10- Ezanın ve Müezzinin Fazileti:
11- Ezan Karşılığında Ücret Almak:
12. Namazla Alay,
Akıllıların Yapacağı Bir îş Değildir:
1- Rasutün Görevi Tebliğ Etmektir:
2- Hz, Peygamberdin Allah Tarafından Korunması:
2- Allah'tan Gelen Hak, Kitap Ektinin Ancak înkârlarını
Arttırmıştır:
1- Münkerden Sakındırmanın Gereği:
2- Münkerden Alıkoymanın Hükmü:
2- Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair
3. Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle
Uğraşanlar:
5- Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü:
4- Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün'akide:
6- Bir İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden
7- Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı:
9- Allah'ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine...
Yeminin Hükmü:
11- Allah'tan Başkası Adına Yemin:
13- Allah'ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler
Söylemenin Hükmü:
15- Alak'a İzafe Edilen Şeylere Yemin:
16- Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması):
17- îbnAbbas'ın
İstisna île Görüşünün Değerlendirilmesi:
19- Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir:
21- Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek:
22. Yemek Yedirmenin Niteliği:
23- ifedirilecek Yemeğin Miktarı:
24- Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Caiz
Olmayanlar:
25- Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir:
26- Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır:
27- Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez:
28- Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi:
31- Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları
Giydirmek:
32- Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin
Kıymetini Vermesi:
33- Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek:
35- Âzâd Edilecek Kölenin Niteliği:
36- Keffâret İçin Ayırdığı Matı Telef Olursa:
37- Yemin Eden Kefaretini Yerine Getirmeden Önce Ölürse:
38- Kişinin Keffârette Bulunacağı Sıradaki Hali Gözönünde
Bulundurulur:
39- Yemine Bağlı Kalmanın Zararı Varsa:
40- Yemin, Yemin Ettirenin Niyetine Göredir:
41- Keffâret İçin Bu Üçünden Birisini Yerine Getirmek
İmkânı Olmayan:
43- Keffâret Orucunda Unutarak Oruç Bozarsa:
44- Hür Olmayan Müslüman Keffârette Bulunur mu?
46- Allah'tan Başkası Adına Yapılan Yemin Keffâreti:
1- Âyeti Kerimelerde Yasaklanan Hususlar:
2- İçkinin Tedricî Olarak Haram Kılınışı ve Nüzul sebebi:
3- İçkiyi Haram Kılan Âyetlerin İnişinden Önceki Durum
5- Bu Pis Şeylerden Uzak Durma Gereği:
8- İçki ve Diğer Necis Şeyleri Satmanın Hükmü:
9- Şarabı Sirkeye Doniiştürmenin Hükmü:
10- Şarap Kendiliğinden Sirkeye Dönüşürse:
11- Şarabın Mülkiyet Altına Alınabileceği Görüşü
Zayıftır:
12- Zar ve Satranç Oyunları da Haramdır:
13- Nesih Hükmünün Mükellef Açısından Sübâtu İçin Nâsik
Hükmün Varlığı Yeterli midir?
14- İçki ve Kumarın Zararları ve 91. Ayetin Nüzul Sebebi:
15- Şeytan, Allah'ı Anmaktan ve Namaz Kılmaktan da
Alıkoymak ister:
16- Şarap, Kumar ve Benzerlerinden Vazgeçiş:
17- Allak'a ve Rasûle İtaatin Gereği:
2- Hz. Peygamber Hayatında Hükmün İnişinden Önce
Ölenlerin Durumu:
3- Neblz Diye Bilinen İçki Sarhoşluk Verirse Şarap
Demektir:
6- Mubah ve Canın Çektiği Lezzetli Şeylerden
Yararlanmanın Sınırı:
7- Âyet-i Kerimedeki Tekrarların Anlamı:
9- Bu Ayetin Yanlış Anlaşılması ve Kudame b. Mazûn:
2- Bu Âyet-i Kerime'nin Muhataptan:
3- Hangi Tür Av Hayvanlarıyla Deneme Sozkonusudur:
5- El ve Mızrak Tabirlerinin Kapsamı:
6- Kurulu Av Tuzak ve Ağlarına Yakalanan Avlann Hükmü:
7- Âyet, Av Hayvanının Avt Yakalayana Ait Olduğuna Delil
Gösterilmiştir:
1- Âyet-i Kerimenin Muhatapları ve Nüzul Sebebi;
3- Avı Öldürmenin ve Ondan Yemenin Cezası:
4- İhramlt Kimsenin Av Hayvanını Boğazlaması:
6- Yırtıcı Hayvanlar Kara Avının Kapsamı İçinde midir,
Değil midir?:
7- İhramh Kimselerin Hadis Nassı île Öldürebilecekleri
Sabit Olanlar:
8. İkramda
Avlanma Yasağının Kapsamına Giren Mükellefler;
9- Harem Bölgeleri ve Medine'nin Harem Bölgesi
10- îhramlıyken Kasten, Unutarak ve Hata île Avlanmanın
Hükmü:
11- İhramlı Bir Kimse, Bir Çok Defa Av Hayvanı Öldürürse:
13- îhramlı İken Avlanmanın Cezası Hangi Halde Sözkonusudur?
14- Cezası Gereken Av Hayvanları:
15- Avla Öldürülen Çeşitli Hayvanların Cezaları:
16- Av Hayvanlarının Yumurtaları Telef Edilirse:
17- Davarlardan Benzeri Bulunmayan Av Hayvanları:
19- Hakemlerin İttifak Etmeleri ve Görüş Ayrılıklarının
Etkisi:
20- Öldürülen Avlara Karşılık Geçmişte Belirlenmiş
Cezalar Nazarı İtibara Alınır mı?;
21- Avı Öldürmüş Olan (Cani) Hakemlik Yapabilir mi?
22- Bir Topluluk Tek Bir Av Hayvanını Öldürürse:
23- îkram Olmayanların Harem Bölgesinde Av Hayvanları
öldürmeleri:
24- Kâ'be'ye Ulaştırılacak Kurban:
25- îhramhyken Avlanmanın Keffâreti Olarak Yoksullara
Yemek Yedirmek:
26- Öldürülen Hayvanın Kıymeti Ne Zaman Nazarı İtibara
Alınır?
27- Öldürülen Av Hayvanının Keffâreti Nerede Yerine
Getirilir?
28- Avlanma Keffâreti Olarak Oruç Tutmak:
29- Bu Ceza Yaptığının Vebalini Tatması İçindir:
30- Geçmişi Allah Affetmiştir. Tekrar Bu İşe Dönenden de
Allah İntikam Alacaktır:
3- Deniz Ürünleri Arasında Yenilenler ve Yenilmeyenler:
4- Hem Karada, Hem Denizde Yaşayan Hayvanların Durumu:
5- Deniz Avı Yolculuk Yapana da Mukim Olana da Helâldir:
6- İkramlı Kimse, Kara Avından Yararlanamaz:
7- İkramli Kimse Av Hayvanı Etinden Yiyebilir mi?
8- İhrama Girdiği Sırada Elinde Ya da Evinde Av Hayvanı
Bulanan Kimse Ne Yapar:
9- îhramsız Bir Kimsenin Harem Bölgesi Dışında Avladığı
Av Hayvanından Yemenin Hükmü:
10- İhramiî Bir Kimse, İhramh Olmayana Av Hayvanım Goste
11- İhramh Bir Kimsenin Bir Başka îkramlıya Av Hayvanım
Göstermesi:
13- Huzuruna Varacağınız Allah'tan Korkun:
4- Gerdanlıklı ve Hediye Kurbanlıklar;
5- Bunlar, Bilesiniz Diye Böyledir:
1- Murdar İle Temizden Kastedilen:
3- Gasp İle İlgili Bazı Meseleler:
2- Yasaklanan Çokça Soru Sormanın Mahiyeti:
3- Soru Sorma Yasağının Kapsamı;
4- Günümüzde Soru Sormanın Hükmü:
5- Ayet-i Kerimenin Anlaşılması
7- Öncekilerin Sordukları Sorulara Aldıkları Cevaplara
Karşı Tavırları: Yüce Allah:
9- Bir Kişi, Hakkında Soru Sorduğu İçin Bir İşin Haram
Kılınması:
10- Kaderiye'nin Bir iddiası ve Cevabı:
1- Allah, Bu Gibi
Şeyleri Meşru Kılmamıştır:
2- Bahîre, Sâibe ve Diğerleri:
3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve
Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak:
4- Ebu Hanife'nin, Bu Âyete Dayanarak Vakfi Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası;
5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu:
6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü:
7- Sâibe Lafzını Kullanarak KöleAzad Etmek:
1- Bu Âyetin Bir Önceki Buyruklarla İlişkisi:
2- Kişinin Kendisine Bakmasının Anlamı:
3- İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmanın Gereği:
4- Emri bilmaruf'Neky-i anilmunkerde Bulunmanın Hükmü:
1- Ayetlerin Anlaşılması ve Nüzul Sebepleri:
2- Kufânı Kerimde "Şahidlik" Kelimesinin
Kullanıldığı Anlamlar:
3- Araruzda"ki Şahidliğin Anlamı;
6- Şahidlik Yapacak İki Kişinin Niteliği:
8- Yolculuk Halinde Vasiyyet ve Ölümü Hatırlamak:
10- Bedenî Haklar Dolayısıyla Hapis:
11. Alıkoyma Hali Namazdan Sonra Olacaktır:
12- Yeminlerin Tağltzi (Ağırlaştırılması):
13. Kendisi
Sebebiyle Yemin Teklif Edilecek Miktar:
15. Yemin
Edecekler Kimlerdir:
16. Vasiyete
Şakidlik Edenlere Yemin Ettirmenin Şartı:
17. Âyeti Kerimedeki
Bu Şartın İlgili Olduğu Buyruk:
18. Yakın Akraba
Dahi Olsa, Lehine Yalan Yere Yemin Edilemez:
19. Herhangi Bir
Menfaat îçin Şehâdet Değiştirilemez:
22. Şahidlerin
Günah Hakettikleri Ortaya Çıkarsa:
23. Vebal Hakedenlerin Yerine Geçecek Diğer İki
Kişi:
25. Ölenin
Yakınlarının Yapacakları Yemin:
27. Allah'tan
Korkup Emirlerine İtaat Etmek ve basıklardan Olmamak:
rüş ayrılığı konusunda açık bir nastır. Ayrıca bu hadis, Abdullah b. Zeyd'in
Bilal ile başından geçen olaydan daha sonradır. Sonraki bir olaydır.
Rasulul-lah (sav)'ın sonra verdiği emrine uymak daha uygundur. Bununla birlikçe
ben, müezzinin muayyen tek kişi olması halinde kameti de onun getirmesini müstehab
görmekteyim. Bir başkası kamet getirecek olursa, yine icma ile namaz
geçerlidir. Allah'a hamd olsun.
[1]
Ezan okuyan kimse
ezanını ağır ağır okuması ve bugün birçok cahil kimsenin yaptığı gibi, ezanı
kelimeleri uzatarak ve nağmeli bir şekilde okumamasıdır. Hatta, sıradan ve
avamdan pek çok kimse, ezanı nağme sınırından da çıkartmış bulunuyorlar. Ezan
okurken tekrarlar yapmakta ve neye kalkıştığı bilinmeyecek şekilde ezan
okurken, çokça kesintilere uğratmaktadır.
Dârakutnî'nin ibn
Cüreyc'den, onun, Ata'dan, onun da İbn Abbas'tan ri-vâyet-ine göre, İbn Abbas
şöyle demiş: Rasulullah (sav)'ın nağmeli ezan okuyan bir müezzini vardı.
Rasulullah (sav) ona şöyle buyurdu: "Ezan kolay" ve rahattır Eğer
senin de ezanın kolay ve rahat olursa (ezan okumaya devam edebilirsin) aksi
takdirde ezan okuma."[2]
Müezzin ezan okurken,
ilim adamlarından bir topluluğa göre kıbleye yönelir,
"Hayyealessalâh" ve "hayyealelfelâh" dediği takdirde de
yine ilim adamlannın çoğunluğuna göre, başını sağa ve sok döndürür. Ahmed der
ki: İnsanlara ezanı duyurmak kastı ile minarede olması hali dışında dönmez.
İs-hâk da bu görüştedir.
Taharet üzere
(abdestli) olması, efdal olandır.
[3]
Ezanı duyan bir
kimsenin, iki teşehhüdün sonuna kadar müezzinin söylediğini tekrarlaması,
müstehabür Tamamlayacak olsa da caizdir Çünkü, Ebu Said yoluyla gelen hadis
bunu gerektirmektedir.[4]
Müslim'in Sahih'inde
de Ömer b, el-Hattab'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasulullah (sav)
buyurdu ki: "Müezzin, Allahuekber, Allahuekber dediğinde, sizden herhangi
bir kimse de Allahuekber, Allahuekber dese, sonra müeezzin: Eşhedü enlâilâhe
illallah dese, sizden herhangi bir kimse de eş-hedü eltailatıe illallah dese,
müezzin daha sonra: Eşhedü enne Muhamme-de'r-Rasulullah dese, sizden herhangi
bir kimse de eşhedü enne Muhamnıe-de'r-Rasuluîlah dese, sonra müezzin
hayyealesselâhdese, sizden herhangi bir kimse lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
dese, müezzin daha sonra: Hayyealel-felâlı desensizden herhangi bir kimse de:
Lâ havle velâ kuvvete illa billâh dese, sonra müezzin Allahuekber, Allahuekber
dese, yine sizden herhangi bir kimse AHahuekber, Allahuekber dese, sonra
müezzin lâ ilahe illallah dese, sizden herhangi bir kimse de kalbinden la
ilahe illallah dese cennete girer."[5] Yine
Müslim'de, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Rasulullah (savadan naklettiği şu buyruğu da
yer almaktadır: "Her kim, müezzinin ezanını işittiğinde: "Allah'tan
başka ilah olmadığına, bîr ve-tek olduğuna, ortağı bulunmadığına, Muham-med'in
O'nun kulu ve Eusutü olduğuna şahidltk ederim, Rabb olarak Allah'tan, Rasul
olarak Mulıammed'den, Din olarak da îslamdan razı.oldum" diyecek olsa,
geçmiş (küçük.) günahları ona bağışlanır."
[6]
Ezan ve müezzinin
Fa^ilejtine gelince, bu hususta da sahih bir takım rivayetler gelmiş
bulunmaktadır: Bunlardan birisini Müslim; Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir,
Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Namaz için ezan okunduğunda,
Şeytan, ezan sesini işitmeyeceği yere varıncaya kadar sesli yellenerek
arkasını döner kaçar."[7]
Önceden de geçtiği
üzere ezanın İslamın şiarı ve imanın alâmeti olması faziletini anlamak için
yeterlidir.
Müezzinin faziletine
gelince, Müslim, Muaviye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Rasulullah
(savj'ı şöyle buyururken dinledim: "Müezzinler, kıyamet gününde boylan en
uzun olacak kimselerdir."
[8]
İşte bu, o günün
dehşetlerinden güvenlik altında olmaya bir işarettir, Çünkü araplar, boyuncun)
uzunluğunu, kavmin şereflileri ve efendileri hakkında kinaye yoluyla
kullanmışlardır. Nitekim, şairlerinden birisi şöyle demiştir:
"Onlar, öyle
kimselerdir ki, boyunları da uzundur, kulak yumuşaklarına varan saçları da."
Muvatta'da da Ebu Said
el-Hudrî'den, Rasuhillah (sav.Vı şöyle buyururken dinlediği kaydedilmektedir:
"Müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar olan bölgede, cin olsun, insan
olsun, başka herhangi bir şey olsun onun sesini işiten her şey, mutlaka
Kıyamet gününde onun lehine şahitlik edecektir."[9]
İbn Mace'nin
Sünen'inde de İbn Abbas'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasulullah (sav)
buyurdu ki: "Her kim yedi yıl süreyle ecrini Allah'tan umarak ezan
okursa, ona cehennemden kurtuluş beratı yazılır."
[10]
Yine İbn Mace'de İbn
Ömer'den, Rasulullah {savftn şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kim oniki
yıl süreyle ezan okuyacak olursa, cennet ona va-cib olur. Ve her gün okuduğu
ezanlara mukabil, ona altmış hasene ve her bir kamet karşılığında da otuz
hasene yazılır."
[11]
Ebu Hatim der ki: Bu
hadisin senedi münkerdîr ama hadisin kendisi sahihtir.
Osman b. Ebi'l-Âs'dan
da şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)'m bana son ahdi, e2anına
karşılık ücret alacak bir müezzin edinmemem şeklinde idi. Bu hadis de sabit bir
hadistir.
[12]
Ezan karşılığında
ücret almanın hükmü hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. el-Kasım b.
Abdurrahman ve rey sahipleri, bunu mekruh gördükleri halde, Malik buna müsaade
etmiş ve bunda mahzur yoktur, demiştir.
el-Evzaî de der ki:
Bu, mekruhtur. Ancak, buna karşılık beytülmalden maişetine yetecek kadarını
almakta d%bir mahzur yoktur.
Şafiî de der ki: Müezzine,
ancak; Peygamber (sav)'ın ganimetteki payı olan beştebirin beştebirinden
verilir.
İbnüff-Münzir der ki:
EzaffVkarşılığında ücret almak caiz değildir. İlim adamlarınız, Ebu Mahzûre'nin
hadisin delil göstererek ücret almanın lehine delil göstermişi erse de bu
delillendirrne su götürür. Bu hadisi, Nesaî, İbn Ma-ce ve başkaları rivayet
etmiştir.
Ebu Mahzûre der ki:
Bir gurupla birlikte yola çıkmıştık. Yolun bir bölümünde iken Rasululah
(sav)'ın müezzini, Rasulullah'ın yakınında namaz için ezan okudu. Biz de ondan
uzaklarda yüzçevirmiş olduğumuz halde müezzinin sesini işittik. Onunla alay
etmek üzere yüksele sesle onu taklid etmeye başladık.
Rasulullah (sav) bunu
işitti. Bize , bazı kimseleri elçi gönderdi. Onlar bizi götürüp Peygamberin
önüne oturttular. Şöyle buyurdu:
"Sesinin
yükseldiğini işittiğim kişi hanginizdi?" Beraberimdekilerin hepsi beni
işaret ettiler. Doğru da söylediler. Bunun üzerine o da hepsini sahver-di, beni
alıkoydu ve bana:
Kalk ve ezan oku"
dedi. Ben de kalktım. Fakat o sırada Rasulullah (sav)'ın bana verdiği emirden
ve onun bana emrettiği şeyden daha fazla hiçbir şeyden tiksinmiyordum,
Rasulullah (sav)'ın önünde, ayakta durdum. RasuluHah bizzat ezanı bana telkin
ederek şöyle dedi:
"De ki:
AHahûekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedü etine Muhammederra
sulu İlah, Eşhedü enne MuhammedenresuluUah. Sonra bana dedi ki: "Sesini
yükselt ve uzat: Eşhedü enlailahe illallah, eşhedü ell-lailahe illallah. Eşhedü
enne Muhammederresulullah, eşhedü enne Muharnmederresulullah. Hayyaalesselah,
hayyealesselah.Hayyealelfelah, hayyealel-felah. Allahuekber, Allahuekber. La
İlahe illallah. Sonra ezan okumayı bitirince beni çağırdı. Bana içinde bir
miktar gümüş bulunan ağzı bağlı bir kese verdi. Sonra elini Ebu Mahzûre'nin
alnı ürerine koydu. Daha sonra elini yüzünün üzerinde gezdirdi, sonra
göğüslerinde gezdirdi. Sonra da kara ciğerinin bulunduğu yerin üzerinde
bıraktı. Nihayet Rasulullah (sav)'ın eli, Ebu Mahzûre'nin göbeğine kadar vardı,
sonra Rasulullah (sav) "Allah sana bereketler ihsan etsin, üzerine
bereket yağdırsın" diye buyurdu Ben, Ey Allah'ın rasulü, Mekke'de ezan
okumak için bana emret dedim, o da: "Sana böyle yapmanı emir
veriyorum" diye buyurdu. İçimde Rasulullah (sav)'ın emri üzerine onunla
birlikte namaz İçin ezan okudum. Hadisin bu rivayeti İbn Mace'nin lafzıdır.[13]
Yüce Allah'ın:
"Bu onların akılları ermeyen bir topluluk olmalarındandır"
buyruğunun anlamı şudur; Yani onlar, kendilerini çirkin işlerden alıkoyacak
aklı bulunmayan kimseler ayarındadırlar. Rivayet olunduğuna göre,
hı-risüyanlardan bir kişi, Medine'de müezzinin: "Şehadet ederim ki,
Muhammed Allah'ın Rasulüdür" dediğini işittiğinde, yalan söyleyen ateşte
yansın dermiş. Kendisi uykuda iken bir kıvılcım evine düşmüş, evini yakmış ve
evi ile birlikte o kâfiri de yakmıştı. Böylelikle bu, diğer insanlara ibret
olmuştu.[14]
"Bela, kişinin
taşıdığı mantığı ile alakalıdır" denilmiştir. Peygamber (sav) ile
birlikte, hakkı anlayacakları vakte kadar kendilerine mühlet verilirdi. Fakat
bundan sonra ise ertelenmezlerdi. Bunu İbnü'l-Arabî zikretmiştir.
[15]
59. De ki: "Ey
kitab ehil, sizin bizi ayıplamanız (veya: Bizden hoşlanmamanız) Allah'a, btee
indirilene, daha önce indirilenlere iman etmemizden ve şüphesiz çoğunuzun
fasıklar olmanızdan başka bir sebebi var mı?"
60. De ki: "Allah
nezdlnde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu size haber vereyim mi?
Allah'ın kendilerine lanet ettiği» üzerlerine gazab ettiği ve onlardan bir
kısmını maymun ve domuz suretine soktuğu kişiler ve tâğûta tapanlardır. İşte
bunlar, yerleri daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış olan kimselerdir."
Yüce Allah'ın: De ki:
Ey kitab ehli, sizin bizi ayıplamanız..." buyruğu nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir; Aralannda Ebû Yasir b. Alıtab ile, Rafı' b, Ebî Rafi'nin
de bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Peygamber (sav)'ın yanına gelerek, ona,
peygamberlerden kime iman etliğine dair soru sordular. O da şöyle buyurdu:
"Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e ismail'e... indirilenlere"
buyruğundan itibaren, "biz ona testim olmuşlarız" (el-Bakara, 2/136)
buyruğunu okudu. Fakat İsa (as) anılınca, onun peygamberliğini inkâr ederek
şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, biz dünyada da âhirette de nasibi sizden
daha az din mensubu kimseler olduğunu bilmiyoruz. Dininizden daha kötü bir din
de bilmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerimeyle bir sonraki âyet-i kerime
nazil oldu.
[16]
Bu ise, onların daha
önce geçen âyet-İ kerimede ezanı inkâr etmelerini ifade eden buyruklarla da
ilişkilidir. Çünkü ezan, bir taraftan Allah'ın tevhidine dair şahidliği, diğer
taraftan Muhammed (sav)'ın peygamberliğine şahidliği ihtiva etmektedir. Çelişki
içerisinde olan ise, Allah'ın peygamberleri arasında ayırım gözetenlerin
dinleridir. Yoksa, bütün-peygamberlere iman edenlerin dini değildir.
mı? edatındaki "lam" harfinin Ayıplamanız, hoşlanmamanız kelimesinin
başındaki "te" harfi (mahreç) ile yakınlıkları dolayısıyla idğam
edilmeleri caizdir. Bunun anlamı, bize karşı öfke duymanız, gazaplanmamz
demektir. Hoşlanmamanız anlamına geldiği söylendiği gibi, tepki göstermeniz
anlamına geldiği de söylenmiştir, anlamlar biribirlerine yakındır.
Bu fiilin mazi ve
muzari şekilleri; sekilerinde kullanılmakla
birlikte, birinci şekil (yani, aynu'l fiilin mazide üstün, muzaride esreli
gelmesi) daha çok kullanılır. Abdullah b. Kays er-Rukayya der ki:
*Ümeyye oğullarından
hoşl anmayı şiarının tek sebebi Onların, öfkelendikleri vakit tahammül
göstermeleridir."
Kur"an-ı Kerimde
de: "Onlar... onlardan... intikam almadılar" (el-Burûc, 85/8)
buyruğunda bu şekilde kullanılmıştır. Kişiye sitemde bulunulduğunda: şeklinde
"kaT harfi esreli olarak kullanılır. îse, onun ism-i failidir. el-Kisaî
der ki "Kaf harfinin esreli kullanılışı bir ağızdır. Aynı şekilde
birşeyden hoşlanmamayı ifade etmek üzere mazi için: diyerek "kaf harfi
üstün kullanıldığı gibi, esreli olarak da kullanılır. İntikam da buradan
gelmekte olup, cezalandırmak anlamındadır. İsmi Nikmet şekünde gelir. Çoğulu
da: şeklindedir. İstendiği takdirde, "kaf harfi sakin kılınıp harekesi
"nün" harfine nakledilebilir. O takdirde nikmet, tekil için, nikam da
çoğul için kullanılır.
Allah'a... iman
etmemizden başka bir sebebi" ise. "ayıplamanız" ile nasb
mahailindedir. Yani siz, bizim ancak Allah'a iman edişimizi ayıplıyorsunuz.
Halbuki bizim hak Ü2ere olduğumuzu da bilmektesiniz
"Ve şüphesiz
çoğunuzun fâsıklar olmanızdan" yani, imam terketmek suretiyle doğru yoldan
çıkmanızdan, Allah'ın emrine uyma çerçevesinin dışına çıkmanızdan,,. başka bir
sebebi mi var?
Denildiğine göre bu,
birisinin diğerine söylediği şu söz kabiÜndendir: Sen, beni ancak, ben afif bir
kimse, sen ise tacir bir kimse olduğun için ayıplıyorsun. Şöyle de
denilmiştir: Yani sizler, çoğunuz fâsık olduğunuzdan dolayı, bizim bu
durumumuzu ayıplamaktasınız.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Allah nezdinde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu
haber vereyim mi?" buyruğu ise Sizin, bizi ayıplamanızdan daha kötüsünü
size bildireyim mi demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için istediğiniz hoş
olmayan şeylerden daha kötüsünü bildireyim mi? Bu ise onların: Sizin
dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz, şeklindeki sözlerine bir cevaptır
"Ceza'nın (ceza
bakımından) ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Bu kelime, asıl
itibariyle veznindedir. "Vav" harfinin harekesi (peltek) "se
harfine verilince, "vav" harfi sakin kaldı. Ondan sonraki
"vav" da sakin olduğundan dolayı, bu "vav"lardan birisi
hazfedildi. Mastar anlamı ile; kelimeleri de bu kabildendir. Şairin şu
beyitln-de olduğu gibi:
"Ve ben, komşum beni
zor ve korkulacak bir şeye çağırdığı vakit Elbiselerimi etekler uyluğumun
ortasına varıncaya kadar toplardım.
Bu kelimenin vezninde
ve kelimeleri ile aynı kalıpta olduğu da söylenmiştir.
Allah'ın kendilerine
lanet ettiği" buyruğunda, Kendileri" ref mahailindedir. Nitekim yüce
Allah, bir başka yerde: "Bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? (O)
ateştir" (el-Hac, 22/72) diye buyurmuştur. Burada ifadenin takdiri de
şöyledir: ÎŞte o, Allah'ın lanetlediği kimsenin uğradığı lanettir" Bununla
birlikte şu anlamda, nasb mahallinde olması da mümkündür: De ki: Ben size
bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah'ın kendilerine lanet ettiği...
"KÖtü"den
bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür ve ifadenin takdiri şöyle
olur: Ben size Allah'ın kime lanet ettiğini haber verevim mi? Burada
kastedilenler de yahudilerdir.
Tâğûta dair
açıklamalar ise daha önceden (el-Bakarat 2/25Ğ. âyetin tefsirh de) geçmiş
bulunmaktadır.
Yani, ve Allah'ın
aralarından tâğûta ibadet eden kimseler kıldığı kim selerdir.. el-Ferrâ'ya göre
burada, ^kimseler" anlamı verilen İsm-i mev-sulü hazf edilmiştir.
Basraklar ise İsm-i mevsulün hazf edilmesi caiz değildir, o bakımdan anlam
şöyle olur, demektedirler: 'Allah'ın kendilerine lanet ettiği, kişiler ve
tâğûta tapanlardır."
İbn Vessâb ve
en-Nehaî; Size haber vereyim"
buyruğunu "nun" harfini sakin olarak, diye okumuşlardır. "Tâğûta
tapanlar" buyruğunu ise Hamza, "be" harfini ötreli olarak
"tâğût* kelimesinin sonundaki "te" harfini de esreli olarak
okuvupv (ibadet kelimesini) "feul" vezninde mübalağa ve çokluk ifade
eden bir kip halinde okumuştur. Çokça uyanık davrandı, çok iyi anladı, çok iyi
sakındı kelimelerinde olduğu gibi. Bu kip ise, asıl itibari ile sıfattır.
Nabiğa'nın şu beyiti
de bu kabildendir:
"Vecra denilen
yerin siyah beyaz ayaklı ve oldukça keskin eşsiz kılıcı andıran kılıç gibi
zayıf vahşi hayvanlarını.
Görüldüğü gibi şair,
bu beyitin son kelimesinin "re" harfini de ötreli kullanmıştır.
"Çokça ibadet
edenler" anlamına gelen kelime;
soktuğu anlamındaki kelimeyle nasb olmuştur. Yani, Onlardan tağuta
çokça ibadet eden kimseler kılmıştır; anlamındadır. Diğer taraftan,
kelimesini kelimesine izafe etmek
suretiyle tağut kelimesini esreli okumuştur.
ise yarattıt varetti anlamındadır. Buyruğun
anlamı şöyle olur: Ve O, aralarından tâğûta ibadette aşırıya kaçan kimseler
yaratmıştır. Diğerleri ise, bu iki kelimenin birinci kelimedeki "be"
harfini Üstün, ikinci kelimenin sonundaki "te" harfini de üstün
olarak okumuşlar ve tapma anlamına gelen kelimeyi mazi bir fiil olarak daha
önce geçmiş mazi diğer fiillere (gazab etti ve lanet etti fillerine)
atfetmiştir. Bu şekilde okuyanlara göre de buy-
ruğun anlamı şöyle
olur: Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimseler ile, tâğûta ibadet eden
kimselerdir.
Ya da bu buyruk ile mansub olabilir. Yani: Aralarından
maymunlar, domuzlar ve tağuta ibadet edenler yaratmıştır Tapan kelimesindeki
zamiri ise; Kişi, kimse kelimesinin lafzına -manasına değil- hamlederek tekit
gelmiştir. Ubeyy ve İbn Mesud ise manaya hamlederek; Tâğûta tapan kimseler
diye okumuşlardır.
İbn Abbas Tâğûta
tapanlar, diye okumuştur. Bu Abd (kul)
kelimesinin çoğulu olabilir. Rehin, rehineler ile Tavan, tavanlar kelimesi
gibi. Yine bu kelimesinin çoğulu da olabilir. Nitekim Örnek, örnekler denildiği gibi. Bunun; kelimesinin çoğulu olması da mümkündür, Bir ekmek, ekmekler gibi. in çoğulu da
olabilir. Sekiz yada dokuz yadında azı
dişi çıkan deve, develer. Anlamı ise tâğûtun hizmetkârları demektir.
Yine îbn
Abbas'dan; şeklinde okuduğu da
nakledilmiştir. Bu durumda bu kelimeyi "ibadet eden" anlamına gelen
"âbid"in çoğulu kabul etmiştir.
Hazır bulunan, Hazır bulunanlar, gaib ve gaib-ler denildiği gibi.
Ebû Vâkid'den
denildiğine göre Tâğûta İbadet edenler kipi, mübalağa içindir ve yine bu da
"abid"in çoğuludur. işçiler, vuran vuranlar kelimelerinde olduğu
gibi. Mahbub'un naklettiğine göre Basralılar, yine "âbid" kelimesinin
çoğulu olmak üzere Tâğûta tapanlar diye okumuşlardır. Ayrıca bunun kul anlamına
gelen "abd" kelimesiniir çoğulu olması da mümkündür. Ebu Cafer er-Rüâsî
ise, meçhul kip şeklinde diye okumuştur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Ve
aralarında tâğûta ibadeE olunanlar... Amr el-Ukaylî ile İbn Bureyde ise tekil
olarak şeklinde tâğûta tapan, diye okumuştur ki, bu çoğul anlamını da
vermektedir. Yine İbn Mes'ud bunu, diye okuduğu rivayet edildiği gibi, hem
ondan, hem de Ubeyy'den şeklinde çoğul
ve müennes olarak da okumuştur. Yüce Allah'ın: "Bedevi araplar
de-dilerki..." (el-Hucurat, 49/14) buyruğunda olduğu gibi. Ubeyy b, Umeyr
ise, şeklinde okumuştur. Bu da Köpek ve köpekler şeklini hatırlatmaktadır.
Böylelikle bu iki kelime oniki ayn şekilde okunmuş olmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"İşte bunlar, yerleri daha fena... olan kimselerdir" buyruğuna
gelince; çünkü onların yeri cehennemdir. Mü'minlerin ise kalacakları yerlerde
bir kötülük yoktur.
ez-Zeccâc der ki: İşte
onlar, sizin söylediğinize göre bile yerleri en kötü olanlardır, demektir.
en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan
birisi de şudur: İşte Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, âhiretteki
yerleri itibariyle sizin dünyadaki yerinizden -yakanıza yapışan kötülükler
dolayısıyla- daha kötüdür.
Şöyle de
açıklanmıştır: Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, yer itibariyle
sizi ayıplayanlardan daha kötüdürler. Yine şöyle açıklanmıştır; İşte sizi
ayıplayan o kimselerin yerleri, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerin
yerlerinden daha da kötüdür.
Bu âyet-i kerime nazil
olunca, müslümanlar onlara: Ey maymun ve domuzların kardeşleri diye hitab
ettiler, onlar da içyüzleri ortaya çıkıp rezil olduklarından dolayı başlarını
önlerine eğdiler. Şair de onlar hakkında şöyle demektedir:
Allah'ın laneti
yahudiler üzerinedir
Çünkü yahudiler
maymunların kardeşleridir."
[17]
61. Sâze geldikleri
zaman "îman ettik" derler. Halbuki onlar, küfürle girdiler yine
küfürle çıkmışlardır. Allah gizlediklerini çok iyi bilendir.
62. Onlardan pek çok
kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yapmakta ve haram yemekte birbirleriyle
yatıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar da kötüdürî
63. Onları günah sol
söylemekten ve haram yemekten rabbaniler ve hahamlar alıkoysaİar ya...
Yaptıkları şey ne kadar kötü bir İştir!
Yüce Allah'ın:
"Size geldikleri zaman İman ettik derler.4 Âyetinde belirtilen bu husus,
münafıkların bir niteliğidir. Yani onlar, işittikleri hiçbir şeyden
yararlanamazlar. Aksine, kâfir girdiler, kâfir olarak çıkıp gittiler.
"Allah,
gizlediklerini çok iyi bilendir. Onların gizledikleri nifaklarını kastetmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Burada kastedilenler, "Medine'ye girdiğiniz vakit, günün erken saatlerinde
iman edenlere indirilen şeylere iman ediniz. Evlerinize döndüğünüz günün son
vakitlerinde de onu inkâr ediniz, diyen, yahudîlerdir. Bunlarla kastedilenlerin
yahudiler olduklarına delâlet eden ise, daha önce onların sözkonusu edilmeleri
ve ileride de onlardan söz edileceğidir.
Yüce Allah'ın:
"Onlardan pek çok kimsenin" buyruğunda kastedilenler, yahudilerdir.
''Günah İşlemekte, düşmanlık yapmakta yani, mu si ye t ve zulümde "ve
haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar
da kötü."
Yüce Allah'ın:
"Onları», rabbaniler ve hahamlar alıkoymalar ya" buyruğu,
alıkoymak değiller
miydi? demektir. Neden alıkoymadılar? demektir. "Onları alıkoymalarından
kasıt ise, bu işten onları vazgeçirmeleridir
uRabbanUer"den
kasıt, hıristjyan alimleri, "hahamlar (el- Ah barodan kasıt ise yahudi
alimleridir. Hepsi ile de yalıudi alimleri kastedilmektedir, diyenler de
vardır. Çünkü bu âyetler yahudiler hakkındadır.
Daha sonra yüce Allah,
bu alimleri onlara bu işleri yasaklamayı terk etmeleri dolayısıyla azarlamakta
ve şöyle buyurmaktadır; "Yaptıkları şey ne kadar kötü bir iştir!"
Nitekim, "yaptıkları şey ne kadar da kötü" buyruğu ile günah
işlemekte yarışanları da azarlamıştır.
Âyet-i kerime münkeri
yasaklamayı terk eden kimsenin, tıpkı münkeri işleyen kimse gibi olduğuna
delalet etmektedir. O halde âyeti kerime iyiliği emredip kötülükten
sakındırmayt terketmek hususunda ilim adamlarına bir azar ihtiva etmektedir. Bu
anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara sûresi {.2/44. âyetin tefsiri.)
ile Âl-i İmran sûresi (3/21-22. âyetin tefsirleri)'nde geçmiş bulunmaktadır.
Süfyan b. Uyeyne rivayetle der ki: Bana Süfyan b. Said, Mis'ar'dan anlam, dedi
ki: Bana ulaştığına göre, bir meleğe bir kasabayı ele geçirmesi emredilmiş, o
da şöyle demiş: Rabbim, o kasabada filan âbid kişi vardır. Yüce Allah da ona:
"Sen, ondan başla. Çünkü (gördüğü münkerden dolayı) Benim rızanı için
yüzünde bir an olsun herhangi bir değişiklik olmamış bîr kimsedir."
Tîrmizî'nin Sahihinde
de şöyle bir hadis vardır: "İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden
çekmeyecek olurlarsa» aradan fazla zaman geçmeksizin
"Yüce Allah kendi
katından onların hepsini bir ceza ile cezalandırır.[18] İleride gelecektir, (63 âyetin) sonundaki:
"Yaptıkları fiilinde geçen "sun" (62. âyetin) sonunda geçen
iyaptıklarT kelimesinin maştan olan "amel" ile aynı anlamdadır. Şü
kadar var ki, "sun' iyi bir şekilde yapılmayı gerektirir. Bir kılıç çok
güzel ve kaliteli bir şekilde imal edilecek olursa, onun hakkında; tabiri
kullanılır.
[19]
64. Yahudiler:
"Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri
bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. O, nasıl
dilerse öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun
küfür ve tuğyanlarını artıracaktır. Bununla beraber aralarında kıyamet gününe
kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık. Onlar ne zaman bir savaş ateşi yakmak
isteseler, Allah onu söndürür. Yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise
fesatçıları sevmez.
Yüce Allah'ın:
"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler" buyruğu ile il giti
olarak İkrime şöyle der: Bu sözü Fînhâs b Âzûrâ -Allah'ın laneti üzeri ne
oısun- ve arkadaşları söylemişti. Bunlar, varlıklı kimselerdi. Muhammet (sav)'ı
inkâr edince, malları azaldı ve şöyle dediler: Şüphesiz Allah cimridir Ve
Allah'ın eli bize birşeyler vermek noktasında kapalıdır (cimridir). Buna gö re
âyet-i kerime yahudilerin bir kısmı hakkında hususidir. Şöyle de denilmiş tir:
Bir topluluk bu sözü söyleyince, diğerleri de buna karşı çıkmayınca, hep
birlikte bu sözü söylemiş gibi oldular.
el-Hasen der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Allah azab için bize etini uzatmaz. Yine şöyle
denilmiştir: Peygamber (sav)'ın fakir ve malı az olduğunu diğer taraftan yüce
Allah'ın: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir" (el-Bakara,
2/245) buyruğunu da işitip, Peygamber (sav)'ın da diyetler hususunda
kendilerinden yardım istediğini görünce: Muhakkak Muhammed'in ilahı fakirdir,
dediler. Cimridir, dedikleri de olmuştur. İşte onların: "Allah'ın eli
bağlıdır" şeklindeki sözlerinin anlamı budur. Bu ifade; "Elini
boynuna bağlanmış kılma." (el-İsra, 17/29) buyruğunda olduğu gibi temsili
bir ifadedir. Cimri olan kimseye temsilî ifade kabilinden olmak üzere: Parmak
uçları içe doğru çekik, avucu yumuk, kapalı, parmakları yumuk, eli bağh"
gibi tabirler kullanılır.
Şair de der ki:
"Yezid orada
olduğu sırada Horasan öyle bir yerdi ki
Onun her türlü hayır
kapıları sonuna kadar açıktı.
Ondan sonra oraya onun
yerine parmakları içe dûğru yumuk birisi geçti
Sanki yüzüne sirke serpilmiş
gibi"
Arap dilinde el
anlamına gelen "yed", yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi
bilinen organ hakkında kullanılır: "Eline bir demet ot al" (Sa'ad,
38/41) Ancak, bu anlamın Allah için düşünülmesi imkânsızdır.
Aynı kelime, nimet
anlamında da kullanılır, Araplar: Filanın nezdinde benim nice elim
vardır" derler. Benim kendisine bol bol ihsan ettiğim nice nimet vardır,
demektir.
Yine el, kuvvet
anlamında da kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kuvvet sahibi
kulumuz Davud'u yâdet. (Sâ'd, 38/17) Görüldüğü gibi burada elt kuvvet
anlamındadır Malik olmak ve kudret manasına da kullanılır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine
verir." (Âl-i İmran, 3/73) Yine bu kelime, sıla (zâid zamir) anlamında da
kullanılır.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:" Bizim, onlar için kendi ellerimizle...
yaptıklarımızdan." (yasın, 36/71) Yani, bizzat bizim yaptıklarımızdan
anlamındadır. Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Veya nikâh akdi elinde
bulunan kimse bağışlamış olsun." Cel-Bakara, 2/237) Yani, nikâh akdini
yapmak hakkı kendisinin olan demektir. Bu kelime, desteklemek ve yardım etmek
manasına da kullanılır.
Hz. Peygamberin:
"Hakim hükmünü verinceye, Kasim (paylaştırıcı) da paylaştırmasını
bitirinceye kadar Allah'ın eli onlarla birliktedir" hadisi de bu
kabildendir.[20]
Bu kelimenin
kendisinden haber verilen zatın şerefine işaret etmek, onun şanını yükseltmek
için fiilin o kimseye izafe edilmesi için kullanıldığı da olur. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:"Ey îblis, kendi ellerimle yarattığım şeye
secdeden seni ne alıkoydu? (Sa'd, 38/75) O halde, burada elin organa
hamledilmesi mümkün değildir Çünkü, şanı yüce Allah bir ve tektir. O'nun için
bölümleme mümkün değildir. Yine buradaki anlamın güç, mülkiyet, nimet ve sıla
olarak anlaşılması da düşünülemez. Zira, o takdirde Allah'ın dostu Âdem île
O'nun düşmanı İblis arasında bu nitelikler ortaklaşa sözkonusu olur ve sözü
edilen şekilde onun İblise üstün kılındığı da -Ona bahşedilen özel hususun
batıl oluşu sebebiyle- bu da batıl olur. O halde, geriye İblisin yaratılışı ile
değil de, yalnızca Âdem'in şereflendirilmesi için yaratılması ile alakalı iki
sıfata hamledilmesi ihtimalinden başka bir şey kalmıyor. Bu iki sıfatın Hz,
Âdem'in yaratılışı ile ilgisi ise kudretin makdüra (kudret sonucu var edilene)
taalluk etmesi kabilindendir. Direkt bir taalluk ile doğrudan doğruya temas
bakımından taalluk kabilinden değildir. İşte, O şanı yüce ve Mübarek
Rabbimizin "O, Tevrati kendi eliyle yazdı, keramet yurdunu cennetlikler
için bizzat kendi eliyle dikti" şeklinde gelen rivayetler ile, benzer
diğer buyruklar da bu şekildedir, her bir sı-fatm kendi muktezâsına taalluku
kabilindendir.
Yüce Allah'ın:
"Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı" buyruğunda
"yâ" lıarfı üzerinde görülmesi gereken ötre, "ya" üzerinde
ağır geldiğinden hazf edilmiştir. Anlamı, ahrette bağlanacaktır, şeklindedir.
Bunun kendilerine beddua olması da mümkündür. Aynı şekilde
"söy-lediklerinden ötürü... onlara lanet edildi" buyruğu da böyledir.
Maksat, bize su buyruklarında olduğu gibi bunu öğretmektir: "Andolsunt
inşaatlah elbette Mescid-iHaram'agireceksiniz." (el-Feth, 48/27) Yüce
Allah burada, görüldüğü gibi istisna yapmayı, (yani, gelecekte yapılacak
şeyleri inşa ali ab kaydına bağlamayı) öğretmektedir. Nitekim "Ebu
Leheb'in iki eli kurusun." (el-Mesed, 111/1) buyruğunda da bize, Ebu
Lehebe beddua etmemizi öğretmiştir:
Şöyle de denilmiştir:
Maksat, onların insanların en cimrileri olduklarını anlatmaktır. Adi ve hakir
olmayan hiçbir yahudi göremezsiniz. Bu görüşe göre "vav" harfi hazf
edilmiştir. Yani onlar: "Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Halbuki asıl
onların elleri bağlanmıştır." "Lanet etmek" ise uzaklaştırmak
demektir, buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştı.
Yüce Allah'ın:
"Hayır Allah'ın iki eli de açıktır1 buyruğu mübteda ve haberdir Hayır,
O'nun nimeti yaygın ve açıktır, demektir. Burada "el" nimet anlamındadır.
Kimisi de şöyle
demiştir: Yüce Allah'ın: "Hayır, Allah'ın İki eli de açıktır" buyruğu
dolayısıyla bu yanlıştır. Zira yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar
çoktur. Nasıl olur da O'nun yalnızca yaygın iki nimetinden söz edilebilir.
Buna şöyle cevap
verilmiştir Bunun, cins için tesniye olup muayyen iki şeyi ifade eden tesniye
olmaması da mümkündür. Bu da Hz, Peygamber'im "Münafık, iki sürü koyun
arasında şaşkın kalmış kararsız koyun gibidir.[21] m
buyruğuna benzer. Bu iki nimetin birisinin cinsi dünya nimeti, diğerinînki ise
ahiret nimetidir. Bu iki nimetin de biri dünyanın zahir, diğerininki de; batın
olmak üzere dünyanın nimetleri olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve açık ve gizli nimetlerini üzerinize tamamladı."
(Lukman, 31/20)
İbn Abbas da Peygamber
(sav)'ın bü hususta şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Zahir nimet,
senin güzel hilkatindir. Batın nimet ise, senin için setre-dîp gizlediği kötü
amelindir."[22]
Şöyle de denilmiştir:
Allah'ın iki nimeti, bütün nimetlerin kendileri vasıtasıyla ve kendilerinden
meydana geldiği yağmur ve bitki nimetleridir. Burada sözü geçen nimet (el),
mübalağa içindir, Nitekim Araplar,:Buyur seni dinliyorum derken, (kullandıkları
bu tesniye lafızlanyla) yalnızca, bunu iki defa yapmayı kast etmiyorlar. Bazân
kişi, bu iş benim elimden gelmez diyerek, gücüm buna yetmez de demek
istemektedir.
es-Süddî der ki: Yüce
Allah'ın: "İki eli" buyruğunun anlamı, sevap ve ceza vermeye dair
güçleridir. Ve yahudilerin: O'nun eli kendilerine azap etmekten yana
çekilmiştir kendilerine azap etmeyecektir. Şeklindeki sözlerinin tam zıddı
nadir.
Müslim'in Sahilı'inde
Ebu Hureyre'den Peygamber (savVın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Yüce Allah buyurdu ki: İnfak et, Ben de sana in-fak edeyim."[23] Yine
Rasululİah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sağı dopdoludur. Hiçbir şey
onu eksiltmez. Gece gündüz O, bol bol ihsan eder.
Gökleri ve yeri
yarattığı günden itibaren infak ettiğini bir düşünün. Bütün bunlar, O'nun
sağında bulunanları eksiltmemiştir. (Yine Hz. Peygamber) buyurdu ki: Arşı su
üstündedir. Diğer elinde ise, kabz (ölüm) vardır. O, yükseltir ve
alçaltır."[24]
Bu hadisin bir benzeri
de şanı yüce Allah'ın: "Allah kabzeder (daraltır) ve genişletir"
(ei-Bakara, 2/245) buyruğudur.
Bu (tefsirini
yaptığımız) âyete gelince, İbn Mes'üd'un kıraatinde; şeklindedir ki, bunu
el-Ahfeş nakletmiştir. el-Ahfeş der ki:
tabiri kullanılır. Yani, Onun eli açık ve serbesttir demektir.
"O, nasıl dilerse
öyle İnfak eder." Dilediği gibi nzık verir. Bu âyet-i kerimede "eKîn
kudret anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, O'nun kudreti kapsamlıdır. Dilerse
genişletir, dilerse kısar.
"Andolsun ki,
Rabbinden sana indirilen" yani, Rabbinden sana indirilene andolsun ki bu,
"onların çoğunun küfür ve tuğyanlarını arttıracaktır." Yani, Kur'ao-ı
kerimden bir bölüm nazil oldu mu, onlar da bunu inkâr ederek küfürleri daha
bir artar.
"Bununla beraber
aralarında... kin ve düşmanlık bıraktık." Mücahid der ki: Yani,
yahudilerle hıristiy anların arasında. Zira, bundan önce şöyle buyu-rulmuştu:
"Yahudileri ue kıristiyanları veli edinmeyiniz." (Maide, 5/54)
Şöylİe de denilmiştir:
Biz, yahurîi taifeleri arasında kin ve düşmanlığı bıraktık, demektir. Nitekim,
yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sen onları bir arada
sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır." (el-Haşr, 59/14) O bakımdan
onlar, ittifak lıalinde değil, birbirine buğzeden kimselerdir. Diğer taraftan,
Allah'ın bütün yarattıkları arasında insanların en çok buğz ettikleri kimseler
onlardır.
"Onlar"
yahudileri kastetmektedir, "ne zaman bir savaş ateşi yakmak isteseler
yani, ne zaman bu iş için güçlerini bir araya getirip hazırlıklarını yapsalar,
Allah onların topluluklarını darmadağınık etmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Yahudiler, fesat çıkartıp, Allah'ın Kitabı olan Tevra-ta muhalefet edince,
Allah da üzerlerine Buht Nassar'ı gönderdi. Sonra bir daha. fesat çıkardılar.
Bu sefer üzerlerine Romalı Petrus'u gönderdi. Bir daha fesat çıkartmaları
üzerine, üzerlerine ateşperestleri gönderdi. Sonra yine fesat çıkartınca, Allah
da üzerlerine müslümanları gönderdi. Böylelikle ne zaman işleri yoluna
koyulacak olduysa, Allah da onları darmadağın etti.
Buna göre ne zaman bir
ateş yaksalar ne zaman bir kötülüğü körüklemek isteseler ve Peygamber (sav)'a
kargı savaşmak üzere karar verseler, demektir. "Allah onu söndürür."
Onları kahreder ve bu kararlarını zayıflatıp güç-süzleştirir. Burada
"ateş" istiare yoluyla kullanılmıştır. Katade der ki; Her seferinde
Allah onları zelit etmiştir. Yüce Allah, Peygamber (sav)'ı gönderdiğinde,
onlar mecusüerin elleri altında idiler.
Daha sonra yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde fesada koşarlar" İslamı iptal
etmeye çalışırlar. Bu ise, fesadın en büyüğüdür. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada ateşten kasıt, kızgınlık ateşidir. Yani onlar, kendi
nefislerinde ne zaman kızgınlık ateşini yakıp körükleseler, bedenleriyle ve
içten verdikleri kararlarıyla da bu kızgınlık ateşini daha bir alevlendirmek
İçin bir araya gelip toplanmışlarsa, zayıf ve güçsüz düşecekleri vakte kadar,
Allah bu ateşi söndürmüştür. Bunu da -yüce Allah Peygamber (sav): in önünde
kendisine gönderdiği yardım olmak üzere'kalplerine saldığı, yerleştirdiği
korku ile gerçekleştirmiştir.
[25]
65. Eğer Kitab ehli
iman edip de sakınsâLardt, elbette Biz de onların günahlarını bağışlar ve
onları Naîm cennetlerine koyardık.
66. Ve eğer onlar,
Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri katından kendilerine İndirileni gereği gibi
uygulasalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından (rızıklanru) yerlerdi
İçlerinden orta yolu tutan bir zümre varsa da, bir çoğunun yapmakta oldukları
be pek kötüdür.
Şanı yüce Allah'ın:
"Eğer Kitap ehli..." buyruğunda yer alan edatı ref mahallindedir. Aynı şekilde -bir
sonraki âyette gelecek olan: "Ve eğer onlar Tevratı... uygulasalardı"
buyruğunda da böyledir.
"îman edip"
tasdik edip, "sakınsalardı" yani, şirk ve günahlardan uzak dursalardı
"Elbette Bîz de onlann...bağışlardık" buyruğunun baş tarafındaki
"lam" harfi eğer'in cevabıdır,
m(ujs): Bağışlardık" örterdik anlamındadır ki, buna dair açıklamalar
önceden geçmiş bulunmaktadır.
Tevrat'ın ve İncil'in
gereği gibi ayakta tutulmasından kasıt ise, onların muk-tezası gereğince amel
etmek ve onlan tahrif etmemektir. Bu anlamdaki açıklamalar, el-Bakara
Sûresi'nde (2/63-64. âyetlerin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.
"Rablerl katından
kendilerine indirileni." Yani, Kur'an-ı Kerim'i. Kastedilenin peygamberlere
verilen kitaplar olduğu da söylenmiştir
"Şüphesiz
üstlerinden ve ayakları altından yerlerdi" İbn Abbas ve başkaları der ki:
Bununla yağmur ve bitkiler kast edilmektedir. Bu da onlann kıtlık ve kuraklık
içerisinde bulunduklarına delalet etmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Anlamı şudur: O takdirde Biz, onlann nzıklannı genişletir ve
ardı arkasına nzıklannı yerlerdi. "Alt ve üstün" anılmasından kasıt
ise, dünyada onlara ihsan edilecek nimetlerin çokluğunu ifade etmek için
mübalağalı bir ifade kullanmaktır.
Şu buyruklar da bu
âyeti andırmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa, ona bir kurtuluş yeri ihsan
eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir" (et-Talak 65/2-3); "Ve
eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette Biz de onlara bol bol su
içirirdik" (el-Cin, 72/16); "Eğer o ülkeler halkı iman edip de sakınmış
olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık."
(el-A'raf, 7/96) Böylelikle yüce Allah -bu âyetlerde de görüldüğü gibi- takva
sahibi olmayı, nzık sebeplerinden birisi olarak değerlendirmiş ve şükreden kimseye
de üzerindeki nimetini daha da artıracağını vadederek: "Andolsun ki şükrederseniz,
elbette size artırırım1* (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur.
Daha sonra yüce Allah,
onların aralarından orta yolu seçen kimseler olduklarını haber vermektedir.
Bunlar ise, Necaşî, Selman ve Abdullah b. Selam gibi aralarından İman eden
mü'minlerdir. Bu gibi kimselert orta yolu seçerek, İsa ve Muhammed {ikisine de
selam olsun) hakkında ancak onlara yakışan şeyleri söylediler.
Orta yolu seçenlerin
iman etmedikleri halde (Peygamber ve mü'minlere) eziyet etmeyen, onlarla alay
etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir.
Orta yolu seçmek
(iktisad), amelde mu'tedil olmaktır. Ve bu kelime, kasd'dan gelmektedir ki,
kasd da bir şeyi yapmak istemektir. Bu kelime, aynı anlamda olmak üzere harf-i
cersiz mefule geçiş yaptığı gibi, "lam" ve "ila" harf-i
cerleriyle de geçişi yapılır ve mana değişmez.
"Yapmakta oldukları ise
pek kötüdür!" Onlar, ne kötü iş yaptılar! Peygamberleri yalanladılar ilahi
kitapları tahrif ettiler ve haram yediler.
[26]
67- Ey Peygamberi
Rabbinden «ana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O'nun risâletinİ
tebliğ etmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah,
kâfirler topluluğuna hidâyet vermez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[27]
Yüce Allah'ın:
"Ey peygamber, Rabblnden sana indirileni tebliğ et" buyruğunun
tebliği açıkça yap demek olduğu söylenmiştir. Çünkü Hz. Peygam-ber> İslam'ın
ilk dönemlerinde müşriklerin korkusu ile tebliğini gizliyordu. Daha sonra bu
âyet-i kerimede tebliğini açıkça yapması emrolundu. Allah da onu insanlardan
koruyacağını bildirdi. Ömer (r.a), müslüman olduğunu ilk olarak açığa vuran
ve: "Gizlice Allah'a İbadet etmeyiz" diyen kimsedir. İşte yüce
Allah'ın: aEy peygamber! Sana da, mü'minlerden sana uyanlara da Allah
yeter" (el-Enfal, 8/64) âyeti de bu hususta nazil olmuştur.
Böylelikle âyet-İ
kerime: Peygamber (sav) din ile ilgili herhangi bir hususu takiye olmak üzere
gizlemiştir, diyenlerin görüşlerinin reddolunduğuna, bu görüşlerin batıl
olduğuna delalet etmektedir. Böyle diyenler, Râfizîlerdir.
Yine âyet-i kerime, Hz
Peygamber'in herhangi bir kimseye din ile ilgili herhangi bir hususu gizlice
bildirmemiş olduğuna da delalat etmektedir. Çünkü, âyet sana indirilenlerin
tamamını açıktan açığa tebliğ et demektir. Eğer böyle olmasaydı yüce Allajı'ın:
wEğer böyle yapmazsan O'nun risaletinl tebliğ etmemiş olursun" buyruğunun
herhangi bir anlam ifade etmesi sözko-nusu olmazdı.
Şu açıklama da
yapılmıştır: Esedoğullarından Cahş kızı Zeynep ile ilgili, Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. Ancak, doğru
olan, âyetin umum ifade ettiği görüşüdür.
îbn Abbas der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Rabbinden sana indirilenlerin tümünü tebliğ et. Eğer
ondan herhangi bir şey gizleyecek olursan, O'nun ri-sâleüni tebliğ etmemiş
olursun. Bu, hem Peygamber (sav)'a, hem de onun ümmeti arasında ilim
taşıyıcılarına Peygamberin şeriati ile İlgili hiçbir şeyi gizlememelerine dair
bir direktiftir. Yüce Allah, Peygamberinin kendisine bildirmiş olduğu vahiyden
hiçbir şey gizlemeyeceğini bilmiştir.
Müslim'in Sahihinde de
Mesruk yoluyla Hz. Aişe'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Her kim sana
Muhammed (sav)'ın vahiyden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa,
şunu bil ki o kimse yalan söylemiştir Yüce Allah ise: "Ey peygamber,
RabbLnden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O'nun risâletini
tebliğ etmemiş olursun" diye buyurmaktadır.[28]
Allah; Muhammed
Allah'ın kendisine vahyettiği şeyler arasından insanların muhtaç oldukları
birşeyi gizlemiştir, diyen Rafitlerin müstehakkını versin.
[29]
Yüce Allah'ın:
"Allah seni insanlardan koruyacaktor" buyruğu, Onun peygamberliğine
bir delildir Çünkü Yüce Allah, Orrun masum olduğunu haber vermektedir. Yüce
Allah tarafından masumiyeti teminat altına alınan -kimsenin Allah'ın kendisine
emretmiş olduklarından herhangi bir şeyi terketmiş olması mümkün değildir.
Bu âyetin nüzul
sebebine gelince, Peygamber (sav) bir ağaç altında konaklamış iken, bedevi bir
arap gelip Hz. Peygamberin kılıcını çekti ve Peygambere: Seni benden kim
kurtarabilir? diye sordu.Hz. Peygamber Allah cevabını verince, bedevi arabm
korkudan eli titredi ve kılıç elinden düştü. Başını beyni dağılıncaya kadar
ağaca vurdu. Bunu, el-Mehdevî nakletmektedir. Kadı lyad da bunu "eş-Şifa
adlı kitabında zikrederek şöyle der: Bu olay, Sa-hih'te de rivayet edilmiş[30] ve
sözü geçen kimsenin Gavres b. Haris olduğu, Peygamber (sav)'ın kendisini
affetmesi üzerine kavmine dönüp: Ben size insanların en hayırlılarının
yanından geliyorum, dediği de zikredilmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar da yine
bu sûrede yüce Allah'ın: "Hani bir topluluk size ellerini uzatmak
istemişlerdi (el-Maide, 5/11) âyeti ile, yine en-Ni-sa sûresinde korku namazı
(en-Nisa, 4/102. âyet, 11. başlıkta) sözkonusu edilirken yeterince açıklanmış
bulunmaktadır.
Müslim'in Sahih'inde
de Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmektedir.: Rasulullah (sav) ile
birlikte Necid taraflarına tl< .£ru bir gaza yaptık. Ra-sulullah (sav)
oldukça dikenli ve büyük bir ağaç türü olup, el-Idah diye bilinen ağaçlardan
pekçok ağacın bulunduğu bir vadide bize yetişti. Rasulullah (sav) bir ağacın
altına indi ve o ağacın dallarından birisine kılıcını astı. İnsanlar da
ağaçların gölgeleri altına sığınmak üzere vadinin değişik yerlerine dağıldılar.
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Ben uyuyorken bir adam yanıma geldi,
kılıcımı aldı. Ot tepemde duruyorken uyandım. Bir de baktım ki kılıcım elinde
kınından sıyrılmış olarak duruyor. Bana: Seni benden kira koruyabilir? dedi.
Ben de Allah, dedim. İkinci bir defa seni benden kim koruyabilir? dedi, ben
yine: Allah dedim. Bu sefer, kılıcı tutup kınına soktu. İşte o adam su oturan
kişidir, dedi," Daha sonra Rasulullah (sav) ona herhangi bir şey demedi.[31]
İbn Abbas da şöyle
demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Allah bana risaletini
gönderince, ben bunu yerine getirememekten korktum. İnsanlar arasında beni
yalanlayacakların da bulunacağını bildim. Allah da bu âyet-i kerimeyi
indirdi."[32]
Ebu Talib, her gün
Rasulullah (sav) ile birlikte onu korumak üzere Haşim oğullarından bazı
kimseler gönderirdi. Nihayet: "Allah seni insanlardan koruyacaktır"
buyruğu nazil olunca, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Amcacığım, Allah
beni cinlerden de insanlardan da korumuş bulunuyor. O bakımdan, beni koruyacak
kimselere ihtiyacım yok."[33]
Derim ki: Bu
rivayetler bütün bunların Mekke'de cereyan etmiş olmasını, âyet-i kerimenin de
Mekke'de inmiş olmasını gerektirmektedir. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu
sûrenin icma ile Medine'de indiğine dair açıklamalar da önceden geçmiş
bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğine delâlet eden hususlardan
birisi de Müslim'in Sahih'inde Hz. Aise'den rivayet ettiği şu sözleridir:
Rasulullah (sav) Medine'ye gelişinden sonra bir gece uyuyamadı ve şöyle
buyurdu; "Keşke ashabımdan salih bir adam bu gece gelip beni
korusa." Hz. Aişe der ki: Biz bu durumda iken, birbirine değen silahların
seslerini işittik. Hz. Peygamber: "Kim o?" deyince, O, Sa'd b. Ebi
Vakkas dedi, Easulullalı (sav): [Ne diye geldin" deyince, şöyle dedi: İçime
Rasulullah (sav) adına bir korku düştü. Onu korumaya geldim. Rasulullah (sav)
Ona dua etti, sonra da uyudu.[34]
Müslim'in Sahih'inden
başkalarında da şöyle denmektedir: Aişe dedi ki: Biz bu durumda iken silah sesi
duydum. Hz. Peygamber: "Kim o" deyince, gelenler: Biz Saad ve
Huzeyfe'yiz seni korumaya geldik, dediler. Bunun üzerine Peygamber uykuya
daldı öyle ki, onun derin uykudan mütevellîd ses çıkardığını dahi duydum. Ve
sonra bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu sefer Rasulullah (sav) başını deriden
yapılmış çadırından dışarı çıkartıp; "Ey insan-lar, haydi gidiniz. Artık
Allah beni korumasına aidi" diye buyurdu.[35]
Medineliler;
"Risaletlerini" diye çoğul olarak okumuşlardır. Ebu Amr ile Kûfeliler
ise, "Risaletinî1' şeklinde tekil olarak okumuşlardır. en-Nehhas der kî:
Her iki kıraat de güzeldir. Fakat çoğul daha açıktır. Çünkü Rasulullah (sav)'a
vahiy önce kısım kısım iniyor, sonra onu beyan ediyordu. Tekil gelmesi de
çokluğa delâlet eder. Çünkü bu burada mastar kipidir. Mastar ise, çoğunlukla
lafzı ile türüne delaleti dolayısıyla çoğul ve ikil olarak zikredilmez. Yüce
Allah'ın: "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, siz
onları sayamazsınız"(İbrahim, 14/34) buyruğunda olduğu gibi.
şüphesiz Allah,
kâfirler topluluğuna hidayet vermez" yani, onları doğruya iletmez.
Hidâyete dair açıklamalar Önceden geçmiş bulunmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır:
Sen tebliğ et, hidâyete elince o Bize aittir. Bu buyruğun bir benzeri de yüce
Allah'ın: "Rasule düşen ancak tebliğdir" (el-Ma-ide, 5/99)
buyruğudur, Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[36]
68. De ki: "Ey
kitap ehil, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi
uygulamadıkça bir şeye sahip olamazsınız." An-dolsun ki, Rabbinden sana
indirilen, onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır. O
halde artık o kâfirler topluluğuna üzülme.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç bağlık halinde sunacağız:
[37]
İbn Abbas der ki:
Yahudilerden bir topluluk Peygamber <sav)'e gelip şöyle dediler: Sen,
Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak bir kitap olduğunu kabul etmiyor musun? Hz.
Peygamber ediyorum, deyince şöyle dediler: Biz de ona iman ediyoruz. Fakat onun
dışında kalan kitaplara iman etmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu.
Yani sizler, her iki
kitapta (Tevrat ve İncil'de) yer alan Muhammed (sav)'a iman edip, her iki
kitabın belirttiği bu hüküm gereğince de ameî etmedikçe, din namına bir şeye
sahip olamazsınız. Ebu Alî el-Farisî der ki: Bunun, her iki kitabın nesli
edilmeden önceki halleri hakkında sözkonusu olması mümkündür.
[38]
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki, Kabbinden
sana İndirilen,
onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır." Yani, sana
indirilene kâfir olacaklar ve böylelikle küfürlerine küfür katmış
olacaklardır.
Tuğyan; zulümde haddi
aşmak ve bu konuda ilerice gitmek demektir. Çünkü, zulmün kimisi büyük, kimisi
küçüktür. Her kim, küçük zulmün sınırını aşacak olursa, artık tuğyan etmiş
olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: Sakın... çünkü insan
gerçekten tuğyan eder." (el-Alak, 96/6) Yani, hakkın dışına çıkmak hususunda
sının aşar.
[39]
Yüce Allah'ın: "O
halde artık o kafirler topluluğuna üzülme" buyruğu onlar için kederlenme
demektir. fiili, üzülmeyi ifade etmek için kullanılır Şair der ki:
"Ve aşırı
kederinden gözlerinden yaş süzüldü."
Bu buyruk, Peygamber
(sav)'a bir tesellidir. Üzülmesini yasaklamak için değildir. Zira o, bunun
önüne geçemezdi. Ancak, bir teselli ve kendisini üzüntüye manız bırakmayı
yasaklamaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Âl-i İmran Sûresi'nin son
taraflarında (3/176) yeterince geçmiş bulunmaktadır.
[40]
69. İman edenlerle
yahudiler, sabiîler ve hıristiyanlaridan), kim Allah'a ve âhlret gününe iman
edip de iyi amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar
üzülecek de değillerdir.
Bütün bunlara dair açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
"Yahudiler"
daha önce geçen "iman edenler"e atf olduğu gibi, "sabiîler"
de-el-Kisaî ve el-Ahteşin görüşlerine göre- daha önce geçen
"yahudiler" kelimesindeki zamire atf edilmiştir. en-Nehhâs der ki:
Ben, ez-Zeccâc'ı kendisine el-Ahfeş. ve eUKisaî'nin görüşlerinin zikredildiği
sırada şöyle derken dinledim: Bu, iki bakımdan bir yanlışlıktır.
Birincisi, te'kid
edilmedikçe, merfu' zamire atıf çirkin bir şeydir. İkincisi ise, atıf edilen
kendisine atıf edilenle ortaktır. Buna göre mana itibariyle : Sabiîler de
yahudiliğin kapsamına girmiş olur. Ancak bu imkânsız bir şeydir. el-Ferrâ ise
şöyle demiştir: "Sâbifler" kelimesinin merfu1 gelmesinin caiz oluşunun
sebebi: (öl") edatı amel bakımından Zayıftır Bu nedenle ancak isme etki
eder, amele etki etmezler, kimseler kelimesinde ise i'rab açıkça
gözükmemektedir. O nedenle irab bu iki husustan birisi üzerinde cereyan
etmiştir. Bu nedenle sözün aslına dönülerek "Sabiîler" kelimesinin
mer-fû gelmesi caiz olmuştur.
ez-Zeccâc der ki:
Üzerinde t'rabın etkisinin görüldüğü İle i'rabın görülmediği kelimenin durumu
aslında aynıdır. el-Halil ve Sibeveyh ise şöyle demişlerdir: Burada
"sâblîler" kelimesinin merfu olması takdim ve tehire hamledilir,
İfadenin takdiri şöyledir:
"İman edenlerle
yahudiler (den) kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip de iyi amellerde
bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.
Sabiîler ve hıristiyanlann durumu da böyledir." Sibeveyh de buna benzer
(takdim ve tehir'in bulunduğu) şöyle bir beyiti nakletmektedir:
"Aksi takdirde
şunu biliniz ki, muhakkak M bizler ve sizler.
Ayrılık içerisinde
kaldığımız sürece bâğî (yani fesatçılık yapan,) kimseleriz.'
Dabi' el-el-Buruumi
der ki:
"Kim yükü ve
bineği ile birlikte Medine'de gecelemişee
Şüphesiz ki ben ve
Kayyâr (atının veya devesinin adıdır)da orada yabancıyızdır."
Âyet-i kerimedeki
Muhakkak" edatı "evet" anlamına gelen anlamında kullanılmıştır.
Buna göre, "sabitler" anlamındaki kelime mübteda olarak merfu'dur.
Haberi ise, ikincisinin ona delâleti dolayısıyla hazıf edilmiştir. Buna göre,
"sâbiîler" kelimesinin atf edilmesi, sözün tamam oluşundan ve isim
ile haberin de sona erişinden sonra tahakkuk etmiştir.
Şair Kays er-Rukayyat
da der ki:
"Kınayıcı
kadınlar sabahleyin
Erkenden başladılar
beni kınamaya. Ben de kınarım onlara
Derler ki: Senin başın
ağardı
Ve yaşlandın. Ben
de:Evet öyledir, dedim."
el-Ahfeş der ki:
Burada ; evet anlamındadır. Sonundaki "he" harfi ise, sekt (yani
susarak durak yapmak) İçin gelmis.tir.
[41]
70. Andolsun Biz,
İsralloğullarından sapasağlam bir söz almış ve onlara peygamberler
göndermiştik. Onlara, hoşlarına gitmeyen şeyleri getiren bir peygamberin
geldiği her seferinde kimisini yalanladılar, kimisini de öldürdüler.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun Biz, İsralloğullanndan sapasağlam bir söz atmış ve onlara
peygamberler göndermiştik" buyruğunda sözü geçen söz almanın mahiyetine
dair açıklamalar daha önce, el-Bakara Sûresi'nde (2/27. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. Bu söz Allah'tan başkasına ibadet etmemek ve diğer
hususlan kapsar.
Bu âyet-E kerimedeki
anlam da şudur: Sen, kâfirler topluluğuna üzülme! Çünkü Biz, onların ileri
sürebilecekleri bir mazeret bırakmadık. Onlara peygamberler gönderdiğimiz
halde sözlerini bozdular. Bütün bunlar ise, sûrenin başlangıcını teşkil eden:
"Akidleri yerine getirin" (e\-Mâide, 5/1) buyruğu ile alakalıdır.
"Onlara"
yani, yahudilere "hoşlarına gitmeyen" hevâlanna uygun düşmeyen
"şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini yalanladılar,
kimisini de öldürdüler." Yani, kimi peygamberleri yalanlayıp kimi
peygamberleri öldürdüler. İsa ve onun gibf diğer peygamberleri yalanladıkları
gibi, Zekeriyya, Yahya ve bunlar dışında birtakım peygamberleri de öldürdüler.
Burada ful şeklinde: Öldürürler, öldürüyorlar"
diye kullanılması, âyetin başına riâyet içindir Şöyle de açıklanmıştır: Onlar,
kimi peygamberleri yalanladılar. Kimilerini de öldürdüler Kimi peygamberleri
yalanlarlar, kimi peygamberleri öldürürler. Yani buf onların alışkanlıkları ve
adetleridir. Böylelikle ifade daha özlü bir şekilde kullanılmış olmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kimi peygamberleri yalanladılar öldürmediler, kimi
peygamberleri hem öldürdüler, hem yalanladılar. Buna göre; Öldürdüler kelimesi, Kimi" kelimesinin
sıfaüdır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[42]
71. Bir belâ
gelmeyecek sandılar da (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah onların
tevbelerinl kabul etti. Sonra onlardan bir çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez
oldular. Allah, yaptıklarını görendir.
