığına delil teşkil etmektedir.

Bu âyetlerden şu genellemeye varıyoruz: Allah kötü bir alışkanlığın kaynağında nelerin bulunduğunu, yani kötü alışkanlığın meydana getirdiği maddî, sosyal ve manevî sonuçlarını derinlemesine anlatarak kötülüklerini gösterip yasaklama yoluna gitmekte ve bu yasağa uyanlann neler elde ede­ceklerini açıklamaktadır. Dolayısıyla genel eğitime kötü alışkanlıklarla mücadele etmesini sağlayacak çok önemli metotlar sunmaktadır.

Bakara sûresinin 219. âyetinde kötü alışkanlıkların insan beynine göre fayda ve zararları tartışılmış ve bu âyetlerde neler yapılması gerekti­ğine ışık tutulmuştur.

Eğitimde kötü alışkanlıklarla mücadele etmek, zorlukları olan bir iştir. İnsanlara yaratıcıyı kabul ettirmek, O'na ibâdet yaptırmak, kötü alışkanlıklarını terkettirmekten daha kolaydır. Bu şu anlama gelmektedir. İnançlardaki değişim, alışkanlıklardaki değişimden daha kolaydır. İnsanlar arasındaki ilişkileri ve dolayısıyla sosyal hayatı kirleten, müminle Allah arasındaki manevî alanı oluşturan inanç ve ibâdetleri kirleten içki, kumar, putperestçe davranış ve kehânette bulunma gibi kötü alışkanlıklardan kurtulma mekanizmaları, 92. âyette gündeme getirilmek­tedir.

a)  İtaat etmek. Kötü alışkanlıklardan kurtulmak için, Allah'a ve peygambere itaat etme eylemini gerçekleştirmek gerekiyor. Alkolü ve ku­marı, dikili taşları ve fal oklarını yasaklayan Allah, onun mesajını tebliğ eden de peygamber olduğuna göre, onlara itaat edilmesi gerekir. O zaman, itaat kavramı, içki kumar ve diğer belirtilen hususlardan uzak durmayı, ibâdete dönüştürmektedir. Allah'a ve peygambere itaat etmek niyetiyle bu kötü alışkanlıklardan vazgeçen insan, ibâdet etmiş olmaktadır. Kötü alışkanlıklardan insanı vazgeçirecek en önemli duygu Allah'a ve peygam­bere itaattir.

b) Sakınmak. 92. âyette, itaat etme emrinden sonra, hazire fiilin­den gelen v'ahzerû emri gelmektedir. Bu kelime "korkmak, sa­kınmak, uyanık olmak, dikkatli olmak"; hazzere kalıbı da "korkutmak, tehlikeyi haber vermek"; hâzere kalıbı da "birbirini uyandırıp sakındır­mak" mânalarını ifade etmektedir.

Sakınmak emri, 90. âyetteki kaçınma emrinin başka bir kelime ile ifadesidir. Şeytanın pisliğinden sakınma anlamına gelmektedir. Kin ve düşmanlıktan sakınmak, Allah'ı anmayı ve ona ibâdet etmeyi engelleyen pislikten sakınmak mânasını ifade etmektedir.

Sakınma duygusu, itaat etmekle birleşince, kötü alışkanlıkların üs­tesinden gelinebileceğine de işaret vardır. 92. âyetin son kısmı şöyledir: "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki peygamberimize düşen, sadece apaçık bir tebliğdir".

Demek ki müslümanların, içki, kumar dikili taşlar, yani putperestlik davranışları ve fal okları, yani gelecek konusunda kehânetlerde bulunmak gibi kötü alışkanlıklardan vazgeçmeyip, bu konudaki ilâhî vahye sırtını dönme ihtimali vardır ve bu dönme eyleminde de özgürlüğe sahiptirler. Ayetteki ifadeden bu özgürlüğü anlıyoruz. "Eğer dönerseniz" derken Al­lah, müslüman kuluna böyle bir özgürlüğü tanıdığını ve o sebeple dönme ihtimalinin olduğunu işaret etmektedir.

Allah, yukarıda bahsi geçen kötü alışkanlıklardan insanı vazgeçir­mek için ilginç açıklamalarda ve değerlendirmelerde bulunmaktadır. Onla­rın hepsine şeytanın amelinin pisliği demiş, kurtuluşun ondan kaçışta ol­duğunu söylemiş, kumar ve alkolün insanın duygu âlemini kirleterek düşmanlık ve kini kabartarak sosyal ilişkilerin oluşturduğu sosyal çevreyi kirlettiğine dikkat çekmiştir. Bütün bu ilâhî açıklamalara rağmen sırtını dönüp kötü alışkanlıklarına dönen, kötü alışkanlıkların kirli dünyasında yaşamayı tercih eden insana, peygamberin zorlayıcı olmadığını, onun sa­dece ilâhî mesajı duyurma (teblîğ) yetkisine sahip olduğu beyan edilmek­tedir.

İtaat etme ve sakınma eylem ve duygulan, insanın içinden çıkarak ahlâkî alana yayılmalı ve davranışın ahlâkî olmasını temin etmelidir. Baskı sonucu oluşan davranışların ahlâkî boyutu olamayacağından, peygambe­rin tebliğle yetinmesi uygun görülmektedir. Ahlâk alanı, polisiye tedbirleri kabul etmez. Ahlâk, akıl ve gönülle beslenir ve onları arar. Akıldan, irâ­deden ve bilinçten gelmeyen öğretiler, ahlâka kaynaklık edemezler. Önemli olan insanın içinde bir disiplin duygusunu oluşturmaktır.[83]

 

İman, Takva Ve İyi Amel:

 

93. İnanıp iyi işler yapanlara, bundan böyle (kötülüklerden) korunup inandıkları ve iyi işler yap­tıkları, sonra korunup inandıkları, sonra yine ko­runup iyilik ettikleri takdirde, (daha önce) yediklerin­den ötürü bir günâh yoktur. Allah güzel davrananları sever.

Bu âyetin iniş sebebi olarak şu soru öne sürülmektedir: İçkiyi haram kılan Mâide sûresinin 90. âyeti inince, sahabe müslüman kardeşlerinin Uhud gününde içki içtiklerini, daha sonra öldüklerini belirterek, onların durumunun bu âyete karşı ne olacağını sordu. Bunun üzerine bu âyet in­miştir. Râzî ve diğer müfessirler bu iniş sebebi üzerinde durmaktadırlar.

Nüzul sebebi bağlamında âyetten şu genellemeleri çıkartabiliriz:

1. Kanunlar geçmişe doğru işletilemez, geleceğe doğru işletilirler. Sahabenin bu sorusunu Allah, "Geçmişte yenen haram şeylerin sorum­luluğu yoktur" diyerek, alkolü, kumarı, dikili taşlan ve fal oklarını daha önce kullananların sorumlu tutulmayacaklarını, önemli olanın dönmeleri ve iyi amel işlemeleri olduğunu belirtmekte ve bunu bir ilke olarak koy­maktadır.

Bu durum, modern hukuka önemli bir ilkeyi kazandırmıştır. Kanun­lar geçmişe doğru değil, geleceğe yönelik işlerler. Allah, bir eylemi yasak­lamadan önce yapılan eylemlerden dolayı insanları sorumlu tutmamakta­dır. ljl*i "îman edip iyi işler yapan­larla, (daha önce) yediklerinden dolayı bir günâh yoktur" bölümü, bunu ifade etmektedir. Günâhı işledikten sonra gelen yasağa inanacak ve o yasağın doğrultusunda hareket edecektir. Bunun anlamı, yasağı getiren âyet, gerekli olan değişimi onun davranışlarında gerçekleştirmişse, geçmişe yö­nelik yanlışlardan dolayı sorgulanmayacaktır. Demek ki iyiden yana olan değişimin ödülü, geçmişin kötülüklerinde meydana gelen silinme olacak­tır.

2. Takva, iman ve iyi davranış, Allah'ın sevgisini getirmektedir. Bu âyette iman üç kere, takva üç kere ve iyi iş işlemek de üç kere geçmekte­dir. İman, inkârdan tevhîd inancına geçişin meydana getirdiği değişimin; takva, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmanın; iyi amel de kötü­lüklerin iyiye dönüşümünün adı olmaktadır. İmanda akıl, sevgi ve güven gibi önemli değerler yer alırken, takvada da akıl, sevgi sakınma duygusu, korku ve bilinç yer almaktadır. Bütün bunlar birleşince iyi amelden faydalı iş ve ahlâkî davranış üretmenin bir amaç olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ahlâktaki iman, ahlâka, severek bir davranışı yapmayı, güvende ol­mayı getirmekte ve ona bu mayayı çalmaktadır. Muhammed Esed'in tak­vaya verdiği mânadan hareket edersek diyebiliriz ki, âyette takvanın üç defa geçmesi, Allah'a karşı sorumluluk bilincinin yoğunluk kazanması an­lamına gelmektedir. Üçe katlanan takva denen bu sorumluluk bilincinden sonra, bir daha günâha dönüş imkânsız hale gelmektedir. İnsanın gönlün­deki takva duygusunun üç kat derinliklere inmesi, onun bir daha söküle-meyeceğini ifade etmektedir. Üç kat derinliğe inen takva denen ahlâkî bi­linçte, aklın üç kat daha fazla çalışıp insanın iliklerine kadar işlediğini, sevginin üç kat daha yoğunlaştığını, irâdenin üç kat daha kuvvetlendiğini, bilincin üç kat daha güçlendiğini görmekteyiz.

Âyette, imanın üç kere geçmesi, üç kere geçen takvayı üç kere ma­yalaması anlamına gelmektedir. İman mayası olmayan sakınma duygusu ve bilinç, takvaya dönüşemez. Süte maya çalmadıkça, yoğurt elde edil­mez, yoğurt olmayınca yağ alınamaz, ondan peynir elde edilemez. Üç kere iman mayası çalınan gönülden, takva denen bilinç çıkmaktadır. Ay­rıca aklı takvaya taşıyan da imandır. Akıl, imanın mayası, iman da takva­nın mayası olmaktadır. Akıl mayası olmayan iman, fanatiklik doğurur, bölücülüğe götürür. Din alanını düşmanlık alanı haline getirir.

Âyetteki üç iman, inkâra dönüşü olmayan ve ahlâkî çöküntüye geçit vermeyen imandır. Diğer taraftan âyette geçen üç iyi amel de, kâmil insan olmaya uzanan basamakları göstermektedir. Nefsin tekâmülünü göz önüne alırsak, birinci iyi amel, kendini kınayan emmâre nefis merhalesi; ikinci iyi amel, ilham alan mülhime nefis seviyesi; üçüncü iyi amel de do­yuma ulaşmış mutmainne nefis merhalesini ifade etmektedir.

Dikkat edilirse üçüncü iyi amel, ihsana dönüşmektedir. Allah'ı gö­rür gibi davranışta bulunmak, her zaman Allah'ı yanında hissederek dav­ranmak, ihsan olmakta ve bu da ahlâkın doruk noktasını teşkil etmektedir.

İmandan, takvaya, oradan iyi işe, oradan ihsan denen insân-ı kâmil seviyesine ulaşma merhalelerini geçen mümine, Allah, sevgisini ilân et­mektedir. Yoğun iman, yoğun takva ve hatasız faydalı iş işleme, ilâhî âlem denen arş-ı âlâya çıkıyor ve oradan sevgiyi alıp yeryüzüne indiriyor. Mayasında akıl olan iman, takva ve iyi işler geometrik olarak çoğalmakta, yayılmakta ve faydalı iş üretmekte olduğu için bu âyette üç kere geçmek­tedir. İnsanın şahsiyet, yani gelişimindeki potansiyel gücü, geometrik ola­rak arttırmakta ve kâmil insan seviyesine çıkarmaktadır. Kötü alışkanlık­lardan yalandan kaçar gibi kaçmayı aşılayan bir gelişim süreci, âyette böyle üçlü sistemde açıklanmaktadır.[84]

 

Avlanma Hukuku Ve İlahı Sınav:

 

94. Ey iman edenleri Allah sizi ellerinizin ve mızrakları­nızın erişeceği bir av ile dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin. Kim bundan sonra sınırı asarsa, onun için acı bir azap vardır.

95.  Ey iman edenler! İhramda iken av öldürmeyiniz. Sizden kim avı kasten öldürürse, öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası vardır. Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder. Yahut fakirleri doyurmaktan ibaret bir ke­farettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki böy­lece (o insan) yaptığı işin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse, Allah ondan öc alır. Allah daima galiptir, intikam alandır.

96. Hem kendinize hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek size helâl kılındı. İh­ramda olduğunuz sürece size kara avı yasaklandı. Huzuruna toplanacağız Allah'tan korkun.

Bu âyetler Mâide sûresinin 1 ve 2. âyetlerinin bir açılımı mahiyetin­dedir. Hac esnasında avlanma yasağını getiren bu âyetlerin analizinden, modern hukuku besleyen çıkarımların olduğunu anlamış olacağız.

1. Hayvan haklarına saygı bir imtihan konusudur. Mâide sûresinin 94. âyetine göre, imtihanın konusu avlanma, sorusu da Allah'­tan korkmadır. Daha önce Bakara sûresinin 155. âyetinde korkunun bir imtihan sorusu olduğu açıklanmıştı. Bakara sûresinin 155. âyetindeki korkunun objesi ile Mâide sûresinin 94. âyetindeki korkunun objesi fark­lıdır. Bakara sûresinde genel anlamda korku soru olarak sorulurken, Mâ­ide sûresinin 94. âyeti Allah'tan korkmayı soru haline getirmektedir.

"Ey iman edenler! Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir av ile dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin ".

Âyetin bu kısmında, elle tutulan veya silâhla avlanan avlar hac es­nasında yasaklanmaktadır. Âyet sadece deneme safhasını ele almaktadır. "Kimsenin görmediği yerde gerçekten kendisinden kimin korktuğunu tesbit etmek için". Âyetin bu kısmındaki bi'1-gayb kavramı, Allah'tan başka kimsenin görmeyeceği ve bilmeyeceği bir ortamı anlatmaktadır. Başka bir ifade ile, gaybda olan Allah'tan korkup korkma­dığını tesbit etmek için bu imtihanı yapmaktadır.

"Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4); "Biz insana şah damarından daha yakınız" (Kaf 50/16); "Üç kişinin ko­nuştuğu yerde dördüncü mutlaka Allah'tır. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bu­lunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).

2. Başarılı olanı tesbit etmek için âyetin bu bölümünde "Allah'ın bilmesi için" ifadesi yer almaktadır. Bunun anlamı "tesbit etmek, belirlemek"tir. Ama akla şu soru gelmektedir: Allah'ın bilebilmesi, tesbit edebilmesi için imtihana gerek var mıdır? Bu imtihanı ve tesbiti, Allah kendisi için değil, iman eden kullan için yapmakta ve insanlığa gerçek ha­yat şartları altında gözlemlenmeyen veya imtihan edilmeyen bir insan hakkında değerlendirmenin yapılamayacağını öğretmektedir.

Korku gibi psikolojik bir duygunun denemesi, hac ibâdeti anında avlanma ile yapılmaktadır. İnsanın gönlünde olan korku duygusunun var­lığını, av yasağı ile ortaya çıkarmaktadır. Hayvana yaklaşımı belirleyen duygunun Allah korkusu olması gerektiğinin eğitimini de vermektedir. Müslümanın eylemi, korkusunun üzerine oturmalı ve ondan kaynaklan­malıdır.

3. Avlanma hukukunu çiğneyen cezalandırılır. "Kim bundan sonra aşırı giderse, onun için acı bir azap vardır". Âyetin bu kısmı, Allah'ın koyduğu hacda avlanma yasağını çiğ­neyenlerin cezalandırılacağını gündeme getirmektedir. Avlanma hukuku­nun ceza bölümüne işaret eden bu kısım, modern hukuka av yasağını çiğ­neyenlerin cezalandırılması konusunda bir hukukî düzenlemenin yapılma­sını da öğretmektedir. Demek ki avlanma hukukunu çiğneyenler sadece bu dünyada değil aynı zamanda öteki dünyada da cezalandırılacaktır.

4. Hacda ihrâmli iken avlananın cezası. Bakara sûresinin 125. âyetinde, Beytullah'ın bir üniversite olduğunu söylemiştik. Bu üni­versitede iyi, güzel, doğru, faydalı ne varsa bütün değerler öğretiliyor demiştik. Mâide sûresinin 95. âyetini birlikte anarsak, bu üniversitede hayvan haklarının öğretildiğini söylememiz mümkün olur.

İhrâmlı iken avlanma yasağı, hayvanın durumundan dolayı konan bir yasak değil, onu avlayanın durumundan dolayı konan bir yasaktır. Çünkü 95. âyetin birinci bölümü şöyledir: "İhrâmlı iken av öldürmeyi­niz" îhrâmlılık hali, avlanma yasağını getirmektedir. Bu hal kalkınca, avlanma da yapılabilir. Ama avcının durumu değil de, avlanan hayvanın durumu dikkate alınırsa, o zaman av yasağı her ortamda konabilir. İhram insanın özel bir durumudur, ama hayvanın da özel bir durumu olabilir. Meselâ balıklar körpe durumda ise, tabiatın ekolojik dengesi bozulacaksa, mevsimine göre av yasağı konacaktır. Kabe denen üniversite de insanlığa bir av yasağı hukukunun geliştirilmesini öğretiyor ve bunu bizzat kendisi uyguluyor.

"İçinizden kim onu kasten öldürürse " ifadesiyle, kastî olmayan öldürmelerin olabileceğine de işaret etmektedir. Diğer taraf­tan, kasten avı öldürme ihtimalinin olduğuna da dikkat çekmektedir. Ama eylemin kasıtlı veya kasıtsız olduğunu kim belirleyecektir? Bu sorunun ce­vabı âyette olmadığına göre, Allah bunu avlanan kişinin vicdanına, ya da âyetin başında belirtilen imanına bırakmıştır. Müslüman, eyleminin kasıtlı olup olmadığına karar verebilecek nitelikte bir imana sahip olmalıdır.

Demek ki Allah, müslümanın ihram halindeyken avlanmasının ka­sıtlı olup olmadığındaki kararını onun vicdanına bırakmakta ve burada hatâ yapacağını hiç düşünmemektedir.

a) "Öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır. (Buna) Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder". Kasıtlı öldürme işini ger­çekleştirene, öldürdüğü hayvanın dengi olan sağlam bir hayvan kurban etme cezası verilmektedir. Bu hayvanın denk olup olmadığına iki adalet sahibi insan da şahitlik edecektir. Buradaki kararı, Allah, suçu işleyenin vicdanına bırakmamakta ve tamamen hukukun içine çekmektedir. Kur'ân, aşiret, yani yazılı hukukun bulunmadığı toplumu, hayvan haklarına kadar inen bir hukuk toplumu haline getirmektedir.

b) "Fakirleri doyurmaktan ibaret bir cezadır". Âyetin bu kısmındaki fakiri doyurma cezasında sayı verilmemiştir. Hal­buki yeminini yerine getirmeyen insana 89. âyette on kişiyi doyurmayı emretmişti. Burada doyurulacak olan fakirlerin sayısına yer vermemekte­dir. Buna şu açılımı getirebiliriz: Öldürdüğü hayvan tahminî olarak kaç kişiyi doyurabiliyorsa, o kadar fakiri doyuracaktır.

c) "Onun dengi oruç tutmaktır". Cezanın üçüncü şeklinin, yemindeki gibi oruçla olabileceğini söylemektedir. "Onun dengi" ifadesini nasıl açıklarız? Çünkü hayvanla orucu dengelemek mümkün mü­dür? Biz bunu şu şekilde açıklarız: Hatâyı işleyen kişi öldürdüğü hayvanın etini kaç günde tüketebilirse, o gün miktarınca oruç tutacaktır. Meselâ bir kuş öldürmüş ise, bir gün oruç tutması normaldir. Ama bir geyik öldür­müş ise on gün oruç tutması gerekebilir.