Yüce Allah'ın: *Bir
belâ gelmeyecek sandılar" buyruğunun anlamı şudur: Kendilerinden söz
alınmış olan bu kimseler, aziz ve celil olan Allah tarafından çeşitli zorluk ve
sıkıntılar ile denenmeyeceklerîni ve belalarla karşılaşmayacaklarım
zannettiler. Onlar bir taraftan: Biz, Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz
sözlerine üİcbmdiklan için, diğer taraftan uzun süre kendilerine verilen
mühlete kandıkları için böyle düşündüler,
Ebû Amr, Hamza ve
el-Kisaî; Olmayacak (mealde: gelmeyecek) kelimesini merfu' olarak okudukları
halde, diğerleri bunu mansub okumuşlardır. Merfu' okuyuş ise, Sandı
kelimesinin; Bildi, kesin olarak bildi, anlamlarına göredir. İse, şeddeli (ve
muhakkak anlamım ifade eden.) den tahfif edilmiştir. olumsuzluk edatının
gelmesi ise, bunun şeddesiz oluşu dolayısıyla yerini tutmak için (ivaz)
gelmiştir Zamirin hazf edilmesi de nahivcilerin, hemen akabinde fiilin
gelmesini hoş görmeyişlerin-den ve bu edatın hemen fiilin başına gelme
özelliğini taşımayışından dolayıdır. O bakımdan, bu edat ile fiilin
arasına gelmiştir.
Sözü geçen fiili,
mansub olarak okuyanlar ise, fiili nasb eden edatlardan kabul etmişlerdir.
Buna göre; "Sandı" fiilini de asıl anlamı olan şüphe ve diğer
manaları üzere kabul etmişlerdir.
Sibeveyh der ki: denilirse,
"ben onun bunu söylediğini zannettim" anlamına gelir. Dilersen bunu
(yani muzari fiili) nasb da edebilirsin. en-Nehhas ise der
ki:"Sandı" ve benzerlerinde, nahivcilere göre daha güzeldir.
Şairin şu beyiünde
olduğu gibi:
"Şuan bilin ki,
Besbâae (adlı kadın) iddia etti ki, bugün gerçekten ben Yaşlandım ve benim
gibileri eğlencelerde hazır bulunmazlar."
Burada da olduğu gibi
ref edilmesinin daha güzel oluşu ve benzeri
olan diğer fiillerin, kesin bilmek ayarında bir anlam ifade edişleri dola-yısıyladır.
Çünkü bu, fiilen sabit olan bir şeydir.
Yüce Allah'ın: GÖrmez
ve işitmez oldular." Yani, hidâyeti görmez, hakkı da işitmez hale
geldiler. Zira onlar, ne gördükl erinde nt ne de işittiklerinden
yararlandılar.
'"Sonra Allah,
onların tövbelerini kabul etti" buyruğunda hazfedilmiş kelimeler vardır.
Yani, Ben başlarına bela getirdim. Bunun üzerine tevbe ettiler, Allah da
kıtlığı sona erdirmek, yahut da iman ettikleri takdirde Allah'ın tevbelerini
kabul edeceğine dair kendilerine haber verecek olan Muhammed (sav)'ı göndermek
suretiyle tevbelerini kabul etti. İşte "Allah onların tevbelerini kabul
etti1 buyruğunun açıklaması budur. Yani, iman edip tasdik ettikleri takdirde
Allah tevbelerini kabul eder Yoksa onlar gerçekten tevbe etmişler, anlamında
değildir.
"Sonra onlardan
birçoğu yine görmez ve işitmez oldular." Yani, Muhammed (sav)
vasıtasıyla, hakkın kendilerine besbelli oluşundan sonra, "onların
pekçoğu görmez oldular, işitmez oldular." "Bir çok" kelimesinin merfu'
olması, "vav"dan (görmez ve işitmez oldular anlamındaki kelimelerdeki
çoğul zamirden) bedel oluşundandır.
el-Ahfeş Said der ki:
(Bu) bir kimsenin, Kavmini, onların üçteikisini gördüm, demek gibidir. Arzu
edilecek olursa, Bir mübtedâ takdiri dolayısıyla da merfu' olduğu kabul
edilebilir. Yani: ya da Körler ve
sağırlar aralarında pek çoktur, takdirinde de olabilir.[43]
Dördüncü bir cevap da
bunu Beni pireler yediler, şeklinde söyleyenlerin söyleyişine göre olabilir.
Nitekim şairin şu beyitİ de bu kabildendir:
"Ama onun annesi
de babası da Diyarıdırlar Havran'da onun akrabaları zeytin yağı sıkarlar."
Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu kabildendir: " Zulmedenler, aralarında gizlice
danıştılar..." (el-Enbfyâ, 21/3) Kur'an'dan başka yerlerde, Bir çok
kelimesinin (benzer cümle kuruluşlarında) hazf edilmiş bir mastarın sıiatı
olmak üzere mansûb gelmesi de mümkündür.
[44]
72. Andolsım ki:
"Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir
oldular. Halbuki Mesih: "Ey İsrailoğullanl benim de Rabbim, sizin de
Rabblnlz olan Allah'a ibadet edin" de-mîşti. Çünkü kim Allah'a ortak
koşarsa, şüphesiz Allah, cenneti ona haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise
ateştir. Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.
Yüce Allah'ın:
"Andolaun ki: 'Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisidir" diyenler
kâfir oldular** buyruğunda sözü geçen, bu sözü söyleyen fırka Yakubîlerdir.
Yüce Allah onların da
kabul ettikleri kafi bir delille bu iddialarını reddederek şöyle
buyurmaktadır: "Halbuki Mesih: Ey İsrailoğullanî benim de Rabbim sizin de
Rabbiniz olan Allah'a İbadet edin"
demişti.
Yani Mesih'in kendisi:
Rabbim, Ey Allah'ım diyen bir kimse olduğuna göre, nasıl olur da kendi
kendisine dua edebilir ve kendisinden isteklerde bulunabilir? Bu imkânsız bir
şeydir.
"Çünkü kim
Allah'a ortak koşarsa..." Bir görüşe göre bu buyruklar da Hz. İsa'nın
sözleri arasında yer alır. Bir diğer görüşe göre, yüce Allah Hz. İsa'nın sözünü
naklettikten sonra kendisi söze devam buyurmuştur. Şirk koşmak ise, O'nunla
birlikte bir var edicinin varlığına inanmak demektir.
"Mesih"
kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce Âl-i îmran Sû-resi'nde
(3/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın anlamı
yoktur.
"Zulmedenlerin de
hiçbir yardımcıları yoktur.
[45]
73. "Allah,
gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler1' de andolsun kâfir oldular. Halbuki, bir
tek ilâhtan başka hiçbir İlâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse,
içlerinden o kâfir olanlara an dolsun ki, pek acıklı bir azap dokunacaktır.
74- Hâlâ Allah'a tevbe
etmeyecek ve O'ndan mağfiret dilemeyecekler mi? Halbuki Allah, günahları
bağışlayandır, mağfiret edendir.
Yüce Allah'ın:
"Allah, gerçekten üçün üçüncûsüdvr, diyenler de andolsun kâfir
oldular." Üç ilahın biridir, anlamındadır. Burada üçüncü kelimesinin tenvinli okunması,
ez-Zeccâc ve başkalarından nakledildiğine göre caiz değildir. Ancak, bu
hususta araplarm bir başka kullanımları da vardır. Onlar: Üçün dördüncüsü
derler Buna göre, cer ve nasb da caizdir. Zira, bunun anlamı, onlardan birisi
olmak suretiyle üçü dört yapan kişi dernektir. Aynı şekilde; İkinin üçüncüsü
denilmesi halinde de tenvinli gelmesi caizdir.
Bu görüş, hıristiyan
fırkalarından olan Melkânî, Nasturî ve Yakubîlerin görüşüdür Çünkü bu
fırkalar, Baba, Oğul ve Ruhul- kudüs bir tek ilahtır, derler Bunlar, ayrı ayn
üç ilahtır demezler, Mezheblerinden anlaşılan budur. Ancak bunu kabul etmek ve
itiraf etmek onlar için kaçınılmaz olduğu halde> bunu sözlü olarak ifade
etmekten kaçınırlar. Bu durumda olan kimselerin ise, söylemeleri gereken
ifadeyi de dile getirmeleri gerekir. Zira onlar, oğul bir ilah, baba bir ilah
ve Ruhu'ul kudüs bir ilahtır, derler. Bu husustaki açıklamalar, daha önce
en-Nisâ Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır
Allah bu sözü
söyledikleri için onların kâfir olduklarını ifade ettikten sonra şöyle
buyurmaktadır:
"Halbuki bir tek
ilahtan başka hiçbir İlâh yoktur." Yani, az önce geçtiği gibi, onların
iddîalanna göre -bunu *özlü olarak açıkça ifade etmeseler dahi- üç ilâhı kabul
ettiklerini söylemek zorunda olmakla birlikte, ilâh birden
çok değildir. eUBakara
Sûresinde "vâhid : bir, tek" kelimesinin anlamına dair açıklamalar,
(2/163- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Buradaki; (5-) edatı
zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur). Kur'ân-t Kerîm dışında benzer
ibarelerde istisna olmak üzere Bir tek ilah denilmesi mümkündür. eUKisaî, bedel
olmak üzere; esreli okuyuşa da uygun kabul etmiştir.
* Eğer
vazgeçmezlerse" yani, testîsi söylemekten geri durmayacak olurlarsa,
andolsun ki dünyada da ahirette de onlara pek acıklı bir azap dokunacaktır.
"Hâlâ... tevbe
etmeyecekler mi"? Bu, hem onların durumunu anlatmakta, hem de onlara bir
azardır. Yani, artık Ona tevbe etsinler ve Ondan günahlarım bağışlayıp
örtmesini dilesinler. Maksat, aralarından kâfir olanlar, küfürde İsrar edenlerdir.
Özellikle kâfirlerin sözkonusu edilmesi ise, bu sözleri söyleyenlerin
(aralarından iman edenlerin değil de) kâfirler oluşundan dolayıdır.
[46]
75. Meryem oğlu Mesih,
bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir.
Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bizim,
âyetleri onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da onların nasıl
döndürüldüklerine bir bakî
Yüce Allah'ın:
"Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan,önce de
rasûller gelip geçmiştir" buyruğu, mübtedâ ve haberdir. Yani Mesih, her
ne kadar mucizeler göstermiş bir kimse ise de bütün peygamberler mucize
göstermişlerdir. Eğer o bir ilah olsaydı, o halde bütün peygamberlerin de ilah
kabul edilmesi gerekirdi. İşte bununla, hem onların sözleri reddedilmekte, hem
de onlara karşı bir delil gösterilmektedir.
Daha sonra, delil
getirmekte işi ileriye götürerek şöyle buyurmaktadır: "Anası ise sıddîka
(dosdoğru) bir kadındı." Bu da mübtedâ ve haberdir. "İkisi de yemek
yerlerdi." Yani o, hem bîr anadan doğmuştur, hem de onun RabbiT sahibi
vardır. Analar tarafından doğurulup yemek yiyen bîr kimse ise, diğer
yaratıklar gibi sonradan varedilmiş, sonradan yaratılmış demektir. Onlardan
hiçbir kimse bunu reddedememektedir. Peki, kendisi Rabbe kul olan bir kimse,
nasıl Rabb olabilir?
Hıristiyanların iddia
ettikleri: O, Nasûtu (insan kimliği (ile) yemek yerdi, lahûtu (ilah kimliği
ile) değil şeklindeki sözlerine gelince bu, onların işi katışıklığa
götürmeleridir. Hiçbir şekilde ilah olan ilah olmayana karışmaz. Eğer kadimin
muhdese (ezelî olanın sonradan yaratılmışa) karışması mümkün olsaydı, kadimin
de muhdes olması mümkün olurdu. îsa hakkında bu düşünülebilirse, başkası
hakkında da düşünülebilmelidir. Öyle ki: Lahût, her muhdese karışmıştır
denilebilmelidir.
Bazı müfessirler de
yüce Allah'ın: "İkisi de yemek yerlerdi" buyruğunun büyük ve küçük
abdest yaptıklarından kinaye olduğunu söylemişlerdir. İşte bunda da her
ikisinin de birer beşer olduğuna delalet vardır, Meryem, kadın bir peygamber
değildi diyenler de, yüce Allah'ın: "Anası ise sıtldîkabir kadındı"
buyruğunu delil göstermişlerdir.
Derim ki: Ancak bunun
delil olması tartışılabilir. Çünkü, İdris (a.s) gibi; peygamber bir kadın
olmakla birlikte sıddîka olması da mümkündür. Nitekim Âl-i tmran Sûresi'nde
(3/42. âyetin tefsirinde) buna delâlet eden açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ona "sıddîka1'
denilişinin sebebine gelince, Rabbinin âyetlerini çokça tasdik etmesi ve
oğlunun kendisine haber verdiği hususları da aynı şekilde doğrulaması idi. Bu
açıklamalar el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
"Bizim, âyetleri
(kesin delillerO onlara nasıl açıkladığımı/a bir baki. Son rada onların nasıl
döndürüldüklerine bir baki" Yani, bu açıklamalardan sonra haktan nasıl
çevirildiklerini bir gör. Döndürme fiilini ifade eden kelime Onu döndürdü,
döndürür, şeklinde kullanılır.
Bu buyruklar,
Kaderiyye ve Mu'tezile'nin kanaatlerini reddetmektedir.
[47]
76. De ki:
"Allah'ı bırakıp da sizt hiçbir fayda ve hiçbir zarar vermeye gücü
yetmeyen şeye ibadet mi ediyorsunuz? Halbuki Allah, işitendir, hakkıyla
bilendir."
Yüce Allah'ın:
"De ki: Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve hiçbir zarar vermeye gücü
yetmeyen şeye mi ibadet ediyorsunuz?" buyruğu, açıklamaları ve onlara
karşı delil ortaya koymayı daha da ileriye götürmektedir. Yani sizler, İsa'nın
bir zamanlar annesinin karnında bir cenin olduğunu, hiçbir kimseye bir fayda
ve bir zarar veremediğini kabul etmektesiniz. İsa'nın geçirdiği hallerden bir
halde, işitmez, görmez, birşey bilmez, fayda sağlamaz, zarar vermez bir durumda
olduğunu kabul ettiğinize göre, siz onu nasıl ilâh edindiniz?
"Halbuki Allah,
işitendir, hakkıyla bilendir. Yani Of ezelden beri işitendir, bilendir. Fayda ve
zarar verebilendir. İşte ancak bu niteliğe sahip olan gerçek aniamda ilâh
olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[48]
77. De ki: "Ey
kltab ehli, dinînizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş,
birçok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz bir yoldan sapagelmiş bir kavmin
nevalarına uymayın!"
Yüce Allah'ın:
"De ki: Ey kitab ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın** yani, yahudi
ve hıristiyanların İsa hakkında aşırıya gittikleri gibi siz de aşın gitmeyin.
Yahudilerin aşırıya
gitmeleri, Hz. İsa hakkında onun nikâhlı evlilik sonucu dünyaya gelmiş bir
çocuk olmadığını söylemeleridir. Hıristiyanların aşırıya gitmeleri ise, O'nun
ilâh olduğunu iddia etmeleridir.
Aşırıya gitmek
(ğuluv), haddi aşmak, sınırı çiğneyip geçmek demektir. Buna dair açıklamalar,
en-Nİsa Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce
Allah'ın:"... Bir kavmin hevâlarına uymayın" buyruğundaki hevâ-lar
(ehvâ), hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar el- Bakara suresinde
(2/87. âyetin tefsirinde") geçmiş bulunmaktadır. Hevâ'ya bu adın veriliş
sebebi, sahibini ateşe kadar götürmesinden (aynı kökten gelen ve uçurumdan
yuvarlamak anlamını veren yelıvî fiili ile İzah etmektedir) dolayıdır.
"Bundan önce
sapıklığa düşmüş" buyruğuyla yahudiler kastedilmektedir. "Bir çok
kimseyi saptırmış" yani insanların çoğunu da sapıklığa götürmüş, "ve
sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın.'
Yani, Muhammed (savVın
doğru ve mutedil yolundan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın. "Sapıklığa
düşmüş" anlamının tekrarlanması şu demektir: Bunlar, önceden sapıtmış
oldukları gibi sonradan da sapıtmışiardır. Maksat ise, sapıklığı ilk olarak
ortaya koyan ve sapıklığın gereğini yapan, böylelikle de sapıklık yolunu açan
yahudi ve hıristi yani arın geçmişteki ileri gelenleri, önderleridir.[49]
78. İsraİloğuüanndan
kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu,
onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi.
Yüce Allah'ın;
"İsrailoğullarındaa kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın
diliyle lanetlenmişlerdir" buyruğu ile ilgili açıklanacak tek bir husus
vardır. O da; peygamberlerin soyundan gelenler olsalar dahi, kâfirlere lanet
okumanın caiz olduğu nesebin kazandırdığı şerefin, bu gibi kâfirler hakkında
mutlak olarak lanetlemeye engel olmadığıdır.
"Davud'un ve
Meryem oğlu İsa'nın diliyle" buyruğunun anlamı ise: Ze-burada da İncil'de
de bunlara lanet edilmiştir demektir. Çünkü Zebur Hz. Davud'un dili, İncil de
Hz. İsa'nın dili demektir. Yani Allah onlara her iki kitap-da da lanet
etmiştir. Bu kelimelerin (Zebur ve İncil'in) türeyişleri daha önceden
açıklanmıştır.
Mücahid, Katade ve
başkaları der ki: Onlara lanet edilmesi, maymunlara ve domuzlara
dönüştürülmeleri demektir. Ebu Malik de der ki: Hz. Davud'un diliyle lanete
uğrayanlar maymunlara dönüştürüldüler. Hz. İsa'nın diliyle lanete uğrayanlar
ise domuzlara dönüştürüldüler.
İbn Abbas da der ki:
Dâvud diliyle lanet edilenler Ashabu's-Sebt yani, cumartesi yasağını
çiğneyenlerdir. Hz. İsa'nın diliyle lanet edilenler ise, Hz. İsa'ya sofranın
(Maidenin) indirilişinden sonra o mucizeyi inkâr edenlerdir. Buna benzer bir
rivayet, Peygamber (sav)'den de nakledilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Muhammed (sav)'ı inkâr eden önct.-kiler de sonrakiler de Dâvud
ve İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Çünkü, bunların hepsine Muhammed (sav)'ın
Allah tarafından gönderilecek bir peygamber olduğu bildirilmişti. O bakımdan
bu iki peygamber de Muhammed (sav)'a kâfir olanları la netle mislerdir.
Yüce Allah'ın:
"Bu onların isyan etmeleri...nden dolayı idi" buyruğuna gelince,
buradaki Bu, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Yani, onlara yapılan bu lanet,
isyan etmelerinden ötürüdür. Bir mübtedâ takdiri de mümkündür. Yani, durumun
böyle olması, onların isyan etmelerinden dolayıdır. Nasb mahallinde olması da
mümkündür. Yani: İsyanları ve haddi aşmalarından dolayı Biz onlara bunu
yaptık, demektir.
[50]
79- Onlar, işledikleri
herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların
yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi!
Yüce Allah'ın: «Onlar,
işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye
çalışmazlardı" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık halinde
sunacağız:
[51]
Yüce Allah'ın:
"Onlar... birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." Yani, biri
ötekini kötülükten vazgeçirmeye gayret etmezdi. "Onlartn yapmakta oldukları
gerçekten ne kötü bir şeydi" buyruğu da kötülükten sakındırmayı
terkettiklerinden dolayı bir yergidir. Onlardan sonra gelenler de onlar gibi
davranacak olurlarsa, aynı şekilde yerilirler.
Ebu Dâvud Abdullah b.
Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki:
"îsrailoğullanrun ilk eksikliği şöyle başlamıştı. Onlardan birileri
(münker işleyen) birisini ilk gördüğünde ona: Ey filan, Allah'tan kork ve
yapmakta olduğun şu işi terket. Çünkü bu işi yapmak senin için helal değildir
der, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onunla birlikte
oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da
onların kalplerini birbirine çarptı." Daha sonra Hz, Peygamber:
"İs-railoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğul İsa'nın diliyle
lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı
İdi." (el-Maide, 5/78) buyruğundan itibaren: "Fakat onlardan birçoğu
fasık kimselerdir" (el-Maide, 5/Sl) âyetine kadar olan bölümleri okuduktan
sonra göyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim kî hayır (böyle olmaz), ya
iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, zalimin elini tutarak onun hakkın dışına
çıkmasına fırsat vermez, yalnızca hak işlemeye mecbur edersiniz, yahut da
Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar ve onları lanetlediği gibi sizi de
lanetler." Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiştir.[52]
İbn Atiyye der ki:
Gücü yeten, kendisine ve müslümanlara zarar gelmeyeceğinden emin olan kimse
için kötülüğü sakındırmanın (nehy anil münker yapmanın) farz olduğu hususunda
icma gerçekleşmiştir. Şayet bir kötülük gelmesinden korkacak olursa, kalbiyle
ona karşı çıkar ve o münker işleyen kimseden uzak kalır, onunla birlikte
oturup kalkmaz. İleri derecedeki ilim sahibi kimseler de şöyle demiştir:
Kötülükten alıkoyan kimsenin hiçbir masiyet işlemeyen bir kimse olması şartı
yoktur. Aksine, isyankâr kimseler de birbirlerini kötülükten alıkoymaya
çalışmalıdırlar.
Kimi usul alimleri de
: Birbirleriyle kadeh tokuşturanların da bu işten vazgeçirmeye çalışmaları bir
farzdır, der bu âyet-i kerimeyi delil göstererek şunu söylerler: Çünkü yüce
Allah'ın: "Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini
vazgeçirmeye çalışmazlardı" buyruğu, bu işi işlemekte ortak olmalarını ve
birbirlerini bu kötülükten vazgeçirmeyi terkleri dolayısıyla yerilmiş
olmalarını gerektirmektedir.
Yine âyet-i kerimede,
günahkârlarla oturup kalkmanın yasaklığına ve onları terk edip onlardan
uzaklaşmanın emredildiğine delil vardır. Yüce Allah bunu, yahudilerin
yaptıklarını reddeden bir üslup İle indirdiği şu buyruğunda daha da
pekiştirmektedir: "Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini
görürsün."
"Oldukları
şey" buyruğundaki "O): Şey" lafzının nasb mahallinde ondan
sonraki ifadelerinde ona sıfat olması mümkündür. İfade: "Onların
yaptıkları o şey, gerçekten de kötü idi" takdirin de otur. Ya da ret'
mahallinde ve; anlamında olması da mümkündür.
[53]
80. Onlardan birçok
kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine
hazırladığı şey ne kötü şeydir! Çünkü Allah onlara gazap etmiştir. Azapta da
ebedi kalıcıdırlar.
Yüce Allah'ın:
"Onlardan yani, yahudilerden "birçok kimsenin" Kâ'b b. el-Eşref
ve arkadaşları diye açıklandığı gibi, Mücahid, münafıkların kastedildiğini
ifade etmiştir. "Kâfirleri" yani, dinleri üzerinde olmadıkları halde
müdrikleri, "veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine
hazırladığı
şey" yani, güzel
ve süslü gösterdiği şey "ne çirkin şeydir!" Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Kendileri için ve öldükten sonraki hayatları için dünyadan
gönderdikleri şey ne kadar kötüdür.
Yüce Allah'ın:
"Çünkü Allah onlara gazab etmiştir"
buyruğundak edatı şu
sözde olduğu gibi birjmibteda takdirine binaen ref mahallindedir: "Zeyd
ne kötü bir adamdır."
Şöyle de denilmiştir:
Bu, yüce Allah'ın; "Ne kötü" (den) sonra gelen O) dan bedeldir.
Ancak, bu edatın nekire kabul edilmesi gerekir ve yine o takdirde ref
mahallinde olur.
Bunun "Çünkü
Allah onlara gazab etmiştir" anlamında nasb mahallinde olması da
mümkündür. (Meal buna göre yapılmıştır).
"Azapta da ebedi
kalıcıdırlar" buyruğu da mübtedâ ve haberdir.[54]
81. Eğer Allah'a,
Peygamber'e ve O'na indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi.
Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir."
Yüce Allah'ın:
"Eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene iman etmiş olsalardı, onları
veli edinmezlerdi" buyruğu; bir kâfiri veli edinen bir kim
senin onun inandığı
gibi inanması ve yaptığı işlerden razı olması, halinde; kâfir olduğuna delâlet
etmektedir.
"Fakat onların
birçoğu fa sık kimselerdir." Yani, getirdiği buyrukları tahrif ettikleri
için kendi peygamberlerine iman etmenin dışına çıkmış, yahut da münafıklıkları
dolayısıyla, Mulıammed (sav)'a imanın dışına çıkmış kimselerdir.
[55]
82. Andolsun, insanlar
arastada iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler
olduğunu bulacaksın. İman edenlere sevgi (beslemeleri) bakımından en yakınlarını
da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulacaksın. Bu, aralarında
keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük tas-lamamalarındandtr.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun, İnsanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli
olanların yahudiler... olduğunu bulacaksın" buyruğunda geçen 'İâm"
harfi, kasem (yemin) lamı'dır. el-Hali! ve Sibevyeh'in görüşüne göre, fiilin
sonunda gelen "nun" ise, hal ile müstakbel (gelecek) arasındaki farkı
göstermek için gelmiştir.
"Düşmanlık
(bakımından)" buyruğu ise temyiz olarak mansub gelmiştir. Aynı şekilde:
"İman edenlere sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hıristiyanlarız,
diyenleri bulacaksın" buyruğu da böyledir.
[56]
îbn İshâk'ın Sîyret'i
ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i kerime, müşriklerden ve onların
işkencelerinden korkarak müslümanlann birinci Habeşistan Hicreti diye bilinen
hicretleri esnasında Necaşî'nin ve arkadaşlarının yanına gitmeleri üzerine;
onlar hakkında nazil olmuştur. Sayıca az değillerdi. Daha sonra Rasulullah
(sav) Medine'ye hicret etti, fakat kendileri Hz. Peygamber'e ulaşamadılar.
Çünkü Rasulullah (say) ile kendileri arasına (yani yanma gitmelerine) ortadaki
savaş hali engel olmuştu.
Bedir vakasında
Allah'ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri
şöyle dediler. Sız, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz.
Necaşî'ye bir takım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi
gönderiniz. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedirde siz den
öldürülenlere karşılık onları öldürebilirsiniz. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri,
Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebi Rebia'yı bir takım hediyelerle gönderdiler.
Peygamber Csav) da bunu işitince, Amr b, Umeyye ed-Damrfyi (Habeşistan'a)
gönderdi ve onunla bidikte Necaşîye verilmek üzere bir mektup verdi. Amr b.
Umeyye, Necaşî'nin yanına vardı. Ona Rasulullah (sav)'m mektubunu okudu. Daha
sonra da Cafer b, Ebi Talib ile Muhacirleri çağırdı. Ayn-ca, rahiplere ve
keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arkasından Cafer'e
bunlara Kur:ân-ı Kerim okumasını emretti. O da Meryem Sû-resi'ni okudu.
Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah: İman edenlere
sevgi beslemeleri bakım nidan en yakınlarını da: Bi/ hris-tîyanlanz diyenleri
bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu: "Artık bizi şakid
olanlarla beraber yaz" (el-Mâide 5, 83) buyruğunu okudu.
Bu hadisi Ebu Dâvud
şöylece senedini zikrederek rivayet etmiştir: Bize, Mu-oanımed b. Seleme
el-Muradî anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bana Yunus, İbn
Şihab'dan haber verdi, fbn Şihab, Ebu Bekr b. Abdurrah-man b. el-Haris b. Hişam
ile Said b. el-Müseyyeb ve Urve b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre ilk hicret,
müslü mani arın Habeşistan'a yaptıkları hicrettir.., dedikten sonra hadisi uzun
uzadıya nakletti.[57]
Beyhakî de İbn
îslıâk'tan naklederek der ki: Peygamber (sav) Mekke'de bulunduğu sırada
Habeşistanda durumunun duyulması üzerine yirmi veya ona yakın sayıda
hıristiyan, huzurana gelmişlerdi. Onu Mescidde buldular. Onunla konuştular,
sorular sordular. Kureyş'ten bazı kimseler de Kâ'benin etrafındaki sohbet
meclislerinde oturuyorlardı. Bu hırisUyanlar, Rasuîulİah tsav)'a sormak
istedikleri sorulan bitirince, Rasulullah (sav) onları çağırdı, onlara Kur'an-ı
Kerim okudu. Kur'an-ı Kerim'i dinleyince, gözleri yaşla doldu. Sonra Hz.
Peygamberin davetini kabul edip ona iman ettiler, onu tasdik ettiler.
Kitaplarında durumuna ait niteliklerin onda bulunduğunu gördüler. Hz.
Peygamberin yanından kalkıp gittiklerinde Ebu Cehil, Kureyşli bir gurup ile
birlikte karşılarına çıkıp onlara şöyle dediler: Allah sizin gibi kafileyi
iflah ettirmesin. Geride bıraktığınız sizin dindaşlarınız sizi kendileri adına
bu adama dair haberleri kendilerine götürmek üzere gönderdiler. Fakat siz, onun-h
oturur oturmaz hemen dininizi bıraktınız ve size söyledikleri şeylerde onu
doğruladınız. Sizden daha ahmak bir kafile bilmiyoruz dediler; -ya da buna
benzer şeyler söylediler. Bunun üzerine şu cevabı verdiler: Selam sizlere. Biz,
sizinle cahillik yarışına girmeyeceğiz. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz
sizindir. Biz, kendi adımıza iyilik yapmaktan geri durmayız.
Denildiğine göre, bu
gelen kafile Necranlı hıristiyanlardan idi. İşte: "Önceden kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... Size selam olsun. Biz cahilleri
aramayız" (el-Kasas, 28/52-55) âyetlerinin, bu kimseler hakkında nazil
olduğu da söylenmektedir.
Yine denildiğine göre,
Cafer ve arkadaşları, Peygamber (sav)'ın huzuruna üzerlerinde yün elbiseler
bulunduğu halde yetmiş kişi ile birlikte geldiler. Aralarında altmış ikisi
Habeşistanlı, sekizi de Şamlı idiler. Şamlı olanlar ise, Rahib Bahira, İdris,
Eşref, Ebrehe, Sümame, Rusem, Dureyd ve Eymen adındaki kimseler idiler.
Rasulullah (sav) bunlara Yâsîn Sûresi'ni sonuna kadar okudu. Onlar da Kur'an-ı
Kerimi dinleyince ağladılar ve iman edip şöyle dediler: Bu, İsa'ya inenlere ne
kadar da benziyor. Bunun üzerine haklarında: "Andolsun insanlar arasında
iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler
olduğunu bulacaksın. îman edenlere sevgi bakımından en yakınların ı da: Biz
lııristiyanlarız diyenleri bulacaksın" âyeti nazil oldu. Yani, Necaşî'nin
gönderdiği heyet hakkında bu buyruk nazil olmuştur. Bunlar ise manastırlarda
yaşayan kimselerdi.
Said b. Cübeyr de der
ki: Yine yüce Allah bunlar hakkında; "Ondan önce kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... işte bunlara iki ke re ecirleri
verilir..." (el-Kasas, 28/52-54.) âyetlerini indirdi.
Mukatil ve el-Kelbî
der ki: Bunlar, Necran'lı Haris b, Ki'boğullanndan, kırk, Habeşistanlılardan
otuz iki, Şam halkından da altmış sekiz kişi idiler.
Katade ise der ki: Bu
âyet-i kerime kitab ehlinden olup, İsa'nın getirmiş olduğu hak şeriat üzere
bulunan bir takım kimseler hakkında inmiştir.. Allah, Muhammed (sav)'ı
peygamber olarak gonderince ona iman ettiler, Yüce Allah da onlardan övgü ile
sözetti.
Yüce Allah'ın Bu,
aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasından..." buyruğunda geçen; Kesifler lafzının tekili; 'dır. Kutrub bu
açıklamayı yapmıştır. Keşiş (Kıssis), bilgin demektir. Bu kelimenin aslı, bir
şeyi izleyip onu ele geçirmek İstemek demek olan; den gelmektedir.
Şair recez vezninde
şöyle demiştir:
0 kadınlar eziyet
verici {laf alıp götürme) lerden, bunların arkasına takılmaktan
habersizdirler."
İse, geceleyin seslerine ne söylediklerini
anlamak için kulak verdim demektir. Nemime (laf alıp götürmek) demektir. Yine
kiss, din ve ilim bakımından hıristiyanlıkta bir makamın adıdır Çoğulu şeklinde
gelir. da böyledir. Buna göre, Âlim ve âbidiere tabi olanlar, onlann
arkalarından gidenler demektir. kelimesinin çoğulu kırık şeklinde de
kullanılır. Burada çoğulda gelmesi gereken iki "sin"den birisi
"vav"a değiştirilmiştir. Bunun aslı ise, şeklindedir İki
"sineden birisini "sin"lerin çokluğu dolayısıyla "vav"a
dönüştürmüşlerdir.
lafzı ya arapçadır
veya rumca olup, araplar bunu dillerine katmışlar; böylelikle bu kelime de
onlann dillerinden bir kelime haline gelmiştir. Zira Kitab-ı Kerimde
(mukkaddime bölümünde) geçtiği üzere arapça olmayan bir kelime yoktur. Ebu
Bekr el-Enbârî der ki; Bize babam anlattı: Bize, Nasr b. Dâvud anlattı: Bize
Ebu Ubeyde anlattı dedi, Tel: Muaviye b, Hişam'dan bana nakledildiğine göre,
Muaviye, Nusayr et-Tai'den, ot es-Salt'dan, o. Hamiye b. Rebat'tan naklen dedi
ki; Ben, Selman'a: "Bu aralarında keşişlerin ve rahiplerin
olmasından....dır* buyruğunu okudum dedi ki: Şu keşişleri manastırlarda ve
mihrablarda bırak da onu bana Rasulullah (sav): Bu, aralarında sıddîklerin ve
rahiplerin olmasından..,dır" diye okuttu,"
Urve b. ez-Zübeyr de
der ki: Hıristiyanlar İncil'i kaybettiler. Ve ona İncil'den olmayan şeyleri
sokuşturdular. İncil'i değiştirenler dört kişi idiler. Bunlar ise, Lükas,
Markos, Yuhannas ve Mekbus'dur, CMinyos diye bilinen Matta olmalıdır), geriye
ise bir tek keşiş hak ve istikâmet üzere kaldı. İşte kim onun dini ve yolu
üzere kalmaya devam ettiyse, ona da keşiş Ckıssîs) denilir.
Yüce Allah'ın:
"Rahiblerin" buyruğuna gelince, Rahibler (er-Ruhbân)t râhib
kelimesinin çoğuludur. Şair Nâbiğa söyle demiştir:
"Eğer o (kadın)
yaşım başım almış ve kadınlardan kendisini uzak
Tutarak ilâha ibadete
yönelmiş bir rahibe görünecek olursa,
Uzun uzun ona bakıp
durur ve tatlı sözünü (dinlemeye koyulur) ve o,
Bununla doğru yol üzre
olmasa dahi, bu yaptığının doği-u olduğunu zannederdi."
Bu isimden fiil şeklinde yapılır. Allah'tan korktu, demektir.
Mastarları da şeklinde gelir.
Ruhbanlık (rahbaniyet)
ve ruhbanlık etmek (terahhub) ise, bir manastırda ibadete çekilmek
anlamındadır. Ebu Ubeyd der ki: Bazan "ruhban" kelimesi hem tekil, hem
de çoğul İçin de kullanılır, el-Ferrâ ise der ki; Eğer ruhban kelimesi tekil
için kullanılırsa çoğulu -kurban ve karabin kelimesinde olduğu gibi- Rehabine
ve Rehâbîn şeklinde gelir. Cerir de bu kelimenin çoğulunu şöylece
kullanmaktadır:
"Seni görseler
eğer Medyen'in rahipleri de inerler Ayaklarının bir bölümü beyaz olan dağların
zirvelerindeki yaşlanmış dağ keçileri de inerler."
Bir diğeri de ruhbanı
tekil kullanarak şöyle demektedir:
"Şayet dağlardaki
manastırda bulunan rahibi görecek olsa, O raMb dağdan dua ede ede yürüyerek
aşağı inerdi."
Rahâbet ise, karnın
üst tarafında, şekli dili andıran göğüsteki bir kemiğin adıdır.
Bu buyruk, aynı
zamanda aralarından küfürleri üzere ısrar edenler İçin de-ğil de yalnızca
Muham.med'e iman edenler için bir övgüdür, İşte bundan dolayı: "Ve
onların büyüklük taslamamalanodandır* yani, hakka bağlanmakta büyüklük
taslamamalanndandır, diye buyurmuştur.
[58]
83- Peygambere
indirileni işittiklerinde hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup
taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, İman ettik. Artık bizi şah id
olanlarla beraber yaz."
Şanı yüce Allah'ın:
"Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildik-
lerinden, gözlerinin
yaşla dolup taktığını görürsün" buyruğundaki:
"Yaşla"
ifadesi hal konumundadır.
"Derler ki"
buyruğu da böyledir. Şair İmruu'1-Kays der ki:
"Özlem duyarak
gözyaşlarını taştı da
Bağrıma düştü, hatta
gözyaşlarını kılıcımın kınını dahi ıslattı."
Yine aynı kökten gelen
"müstefl(d) haber" de çokluktan dolayı suyun taşması gibi çoğalan ve
yayılan haber demektir.
İşte ilim adamlarının
hali budur. Onlar ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah'tan dilerler. Fakat,
feryad ve figan etmezler. Üzüntülü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir
görüntü vermezler.
Nitekim yüce Allah:
"Allak sözün en güzelini:, müteşabih, tekrar tekrar edilen bir kitap
halinde indirmiştir. Ondan ötürü Rabblerinden korkanların derileri titrer.
Sonra Allah'ın zikrine derileri ve kalpleri yumuşar" (e^Zü-mer, 39/23)
diye buyurmaktadır.
Bir başka yerde de:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
titrer..." (el-Enfal, 8/2) diye buyurmuştur. Yüce Allah'ın izniyle
ileride en-Enfal Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar
gelecektir. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerimelerde, kâfirler arasında müslümanlara
karşı en katı, inatçı ve ileri derecede düşman olan kimselerin yahudiler
olduklarını, müşriklerin de bunlara benzediklerini açıkladığı gibi, sevgi
bakımından onlara daha yakın olanlarının ise hıristiyanlar olduklarını
açıklamaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce Allah'ın: wArtik
bizi şahid olanlarla beraber yaz" buyruğuna gelince, bizi de hakk ile
şahidlik yapan Muhammed (sav)'ın ümmeti ile birlikte yaz demektir. Bununla
kendilerini yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün
insanlara karşı şahidler olasınız" (et-Bakara, 2/143) buyruğunda geçen
şahidler arasına katmasını istemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas ve îbn
Güreyc'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: İman ile şahidlik eden kimselerle
beraber yaz, demektir, Ebu Ali de der ki: Peygamberim ve Kitabım doğrulayarak
şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir,
"Bizi... yaz kılr
demektir. O bakımdan bu, yazılıp tedvin edilen şey gibi bir anlam ifade eder.
[59]
84. Rabbİmizin bizi de
salihler topluluğu ile birlikte (cennete) sokmasını ütnid edip dururken, ne
diye Allah'a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?
Şanı yüce Allah'ın:
"... ne diye Allah'a ve bize gelen hakka iman yelim" buyruğu, onların
din hususundaki basiretlerini açıklamaktadır. Yani, biz ne diye iman etmeyelim?
Yani, ne diye imam terkedelim; derler. Buna göre "(£rfjJ): İman
ederiz" kelimesi, burada hal olajak nasb mahallin dedir
"Rabbimizln bizi
de sal i hler topluluğu ile birlikte (cennete) sobrnüi ümidedlp dururken."
Yani, Muhammed ümmeti ile birlikle ... demektir. Buı-na delil de yüce Allah'ın:
"Muhakkak arza Benim satıh kullarım ryıirasçı alacaktır"
(.el-Enbiya, 21/105) buyruğunda Muhammed ümmetini kastetmiş elmasıdır.
Bu ifadelerde hazf
edilmiş kelimeler vardır. Yani biz, Rabbimizin bm. cennete sokmasını ümid edip
dururken.... demektir.
Buradaki
"Birlikte" lafzının, "Arasında" anlamında olduğun
söylenmiştir. Emiri karşılayanlarla birlikte idim, anlamamda kullanılması
gibi, tttlmid etmek anlamındaki tama'ın masum şekillerinde gelebilir.
[60]
85. Allah da onları
söylediklerinden dolayı, altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî kalmak
üzere onlara mükâfat olarak ihsan etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.
86. Kâfir olup
ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.
Yüce Allah'ın;
"Allah da onları söylediklerİaden dolayı... cennetleri... onlara mükâfat
olarak İhsan etti" buyruğu, onların imanlarının îhlasına ve
sözlerinin doğruluğuna
bir delildir. Yüce Allah, onların dileklerini kabul etti, umduklarını gerçekleştirdi,
îşte ihlaslı bir şekilde iman edip, doğru samimi bir yakîne sahip olan
herkesin mükâfatı cennet olur.
"Kâflrohıp"
yalıudi, hıristiyan ve müşrikler arasından küfürde kalıp, "âyetlerimizi
yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar." Çılgın
ateş (el-Cahîm) oldukça şiddetli yanan ateş demektir. Ateşi şiddetle yakmayı
ifade etmek üzere Filan kişi ateşi kızıştırdı, deni-iir. Aynı şekilde aşın
derecede parıldadığından dolayı arslanın gözüne de; denilir. Aynı tabir, savaş hakkında da
kullanılır. Şair der ki:
"Savaş öyle bir
şey ki, onun alevli ateşi içerisinde kalanın Ne hayal kurması olur, ne de
sevinip coşması, Ancak tehlikeli hallerde çok dirençli yiğitler ile Tırnağı
sağlam at kalır.
[61]
87. Ey iman edenler!
Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve
haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
Yüce Allah'ın;
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel
şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın" buyruğuna dair açıklamalarımızı
beş başlık halinde sunacağız:
[62]
Taberî'nin, İbn
Abbas'a kadar ulaşan bir sened ile naklettiğine göre âyet-i kerime, Peygamber
(say)'a gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nazil olmuştur: Ey Allah'ın Rasulü,
ben et yedim mi, cinsi isteğim harekete geçer ve şehvetim bana galip gelir. O
bakımdan et yemeyi haram kıldım. Bu-nun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Yine denildiğine göre
bu âyet-i kerime, aralarında Ebu Bekir, Ali, İbn Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ebu
Zer el-Ğıfarî, Ebu Huzeyfe'nin azadh kölesi Salim, el-Mikdad b. el-Esved,
Selman-i Farisî ve Mâ'kil b. Mukarrin (Allah hepsinden razı olsunVin de
bulunduğu, Rasulullah ashabından bir topluluk dolayısıyla nazil olmuştur.
Bunlar, Osman b, Maz'un'un evinde bir araya geldiler vç gündüzün oruç tutup,
geceleyin namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek,
kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip
dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını
da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi
indirdi.
Her ne kadar nüzul
sebebinden söz edilmiyorsa da bu anlamdaki rivayetler pek çoktur. Bu
rivayetler de bir sonraki başlığımızın konusudur.
[63]
Ashabı Kiram'ın
Eğilimi ve Hz. Peygamberin Bunu Reddi:
Müslim, Enes'den
rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav)'ın ashabından bir gurup, Peygamber
(sav)'ın hanımlanndan onun gizlice işlediği amellere dair soru sordular. Daha
sonra onlardan birisi: Ben kadınlarla evlenmeyeceğim dedi. Bir diğerleri: Ben
de et yemeyeceğim, dedi. Bir başkası ise: Döşek üzerinde uyumayacağım dedi.
Peygamber (sav) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
"Şöyle şöyle diyen bir topluluğa ne oluyor ki, îşte ben namaz da
kılıyorum, uyuyorum da. Oruç da tutuyorum, orucumu açtığım da oluyor.
Kadınlarla da evleniyorum- Benim sünnetimden yüz çeviren benden
değildir."[64]
Bu hadisi Buhari de
yine Enes'den rivayet etmiştir. Lafzı da şöyledir: Enes dedi ki: Peygamber
Csav)'ın hanımlarının odalarına üç kişi gelerek Peygamber efendimizin ibadetine
dair soru sordular. Onlara (bu hususta istekleri) haber verilince, bunu
(kendileri İçin) azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sav)
nerede.? Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamış bulunuyor.
Onlardan birisi şöyle dedi: Ben ebediyyen gece namazı kılacağım. Diğeri ise:
Ben de sene boyunca oruç tutacağım ve asla oruç açmayacağım dedi, öteki de:
Ben de kadınlardan uzak duracağım, ebediyyen evlenmeyeceğim dedi. Rasulullah
(sav) gelip şöyle buyurdu: "Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?. Bana
gelince, Allah'a yemin ederim aranızda Allah'tan en çok korkanınız, OJna karşı
en takvah olanınız benim. Ama ben, oruç da tutarım, oruç açarım da. Namaz da
kılarım, uyurum da. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek
olursa o, benden değildir."[65]
Buharî ve Müslim'de
Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Osman b. Maz'un,
kadınlardan temelli olarak uzaklaşmayı ve evlenmemeyi istedi de, Peygamber
(sav) ona böyle yapmasını yasakladı. Şayet bu işi için ona cevaz vermiş
olsaydı, biz de kendimizi buracaktik.[66]
İmam Ahmed b. Hanbel
(r.a) da Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Bize Ebu'l-Muğîre anlattı dedi
ki: Bize, Muan b. Riraa anlattı, dedi ki: Bana, Ali b. Yezİd, el-Kasım'dan
anlattı. O, Ebu Umame el-Bahilf (raydan şöyle dediğini nakletti: Rasulullah
(sav) ile sedyelerinden birisinde beraber çıktık. Adamlardan birisi, içinde bir
miktar su bulunan bir mağaranın yanından geçti. Bu mağarada kalarak oradaki
sudan İçip, etrafında bulunan bakliyattan yemeyi ve böylelikle dünyadan el etek
çekmeyi içinden geçirdi. Sonra dedi ki: Peygamber (savVa gidip ona bundan söz
etsem (iyi olur). Bana izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun
üzerine Hz, Peygamber'in yanına varıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi ben,
beni yaşatacak kadar suyu ve bakliyatı bulunan bir mağaranın yanından geçtim.
İçimden bu mağarada kalıp dünyadan el etek çekmek geçti. Peygamber (sav) ona
şöyle buyurdu: "Ben, ne yahudilik ile gönderildim, ne de Hıristiyanlıkla.
Aksine ben, müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed'in nefsi elinde bulunana
yemin olsun ki, Allah yolunda sabahleyin bir yola çıkış, yahut da akşamleyin
bir yola kovuluş, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır. Sizden
herhangi birinizin (savaş için, ya da cemaatle namaz için) safta durması,
altmış yıl (kendi başına nafile) namazından hayırlıdır."[67]
İlim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Bu âyet-I kerime ile, ona
benzeyen diğer âyetler ve bu anlamda varid olmuş hadis-i şerifler, aşın giden
zühd taslayıcıları ile mutasavvıflar arasından işi tembelliğe vuranların
yaklaşımları reddedilmektedir. Zira bunların her birisi kendi yolundan
uzaklaşmış ve maksadını gerçekleştirmekten uzak düşmüştür.
Taberî der ki: Bir
müslüman bunlan kullanmaktan dolayı bir dereceye kadar zorluk ve sıkıntılar ile
karşıla1? a cağından korksa bile Allah'ın mü'min kullan için helal kılmış
olduğu şeylerden herhangi bir hoş ve temiz yiyeceği, giyeceği veya evlenmeyi
haram kılması hiçbir müslüman için caiz değildir. İşte bundan dolayı Peygamber
(sav) Osman b. Maz'un'un kadınlardan uzak durmak isteğini reddetmiştir. İşte,
bununla da Allah'ın kulları için helal kılmış olduğu herhangi bir şeyi terk
etmekte fazilet olmadığı sabit olmaktadır. Fazilet ve iyilik, Allah'ın
kullarını teşvik ettiği şeyleri, Rasulullah (sav)'ın yapıp, ümmeti için sünnet
kıldığı ve raşit imamların (halifelerin) izinden giderek tabi oldukları şeyleri
yapmaktır. Zira yolun en hayırlısı Peygamberimiz Muhammed (sav)'ın yoludur.
Durum böyle olduğuna
göre, helalinden pamuk ve ketenden yapılmış elbise giymeye gücü yettiği halde
kıldan ve yünden yapılmış elbiseleri tercih edenlerin, aynı şekilde kadınlara
ihtiyacının arız olmasından çekindiği için ve benzeri yiyecekleri terk edip
bayağı şeyleri yemeyi tercih edenlerin yanlışlığı böylelikle ortaya
çıkmaktadır,
Yine Taberî der ki:
Kaba şeyleri giyip, yemenin, nefse ağır gelmesi ve ikisinden artan değeri
ihtiyaç sahiplerine harcamak dolayısıyla haynn söylediğimizden başka yolda
olduğunu kim zannederse, hiç şüphesiz yanılmış olur. Çünkü, insana öncelikle
gerekli olan, kendi nefsinin salâhı ve Rabbine itaat hususunda nefsine yardımcı
olmasıdır, Bayağı şeyler yemekten daha çok vücuda zararlı hiçbir şey yoktur.
Çünkü, bu bayağı şeyler kişinin aklını bozar, Allah'ın kendisine itaate sebep
kıldığı organlarını zayıf düşürür.
Bir adam Hasan-ı
Basrî'nin yanına gelerek şöyle demiş: Benim bir komşum var, bir türlü pekmez
peltesi yemiyor. Hasadı Basrî: Neden diye sorunca adam, o, bunun şükrünü eeta
edemeyeceğinTsöylüyor. Hasan der ki: Peki o kişi soğuk su içiyor mu? Soruyu
soran: Evet deyince, şu cevabı verdi: Senin komşun cahilmiş» Çünkü, yüce
Allah'ın soğuk su nimeti onun üzerinde pekmez peltesi nimetinden daha
fazladır.
İbnü'l-Arabî de der
ki: İlim adamlarımız şöyle demiştir; Bu, dinin dos doğru uygulanması ve malın
haram olmaması halinde böyledir. Şayet insanların dini fesada uğrar, haram
yaygınlık kazanırsa, bu sefer evlenmekten uzak dur-mak.daha efdal, lezzetleri
terketmek daha uygundur. Helalinden bulacak olursa, Peygamber (sav)'ın haline
uygun hareket daha faziletli ve daha üstündür.
el-Mühelleb der ki:
Peygamber (sav)'ın evlilikten uzak durmayı ve ruhbanlığı yasaklaması, kıyamet
gününde diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğuyla övünmesi, dünyada da
onları yanına alarak kâfir taifeleriyle çar-pışmasıdır. Kıyamet gününde de onun
ümmeti Deccal ile çarpışacaktır, İşte Peygamber (sav) bundan dolayı ümmetin
neslinin çoğalmasını istemiştir.
[68]
Yüce Allah'ın:
"Ve haddi aşmayın" buyruğunun anlamı şöyle açıklanmıştır: Haddi
aşarak Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmayınız. Buna göre, buradaki iki
nehiy her iki yolu kapsamaktadır. Yani, işi sıkı tutarak helâl bir şeyi haram
kılmayınız. Ruhsata kadar götürerek haram olanı da helal kılmayınız. Bu
açıklamayı Hasan-ı Basrî yapmıştır. Bunun anlamının: "Haram kılmayın"
buyruğunu te'kid etmektir. Bu açıklamayı da es-Süddî, İkrime ve başkaları
yapmıştır. Yani, Allah'ın helâl kıldığı, meşru kıldığı bir şeyi haram kılmayınız.
Ancak birinci anlam daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[69]
Kim kendisine yiyecek,
içecek veya kendisine ait bir cariyeyi, ya da Allah'ın kendisi için helâl
kılmış olduğu herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, Ma-Ük'e göre ona bir şey
düşmez ve bunların herhangi birisi dolayısıyla ona kef-faret de düşmez. Şu
kadar var ki, o, cariyeyi kendisine haram kılmakla onu azad etmeyi niyet
etmişse, o carîye hür olur ve onu azad ettikten sonra yeni bir nikâh ile
nikahlamadıkça onunla ilişki kurması haram olur.
Aynı şekilde hanımına:
Sen bana haramsın diyecek, olursa, o istemese de üç talak ile boşanmış olur.
Çünkü, yüce Allah açık ve kinaye lafızlar ile boşamak suretiyle hanımını
kendisine haram kılmasını mubah kılmıştır. "Haram" lafzı ise,
boşamadaki kinaye lafızları arasındadır.
Yüce Allah'ın izniyle,
et-Tahrîm sûresinde (66/1. âyet, 4. baslıkta) ilim adamlarının bu husustaki
görüşleri açıklanacaktır.
Ebu Hanife der ki: Kim
bir şeyi kendisine haram kılarsa, o şey kendisine haram olur. O şeyi ahp
kullanacak olursa, keffâret vermesi gerekir Bu ise uzak bir İhtimaldir, âyet de
onun görüşünü reddetmektedir.
Said b. Cubeyr ise der
ki: Yemindeki lağıv (lağv yemini) haramı helal kılmaktır (yani, boş anlamsız
bir davranıştır). Şafiî'nin ileride geleceği üzere konu ile ilgili görüşünün de
anlamı budur.[70]
88- Allah'ın size
verdiği rızıktan helâl ve tertemiz olarak yiyin. Ve siz, iman ettiğiniz
Allah'tan korkunuz.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın sim: verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin"
buyruğu ile ilgili
olarak tek bir hususu açıklayacağız:
Bu âyet-i kerimede
"yemek"; yemek, içmek, giyinmek, binmek ve buna benzer yollarla
faydalanmaktan ibarettir. Özellikle "yemerinin sözkonusu edilmesi ise,
insan için en önemli maksat ve en özel yararlanma yollarından biri oluşu
dolayısıyladır. İleride el-A'raf sûresinde (7/31- âyetin tefsirinde) yemenin,
içmenin ve giyinmenin hükmüne dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle
gelecektir.
Lezzet veren şeylere
karşı arzu duyup, canın çektiği çeşitli şeyleri elde etmek hususunda nefse
karşı direnmeye gelince, bu hususta nefse imkân tanımak konusunda insanların
farklı yaklaşımları vardır, Onlardan kimisi, nefsi bu işlerden alıkoyup
arzuladığı şeylerin arkasından gitmekten alıkoymanın, nefsinin dizginlerini ete
geçirebilmesi ve inadını hafifletmesi açısından daha uygun olduğu
görüşündedir. Çünkü, eğer nefsinin isteğini gerçekleştirecek olursa, nefsinin
arzularının esiri olur ve nefsi onu istediği yere götürür Nakledildiğine göre
Ebu Hâzim, meyvenin yanından geçer, canı onu yemek İster, fakat: Senin bunlarla
buluşma yerin cennettir, dermiş.
Başkaları da şöyle
demektedir: Zevk aldığı şeyleri ele geçirmesi için nefse imkân tanımak, nefsi
rahatlatacağından, istediği şeyi elde etmekle daha bir canlanacağından böylesi
daha uygundur.
Başka bir kesim de
şöyle demektedir: Bu hususta orta yolu tutmak daha uygundur. Çünkü nefsine
istediği şeyleri kimi zaman verip kimi zaman vermemek, her iki yolu da telif
etmektir. Bu ise, kusursuz bir orta yoldur.
Haddi aşmak (i'tidâ)
ve rızkın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (Haddi
aşmak: 2/62. âyetin tefsirinde, nzık ise 2/3. âyetin tefsiri, 23- başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamd olsun.
[71]
89. Allah sizi
yemhılcrhıizdeki lağlvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz
yeminlerinizden sorumlu tutar. Bunun keffâretî, ailenize yedirdiğinizin orta
yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek, ya da bir köle azad etmektir.
Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin ettiğiniz takdirde
yeminlerinizin keöareti budur. Yeminlerinizi koruyun, şükredersiniz diye Allah
âyetlerini size böyle açıklar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı kırkyedi başlık halinde sunacağız:
[72]
Yüce Allah'ın: Allah
sizi, yeminler in izdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz" buyruğunda geçen
"Iağ"vin anlamı, el-Bakara Sûresi'nde (.2/225. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. Kfifctfj)'. yeminlerinizde" buyruğu İse,
yeminlerinizden dolayı demektir. "Eyman: yeminler" yemin kelimesinin
çoğuludur. Yemin kelimesinin hayır ve bereket anlamına gelen "yumrTden
fail vezninde isim olduğu söylenmiştir.
Yüce Allah yemine bu
adı, kakları koruduğundan dolayı vermiştir. Yemin kelimesi hem müzekker, hem
müennes olup, cem'i "eymân ve eymun" şeklinde gelir. Şair Züheyr der
ki;
"Bizden de,
sizden de yeminler toplanıp bir araya gelir.
[73]
Bu âyetin nüzul sebebi
hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbas der ki: Âyetin nüzul sebebi, helâl
ve temi2 olan yiyecek, giyecek ve hanımları kendilerine haram kılan
kimselerdir- Onlar, bu hususa (bu helâlleri kendilerine haram kılmaya) yemin
ettiler. Fakat: "Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel
şeyleri haram kılmayın" (el-Maide, 5/87) âyet-i nazil olunca, peki
yeminlerimizi ne yapacağız dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzü oldu.
Bu görüşe göre
buyruğun anlamı şöyle olur: Sizler, önce yemin eder, sonra da o yemininizi
İağv ederseniz. Yani, keffarette bulunmak suretiyle hükmünü kaldırır ve
keffârette bulunacak olursanız, bundan dolayı Allah sizâ sorumlu tutmaz. O,
yeminlerinizi devam ettirip, yeminlerinizi İağv eı~ memeniz, yani keffaretini
yerine getirmememz^sebebiyle sizi sorumlu tutar.
Bununla, yeminin
herhangi bir şeyi haram kılmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu, aynı zamanda
Şafiî'nin de yemin ile haramı helal kılmanın bir ilgisinin bulunmadığı ve
helal olan bir şeyi haram kılmanın İağv (boş bir iş> olduğu görüşüne
delildir. Tıpkı, haram olan bir şeyi helal kılmanın İağv olması gibi. Mesela
bir kimse: Ben, şarap içmeyi helal kıldım, diyecek olursa, bu görüşe göre âyet-i
kerime sunu gerektirmektedir: Yüce Allah, helal olan bir şeyi haram kılmaya
dair sözür o hela] bir şey haram kılanamayacağından dolayı İağv kabul etmiştir.
O bakımdan: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağir-den dolayı sorumlu
tutmaz" yani, helâli haram kılmak suretiyle boş yeminden dolayı sorumlu
tutmaz, demektir.
Rivayet olunduğuna
göre, Abdullah b. Revâha'nın yetimleri vardı. Ona misafir gelmişti. Gece bir
miktar ilerledikten sonra işinden döndü ve misafirime yemek yedirdiniz mi dedi.
Onlar: Seni bekledik dediler. Bu sefer: Allah'a yenıin olsun bu gece onu
yemiyeceğim, dedi. Misafiri de: Ben de yiyecek değilim, dedi. Yetimleri de:
Biz de yemeyiz, dediler. Dunumun böyle olduğunu görünce, o da yedi, diğerleri
de yediler. Daha sonra Peygamber (sav)'ın yanına varıp durumu ona haber
verince, Hz. Peygamber ona; "Sen, rahmana itaat ettin, şeytana da asi
oldun" dedi ve bunun üzerine de bu âyet-İ kerime indi.[74]
Şeriatte yeminler dört
kısımdır: İki kısmında keffâret vardır, iki kısmında da keffâret yoktur.
Dârakutnî, Sünen'inde
şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize, Abdullah b. Muhammed b. Abdülaziz
anlattı. Bize, Halef b. Hişam anlattı. Bize, Abser, Leys'den anlattı, o,
Hammad'dan, of İbrahim'den, o, Alkame'den, o da Abdullah b. Mes'dan şöyle
dediğini nakletti: Yeminler dört türlüdür. İki yemin için keffaret vardır, iki
yemin için de keffaret yoktur. Keffareti gerektiren iki yemin şunlardır: Bir
kimse Allah adına yemin olsun şunu şunu yapmayacağım diye yemin edip o işi
yaparsa keffaıette bulunur. Yine bir adam, Allah'a yemin ederim, mutlaka şu şu
işi yapacağım dediği halde yapmazsa, bunun için de keffaret gerekir. Keffareti
gerektirmeyen iki yemine gelince; Bir kimse Allah'a yemin ederim ben, şunu şunu
yapmadım dediği halde, eğer o işi yapmışsa (keffaret) gerekmez. Yine bir adam
yemin eder ve and olsun ben şu şu işi yaptım, dediği halde yapmamış ise, (yine
keffaret) gerekmez.[75]
İbn Abdi'1-Berr dedi
ki: Hem "Camİ'"nde hem Mervez?nin de kendisinden naklettiğine göre
Süfyan es-Sevrî şöyle demiş: Yeminler dörttür. İki yemin için keffaret vardır.
O da bir kimsenin, Allah'a yemin ederim yapmam deyip yapması veya Allah'a yemin
ederim mutlaka yapacağım deyip sonra da yapmaması şeklindeki yeminlerdir. İki
yeminin de keffareti yoktur. Bu da bir kimsenin Allah'a yemin ederim ben
yapmadım dediği halde, yapmış olması, ya da Allah'a yemin ederim ben bunu
gerçekten yaptım dediği halde yapmamış olması halidir. el-Mervezî der ki: İlk
iki yemin hususunda, ilim adamlan arasında Sütyan'ın dediğinden farklı bir
görüş beyan eden olmamıştır Ancak, son iki yemin ile ilgili olarak ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Şayet, yemin eden kişi eğer şu şu işi
yapmadığına dair yemin etmiş, yahut şu şu işi yaptığına dair yemin etmiş ve
kendi kanaatine göre o, doğru söylediğini düşünüyor doğrunun da yemin ettiği
gibi olduğu görüşünde ise, bundan dolayı onun için günah da yoktur, keffaret de
yoktur. Malik, Süryan-1 Sevrî ve rey sahiplerinin görüşüne göre bu böyledir.
Ahmed ve Ebu Ubeyd de böyle demiştir. Şafiî tse onun için günah yoksa da
keffarette bulunması gerekir, demektedir el-Mervezî der ki: Şafiî'nin bu
görüşü pek kuvvetli değildir. (el-Mervezî) devamla der kî: Şayet şu şu işi
yapmadığına dair yemin eden kişi eğer o işi yapmış olmakla birlikte kasten
yalan söylemiş ise, günahkârdır ve onun için yine keffaret gerekmez. Genel
olarak ilim adamlarının görüşü budur. Malik, Süfyan-ı Sevrî, Rey sahipleri,
Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd bu görüştedirler. Şafiî ise, keffaret
gerekir, demektedir.
(Yine el-Mervezî) der ki:
Bazı tabiinden Şafiî'nin görüşüne benzer rivayetler kaydedilmiştir. el-Mervezî
der ki: Ben, Malik ve Ahmed'in görüşüne meyletmekteyim. Genel olarak ilim
adamlarının ittifakla lağv olduğunu kabul ettikleri lağv yeminine gelince, o
da bir kimsenin, yemin akdetmek (yeminine bağlı kalmak) kastı olmaksızın ve
böyle bir istekte de bulunmaksızın, konuşması esnasında: Hayır vallahi, evet
vallahi demesidir. Şafiî der kt Bunun böyle olması tartışma, kızgınlık ve acele
halinde sözkonusudur.
[76]
Yüce Allah'ın:
"Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar"
buyruğunda "kar harfi deo gelmek üzere şeddesizdir. Akd ise, ipi
düğümlemek gibi maddi ve sattş akdi gibi hükmî (akid) olmak üzere iki türlüdür.
Şair der ki:
BOnlar, öyle bir
topluluktur ki, himaye ettikleri
tümse lehine bir
akidle bağlanacak olurlarsa alttan da düğüm atıp bağlarlar.
üstten de düğüm, atıp
bağlarlar."
Mün'akide yemindeki
"münâkide" kelimesi, akdden münfaile veznindedir. Bu ise, kalbin
gelecekte herhangi bir işi yapmamak üzere karar verip, sonradan o işi yapması
yahut bir işi mutlaka yapmak üzere karar vermekle birlikte yap mama sidir. Az
önce geçtiği gibi.
İşte ileride de
geleceği üzere istisna "(inşaallah" demek) ve keffaretin çözdüğü
yemin budur.
Bu kelime,
"ayırfdan sonra "elif getirilerek laale vezni üzere; şeklinde
okunmuştur. Bu ise, çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak (müşâreke)
halinde yapılır. Bu durumda ikinci kişi, kendisiyle yapılan konuşma esnasında
kendisi sebebiyle yemin olunan kişi de olabilir, mana: Üzerinde yemin
akidlerîni yaptığınız şeylerden sizi sorumlu tutar, şeklinde de olabilir.
Çünkü akdetti; ahitleşti, anlamına
yakındır. Bundan" dolayı harf-i cer ile teaddi etmiş (geçiş yapmışldir.
Zira bu kelime anlamım da ihtiva etmektedir. Bu ise, ikincileri harf-i cer ile
olmak üzere iki mefule teaddi eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kim
de Allak ile ahd ettiği şeye bağlı kalırsa..." (el-Feth, 48/10) Bu da;
Namaza çağırdığınızda" (el-Mâide, 5/58) buyruğunun edatı ile teaddi etmesi
gibidir. Oysa bu, Zeyd'e seslendim, demek gibi (harf-i cersiz olarak) teaddi
etmelidir. Nitekim: "ona Tafun sağ tarafından seslendik" (Meryem,
19/52) buyruğunda da böyledir. Şu kadar var kî, burada seslenmek, davet etmek
anlamına kullanıldığından dolayı; harfi ile teaddi etmiştir. Nitekim yüce Allah
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Alllah'a davet edenden daha güzel sözlü
kimdir?" (Fussilet, 41/33) Daha sonra yüce Allah'ın; "Fakat üzerine
bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden..," şeklindeki buyruğundan harf-i cer
hazf edilerek fiil hemen mef'ule geçiş yapmakta ve; Hakkında akid yaptığınız,
bağlandığınız.... haline gelmiş, arkasından yüce Allah'ın: "Emrotunduğunu
açıkça bildir" (el-Hicr, 15/94) buyruğundan hazf edildiği gibi bundan da
"he" zamiri hazf edilmiştir
Ya da burada;
"vezni, O anlamında da olabilir. Yüce Allah'ın: "Allah onları
kahretsin" buyruğunda olduğu gibi. Nitekim Arapça-da müşâreke (.işteşlik)
için kullanılan bu vezin, kimi zaman müşâreke vezni anlamı olmaksızın tek kişi
tarafından yapılan i§ hakkında da kullanılır Yolculuk yaptım, yardımcı oldum,
demek gibi.
"Bağlanmış
olduğunuz" anlamına gelen kelime, "kaf harfi şeddeli olarak; diye de
okunmuştur.
Mücahid der ki: Bu
okuyuşun anlamı, kastî olarak bilerek yaptığınız yeminler demektir. îbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre şeddeli kıraat tekrarı gerektirir. O bakımdan
böyle bir kimse yeminini tekrarlamadıkça (ve tekrar bir daha bozmadıkça)
keffârette bulunması gerekmez. Ancak, Peygamber (sav)'dan şöyle dediğine dair
gelen rivayet bunu reddetmektedir: "Şüphesiz ki ben Allah adına bir
hususa dair yemin edersem de ondan bir başkasının o işten daha hayırlı olduğunu
görürsem, -inşallah- mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini
yerine getiririm."[77]
Görüldüğü gibi burada
Hz. Peygamber tekrar yapılmayan yeminde kef» faretin vacip olduğundan
sözetmektedir.
Ebu Ubeyd der ki; Bu
kıraate göre "karın şeddeli okunuşu defalarca ardı arkasına
tekrarlanmasını gerektirir. Ben, bu şekilde okuyan kimsenin tek bir yeminini
birkaç defa tekrarlamadığı sürece ona keffaretin gerekmeyeceği hususundan emin
değilim. Ancakt bu icmaa aykın bir görüştür. Nâfi'nin rivayetine göre İbn
Ömer, yeminini pekiştirmeksizin bozacak olursa, on yoksul yedirirdi. Yeminini
pekiştirdikten sonra bozacak olursa da bir köle azad ederdi. Nafi'a :Yeminini
pekiştirmesinin (te'kid etmesinin) anlamı nedir, diye sorulunca, şu cevabı
verdi: Bir şeye defalarca yemin etmesi demektir.
[78]
Ğamûs yemini diye
bilinen t kasten yalan yere) yeminin, münâkide yemini olup olmadığı hususunda
farklı görüşler vardır.
Cumhurun kabul ettiği
görüşe göre ğamûs yemini bîr hile, bir aldatma ve bir yalan yemindir. O
bakımdan böyle bîr yemin münâkid olmaz ve bunda keft'âret de yoktur. Şafiî der
kî: Bu, münâkide bir yemindir. Çünkü, kalp vasıtasıyla kast edilmiştir. Ve bir
habere bağlı olarak; yüce Allah'ın ismiyle birlikte yapılmıştır, O bakımdan
onda keffaret gerekmektedir. Ancak sahih olan birinci görüştür.
İbnü'l-Münzir der ki:
Malik b. Enes ve Medinelilerden ona tabi olanların görüşü de budur. Evzaî ve
ona muvafakat eden Şamlılar da böyle demişlerdir. es-Sevrî ve Iraklıların
görüşü de budur. Ahmed, Islıâk, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd ile Küfe halkından hadis
ashabı İle rey ashabı fla böyle demiştir. Ebu Bekr der ki: Peygamber (sav)'ın:
"'Her kim bir yemin eder de başkasının ondan daha hayırlı olduğunu
görürse, daha hayırlı olanı yapsın ve yeminine keffarette bulunsun" ile:
"Yemininin keffaret ini yerine getirsin ve hayırlı olan şey ne ise onu
yapsın"[79] buyrukları, keft'aretin
gelecekte bir işi yapmak üzere yemin ettiği halde yapmayan, yahut yine
gelecekte bir işi yapmamak üzere yemin edip de onu yapan hakkında gerekli
olduğuna delâlet etmektedir.
Bu meselede ikinci bir
görüş daha vardır ki r o da kastî olarak Allah adına yalan yere yemin edip
günah İşlemekle birlikte keftarette bulunması gerektiğidir. Bu da Şafiî'nin
görüşüdür. Ebu Bekir devamla der ki: Ancak biz, buna delil olabilecek bir haber
bilmiyoruz. Kitap ve sünnet birinci görüşün lehine delalet etmektedir. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize,
sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yap-mayın." (el-Bakara,
2/224") İbn Abbas der ki: Kişi akrabalarını gözetmemek üzere yemin eder,
ancak Allah da ona kelfarette bulunmak suretiyle bir çıkış yolu göstermektedir.
Allah adını gerekçe göstermemesini ve yemininin kef-faretini yerine getirmesini
emretmektedir Konu ite ilgili haberler, kendisine haram olan bir malı (bu
yolla) kesip almasını sağlayacak bir yeminin keffaret olan şeylerle keffaret
olunmayacak kadar büyük olduğunu göstermektedir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Âyet-i kerime iki kısım yeminden sözetmektedir: Lağv yemini ve münâkide yemini.
Çoğunlukla insanların yeminlerinde görülenler de bunlardır. Bunların dışında
kalan yeminler isterse yüz kısım olsun, bunların herhangi birisine keffaret
taalluk etmez.
Derim ki: Buharı,
Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bedevi bir arap gelip
Peygamber (sav)'a: Ey Allah'ın Rasûlu, büyük günahlar (kebâir.) hangileridir,
diye sormuş, Hz. Peygamber: "Allah'a ortak koşmak" diye buyurmuş.
Bedevi: Daha sonra hangisidir diye sorunca, Hz. Peygamber: "Anne babaya
karşı gelmektir" diye buyurmuş. Yine bedevi: Sonra hangisidir diye
sorunca, Hz. Peygamber; "Ğamûs yeminidir" diye buyurmuş. Ben: Ğamûs
yemini nedir, diye sordum, şöyle buyurdu: "Yaptığı yeminde yalan
söylemekle birlikte müslüman bir kimseye ait olan bir malı o yemin vasıtasıyla
kesip almaktır."[80]
Müslim'de Ebu
Umâme'den Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim
yaptığı yemini ile müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah o kimseye
cehennem ateşini vacip kılar, cenneti de ona haram kılar." Adam: Ey
Allah'ın Rasulü, ya bu aldığı şey önemsiz bir şeyse de mi? dîye sorunca, Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "İsterse erak (misvak.) ağacından bir çubuk olsun."[81]
Abdullah b. Mes'ud'un
rivayet ettiği hadise göre de Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim
yalan yere ve kasfî olarak yemin edip de o yemin vasıtasıyla müslüman bir
kimsenin malını haksızca alacak olursa, yüce Allah'a, kendisine gazap etmiş
olduğu halde kavuşur." Bunun üzerine: "Şüphesiz Allah'a olan
ahidlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." (Ali İmran,
3/77) âyeti sonuna kadar nazil oldu.[82]
Görüldüğü gibi burada
keffaretten söz edilmemektedir. Eğer biz, böylesine kefîarette bulunmayı
gerekli görecek olursak, onun işlediği cürüm ortadan kalkar. Allah'ın huzuruna
da kendisinden razı olmuş olarak çıkar. Böylelikle tehdit olunduğu azabı da
hak etmez. Hem bu niye böyle olmasın ki ? Çünkü, bu şekilde yemin eden bir
kimse hem yalan söylemiş, hem başkasının malını bu yolla kendisine helal kabul
etmiştir. Yüce Allah adına yemin etmeyi de hafife almıştır. Onu küçüınsemiştir.