Şimdi burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Neden Allah böyle alternatifli cezalar koymaktadır? Bu soruya birkaç açıdan cevap verebiliriz. Ceza hukukunda, bir suça çeşitli ceza şekillerinin uygulanabileceği öngörülmekte, hâkime, ceza verirken kişinin şartlarına göre bu cezalardan bi­rini seçme hakkı tanımaktadır. Hüner suça tek bir ceza vermek olduğun­dan, bir suça birden fazla ceza vermenin hukuk mantığına aykırı düşmesi sebebiyle yüce Allah asırlarca evvel buna bir açılım getirmiştir.

Diğer taraftan konu av olduğundan, her hayvanın dengini bulmak mümkün değildir. Onun için birinci ceza şeklini uygulama imkânı olma­yabilir. Meselâ bir serçeyi öldüren adama, onun dengi bir hayvanı nasıl bulduracaksınız? O zaman kişiye, fakiri doyurma veya oruç tutma cezası uygulanacaktır.

Burada başka bir soruyu sormak zorundayız: "İhrâmlı iken eti yenen bir hayvanı avlayan kişi, o hayvanın etini yiyebilir mi?" Bir hadîsten hare­ketle bu sorunun cevabını verebiliriz: "Kendisi avlanmamak veya kendisi için avlatmamak şartıyla av eti yemek, ihrâmlıya helâldir"[85]. Hadîsten anlaşılıyor ki, kendi avladığı veya başkasına avlattığı hayvanın etini yiyemez. Ama avlanıp avlanmadığını bilmediği bir hayvanın etini yiyebilir.

Sorulacak başka bir soru da şudur: Fakiri doyurma veya oruç tutma cezasını kim verecektir? Avlandığı hayvan başkasına aitse, ceza aynı mı­dır? Âyette geçen cezalar, başkasının malı olmayan hayvanlarla alâkalıdır. Başkasının malını avlayan kişi, iki misli ceza ödeyecektir.

5. Ceza niçin konmaktadır? Yüce Allah 95. âyetin son kısmında, cezayı koymasının sebebini de açıklamaktadır: "Bu, yaptığı fiilin ağırlığını hissedebilsin diyedir". Âyetin bu kısmında geçen vebal kelimesi, Türkçe'de vebal olarak kullanılmaktadır. Râzî'nin anlattığına göre bu ke­lime şu konular için kullanılmaktadır: Bir otlak elverişsiz olduğu zaman, su devamlı akmadığı zaman, mideye ağır gelen ve hazmedilmeyen yemeği ifade etmek için[86].

Vebal kelimesi vebeleden türemiştir. "Çok şiddetli yağmur yağ­mak, ardarda kırbaç veya değnekle birbirine vurmak, avı şiddetli kovala­mak"; vebule kalıbı da "şiddetlenmek, ağır olmak, bir yerin sıhhate elve­rişli olmaması"; vâbile kalıbı da "bir şeye devam edip alışmak"; vâbil, "iri taneli sağanak halindeki yağmur"; vebal de "fesat, şiddet, yük, ağırlık, mesuliyet, kötü akıbet" mânalarına gelmektedir.

Kelimenin Kur'ân'daki mânaları şunlardır:

a)  Sağanak yağmur. Bakara sûresinin 264. âyetinde verdiği sada­kayı başa kakan kimsenin durumunu anlatırken bu kelimeyi kullanır ve şöyle der: "Onun hâli, üzerinde toprak bulunan yumuşak bir kayanın hâli gibidir; bir sağanak vurunca, onu sert ve çıplak bırakıverir". Bu âyette vâbil kalıbında "sağanak" mâna­sına gelmektedir. Bakara sûresinin 265. âyetinde de aynı anlama gelmek­tedir.

b) Ağır, çetin, kahredici. Müzzemmil sûresinin 16. âyeti şöyledir: "Ve Firavun peygambere isyan etti. Bunun üzerine Biz de onu kahredici bir tutuşla kıskıvrak yakaladık".

c)  Ağırlık, yük, ceza. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette ve diğer birçok âyette bu anlama gelmektedir. Yaptığının cezasını tatsın diye, ihrâmlı iken avlanmadan caydırma metodunu kefaretle ödetmektedir. "İşinin cezası" denirken, ayrıca şuna da işaret edilmektedir: Yasak za­manda ve mekânda avlanan kişi, kendi iradesiyle bu eylemi gerçekleştir­miştir. Allah, kendi koyduğu yasağı kendi zorlamasıyla çiğnetmez. Yapı­lan işin sahibine cezasını tattırmak ve o işin meydana getirdiği olumsuz­luğa denk bir ceza vermekle, aşiret toplumuna hukuk eğitimi verilmekte­dir. Bir kuşu veya bir hayvanı haksız yere öldürmeyi bile hukuka bağla­mıştır.

6. Geçmiş affediliyor. Daha önce açıklandığı gibi, Allah, ceza hu­kukunda çıkarılan bir kanunun geçmişe yönelik işlemeyeceğini gündeme getirmektedir. Böylece modern hukuka çok önemli bir ilkeyi ka­zandırmaktadır. Günümüzdeki "Kanunlar geriye doğru işlemez, geleceğe doğru işler" ilkesinin kaynağında ilâhî hukukun olduğunu görüyoruz. "Allah geçmişi affetmiştir" âyeti bağlamında, suçta ve günâhta bu metot uygulanmaktadır.

7. Kanundan sonra ceza işletilir. "Kim bu suçu tekrar işlerse, Allah da ondan intikamını alır. Allah daima galiptir, öc alandır". Bu âyetten önce yapılan işlerin affedildiği ilân edildikten sonra, bu suçu işleyenlerin ceza­landırılacağı söylenmektedir. Bunun anlamı, kanun çıktıktan sonra işler duruma gelmesidir. Geçmişi affetmesine rağmen, kanundan sonra tekrar o işe dönene iki kat ceza vermesine intikam adını vermekte, öc alma sıfatını gündeme getirmektedir.

Demek ki, bu suça tekrar dönen kişiye, suçunun karşılığı olan kefa­reti ödemesi yeterli olmayacak, Allah tarafından da cezalandırılacaktır. Hukukta bazan ilk defa işlenen bir suçun cezası ertelenir; bir daha işle­nince, eski ceza ilâve edilerek cezalandırılır. Bu âyette, bu hususa dikkat çekilmektedir.

8. Deniz avı yapmak ve yemek helâl, kara avı haramdır. Mâide sû­resinin 96. âyetinde, ihrâmlı iken deniz avı yapmanın ve onun etini yeme­nin helâl olduğu ifade edilmektedir. Avcılara veya yolculara fayda temin ediyorsa, bu avın yapılması meşrudur. Fakat ihrâmlı olduğu müddetçe, kara avı yasaklanmaktadır. Âyet, deniz avı ile kara avının farkını bu ince ayrıntı ile göstermektedir.

Müslümanların bu ayrıntıya bağlı kalmaları ve bunu yerine getirme­leri için caydırıcı bir ifadeye yer verilmektedir: Huzuruna toplanacağınız Allah'tan sakınınız". Yine takva denen sakınma duygusunu ya da bilincini harekete geçirmekte, kendi huzurunda toplan­maları inancını öne sürmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah, ih­râmlı iken avlanma yasağını bu sûrede üç kere tekrar etmektedir.

1. "İhrâmlı iken avlanmayı helâl saymak üzere, size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı... İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" (Mâide 5/1-2).

2. "İhrâmlı iken av öldürmeyin!" (Mâide 5/95).

3. İhramda bulunduğunuz zaman içinde ara avı size haram kılındı (Mâide 5/96).

İhrâmlı olma haliyle avlanma arasında sıkı bir bağlantı kurulurken, bütün dünya insanlığına "avlanma yasağı" hukukunun öğretisi başlatılmış oldu. Kur'ân'dan önce Tevrat da sebt gününde avlanma yasağı getirmişti. Haftada bir gün, yani cumartesi balık avlamamakla başlayan bu süreç, Kur'ân'da hac esnasında ihramda iken avlanmama şekline dönüştü ve gi­derek günümüzde "av yasağı" hukuku halini aldı. Av yasağına uymayan­lar sadece bu dünyada değil, Allah tarafından da cezalandırılacaklardır.[87]

 

Kabe Nedir?

 

97. Allah, Kabe'yi, o saygıya lâyık evi insanlar için (maddî ve manevî yönden) belini doğrultmalarına se­bep kıldı. O saygı değer ayı, kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) ki Allah'ın, göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici oldu­ğunu anlayasınız.

98. İyi biliniz ki, Allah'ın cezası çetindir ve Allah, affe­dici ve merhamet edicidir.

Mâide sûresinin 97, Bakara sûresinin 125 ve Âl-i İmrân sûresinin 96. âyetlerinin bir açılımıdır. Bakara sûresinin 125. âyetinde Kabe, iyinin, güzelin, doğrunun ve sevabın üretildiği ve güvenli bir yer olarak nitelenirken, Âl-i İmrân sûresinin 96. âyetinde, bereket ve insanlar için hidâyet kaynağı olarak tanımlanmakta, Mâide sûresinin 97. âyetinde de saygıde­ğer ve insanların maddî ve manevî olarak bellerini doğrulttukları yer ola­rak takdim edilmektedir.

Mâide sûresinin 97. âyetinde yer alan ce'ale kelimesi, "kıldı, hâline getirdi, tayin etti, hükmetti" mânalarına gelmektedir. Bazan "'yaratma" mânası da verilmektedir.

Râzî, Kabe kelimesinin nereden geldiğini şöyle açıklamaktadır: Yüksek olduğu için Kabe ismini almıştır. Genç kızın memesi tomurcuk­lanıp biraz büyüdüğü zaman ke'ab veya ka'ib denilir. Bacaktan dışarı çık­tığı için insan topuğuna da ka'b denmektedir. Adı ve şanı dünyada arttığı için bu binaya Kabe denmiştir[88].

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Kabe ismini iki sebepten do­layı almıştır: Birisi fizikî mânada yüksek olması, diğeri de manevî an­lamda ad ve şanının yüce olmasıdır. Her iki açıdan yüksekliği, ona bu is­min verilmesine sebep olmuştur.

Yukarıda açıklandığı gibi, Mâide sûresinin 97. âyetinde Kabe'nin ne olduğuna şu şekilde açıklama getirilmektedir:

1.  Beytülharâm'dır. Beyt "ev" olduğuna göre, haram da "saygı değer, etrafındaki canlıların öldürülmesinin yasak olduğu ev, insanların korku ve saldırılardan güvende oldukları ev, dünya ve âhirette insanı sa­adete götürecek olan değerlerin üretildiği ev, üniversite, kutsal ev" anlam­larına gelmektedir.

2.  Kıyâmen li'n-nâs. Muhammed Esed bu ifadeyi, bütün insanlık için bir sembol; Yaşar Nuri Öztürk, "insanlar için dayanak, bir güven un­suru kıldı" şeklinde mânalandırmaktadır. Bu mânaları uygun bulmakla be­raber, ifadeyi meydana getiren kelimelerin mânalarından hareket ederek anlamını yakalayabiliriz. Kıyam kelimesi, kâme fiilinden türetilmiştir. Kelimenin aslı kıvamdır. Kâme "kalkmak" mânasına gelmektedir.

Kabe'nin insanlar için kıyam olması, "işlerin düzenleme yeri" an­lamına gelmektedir. Kabe, şöhreti, kutsallığı ve etrafına sağladığı güven sebebiyle ziyaret ediliyordu. Hac ibâdeti ora halkına ekonomik bir fayda temin ediyordu. Sağladığı bu ekonomik fayda sebebiyle insanlar pek çok sorunlarını çözüyorlardı.

Diğer taraftan Kabe; iyinin, güzelin, doğrunun ve sevabın üretildiği bir üniversite olması sebebiyle, cehaletin altında ezilen insanlığı ayağa kaldırıyordu. Kimsenin kimseye güveni kalmadığı yerde, insanlığa bu de­ğerler vasıtasıyla güven dağıtarak, korkunun baskısından ayağa kaldırı­yordu: "Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi) gü­ven içinde kutsal (güvenli) bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût 29/67).

Ayrıca, ayakta çeşitli ibâdetlerin ve özellikle teşbih ibâdetinin yapıl­dığı bir yer olduğundan, insanları manen yüceltmekte ve bu sebeple insan­lar için bir ayağa kalkış yeri olmaktadır. Günâhların altında beli bükülen, kemikleri çatırdayan ve Mülk sûresinin 22. âyetine göre, yüz üstü sürünen insanları ayağa kaldıran bir ibâdet mahallidir. Onun etrafında ayakta tavaf edilmesi, teşbih ibâdetidir. Orada yapılan ibâdetler, insanı ruh olgunlu­ğuna ulaştırmakta, takva denen ruh gıdasını sunmaktadır. Bu bakımdan da insanlar için bir kıyamdır.

Ekonomik değerden manevî değerlere, güvene ve ruhî gelişmeye kadar uzanan bir dizi faydayı temin eden bu kutsal mâbed; insanları ayağa kaldırmakta, kendine getirmekte, sorunlarını çözmektedir. Bütün bu öğ-retileriyle, yerde sürünen insanları ayağa kaldırmakta, dosdoğru Allah'ın yolunda yürümelerini temin etmektedir.

a) Haram ay vardır. Haram kelimesi, "saygı değer, saygıya lâyık, kutsal, saldırmazlık örfü ya da paktının yapıldığı aylar" anlamına gelmek­tedir. Bu kavram Bakara sûresinin 194 ve 217. âyetlerinde açıklandı. Ba­kara sûresinin 194 ve 217 ile başlayan ve Mâide sûresinin 97. âyetiyle örtüşen bu kavram, bir saldırmazlık paktının eğitimini vermektedir. Dün­yanın Ortaçağ'ı yaşadığı bir dönemde, saldırmazlık örfünü gündeme ge­tirmek, Kur'ân öncesi Araplar'ın bu tarz uygulamasını benimsemekle ve yaymakla insanlık için ilginç bir iş başarmıştır.

b) Kurban vardı. Kurban kavramı, burada üç şeyi ifade etmekte­dir: "Allah'ı anma, insanın tevhîd inancı ve fakirlerin istifade etmesi". Kurban, insanın gönlündeki şirk inancının kesilmesi, yerine tevhîd inan­cının gelmesini ifade ettiği gibi, fakirler için bir menfaatin yerini de tut­maktadır.

c)  Boynundaki gerdanlık (kurbanlar). Boynunda gerdanlık olan kurbanlık hayvanların normal kurbandan farkını Râzî şöyle anlatmaktadır: Haram aylarda Kabe'ye yönelen insana hiç kimse ilişmezdi. Beraberinde bir kurban olan kimse Kabe'ye yönelse, hem kurbanı hem de kendisini Harem'in ağaçlarının kabuğu ve dalıyla süslese, yine ona kimse sataş-mazdı. Öyle ki, açlıktan ölmek üzere olan bir kimse bile o hayvana do­kunmazdı. Kurbanın sahibine de sataşılmazdı. Kabe, hayat hakkının ger­çekleştiği bir yer olması sebebiyle, insanlar için kıyam yeri olmuştur.

Kabe, ibadet özgürlüğünün alabildiğine yudumlandığı bir öğreti mekânı olmaktadır. Kurbana dokunulmaması, bir taraftan hayvan hakla­rına saygıyı, diğer taraftan ibâdet özgürlüğünü gündeme getirmektedir. Burada şu soruyu sormak mümkündür: Yüce Allah bunları bize niçin an­latıyor? Mâide sûresinin 97. âyeti ve devamında 98. âyeti ele alırsak, so­ruların cevabını verebiliriz.

Allah, bunları öğretmesindeki amacı: "Bu da Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilme­niz içindir". Bunun anlamı, her şeyi bilen Allah'ın bu bildiğini bilmeyi amaçlamaktadır. Yüce Allah insanı bilgilendirmek için bunları anlattığını söylüyor. Ama bu bilmenin konusu, Allah'ın bilmesidir. Bileni bilmek, öğretimin amacını teşkil etmektedir. Bileni bilmek, belki de kâmil insan olmanın en önemli basamağını teşkil etmektedir; çünkü bileni bilmek kendi cehaletinin farkına varmaktır.

Mâide sûresinin 98. âyettinde bu anlatımın ikinci sebebi verilmek­tedir: "Biliniz ki Allah'ın cezalandırması çetindir ve

yine Allah'ın bağışlaması ve merhameti sınırsızdır". Bileni bilmek, sonra da O bilenin, yapılan her davranışın farkında olacağını ve yanlış davranış­ları değerlendirip cezalandıracağını bilmeyi de amaçlamaktadır. Her şeyi bilen, her şeyi değerlendirmeye de gücü yetendir. Davranışları değerlendiren ya cezalandırır ya merhamet edip affeder. Kabe, kutsal ev, insanların kıyamı, kutsal ay kavramları, bu öğretileri amaçlamak için 97. âyette yer almaktadırlar.

Kutsala hürmetsizlik, azabı; kutsala saygı da affı, merhameti getire­cektir. Kabe'nin, kutsal evin, kutsal ayın ne olduğunu bilmek, onlara bil­giyle yanaşmak, onların ne olduğunu anlamak, Kabe öğretisinin öğreti­minde yer almaktadır.[89]

 

Elçinin Görevi Ve Allah'ın Bilmesi:

 

99. Peygamber tebliğ etmekten başka bir şeyle yükümlü değildir. Ve Allah, sizin açıktan yaptığınız her şeyi ve bütün gizlediklerinizi bilir.

Bu âyet, Mâide sûresinin 67. âyetine bağlanmalı ve onun bir devamı olarak kabul edilmelidir. Mâide sûresinin 67. âyeti, bizzat peygamberin kendisine indirileni tebliğ etmekle yükümlü olduğunu söylerken; Mâide sûresinin 99. âyetinde insanlara, peygamberin görevinin sadece kendisine emanet edilen, indirilen mesajı tebliğ etmek olduğu bildirilmektedir. Ön­ceki âyet peygamberi, bu âyet de bütün insanları muhatap almaktadır.

Âyetin ikinci bölümünde Allah Teâlâ'mn açıklanan ve gizlenen her şeyi bildiği gündeme getirilmektedir. Bu açıklamanın bir ahlâkî yaptırımı vardır. İnsan, Allah'ın onu içeriden ve dışarıdan bütün ilmiyle kuşattığını bilirse, hem psikolojik hem de sosyal ahlâkını geliştirir. İnsanın beyni, gönlü ve nefsi arasındaki ilişkilerde de bir ahlâk vardır. "Gizledikleriniz" ifadesiyle buna işaret edilmektedir. Aklı, duygusu, niyeti, sevgisi, sadâ­kati, hayası, hevâsı, iradesiyle bir ilişkiler ağına sahip olan insan, bir ah­lâkî yapıya sahiptir. Sosyal ahlâk, psikolojik ahlâkın toplumsal hayatta te­zahür etmesiyle kendisini göstermektedir.

99. âyetin birinci bölümüyle ikinci bölümünü bir araya getirirsek şöyle bir genellemeye varabiliriz: Yüce Allah insanlara şunu öğretiyor: Peygamber ilâhî mesajı iletir, ama açıkta yapılan ile gizleneni bilemez. Bu bilme işi Allah'a mahsustur. Peygamberin faaliyet alanını tesbit ettikten sonra, Allah'ın her şeyi bilebileceği gündeme getirilmektedir.

Diğer taraftan bu âyeti 98. âyete bağlayarak bir genellemeye de va­rabiliriz: Peygamber sadece ilâhî mesajı size iletmekle yükümlüdür; ama sizin açıktan veya gizlice gönülden ona muhalefet etmenizin sorumluluğu size aittir. Açıktan veya gizlice peygambere olan muhalefetinizi Allah bil­diği için, sizi ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Fakat bu gizli ve aşikâr muhalefetinden tövbe edip af dilerseniz, Allah'ın bağış ve merhametini bulacaksınız.

Bu iki âyete bir kere daha bakarsak; önce ceza ve af kanunu, sonra peygamberin salâhiyet alanı, daha sonra da kulların davranışının gündeme getirildiğini görebiliriz. Böylece 98. âyet, hem önceki âyetlere hem de kendinden sonraki âyete bağlı olarak hükmünü icra etmektedir.[90]

 

Temiz İle Temiz Olmayanın Karşılaştırıl­ması:

 

100. De ki: Pisliğin çokluğu seni hayrete düşürse bile, pisle temiz bir olmaz. Öyle ise ey akıl sahipleri! Alla­h'tan sakınınız ki, kurtuluşa eresiniz.

Bu âyette pis ile temiz olan mukayese edilmekte ve kötünün izafîliği ele alınarak, insanı yanıltmaması temin edilmektedir. Şimdi âyetteki kav­ramları ele alıp açıklamasını yapabiliriz.

1. Habîs kavramının fiil kalıbı habusedir. "Bozuk, kötü ve çirkin olmak; hileci entrikacı olmak; bozuk ve kötü arkadaşlar edinmek; midesi bozulup istifra edeceği gelmek; ağır gelmek, sıkıntılı olmak; birine habîs-liği, şerri, günahkârlığı öğretmek; kötü söz söylemek"; ehbesan kalıbı "kazurat, sidik, ağız kokusu ve uykusuzluk"; habesu kalıbı "kir, maden­deki pas, cüruf; habîsetu kalıbı da "haram" mânalarına gelmektedir. Bu kavramın Kur'ân'daki anlamları şunlardır:

a)  Çorak. A'râf sûresinin 58. âyetinde habuse kalıbından gelmiş ve arazinin sıfatı olmuştur. "Çorak, verimsiz, kötü" mânasını ifade etmek­tedir. "Bereketli toprak ki, onun ekini rabbinizin izniyle fışkırır; oysa çorak toprağınki ancak cılız bir ekin verir". Bu âyette "çorak, verimsiz" anlamına gelirken, "verimli, be­reketli" mânasını ifade eden tayyib kavramının karşıtı olmaktadır.

b) Âdî, değersiz. Bakara sûresinin 267. âyetinde yine tayyib keli­mesinin karşıtı mânasında kullanılmış olmakla beraber, orada "âdî, ba­yağı, defolu" anlamına gelmektedir: "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çı­kardıklarımızdan hayra harcayınız. Size verilse, gözünüzü yummadan ala­mayacağınız âdî malı hayır diye vermeye kalkışmayınız". Nisa sûresinin 2. âyetinde de aynı anlama gelmektedir.

c) Murdar. Âl-i İmrân sûresinin 179. âyetinde şirkin ya da inkârın meydana getirdiği pisliği ifade etmektedir. Çünkü şirk, insanı murdar hale getirmektedir. Aynı âyette iman edenle iman etmeyeni Allah ayırmaktadır. Bu noktada iman edene tayyib, iman etmeyene kâfir mânasında murdar demektedir. Enfâl sûresinin 37. âyetinde de aynı anlamı ifade etmektedir.

d) İffetsiz. Nûr sûresinin 26. âyetinde habîs kelimesi, kadın ve er­keğin cinsellik bakımından sıfatı olmaktadır. Bu âyette "iffetsiz, yozlaşmış ve lekeli" anlamına gelmektedir. "İffetsiz kadınlar, iffetsiz erkeklere; iffetsiz erkekler ise iffetsiz kadınlara...". Böylece kelime ahlâkî bir anlam kazanmaktadır.

e) Yanlış. Allah habîs kelimesini, düşünce ve sözün sıfatı olarak İbrahim sûresinin 26. âyetinde kullanmaktadır. Çoğu mütercimler oradaki habîs kelimesini sözle bir araya gelince "çirkin söz" olarak mânalandırmış-lardır. Bize göre sözün çirkini değil, sözün yanlışı olur. Habîs kelimesi, inanç ve ahlâkî bakımdan ilâhî mesajın gösterdiğinin tam tersini gösterip insanların yoldan çıkmasını sağlayan yanlış düşünce, fikir ve sözü ifade etmektedir.

f) Kötü. A'râf sûresinin 157. âyetinde yine "iyi" anlamına gelen tayyib kavramının karşıtı anlamında kullanılmaktadır. İyinin karşıtı "kötü"dür. Bu âyette kötü anlamında kullanılmaktadır.

g) Homoseksüellik. Enbiyâ sûresinin 74. âyetinde bu anlamı ifade etmektedir. Cinsel ahlâk bakımından "çirkin davranış" mânasında kulla­nılmaktadır. "Ve Lût'a da sağlam bir muhakeme yetisi ve ilim verdik ve onu çirkin (homoseksüellik) davranışlar ortaya koyan bir toplumun elinden kurtar­dık".

Görüldüğü gibi habîs kelimesi, maddî, ahlâkî ve manevî mânalarda Kur'ân'da yer almıştır. Tayyib kelimesi de habîsin zıddı olduğuna göre bereketli, verimli, değerli, temiz, iffetli, doğru, iyi mânalarına gelmekte­dir. Mâide sûresinin 100. âyetinde kötü anlamına gelen habîsin karşıtı olan tayyib, iyi anlamına gelmektedir. Pis ve temiz mânasını da ifade et­mektedir. Bu açıklamadan sonra âyetin yorumuna geçebiliriz.

1. "Kötü ile iyi bir değildir". Bunun anlamı, pis ile temizin, çirkin ile güzelin bir olmamasıdır. Öyle anlaşılıyor ki bura­daki kötü ile iyi, sosyal bakımdan ahlâkî iyi ile ahlâkî kötüyü ifade etmek­tedir. Ahlâkî bakımdan iyi ile kötünün bir olmadığının ifade edildiğinin kanıtı ne olabilir? Âyetin devamından, bu kavramların ahlâkî iyi ile kötüyü ifade ettikleri anlaşılmaktadır.

3. "Kötü seni hayrete düşürse de ". Ahlâkî kötü, insanı hayrete düşürecek kadar yaygın olsa bile iyiye denk değildir. Yalnız burada ahlâkî kötü derken, bu kötü davranışın kaynağındaki düşünsel balamdan kötüyü ifade ettiğini söylemekte yarar vardır. "Seni hayrete dü­şerse bile" ifadesini iki mânada almakta yarar vardır. Ahlâkî kirlenme ve pislik insanı hayrete düşürecek boyutlara ulaşabilir. Bu durum kötünün iyiye denk olduğu düşüncesini uyandırmamalıdır.

Diğer taraftan kötü, insana çok zevk verebilir, kötünün verdiği zevk çok olabilir, ama asla iyi ile mukayese edilmemelidir. Çünkü kötünün verdiği zevk, iyinin verdiği mutluluk kadar kalıcı değildir. Kötü, insana zevk verirken, iyi mutluluk verir. Zevkle mutluluk mukayese edilemeye­ceğine göre, kötülükle iyilik de mukayese edilemez.

Ayrıca kötülük ferde zevk verse bile, topluma ve insanlığa ıstırap vermektedir. Istırap veren, çürüten ve sosyal yara açan kötülükle, mutlu­luk veren iyi mukayese edilebilir mi?

Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: İnsanı hayrete düşürecek kadar çok olan kötünün iyi ile aynı seviyede olamayacağı konusunu Allah niçin gündeme getirmektedir? Bu sorunun cevabı bize göre şudur: Kötünün çokluğu, insanları kötümser (pesimist) yapabilir. Bunun anlamı iyiden ümidini kesmektir. Kötülük, insanı hayrete düşürecek kadar yaygın olsa bile, kötümserliğe, ümitsizliğe kapılmamak gerekiyor; çünkü kötü iyiye denk değildir. Allah, insanların üstünden ümitsizlik, kötümserlik bulutunu kaldırmak amacıyla bu âyeti gündeme getirmektedir. Bunu Fussılet sûre­sinin 34. âyetinde de konu edinmektedir: "İyilikle kötülük bir olmaz"-

O zaman şu soru karşımıza çıkar. İnsan kötünün karşısında kötüm­serliğe, ümitsizliğe düşerse ne olur? Tabiîdir ki kötülükle mücadele verme cesaretini ve gücünü kendinde bulamaz. Ra'd sûresinin 22 ve Fussılet sû­resinin 34. âyetlerinde yer alan kötülükle mücadele yapma metodunu uy­gulayamaz hale gelebilir. Diğer taraftan ümitsizlik, yani kötümserlik, in­sanın derinlemesine düşünme faaliyetine engel olabilir. Aklın faaliyetini durduran ümitsizlik, takvayı engeller; takvanın engellemesi de kurtuluşa mani olur.

4. "Öy/eyse ey afa/ sahipleri! Alla­h'tan sakınınız ki kurtuluşa eresiniz". Âyetin bu kısmında takva, lub de­nen akıl ve felah kavramları yer almaktadır. Bu üç kavramın arasındaki bağlantı ve ilişki gündeme getirilerek, kötü ile mücadele etmenin ve felaha varışın yolu öğretilmektedir.

Takva, akıl denen gücü kullanmakla gerçekleşecektir. Akıl takvayı meydana getirince, ümitsizlik ortadan kalkacak ve neticede kötüden kur­tulma fırsatı elde edilecektir. Böylece Allah, ahlâkın temellerinde Allah'tan sakınma duygusunun olduğuna işaret etmektedir.[91]

 

Soru Sorma Metodu:

 

101.  Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza git­meyecek şeyleri sormayınız. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. (Açıklamadığına göre) Allah onları affetmiştir. Zira Allah çok bağışla­yıcıdır, halimdir.

102.  Sizden önceki insanlar da böyle sorular sormuş ve sonuçta onları inkâr etmişlerdi.

Kur'ân sorulan soruları cevaplandırmayı gaye edinmiş, pek çok hükmünü de soru sorulma üzerine bina etmiştir. Bu konu Bakara sûresinin 219. âyetinde açıklandı. İniş sebebi kendi içeriğinden belli olan Mâide sûresinin 101. âyetinde, soru sorma zamanı ve âdabı ele alınmaktadır. Hz. Peygamber'e sorulan soruların zamansız, yersiz ve keyfiyetsiz olması se­bebiyle bu âyet indirilmiştir.

Alay için sorular sordukları gibi[92], sahabe peygamberden neseplerini, haccın her yıl farz olup olmadı­ğını, ölmüş babalarının âhiretteki yerinin ne olduğu gibi sorular sorarlardı[93]. Bu davranış ve soruların ardından söz konusu âyetlerin indirildiği rivayet edilmektedir. Hadîslerin, âyete uygun düşmesi sebebiyle doğruluklarına kanaat getiriyoruz.

Hz. Peygamber'e, dinin sınırlarını zorlayan, talî konularda zorlama sorular soruluyordu. Dinde ayrıntılar üzerinde durup onları ana konular gibi göstermenin doğru olmayacağını vurgulamak için bu âyetlerin gön­derildiği şu hadîsten de anlaşılmaktadır: "Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığı şeyler, haram da kitabında haram kıldığı şeylerdir. Allah'ın kita­bında bildirmediği şeyler, muaf tuttuklarmdandır. Kendinizi zorlamayınız"[94]. "Müslümanların içinde suçu en büyük olan, bir helalin haram kılınmasına sebep olandır"[95].

Mâide sûresinin 101. âyetinden şunu da anlıyoruz: Öyle sorular vardır ki, câhil insanlara açıklanırsa, onlar için inanç bakımından tehlike oluşturabilir. "Kur'ân inerken sorarsanız size açıklanır" ifadesiyle, Kur'ân eğitiminden geçen insanın böyle gizemli soruların cevabından dolayı inanç bakımından tehlikeye düşmeyeceğini anlıyoruz. Ayrıca o sorulara peygamberin değil de Allah'ın cevap verece­ğine de bir işaret vardır.

Bu âyet, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde ders anında gelişigüzel soru sormanın yanlışlığını ortaya koyan bir işaret vermektedir. Soruların konu­nun anlatımından sonra sorulması doğru olanıdır. Çünkü sorulacak so­ruya, konuyu anlatım anında değinilmiş olabilir.

Başka bir açıdan bakarsak burada müslümanlara bir uyarı vardır. "Kur'ân inerken bu soruları sorsaydınız size açıklanacaktı, ama Kur'ân ta­mamlanınca peygamberi sıkıştırmak için kendinizi sıkıntıya sokacak konularda, ayrıntılarda soru sormayınız" mesajını vermektedir. Böylece âyet "Bugün sizin dininizi tanıladım" diyen Mâide sûresinin 3. ve 99. âyetinde yer alan "Peygambere düşen ancak tebliğdir" ifadesine bağlı olarak ele alınmalıdır. "Peygamber, Kur'ân'ı sadece tebliğ eder, helâl ve haramı Al­lah koyar" anlamına gelmektedir. Yukarıdaki hadîste belirtildiği gibi, helâl ve haramı Allah'ın kitabında aramak gerekiyor.

Mâide sûresinin 101. âyetinin devamında, "Allah, bu ko­nuda (sizi her türlü yükümlülükten) azat etmiştir" denilmektedir. Âyetin bu kısmından çıkaracağımız genellemeler şunlardır:

1. Daha önce gereksiz ve zamansız yere sorduğunuz sorulardan do­layı yaptığınız hatâyı bağışladı. Buradan öğretmenler için önemli bir kural çıkarabiliriz: Öğrenciler, dersin dışında veya ders esnasında, kasıtlı veya kasıtsız kendilerini aşan gereksiz sorular sorabilirler ve bu soru öğretmeni zor duruma düşürebilir. Böyle durumlarda öğretmen onların bu yakışıksız davranışlarını affedici olmalıdır.

2. Âyetin bu kısmını, âyetin önceki bölümüyle hukukî anlamda irti-batlandırma imkânına sığınarak da açıklamak mümkündür.

Müslümanlar şunu iyi bilmelidirler: Kur'ân ile din tamamlandı. Kur'ân'ın dışında insan aklına da bir alan bırakıldı. İnsan aklına bırakılan bu boş alanda bilgi üretilmesinde, din için bir sakınca yoktur. Sakınca yok­tur, çünkü bu alanı ona Kur'ân'm kendisi vermiştir. Akıl bu alanda faali­yet gösterirken şu ilkeden hareket eder: Kur'ân'm âyetleri lafız olarak sta­tiktir, yani durağandır, değişmezdir; ama bu âyetlerin, ya da kelimelerin mânaları durağan değil, hareket halindedir, doğurgandır. Çünkü Kur'ân-'ın kelimeleri ve onların oluşturduğu âyetler devamlı konuşmaktadırlar. O kelime ve âyetler düşünen insana konuşmakta ve hayattaki problemler ko­nusunda hukuk üretmesi için akla yardım etmektedir.

Akıl, kendine bırakılan bu boş alanda hukuk üretirken, ürettiklerini din değil, o dinin kültürü olarak nitelendirir. Çünkü din tamamlanmış ve sınırlan çizilmiştir (Mâide 5/3). Madem ki din ve onu tebliğ eden peygam­ber ayrıntılar üzerinde durmamış ve bu alanı akla bırakmıştır, o zaman ayrıntılar üzerinde yürüttüğü hükümlerden dolayı aklın yükümlü olmaması gerekir.

Allah "Allah, bu konuda (sizi her türlü yükümlülükten) azat etmiş­tir" derken, akla hukuk yapmakta verdiği alandaki hürriyetlerini ve so­rumsuzluğunu ifade etmektedir. Dinin sınırları dışında kalan boş alanda akıl, tam bir özgürlükle hareket eder ve ondan bu hareketin sorumluluğu­nun kaldırıldığı Qlc İJÜI lü ifadesiyle tesbit edilmektedir.

Din âlimleri bu alanda ihtilâf ederler, birbirlerinin fikrini kabul et­mezler ama kâfir de olmazlar. Dinin sınırları dışında yapılan tartışmalar, din adına onlara bir yükümlülük getirmez. Fakat görüşlerini din olarak karşı tarafa sundukları zaman Allah'a iftira etmiş olacaklarından, çok bü­yük hatâ yapmış olurlar. Yukarıda Tirmizî'den naklettiğimiz hadîs, helâl ve haramın nerede aranacağını tesbit ederken, aklın ürettiği hükümlerin dine sokulamayacağına da işaret etmektedir.

Demek ki akıl, Kur'ân'ın hükümlerini anlar, dinin sınırları dışında kalan alanda asrın gereklerine göre hükümler koyar. Akıl bu faaliyetini ya­parken devreye nefis girebilir ve aklı devre dışı bırakabilir, bunun netice­sinde de insanlığa zararlı olan ve evrensel hukukla çatışan hükümler koya­bilir. Allah, vahyi ile bu yanlışların düzelmesini temin etmekte olduğunu Bakara sûresinin 213. âyetinde açıklamaktadır.

Birinci çıkarımdan hareket edersek yersiz, zamansız ve gereksiz ko­nularda geçmişte sorulan hatalı soruların affedildiği gündeme getirilmekte ve Allah'ın bunu affedici ve halîm sıfatının bir gereği olarak yaptığı âyetin sonunda söylenmektedir. Bu ilâhî uyarıyı, anne babalar, öğretici ve siya­setçiler uygulamalıdırlar. Yersiz, zamansız ve gereksiz soru soranlara karşı affedici olmalıdırlar. Anne babalar çocuklarının zamansız, yersiz ve gereksiz soruları karşısında onların onurlarını kırmamalıdırlar. Bu uygu­lama, toplumun her kesiminde işlemeli ve işletilmelidir.