Buna karşılık dünyayı da ta'zim edip büyütmüştür. Allah da onun tazim ettiği
şeyi tahkir etmiş, onun küçük gördüğü şeyi de ta'zim etmiştir. îşte bu kadarı
yeterlidir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir; Ğamûs yeminine bu adın veriliş
sebebi, sahibini cehenneme ğams etmesi (yani bandırması J'nden ötürüdür.
[83]
Bir işi yapmamak üzere
yemin eden bir kimse, o işi yapmadığı sürece yeminine bağlı demektir. Eğer o
işi yapacak olursa, yeminini bozmuş ve keffârette bulunması gerekir. Çünkü
yemine muhalefet etmiştir. Şayet "yapacak olursam" demiş olsa da
durum aynıdır. Eğer mutlaka yapmak üzere yemin ederse, anında yeminini bozmuş
demektir. Çünkü, muhalefet sözkonusudur. Eğer dediğini yaparsa, yeminini yerine
getirmiş olur. Şayet "yapmazsam" diyecek olursa yine aynı durum
sözkonusdur.
[84]
Yemin eden bir
kimsenin; "mutlaka yapacağım ve eğer yapmazsam..." şeklindeki
sözleri emir gibi, "yapmayacağım ve eğer yaparsam,.." şeklindeki sözleri
de nehîy {.yasak) gibi değerlendirilir.
Birinci durumda,
hakkında, yemin ettiği şeyin tamamını yapmadığı sürece yeminini yerine getirmiş
olmaz. Meselâ, şu ekmeği yiyeceğim diye yemin edip onun bir bölümünü yerse
tamamını yemediği sürecej yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü o ekmeğin
herbir parçası hakkında yemin edilmiştir. Şayet -mutlak olarak- Allah'a yemin
ederim ki muhakkak yiyeceğim diyecek olursa, yeme isminin hakkında
kullanılabileceği asgari miktarını yerine getirmekle yeminini gerçekleştirmiş
olur Çünkü, yeme mahiyeti fiilen ortaya konulmuştur.
Nehiy (olumsuz yemin)
durumunda ise, o ismin hakkında kullanılabileceği asgari şeyi yapmakla
yeminini bozmuş olur. Çünkü, nehyin muktezası gereğince nehyedilen şeylerin
birimlerinden herhangi birisinin ortaya çıkmaması gerekir. Eğer bir eve
girmemek üzere yemin etse de iki ayağından birisini o eve soksa yeminini
bozmuş olur Buna delil de şudur: Biz, yüce Allah'ın şu buyruğunda ismin, işin
başlangıcı hakkında kullanılabilmesiyle haram hükmünü ağırlaştırdığını
görüyoruz: "Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayınız."
(en-Nisa, 4/22) Buna göre, bir kimse bir kadınla nikâh akdi yapacak olsa,
onunla gerdeğe girmeyecek olsa dahi o kadın hem babasına, hem oğluna haram
olur. Fakat (üç talak dolayısıyla ilk kocasına haram olmuş, bir-kadının) tahli
(hülle, ikinci bir koca ile evlenmesin)den sonra ilk kocasına helal olabilmesi
için ismin ilk kullanılabildiği durum ile yetinmeyerek: "Hayır, sen onun
balcağızından tatmadıkça, (olmaz)" diye buyurmuştur.[85]
Adına yemin edilen
(el-mahlüfu bili ) §anı yüce Allah ve O'nun, Rahman, Ralıîm, Sem?, Alîm, Halîm
gibi güzel isimleri ile buna benzer diğer isim ve yüce sıfatlarıdır İzzeti,
Kudreti, timi, İradesi, Kibriyâsı, Azameti, Ahdi, Misa-kı ve zatının diğer
sıfatları gibi. Çünkü bütün bunlara yapılan yemin mahlûk olmayan Rahim olan
yüce Zat'a. yemindir. Bunları zikrederek yemin eden kimse, yüce Allah'ın
zatına yemin etmiş gibi olur. Tirmizî, Nesaî ve başkalarının rivayetine göre,
Cebrail (a.s) cennete bakıp yüce Allah'ın huzuruna geri dönünce şöyle demiş:
İzzetine and olsun ki, bunun varlığını(ve bu halini) işiten herkes mutlaka
buraya girer. Cehennem hakkında da şöyle demiştir: İzzetin hakkı için onu(n bu
halini) işitip de oraya giren kimse bulunmaz.[86] Yine Tirmizî ve Nesaî ile başkaları da İbn
Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (sav) "Kalpleri
evirip çeviren hakkı için hayır" diye; bir diğer rivayete göre de:
"Kalpleri evirip çeviren hakkı için hayır" diye yemin ederdi.[87]
İlim adamları icma ile
vallahi, yahut billahi, ya da tallahi diye yemin edip yeminini bozan kimsenin
keffâretle yükümlü olduğunu kabul etmişlerdir. İbnü'l-Münzir der ki: Malik,
Şafiî, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, îshâk ve Rey sahipleri şöyle derlerdi: Her kim
Allah'ın isimlerinden bir ismi zikrederek yemin eder de sonra yeminini bozarsa,
ona keffaret düşer. Biz de bu görüşteyiz. Bu hususta bir görüş ayrılığı
olduğunu da bilmiyorum.
Derim ki: Bununla
birlikte "Kur'âna yemin etme" başlığında da şöyle demektedir: Yakub
(b. İbrahim, Ebu Yusuf) der ki: Kim Rahman adına yemin eder de yeminini
bozarsa, onun için keffaret gerekmez.[88]
Derim ki: Rahman da yüce
Allah'ın i simi erindendir, bu hususta icma vardır ve bunda görüş ayrılığı
yoktur.
[89]
Allah'ın hakkı için,
azameti için, kudreti için, ilmi İçin, Allah'ın hayat sıfatı
için Oe
amrullahi"), Allah adına yemin ederim ( eymullahi ) lafızları île yemin
hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik der ki: Bunların
hepsi yemindir ve bunlar dolayısıyla keffaret gerekir.
Şafiî der ki: Allah'ın
hakkı, celali, azameti ve kudreti de, eğer bunlarla yemini niyet ederse birer
yemindir. Eğer yemin kastı gütmezse bunlar yemin değildir. Çünkü bu ibarenin;
Allah'ın hakkı vaciptir, kudreti yerini bulur anlamına gelme ihtimali de
vardır, Allah'ın emaneti hakkında da Şafiî şöyle demiştir: Bu yemin değildir.
Le amnılllahi ve eymullahi lafızlarına gelince, eğer bunlarla yemin
kastedilmezse yemin değildir.
Rey sahipleri de
derler ki: Kişi, Allah'ın azameti, izzeti, celali, kibriyası ve emâneti hakkı
İçin deyip de yeminini yerine getirmeyecek olursa, keffarette bulunması
gerekir.
el-Hasen der ki: Allah
hakkı için (ve hakkullahi) yemin değildir, bunda kef-iaret de gerekmez. Ebu
Hanife'nin de görüşü budur. Bu görüşü ondan er-Razi (el-Cessâs) nakletmiştir.
Aynı şekilde Allah'ın ahdf, misakı, emaneti de yemin değildir. Mezhebine mensub
kimi ilim adamı, bu bir yemindir, demektedir Tahavî der ki: Yemin değildir.
Aynı şekilde Allah'ın ilmi hakkı için diyecek olsa bile bu da, Ebu Hanife'nin
görüşüne göre yemin değildir. Fakat arkadaşı Ebu Yusuf bu hususta ona muhalefet
ederek şöyle demektedir: Bu bir yemin olur
İbnü'l-Arabî der ki:
Ebu Hanife'yi bu hususta yanıltan "ilirrTin bazan "malûm"
hakkında da kullanılmasıdır. Malûm ise muhdes (sonradan yaratılmış şey) dir. O
bakımdan böyle bir tabir de yemin olmaz. Fakat kudretin de mak-dur (kudret İle
var edilen) şey hakkında kullanıldığını hatırlanmamıştır. Onun makdur hakkında
söyleyeceği her söz, bizim de malum hakkındaki delilim izdir.
İbnü'l-Münzİr der ki:
Rasutullalı (sav)'ın da şöyle dediği sabit olmuştur: "Allah'a yemin olsun
(ye eymullah) o, gerçekten emirliğe layıktır."[90]
şeklindeki sözünü Zeyd ve oğlu Üsame ile ilgili olay münasebetiyle söylemiştir.
îbn Abbas da: Ve
eymullah diye yemin eder, İbn Ömer de böyle dermiş. İshâk der ki: Eğer kişi
eymullah lafzı ile yemin etmeyi murad ederse bu, iradesi dolayısıyla ve
kalbinin bu konudaki kastı dolayısıyla o da bir yemin olur.
[91]
Kur'ân'a yemin
hususunda ilim adamlarının farktı görüşleri vardır. îbn Mes'ud der ki: Her bir
âyeti dolayısıyla bir yemin etmiş gibidir. Hasan-ı Bas-rî ve İbn el-mübarek de
böyle demişlerdir.
Ahmed de der ki: Ben
bu kanaati reddedecek herhangi birşey bilmiyorum. Ebu Ubeyd der ki: Tek bir
yemin olur. Ebu Hanife ise, bunda keffâret yoktur, der Katade de mushafa yemin
edermiş. Ahmed ve İshak da biz bunu (mushafa yemin etmeyi) mekruh görmüyoruz
demişlerdir.[92]
Yüce Allah'tan, Onun isim
ve sıfatlarından başkası ile yemin, yemin olmaz. Ahmed b. Hanbel der ki;
Peygamber (sav) adına yemin edecek olursa, yemini olur. Zira, kendisine iman
olmaksızın imanın tamam olmayacağı bir şeye yemin etmiştir. Tıpkı Allah adına
yemin etmiş gibi (yeminini bozacak olursa), keffarette bulunması gerekir.
Ancak bu görüşü,
Bulıarî, Müslim ve diğerlerinde sabit olan şu rivayet reddetmektedir.
Rasulullah (sav) bir kafile ile birlikte bulunan Ömer b. eİ-Hat-tab'a yetişti.
O sırada Ömer babası adına yemin ediyordu, Rasulullah (sav) onlara şöyle
seslendi: "Şunu bilin ki, muhakkak Allah sizlere babalarınız adına yemin
etmeyi yasaklamaktadır. Kim yemin edecek olursa, ya Allah adına etsin, yahut sussun."[93]
Bu İse, az önce
zikrettiğimiz gibi, yeminin yalnızca Allah adına, isimlerine ve sıfatlarına
yemin edilebileceğini göstermekte, O'ndan başka hiçbir şeye yemin etmemeyi
gerektirmektedir. Bunu tahkik eden hususlardan birisi de, Ebu Dâvud, Nesaî ve
başkalarının Ebu Hureyre'den şöyle dediğine dair kaydettikleri şu rivayettir:
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Babalarınız adına da, anneleriniz adına da,
ortaklar adına da yemin etmeyiniz. Ancak Allah adına yemin ediniz. Allah adına
da ancak siz doğru söylediğiniz halde yemin edebilirsiniz."
[94]
Diğer taraftan: Adem,
İbrahim adına yemin edenlere de -kendilerine iman edilmeksizin imanın tamam
olmayacağı kişiler adına yemin etmiş olduğu halde- keffâret yoktur, diyenlerin
görüşlerini de Ahmed b. Hanbel'in (Hz. Peygamber hakkındaki bu özel görüşü) ile
çelişmektedir.
[95]
Lafız "Müslim5in
olmak üzere, hadis imamlan Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler:
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Sizden her kim yemin eder, yemininde de:
Lat hakkı için diyecek olursa, Lâ ilahe illallah desin. Her kim de arkadaşına;
Gel seninle kumar oynayalım, diyecek olursa, sadaka versin.[96]
Nesaî de Mus'ab b.
Sa'd'dan, onun da babasından rivayetine göre Sa'd şöyle demiş: Bir husustan
söz ediyorduk. O sırada ben, cahiliyyeyi henüz yemi bırakmıştım. Lat ve Uzza
adına yemin ettim. Rasululiah (savj'ın ashabından birisi bana: Ne kötü bir söz
söyledin! dedi. Bir diğer rivayette de: Sen terke-dilmesi gereken bir sözü
kullandın, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) m yanına vardım ve bunu ona
nakledince şöyle buyurdu: De ki: "Allah'tan baş-ka hiçbir ilah yoktur. O,
bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd da O'nundur. O, herşeye
gücü yetendir. Sonra da sol tarafına üç defa tükürür gibi yap ve şeytandan
Allah'a sığın, bundan sonra da bir daha av-nı şeyi yapma."[97]
îlim adamları derler
ki: Rasulullah (sav)'ın böyle bir söz söyleyene bu sözü söyledikten sonra
lâilahe illallah demesini emretmesi o söze keffâret, gafleı-ten uyandırıp
hatırlatmak ve nimeti tamamlamak İçindir. Özel olarak Lat'dan söz edilmesi ise,
çoğunlukla dillerinde dolaşan put adının o olmasından ötürüdür. Diğer
ilahlarının isimleri de aynı durumdadır. Zira, Lat İle diğer putlar arasında
hiçbir fark yoktur.
Arkadaşına: Gel
seninle kumar oynayalım diyene tasadduk etme emrini vermesine gelince, bu
hususta yapılacak açıklamalar da Lat hakkında yapılan açıklamalar gibidir.
Çünkü onlar, kumar oynamayı itiyat haline getirmişlerdi. Ayrıca kumar, malın
batıl yollarla yenilmesine sebep teşkil eden yollardan birisidir.
[98]
Yahudi olayım,
hıristiyan olayım, yahut İslamdan, Peygamberden, Kur'ân'dan uzak olayım, yahut
Allah'a şirk koşmuş, Allah'ı inkâr etmiş olayım gibi sözler söyleyen bir kişi
hakkında Ebu Hanife der ki: Bu sözler birer yemindir ve bunlardan dolayı da
keffâret gerekir. Fakat, yahudilik, hıris-tiyanlık hakkı için, Peygamber ve
Kâ'be hakkı için deyip, bunlar yemin kipinde kullanırsa keffâret gerekmez.
Bu hususta dayanağı,
Dârakutnî tarafından Ebû Rân" yoluyla gelen şu rivayettir: Ebû Rafı'in sahibi
olan kadın, hanımı ile kendisini ayırmak istemiş ve; "eğer onları
birbirinden ayırmayacak olursa, birgün yahudi, birgün hıristiyan olsun, bütün
köleleri hür olsun. Ne kadar malı varsa, Allalı yolunda olsun" diye yemin
etmiş ve durumu Aişe, Hafsa, İbn Ömer, İbn Abbas ve Um Seleme'ye sormuş, hepsi
de ona: Senf Harut ile Marut gibi mi olmak istiyorsun (bunun için mi onu
hanımından ayırmak istiyorsun) demişler, yeminine keffârette bulunup onları serbest
bırakmasını emretmişler.[99]
Yine Dârakutnî, Ebu Rafi'den
şöyle dediğini nakletmektedir: Efendim olan hanım, mutlaka seni hanımından
ayıracağım demiş. Sahip olduğu bütün mallan Kâ'be kapısında (sebil) olsun ve
bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım eğer seni ve hanımını
birbirinden ayırmıyacak olursam. (Ebu Rafı) der ki: Ben de müminlerin annesi
Um Seleme'nin yanına gittim ve dedim ki: Benim efendim olan kadın beni
hanımımdan ayırmak istiyor. Um Seleme bana şöyle dedi: Efendin olan kadına git
ve ona şöyle de: Böyle bir şey yapmak senin için helal değildir. Ben de ona
gittim. Sonra İbn Ömer'in yanına vardım. Ona durumu haber verdim. O da kapıya
kadar geldi ve şöyle dedi: Harut ile Marut burada mıdırlar? Elendim olan kadın
dedi ki: Ben,(.eğer onları birbirinden ayırmayacak otursam) bana ait olan bütün
malı Kâ'be'nin kapısına sebil olarak göndereceğimi söyledim. İbn Ömer, peki
neden yiyeceksin diye sorunca, efendim tekrar: Ayrıca bir gün yahudi, bir gün
hıristiyan, bir gün mecusî olayım diye de yemin ettim. Bu sefer İbn Ömer şöyle
dedi: Eğer yahudi olursan öldürülürsün. Hıristiyan olursan öldürülürsün, mecusî
olursan yine öldürülürsün. Bu sefer: Peki, bana ne yapmamı emredersin deyince,
İbn Ömer şöyle dedi: Yeminine keffârette bulunursun ve kölen olan bu adamı ve
cariyeyi yine bir araya getirirsin.[100]
İlim adamları, yemin
eden bir kimse, eğer "Uksîmubillah; AHalı adına kasem ederim"
diyecek olursa, bunun yemin olacağını icma ile kabul etmekle birlikte
"billah" demeksizin, "uksimu ya da eşhedu: kasem ederim,
şahid-lik ederim ki", şöyle şöyle mutlaka olmalıdır diyecek olursa, farklı
görüşlere sahiptirler. Malik'e göre böyle demekJ eğer AHalı adına demeyi murad
etmişse yemin olur. Eğer Allah adına demeyi kastetmemişse, bunlar keffâreti
gerektiren yemin olmazlar.
Ebu Hanife, el-Evzaî,
el-Hasen ve en-Nehaî ise, her iki durumda da bunlar birer yemindir,
demişlerdir
Şafiî de şöyle
demektedir: Yüce Allah'ın adını anmadıkça bunlar yemin olmazlar. Bu, Müzenî'nin
ondan yaptığı rivayettir. er-Rabih ise, Malikin görüşü gibi ondan bir rivayet
nakletmektedir.
[101]
Bir kimse: Sana and
veriyorum mutlaka şunu yapmalısın, diyecek olursa, eğer ondan bir şey istemek
kastıyla bunu demişse, bu hususta bir keffâret yoktur ve bu yemin değildir.
Eğer, yemin etmeyi kastetmişse, az önce sözünü ettiğimiz hususlar sözkonusu
olur.
[102]
Biz kimsenin
"Allah'ın yaratması nzık vermesi ve Beyti hakkı için" gibi Allah'a
izafe eden sözlerle yemin etmesi halinde ona keffâret gerekmez, Çünkü bunlar
caiz olmayan yeminlerdir ve Allah'tan başkası adına yemin etmektir.
[103]
Yemin akd oldu mu, onu
keffâret veya îstisnâ-inşaallah çözer. İbnü'1-Mâ-cisûn der ki: İstisna
keffâretten bedeldir. Yoksa, yemini çözmek değildir. İbnü'l-Kasırn da der ki:
Yemini çözmektir. İbnü'I-Arabî der ki: İslam aleminin değişik bölgelerdeki
fukahasının görüşü budurs sahih olan da budur.
İstisnanın şartı İse,
onun (yemine) muttasıl olması ve lafzan söylenmiş olmasıdır. Çünkü Nesaî ve
Ebu Dâvud, İbn Ömer'den Peygamber fsav.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Her kim yemin eder de istisnada bulunursa, dilerse buna
devam eder, dilerse de (yeminine bağlılığı) yeminini bozması sözkonusu
olmaksızın terk eder,"[104]
Şayet diliyle
söylemeksizîn istisnayı niyet ederse veya özürsüz olarak istisnayı yemininden
ayrı söyleyecek olursav bunun kendisine bir faydası olmaz. Muhammed b.
el-Mevvâz da der ki: İstisna, yemin ile itikaden (kalbinde) birlikte
bulunmalıdır. Velevki yemininin son harfi ile birlikte olsun. Eğer yeminini
tamamladıktan sonra istisna yapacak olursa, bunun kendisine bir faydası olmaz.
Çünkü yemin, istisnadan ayrı olarak bitirilmiş olur. îs-tisnânın yeminden sonra
varid olması ise, tıpkı arada zaman fasılası geçmiş gibi bir etki yapmaz. Ancak
bu görüşü: Kim yemin eder de akabinde istisnada bulunursa" lıadisi ıed
etmektedir. Çünkü bu ifadedeki "fe" harfi takib içindir. (Yani,
yemininin tamamlanmasından sonra istisna etmesi gerekir.) İlim adamlarının
cumhuru (çoğunluğu) da bu görüştedir. Aynı şekilde böyle bir kanaat, baştan
yapılmış bir yeminin hiçbir şekilde çözülmemesi gibi bir sonuç verir ki, böyle
bir şey batıldır
İbn Huveyzimendâd der
ki: Mezhebimiz alimleri içinden ne zaman istisna yaparsa bunun, yemin ettiği
şeyi tahsis edeceği hususlarında farklı görüşlere sahiptirler. Kimi mezheb
alimlerimiz şöyle demiştir İstisnası sahihtir, bununla da lehine yemin ettiği
kimseye haksızlık etmiş olur. Kimisi de şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği
kişi bunu işitmedikçe istisnası sahih olmaz. Bazıları da şöyle demiştir:
Lehine yemin ettiği kimse işitmeyecek olsa dahi, İstisna yaparken dilini ve
dudaklarım kıpırdatması sahih olur. îbn Hu-veyzimendâd der ki: Bizim, kendi
içinde yaptığı istisna sahihtir, dememizin sebebi, yeminlerin niyetler İîe
muteber oluşundan dolayıdır. İstisna yaparken dilini ve duduklannı
kıptrdatmadıkça sahih olmaz, deyişimiz ise şundan Ötürüdür: Bu istisnayı
söyleyip dilini ve dudaklarını kıpırdatmayan kimse söz söylemiş olmaz. İstisna
da bir sözdür ve ancak söz ile vaki olur. Hiçbir şekilde istisna sahih olmaz,
derken ise, bunun, lehine yemin edilen kişinin hakkı oluşundan ve hakimin
yemini lehine istediği duruma göre bu yemin vaki oluşundan dolayıdır. Yemin,
yemin edenin tercihi ile olmayacağına göre, aksine bu, ondan istenen birsey
okluğuna göre, onun bu hususta herhangi bir hükmünün olmaması icabetmektedir.
İbn Abbas ise der ki:
Bir sene sonra bile yeminden istisna yapmak mümkündür. Bu hususta Ebu'l-Âliye
ve el-Hasen de ona tabi olmuşlardır. Bu görüşünü, yüce Allah'tn şu buyruğu İle
demlendirmektedir: "Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet
etmezler,.." (el-Furkan, 25/68) buyruğunun inişinden bir sene sonra;
"Ancak tevbe edenler... müstesnadır'' (el-Furkan, 25/70) buyruğu inmiştir.
Mücahid der ki: Her kim iki sene sonra dahi inşaallah diyecek olsa, bu bile
onun için yeterlidir. Said b. Cübeyr de der ki; Dört ay sonra istisna yapacak
olsa, onun İçin yeter.
Tavus da der ki:
Meclisinde bulunduğu sürece istisna yapma hakkı vardır. Katade der ki: Şayet
yerinden kalkmadan veya konuşmadan önce istisna yapacak olursa, onun leiıine
bu istisnası geçerlidir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk da derler ki; O mesele ve
sadedde devam ettiği sürece istisna yapabilir. Ata da der ki: Bol süt veren bir
devenin sağımlığı kadarlık bir süre zarfında İstisna yapma hakkı vardır.
[105]
İbnül-Arabîder ki:
Âyet-i kerimede İbn Abbas'in görüşüne delil diye ileri sürdüğü hususta onun
lehine delil olabilecek bir taraf yoktur: Çünkü her iki âyet-i kerime, yüce
Allah'ın indinde ve Levh-i Mahfuz'unda bir aradadır. Allah'ın bu hususta
bildiği bîr hikmeti dolayısıyla nüzulü ertelenmiştir. Bununla birlikte
nüzuldeki bu fasıladan güzel bir fer! hüküm ortaya çıkmaktadır. O da şudur:
Yemin eden bir kimse Allah'a yemin olsun eve girmeyeceğim ve eğer sen eve
girecek olursan boğsun; diyecek olsa ve birinci yeminincie kalbinde inşaallah
diye istisna yapsa, ikinci yeminde de yine kalbinde belli bir süre veya bir
sebep, yahut herhangi bir kimsenin dilemesi gibi yemini kaldırıp istisnaya
elverişli olan bir şeyi geçirecek olursa ve bu istisnayı kendisi için yemin
olunanı korkutmak kastıyla herhangi bir şekilde açık-İamayacak olursa, böyle
bir tutumun ona faydası olur ve onun aleyhine her iki yemin de münâkid olmaz.
Talâkta kendisine karşı beyyine getirilmediği sürece bunun bir faydası vardır.
Eğer ona karşı delil getirilecek olursa, istisna iddiası ondan kabul olunmaz.
Fetva sormak üzere geldiği takdirde böyle bir istisna niyetinin ona faydası
olur.
Derim kir istisnanın
ona fayda vereceği şöyle açıklanır: Şam yüce Allah, birinci âyeti açıklamış,
diğerini ise, (bir yıl süre ile) saklı tutmuştur. Yemin eden de aynı şekilde
korkutmak kastıyla yemin eder ve istisnayı gizlerse, aynı durumdadır. Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Ebul-Fadl el-Merağî, Medinetü's-Selâm (BağdaO'ta ders okuyordu. Şehrinden
kendisine gelen mektupları bir sandığa koyar ve kendisini rahatsız edecek ve
ilim talebini kesmesine sebep teşkil edecek bir haber alırım, korkusuyla hiçbir
mektubu okumazdı. Aradan beş yıl geçip de ilim talebi maksadını bir dereceye
kadar gerçekleştirdikten ve geri dönmeyi kararlaştırdıktan sonra, yüklerini
bağladı, kitaplannı ortaya koyup o mektupları çıkardı. Mektuplarında
okudukları arasından yalnızca bir tanesini dahi eğer kendisine ulaştıktan sonra
okumuş olsaydı, artık ardından bir harf dahi ilim tahsil edemezdi. Bundan
dolayı Allah'a hamd etti ve ev eşyasını bir bineğe yükleyerek, Horasan yolunun
başladığı Babü'l-Halbe'ye çıktı. Bineğini ücretle tuttuğu delili önden gitti.
Kendisi ise, yol azığını satın almak üzere fırıncının kapısına dikildi. O,
azığını almak için uğraşırken, ekmekçinin bir başkasıyla konuşurken şöyle
dediğini işitti: Sen ilim adamının -vaizi kastediyor-: Ibn Abbas bir sene sonra
dahi istisna yapmayı caiz kabul etmektedir, dediğini duymadın mı? Bu sözü ondan
işittiğimden beri hatınmdan çıkmadı. Üzerinde düşünmeye devam edip durdum.
Fakat bu görüş doğru olsaydı, Yüce Allah da Hz. Eyyub'a: "Eline bir demet
(ot) al ve onunla vur ve yemininde de durmamazhk etme" CSa'd, 38/44) diye
buyurmazdı. Niye Allah ona: "İnşaallah de1h demedi.
el-Merağî, fırıncının
bu şekilde konuştuğunu duyunca, kendi kendisine şöyle dedi: Fırıncılarının bile
bu derece ilimden pay sahibi olduğu bu seviyede bulunduğu bir şehri bırakıp
Merağa'ya mı gideyim? Ebediyen böyle bir şey yapamam.
Daha sonra, ücretle
tuttuğu binek sahibinin arkasından gitti ve ona verdiği ücreti de helâl edip,
ölünceye kadar Bağdat'ta ikâmet etti.
[106]
İstisna, Allah adına
yapılan yemini kaldırır. Zira bu, yüce Allah'tan verilmiş bir ruhsattır. Bu
hususta görüş ayrılığı yoktur
Ancak Allah'tan başkası adına yapılan yeminde istisnanın durumu
hakkında görüş ayrılığı vardır. Şafiî ve Ebu Hanife der ki: İstisna, her
yeminde sözkonusudur Talak, köle azad etmek ve bundan başka diğer yeminlerde
tıpkı yüce Allah'ın yeminini kaldırdığı gibi (bunları da kaldırır). Ebu Ömer
der ki: İcma ile kabul ettikleri haktır. Çünkü, yalnızca Allah adına yapılan
yeminlerde istisna ile ilgili rivayet varid olmuştur. Bunun dışındaki
hususlarda vârid olmuş bir rivayet yoktur.
[107]
Yüce Allah'ın:
"Bunun keffâretİ..." buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları
keffârette bulunmadan önce yemini bozmanın mubah ve güzel bir şey olduğunu,
hatta bunun daha uygun olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, yemini
bozmadan önce keffârette bulunmanın yeterli olup olmayacağı hususunda üç farklı
görüşleri vardır:
1- Mutlak
olarak (yani yemini bozmadan önce ya da sonra) keffârette bulunmak yeterlidir
Buf ashab-ı kiramdan ondört kişinin, fukahânın cumhurunun kabul ettiği bir
görüştür. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş de budur
2- Ebû
Hanife ve arkadaşları ise, keffâret yeminden sonra olmadıkça") hiçbir
şekilde yeterli olmaz derler. Bu, aynı zamanda Eşheb'in Malik'ten rivayetidir.
Caiz oluşu şöyle
açıklanır: Ebu Musa el-Eşârî der ki: Rasulullah (sav) buyurdu kî: "Şüphe
yok ki ben Allah'a yemin ederim -inşaallah- herhangi bir hususta yemin edip de
ondan başkasının o husustan daha hayırlı olduğunu görecek olursam, mutlaka
yeminimin keffâretinî yerine getirir ve daha hayırlı olanı yaparım." Bunu
Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[108]
Anlam bakımından da
şöyle açıklanır: Yemin, keffârete sebeptir. Çünkü yüce Allah: "İşte yemin
ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefföreti budur"
buyurmakta ve
keffâreti yemine izafe etmektedir. Anlam ile ilgili manevi hususlar ise, onlara
sebep teşkil eden şeylere izafe edilirler. Aynı şekilde keffâret yeminin
gereğini yerine getirmemenin bedelidir. Dolayısıyla yeminin bozulmasından önce
yapılması da caiz olur.
Daha önce keffâret
vermeyi kabul etmeyenlerin görüşü de şöylece açıklanır: Müslim, Adiy lx
Hatimeden şöyle dediğini rivayet etmektedir; Ben RasuLullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Her kim bir hususa dair yemin eder, sonra ondan
başkasının ondatvhayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı yapsın."[109]
Nesaî: "Ve yemininin kefaretini yapsın"[110]
diye ilave etmiştir.
Mana cihetinden
bakılacak olursa; keiîareı günahı kaldırmak içindir. Kişi yeminine muhalefet
etmediği sürece ortadan kaldırılması gereken birşey yok demektir. O halde
keffâret t yerine getirmenin bir anlamı olmaz. Diğer taraftan yüce Allah'ın:
"İşte yemin ettiğiniz takdirde" buyruğunun anlamı da; yemin edip de
yemininizi bozduğunuz takdirde, demektir. Diğer taraitan vücubundan önce
yapılan her bir ibadet, -namaz ve sair ibadetler nazarı itibara alındığı
takdirde,- sahih değildir.
3-
Şafiî ise
şöyle demektedir: Yemek yedirmek, köle azad etmek ve elbise giydirmek halinde,
(daha Önce keffârette bulunulursa) yerini buîur. Ancak oruçla kerrarette
bulunulursa yerini bulmaz. Çünkü, bedeni bir amel vaktinden öncesine alınmaz.
Fakat bunun dışındaki hallerde keffâretin daha önce yapılması yeterli olur, bu
da üçüncü görüştür.
[111]
Şanı yüce Allah, yemin
keffâretinde önce üç hususu zikrettikten sonra, bunlardan birisini yapmakta
muhayyer bıraktı, akabinde de bunların mümkün olmaması halinde de oruç tutmayı
emretti. Önce yemek yedirmekle başladı. Çünkü Hicaz topraklarında yemeğe olan
ileri derecedeki ihtiyaç ve karınlarım duyuramamaları dolayısıyla bu daha
faziletli idi. Bununla birlikte yemin keffâreti hususunda muhayyerlik
bulunduğunda görüş ayrılığı yoktur.
İbnü'l-Arabî der ki:
Benim kanaatime göre keffâret duruma göre olur. Eğer muhtaç birisi bulunduğunu
biliyorsan, yemek yedirmen daha faziletlidir. Çünkü sen, köle azad ettiğin
takdirde yemeğe muhtaçların ihtiyacını gidermiş olmazsın. Bunlara (yemek
yedireceğin on kişiye) bir onbirinci kişiyi daha eklemiş olursun. Giydirmek de
aynı şekilde bundan sonra gelir. Şanı yüce Allah, neye muhtaç olunduğunu
bildiğinden dolayı öncelikli ve önemli olanı daha önce zikretmiştir.
[112]
Yüce Allah'ın:
"Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri dovurmak onlara yemek
yedirmek" buyruğu ile ilgili olarak, bize ve Şafiî'ye göre, yoksullara
çıkardığı yiyeceği temlik etmesi vç bunu mülk edinip onda tasarruf edecek
şekilde onlara teslim etmesi kaçınılmazdır. Çünkü, yüce Allah şöyle
buyurmaktadır; "O, yediriyor, kendisi ise yedirilmiyor." (el-En'âm,
6/14) Hadîste de şöyle buyurulmuştur "Rasûlullah (sav) dedeye al-tıdabir
yedirdi"[113] Çünkü bu, keffaretin iki
çeşidinden birisidir. Bunda da temlikten başka türlüsü cafo olmaz. Ve bunun
aslı (bu hükme varmaya esas teşkil eden hükmü) elbise giydirmek yoluyla
keffârettir
Ebû Hanİfe ise şöyle
demektedir: Sabahlı akşamlı yoksulları doyuracak olursa bü da caizdir. Bizim
(Maliki mezhebi) alimlerimizinden İbnül-Mâcişûn'un tercihi de budur.
İbnü'l-Mâcişûn der ki: Yemek yemeğe imkân tanımak yemek yedirmektir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar yemeği ona olan sevgilerine rağmen
fakire, yetime ve esire yedirirler." (el-İnsan, 76/8) Buna göre, hangi
yolla yoksula yemek yedirirse, âyetm kapsamına girmiş olur.
[114]
Yüce Allah'ın:
"Ailenize yedirdiğinizin orta yoüusuudan buyruğu ile ilgili olarak
el-Bakara suresinde (2/143 âyet-i kerimenin tefsirinde) "vasai (ortalamadın
en üstün ve iyi anlamına geldiğine dair açıklamalar geçmişti. Burada ise
"vasat" iki konumun arasındaki orta yer ve iki uç arasındaki orta nokta
demektir. "İşlerin en hayırlıları orta yollu (evsâtuhâ) olanlarıdır"
hadisi de buradan gelmektedir.[115]
İbn Mace şöyle bir
hadis nakletmektedir: Bize Muhammed b. Yahya anlattı: Bize Abdurrahman b.
Mehdi anlattı; Bize Süryan b. Uyeyne, Süleyman b, Ebil-Muğire'den anlattı:
Süleyman, Said b. Cübeyr'den, o, İbn Abbastan şöyle dediğini nakletti: Kimisi
aile halkının yiyecek ihtiyacını bol bol karşılarken, kimisi de ailesinin
yiyecek ihtiyacını kısarak karşılıyordu. Bunun üzerine: "Ailenize
yedirdiğinizin orta yollusundan" buyruğu nazil oldu.[116]
İşte bu, (burada) "vasat"ın
belirttiğimiz gibi ve iki şey arasında ortada bulunan olduğunu göstermektedir.
[117]
Malik'e göre,
yedirilecek miktar, eğer keffârette bulunacak kişi, Peygamber (sav.)'in
Medine'sinde bulunuyor ise, on yoksuldan her birisine bir mud'dur, Şafiî ve
Medİnelİler de bu görüştedir. Süleyman b. Yesâr der ki: Ben, insanları yemin
keffâreti için yiyecek verirken, küçük mud ile bir mud buğday verdiklerini ve
bunun kendileri İçin yeterli olacağı görüşünde olduklarını gördüm. Bu, aynı
zamanda İbn Ömer, İbn Abbas ve Zeyd b. Sabit'in de görüşüdür. Atâ b. Ebî Rebâh
da böyle demiştir. Ancak, Peygamber Medine-si'nden başka bir yerde ise, durum
farklıdır. İbnu'l-Kasım der ki: Her yerde bir mud, keffârette bulunana yeterli
gelir.
İbnü'l-Mevvâz da şöyle
der: İbn Velıb, Mısırda bunun bir buçuk mud, Eşheb ise bir mud ve bir muddun
üçtebiri kadar verir demiştir, (Eşheb) der kî: Bir tam mud ile üçtebir mud,
sabah akçam yemeğinde çeşitli bölgelerdeki geçimin ortala maşıdır.
Ebû Hanife de şöyle
demektedir: Buğday verecekse yarım sa', hurma ve arpa verecekse bir sa.' verir.
Bunu da Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr'ın babasından yaptığı rivayete dayanarak
söylemiştir. Abdullah'ın babası Salebe b. Suayr der ki: RasûlulJah (sav) hutbe
irad etmek üzere ayağa kalktı ve fıtır sadakası olarak kişi başına bir sa'
hurma, yahut iki kişi adına bir sa' arpa, yada bir sa' buğdayı vermeyi emr
etti.[118]
Süfyan ve
îbnü'l-Mübarek de bunu delil almış, bu görüşü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu
görüş, Âli, Ömer, İbn Ömer ve Aişe (r.anhumVdan da rivayet edilmiştir. Said b.
el-Müseyyeb de bu görüştedir, İrak fukahâsının genel olarak görüşü budur. Çünkü
İbn Abbas şöyle demiştir: Ra sulu Hah (sav) bir sa1 hurma ile keffârette
bulunmuş ve insanlara böylece keffârette bulunmayı emretmiştir. Bunu bulamayan
ise, aile halkınıza yedirdiğinizin orta yollusundan yarım sa' buğday versin. Bunu,
îbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir.[119]
Yemin keffâretinde
bulunan bir kimsenin zengin bir kimse ile nafakasını vermek zorunda olduğu
yakın akrabasına yemek yedirmesi caiz değildir. Eğer nafakasını sağlamakla
yükümlü olduğu kimselerden olursa, Malik der ki: Böyle birisine yemek yedirmesi
hoşuma gitmez. Fakat, yapacak olursa ve bu akrabası da fakir ise yerini bulur.
Şayet zengin olduğunu bilmediği halde zengin birisine yemek yedirecek olursaT
el-Müdewene ile başka bir kitapta bunun yeterli olmayacağı belirtilmekle
birlikte, el-Esediyye de bunun yeterli olacağı kaydedilmektedir.
[120]
Kişi yediğinden
keffâret verir İbnü'l-Arabî der ki: Bu noktada bir gurup ilim adamı yanılarak
şöyle demiştir; Eğer kendisi arpa yerken insanlar buğday yiyorsa, sair
insanların yediğinden keffâretini versin. Ancak, bu apaçık bir yanılgıdır.
Çünkü, ketîârette bulunacak kişi, eğer bizzat arpadan başkasını yiyemiyor ise,
başkasına bundan başkasını vermesi ile mükellef tutulamaz. Peygamber (sav) da:
"'Bir sa' buğday ve bir sa] arpa..." diye buyurmuştur. Bunlan ayrı
ayrı zikretmiş ki? herkes yediğinden üzerine düşeni versin diye. Bu hususta ise
anlaşılmayacak kapalı bir taraf yoktur.
[121]
Malik der ki: Şayet on
yoksulu sabahlı akşamlı yedirecek olursa, bu (keffâret olarak) o kimse için
yeterli olur. Şafiî ise der ki: Hepsine bir arada yemek yedirmesi caiz
değildir. Çünkü, yemekte bibirbûieri arasında fark vardır. Bunun yerine her bir
yoksula bir mud verir.
Ali b. Ebi Talib
(r.aydan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: On yoksula yalnızca bir öğün
yedirmek yeterli olmaz. Yani, akşam yedirmeksizin yalnızca sabah, yahut sabah
yedirmeksizin yalnızca akşam yemeği vermek yeterli olmaz. Mutlaka sabahlı
akşamlı yedirmelidir. Ebû Ömer der ki: Değişik bölgelerde fetva önderlerinin
görüşü de budur.
[122]
İbn Habib der ki:
Katıksız yalnız başına ekmek yeterli olmaz. Ekmekle birlikte katık olarak
zeytin yağı, keşk veya kameh[123]
veya mümkün olan herhangi bir şey verilmelidir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu,
görüşüme göre vacib olmayan bir fazlalıktır. Ekmekle birlikte çeker vermesi,
et vermesinin müstehap olmasına gelince, bu doğrudur. Fakat, yemek için belli
bir katığı tayin etmenin ise herhangi bir yolu yoktur Zira, "yiyecek"
lafzı bunu ihtiva etmez.
Derim ki: Âyetin
ortalama yeme hakkında nazil oluşu, ekmekle beraber zeytinyağı veya sirke
vermeyi ya da buna benzer peynir, yahut îbn Habib'in dediği gibi keşk vermeyi
gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Rasulullah (say) da
şöyle buyurmuştur: "Sirke ne güzel katıktır!"[124]
Hasan-ı Basrî de der
ki: Eğer yoksullara ekmek ve et, yahut ekmek ve zeytin yağı günde bir defa
doyuncaya kadar yedirecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bu, İbn Şîrîn,
Cabir b, Zeyd ve Mekhûl'ün görücüdür Bu görüş Enes b. Malik'ten de rivayet
edilmi§tir.
[125]
Bize göre keffâretin tek
bir yoksula verilmesi caiz değildir. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Hanife'nin
arkadaşları da keffâretin tümünün bir kimiye tek bir defada verilmesini kabul
etmemekle birlikte, keffâretin tümünü bir günde fakat değişik miktarlarda ve
ödemelerde vermesi halinde farklı görüşlere sahiptirler.
Kimisi bunu caiz görür
ve eğer fiil bir kaç defa tekerrür etmişse, ikinci fiil ile ilgili olarak
kendisine ilk olarak ketfâretten bir pay verilene bir daha verilmesine mani
yoktur. Çünkü, miskîn (yoksul) adı hâlâ onun için kullanılabilmektedir, demek
yerinde olur.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Keffâreti (aynı günde değil de) birden çok günlerde aynı kişiye
ödemek caizdir. Çünkü günlerin birden çok olması, yoksulların sayılarının
yerini tutmaktadır. Ebû Hanifeye göre bu şekilde bir ödeme onun İçin yeterli
olur. Çünkü âyeti kerimeden maksat, yedirilecek miktarı bildirmektir. O, bu
miktarı tek bir kişiye verecek olsa dahi onun için yeterli olur.
Bizim delilimiz^ yüce
Allah'ın, on kişiyi Kitabının nassında zikretmiş olmasıdır. Bundan vazgeçmek
caiz değildir. Aynı şekilde böyle bir uygulama ile müslüinanlardan bir topluluk
canlandırılır ve bir gün dahi onların yetecek kadar ihtiyaçları karşılanır.
Böylelikle onlar, bu zaman zarfında kendilerini yüce Allah'a ibadete ve duaya
verebilirler. Bu sebepten ötürü de keffârette bulunana mağfiret olunur.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[126]
Yüce Allah'ın:
"Bunun keffaretl" buyruğundaki zamir, nahvî tekniklere göre ya
racidir. Bu durumda bu edatın; anlamına
gelme ihtimali olduğu gibi masdariye olması ihtimali de vardır.[127] Ya
da zamir de her ne kadar açıktan açığa ondan söz edilmiyorsa bile, yemini bozma
günahına raci olur Çünkü anlam, bunun böyle olmasını gerektirmektedir.
[128]
Yüce Allah'ın: buyruğu, in kınk olmayan (salim) çoğuludur.
Cafer b. Muhammed es-Sadık ise bu kelimeyi, diye okumuştur. Bu ise mükesser
(kınk) bir çoğuldur. Ebul-Feth şöyle demiştir: gibi olup, kelimelerinin de çoğullarıdırlar. Araplar, şeklinde, (müzekker ve müennes olarak)
kullanırlar. Şair der ki:
Ve sevgiye ehil nice
kimse vardır ki, ben de onları sevmeye kalktım. Ve bu hususta onlara bütün
gücümle övgülerde, iltifatlarda bulundum."
[129]
Yüce Allah'ın: Yahut onları giydirmek" buyruğunda,
"keP harfi hem esreli, hem de ötreli olarak okunmuştur Bunlar iki ayrı söyleyiştir.
Örnek" kelimesi gibi. Said b. Cübeyr ile Muhammad b. es-Semeyka el-Yemanî
bunu: "Onlar gibi, onlara benzer şekilde" diye okumuştur ki, aile halkın
gibi onları da giydir, anlamındadır.
Erkekter için giyim,
bütün vücudu örten tek bir elbisedir. Kadınlar için giyim ise, namazda onlar
için yeterli gelen asgari miktardır. Bu da vücudunu boydan boya örten elbise (
manto ve benzeri) ile başörtüsüdür. Küçüklerin hükmü de böyledir.
İbnü'l-Kasım
el-Utabiyye" de şöyle demektedir: Küçük kız, büyük kadın gibi geydirilir,
küçük çocuk da büyük gibi gevdirilir. Bu da yedirmeye kıyasen böyledir.
Şafiî, Ebu Hanife,
es-Sevrî ve el-Evzat de şöyle derler: Bu ismin, hakkında kullanılabileceği
asgari miktar olmalıdır. Bu da tek bir örtüdür. Ebu'l-Ferec'in Malik'ten
rivayetinde -ki, ibrahim en-Nehaî ve Muğire de böyle demiştir- şöyle
denilmektedir; Bedenin tamamını örten miktar verilir. Namazın bundan daha
aşağısı bir elbise ile caiz olamayacağına binaen böyle denilmiştir.
Selmân (r.a) dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir: İç elbise elbise olarak ne iyidir! Taberî
bunu, kesintisiz bir senetle rivayet etmiştir. d-Hakem b. Uyeyne de şöyle
demektedir: Başını saracak bir sarık yeterlidir. Aynı zamanda bu, es-Sevrfnin
de görüşüdür.
ibnü'l-Arabî der ki:
Ben şöyle denilmiş olmasını çok arzu ederdim: Kişiyi sıcak ve soğuğun rahatsız
edici durumundan kurtaracak kadar örtecek elbiseden başkası yeterli olmaz,
Nitekim, yemek hususunda kişiyi açlıktan kurtanp doyuracak kadar vermekle
yükümlü oluşu gibi. (Böyle denilmiş olsaydı) ben de böyle diyecektim. Sadece
belden aşağısını örten bir izar verileceği görüşüne gelince, ben bunun nereden
geldiğini bilmiyorum. Allah, yardımı ile bana da size de bilmenin yollarını
açsın.
Derim ki: Elbise
miktarı belirlenirken, bazıları alışılagelmiş ve örf haline gelmiş elbise ve
giyimi gözönünde bulundurmuş, bazdan da şöyle demiştir: Tek bir elbise, ancak
vücudun tamamını örten>-bir örtü olmadıkça yeterli olmaz.
Ebu Hanife ve
arkadaşları da derler ki: Yemin keffâretinde giydirmek, her yoksul için bir
sevb ve izar (yani vücudun belden aşağısını ve yukarısını örten iki örtü) yahut
bir rida (aba veya cübbe gibi üstten giyilen elbise gibi), yahut kamîs (iç
gömlek ve elbise), yahut kaba' (kaftan) veya bir kisâ (tam elbise) şeklindedir
Ebu Musa el-E§ârf den de kendisi adına ikişer elbise verilmesini emrettiği
rivayet edilmiştir. el-Hasen ve İbn SÎrîn de bu görüştedir. İbnü'l-Arabî'nin
tercih ettiği görüşün anlamı da budur- Doğrusunu en iyi bilen Al-lahtır.
[130]
Yiyecek ve giyeceğin
kıymetini vermek yeterli olmaz. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Hanife ise yeterli
olur, demiştir Çünkü o, zekâtta bile kıymet geçerlidir, keffarette nasıl
geçerli olmaz demiştir.
İbnÜl-Arabî ise der
ki: Onun dayanağı, maksat ihtiyacın giderilmesidir, ihtiyacın ortadan
kaldırılmasıdır. Kıymet bu hususta yeterli iş görmektedir, der. Biz ise şöyle
deriz: Eğer sizler, ihtiyacın giderilmesini göz önünde bulunduracak olursanız,
ibadet nerede kalır? Kur'ân-ı Kerimin muayyen üç şeyi nass ile tesbit etmesi
nerede kalır. Kur'ân'ın beyanının bir türden öbür türe geçişinin anlamı ne
olur?
[131]
Keffarette bulunan
kişi elbiseyi, bir zimmi ya da bir köleye verecek olursa bu onun için yeterli
olmaz. Ebu Hanife ise yeterli olur, demiştir. Çünkü o da bir miskîn (yoksul)
dur. Miskîn lafzı onu da kapsamaktadır. Âyetin umumu onu da kapsamına
almaktadır.
Deriz ki: Bunun, şu
ifade ile tahsis edildiğini açıklayabiliriz: Bu, yoksullar için çıkartılıp
verilmesi gereken bir bölüm maldır. Bunun kâfire verilmesi caiz değildir, bu
görüşün asıl dayanağı ise zekâttır. Diğer taraftan biz, {Ebu Hanife ile) böyle
bir malın mürtede ödenmesinin caiz olmadığını ittifakla kabu! etmekteyiz.
Mürteddi tahsis ettiğini kabul ettiği her bir delil, zimmî hususunda bizim de
del ilimizdir.
Köle ise, yoksul
olamaz. Çünkü köle, efendisinin kendisine sağladığı nafaka ile ihtiyaçtan
kurtulmuştur. Zengin gibi, ona da keffâret verilmez.
[132]
Yüce Allah'ın:
"Yahut bir köle azad etmektir" buyuruğunda, "âzâd etmek
(.tahrîr)" kölelikten çıkarmak demektir. Esirlik, zorluk ve sıkıntı,
dünyanın yoruculuklan ve benzerlerinden kurtarmak hakkında da kullanılır. Hz.
Meryem'in annesinin: "Rabbim, karnım-dakini azadlı bir kul olarak yalnız
sana adadım" (Âl-i İmran, 3/35) buyru-ğundaki "muharraran kelimesi de
buradan gelmektedir. Yani, dünyanın kötülüklerinden ve benzer şeylerinden
kurtulmuş âzâde olarak demektir. el-Ferazdak b. Ğalib'in şu beyiti de bu
kabildendir:
"Ey
Ğudâneoğulları, şüphesin ki, ben sizi hürriyete kavuşturdum da,
sizleri Atiyye b.
Ci'âl'e bağışladım."
Ben, sizi hicv
edilmekten yana kurtarıp özgürlüğünüze kavuşturdum demektir.
Âyet-i kerimede
hürriyete kavuşturmaktan söz edilirken, özellikle insanın boynunun söz konusu
edilmeei[133] ise, genelde tasmanın
insan boynuna takıldığı organ oluşundan dolayıdır. Ayağa bukağı vurmak ise
çoğunlukla hayvanlarda görülen bir olaydır. O halde boyun, mülk edinilen
kölenin mülkiyetinin görüldüğü yer olduğundan dolayı, özgürlüğe kavuşturmak da
boyuna izafe edilmiştir.
[134]
Bize göre, ancak
başkasının ortaklığı sözkonusu olmaksızın, tam ve mü'min bir köle azad etmekten
başkası caiz değildir. Kölenin bir bölümünü azad etmek de belli bir süreye
kadar azad etmek, kitabet, tedbîr (özgürlüğü sahibinin ölüm şartına bağlamak)
da caiz olmadığı gibi, azad edilecek kölenin um veled (efendisinden çocuğu
olduğu için efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşacak olan cariye) de
olmaması gerekir, mülkiyetine geçirdiği takdirde, istemese de azad edilmesi
gereken bir kimse olmaması gerekir. Yine azad edilecek kölenin, geçimini
kazanmasını engelleyecek şekilde kocamış, yaşlı ve kötürüm olmaması, kusursuz
ve sağlam olması gerekmektedir. Dâvud (ez-Zâhirî) ise bu hususta muhalefet
ederek kusurlu kölenin azad edilmesini caiz kabul etmektedir.
Ebu Hanife de der ki:
Kâfir köle azad etmek caizdir Çünkü (burada) lafzın mutlak olması bunu
gerektirmektedir.
Ancak, bizim delilimiz
şudur: Bu, Allah Teâlâya yakınlaştırıcı farz bir iştir. Dolayısıyla zekât gibi,
kâfirin bu işe konu olması sözkonusu değildir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerimde bu
kabilden mutlak olan bütün lafızlar, hataen öldürmekte sözkonusu edilen ve
kayıtlı olarak zikredilen köle azad etmeye racîdir,
"Kölede
başkasının ortak olmaması gerekir" deyişimizin sebebi, yüce Allah'ın: wYa
da bir köle azad etmektir" diye buyurmuş olmasıdır. Çünkü, kölenin bir
parçası, kölenin tamamt demek olamaz. Yine, azad edilecek kölede azad otrtia
akdinin sözkonusu olmaması gerektiğini söyledik. Çünkü, hürriyete kavuşturmak,
daha önce sözkonusu edilmiş bir azatlığın gerçekleştirmesini mevzubahis
olmaksızın başlı başına bir azadı gerektirmektedir. Azad edilecek kölenin
kusursuz ve sağlıklı olmasını, yine yüce Allah'ın: "Ya da bîr köle azad
etmektir" buyruğundan dolayı söyledik. Çünkü, ifadenin mutlak olması, tam
bir köle azadı gerektirir, (Meselâ, kör bir köle eksiktir.) Sahih-i Buharî'de
Peygamber (sav)'m da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir müslüman,
bir başka müslümanı kölelikten azad edecek olursa, mutlaka azad ettiği onun
cehennemden kurtuluşuna sebep olur. Azad edilenin her bir uzvu, azad edenin o uzvunun
karşılığında -hatta ferci ferci karşılığında- (ateşten) kurtulur."[135] Bu
ise, gayet açık bir nasstır.
Tek gözü kör olan ile
ilgili olarak da mezhebte (Maliki mezhebinde) iki görüş rivayet edilmiştir.
Sağır ve hayaları burulmuş köle hakkında da aynı şey sözkonusudur.
[136]
Bir kimse, bir
keffâret dolayısıyla bir köle azad etmek üzere bir miktar malı bir kenara
ayırmışsa, o malı telef olursa, keffârette bulunma yükümlülüğü üzerinde devam
eder Halbuki, fakirlere ödemek, yahut da onunla bir köle satın almak üzere
zekât olan bir malı bir kenara ayırdıktan sonra malı telef olanın durumu böyle
değildir. Zekâtta böyle bir durum sözkonusu olduğu takdirde, zekât verenin emre
uyması dolayısıyla başka bir malı aynı şekilde ödeme yükümlülüğü kalmaz.
[137]
Fıkıh âlimleri, yemin
eden keffâretten önce ölecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda farklı
görüşlere sahiptir.
Şâfıî ve Ebû Sevr der
ki: Yemin keffâretleri ölenin sermayesinden çıkartılır. Ebû Hanife de der ki:
Yemin keffâretleri onun bıraktığı mirasın üçtebirinden ödenir. Malik de; -bunu
vasiyyet etmiş olması şartıyla -böyle demiştir.
[138]
Zenginken yemin edip,
fakir oluncaya kadar yemininin keffâretini yerine getirmezse, yahut fakirken
yeminini bozmakla birlikte, zengin olacağı vakte kadar keffârette bulunmazsa,
ya da kendisi köle iken yeminini bozup azad edilinceye kadar keffârette bulunmazsa,
bütün bu hallerde, yeminini bozduğu vakit değil de, keffâretini yerine
getireceği vakit gözönünde bulundurulur.
[139]
Müslim, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Allah'a yemin ederim, kişinin aile halkına zarar verecek şekilde etmiş
olduğu yemininde sebat göstermesi, onun için Allah nezdinde, Allah'ın kendisine
farz kılmış olduğu keffâretini ödemesinden dalıa bir günahtır."[140]
Burada yeminde sebat
göstermekten kasıt, zorluk ve sıkıntıya sebep olsa; ve ister dünyevi, ister
uhrevi herhangi bîr menfaat bulunan işi terk etmeyi gerekürse dahiT yeminin
gereğini yerine getirmeye devam etmektir. Eğer yemin dolayısıyla bu türden
herhangi bir şey sözkonusu olacak olursa, uygun olah, kişinin yeminini bozması
ve keffâreti yerine getirmesidir. Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle
iyilik etmenize ... bir engel yapmayın" (el-Bakara, 2/224) buyruğunda
açıkladığımız gibi, bu durumuna da yemini gerekçe göstermemelidir. Nitekim Hz.
Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kim herhangi bir hususa yemin eder de,
başka bir şeyin ondan hayırlı olduğunu görürse, yemininin keffâretini yerine
getirsin ve hayırlı olanı yapsın."[141] Daha
çok hayırlı olanı yapsın, demektir.
[142]
Müslim, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir,"[143]
ilim adamları der ki:
Bunun anlamı şudur: Herhangi bir hak ile ilgili olarak bir kimsenin yemin
etmesi icabeder, o da bundan dolayı yemin ederse, bu sırada da kendisine yemin
verdirenin niyetinden başka birşeyi niyet ederse, onun bu niyetinin kendisine
bir faydası olmaz. Bu niyetiyle o yeminin kendisine kazandırdığı günahtan da
kurtulamaz. Hz. Peygamberin bir başka hadisindeki mana da aynıdır: "Senin
yeminin, arkadaşının seni hakkında doğrulayacağı şeye göredir" Bu: 'Onunla
arkadaşının seni doğrulayacağı şekle göredir" diye de rivayet edilmiştir.
Bunu da aynı şekilde Müslim rivayet etmektedir.[144]
Malik der ki: Her kim,
kendisinden herhangi bir hakkı dolayısıyla alacaklı olanın isteği üzerine
yemin ederse, ettiği bu yeminde de istisnada bulunsa, yahut dilini ya da
dudaklarını kıpırdatsa veya bunu lafzen söyleyecek olsa, bu istisnasının o
kimseye hiçbir faydası olmaz. Çünkü, bu gibi durumlarda muteber olan niyyet,
isteği üzerine kendisine yemin edilenin niyetidir. Çünkü yemin, o kimsenin bir
hakkıdır. Ve yemin, hakimin o kimse için yemini istiyeceği şekle göre vaki
olur. Yemin edenin tercih edeceği şekle göre değil. Çünkü bu yemin, o kimseden
istenmektedir. Malik'in konu ile ilgili görüşlerinden ve sözlerinden varılan
netice budur.
[145]
Yüce Allah'ın:
"Fakat kim bulamazsa" buyruğunun anlamı şudur: Eğer kişi, yemek
yedirmek, elbise giydirmek veya köle azad etmek diye belirtilen bu üç husustan
herhangi birisine malik olmadığını tesbit ederse.-Buyruğun bu anlama geldiği
icmâ ile kabul edilmiştir Kişi, bu üç hususu bulamayacak olursa, o takdirde
oruç tutar.
Bunları bulamamak ise
iki türlü ölür. Ya malı eli altında değildir, veya malı fiilen yoktur. Birinci
durura kendi asıl beldesinde olmaması halinde sözkonusu olur Eğer bu durumda da
kendisine ödünç verecek birilerini bulabilirse, oruç tutması caiz olmaz. Şayet
ödünç verecek kimse bulamayacak olursa, bu hususta farklı görüşler vardır.
Beldesine dönünceye kadar bekler, denilmiştir.
Îbnü'l-Arabî der ki:
Hayır, bunu beklemek zorunda değildir Aksine, oruç tutarak keffârette
bulunabilir. Çünkü, vücub (keffârette bulunma gereği) zimmetinde tahakkuk
etmiştir. Bunu yerine getirememe şartı da tahakkuk etmiştir. O halde emri
yerine getirmeyi ertelemenin açıklanır bir tarafı yoktur Bundan dolayı bu üç
türden birisi ile keffârette bulunmaktan acze düştüğü için, olduğu yerde
keffâretini öder. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bulamazsa" dîye
buyurmaktadır.
Bir diğer görüşte de
şöyle denilmektedir: Geçimini kendisiyle sağladığı sermayesinden fazla bir
malt bulunmayan bîr kimse, asıl bulamayan kişidir.
Yine şöyle denilmiştir:
Bulamayan kişi, ancak bîr gün ve bir gecelik yiyeceği bulunup, başkasına
yedirecek fazla yiyeceği bulunmayan bir kimsedir. Şafiî de bu görüştedir,
Taberî de bunu tercih etmiştir. Malik ve arkadaşlarının görüşü de budur,
İbnü'l-Kasım dan ise rivayet olunduğuna göre, günlük nafakasından birşeyler
artıran kimse, oruç tutamaz. Yine İbnü'l-Kasım, Kitabu İbn Müzeyyen' de şöyle
demektedir: Eğer yeminini bozan kimsenin bir günlük yiyeceğinden fazla
yiyeceği varsa, yemek yedirerek keffârette bulunur. Açlıktan korkması, yahut bu
hususta kendisine yardım eli uzatılmayacak bir beldede olması hali müstesnadır.
Bbu Hanife ise şöyle
demektedir: Eğer onun yolunda (zekât) nisabı yoksa, o kimse bulamayan bir
kimse demektir.
Alımed ve İshâk der
ki: Eğer bir gün ve bir gecelik yiyeceği bulunuyor İse, bundan arta kalanı
yedirir.
Ebu Ubeyd de şöyle
demektedir: Şayet yanında kendisinin ve ailesinin bir gün bir gecelik yiyeceği
ve onlara yetecek kadar giyeceği varsa, bunlardan ayrı olarak da keftarette
bulunacağı kadar bir miktara sahip bulunuyorsa bize göre o, bulan bir kimsedir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Ebu Ubeyd'in bu görüşü güzel bir görüştür.
[146]
Yüce Allah'ın: Üç gün
oruç tutsun" buyruğunu, İbn Mes'ud; "Peşpeşe" fazlası ile
okumuştur. Bu kıraat ile mutlak olan bu üç gün, kayıtlanmış olur. Ebu Hanife ve
es-Sevrî de bu görüştedir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur. el-Müzenî
de zihâr keffâretinde oruca kıyasen ve Abdullah b. Mes'ud'un kıraatini
gözönünde bulundurarak bu görüşü tercih etmiştir.
Malik ile diğer
görücünde Şafiî de şöyle demektedirler: Bunları ayrı ayn tutması da yeterlidir.
Çünkü, peşpeşe oruç tutmak, ancak bîr nassa ya da nass ile bağlanmış bir hükme
kıyas ile vacib olabilen bir sıfattır, burada ikisi de yoktur.
[147]
Oruç tuttuğu günlerden
herhangi bir günde unutarak orucunu yiyen bir kişi hakkında Malik: Kaza
yapmakla yükümlüdür derken, Şafiî kaza yapması gerekmez, demektedir. Nitekim
buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/187. âyetin tefsirinde,
12. başlıkta) oruç ile ilgili açıklamalarda bulunulurken geçmişti.
[148]
Yüce Allah'ın nass ile
tesbit ettiği bu keffâret ittifakla, hür ve müslüman kimse için gereklidir
Yeminini bozduğu takdirde köleye bunlardan hangisi vacib olduğu hususunda
fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır.
Süfyan-ı Sevrî, Şafiî
ve Rey ashabı derlerdi ki: Köle için oruç tutmaktan başka bir keffâret şekli
yoktur Başka bir şekilde keffârete kalkışması da onun için geçerli değildir.
Ancak, bu hususta Malik'in görüşü farklı gelmiştir. İbn Nafi1 köle, köle azad
etmekle keffârette bulunmaz. Çünkü, bu durumda azad ettiği kölenin velâsı ona
ait olmaz. Fakat bunun yerine efendisi ona izin verecek olursa, sadaka Ue
keffârette bulunur. Bununla birlikte en uygunu oruç tutmasıdir, dediğini
nakletmektedir. İbnü'l-Kasım da Malik'ten şöyle dediğini nakleder: Köle,
efendisinin izniyle dahi olsa, yemek yedirecek yahut elbise giydirecek olsa, bu
çok açıkça söylenebilecek bir husus değildir. Bundan yana kalbimde (bu konuda
tereddüde götüren) birşeyler vardır.
[149]
Yüce Allah'ın;
"İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti
budur" buyruğu,
yeminleriniz böyle örtülür, demektir. Bir şeyi örtmek ve gizlemek halinde
"keffâret" tabiri kullanılır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Bunun, yüce Allah
adına yemindeki keffâret hakkında olduğu hususunda görüş aynhğı yoktur.
Tabiinden kimisi ise, yemin keffaretinin terk etmeye yemin ettiği hayn işlemek
olduğu görüşündedir. îbn Mace de Sünen'inde: "O yeminin keffâreti onu
terketmektir" diye bir başlık açtıktan sonra şöyle demektedir: Bize, Ali
b. Muhammed anlattı. Bize Abdullah b. Numeyr, Harise b. Ebir'r-RicâTden
anlattı, o, Amra'dan, o, Âişe'den şöyle dediğini nakletti: RasuIulIah (sav)
buyurdu ki:" Her kim, akrabalık bağını kesmek yahut da uygun olmayan bîr
şey hakkında yemin edecek olursa, o yeminine bağlı olması bu yemin ettiği şeye
devam etmemesidir."[150]
Yine İbn Mace, Amr b. Şu-ayb'dan» o, babasından, o, dedesi senediyle Peygamber
(sav)'ın şu buyruğunu kaydetmektedir: "Her kim bir şeye dair yemin
ederse, bir başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse, onu bıraksın. Çünkü onu
bırakması, o yeminin keffâretidir."[151]
Bu, Ebu Bekr es-Sıddik
(r.a)'tn başından geçen olayla da desteklenmektedir. Hz. Ebu Bekir, yemeği
yememek üzere yemin edince, hanımı da kendisi yemedikçe o yemekten yememek
üzere yemin etti. Misafir -veya misafirler- de kendisi yemedikçe yememek üzere
yemin'etti (veya ettiler). Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: Bu şeytandandır diyerek
yemeğin getirilmesini istedi, kendisi de yedi, diğerleri de yediler. Bunu
Buharı rivayet etmiştir.[152] Müslim
şunu da eklemektedir: Sabah olunca, Peygamber (sav)'ın yanına gittim ve Ey
Allah'ın Rasülû, onlar yeminlerinde durdular ben ise yeminimi bozdum deyip
durumu ona anlatınca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis sen, onların
arasında sözüne en bağlı olan ve en hayırlılarısın" dedi. (Hadisi rivayet
eden) dedi ki: Bu hususta bana keffâret ile ilgili birşey ulaşmadı.[153]
Yüce Allah adından
başkası adına yapılan yeminin
keffâreti hususunda
fukahamn farklı görüşleri vardır. Malik der ki; Kim malının sadakasına dair
yemin ederse, malının üçtebirini çıkartıp verir. Şafiî ise, bir yemin
kef-fâretinde bulunması gerekir demektedir. îshâk ve Ebu Sevr de bu görüştedir.
Aynı zamanda Hz. Ömer ve Hz. Aişe'den de bu görüş rivayet edilmiştir. eş-Şahbî,
Ata ve Tavus ise, ona bir şey gerekmez, demişlerdir.
Bir kimse Mekke'ye
yürüyeceğine dair yemin ederse, Malik ve Ebu Hani-fe'ye göre bu yeminini yerine
getirmesi gerekir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr'e göre ise, bir yemin
keffâretinde bulunması onun için yeterlidir.
İbn Müseyyeb ve
el-Kasım b. Muhammed ise şöyle demiştir: Ona bir şey gerekmez. îbn Abdi'1-Berr
ise der ki: Medine'de ve ondan başka şehirlerdeki ilim adamlarının çoğunluğu,
Mekke'ye yürümeye dair yeminde yüce Allah adına yeminde olduğu gibi, bir
keffâreti vacip görürler. Bu, aynı zamanda ashab ve tabiinden bir topluluğun
görüşü olduğu gibi, mü s lü m anların fukahâsının çoğunluğunun da görüşüdür.
İbnü'l-Kasım, oğlu Abdussamed'e bu şekilde fetva vermiştir. Ayrıca, ona bunun
el-Leys b. Sa'd'ın görüşü olduğunu da zikretmiştir. Ancak, İbnüİ-Kasım'dan meşhur
olan, Mekke'ye yürüyerek gitmeye dair yeminde, oraya yürüyerek gitmeye gücü
yeten müstesna keffâret olmadığıdır. Malİk'İn görüşü de budur.
Köle azad etmek için
yemin eden kimsenin; Malik, Şafiî ve diğerlerin görüşüne göre, azad edeceğine
dair yemin ettiği köleyi azad etmesi gerekir. İbn Ömer, îbn Abbas ve Hz.
Aişe'den; bu kişi yemin keffâretînde bulunur; bizzat o köleyi azad etmesi
gerekli değildir, dedikleri rivayet olunmuştur. Ata; herhangi birşeyi tasadduk
eder demiştir. el-Mehdevî der ki: İlim adamlarından sözüne güvenilir kimseler,
talâka yemin eden kimse için yeminini bozması halinde, talâkının sözkonusu
olacağı hususunda icmâ etmişlerdir.
[154]
Yüce Allah'ın:
"Yeminlerinizi koruyun" buyruğu, yeminlerinizi bozduğunuz takdirde,
yerine getirmeniz gereken keffâreti ifa etmekte çabuk hareket etmek suretiyle
koruyun, demektir, Bu3 yemini terk etmek suretiyle koruyun. Çünkü sizler, yemin
etmeyecek olursanız (keffâretin) bu yükümlülükleri de hakkınızda sözkonusu
olmaz, diye de açıklanmıştır. "Şükredesiitiz diye»." buyruğunda geçen
şükre dair açıklamalar, (el-Bakara, 2/52. ayet, 3-başlıkta) ve Diye edalına
dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.
[155]
90. Ey iman edenler}
İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan
kaçının ki, kurtuluşa ereslniz.
91. Muhakkak şeytan,
içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
92. Allah'a İtaat
edin, RasÛle de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki,
Peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız:
[156]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler" buyruğu, bütün müminlere bu hususları terketmeye
dair bir hitaptır. Zira bunlar, cahil i ye döneminden beri ya-pageldikleri ve
nefislere hakim olan birtakım arzu ve kötü adetlerden ibaretti. Mü'minlerden
pek çok kimsenin nefislerinde henüz bunlardan bir takım kalıntılar devam
ediyordu.
İbn Atiyye der ki:
Kuşları uçurtma ve böylelikle bundan geleceğe dair hükümler çıkarma hevesleri,
kitaplardan fal bakma ve buna benzer günümüz insanlarının yaptıkları şeyler de
bu kabildendir.
İçki (el-Hamr) henüz
haram kılınmamıştı- İçkinin haram kılınışı ise, Uhud vak'asından sonra,
hicretin üçüncü yılında olmuştu. Uhud vak'ası ise hicretin üçüncü yılı Şevval
ayında cereyan etmişti. Hamr kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar, daha
önceden tel-Bakara 2/219- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Yine kumar
(eI-Meysir)'in türediği köke dair açıklamalar da el-Bakara Sûre-si'nde C2/219.
âyet» 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimede geçen
"el-Ensab"ın pudar olduğu söylendiği gibi, zar ve satranç olduğu da
söylenmiştir. Bu ikisine dair açıklamalar ise. Yunus Sûresi'nde yüce Allah'ın:
"Artık haktan sonra dalâletten başka geriye ne kalır (Yunus, 10/32. ayetin
tefsirinde, 5- başlıkta) buyruğu açıklanırken gelecektir.
el-Ezlam ise, fal
oklarıdır. Yine buna dair açıklamalar, bu sûrenin baş tarafında (3- âyetin
tefsirinde 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre, bunlar,
Beytullah'da beyt'in bakıcıları ve putların hizmetkârları yanında
bulunuyorlardı. Kişi, herhangi bir ihtiyacını karşılamak istediğinde, gelir ve
bu oklardan birisini çekerdi. Şayet üzerinde: "Rabbîm bana emretti"
yazısı bulunan ok çıkarsa, hoşuna gitsin veya gitmesin o ihtiyacı olan şeyi
karşılamaya giderdi.
[157]
İçkinin haram
kılınışı, tedricî bîr şekilde ve birçok olay münasebetiyle gerçekleşmişti.
Çünkü İslamdan önce, araplar içki içmeye çok düşkün idiler. İçki hakkında Ük
nazil olan buyruk: "Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: İkisinde de hem
büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır" (el-Bakara,
2/219) buyruğudur. YaniT içki ticaretinde ba£ı faydalar vardır, demektir.
Bu âyet-i kerime nazil
olunca kimi insanlar, içki içmeyi terk ettiler ve: Büyük günahı bulunan bir
şeye ihtiyacımız yoktur, dediler. Kimileri de içki içmeyi terk etmeyip: Biz, bu
içkinin menfaatini alalım, günahını terk edelim, dediler.
Bu sefer:
"Sarhoşken... namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) âyeti nazil oldu.
Yine bazı kimseler içki içmeyi terketti ve bizi namazdan alıkoyan birşeye
ihtiyacımız yoktur, dediler.
Diğer bazıları ise:
"Ey İman edenler,! İçki, kumar, putlar ve fal oldan şeytanın pis
işlerindendir" (mealindeki) bu âyet-i kerime nazil oluncaya kadar içmeye
devam ettiler. Bu âyet-i kerimenin nüzulü ile birlikte içki içmek onlar için
kesin olarak haram oldu. O kadar ki, kimileri: Allah, şaraptan daha kesin ve
ağır bir ifadeyle herhangi bir şeyi haram kılmış değildir, dediler.
Ebu Meysere der ki: Bu
âyet-i kerimenin inişine sebep, Ömer b. el-Hat-tab'dır. Çünkü o, Peygamber
(sav)'a içkinin kusurlarını zikretmiş ve içki içmekten dolayı insanların başına
gelenleri anlatmıştı. Haram kılınması için de yüce Allah'a dua etmiş ve;
Allah'ım, içki hususunda bize rahatlatıcı açıklamalarda bulun, diye dua
etmişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş, Hz. Ömer de: Vazgeçtik,
vazgeçtik demişti. Bu husus, el- Bakara Sûresi (2/219- ayetin tefsirinde)
en-Nisa Sûresi'nde (4/43 âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Dâvud, îbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: "Ey iman edenleri sarhoşken...
namaza yaklaşmayınız" (en-Nisâ, 4/43) ile: "Sana içkiyi ve kumarı
sorarlar, de ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlariçin bazı
faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) âyetlerini el-Maide Sûresi'nde
bulu-nan:'"İçkif kumar, putlar ve fal oktan.,." âyeti nesh etmiş
bulunmaktadır.[158]
Müslim'in Sahih'inde
de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kur'an-ı Kerim'den
bazı âyetler benim hakkımda nazil olmuştur... Bu arada şunu da zikretti.
Ensar'dan bir topluluğun yanına gittim. Bana: Gel sana yemek yedirelim ve şarap
içirelimt dediler. Bu ise, şarabın haram kılınışından önce idi. Onlarla beraber
bir bostana gittik. Yanlarında kızartılmış bir deve başı ile bir tulum şarap
vardı. Onlarla birlikte yedim, içtim. Yanlarında ensar ve muhacirlerden söz
edildi, Muhacirler ensardan hayırlıdır, dedim. Adamın birisi, devenin çene
kemiğini alarak onunla bana vurdu ve burnumu yaraladı. -Bir rivayette- de
burnumu çatlattı denilmektedir. Sa'd'ın burnu çatlak kalmıştı. Bunun üzerine
Rasulullah (sav)'ın yanına gittim, durumu bildirdim. Bu sebeple de yüce Allah
benim hakkımda -yani, kendisi hakkında şarapla ilgili olarak-: "İçki,
kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis İşlerindendir. Artık bunlardan
kaçının..." buyruğunu indirdi.[159]
Bu hadisler, içki
içmenin o dönemlerde mübâlı, uygulamada ve onlar tarafından reddolunmayacak ve
değiştirilmesine gerek görülmeyecek şekilde bir maruf (uygun görülen bir iş)
olduğunu göstermektedir. Peygamber (sav)'ın de bunu ikrar ettiği (ses
çıkarmadığına delalet etmektedir. Bu hususta görüş aynlığı yoktur. Zaten az
önce de geçtiği üzere, en-Nisâ süresindeki; "Sarhoşken namaza
yaklaşmayınız'* ayeti de buna delâlet etmektedir.
Acaba, sarhoş edecek
miktarı içmek onlar için mubah mıydı? Hz. Hamza ile ilgili hadis, bu hususta
gayet açıktır: Hz. Hamza, Hz. Ali'ye ait iki dişi devenin böğürlerini delmiş,
hörgüçlerini kesmişti, Hz. Ali de durumu Paygam-ber (sav)'a haber verince, Hz.
Hamza'nın yanına geldi. Hz, Hamza, Peygam-ber'e kargı gösterilmesi gereken
saygı ve ihtimama uymayan ağır bir takım sözler sarfetti. Bu ise Hz. Hamza'nın
sarhoşluk veren içki dolayısıyla aklının başından giEtiğine delâlet etmektedir.
Bundan dolayı, hadisi rivayet eden şöyle demektedir: Rasulullah (sav) Hz,
Hamza'nın sarhoş olduğunu anladı. Sonra Peygamber (sav), Hz. Hamza'nın bu
yaptığına karşı çıkmadığı gibi, bundan dolayı azarlamadı. Ne sarhoşken, ne de
daha sonra böyle bir şey yaptı. Hatta Hz. Hamza: Siz babamın kölelerinden
başka bir şey misiniz ki deyince, gerisin geri dönüp yanından çıkıp gitmişti.[160]
Bu ise, usulcülerin
söyledikleriyle naklettiklerine uygun düşmemektedir. Çünkü onlar şöyle derler:
Sarhoşluk bütün şeriatlerde haram îdi. Çünkü şeri-atler kolların maslahatları
içindir. Onları fesada götürmek için değildir. Bütün maslahatların aslı ise
akıldır. Nitekim bütün fesatların asıl kaynağı aklın gidişidir, o halde aklı
gideren, yahut aklı karıştıran herşeyin yasaklanması gerekir. Ancak, Hz. Hamza
ile İlgin bu hadis, Hz. Hamza'nın içki içmekle sarhoş olmayı kastetmediği,
fakat bu hususta içki çabuk etki göstererek aklını örttüğü de ihtimal
dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[161]
Yüce Allah'ın:
"Rics: Pis" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbasr bu âyet-i kerimedeki
ıtrics"in gazab olduğunu söylemiştir. Kokuşmuş, necaset ve pisliklere de
"rics" denilebilir. "Ze" harfi ile "ricz'r ise,
yalnızca azab anlamındadır, "lüks" sadece necaset hakkında
kullanılır. Rics ise her ikisi hakkında da kullanılır.
"Şeytanın pis
işlerindendir" buyruğunun anlamı ise, şeytan bu işe itmek ve o işi süslü
göstermek suretiyle bunu yapar, demektir. Şöyle de denilmiştir: Bu hususta
kendisine uyuluncaya kadar büıün bu işleri baştan beri ilk yapan şeytanın
kendisidir.
[162]
Yüce Allah:
"Artık bunlardan kaçının" diye buyurmakla, bunları uzaklaştırın, bîr
kenara bırakın, demek istemektedir. Böylelikle yüce Allah, bu işlerden uzak
durmayı emretmektedir Hadislerdeki nasslar ve ümmetin icmai ile birlikte bu
emir sigası sonucunda, "uzak durmak1 haram kılmak manasında olmuştur.
İşte içki bununla haram kılınmış oldu. Müslüman ilim adamları arasında Maide
Sûresi'nin içkiyi haram kılan buyruğu ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Yine bu sûrenin, Medine'de son İnen sûrelerden olduğu kabul
edilmiştir. Bununla birlikte leşin, kanın ve domuz etinin haram kılındığı
buyruklar ise, yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında...
başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum" (el-En'âm, 6/145.) buyruğu ile
diğer âyetlerde haber kipi şeklinde varid olmakla birlikte içki hakkında bu
haram kılma nehiy ve bir yasak şeklinde varid olmuştur kîr bu da haram
kılmanın en kuvvetli ve en pekiştirilmiş ifade şeklidir.
İbn Abbas şöyle
demektedir; İçkinin haram kılındığına dair buyruk nazil olunca Rasûlullah
(.sav)'in arkadaşları, biri diğerinin yanına giderek şarap haram kılındı ve
şirke denk kılındı, dediler. Yani, yüce Allah şarabın haram kılınışını, putlar
için hayvan kesmek ile birlikte zikretmiştir ki, bu bir şirktir.
Daha sonra yüce Allah:
"Ta ki, kurtuluşa efesiniz" buyruğu ile de kurtuluşa ermeyi bu
emirlere bağlı kalarak zikretmiştir. Bu da vucubun (yani, bu emirlere bağlı
kalışın) te'kidine delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[163]
İçkinin (hamrın) haram
kılınıp, şeriatın onu pis görmesi, hakkında "rics " tabirini kullanıp
ondan uzak durmayı emretmiş olmasından cumhur, onun necis olma hükmünü de
anlamıştır. Ancak bu hususta Rabia, el-Leys b. Sa'd, Şafiî'nin arkadaşı
el-Müzenî, müteahhir Bağdat'lı kimi ilim adamlan bu hususta onlara muhalefet
edip, içkinin tahir olduğu görüşünü kabul etmişler; haram kılınanın, yalnızca
onu içmek olduğunu söylemişlerdir. Said b. el-Had-dâd el-Kuravî de şarabın
temizliğine, Medine yollarında dökülüşünü delil göstermiş ve şöyle demiştir:
Eğer necis olsaydı, ashab (Allah hepsinden razı olsun) bu işi yapmaz ve
Peygamber yollarda defi hacette bulunmayı yasakladığı gibi bunu da yasaklardı.
Buna şöyle cevap
verilir: Ashab-ı kiramın bu isi yapmasının sebebi, şarabı İçine dökecekleri
giderlerinin ve kuyularının olmayışından dolayıdır. Zira, onların çoğunlukla
görülen durumları, evlerinde helalarının bulunmayışı şeklindeydi. Nitekim Âişe
(r.anha) da evlerde hela edinmekten tiksiniyor olduklarını İfade etmiştir.[164]
Dökülmek kastıyla
şarabın Medine dışına taşınması ise, bir külfet ve bir zorluktur, Diğer
taraftan böyle bir işe kalkışmak, derhal yapılması vacib olan bir işi de
ertelerdi. Ayrıca, bunun pisliğinden sakınmak da mümkündü. Çünkü Medine'nin
yollan genişti. Şarap da öyle yolun her tarafını kaplayacak nehir gibi akacak
şekilde fazla değildi. Aksine, sakınmanın mümkün olduğu bazı yerlerde şarap
akmıştı. Diğer taraftan bunun, Medine yollarında açıktan açığa dökülmesi gibi
bir faydası vardı. Haram kılınması muktezasınca onun telef edilmesi ve ondan
yararlanmamak şeklindeki uygulamanın yaygınlık kazanması gibi. Nitekim,
insanlar da bunu peş peşe yapmış ve bu husus da aynı davranışı göstermişlerdi.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Denilse ki: Necis
olmak şer'i bir hükümdür. Bu hususta ise bir nass yoktur. Bir şeyin haram
kılınması ise necis olmasını gerektirmez. Şeriatta haram olup da necis olmayan
nice şey vardır.
Deriz ki: Yüce
Allah'ın: "Rlcs" buyruğu, içkinin necis olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü rics, dilde necaset demektir. Diğer taraftan eğer biz hakkında nass
bulmadığımız sürece bir hüküm vermemek gibi bir kaideye riayet edecek olursak,
şeriat işlemez hale gelir. Çünkü, şeriatteki nasslar azdır. Sidiğin, kazuratın,
kanın, meytenin ve bundan başka.birtakım şeylerin necis olduklarına dair hangi
nass vardır? Bunlar, ancak ifadelerin zahirlerinden, umumlarından ve
kıyaslardan anlaşılır. el-Hac Sûresi'nde (22/30-31- âyet, 3- başlık ve
devamında) bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın İzniyle- gelecektir.
[165]
Yüce Allah'ın:
"Artık bunlardan kaçının" buyruğu, hiçbir şekilde ve herhangi bir şey
ile yararlanmamak üzere, mutlak olarak kaçınıp uzak durmayı gerektirmektedir.
Ne içmek suretiyle, ne satmak, ne sirkeye dönüştürmek, ne tedavi ve ne de
başka herhangi bir yokla. Bu konuda varid olmuş hadisler de buna delâlet
etmektedir.
Müslim'in İbn
Abbas'tan rivayetine göre bir adam, Rasulullah (savTe şarap dolu bir kırbayı
hediye etti. Rasulullah (sav) ona şöyle dedi: "Allah'ın bunu haram
kıldığını biliyor musun?" Adam: Hayır deyince, (İbn Abbas) dedi ki: Bir
adama gizlice bir şey söyledi. Rasulullah (sav) ona: "Ona ne
fısıldadın?" diye sordu. Adam: Ben ona bu şarabı satmasını söyledim. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Onu içmeyi haram kılan, onu satmayı da haram
kılmıştır." Bunun üzerine adam kırbayı açtı ve içinde ne varsa
boşalıncays. kadar öylece tuttu.[166]
İşte bu, söylediğimize
delâlet eden bir hadis-i şeriftir. Zira, onda caiz olam herhangi bir fayda ve
menfaat bulunsaydı, Rasululjah ölü koyun ile Ugcİ olarak: "Niçin postunu
alıp tabaklamadınız da ondan yararlanmadınız."[167] dediği
gibi mutlaka açıklardı.
[168]
Müslümanlar, içki ve
kan satımının haram olduğunu icma ile kabul en-mislerdir. Bunda ise,
pisliklerin, sair necasetlerin ve yenilmesi helâl olmayan şeylerin satışının
da haram olduğuna bir delil vardır. İşte bundan dote^ -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır- Malik, hayvan pisliklerinin satışını mekraıita görmüştür.
İbnü'l-Kasım İse, faydalı oluşu dolayısıyla buna ruhsat vermişnir Ancak kıyas,
Malik'in görüşü doğrultusundadır. Şafiî'nin görüşü de böyiedk Ayrıca bu hadis
de bunun doğruluğuna delâlet etmektedir.
[169]
Fukahâ'nın cumhuru,
şarabı sirkeye dönüştürmesinin kimseye caiz oi^ madiğini kabul etmişlerdir.
Şayet, şarabı sirkeye dönüştürmek caiz olsaydu Rasulullah (sav) adamın
kırbasının ağzını açıp şarabı dökmesine imkânmezdi. Çünkü sirke bir maldır.
Malın boşa harcanması, zayi edilmesi ise yasaklanmıştır. Hiçbir kimse de
müslümana ait bir şarabı döken kişinin, müslümana ait bir malı telef ettiğini
söylememektedir. Osman b, Ebi'l-Âs'da bir yetime ait bir şarabı dökmüştür.
Peygamber (sav)'dan şarabı sirkeye dönüştürmek hususunda izin istenmiş, fakat
kendisi: " Hayır" diyerek bunu yasaklamıştır.[170]
Hadis ehli ile Rey
ehlinden ilim adamlarından bir kesim bu kanaattedir. Suh-nûn b. Said de buna
meyletmiştir.
Bir başka kesim ise
şöyle demektedir; Şarabın sirkeye dönüştürülmesinde bir mahzur olmadığı gibi,
bir insanın müdahelesiyle veya başka bir yolla sirkeye dönüşmüş şaraptan
yemenin de mahzuru yoktur, Bu, es-Sevrî, el-Evzaî, eİ-Leys b. Sa'd ve
Kürelilerin görüşüdür.
Ebu Hanife der ki:
Şayet şaraba misk ve tuz atar, bu da bir çeşit marme-lata dönüşür ve şarap
halinden başka bir hale geçerse caizdir. Fakat, marmelat hususunda Muhammed b.
Hasan ona muhalefet ederek şöyle demektedir; Şaraba ancak sirkeye dönüştürmek
için müdahale yapılır.
Ebu Ömer (b. Abdü-Berr)
der ki: Iraklılar, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda Ebu'd-Derdâ'yı
delil gösterirler. Bu rivayet, Ebu îdris el-Havlânîden, o, Ebu'd-Derdâ^dan pek
kuvvetli olmayan bir yolla rivayet edildiğine göre, Ebu'd-Derdâ, şaraptan
dönüşmüş marmelatı yer ve: Güneş ile tuz bunu tabakladı, dermiş. Ancak, Ömer
b. el-Hattab ve Osman b. el-As, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda ona
muhalefet ettiği gibi, sünnetin varid olduğu yerde herhangi bir kimsenin görüşü
delil teşkil edemez. Başarı Allah'tandır.
Şarabın sirkeye
dönüştürülmesinin yasaklanışının, şarabın haram kılındığı ilk sıralarda,
İslâm'ın (bu yasağtn) ilk yıllannda olma ihtimali de vardır. Böylelikle, şarap
içmenin yasaklanışı üzerinden fazla bir zaman henüz geçmediği için, şarap
alıkoymaya kimse devam etmesin. Bu ise, bu konudaki alışkanlığa son vermek
istemekten dolayı idi. Eğer durum böyle idiyse, o takdirde buradaki yasak,
şarabın sirkeye dönüştürülmesiyle ilgili olmadığı gibi, şarabın dökülmesi
emrinin verilmesi, sirkeye dönüştürülmesinden sonra yenilmesine de engel teşkil
etmez.
Eşheb de Malik'ten
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hıristiyan bir kimse, bir şarabı sirkeye
dönüştürecek olursa, onu yemenin bir mahzuru yoktur. Aynı şekilde müslüman bir
kimse de onu sirkeye dönüştürüp Allah'tan mağfiret taleb ederse yine hüküm
böyledir. Bu rivayeti ise, îbn Abdi'î-Hakem Kitab'ında zikretmektedir.
Fakat, sahih olan
Malik'in, İbnü'l-Kasım vç İbn Vehb'in rivayetine göre söylediği; Müslümanm,
sirkeye dönüştürmek kastıyla şaraba müdahale etmesi de helal değildir, onu
satması da helâl değildir; ama, o şarabı tutup döksün, şeklindeki sözüdür.
[171]
Malik'in ve
arkadaşlarının: Eğer şarap kendiliğinden sirkeye dönüşecek olursa, o sirkeyi
yemenin helâl olduğu hususunda farklı görüşleri yoktur. Bu, Ömer b. el-Hattab,
Kabîsa, İbn Şihab ve Rabiâ'nın görüşü olduğu gibi; Şafiî'nin İki görüşünden
birisi de böyledir. Ayrıca Şafiî mezhebine mensub ilim adamlarının
çoğunluğunun kanaatine göre Şafiî'nin mezhebinden çıkartılan sonuç da budur.
[172]
İbn Huveyzimendad,
şarabın mülk edinilebileceğini zikretmektedir. O, bu görüşe, şarap vasıtasıyla
boğaza tıkanan lokmalann giderilebileceğini ve yangının söndürülebileceğini
söyleyerek varmıştır. Ancak bu, Malik'e ait olduğu bilinmeyen bir nakildir.
Bilakis bu, şarabın tahir olduğu görüşünü kabul edenlerin kanaatine göre
verilebilecek bir hükümdür. Eğer şarabı mülk edinmek caiz olsaydı, Peygamber
(sav) onun dökülmesini emretmezdi. Aynı şekilde, mülkiyet bir tür menfaat
sağlamaktır. Onu dökmek suretiyle de bu menfaat iptal edilmiştir, Hamd, Allah'a
mahsustur.
[173]
Bu âyet-i kerime,
kumar olsun olmasın, zar ve satranç oyunlarının haram olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü yüce Allah, şarabı haram kıldığı buyruğunda bunun haram
kılınışına sebep teşkil eden hususu da şöylece açıklamaktadır: "Ey iman
edenler I İçki, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Bu ayeti kerimeden
sonra da: "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin
bırakmak... isler" diye buyurmaktadır.
Her bîr oyunun azı,
çoğunu da arkasından getirir ve bu oyuna dalanlar arasında kin ve düşmanlığı
salar. Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyar. O halde bu oyunlar da şarap
gibidir. Böyle olmaları tıpkı içki gibi haram olmalarını gerektirmektedir.
İçki içmek sarhoşluk verir. Sarhoşken ise namaz kılınamaz. Ancak, zar ve
satranç oyunlarında bu özellik yoktur; denilse;
Buna şöyle cevap
verilir; Şam yüce Allah, içki ve kumarı haramlık hükmünde bir arada zikretmiş,
her ikisini de insanlar arasında düşmanlık ve kin salmakla nitelendirmiş,
Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyduklarını ifade buyurmuştur.
Bilindiği gibi şarap
sarhoşluk vermekle birlikte, kumar sarhoşluk vermez. Ancak, bu hususta içki ve
kumarın birbirlerinden ayrı olma lan,-taşıdı klan ortak özellikler
dolayısıyla- Allah nezdinde haram kılınmaları bakımından aynı seviyede
olmalarına engel değildir. Yine şarabın azı sarhoşluk vermez. Tıpkı zar ve
satranç oynamanın sarhoşluk vermediği gibi. Ama, şarabın azı da çoğu gibi
haramdır. O halde, sarhoşluk vermese dahi zar ve satrançla oynamanın şarap
gibi haram olmasına karşı çıkılamaz. Diğer taraftan oyuna başlamakla birlikte
gaflet insanı sarar, Kalbi istila eden bu gaflet ise sarhoşluğun yerini tutar.
Şayet şarap sarhoşluk verip bu sarhoşluk sonucunda namazdan alıkoyduğu için
haram kabul ediliyorsa, o halde insanı gaflete düşürüp, bunun sonucunda da
namazdan alıkoyduğundan dolayı zar ve satrançla oynamak da haram kabul
edilmelidir. Doğrusunu en iyt bilen Alfah'tır.
[174]
Hz. Peygambere bir
şarap tulumu hediye eden kişi ile ilgili hadis, (içkinin helal olduğunu İfade
eden buyrukları) nesh edici buyruğun, o kişiye varmamış olduğuna; onun o da
önceki mübahlığı esas alarak hareket ettiğine delalet etmektedir. İşte bu şuna
delildir: Bazı usul âlimlerinin söylediği gibi hüküm, nesh edid buyruğun
varlığı ile kalkmaz. Bu hadisin de delâlet ettiği gibi, nesli edici buyruğun
mükellefe varmasıyla kalkar. Sahili olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (sav)
o kişiyi azarlamamış, bunun yerine ona hükmü açıklamıştır. Zira o, ilk buyruk
gereğince amel etmekle muhataptır. Muhatap olduğu o buyruğu terkedecek olsaydı,
isyankâr olunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Her ne kadar neshedici
buyruk fiilen varid olmuşsa da bu böyledir.
Nitekim Küba
mescidinde namaz kılanlar için de böyle olmuştur, Onlar, haberci gelip
kendilerine, (Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı) nesh eden buyruğun
indiğini bildirinceye kadar, Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılıyorlardı. Haber
kendilerine gelince, Kâ'be'ye doğru yöneldiler. Nitekim bu husus, el-Bakara
sûresinde (2/142. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
Yine o sûrede,
hamr'dan, onun türeyişinden ve meysir'den (kumardan) da söz edilmişti. (2/219-
ayet, 1 ve 2. başlıklar) Bu sûrenin baş taraflarında da dikili taşlar ile fal
oklanna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. C5/3- ayet, 17 ve 18. başlıklar)
Cenab-ı Allah'a hamd olsun.
[175]
Yüce Allah:
"Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak...
ister" âyeti ile kullarına, şeytanın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve
başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan
sakındırdı ve bunları bize yasakladı.
Rivayete göre,
ensardan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan
şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların
etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına birşey
yoktu. Onlardan birisi: Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana
yapmazdı, dedi. Böylelikle aralarında kin başgösterdi. Bunun üzerine yüce Allah
da: "Muhakkak şeytan İçki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak...
İster" âyetini indirdi.[176]
Yüce Allah: "Ve
sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" buyruğu ile bize şöyle
diyor: Sarhoş olduğunuz vakit Allah'ı zikredemez, namaz kılamazsınız. Namaz
kılacak olsanız dahi, Ali'nin başına geldiği gibi siz de karıştırırsınız. Bu
hususun Abdurrahman (b, AvO'ın başından geçtiği en-Nisâ sûresinde daha önce
anlatıldığı gibi (4/43. ayet, 1. başlık) de rivayet edilmiştir.
Ubeydullah b. Ömer de
der ki: el-Kasım b. Muhammad'e, satranç hakkında, o bir kumar mıdır? Zar
hakkında, da o bir kumar mıdır? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Allah'ı
anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyan herşey bir kumardır. Ebu Ubeyd der ki: O,
bu açıklamasını yüce Allah'ın: "Sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak İster* buyruğundan hareketle yapmıştır.[177]
"Artık
vazgeçtiniz değil mi?" Ömer (r.a) bunun "vazgeçiniz" lafzının
ifade ettiği manadan ayrı olarak ağır bir tehdit olduğunu da görünce; Vazgeçtik,
dedi. Peygamber (sav) da münâdisine, Medine yollarında: Şunu bilin ki,
şarap'artık haram kılındı diye seslenmesini emretti. Bunun üzerine küpler kırıldı
ve şarap Medine yollarında akacak kadar yollara döküldü.
[178]
Yüce Allah'ın:
"Allah'a itaat edin, KasÛle de itaat edin ve sakının" buyruğur bu
haram kılmayı daha bir te'kid etmekte, tehdidi ağırlaştırmakta, emre uyma
gereğini, yasak kılınan şeyden vazgeçmeyi pekiştirmektedir. "Ve Allah'a
itaat edin" buyruğunun atf ile gelmesi de güzeldir. Çünkü, bundan önceki
İfadelerde de "vazgeçin" anlamı yer almıştır. Allah Rasulu hakkında
"İtaat edin" buyruğunun tekrarlanması ise te'kid içindir. Daha sonra
emre muhalefet etmekten de sakındırmakta ve yüz çevirip geri dönmeye karşılık
da âhiret azabı ile tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz
çevirirseniz" yani, muhalefet edecek olursanız, "bilin kî Haram
olduğunu bildirmekle emrolunduğunu haram kılmak hususunda peygamberimize düşen
açıkça tebliğden ibarettir." Kendisine İsyan olunması veya itaat
olunmasına göre cezalandırmak, yahut mükâfat vermek ise, Peygamber gönderene
aittir.
[179]
93- İman edip salih
amel İşleyenlere, sakınır, iman eder ve salih amel İşledikleri, sonra da
sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp İhsanda bulundukları takdirde,
yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Allah, ihsan edenleri sever.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:
[180]
İbn Abbas, el-Berâ b.
Âzib ve Enes b. Malik der ki: İçkiyi haram kılan buyruk nazil olunca, ashabtan
bazıları: İçki içip kumar parasını yediği halde ara-muzdan ölenlerin durumu
nasıl olacak ? gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-İ kerime
nazil oldu.[181]
Buharî, Enes b.
Maliki'ten göyle dediğini rivayet eder: Ebu Talha'mn evinde içki içenlere içki
veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair buyruk nazil oldu.
Peygamber def bir münadİye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebu
Talha şöyle dedi: Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak. Dışarı çıktım,
(gelip) şöyle dedim: Bu, "haberiniz olsun muhakkak içki artık haram
kılındı" diye ilan eden bir münadidir. Bu sefer Ebu Tal-ha şöyle dedi: Git
ve o şarabı dök. O şarap, el-Fadîh (diye bilinen, yarılmış taze hurmadan
yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şaraptı) den yapılmıştı. (Enes devamla.) der
ki: Şarap, Medine sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: Karınlarında (şarap.)
bulunduğu halde bir topluluk öldürüldü. Bunun üzerine yüce Allah: "İman
edip salih amel İşleyenlere... tattık I arın dün dolayı bir vebal yoktur"
âyetini indirdi.[182]
Bu âyet-i kerime ile bu
hadis-i şerif, ashab-ı kiramın ilk kıbleye doğru namaz kılarken ölen kimseler
hakkındaki sorularını andırmaktadır. Bu soruyu sormaları üzerine; "Allah,
imanınızı boşa çıkarmaz" (el-Bakara, 2/143) âyeti nazil olmuştur. Buna
göre bir kimse, ölünceye kadar mubah olan bir işi yapacak olursa, bundan
dolayı ne lehine, ne de aleyhine bir şey olur. Günah kazanması da, sorumlu
tutulması da, yerilmesi de, ecir alması da, Övülmesi de sözkonusu değildir.
Çünkü mubah, şeriat açısından her iki yönü de birbirine eşit olan iştir. Buna
göre, içki mubah iken içkinin kalıntıları karnında bulunduğu halde ölen
kimselerin durumu ile ilgili olarak korkuya kapılmamak ve soru sormamak
gerekirdi. Ancak, bu soruyu soran kişi, mübah-lığın delilinin farkına
varmayarak, mübahlık hatırına gelmediğinden dolayı sormuş olabilir yahut da
yüce Allah'tan korkusunun ileri derecede oluşundan, mü'min kardeşlerine
şefkatinden dolayı, daha önce içki içmesi sebebiyle sorgulanmalarından,
cezalandırılmalarından vehme kapılmış uluduğundan dolayı böyle bir soruyu
sormuş olabilir, İşte, yüce Allah da: "îman edip sa-lih amel
işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" âyeti ile böyle bir
vehmi ortadan kaldırdı.
[183]
Âyetin nüzulüne dair
bu hadis-i şerifte, sarhoşluk vermesi halinde hurmadan yapılan nebîzin, hamr
(şarap) olduğuna açık bir delil vardır. Bu, kendisine U'raz olunması caiz
olmayan açık bir nastır. Çünkü ashab-ı kiram (Allah'ın rahmeti üzerlerine
olsun) dili bilen insanlardı. Onlar, bu içtikleri ne-bizin bir hamr olduğunu
akletmişlerdi. Zira, o dönemde Medine'de bundan başka bir içkileri yoktu.
Şair el-Hakemî de
şöyle demiştir:
"Bizim bir
şarabımız var. Fakat, asma şarabı değildir o. Bunun yerine o, yüksek hurma
ağaçlarının meyvesinden yapılır. Bunlar semaya doğru yükselen asmalardır.
Meyvelerini toplamak isteyenlerin elleri ona ulaşamamıştır."
Buna açık delillerden
birisi de Nesâî'nin kaydettiği şu rivayettir Bize el-Kasım b. Zekeriyya haber
verdi: Bize, Ubeydullah, Şeyban'dan haber verdi. O, el-A'meş'den, o, Muharib b.
Disar'dan, o, Cabİr'den, o da Peygamber (sav)'dan, Hz. Peygamberin şöyle
buyurduğunu nakletti; "Kuru üzüm ve hurma (dan yapılan içkO şarabın tâ
kendisidir,"[184]
Yine sahih nakille
sabit olduğuna göre, Ömer b. el-Hattab (r.a) -ki, dili ve şeriatı bilen bir
kişi olarak o yeter- Peygamber (sav)]ın minberi üzerinde hutbe irad ederken
şöyle demiştir: Ey insanlar, şunu bilin ki, şarabın haram kılınışı nazil
olduğu günde şarap beş şeyden yapılırdı: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan
ve arpadan. Şarap (Lıamr), aklı örten her şeydir.[185]
Bu ise, hamnn anlamı
ile. ilgili en sarih açıklamadır. Ömer b. el-Hattab, Medine'de Peygamber
(sav)'ın minberi üzerinde sahabe topluluğunun huzurunda hutbe irad edip bu sözleri
söyledi. Onlar bu dili bilen ehil insanlardı. Ve garaptan (hamrdan), bizim
sözünü ettiğimiz şeyden başkasını da anlamamışlardı. Bu husus, böylece sabit
olduğuna göre, "hamr ancak üzümden yapılır. Üzümden başkasından yapılana
ise hamr denilmez ve lıamr adı onu kapsamaz. O içkilere ancak nebîz
denilir" diyen Ebu Hanife ve Kûfelilerin görüşü de çürütülmüş olur.
Nitekim şair de göyle demiştir:
"Ben'nebîai nebîz
ehline terkettim. Ve ben, onu ayıplayanla antlaşmah dost oldum 0 öyle bir
içkidir ki, gencin şerefini kirletir Ve kötülüğün kapılarını açar."
[186]
İmam Ebu Abdullah
el-Mâzerî der ki: Seleften olsun, diğerlerinden olsun, ilim adamlarının
çoğunluğunun kanaatine göre türü itibari île sarhoşluk veren herşeyin içilmesi
de haramdır. A2 ya da çok olsun, çiğ ya da pişmiş olsun, üzümden veya başka
şeyden yapılmış olsun» fark etmez. Bunlardan herhangi birisinden kim birşey
içerse, ona had vurulur. Sarhoşluk veren üzümden yapılan çiğ şaraba gelince,
işte bir damlası dahi olsa, azının da çoğunun da haram olduğu icma ile kabul
edilen budur Bunun dışında kalan içkilerin ise, cumhurun görüşüne göre haram
olduğu kabul edilmiştir.
Ancak, Kûfeliler sözü
geçenlerin dışında kalan içkilerden az olanda muhalefet etmişlerdir. Az
miktardan kasıt sarhoşluk verecek dereceye ulaşmayan miktardır,
Üzümden çıkartıldığı
halde pişirilmiş olması halinde de farklı görüştedirler. Basralılardan bir
gurubun görüşüne göre, haramhk hükmü sadece üzümden sıkılan ve kuru üzümün
ıslatılıp pişirilmemiş olan içeceği içindir. Üzüm ve kuru üzümün suyunun
pişirilmiş olması ile bunların dışında kalanların pisüirilmiş. ve çığ
(pişirilmemiş) sulan ise, sarhoşluk vermediği sürece helaldir
Ebu Hanife, haramhk
hükmünün farklı hükümler taşımakla birlikte, yalnızca hurma ve üzüm
meyvelerinden sıkılana münhasır olduğu görüşündedir. Onun görüşüne göre saf
üzüm suyundan yapılmış şarabın azı da çoğu da haramdır. Ancak, üçte ikisi
gidinceye kadar pişirilmesi hali müstesnadır. Islatılan kuru üzüm ve hurma
İçeceğine gelince, bunlar herhangi bir miktar nazarı itibara alınmaksızın az
dahi olsa ateş üzerinde bırakılmış olsa bile, bunların pişirilmiş olanları
helaldir; çiğleri ise haramdır. Fakat o bunu haram kabul etmekle birlikte
bunları içmekten dolayı haddi gerekli görmemektedir. Bütün bunlar ise,
sarhoşluk sözkonusu olmadığı sürece sözkonusudur. Eğer, sarhoşluk verecek
olurlarsa, hepsi birbirine eşit olurlar.
Hocamız fakih imam
Ebu'l-Abbas Ahmed Cr.a) der ki; Bu meselede muhalif kanaatte olanlara hayret
edilir. Çünkü bunlar derler ki: Üzümden sıkılarak elde edilen şarabın az
miktarı çoğu gibi haramdır. Bu hususta icma da vardır. Bunlara; Şarabın az
miktarı aklı gidermediğî halde ne diye haramdır denilecek olursa, mutlaka şöyle
denilir: Çünkü onun az miktarını içmek daha çok içmeye götürür veya teabbüd
için böyledir. Bu durumda onlara şöyle denilir: Şarabın azı hakkında kabul
ettiğiniz herşey, aynen nebîzin azı hakkında da mevcuttur. O halde o da haram
olmalıdır. Zira, -eğer bu kabul edilecek olursa- bunlar arasında yalnızca isim
Farkı vardır. Böyle bir kjyas ise kıyas türlerinin en yükseğidir. Çünkü burada,
fer' bütün nitelikleriyle asla eşittir. Bu ise, onun {Ebu Hanife'nin):
"Kölelerimi azad ettim" diyen bir kimsenînf azad etme hükmünün hem
erkek köleler, hem de cariyeler hakkında geçerli olmasını kıyasa dayanarak
söylediğinin aynısıdır Diğer taraftan Ebu Ha-nife ve arkadaşlanna -Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun- gerçekten hayret edi-Hr. Çünkü onlar, kıyasta o kadar
ileri giderler ve kıyası ahad haberlere tercih dahi ederler. Bununla birlikte
Kitap ve Sünnet île ümmetin ilk dönemindeki ilim adamlarının icma ile
desteklenmiş bu celî kıyası bir kenara İterek, muhaddislerin kitaplarında
illetlerini beyan ettikleri şekilde hiçbirisi sahih olmayan ve hiçbirisi sahih
kitaplarda yer almayan hadislere itimad etmişlerdir.
Yüce Allah'ın İzniyle
bu meselenin geri katan kısmı en-Nahl sûresinde
(16/67. ayet, 2.
başlıkta) gelecektir.
[187]
Şanı yüce Allah'ın:
"Tattıklarından" buyruğunda "tatmak; (taam)" aslında yemek
hakkında kullanılır. Mesela: "Yemeğin tadına baktı, yedi ve içeceği
içti," denilir. Ancak bu hususta, mecazî olarak da: "Ne ekmeğin, ne
suyun, ne uykunun tadına baktım,1' denir. Şair de der ki:
"Vecra (denilen
yer) de, yanakları meyilli[188]
deve kuşları vardır; Uykunun tadına bakmazlar Ancak ayakta oldukları
halde"
Daha önce el-Bakara
sûresinde: "Fakat kim onu tatmazsa...(el-Bakara, 2/249. âyetin tefsirinde)
yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca bk. 2/61. âyetin
tefsiri)
[189]
İbn Huveyzimertdâd der
ki: Bu âyet-i kertme, mubah ve arzu edilen şeyleri alıp kullanmanın, yiyecek,
içecek, evlenmek gibi zevk alınan herşeyden yararlanmanın -bu hususta aşınya
gidilse ve bedeli ileri derecede olsa dahi-mübahhğım ihtiva etmektedir. Bu
âyet-i kerime, yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Allah'ın
size helal kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın"
(el-Maide, 5/82); "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve hoş
ve temiz rıztkları karam kılan kimdir? (el-A'raf, 7/32)
[190]
Yüce Allah'ın:
"Sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp iman
ettikleri, sonra yine sakınıp ihsan ettikleri taktirde, tattıklarından dolayı
bir vebal yoktur. Allah İhsan edenleri sever1 buyruğu ile ilgili dört görüş
vardır:
1- Takvanın
(sakınmanın) anılmasında tekrar sözkonusu değildir. Anlamı şudur: İçki içmekten
sakınır, haram olduğuna İnanırlarsa ikincisinin anlamı ise, sakınmaları
(takvaları) ve imanları devam ederse, üçüncüsünün anlamı ise, sakınıp ihsanda
bulunduklan takdirde .... şeklindedir.
2-
içkinin
haram kılınışından önce diğer haramlardan sakınır, haram kılınışından sonra da
onu içmekten sakınırlar, sonra da geri kalan diğer amellerinde sakınmalarını
devam ettirir ve davranışlarını güzel yapar, ihsanda bulunurlarsa, demektir.
3-
Şirkten
sakınır, Allah'a ve Rasulüne iman ederlerse; ikincisinin anlamı ise, sonra da
büyük günahlardan sakınarak imanlarını attırırlarsa; üçüncüsünün anlamı ise:
Sonra da küçük günahlardan sakınıp ihsanda bulunurlarsa, yani nafile ameller
işlerlerse.... demektir.
4-
Muhammed
b. Cerir der kt: Birinci sakınma yüce Allah'ın emirlerini kabul ile karşılamak
suretiyle sakınmak ve O'nu tasdik ederek O'na itaat edip gereğince amel
etmektir. İkinci sakınmak ise tasdik üzere sebatı devam ettirmek suretiyle
sakınmaktır. Üçüncü sakınmak ise, ihsan ile ve nafileler yaparak Allah'a
yaklaşmak suretiyle sakınmaktır.
[191]
Yüce Allah'ın:
"Sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde... Allah ihsan edenleri
sever" buyruğu, ihsan eden ve sakınan (muttaki) kimsenin, salih ameller
işleyip iman eden muttaki kimseden daha faziletli olduğuna delildir. Fazileti
ise, ihsanı dolayısıyla ona verilecek olan ecir iledir.
[192]
Ashabdan (r.anhum)
Cumalıoğullanndan Kudame b. Maz'ûn, bu âyet-i (yanlış bir şekilde) te'vil
etmiştir. Bu sahabi, Habeşistan'a iki kardeşi Osman ve Abdullah ile birlikte
hicret edenlerdendir. Daha sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir'de hazır
bulunmuş ve uzun bir ömür sürmüştür. Ömer b. el-Hat-tab'ın kayın biraderi, oğlu
Abdullah ve kızı Hz. Hafsa'nm dayısı idi. Ömer b. el-Hattab onu, önce Bahreyn'e
vali olarak tayin etmiş» daha sonra Abdulkays oğullan efendisi el-Carud'un onun
aleyhine şarap içtiğine dair tanıklık etmesi
üzerine azletmişti.[193]
Dârakutnî şu rivayeti
kaydederek der ki: Bize Ebu'l-Hasen Ali b. Muham-med el-Mısrî anlattı: Bize,
Yahya b. Eyyub el-Allâf anlattı. Bana, Said b. Ufeyr
anlam. Bana, Yahya b.
Fuleyh b. Süleyman anlatarak dedi ki: Bana, Sevr b. Zeyd İkrime'den anlattı, o,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini naklettir
İçki içenlere
Rasulullah (sav) dönenimde ellerle, ayakkabılarla ve sopalarla vurulurdu.
Rasulullah (sav) vefat edinceye kadar bu böyle devam etti.
Ebu Bekir'in
halifeliği döneminde içki içenler, RasuluJlah (say)'ın dönemindekilerden daha
fazlaydı. O bakımdan Ebu Bekir vefat edinceye kadar onlara kırkar sopa
vururdu.
Ondan sonra gelen Ömer
de aynı şekilde kırkar'sopa vurarak cezalandırıyordu. Nihayet ona ilk
muhacirlerden içki içmiş birisi getirildi. Ona sopa vurulmasını emretti. Adam:
Bana niye sopa vurdun? Benimle senin aranda Allah'ın Kitabı hakem olsun, dedi.
Hz. Ömer şöyle dedi: Peki, Allah'ın Kitabının neresinde sana sopa
vuramayacağımı görüyorsun? Bunun üzerine adam şöyle dedi: Yüce Allah kitabında:
"İman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal
yoktur" diye buyurmaktadır, işte ben de îman edip salih amel işleyen,
sonra sakınıp iman eden, sonra yine sakınıp ihsan edenlerdenim. Rasulullah
(sav) l\ç birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve bütün önemli vakalarda hazır
bulundum.
Hz. Ömer şöyle dedi:
Bu söylediklerine karşı cevap vermiyor musunuz? İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i
kerimeler, daha önce geçenler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı da
bir delildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler,
içki, kumar..." Sonra, diğer ayeti de okuyarak devam etti. Eğer bu
gerçekten iman edip aHh amel işluyen kimselerden alsay-dl, şüphesiz ki Allah
ona içki içmesini yasaklamış bulunmaktadır. Bu sefer Ömer şöyle dedi: Doğru
söyledin, Peki görüşünüz nedir?
Bu sefer Ali (r.a)
şöyle dedi: Şüphesiz bir kimse içti mi sarhoş olur. Sarhoş oldu mu, hezeyan
eder. Hezeyan etti mi de iftiralarda bulunur. Müfteri kimseye de seksen sopa
vurulur. Bunun üzerine Hz. Ömer emrederek ona
seltscn sıtypa
vuruldu.
[194]
el-Humeydi, Ebu Bekr
el-Berkanî'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Carud,
Bahreyn'den gelince dedi ki: Ey mü'minlerin emi-ri, Kudame b. Maz'ûn sarhoşluk
verici içki içti. Ve ben, yüce Allah'ın haklanndan bir hak görürsem onu sana
getirmem, benim üzerime bir hak görev olur. Hz. Ömer: Senin söylediğinin
doğruluğuna kim şahidlik eder, deyince. O: Ebu Hureyre dedi. Bunun üzerine Hz.
Ömer, Ebu Hureyre'yi çağırıp: Ne ye şahidlik edersin Ey Ebu Hureyre? diye
sormuş, O da: İçki içtiğinde ben onu görmedim ama, onu sarhoş ve kusarken
gördüm. Hz. Ömer; Sen, sahicilikte işi aşırıya görürdün dedi, arkasından Hz.
Ömer, Bahreyn'de buiunan Ku-dame'ye mektup yazarak yanına gelmesini emretti.
el-Carud henüz
Medine'de iken Kudame geldi. el-Carud da Hz. Ömer'le konuşarak: Bu adama
Allah'ın Kitabını uygula dedi. Hz. Ömer el-Caruda: Sen bir şahid misin? Yoksa
bir hasım, bir davacı mısın? el-Carud: Ben şahidim dedi. Hz. Ömer: Sen
sahiciliğini yapmış bulunuyorsun demesi üzerine, el-Ca-rud Hz. Ömer'e: Ben,
Allah adına sana söylüyorum, dedi. Bu sefer Hz. Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin
ederim, ya dilini tutarsın, yahut da sana kötülük yaparım.
Bu sefer, el-Carud:
Allah'a yemin ederim senin bu davranışın hak değildir. Amcan oğlu içki içecek,
bana kötü davranacaksın. Hz. Ömer onu tehdit etti. Bu sefer, oturmakta olan Ebu
Hureyre dedi ki: Ey mü'minlerin emiri, eğer sen bizim şahitliğimizden şüphe
ediyor isen, İbn Maz'un'un hanımı, Velid'in kızı (HinO'e sor Bunun üzerine Hz.
Ömer, Hind'e Allah adına söylemesini istiyerek haberci gönderdi. Hint de kocası
aleyhine şahidlik edince, Hz. Ömer şöyle dedi. Ey Kudame, ben sana sopa
vuracağım. Bu sefer Kudame: Allah'a yemin ederim -eğer dedikleri gibi içki
içmiş olsam dahi- Ey Ömer, senin bana sopa vurma hakkın yoktur. Hz. Ömer:
Nedenmiş o, Ey Kudame deyince, Kudame şöyle dedi: Çünkü yüce Allah: "İman
edip salih amel işleyenlere... tattıklarından bîr vebal yoktur. Allah ihsan
edenleri sever diye buyurmaktadır, dedi.
Bunun üzerine Hz.
Ömer: Ey Kudame, yanlış tevil ediyorsun. Sen, eğer Allah'tan korksan, Allah'ın
haram kıldığından uzak dururdun. Sonra Hz. Ömer, hazır bulunanlara dönerek
şöyle dedi: Kudameye sopa vurmak hakkındaki görüşünüz nedir? Hazır bulunanlar:
Hasta olduğu sürece ona sopa vurmam uygun görmüyoruz dediler. Hz. Ömer, sesini
çıkarmayarak ona sopa vurmadı.
Birgün sabahleyin,
yine yanındaki arkadaşlarına: Kudame'ye sopa vurmak hususundaki görüşünüz
nedir, diye sorunca, hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmanı
uygun görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim,
kamçının altında ölerek Allah'ın huzuruna çıkması, benim o sorumluluk boynumda
olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkmamdan daha çok hoşuma gider. Allah'a yemin
ederim ona sopa vuracağım dedikten sonra, bana bir kamçı getirin, dedi. Hz.
Ömer'in azad- iısi Eslem-ona ince ve küçük bir kamçı getirdi. Hz. Ömer o
kamçıyı alıp eliyle sıvazladıktan sonra Eslem'e şöyle dedi: Kavminin kötü
adeti olan iltimas seni etkiledi hat Bana bundan başka bir kamçı getiriniz
dedi. Bu sefer Eşlem ona tam bîr kamçı getirdi. Bunun üzerine Ömer, Kudaroe'ye
kamçı vurulmasını emretti. Bundan dolayı Kudame, Hz, Ömer'e öfkelendi ve ona
darıldı. Kudame, Hz. Ömer'e dargın vaziyette ikisi de hacc ettiler. Nihayet
haclarından geri döndüklerinde Ömer, es-Sukyâ denilen yerde konaklayıp uyudu.
Uyandığında Ömer şöyle dedi: Çabuk bana Kudame'yi getiriniz. Haydi gidin bana
onu getiriniz. Allah'a yemin ederim ben rüyamda birisinin bana gelip şöyle
dediğini duydum: Kudame ile barış, çünkü o senin kardeşindir. Fakat Kudame'nin
yanına gittiklerinde Hz- Ömer'in yanına gelmeyi kabul etmedi. Bu sefer Hz,
Ömer, Kudame'nin yanına sürüklenerek getirilmesini emretti. Nihayet Hz. Ömer
onunla konuştu ve onun için Allah'tan mağfiret diledi. Böylelikle
dargınlıklarından sonra İlk defa-barışmış oldular.[195]
Eyyub b. Ebî Temime
der ki: Bedir'e katılanlardan, şarap dolayısıyla ondan başka kimseye had
vurulmuş değiidk.
İbnti'l-Arabî der ki:
İşte bu, sana âyetin te'vilini (ne anlama geldiğini) göstermektedir. Bu
hususta, Dârakutnfnin naklettiği hadiste, İbn Abbas'tan zikredilenler ile,
el-Berkani yoluyla gelen hadiste, Hz. Ömer'den gelen açıklamalar doğru olan
açıklamalardır. Eğer şarap içen bir kimse, başka hususlarda da Allah'tan
korkacak olsa (ve bundan dolayı haddi haketmediği kabul edİİse), şarap
dolayısıyla hiç kimseye had vurulmazdı. O bakımdan, böyle bir te'vil, en bozuk
bir te'vildir. Kudame ise bunu farketmemişti. Ömer ve İbn Abbas gibi (Allah
ikisinden de razı olsun) Allah'ın başarı verdiği kimseler ise, bunun doğru
anlamını kavramışlardı. Şair der ki:
"Ben zamanın
üzüntü ve kederinden ağladığını görecek olursam; Mutlaka bende Ömer'e
ağlarım.."
Ali (r.a)'dan rivayet
olunduğuna göre, Şam'da bir topluluk içki içtiler ve: Bu içki bizim için
helaldir deyip, bu âyet-i kerimeyi yanlış bir surette te'vii ettiler. Hz. Ali
ile Hz, Ömer, tevbe etmelerinin istenmesini, tevbe etmeyecek olurlarsa
öldürülmeleri gerektiğini kararlaştırdılar. Bunu da el-Kiya et-Taberî
zikretmiştir.[196]
94. Ey iman edenler,
Allah gıyaben kendisinden korkanları ortaya çıkarmak İçin avdan, ellerinizin»
mızraklarınızın erişeblle ceğl bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir. Artık
bundan sonra kim aşın giderse, onun İçin pek acıklı bir azap vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[197]
Yüce Allah'ın:
"...Allah... sizi muhakkak deneyecektir buyruğu, muhakkak sizi
sınayacaktır demektir. Denemek (ibtilâ), sınamak demektir.
Avlanma, Arab-ı
Aribe'nin[198] geçim yollarından birisi
idi. Hepsi arasında oldukça yaygındı. Oldukça kullanılan bir yoldu. Allah da
onları ihramlı iken ve Harem bölgesinde av hayvanları ile sınadı. Tıpkı,
îsrailoğullannı Cumartesi gününde haddi aşmamakla sınadığı gibi.
Denildiğine göre, bu
âyet-i kerime Hudeybiye yılı nazil olmuştur. Ashabın bazıları, Peygamber (sav)
ile birlikte ihrama girdikleri halde, bazıları da ihrama girmemişti. O bakımdan,
bir av göründü mü, durumları ve davranışları o hususta farklı farklı olurdu.
Av ile ilgili hükümler kendileri için açık ve net olmadığından dolayı, durum ve
fiillerinin hükümlerine, hacc ve umrelerinin yasaklarına dair bir beyan olmak
üzere yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi.
[199]
İlim adamları» bu
âyet-i kerimenin muhatapları ile ilgili olarak iki farklı görüş ileri
sürmüşlerdir. Birincisine göre, bu âyetin muhatapları ihramlı olmayan
kimselerdir. Bunu Malik söylemiştir.
İkinci görüşe göre ise
bunlar ihramlı olanlardır. Bunu da İbn Abbas söylemiş ve bu hususta yüce
Allah'ın: "Sizi muhakkak deneyecektir" buyruğunu delil göstermiştir.
Çünkü, denemenin kendisi vasıtasıyla tahakkuk ettiği avlanmaktan uzak durma
yükümlülüğü, ihram ile birlikte sözkonusu olur.
İbnü'l-Arabîise göyle
demektedir: Ancak, bunun böyle olması gerekmez, Çünkü teklif, kendisi için
avlanmakla ilgili koşulan çeşitli şartlar ile ve yine avlanma keyfiyetine dair
kendisi için meşru kılınan niteliklerle tahakkuk eder. Doğrusu, bu âyet-i
kerimedeki hitabın, ihramlı olsun, olmasın bütün insanlara yönelik olduğudur.
Çünkü yüce Allah'ın: "Sizi muhakkak deneyecektir" buyruğu, mutlaka
bununla mükellef kılacaktır, demektir. Teklif ise, bütünüyle bir denemedir.
Fazilet iset bunun çokluk ve azlığında, zayıflık ve sıkıntılar arasındaki
farklılıklarda ortaya çıkar.
[200]
Yüce Allah'ın:
"Avdan.., bir şeyle" buyruğu, avın bazılarıyla demektir. Burada
geçen; dan," teb'îz (kismîlik) içindir. Bu da özel olarak kara avıdır.
Bütün av hayvanlarını kapsamaz. Çünkü, denizin de avı vardır. Bu açıklama
et-Taberî ve başkaları tarafından yapılmıştır. "Av (sayd)" ile ise,
avlanan hayvanlar kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah: «Ellerinizin...
erişebileceği diye buyurmaktadır.
[201]
Yüce Allah'ın:
"Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" buyruğu, küçük ve büyük
av hayvanlarının durumunu açıklamaktadır.
tbn Vessâb ve en-Nehaî
"Cilö> Erişebileceği" buyruğunu, alttan noktalı "ye"
harfi ile ( *JLj) diye okumuşlardır.
Mücahid der ki: Eller,
yavruları, yumurtaları ve kaçamayanlan alıp yakalayabilir. Mızraklar ise,
büyük av hayvanlarına erişir. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Yüce Allah
:"Ey iman edenler, Allah... ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği
bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir" diye buyurmaktadır. İnsanın eliyle,
mızrağıyla, yahut herhangi bir silahı ile erişebilip de
öldürdüğü her bir şey,
yüce Allah'ın buyurduğu gibi avdır.
[202]
Yüce Allah'ın, özel
olarak "elleri" zikretmesinin sebebi, avlanmakta gösterilen çabanın
büyük bir kısmının ellerle yapılışından dolayıdır. Avcılıkta kullanılan diğer
hayvanlar, ipler, el ile yapılan tuzak ve ağlar da bunun kapsamına girer.
(Silahlar arasından) özel olarak mızrakların anıhşı ise, avı yaralayan
araçların çoğunluğunu mızrakların teşkil edişi dolay ısıyladır. Ok ve benzeri
şeyler de kapsamına girer. Avlanmada kullanılan hayvanlar ve oklara dair
açıklamalar isef sûrenin baş tarafında (el-Mâide, 5/4. âyet, 4. başlık ve devamında)
yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Hamd Allah'adır.
[203]
Tuzak ve ağlara
yakalanan avlar, sahiplerine aittir. Herhangi bir kimse avı bunlara takılmak
zorunda bırakacak olsa ve bu ağ ve tuzaklar olmaksızın bu avları yakalama
imkânı yoksa, o takdirde bu ağların sahibi öbürü ile ortaktır. Dağda bulunan
arı kovanlarına düşen arılar da sözü geçen ağ ve tuzaklar gibidir. Yüksek
burçlarda bulunan güvercinler ise, eğer mümkünse sahiplerine geri verilir.
Kovan arılarının durumu da böyledir. Bu, Malik'ten rivayet edilmiştir.
Arkadaşlarından birisi
de şöyle demektedir: Güvercin, ya da anlatın yanına geldiği kimsenin, bunları
geri vermek mükellefiyeti yoktur.
Eğer köpekler, bir avı
bir kimsenin evine ya da odasına girmek zorunda bırakacak olursa, av
hayvanı> köpekleri salan avcıya aittir ev sahibine değil. Eğer, köpeklerin
mecbur bırakması sözkonusu olmaksızın eve girecek olsa, o takdirde o av hayvanı
ev sahibine ait olur.
[204]
Bazıları, av
hayvanının avcı hayvanı kışkırtana değil de bizzat yakalayana ait olacağına bu
âyeti delil göstermişlerdir. Çünkü, avcı hayvanı kışkırtanın el, ya da mızrağı
henüz birşey ele geçirebilmiş değildir. Ebû Hanife'nin de görüşü budur.
[205]
Mâlik, kitap ehlinin
avını mekruh görmekle birlikte haram dememiştir. Çünkü yüce Allah:
"Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" derken, iman ehlini
kastetmektedir Zira yüce Allah, âyetin baş tarafında: "Ey iman
edenler" diye bîtap buyurmuştur. Böylelikle kitap ehli dışarıda
bırakılmıştır.
İlim ehlinin cumhuru
ise, ona muhalefet etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Kendilerine kitap
verilenlerin yiyeceği size helaldir" (el-Mâide, 5/5) diye buyurmuştur.
Onlara göre, av da tıpkı kitap ehlinin kestikleri gibidir.
Bizim (Maliki
mezhebimizin) ilim adamlarımız ise, ayet-i kerime, onların yiyeceklerini ihtiva
etmekle birlikte, av başka bir türdür. O bakımdan genel olarak yiyeceklerin
kapsamına girmez ve yiyecek, mutlak olarak kullanıldığı takdirde avı kapsamaz.
Derim ki: Bu açıklama,
avlanmanın kitap ehli nezdinde meşru olmayışına binaen böyledir. Bu durumda av
onların yiyeceklerinden olmaz. Böylelikle bu iddia bizim için bağlayıcı
olmaktan da çıkar. Şayet av, eğer dinlerinde meşru ise, lafız onu da kapsamına
aldığından dolayı, bizim onların av hayvanlarının da etini yememiz gerekir.
Çünkü, bu da onlann yiyecekleri arasında yer alır,
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[206]
95. Ey iman edenler!
Sîz ikramdayken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse cezası, iki
âdil kimsenin hükmü ile, öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'be'ye ulaştırılacak bir
hayvaü kurban etmektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde-lti bir
keffârettir. Veya bunun dengi oruç tutmaktır. Tâ ki ettiğinin vebalini tatmış
olsun. Allah, geçmiştekiler! bağışlamıştır. Fakat, kim bir daha böyle yaparsa,
Allah ondan intikam altr. Allah, mutlak galiptir, intikam sahibidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:
[207]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler" şeklindeki bu hitabı, erkek olsun, dişi olsun bütün
müslümanlaradır. Buradaki yasak ise» yüce Allah'ın; "Ey iman edenler,
Allak... avdan ellerinizin..,erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir"
(el-Mâide 5/94) âyetinde sözü geçen denemedir. Rivayet olunduğuna göre,
Ebu'l-Yeser, ki, adı Amr b. Mâlik el-Ensaif dir.[208]
Hudeybiye yılında umre yapmak üzere ihrama girmişti. O sırada bir yaban eşeği
öldürünce, onun hakkında: "Siz ihramda İken avı öldürmeyin" âyet-i
nazil oldu.
[209]
Yüce Allah'ın:
"Avj öldürmeyin" buyruğunda geçen öldürmek, canın çıkmasına sebep
olan herbir fiildir. Bu da çeşitlidir. Boynunu kesmek, boğazını kesmek,
boğmak, vurmak ve buna benzer. Böylece yüce Allah, avlanmak hususunda ihramh
kimseye, canın çıkmasına sebep teşkil edecek her-türlü davranışı haram kılmış
olmaktadır.
[210]
Bir kimse, bir av
hayvanını öldürse veya kesset ondan yiyecek olsa, onu öldürmesi dolayısıyla tek
bir ceza ödemesi gerekir. Yediği için bir ceza gerekmez. Şafiî de bu
görüştedir.
Ebu Hanife ise şöyle
der: Ona, yediğinin cezasını da vermek düşer. Yani, onun kıymetini vermelidir.
Ancak, iki arkadaşı (Ebu Yusuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler:
(Yemesinden dolayı) ona İstiğfar etmekten başka birşey gerekmez. Zira o,
bundan başka bir meyte yemiş gibidir. Bundan dolayı bir başka ihramh kişi ondan
yiyecek olsa, ona da İstiğfardan başka bir şey düşmez.
Ebu Hanife'nin delili
şudur: O, İhramı dolayısıyla kendisine yasak olan bir iş yapmıştır. Zira o av
hayvanını öldürmek ihramın yasaklarındandır Bilindiği gibi öldürmekten maksat
o hayvanın etini yemektir. Eğer maksada kendisi vasıtasıyla ulaşılan şey,
ihramının yasağı ise, ve bu onun için bir cezayı gerektirmekte ise, bizzat
maksadın kendisini gerçekleştirmesi, cezalandırılması için daha uygundur.
[211]
Bize (.Maliki
mezhebine) göre, ihramh bir kimsenin av hayvanım boğazlaması caiz değildir.
Çünkü yüce Allah, ihramlı olan kimseye av hayvanını öldürmeyi yasaklamıştır.
Ebu Hanife de bu görüştedir.
Şafiî ise der ki:
İhramlı kimsenin av hayvanını boğazlaması, bir serT kesimdir. O,-bunu ileri
sürerken şunları delil gösterir: Şer'î kesim, ehliyete sahip bir kimseden -ki,
o da müslümandır- sadır olmuştur. Ve bu kesimT mahalline izafe olunmuştur.
Bunlar da davarlardır. O halde bu, onu yemeyi helal kılmak olan maksadını da
gerçekleştirir. Bunun asıl dayanağı ise, ihram-sız kimsenin kesebilmesidir.
Derim ki: Kesme işinin
ehil kimseden sadır olduğuna dair iddianıza gelin' ce, ihramda olan bir kimse,
av hayvanını kesme ehliyetine haiz değildir. Zira ehliyet, akla dayanılarak
tesbit edilen bir durum değildir. Bunu belirleyen şeriattır. Bu da, şeriatın
kesime izin vermesiyle yahut da bunu reddetmesiyle anlaşılır. Reddetmek de
kesmenin yasaklanmasından anlaşılır. İhramlı olan kimseye ise, av hayvanını
kesmesi yasak kılınmıştır. Çünkü yüce Allah: "İhramda îken avı
öldürmeyin" diye buyurmaktadır. Böylelikle bu nehiy sebebiyle ehliyet
sözkonusu olmamaktadır. Diğer taraftan, bu maksadını gerçekleştirmektedir,
sözünüze gelince, bizler ihramlı bir kimsenin av hayvanını kesmesi halinde
onun, o av hayvanından yemesinin helâl olmayacağını ittifakla kabul ediyoruz.
Ancak, size göre ondan başkası o av hayvanından yiyebilir. Eğer hayvanı
kesmek, kesen için helâl olması gibi bir fayda sağlamıyor ise, ondan başkasına
böyle bir fayda sağlamaması öncelikle sözkonusu-dur. Çünkü fer' hükümleri
itibari ile aslına (yani, kıyasta ikinci önerme birinci önermenin hükümlerine)
tabidir. Dolayısı ile, asıl için sabit olmayan şeylerin fer' için sabit olması
sahih olamaz.
[212]
Yüce Allah'ın:
Av" buyruğu, mastar olup, isim gibi muamele görmüştür. Avlanılan hayvan
hakkında kullanılmıştır. Burada "av" lafzı ister kara, ister deniz
av hayvanı olsun, hepsi hakkında umumidir. Nihayet yüce Allah'ın:
"İhramda bulunduğunu/ sûrece de İcara avı size haram kılındı" buyruğu
gelince, bu buyrukla yüce Allah deniz avını mutlak olarak mubah kıldı.
NiteTcim, yüce Allah'ın izniyle, bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair
açıklamalar gelecektir.
[213]
Yırtıcı hayvanların,
kara avı kapsamının dışında olup ondan tahsis edilip edilmediği hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik der ki: Kedi,
tilki, sırtlan ve buna benzer saldırgan olmayan bütün yırtıcı hayvanları İhramU
bir kimse öldüremez. Öldürecek olursa karşılığında fidyesini öder. Yine Malik
der ki: Küçük sinekleri de ihramlı kimsenin öldürmesini uygun görmedim.
Öldürecek olursa onların da fidyesini öder. Bunlar ise, karga yavruları gibi
değerlendirilir.
Bununla birlikte,
insanların üzerine çoğunlukla saldıran, hayvanların öldürülmesinde bir mahzur
yoktur. Aslan, kurt, kaplan ve pars gibi. Aynı şekilde yılan, akrep, fare,
karga ve çaylakm öldürülmesinde de bir mahzur yoktur. İsmail der ki: Bu ise,
Hz, Peygamber'in şu buyruğu dolayısıyladır: "Beş fasık vardır ki bunlar,
Harem bölgesinde de Harem bölgesinin dışında da Öldürülürler..."[214]
Peygamber bunlara, "fasıklar" diye ad vermiş ve onları yaptıkları
fiillerle vasfetmiştir Çünkü, fasık, fışkın ism-i failidir. Küçüklerinin bu
gibi davranışlan yoktur. Köpeği saldırgan olmakla nitelendirmiştir. Köpek yavruları
ise saldırmazlar. O bakımdan köpek yavruları bu sıfatın kapsamı içerisine
girmezler.
Yine kadı İsmail der
ki: Saldırgan köpek, insanlara zararı büyük olan hayvanlardandır. Yılan ve
akrep de bu kabildendir. Çünkü bunlardan korkulur. Çaylak ve karga da böyledir.
Çünkü bunlar insanların elinden eti kapıp gider.
İbn Bukeyr der ki:
Akrebin öldürülmesine izin verilmesi, akrebin iğne ve zelıirinin bulunmasından
dolayıdır. Farenin öldürülmesine izin verilmesi ise, yolcu için hayati önemi
olan su kabı ile ayakkabıları kemirmesinden dolayıdır. Karga ise, deve üstüne
kendisini bırakır ve devenin etini gagalayıp sırtını oyar.
Malik'ten şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Karga ve çaylak, zarar vermeleri hali dışında
öldürülmezler. Yine kadı İsmail der ki: Eşek ansı hakkında görüş ayrılığı
vardır. Kimisi onu yılan ve akrebe benzetmiştir. Eğer, eşek ansı insanlara
kendiliğinden saldırmayan bir hayvan olmasaydı, onlar için yılan ve akrepten
daha çetin olurdu. Şu kadar var ki, yılan ve akrepinki kadar onun tabiatında
saldırganlık yoktur. Hatta eşek arısı, rahatsız edilecek olursa kendisini
korumaya çalışır. (Yine Kadı İsmail) der ki: Bir kimseye eşşek ansı gelir de,
o da kendisini ona karşı savunacak olursa, onu öldürmekten dolayı ona birşey
düşmez. Ömer b. el-Hattab'dan eşek arısının öldürülmesinin mübahlığına dair
rivayet sabit olmuştur.
İmam Malik ise der ki:
Eşek arasını öldüren bir kimse, birşeyler yedirir Yine Malik, pire, sinek,
karınca ve benzeri hayvanları öldüren hakkında da aynı şeyleri söylemiştir.
Rey Ashabı derler ki:
Bütün bunları öldürenlere birşey düşmez. Ebu Hanife de der ki: İhramlı bir
kimse, yırtıcı hayvanlar arasından yalnızca saldırgan köpeği ve kurtu öldürür.
İster ilk saldıran bu hayvanlar olsun, ister bunlara ilk saldıran ihramlı
olsun farketmez. Bunların dışında yırtıcı hayvanlardan herhangi birisini
öldürecek olursa, onun fidyesini verir.
Yine Ebu Hanife der
ki: Şayet köpek ve kurlun dışında herhangi bir yırtıcı hayvan ilk olarak
ihramlıya saldıracak olursa, ihramlı da onu öldürürse, ih-ramlıya birşey
düşmez. Yine yılan, akrep, karga ve çaylağı öldürmekten dolayı da ona birşey
düşmez. Ebu Hanife ve arkadaşlarının -Züfer müstesna- özetle görüşleri
böyledir. el-Evzaîf es-Sevrf, el-Hasen de böyle demişlerdir. Delil olarak da
Peygamber (sav)'ın, bazı hayvanları muayyen olarak özellikle zikredip
zararları dolayısıyla ihramlı kimsenin bunları öldürmesine ruhsat vermiş
olmasını göstermişlerdir. O bakımdam bunlara herhangi bir hayvanı daha ilave
etmenin izah edilir bir tarafı olamaz. Ancak, herhangi bir şey üzerinde icma
edecek olurlarsa, bu da onların CHz, Peygafnber'irt muayyen olarak öldürme
ruhsatı verdiği hayvanların) kapsamı içerisinde değerlendirilir.
Derim ki: Ebu
Hanife'ye -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- gerçekten hayret edilir O, kile ile
ölçülme illeti dolayısıyla toprağı da buğday gibi değerlendirdiği halde1, fısk
ve saldırganlık illeti dolayısıyla diğer saldırgan yırtıcı hayvanları köpeğe
kıyas etmemekte; Malik ve Şafiî {Allah'ın rahmeti üzerlerine olsurO'nin
yaptığı değerlendirmeyi yapmamaktadır.
Züfer b. el-Hüzeyl de
der ki: İhramlı kimse yalnızca kurtu öldürebilir. İhramlı olduğu halde kurttan
başka hayvan öldüren kişinin, ister bu hayvan ilk saldıran olsun, İster ilk
saldıran olmasın fidye ödemesi gerekir. Çünkü, bu hayvan dilsiz (açma) bir
hayvandır ve onun yaptığı bir hederdir.[215]
Aksini kabul etmek konu ile ilgili hadisi reddetmektir ve ona muhalefet
etmektir.
Şafiî ise der ki: Eti
yenmeyen her bir hayvanı, ihramlı kimse öldürebilir. Bunların küçükleri ile
büyükleri arasında fark yoktur. Bunlardan kurt ile sırtlandan doğma, melez
yavru müstesnadır. Şafiî der ki: Akbaba, hamamböceği maymun, şempanze ve
etleri yenilmeyen hayvanlarda birşey yoktur. Çünkü bunlar av hayvanları
arasında değildir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "İkramda
bulunduğunuz sürece de kara avı size karam kılındı" (el-Maide, 5/96) İşte
bu da ihramhlara haram kılınan avların, ihrama girmeden önce helal olan avlar
olduğunu göstermektedir. Bu ifadeyi Şafiî'den el-Müzenî ve er-Rabi'
nakletmiştir.
Denilse ki; Eziyet
vermekle ve yenmemekle birlikte bitin neden fidyesini vermek gerekir? Buna
şöyle cevap verilir: Bitin fidyesini ödemenin tek sebebi, tırnak, saç gibi
şeyler ile ihramlının giymemesi gereken şeyi giymesi karşılığında vermesi
gereken fidye kadar vermesi gereğidir. Çünkü bitin atılması suretiyle eğer baş
ve sakalında bulunuyor ise, kendi üzerinden rahatsız edici bir şeyi atmış
olur. O, böylelikle sanki saçının bir bölümünü atmış gibidir. Şayet bit,
açıkta görülür ve öldürülecek olursa, bu durumda bitin bir eziyeti de olmaz, Bu
hususta Ebu Sevr'in görüşü, Şafiî'nin görüşüdür Bunu da Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) söylemiştir.
[216]
Hadis imamları, İbn
Ömer'den Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu naklederler: "Beş canlı
hayvan vardır ki, ihramlı için bunları öldürmekte bir vebal yoktur: Karga,
çaylak, akrep, fare ve saldırgaa köpek." Lafız Buharînin-dir.[217]
Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.
Müslim'in kitabında da
Hz. Âişe'den, Peygamber (,sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Beş
fasık (bozguncu hayvan) vardır ki, bunlar Harem bölgesinin dışında da, Harem
bölgesinin içinde de öldürülürler: Yılan, alaca karga, fare, saldırgan köpek
ve çaylak."[218]
İlim ehlinden bir
gurup da bu hadis gereğince görüş belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Kargalardan
yalnızca alaca olanı öldürülebilir. Çünkü, hadisteki ifade mutlak olanı
kayıtlamaktadır.
Ebu Davud'un
Sünen'inde de Ebu Said el-Hudrî'den, Peygamber (sav)'ın: "Ve kargaya ok
atar fakat onu öldürmez"[219] diye
buyurmaktadır.
Mücahıd de bu
görüştedir. Cumhur ise, İbn Ömer hadisi gereğince görüş belirtmişlerdir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
Ebu Dâvud ile
Tirmizî'deki rivayette ise, saldırgan yırtıcı hayvan da yer almaktadır.[220]
tşte bu da (bunların öldürülmesine müsaade edilmesinin, illetine) dikkat
çekmektedir.
[221]
Yüce Allah'ın:
"Siz İhramda iken" buyruğu, erkek kadın, hür ve köle hakkında
umumidir. Çünkü, " thramlı erkek, ihrarnlı kadın" denilir. Bunun
çoğulu da"îhramhlar" şeklinde gelir.
Harem bölgesine giren
kimse, ifadesi hem zamanı, hem mekânı, hem ih-ramlı olma halini umum yoluyla
değil de müşterek lafız olmak bakımından kapsamaktadır. Meselâ: Haram aylara
veya Haram bölgesine giren, yahut da ihram elbisesini giyen bir kimse hakkında
müşterek olarak: tabiri kullanılır. Şu kadar var ki, zaman itibariyle Haram
aylarına girmenin haram kılınışının nazar-ı itibara alınmayacağı icma ile
kabul edilmiştir. Geriye yalnızca mekân ve ihramlı olma hali mükellefiyetin
aslı olarak kalmaktadır. Bu açıklamayı, İbnü'l-Arabî yapmıştır.
[222]
Mekân olarak Harem
bölgeler iki tanedir, Medine Harem bölgesi ile, Mekke Harem bölgesi. Şafiî ise,
Taif Harem bölgesini de bunlara ilave etmiştir. Ona göre, Taif in de ağacı
kesilmez, avı avlanmaz, Bununla birlikte bunlardan herhangi birisini yapanın
da bir cezası yoktur.
Medine Harem
bölgesinde ise, hiçbir kimsenin avlanması, oranın ağaçlarım kesmesi, Mekke
hareminde olduğu gibi, caiz değildir. Böyle bir iş yapacak olursa, Malik,
Şafiî ve arkadaşlarına göre yapana herhangi bir ceza düşmez, tbn Ebi Zi'b,
ceza ödemesi gerekir demektedir, Sa'd ise şöyle demektedir: Buna verilecek
ceza: Üzerindeki eşyanın alınmasıdır. Bu görüş Şafiî'den de rivayet edilmiştir.
Ebu Hanife ise der ki:
Medine bölgesinin avını avlamak haram değildir. Ağaçlarını kesmek de böyle.
Onun görüşünü kabul eden bazı kimseler, onun lehine Sa'd b. Ebi Vakkas'ın
Peygamber (sav)'dan şöyle dediğine dair naklettiği hadisi delil
göstermişlerdir: "Her kimi, Medine sınırları içerisinde avlanır, yahut
oranın ağaçlarını keserken görecek olursanız, onun beraberindeki eşyalannı
alınız." Nitekim, Sa'd da bu şekilde davrananın beraberindeki eşyalarını
(selebini) almıştır.[223]
(Ebu Hanife) der ki; Fukaha, Medine'de avlanan kimsenin beraberindeki
eşyalarının alınmayacağım ittifakla kabul etmişlerdir, Bu ise, bu hadisin
mensûh olduğuna delâlet etmektedir. Yine Tahavî, böyle diyenlerin lehine Enes
hadisini delil göstermiştir. Hz, Peygamber "en-Nuğayr ne yaptı?71 diye
sormuş, kuş avlanmasını ve kuşu yakalamasını tepki ile karşılamarmştır.[224]
Ancak, bütün bunlarda
delil olacak bir taraf yoktur. Birinci hadis pek kuvvetli bir hadis değildir.