Yüce Allah Mâide sûresinin 102. âyetinde, gereksiz ve zamansız so­ruların bazan çok tehlikeli boyutlara ulaşabildiğini ve soranları inkâra gö­türdüğünü gündeme getirmektedir: 

"Sizden önce gelen bir toplum sormuştu da, sonra onları inkâr eder ol­muşlardı ".

Bu âyetteki "soru sorma" yüklemini, istemek mânasına da alabiliriz. Bir bakıma soru sormak, bir şeyi istemek anlamına gelmektedir. Geçmiş kavimlerden bir kavim ne sordu ki, sonra onu inkâr etti. Âyette "bir ka­vim" ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeyi "insanlar" olarak tercüme etmek mümkündür. Bu mânayı verince, geçmişte sadece bir kavim, yani bir topluluk değil, pek çok topluluk böyle hatâlara düşmüşlerdir. Peki âyette geçen "bir topluluk" ifadesini, "insanlar" şeklinde nasıl mânalandırabiliriz ve bu konuda delilimiz ne olur? Bu soruya âyetin kendini delil olarak geti­rebiliriz. "Sonra onu inkâr ettiler" derken, asbeha ve "kâfir" kelimelerini çoğul getirmektedir. Böylece kavim kavramının insanlar mânasına alınma imkânını doğurmuştur.

Demek ki bu soru sorma hatâsını bir topluluk değil, pek çok toplu­luk yapmıştır, yani böyle yanlış isteklerde bulunmuşlardır. Geçmiş ka­vimlerin neler sorduklarına, yani neler istediklerine bakmakta fayda var­dır:

Kitap ehli (İsrâiloğulları), Hz. Musa'dan Allah'ı apaçık gösterme­sini istediler. Bu istekleri Allah tarafından zulüm olarak değerlendirilmiş ve onları hemen yıldırım çarpmıştı (Nisa 4/153).

Hz. Musa'dan sonra ileri gelenler, îsrâiloğulları'na gönderilen bir peygamberden, bir hükümdar göndermelerini istediler. Bu hükümdarla Allah yolunda savaşacaklarını söylediler. Allah onlara savaşı yazınca, he­men yüz çevirdiler (Bakara 2/246). Hükümranlığa ondan daha lâyık ol­duklarını söyleyerek onu küçümsediler (Bakara 2/247).

Havariler, Hz. îsâ'dan Allah'ın onlara gökten bir sofra indirmesini istediler, sonra onu inkâr ettiler (Mâide 5/112-115). Kitap ehli, Hz. Pey­gamber'den kendilerine bir kitap indirmesini istediler (Nisa 4/153). Bun­lara Semûd kavminin Hz. Salih'ten mucize olarak bir devenin verilmesini istemelerini, ama sonra o deveyi boğazlamaları olgusunu da ekleyebiliriz (Şems 91/11-15). Mâide sûresinin 102. âyetinden çıkaracağımız önemli ilke şudur: Mâide sûresinin 101. âyetinde zamansız, yersiz ve gereksiz soru sorma­nın, istekte bulunmanın doğru olmayacağını söylemiş ve bunun daha önce yaşanan olgularla ispatını yapmıştır. Geçmişteki insanların hayat tecrübe­sinden, hal ve geleceğe ışık tutmuştur. Böylece tarihî olguların ne işe ya­radığına da açıklık getirilmiş olmaktadır.

Hz. Peygamber, kendine hacla ilgili soru sorana karşı bu âyeti delil getirerek, yanlış soru sormalarını önleme yoluna gitmiştir[96]. Kısaca diyebiliriz ki, soru sormanın bir edebi vardır.[97]

 

Allah'a İftira Etmek:

 

103. Allah, bahire, sâibe, vesile ve ham diye bir şey yapmamıştır. Fakat inkâr edenler, kendi uydurdukları yalanları Allah'a yakıştırırlar ve onların birçoğu akıllarını asla kullanmazlar.

ce'ale kelimesinin ne anlama geldiği, Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklandı. "Yapmak, yaratmak, icat etmek, bir halden diğerine in­tikâl ettirmek, hüküm vermek, bahşetmek, tayin etmek, göndermek, ifade etmek" mânalarına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "emretmek, yapmak, hükmetmek" mânasına gelmektedir. kelimesini, "Allah emretmedi" şeklinde mânalandırmak en doğrusu olacaktır.

1. Âyette dört kavram yer almaktadır: Bu kavramlardan anlıyoruz ki, Arap kültürü önceki kültürlerin etkisinde kalmış ve özellikle İsrâiloğul-ları'nın hayvanla olan ilişkileri ve onu kutsallaştırmaları, değişik bir tarzda Arap kültürüne intikal etti.

a) Bahire "yarmak" mânasına gelen bahr kelimesinden türemiştir. "Kulağı yarılan hayvan"a bahîre denirdi. Câhiliye Arapları'nda hayvan­larla ilgili şöyle bir uygulama ya da gelenek vardı: Bir deve beş defa doğu­rursa, son yavrusu erkek olduğu takdirde onu keserler, etini kadınlar de­ğil, erkekler yerlerdi. Eğer son yavrusu dişi ise, onun adak olduğunu be­lirtmek üzere kulağını yarıp bırakırlardı; bu hayvana bahîre denirdi.

Sonuncu yavrusu erkek olan devenin de kulağını delerler, ona bin­meyi ve onu kesmeyi kendilerine yasaklar, putları için özgür bırakırlardı. Tüyleri kırkılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mani olunmaz, otlaktan kovulmaz ve kendisinden istifade edilmezdi[98].

Hangi görüş alınırsa alınsın netice şudur: Araplar doğumuna göre deveye kutsallık vermişlerdi. Bakara sûresinin 71. âyetinde boyunduruk altına alınmamış, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan develere ayrı ayrı isimler vermişlerdi.

b) Sâibe "kendi başına bırakmak" anlamına gelen seyb kelimesin­den türemiştir. Araplar'ın âdetleri arasında şöyle bir uygulamaları vardı: Bir kişi hastalanır veya kaybolursa, o kişini iyileşmesi veya bulunması durumunda bir deveyi adarlardı. Umdukları gerçekleştiğinde, o deveye yük yüklemez ve binmezlerdi. Onu bu işlerden muaf tutar ve serbest bı­rakırlardı. İstediği yere gidip dolaşması için serbest bırakılan hayvana da sâibe derlerdi. Araplar böyle bir uygulamayı Allah'ın emrettiğini söylüyorlardı.

c) Vasîle "başkasına ulaştırılmış ve bitiştirilmiş" anlamına gelen mevsûle kelimesinin karşılığıdır. Koyun, dişi yavru doğurursa, bu yavru sahibinin olurdu. Eğer erkek yavru doğurursa, bu yavru putların olurdu. Eğer erkek ve dişi olarak ikiz doğurursa, Araplar: 'Bu kardeşine ulaştı' derler ve erkek yavruyu putlarına kurban etmezlerdi. Dişinin hatı­rına erkeğin eti onlara haram olurdu. Bu hayvana, yani ikizin erkeğine vasîle derlerdi.

d) Hâm "bir insanın başka birini himaye etmesi" anlamına gelen hemâ fiilinden türemiştir. Bu kelime Araplar arasında iki uygulama olarak mâna kazanmaktadır: Damızlık bir deve, yavrusunun yavrusuna, yani to­rununa döllemek için cinsel ilişkide bulunursa, torununun üzerine binil­mesini de önlemiş olur. "Sırtını binilmekten korudu" mânasını ifade etmek için bu kelime kullanılır. Artık ölünceye kadar ona binilmez, onunla yük taşınmaz, sudan ve otlaktan menedilmezdi. Ölünce de etini, hem erkekler hem de kadınlar yerdi.

Başka bir anlatışa göre deve on batın doğum yaptığında, Araplar, "Sırtını korudu" anlamına da bu kelimeyi kullanırlar ve o hayvana hâm derlerdi[99].

Yukarıdaki vasîle kavramına bakarsak, hayvanın dişisinin erkekten üstün tutulduğu görülecektir. Demek ki Araplar, hayvanın dişisine verdik­leri önemi, insanın dişisine vermiyor, onu canlı canlı gömüyorlardı. Hatta dişi koyun yavrusu, ikizi olan erkek yavrunun kesilmesini önlüyordu. Bütün bu âdet, uygulama ve inanış biçimleri, totemizmin bir kalıntısı ola­bilir.

2. Kâfir, Allah'a iftira eder. Allah, neden Araplar'ın bahîre, sâibe, vasîle ve hâm gibi totemcilik ve İsrâiliyyât kalıntısı şeylerle uğraştıkları sorusuna cevap vermekte ve bunu sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamak­tadır: "Fakat inkâr edenler, kendi uydurdukları yalanları Allah'a yakıştırır­lar ve onların birçoğu akıllarını asla kullanmazlar".

Şimdi ortada bir inanış biçimi ve uygulama var: Buna göre Allah ba­hîre, sâibe, vasîle ve hamı emretmiştir. Hz. Peygamber görevlendirilme­den önce böyle bir inanış biçimi ve uygulaması, ya da geleneği Araplar'da vardı. Sorulacak soru şudur: Bunu kimler koydu ve bunların eylemi nasıl değerlendirilecek? Yüce Allah bu inanış biçimini, uygulamayı veya gele­neği, kâfirlerin koyduğunu bildirmektedir. Hz. İsmail'den tevhîd inancına bağlı olarak gelen dini değiştirenler, o inancı inkâr edenler, bu işi yapmış­tır.

Demek ki bu uygulamanın yakın sebep halkası inkârdır. Peki bu ey­lemin adı nedir? Allah'ın emretmediği bir şeyi, emretmiştir demek, O'na yalan iftirasında bulunmaktır. "Bunu neden yaptılar?" sorusunu sorarak ilk sebebe gitmek gerekiyor. Allah bunu aklını kullanamadıklarından do­layı yaptıklarını söylemektedir.

Demek ki aklını kullanamayan insan, inkâra sapar, inkâr eden insan da Allah'a iftiralarda bulunur. Sonuç, Allah'a yalan iftirada bulunmaktır. Bunun sebebi inkâr; inkârın da sebebi aklını kullanamamaktır. Aklını ça­lıştırmamaktan doğan boşluğu, inkâr dolduruyor; o da asılsız şeylerin Al­lah tarafından emredildiği iftirasına sebep oluyor. Aradan akıl çekilince, ya da akıl devre dışı kalınca, inkâr, iftira ve hurafeler o alanı dolduruyor.

Böylece Allah, sosyal hayatta, yani insan ilişkilerinde inkâr, yalan ve hurafelerin nasıl meydana geldiğini ve bunların hangi bataklıkta üredi-ğini, kendine karşı yapılanı örnek vererek açıklamaktadır. Sosyal hayatı ve insan ilişkilerini düzenlemek için aklın devreye girmesini ön görmek­tedir. Sosyal hayat ve insan ilişkilerinden aklı çıkarıp bir tarafa atarsanız, insanların birbirine inancı kalmaz, ortalık iftiralarla dolar ve yalan kol ge­zer. Allah'a yukarıda anlatıldığı şekilde davrananlar, elbette başkalarına da onu yapacaklardır.

Aklın olmadığı yerde sosyal düzen ve sağlıklı insan ilişkileri de yok­tur. Aklın olmadığı yerde insan-Allah ilişkileri de sağlıklı değildir. Çünkü aklını kullanamayanlar, inkâr psikolojisine bürünerek Allah'a iftira ede­cek, Allah ile insanları aldatma yoluna gideceklerdir. Allah bu âyetle, bu olguya dikkat çekmektedir.[100]

 

Taklit:

 

104. Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygamberine geliniz " denildiğinde, "Babalarımızı üzerinde bul­duğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?

Bu âyetin başka bir açılımı Bakara sûresinin 170. âyetidir. O âyetle bu âyetin farkını şöylece ortaya koyabiliriz. Bakara sûresinin 170. âye­tinde sadece Allah'ın indirdiğine tâbi olmaya çağırılırken, Mâide sûresinin 104. âyetinde hem Allah'ın indirdiğine hem de peygambere gelmeye ça-ğırılmaktadır. Bakara sûresinin 170. âyetinde "tâbi olmak", Mâide sûre­sinin 104. âyetinde "gelme" emirleri yer almaktadır. Bakara sûresinin 170. âyetinde elfeynâ "uyarız" ifadesinin yerine, Mâide sûresinin 104. âyetinde hasbünâ "bize yeter" ifadesi yer almaktadır. Bakara sûresinin 170. âyetinde de lâ ya'kılûne "akıllarını çalıştırmıyorlar" ifadesi, Mâide sûresinin 104. âyetinde lâ ya'lemûne "bilmiyorlarsa" ifadesi şekline dönüşmektedir.

Her iki âyetin eksen konusu, geçmişteki nesillerin inançları, davra­nışları, hayata bakış açılan ve dini uygulamalarının taklit edilmesidir.

1. Gelinecek şey nedir? "Allah'ın indirdiği" ifadesiyle Kur'ân kas­tedilmektedir. Ayrıca peygambere gelinmesini istemektedir. Nisa sûresi­nin 59. âyetinde "Eğer bir hususta an­laşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve peygamberine götürünüz" denir­ken, fikrî veya hukukî bir tartışmanın çözümü konusunda metot öğretil­mektedir. Mâide sûresinin 103. âyetinde, bâtıl inançları Allah'a iftira ede­rek yüklemenin yanlışlığı anlatıldıktan sonra, bu inançları düzeltmek için Kur'ân'a ve peygambere çağrılmaktadır. Bunun anlamı Kur'ân ile pey­gamberin, daha doğrusu bizim için peygamberin sünneti, inanç konularını çözecek nitelikte olması ve bu konudaki yeterliliğidir. Kur'ân ve onu ha­yata uygulayan peygamber objektif çözüm merkezleridir.

2. Onlar ne dedi? "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter". Bu ifade, insanlığın gelişimini önleyen bir virüs olmuştur. Bakara sûresinin 170. âyetinde açıklandığı için burada ayrıntıya girmiyoruz.

3.  Onlar nasıl ikna edilmeye çalışılıyor? "Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" Bunun anlamı, bilene uyulacağıdır. Bilmeyen insanın pe­şine gidilmez. İnsana değil, sahip olunan bilgiye uyulacaktır. Bilmeyen insan doğru yolda olamaz. Böylece Allah bilgi ile doğru yol arasında bir bağlantı kurmaktadır.

Bu âyetten eğitim adına çıkaracağımız önemli bir ilke vardır. Allah, indirdiğine ve peygamberine geliniz, dediğine göre, din âlimleri ve din gö­revlileri de aynı metodu kullanarak, Allah'ın indirdiğine ve peygambere çağıracaklardır. Buraya üçüncü bir şahıs eklenemez. Kur'ân ve peygam­ber, ilâhî vahyi temsil etmektedirler. Kur'ân'ı direkt anlamayan, peygam­berin uygulamalarıyla onu anlamış olacaktır. Neticede kaynak tektir. O zaman din âlimleri, Allah'ın indirdiğini ve peygamberi iyi bilmelidirler. Kur'ân'ı bilmek demek, peygamberi iyi bilmek demektir. Kur'ân'a, Kur-"ân'ı bilen çağıracaktır.

Eğer din âlimleri kendi gruplarına, tarikatlarına, mezheplerine çağı­rırlarsa, Kur'ân'ı bir tarafa atmış olurlar, o zaman insanları kazanma ye­rine kaybederler. Din bilginleri için neye ve nereye çağırdıkları ve ne bil­dikleri önemlidir. Geçmişteki din âlimlerinin yaptıkları, onlar için yeterli olmamalıdır.[101]

 

Müslümanın Doğru Yolda Olması:

 

105. Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Siz doğru yolda olunca, sapan kimseler size zarar veremez. He­pinizin dönüşü Allah'adır. Artık O size yaptıklarınızı haber verecektir.

Âyeti kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz.

1. "Ey iman edenler! Siz kendinize ba­kınız!"

Âyetin bu kısmındaki "Kendinize bakınız!" ifadesi, "Onlar kendi içlerinde düşünmezler mi?" (Rûm 30/8); "Hayır insan, kendi nefsinin gö'zlemcisidir" (Kıyâme 75/14); "Sen yalnızca kendi nefsinden sorumlusun " (Nisa 4/84) âyetlerine denk düşmekte ve bunlar Mâide sûre­sinin 105. âyetinin bir açılımı olmaktadır.

Âyetin bu kısmını ferdî mânada ele alırsak, müslüman kişi kendini düşünüp, levvâme nefis (kendini kınayan nefis) gereğince, kendini tenkit edebilmelidir. Öz eleştiri dediğimiz bu faaliyete giren insan, kendi içindeki fırtınaları, hatâları ve kötü oluşumları görebilecek ve böylece manevî geli­şimin adımlarını kendi kendini eğiterek atmış olacaktır.

Diğer taraftan âyetin bu kısmını toplumsal mânada da yorumlayabili­riz: Müslüman toplum veya toplumlar, kendi kendilerini düşünüp, kendi kendilerine bakacaklardır. Kendine düzen vermeyen, kendini doğru yola iletemeyen, iyiyi, güzeli ve doğruyu üretemeyen, bilgi üretme konusunda aklını ufuktan ufka uçuramayan, çalışmayı, aklını kullanmayı bir ibâdet saymayan müslümanlar, kötü etkilere açık haldedirler. Neticede kötünün ve kötülerin etkisi altına girince, kabahati onlarda değil, kendilerinde ara­malıdırlar. Kendini düşünemeyen, sorumluluğunun bilincinde olmayan ve otokritik yapmayan müslüman toplumlar, 104. âyette geçen geçmişi taklit etme batağından kurtulamaz; bağışıklık sistemi deforme olmuş bir insan gibi her mikroba, yani her kötü etkiye açık duruma gelirler.

2. "Siz doğru yolda olunca sapan kimseler size zarar veremez". Sapık düşünceli ve davranışlı insanlar, ancak doğru yolda olmayanları etkileyebilirler. Demek ki bir fert veya toplum başkala­rının kötü etkisi altında kalıyorsa, bunu kendilerinin doğru yolda olmadık­larına yormalıdır. Çünkü Allah'ın koyduğu sosyal kanun şudur: Doğru yolda olana, sapık insanlar zarar veremezler. "Doğru yolda nasıl olunur?" sorusunu da âyetin birinci bölümü cevaplandırmaktadır. Kendini düşün­mek, kendine dönmek, kendini gözlemektir. Çünkü kendine dönüp ken­dini görebilen tek güç, akıldır. Kendini düşünen, kendini gözleyen ve kendine dönen insan, aklını kullanıyor demektir. Aklını kullanan adam, kendini biliyor demektir. Kendini bilen adam, kötülüğe ve kötülere karşı bağışıklık sağlamıştır.

Başka toplumlardan zarar gören müslüman toplumlar, kendi fikir, inanç ve davranışlarını bir kere daha gözden geçirmelidirler. Kabahati başkasında arama yerine, kendilerinde aramalıdırlar. Allah bu âyetin ilk iki bölümünde bunu vurgulamaktadır.