Diğer taraftan sahih olduğu kabul edilse bile, avlanan kimsenin beraberindeki
eşyaların alınmasının nesh edilmesi, Medine bölgesinin Haremi ile ilgili
sahili olan hadisleri ortadan kaldıramaz. Çünkü, nice haram şey vardır ki,
dünyada onun için bir ceza yoktur, İkinci hadise gelince bu, harem bölgesi
dışında avlanmış olabilir, Hz. Âise yoluyla gelen hadis de böyledir. Bu
hadîste belirtildiğine göre Rasulullah (sav)'a ait bir yabani hayvan vardı.
Rasulullah dışarı çıktı mı, bu hayvan oynar, hızlıca koşuşur, gider gelirdi.
Fakat Rasulullah (sav)'ın geldiğini fark eder etmez, olduğu yerde durur ve ona
eziyet verir korkusu ile hareketsiz yerinde dururdu.[225]
Bizim bunlara karşı
delilimiz, Malik'in İbn Şihab'dan, onun, Said b. el-Mü-seyyeb'den rivayetine
göre, Ebu Hureyre'nin şu sözleridir: Ben, ceylanlan Medine'de otlar görecek
olursam, onları rahatsız etmem. (Çünkü), Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"(Medine'nin) iki kara taşlığı arası, Haram bölgedir"[226]
Ebu Hureyre'nin: Ben
onları ürkütmem, rahatsız etmem, şeklindeki ifadesi, Medine Haremi çevresinde
av hayvanlarını ürkütüp korkutmanın caiz olmadığına delildir. Tıpkı Mekke
Hareminde av hayvanlarını ürkütüp korkutmanın caiz olmadığı gibi. Aynı şekilde
Zeyd b. Sabit de Şurahbil b. Sa'd'ın Medine'de avlamış olduğu ve elinde
bulundurduğu göçeğen kuşunu almış olması[227] da,
aslıab-ı kiramın Medine bölgesindeki av hayvanlarının haram kılınışı hususunda
Rasulullah (sav)'ın maksadını iyice kavramış olduklarına ve Medine'de avlanmayı
da, avlanılan hayvanları mülk edinmeyi de caiz görmediklerine bir delildir.
îbn Ebi 2i'b'inr
(Medine'de avlanan ceza verir şeklindeki) görüşüne gösterdiği dayanak ise, Hz.
Peygamber'den gelip, Sahih'te yer alan şu buyruğudur: "Allah'ım, şüphesiz
İbrahim Mekke'yi Haram bölge ilan etti. Ben de Medine'yi o, ne ile Mekke'yi
haram kılmış ise, ben de onun gibi ve onunla birlikte bir o kadar fazlası ile
haram kılıyorum. (Medine'nin) bitkisi kopanlmaz, ağacı kesilmez ve av hayvanı
ürkütülmez."[228]
Diğer taraftan, Medine
haremi de avlanmanın yasak kılındığı bir Harem bölgedir. O halde Mekke
hareminde olduğu gibi, bu bölgede yapılan avın da cezası-ödenmelidir. Kadı
Abudulvehlıab der ki: Bu görüş, benim kanaatime göre bizim (Maliki) mezhebimiz
usullerine en uygun bir kıyastır. Özellikle bizim mezheb alimlerimize göre
Medine, Mekke'den daha faziletlidir. Yine, Medine'de kılınan namaz, Mescid-i
Haram'da kılınan namazdan daha faziletlidir.
Malik ve Şafiî'nin
Medine hareminde avlanan kimse hakkında ceza hükmü ve -Şafiî'nin meşhur olan
görüşüne göre- beraberindeki eşyasının alınmayacağı hükmünün verilmeyişine
dair gösterdikleri deliller arasında Hz. Pey-gamber'in Sahih'te yer alan şu
buyruğunun genel ifadesi de vardır. "Medine'nin Ayr dağı ile Sevr dağı
arasındaki bölgesi (harem bölgesidir). Kim orada bir suç işler, yahut cinayet
işlemiş birisini barındıracak olursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlann
laneti onun üzerine olsun. Allah, Kıyamet gününde ondan herhangi bir hayır
amelini ve fidyesini kabul etmesin,[229]
Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber oldukça ağır tehditte bulunmuş, fakat bir
keffâretten söz etmemiştir.
Sa'd'dan nakledilene
gelince bu, Sa'd'a has bir görüştür. Çünkü, Sahih'te ondan rivayet olunduğuna göre,
o, el-Akikideki köşküne binip gittiği sırada, bir kölenin bir ağacı kesmekte
-ya da meyvesini silkelemekte- olduğunu görür, o da beraberinde ne varsa ondan
alır. Sa'd geri dönünce, bu köle sahipleri yanına gelip onunla kölelerinden
aldıklarını, kölelerine ya da kendilerine vermesi için konuşurlar. Sa'd ise :
Rasulullah'ın bana ganimet olarak vermiş olduğu bir şeyi vermekten Allah'a
sığınırım diyerek, köleden al-dıktennı geri vermeyi kabul etmedi.[230]
İşte Sa'd'ın "bana verdiği ganimeti1' şeklindeki sözünün zahirinden
anlaşılan, bunun ona has olduğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[231]
"İçinizden kim
onu bilerek öldürürse" buyruğunda yüce Allah, kasten avı öldüreni
sözkonusu etmekte, fakat hata ederek ve unutarak avlanandan söz etmemektedir.
Burada kasten avlanandan kasıt, ihramlı olduğunu bilmekle birlikte bir ava
kastedendir. Hata eden ise, kastı başka bir şeye olmakla birlikte ava isabet
ettirendir. Unutan ise, avı kastetmekle birlikte ihramlı olduğunu hatırlamayan
kimsedir. Bu hususta ilim adamlarının beş ayrı görüşü vardır.
1-
Dârakutnî'nin senedini kaydederek İbn Abbas'tan şöyle dediğine dair rivayeti:
"Keffaret, ancak kasten avlanmaktadır. Hata yoluyla avlanmakta cezayı
ağırlaştırmaları ise, bir daha bu İşe tekrar dönmemeleri içindir."[232]
2-
Yüce
Allah'ın: "Bilerek (kasten)1 diye buyurması, çoğunlukla görünen hale
binaen buyrulmustur. Şeriat usulünde olduğu gibi, nadir olan da buna ilhak
edilmiştir (aynı hükme tabi görülmüştür).
3- Hata
edene ve unutana birşey düşmez. Taberî ve kendisinden nakledilen iki
rivayetten birisinde Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Bu görüş, İbn Ab-bas ve
Said b. Cübeyr'den de rivayet edildiği gibi, Tavus ve Ebu Sevr de böyle
demiştir. Davud'un görüşü de budur. Ahmed şöylece görüşüne delil göstermektedir:
Şanı yüce Allah'ın, özel olarak bilerek ve kasten avlananı söz-konusu etmesi,
böyle olmayanlan farklı hükme tabi olduğunun delilidir. Şunu da İlave eder:
Aslolan, zimmetin berâetidir. Dolayısıyla herkim, zimmetin herhangi bir hakla
meşgul olduğunu iddia edecek olursa» delil getirmesi gerekir.
4- İster
kasten, ister hata, isterse de unutarak avlansın, onun aleyhine ceza vermekle
hüküm edilir. Bu görüşü îbn Abbas ileri sürmüştür. Ayrıca, Ömer, Tavus, el-Hasen,
İbrahim ve ez-Zührî'den de rivayet edilmiştir. Malik, Şafiî, Ebû Hanife ve
arkadaşîan da bu görüştedirler. ez-Zührî der ki: Kasten avlanmada ceza Kur'ân
ile öngörülmüştür. Hata ve unutarak avlanmada ceza ise sünnet gereği
öngörülmüştür. İbnü'l-Arabî der ki: Eğer sünnetten kastı, îbn Abbas'tan ve
Ömer'den varid olan rivayetler ise mesele yok. Ve zaten onlardan gelen bu
rivayetler örnek olarak ne kadar güzeldir.
5- Av
hayvanını kasten öldürmesi, ihramlı olduğunu unutarak öldürmesi demektir. -Bu,
Mücahidin görüşüdür. Çünkü yüce Allah, bundan sonra: "Kim bir daha böyle
yaparsa» Allah ondan intikam alır" diye buyurmuştur. (Mücahid) devamla
der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanacak olursa, ilk defa ona ceza
vermek gerekirdi. İşte bu da yüce Allah'ın, ihramını unutarak, fakat av
hayvanını öldürmeyi kastederek avlandığının sözkonu-su edildiğine delil
olmaktadır. Mücahid der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanırsa,
artık o, ihramdan çıkar ve onun haccetmesi sözkonusu ol-maz: Çünkü o, ihramlı
halinde yasak olan bir iş işlemiştir. Tıpkı namazda iken konuşması veya abdest
bozacak bir durumu olması halinde olduğu gibi, hac-cı da batıl olur. İşte hata
ederek avlanan kimseye cezanın faydası vardır
Bizim, Mücahide karşı
delilimiz ise şudur: Şanı yüce Allah, ceza vermeyi öngörmüş, fakat fesaddan
söz etmemiştir. Dolayısıyla kişinin, ihramlı olduğunu hatırlaması ile unutması
arasında bir fark yoktur. Haccı namaza kıyas etmek de doğru olamaz. Çünkü
bunlar birbirlerinden farklı şeylerdir. Yine Mücahid'den bu şekilde kastı
olarak av hayvanını öldüren ihramlı aleyhine ceza hükmü verilmeyeceğini,
Allah'tan mağfiret dileyeceği ve haccının da tamam olacağını söylediği de
rivayet edilmiştir, İbn Zeyd de bu görüştedir.
Dâvud (ez-Zahirî)'ye
karşı delilimiz ise şudur: Peygamber (sav)a, sırtlan hakkında soru sorulmuş, o
da: "O bir av hayvanıdır" buyurmuş, böylelikle ihramlı bir kimse
avladığı takdirde onun yerine bir koç fidye vermesini emretmiş ve orada kasıt
veya hatadan gözetmemiştir.[233]
Bizim (Maliki) mezhebimizin
ilim adamlarından olan Bukcyr der kî: Şanı yüce Allah'ın: "Bilerek"
diye buyurması, kasten öldürülmesi halinde keffâ-ret belirlemediği Ademoğluna
benzemediğini, av hayvanında keffâretin söz-konusu olduğunu ve bununla hata
yoluyla öldürmede cezayı kaldırmayı kastetmediğini açıklamak içindir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[234]
İhramlı olduğu halde,
arka arkaya av hayvanı öldürecek olursa, Mâlik, Şafiî, Ebû Hanife ve
diğerlerinin görüşlerine göre, her bir öldürmesi karşılığında aleyhine ceza
vermesi hükmü verilir. Çünkü yüce Allah: "Ey İman edenleri Siz ihramda
iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürür+ se, cezası... öldürdüğü
hayvanın benzeri bir hayran kurban etmektir" diye buyurmaktadır.
Bu buyrukta yasak,
ihramlı hakkında süreklidir, O ihramda kaldığı sürece bu yasak da devam
etmektedir. O bakımdan, ne vakit bir hayvan öldürürse, bundan dolayı onun bir
ceza ödemesi gerekir.
İbn Abbastan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: İslamda onun aleyhine iki defa ceza vermesi hükmü
verilmez. Aleyhine yalnızca bir ceza vermesi hükmü verilir. İkinci bir defa bu
işi tekrarlayacak olursa, aleyhine hüküm verilmez. Ona: Allah senden intikam
alır, denilir. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah
ondan İntikam alır diye buyurmuştur, el-Hasen, İbrahim, Mücahid ve Şûreyh de bu
görüştedir.
Bunlara karşı
delilimiz ise, sözünü ettiğimiz şekilde onun ihramda kaldığı sürece bu
avlanmanın haramlığı hükmünün devam etmesi ve İslâm dininde onun aleyhine bu
şekilde hitabın yöneltilmiş olmasıdır.
[235]
Yüce Allah'ın:
"Cefcası... öldürdüğü hayvanın benzeri" buyruğunda, dört ayrı kıraat
vardır, (Birincisi): "şeklinde, birinci kelime olan cezanın merfu' ve
tenvinli okunması, ikinci kelimenin de sıfat olmak üzere ötreli gelmesi. Bu
durumda haber İse saklıdır, ifadenin takdiri ise şöyledir: "Ona,
öldürdüğü hayvanın benzeri bir ceza vacib olur.'r Bu kıraate göre
"benzerin bizzat cezanın kendisi olması gerekir.
İkinci kıraat 'ın
merfu' ve tenvinsiz olarak, nin de izafet ile okunmasıdır. Yani ona,
öldürdüğünün benzen ceza vardır. Bu halde- fazladan gelmiştir. Konuşma anında;
; Ben senin gibisine ikram ediyorum, deyip de bununla; Ben de sana ikram ediyorum demek istemesine
benzer. Bunun bir benzeri de şanı yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
Bir ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz
kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?"
(el-En'âm, 6/122) İfadenin takdiri ise,: Karanhklar-daki kimse gibi midir?
seklindedir. (Yani, âyet-i kerimede yer alan ve ikinci bir benzetmeyi ifade
eden mesel kelimesinin zâid geldiğini kastetmektedir). Yüce Allah'ın şu buyruğu
da böyledir: "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (.eş-Şura,
42/11) Yani, onun gibi hiçbir şey yoktur. Bu kıraate göre, Öldürülen avın
cezasının, onun benzerinden başkasının olmasını gerekmektedir. Zira, hiçbir
şey kendi kendisine izafe edilmez. Ebu Ali de der ki: Ceza olarak verilmesi
gereken öldürülenin karşılığıdır. Yoksa, öldürülenin benzeri ceza olarak
verilmez. İzafet ise, mislin karşılığının ceza olarak verilmesini gerektirir.
Öldürülenin cezasını değil. Bu, ileride de geleceği gibi Şafiî'nin görüşüdür.
Yüce Allah'ın:
"Hayvanın" buyruğu, her iki kıraate göre de ceza"nın sıfatıdır.
el-Hasen ise, şeklinde
"ayn" harfini sakin olarak okumuştur ki, bu da bir şivedir.
Abdurrahman ise, şeklinde, ref ile ve tenvinli olarak; kelimesini ise mansub
olarak okumuştur. Ebul-Fetlı der ki: kelimesinin mansub olması, bizzat
"ceza" kelimesi iledir. Anlamı da: Öldürdüğünün benzerini ceza
olarak verir, şeklinde olur
İbn Mes'ud ve el-A'meş
ise, "ne" zamirini izhar ederek; Onun cezası,,, benzeri...dir"
diye okumuşlardır. Bu zamirin, ava yahut da avı öldüren avcıya ait olması
muhtemeldir.
[236]
Ceza, yüce Allah'ın da
buyurduğu gibi, av hayvanını bizzat yakalamakla değil de onu öldürmekle vacib
olur. el-Müdevvene'de şöyle denilmektedir: Kim bir kuş avlar da onun tüylerini
yolsa, sonra da onu bir yerde alıkoysa, o kuşun tüyleri bitip uçsa, bu kuşu
avlayana bir ceza düşmez.
Aynı şekilde bir av
hayvanın ön ayağını yahut arka ayağını, ya da organlarından herhangi birisini
koparsa ve ölmezse sağlığına kavuşup diğer av hayvanlarına katılacak olsa,
avcıya birşey düşme2. Ona, o av hayvanına verdiği eksiklik kadar bir ceza
vermesi gerekir, de denilmiştir.
Eğer av hayvanı
kaybolup ne yaptığını bilemeyecek olursa, onun tam cezasını Ödemesi gerekir.
Av hayvanı kötürümleşip diğer hemcinslerine katılamayacak olursa yahut da onun
için durumun tehlikesinden korkulacak bir halde bırakırsa, o hayvanın tam
olarak cezasını ödemesi gerekir.
[237]
Cezası gereken av
hayvanları, karada yaşayan hayvanlar ile kuşlar olmak üzere iki türlüdür.
Karada yaşayan hayvanlardan, hilkat ve şekil itibariyle benzeri olanı ile
cezalandırılır. O bakımdan, deve kuşunda büyük baş hayvanı, yaban eşeği, yaban
öküzü karşılığında inek, ceylanda da koyun ceza olarak kesilir. Şafiî de bu
görüştedir.
Malik'e göre, ceza
olarak yeterli olan asgari miktar, mümkün olan ve kurban edilebilen hediye
kurbanıdır. Bu ise, koyun ve keçi türünden bir yaşında, onun dışındaki büyük
başlardan ise seniy {inek türü için üç yaşında, deve için altı yaşında )dir.
Cezası bu seviyeye ulaşmayanların karşılığında ya yemek yedirilir, yahut oruç
tutulur.
Bütün güvercin
türlerinde -Mekke güvercini müstesna- kıymetleri fidye olarak verilir. Ancak
Mekke güvercini kargılığında bu hususta selefe uyularak bir koyun verilir.
Dubsî (kara tüylü bir kumru çeşidi), üveyik kuşu ve kumru ile boynunda
gerdanlığı andıran renkli tüyleri bulunan bütün kuşların hepsi de güvercin
gibidir. İbn Abdillıakem'in, Malik'ten naklettiğine göre, Mekke güvercinleri
ile yavruları karşılığında bir koyun ceza kurbanı kesilir. Yine Malik der ki:
Bütün Harem bölgesinin güvercinleri de böyledir. Ancak, Harem bölgesi
dışındaki güvercinlerde bilirkişi takdirine göre ceza verilir.
Ebû Hanife der ki:
Avlanan hayvanın misli, kıymette muteberdir. Hilkatte değil, O bakımdan,
avlanan hayvanın öldürüldüğü yerde o av satılmıyor ise, ona en yakın olan yerde
dirhem olarak kıymeti belirlenir. O da bu kıymet ile dilediği takdirde bir
hediye kurbanı satın ahr. Yahut dilerse onunla yiyecek alır ve herbir yoksula
dilediği takdirde yarımşar sa' buğday, yahut arpa veya hurmadan da birer sa'
yedirir.
Şafiî ise, öldürülen
avın mislinin davarlardan takdir edilmesi gerektiği görüşündedir. Nasıl ki
telef edilen birşeyin mislinin kıymeti nazar-ı itibara alınıyorsa, bunda da
mislinin kıymeti tesbit edilir. Eşyanın kıymeti alındığı gibi, burada da
Öldürülen hayvanın mislinin kıymeti esas alınır. Çünkü, vücutta aslolan
misildir. Bu da gayet açıktır. İşte, şeklindeki izafetle kıraat de buna göre
açıklanır.
Ebu Hanife delil
göstererek der ki: Eğer, deve kuşunda büyük baş hayvan, yaban eşeğinde inek ve
ceylanda bir koyun şeklinde hilkat bakımından benzerlik muteber olsaydı, âyet-i
kerimede cezayı tesbit etmek, o hususta hüküm verecek adaletli iki kişinin
hükmüne bağlı bırakılmazdı. Çünkü bu, bilinmiş olduğundan ayrıca görüş
belirtip üzerinde düşünmeye gerek olmazdı. Adil kişilerin takdirine ve konu
üzerinde düşünmeye ihtiyaç duyulan şey, belirtip içinden çıkılması zor ve konu
ile ilgili bakış açılarının farklı olduğu şeylerde sözkonusudur, Bizim ona
karşı delilimiz, yüce Allah'ın: "Cezası... Öldürdüğü hayvanın
benzeri—kurban etmektir" âyetidir Benzerlik, zahiri itibariyle yaratılış
ve suret bakımından benzerliği gerektirir. Mana bakımından benzerliği
gerektirmez. Diğer taraftan yüce Allah: "Öldürdüğü hay-vanuı benzeri"
diye buyurmakla, benzerin cinsini beyan etmekte, bundan sonra ise
"içinizden... iki adil kimsenin hükmü İle" diye buyurmaktadır ki,
burada hakkında hüküm verilecek olana ait olan zamir, hayvanın benzerine
racidir. Çünkü, bundan önce zamirin kendisine raci olacağı ondan başka herhangi
bir şeyden söz edilmemiştir. Daha sonra İse: "Kâ'foe'ye ulaştırılacak bir
hayvan kurban etmektir" diye buyurulmaktadır. İşte kurban edinilmesi
düşünülebilen hayvan, öldürülen hayvanın misli olmaktadır. Kıymete gelince,
kıymetin hediye kurbanı olması düşünülemez. Ayru âyet-i kerimede ondan söz
edilmiş değildir O halde, bizim zikrettiğimiz hususun doğruluğu ortaya
çıkmaktadır. Allah'a hîimd olsun.
Onların: Eğer benzerlik
muteber olsaydı, bu konuda hüküm vermek adil kişilere bırakılmazdı, şeklindeki
sözlerine de şöyle cevap verilir: Adil kişilerin verecekleri hükmün muteber
olması, av hayvanının küçüktük ve büyüklük gibî durumlarının, cinsinden davar
bulunan ile, bulunmayanın tesbit edilmesi ile3 hakkında nassın sözkonusu
olduğu hayvanları, nassın sözkonusu olmadığı hayvanlara ilhak edilip edilmemesi
içindir.
[238]
Bir kimse, Mekke'den
ihrama girerek, evinin kapısını İçeride güvercin yavruları bulunduğu halde
kapatacak olur da bu yavrular ölecek olursa, her bir yavruya karşılık bir koyun
kurban keser.
Maük der ki: Av
hayvanlarının küçü ki erindeki ceza da büyü ki erindeki ceza gibidir. Bu, aynı
zamanda Atâ'nın da görüşüdür. Malik'e göre, hiçbir hayvanın sütten yeni
kesilmiş dişi oğlak veya dört aylık kuzu ise fidyesi verilmez. Yine Malik der
ki: Bu ela diyet gibidir. Küçüğü ile büyüğü arasında bir fark yoktur, Malik'e
göre keler ile cerboa karşılığında yiyecek olarak kiymetev Medavditef küçük ona
mu.
edenler olduğu gibi,
küçük baş hayvanlarda, bir yaşında, büyükbaş hayvanlardan olan ineklerde üç,
develerde de altı yaşını nazar-A itibara almak hususunda ona muhalefet eden ve
Hz. Ömer'in şu görüşü doğrultusunda kanaat belirtenler vardır: Tavşana
karşılık dişi oğlak, cerboa'ya karşılık da dört aylık kuzu ceza verilir. Bunu,
Malik de mevkuf olarak rivayet etmiştir.[239]
Ebu'z-Zubeyr de
Cabir'den, o, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: İhramlı
bir kimse bir sırtlan öldürecek olursa, karşılığında bîr koç, ceylan öldürecek
olursa bir koyun, tavşan öldürecek olursa, dişi oğlak, cerboa öldürecek olursa
da dört aylık bir kuzu (cefra) ceza verir, O dedi ki: Cefra, sütten kesilmiş
olup ot yemeye başlamış olan kuzudur. Bîr başka rivayette de şöyle
denilmektedir: Ben, Ebu'z- Zubeyr'e; Cefra nedir, diye sordum, o da: Sütten
kesilip otlamaya başlamış olan kuzudur dedi. Bunu da Dârakutnî rivayet
etmiştir.[240]
Şafiî ise der kî:
Devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan, yavrusunda ise, sütten kesilmiş bir
deve verilir. Yaban eşeğine karşılık bir inek, yaban keçisine karşılık ise,
bir dana verilir. Çünkü, yüce Allah, hilkat itibari ile misli olmasını hükme
bağlamıştır. Küçüklük ve büyüklük ise birbirinden farklı olabilir. O bakımdan
bu gibi durumlarda küçüğü ve büyüğü, diğer telef olan şeylerde olduğu gibi
nazar-ı itibara almak gerekir
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu doğrudur, ilim adamlarımızın tercihi de budur Onlar derler ki: Eğer,
öldürülen av hayvanının bir gözü kör yahut bir ayağı topal veya kırık isç,
ceza olarak verilecek olan benzeri davar da onun niteliğinde (bir gözü kör
veya topal, ya da kırık') ise, mislinden oluş tahakkuk etmiş olur. Çünkü, bir
şeyi telef eden, telef ettiğinden fazlası ile yükümlü tutulmaz.-Delilimiz ise,
yüce Allah'ın; "Cezası.,, öldürdüğü hayvanın benleri...dir" diye
buyurmuş ve küçük ile büyük arasında herhangi bir ayırım gözetmemiş olmasıdır.
Yüce Allah'ın:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" buyruğu ise,
mutlaklık dolayısı ile, kurban olabilecek, kendisine kurban denilebilecek
türden olmasını gerektirir. Bu da, kurbanın tam ve eksiksiz olmasına
gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[241]
Devekuşu yumurtasında,
Malik'e güre büyükbaş hayvanın kıymetinin onda biri ceza olarak verilir. Mekke
güvercinleri yumurtası karşılığında ise yine ona göre, bir koyunun kıymetinin
ondabiri ceza olarak verilir. îbnü'l-Kasım der ki: Yumurtada yavru bulunması
ile bulunmaması arasında yumurtanın kınlısından sonra yavru canlı olarak
çıkmadığı sürece- değişen birşey olmaz. Şayet -yumurtadan canlı çıkarsa, o
kuşun büyüğünün cezası gibi tam ceza ödemesi gerekir. İbnü'l-Mevvâz, âdil iki
kişinin vereceği hükme göre ceza verilir, demektedir.
İlim adamlarının
çoğunluğu ise, her kuşun yurfTurtasına karşılık kıymetinin ceza olarak
verileceği görüşündedirler. İkrime, İbn Abbas'tan, o, Kâ'b b. Ucre'den,
Peygamber (sav)'ın ihramlı bir kimsenin kırdığı devekuşu yumurtası hakkında,
onun kıymetinin verilmesini hükme bağladığını rivayet etmektedir. Bunu da
Dârakutn? rivayet etmiştir.[242]
Ebu Hureyre'den de
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (.sav) buyurdu ki: "Herbir
devekuşu yumurtasına karşılık ya bir gün oruç tutulur yahut bîr yoksula yemek
yedirilir."[243]
Serçe ve fil gibi
benzeri bulunmayan av hayvanlarına gelince, bunlann et olarak kıymetleri yahut
bunun dengi yiyecek verilir. Bunların avlanmalarından gözetilen maksatlar ise
nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü, misli bulunanlar hakkında nazar-ı itibara
alınan husus, onun mislinin kurban edilmesidir. Şayet misli yoksa, o takdirde
gasb ve benzeri hususlarda olduğu gibi, kıymet onun yerini tutar. Çünkü
insanlar, bu hususta iki görüş benimsemişlerdir. Kimisi bütün av hayvanlarında
kıymeti nazar-ı itibara alır ve kimisi de yalnızca davarlardan benzeri
bulunmayan hayvanlar hakkında kıymet verileceğini kabul eder. İşte bu husus,
aynı zamanda misli bulunmayan avlar hakkında kıymetin muteber olacağı üzerinde
icmaı da İhtiva etmektedir.
Fil hakkında,
denildiğine göre, iki tane hörgücü bulunan büyük bir hecin devesi kurban
edilir.
Hecîn develeri ise
Horasanda olup beyaz tüylüdürler. Şayet bu develerden hiç bulunamıyor ise, o
takdirde onun kıymeti kadar yiyeceğe bakılır ve bu kadar yiyeceği yoksullara
yedirmesi gerekir. Bu hususta yapılacak uygulama ise şöyledir: Fü\ bir kayığa
bindirilir. Bu kayığın suya ne kadar geçeceğine bakılır. Daha sonra fi)
kayıktan çıkartılır, kayığa filin indirdiği sınıra ininceye kadar yiyecek
(buğday ve benzeri yiyecekler) doldurulur. İşte, yiyecek bakımından onun dengi
budur. Şayet kıymetine bakılacak olursa, şüphesiz ki, kemikleri, dişleri
dolayısıyla büyük bir değeri vardır. O takdirde fidye olarak verilecek yiyecek
de artar. Bu ise bir zarardır.
[244]
Yüce Allah'ın:
"İki âdil kimsenin hükmü Üe..." buyruğu ile ilgili olarak Mâlik,
Abduimelik b. Kurayb'den, o, Mulıammed b. Sîrîn'den rivayet ettiğine göre, bir
adam Ömer b. el-Hattab;a gelip şöyle demiş: Ben ve bir arkadaşım bir dağ yolu
ağzına kadar iki atla yarıştık. İkimiz de İhramlı olduğumuz halde bir ceylan
öldürdük. Görüşün nedir?
Ömer, yanındaki adama
şöyle dedi: Gel de seninle beraber bu işe hüküm verelim. Hakkında bir keçi
kurban etmesini hükme bağladılar.
Adam giderken şöyle
diyordu: Şu Emiru'l-mü'minin olacak adama bakınız. Yanına onunîa birlikte hüküm
vermek üzere bir başka adamı çağırmayınca-ya kadar bir ceylan hakkında hüküm
veremiyor. Ömer b. el-Hattab adamın bu sözünü işitince onu çağırdı ve el-Maide
sûresini biliyor musun diye sordu. Adam: Hayır deyince, bu sefer: Peki benimle
beraber hüküm veren adamın kim olduğunu tanıyor musun, diye sordu, adam yine:
Hayır deyince Hz. Ömer şöyle buyurdu: Eğer bana el-Maide Sûresi'ni bildiğini
söylemiş olsaydın, canını acıtacak kadar seni döverdim. Sonra şöyle dedi:
Muhakkak yüce Allah Kitabında: "İki adil kimsenin hükmü île öldürdüğü
hayvanın benzeri ye ulaştırdacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurmaktadır.
Bu adam da Abdurrahman b. Avf'dır.
[245]
İki hakem ittifak
edecek olursa, verdikleri hükmün yerine getirilmesi gerekir. el-Hasen ve Şafiî
böyle demiştir. Şayet ihtilâf edilirse onlardan başka hakem aranır. Mulıammed
b. el-Mevvâz der ki: İki hakemin görüşünden daha yüksek bir görüş almaz. Çünkü
bu, hakem tayini olmaksızın bir uygulama olur. Aynı şekilde eğer hakemler
hükme bağlayacak olurlarsa, hilkat bakımından benzeri olan davan bırakıp yemek
yedirme cihetine gitmez, Çünkü, artık bu yerine getirilmesi gereken bir husus
olmuştur. Bunu da İbn Şaban söylemiştir.
İbnü'l-Kasım ise der
ki: Eğer avı öldürmüş olan kişi, öldürdüğü hayvanın davarı bırakıp benzerini
hükme bağlamalarını istemişse, onlar da böyle yapmış İseler, o da bunu bıraksp
yemek yedirme yolunu seçecek olursa, caiz olur.
İbn Vehb -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- de, "el-Utbiyye" de şöyle demektedir:
Hakemlik edeceklerin, avı öldüreni muhayyer bırakmaları sünnettir. Nitekim,
yüce Allah'ın onu: "Kâ'be'ye ulaştıracak bir hayvan kurban etmektir,
yahut keftareti, düşkünlere yemek yedirmektir veya bunun dengi oruç
tutmaktır"dan birisini seçmekte muhayyer bıraktığı gibi.
Eğer o3 kurban
göndermeyi tercih edecek olursa, hakemler de kendi görüşlerine göre öldürdüğü
av hayvanına denk düşecek yemek yedirme veya bunun dengi oruç tutmak ile
öldürdüğü hayvanın dengi bir koyun olup olmamasını gözönünde bulundurarak
hüküm verirler. Çünkü koyun, kurbanın asgarisidir. Şayet, öldürdüğü hayvanın
dengi koyuna ulaşamıyor ise, o takdirde buna karşılık yemek yedirme hükmünü
verirler, sonra da bu miktan yoksullara yedirmesi, yahutta bunun yerine her bir
mud karşılığında bir gün oruç tutması arasında muhayyer bırakılır. Malik de
el-Müdewenefde böyle demiştir.
[246]
Hakkında adil
kişilerin hüküm verdiği olsun olmasın, her meselede yeniden hüküm verilir.
Şayet ashab-ı kiramın vermiş olduğu av hayvanlarının cezalarını kabul edip,
onlann hakemlikleriyle yetinecek olursa bu güzel bir şeydir.
Malik'ten rivayet
olunduğuna göre, Mekke güvercinleri, yaban eşekleri, ceylan ve devekuşu
müstesna, diğerlerinde yeniden âdil kişilerin hükümlerine başvurmak gerekir.
Bu dört hayvanda ise, geçmişteki seleflerin verdikleri hükümlerle yetinilir.
[247]
Avı öldürmüş olanın
ikt hakemden birisi olması caiz değildir. Ebu Hani-fe de bu görüştedir. Şafiî
ise iki görüşünden birisinde şöyle demektedir: Cani, iki hakemden birisi
olabilir.
Ancak bu, onun bir
parça müsamahakârca verdiği bir hükümdür. ÇünküT âyetin zahiri bir cani ile iki
hakemin ortada olmasını gerektirmektedir. Sayılardan birisini kaldırmak,
zahiri ıskat etmektir, manayı da ifsad etmektir. Çünkü kişinin kendi lehine
hüküm vermesi caiz değildir. Şayet bu caiz olsaydı, o takdirde kendisi bu iş
için yeterli olur, başkasına da ihtiyaç olmazdı. Zira bu, kendisiyle Allah
arasında vereceği bir hükümdür. Onun yanma ikinci bir kişinin katılması ise, bu
hükmün bağımsız iki kişi tarafından verilmesi gerektiğine delildir.
[248]
İhrama girmiş bir
topluluğun, tek bir avın öldürülmesine katılmaları haliyle ilgili olarak Malik
ve Ebu Hanife : Bunların herbirisi tam bir ceza öder demektedir, Şafiî ise
şöyle der: Ömer ve Abdurrahman (r.a)'ın bu konudaki hükümleri dolayısıyla
hepsine tek bir keffaret düşer.
Dârakutnî'nin
rivayetine göre, İbn ez-Zubeyr'in azatlı köleleri, yanlarından geçen bir
sırtlana asalarını fırlatıp atarlar. Sırtlana isabet ettirmeleri üzerine içten
içe rahatsız olurlar. (Daha önce bir sahabiye sormuş, o da herbirinin ayrı
birer keffârette bulunacağını onlara söylemişti). Sonra İbn Ömer'e giderek ona
durumu anlatırlar, o da şöyle der: Hepinize bir koç düşer. Onlar: Her-birimize
mi bir koç düşer, deyince o: Size böyle denilmek suretiyle gerçekten
aleyhinize olmak üzere iş sıkı tutulmuş. Hepinize bir koç düşer, diye cevap
verir.[249]
Yine İbn Abbas'tan
rivayet olunduğuna göre, o, bft sırtlan öldürmüş bir topluluk hakkında:
Hepsine bir koç düşer. Onlar bunu kendi aralarında paylaşırlar, demiştir.[250]
Delilimiz ise, yüce
Allah'ın: "İçinizden kim onw bilerek öldürürse, cezası iki adil kimsenin
hükmü İle öldürdüğü hayvanın benzeri... bir hayvan kurban etmektir"
buyruğudur. İşte bu, av öldüren herkese yönelik bir fritabtır. Avı öldürmeye
katılanların herbirisi ise, tam ve eksiksiz bir canın katilidir. Buna delil de
bir kişiyi öldüren bir topluluğun o kişi karşılığında öldürülmesidir. Eğer bu
böyle olmasaydı onlara kısas gerekmezdi. Bu durumda bütün katillere kısas
uygulamanın vücubunu, biz de, onlar da icma halinde söylemiş bulunuyoruz. O
halde bizim dediğimiz sabit olmaktadır.
[251]
Ebu Hanife der ki:
Hepsi de ihramlı olmayan, harem bölgesinde bulunan bir topluluk, orada bir av
hayvanı öldürecek olurlarsa, ihramlı kimselerin Ha-
rem bölgesi içerisinde
veya dışında öldürmeleri halinin aksine tek bir ceza ödemekle yükümlü olurlar.
Çünkü, Un rami il ar için) durumda herhangi bir farklılık olmaz.
Malik ise der ki:
Onların herbirisi için tam bir ceza sözkonusudur. Bu da bir kimsenin Harem
bölgesine girmekle birlikte ihranılı bir kişi olması esasına binaendir. Tıpkı
bir kimsenin ihram için telbiye getirmesiyle ihrama girmiş kabul edildiği
gibi. BU iki fiilden herbirisi o kişiye, bir yasağın kendisine taalluk ettiği
bir nitelik kazandırmıştır. Bu kişi de bu haliyle (yani avı öl-dürmesiyle) her
iki halde de bu yasağı çiğnemiş olur,
Ebu Hanife'nin delili
de, Kadı Ebu Zeyd ed-Debûsİ'nin zikrettiğine göre şöyledir: Buradaki sır şudur:
İhramda cinayet ibadete karşı bir cinayettir. Onlardan her birisi ayrı ayrı
kendi ihramına ait bir yasağı işlemiştir. İhramlı bir kimse Harem bölgesinde
bir av hayvanını öldürecek olursa, öldürülmeme-si gereken bir canı öldürmüş
olur ve böylelikle^bu, bir topluluğun bir canı öldürmesi gibi olur. O takdirde,
onların herbirisi bir canı öldürmüş demek olur. Bu durumda da hepbirlikte
kıymetini ortaklaşa öderler.[252]
Îbnü'l-Arabî der ki:
Ebu Hanife delil itibari ile bizden daha güçlüdür. Bizim ilim adamlarımız bu
delili küçümserler ama, bizim için bundan ayrılmak zordur.
[253]
Yüce Allah'ın:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bîr hayvan kurban etmektir buyruğunun anlamı
şudur: Her iki hakem de eğer kurban kesilmesi hükmünü verecek olurlarsa, bu
kurbana hediye kurbanına uygulandığı gibi işaret koyma, gerdanlık koyma
işlemleri yapılır ve Harem dışındaki bölgeden Mekke'ye gönderilir, o kurbanlık
orada kesilerek orada sadaka olarak dağıtılır. Çünkü Yüce Allah'ın:
"Kâ'beye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" buyruğu bunu
gerektirmektedir.
Burada muayyen olarak
kastedilen Kâ'be değilir Çünkü hediye kurbanı oraya ulaşamaz. Zira Kâ'be
Mescid-i Haramın içindedir. Maksat, Harem bölgesidir, bu hususta görüş
ayrılığı yoktur.
Şafiî de der ki:
Gönderilecek hediye kurbanının mutlaka haremin dışındaki bölgeden gönderilmesi
gereği yoktur. Çünkü, küçük av hayvanına karşılık, küçük hediye göndermek
gerekir. O takdirde bu hediye Haremden satın aiınır ve orada hediye olarak
verilir.
[254]
Yüce Allah'ın:
"Yahut keffareti düşkünlere yemek yedirmektir" buyruğunda sözü geçen
keffâret, avlanmanın keffare tidir. Hediye kurbanının yerine bir keffâret
değildir. İbn Vehb der ki: Malik dedi ki: Av hayvanı öldüren kişi hakkında
işittiklerimin en güzeli, o konuda avlanan aleyhine şu şekilde
hüküm verilmesidir:
Öldürdüğü av hayvanına kıymet biçilir. O değerde ne kadar yiyecek
alınabileceğine bakılır. Her bir yoksula bir mud yedirilir, yahut her bir mud
karşılığında bir gün oruç tutar.
Îbnü'l-Kasım da
Malik'Een naklen şöyle demektedir: Eğer Öldürülen av hayvanına dirhem türünden
kıymet biçilecek olursa, sonra da bununla yiyecek olarak ne alınacağı tesbit
edilirse bu da onun için yeterlidir. Ancak doğrusu birincisidir. Abdullah b.
Abdulhakem de onun gibi demiştir.
Yine, Abdullah b.
Abdulhakem, Malik'ten şöyle dediğini naklet m iştir: Av öldüren, bu üç hususta
muhayyerdir. Yani, İster maddi imkânı bulunsun ister bulunmasın, hangisini
yaparsa onun için yeterlidir. Ata ve fukahânın cumhuru da bu görüştedir. Çünkü
"veya, yahut" gibi anlamlara gelen; (jî) muhayyerlik ifade eder.
Malik der ki: Şanı
yüce Allah'ın Kitabında keffâretler hakkında; şu veya şu denilen her hususta
sahibi muhayyerdir. Bunların hangisini yapmak isterse yapabilir
İbn Abbas'tan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: îhramlı bir kimse, bir ceylan veya ona benzer bir
hayvan öldürecek olursa, Mekke'de kesilmek üzere bir koyun kurban eder. Eğer
bulamayacak olursa, altı yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa üç gün
oruç tutması gerekir. Şayet bir dağ keçisi veya onun gibi bir av hayvanı
öldürecek olursa, bir inek kurban etmesi gerekir Bulamayacak olursa, yirmi
yoksula yemek yedirir. Eğer bulamayacak olursa, yirmi gün oruç tutar, Şayet
bir devekuşu yahut bir eşek öldürecek olursa, büyükbaş hayvan kurban etmesi
gerekir. Bulamadığı takdirde otuz yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak
olursa, otuz gün oruç tutar. Yoksullara yemek yedirme miktarı ise, doymaları
İçin herbirisioe birer mud verilir.
İbrahim en-Nehaî ve
Hammâd b. Seleme de böyle demişlerdir. Onlar derler ki: "Yahut keffareti
yemek yedirmektir" buyruğu, kurban bulamadığı takdirde yemek yedirir,
demektir. et-Taberî de îbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: îhramlı bir
kimse bir av hayvanı öldürecek olursa onun hakkında onun karşılığım ceza olarak
vermesi hükme bağlanır. Eğer onun karşılığını bulabilecek olursa, onu keser ve
sadaka olarak dağıtır.
Şayet, yanında onun
karşılığını alacak para yoksa, karşılığına dirhem cinsinden kıymet biçilir.
Sonra, dirhemlerle ne kadar buğday alınacağı tesbit edilir. Ondan sonra da
İıerbîr yarım saJ karşılığında bir gün oruç tutar.
Yine İbn Abbas der ki:
Yemek yedirmekle orucun durumu açıklanmak istenmiştir. Yemek yedirme imkânı
bulamayan bir kimse, elbette onun karşılığını bulabilir. Bunu, ayrıca
es-Süddî'den de senediyle kaydetmektedir. Fakat bu görüş, âyetin zahiri ile
tearuz, çatışma, halindedir ona uygun düşmemekîedir.
[255]
İlim adamları, telef
edilen hayvanın nazar-ı itibara alınacağı zamanı tesbit-
te farklı görüşlere
sahiptir. Bir gurup, hayvanın telef edildiği gün nazar-ı itibara alınır derken,
başkaları da bunun cezasjnı vereceği gün nazar-ı itibara alınır, demektedir.
Başkaları da; telef
eden, hayvanı telef ettiği günden hükmün verileceği güne kadar iki değerden
hangisi daha fazla ise onu yerine getirmek zorundadır, derler
İbnü'l-Arabî ise der
ki: Bizim ilim adamlarımız da onlar gibi ihtilaf etmişlerdir. Doğru olan ise,
avı telef ettiği günkü kıymeti ödemekle yükümlü olduğudur. Buna delil de
şudur: O hayvanın varlığı, aleyhine telef olunana ait bir hak idi. Telef eden
onu ortadan kaldırdığına göre, misli İle onu var etmek zorundadır. Bu da o
hayvanı telef ettiği vakittir.
[256]
Eğer kelfâret kurban
şeklinde verilecekse, bunun mutlaka Mekke'de olması gerektiği hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan
kurban etmektir" diye buyurmaktadır.
Yemek yedirmek
hususunda ise, Mekke'de mi olur, yoksa hayvanın öldürüldüğü yerde mi, olur
hususunda Malik'in farklı görüşleri gelmiştir Şafiî, bunun Mekke'de olacağı
görüşünü benimsemiştir. Ata ise der ki: Eğer ceza, kan (kurban) yahut yemek
yedirmek şeklinde ise Mekke'dedir. Orucu da dilediği yerde tutabilir. Oruç
hususunda Malik'in görüşü de budur, bu hususta görüş ayrılığı yoktur.
Kadı Ebu Muhammed
Abdulvehhâb der ki: Oruç müstesna, avlanma cezasından herhangi birisini Harem
bölgesi dışına çıkarmak caiz değildir.
Hammad ile Ebu Hanife
İse derler ki: Kayıtsız ve şartsız olarak av hayvanını öldürdüğü yerde
keffâıette bulunur
Taberî de şöyle
demektedir: Mutlak olarak dilediği yerde keffârette bulunur. Ebu Hanife'nin
görüşünün kıyas açısından İzah edilir bir tarafı olmadığı gibi, bu hususta
herhangi bir rivayette yoktur.
Dilediği yerde oruç
tutar, diyenlerin görüşüne gelince, oruç, oruç tutana has bir ibadettir. O
bakımdan diğer keffâretler dolayısıyla ve başka sebep-lerJe oruç tutmakta
olduğu gibi her yerde olabilir.
Yemek yedirmenin
Mekke'de olması gerektiğine gelince, çünkü yemek yedirmek, hediye kurbanına
bedeldir veya onun benzeridir. Hediye kurbanı ise Mekke yoksullarının bir
hakkıdır. Bundan dolayı onun bedeli veya benzeri de Mekke'de olmalıdır.
Her yerde olur,
diyenlerin görüşüne gelince, onlar bu hususta lıertürlü yemek yedirme ve
fidyeyi nazar-ı itibara alırlar. O bakımdan bunun her yerde yapılmasını caiz
kabul ederler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[257]
Yüce Allah'ın:
"Veya bunun dengi oruç tutmaktır" buyruğunda geçen "Denk"
kelimesinin "ayn' harfi üstün de esreli de okunabilir. Bunu, el-Kisaî
söylemiştir, el-Ferrâ der ki: Bu kelimenin "ayn" harfi esreli
okunursa onun cinsinden benzeri demektir. Üstün okunursa, başka cinsten onun
benzeri anlamına gelir. Bu görüş el-Kisaî'den nakledilmektedir. O bakımdan,
konuşma esnasında; "Yanımda senin dirhemlerinin dengi, benzeri dirhemler
vardır" derken, "ayn" harfi esreli söylenir. Buna karşılık;
Yanımda senin dirhemlerine denk elbise vardır," denildiği zaman da
"ayn" harfi üstün olarak söylenir. Ancak, el-Kisaîden sahih olan
rivayet, her ikisinin de birer söyleyiş olduğu şeklindedir. Basrahlann görüşü
de budur. Orucun yemeğe denkliği ise, sayıdan daha yakın bir şekilde
düşünülemez.
Malik der ki: Her mud
için bir gün oruç tutar. İsterse bu iki yahut üç aydan fazlasına tekabül
etsin. Şafii de bu görüştedir.
Bizim mezhebimiz
alimlerinden Yahya b. Ömer de der ki: Bunun yerine şöyle denilir: Bu avla kaç
kişi doyabilir? BöyİelikJe onla doyacak insan sayısını öğrenir. Sonra: Bu
sayıdaki kişiye ne kadar yemek (buğday) yeter diye sorar. Ondan sonra dilerse
bunu yiyecek olarak çıkarıp verir, dilerse bu yiyeceğin (buğdayın) mud miktan
kadar oruç tutar. Bu ise, ihtiyatı gözönün-de bulunduran güzel bir görüştür.
Çünkü kimi zaman av hayvanının yiyecek türünden kıymeti az olabilir. Bu
uygulama ile yemek yedirme miktan da çoğalmış olur.
İlim ehli arasından
kimisi de ceza orucunun iki ayı geçmeyeceği görüşün-
dedir. Bunlar derler
ki: Çünkü iki ay kefaretlerin en üst sinindir. İbnü'1-Ara-bî de bunu tercih
etmiştir. Ebu Hanif'e de (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle der;
Rahatsızlık dolayısıyla oruç tutma fidyesi nazar-ı İtibara alınarak, her iki
mud karşılığında bîr gün oruç tutar.[258]
Yüce Allah'ın:
"Tâ ki, ettiğinin vebalini tatmış olsun" buyruğunda yer alan
"tatmak", istiare yoluyla kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Tat
Çünkü sen, aziz ve kerim imişsin" (ed-Duhân, 44/49); "Allah da onlara
açlık ve korku elbisesini tattırdı" (en-Nahl, 16/112) buyruklarında olduğu
gibi, "Tatmak" ise, gerçekte tat alma duyusu olan dil ile olur.
Burada tatmak, bütün bu buyruklarda istiare yoluyla kullanılmıştır, "Kim,
Rabb olarak Allah'tan razı olursa, imanın tadını almış olur"[259]
hadisindeki tatmak da bu kabildendir.
Vebal; kötü akıbet
demektir. (Aynı kökten geien): Vebil mer'a ise, yenilmesinden sonra
rahatsızlık veren mer'a dır. Vebil yiyeyecek İse, ağırlık veren ve ağır gelen
yiyecek demektir. Şairin şu mısra) da bu kabildendir:
"Açın düşmanlık
eden ve oldukça ağır bir yiyeceği andıran
bir yaşlı adamın
hanımı..."
Yüce Allah burada
"ettiği" ile bütün halini İfade etmiştir.
[260]
Yüce Allah'ın:
"Allah geçmiştekiler! bağışlamıştır" buyruğu, cahiliye döneminizde
iken av hayvanını öldürmenizi bağışlamıştır, demektir. Bu açıklamayı Ata b. Ebi
Rabalı ile, bir topluluk yapmıştır.
Keffâret ile ilgili
hükmün nüzulünden öncekileri bağışlamıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir,
"Fakat kim bir daha böyle yaparsa" yani, kim bir daha bu yasaklanan
işi işleyecek olursa, "Allah ondan* keffâret ile "intikam alır."
"Allah ondan İntikam abr" buyruğunun anlamı hakkında şöyle de denilmiştir:
Yani, eğer bu işi helal belleyerek yapmışsa, Allah âhirette ondan intikâm alır
ve zahir hükme göre de keffârette bulunur.
Şurcyh İle Said b.
Cübeyr derler ki: İlk defasında onun aleyhinde keftâret hükmü verilir. Bir daha
tekrarlayacak olursa, hakkında hüküm vermez, ona: Git, Allah senden intikamım
alacaktır, denilir. Yani, senin günahın keffâret ile bağışlanmaktan daha büyük bîr
şeydir. Tıpkı yalan yere kastı olarak yapılan yeminin (yemin-i facirenin) ilim
ehlinin çoğunluğuna göre günahının büyüklüğünden Ötürü keffâret siz oluşu gibi.
Verâ ve takva sahipleri, ise, keffârette bulunmak yoluyla Allah'ın intikamından
sakınmaya çalışırlar.
tbn Abbas'tan da şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Böyle bir kimse bir daha tekrar bu işi yapacak
olursa, ölünceye kadar sırtına kamçı vurulur. Zeyd b. el-MualEaJdan da rivayet
olunduğuna göre, adamın birisi ihramlı iken bir av hayvanı öldürdü. Bu durumu
affolunduktan sonra bir daha aynı işi tekrarladı, Bunun üzerine yüce Allah
gökten bir ateş indirdi ve o ateş o kimseyi yaktı. İşte bu da ümmet ve haddi
aşan kimselerin masiyetten uzak durmaları için bir ibrettir.
Yüce Allah'ın:
"Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir" buyruğunda geçen
"mutlak galip: aziz" buyruğu mülkünde güçlüdür. Kimse ona zarar veremez
ve istediğini yapar, ona karşı konulamaz demektir.
"İntikam
sahibidir'', dilediği takdirde kendisine karşı gelenlerden, isyankârlardan
intikam alır.
[261]
96. Deniz av» ve onu
yemek, size de yolcuya da bir fayda olmak üzere sizin İçin helâl kılındı.
İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı. Sonunda huzuruna
varacağınız Allah'tan korkun.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:
[262]
Yüce Allah'ın:
"Deniz avı... sizin için helâl kılındı™ buyruğu, deniz avının helal
kılınışına dair bir hükümdür. Deniz avı ise, denizde avlanan bütün balıklardır.
Burada av (sayd) ile kastedilen, avlamlandır. Denize izale edilmesi ise, bir
sebep vasıtasıyla denizden olduğundan dolayıdır. Deniz (el-Bahr)
ile ilgili
açıklamalar, daha Önce el- Bakara Sûresinde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
Bir fayda olmak
üzere" kelimesi, mastar (ımıful-i mutlak) olarak mansubtur. Yani Kendisi ile Faydalandırılmanız... anlamındadır.
[263]
Yüce Allah'ın-,
"Ve onu yemek" buyruğundaki; müşterek bir lafız olup, yenilen lıerşey
hakkında kullanıldığı gibi, yalnızca su, yalnızca buğday, yalnızca hurma,
yalnızca süt gibi özel bir yiyecek hakkında da kullanılır. Daha önce (5/93
ayet, 5. başlıkta) geçtiği üzere uyku uyumak hakkında da kullanılır. Burada
ise, denizin kıyıya attığı ve deniz üstüne çıkan şeylerden ibarettir.
Dârakutnî, İbn
Abbas'tan senedini de kaydederek yüce Allah'ın: "Denifc avı ve onu yemek
size de, yolcuya da bîr fayda olmak üzere sizin İçin helâldir âyeti hakkında
şöyle dedi£'ni nakletmektedir: Deniz avı, denizden avlananlardır. Onu yemek
ise, denizin kıyıya attığıdır.[264] Ebu Hureyre'den de onun benzerini rivayet
etmektedir.[265] Bu, ashab ve tabiinden büyük bir topluluğun
görüşüdür.
İbn Abbas'tanT onun
yiyeceğinden kastın, denizde ölen olduğu da rivayet edilmiştir kî, bu da bu
manadadır. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmiştir Onun yiyeceğinden kasıt,
deniz avından tuzlanıp sonraya bırakılandır. Bir topluluk da onunla bu görüşü
paylaşmıştır. Bir başka topluluk da şöyle demektedir: Denizin yiyeceği,
suyundan ve içinde bulunan bitki ve benzeri başka şeylerden oluşan tuzudur.
[266]
Ebu Hanîfe der ki:
Ölüp de su yüzüne çıkmış balıklar yenilmez. Ancak, onun dışında kalan sair
balıklar yenilir. Denizde yaşayan bütün canlılar arasında balıktan başkası
yenmez.
Aynı zamanda bu, Ebu
tshâk el-Fezarrnin kendisinden yaptığı rivayete göre es-Sevrî'nin de
görüşüdür. el-Hasen de, ölüp su yüzüne çıkmış balığın yenilmesini mekruh
görmüştür. Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da bunu mekruh gördüğüne dair rivayet
vardır.
Yine Hz. Ali'den gelen
rivayete göre, yılan balığını mekruh gördüğü de rivayet edildiği gibi, bütün
ondan bunların yenileceğine dair bir rivayet gelmiştir, daha sahih olan
rivayet de budur. Bunu da Abdurrezzak, es-Sevrî'den, o, Cafer b. Muhammed'den
rivayetle Hz. Ali'nin şöyle dediğini nakle tmiştir: Çekirgeler ve bahklar
temizdir. Ancak, Hz, Ali'den, ölüp de su yüzüne çıkmış balığın yenileceği
hususunda farklı rivayetler geldiği gibi, Hz. Cabir'den bunu mekruh gördüğüne
dair rivayet, ihtilafsız olarak nakledilmiştir. Aynı zamanda bu, Tavus,
Muhammed, İbn Şîrîn ve Cabir b. Zeyd'in de görüşüdür. Delil olarak, yüce
Allah'ın: "Leş size haram kılındı" (el-Maide, 5/3) âyetinin umumi
ifadesi ile, Ebu Dâvud ve Dârakutnî'nin şu rivayetlerini göstermişlerdir:
Cabir b. AbduHah, Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Denizin çekilip de kıyıda bıraktıklarını, denizin kıyıya attıklarını
yiyiniz. Fakat, kendiliğinden ölmüş, yahut ölüp de suyun üzerine çıkmış olanı
ise yemeyiniz." Dârakutnî der ki: Bu hadisi Velıb b. Keysan'dan, o da
Cabir'den yalnızca Abdulaiz b. Ubeydullah rivayet etmiştir. Abdulaziz ise
zayıftır, rivayeti delil gösterilemez.[267]
Süfyan es-Sevrî de Ebu
Zübeyr'den, o, Cabir'den, o da Peygamber (sav)'den buna yakın bir rivayet
nakletmektedir.
Dârakutnî der kî:
Bunu, es-Sevrî'den müsned olarak Ebu Ahmed ez-Zübey-rî'den başkası rivayet
etmemiştir. Ancak, el-Veki' ve el-Aderûyyân Abdurrez-zak, Müemmel, Ebu Asım ve
başkaları ise ona muhalefet ederek, bunu es-Sevrî'den mevkuf olarak rivayet
etmişlerdir ki, doğru olan da budur.[268]
Aynı şekilde Eyyub
es-Sahtiyanî, Ubeydullah b. Ömer, İbn Cüreyc, Züheyr, Hammad b. Seleme ve
diğerleri de Ebu'z-Zübeyr'den mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Ebu Dâvud der
ki: Bu hadis, zayıf bir yoldan, İbn Ebİ Zi'frden, o, Ebu'z-Zübeyr'den, o,
Cabir'den, o da Peygamber'den de rivayet edilmiştir.[269]
Dârakutnî der ki:
Ayrıca bu, ismail b. Umeyye'den ve İbn Ebi Zib'den, o, Ebu Zübeyr'den merfu1
olarak rivayet etmiş ise de merfu' rivayeti sahih de^ ğildir. Bunu, Yalıya b.
Süleym, ismail b. Umeyye'den yoluyla merfu' olarak rivayet ettiği halde,
başkası bunu mevkuf olarak rivayet etmiştir.[270]
Malik, Şafiî, İbn Ebi
Leyla, el-Evzaî ve el-Escaî'nin rivayetine göre, es-Sevrî ise şöyle demiştir:
Denizde yaşayan balık ve diğer canlılar ile denizde bulunan .sair hayvanlar,
ister avlanmış olsunlar, isterse de ölü bulunmuş olsunlar yenilirler. Malik ve
ona uyanlar, Hz. Peygamber'in deniz ile ilgili olarak söylemiş olduğu: "O,
suyu temiz ve ölüsü helal olandır"[271]
hadisini delil göstermişlerdir.
îsnad bakımından bu
konuda en sahih rivayet, Cabir b. Abdullah yoluyla gelen Amber diye bilinen
balık ile ilgili rivayet ettiği hadistir Ayrıca bu, hadisler arasında en
sağlam yollardan sabit olmuş hadislerdendir. Bu hadisi Bu-harî ve Müslim
rivayet etmişlerdir ki, bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Biz Medine'ye
gelince, Rasulullah (sav)'ın yanına vardık, Ona bu hususu zikredince, şöyle
buyurdu: "O, Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Beraberinizde
bize yedirmek üzere etinden bir parça var mı?" Biz de Rasulullah (savTa
ondan bir parça gönderdik, O da onu yedi, Bu lafız, Müslim'e aittir.
[272]
Dârakutnî de îbn
Abbas'tan senedini kaydederek göyle dediğini nakletmektedir: Ben, Ebu Bekir
hakkında şöyle dediğine şahidlik ederim: Ölüp de su yüzüne çıkan balık, onu
yemek isteyen için helaldir. Yine ondan, senedini kaydederek şöyle dediğini
nakletmektedir: Bet*, Ebu Bekir hakkında jahid-lik ederim ki o, ölüp de su yüzüne
çıkmış balığı yemiştir[273]
Ebu Eyyub'den de
senedini zikrederek şunu nakletmektedir: Ebû Eyyûb, arkadaşlarından bir kaç
kişi ile birlikte denizde yolculuğa çıktılar. Ölüp su üzerine çıkmış bir balık
buldular. Ona bu balık(ın yenilip yenilemeyeceği) hakkında soru sordular, O da
şu cevabı verdi: O, henüz tadı bozulmamış ve hoş mudur? Onlar: Evet deyince, şu
cevabı verdi: O balığı yiyebilirsiniz, ondan payıma düşeni de bir kenara
ayırınız. O sırada Ebu Eyyub oruçlu idi.[274] ^
Yine senedini kaydederek, Cebele b. Atiyye'den naklettiğine göre, Ebü Tal-ha'nm
arkadaşları, ölüp su üstüne çıkmış bir balık ele geçirdiler. Durumu hakkında
Ebu Talha'ya som sormaları üzerine o da: Onu bana hediye ediniz diye cevap
vermiştir.[275]
Ömer b. el-Hattab da
şöyle demiştir: Balık tümüyle helaldir, yenir. Çekirge de tümüyle helaldir
yenir. Bunu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[276]
İşte bu rivayeller, bunun mekruh olduğunu söyleyenlerin görüşlerini
reddetmekte, âyetin umumî iradesini tahsis etmektedir Bunlar, cumhurun lehine
delildir.
Şu kadar var ki Malik,
sadece su domuzunu (bir çeşit yunus) ismi bakımından mekruh görür, fakat haram
kabul etmeksizin şöyle derdi: Siz buna domuz adını veriyorsunuz.[277]
Şafiî ise der ki: Su
domuzunu yemekle bir mahzur yoktur.
el-Leys (b. Sa'd) da
der ki: Denizde kendiliğinden ölmüş hayvanı yemekte bir beis yoktur. Yine
el-Leys şöyle demektedir; Su köpeği (köpek balığı) ile su aygırı da böyledir.
Yine el-Leys şöyle demektedir: Ancak, ne su insanı, ne de su domuzu yenir.
[278]
Hem karada hem de
denizde yaşayan iki yaşayışları amfibi hayvanın îh-ramlı tarafından
avlanılmasının helal olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. Malik, Ebu Miclez, Ata, Said b. Cübeyr ve başkaları der ki: Karada
yaşayıp da orada da hayatını sürdürebilen her bir hayvan kara avıdır. Eğer
ihramlı bir kimse böyle bir hayvanı öldürecek olursa, onun fidyesini öder.
Ebu Miclez, bu
kabilden ayrıca kurbağaları, kaplumbağaları ve yengeci de ilave etmektedir. Ebu
Hanife'ye göre ise, bütün kurbağa türleri haramdır.
Kurbağa yemenin caiz
olmadığı hususunda Şafiî'den gelen rivayetler arasında farklılık yoktur.
Ancak, denizde yaşamakla birlikte, karada eti yenmeyen domuz, köpek ve buna
benzer hayvanlara benzeyenler hakkında farklı görüşleri gelmiştir. Doğru olan
ise bütün bunların yenileceğidir. Çünkü, Şafiî'nin su domuzunun yenileceğine
dair açık bir ifadesi vardır. Halbuki, denizde yaşayan bu hayvanın karada eti
yenmeyen bir benzeri vardır. Ama, timsah, tirş ("bir cins köpek batığı)
ve yunus balığının eti ona göre yenilmez. Diğer taraftan, azı dişi bulunan bütün
hayvanlar da -Hz. Peygamber'in azı dişi bulunan bütün hayvanları yemeyi
yasaklaması dolayısıyla- yenmez.
İbn Atiyye der ki; Bu
türler, sürekli oiarak suda bulunurlar. O halde bunların deniz avından
olmaları kaçınılmaz bir şeydir. İşte İmam Malikin eî-Mü-devvene'dv verdiği:
Kurbağalar da deniz avındandır şeklindeki cevabı böyle açıklanır. Ata b. Ebi
Rabâh'tan ise, bu naklettiğimize muhalif bir kanaat rivayet edilmiştir. O-
hayvanın çoğunlukla nerede yaşadığını nazar-ı itibara alır, Ona, ibnü'1-ma' diye
bilinen hayvan hakkında, o bir kara avı mıdır» yoksa bir deniz avı mıdır diye
sorulunca: Nerede daha çok bulunuyorsa, oranın hay-vanlanndandır. Nerede
yavruhıyorsa, oranın hayvanlarındandır, demiştir. Bu, Ebu Hanife'nin de
görüşüdür. Doğrusu ise, ibnü'1-ma1 denilen hayvanın kara avı olduğudur. Çünkü
o, hem otlar, hem de tane yer.
İbnül-Arabî der ki:
Hem karada hem denizde yaşayabilen hayvan lıakkında sahih olan, bunun
yasaklanmış olmasıdır, Çünkü, bu gibi hayvan hakkında iki delil tearuz
(çatışma) halindedir. Haram oluşuna dair delil ile helâl oluşuna dair delil
çatışmaktadır. Dolayısıyla ihtiyata uyarak, haram oluşuna dair deül tercih
edilir.
[279]
Yüce Allah'ın;
"Yolcuya da" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:
1- Birinci
görüşe göre, hem mukim olana, hem yolcu olana helâldir. Nitekim, Ebu Ubeyde
yoluyla gelen hadis-i şerifte, kendileri yoku oldukları halde deniz avından
yedikleri gibi, Peygamber (sav) mukim olduğu halde ondan yemiştir.[280]
Böylelikle yüce Allah, yolcu olana deniz avım helal kıldığı gibi, mukim olana
da deniz avını helal kıldığını beyan etmektedir.
2- Yolculuk
yapanlar, (es-Seyyâre) denizde yolculuk yapanlardır. Nitekim Malik ve Nesaî
tarafından rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Adamm birisi, Peygamber
(sav)a şöyle sormuş: Bi£, denizde yolculuk yapıyor, fakat yanımıza az su
alabiliyoruz. Eğer o sudan abdest alacak olursak susuz kalabiliriz. Durum bu
iken deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"O, suyu temi2 ve meytesi helal olandır."[281]
İbnü'l-Arabî der ki:
İlim adamlarımız şöyle demişlerdir Şayet Peygamber (sav) ona: "Evet
(abdest alabilirsiniz)" demekle yetinmiş olsaydı, yalnızca susuz kalmaktan
korkulması halinde deniz suyundan abdest almak caiz olabilirdi. Çünkü, cevap
soru ile ilişkilidir. Bu durumda verilen cevap da soruya göre açıklanırdı.
Ancak Peygamber (sav) yeni bir kaide tesis etti ve şeriatin hükmünü beyan
ederek: "O, suyu temiz ve meytesi helal olandır" diye buyurmuştur.
Derim ki, Allah
Rasulü'nün hakkında tahsis ifade ettiğine dair açık ifadeler ihtiva edenler
dışında "bir kişi hakkındaki hükmü, genel hakkında da geçerlidir"
şeklinde kabul edilmiş
şer'i hüküm bulunmasaydi; elbette verilen özel cevabın o özel şahıslan aşarak,
başkaları hakkında geçerli olması sözkonusu olmazdı. Hz. Peygamber'in Ebu
Burde'ye -dişi oğlak hakkında- hitaben söylediği "onu kurban
kesebilirsin; ancak o, senden başka kimse için artık geçerli olmaycaktır"[282]
buyruğu bu kabulden açık bir tahsisi ihtiva eden buy-raklara bir örnektir.
[283]
Yüce Allah'ın:
"İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı"
buyruğunda sözü geçen "haram kılmak" ayrılara (eşyaya) ait bir sıfat
değildir. Fiillerle alakalıdır Buna göre yüce Allah'ın: "Kara avj size
haram kılındı" buyuruğu, avlanmak haram kılındı, demektir. Bu ise,
avlanmanın yasaklanışı anlamına gelir. Ya da burada av, avlanılan hayvan
anlamında olabilir. Bu da mefule (yani avlanılana) -az önce geçtiği gibi- fiilin
(avlanma) İle adlandırılması kabilindendir ki, daha kuvvetli olan görüş de
budur.
Çünkü İlim adamları
ihramh bir kimsenin kendisine bağışlanan avı kabul etmesinin caiz olmadığını,
av hayvanı satın almanın da avlamasının da ihramh iken herhangi bir yolla onu
mülk edinmenin de caiz olmadığım, ic-mâ ile kabul etmişlerdir. Bu hususta îslâm
alimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "İhramda
bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" buyruğunun umumiliği
bunu gerektirmektedir. Ayrıca ileride geleceği üzere es-Sa'd b. Cessâme'nİn
naklettiği hadis de bunu ifade etmektedir.
[284]
İlim adamlan, ihramh
kimsenin av hayvanından yemesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler, Malik,
Şafiî, arkadaşları ve Ahmed -ki, İshâk'tan da bu görüş rivayet edilmiştir, Hz.
Osman b. Affan'dan sahih olarak gelen rivayet de böyledir- şöyle demektedirler:
İhramh bir kimsenin -eğer onun için ve ondan dolayı avlanılmamış ise- avdan
yemesinde bir beis yoktur. Çünkü Tİrmi-zî, Nesaî ve Dârakutnî'nin Hz. Cabir'den
rivayet ettiklerine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kara avı
-bizzat siz onu avlamadığınız, yahut sizin için avlanmadığı sürece- sîzin için
helaldir." Ebu İsa (et-Tİrmizî) der ki: Bu, bu konuda en iyi hadistir.
en-Nesaî de der ki: Amr b. Ebi Amr -her ne kadar Malik ondan rivayette
bulunuyor ise de- hadiste pek kuvvetli değildir.[285]
Şayet kendisi için
avlanmış bir av hayvanından yiyecek olursa, onun fidyesini öder, el-Hasen b.
Salih ve el-Evzaî de bu görüştedir. Muayyen bir ihram-lı için avlanılan av
hususunda Malik'ten nakledilen görüşler farklı olmakla birlikte arkadaşları
ne^dinde onun meşhur olan görüşü şudur: İhramh olan kimse, muayyen olan ya da
olmayan bir ihramh için avlanılan avdan yemez. O, bu hususta ihramh iken
kendisine av eti getirilen Hz. Osman'ın, arkadaşlarına söylemiş olduğu: Sîz,
bundan yiyebilirsiniz. Benim gibi değilsiniz, çünkü bu av benim için
avlanmıştı; sözünü delil olarak kabul etmemektedir. Ancak, Medine'den bir kesim
bu görüştedir. Malik'ten de bu görüş rivayet edilmiştir.
Ebu Hanife ve
arkadaşları derler ki: İhramlı bir kimsenin av etinden yemesi, ihramlı olmayan
bir kimse avlamış olması şartıyla, durum ne olursa olsun caizdir. İster onun
İçin avlanmış olsun, ister onun için avlanmamış olsun. Çünkü yüce Allah'ım
"Siz ihramda iken avı öldürmeyin" buyruğunun zahirî bunu
gerektirmektedir. Bu buyruk, av hayvanının avlanıp öldürülmesini ihr/amlılara
karam kılmaktadır. Başkalarının avlamış olduğu avı haram kılmamaktadır. Ayrıca
bunlar, el-Behzî'nin -ki, adı Zeyd b- Kâ'b'dır- rivayet ettiği şu hadisi delit
gösterirler; Peygamber (sav), Hz. Ebu Bekir'e ayağt olmayan yaban eşeğini yol
arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti. Bu hadis ise, Mâlik ve başkaları
tarafından rivayet edilmiştir.[286]
Onlar, Ebu Kata-de'nin Peygamber (sav)'dan rivayet ettiği ve şu ifadelerin de
yer aldığı hadisi delil gösterirler: "Bu, yüce Allah'ın size ikram ettiği
bir yemektir."[287]
Bu, aynı zamanda Ömer
b. el-Hattab ve kendisinden nakledilen bir rivayete göre, Osman b, Affan'ın,
Ebu Hureyre'mn ez-'Zubeyr b. el-Avvam'ın, Mü-calıid'in, Ata ve Said b.
Zübeyr'in de görüşüdür.
AH b. Ebi Talib, İbn
Abbas ve İbn Ömer'den İse ihramlı bir kimsenin, durum ne olursa olsun av
hayvanından yemesirun caiz olmadığını söyledikleri rivayet edilmiştir. Bu av
hayvanı [ster ihramlı için avlanılmış olsun, ister olmasın, Çünkü yüce
Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram
kılındı" buyruğunun genel ifadeleri bunu gerektirmektedir,
İbn Abbas da şöyîe
demektedir: Bu buyruk müphemdir. Tavus, Cabir b. Zeyd ve Ebu'ş-Şa'sâ da bu
görüştedir. Aynı görüş, es-Sevrî'den de rivayet edilmiştir, İshâk da böyle
demiştir. Bunlar, LeysJli es-Sa'b b. Cessâme'nîn hadisini delil gösterirler.
Bu hadise göre Rasulullah (savTa bir yaban eşeği hediye edilmişü. Hz.
Peygamber o sırada Ebvâ veya Veddân denilen yerde bulunuyordu. Rasuİullah
(sav) bunu geri çevirmişti, (es-Sa'b) der ki: Rasulullah (sav) benim yüzümdeki
ifadeyi görünce şöyle dedi: "Bizim bunu sana geri çevirmemizin Eek
sebebi, bizim ihramlı oluşumuzdur." Bu hadisi, hadis imamları rivayet etmiştir,
lafız ise Malik'indir.[288]
£bû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Miksem Ata ve Tâvus'un
kendisinden rivayetlerine göre şöyle demiştir: es-Sa'b b, Cessâ-me, Rasulullah
(sav)'a bir yaban eşeği eti hediye etti. Said b. Cübeyr de naklettiği
rivayetinde şöyle demektedir: (Hz, Peygamber'e) adeta o sırada avlanmış gibi
kan damlayan bir yaban eşeğinin kalça tarafı (hediye edildi), Miksem rivayetinde;
"Bir yaban eşeğinin ayağı demektedir." Ata ise rivayetinde; Avlanmış
(yaban eşeğinin) Ön ayağı Hz. Peygambere hediye edildi, o ise bu hediyeyi kabul
etmeyip: "Biz ihramlıyız" dedi, Tavus da. rivayetinde av etinden bir
ön ayak demektedir. Bunu da İsmail, Ali b. el-Medinî'den, o, Yahya b.
Said'den, o, İbn Cüreyc'den, o, el-Hasen b. Müslim'den, o, Tâvus'dan, o da İbn
Abbas'dan diye rivayet etmiştir. Şu kadar var ki, onlardan kimisi bu hadisi İbn
Abbas'dan, kimisi de Zeyd b. ErkamMan diye rivayet etmektedir. İsmail der ki:
Ben, Süleyman b. Harb'in, bu hadisi Peygamber (sav) İçin özel olarak avlanılmış
diye te'vil ettiğini duydum. Eğer durum böyle olmasaydı, onu yemek caiz olurdu.
Süleyman der ki: O avın Peygamber (sav) için özel olarak avlanılmış olduğuna
delalet eden hususlardan birisi de, hadis-İ şerifte (rivayet edenlerin)
kullandıkları şu ifadelerdir: Adeta o sırada avlanmış gibi kan damlar haliyle
onu geri çevirdi. İsmail der ki: Evet, Süleyman bu hadisi te'vil etmiştir.
Çünkü, te'vil edilmeye ihtiyacı vardır. Maliksin rivayetinin ise te'vile bir
ihtiyacı yoktur. Çünkü ihramlı bir kimsenin canlı bir avı yakalaması da caiz
değildir, onu kesmesi de cai2 değildir. Yine İsmail der ki: Süleyman b. Harbin
te'viline göre, bütün bu merfu' hadisler -yüce Allah'ın İzniyle- arasında
ihtilaf kalmaz.[289]
[290]
Elinde yahut evinde
ailesinin yanında av hayvanı bulunuyorken ihrama giren bir kimse hakkında
Malik şöyle demektedir: Şayet elinde av hayvanı bulunuyor ise, onu serbest
bırakmalıdır. Eğer ailesi yanında bulunuyor ise onu serbest bırakmakla yükümlü
değildir. Bu, aynı zamanda Ebu Hanite ve Ah-med b. Hanbel'in de görüşüdür,
Şafiî ise iki görüşten
birisinde şöyle demektedir: İster elinde olsun, ister evinde bulunsun, onu
serbest bırakmakla yükümlü değildir. Ebu Sevr de bu görüştedir, Mücahîd ve
Abdullah b. el-Haris'ten de buna benzer bir görüş rivayet edildiği gibi,
Malik'ten de bu görüş rivayet edilmiştir.
İbn Ebi Leylâ»
es-Sevrî ve diğer görüşünde de Şafiî şöyle demektedir: Onu serbesE* bırakmakla
yükümlüdür. Bu av hayvanı ister elinde bulunsun, ister evinde bulunsun
farketmez. Eğer onu serbest bırakmayacak olursa, tazminatını öder. Serbest
bırakılması görüşü şöyle açıklanır: Yüce Allah'ın; "İhramda bulunduğunuz
sürece de kara avı size haram kılındı" buyruğu, hem mülk edinmek hakkında,
hem de bütün tasarruflar hakkında umumidir. Alıkoya-bileceğine dair görüşün
açıklaması da şöyledir: Bu hususun ihrama girmeye engel bîr tarafı yoktur
Dolayısıyla böyle bir avın mülkiyetinin devamına ihram engel olmaz. Bu hükme
varmaya (kıyasta esas teşkil eden") asıl delil nikâh hakkındaki hükümdür.
[291]
İhramsız bir kimse,
Harem bölgesi dışında yakaladığı avı. Harem bölgesine sokacak olursa, orada
onu kesmek ve etini yemek gibi her türlü tasarrufta bulunması caizdir. Ebu
Hanife ise caiz değildir, der.
Delilimiz şudur: Bu,
av hakkında yapılan bir uygulamadır. Harem bölgesinde ihramstz bir kimsenin bu
uygulamayı yapması caizdir. Tıpkı, onu yakalaması ve satın alması gibi.
Nitekim bu hususlarda görüş ayrılığı yoktur.
[292]
İhramlı bir kimse,
îhramlı olmayana bir av hayvanını gösterir, ihramsız kimse de o av hayvanını
öldürecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır,
Malik, Şafiî ve Ebu
Sevr derler ki: Bu durumda ihramhya bir şey düşmez. Bu, İbn el-Mâcişûn'un da
görüşüdür.
Kûfeliler, Ahmed, İshâk,
ashab ve tabiinden bir topluluk ise ona, bunun cezasını ödemek düşer. Çünkü
ihramlı bir kimse, ihrama girmek suretiyle böyle bir taarruzu terk etmeyi
kabullenmiştir, derler. Tıpkı bir kimsede emanet bırakan bir kişinin bir
hırsıza çalmak üzere yol göstermesi gibi, bu yol göstermesi dolayısıyla
emanetin tazminatını ödemesi gerektiği gibi .
[293]
ihramh bir kimsenin
bir başka İhramhya av hayvanını göstermesi hususunda da ütm adamlarının farklı
görüşleri vardır. Kûfeliler ve bizim (mezhebimiz mensubl arın dan) Bşhebln
görüşüne göre, herbiri ayn bir ceza öderler.
Malik, Şafiî ve Ebû
Sevr ise şöyle demektedirler: Ceza, avı öldüren ihramhya düşer. Çünkü yüce
Allah: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse* (el-Ma-ide, 5/95) diye
buyurmakta ve cezanın vücubunu öldürmeye bağlamaktadır îşte bu, cezanın başkası
hakkında sözkonusu olmayacağının delilidir. Diğer taraftan öbürü sadece avı
göstermiştir. Bu göstermesi dolayısıyla onun herhangi bir ceza Ödemesi
gerekmez, Bu, ihramsız bir kimsenin Harem bölgesi içerisinde, yine harem
bölgesi içerisinde bulunan bir av hayvanını göster-
mesi gibidir.
Kûfeliler ile Eşheb
ise, Hz. Peygamber'in Ebu Katade tarafından rivayet edilen hadisteki:
"Siz, ava işaret ettiniz, yahut yardımcı oldunuz mu?[294]
ifadesini delil gösterirler, Bu isef ceza vermenin vücubuna delalet
etmektedir. Ancak, birincisi daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[295]
Kökü Harem bölgesi
dışında, dalları ise Harem bölgesinde bulunan bir ağacın üzerindeki av
öldürülecek olursa, bu av dolayısıyla ceza gerekir. Çünkü avcı, Harem
bölgesinde bulunan bir şeyi almış olur. Eğer, kökü Harem bölgesinde, dallan
ise haremin dışında ise, ağacın üzerinden alınan av hususunda ilim
adamlarımızın iki farklı görüşü vardır: Ceza, köke nazarandır diyen bir görüş
ile, dalı nazar-ı itibara alarak cezanın verilmeyeceğini kabul edenler.
[296]
Yüce Allah'ın:
"Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun buyruğu ise, bu helâl ve
haram kılma hakkında bir uyarı ve buna riâyet etmemenin cezasının ağırlığına
bir işarettir. Bundan sonra ise, bu hükümlere aykırı davranmaktan
sakındırmakta daha ileri bir adım aülarak, öldükten sonra dirilip mahşerde
toplanma ve kıyamet de hatırlatılmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[297]
97-Allah, Kâ'be'yi,
Beyti Haram ı, Haram ayları, kurbanı ve boyunları gerdanlıktı kurbanlıkları da
İnsanlar için bir kıyam sebebi kılmıştır. Bu da Allah'ın göklerde ve yerde
olan herşeyi bîldiğini ve Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu sizin de
bilmeniz içindin
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[298]
Yüce Allah'ın:
"Allah Kâ'be'yi— kılmıştır" buyruğunda yer alan "kılmak",
burada yaratmak anlamında olup buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
"Kâ'be"ye bu
adın veriliş sebebine gelince, bunun dörtgen şeklinde olması dolayısıyladır.
Araplann evleri ise çoğunlukla dairesel bir şekildedir. Kâ'be'ye bu adın
veriliş sebebinin onun tümsekliği ve ortada görünüşü dolayısıyla olduğu da
söylenmiştir. Çünkü, tümsek olup, açıkta görünen her şeye "kâ'b" denir.
Bu, ister dairevi bir şekilde olsun ister olmasın farketmez. Ayağın topuğuna
kâ'b denilmesi mızrağın yüksek yerlerine "kûub" (kâ'b'ın çoğulu)
denilmesi de buradan gelmektedir. Memelerin göğüste jbelirgirtleşip görünür
hale gelmesini ifade etmek için de bu kökten gelen fiil kullanılır. Beytullah'a
bu ismin veriliş sebebi ise, duvarlannın ve tavanının oluşundan dolayıdır.
İşte, içinde sakin bulunmasa dahi "beyt"in gerçek anlamı da budur.
Şanı yüce Allah'ın oraya, "haram" adını vermesi ise, onu haram
kılması (saygıdeğer kılması) dolayısıyladır. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur; "Şüphesiz Mekke'yi Allah haram kılmıştır. Ama, İnsanlar onun
haramlığına riayet etmemektedir. "[299]
Çoğunlukla bu
açıklamalar daha önceden yeterli oranda geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a
hamd olsun.
[300]
Yüce Allah'ın:
İnsanlar için bir kıyam sebebi" buyruğu, insanların orada emniyet aitında
olmaları için (dolayısıyla) bir salâh ve bir geçim yolu demektir. Buna göre
"kıyam", orada ikâmet edecekleri yer anlamında olur. "Kıyamdın
, onunla ilgili şer1! hükümleri yerine getirirler ifa ederler anlamında olduğu
da söylenmiştir.
İbn Âmir ve Âsim bu
kelimeyi, diye okumuşlardır Bu iki kelime de "vav"lıdır. Bu
"vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı, "yâ"ya
dönüştürülmüştür, "Kıyâm"ın şeklinde
okunduğu da söylenmiştir.
İlim adamları derler
ki: Şanı yüce Allah'ın, bu gibi şeyleri insanlar için kıyam sebebi kılışındaki
hikmet şudur: Şanı yüce Allah, insanları kıskançlık, birbirleriyle yarışmak,
birbirleriyle ilişkilerini kesmek, birbirlerine sırt çevirmek, baskın, talanr
öldürmek ve intikam gibi bir takım karakterlere sahip olarak yaratmıştır. O
bakımdan, ilâhî hikmet ve ezelî meşîetin (durumun) devam etmesini sağlayacak
ve güzel sonuca erişilmesini gerçekleştirecek şeyleri de takdir etmesi
kaçınılmazdır O bakımdan yüce Allah: "Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde bir
halife yaratacağım" (el-Bakara, 2/30) diye buyurarak, onlara halifeliği
emretmiş ve böylece işlerini yönetme yetkisini, kendilerini anlaşmazlıklardan
alıkoyacak ve ilişkilerini koparmaktan vazgeçip birbirleriyle kaynaşmaya
İtecek, zalimi zulmetmekten alıkoyacak, herkesin meşru yoldan eline geçirdiği
mülkiyetini kabul edip, korumasını gerçekleştirecek bir halifenin yönetimine
vermelerini emretmiştir.
İbnürl-Kasım der ki:
Bize Malik'in anlattığına göre, Osman b. Affan (r.a.) şöyle dermiş:
"İmamın engel oldukları, Kur'ân'ın engel olduklarından daha çoktur."
Bunu Ebu Ömer (b. Abdil-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nakletmektedir.
Yöneticinin bir yıl zulmü, insanların bir anlık düzensiz ve anarşik ortam
İçerisinde kalmalarının verdiği rahatsızlıklardan daha azdır. İşte bu fayda
dolayısıyla yüce Allah halifeyi yaratmıştır. İşler onun görüşüne göre cereyan
etsin ve Allah, onun vasıtası ile çoğunluğun yapmak istediği saldırganlıkları
önlesin.
İşte bundan ötürü yüce
Allah Beyt-i HaranVı kalplerinde gereği gibi ta'zim etmelerini istemiş,
ruhlarına onun heybetini yerleştirmiş, Beyt'in kıymetini aralarında ta'zim
etmiştir, O bakımdan ona sığınan, onun sayesinde güvenlik altına alınır, zulüm
ve baskı gören orada bulunmakla himaye görür Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlar, etraflarından kapılıp alınmakta iken, Bizim
kendilerine emin bir Haram (belde) kıldığımızı görmediler mi?"
(el-Ankebut, 29/67)
İlim adamları derler
ki: Kâ'be, özel bir yer olup her mazlum oraya ulaşamadığından, korkuya kapılan
herkes oraya varamadığından dolayı, yüce Allah, Haram ayı bir başka sığınak
olarak tesbit etmiştir. Bu ise^ bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil
etmektedir.
[301]
"eş-Şeliru'l-Haram"
bir cins ismidir. Bununla kastedilenler ise, araplann ic-ma ile (haram ay)
kabul ettikleri üç aydır.[302]
Yüce Allah, kalplerine bu aylara saygı duymayı yerleştirmişti. Bu aylarda,
bundan dolayı hiçbir kimseyi korkutmaz ve hiçbir kanın intikamını almak
istemez, bu aylarda intikam alınmasını da ummazlardı.
O kadar ki adam,
babasının, oğlunun, kardeşinin katilini görür, fakat ona hiçbir eziyet
vermezdi. Bu ayları haram kılmakla böylelikle zamanın üçte birini bir kenara
çıkarmış oluyorlardı.
Bu ayların üçünü
peşpeşe haram ay kabul ederek güven, rahat ve huzur içerisinde seyahat
edebilmek için bir alan, rahatlayabilecekleri geniş bir zaman elde etmek
istediler. Bu aylardan birisini de, saygınlığı iyice telafi etmek için senenin
oltasında haram kabul eltiler ki, bu da Receb el-Asam veya Mu-dar'ın Recebi
diye bilinen aydır. Ona, Receb el-Asam denilmesinin sebebi ise, bu savaşta
demir (silah) sesi işitilmediğinden dolayıdır. (el-Asam sağır demektir). Bu
aya (silahların sivri uçlarının yerinden ayrılmasını sağlayan anlamında:)
"Munsilu'l Esinne" adt da verilir. Çünkü onlar, bu ayda mızrakların
uçlanndaki sivri demirleri çekip çıkarıyorlardı. Bu, Kureyş'in ayı idi, İşte
Avf b. el-Ahvaz bu ay için şöyle demektedir:
"O, Ümeyyeoğullan
ile kanların boyayıp süslemiş olduğu halde Gönderilen hediye kurbanlıklarının
ayıdır."
Peygamber (sav)'da bu
aya "ŞehruSlah" adım vermiştir. Bu ise "Şehru hilali*
anlamındadır. Çünkü Harem ehline " lillah" denilirdi. (.Anlamı da:
Allah'ın tesbkt ettiği harem bölgesinde yaşayanların ayı şeklinde olur).
Bizzat yüce Allah'ın
ayını kastetmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yüce Allah, bu ayın hürmetini
sağlamlaştırmış ve pekiştirmiştir. Zira, araplardan pek çok kimse bu ayın haram
olduğu görüşüne sahip değildi, İleride et-Tevbe Sûresi'tide (9/36. âyetin
tefsirinde) (bu haram) ayların isimleri gelecektir.
Daha sonra yüce Allah,
onlara ilhamını kolaylaştırdı ve şerefli rasulleri aracılığıyla hediye
kurbanlıkları ile gerdanlıktılar hakkındaki hükümlerini teşri buyurdu ki, bu
da bir sonraki başlığın konusudur.
[303]
Araplar, bir deve
aldıkları vakit, onu kan ile işaretler, üzerine bir ayakkabı asarlardı. Veya
kişi bazan -bu sûrenin baş taraflarında açıklanmış olduğu gibi- bizzat
kendisine böyle bir surette gerdanlık takarsa kimse onu gördüğü yerde tedirgin
etmez, korkutmazdı. Bu, kendisini takib eden, yahutta ona zulmeden İle kendisi
arasına adeta bir set oluştururdu.
Nihayet, yüce Allah
İslâmı gönderdi ve Mulıammed (sav) vasıtasıyla hakkı beyan etti. Böylelikle
din rayına oturdu ve hak hedefini buldu. Önderlik ona teslim edildi, insanlar
için önderliğin (imam tayininin) vücubu da buna binaen farz kılındı. Bu da yüce
Allah'ın şu buyruğunda şöylece ifade edilmektedir: "Sizden iman edip salih
amel işleyenleri Allah mutlaka onları yeryüzünde halife yapacağım
vadettL.." (en-Nûr, 24/55) el-Bakara Sûresi'nde (2/30. ayet, 3- başlık ve
devamında) imamlığın hükümlerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O
bakımdan onları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
[304]
Yüce Allah'ın:
"Bu da», sizin de bilmeniz İçindir" buyruğundaki "bu" tamiri
ile, yüce Allah'ın bu işleri bir kıyam sebebi kılmasına bir işarettir. Yani,
yüce Allah bunları, şanı yüce Allah'ın göklerin ve yerin durumları ile ilgili
tafsilatı bildiğini ve ey insanlar, önceden de sonradan da sizin maslahatınıza
olanı bildiğini bilmeniz içindir. O bakımdan, kâfir olmalanna rağmen O'nun,
kullarına ne kadar lütufkâr olduğuna ibrette bakınız.
[305]
98- Bilin ki Allah,
hem cezası pek çetin olandır, hem de muhakkak Allah mağfiret edendir, çokça
merhamet sahibidir.
Yüce Allah'ın:
"Bilin ki Allah, hem cezası pek çetin olandır" buyruğu, bir korkutma
ihtiva etmektedir.
"Hem de muhakkak
Allah mağfiret edendir, çokça merhamet sahibidir"
buyruğu da, mü'mînlere
bir umut vermektedir. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
[306]
99- RasÛle düşen ancak
tebliğdir. Neyi açıklar neyi gizlerseniz Allah hepsini bilir.
Yüce Allah'ın;
"Rasule düşen ancak tebliğdir" buyruğu şu demektir: Hidayet vermek,
imana muvaffakiyet, sevap ve mükâfat vermek onun işi değildir. Ona düşen
sadece tebliğ etmekten ibarettir. Bu ise, önceden de geçtiği gibi Kaderiye'nin
görüşlerini reddetmektedir.
Belâğ (tebliğ), asıl
anlamı itibariyle varmak demek olan "bulûğ" demektir. Belagat terimi
de buradan gelmektedir. Çünkü belagat, güzel lafızlar İle anlamı insanın ruhuna
ulaştırmak demektir. Delil olmamakla birlikte, kişinin belâğatli konuşmaya
kalkışması hali, diye anlatılır.
"Belâğ" yeterli olmak anlamına da gelir. Çünkü, böylelikle ihtiyacı
karşılayacak miktar elde edilir
"Neyi
açıklar...sanız Allah bilir yani, neyi açığa çıkarırsanız, izhar ederseniz
Allah onu bilir. Bu kökten gelmek üzere; Kişi sırrı açıkladı, açıklıyor,
denilir.
"Neyi gizlerseniz"
yani, kalplerinizde gizleyip saklı tuttuğunuz küfrü de münafıklığı da bilir.
[307]
100- De ki:
"Murdar ile temiz -murdarın çokluğu boşuna gitse de- hiçbir zaman bir
olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."
Yüce Allah'ın:
"De ki murdar ile temiz, hiçbir zaman bir olmaz" buy
ruğuna dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[308]
el-Hasen der ki:
"Murdar ile temte" helal ile haram demektir. es-Süddî; : Mü'min'ile
kâfir demektir, der. İtaatkâr ile isyankâr demek olduğu söylendiği gibi, adi
ve bayağı ile iyi ve kaliteli demek olduğu da söylenmiştir. Bu, bir
örneklemedir.
Sahih olan ise, bu
lafzın bütün hususlar hakkında umumi olduğudur. Kazanılan şeylerde, amellerde,
insanlar hakkında elde edilen bilgilerde ve diğer şeylerde sözkonusudur. Bütün
bunların murdar olanı asla iflah olmaz ve bir sonuç vermez. Çok oba dahi onun
güzel bir akibeti olamaz.
Temiz İse, az oîsa
dahi faydalıdır ve akıbeti itibariyle güzeldir Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Güzel beldenin nebatı, Rabbinin izniyle (güzel) çıkar.
Murdar olandan ise, faydası pek az olan birşeyden başkası ptA-maz."(_e\-A1
raf, 7/58.) Bu ayetin bir diğer benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur;
"îman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi
kılarız1? Yahut sakınanları facirlergibi mi kılarız." (Sa'd, 38/28.) Yüce
Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Yoksa kötülükleri kazanıp
duranlar kendilerini, iman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı... mı
sandılar?" (el-Câsiye, 45/21)
Murdar olan hiçbir
zaman ne miktar itibariyle ne infak İtibariyle, ne yeri, ne gidişi itibariyle
temize eşit olabilir. Temiz olan, uğurlu ve güzel (yemin) cihetine gider.
Murdar olan ise, uğursuz yere (şimal)'e gider. Temiz olan cennette, murdar
olan cehennemdedir. Bu da gayet açıktır. Eşit olmak (istiva) ise, hakikatte tek
bir cihette durmak demektir. İstikamet de bunun gibidir. İstikametin zıddı
ise, İ'vicâc (eğrilik)'dir. Söz buraya gelmişken, bundan sonraki başlıkta bazı
eğrilikleri sözkonusu edelim:
[309]
(Mezhebimize mensub)
kimi ilim adamlanmız şöyle demişlerdir: Fâsid alışveriş fesli olunur ve pazar
değişmesi yahut bedenin değişmesi sebebiyle de geçerlilik kazandırılarak, bu
hususta sahih alışveriş ile eşit kabul edilmez. Aksine, durum ne olursa olsun
fesli olunur. Satın aian eğer malı kabz etmişse, verdiği bedel ona iade olunur.
Şayet mal elinde telef olunmuşsa tazminatını öder. Çünkü o, satın aldığı malı
emanet olmak üzere kabzetmiş değildir, Bir akid şüphesi ile kabz etmiştir.
Şöyle de denilmiştir;
Satış fesh olunup, aradan zaman geçtikten sonra geri iade edilecek olursa,
satanın aleyhine bir zarar ve bir ğabn (aldanış) sözkonusu olacağından dolayı
fesh olunmaz. Çünkü böyle bir durumda eğer mal yüz (para birimi) ediyor ise,
ona yirmi ederi ile geri verilir. Halbuki mali konularda cezalandırma
sözkonusu değildir. Ancak, birinci görüş, âyetin umumi kapsamı ve Hz.
Peygamber'in: "Her kim, bizim şu işimize uygun olmayan bir iş yapacak
olursa, o merduttur"[310]
buyruğu dolayısıyla daha sahihtir.
Derim ki: Fıklıî
meseleler hususunda eşitliğin olmaması hallerinde bu nokta araştırılacak
olursa, bunların pekçok ve fazla oldukları görülecektir. Bunlardan birisi de
gasıp ile ilgili hükümlerdir. Bu da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil
etmektedir.
[311]
Bir kişi gasp edilmiş
bir arazide bina yapsa yahut ağaç dikse, o binayı yıkması, diktiklerini de
sökmesi için mecbur edilir. Çünkü böyle bir şey "murdar" bir iştir.
Araziyi olduğu gibi geri vermelidir. Bu ise: Bu durumda binayı yıkmaz, diktiği
ağacı sökmez, bunları yapan bunların kıymetini alır, diyen Ebu Hanile'nin
görüşüne muhaliftir. Hz. Peygamberin: "Zalim bir kimsenin kökünün bîr
hakkı yoktur"[312] buyruğu
Ebu Hanife'nin bu görüşünü da reddetmektedir.[313]
Hişam derdi ki: "Zalim kök" kişinin bu vesileyle oraya hak kazanması
için başkasına ait arazide ağaç dikmesidir.[314]
Malik der ki: Zalim
kök, haksız yere birşey alan, kazı yapan ve birşeyler diken herkesin yaptığını
kapsar.[315]
Yine Malik der ki: Bir
kimse bir araziyi gasb edip orayı ekse yahut kiraya verse ya da bir ev gasb
edip orada yerles.se ya-da kiraya verse sonra da arazi sahibi orayı lıakettiği
için geri alacak olsa, gasb edenin, orada kaldığı sürenin kirasını veya
kiralamışsa aldığı kirayı ona vermesi gerekir. Gasp ettiği o evde yerleşmez
yahut araziyi atıl bırakıp ekmemesi durumu İle ilgili olarak, farklı görüşleri
nakledilmiştir. Mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, bu durumda herhangi bir
şey ödemesi gerekmez. Bununla birlikte bütün bunların kirasını ödemekle
yükümlü olduğuna dair bir görüşü de rivayet olunmuştur.[316]
el-Vekkâr bu görüşü tercih ettiği gibi Şafiî'nin görüşü de budur. Çünkü, Hz.
Peygamber'in: "Zalimin kökünün bir hakkı yoktur" hadisi de bunu
gerektirmektedir.
Ebu Dâvud, Ebu'z-
Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, iki kişi Kasulullah (sav)'ın huzurunda
davalaştı. Bunlardan birisi bir diğerine ait araziye hurma ağaçlan dikmişti.
Hz. Peygamber, arazi sahibi lehine arazisinin verilmesini hükme bağladı, hurma
ağaçlarım dikene de ağaçlarını oradan sökmesini emretti. (Ebu'z- Zübeyr) der
ki: Ben bu hurma ağaçlarının -tam olgunlaşmış boylu poslu hurma ağaçlan
oldukları halde- topraktan çıkartılıncaya kadar köklerine baltalarla
vurulduğunu gördüm.[317] Bu
açık bir nasstır.
İbn Habib der ki:
Böyle bir durumda hüküm şudur: Araai sahabi, zulmedene yapılacak uygulamada
muhayyer bırakılır. Dilerse, sökülmüş halleriyle kıymetlerini ödeyerek bunları
kendi arazisinde alıkoyar, dilerse de bunların arazisinden sökülmesini ister.
Sökme ücreti de gasb edene aittir.
Dârakutnî, Hz.
Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Her kim bir topluluğa ait yerde izinleri ile bina yapacak olursa, ona o
binanın kıymeti verilir. İzinleri olmaksızın bina yapacak olursa, o takdirde o
yaptığım yıkan"[318]
İlim adamlarımız
derler ki: Ona yaptığının kıymetinin veriliş sebebi, menfaatine malik olduğu
bîr yerde bina etmiş olmasıdır. Bu da şuna benzer: Bir kimse, şüpheye mebni
olarak bir yerde bina yapsa yahut ağaç dikse, onun bir İıakkı vardır. Eğer mal
sahibi dilerse mevcut haliyle bu yaptığı binanın yahut diktiği ağaçların
kıymetini öder. Şayet mal sahibi bunu kabul etmeyecek olursa, bina yapan yahut
ağaç dikene: Sen buna arazisinin çıplak olarak kıymetini öde, denir. Şayet o
da bunu kabul etmezse, ikisi de ortak olurlar. İb-nü'1-Macişûn der kî: Onların
ortaklığı şöyle açıklanır: Evvela araziye çıplak olarak kıymet biçilir. Sonra
mamur haliyle ona kıymet biçilir Bu imar dolayısıyla çıplak araziye nisbetle
kıymetindeki artış kadar bu işleri yapan kişi orada arazi sahibine o oranda
ortak olur. Dilerlerse paylaştırırlar, dilerlerse olduğu gibi
(paylaştırmaksızın aynı oranda alıkorlar). tbnü'1-Cchm der ki: Şayet arazi
sahibi, arazide yapılan imann kıymetini ödeyip arazisini alacak olursa, buna
karşılık bu imar üzerinden geçen yılların kirasını almak hakkını elde eder
İbnü'l-Kasım ve
başkalarından rivayet olunduğuna göre ise, bir kimse başkasına ait arazide
onun izniyle bina yapacak olsa, sonra da bu bina sahibi o binayı oradan
kaldırmak istese, arazi sahibi o kişiye binasının dökülmüş (enkaz) halindeki
kıymetini öder. Birinci görüş ise, Hz. Peygamberin: "Ona binanın kıymeti
verilir11 buyruğu dolayısıyla daha sahihtir Fukalıânın çoğunluğu da bu
görüştedir. Murdarın çokluğu imrendirmesin.
Yüce Allah'ın:
"Murdarın çokluğu hoşuna gitse de" buyruğunda hitabın Peygamber
(sav)'a yönelik olmakla birlikte, maksadın onun ümmeti olduğu söylenmiştir.
Çünkü Peygamber (sav) "murdar"dan hoşlanmaz. Maksadın, Peygamber
(sav)'ın bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Murdardan hoşlanması ise, onun
kâfirlerin ve haram malın çokluğunu, buna karşılık müzminlerin ve helal malın
azlığını görmesinden dolayı hayrete düşmesi demektir.
"Şimdi ey akü
sahipleri, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz" bu buyruğuna dair
açıklamalar, daha önce (benzer buyruklarda) geçmiş bulunmaktadır.
[319]
101- Ey iman edenler!
Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız. Şayet onları
Kur'ân'm indirildiği sırada sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti.
Allah mağfiret edendir, ce-fca vermede acele etmeyendir.
102- Sizden önce de
bir kavini onları sordu, sonra da onları inkar eden kimseler oldular.
Bu buyruklara dair
açıklamalanmtzı on başlık halinde sunacağız:
[320]
Lafız BuhaiTnİn olmak
üzere- Buharı, Müslim ve başkalarının Enes'den rivayetlerine göre, Enes şöyle
demiştir: Adamın birisi, Ey Allah'ın Peygamberi, benim babam kim? diye sormuş,
Hz. Peygamber: "Baban filandır" deyince, yüce Allah'ın: "Ey
iman edenleri Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız"
âyeti nazil oldu. Yine Buharı Enes'den, Peygamber (sav)'dan rivayetine göre,
hadiste şu ifadeler de vardı: "Allah'a yemin ederim, bana her ne hakkında
soru sorarsanız, bu yerimde bulunduğum sürece mutlaka size ona dair haber
vereceğim {iç yüzünü anlatacağım)." Bunun üzerine bir adam yerinden
kalkıp: Ey Allah'ın Rasulü, benim gireceğim yer neresidir? diye sorunca, Hz.
Peygamber: "Ateştir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b.
Huzafe kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benim babam kimdir?. Hz.
Peygamber: "Baban Huzafe'dir" dedi ve (Enes) hadisin geri kalan
kısmını zikretti.[321]
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Abdullah b. Huzafe erken dönemlerde İslama girmiş, Habeşistan'a ikinci
hicrette bulunanlar arasına katılmış ve Bedir'de hazır bulunmuştu. Bir
dereceye kadar şakacı bir kimseydi. Rasulüllah (savVın, mektubunu Kisra'ya
iletmek üzere gönderdiği elçisi idi. Ey Allah'ın Rasulü, benim babam kimdir
diye sorunca, O da; "Baban Huzafe'ctir" diye cevap vermişti. Annesi
ise ona şöyle demişti: Ben, anne-babasına karşı senden daha kötü davranan bir
evlat görmedim. Senin annenin cahiliye dönemi kadınlarının yaptıklarını da
yapmamış olacağından emin mi oldun? O takdirde herkesin gözü önünde anneni
rezil edecektin. Bunun Ü2erine Abdullah şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer
babamın siyahi bir köle olduğunu söylemiş olsaydın, ben de onu babam diye
bilecektim,
Tirmizî ve Dârakutnîde
Ali (r.aVdan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Şu: "Ona yol
bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir
hakkıdır" (Âl-i İmran, 3/97) ayeti nazil olunca, Ey Allah'ın Rasulü, her
yıl mı? diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine her yıl mı diye sordular. Hz.
Peygamber bu sefer: "Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl)
farz olacaktı, "Bunun üzerine yüce Allah: "Ey İman edenler, size
açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız..." âyeti sonuna
kadar nazil oldu.[322] Lafız
Dârakutnî'nİndir.
Buharî'ye bu hadis
hakkında sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Hasen bir hadistir. Ancak mürseldir.
(Çünkü hadisi, Hz. Ali'den rivayet eden) Ebu'1-Bah-teri Hz. Ali'ye
yetişmemiştir. Asıl adı da Saiddir.
Yine bu hadisi,
Dârakutnî, Ebu İyadMan, o, Ebu Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir:
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Ey insanlar! üzerinize hac (farz)
yazılmıştır." Bir adam kalkıp şöyle dedi: Her yıl mı Ey Allah'ın Rasulü.
Hz, Peygamber ondan yüz çevirdi. Adam tekrar her yıl mı Ey Allah'ın Rasulü
diye sorunca, Hz. Peygamber: "Bunu kim sordu?" dîye sorunca, filan,
kişi dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim,
eğer evet diyecek olsam farz olurdu, Farz olsaydı, siz bunu yerine getiremezdiniz.
Getiremeyince de şüphesiz küfre sapardınız." Bunun üzerine yüce Allah:
"Ey iman edenler, size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri
sormayınız" âyetini indirdi.[323]
Hasan-ı Basrî de bu
âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Peygamber (sav)'a, yüce Allah'ın
affetmiş olduğu cahiliyyeye ait bir takım işler hakkında soru, sordular.
Halbuki, yüce Allah'ın affettiği şeyler hakkında soru sormanın bir anlamı
yoktu.
Mücahid de İbn
Abbas'dan rivayet ettiğine göre, bu âyet-i kerime, Rasu-lullah (sav)'a, Bahîre,
Sâibe, Vasile ve Ham hakkında soru soran bir topluluk hakkında nazil oldu. Bu
aynı zamanda Said b, Cübeyr'in de görüşüdür.
Nitekim şöyle
demektedir: Bundan sonra yüce Allah'ın: "Allah, Bahîre, Sâ-ibe, Vasîte ve
Hâm diye birşey (meşru) kılmamıştır" Cel-Maide, 5/103) diye buyurduğunu
görmüyor musun?
Derim ki: Sahih ve
müsned (senedinde kopukluk olmayan) rivayetlerde yeterlilik vardır. Âyet-i
kerimenin, hepsine cevap olmak üzere inmiş olması da muhtemeldir. O takdirde bu
sorulan sorular, zaman itibariyle birbirlerine yakın dönemlerde sorulmuş
olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
(Şeyler) anlamına
gelen, kelimesi, veznindedir. Bu kelime gayr-i munsanftır. Çünkü (hamr'a)
kelimesine benzemektedir. Bu açıklama el-Kjsaî'ye aittir. Bu kelimenin vezninin
olduğu da söylenmiştir. Kelimesinin tekil ve çoğulu gibi. Bu açıklama İse
el-Ferrâ ve el-Ahfeş'den nakledilmiştir Bunun küçültme ismi ise, diye yapılır
el-Mâ-zinî der ki: Bu kelimenin küçültme isminin; diye gelmesi gerekir. Nitekim,
Arkadaşlar kelimesinin küçültme ismi müennes olarak; ) şeklinde, müzekker olarak da; diye gelir.
[324]
İbn Avn der ki: Ben
Nâfı'e, yüce Allah'ın: "Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri
sormayınız" buyruğu hakkında sordum da şu cevabı verdi: O andan bu yana
çokça soru sormak hatâ hoşlanılmayan bir şeydir.
Müslim de el-Muğire b,
Şu'be'den, Rasulullalı (sav)'ın şu buyruğunu rivayet etmektedir:
"Muhakkak Allah, annelere kötü davranmayı, kız çocukları diri diri
gömmeyi, vermeniz gerekeni vermeyip, istememeniz gerekeni de istemeyi haram
kıldı. Sizin için üç şeyi de hoş görmedi: Kîl-u kal'i (boş sözler söylemeyi),
çokça soru sormayı ve malı boşu boşuna zayi etmeyi,"[325]
Birçok ilim adamı da
şöyle demiştir: "Çokça soru sormak" ile kastettiği, işi yokuşa sürmek
için ve fıkhı meselelere dair zorlanarak meydana gelmedik hususlar ile ilgili
soru sormak için kendisini zorlamak, şaşırtıcı sorular sormak ve meselelerden
yeni yeni meseleler türetmek suretiyle hükümleri hakkında soru sormaktır. Selef
ise, bunu hoş görmez ve böyle bir işi mükellef kılındığımız işlerden görmezler
ve şöyle derlerdi: Olay meydana gelecek olursa, bu hususta kendisine soru
sorulana (uygun cevap vermesi için.) muvaffakiyet verilir.
Malik der ki; Ben, bu
şehir halkına yetiştim. Yanlarında Kitap ve sünnetten başka ilim yoktu. Bir olay
meydana geldi mi, şehir valisi hazır bulunan ilim adamlarım o mesele için bir
araya getirirdi. İttifakla kabul ettiklerini uygulamaya koyardı. Sizler ise
çokça soru soruyorsunuz. Halbuki RasuluLlalı (sav) bunlardan hoşlanmamıştı.
Şöyle de denilmiştir:
Çokça soru sormaktan kasıt, insanlardan ısrarla ve kendi mal ve servetini
çoğaltmak kastı ile, çokça mal ve İhtiyacı olan şeyleri İsteyip dilenmektir.
Malik de bu görüşü ifade etmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Çokça soru sorulmaktan maksat, insanların saklı kalması gereken yönlerinin
açığa çıkmasına, hoşlarına gitmeyen hallerine muttali olunmasına götürecek
şekilde insanların çeşitli durumlarına dair ve fayda vermeyen hususlarda soru
sormaktır. Bu ise, yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: ^Birbirinizin
kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizin gıybetini de yapmasın."
(el-Hucurât, 49/12)
İbn Huveyzimendâd der
ki: İşte bundan dolayı mezhebimize mensub kimi ilim adamları şöyle
demişlerdir: Ona bir yemek ijîram edilecek olursa, bu nereden gelmiştir; yahut
ona satın almak üzere bir şey gösterilirse, bu nereden diye sormaz,
müslümanlann İşlerini selamet ve sıhhat esası üzere yorumlamaya çalışır.
Derim ki: Uygun olan,
hadisi umumu üzere alıp yorumlamaktır. O takdirde hadis, bütün bu hallerin
tümünü kapsar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[326]
İbnu'l-Arabî der ki:
Gafillerden bir topluluk, bu âyet-i kerimeye yapışarak, meydana gelmedikçe
olaylar hakkında soru sormanın haram olduğuna inanmıştır. Oysa durum böyle
değildir. Çünkü bu âyet-i kerime, hakkında soru sormanın yasaklandığı şeyin,
verilen cevaptan dolayı hoşlanılmaması haliyle ilgili olduğunu açıkça ifade
etmektedir. Oysa, bulunulan zamanda karşılaşılan meselelere cevap vermenin
kötü ve hoşa gitmeyecek bir taralı yoktur. O bakımdan bu iki durum birbirinden
farklıdır.
Derim ki:
"Gafillerden bir topluluk inanmaktadır" şeklindeki ifadesi bir dereceye
kadar çirkindir. Çünkü ona yakışan: "Kimisi ise, olaylar ile İlgili soru
sormayı haram görmüştür" şeklinde bir ifade kullanması idi. Fakat o, burada
da,adeü üzere bir ifade kullanmıştır. Ona yakışan, daha uygun olan, dememizin
sebebine gelince, seleften bir topluluk, bu gibi hallerle ilgili soru sormaktan
hoşlanmazdı. Ömer b. el-Hattab (ra) olmadık şeyler hakkında soru soran
kimseleri lanetlerdi. Bunu, Darimî
Müsned'inde zikretmiştir.[327]
Yine Darimî,
ez-Zührî'den şöyle dediğini nakletmektedir; Bize ulaştığına göre ensardan olan
Zeyd b. Sabit, bir mesele hakkında kendisine soru soruldu mu: Böyle bir şey
oldu mu diye sorarmış. Şayet ona: Evet oldu derlerse, o takdirde o mesele
hakkında bildiğine göre hadis nakledermiş. Şayet, hayır Öyle bir şey olmadı
diyecek olurlarsa, bunu oluncaya kadar bırakın dermiş.[328]
Yine Darimî, Ammâr b.
Yâsİr'den, kendisine sorulan bir mesele hakkında şöyle demiş olduğunu senediyle
kaydetmektedir: Henüz böyle bir şey oldu mu? Onların, hayır demeleri üzerine:
Oluncaya kadar bizi bırakınız. Eğer, böyle bir şey olursa, o takdirde sizin
İçin o meselenin üzerine gideriz demiştir.
[329]
Yine Darimî der ki: Bize,
Abdullah b. Muhammad b. Ebi Şeybe anlam, dedi ki: Bize, İbn Fudayl'm Ata'dan
naklettiğine göre jbn Abbas şöyle demiş: Ben, Rasulullah (sav)'m ashabından
daha hayırlı bir topluluk görmedim. Ona, vefat ettiği vakte kadar yalnızca onüç
mesele hakkında soru sordular. Ve bunların hepsi Kur'ân-ı Kerimdedir. aSana
haram ay hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/217"); "Sana ay
hali hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/222) ve benzerleri bunlar
arasındadır. Onlar ancak kendilerine faydalı olan şeyler hakkında sûru
sorarlardı.
[330]
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Bugün soru sormaktan dolayı haram ve helâle dair herhangi bir hükmün
ineceğine dair korkulmamaktadır. Buna göre, bir kimse iîme arzusu ve
bilgisizliğini gidermek isteği, dinî bakımdan bilinmesi gereken bîr hususa
dair konuyu anlamak hakkında soru soracak olursa, bunda bir mahzur yoktur
Çünkü, cahilliğin devası soru sormaktır. Kim de İşi yokuşa sürmek ve bilgisini
artırmak kastı ya da öğrenmek amacı olmaksızın soru soracak olursa, işte az da
olsa, çok da olsa soru sorması helal olmayan budur.
İbnü'l-Arabî der ki:
Üîm adamına yakışan, deîilleri geniş geniş açıklayan, deHller üzerinde düşünme
ve kıyas yolların) açıklayıp, içtihadın Ön bilgilerini elde etmek, hüküm
çıkarmaya yardımcı olacak araçları hazırlamakla uğraşmak olmalıdır. Böyle
birisine herhangi bir mesele arz edilecek olursa, o mesele uygun bir yolla
araştırılır, bulunabileceği yerlerde tetkik edilir, Allah da onun doğru hükmü
bulması için önünde kapıları açar.
[331]
Yüce Allah'ın:
"Şayet onları Kur'âmn İndirildiği sırada sorarsanız, size açıklanır"
buyruğunda bir kapalılık vardır. Çünkü, âyetin baş tarafında soru sormak
yasaklanırken, daha sonra: "Şayet onları Kur ânın indirildiği esnada
sorarsanız size açıklanır" diye buyurularak soru sormak onlara mubah
kılınmaktadır.
Bununla ilgili olarak
şöyle denilmiştir: Buyruk, eğer ihtiyaç duyulan başka şeyler hakkında soru
soracak olursanız... demektir. Burada rauzaf hazf edilmiş bulunmaktadır. Bunun
böyle bir hazf olduğu takdiri kabul edilmeksizin doğru olarak anlaşılması
mümkün değildir. el-Cürcanî der ki: "Onları buy-ruğundaki zamir, başka
şeylere racidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Andolsun Biz,
insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık," (el-Mu'mi-nun, 23/12) Burada
insandan kastedilen Hz. Adem'dir. Daha sonra gelen: "Sonra onu bir nutfe
kılıp..." (el-Mu'minun, 23/13) buyruğunda da kastedilen Âdem'in
oğullarıdır. Çünkü Adem (a.s) sağlam bir yerde bir nutfe olarak yaratılmamıştır.
Fakat, Âdem'in kendisi olan insan sozkonusu edilmesi onun gibi bir insandan söz
edildiğine, delalet etmektedir. Bu, halin karînesi ile bilinmiş olmaktadır.
Buyruğun anlamı buna göre şöyle olur: Eğer sizler, Kur:ân-ı Kerim'in
indirildiği sırada birtakım şeyler ile ilgili olarak, helal, haram veya
herhangi bir hüküm hakkında soru soracak olursanız ya da durumunuz bir şeyin
açıklanmasını gerektirecek olursa, işte böyle bir durumda soru sorduğunuz
takdirde size bunlar açıklanır.
Böylelikle bu buyruğunda
yüce Allah, bu kabilden soru sormayı mubah kılmıştır, Bunun örneği de şudur:
Şanı yüce Allah, boşanmış kadının, kocası ölmüş kadının ve hamile kadının
iddetini beyan etmekle birlikte, ne ay hali olan, ne de hamile olan kadının
iddeti sözkonusu edilmemiştir. Onlar da buna dair soru sorunca, yüce Ailah'ın
şu buyruğu nazil olmuştur: "Ay halinden kesilmiş olanlarla, asla'ay hali
olmayanların iddeti ise..." (et-Tahrim, 65/4) Buna göre yasak, hakkında
soru sorma ihtiyacı duyulmayan şeyler hakkındadır. Açıklanmasına ihtiyaç
duyulan şeyler hakkında soru sormanın yasaklanması sözkonusu olmamıştır.
[332]
Yüce "Allah'ın:
"Allah onu affetti" buyruğunda kastedilen, onların geçmişte
sordukları sorulardır. Burada affedilenlerin, cahiliyye ile ilgili ve o kabilden
olup, haklarında soru sordukları şeyler olduğu da söylenmiştir.
"Affet-me"nin, terketmek anlamına olduğu da söylenmiştir. Yani, Allah
onları ne helâl, ne de harama dair birşey bildirmeksizin oldukları gibi
bırakmıştır. Bunlar, affolunmuş şeyler olduğundan dolayı bunları
araştırmayınız. Olur ki, bunlara dair hüküm size açıklanacak olursa, sizin
hoşunuza gitmez.
Ubeyd b. Umeyr şöyle
dermiş: Muhakkak Allah, helâl ve harama dair hükümler indirmiştir. Helâl
kıldığı şeyi siz de helâl biliniz. Haram kıldığı şeylerden uzak durunuz.
Bunlar arasında da bazı şeyleri lıelâlt ya da haram kıl-maksızın bırakmıştır.
Bu da Allah'tan bir aflır (Hükmü açıklanmadan bırakılmış olan şeylerdir). Daha sonra da bu âyet-i kerimeyi okurmuş.
Dârakutnî de Ebû
Sa'lebe el-Huşenî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav)
buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah, bir takım farzlar farz kılmıştır.
Onları kaybetmeyiniz. Bazı haramları haram kılmıştır, onları da çiğnemeyiniz.
Bir takım hadler belirlemiştir. Onlan aşmayınız. Bazı şeyler hakkında unutma
sebebiyle olmayarak hiçbir şey söylememiştir. Siz de onlan araştırmayınız.[333]
Buna göre, buyrukta
takdim ve tehir vardır. Yani, yüce Allah'ın açıklamadan bıraktığı, sözkonusu
etmeksizin haklarında herhangi bir hüküm vermediği, ama size açıklandığı
takdirde hoşunuza gitmeyecek bir takım şeylere dair soru sormayınız.
Şöyle de denilmiştir:
İfadede takdim de yoktur, tehir de, Aksine, aniamı şöyledir: Allah sizin
geçmişe dair sorduğunuz soruları affetmiştir. Peygamber (sav), bunlardan
hoşlanmamış olsa dahi. Artık benzeri şeyleri tekrar sormaya kalkışmayınız.
Buna göre» yüce
Allah'ın: "Onu" buyruğundan kasıt, daha önce de açıkladığımız gibi,
soru sormayı, yahut sorular sormayı affetti, demek olur.
[334]
"Sizden evvel de
bir kavim onları sordular. Sonra da onları inkâr eden kimseler oldular"
buyruğu ile, bizden önce bunun gibi birtakım âyetler hakkında soru sormuş, (ya
da mucizeler istemişi bir topluluktan haber vermektedir. Bu topluluk»
istekleri yerine getirilip, hükümleri üzerlerine farz kılındığı halde onları
inkâr ettiler ve: Bunlar Allah'tan değildir dediler. Salih kavminin dişi deve
mucizesini istemeleri, bu Hz. İsa'nın arkadaşlarının gökten bir sofra
indirilmesini istemeleri bu kabilindendir, İşte bu da geçmiş ümmetlerin
yaptıklarının benzerini yapmaktan bir sakındırmadın Doğrusunu en İyi bilen
Allah'tır.
[335]
Birisi dese ki: Burada
sözünü ettiğiniz soru sormanın mekruhluğu ile bunun yasaklanmış olması
iddiasına, yüce Allah'ım "Eğer bilmiyorsanız zikir ekline sorunuz"
(en-Nahl, 16/43 ve el-Enbiyâ, 21/7) buyrukları ile tearuz (çelişki) gibi
halindedir.
Buna şöyle cevap
verilir: Allah'ın kullarına vermiş olduğu bu emir, onlar için gereğince amel
etmelerinin vacip olduğu kesinleşmiş ve sabit olmuş şeylerdir. Yasak ise, yüce
Allah'ın onları yerine getirmekle kullarının kendisine ibadet etmelerini
istemediği ve Kitabında da söükonusu etmediği şeylerdir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[336]
Müslim'in rivayetine
göre, Âmir b. Sa'd, babasından Sa'd b. Ebî Vak-kas'tan şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Müslümanlar arasında günahı
en ağır olan müslüman kişi, müslüinanlara haram kılınmamış bir şey hakkında
soru sorup da, onun bu soru sorması dolayısıyla onlara o şeyin haram kılınmasına
sebep teşkil edendir."[337]
el-Kuşeyrî Ebû Nasr
der kî: Eğer el-Acİanî (hanımın zinası hakkında) soru sormamış olsaydı, lian
sabit olmazdı.
Ebu'l-Ferec el-Cevzî
de şöyle demektedir: Bu, birşey hakkında işi yokuşa sürmek ve boşla işEigal
etmek için soru sorup bu kötü maksadı dolayısıyla hakkında sorduğu şeyin haram
kılınması ile cezalandırılan kimse hakkında hamledilir. Bu durumda haram
kılınan şey ise, herkes hakkında umumi bir hüküm halini alır.
[338]
İlim adamlarımız
derler ki: Yüce Allah bir şeyi bir başka şey için ve başka bir şey sebebiyle
yapar şeklindeki iddialarına Kaderiye'nin bu hadisi herhangi bir şekilde delil
gösterebilmelerine imkân yoktur. Çünkü yüce Allah bundan münezzehtir. Şüphesiz
O, herşeye gücü yetendir. O, herşeyi bilendir. Aksine, sebep ve gerekçe dahi
O'nun fi il! erindendir. Fakat, kaza ve takdir, hakkında soru sorulan şeyi o
hususta soru sorma vaki olduğu zaman haram kılmak şeklinde cereyan etmiştir.
Yoksa o soru bu haram kılmayı gerektirdiği ve ona bir gerekçe olduğu için
değildir. Bunun benzeri ise, pek çoktur. Üstelik: "ö, yaptıklarından,
dolayı sorumlu olmaz. Halbuki, onlar sorulurlar." (el-Enbiya,
21/23")[339]
103. Allah, Bahire,
Sâibc, Vasîle ve Hâm diye bir şey (meşru) kılnıa-mıştır. Fakat o kâfirler
Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar. Onların pek çoğunun da aklı ermez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[340]
Yüce Allah'ın:
"Allah... kılmamıştır" buyruğunda yer alan : kelimesi burada
"adım koydu" anlamındadır. Nitekim yüce Allah Muhakkak Biz onu Arapça
bir Ruf ân kıldık" (ez-Zuhruf, 43/3) buyruğundaki "kılmak" adını
koymak demektir. Yani Biz, onu Arapça bir Kur'an diye adlandırdık. Bu âyet-i
kerimedeki anlamı ise: Allah bu gibi adlar koymamıştır ve böyle bir hüküm teşri
buyurmamıştır, şer'an de bunlarla kullarının kendisine ibadet etmelerini
istememiştir. Şu kadar var ki O, bunların olacağını bilerek, bu hususta kaza
olarak bunu tayin etmiş, kudret ve iradesiyle bunu yaratıp var etmiştir. Çünkü
yüce Allah, hayır olsun şer olsun, fayda olsun, zarar olsun^ İtaat olsun
rnasiyet olsun, herşeyin yaratıcısıdır.
[341]
Yüce Allah'ın: Bahire,
Sâibe...." buyruğundaki edatı
zaiddir.
Bahire, mef ul
anlamında faîle veznindedir. Bu da Natîha ve Zebîha (tos vurulmuş ve
boğazlanmış) kelimeleri veznindedir.
Sahih (i BuharD'de,
Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bahire, tağutlar
(putlar) için sütü alıkonulan demektir. İnsanlardan kimse bu gibi hayvanları
sağamıyordu. Sâibe ise, ilahları adına serbest bıraktıkları davarlardı.[342]
Şöyle de denilmiştir:
Bahire, sözlükte kulağı yarık dişi deve demektir. sözü, ben, dişi devenin
kulağını genişçe yardım, demektir. Bu şekildekt deveye de Balura ve Mebhûra denilir.
Bu şekilde bir yarık açmak onun serbest bırakıldığına alâmet teşkil ediyordu.
İbn Sîde der ki; Denildiğine göre Bahire, çobansız, serbest bırakılan deve
demektir. Aynı şekilde sütü çok bol dişi deveye de Bahîra denilmektedir.
İbn İshâk der ki:
Bahîra, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek
yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin
sırtına binilmez, tüyü kopanlmaz ve sütü -misafir dışında- içilmezdi. İşte bundan
sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile
birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna
kimse onun sütünü İçmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin
yavrusudur.
Şafiî de der ki: Dişi
deve, beş tane dişi yavrulayacak olursa, kulağı kesilir ve artık o haram ilan
edilirdi- Şair der ki:
"O> haram
kılınmıştır. İnsanlar onun etinin tadına bakma a Biz de aynı durumdayız,
Bahiralar da böyledir,"
İbn Uzeyz de der ki:
Bakıra şudur: Eğer bir dişi deve, beşincisi erkek olmak üzere beş tane yavru
doğurursa, bu erkek yavruyu boğazlarlar, erkekler kadınlar ondan yerlerdi.
Şayet beşincisi dişi olursa, o yavrunun kulağını yararlardı. Bu durumda o
yavrunun eti de sütü de kadınlara haram olurdu. -îkrime de böyle demiştir,- Bu
dişi yavru öldü mü, ölüsü kadınlara da helâl olurdu.
Sâibe'ye gelince bu,
kişinin mesela Allah kendisini hastalığından kurtaracak yahut da evine
selâmetle vardıracak olursa, böyle bir iş yapacağına dair yapılan bir adak ile
serbest bırakılan erkek devedir- Bu gibi develerin otlamalarına, su içmelerine
engel olunmaz ve kimse de sırtlarına binmezdi. Ebu Ubeyd de böyle açıklamıştır.
Şair de der ki;
"Ve bir Sâibe ki,
Allah için yayılıp gelişecek Eğer Allah Âmir'e veya Mücâşi'a afiyet
verirse."
Deve dışındaki
davarları da Sâibe olarak bıraktıkları olurdu. Bîr köleyi Sâibe bırakmaları
halinde, onun üzerinde kimsenin veiâ hakkı olmazdı. Sâibe'nin üzerinde herhangi
bir yular bulunmaksızın, çobansız olarak
serbest bırakılmış
dişi deve demek olduğu da söylenmiştir. Bu kelime mef ul anlamında fail
veznindedir. Razı (olunan) bir hayat" tabiri gibi ki, bu da mef ul
anlamını vermektedir. Bu anlamıyla Sâibe ( Yılan serbestçe dolaştı tabirinden
alınmıştır. Şair der ki;
"Siz, Rabbim için
Sâibe kılınmış bir dişi deveyi kestiniz Haydi ceza için ayağa kalkınız."
VasUe ile Hlm'a
gelince; İbn Vehb der ki: Malik dedi ki: Cahüiyye dönemi insanları deve ve
koyunları azad eder ve onları serbest bırakırlardı. (Sâ-İbe yaparlardı) Ham
ise, yalnızca deveden olurdu. Jırkek devenin dişiler üzerine aşırılması bitti
mi, üzerine tavus kuşları tüylerinden bırakırlar ve onu serbest bırakırlardı.
Vasile ise, ardı ardına dişi yavrulayan koyunlardan olurdu. Bu koyunları da serbest
bırakırlardı.
İbn Uzeyz der ki;
Vasîle koyundan olurdu. Yine îbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı,
yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle
kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına
katılırdı. Şayet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte (ikiz) ise, bu dişi
yavru erkek kardeşine yetişti, derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi.
Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun
sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu
erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hamt ise, yavrusunun yavrusunun
sırtına binilecek hale gelen erkek devedir.
Şair der ki:
"Ebû Kâbus himaye
etti onu. Sahip olduğu şeylerin en kıymetlileri arasında; Tıpkı erkek devenin
yavrularının yavrularına himaye etmesi gibi."
Şöyle de
denilmektedir: Eğer, o erkek devenin sulbünden on batın dünyaya gelirse; bu
kendi sırtını himaye etti, derler ve ne sırtına binilir, ne de herhangi bir
otlakta otlaması, ne de bir sudan içmesine engeî olunurdu.
İbn İshâk der ki:
Vasile, aralarında erkek olmaksızın ardı arkasına beş batında on tane dişi
yavru yapan koyundu. O vakit, bu vasletti, denilir. Artık, bundan sonra o
koyunun yavruları, yalnızca erkeklerine ait olur, kadınlara onlardan birşey
verilmezdi. Ancak, bunlardan birisi ölecek olursa, erkekleri de kadınları da
onlardan müştereken yerlerdi.
[343]
Müslim, Ebu Hureyre'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben,
Huzaalı Amr b. Amir'i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Şaibeleri
ilk olarak serbest bırakan o olmuştu."[344] Bîr başka rivayette de şöyle denilmektedir:
"Şu Kâ'b oğullarına mensub Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindlf i cehennemde
bağırsaklarını sürüklerken gördüm" denilmektedir.[345]
Ebu Hureyre de
rivayetle der ki: Rasulullah (sav.)k Eksem b. el-Cûn'a şöyle derken dinledim:
"Ben, Amr b, Luhay b. Kamia b. Hindif'i celıennem'de bağırsaklarını
sürüklerken gördüm. Ne senden daha çok ona benzeyeni, ne ondan sana daha çok
benzeyeni gördüm." Eksem: Ey Allah'ın Rasulü, ona benzemenin bana zarar
vereceğinden korkarım deyince, şöyle buyurdu: "Hayır, sen bir mü'minsin. O
ise bir kâfirdi, Çünkü o, İsmail'in dinini ilk değiştiren, Bahîra'nın kulağını
ilk yaran, Sâibe'yi ilk serbest bırakan, Hâmi'nİn sırtına binilmez diyen ilk
kişidir."[346] Bir
diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Ben onu, kısa boylu, gür saçlı,
saçları kulaklarının yumuşaklarına kadar varan bir kişi olarak cehennemde
bağırsaklarını sürüklerken gördüm.
İbnü'l-Kasım'ın ve
ondan başkalarının Malikten, onun Zeyd b. Eslem'den, onun da Ata b. Yesar'dan
rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "O, cehennem halkım
kokusu ile rahatsız eder." Bu hadis ise görüldüğü gibi mürseldir, bunu da
İbnü'l-Arabî nakletmektedir.[347]
Bunları ilk olarak
ortaya çıkartanın Cunade b. Avf olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Bu konudaki sahih rivayetler ise yeterlidir.
îbn İslıâk'm
rivayetine göre, putların dikiliş ve İbrahim (a.s)'ın dininin değiştirilmesinin
sebebi, Amr b. Luhay'dır. Mekke'den Şam'a gitmişti. el-Bel-ka toprakları
içerisinde kalan Meâb'a da gitti. O günlerde orada, İmlik -Im-lâk da denilir-
b. Lâvit b. Sâm b. Nûh soyundan gelen Amâlikalılar yaşamaktaydı. Onların
putlara taptıklarını görünce, onlara: Sizin taptığınızı gördüğüm şu putlar da
ne oluyor diye sormuş, onlar da: Bunlar, kendileri aracılığı ile yağmur
istediğimiz ve bunun üzerine bize yağmur gelen, yine kendileri aracılığıyla
yardım ve zafer istediğimiz, bu sebeple de bize yardım ve zafer gelen
putlardır, Bunun üzerine onlara; Bana bunlardan bir put vermez misiniz dedi ve
bir put alıp Arap topraklarına götüreyim, ona ibadel etsinler. Ona, "Hubel"
adı verilen bir put verdiler. O da bunu Mekke'ye getirip o putu orada dikti.
İnsanlar da ona ibadete ve onu ta'zim etmeye koyuldular. Şanı yüce Allah,
Muhammed (sav)'ı peygamber olarak gönderince üzerine: "Allah, Bahire,
Şaibe, Vasile ve Hâmdİye birşey (.meşru) kılmamıştır" "Fakat o kâfirler"
yani, Kureyş, Huzaa ve Arap müşrikleri arasından kâfir olanlar, "Allah'a
yalan söyleyip iftira ediyorlar" buyruğunu indirdi. Çünkü onlar: Allah bunları
haram kılmayı emretti diyorlar ve onlar bütün bu işleri Allah'a itaat yolunda,
rablerinİ razı etmek için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Oysa Allah'ın
itaatinin ne olduğu O'nun buyruklarından anlaşiİTr. Halbuki, bu hususta on-lann
yanında ondan gelmiş bîr buyruk yoktu. İşte o bakımdan bütün bunlar, onların
Allah'a karşı yalan uydurdukları şeyler cümlesindendirler.
Ayrıca onlar şöyle
demişlerdi: "Şu davarların karınlarındald yavrular, yalnız erkeklerimize
helaldir." Yani, bu davarların doğurduklan yavrular ve sütler yalnız
erkeklerimize helaldir. "Kadınlarımıza haramdır şayet ölü doğarsa™ yani,
eğer ölü yavrularsa, o takdirde erkek ve kadınlar onda ortak olurlardı. İşte
yüce Allah'ın: "Onlar bunda ortaktırlar" buyruğunda kastettiği budur.
"Onlara, yakıştırmalarının cezasını verecektir." Yani, Allah'a karşı
yalan uydurduklarından dolayı, ahîrette onları azaplandıracaktır "Muhakkak
ki O, sapasağlam hüküm koyandır, kerşeyi bilendir." (el-En'âm, 6/139)
Yanif haram ve helal kılmak suretiyle.
Yine yüce Allah,
Peygamberine şunu indirmiştir; "De ki: Allah'ın size indirdiği ve
kendisinden haram ve helal kıldığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size
izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yûnus, 10/59) Yine yüce
Allah Peygamberine, "Sekiz çift..." (el-En'âm, 6/14) buyrukları ile:
"Birtakım hayvanlarda vardır ki, üzerlerine Allah'ın adını -Ona yalan,
iftira ederek- anmazlar" (et-En'âm, 6/138) buyruklarını indirmişti.
[348]
Ebu Hanife -Allah
ondan razı olsun- vakıfları kabul etmeme görüşüne, yüce Allah'ın arapları,
davarları serbest bırakma (Sâibe), onları himaye etme (.Hami) şeklindeki
uygulamalarını ve kendilerini bunlardan mahrum etmelerini ayıplamış olmasını
dayanak göstermekte ve vakfı, Bahîre ile Şaibeye kıyas etmektedir Oysa aradaki
fark gayet açıktır. Şayet bir kimse kalkıp kendişine aiE bir arazi hakkında: Bu
vakıf olsun, meyvesi toplanmasın, arazisi ekilmesin, hiçbir şekilde ondan
yararlanılmasın diyecek olsa, onun bu durumunun Bâhîra veya Sâİbe'ye
benzetilmesi mümkün olurdu.
Nitekim Alkanıe de bu
gibi şeylere dair soru soran kimseye: Sen, cahili-ye uygulamalarından olup,
geçip gitmiş olan birşeyden ne istiyorsun? İbn Zeyd de buna benzer bir söz
sarfetmişti.
Ancak, Ebû Hanife, Ebû
Yûsuf ve Züfer müstesna, -ki bu, Şüreyh'in de görüşüdür- İlim adamlarının
büyük çoğunluğu, vakfın caiz olduğunu söylemişlerdir.[349] Şu
kadar var ki Ebu Yûsuf bu hususta İbnu Leyye kendisine Hz. Ömer ile ilgili bir
durumu nakledince, Ebu Hanife'nin görüşünden vazgeçmiştir. İbn Uleyye Ebu Yûsuf'a,
İbn Avn'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den naklettiğine göre, ibrt Ömer
Rasulullah (sav)'dan Hayber'deki payını sadaka olarak bağışlamak hususunda
izin isteyince, Rasulullah (sav) ona şöyle buyurmuş: "Aslını alıkoy ve
mahsulünü de sebil olarak dağıt."[350]
İşte vakıfları caiz
gören herkes bunu delil göstermektedir. Ve bu, sahih bir hadistir. Bunu da Ebû
Ömer ifade etmiştir.
Aynı şekilde bu mesele
hakkında ashabın icmaı da vardır. Şöyle ki; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Âîşe,
Fatıma, Âmr b. el-As, İbn ez-Zübeyr ve Câ-bir -bunların hepsi- vakıflar
yapmışlardır. Mekke ve Medine'de bunlara ait vakıflar bilinmektedir ve
meşhurdur. Rivayete göre Ebu Yûsuf, Harun er-Reşid'in huzurunda Malik'e şöyle
demiş: Vakıf caiz değildir. Malik, ona şöyle demiş: İşte bu vakıflar Rasulullah
(sav)'ın ve Hayber'deki ve Fedek'teki vakıfları diğer ashabının vakıflarıdır.
Ebu Hanife'nin âyeti
delil göstermesine gelince, bu hususta delil gösterilecek bir taraf, yoktur.
Çünkü, bu davarlardan yararlanılma yolunu kesip yüce Allah'ın nimetini ortadan
kaldırmak, bu develerde kullar lehine olan maslahatı izale etmek hususlarında
kendilerine tevcih olunmuş bir şeriat veya farz kılınmış bir mükellefiyet
olmaksızın, akılları ile böyle bir uygulama? ya kalkışmaları dolayısıyla şanı
yüce Allah onları aytplamışür İşte bu bakımdan, bu gibi hususlar ile vakıflar
arasında fark ortaya çıkmaktadır.
Yine Ebu Hanife ve
Züfer'in delil olarak gösterdikleri şeyler arasında Ata'nın îbn el-Müseyyeb'den
yaptığı şu rivayet de vardır: Ben, Şüreyh'e, evini çocuklarından birisine
vakfeden bir kimse hakkında soru sordum da söyle dedi; Allah'ın tayin ettiği
farizalardan alıkoyarak vakıf yapmak söz-konusu değildir. İste (bu görüşü
savunanlar) derler ki: İşte Ömer, Osman ve Ali gibi raşid halifelerin hakimliğini
yapan Şüreyh, bu doğrultuda hüküm vermiştir.
Yine tbn Lehia'nın,
kardeşi İsa'dan, onun İkrime'den, onun da İbn Ab-bas'tan yaptığı şu rivayeti de
delil göstermektedir İbn Abbas der ki: BenT Peygamber (savVı en-Nisa sûresinin
İndirilmesinden ve yüce Allah orada ferâizi (mirasa dair hükümleri}
indirmesinden sonra vakıf yapmayı yasaklarken dinledim,
Taberî der ki: Sadaka
verenin hayatta iken yüce Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla izin verişine uygun
olarak, Raşid halîfelerin de uygulamasına uygun olarak geçerli kıldığı herhangi
bir sadaka, Allah'ın farizalarından bir şeyi engelleyip alıkoymak değildir. Bu
hususta ne Şüreyh'in görüşüne, ne de sünnete ve bütün insanlara karşı delil
teşkil eden ashabın uygulamasına muhalif herhangi bir görüşe delil vardır. İbn
Abbas'ın hadisine gelince, onu İbn Lehia rivayet etmiştir, O ise, ömrünün
sonlarında aklı karışmış bir kimsedir. Kardeşi ise bilinen bir ravi değildir.
O bakımdan o hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Bu açıklamayı da
İbnü'l-Kassar yapmıştır
Bir arazi vakfedilmek
suretiyle hiçbir kimsenin mülkiyetine verilmeksizin sahiplerinin mülkiyetinden
nasıl çıkartılır, diye sorulabilecek, bir soruya Tahavî şöyle cevap
vermektedir: Bunlara denir ki: Bunun nesine karşı çıkılıyor ki? Sen de, hasmın
da o araziyi sahibinin müslümanlara orayı mes-cid yapabileceğini ve
müslürnanlan o mescidle başbaşa bırakabileceğini kabul ediyorsun. Böylelikle bu
gibi bir arazi, bir kişinin mülkiyetinden çıkmış ve kimsenin de mülkiyetine
geçmemiştir. Yüce Allah'ın mülkü olmuştur. Çeşmeler, tahta ve taştan yapılmış
köprüler de böyledir. Sana muhalif kanaatte olan aleyhine delil getirdiğin her
bir husus» aynı şekilde bütün bu hususlarda sana karşı da delildir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[351]
Vakfı caiz kabul
edenler, vakfedenin, vakfettiği şeyde ki tasarrufu hususunda farklı görüşlere
sahiptirler Şafiî der ki: Vakfedene (hürriyetine kavuşturduğu kölenin
rakabesine malik olması haram olduğu gibi) onun mülkü haram olur. Şu kadar var
ki, vakfın sadakasını dağıtma görevini (mütevellilik), üstlenmesi ve bu
sadakayı dağıtıp ne için vakfetmişse, o alanlarda sebil etmesi caizdir. Çünkü
Ömer b. el-Hattab (r.a) bize ulaştığına göre, yüce Allah onun ruhunu kabz
edinceye kadar vakfının sadakasını dağıtmaya devam etmiştir. {Şafiî devamla)
der ki: Ali ve Fatima (Allah ikisinden de razı olsun) da kendi (vakıflarının)
sadakalarını dağıtmayı (mütevelli ligini yapmayı) bizzat sürdürüyorlardı. Ebu
Yûsuf da bu görüştedir.
Mâlik ise der ki; Bir
kişi bir araziyi veya bir hurma bahçesini yahut bir evi yoksullara vakfedip
Ölünceye kadar bu vakıf elinde bulunmak suretiyle o vakfın işlerini görür,
kiraya verir ve gelirini yoksullar arasında dağıtmaya devam ederse bu vakıf,
başkaları tarafından geçerli kabul olunmadıkça vakıf olmaz, miras kalır. Yine
Malik'e göre, konaklanılan yer, bahçeler ve arazinin -at ve silahtan farklı
olarak-mütevelliliğini vakfedenden başkası yapmadığı sürece bunların vakfe
dilmeleri geçerli değildir ve vakıf olarak bunlardan yararlanılamaz. Maliki
mezhebine mensub ilim adamlarının bir topluluğuna göre mezhebinden anlaşılan ve varılan netice budur.
[352]
Vakfeden kimsenin
vakfından yararlanması caiz değildir. Çünkü o, bunu Allah için elinden çıkarmış
ve mülkiyetinden kesip ayırmıştır. Onun herhangi bir bölümünden yararlanması
ise, verdiği bu sadakadan bir dönüştür. Ancak, vakıfta böyle bir şart koşmuşsa
yahut vakfeden kişi ya da onun mirasçıları fakir düşmüşse o vakfın gelirinden
yemeleri caiz olur.
İbn Habib, Malik'ten
şöyle dediğini nakletmektedir: Her kim, bir asıl malı, mahsulleri yoksullara
verilmek üzere vakfedecek olursa, fakir düşmeleri halinde o vakfın gelirinden
çocuklarına da verilir. Vakfı yaptığı gün zengin veya takır olmaları farketmez.
Şu kadar var ki, vakfın sonu gelir korkusuyla gelirin tümü onlara verilmez.
Ancak, yine yoksullara ondan bir pay verilmeye devam edilir ki3 vakıf adı da
onun hakkında kullanılabilsin. Bu hususta çocuklar hakkında da yoksullardan
ayrıca hak sahibi olduktan için değil deV onlara verilenlerin yoksul olmaları
sebebiyle verildiğine dair bir kayıt düşülür.
[353]
Sâibe lafzım
kullanarak köle azad etmek caizdir. Bu ise, efendinin kölesine: -Onu azad etme
niyetiyle- sen hürsün, demesi veya, Sâibe olmak üzere sem azad ettim, demesi
şeklinde olur. Malik'in arkadaşlarından bir topluluk nezdinde meşhur olan
görüşüne göre, böyle bir kölenin velâ hakkı, müslümanlar topluluğuna ait olup,
azadı da geçerlidir. İbnü'l-Kasım, İbn Ab-dilhakem, Eşheb ve başkaları ondan
bunu böylece rivayet ettikleri gibi, İbn Vehb de böyle demiştir.
Yine İbn Vehb
Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Hiçbir kimse Sâİbe denilerek azad
edilmez. Çünkü, Rasulullah (sav) velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de
yasaklamıştır.[354]
îbn Abdi'1-Berr der
ki: Bu, aynı zamanda onun tuttuğu yolu izleyen herkesin de kanaatidir. Ancak,
bu hadis Sâîbe suretinde azad etmenin mekruh olduğu şeklinde anlaşılır, başka
türlü anlaşılmaz. Böyle birşey yapılacak olursa geçerli olur ve onun
hakkındaki hüküm zikrettiğimiz gibidir.
Yine İbn Vehb ve
İbnü'l-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Sâibe yoluyla azad
etmeyi mekruh görüyorum ve bunun yapılmamasını uygun görüyorum. Bununla
birlikte böyle birşey yapılacak olursa, geçerli olur ve onun velâsı
müslümanlar cemaatine miras olur. Ödenmesi gereken bir diyet altına girerse de
onlar tarafından ödenir.
Esbağ der ki: Sâibe
yoluyla azad etmekte bit mahzur yoktur. Or bu görüşüyle, Mâliki mezhebinde
meşhur olan kanaati benimsemiş bulunmaktadır. Kadı İsmail b. İshâk da onun
lehine delil getirmiş ve onun görüşünü taklit etmiştir. Bu husustaki
delillerinden birisi de şudur: Sâibe yoluyla azad etmek, Medine1 de oldukça
yaygındır ve hiçbir alim de buna karşı çıkmamaktadır. Abdullah b. Ömer ve
selefe mensup ondan başkası da Sâibe yoluyla köle azad etmişlerdir. Ayrıca bu,
İbn Şihâb, Rabia ve Ebu'z-Zinad'dan rivayet edilmiştir. Ömer b. Abdülaziz,
Ebu'l-Âliye, Ata, Amr b. Dinar ve diğerlerinin de görüşü budur.