Diğer taraftan bu âyeti, Bakara sûresinin 44. âyetiyle karşılaştırabi­liriz. Başkasına iyiliği emredip kendini unutmayı beyinsizlikle nitelendiren o âyet, bu âyetin başka bir yorumu olmaktadır. "Kendinize bakınız!" (Mâide 5/105) âyetindeki ifade, "Kendinizi unutmayınız!" an­lamına gelmektedir. Kendini unutan insan, başkasına iyiliği emredemez, çünkü kendisi kötülüğe açık durumdadır. Bakara sûresinin 44. âyetindeki "Kendinizi unutuyor musunuz?" ifadesi, "Kendinize bakmayı unutuyor­sunuz" demektir.

Bilindiği gibi vücudun bir biyolojik bağışıklık sistemi vardır. Top­lumların bağışıklık sistemi de kendini düşünmek, aklını kullanmak, ken­dini tenkit edebilmektir.

3. "Hepinizin dönüşü Allah­'adır. Artık O, yaptıklarınızı size bildirecektir". Aklını kullanıp bilgi ürete­rek, bilgiyi teknolojiye çevirerek insanlığa faydalı olup olmadıklarını Allah değerlendirecek ve müslümanlara anlatacaktır. İyinin, doğrunun, güzelin ve hak yolun adına ne gibi çabaların gösterildiğini, beyinlerin zorlandığını haber verecektir.

Kendi bir şey yapmadan sadece başkalarını tenkit edenler sorgulana­caktır. Yapılanlar iyi de olabilir. O zaman müslümanlar onları önlerinde bulacaklardır. Her fert ve her toplum dünya hayatında neler yaptığını bil­mektedir, ama kendine yönelmediği için eylemlerinin derinliğinin, boyu­tunun, renginin ve niteliğinin farkında değillerdir.

Allah'ın huzurunda toplanma ifadesinde, inceden ve derinden bir uyarı havası vardır. Bütün amellerin Allah tarafından değerlendirileceği, O'nun huzurunda toplanılacağı bilinci, davranışlara çekidüzen vermenin önemli metotlarından birini teşkil etmektedir.[102]

 

Miras  Hukuku:

 

106.  Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasi­yet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm musi­beti gelmişse, sizden olmayan başka iki kişi (şahit ol­sun). Eğer şüpheye düşerseniz, o iki şahidi namazdan sonra alıkor, 'Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa. Allah (için yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan olu­ruz' diye Allah'a yemin ettirirsiniz.

107.  Bu şahitlerin (sonradan yalan söyleyerek) bir gü­nâh kazandıkları anlaşılırsa, (şahitlerin) haklarına te­cavüz ettiği ölüye daha yakın olan (mirasçılardan) iki kişi onların yerini alır ve "Andolsun ki bizim şahitli­ğimiz onların şahitliğinden daha gerçektir ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler.

108.  Bu (usûl), şahitliği gerektiği şekilde yapmaya, ya­hut yeminlerinden sonra, yeminlerin (mirasçılar tara­fından) reddedilmesinden korkmalarına (çare olarak) daha uygundur. Allah'tan sakınınız ve (O'nu) dinle­yiniz. Allah fâsıklar topluluğuna rehberlik etmez.

Buradaki üç âyet, birbirinin devamı durumundadır. Miras huku­kunda vasiyetin yerini ele almakta ve bu konudaki şahitliği öne çıkarmak­tadır. Âyetleri anlayabilmek için tarihî boyutunu dikkate alarak iniş sebe­bine bakmak gerekir. Müfessirler nüzul sebebi olarak şu olayı nakletmek­tedirler: Hıristiyan olan Temîm ed-Dârî ile kardeşi Adî, beraberinde Amr b. Âs'ın müslüman ve muhacir olan kölesi Büdeyl olduğu halde, ticaret maksadıyla Şam'a gitmişlerdi. Şam'a varınca Büdeyl hastalandı ve ya­nında bulunanların tamamını kapsayan bir mektup yazarak, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına koydu. Sonra da arkadaşlarına, eş­yalarını ailesine vermeleri hususunda vasiyette bulundu. Derken Büdeyl öldü. Temîm ed-Dârî ile kardeşi Adî, eşyaların içinde bulunan bir gümüş kabı alıp, geriye kalanı da döndi, Eşyayı karıştıran Büdeyl'in ailesi, eşyaların dökümünü veren mektubu buldular. Mektup gümüş kaptan bahsediyordu. Büdeyl'in ailesi, Temîm ve Adî'ye gümüş kabın nerede olduğunu sordular. Bu iki kişi, kendilerine teslim edilen malların tamamını onlara verdiklerini ve bu sebeple kaptan haberlerinin olmadığım söylediler. Büdeyl'in vârisleri meseleyi Hz. Pey-gamber'e götürdüler.

Hz. Peygamber ikindi namazından sonra bir toplantı yapıp o iki adama yemin ettirdi. Adamlar inkâr ettiler, ya da kabın kendilerine ait ol­duğunu söylediler. Ölünün vârislerinden iki kişi öne geçip, kabın ölen ak­rabalarına ait olduğuna yemin ettiler. Hz. Peygamber vârislerin lehine hü­küm verdi. Mâide sûresinin 106. âyeti bunun üzerine indi[103].

Bu nüzul sebebinden hareketle âyete dönersek, şu neticeleri çıkart­mak mümkündür:

1. Ölenin vasiyeti hukuka bağlanmalıdır. Önce Bakara sû­resinin 282. âyetinde, Kur'ân'm yaptığı bir inkılâpla, borçlar hukukunda yazışmayı getirmişti. Bakara sûresinin 282 ile 237. âyetleri arasında da boşanma hukukunda bir devrim yapmıştı. Yorumunu yapmakta olduğu­muz Mâide sûresinin 106. âyetinde de ölmekte olan insanın vasiyetine şahit getirmesini zorunlu kılarak, orada da hukukun yer almasını ön gör­müştür. Miras hukukunun vasiyet bölümüne de hukuku sokmaktadır. "Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin ".

Âyetin bu bölümü, ölüm anında vasiyetin olabileceğine işaret etmek­tedir. Ama öyle ölümler vardır ki aniden gelmekte ve kişiye vasiyet etme fırsatı vermemektedir. Âyetteki "ölüm gelip çatınca" ifadesini iki şekilde yorumlamak gerekiyor: Birisi gerçekten ölüm döşeğinde olduğu hissini duyan insanın vasiyet etmesi, diğeri de ölümü çok önceden düşünerek vasiyetini yapmasıdır. Demek ölüm herkese gelip çatacağı için, âyetin bu kısmından tam ölüm anını anlamak ve sadece o mânaya yorumlamak doğru değildir.

Âyetin bu bölümünden çıkarılacak diğer bir ilke de şudur: Vasiyete iki âdil şahit, şahitlik etmelidir. İki âdil şahidin şehâdeti, vasiyete hukukî bir kimlik kazandırmaktadır. Şahidin varlığı, o vasiyetin yazılması anla­mına gelmektedir. Çünkü bir kaza ve ani ölüm anında şahitler yok olabilir. Şahidin varlığı, o vasiyetin yazılmasına ve hukukî boyutuna işaret etmek­tedir. Allah'ın daha önce kurduğu bu müessesenin bugünkü haline noter­lik diyebiliriz.

"Yahut seferde iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olma­yan başka bir kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz, o iki şahidi na­mazdan sonra alıkor, 'Bu vasiyeti karşılığında hiçbir şeyi satın almayaca­ğız, akraba (menfaatine) de olsa. Allah (için yaptığımız) şahitliği gizleme­yeceğiz. (Aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz' diye Allah üzerinde yemin ettirirsiniz".

Âyetin birinci bölümünün ilk kısmında, hazarda olanın vasiyeti ele alınmışken, ikinci bölümünde seferde, yani yabancı bir yerde ölenin duru­muna açıklık getirilmektedir.

Seferde ölüm tehlikesiyle burun buruna gelen kimse, vasiyetini ya­zılı yapma fırsatı bulamayabilir. Hatta yanında şahit de olmayabilir. O za­man âyetin bu kısmına şöyle bir yorum getirmek zorundayız: Gerçekten oturduğu mahallin dışında veya yabancı bir ülkede bulunan bir insan, ölümle yüz yüze gelirse, vasiyetini şahitler huzurunda yapacaktır. Bu du­rum, ani ölümler dışında uzun süren hastalık bakımından doğrudur. Ama ani ölümlerde ne olacaktır? O zaman ikinci yorumu devreye sokabiliriz. Sefere çıkacak olan kişi, çıkmadan önce seferde iken ölme ihtimalini dü­şünerek, vasiyetini şahitler huzurunda yapacaktır. Bugünkü ifadeyle no­terde yapacaktır.

Yüce Allah, seferde olan kişinin şahitlerden şüphe etme ihtimalini de dikkate almaktadır. Böyle durumlarda hakiki yeminin devreye sokulma­sını ön görmektedir. "Hakiki yemin" kavramından kasıt, Allah'a yemin etmektir; yani Allah'ın adını anarak yemin etmektir. Şahitler Allah adına yemin ederken, bu yemini neyin üzerine yapacaklardır? Allah âyetin de­vamında buna açıklık getirmektedir.

a) Bu vasiyete yaptıkları şahitlik karşılığında, hiçbir şey satın alma­yacaklar. Sözlerini hiçbir bedel karşılığında satmayacaklardır. Yakın bir akrabanın hatırı bile olsa, şahitliklerini hiçbir bedel karşılığında satmaya­cakları üzerine yemin edeceklerdir.

b) Allah adına yaptıkları, şahitliği, yani "Allah'ın şahitliğini gizle­meyeceğiz, yoksa günahkârlar arasına gireriz" diyerek yemin edecekler­dir. Demek ki sözlerini satmayacaklarına ve şahitliği gizlemeyeceklerine dair Allah adına yemin edeceklerdir.

Bu yemin tarzından anlıyoruz ki şahitler, hem Allah hem de günâh kavramlarını bilmektedirler. Bunun bir ileriki anlamı, onların müslüman olduklarıdır. Peki yabancı bir ülkede bu kavramları bilen ve Allah adına yemin edecek olan kitap ehlinin şahitliği de kabul edilebilir mi? Bu soruya olumlu cevap veren âlimler vardır. Râzî, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kendile­rine yemin ettirildikten sonra iki yahudinin şahitliğine göre hüküm verdi­ğini rivayet etmişti. Ayrıca hiçbir sahabenin reddetmediğini de ilâve et­mektedir. Allah'ın adını ve günâh kavramını bilmeyen kâfir, bu durumun kapsamı dışında kalmaktadır.

Akraba bile olsa sözlerini satmayacakları ve Allah adına yaptıkları şahitliği gizlemeyecekleri şeklindeki yeminlerinin amacı, vasiyeti yapanın şüphesini gidermektir. Dikkat edilirse, o iki şahidi namazdan sonra alıko­yacaktır. Bunun anlamı şahitler kesinlikle müslümandırlar. Namazdan sonra alıkonduğuna göre, vasiyeti yapan kişi namaz kılacak kadar sıhhati yerindedir. Buradaki "namaz" kavramını gerçekten namaz ibâdeti olarak mı alacağız? Çünkü seferde olan insanın hem kendi hem de şahitlerin na­maz kılmalarından sonraki anı yakalamak imkânsız denecek kadar zordur. "Namaz kılmak" ifadesi, şahitlerin bilinçli müslüman olduklarına işaret edebilir. Namaz, yüz kızartıcı davranışlardan, kötülüklerden alıkoyduğu için, namazdan hemen sonra yapılacak olan yeminde hatâ olma ihtimali en aza inecektir. Şahitlikte namaz ibâdetinin olumlu etkinliği gündeme getiril­mektedir.

Diğer taraftan namaz, bir insanın sözle Müslümanlığını ifade etmek­ten daha kesin ve sağlam bir delil teşkil etmektedir. Bir insan yalandan müslüman olduğunu söyleyebilir, ama yalandan namaz kılması çok zor­dur. Davranış, sözden daha güçlü bir tanıktır. Âyetin sonundaki "günâh" kavramından, hukukun dinî boyutu gündeme gelmektedir. Hukukun ku­rallarına dikkat etmek, onları çiğnememek için takva bilinciyle kontrol al­tında tutulmaları gerekir. Günâhtan sakınan insan, şahitliğini gizlemez, verdiği sözü satmaz.

Yüce Allah, vasiyete şahitlik etmeyi öylesine önemsiyor ki, şahitle­rin nasıl yemin edeceklerini, hangi kelimelerle yemin edeceklerine kadar açıklamaktadır. Bunu, günümüze şu şekilde taşıyacağız: Hukuk net ol­malı, istismar edilmeye müsait olmamalıdır.

2. Şahitler değiştirilebilir. Mâide sûresinin 107. âyeti, şahitle­rin haksızlık yaptıkları anlaşıldığı takdirde değiştirilmelerini gündeme ge­tirmektedir. Eğer bu şahitler ölülerin haklarına tecavüz ettikleri takdirde, ölüye daha yakın olan (mirasçılardan) iki kişi onların yerini alır. Âyetin bu bölümünde yer alan J* usira kelimesi, "tökezlemek" anlamına gelmek­tedir. Görmediği bir cisme, eşyaya çarpan insan tökezler, o anda cismin farkına varır. Kendine kapalı olan bir şeye ulaşması, onu açması, onu an­laması, onu bilmesi bu kavramla ifade edilmektedir. Râzî bu konuyu şöyle anlatıyor: Kendilerine vasiyet edilen o iki kişinin yemin etmelerinden sonra, mala ihanetleri durumunda değiştirilmeleri gerekmektedir.

Âyetin devamında, ölen kimsenin yakınlarından iki kişinin onların yerini alması gerektiği söylenmektedir. Bu iki kişinin öncekilerin yerini alması için şu işlemin yapılmasını âyetin devamı belirlemektedir:

"Andolsun ki bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha gerçektir. Ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette zâlim­lerden oluruz diye Allah'a yemin ederler". Âyetin bu bölümünde, ölenin hakkında yanlışlık yapanların yerini alanların nasıl yemin yapacakları gündeme getirilmektedir.

a)  Öncelikle kendi şahitliklerinin öncekilerinkinden daha doğru, daha gerçek olduğunu beyan edeceklerdir.

b) Şahitler kimsenin hakkına tecavüz etmediklerini ve etmeyecekle­rini itiraf edeceklerdir.

c) Böyle yaptıkları, yani hakka tecavüz ettiklerinde, zâlim olacakla­rının bilincinde olmalıdırlar. Böylece Allah zâlim kavramına bir tanım ge­tirmektedir. "Başkasının hakkına, yalan yere şahitlik ederek tecavüz etmek zulümdür".

Diğer taraftan önceki şahitlerin yerini alan şahitlerin hak, tecavüz ve zulüm kavramlarını bilen kimseler olmasının önemini de vurgulamaktadır. Âyette şu genellemeye de varabiliriz: Kur'ân, ölen insanın hakkını koru­mayı çok fazla önemsediğinden, hakka tecavüz eden şahitleri değiştir­mekte, onların yerini alacak olan şahitlerin özelliklerini de gündeme taşı­maktadır.

3. Şahitlikle, kasıtlı veya kasıtsız hatâyı önlemek. Mâide sûresinin 108. âyeti 106-107. âyetlerinde yer alan yeminlerin niçin yaptı­rıldığının bir açıklamasıdır.

Şüphelenilen şahitlere vasiyet karşılığında hiçbir şeyi almayacakla­rına, şahitliği gizlemeyeceklerine dair yemin ettirilecektir. Haksızlık yapan şahitlerin yerine başkalarını getirdikten sonra, onların da şahitliklerinin ötekilerin şahitliğinden daha doğru olduğuna, kimsenin hakkına tecavüz etmeyeceklerine dair yemin ettirilmelerinin sebebinin açıklaması, 108. âyettedir: "Bu (usûl), şahitliği gerektiği şekilde yapmaya, yahut yeminle­rinden sonra, yeminlerin (mirasçılar tarafından) reddedilmesinden kork­malarına daha uygundur".

Demek ki yukarıdaki yeminlerin şahitlere neden yaptırıldığı bu şe­kilde açıklanmıştır. Gereği gibi şahitlik yapmak, yani yalan yere şahitlik etmemek, yeminini çiğnememek, yeminlerin reddedilmemesini temin et­mek konusunda caydırıcı bir nitelik taşımakta ve bir usûl olmaktadır. An­cak 108. âyette başka cay dinci ifadeler, emirler de gündeme getirilmekte­dir.

a) Allah'tan sakınmak. Âyetin son bölümünde, takva kavramı gündeme getirilerek, şahitliğin gerçek olması, onda hatâ yapılmaması, ya­lanın ona karıştırılmaması için Allah'tan sakınma devreye sokulmaktadır. Muhammed Esed'in takvaya verdiği mânadan hareket edersek, "Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmayı şart koşmaktadır" diyebiliriz.

b) Dinlemek. Şahitlik meselesinin çok önemli olması sebebiyle, ilâhî hükümleri can kulağı ile dinleme zorunluluğunu da gündeme getir­mektedir.

c) Doğru yola iletmemek. 108. âyetin sonunda, yalan yere şa­hitlik etmenin, verdiği sözü maddî menfaat karşılığı satmanın hakka teca­vüz etmenin fâsıklık olduğunu söylenmektedir. Çünkü bu davranışları ya­pan insanlar günahkârdır, zâlimdir. Günahkâr ve zâlim olan da fâsıktır.

Böylece Allah, fâsık kavramına farklı bir tanım getirmektedir: Sö­zünü satan, Allah adına yaptığı şahitliği gizleyen, başkasının hakkına te­cavüz eden kimse fâsıktır. Fâsık kavramının çatısı altında günahkâr ve zâ­lim kavramları da vardır.

Allah fâsık olanları doğru yola iletmeyeceğini söylemekle, onlara ağır bir uyarı yapmakta ve bir tehditte bulunmaktadır. Başka bir açıdan bakarsak Allah'ın, fâsık kavramına 108. âyette mâna verdiğini söyleyebi­liriz: Allah'a karşı sorumluluğunu bilmeyen ve vasiyet edene şahitlik et­mek konusunda Allah'ın koyduğu hükümleri can kulağı ile dinlemeyen­leri, fâsık olarak nitelendirmektedir. Onlardan hidâyetini esirgemekte ve onların doğru yola iletilemeyeceğini beyan etmektedir.

Bu son üç âyetten şu genellemeyi çıkartabiliriz: Allah, hayatta olan veya ölmek üzere olan insanın vasiyetini ve o vasiyete şahitlik etmeyi önemseyip ilâhî bir nitelik kazandırmaktadır. Kendinin de onda şahit ol­duğunu açıklamaktadır. Kullarının kendi aralarında yaptığı bir akdi, bir antlaşmayı, şahitliği, kendisiyle yapılmış olarak kabul etmektedir. İşte hukukun içindeki ilâhî maya budur. İnsanlar birbirleriyle yaptıkları antlaşma­ları, verdikleri sözleri, yaptıkları şahitlikleri, aynı zamanda Allah ile yap­tıklarının bilincinde olmalıdırlar.

Başka bir ifadeyle Allah, insanlar arası bu ilişkileri, insan ile kendisi arasındaki bir ilişki olarak kabul etmektedir. Hukuk denen özü koruyan, onun kirlenmesini önleyen manevî inanış, bilinç, iman budur. Böylece âyetler, Mâide sûresinin 1. âyetindeki "Akidlerinizi yerine getiriniz" em­rinin bir açılımı olmaktadır.