Derim ki: Basralı ve
Temirnoğullarından Ebu'l-Alİye er-Reyahî (r.a), Sâibe olarak azad edilmiş
kimselerdendir. Onu; Riyahoğullarına mensup olan hanım efendisi, Allah rızası
için Sâibe olarak azad etmiş ve mesciddeki halkaları dolaşarak bunu ilan
etmiştir. Asıl adı ise Rafi' b. Mihrân'dir. İbn Nafi' der ki: Bugün îslamda
Sâibe diye bir azad şekli yoktur, Her kim Sâibe yoluyla azad edecek olursa, o
kölenin velâsı ona ait olur. Şafiî, Ebu Hanife ve İbnü'1-Mâ-cişûn da böyle
demiştir, İbnü'l-Arabî de bu görüşe meyletmiştir. Bunlar, Hz. Peygamber'in şu
buyruklarını delil gösterirler: "Kim Sâibe yoluyla köle azad ederse, o
kölenin velâsı o kimseye (azad edene) aittir"[355]
"Velâ, ancak onu azad edene aittir."[356]
Böylelikle Hz.
Peygamber, velâ hakkının azad edenden başkasına ait olmasını kabul
etmemektedir. Yine bunlar, yüce Allah'ın: "Allah, Bahire, Sâibe... diye
bir şey meşru kılmamıştır* buyruğu ile: "İslâm'da Sâibe yoktur"[357]
hadisini, ayrıca Ebu Kubeys'in Huzeyl b.
ŞurahbiTden şu rivayetini de delil göstermişlerdir: Huzeyl dedi ki; Bir adam
Abdullah (b. Mes'ud'a) dedi kir Ben, bana ait bir köleyi Sâibe olarak azad
ettim. Bu husustaki görüşün nedir? Abdullah şu cevabı verdi: Müslüman olanlar,
Sâibe diye birşey yapmazlar Ancak ca-hiliyye halkı Sâibe uygulamasında
bulunurlardı.[358] Sen onun mirasçısısın ve
onun nimeti (azad etme nimetOnin veiisisin. (Yani, velâsı sana aittir)
[359]
104. Onlara:
"Allah'ın indirdiğine ve Rafeulüae geliniz" denildiği zaman:
"Atalarımızı üzerinde bulduğunuz şey bize yeter" dediler. Ya ataları
hiçbir şey bilmeyen ve doğru yola gitmeyen kimseler idiyse.
Yüce Allah'ın:
"Onlar»; Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz denildiği zaman:
Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter dediler" âyetinin
anlamı ve buna dair
açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/170. âyetin tefsirinde) geçmiş
olduğundan burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
[360]
105- Ey müzminleri Siz
kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez.
Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[361]
İlim adamlarımız
derler ki: Bu âyetin bundan önceki buyruklarla ilişkisi, sakındırılmask gereken
şeylerden sakındırmak yönü iledir Bu da bundan önce nitelikleri geçmiş bulunan
ve dîni hususunda atalarının ve geçmişlerinin taklidine yönelen kimselerin
durumudur.
Âyetin zahiri, kişinin
bizzat kendisi dosdoğru olması halinde iyiliği emredip münkerden alıkoymanın,
vaeib olmadığına ve hiçbir kimsenin başkasının günahı dolayısıyla sorumlu
olmayacağına delâlet etmektedir. Şayet sünnet-i seniyyede bu âyetin tefsirine
dair varid olmuş buyruklar ile, ashabın ve tabiinin sözleri -yüce Allah'ın
yardımıyla biraz sonra açıklayacağımız gibi- vârid olmasaydı, anlam bu olacaka.
[362]
Yüce Allah'ın:
"Siz kendinize bakın" buyruğu kendinizi masiyetlerden koruyun,
elemektir. Meselâ; Zeyd'e dikkat et, denilecek olursa bu Zeyd'i kolla, gözet,
ondan ayrılma, demektir. Ancak, (muhatap değil de) gaib siga-sıyla: Zeyd'e
dikkat etsin, gözkulak olsun şeklinde bir tabir (Arap-çada) kullanılamaz.
Çünkü, böyle bir ifade ancak muhataplara ve üç lafız (kelam, söz) ile
söylenir. ise, Zeyd'i tut, anlamındadır.İfadesi deAmr yanındadır, huzuruna
gelmiştir, anlamındadır, Zeyd senin
yanındadır, sana yakındır anlamlarına gelir. Şair de şöyle demiştir:
"Ey kovayı
doldurmak için kuyunun dibine inmiş adam; İşte benim kovam senin
yanındadır."
ifadesi ise, şâz (kullanımı istisnaî) dır.
[363]
Ebu Dâvud, Tirmizî ve
başkaları, Kays b. Ebu Hazımdan şöyle dediğini-n-vayet ederler: Ebu Bekir
es-Sıddik (r.a) bize bir hutbe iraU edip dedi ki: Siz. şu âyeti okuyor ve onu
doğru olmayan bir şekilde te'vil ediyorsunuz: "Ey İman edenler! Siz
kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez."
Hiç şüphesiz ben de Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Muhakkak ki insanlar zalimi gördükleri takdirde, eğer ellerini yakalamaz
ve zulümden çekmez iseler, aradan fazla bir zaman geçmeksizin Allah kendi
nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir." Ebu İsa
(et-Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.[364]
İsbâk b. İbrahim dedi
ki: Ben, Amr b. Ali'yi şöyle derken dinledim: Ben, Vekî'i şöyle derken
dinledim: Ebu Bekir'den, o Peygamber (sav)'dan yoluyla, sahih tek bir hadis
dahi yoktur. Ben (İshâk b. İbrahim) derim ki : İsmail b. Ebi Halidin Kays
yoluyla sahih lek bir rivayeti dahi yoktur.[365]
(İshak b- İbrahim der ki: İsmail, Kays'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir.
en-Nakkâ;i da der ki: Bu, Vekî'in bir aşırılığıdır (Çünkü), bu hadisi Şu'be,
Süf'yan'dan, İshâk da İsmail'den merfu' olarak rivayet ettiği gibi, Ebu Dâvud,
Tirmizîve başkaları da Ebu Umeyye eş-Şa'banîden rivayet etmektedirierr
eş-Şa'bânî dedi ki: Ebu Salebe el-Huşenî'ye varıp dedim ki: Serî şu âyeti
nasıl anlamaktasın? O: Hangi âyet dîye sorunca, ben de: Yüce Allah'ın:
"Ey müzminler siz kendinize bakın. Siy. doğru yolu bulursanız, o sapanlar
sîze zarar veremez" buyruğu dedim. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki,
sen bu hususta bilen birisine sordun. Ben de bunu Rasulullah (savVa sordum,
dedi ki: "(Anladığınız gibi yapmayın). Aksine, birbirinize iyiliği
emredin, kötülükten sakındırın. Nihayet kendisine itaat olunan bir cimrilik,
ardından gidilen bir heva, tercih olunan bir dünya ve her kişinin kendi
görüşünü beğendiğini görecek olursan, o takdrrde özel olarak kendine bak ve
umuma ait işlerle uğraşmayı bırak. Çünkü, şüphe yok ki, ileride öyle günler
gelecek ki, o günlerde sabretmek, avuçta ateş tutmak gibidir. O günlerde
(hayırlı) amellerde bulunan kimseler için sizin ameliniz gibi amel yapan elli
kişinin ecri kadar ecir verilir." Bir rivayette de şöyle denilmektedir:
Ey Allah'ın Rasulü, bizden elli kişinin mi, yoksa onlardan elli kişinin mi
ecri kadar? Hz. Peygamber: "Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar..."
diye.buyurdu, Ebu İsa dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir.[366]
' İbn Abdi't-Berr der
ki: Hz. Peygamberin: "Hayır, sizden..." ifadesini, kimi raviler ifâde
etmemiş ve onu zikretmemişlerdir. Bu, daha önceden geçmiş bulunmaktadır
Yine Tirmizî Ebu
Hureyre'den, o da Hz. Peygamber (sav)'den şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir; "Sizler, öyle bir zamanda yaşıyorsunuz kiv sizden kendisine
emrolunan şeylerin ondabirini terk eden olursa helak olur. Daha sonra öyle bir
zaman gelecek ki, onlardan emrolunduğunun ondabirini yapan kurtulacaktır"
(Tirmizt.) der ki; Bu, garip bir hadistir.[367]
İbn Mes'ud'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu zaman, bu âyetin zamanı değildir. Sizden
kabul olunduğu sürece hakkı söyleyiniz. Eğer söylediğiniz hak reddolunacak
olunsa, o vakit kendinize bakınız.[368]
İbn Ömer'e, fitne
zamanlarından birisinde şöyle sorulmuş: Keşke şu günlerde söz söylemeyi bırakıp
da iyiliği emredip kötülükten sakındırmasan. Şu cevabı verdi: Rasulullah (sav)
bize dedi ki: "Hazır bulunan, hazır büiunmı-yana tebliğ etsin."
Bizler ise hazır bulunduk. O bakımdan size tebliğ etmemiz gerekir. Yakında
öyle bir zaman gelecek kir dönemde hak söylenecek olursa kabul olunmayacaktır.
Bir rivayette de Hz. Peygamber'in: "HazLr bulunan kimse hazır bulunmayana
tebliğ etsin" buyruğundan sonra şöyle demiştir: işte hazır bulunanlar
bizlerdik, Kazır bulunmayanlar da sizlersiniz. Fakat, bu âyet-i kerime bizden
sonra gelecek bir takım kavimler içindir ki, onlar hakkı söyleyecek olurlarsa
onlardan kabul olunmayacaktır.[369]
İbnü'l-Mübarek der ki:
Yüce Allah'ın: "Siz kendinize bakın" buyruğu bütün mü'minlere bir
hitaptır. Yani, siz kendi dininize mensup olanlara bakınız, onlara dikkat
ediniz. Yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz:" buyruğu gibidir.
Sanki, biriniz Ötekine iyiliği emretsin ve biriniz diğerini kötülükten alıkoysun,
demiş gibidir. O bakımdan bu buyruk, iyiliği emredip münkerden alıkoymanın
vücubuna bir delildir. Bununla birlikte müşriklerin, münafıkların ve kitap
ehlinin sapıklıklarının size bir zararı olmaz. Çünkü, iyiliği emretmek,
-önceden de geçtiği gibi- müslüinanlardan olup isyankâr kimselere yapılır. Bu
anlamda bir açıklama, Said b. Cübeyr'den de rivayet edilmiştir.
Said b. el-Müseyyeb
ise der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Siz, iyiliği emredipv münkerden
alıkoyduktan sonra, hidayet bulduğunuz takdirde, sa-pıtanların size hiçbir
zararı olmaz.
İbn Huveyzimendad der
ki: Âyet-i kerime insanın özel olarak kendisiyle uğraşmasını, İnsanların
kusurlarına el atıp onlarla uğraşmayı terk etmesini, onların gizli hallerini
araştırmaktan vazgeçmesini ihtiva etmektedir. Çünkü, onlar onun durumunun iç
yüzünü sorup araştırmadıkları gibi, o da. onların durumları hakkında sorup
araştırmaya kalkışmasın. Bu da yüce Allah'ın: "Herkes kazandıkları
karşılığında rehin alınmıştır" (ei-Müddesir, 74/38) ile: "Hiçbir
günahkâr bir başkasının günahım yüklenmez" (ei-En'âm, 6/164) buyruklarım
andırmaktadır. Peygamber (sav)'ın da şu buyruğuna benzemektedir: "O
takdirde evinde otur ve yalnız kendi nefsine bak."[370]
Bununla iyiliği
emredip, münkerden sakındırmanın mümkün olmayacağı bir zamanı kastetmiş olması
da mümkündür. O takdirde kalbiyle o münke-ri reddeder ve bizzat kendisini ıslah
etmekle meşgul olur.
Derim ki: İbn Lehîa
tarafından rivayet edilen garip bir hadis vardır: İbn Le-hia dedi ki: Bize,
Bekr b. Sevâde el-Cüzami anlattı. Bckr, Ukbe b. Âmir'den şöyie dediğini
nakletti: Rasulullalı (sav) buyurdu ki: "İkiyüzüncü yılın başı oldu mu,
artık hiçbir İyiliği emretme, hiçbir münkerden sakındırma ve bizzat kendine
bak."
İlim adamlarımız
derler ki: Hz. Peygamberin bunu söyleyiş sebebi, zamanın değişmesi, hallerin
bozulması ve yardımcıların azlığından dolayıdır.
Cabir b. Zeyd dedi ki:
Âyet-i kerimenin anlamı şudur; Ey şu Bahîra'nın kulaklarını yaran ve Sâibe
develeri başıboş bırakanların evlatları, din üzere istikamet hususunda siz
kendinize bakın. Siz hidayet bulduğunuz takdirde, geçmişlerin sapıklıklarının
size bir zararı olmaz. (Cabir) der ki: Kişi İslama girdi mi, kâfirler ona
şöyle derlerdi: Böylelikle alalarını beyinsizlikle suçlamış oldun, onîann sapık
olduklarını iddia ettin ve şunu şunu yaptın. Bunun üzerine yüce Allah bu
sebepten dolayı bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Şöyle de denilmiştir:
Âyet-i kerime, öğüt vermenin kendilerine hiç bir fayda sağlamadığı hevâ ehli
kimseler hakkındadır. Sen bir topluluğun öğüdünü kabul etmeyecekleri, aksine
onu hafife alıp kötülüklerini açtktan yapacaklarını bilecek olursan, sesini
çıkarma.
Yine şöyle
denilmiştir: Âyet-i kerime, bazıları irtidat edecek noktaya gelinceye kadar
müşriklerin işkenceye tabi tuttukları esir kimseler hakkında nazil olmuştur,
islam üzere kalmaya devam edenlere de: Siz kendinize bakınız. Arkadaşlarınızın
irtidat etmelerinin size bir zararı olmaz, denilmektedir.
Said b. CÜbeyr der ki:
Âyet-i kerime kitab ehli hakkındadır.
Mücahid de der ki:
Ayet-1 kertme yahbdi, hıristiyan ve onlara benzeyen kimseler hakkındadır.
Onlar bu kanaatleriyle âyetin anlamının şu olduğunu kabul etmiş oluyorlar:
Cizyeyi ödemeleri şartıyla kitab ehlinin küfürlerinin size bir zararları
olmaz.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime, iyiliği emredip, münkerden alıkoymayı, yasaklayan
buyruklarla nesh olmuştur. Bunu da ekMehdevî ifade etmiştir. İbn Atiyye der
ki; Bu, zayıf bir görüştür ve bunu kimin söylediği bilinmemektedir. Derim ki:
Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Şanı yüce
Allah'ın Kitabında hem nasihi, hem de mensûhu bir arada toplamış bu âyetten
başka bir âyet-i kerime yoktur. Başkası da şöyle demiştir: Bu âyette nesh
edici buyruk, "doğru yolu bulursanız" buyruğudur ki, burada hidayet
bulmak, iyiliği emredip münkerden alıkoymak demektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[371]
İyiliği emredip,
kötülükten alıkoymak, kabul edilmesi umulduğu yahut da sertlikle dahi olsa,
zalimin vazgeç irilmesi ümidedildiği takdirde, -emreden kişi- özel olarak
kendisine gelecek bir zarardan ya da müslüm ani arın başına gelmesine sebep
teşkil edeceği bir fitneden korkmadığı sürece teayyün eder. Bu fitne ise, ya
birliğin bölünmesi yahut da insanlardan bir kesime bir zararın gelmesi
suretiyle olur. İşte böyle birşeyden korkulacak olursa, "siz kendinize bakın"
buyruğu muhkemdir ve o sınırda durulması icabeder. Diğer taraftan kötülükten
nehyedecek kimse de -az önce geçtiği gibi- adaletli genel olarak büyük
günahları ve özellikle nehyettiği o kötülüğü işlemeyen bir kimse olması şartı
yoktur. İlim ehli topluluğu bu görüştedir, bunu bil.
[372]
106. Ey İman edenler!
yolculuk halinde iken, ölüm musibeti gelip birinizi bulmuşsa, vasiyyet
vaktinde aranızda şahitlik (şöyle olsun i: Ya içinizden adalet sahibi iki
kişi, yahut sizden olmayan başka iki kişi (şahid) olsun. Haklarında şüpheye
düşerseniz, bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyarsınız da, Allah'a şöyle yemin
ederler: "Bu iki kişi akraba dahi olsa yeminimizi hiçbii bedele
satmayacağız ve Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz. O takdirde muhakkak
günahkârlardan oluruz."
107. Eğer onların bir
vebali hakkettikleri gerçekten ortaya çıkarılırsa, haksızlığa uğrayan
Cmirasçı)hırdan (ölene en yakın başka iki kişi bunların yerine geçer ve:
"Bizim şahid ligi m iz o iki kişinin şehadetinden elbette daha doğrudur.
Biz aşırı da gitmedik. O takdirde muhakkak zalimlerden oluruz*1 diye Allah
adına yemin ederler.
108. Bu, şahidliği
gerektiği şekilde yerine getirmelerine yahut yeminlerinden sonra yeminlerin
(mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha yakındır. Allah'tan korkun
ve dinleyin, Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız:
[373]
Mekkî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu üç âyet-i kerime, meânî âlimlerince Kur'ân-ı
Kerimde t'rab, mana ve hüküm bakımından içinden çıkılması en zor (müçkil)
âyetlerdendir.
İbn Atiyye de der ki:
Bu, bu buyrukların tefsiri i\e ilgili olarak kalbi rahatlatacak bir kanaate
sahip olmayan kimsenin söyleyeceği bir sözdür. Nitekim bu hususun böyle olduğu,
Onun -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kitabından açıkça anlaşılmaktadır.
Derim ki: Mekkî
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nin sözünü ettiği bu hususu ondan daha önce
Ebu Ca'fer en-Nehhâs da aynı şekilde zikretmiş bulunmaktadır. Ben, bu âyet-i
kerimelerin, Temim ed-Darî ile, Adiyy b. Beddâ dolayısıyla nazil oldukları
hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunduğunu da bilmiyorum. Buharî,
Dârakutnî ve başkalarının rivayetine göre tbnı Ab-bas şöyle demiştir: Temim
ed-Darî ile Adiyy b, Beddâ Mekke'ye gider gelirlerdi. Onlarla birlikte
Sehmoğullarından bir genç de yola çıkmıştı. Hiçbir müs-lümanın bulunmadığı bir
yerde vefat etti. Vasiyetini bu iki kişiye söyledi. Bunlar da gelip onun
terikesini, akrabalarına teslim ettiler. Bununla birlikte altın ile
sırmalanmış gümüş bir kabı yanlarında alıkoydular. Rasulullah (say) her ikisine
de: "Bunu saklamadınız ve bundan haberiniz de yoktur" diye yemin
(ediniz, deyip yemin) etmelerini istedi. Daha sonra sözkonusu kab, Mekke'de
bulununca, (kabı elinde bulunduranlar): BİZ bunu Adiyy ile Te-mim'den satın
aldık. Bu sefer, Sehm'Ii gencin mirasçılarından iki kişi gelerek, bu kabın
Sehmli yakınlarına ait olduğunu söyleyip; bizim şahidîiğimiz diğer iki kişinin
şahidliğinden daha doğrudur ve biz haksızlık yapmadık, diye yemin ettiler Bu
sefer o kabı aldılar. İşte bu âyet-i kerime bunlar hakkında nazil oldu,
Dârakutnînin lafzıyla bu hadis böyledir.[374]
Tirmirf'nin rivayetine
göre de Temim ed-Darî, şu: "Ey İman edenleri yolculuk halinde iken...
aranızda şahldl£k,..n âyeti hakkında şöyle demiştir: Benden ve Adiyy b.
Beddâ'dan başka bütün insanlar bu âyet-i kerime ile kastedilmiş olmaktan
uzaktırlar. -O sırada her ikisi de hıristiyandılar- Islama girmeden önce Şam'a
gider, gelirlerdi. Ticaret mallarıyla birlikte Şam'a vardılar. Onların
bulundukları yere, Sehmoğullannın Budely b. Ebi Meryem adında bir azadlı,
yanındaki ticaret mallarıyla birlikte geldi, Beraberinde de kirala vermek
istediği gümüş bir kab da bulunuyordu. Ticaret malının en büyük bölümünü de bu
teşkil ediyordu. Hastalanınca, vasiyetini bunlara bildirdi ve geriye bıraktığı
malları yakınlarına götürmelerini istedi. Temim der ki: Bu genç vefaE edince,
biz de o kabı alıp bin dirheme sattık- Sonra da ben ile Adiyy b, Beddâ onu
aramızda paylaştırdık. Akrabalarının yanına geldiğimizde beraberimizde bulunan
ne varsa onlara verdik. Eşyaları arasında o kabı bulamayınca bize ne olduğunu
sordular, biz de bunlardan başka birşey ter-ketmedi, bize bundan başka birşey
vermedi, dedik, Temim (devamla) der ki: Rasulullah (savTın Medine'ye gelişinden
sonra, ben İslama girince, bu olaydan dolayı günah kazandığım kanaati bende
uyandı. Yakınlarının yanına gi-dtp onlara durumu bildirdim ve kendilerine
beşyüz dirhem ödedim. Öbür arkadaşımın yanında da bu kadar bir meblağ
bulunduğunu onlara haber verdim. Adamı alıp Rasulullah (sav)'ın yanına
götürdüler. O da kendilerinden delil göstermelerini istedi fakat bir delil
bulamadılar. Hz. Peygamber, bu sefer onlara kendi din mensupları nezdinde ağır
bir yemin olarak kabul edilecek sözlerle ona yemin ettirmelerini emretti. Adam
da yemin edince, yüce Allah da: "Ey iman edenler! Yolculuk halinde
iken...sonra yeminlerin (mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha
yakındır" buyruğuna kadar olan âyetler nazil oldu. Bu sefer, Amr b. el-As
ile onlardan bir başka kişi kalkıp yemin ettiler ve böylelikle Adiyy b.
Beddâ'nın elinden de beş-yüz dirhem alınmış oldu.
Ebu îsa (et-Tirmizî)
der ki: Bu, garip bir hadistir. Senedi sahih değildir,[375]
el-Vakidînİn
naklettiğine göre, bu üç âyet-i kerime Temim ye arkadaşı hakkında nazil
olmuştur. İkisi de hıristiyandılar. Mekke'ye ticaret yaparlardı. Peygamber
(sav) Medine'ye hicret edince, Amr b. el-Âs'm azadlısı îhn Ebi Meryem de Şam'a
ticarete gitmek kastıyla Medine'ye geldi. O da Temim ve arkadaşı Adiyy İle
birlikte yola koyuldu, dedikten sonra hadisin geri kalan bölümlerini nakletti.
en-Nekkâş da şunları
zikretmektedir: Bu âyet-i kerime, el-Âs b. Vâil es-Selı-mî'nin azadlısı Budeyi
b. Ebi Meryem hakkında nazil olmugtur. Bu kişi, Ne-caşî topraklarına
(Habeşistan'a) deniz yoluyla yolculuğa çıkmıştı. Beraberinde de hiristiyan iki
kişi vardı. Bunlardan biri Lahim'li olup Temim adında, diğeri ise Adiyy b,
Bedda adında idi. Gemide oldukları sırada Budeyi öldü. Onu tutup denize
attılar. Vasiyetini de yazdıktan sonra eşyası arasına bırakmış ve: Bu eşyayı
yakınlarıma götürünüz demişti, Budeyl'in ölümünden sonra ona ait malları
aldılar ve mallan arasından beğendiklerini aldılar. Bu aldıkları arasında da
üç mıskal ağırlığında ve altın suyu ile nakş edilmiş bir gümüş kab da vardı...
dedikten sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
Bunu da Süneyd
nakletmiş ve şöyle demiştir: Şam'a vardıklarında Budeyi vefat etti. Budeyi
müslüman İdi... diyerek hadisi aktardı.
[376]
Şam yüce Allah'ın:
"Aranızda şahidlik..." buyruğunda geçen "şehâdet" lafzı,
şanı yüce Allah'ın Kitabında çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunlardan
birisi yüce Allah'ın şu buyruğudur: 'Erkeklerinizden iki şahidi şahid
tutun." (el-Bakara, 2/282) Denildiğine göre, burada "şahid
tutun" buyruğu , hazır bulundurun anlamındadır, ıŞahid oldu, kelimesinin
bildirdi anlamına kullanılması da bu kabildendir ki, bu anlamda kullanılışını
Ebu Ubeyde ifade etmiştir. Şanı yüce Allah'ın: Allak, kendisinden başka ilah
olmadığına şahidlik eriı"(Âl-i İmran, 3/18) buyruğu gibi.
Bir anlamı da; ikrar
etti, şeklindedir Yüce Allah'ın: "Melekler de şahidlik ederler"
(en-Nisa, 4/66) buyruğunda olduğu gibi.
Bir diğer anlamı da
hüküm verdi şeklindedir. Yüce Allah: "Ve onun yakınlarından bir şahid
şahidlik etti" (Yûsuf, 12/26) buyruğunda olduğu gibi.
Bir diğer anlamı da;
yemin etti, şeklindedir. Liân'da olduğu gibi.
Vasiyet etti,
anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler... aranızda
şahldUk" buyruğunda olduğu gibi. Burada; vasiyet için hazır bulunmak
anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişinin vasiyetinde şahid
oldum. Yani, hazır bulundum, denilir.
Taberî, şehâdetin
yemin anlamına olduğu kanaatindedir. Bu durumda buyruğun anlamı şöyle olur:
Aranızdaki yemin, İki kişinin... yemin etmesi şeklindedir. O, buradaki
şahidliğin lehine şahidlik eden kişi için yerine getirilen bir şahidlik
olmadığına; şahidin yemin etmesi gereken Allah'ın herhangi bir hükmünün
olduğunun bilinmemesini delil göstermiştir. el-Kaffâl de bu görüşü tercih
etmiştir. Yemine şehadet anlamının verilmesi İse, şahidlikle sabit olduğu
gibi, yemin ile de hükmün sabit oluşundan dolayıdır. İbn Atiyye'nin tercihine
göre ise buradaki şehadet, bellenilip öğrenilen ve edâ edilen (ifa edilen,
yerine getirilen) şehâdettir. Buradaki şehâdetin hazır bulunmak ve yemin etmek
anlamına gelebileceği görücünü de zayıf kabul etmektedir.
[377]
Yüce Allah'ın:
"Aranızda" buyruğunun, anlamında olup, bundan 'ın hazfedilip
"şahidlik" in zarfa izafe edilmesi, bunun sonucunda da hakikat
anlamında isim olarak kullanıldığı söylenilmiştir. İşte bu, na-hivciler
tarafından "el-mef ul ale's-sia" diye adlandırılır. Şairin şu mısraında
olduğu gibi:
aVe bir gün ki, biz
ona (onda; Kays-ı Aylaı'a mensub iki kabile olan) Stileym ve Âmir1! de
gördük,"
Şair burada; biz
onda.,, gördük, demek istemiştir. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyurmaktadır:"!Hayır, sizin gece gündüz hilekârlığınız...* CSebe',
34/33) Gece ve gündüz vakitlerinde yaptığınız hilekârlıklar... anlamındadır.
Yine şair şöyle demiştir:
Bana düşmanlık eden
kiminle karşılaşırsan
Onu affedersin; beni
de gözünün önünde görüyorsun işte,"
Şair burada demek
istemiştir.
Fakat bu edat
hazfedilmigtir. Şanı yüce Allah'ın: "İşte bu, benimle senin
ayrıhşımızdır" (el-Kehf, 18/78) buyruğu da anlamındadır.[378]
Yüce Allah'ın:
"Gelip çattığı zaman" buyruğu; gelme vakti yaklaştığı zaman,
anlamındadır. Yoksa, ölüm fiilen hazır olduğu takdirde, ölen bir kimse şahid
tutamaz. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Kur*ân
okuduğun vakit Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98); "Kadınları
boşadığınızda... 6o£ayira.*(et-Talak, 65/1) Buna benzer buyruklar da pek çoktur.
"Zaman" da
âmil olan "Şahidlik" anlimındaki mastardır.[379]
Yüce Allah'ın:
"Vasiyet vaktinde.,.iki kişi" buyruğunda; Vaktinde" zaman
zarfıdır. Bundaki amil de; Gelip çattı" fiilidir. "İki kişi"
buyruğu ise, mutlak olarak iki şahsın şahitliğini gerektirmekle birlikte,
şahid tutulacakların iki erkek olmasının istendiği ihtimali de vardır. Şu
kadar var ki, bundan sonra yüce Allah'ın; "Adalet sahibi" buyurması,
artık iki erkeğin şahidlik etmesini murad ettiğini açıklamaktadır. Çünkü, ancak
erkek (müzekker) için kullanılabilen bir lafızdır.
Nitekim: " ...li,
sahibi" edatı da ancak müennesler için kullanılabilir.
İkikişİ"nin
merfu1 gelmesi ise, "Şahİdliğr anlamındaki mübtedâ olan kelimenin haberi
olduğundan dolayıdır. Ebu Ali ise der ki: Şahidlik kelimesi, mübtedâ olarak
merfu'dur. Haber ise yüce Allah'ın: "İki kişi" buyruğunda yer
almaktadır.
İfadenin takdiri de
şöyledir: Vasiyetlerinizde, aranızdaki §ahidlikt iki kişinin
şahidliğidir." Burada, muzaf hazf edildikten sonra, muzafun ileyh onun
yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Onun hanımları
ise anneleridir."(el-Ahzab, 33/6) Yani+ anneleri gibkıır.
ile merfu' olması da
mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Size indirilen buyruklar
arasında da... şahidlik etmesidir. Veya sizden şahidlik yapacak iki kişi
bulunsun veya iki kişi şahidlik etsin," şeklinde de olabilir.[380]
Yüce Allah'ın: İçinizden îidaiet sahibi..." buyruğundaki;
"Adalet sahibi" buyruğu, "İki kişi"nin sıfatıdır, İçinizden"
kelimesi ise, sıfattan sonra gelmiş ikinci bir sıfattır. Diğer taraftan yüce
Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka îki kişi" buyruğu ise: Yahut,
sizden olmayan başka iki kişinin şahidiiği anlamındadır. Buna göre
"Sizden olmayan" ve "sizden başkasından" ifadeleri,
"başka" kelimesinin sıfatı olmaktadır İşte bu âyet-i kerimede müşkil
{.içinden çıkılamaz) görülen bölüm budur. Bu hususta tahkik sonucu
söylenebilecek de şudur: İlim adamları bu hususta üç farklı görüş ortaya
atmışlardır:
1-
Yüce
Allah'ın: "İçinizde" anlamındaki buyruğunda yer alan "kâf ve
mim", müslümanlara ait bir Zamirdir. "Yahut sizden olmayan başka iki
kişi" buyruğunda ise, kâfirlere aittir. Buna göre kitab ehlinin
müslümanlara karşı şahidliği, vasiyet ile ilgili olması halinde, yolculukta
caizdir, ilgili hadislerin bu konuda belirledikleri ile birlikte, âyetin akışından
anlaşılması daha uygun olan da budur. Bu, yüce Allah'ın buyruklarının
indirilişine tanık olan ashab-ı kiramdan üç kişinin de gös"üşüdür: Ebu
Musa el-Eş'ari, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Abbas.[381]
Bu görüşe göre ayetin
baştan sona kadar anlamı şöyle otur: Yüce Allah, ölümünün yaklaşması halinde
vasiyette bulunana karşı yapılacak şahidliğe dair hükmünün âdil iki kişinin
şahid tutulması ile gerçekleşeceğini haber vermektedir. Eğer kişi, yolculukta
bulunup, yanında mü'minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır
bulunan kâfirlerden iki kişiyi şahid tutsun. Bu iki kişi yolculuklarından
dönüp, onun vasiyetine dair şahidliklerini eda fifa) edecek olurlarsa, namazdan
sonra yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları
şahidliklerinin gerçek olduğuna, şahidllkten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair
yemin ederler ve onların bu şahid-likleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan
sonra, onların yalan söyledikîeri veya hainlik ettikleri, ya da bunun gibi
günah olan herhangi bir durumları tesbit edilecek olursa, bu sefer yolculukta
iken vasiyette bulunan kişinin velilerinden iki kişi yemin ederler, o takdirde
şahidlik yapan iki kişi, aleyhlerine olan durumun (yaptıkları hainliğin),
ortaya çıkmasının tazminatını öderler.
Ebu Musa el-Eş'ari,
Said b. el-Müseyyeb, Yalıya b. Ya'mer, Said b. Cübeyr, Ebu Miclez, İbrahim,
Şüreyh ve Abîde es-Sehnânî île İbn Şirin, Mücahid, Ka-tade, es-Süddî, tbn Abbas
ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerimenin anlamı budur.
Fukâhadan Süfyan
es-5evrî de bu görüştedir. Ayrıca, bu görüşü benimseyenlerin çokluğu
dolayısıyla Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm da bu görüşe meyi etmiştir, Ahmed b.
Hanbel de bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Yolculukta müslümanların
bulunmaması halinde, müslümanlar hakkında zimmet ehlinin şahidliği caizdir.
Hepsi de buradaki "içinizden* buyruğu ile mü'minle-rin, "sizden
olmayan" buyruğu ile de kâfirlerin kastedildiğini soyl emişi erdir-
Kimisi de şöyle
demektedir: Bunun böyle oluşu, âyet-i kerimenin indiği sırada Medine dışında
herhangi bir yerde hiçbir mü'minin bulunmadığı dönemde oluşu dolayısıyladır.
Mü'minler o sırada, kitab ehli, puta tapıcılar ve çeşitli kâfirler ile yol
arakadaşîığı yaparak ticaret yapmak üzere yolculuğa çıkarlardı. Ebu Musa,
Şureylı ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerime muhkemdir.
2-
Yüce
Allah'ın: "Yahut içinizden olmayan başka iki kişi" buyruğu nesh
olmuştur. Bu, Zeyd b. Eşlem, Nehaî, Malik, Şafiî, Ebu Hanir'e ve onların dışında
birtakim fakihlerin görüşüdür. Ancak, Ebu Hanîfe bu hususta bunlara muhalefet
ederek şöyle demektedir: Kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahidlik-leri
caizdir, ama müslümanlar hakkında caiz değildir.
Bu görüşü savunanlar
yüce Allah'ın şu buyruklarım delil gösterirler: "Şa-hidlerden razı
olacağınız kimseler arasından..." (.el-Bakara, 2/282); "içinizden
adalet sahibi iki kişiyi şahid bulundurun." (et-Talâk, 65/2) İşte bu
görüşü savunanlar, deyn (borçlanma ile ilgili 2/282) âyetinin son nazil olan
âyetlerden olduğunu ve bu âyet-i kerimede de: "Şahidlerden razı olacağınız
kiniselerden" buyruğunun yer aldığını, o halde bu buyruğun (tefsiri yapılmakta
olan) bu âyet-i kerimedeki şahidliği nesh edici olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Çünkü, bu âyet-i kerimenin nâzii olduğu günlerde Medine dışında İslam yoktu.
Bundan dolayı kitab ehlinin şahidliği caiz görülmüştü. İslam ise bugün
yeryüzünün her tarafında yaygındır, O bakımdan da kâfirlerin şahidliği sakıt
olmuştur. Diğer taraftan müslümanlar, fasıklann şalıidliğinin caiz
olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kâfirler ise fasıklar arasındadırlar.
O bakımdan şahidi i ki er î caiz olamaz.
Derim ki: Sözünü ettiğiniz şeyler doğrudur. Ancak bizler, bu
buyruğunge-reği ne ise o görüşü benimseyerek, müslümanın bulunmaması şartına
bağlı olmak üzere, zaruret dolayısıyla özel olarak yolculuk halindeki
vasiyette, zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin caiz olduğunu
Söylüyoruz. Ancak, bu durumda eğer şahidlik yapacak müslüman varsa, zimmet.
ehlinin şahidliği olmaz. Kur'ânın indirilişine tanık olan hiçbir kimseden sizin
iddia ettiğiniz neshe dair bir rivayet gelmiş değildir. Üstelik, birinci görüşü,
ashab-ı kiramdan üç kişi ifade etmiştir. Bunun dışındaki diğer görüşlerde bu
durum yoktur. Ashab-ı kirama muhalefet edip başkalarının görüşlerini kabul
etmeyi ise, ilim ehli olan kimseler reddederler. Ayrıca bunu şu husus da
pekiştirmektedir. el-Mâide Sûresi Kur'ân-ı Kerim'in son inen sûreleri
arasındadır. Hatta, İbn Abbas, el-Hasen ve başkaları şöyle demektedir: el-Maide
sûresinde mensuh bir hüküm yoktur. Sizin nesh iddianız ise sahih değildir.
Çünkü, nesh iddiasının kabul edilebilmesi için neshedici buyruğun sonradan
inmiş olduğu tesbit edilmekle birlikte, nâsih ile mensûhun bir arada mütaala
edilmesine imkân olmayacak şekilde nâsihin de tesbit ^dilmesi kaçınılmazdır. O
bakımdan bunlann sözünü ettikleri buyrukların neshedici olması doğru olamaz.
Çünkü, sözü geçen ve neshedici olduğu belirtilen buyruklar, vasiyet ile ilgili
-ve ihtiyaç ve zorunluluk hali ile alakalı- bir olayın dışındaki bir olay
hakkında inmiştir. Zaruret hallerinde ise hükmün farklılığı olmayacak birşey
değildir. Ayrıca şahid tutulan kâfir, belki de müslüman nez-dinde güvenilir ve
zaruret halinde şahidliği kabul olunabilecek bir kimse olarak da görülebilir.
Buna göre, bunların söylediklerine göre, neshedici bir buyruk bulunmamaktadır.
3- Âyet-i
kerimede nesh sözkonusu değildir. Bu görüş de ez-Zülırî, el-Hasen ve îkrime'ye
aittir. Buna göre, yüce Allah'ın: "İçinizden" buyruğu, aşiretinizden
ve yakınlarınızdan demek olur. Çünkü bunlar, vasiyeti daha-iyi beller, daha
iyi tesbit ederler ve unutma ihtimalleri daha uzaktır. Buna karşılık:
"Yahut sizden olmayan başka iki kişi" buyruğu da, akraba ye aşiretinizden
olmayan diğerleri demek olur.
en-Nehhâs der ki: Bu görüş, arapçada oldukça incelikli, anlaşılması zor
bir hususa dayalıdır. Bu da; "Başka, diğer" kelimesinin arapçadaki
anlamının birincisinin türünden olması ile ilgilidir. Mesela: "Bir kerim
kişiye ve ondan başka bir diğer kerîme uğradım" denilir. Bu durumda,
buradaki *baş-' ka, diğer" kelimesi ikincisinin, birincisinin türünden
olduğuna delâlet etmektedir. Arapça dil bilginlerine göre, bir kerim kimseye
uğradım ve bir diğer cimriye uğradım demek mümkün değildir. Yine, bir adama
uğradım, ve bir başka şeye uğradım da denilmez. İşte bu bakımdan yüce
Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka İki kişi" buyruğunun, yani
adaletli iki kişi anlamına gelmeşini gerektirmektedir. Kâfirler ise hiçbir
şekilde adaletli olamazlar. îşte bu görüşe göre: "Sizden olmayan"
buyruğunu müslümanlar arasından ama aşiretinizden olmayan diye açıklayanların
görüşlerinin doğru olduğunu ortaya koyar.
Bu, dil bakımından
güzel bir anlam ve inceliktir. Hatta bu Malik'in ve onun görüşünü kabul
edenlerin lehine delil de olabilir. Çünkü onlara göre "sizden
olmayan" buyruğunun anlamı, kabilenizden olmayan şeklindedir. Bununla
birlikte bu görüşe, ayetin başında; Ey iman edenler" diye hıtab edildiği
ve mü'minler topluluğuna böylelikle seslenildiği belirtilerek itim olunmuştur.
[382]
Ebu Hanife bu âyet-i
kerimeyi, kâfirlerden olan zimmet ehlinin kendi aralarındaki şahidliklerinin
caiz oluşuna delil göstermiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Yahut
sizden olmayan başka İki kişr buyruğunun anlamı, dininize mensub olmayan başka
iki kişi demektir. İşte bu da onların birbirleri hakkındaki şahidliklerinin
caiz oluşuna delâlet etmektedir,
Ebu Hanife'ye şöyle
denilir: Sen bu âyetin muktezâsı gereğince görüş belirtmiyorsun. Çünkü, âyet-i
kerime, «immet ehlinin müslümanlar hakkındaki sahiciliğinin kabul edilmesi ile
ilgili olarak nazil olduğu halde sen bunu kabul etmemektesin. O halde bu ayeti
delil göstererek bu görüşü ileri sürmen doğru olamaz.
Denilse ki: Bu âyet-i
kerime, mantık yoluyla zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul
edilmesinin caiz olduğuna delâlet ettiği gibi, tenbihi (dikkat çekmesi")
yoluyla da zimmet ehlinin, yine zimmet ehli hakkındaki şalıidliklerinin kabul
edilmesine delâlet etmektedir. Çünkü, onların müslümanlar hakkındaki şahidliği,
kabul edildiğine göre, zimmet ehli hakkındaki şahidlikleri-nin kabulü
öncelikle sözkonusudur. Diğer taraftan delil, onların müslümanlar hakkındaki
sahiciliklerinin batıl olacağına delâlet etmektedir. O halde geriye zimmet
ehlinin, kendileri gibi kimseler hakkındaki şa-hidlikleri olduğu gibi
kalmaktadır.
Ancak, bu görüşün
hiçbir kıymeti yoktur. Zira, zimmet ehlinin, yine zimmet ehli hakkındaki
şalıidliklerinin kabul edilmesi, onların müslümanlar hakkındaki şahidliklerinin
kabul edilmesinin bir feri durumundadır. Zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki
şahidliğinin kabul edilmesi -ki, asıl budur-batil kabul edildiğine göre, zimmet
ehlinin, zimmet ehli hakkındaki şahidliğinin -bu da bu aslın fer'İ durumundadır-
batıl olması daha uygun ve daha bir yerindedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[383]
Yüce Allah'ın:
"Yolculuk halinde iken" buyruğunda şu takdirde hazfedilmiş ifadeler
vardır: "Yolculuk halinde iken sizden birinize ölüm gelip çattığı
zaman" siz de kendi kanaatinizce adaletli olduğunu zannettiğiniz iki
kişiye vasiyette bulunup da beraberinizde bulunan malı kendilerine teslim
ettikten sonra ölürseniz, bu iki ki§i de sizin bıraktığınız terikeyi alıp mirasçılarınıza
götürseler ve mirasçılar bu iki kişinin durumu hakkında şüpheye düşüp hainlik
ettikleri iddiasında bulunacak olurlarsa, hüküm şudur: Bu iki kişiyi namazdan
sonra alıkoyarsımz. Yani, onlardan teminat alırsınız.,.
Yüce Allah'ın bu
âyet-i kerimede "ölüm"ü "musibet" diye adlandırması ile
ilgili olarak ilim adamlarımız şöyle demektedir: Ölüm, her nekadar büyük bir
musibet ve oldukça ağır bir darbe ise de, ölümden gafil olmak ondan daha büyük
bir musibettir. Ölümü hatırlamaktan yuzçevirmek, onun üzerinde düşünmeyi
terketmek, ölüm dolayısıyla ameli terk etmek, bundan daha büyük bir
musibettir. Şüphesiz ibret almak isteyen kimseler için yalnızca ölümde bile
ibret, düşünmek istiyenler için üzerinde düşünülecek bir çok hususlar vardır.
Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Eğer hayvanlar,
sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bilecek olsalardı, onlardan semiz tek bir
hayvan yiyemezdiniz,"[384]
Nakledildiğine göre,
bedevi arabın birisi devesi üzerinde yol almaktaymış. Deve ölü olarak yere
yıkılınca, bedevi de üzerinden inmiş. Etrafında dolaşıp durumu hakkında
tefekkür etmeye ve şöyle demeye koyulmuş? Sana ne oldu da ayağa kalkamıyorsun.
Sana ne oldu da hareket edemiyorsun? İşte azaların olduğu gibi eksiksiz
duruyor. Organların sapasağlam. Ne oldu sana? Halin ne? Seni ayakta tutan
neydi? Seni hareket ettiren neydi? Seni yere yıkan ne oldu? Seni hareket
etmekten alıkoyan ne? Sonra da durumu hakkında düşünerek bu durumundan hayret
içerisinde devesini bırakıp gitti.
[385]
Yüce Allah'ın:
"Bu iki kişiyi,., alıkoyansınız" buyruğu hakkında Ebu Ati şöyle
demektedir: Bu ketime, Başka ikTnin sıfatıdır. Sıfat ile mevsuf arasına da
yüce Allah'ın: "Haklarında şüpheye düşerseniz,.,"
buyruğu araya
girmiştir. {Ancak, mealde bu durum nazar-ı itibara alınmıştır). Bu âyet-i
kerime, üzerinde herhangi bir hakkı ödemesi vacib olanın hapsedilmesinde aslî
bir dayanak teşkil etmektedir.
Haklar ise İki
kısımdır Bazı hakların acilen elde edilmesi, bazı hakların ise, ancak daha
sonra tahsil edilmeleri mümkündür. Eğer, üzerinde hak bulunan kişi serbest
bırakılacak olursa, gözden kaybolur, saklanır, böylelikle hak batıl olur ve
ortadan kalkabilir. O halde, bu hakkın yerine getirilmesinden emin olmak, bunun
için işi sağlama almak kaçınılmazdır. Bu ise, ya o hakkın bir İvazı olan bir
şeyi almakla mümkün olur, buna da rehin adı verilir, ya da hakkın ve alacağın
talebi hususunda onun yerini tutacak bir başka kişi vasıtasıyla gerçekleşir
ki, buna da kefil denilir. Bu da birincisinden daha aşağı bir mertebededir.
Zira kefilin de diğeri gibi ortadan kaybolması ve öbürü gibi bulunamaması
mümkündür, Ancak, bundan daha fazla birsey yapmaya imkân da yoktur. Şayet bu
iki belgeleme yoluna da imkân bulunmazsa, geriye üzerinde hak bulunanın
hapsedilmesi suretiyle işi sağlama almaktan başka bir yol kalmaz. Bu durumda
üzerinde hak bulunan kişi üzerindeki hakkı ödeyeceği veya ödeme zorluğu çektiği
anlaşılacağrvakte kadar devam eder.
[386]
Şayet hak, hadler ve
kısas gibi bedeli kabil olmayan bedenî bir hak olur da, onun acilen tahsil
edilmesi mümkün değilse, böyle bir durumda üzerinde hak bulunan kimseyi
hapsetmekle işi sağlama bağlamaktan başka bir yol kalmaz, İşte bu hikmet
dolayısıyla haps (tutukluluk) meşru görülmüştür Ebu Dâvud, Tirmizî ve
diğerlerinin rivayetlerine göre, Behz b. Hakim babasından, o da dedesinden,
Peygamber (sav"), bir itham dolayısıyla birisini hapsetmiştir.[387]
Ebu Davud'un
rivayetine göre de, Amr b. es-Şirrîd babasından, o, Rasu-lullah (sav)'dan şöyle
dediğini nakletmektedir: "Ödeme imkânı bulan kimsenin savsaklaması, onun
ırzını şeref ve haysiyetinin zedelenmesini ve cezalandırılmasını helal
kılar." İbnü'l-Mübarek der ki: Irzının helal olması; ona ağır ve kaba
sözler söylenmesi, cezalandırılması ise, üzerindeki hak dolayısıyla haps
edilmesidir.[388] el-Hattabî de der ki:
Hapis iki türlüdür. Ceza olarak hapis ve durumun ortaya çıkarılması kastıyla
hapis (tutuklama), Buna göre ceza, ancak ödenmesi gereken bir hak halinde
sözkonusu olur. Bir itham dolayısıyla hapse gelince, böyle bir hapis, ithamın
arkasındakintn (gerçeğin) ortaya -çıkarılması içindir
Yine rivayet
olunduğuna göre Hz, Peygamber, itham dolayısıyla bir kişiyi bir süre hapsettikten sonra serbest
bırakmıştır.
Ma'mer, Eyyub'dan, o,
İbn Sîrîn'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şureyh, bir kişi aleyhine bir
hak (ödemesi) hükmünü verecek olursa, kendisi yerinden kalkıncaya kadar o
kişinin mescidde alıkonulmasını emrederdi. Eğer başkasının üzerindeki hakkını
ödeyecek olursa onu serbest bırakırdı. Aksi takdirde hapse götürülmesini
emrederdi.
[389]
Yüce Allah'ın:
"Bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyanınız* buyruğun-
daki
"namaz"dan kasıt, ikindi namazıdır. İlim adamlarının çoğunluğu böyle
demiştir. Çünkü, çeşitli din sahipleri bu vakti ta'zim eder, bu vakitte yalan
söylemekten, yalan yere yemin etmekten çekinirler.
el-Hasen öğle
namazıdır derken, bunun, herhangi bir namaz olduğu da söylenmiştir. Şahidlikte
bulunan kişiler, kâfir iki kişi olduklarına göre, kendi namaz vakitlerinden
sonra hapsedilirler, de denilmiştir Bu görüg, es-Süd-dî'ye attir
Yine denildiğine göre,
bu alıkoymanın namazdan sonra olmasının şart ko-sulmasındaki fayda, vakti
ta'zim etmek ve bu suretle şahidlikte bulunacakları korkutmaktır Çünkü melekler
o vakitte (ikindi vaktinde) hazır bulunurlar. Sahih hadiste de şöyle
denilmektedir: "Her kim ikindiden sonra yalan yere yemin edecek olursa,
yüce Allah'ın huzuruna -Allah, kendisine gazab etmiş olduğu halde-
çıkar."[390]
Bu âyet-i kerime,
yeminlerin tağlîzinde aslî bir dayanaktır. Tağlîz ise, dört şeyle gerçekleşir:
1- Sözünü
ettiğimiz şekilde zaman ile
2- Mescid ve
minber gibi mekân ile. Bu hususta Ebu Hanife ve arkadaşları muhalif
kanaattedir. Çünkü onlar şöyle derler: Herhangi bir kimsenin Peygamber
(sav)'jn minberi yanında veya Rükn-ı Hacerî İle Makam-ı İbrahim arasında ister
az ister çok bir şey için yemin ettirilmesine gerek yoktur. Buha-rî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle bir başlık açmakla bu görüşü benimsemiş
görünmektedir:
Müddea aleyh, yemin etmesi üzerine nerede vacib olmuşsa orada yemin
eder ve bir yerden başka bir yere gönderilmez."[391]
Malik ile Şafiî ise
şöyle demektedirler: Kasame yeminlerinde bulunacak kimseler -Mekke çevresinde
bulunuyorlarsa- Mekke'ye getirilir ve bunlar Rükün ile Makam arasında yemin
ederler. Medine çevresinde bulunanlar da Medine'ye getirilir, minber üzerinde
yemin ederler.
3- Durum ile
yeminin ağırlaştırılması: Mutarrif ile İbnü'l-Mâcişûn ve Şafiî'nin kimi arkadaşlarının
rivayetlerine göre kişi, ayakta yüzünü kıbleye çevirmiş olarak yemin eder.
Zira böyle bir yemin kişiyi (yalan söylemekten) daha bir alı koyar ve
engeller.
İbn Kinane : Oturarak
yemin eder, der. Îbnü'l-Arabî de şöyle demektedir; Benim kanaatime göre, bu
hususta hakkında nasıl hüküm verilirse Öyle yemin eder Eğer, ayakta yemin
etmesine hüküm verilmişse ayakta, oturarak yemin etmesine hüküm verilmişse
oturarak yemin eder. Zira, ne herhangi bir rivayette, ne de aklen, ayakta ya da
oturarak yemiu etmenin nazar-ı itibara alınacağına dair herhangi bir şey sabit
olmuş değildir.
Derim ki; Kimi ilim
adamı, Alkame b. Vâil'in babası yoluyla naklettiği hadiste yer alan:
"Yemin etmek üzere gitti" sözünden, ayakta yemin etme gerektiği
sonucunu çıkartmışlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah tır. Sözkonu-su bu hadisi
Müslim rivayet etmiştir.[392]
4- Lafız ile
tağlîz (yeminin ağırlaştırılması): Bazıları, yalnızca billahi (Allah adına)
denilerek yemin edileceğini ve buna ayncarbirsey eklenmeyeceğini kabul
etmişlerdir Çünkü, yüce Allah: "Allah'a şöyle yemin ederler" diye buyurmaktadır.
Yine yüce Allah'ın: "De ki, Rabbim hakkı için evet" (Yûnus, 10/53);
"Allah'a yemin ederim ki, muhakkak putlarınız için bir tuzak hazırlayacağım'"
(el-Enbiya, 21/57.) Hz. Peygamber "Kim yemin edecekse, ya Allah adına yemin
etsin, yahut sussun,"[393]
diye buyurması ile adamım "Allah'a yemin ederim bunlara birşey
eklemem"[394] demesi, bunu
gerektirmektedir,
Malik der ki: Kişi,
"kendisinden başka ilah bulunmayan Allah adına yemin ederim ki onun benden
alacak bir hakkı yoktur. Hakkımdaki iddiaları batıldır" diye yemin eder.
Bu görüşüne delil ise, Ebu Davud'un kaydettiği şu rivayettir: Bize Müsedded
anlattı dedi ki: Bize, Ebu'l-Alıvas anlam, dedi ki: Bize, Ata b. es-Sâib
anlattı dedi ki: Ebu Yahya'dan, o, îbn Abbas'tan, Peygamber (sav)'m şöyle
buyurduğunu nakletti: -Kendisine yemin teklif eden adama- dedi ki:
"Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına onun sende hiçbir hakkının
bulunmadığına dair yemin et." Yani, müddainin (davacının) sende bir hakkı
bulunmadığına dair (yemin et!) Ebû Dâvud dedi ki; Ebu Yalı ya'mn adı Ziyad'dır.
Kûfetidir, güvenilir ve sağlam bir ravidir.[395]
Kûfeliler ise şöyle
derler Yalnızca Allah adına yemin eder. Şayet hakim onun itham altında olduğunu
kabul ederse, yeminini ağırlaştırır, O takdirde kendisinden başka ilah
bulunmayan, gizliyi ve açığı bilen rahman ve rahim olup açığı nasıl biliyorsa
gizliyi de öyle bilen, güzlerin hain bakışını, kalplerin gizlediklerini dahi
biten Allah adına yemin etmesini ister.
Şafiî mezhebine mensub
ilim adamları, ayrıca Mushafa el basarak yeminin ağırlaştmlacağını ifade
etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise, bir bidattir, as-hab-ı kiramdan
hiçbir kimse böyle bir yeminden sözetmiş değildir. Şafiî ise San'a hakimi İbn
Mazîn'in Mushafa yemin ettirdiğini ve arkadaşlarına bunu emrettiğini, bu
şekilde yemini de îbn Abbas'tan rivayet ettiğini söylerken gördüğünü iddia
etmiş İse de böyle bir rivayet sahih değildir.
Derim ki:
"el-Mühezzeb" adlı kitapta şöyle denilmektedir: Eğer Mushafa ve onda
bulunan Kur'an-ı Kerime yemin edecek olursa, Şafiî'nin Mutarrif ten naklettiğine
göre, îbn ez-Zübeyr, Mushafa yemin ettirirmiş. (Şafiî devamla) der ki: Ben,
San'a'da Mutarrif 1 Mushafa yemin ettîririrken gördüm. Yine Şafiî der ki: Bu,
güzel bir şeydir. İbnü'l-Münzir ise der ki: Hakimin talaka, köle azad etmeye ve
Mushafa yemin ettirmesi gerekmediğini (fukahâ) icma ile kabul etmişlerdir.
Derim ki: Yeminler ile
ilgili olarak, Katade'nin Mushafa yemin ettirdiğine dair ifadeler önceden
geçmiş bulunmaktadır. Ahmed ve İshâk da derler ki: Böyle bir şey mekruh
değildir. Bunu, onlardan İbnü'l-Münzir nakleimektedir.[396]
Bu bahis ile ilgili
olarak hakkın tesbit edilmesi için, kendisi dolayısıyla yemin edilmesi gereken
mal miktarının ne kadar olması hususunda Malik ve Şafiî'nin farklı görüşleri
vardır.
Malik der ki: Hakkın
tesbiti için üç dirhemden daha az miktar için yemin teklif edilmez. Bu da el
kesme cezasının uygulanmasına kıyasen böyledir. Kendisi sebebiyle elin kesildiği
ve böylelikle o organa saldırının haramlığı-nın kaldırıldığı her bir mal, büyük
bir mal demektirŞafiî ise der ki: Böyle bir durumda yemin, zekâta kıyasen,
yirmi dinardan daha aşağı miktardaki mat için teklif edilmez. Aynı şekilde, her
mescidin yakınındaki minberde yemin ettirmek de böyledir.
[397]
Yüce Allah'ın: Allah'a
şöyle yemin ederler" buyruğunda-ki "fe" harfi, cümleyi cümleye
atfeden bir edat, yahut bir cevap ve cezadır Çünkü: "o iki kişiyi,,,
alikoyarsınız" buyruğunun anlamı, O ikisini ahkoyu-nuzdur. Yani, yemin
etsinler diye alıkoyunuz. O halde bu, ifadenin delâlet ettiği emrin cevabıdır.
Şöyk denilmiş gibidir: : Onları alıkoyduğunuz takdirde yemin etsinler."
Şair -Rimme der ki:
"Ve gözbebeğim
bazan suyu (gözyaşını) tutuvenY.
Ve birçok defaler da
bol bol yaş akıtır da suya gömülür."
Nalıivcilere göre bu
ifade :Eğer, gözyaşını tutacak olursa, bu sefer onda boğucu gözyaşları
görülür, takdirindedir.
[398]
Yüce Allah'ın:
"Bu İkisi yemin ederler" buyruğu ile kastedilenlerin kimler
oldukları hususunda larklı görüşler vardır. Söylediklerinde şüpheye düşülecek
olursa, yemin edeceklerin iki vasi olduğu söylendiği gibi, adaletli olmamaları
ve sözlerinden şüpheye düşmesi halinde hakimin yemin teklif edeceği iki şaJıid
olduğu da söylenmiştir.
ffanuY-Araâı' 6u
görüşün tutarsızfrğını ifâde eeferefe şöy/e cfeme&tedfr: -Sı-dât olmakla
birlikte- benim işittiğime göre, İbn Ebi Leylâ, hak talebinde bulunan kimseyi
iki şahid ile biriikte, şahidlik ettiklerinin hak olduğuna dair yemin ettirir,
O takdirde (ye mini eriyle yalan söyledikleri ortaya çıktığı takdirde) hak
sahibine hakkına dair hüküm verilir. Bana göre bu ise, hakimin o miktarın
kabzedilmesi hususunda şüphe etmesi halindedir. Bu durumda kişi, (hak sahibi")
bu miktarın halen mevcut olduğuna dair yemin eder. Bunun dışındaki hallerde
ise, buna iltifat edîEmez. Bu müddai (davacı) hakkında böyledir. Peki, şahid
nasıl hapsedilebilir ve ona nasıl yemin ettirilir? Bu, kendisine iltifat
olunmayacak bir iddiadır.
Derim ki: Sahicilik
edene yemin etmesinin vacib olduğu, Allah'ın herhanmaktadır. Şöyle denilmiştir:
İki şahide yemin ettirilmesinin sebebi, müddea aleyh (davalı) oluşlarından
dolayıdır. Çünkü mirasçılar, malda hainlik ettiklerini iddia etmîg olurlar.
[399]
Yüce Allah'ın:
"Şüpheye düşerseniz" buyruğu, bir şarttır. Bu şart, bulunmadığı
sürece şahidlere yemin teklifi sözkonusu otmaz. Şüphe ve anlaşmazlık sözkonusu
olmadığı takdirde de yemin de sözkonusu değildir. İbn Atiy-ye der ki: Ebu
Musa'nın zirnmilere yemin ettirmesinden; hükmünden onların yeminleri ile
şahîdlikleri tamamlanır ve o takdirde hak sahipleri lehine vasiyetin gereği
yerine getirilir, şeklinde anlaşılan hususa gelince; Ebu Davud'un eş-Şa'bîden
rivayetine göre, Müslümanlardan bir kişi, şu Dakuka diye bilinen bir yerde
vefat etti. Ölümü esnasında vasiyetine şahidlik edecek hiçbir müslüman
bulamadı. Bunun üzerine kitap ehlinden iki kişiyi şahid tuttu. Bunlar Kûfe'ye
gelip, Ebu Musa el-Eş'arî'ye vardılar ve ona durumu haber verdiler, Adamın
terikesini ve vasiyetini de beraberlerinde getirdiler. el-Eş'arî dedi ki: Sizin
bu durumunuz, Rasulullah (sav)'ın döneminde görülenden sonra meydana gelmiş
değildir. Daha sonra ikindi namazı akabinde, bu iki şahide: "Hainlik
etmediklerine, yalan söylemediklerine, değiştirmediklerinet gizlemediklerine,
hiçbir değişiklik yapmadıklarına ye bunun, o adamın vasiyeti ve terikesi
olduğuna dair yemin ettirdi." Sonra da onların şahidiiklerinin gereğim uygulamaya
koydu.[400]
İbn Atiyye der ki: Bu
şüphe, âyetin mensûh olmadığı görüşünde olanlara göre, hainlikte ve lehine
vasiyette bulunulan kimselerin bir kısmına meylederken, bir kısmına da
meyletmeme ithamı halinde sözkonusu olur. İşte bunu kabul edenlerin görüşüne
göre, o takdirde yemin ettirilir. Âyetin mensûh olduğu görüşünde olanlara
gelince, yemin ettirme ancak hainlik şüphesi, yahut da herhangi bir haksızlık
şüphesi halinde sözkonusu edilir. Bu görüşü kabul edenlere göre yemin ettirme,
inkârda bulunan aleyhine İddiaya göre yapılır. Yoksa, şahidliği tamamlamak için
yapılmaz.
İbnü'l-Arabî der ki:
Şüphe ve itham dolayısıyla yemin iki kısımdır. Bir kısmında şüphe, hakkın
sübutu ve davanın uygun görülmesinden sonra sözkonusu olur. Bu durumda yeminin
vücubunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer bir kısmında ise, hak ve hadlerde mutlak
ithamın varlığı sözkonusudur. Bu ise, etraflı açıklamaları gerektiren bir konu
olup buna dair geniş bilgiler furü (fıkıh) ki laplarında dır. Burada ise,
zikrolurıan rivayetlerden de görüldüğü gjbi, iddia tahakkuk etmiş ve güç
kazanmış bulunmaktadır. (Onun için iddiayı inkâr edene yemin tevcih olunur.)
[401]
Yüce Allah'ın:
"Şüpheye düşerseniz1* buyruğundaki şart, yüce Allah'ın: "Bu iki
kişiyi... akkoyarsııuz buyruğu île alakalıdır. "Şöyle yemin ederler"
buyruğu ile alakalı değildir. Çünkü bu alıkoyma, yeminin sebebini teşkil
etmektedir.
[402]
Yüce Allah'ın: Akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir bedele
satmayacağa" buyruğunun anlamı şudur: Yani, bu iki kişi yeminlerinde
şöyle derler: Bizler, yaptığı vasiyet yerine bedel olarak alacağımız herhangi
bir ivaz karşılığında yemin etmiyoruz. Ve bu malı kimseye tesfirn. etmiyoruz.
İsterse lehine yemin ettiğimiz kişi bizim yakın bir akrabamız olsun.
Arapçada, kullanılan
ifadelerde birtakım kelimelerin hazfi çokça görülen bir husustur. Yüce
Allah'ın: "Melekler, her kapıdan üzerlerine girerler: Selam sizlere"
(er-Râd, 13/23.) buyruğu, selam sizlere diyerek...demektir. Burada, satın
almak, ise, satmak demek olmayıp, birşeyi tahsil etmek, ele geçirmek
anlamındadır.
[403]
Yüce Allah'ın:
Satmayacağız" buyruğu, Yemin
eder-ter" buyruğunun cevabıdır. Çünkü kasem {yemin), yemin ettirilen
maksada göre yapılır Bu da nef'y halinde; ile olumsuz edatları, olumluluk halinde;
): Muhakkak ve (te'kid için gelen) "lâm" kullanılır. "O): Bununla"
(yani yeminimizle.) deki zamir, yüce Allah'ın adına aittir. Çünkü, buna en
yakın anılan isim odur. Yani: Biz, dünyevî karşılık mukabilinde Allah'tan alacağımız
mükâfatımızı vermeyiz
Bunun, şahidliğe ait
olma ihtimali de vardır. O takdirde şahidlik, "kavi: Söz söylemek"
anlamı nazar-ı itibara alınarak müzekker gelmiştir. Hz. Pey#am-ber'in şu
buyruğunda olduğu gibi: Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü, şüphesiz o beddua
ile Allah arasında bir perde yoktur."[404]
Görüldüğü gibi burada; O zamirini, beddua anlamına ait kılmıştır. Buna dair
açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde (4/8. âyet, 9- başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[405]
Yüce Allah'ın:
Bedel" buyruğu ile ilgili olarak Kûfeliler şöyle demişlerdir: Bedeli
(değeri.) olan yani, değeri bulunan herhangi bir mal anlamındadır. Burada
muzaf hazf edilmiş, muzafun ileyh onun yerini almıştır.
Bize ve birçok ilim
adamına göre ise, semen; paha, bedel bizzat kendisi olabileceği gibi, malın
kendisi de olabilir. Çünkü bize göre semen, nasıl satın alınan bir şey ise,
semen mukabili verilen şey de satın alınan bir şeydir. Satılan ve satın alınan
herbir şey, satış ister mal ve nakit, ister iki mal, isterse de iki nakit alıp
vermek suretiyle de yapılmış olsun, herbirisine hem semen, hem mesmun denilir.
Bu asla binaen, şu
mesele de ele alınır: Satın alan kişi iflas edip, satıcı sattığı malı iflas
edenin yanında bulacak olursa, onu öncelikle almak hakkına sahip olur mu? Ebu
Hanife: Onu öncelikle almak hakkında sahip olamaz, der ve bu görüşünü bu asla
binaen ileri sürer ve şöyle der: O malın sahibi de diğer alacaklılar
seviyesindedir. Malik ise şöyle der: Ölümde değil de, iflas halinde o mal
sahibi malını almaya daha bir hak sahibidir. Şafiî ise: İflas halinde de ölüm
halinde\^e hak sahibi onu almakta önceliklidir, der.
Ebû Hanife, sözünü
ettiğimiz delili gerekçe gösterdiği gibi, gunu da gerekçe göstermektedir:
Külli asıl kaide, borcun hem iflas edenin, hem ölenin zimmetinde bulunduğudur.
Onların ellerinde bulunan mal ise, ödemenin kendisiyle yapılacağı şeydir. O
halde bütün alacaklılar o malda kendi alacakları olan ana mallan oranında
ortaktırlar. Bu hususta malların ayni olarak bulunmaları İle bulunmamaları
arasında, da bir fark yoktur. Çünkü, sözkonusu mal, artık satıcının
mülkiyetinden çıkmış ve bunlar lehine bu malların bedelleri alıcının zimmetinde
vacib olduğu ıcma ile kabul edilmiştir. O halde alacaklıların, ancak
sattıkları malların semenleri, yahutta bu mallardan bulunanları (hakları
oranında) verilir. Malik ve Şafiî ise, bu kaideyi, hadis imamları Ebu Dâvud ve
başkalarının bu hususta rivayet etmiş oldukları bir takım haberlerle tahsis
etmişlerdir.
[406]
Yüce Allah'ım
"Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz" buyruğu, Allah'ın bize
bildirmiş olduğu şahidliği gizlemeyeceğiz, demektir.
Burada yedi ayrı
kıraat sözkonusudur. Bunları öğrenmek isteyen "et-Tak-sil" adlı
kitapta ve başkalarında bulabilîr.
[407]
Yüce Allah'ın;
"Eğer onların bir vebali hakettikferi gerçekten ortaya çı-
kanhrsa" buyruğu
ile ilgili olarak Ömer, bu âyet-ı kerime bu sûrede bulunan ahkâm arasında
içinden çıkılması en zor âyetlerdendir demiştir.
ez-Zeccâc da der ki:
Kur'ân-ı Kerimde irabı en zor olan, yüce Allah'ın: Aleyhlerine hak
kazananlardan en yakın İki kişi" Dikkat edilecek olursa burada (kelimesi
Âsim kıraatinden farklı olarak meçhul okunmuştur. Ona muttali olundu, demektir:
Mesela Onun bir hainliğine muttali oldu, anlamındadır. Benden başkasını ona
muttali kıldım anlamındadır. Yüce Allah'ın:
Böylece Biz onlara muttali olunmasını sağladık" (el-Kehf, 18/21)
buyruğu da buradan gelmektedir. Çünkü öbürleri bunları fKelıf ashabını) arayıp
bulmak istiyorlardı. Onların yerlerinin nerede olduğunu bilemiyorlardı.
Aslında; mastarı, birşeyin üzerine düşmek demektir. Arapların, parmağa çarpan
birşey sebebiyle düşecek olur ise Adam düştü tabirini kullanırlar. Yine )
tabirini de, bir sadme parmağına isabet edip üzerine düştüğü Takdirde
kullanırlar. Tökezleyen ve düşen at (ye benzerleri) hakkında da; derler. Şair
el-A'şa da şöyle demektedir:
"O güçlü ve
kuvvetli dişi deve ki, tökezlediğinde Onun yere düşmesi, benim ona kalk
deyişimden daha yakındır
(daha kalk diyemeden o
kalkıverir.)"
Yükselen toza da;
denilir. Çünkü bu yükselen toz, yüzün üzerine düşer. ise, gizli olan iz ve etki demektir, Çünkü bu
da gizliden gizliye fark edilebilen bir şeydir.
Yüce Allah'ın: Onların
İkisinin" buyruğundaki zamir, -Said b. Cü-beyr'den nakledildiğine göre-
yüce Allah'ın: "İçinizden adalet sahibi iki kişi" buyruğunda, kendilerinden
söz edilen iki vasiye aittir. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre iki şahide ait
olduğu da söylenmiştir. "Hakettikleri", kendileri hakkında günahın
vacib olduğu
"Vebali",
hainlikleri dolayısıyla ve kendilerinin olmayan birşeyi aldıkları İçin. Yahut
yalan yere yemin etmeleri, ya da batıl şahidlıkleri sebebiyle bir vebali
hakettikleri ortaya çıkarılırsa; demektir.
Ebu Ali der ki; Burada
vebal, alınan şeyin adıdır. Çünkü, onu alan bir kimse, aldığından dolayı
günahkâr olur. O bakımdan haksızca alınan bir şeye "mazleme"
denildiği gibi, buna da "ismr vebal" adı verilmiştir. Sibeveyh ise
der ki: Maileme,
senden alman şeyin adıdır. Aynı şekilde burada da alınan şey, mastar adı ile
"ism: vebal" diye adlandırılmıştır ki, alınan bu şey, gümüş bir kab
idi.
[408]
Yüce Allah'ın:
"(Ölene) en yakın başka iki kişi yeminlerde ve şehadette bunların yerine
geçer" Burada "başka İki kişi" buyruğu, mirasçıların (o kişinin
mirasçılarının) iki kişi olmaları dolayısıyla dır. Yine bunun merfu1 gelmesi,
gizli bir fiil dolaylıyladır, Geçer" ise, sıfat mahsûl indedir. "
Bunların yerine" ifadesi ise, mastardır. Takdiri de şöyledir: Onların
yeri gibi bir yere geçerler. (.Onların yerlerini tutarlar). Sonra, sıfat
mev-suf yerine ikâme edilmiş, muzat' da muzafun ileyh yerine ikâme edilmiştir.
[409]
Yüce Allah'ın: "Haksızlığa
uğrayan (mirasçOlar-dan..." en yakın iki kişi[410]
buyruğu ile ilgili olarak İbn es-Serrî şöyle demektedir: Yani, aleyhlerine
yapılan vasiyetin hak kazanıldığı kimselerden demek-tir. en-Nehhâs der ki: Bu
açıklama buyruk ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en iyilerindendir.
Çünkü burada bir harf bir başka harfin yerine konulmamaktadır, İbnü'l-Arabî de
bunu tercih etmiştir. Aynı şekilde tefsir de buna göre yapılmıştır. Çünkü
buyruğun anlamı, tefsir bilginlerine güre şöyledir: Aleyhlerine olmak üzere
vasiyete lıak kazanılanlardan... En yakın
iki kişi" ise, yüce Allah'ın: : Başka iki kişi" buyruğundan bedeldir.
Bu açıklamayı İbn es-Serrî yapmış ve en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Bu
ise, nekireden marifenin bedel yapılmasıdır. Nekireden marifetlin bedel
yapılması ise caizdir.
Şöyle de denilmiştir:
Eğer nekireden daha önce söz edilmiş, sonra ondan bir daha söz edilirse o, marife
olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibiİçinde kandil bulunan bir
kandillik gibidir." Daha sonra ise "O kandil de bir sırça
içindedir" diye buyurduktan sonra da? " sırça da..." Cen-Nur,
24/35.) buyruğunda görüldüğü gibi, (Önce nekireden söz edilmiş, daha sonra
ondan marife olarak bedel yapılmıştır.)