Allah'ın konuyu bu kadar detaylı bir şekilde ele alması, hukuk ah­lâkının hamurunun ne ile yoğurulduğunu göstermektedir. Günahkâr, zâ­lim ve fâsık olmamayı, hukuk ahlâkının temellerine koymuştur. Böylece hukuk eğitiminde ahlâkın ve takvanın önemini vurgulamış, beşerî hukuk ile ilâhî hukukun kol kola nasıl yürüdüklerini ve yürümesi gerektiklerini gündeme getirmiş; hukuk hamurunun takva ile yoğrulması gerektiğini göstermiştir. Aklı, vicdanı ve imanı hukukun dışına itme, onu taş haline getirmekten başka bir şey değildir. İnsan aklı, vicdanı ve imanı, hukuku ayakta tutan güçlerdir.[104]

 

Peygamberleri Sorgulamak:

 

109. Allah, peygamberleri bir araya getireceği gün şöyle der: "Size ne cevap verildi? " Şöyle derler: "Hiçbir bilgi­miz yok; gizlilikleri hakkı ile bilen ancak sensin sen ".

Bu âyet analiz edildiğinde şu neticelerin çıkartılması mümkün olur:

1. Mahşer günü peygamberler de sorguya çekileceklerdir. Âyetten anlaşılan budur, fakat sorgulama kavramı geçmemektedir. Biz bu kavramı A'râf sûresinin 6. âyetinde buluyoruz: "Yemin olsun, biz kendilerine peygamber gönderilenleri sorgulayacağız, peygamberleri de mutlaka sorgulayacağız".

2. Kıyametin halleri anlatılırken, bu sorgulama da gündeme getiril­mektedir. Sorgulama, kıyametin hallerinden birini teşkil etmektedir.

3. Sorgulama, peygamberlerin halk tarafından nasıl karşılandıkları, nasıl tepki gördükleri ve nasıl cevaplandırıldıktan hususunda olacaktır. Aslında, ümmetlerinin peygamberlerine nasıl cevap verdiklerini ve nasıl tepki gösterdiklerini Allah bildiği halde, niçin bu sorgulamayı yapmakta­dır? Bunun sebebi, yargısız infaz yapmamak içindir. Peygamberlere tepki gösterenlerin cezalandırılması meselesinde, peygamberleri şahit tutarak delille yargılama yoluna gitmektedir. Aynı zamanda o tepkilerden dolayı peygamberlerin davacı olup olmadıklarını da tesbit etmektedir.

4.  Yüce Allah bu soru ve verilen cevapla, insanların bu dünyada yaptıklarını âhirette hatırlamalarının imkânsızlığını öğretmektedir. Böylece neden Kirâmen Kâtibîn meleklerini görevlendirdiğini, insanın vücuduna amellerini kaydettirdiğini ve ayrıca her ikisinin şahit ve delil olacağının hikmetini de anlatmaktadır.

Peygamberlerin dünyada kendisine gösterilen tepkiyi hatırlama im­kânı yoktur. Genel anlamda tepkilerin olumsuz oluşu hatırlanır, ama nasıl cevap verdiklerini hatırlamak imkânsızdır. Bu yüzden peygamberler orada şu cevabı vereceklerdir: "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri bilen ancak sensin sen ". Peygamberlerin verdiği cevabın birinci bölümü, yani "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur" ifadesi, Bakara sûresinin 32. âyetinde meleklerin verdiği şu cevaba benzemektedir: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur".

İkinci bölümde, gizlilikleri bilen Allah'ın, ne cevap verildiğini bile­ceğini söylemeleri de, meleklerin aynı âyetteki cevabına benzemektedir: "Şüphesiz alîm ve hakim olan ancak sensin, dediler". Aynı tarz cevabı Hz. îsâ, Mâide sûresinin 116-117. âyetlerinde de vermektedir. Demek ki Allah'ın sorduğu sorunun cevabını yine kendisine bırakmak, edep metot­larından biridir.[105]

 

Peygamberlere Verilen Nimetler:

 

110.  Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu îsâ! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruhla (Cebrail) desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken yetişkin çağdaki insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hik­meti, Tevrat ve incil'i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş olu­yordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrâiloğulları'nı (seni öl­dürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman, içlerinden inkâr eden­ler, 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir' demişlerdi".

111.  Hani havarilere, "Bana ve peygamberime iman ediniz " diye ilham etmiştim. Onlar (da) "İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza sen de şahit ol" demişlerdi.

112. Hani havariler, "Ey Meryem oğlu îsâ! Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?" demiş­lerdi. O, "îman etmiş kimseler iseniz, Allah'tan kor­kunuz " cevabını vermişti.

113.  Onlar, "Ondan yiyelim, kalplerimiz doyuma ulaş­sın, bize doğru söylediğini bilelim ve ona gözleriyle görmüş şahitler olalım istiyoruz, demişlerdi.

114.  Meryem oğlu îsâ şöyle dedi: "Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için geçmiş ve gelecek­lerimiz için bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi rı-zıklandır, zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın ".

Hz. îsâ ve annesine verilen nimetler anlatılırken, aynı zamanda onun mucizeleri sıralanmaktadır. Ancak âyetin eksen konusu, "nimeti hatırla­mak, anmaktır". Nimeti hatırlamak, anmak, aslında şükretmek mânasına gelmektedir.

İnsanın kendine ve ebeveynine Allah'ın verdiği nimet için şükret­mesi, Kur'ân'ın istediği önemli ibâdetlerdendir. Ahkâf sûresinin 15. âye­tinde ebeveyn ve oğlun sahip olduğu nimetlere şükrü şu şekildedir:

bana ve anne-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı işi yapmamı nasip et!"

Böylece yüce Allah'ın Hz. îsâ'ya kendisine ve annesine verilen ni­metlere şükretmesini emrettiğini söylemek mümkündür. Bu hatırlamanın âhirette olduğunu düşünürsek, o zaman şükür ibâdetinin âhirette olması mümkün değildir. O takdirde ^ftl üzkür emrinin, dünyadaki nimetleri, mucizeleri hatırlamayı ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Demek ki Allah, peygamberleri bir araya getirdiğinde, tevhîd inan­cına çokça ters düşen Hz. îsâ'nm ümmetine gelen mucizeleri ele alacaktır. Müslüman oldukları halde şirke düşen bu ümmetin peygamberine verilen nimetleri hatırlaması emredilecektir. O anda Hz. îsâ'nın o nimetleri hatır­laması mümkün olmadığından, nimetleri Allah sıralamaktadır. Yüce Alla­h'ın Hz. îsâ'ya verdiği nimetler nelerdir?

1. Kutsal ruh ile desteklemesi. Râzî, ruhun Cebrail, Kudüs­'ün de Allah olduğunu söylemektedir. Allah'ın ruhu, başka bir mâna ile Allah'ın Cebrail'i anlamını ifade etmektedir. Bakara sûresinin 253. âye­tinde kutsal ruh ile desteklenmenin büyük peygamberliğe işaret olduğu açıklanmıştı.

Mâide sûresinin 110. âyetini hatırlarsak, kutsal ruh ile desteklen­menin Hz. îsâ'ya neyi temin ettiğini görmüş oluruz. "İnsanlarla beşikte iken de ve yetişkin bir adam olarak konuşmanı sağla­dım" .Demek ki, kutsal ruhla desteklenmesi, Hz. îsâ'ya beşikte iken in­sanlara konuşmayı temin etmiştir. Beşikte iken insanlara ne konuştu? Bu sorunun cevabını Meryem sûresinin 29-33. âyetlerinde bulmak mümkündür: "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. 'Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz?", Çocuk şöyle dedi: 'Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O, beni mübarek kıldı; yaşayacağım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik ba­nadır".

Hz. îsâ beşikte bunları konuştuğu için mehdî sıfatını almıştır. Bu açıklamadan hareketle diyebiliriz ki, kutsal ruh ile Hz. îsâ'nın desteklen­mesi, ona mehdîlik sıfatını getirmiştir.

2. Öğretime tâbi tutması. Allah, Hz. îsâ'yı kutsal ruhla destek­lemesinden sonra, onu öğretime tâbi tutmuştur. Peki ona neler öğretmiş­tir? Mâide sûresinin 110. âyetinin devamı, bu soruyu cevaplandırmakta­dır: a) Kitabı (okuma-yazmayı), b) hikmeti, c) Tevrat'ı, d) İncil'i.

Buradaki kitabı öğretmesinin anlamı, okuma yazmayı öğretmesi de­mektir. Okuma yazmayı öğrendikten sonra, hikmeti Tevrat ile İncil'i öğ­retmiştir. Diğer taraftan "kitap" genel bir isim, diğer üç kavram onun açıklaması olabilir. Kitaptan kasıt hikmet, Tevrat ve İncil'dir denebilir. Böyle bir yoruma delil olarak Meryem sûresinin 30. âyetini gösterebiliriz: "Çocuk şöyle dedi: Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı". Âyetteki "Kitabı verdi" ifadesi, "Hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretti" şeklinde yorumlanabilir. Mâide sûresinin 110. âyeti ile bu­radaki kitabın ne olduğunu açıklayabiliriz.

Mâide sûresinin 110. âyetin bu kısmına başka bir açıdan bakabiliriz: Kitap, hikmet, Tevrat ile İncil ayrı ayrı şeyler olarak düşünülebilir mi? Peygamberlerin öğretim faaliyetleri Kur'ân'da ele alınırken, daima kitap ile hikmet aynı şeyler olarak yer almaktadır. Meselâ Bakara sûresinin 129., 151.; Cum'a sûresinin 2. âyeti.

Demek ki Hz. îsâ'ya İsrâiloğullan'na daha önce gönderilen Tevrat'ı da öğretmiştir. Tıpkı Hz. Peygamber'e gönderilen Kur'ân'da bütün pey­gamberlere gönderilen ilâhî vahyin bir özetinin olması gibi. Hz. Muham-med'den sonra peygamber gelmeyecektir, ama gelseydi, ona da Hz. Muhammed'e geçmiş vahiylerin öğretildiği belirtilmiş olacaktı. Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Hz. îsâ'ya Tevrat ve İncil gibi iki kutsal kitap öğre­tilmiş olması, ona verilen nimetlerin başında gelmektedir.

3. Mucizelerin verilmesi. Mâide sûresinin 110. âyetinin bu bölümü, Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinin bir açılımı durumundadır. Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinde sayılan mucizelerin sonunda "Allah'ın izni ile" bunların gerçekleştiği belirtilirken, Mâide sûresinin 110. âyetinde her mucizenin sonunda Allah, "benim iznimle" demektedir. Nedir o mucize­ler?

a) Kuşu yaratması. "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş olu­yordu".

Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıyor, ona üfürünce o da Allah'ın izniyle canlanıyor. Âyetten çıkaracağımız genellemeler şunlardır: Allah'ın izni olmadan hiç kimse hiçbir şeyi gerçekleştiremez. Bütün icatlar ve bü­tün yapıp etmeler, Allah'ın izniyle gerçekleştirilmekte ve yapılmaktadırlar.

Diğer taraftan Hz. îsâ'nın çamurdan kuş yapması ve ona üflenince canlanması, "yaratma fiilindeki" "Sen yaratıyordun" ifadesi bize gösteri­yor ki Allah, yaratma sıfatının mucizesini insana vermiştir. Ama bu ya­ratma eyleminde O'nun izni vardır. Bu mucize Allah'ın bir deneyi oldu­ğuna göre, o deneyi Hz. îsâ'ya yaptırmaktadır. Hz. îsâ Allah'ın bir öğ­rencisi olduğuna göre, Allah öğrencisine bizim için bir mucize olan, ama Allah için bir deney olan bu eylemi gerçekleştirmektedir.

Yüce Allah, Hz. îsâ'ya öğrettiği çamurdan kuş yaptırma deneyini, bizim için mucizesini, Kur'ân'da niçin anlatıyor? Bize ne faydası vardır? Bunun cevabı şudur: Yüce Allah insanlara, maddeye şekil vererek kuş gibi uçacak araçların yapılabileceğine ve bu teknolojinin üretilebileceğine işaret etmektedir. Bizim maddeye şekil vererek uçak, uydu ve daha başka gök yüzünde hareket edebilen araçlar yapabileceğimizi ve bunun Allah'ın izniyle olabileceğinin öğretisini vermektedir.

Hz. îsâ'nın bu şekildeki mucizesi, asırlar sonra insanoğlunun gök­sel araçlar yapma şekli ile tecellî etmektedir. Yapılan bu göksel araçların icadı ilâhî ilhamla, yani Allah'ın izniyle olmaktadır. Bu araçları ilk üreten­lerin beyninde ilâhî ilhamın öğretimi vardır. Bu açıdan bakınca, Hz. isa'­nın bu mucizesi gerçekleştiği anda kalmadığı ve sadece mucizeyi görenlere ait olmadığı, teknolojik icatlarla devam eden bir süreç olduğu, bir öğretim faaliyetine dönüştüğü anlaşılmış olacaktır.

Çamurdan kuş yapıp ona üfürmekle canlanması mucizesini başka bir mânada almak mümkündür: Uçan canlı veya varlık mânasına gelen tâir kelimesi, Kur'ân'ın başka âyetlerinde "talih, uğur, kader" anlamında da kullanılmaktadır: j "Ne zaman başları dara düşse, bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna verirlerdi" (A'râf 7/131). Âyetteki tayyera kelimesi, "be" harf-i cerri ile kullanılınca, "Uğursuzluğu ondan bildi" anlamına gelmektedir, "Biz sende ve seninle beraber olanlarda uğursuzluk görüyoruz, diye kar­şılık verdiler" (Nemi 16/47);  "Öte yandan, biz her insanın kaderini boynuna dolamışızdır" (İsrâ 17/13) ifadesinde de ka­der anlamına gelmektedir.

Demek ki tâir kelimesini uğur, talih, kader mânasına da alabiliriz. Ama bu mânanın Mâide sûresinin 110. âyetindeki "tâir"le ne alâkası var­dır? Ayetteki çamur kelimesi, İsrâiloğulları'nın çamura dönmüş hayatla­rına işaret etmektedir. Kuş da yükselen bir kaderi ifade etmektedir. Çamur haline gelmiş bir hayattan yükselen bir sosyal hayat kaderi oluşturmaya işaret etmektedir. "Üfürmek" de öğretmek anlamına yorumlanabilir. Hz. îsâ'nın öğretileri, Allah'ın izniyle çamur olan, bozulan, çürüyen bir hayat­tan, yücelere eren bir hayat çıkarıyordu. Çamur olan hayata öğretileriyle şekil verip ondan talihli, uğurlu, kaderi yücelere eren bir hayat çıkarmak, büyük bir eğitim mûcizesidir.

Çamur olan hayattan yücelere eren bir kadere sahip bir hayat çıkar­mak, kör olan gönül gözünü açmak, ikili oynama ahlâkına sahip olan mü­nafığın şahsiyetini düzeltmek, yaşayan ölülere tevhîd inancını ve hakîkat bilgisini zikrederek hayata döndürmek, Allah'ın Hz. îsâ'ya bahşettiği ni­metlerdendi.

Bütün bunlar günümüz insanlığının muhtaç olduğu değerlerdir. İn­sanlık çamur haline gelmiş gözüküyor. Bilgiden nasibi olanlar, siyasîler bu çamurdan yücelen değerleri hayata geçirecek nesiller yetiştirmelidirler. Hakikat bilgisini bu çamur hayata üfürerek, yükselen bir talih oluşturmak, bir kader meydana getirmek gerekiyor. Kör olan gönül gözlerinin yanı sıra akim gözü açılmalıdır. Yaşayan ölü halindeki insanları hayata dön­dürmenin zamanı gelmiş geçiyor.

Bilgi teknolojiye dönüştürülüp hayatı kolaylaştırdığı kadar, insanın ruhuna zerkedilerek, ona hayat vermeli, onu yüceltmeli ve ölen insanlığa hayat vererek ayağa kaldırmalıdır.

b) Anadan doğma körü ve sedef hastasını iyileştirmesi. "Yine be­nim iznimle anadan doğma körü ve sedef hastasını iyileştiriyordun. Ölü­leri benim iznimle diriltiyordun". Burada da Hz. îsâ'nın mucizelerinin tıp alanında gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Körü görür hale getirmek, sedef hastasını iyileştirmek ve ölüyü diriltmek gibi mucizeler, insan üzerinde ce­reyan eden tıbbî mucizelerdir, ama bunlar Allah'tan gelen birer deney gi­bidir. Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinde "ölüyü diriltmek" ifadesi yer alır­ken, Mâide sûresinin 110. âyetinde "ölüyü çıkarmak" ifadesine yer ve­rilmiştir. İkisi de aynı anlama gelmektedir.

Ayetin bu kısmına farklı bir yorum getirmek mümkündür. Anadan doğma körün görür hale getirilmesini, biyolojik anlamda değil de manevî anlamda almak mümkündür. Buradaki "kör", akıl ve gönül gözü manen kör olup gerçeği göremeyen insanın gözünü açıp gerçeği görebilecek hale getirmeyi ifade edebilir. Buna delil getirebilir miyiz? Münafıkların durumu anlatılırken Bakara sûresinin 18. âyetinde, "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir" buyurulmaktadır. Burada kastedilen biyolojik sağırlık, dilsizlik ve körlük değil, manevî sağırlık, dilsizlik ve körlüktür.

c) Ölüyü hayata döndürmek. Nemi sûresinin 80 ve 81. âyetleri şöyledir: "Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın. Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola geti­remezsin ".

Bu âyetlerdeki ölü, sağır ve kör kavramları, manevî ölümü ifade et­mektedir. Ölüyü hayata döndürmek gibi tıbbın âciz kaldığı faaliyet alanlarmdan biri burada gündeme getirilerek, tıp ilminin sınırlarından birine dikkat çekilmektedir. Ölmekte olan bir hastanın, yapılan tıbbî müdahale ile hayata dönmesi, şimdilik bu faaliyetin içinde düşünülmelidir. Hz. isa'nın körü iyileştirmesi, alaca olanı tedavi etmesi ve ölüyü hayata döndürmesi, Allah'ın izniyle olan mucizelerdir. Bu durum, tıpta yapılan ilerlemelerin ilâhî ilhamla olacağı ilkesini getirip, tıbbın bu uğraşları vereceğine işaret olmaktadır.

Âl-i İmrân sûresinin 145. âyetinde, Allah'ın izni olmadan hiçbir canlının ölmeyeceği belirtilirken, Âl-i İmrân sûresinin 49 ile Mâide sûre­sinin 110. âyetinde de Allah'ın izni olmadan hiçbir canlının diriltilemeye-ceğine işaret edilmektedir. Ölüm izni ile dirilme izni bir araya getirilince, izin aynı, ama oluşumlarının farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Demek ki Hz. îsâ, gönül gözü kapalı olanın gönül gözünü açıyordu. Bu onun muci­zevî denecek bir eğitim faaliyeti olmaktaydı.

Alaca hastalığının iyileştirilmesine gelince, bunu maddî bir hastalık­tan ziyade manevî bir hastalık olarak alabiliriz. Çifte standart oynayan in­sanlar psikolojik alaca hastalığına yakalanmışlardır. Münafığı bu hastalık­tan kurtarıp sağlam şahsiyete kavuşturmak, mucizevî bir eğitim faaliyeti­dir.

Ölüyü hayata döndürmek de, biyolojik olarak ölen insanı değil de manen ölen insanı ifade etmiş olabilir. Buna delil olarak neyi getirebiliriz denirse, öncelikle En'âm sûresinin 122. âyetini verebiliriz: "(Ruhen) ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkmayacağı derin karanlığın içine (gömülüp kalmış) biri gibi olur mu?" Ayrıca Nemi sûresinin 80. âyetindeki "Ölülere işittiremezsin" ifadesindeki "ölü" ve Fâtır sûresinin 22. âyetindeki "Dirilerle ölüler bir olmaz" ifadesindeki ölü, manevî ölümü ifade etmektedir.

Demek ki Hz. îsâ, manen ölmüş insanlara tevhîd inancını öğreterek, ilâhî mesajı tebliğ ederek, hayata döndürüyordu. Beyine ve gönüle hayat veriyordu, ama bu faaliyetini Allah'ın izni ile yapmaktaydı. Demek ki eği­timle bir insanın gönlünde hidâyetin ışığını uyandıran, ölü gönülleri ha­yata çeviren insanlar, bütün peygamberlerin bu konuda yaptıklarını tatbik etmektedirler, ancak bu faaliyetlerindeki başarıyı Allah'ın iznine bağlama­ları gerekir. Çünkü Mâide sûresinin 110. âyetinin bu bölümünde yer alan "benim iznimle" ifadesi, bunu vurgulamaktadır. Hz. îsâ'ya bile bütün bu mucizeleri "Benim iznimle yaptın" demesi, bizlere Allah'ın izni olmadan kimsenin hiçbir şey yapamayacağı ilkesini, inancını öğretmektedir.

4. Tehlikelere karşı koruması. Her peygamber kendi toplumundan olumsuz ve ağır tepkiler almıştır. Hz. îsâ da bunun istisnası değildir. An­cak diğer peygamberler gibi Allah Hz. îsâ'yı öldürücü tehlikelere karşı korumuştur. Buna rağmen pek çok peygamber öldürülmüştür. Meselâ Nisa sûresinin 155. âyetinde İsrâiloğulları'nın haksız yere peygamberleri öldürdüklerine dikkat çekilmektedir. Nisa sûresinin 157. âyetinde Hz. îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettikleri, ama onu öldüremediklerine de işaret edilmektedir.

Hz. îsâ'yı nasıl öldüremedikleri sorusu, Mâide sûresinin 110. âye­tinde cevaplandırılmaktadır. "Hani Isrâiloğullan'nı (seni öldürmekten) en­gellemiştim. Kendilerine apaçık mucizeler getirdiğin zaman, içlerinden in­kâr edenler; 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir' demişlerdi". Demek ki İsrâiloğulları'nın Hz. îsâ'yı öldürememelerinin sebebi, ilâhî en­gelleme olmuştur. Onların Hz. îsâ'yı öldürmeye teşebbüs etmelerinin se­bebini âyetin bu bölümü vermektedir. "Onlara apaçık mucizeler getirmiş olması", onların saldırganlık içgüdüsünü kabartmıştır.

Böylece bu âyet, inkâr psikolojisine sahip olanların, peygamberlerin getirdikleri delillere tahammül edemediklerine işaret ederek, inkarcıların nasıl aşırı bir tepki koyduklarının analizini yapmaktadır. Reddederken, o delillerin sihir olduğunu da gerekçe olarak göstermektedir.

Demek ki inkâr psikolojisi, açık olan delili, sihir olarak değerlen­dirmektedir. Kalpteki inkâr, aklı devre dışı bıraktırarak, nefsi devreye sokmakta, böylece insanın sübjektifleşmesine sebep olmaktadır. İnkarcılar iyiye, doğruya, güzele hem sözleriyle hem de eylemleriyle saldırmaktadır­lar. Demek ki inkâr, hem sözleri, hem de davranışları kirletmekte ve tole­ransı öldürmektedir.

5.  Havarilere vahyetmesi. Yüce Allah'ın Hz. îsâ'ya bahşettiği ni­metlerin arasında, iman etmeleri için havarilere doğrudan vahyetmesidir: "Hani havari­lere, 'Bana ve peygamberime iman ediniz' diye vahyetmiştim. Onlar (da) 'İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (müslümanlar) olduğu­muza sen de şahit ol' demişlerdi" (Mâide 5/111).

Havârîler, Hz. Muhammed'in ashabı gibi Hz. îsâ'ya inanan, ona sadâkatle bağlı olanlardır. Maddî anlamda beyaz elbise giyen, manevî an­lamda kalbi temiz olanlardır. Dînî anlamda Allah'ın yardımcıları mânasına gelen havârî kavramı, Hz. îsâ'ya inananları ifade etmektedir.

Vahiy kavramı, "ilham etmek" anlamına gelmektedir. Ama bu il­ham doğrudan havârîlere yapılmıştır. Hepsini kapsamına alan bu ilhamın içeriği, Allah'a ve peygamberine iman etmektir. Onlar da müslüman ol­duklarına Allah'ı şahit tutmaktadırlar. Âyette önce iman, sonra teslimiyetin gelmesi manidardır. İman, gönlün teslimiyeti, tevhîd inancının gönülde teşekkülü olurken, teslimiyet de müslümanca davranışları içine almakta­dır. İman, teslimiyetin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Allah onlardan imanı isterken, onlar teslimiyetlerini ilân etmişlerdir.

6. Gökten sofra indirmesi. Havârîler Allah'a iman edip teslim olma­larına rağmen, imanlarının doyum noktasına ulaşmaması sebebiyle Hz. îsâ'dan, Allah'ın onlara gökten bir sofra indirmesini istediler ve şöyle dediler: "Ve ° zaman havârîler: 'Ey Meryem oğlu îsâ! Rabbin

bize gökten donatılmış bir sofra indirebilir mi? demişlerdi. O 'İman etmiş kimseler iseniz Allah'tan korkunuz' cevabını vermişti".

Müfessirler bu âyette yer alan "Rabbinin gücü yeter mi?" ifadesini, farklı şekilde mânalandırmak için okunuşunu, yani hareke­sini değiştirme yoluna gitmişlerdir. Bu iki grubun okuyuş şeklini vererek, hangi mânayı tercih ettiklerini burada nakletmeyi uygun buluyoruz.

a) Âsim kıraatine göre hel yestatî'u rabbuke "Rabbinin gücü yeter mi? " şeklinde okunan bu ifade, Allah'ın kudretinin yetip yetmeyeceği konusunda bir şüpheyi ortaya koymaktadır. Bunun an-

lamı, havalilerin Allah'ın gücünün her şeye yettiğini bilemediklerini ortaya koymakta ve bu konudaki bilgisizlikleri onları tereddüde sevketmektedir. Böyle bir şey olabilir mi? İkinci grubun görüşünü de verdikten sonra bu soruyu cevaplandırabiliriz.

b) Kisâî hel yestatî'u rabbuke ifadesini, hel testatî'u rabbeke şeklinde okumuştur. O zaman mâna "Rabbinden isteyebilir misin?" şeklini almaktadır. Bu okuyuş şekli, Hz. Ali ve İbn Abbas'tan nakledilmektedir. Hz. Âişe'nin şöyle dediği söyleniyor: "Havariler, 'Rabbinin gücü yeter mi?' mânasını kastetmeyecek kadar Al­lah'ı tanıyorlardı. Böyle değil de, 'Sen rabbinden isteyebilir misin?' de­mişlerdi". Muâz b. Cebel de aynı okuyuş şeklinin mânasını benimsemiştir[106].

Havarilerin sorduğu bu sorunun okunuş şekli ve mânasını bir ön­ceki âyete bakarak değerlendirmek mümkündür. Bir önceki âyette Allah havarilere kendisine ve peygamberine iman etmelerini ilham etmiş; onlar da iman edip teslim olduklarını beyan etmişlerdi.

Allah'a ve peygamberine iman etmiş olan bir insan veya insan grubu peygamberinden böyle bir istekte bulunur mu? Bu soruya cevap verebil­mek için âyetin devamına ve bir sonraki âyete bakmak gerekiyor: "îsâ, İman etmiş kimseler iseniz, Allah'tan sakınınız" cevabını verdiğine göre, sorunun veya isteğin yersiz ve yanlış olduğu değerlendirmesini yapmıştır.

Hz. îsâ'nın bu değerlendirmesine karşılık havariler 113. âyetteki ce­vabı verdiler: "Havariler, 'Ondan yiyelim, kalplerimiz doyuma ulaşsın, bize doğru söylediğini bilelim ve onu gözleriyle görmüş şahitler olalım is­tiyoruz' demişlerdi". Havariler için mucize olan bir şey, Allah'tan gelen bir deneyden ibarettir. Bu mucizenin kendilerine neler temin edeceğini şu şekilde açıklamaktadırlar:

1. Kalplerinin doyum noktasına ulaşması. Demek ki kalbin bir iman, bir de doyuma ulaşma noktası vardır. Doyuma ulaşma noktası, de­neysel bilgi ile gerçekleşmektedir. Bu durum, Bakara sûresinin 260. âye­tinde Hz. İbrahim'in Allah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini isteme olgusu sırasında açıklandı. Orada Hz. İbrahim'in bu isteğine karşı, Allah, ona iman edip etmediğini sormuş, Hz. İbrahim iman ettiğini, fakat kalbinin tatmin noktasına ulaşması için bu istekte bulunduğunu söylemiş, ardından dört kuşla deney yapmasını istemişti. Hz. İbrahim'le ilgili bu olgu, deneysel bilginin kalpteki imanı doyum noktasına ulaştıracağı ilkesini getirmekte­dir.

2. Hz. îsâ'nın onlara hakikati söylediğini bilmek istemeleri. Hz. îsâ onlara hakikati söylüyordu, ama onlar bunun ispatını istiyorlardı. İspatını da kendilerine bir sofra indirilmesi şeklinde istemişlerdi. Bu mucizenin gerçekleşmesi, hakikatin bilgisine ulaşmalarını temin edecekti. Bu olgu bize şu ilkeyi getirmektedir: Bir konuyu nazarî olarak anlatmak, bilmek için yeterli değildir, onun deneysel bilgi ile desteklenmesi gerekiyor. Bil­giyi verene güvenmemizi temin edecek olan güc, deneysel bilgidir.

3. Ona şahitlik yapanlardan olmak. Müşahede etmek, gözlem yap­mak, imanı doyum noktasına ulaştırmakta, taklidi imanı tahkiki imana dö­nüştürmektedir. Doyuma ulaşmak, bilmek ve gözlemek gibi üç önemli imanî ve ilmî oluşumun gerçekleşmesi için deney çok önemlidir. Demek ki deneysel bilgi imanla buluşmakta, onu ulaşabileceği doyum noktasına ulaştırmakta, söylenenin doğruluğunu ispat ettirmekte ve gözlemi sağla­maktadır.

Şimdi bu noktada havarilerin, "Rabbinin bize gökten bir sofra in­dirmeye gücü yeter mi"; yahut "Rabbinden isteyebilir misin" şeklindeki sorularının tartışılmasının hayırlı bir netice getirmeyeceğini bilmek gereki­yor. Burada önemli olan, havarilerin bir istekte bulunmaları ve neden bu istekte bulunduklarının bilincinde olmalarıdır. Onların bu isteğine karşılık olarak Hz. îsâ'nın "Eğer inanıyorsanız, Allah'tan sakınınız" diyerek takva kavramını kullanması manidardır. Çünkü Allah takvayı gerçekleştirecek olanlara bir çıkış yolu bulacağını ve onlara um­madıkları yerden rızık vereceğini Talâk sâresinin 2-3. âyetlerinde gün­deme getirmektedir. İstenen gökten bir sofra olduğuna göre, bunun veril­mesi de kulların gönlünde takvaya sebep olmalıdır. İman ile takva, çıkış kapısını ve beklenmeyen rızkı getirmenin itici gücü olmakta, ilâhî ihsanı temin etmektedir.Hz. îsâ havarilerin bu isteğini yerine getirmek için şu duayı yaptı: "Meryem oğlu îsâ şöyle dedi: "Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet ol­sun. Bizi rızıklandır, zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın " (Mâide 5/114).

Bu âyette geçen mâide (sofra) kelimesi, bu sûrenin adı olmuştur. Aslında bu kelime 112. âyette de geçmişti. O zaman 112. âyetle 114. âyette geçen mâide kelimesinin bu sûreye isim olarak verilmiş olduğunu söyleyebiliriz. mâide kelimesi "hareket etti" anlamına gelen mâde kelimesinden türediği söylenmektedir. İbnü'l-Enbârî'ye göre, sofra bir bağış olduğu için bu ismi almıştır. Bir kimse birine iyilik yaptığında, mâde kelimesi kullanılır. Mâide de "yapılan iyilik, ihsan, bağış" anlamına gelmektedir. Ebû Ubeyde bağış anlamına gelen memid kelimesinden tü-rediğini söylemektedir[107].

Hz. îsâ duasında indirilmesini istediği bu sofranın, gelecek nesiller için bayram olacağı değerlendirmesini yapmaktadır. Böylece Hz. îsâ, bay­ram kavramını kullanmış ve bu bayramın ilâhî bağıştan meydana gelece­ğine işaret etmiştir. Yüce Allah bunu bize niçin anlatmaktadır? Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Yüce Allah'ın indirdiği sofra, o toplum için nasıl bir bayram olmuşsa, zengin insanlar fakirlerin elinden tutarsa, onla­rın karınlarını doyururlarsa, bu onlar için bayram olacaktır. Zenginlerin her zaman fakirlere yardımlarıyla bayramı yaşatmalıdırlar. Midesi aç olan insanı doyurmak, onun için bir bayramdır.

Hz. îsâ'nın yaşadığı zamandaki bir sofra, daha sonraki nesillere nasıl bayram olur? Bu sorunun cevabından şunu çıkaracağız: Hz. îsâ'nın istediği sofra, bir anda gökten gönderilmiş ve bitmiş bir olgu değildir. İlâhî sofra, daha sonraki nesillere intikal eden ekonomik bir menfaat, bir nimet, bir lütuf mahiyetindedir. Nesilden nesile intikal eden bu ilâhî lütuf, bir bayram niteliğini taşımakta ve bir bayram meydana getirmektedir.

Bir bayram olduğu kadar, bir âyet olmasını da istemektedir. Âyet kelimesi "mucize, delil" anlamına gelmektedir. Mâide, yani sofra sadece mideyi değil, beyni harekete geçirecek nitelikte olacaktır. Bir taraftan mi­deleri dolduracak, diğer taraftan insan beynini ve gönlünü Allah'a çevirecek güçte bir delil olacaktır. Âyette sofranın eğitici boyutuna işaret edil­mektedir.

Hz. îsâ duasını şöyle bitiriyor: "Bizi azıklarıdır, zaten sen, rızık ve­renlerin en hayırlısısın". Burada şöyle bir soru sorabiliriz: "Allah'tan başka rızık veren mi vardır da, rızık verenlerin en hayırlısısın" denmekte­dir?

Çocuğunu emziren anne sanki ona rızık veriyormuş gibi olur. Cüz'î mânada Allah rızık verme işini bazı insanlara tanımıştır. Para kazanıp ço­cuklarına bakan, başkalarına yardım edenler, onlara rızık veriyormuş gibi olurlar. Aslında bu izafî bir rızıklandırmadır; ama Allah'ın rızıklandırması bunlara benzemez. Bunun içindir ki Hz. îsâ duasının sonunda bu şekilde yalvarmıştır. Allah'ın Hz. îsâ'ya verdiği nimetlerden bir diğeri de insan­lara bayram olan bu sofradır.[108]

 

Sofra Duasına Karşı Allah'ın Cevabı:

 

115. Allah da şöyle buyurdu: "Şüphesiz ben onu size in­direceğim, ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim ".

1. Yüce Allah, Hz. îsâ'nın duasını kabul ettiğini ve o sofrayı indi­receğini söylemiştir. Âyetin birinci bölümü bunu belirlemektedir.

2. Âyetin ikinci bölümündeki ifade tehdit doludur"Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse!" Buradaki yekfurkelimesi, "inkâr etmek" anlamına geldiği gibi, nankörlük mânasına da ge­lir.

İnkâr mânasına aldığımızda, havarilerin imanlarında zaafları oldu­ğunu ortaya koymaktadır. Hz. îsâ'nın Mâide sûresinin 110. âyetinde gösterdiği bunca mucizeye rağmen, hâlâ sofra mucizesini istemeleri gös­teriyor ki, onların imanlarında bir problemleri vardı. Nankörlük mânasına aldığımızda da, nimete karşı daha önce nankörlük ettikleri, kadirşinas ol­madıkları anlaşılacaktır.

3. Âyetin cezalandırmayla ilgili son bölümünü dikkate alırsak, ikinci bölümündeki yekfuru kelimesine inkâr mânasını vermek daha doğru olacaktır: "Kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azabı ona ede­ceğim". Bu cezalandırma tehdidi, öncelikle caydırıcı bir nitelik taşımakta­dır. İkinci olarak "Âlemlerden kimseye vermediğim azabı ona veririm" kısmı da, cezada dünyevilik özelliğinin olduğuna işaret etmektedir. Kal­bindeki imanın tatmin noktasına ulaşması için gökten sofranın inmesini isteyip, sonra da inkâra sapmak, cezanın en şiddetlisini getirecektir.

Bu olguyu günümüze getirecek olursak şu neticeyi çıkarabiliriz: Al­lah'tan Hz. îsâ'nın havârîlerine ve gelecek nesillere bayram ve bir âyet olacak olan sofra, devam eden bir nimet lutfunu temsil etmektedir. Allah­'ın verdiği nimete karşı nankörlük etmenin çok ağır bir ceza ile ceza­landırılacağını hatırlatarak, günümüzün ve geleceğin insanlarını nankörlükten caydırmayı amaçlamaktadır.

Genel mânada 112 ile 115. âyetler arasında bir değerlendirme yapar­sak şu genellemeye varabiliriz: Ekonomik menfaatler, manevî (psikolojik) yapımıza etki edip madde mânaya dönüşmektedir. Bir bakıma "Gönlün yolu mideden geçmektedir" diyebiliriz. Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 60. âyetinde, kâfirlerin gönüllerinin İslâm'a ısındırılması için zekâtın veri­leceğine işaret edilmektedir.

Bu gerçekten hareket edersek, ekonomisi güçlü olan toplumların kültürlerini yayma imkânına sahip olacağını söyleyebiliriz. Ekonomik menfaatler kalpleri ısındırır, kaynaştırır ve iyiye yönlendirebilir. Uzun ve yorucu faaliyetlerin yapamadığını, bazan bir ekonomik menfaat yapabilir.

Onun için siyasetle ekonomi, eğitimle ekonomi arasında sıkı bağı görmek gerekiyor.[109]

 

Allah Hz. İsa'yı Sorguluyor:

 

116. Ve işte o zaman Allah; "Ey Meryem oğlu îsâ! Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı edinin dedin mi?" diye sorduğu zaman îsâ, "Hâşâ! Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Bunu söylemiş olsaydım sen muhakkak bilirdin! Sen benim içimdeki her şeyi bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sen­sin!"

117.   "Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. "Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz" dedim. İçlerinde bulunduğum müd­detçe onlar üzerinde kontrolcü idim. Beni vefat etti­rince, artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen ol­dun. Sen her şeyi hakkı ile görensin.

118.  "Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar se­nin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin " dedi.

Bu âyetlerde hıristiyanların yaşadığı şirkin sebebini arama ve bunun için yapılan sorgulama vardır.

1. Üçlü ilâh sorgulaması. Aslında burada üçlü ilâh anlayışının nere­den kaynaklandığı ve bu anlayışta Hz. îsâ'nın rolünün olup olmadığı araştırılmaktadır. Allah, îsâ ve Meryem şeklindeki üçlü ilâh sisteminin oluşturduğu şirkin yanlışlığı gündeme getirilmektedir.

Allah'tan başka iki ilâh daha ilâve edilmesinin Hz. îsâ'nın öğretisi olup olmadığı kendisine sorulmaktadır. Bu sorunun ne zaman sorulduğu veya sorulacağı önemlidir. Âyetin başında Allah'ın özne olduğu "kale" fiiline, mazi kalıbından olmasına rağmen "dedi" yerine "diyecek" mânası verilmelidir. Allah mahşer gününde bu sorunun kesin olarak sorulacağını bildiği için mazi kalıbından getirmiştir.

Böyle bir mânayı vermekte delilimiz ne olabilir? Esas delilimiz, aynı âyette geçen "Hem ben söyleseydim " ifadesindeki "kultü"nün mâzî kalı­bında gelmesidir. Ayrıca 117. âyetteki "içlerinde bulunduğum müddetçe" ve "beni vefat ettirince " ifadeleri de bu sorunun âhirette sorulacağının en bariz delilidir. Diğer taraftan müfessirler, mazi kalıbından gelen bazı anla­tımlara "gelecek" mânasının verilmesini savunmaktadırlar. Bu âyet, Mâide sûresinin 73. âyetindeki "Allah, üçün üçüncüsüdür" ifadesinin bir açıkla­ması mahiyetindedir. Çünkü "Üç ilâh hangi varlıklardan oluşmaktadır?" sorusunun cevabını Mâide sûresinin 116. âyetinin birinci bölümü, Allah, îsâ ve Meryem olarak vermektedir.

2. Hz. îsâ'nın cevabı. Yüce Allah'ın sorduğu bu soruya Hz. îsâ şu şekilde cevap vermiştir:

a) "Hâşâ! Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz". Cevabın bu bölümünde, söyleyeceği sözü söylemiş gibi gösterilmektedir. Ama bu sorgulamanın, hemen ölümünden sonra sorulmuş olması da mümkündür. Burada önemli olan nokta, sübhân kelimesinin kullanılarak Allah'ın tenzîh edilmesi, yani noksan sıfatlardan uzak tutulmasıdır.

Diğer taraftan Hz. îsâ, hakkı olmayan şeyi söylemesini kendisine yakıştıramamaktadır. Bu ifade bize şu şekilde yansımalıdır: İnsanlar ko­nuştukları sözlerin kendilerine yakışıp yakışmadığının bilincinde olmalı ve öyle konuşmaya haklarının olup olmadığına bakmalıdırlar. Konuşulan sözlere hakkının olduğuna ve kendisine yakıştığına bakmadan söylenen­ler, insan için problem oluşturacaklardır. Hak ve yakışma, söz için en önemli sansür olmalıdır.

b) "Hem ben söyleseydim sen onu bilirdin ". Sorgulamaya böyle cevap vermesi, insanlığa çok önemli bir kanunu öğ­retmektedir. O da "Allah her şeyi bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisi dışında kalmaz" demektedir. Hz. îsâ soruyu cevaplandırırken, ilâhî bilgiyi dev­reye sokmaktadır. Madem ki Allah her şeyi bilmektedir, hıristiyanlara Al­lah'tan başka Hz. îsâ ile annesini tanrı edinmelerini kimin söylediğini de bilmektedir. O zaman, sorulan sorunun bir imtihandan ibaret olduğu or­taya çıkmaktadır.

c ) "Sen benim içimdekini bilirsin, ben senin zâtında olanı bilmem". Cevabın üçüncü bölümünü Hz. îsâ, "bilgi" ile "nefis" kavramlarına tahsis etmektedir. Beşerî bilginin içe değil dışa, yani görüntüde kaldığını, ama ilâhî bilginin içe nüfuz ettiğini öne sürmektedir. "Benim nefsim" ifadesindeki nefis kelimesi, "iç" anlamına alınmalıdır. Ama dikkat edilirse Hz. îsâ, Allah ile nefsi bir araya getirmiş­tir. "Ben senin nefsindekini bilmem" demektedir. Nefis Allah'a izafe edildiği zaman, "zât" mânasına gelmektedir. İnsanla ilgili olunca nefis kavramı pek çok anlama gelmektedir. Allah insanın zâtını, içindekini, ama her şeyini bildiği halde, insan Allah'ın zâtını bilmemektedir. Hz. îsâ bu ifadesiyle insanlara itikadî bakımdan çok önemli bir bilgiyi öğreterek ders vermektedir.

d) "Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin ". Hz. îsâ'nın bu ifadesinde gayb kelimesi, çoğul olarak guyûb kalıbında yer almaktadır. Allâm kelimesi, "eksiksiz", yani "tamamen bilmek" anlamına geliyor. Guyûb kelimesini "gizlilikler" anlamına alınca, "gizlilikleri tam anlamıyla bilen" mânası çıkmaktadır. Hz. îsâ, bir gizlilikler âlemi olduğu ve bunun tek bileninin de Allah olduğu dersini vermektedir.

Hz. îsâ'nın verdiği bu cevaplardan müslümanın konuşma âdabı çıkmaktadır: Hakkı olmayanı, kendine yakışmayanı konuşmayacak, söy­lediği her sözü Allah'ın bildiğinin şuurunda olacak, yüce Allah'ın kendi içindekini bildiğini aklından çıkarmayacak, gizlilikleri tam anlamıyla bile­nin sadece Allah olduğunun inancında olacaktır.

e) "Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyle­dim". Hz. îsâ, Mâide sûresinin 117. âyetinde de cevabına devam etmek­tedir. "Bana ne emretti isen, onlara onu söyledim " demesi din âlimlerine çok önemli bir ilkeyi öğretmektedir. Hz. îsâ gibi bir peygamber, Allah'ın emrinden dışarı çıkmıyor, kendi görüşünü dine karıştırmıyor, Allah ne emretti ise onu insanlara söylüyor, yani tebliğ ediyor. Öyle ise din alimleri de Kur'ân'da Allah neyi emrediyorsa, onu insanlara ulaştırmak ve öğret­melidirler. Din konusunda yapılan bütün tartışmalar, bölünmeler, kavgalar hep bu ilkeyi yerine getirmemekten kaynaklanmaktadır.

f)  "Benim rabbim ve sizin de rabbiniz olan Al­lah'a kulluk ediniz, dedim". 117. âyette verdiği cevabın ikinci bölümü tevhîd inancı teşkil etmektedir. Demek ki Allah, Hz. îsâ'ya emrettiği ilk söylev, Allah'ın bütün insanların yaratıcısı, besleyip büyütücüsü ve ter­biye edicisi olduğudur. Önce, "Allah'ın kendisinin rabbi olduğu"nu söy­lüyor, böylece kendisinin rab edinilmesinin kapılarını kapatıyor. "Benim de rabbim, sizin de rabbiniz " derken, rab sıfatını kullanmış olmaktadır. Dikkat edilirse gerçek rabbin kim olduğunu açıklamaktadır.

Diğer taraftan kime kulluk edeceklerini de açıklamaktadır. Yaratan, besleyip büyüten ve terbiye eden, yani doğru yolu gösteren Allah'a kulluk etmelerini onlara öğretmektedir. Demek ki bir peygamber öncelikle şirkle mücadele vererek, tevhîd inancını öğretecektir.

g) İçlerinde bulunduğum müddetçe yaptıklarına şahitlik ettim. Beni vefat ettirince, ar­tık onlar üzerinde gö'zetleyici yalnız sen oldun". Hz. îsâ bu cevabı ile, kendisi hakkında çıkarılan ihtilâfları yakıp kül etmektedir. Müslümanların arasında dolaşan anlayışa göre Hz. îsâ ölmedi, beden ve ruh ile Allah'a yükseldi. Kıyamete yakın tekrar dünyaya dönecek, Hz. Muhammed'in dini olan İslâm'ı yayacaktır. Bunun yanlış olduğu Âl-i îmrân sûresinin 55. âyetinde tartışıldı. O âyette de "Ey îsâ! Seni vefat ettireceğim" demişti. Şimdi yorumunu yaptığımız Mâide sûresinin 117. âyetinde de bizzat Hz. îsâ, Allah'a "Beni vefat ettirdiğin zaman " demektedir. Demek ki Hz. îsâ eceliyle ölmüştür. Nisa sûresinin 159. âyetinde belirtildiği gibi, Hz. îsâ öldürülmedi ve çarmıha gerilmedi. Âl-i îmrân sûresinin 55. âyetine göre, vefat ettikten sonra Allah'a yüceldi. Zaten Meryem sûresinin 33. âyetinde doğduğu, öldüğü ve dirileceği günden bahsedilmektedir.

Hz. îsâ hayatta iken hıristiyanların inançlarını kontrol ediyordu. Hı­ristiyanlar onun kendi döneminde üçlü Allah anlayışına sahip değillerdi. Demek ki üçlü Allah anlayışına Hz. îsâ'dan sonra saptılar.

h) "Sen her şeyi hakkı ile görensin". Hz. îsâ 116. âyetin sonunda Allah'ın bütün gizlilikleri bildiğini, 117. âyetin so­nunda da Allah'ın her şeye şahit olduğunu, yani her şeyi gördüğünü açıklamaktadır. Bunun anlamı şudur: Kendisinin tanrı olmadığını ve bu sebeple her şeyi murakabe edemeyeceğini, her şeye şahit olamayacağını, ama Allah'ın her şeye şahit olacağını vurgulamaktadır. Her eyleminde Al­lah'ın tam yeterlilikte olduğunu açıklayarak insanlığa ölümsüz ve kalıcı ilahiyat kanunlarını öğretmektedir. Tevhîd inancına sahip bir insanın tek olan Allah'a inandığını açıklayarak, O'na denk hiçbir varlığın olamayaca­ğını hatırlatmaktadır.

ı) Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, dedi". Hz. îsâ'ya 116. âyette soru­lan sorunun son cevabı, Mâide sûresinin 118. âyeti olmaktadır.

Bu âyetten hareketle şu soruyu sorabiliriz: Nisa sûresinin 48. âye­tinde belirtildiği gibi, şirk affedilmeyeceğine göre, Hz. îsâ'nın aftan bah­setmesi ne anlama gelmektedir? Hz. îsâ'dan sonra üçlü ilâh anlayışına sapmaları, şirktir ve bunun da affı yoktur. Hz. îsâ, Allah'a "Onlar senin kullarındır" diyerek, onlara kendisine kul olmalarını söylemediğini garanti altına almaktadır. "Onlar benim kullarım değil, senin kullarındır, işledik­leri şirkten dolayı cezalandırman konusundaki karar sana aittir" demek is­tiyor.

Diğer taraftan Hz. îsâ, onların inançlarını değiştirme ihtimalini gün­deme getirerek, şirkten tevhîd inancına döndüklerinde, geçmişlerinin ba­ğışlanmasını Allah'tan istemektedir. Böylece azap etmek veya affetmenin Allah'ın irâdesine bağlı olduğunu ve bunu izzet ve hakîm sıfatlarıyla yapa­cağını açıklamaktadır.

İnsan, gönlündeki şirki çıkarıp yerine tevhîd inancını koyunca, azap affa dönüşmektedir. Gönül olumsuzdan olumluya geçince, ilâhî takdir de azaptan affa doğru intikal etmektedir. Hz. îsâ bu cevabı ile, bu öğretiyi in­sanlara miras olarak bırakmaktadır. Hz. îsâ'nın bu cevaplan, onun hadîs­leridir. Bunlar levh-i mahfuza çıkararak oradan bize âyet olarak inmiştir.[110]

 

Cennetlik Olmak:

 

119.  (Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: "Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gün­dür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur".

120.  Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır. O her şeye hakkıyla kadirdir.

Hz. îsâ'dan alınan cevaptan sonra mahşer gününün tanımı yapıl­makta ve kimlerin kurtuluşa ereceği açıklanmaktadır.

1. Mahşer gününde doğruluk fayda verecektir. Allah, âyetin birinci bölümünde "fayda" kavramına yer vermekte, insanları bu kavramla mo­tive etmektedir. İnsanoğlu dünyada düşünce, inanç ve eylem bakımından âhirette fayda verecek olanı hayata geçirmeli ve planlamalıdır.

Yüce Allah mahşerde özü sözü bir olmanın fayda vereceğini beyan etmekle, sadâkatin önde gelen ahlâkî ve dinî bir değer olduğunu vurgula­maktadır. Sadâkat, hakikatin arkasında durmak, özü sözü doğru olmak, çifte standartlı olmamayı ifade etmektedir. Başka bir ifade ile, gönlünde tevhîd inancına sahip olan, ağzıyla bunu ifade eden ve bunun arkasında duran insan fayda görecektir.

2.  Göreceği fayda nedir? Bu soruya Allah yukarıdaki âyette iki madde ile cevap vermektedir.

a)  "İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır".

b)  "Allah onlardan razı olacak, onlar da Allah'tan razı olacaklardır".

Cennet ve Allah'ın rızâsını kazanmak, sadâkatin mahşerde temin et­tiği fayda olacaktır. Âyetin başında fayda olarak nitelendirilen ödül, âyetin sonunda büyük kurtuluş ve kazanç adını almaktadır.

3. Böyle bir ödülü kim verebilir? Allah bunun cevabını da 120. âyette vermektedir: Kâinatın iktidarı ve mülkiyeti kendisine ait olan ve her şeye gücü yeten Allah, böyle ödülü verecektir. Çünkü beşerî düşüncelerin cennet ve cehennemi olamaz, çünkü onlar bir âhiret hayatına sahip değil­lerdir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mâide sûresinin 119. âyetinde yer alan sadâkat kavramını, Mâide sûresinin 1. âyetiyle ilişkilendirebiliriz. Orada "Akidlerinizi yerine getiriniz" buyurulmuştu. Ahde vefa ve sözünde dur­mak gibi erdemler mahşerde fayda verecektir. Bunlar sadece âhireti değil dünyayı da cennete çevirecektir.[111]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/453-454.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/455-459.

[3] Nesâî, "Hac", katli'l-hayye; yı­landa zikredilmektedir.

[4] a.g.e., s. 183, dipnot 6.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/459-465.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/465-469.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/469-471.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/471-475.

[9] Taberî, 6/80-82.

[10] Buhârî, "Vudû"', 48; Ebû Dâvûd, "Taharet", 61; Tirmizî, "Taharet", 74-75; İbn Mâce, "Taharet", 88.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/475-479.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/480-483.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/483-486.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/486-487.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/488-489.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/489-491.

[17] The Torah, Amerika 1978, s. 241.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/492-496.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/496-501.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/501-504.

[21] Zemahşerî nur ile kitabı Kur'an; Beyzâvî, Hâzin, Nesefî ve İbn Abbas "nur"u Hz. Muhammed; Râzî de her ikisine yorumlamaktadır.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/504-508.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/508-510.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/511-513.

[25] Buhârî, "Enbiyâ", 48; Müslim, "Fezâil", 143.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/514-517.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/517-519.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/519-520

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/521-522.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/522-523.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/523-524.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/524-526.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/527-532.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/533-536.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/536-539.

[36] Buhârî, "Ezan", 8; Tirmizî, "Salât", 43; Nesâî, "Ezan", 38.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/539-542.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/17-19.

[39] Süyûtî, Dürru'l-mensûr, VI,420; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, Hadîs no: 16682.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/19-26.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/26-30.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/30-33.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/33-34.

[44] Süleyman Ateş, age, 11,533.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/34-40.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/40-44.

[47] Zemahşerî, age, I, 618.

[48] Bu konuda bk. Muhammed Abduh, Menâr, VI, 410.

[49] bk. Müslim, "Mesâcid", 132.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/44-55.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/55-57.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/57-62.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/62-63.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/63-67.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/67-69.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/69-71.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/71-72.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/72-74.

[59] Muhammed Abduh, Menâr, VI,440'dan naklen bk. Kur'ân Mesajı, s.204 dn.77.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/74-77.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/77-78.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/78-80.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/80-81.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/81-89.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/89-94.

[66] Buharı, "Temenni", ;4, "Cihâd", 70.

[67] Buhârî, "İlim", 30, 37; "Zekât", 31; "Hac", 132; Müslim, "İman", 278.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/94-97.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/97-99.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/99-105.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/105-114.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/114-122.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/122-123.

[74] bk. Râzî, age, IX, 186; A. Yusuf Ali, The Holy Quran text, translation and commentary, America 1983, s.268dn.79O.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/123-131.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/131-132.

[77] Buhârî, "Nikâh", 1; Müslim, "Nikâh", 5; Nesâî, "Nikâh", 4.

[78] Buhârî, "Nikâh", 1; Müslim, "Nikâh", 5.

[79] Müslim, "Nikâh", 7.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/132-138.

[81] Ebû Dâvûd, "Eymân", 12, 18.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/138-143.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/144-149.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/150-152.

[85] İbn Hanbel, Müsned, 3/389.

[86] Râzî, age, IX,232.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/152-160.

[88] age, IX,238.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/160-164.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/164-165.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/165-169.

[92] Buhârî, "Tefsir, Tefsîrü'1-Mâ-ide".

[93] Buhârî, "Mevâkıt", 11; Müslim, "İman", 7.

[94] İbn Mâce, "Et'ime", 60.

[95] Tirmizî, "Libâs", 6.

[96] Buhârî, "Mevâkıt", 11.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/169-174.

[98] Birinci paragraf Süleyman Ateş'ten, ikinci paragraf da Râzî'den alınmıştır. Râzî, Ubeyde ve Zeccâc-dan nakletmektedir. İki paragrafta zıtlık görülmektedir. Burada Râzî'nin naklettiği görüşü benimsediğimizi söylemekte yarar vardır.

[99] Buhârî, "Tefsîr" Sûre; Müslim, "Cennet", 51; bu hadîste sâibe geleneği, Araplar arasında ilk koyanın Amr ibn Amr el-Huzâ olduğu söy­lenmekte ve onun, bunun cezasını çektiği beyan edilmektedir.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/174-177.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/178-179.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/180-182.

[103] Tirmizî, Tefsîru sûre, 5.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/182-190.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/190-192.

[106] Bu konuda bk. Menâr, VII, 250; Râzî, age, IX,284-285 ve Muhammed Esed, age, s.219.

[107] Râzî, IX,286.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/192-205.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/205-207.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/207-212.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/212-214.