Bunun, Yerine
geçer" buyruğundaki zamirden bedel olduğu da söylenmiştir. Buna göre şöyle
buyrulmuş gibidir: "O takdirde en yakın olan iki kişi... yerine
geçer," Yahut da hazfedilmiş bir mübtedânın da haberi olabilir İfadenin
de takdiri şöyle olur: Başka iki kişi, bunların yerine geçerler ki, bunlar da
en yakın iki kişidirler. İbn İsa da şöyle demektedir: En yakın iki kişi"
Haksızlığa uğrayan; kelimesinin muzafm hazfi takdirine göre mef uldür Yani,
onlar hakkında ve onlar sebebiyle önceki iki kişinin günahının hak edilmiş
olduğu İki kişi anlamına gelir. Buna göre burada ise, (anlamındadır. ):
Süleymamn mülkü üiere'fel-Bakara, 2/102) buyruğunun, Süleymamn mülkünde"
anlamına geldiği gibi. Şair de şöyle demektedir:
"Ne zaman onu
tanımazlıktan gelir, hakkında, şüpheye düşerseniz
onu tanırsınız; Onun
dört bir yanından kanlar dökülecektir
Yani, anlamındadır.
Yahya b, Vessâb,
el-A'meş ve Hamza Öncekiler şeklinde : Önceki kelimesinin çoğulu olarak?
ve";Kimseler kelimesinden veya; Haksızlığa uğrayanlar, anlamındaki
kelimenin sonunda yer alan (ne ve mim) zamirinden bedel olmak üzere
okumuşlardır.
Hafs isekelimesini,
"te ve ha" harfini üstün olarak okumuştur. Bu kıraat, Ubeyy b.
Kâ'b'dan da rivayet edilmiştir. Faili ise; En yakın iki kişi" buyruğudur.
Mef ul İse hazf edilmiştir. İfadenin takdiri ise: Ölenin yaptığı vasiyete hak
kazandığı halde haksızlığa uğrayan ölene yakın kişilerden ikisi... şeklindedir.
Onlara karşı yeminlerin reddedilmesi hakkını kazanan kimseler olduğu da
söylenmiştir.
el-Hasen'den de;
Önceki iki kişi kıraati rivayet edildiği gibi, İbn Sîrtn'deh de; kıraati
rivayet edilmiştir, en-Nehlıâs ise der ki: Bu iki kıraat de lahn'dır. (Doğru
ve düzgün değildir). Çünkü, hiçbir zaman tesniye olarak; kalıbında bir kelime
kullanılmaz. Şu kadar var ki, el-Hasen'den;
[411]
diye bir kıraat rivayet edilmiştir.
[412]
Yüce Allah'ın: "Diye
Allah adına yemin ederler buyruğu şu demektir: Vasiyette şahitlik edenlerin yerine
geçen o diğer iki kişi şöylece yemin ederler: Bizim adamımızın vasiyetinde
söyledikleri doğrudur. Sîze, vasiyetiyle teslim ettiği mal ise, sizin bize
getirdiğinizden daha fazla idi. Ve şüphesiz ki sözünü ettiğimiz bu kab da
bizim adamımızın beraberinde götürdüğü ve vasiyetinde de yazdığı eşyaları
cümlesindendir. Siz ise bu hususta hainlik ettiniz. İşte yüce Allah'ın:
"Bizim sahiciliğimiz, o iki kişinin şahadetinden elbette daha
doğrudur" yani, bizim yeminlerimiz, onların yeminlerinden daha gerçektir,
anlamındaki buyruğu bunu ifade etmektedir Böylelikle şehadetin yemin anlamında
kullanıldığı da sahih olarak sabit olmaktadır, Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu
kabildendir: "Onların her birisinin şahitliği dört defa Allak adına...
diye şehadet etmesi (yemin etmesi)...dir. " Cen-Nûr, 24/8)
Ma'mer, Eyyub'dan, o,
İbn Sîrîn'den, o, Abideden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunun üzerine
ölenin yakınlarından iki kişi kalkıp yemin ettiler.
" Bizim
şahidliğimiz... daha doğrudur" buyruğu mübteda ve haberdir.
Yüce Allah'ın:
"Biz aşırı da gitmedik" de, biz bu yeminimizde hakkı aşmadık
anlamındadır. "O takdirde muhakkak zalimlerden oluruz" yani, biz
batıl üzere yenlin edecek ve hakkımız olmayan bir şeyi alacak olursak,
zalimlerden oluruz.
[413]
Yüce Allah'ın: Bu.... daha yakındır" buyruğu mübtedâ ve
haberdir, ise nasb mahallîndedir. Getirmeleri" de, ile nasb edilmiştir,
" Yahut... korkmalarına™ buyruğu da buna atfedilmiştir. " Tevcih
edileceğinden" buyruğu ise, "Korkmalarına" fiili ile nasb
mahalliiTidedİr; " Yeminlerinden sonra yeminlerin" buyruğu ile ilgili
olarak; Getirmeleri" ve; Korkmaları kelimelerindeki zamir, kendilerine
vasiyet yapılan kişilere racidir. Âyetin akışına daha uygun olan da budur.
Bununla kastedilenlerin insanlar olduğu da söylenmiştir. Yani, insanların
hainlikten sakınarak yeminlerin davacıya tevcih edilmesi suretiyle rezil olmak
korkusu ile, hak ile şahidlikte bulunmalarına daha uygundur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[414]
Yüce Allah'ın:
"Allahtan korkun ve dinleyin" buyruğu, bir emirdir. İşte bundan
dolayı, fiillerin sonlarında gelmesi gereken "nûn"lar hazfedil m
iştir.
Yani, size
söylenenlere kulak verin, bu söylenenleri kabul edin. Bu hususta Allah'ın
emrine tabi olanlar olun. "Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez"
Fasıklık ve fısk, itaatin dışına çıkıp masiyete yönelmek hakkında kullanılır
ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[415]
109. Allah
Peygamberleri toplayacağı gün: "Sise ne cevap verildi" buyuracak.
Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesi ga-yıpları çok iyi bilen
ancak Sensin" diyecekler.
Yüce Allah'ın:
"Allah Peygamberleri toplayacağı gün," buyruğu ile ilgili olarak, bu
ayetin kendisinden önceki buyruklarla ilişki yönü nedir diye sorulacak olursa,
cevabı şudur: Buradaki ilişki şudur: Vasiyette veya başka bir husus hakkında,
iç yüzün hilâfına açıklama yapmanın yasak kılınması, böyle bir yanlış
açıklamayı yapana ceza verecek olanın bu durumunu çok iyi bildiğini ortaya
koymaktadır, Gün" kelimesi zaman zarfıdır. Bunda âmil ise;
"(İşitiniz" şeklindeki mukadder fiildir. Yani, öyle bir günün haberini
dinleyiniz, işitiniz demektir. İfadenin takdirinin: şeklinde, yani Allah'ın
peygamberleri toplayacağı günden korkunuz şeklinde, olduğu da
ez-Zeccâc"dan nakledilmiştir. İfadenin takdirinin: Allanın peygamberleri
toplayacağı vaki olan, Kıyamet gününden sakının, yahut o günü hatırlayın şeklinde
olduğu da söylenmiştir Anlamlar birbirlerine yakındır. Maksat, tehdit ve
korkutmaktır.
"Size ne cevap
verildi buyuracak" yani, ümmetleriniz size ne şekilde karşılık verdi?
Siz, kendilerini Beni tevhide çağırdığınız vakit kavminiz size nasıl karşılık
verdi,
^Bîzijn hiçbir
bilgimiz yok... diyecekler" Te'vil âlimleri, peygamberlerin: "Bizim
hiçbir bilgimiz yok" sözleriyle kastedilen mananın ne olduğu hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bunun anlamının: Biz, ümmetlerimizin 15i-ze
verdikleri cevabın iç yüzünü bilmiyoruz, şeklinde olduğu söylenmiştir. Çünkü,
ceza veya mükâfatı verilecek şey budur, Böyle bir açıklama, Peygamber (savVdan
rivayet edilmiştir.
Anlamın: : Bize
öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur, şeklinde olduğu ve burada,
bize öğrettiğinden başka, ifadesinin hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir ki, bu
açıklama ibn Abbas'tan ve biraz farklı olarak Mü-cahid'den rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas şöyle demektedir: Bunun anlamı şöyledir: Bizim bu konudaki
bilgimiz, mahiyetini Senin bizden daha İyi bildiğin bir bilgiden başka bir şey
değildir.
Şöyle de denilmiştir:
Onlar, böyle bir sorudan dolayı dehşete kapılacak ve korkularından cevap
veremeyecekler. Akıllan başlarına geldikten sonra cevap verecekler ve:
"Bizim hiçbir bilgimiz yok* diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen,
Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. en-Nehhâs ise, böyle bir şey sahih olamaz,
demiştir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) için
herhangi bir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.
Derim ki: Evet,
kıyamet hallerinin birçoğunda bu böyledir. Bize ulasan haberde şöyle
denilmektedir: "Cehennem getirildiğinde bir sefer kaynayıp coşar Ne kadar
peygamber ve sıddîk varsa mutlaka dizleri üstüne çöker."[416]
Yine RasululLah (sav) şöyle buyurmuştur: "Cibril, Kıyamet gününden beni o
kadar korkuttu ki, sonunda beni ağlattı. Ve şöyle dedim: Ey Cibril, günahımın
geçmişi de geleceğimde bana bağışlanmadı mı? Bana şöyle dedi: Ey Mu-hammed, o
günün dehşetinden öyle şeylere tanık olacaksın ki, bu bağışlamayı sana
unutturacaktır."[417]
Derim ki: Eğer
kimilerinin de söylediği gibi bu soru, cehennemin kaynayıp coşması esnasında
olacaksa, Mücahid ve el-Hasen'in açıklamaları doğrudur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
en-Nehlıâs ise der ki:
Bu hususta sahih olan şudur: Buyruğun anlamı şöyledir: Gizli ve açık hallerde
size ne şekilde cevap verildi? Bu soru kâfirlere azar olsun diye sorulacaktır.
. Peygamberler ise: Bizim hiçbir bilgimiz yok, diyecekler. Bununla da Mesih'i
ilah edinenleri yalanlamış olacaklardır. İbn Cüreyc de der ki: Yüce Allah'ın:
wStee ne cevap verildi" buyruğunun sizJen sonra neler yaptılar demektir.
Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybJarı çok iyi bilen
ancak Sensin" diyeceklerdir
Ebu Ubeyd de der ki;
Peygamber (sav)'ın bir hadisi de bu açıklamaya benzemektedir. O, şöyle
buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) bazı kimseler Havz'in başında yanıma
gelecekler. Fakat oradan çekip uzaklaştırılacaklardır. Ben de: Onlar
Ümmetimdendirler diyeceğim. Bu sefer: Sen, senden sonra bunların
(dinde olmayan) neler
ortaya çıkardıklarını bilemezsin denilecektir."[418]
Gayblar kelimesinin
"ğayn" harfini, Hamza, el-Kisaî ve Ebu Bekr esreli okumuşlart
diğerleri ise ötreli okumuşlardır.
el-Maverdî der ki;
Yüce Allah'ın kendilerinden daha iyi bildiği bir hususu ne diye onlara
soracaktır diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilir:
1- O,
peygamberlere kendilerinin bilmedikleri, ümmetlerinin küfür, münafıklık ve
kendilerinden s0nra haklarında uydurdukları yalanları öğretmek için;
2- O,
böylelikle ümmetlerini herkesin gözü önünde rezil etmek istediği için soruyu
soracaktır. Tâ ki bu onlar için, bir çeşit ceza olsun.
[419]
110. Allah, o zaman
şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve ananın üzerindeki
nimetimi hatırla. Hani Ben seni Kuhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken
de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat
ve İncili de öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer
bir şey yapıyordun, ona üfürüyordun da, iznimle bîr kuş oluveriyordu. Anadan
doğma körü, abraşı da yine Benim iznimle İyi ediyordun. Yine Benim iznimle
ölüleri (diri olarak) çıkartıyordun. Ve hani, İsrail oğullarını kendilerine
apaçık mucizelerle geldiğin zamanda senden çekmiştim de, içlerinden kâfir
olanları: 'Bu, apaçık bîr sihirden başka birşey değildir' demişlerdi."
Yüce Allah'ın:
"Allah o zaman şöyle diyeceki Ey Meryem oğlu İsa, »enin üzerindeki...
nimetimi hatırla" buyruğunda geçen bu durum, Kıyamet gününün
niteliklerindendir. Sen, Allah'ın peygamberleri toplayacağı ve İsa'ya şunları
şunları söyleyeceği günleri hatırla! diye buyurmuş gibidir, Bu açıklamayı,
el-Mehdevî yapmıştır.
"İsa"
kelimesinin ref mahallinde olması, Meryem oğlu" da ikinci bir nida olması
mümkün olduğu gibi, bunun da nasb mahallinde olması da mümkündür. Çünkü o,
mansub bir nidadır. Şairin şu mısraında oluduğu gibi:
Ey CarudTun oğlu,
MünziiMn oğlu Hakemt "
Eğer ikincisi muzaf
ise -et- Tuval[420] in
dışında hiçbir kimseye göre mer-fu' olması caiz değildir.
Yüce Allah'ın:
"Senin üzerindeki nimetimi hatırla™ buyruğuna gelince, Hz. İsa bunları
hatırlayan bir kimse olmakla birlikte, Allah'ın kendi üzerindeki ve annesinin
üzerindeki nimetini hatırlamasını emretmesi şu iki sebepten dolayıdır:
1- Sair
ümmetlere, Allah'ın kendilerine özel olarak tahsis ettiği şan ve şerefi onlara
ayrıcalıklı olarak vermiş olduğu yüksek mevkiini Kitab-ı Keriminde okunması,
2- Bununla
delilini pekiştirmesi ve onu inkâr edenlerin kanaatlerini reddetmesi.
Daha sonra yüce Allah,
nimetlerini saymaya geçerek şöyle buyurmaktadır: "Hani, Ben seni.,,
desteklemiştim" yani, gücüne güç katmıştım. Te*yid (desteklemek), güç,
kuvvet anlamına gelen; dan alınmıştır. Bu desteklemeye dair açıklamalar daha
önceden (el-Bakara, 2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ruhu'l-Kudüs"
iki şekilde açıklanmıştır. Birincisi, daha önce geçen; "Ve kendinden bir
ruh" fen-Nisa, 4/171. ayet, 3- başlıkta) buyruğunda geçmiş olduğu gibit
Allah'ın kendisine has olarak vermiş olduğu tertemiz ruhtur. İkincisi ise,
Cebrail aleyhisseiamdır ki, daha sahih olan da budur Bu da daha önce el-Bakara
Sûresi'nde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
tuğun gibi, yetişkin
iken de peygamber o\aTak onYarla konuşuyordun. Bu hususa dair açıklamalar, daha
önce Âl-i îmran sûresinde (.3/45-46. ayetlerin tefsirinde) geçmiş olduğundan
bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
"İsrail
oğullarını» kendilerine apaçık mucizelerle yani, bu âyeti kerimede sözü geçen
apaçık belge ve mucizelerle "geldiğin zamanda" seni öldürmek
istediklerinde "senden çekmiştim" yani onların zararlarını önlemiş ve
engellemiştim "de, içlerinden kâüi-olanları" yani, sana iman etmeyip
peygamberliğini inkâr edenleri, "bu" mucizeler, "apaçıjc bir
sihirden başka bir şey değildir demişlerdi."
Âyet-i kerimedeki
Sihir" kelimesini, Hamza ve el-Kisaî;: Sihirbaz, büyücü diye
okumuşlardır. Yani, bu adam ancak oldukça güçlü bir sihirbaz olabilir,
anlamındadır.
[421]
111. Hani, havarilere:
"Bana ve Rasûlüme iman edin" diye vahyetmiş-tim de: "İman ettik.
Gerçekten müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol" demişlerdi.
Yüce Allah'ın:
"Hani, havarilere: Bana ve Rasulüme iman edin, diye vah-yetmiştim*
âyetinin anlamlarına dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmran, 3/52. âyet ve
devamında.) geçmiş bulunmaktadır.
Vahiy, Arapça'da ilham
demektir. Birkaç kısımdır: Uz. Cebrail'in peygamberlere gönderilmesi anlamında
vahiy, bu âyet-i kerimede olduğu gibi ilham anlamında vahiy. Yani Ben, onlara
ilham etmiş ve kalplerine böyle bir manayı bırakmıştım. Nitekim yüce Allah'ın:
"Ve Rabbin bal arısına ilham etti (vahy)" (en-Nahl, 16/68); "Ve
Musa'nın annesine ilham ettik (vahyT (el-Kasas, 28/7.) buyrukları bu
kabildendir. Uyanıkken ve uykuda İken bildirmek anlamına da gelir. Ebu Ubeyde
der ki: Variyettim, emrettim anlamına gelir.
ise, sıla için
gelmiştir. aynı anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın: "Çünkü Rabbin
ona vahyetmişti" (ez-Zilzal, 99/5) buyruğunda bu anlamda kutlanılmıştır.
Şair el-Accâc da şöyle demektedir:
"Ona karar
bulmasını vahyetti, o da karar buldu."
Yanı, ona karar
bulmasını emretti, o da karar buldu, demektir.
Burada:
"Vahyetmlştim" buyruğunun, onlara emretmiştim anlamına olduğu da
söylenmiştir. Onlara açıklamıştım, diye de açıklanmıştır.
"Gerçekten
müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol* buyruğunda; "Gerçekten
bizlerin..." buyruğu aslı üzere çift 1(nûn" ile gelmiştir.
Araplardan bu iki nun'dan birisini hazf eden de vardır. Şahid ol Ey Rab!
demektir. Bunun: Ey İsa, gerçekten bizim Allah'a teslim olmuş kimseler
olduğumuza şahidlik et? anlamında olduğu da söylenmiştir.
[422]
112. Hani, havariler:
"Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir mi?B
demişlerdi. O: "Eğer iman edenlerdensenlz Allah'tan korkun" demişti.
Yüce Allah'ın:
"Hani havariler: Ey Meryem oğlu İsa... demişlerdi" buyruğunun
i'rabı, az önce geçen (110. âyetin baş tarafının) i'rabı gibidir.
" Rabbin....
ebüir mi" buyruğunun, Kisaî, Ali, İbn Abbas, Said b. Ciibeyr ve Mücahid
tarafından kıraati; ebilir misin"
şeklinde "te" ile ve; "Rabbin kelimesi de nasb ile okunmuştur.
Ayrıca el-Kİsaî; "som edatının "lâm" harfini, daha sonra gelen
"te" harfine idğam etmiştir. Diğerleri ise, "te" yerine
"ye" ite ve; "Rabbin" kelimesini de merfu' olarak
okumuşlardır. Ancak bu kıraatin açıklanması birinçişinden daha zordur. es-Süddî
der ki: ("te"li okuyuşa göre) buyruğun anlamı şudur: Sen, Rabbinden üzerimize
bir sofra indirmesini isteyecek olursan, Rab-bin sana itaat eder rai? Buna
göre; Edebilir" buyruğu, "İtaat eder anlamındadır. Nitekim;: Duasını
kabul etti, isteğini yerine getirdi, kipinin (.karşılık verdi, cevap verdi
anlamına) kullanıldığı olmaktadır. İşte burada da (.flk- Güç yetirdi: İtaat
etti, anlamındadır.
Buyruğun anlamının:
"Rabbin güç yetirebilir mi" anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak,
böyle bir soru, onların yüce Allaha dair bilgileri sağlamlaşmadan önce, işin
başında vukua gelmişti. Bundan dolayı Hz. İsa, onların bu yanlışlıkları ve yüce
Allah hakkında caiz olmayan bir şeyi caiz kabul etmeleri üzerine: "Eğer
iman ede ille rdenseniz Allah'tan korkun" demiş idi. Yani, yüce Allah'ın
kudretinde hiçbir şüpheye düşmeyin, demişti.
Derim ki: Ancak bu
açıklamanın, tartışılır bir yönü vardır. Zira Havariler, peygamberlerin en
yakın ve gözde adamları, onların en samimi ve onlara en yakın yardımcı olan
kimselerdir. Nitekim, Hz. İsa: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım
kimlerdir" dediğinde, "Havariler, Allah'ın (dininin) yardımcıları
bizleriz" demişlerdi. (es-Saff, 61/14) Hz. Peygamber de: "Her bir
peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim İse ez-Zübeyr'dir." diye
buyurmuştur.[423]
Bilindiği gibi
peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-yüce Allah hakkında
vacib caiz ve imkânsız olan şeyleri öğretmek, bütün bunları da ümmetlerine
tebliğ etmek üzere gelmişlerdir. Peki bu husus, peygamberlerin gözde ve özel
adamları için yüce Allah'ın kudretini bilmeyecek kadar nasıl gizli kalabilir?
Şu kadar var ki, şöyle demek de mümkündür; 6u ifadeler, onlarla beraber
bulunan kimselerden sadır olmuştur. Nitekim, bazı cahil bedevi araplar,
Peygamber (sav)'a :Bunlann (silahlarını astıkları ve tapındıkları) Zatu Envât
diye bir ağaçları olduğu gibi, bize de bir Zatu Envât yap, demişlerdi.[424]
Yine, Hz. Musa'nın kavminden bazı kimseler: "Bunların bir takım tanrıları
bulunduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap" (el-A'raF, 7/138)
demişlerdi. Nitekim, ileride buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle
el-A'raf sûresinde (belirtilen ayet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu, istekte bulunanlar şanı yüce Allah'ın bu işe güç yetirebileceğinde şüpheye
düşmemişlerdi. Çünkü bunlar mü'min, Allah'ı bilen ve tanıyan kimselerdi. Onların
bu ifadeleri, senin bir kimseye, bu işe güç yetire bileceğini bilmenle
birlikte, filan kişi gelebilir mi demen kabilin-dendir. O takdirde mana: Bunu
yapar mı ve benim bu isteğimi yerine getirir mi şeklinde olur. Bu istekte
bulunanlar, şanı yüce Allah'ın buna da başka şeylere de güç yetireb ildiğini,
hem delâlet yoluyla, hem peygamberlerinin verdiği haber yoluyla, hem de
akılları yoluyla biliyorlardı. Ancak, bunu bir de gözleriyle görerek (ayne'l
yakin) de aynı şekilde bilmek istemişlerdi. Tıpkı İbrahim (sav)'in -önceden de
geçtiği üzere-: "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster"
(el-Bakara, 2/260.) dediği gibi. Halbuki Hz, İbrahim bunu, bu konudaki haber ve
aktf yoluyla elde ettiği bilgilerle bilmişti. Bununla birlikte herhangi bir
şüphe ve tereddüdün müdahale etmediği gözleriyle görerek bilmek istemişti.
Zira, mantıkî yoldan elde edilen bilgi ile haber yoluyla elde edilen bilgi
hakkında şüphe sözkonusu olabilir ve itirazlar yönel-tilebilir. Ancak, güzle
görülerek elde edilen bilgUıakkında bunlann herhangi birisi sözkonusu olmaz.
Bundan dolayı havariler de tıpkı Hz. ibrahim'in: "Fakat kalbimin yatışması
için istiyorum" (el-Bakara, 2/260) dediği gibi, onlar da:
"Kalplerimiz yatışsın,., diye" demişlerdi.
Derim ki: Bu, güzel
bir te'vildir. Fakat, bundan da daha güzel te'vil şudur: Bu sözleri,
havarilerle birlikte olanlar söylemişlerdi- -İleride açıklanacağı üzere-.
İbnü'l-Arabî, "el-Mustatî; Güç yetîren"i yüce Allah'ın isimleri
arasında sayar. Ve şöyle der; Bunun, isim olarak kullanıldığı ne Kitapta ne
sünnette vâ-rid değildir. Fakat bu, yüce Allah'ın fiili olarak varid olmuştur
Daha sonra da havarilerin: "Rabbani indirebilir mi" sözlerini
zikreder. Ancak, Îbnü'1-Has-sâr, "Şerhü's-Sünne" adlı eserinde ve
başkalarında onun bu görüşünü reddetmiştir. İbnül-Hassâr der ki: Şanı yüce
Allah'ın, havarilerin Hz. İsa'ya söylediklerini haber verdiği: "Rabbin..,
indirebilir mi" ifadesinde, Rabbin güç yetirebilmesînde şüphe sözkonusu
değildir. Bu, ince bir şekilde soru sormak ve yüce Allah'a kargı edeptir. Zira,
mümkün olan her bir gey, ezelî ilminde mutlaka vuku bulacaktır ve herkes için
vaki olacaktır, diye bir şey sözkonusu değildir. Havariler ise, Hz. İsa'ya
iman edenlerin en hayırlıları İdiler. Yüce Allah'ın, mümkün olan her birşeye
güç yetirebileceğinin onlar tarafından bilinmemesi nasıl zannedilebilir. Güç
yetirebilir mi?" buyruğunun " İle (yapabilir misin) şeklindeki
kıraatine gelince, şöyle denilmiştir: Yani, Rabbinden böyle bir istekte
bulunabilir misin. Bu, Âişe ve Mücahid'in -Allah ikisinden de razı olsun-
görüşüdür. Aişe (r.anha) dedi ki: Bu havariler: "Rabbİn güç yetirebilir
mi?1* demeyecek kadar yüce Allah'ı bilen kimseler idi. Ama onlar: "Sen,
Rabbinden dileyebilir misin" demişlerdi. Yine Hz, Âişe'den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Havariler, şanı yüce Allah'ın sofra indirmeye kadir
olduğunda şüphe etmiyorlardı. Ama onlar, "Rabbin İndirebilir mi"
değil de; "Sen, Rabbmden istiyebilir misin?" demişlerdi.
Muâz (b. Cebel) dedi
ki: Ben, Peygamber (sav)'ı defalarca "te" harfi :Rabbinden isteyebilir
misin?" diye okuduğunu işitmişimdîr.
ez-Zeccâc da der ki:
Yani, istediğin bu hususta, Rabbinin isteğini yerine getirmesini istiyebilir
misin? Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbine bu hususta dua edip
O'ndan dilekte bulunabilir misin? İkisinin de anlamı birbirine yakındır, takat
bir mahzuf takdiri de kaçınılmazdır. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor"
(Yûsuf, 12/82.) buyruğunda olduğu gibi. Ancak, "te" "ye"
ile okuyuşta herhangi bîr ifadenin hazfedildiğint söylemeye gerek yoktur.
"Eğer iman edenlerde
as eniz" Yani, eğer sizler, Ona ve benîm getirdiklerime iman eden
kimseler iseniz. -Çünkü size, yeteri kadar âyetler, mucizeler gelmiş
bulunmaktadır- "Allahtan korkun demişti" O'na isyan etmekten ve çokça
isteklerde bulunmaktan sakının. Çünkü sizler bu mucizeleri istemeniz halinde
başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Zira yüce Allah, kulları İçin daha
uygun olanı yapar.
[425]
113. Dediler ki;
"Bfe, istiyoruz ki o sofradan yiyelim. Kalplerimiz yatışsın. Senin bize
gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım.
Yüce Allah'ın: "Dedİlerki:
Biz istiyoruz ki o sofradan yİyeUm" buyruğunda "yiyelim"
anlamındaki fiil; ile nasb edilmiştir. Daha sonra gelen, "kalplerimiz
yatışsın. Senin btee gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona
şahidlik edenlerden olalım* anlamındaki buyruklarda da bütün fiiller ona
atfedilin iştir. Bu ifadeleriyle böyle bir istekte bulunmaları kendilerine
yasaklanınca, bu isteklerinin sebebini açıklamış oldular
Onların: "O
sofradan yiyelim" şeklindeki sözleri, iki türlü açıklanabilir: Evvela
onlar, böyle bir şeye ihtiyaç duydukları için o sofradan yemek istemişlerdi.
Çünkü Hz. Isa, şehir dışına çıktığında ona beşbin kişi veya daha fazla bir
kalabalık uyardı. Onların bazıları da onun ashabı idi. Bazıları ise, herhangi
bir hastalıkları veya bir rahatsızlıkları dolayısıyla ondan kendilerine dua etmesini
istiyen kimselerdi- Bunlar da kötürüm veya kör kimseler idiler. Kimisi de
olanları seyreder ve alay ederdi.
Yine bir gün bir yere
çıkmışken, yollan bir dağdan geçti. Beraberlerinde yiyecek birşey yoktu. Bunlar
acıktılar. Havarilere şöyle dediler: İsa'ya söyleyin de üzerimize gökten bîr
sofra inmesi için dua etsin. Havarilerin başı Şem'un Hz. İsa'nın yanma vardı ve
insanların kendilerine gökten bir sofra indirmesi için dua etmesini
istediklerini haber verdi- Hz. İsa Şem'un'a; "Onla-ra deki, eğer gerçekten
mü'min kimseler İseniz Allah'tan korkun." Şem'un bunu bu teklifte
bulunanlara haber verince, bu sefer ona şöyle dediler: Ona de ki: wBi2, istiyoruz
ki o sofradan yiyelim..." diye âyette geçen sözlerini iletti.
İkinci açıktama şekli
de şöyledir: "O sofradan yiyelim" yani, biz böyle bir şeye olan
ihtiyacımızdan dolayı değil, onun bereketini elde edelim diye bunu istiyoruz.
el-Maverdî der ki: Bu daha uygun görünmektedir. Çünkü ger-çekîen muhtaç
olsalardı, bu istekte bulunmaları kendilerine yasak 1 anmazdı.
"Kalplerimiz
yatışsın" şeklindeki sözlerinin de üç anlama gelme ihtimali vardır:
Birincisi: Yüce Allah'ın, seni bize bir peygamber olarak gönderdiği hususunda
kalplerimiz yatışsın ve bundan emin olsun. İkincisi, yüce Allah'ın bizi, bu
davetimiz için seçtiğinden yana kalplerimiz mutmain olsun. Üçüncüsü de şanı
yüce Allah'ın bizim isteğimizi kabul ettiğinden yana kalplerimiz huzur bulsun,
emin olsun. Bu üç türlü açıklamayı da el-Mâverdî zikretmektedir.
el-Mehdevî de şöyle
der: Yani, yüce Allah'ın bizim orucumuzu ve amellerimizi kabul ettiğine dair
kalplerimizin yatışmasını istiyoruz.
es-Sa'lebî der ki:
Böylelikle onun kudretine yakînen (kesinlikle) inanalım ve kalplerimiz bunun
sonucunda yatışsın,
"Senin btee
gerçekten doğru söylediğini bilelim." Senin Allah'ın Rasu-lü olduğunu
gerçekten bilelim, "ve biz de ona şahldlik edenlerden olalım." Yani,
Allah hakkında vahdaniyetine, senin de risalet ve peygamberliğine şa-hidlik
edenlerden olalım.
Ve biz de ona şahldflk
edenlerden olalun" buyruğunun: Bu sofranın indirilişini görmeyenlerin
nezdinde, yanlarına vardığımızda senin lehine şahid-lik edenlerden olalım,
anlamında olduğu da söylenmiştir.
[426]
114. Meryem oğlu İsa:
"Allah'ım, Rabbİmlz, bize gökten bir sofra indir ki, bizim için hem
önceden gelenlerimize, hem sonra geleceklerimize bir bayram ve Senden bir âyet
olsun. Bizi rızıİt hindir. Çünkü Sen rczık verenlerin en hayırlısısın"
dedi.
Yüce Allah'ın:
"Meryem oğlu İsa: Allah'ım, Rabbimiz" buyruğunda geçen (ve Allah'ım
anlamına gelen): (kelimesinin aslı, Sibeveyh'e göre, "Ya Allah"
şeklindedir Sondaki iki tane "mîm" ise, "yâ" nida harfinden
bedeldir. "Kabbimiz" ise ikinci bir nidadır. Sibeveyh bundan başkasını
caiz kabul etmez. Bunun sıfat olması da caiz değildir. Zira, kelimenin aldığı
şekil dolayısıyla bu kelime nidaya ve seslenişe benzemektedir.
Mâide'nin anlamı:
"Bize gökten bir sofra indir" buyruğundaki" Sofra (el-Mâide),
üzerinde yemek bulunan yükseltilmiş tahtalar (masa) dır. Kutrub der kî:
Üzerinde yemek bulunmadıkça Mâîde adını almaz. Eğer yemek yoksa ona
"hivân: masa" denilir. "Mâide" kelimesi, kölesine yemek
yedirdiği veya verdiğini anlatmak üzere kullanılan 'dent "fâüe"
veznindedir. Buna göre Mâide, üzerindeki şeyleri veren; anlamına gelir.
el-Ahieş'in naklet-tiği Ru'be'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Lüks ve nimetler
içerisinde yaşayan ve denk kimselerin başları hediye
olarak sunulur.
Kendisinden istekte bulunulan mü'minlerin emirine."
Bu beyitin son
kelimesi, kendisinden birşeyler vermesi istenen, dilekte bulunulan kimse
demektir. (Ve Mâide kelimesi de aynı kökten gelmektedir). Buna göre Mâide,
yemek yiyenlere yemek yediren ve yemeği veren demektir. Mecazi olarak yemeğin
kendisine de Mâide denilmektedir. Çünkü yemek Mâide üzerinde yenilir. Nitekim,
arapların yağmura "semâ" demeleri de böyle mecazî bir ifadedir,
Kûfeliler derler ki: Ona "Mâide" denilmesi, üzerindekiler ile
'hareket etmesi dolay ısıyladır. Ve bu, Arapların meyledip hareket eden bir şey
hakkında kullandıkları; tabirlerinden gelmektedir.
Şaİr de şöyle
demektedir:
"Bir güvercin
şakıdığında belki ağlarsın Ağacın eğilmiş dalı onu hareket ettirdiğinde.
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ondan sonra
KinaneUmn öldürülmesi huzursuz etti beni; O, uçsuz bucaksız yer, az kalsın
altımda sarsılıyordu."
Yüce Allah'ın:
"çalkalayıp sarsar diye yeryüzünde sabit dağlar koydu (yarattı)."
(en-Nahl, 16/15)
Ebu Ubeyde der ki:
Mâide, "mefule" anlamında faile veznindedir. Tıpkı Hoşnut bir yaşayış
içinde" {.el-Hâkka, 69/2) hoşnut olunan bir yaşayış anlamında olması gibi.
Yine "Atılan bir su" (et-Tânk, 86/6) buymğundaki atılan da, kendisi
"atılan" Usm-i fail) değil de ismi mef'ui anlamında başkası
tarafından atılan demektir.
Yüce Allah'ın:
"Bizim için... bir bayram olsun" buyruğundaki; " Olsun,
kelimesi, Maide'nin sıfatıdır. (Emrin) cevabı değildir
el-A'meş ise bunu
cevap olmak üzere şeklinde cevap olarak okumuştur. Buyruğun anlamı ise: Bu
sofranın ineceği gün "hem bLcîm için, hem önceden gelenlerimize"
yani, hem ümmetimizin baştan gelenlerine, hem sonradan geleceklerine bayram
olsun, şeklindedir, id: Bayram'ın anlamı denildi ki: Sofra, üzerlerine pazar
günü sabah ve akşam indirildi. Bundan dolayı pazarı bayram edindiler. Bayram
anlamına gelen; tekildir, çoğulu ise şeklinde gelir. Bu kelimenin aslı
"vav"lı olmakla birlikte uyâ" ile çoğul yapılması, tekilde de
bu "yâ"nın ortada sabit oluşu dolayısıyladır. Şöyle de denilmiştir:
Sopanın çoğulu olan, Sopalar ile bayramlar arasındaki farkın anlaşılması için
"ya" ile çoğul yapıldığı da söylenmektedir. ise, bayram yaptılar,
bayramda hazır bulundular, anlamındadır. Bunu, el-Cevhe-rî ifade etmiştir.
Bu kelimenin aslının,
dönmek anlamına gelen; fiilinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre bu kelime
(yani bayram): şeklinde "vav"lı-dir. "VaV'dan önceki harf esreli
olduğundan dolayı "yâ"ya dönüştürüLmüş-tür.-Mîzan, mîkat ve mîad
kelimeleri gibi. Fıtır ve kurban günlerine İyd (bayram) denilmesinin sebebi
ise3 bunların her sene tekrar avdet etmeleri (dönmeleri) dolayısı iledir.
el-Halil der ki: îyd
(bayram), insanların adeta kendisine dönüşlerini ifade ediyormuş gibi,
toplandıkları her güne denilir İbnü'l-Enbarî der ki; İyd'e bu ismin veriliş
sebebi, sevinç ve huzur içerisinde dönüşü (avdet etmesi)nden dolayıdır. Çünkü
bayram, bütün insanların sevindikleri bir gündür. Nitekim, bu günde bile
hapiste olan tutuklulardan, borçlarının istenmediği, cezalandırılmadığı,
yabanî hayvanların, kuşların avlanmadığı, çocukların okullara gitmediği
görülen bir şeydir.
Şöyle de denilmiştir:
Bayrama "İyd" deniliş sebebi, her insanın kendi makam ve mevkiine,
bunun gerektirdiklerine avdet etmesi dolayısıyla dır. Nitekim, bayramda
onların giydikleri, kılık kıyafetleri ve yedikleri birbirinden fark* lı
olabilmektedir. Kimisi misafir kabul eder, kimisi misafir olur. Kimisi başkasına
merhamet eder, kimilerine de merhamet olunur. Bayrama bu ismin verilişinin;
"İyd"e benzeterek şerefli bir gün oluşundan dolayı olduğu da söylenmiştir.'
Çünkü İyd, aslında araplarca oldukça meşhur, son derece değerli ve kendisine
nisbet ettikleri (ismi mensüb yaptıkları) bir erkek deveye verdikleri addır.
İsm-i mensub yapılarak f ><Jrf J*l"): İyd'e mensub develer denilir,
Şair de göyle demektedir:
*Ona kargılık oldukça
yüksek fiyatta dinarların ödendiği bir deve."
Bu beyit daha önceden
(el-Bakara, 2/283. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Zeyd b. Sabit;
(iijfri*jüj\> kelimelerini çoğul olarak; "Önceden gelenlerimize, sonra
geleceklerimize" şeklinde çoğul olarak okumuştur,
İbn Abbas der ki:
Yani, onların ilki o sofradan yediği gibi, insanların sonuncusu da ondan
yesin, anlamındadır.
"Senden bir
âyet" yani, bir delâlet ve bir belge olsun, "Bizi rızıkEandır."
Bize ver "Çünkü Sen, rızık verenlerin" bağışlayanların nzık ihsan
edenlerin "en hayırhsısın." Çünkü Sen, hiçbir şeye muhtaç olmayan
gani, hertür-lü övgüye laik olan hamidsin.
[427]
115. Allah buyurdu ki:
"Gerçekten Ben onu size İndireceğim. Ama bundan sonra sîzden kim kâfir
olursa Ben onu âlemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağim."
"Allah buyurdu
ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim" buyruğu, yüce Allah tarafından
verilmiş bir vaa'd olup, bununla Hz. İsa'nın dileğini kabul ettiğini ifade
etmektedir. Nitekim, Hz. İsa'nın böyle bir dilekte bulunması da havarilerin
isteklerini kabul ederek gerçekleşmiştin Bu ise, yüce Allah'ın böyle bir
sofrayı indirmiş olmasını gerektirmektedir. Zaten onun vaadi haktır. Ancak, bu
sofranın indiril iş inden sonra buna tanık olan topluluk inkâr edip kâfir
oldular, O bakımdan maymun ve domuzlara dönüştürüldüler. İbn Ömer der ki:
Kıyamet gününde insanlar arasında azabı en çetin olanlar münafıklar, Maide'm'n
sahiplerinden kâfir olanlar ve Firavn ve hanedanıdır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ama bundan sonra sizden kim kâfur olursa, Ben onu
alemlerden kimseyi ayıplandırmayacağım bir azapla azaplan-dıracağun" diye
buyurmaktadır.
İlim adamları,
Maide'nin İnip inmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler- Cumhurun kabul
ettiği ve doğru olan görüş Maide'nin indiğidir. Çünkü yüce Allah: "Gerçekten
Ben onu size indireceğini" diye buyurmuştur. Mü-cahid ise §Öyle
demektedir. Maide inmedi. Bu, ancak yüce Allah'ın insanlara vermiş olduğu bir
Örnektir, Bununla peygamberlerinden mucizeler istemelerini yasaklamaktadır.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah onlara, isteklerini kabul edeceği vaadinde bulundu. Fakat
kendilerine: "Ama bundan sonra kim kâfir olursa,.," deyince, bu
İstekten vazgeçtiler, Allah'tan bağışlanmalarını dilediler ve; hayır, böyle
birşey istemeyiz, dediler. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. Ancak, bu
görüş ile bundan önceki görüş yanlıştır. Doğrusu bu Maide'nin indiğidir.
îbn Abbas der ki:
Meryem oğlu İsa, İsrail oğullarına şöyle dedi: Otuz gün oruç tutunuz, sonra
Allah'tan ne isterseniz dileyiniz. O size bunu verecektir. Bunun üzerine onlar
da otuz gün oruç tuttular ve şöyle dediler: Ey İsa, biz bir kimseye bir iş
yapsak, sonra da işimizi bitirsek, şüphesiz daha sonra bize yemek yedirirdi.
Biz ise oruç tuttuk ve acıktık. Allah'a dua et de üzerimize gökten bir sofra
indirsin. Bunun üzerine melekler, taşıdıkları bir sofra ile geldiler. Bu sofra
üzerinde yedi ekmek ve yedi balık vardı. Bunları önlerine koydular. En son
kişi de tıpkı ilk kişi gibi yedi (ve doydu).
Ebu Abdullah Muhammed
b. Ali et-Tirmizî el-Hakîm de, "Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde şöyle
demektedir: Bize, Ömer b. Ebi Ömer anlattı, dedi ki: Bize Ammâr b. Harun
es-Sakafı anlattı, Zekeriya b. Hakîm el-Hanzalî'den, o, Ali b. Zeyd b.
Cud'ân'dan, o, Ebu Osman en-Nehdr den, o, Selman el-Fa-risî'den şöyle dediğini
nakletti: Havariler, Meryem oğlu İsa'ya -Allah'ın salat ve selamı üzerine
olsun- sofrayı istediklerinde, o da kalkıp yün elbiselerini bıraktı, bunun
yerine siyah kıldan elbiselerini giyindi. Ayağa kalktı, ayaklarını ve
topuklarını birbirine yapıştırdı. Baş parmağını baş parmağına değdi-rip, sağ
elini sol elinin üzerine koydu. Sonra yüce Allah'a huşu' içerisinde başını
eğdi. Arkasından gözyaşlarını salıvererek ağladı. Yaşlar sakalları üzerinden
akıp gitti. Gözyaşları damla damla göğsüne düşmeye başladı, sonra şöyle dedi:
"Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bizim için hem
önceden gelenlerimize hem sonra geleceklerimize bîr bayram ve Senden bir âyet
olsun. Bizi nzıklandır. Çünkü sen rızik verenlerin en hayırlısısın. Allah
buyurdu ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim..."
Sofra, birisi altında
birisi üstünde olmak üzere iki bulut arasında kırmızı renkli ve yuvarlak bir
sofra halinde insanların gözü önünde indi. İsa (a,s) dedi ki: "Allah'ım
sen bunu bir rahmet kıl. Bunu bir fitneye düşme sebebi kılma, Ey benim yüce
İlahım, ben senden hayret verici dileklerde bulunuyorum ve sen
veriyorsun,"
Sofra, Hz. İsa'nın
önünde, bir mendil ile örtülü olduğu halde indi, Hz. İsa, beraberindeki
havarilerle birlikte secdeye kapandı. Sofranın daha önce benzerini almadıkları
güzel kokusunu alıyorlardı. Hz. İsa şöyle dedi: "Aranızda Allah'a en çok
ibadet eden, Allah'a karşı en cesaretli, Allah'a en çok güveneniniz hangisi
ise, şu sofranın üzerini açsın ki, ondan yiyelim, Allah'ın adını anarak
yiyelim ve bundan dolayı da Allah'a hamd edelim.
Havariler dediler ki:
Ey Ruhullah, bu işe sen daha layıksın. Bunun üzerine Hz. İsa -Allah'ın salavâü
üzerine olsun- kalktı, güzel bir şekilde abdest aldı. Güzel bir namaz kıldı,
uzun uzun dua etti. Sonra sofraya oturdu, üzerini açtı. Sofrada kızartılmış
bir balık vardı. Bu balıkta kılçık diye birşey yoktu. Yağ gibi akıyordu.
Etrafına ise, pırasa müstesna her türlü bakliyattan konulup hazırlanmıştı. Baş
tarafında ise, tuz ve sirke vardı. Kuyruğunun yanında ise beş ekmek vardı. Ekmeklerden
birisinin üzerinde de beş tane nar, diğerinin üzerinde hurmalar, diğerinin
üzerinde de zeytin vardı.
es-Sa'lebî der ki:
Ekmeklerden birisinin üzerinde zeytin, ikincisi üzerinde bal, üçüncüsü üzerinde
yumurta, dördüncüsü üzerinde peynir, beşincisi üzerinde ise kuru et vardı.
Bunun haberi
yahudilere ulaşınca keder ve üzüntü ile geldiler. Kahrolmuş bir vazıyette ona
baktılar, hayret edecek bir durum gördüler, Şem'ûn - ki, bu havarilerin
başıdır- dedi ki: Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceğinden midir, cennet yiyeceğinden
midir? İsa -Allah'ın salavâtı üzerine olsun- şöyle dedi: Bu sorulardan hâlâ
vazgeçmeyecek misiniz? Sizin azaba uğratılmanızdan gerçekten çok korkuyorum.
Şem'ûn dedi ki: İsrail oğullarının ilahına yemin olsun ki, ben bununla kötü
bir maksat gütmedim.
Dediler ki: Ey
Ruhullah, keşke bu mucize ile birlikte bir başka mucize daha olsaydı. İsa (a.s)
dedi ki: "Ey balık, Allah'ın izniyle diril" Balık gözleri parıldar
bir şekilde dinç ve taze bir balık haline gelerek silkelenmeye, hareket etmeye
başladı. Havariler korkuya kapılınca, Hz. İsa şöyle dedi: Bana ne oluyor ki,
bir şey istiyorsunuz, size o şey verildi mit ondan hoşlanmıyorsunuz. Azaba uğra
turnanızdan gerçekten çok korkuyorum. Yine şöyle buyurdu: Bu sofra, üzerinde ne
dünya yiyeceği ne de cennet yiyeceği olmadığı halde indi. Bu yiyeceği, yüce
Allah sonsuz kudretiyle yarattı. Ona ol dedi, o da oluverdi.
Bu sefer İsa dedi ki:
Ey balık eski haline dön. Balık eskiden olduğu gibi kızarmış haline döndü.
Havariler dediler ki; Ey Ruhullah, ondan ilk olarak sen ye. Hz. İsa şöyle dedi:
Bundan Allah'a sığınırım. Bundan onu isteyen, onu dileyen yesin. Havariler,
bunun bir azap ve bir fitne olacağı korkusuyla yemek istemediler. Hz, îsa bunu
görünce, bu sofraya fakir, yoksul, hasta, kö türüm, cüzzamlı, ayaklan felç
olmuş, kör ve sarîsu hastalığına yakalanmışları çağırarak dedi ki: Rabbinizin
rızkından, peygamberinizin duasından yiyiniz ve bunun için de Allah'a hamd
ediniz. Daha sonra Hz. Isa şöyle dedi: Bundan dolayı afiyet sizin için olacak,
azap da sizden başkaları için olacaktır. Onlar da bu sofradan yediler. Öyle
ki, yedi bin üç yüz kişi o sofradan ge-girerek kalktı ve o sofradan yiyen
herbir hasta iyileşmiş oldu. O balıktan yiyen herbir fakir, ölünceye kadar
muhtaç düşmedi. Bunu gören diğer insanlar, sofraya kalabalıklar halinde
üşüştüler. Küçük, büyük, ihtiyar, genç, zengin ve fakir ne kadar varsa,
mutlaka gelip ondan yediler. Biri ötekini çekiş* tirdi. Hz, İsa durumu görünce
onları nöbetleşe sıraya koydu.
Bu sofra bir gün iner,
bir gün inmezdi. Tıpkı, Semud kavmine gönderilen dişi devenin bir gün odayıp,
bir gün su içmesi gibi. Bu sofra kırk gün. süreyle indi. Kuşluk vaktinde iner
ve bulunduğu yeri gölge kapatıncaya kadar öy lece kalırdı.
Sa'tebî der ki: Sofra
bu şekilde kalır ve ondan yemek yenirdi. Nihayet gölge üzerine düşünce,
yükseliverirdi. Yükselinceye kadar insanlar ondan yemeye devam eder, sonra da
göğe geri dönerdi. İnsanlar da gözlerinden kayboluncaya kadar onun gölgesine
brkar dururlardı.
Kırk gün tamamlanınca
yüce Allah îsa (a.s)'a şöyle vahyetti: "Ey îsa, Benim bu soframı
zenginleri dışarda tutarak yalnız fakirlere ver." Ancak, bu hususta
zenginler şüpheye düştüler ve fakirlere düşmanlık etmeye başladılar. Kendileri
şüpheye düştükleri gibi, diğer insanları da şüpheye düşürmeye çalıştılar. Yüce
Allah, Ey İsa dedi. Ben, ileri sürdüğüm şart dolayısıyla (azab ile) yakalayıp,
sorumlu tutacağım.
Onlardan otuzüç kişi,
pislikleri çöplüklerden ayıklayan domuz haline dönüştürüldü. Halbuki, daha önce
güzel yemekler yerler, yumuşak döşeklerde uyurlardı, İnsanlar bunu görünce,
ağlaşarak Hz. İsa'nın etrafında toplandılar. Domuzlar da gelip Hz. İsa'nın
önünde dizleri üzere çöktüler. Gözyaşlarını akıta akıta ağlamaya koyuldular.
Hz. İsa onları tanıdı, sen filan kişi değil misin diye soruyor, o domuza
döndürülmüş kişi de başı ile işaratte bulunuyor, fakat konuşamıyordu. Bu
halleriyle yedi gün kaldılar. -Dört gün kaldılar diyenler de vardır.- Sonra Hz.
İsa, yüce Allah'a, canlarını kabzetsin diye dua etti. Kimse onların nereye
gittiğini bilemedi. Yer mi onlan yuttu, yoksa ne oldular (bilinmedi).
Derim ki: Bu hadis
hakkında söylenecek sözler vardır. Senet bakımından da sahih değildir. îbn
Abbas ve Ebu Abdurrahman es-Sülemî'den nakledildiğine göre, Maide'deki yemek,
ekmek ve balıktı. İbn Atiyye der ki: O balıkta her yiyeceğin kokusunu
alıyorlardı. Bunu da es-Sa'lebî nakletmiştir. Am-mar b. Yasir ile Katade derler
ki: Maide, üzerinde cennet meyvelerinden meyveler bulunduğu halde semadan
inerdi. Vehb b, Münebblh ise şöyle demektedir: Yüce Allah, arpa ekmekleri ve
bir takım balıklar indirdi.
et-Tirmizî de Tefsir
bölümünde, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav)
buyurdu ki: "Mâide, semadan et ve ekmek olarak indirildi. Hainlik
etmemek, yarma hiçbir şey saklamamakla emrolunduk-ları halde, hainlik de
ettiler, ertesi güne saklayarak, yarına birşeyler ayırdılar. Bunun üzerine
maymunlar ve domuzlar haline dönüştürüldüler." Ebu İsa (et-Tirmizî) der
ki: Bu, Ebu Âsim ve başka bir kişinin Said b. Ebi Arûbe'den, o, Katade'den, o,
Hilâs'tan, o, Ammar b. Yâsir'den mevkuf olarak rivayet ettiği bir hadistir.
Biz bu hadisi, merfu' olarak ancak el-Hasen b. Kaza'a yoluyla biliyoruz. Bize,
Humeyd b. Mes'ade anlattı dedi ki: Bize, Süfyan b. Habib anlattı, Said b, Ebi
Arûbe'den buna yakın bir hadis nakletti fakat bunu Pey-gamber'e merfu'en
zikretmedi. Bu, ise el-Hasen b, Kazae'nin hadisinden daha bir sahihtir. Ancak
biz, bu hadisin merfu' bir rivayetini asla bilmiyoruz.[428]
Satd b. Cübeyr der ki:
Mâide üzerinde ekmek ve et müstesna herşey indirildi. Ata ise şöyle demiştir:
Balık ve et müstesna, Maide üzerinde herşey indirildi, Kâ'b der ki: Maide,
semadan basaşağı olarak melekler onu sema ile arz arasında uçurarak nazil oldu.
Et dışında üzerinde her yiyecek vardı.
Derim ki: Bu üç görüş,
Tirmizînin naklettiği hadise muhaliftir. Tinmi-zînin hadisi ise bunlardan daha
uygundur. Zira, merfu1 olarak sahih değilse bile, mevkuf olarak büyük bir
sahabiden sahih olarak rivayet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kesinlikle
söylenebilecek şu ki; Maide, üzerinde yenecek yiyecekler bulunduğu halde
indirilmiştir. Ancak bu yemeğin tayinini en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Nuaym'ın Kâ'b'den
naklettiğine göre Maide, ikinci olarak İsrailoğul-larının âbid bazı kimselerine
nâzİİ oldu. Kâ'b dedi ki: İsrail oğullarından âbid üç kişi bir araya geldi.
Bunlar, geniş bir düzlük arazide toplandılar. Onların her birisi yüce Allah'ın
isimlerinden bir ismi biliyordu. Birileri dedi ki: Benden isteyin, ben de sizin
için istediğinizi dua ederek Allah'tan dileyeyim. Onlar dediler ki: Senden yüce
Allah'a, bu yerde akan bir pınar, yeşil, yemyeşil bahçeler çıkarması için dua
etmeni istiyoruz, O da dua etti, akan bir pınar ve güzel, yemyeşil bahçeler
meydana geldi. Daha sonra bir diğerleri benden de isteyiniz, ben de ne isterseniz
dua ederek onu Allah'tan sizin için isteyeyim. Şöyle dediler: Yüce Allah'a,
cennet meyvelerinden bize birşeyler yedirmesi için dua etmeni istiyoruz.
Üzerlerine taze bîr hurma indi. Ondan yemeye başladılar. Evirip çevirdikçe
mutlaka ondan başka bir lezzet yediler, sonra kaldırıldı. Daha sonra bir
diğerleri şöyle dedi: Benden isteyin, ben de ne isterseniz sizin için Allah'a
dua edeyim. Senden, Allah'a üzerimize İsa'ya indirmiş olduğu Maide'yJ
indirmesi için dua etmeni istiyoruz. O kişi de dua edince bu Maide indi, Ondan
İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu sofra kaldırıldı. Daha sonra da haberin
geri kalan bölümlerini nakletti.
Bir mesele: Sözü geçen
Selman'ın hadisinde, Maide'ye dair açıklamalar yer aldı ve bu Maide'nin ayaklan
bulunan bir masa (Maide) şeklinde değil de bir sofra halinde indiği
açıklanmaktadır. Sofra ise Peygamber (sav)'ın ve arap-ların yemek yedikleridir.
Ebu Abdullah et-Tirmizî el-Hakîm şunu nakletmektedir: Bize, Muhammed b. Beşşâr
anlattı, dedi ki: Bize, Muaz b. Hişam anlattı dedi ki: Bana babam anlattı.
Yunustan, o, Katade'den, o, Enes'den dedi ki; Rasulullah (sav) hiç bir zaman
bir masa üzerinde yemediği gibi, katık konulan yemek kaplarından da yemedi, onun
için hiçbir zaman yufka da pişirilmedi. Enes'e dedim ki: Peki, ne üzerinde
yemek yerlerdi? O, sofralar üzerinde yerlerdi, dedi.[429]
Muhammed b- Beşşâr der ki: Burada sözü geçen Yûnus, Ebu Furat el-İskâf dır.
Derim [kî: Bu, sahih,
sabit bir hadistir, Senedinde yer alan ravilerden, Bu-lıarî ve Müslim ittifakla
hadis almıştır. Tirmizî de bunu rivayet ederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b,
Beşşâr anlattı dedi ki: Bize, Muâz b. Hişam anlattı, diyerek hadisi zikretti
ve hakkında: "Hasen, gariptir" dedi.[430]
et-Tirmizî Ebu
Abdullah el-Hakîm dedi ki: Hıvâm (masa), arap olmayanların yaptıkları,
sonradan yapılmış birşeydir. Araplar bu gibi şeyleri yapmıyorlardı. Onlar,
sofralar üzerinde yemek yerlerdi. Sofra ise, derilerden yapılan ve kapanıp
açılan bağlan ve askıları bulunan bir şeydi, İşte açılması dolayısıyla ona
sufra denilmiştir. Zira bağlan çözüldüğü vakit açılır ve içinde bulunanları
açığa çıkartır (isfâr) idi. işte bundan dolayı ona sufra adı verilmiştir.
Setere, sefer denilmesi de, kişinin bizzat evlerden isfârı (ayrılması)
do-layısıyladır. Katıkların ve iştah açıcı yiyeceklerin konduğu yemek kablan
kullanmaması ise, çeşitli ve ekmeğin bandınldığı yemekler ve bu yemekler için
kab kullanmadıklarından dolayıdır. Çünkü, onların yiyecekleri, üzerinde
kesilmiş et parçalan bulunan tirit îdi. Hz. Peygamber de şöyle buyururdu;
"Etleri dişlerinizle sıyırarak yiyiniz. Çünkü, böylesi hem daha canın
çektiği bir-şeydir, hem de hazmi daha kolaydır.[431]
Denilse ki: Maide'den
bir takım hadislerde söz edilmektedir. Bunlardan birisi de İbn Abbas'ın şu
sözüdür: Eğer keler haram olsaydı, Peygamber (sav)'ın Maidesi üzerinde
yenmezdi. Bunu da Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[432]
Âişe (r.anha)'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Kişinin
Maide'si, yerde konulmuş halde kaldığı sürece melekler ona dua ederler."[433]
Bunu da güvenilir raviler rivayet etmiştir.
Yine şöyle denilebilir:[434]
Maide, uzatılan ve serilen -mendil ve elbise gibi- her şeydir. O halde bu
kelimedeki "dal" harfinin iki tane olması gerekirdi. O bakımdan
bunlar (araplar) iki "dal" harfinden birisini "yâ"ya
dönüştürerek "Mâide" dediler. Fiil de bu şekilde kullanılmaktadır. O
bakımdan bu kelimenin "Memdûde : Uzatılan, yayılan şey" şeklinde
olması gerekirdi. Fakat bu kelime dilde fail vezninde kullanılmıştır. Nitekim,
Mektûm (gizlenen) denilmesi gerektiği halde -ism-i fail kipiyle Gizli sır,
hoşnut olunan bir geçim için de yine aynı şekilde Hoşnut bir yaşayış diye tabirler
kullanılmıştır. Yine dilde kendisi fail vezninde olduğu halde mef'ûl şeklinde
kullanılan tabirler de vardır Araplar Uğursuz bir adam" diyerek mePul
vezninde kullanmışlardır. Oysa bunun anlamı fail veznindedir. Yine; Örten bir
perde (dediklerinde)" meful vezninde kullanmışlardır. Halbuki o, fail
anlamındadır. Hivân (masa) ayakları ile yerden yükselendir. Mâide ise yayılan
ve serilendir Sofra içinde gizli olanı açığa çıkartan demektir. Çünkü sofra,
askılanyla toplanmış ve kapatılmıştır. eİ-Ha-sen'den de şöyle dediği
nakledilmektedir: Masalar üzerinde yemek yemek kırallann işidir. Mendil (yere
yayılan bez sofra) üzerinde yemek yemek ise arap olmayanların işidir, sofra ise
araplann uygulamasıdır. Sünnet olan da budur.[435]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[436]
116. Allah: "Ey
Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin,
diye sen mi söyledin" diyeceği zaman, (İsa) der ki: "Seni tenzih
ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemiş
İsem, zaten sen onu bilmişsindk- Sen, içimde olanı bilirsin. Ama ben, senin
nefsinde (gaybında) olanı bilmem. Şüphesiz Sen, gaybia ti çok iyi
bilensin."
Yüce Allah'ın:
"Allahi Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı
iki Üâh edinin diye sen mi söyledin, diyeceği zaman* buyruğunda sözkonusu
edilen bu sözün, söyleneceği zaman hakkında farklı görüşler vardır.
Katade, îbn Cüreyc ve
müfessirlerin çoğu, yüce Allah bu sözü İsa'ya Kıyamet gününde söyleyecektir
derken, es-Süddî ve Kutrub da derler ki: Yüce Allah İsa'ya bu sözü onu semâya
yükselttiği sırada, hıristiyanların da onun hakkında söylediklerini söylemeleri
üzerine söylemiştir. Buna delil olarak da Hz. İsa'nın söylediği nakledilen:
"Eğer sen onları azaplandırtrsan, şüphe yok ki onlar senin
kullarındır" (el-Mâide, 5/118) buyruğunu delil göstermişlerdir. Çünkü
arapçada, edatı geçmiş zaman hakkında kullanılır.
Ancak, birinci görüş
daha sahihtir. Buna ela, bundan önce gelen, yüce Allah'ın:
"Allahpeygamberleri toplayacağı gün,,," (çl-Maide, 5/109) âyeti delalet
etmektedir. Bundan sonra gelecek olan: "Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının
fayda vereceği bir gündür" (el-Maide, 5/119) âyeti de buna delildir. Buna
göreedatı, anlamında kullanılmış demektir. (Diyeceği zaman anlamına gelir).
Şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda oluduğu gibi: Onlara korku geldiği zaman bir
görsen..." (SebeJ, 34/51) buyruğun da; "Korku geleceği zaman"
demektir. Ebu'n-Necm de şöyle demiştir:
"Sonra Allah
benim yerime mükâfatlandıracağı zaman onu mükâfatlandırsın Yüksek semâlarda Adn
cennetleriyle."
Görüldüğü gibi burada
da "mükâfatlandıracağı zaman" anlamındadır, el-Esved b. Cafer el-Ezdî
de şöyle demektedir:
"Şimdi ise
onlarla şakalaşmak istediğimde
Derler ki: Dikkat
edin, şu yaşlı adam herhangi bir anlamlı iş yapmıyor."
Bununla, onlarla
şakalaşacağı zamanı kastetmektedir Böylelikle geleceği mazi ile ifade etmiş
olmaktadır. Çünkü bu işin tahakkuk edeceğini ve artık bunun böyle olacağının
belgelerini görmüş bulunmaktadır, adeta gerçekten meydana gelmiş gibidir.
Kur'an-ı Kerimde de
şöyle buyrulmaktadır: "Ve cehennemlikler cennetliklere seslendi
(seslenecek)." (el-A'raf, 7/50) Bunun benzerleri pek çoktur. Bu husustaki
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Her ne kadar soru
şeklinde varid olmuş olsa dahi, gerçekte soru olmayan bu buyruğun anlamı
hakkında te'vil alimleri iki farklı görüş ortaya atmışlardır. Birincisine
göre, yüce Allah, Hz. İsa'ya bu soruyu İsa hakkında bu iddiada bulunanları
azarlamak için sormuştur (soracaktır). Böylelikle bu sorudan sonra Hz. İsa'nın
böyle bir şeyi reddetmesi, onların iddialarını yalanlamakta daha bir beliğ
olsun, azar ve sitem bakımından da daha ağır olsun.
İkinci açıklamaya göre
bu sorudan maksat; Ona kavminin kendisinden sonra dinini değiştirdiklerini ve
hakkında söylemediği şeyleri iddia ettiklerini bildirmektir,
Hıristiyanlar Meryem'i
ilah edinmemişlerdi. Onlar hakkında bunu nasıl söyledi? denilse şu şekilde
cevap verilir: Onlar, Meryem bir insan doğurmadı. O, ancak bir ilah doğurdu,
dediklerine göre; onların anne çocuk arasındaki ilişki dolayısı ile, annenin
de doğurduğu kişi mesabesinde olması gerektiğini kabul etmek zorundadırlar.
Bunu kabul etmek zorunda olduklarına göre> Hz. Meryem hakkında da bizzat
bunu söylemiş gibi olurlar.
Yüce Allah'ın:
"(İsa) def İd: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek
bana yatışmaz. Şayet ben onu söylemişsem zaten Sen oüu biknlşsîndir."
buyruğu ile ilgili olarak Tirmizî, Ebu Hureyre'den gelen şöyle bir rivayet
kaydetmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah: Ey Meryem oğlu İsaî İnsanlara,
Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilah edinin diye sen mi söyledin...0
buyruğunda İsa, hem kendi hüccetini öğrenmiş, hem de Allah ona bunu öğretmiş
bulunmaktadır. Ebu Hureyre Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Yüce Allah kendisine: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü
söylemek bana yakışmaz." Âyetini(n) tamamı ile söyleyeceği sözleri telkin
etti. Ebu İsa der ki: Bu, hasen, sahih bîr hadistir.[437]
Hz. îsa, şu iki husus
dolayısıyla cevap vermeden önce yüce Allah'ı teşbih etmektedir. Birincisi
kendisine izafe edilen şeylerden yüce Allah'ı tenzih etmek, ikincisi ise,
Allah'ın izzeti karşısında boyun eğemek ve onun satvetinden korkmak.
Denildiğine göre, şam
yüce Allah, Hz İsa'ya: "Beni ve anamı İki İlah edinin diye sen mî
söyledin" sözü karşısında bu sözden dolayı öyle bir titredi ki, içinde
kemiklerinin çıkardığı sesleri dahi duydu. Bunun üzerine: "Seni tenzih
ederim" diye cevap verdikten sonra: "Hakkım olmayan bir sözü söylemek
bana yakışmaz" diye cevap vermiştir. Yani, kendi adıma hakkım olmayan bir
şeyi iddia edemem.
Bunun da anlamı şudur:
Ben, Rabbi olan bir kimseyim. Rabb değilim. Ben, kulum. Kendisine ibadet olunan
Mabud değilim. Daha sonra; "Şayet ben onu söylemiş İsem, zaten Sen onu
bllmişsindir" diyerek işi Allah'ın ilmine havale edecektir. Halbuki, yüce
Allah onun böyle bir sözü söylemediğini bilmiştir. Fakat, Hz. İsa'yı ilah
edinenleri azarlamak üzere ona böyle bir soru soracaktır.
Daha sonra Hz. İsa
şöyle buyuracaktır: "Sen içimde olanı bilirsin. Ama ben Senin nefsinde
olanı bilmem," Yani Sen benim gaybımda olanı bilirsin, ben Senin gaybını
bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Sen benim bildiğimi bilirsin. Ama, ben Senin
bildiğini bilemem. Bir başka açıklamaya göre, benim gizlediğimi Sen bilirsin.
Fakat, Senin gizlediğini ben bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Benim ne
istediğimi Sen bilirsin. Fakat ben Senin ne dilediğini bilemem. Bir diğer
açıklamaya göre: Sen benim gizlediklerimi bilirsin, ben Senin gizliliklerini
bilemem. Çünkü, gizli olan birşey (sır)'in mevkii nefistir. (O bakımdan âyet-i
kerimede "nefs" tabiri kullanılmıştır). Dünya yurdunda benim neler
yaptığımı bilirsin. Fakat, âhiret yurdunda ben Senin neler yapacağını bilemem.
Derim ki: Bütün bu
açıklamalarda ileri sürülen görüşler birbirine yakındır. Yani, Sen benim
sırlarımı, yaratmış olduğun kalbimin içinde sakladıklarımı bildiğin halde, ben
Senin kendine sakladığın gaybından ve ilminden hiçbir şey bilemem, diye de
açıklanmıştır.
"Şüphesiz Sen,
gayblan çok iyi bilensin." Olanı, olmakta olanı, olmamışı ve olacağı
bilirsin.
[438]
117. Ben onlara, bana
enireuiğinden bankasını söylemedim, Rabbim ve Babblnîz olan Allah'a ibadet
edin, diye (söyledim). Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir
şahid îdîm. Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gozctleyici
Sen oldun. Sen herşeye hakkıyla şahidsin,"
MBen onlara, bana
emrettiğinden başkasını söylemedim." Yani ben dünyada onlara yalnızca
tevhidi emrettim. Allah'a İbadet edin diye (söyledim.)" buyruğundaki (af)
edatının i'rabta mahalli yoktur. Bu, şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi müfessire (açıklayıcı) dır; "Aralarından elebaşlüan yürüyün... diye
ileri atıldılar." (Sa'd, 38/6) Bununla birlikte nasb mahallinde olması da
mümkündür. Yani, ben kendilerine ancak Allah'a ibadetten sözettim, Cer
mahallinde olması da mümkündür. Yani şeklinde olabilir. "Nün"
harfinin ötre-li okunması ise daha uygundur. Çünl'ü Araplar esreden sonra ötre
söyleyişi ağır bulurlar. Esreli okuyuş ise iki sakinin yanyana gelmesi esasına
göre caizdir.
Yüce Allah'ın:
"Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahld İdim"
buyruğu, onlara verdiğin emirler konusunda onları gözetlemekte idim, demektir.
"Aralarında bulunduğum müddetçe" buyruğundaki; nasb mahallindedir.
Ben aralarında kalmaya devam ettiğim sürece demektir.
"Beni aralarından
aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyicl Sen oldun1" buyruğu ile
ilgili olarak denildiğine göre bu, yüce Allah'ın Hz. İsa'yı göklere
kaldırmadan önce vefat ettirmiş olduğuna delâlet etmektedir. Ancak böyle bir
iddianın hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü konu ile ilgili haberler onun göğe
yükseltildiğini ve semâda diri olduğunu, semâdan inip -İleride açıklanacağı
üzere- Deccâli öldüreceğini ortaya koymakta ve rivayetler birbirini pekiştirmektedir.
Buyruğun anlamı şudur: Sen beni semâya yükselttikten sonra,.,
el-Hasen der ki:
Vefat; yüce Allah'ın Kitabında üç anlama gelir: Ölüm vefatı. Allah'ın:
"Ölümleri vaktinde canlan vefat ettiren Allah'tır" (ez-Zümer, 39/42)
buyruğu bunu ortaya koymaktadır. Yani, eceli bittiği zaman canlan alan O'dur.
Diğer anlam, uyku vefatıdır. Bu da yüce Allah'ın: "Geceleyin sizi vefat
ettiren O'dur" (el-En'am, 6/60) buyruğunda olduğu gibi Yani, sizi uyutan
Odur. Bir de yükseltme vefatı. Yüce Allah: "Ey İsa, şüphesizki Ben seni
ve-fut ettireceğim11 (Âl-i İmram, 3/55) buyruğu da bunu ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Sen oldun" buyruğunda yer alan; Sen" burada te'kid içindir.
"Gözetleyici ise, "Oldun" kelimesinin haberidir. Anlamı ise,
onların gözetleyicisi sen oldun. Onlann durumlarını bilen ve fiillerine tanık
olan Sen oldun. Gözetleyici (rakib); asıl itibariyle murakabe (gözetleme)
anlamındadır. Bunun da anlamı görüp gözetmek, riâyet etmektir. Gözetleme yeri
demek olan "markabe" de buradan gelmektedir ki, yerinin yüksekliği
bakımından gözetleyici (rakîb) konumundadır.
"Sen, her şeye
hakkıyla şahldsin" yani benim söylediklerime de, onların söylediklerine
de tanıksın. Kimin isyan ettiğine, kimin itaat ettiğine tanıksın, anlamında
olduğu da söylenmiştir,
Müslim'de, İbn
Abbas'tan şöyle dediği kaydet i İm ektedir: Rasulullah (sav) bir öğütte
bulunmak üzere hutbe irad etmek kastıyla ayağa kalktı. Dedi ki: "Ey
İnsanlar, şüphesiz sizler Allah'ın huzurunda çıplak ayaklı, elbisesiz ve
sün-netsız olarak haşrolunacaksınız. *Daha önce yaratmaya başladığımız gibi onu
iade ederiz. Biz bunu vaadetmiştik. Elbette Biz onu yapanlarız,"
(el-Enbi-yâ, 21/104) Şunu bilin ki, Kıyamet gününde insanlar arasında kendisine
elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim (a.sTdır. Şunu biliniz kif ümmetimden birtakım
kimseler getirilecek ve onlar sol tarafa doğru alınıp götürüleceklerdir. Ben,
Rabbım, ashabım, diyeceğim. Bana şöyle denilecek: Sen, senden sonra uygun
olmayan ne gibi şeyler onaya koyduklarını bilmiyorsun. Bu sefer ben de,
Allah'ın salih kulunun dediği gibi derim: "Ben aralarında bulunduğum
müddetçe üzerlerinde bir şahid idim. Beni aralarından aldıktan sonra artık
onlar üzerinde gözetleyici sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahid sin. Eğer
onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Ve eğer onlara
mağfiret edersen, yine şüphe yokkl sen aziz ve hakim olansın" ^Devamla Hz.
Peygamber) buyurdu ki: Bana şöyle denilecek: Onlar, kendilerinden
ayrıldığından itibaren ökçeleri üzerinde geri dönmüş ve irtidat etmiş olarak
devam edip durdular."[439]
118. "Eğer onları
azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret
edersen» yine şüphe yok ki Sen, Azizsin ve Hakîrasin."
Yüce Allah'ın:
"Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır"
buyruğu, şart ve cevabını bir arada ihtiva etmektedir. uVe eğer onlara mağfiret
edersen, yine şüphe yok ki sen Azizsin, Hakimsin" buyruğu da onun
gibidir.
Nesaî, Ebu-Zer'den
şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sav) sabahı edinceye kadar gece boyunca
tek bir âyeti okuyarak namaz kıldı. Sözkonu-su âyet ise: "Eğer onları
azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret
edersen, yine şüphe yok ki sen, Azizsin, Hakimsin" âyetidir.[440]
Bu buyruğun teVili
hususunda farklı görüşler ifade edilmiştir. Denildiğine göre, Hz. İsa bu sözü
Allah'ın onlara karşı şefkat ve merhamet etmesini dilemek sadedinde
söylemiştir. Tıpkı, efendinin kölesine şefkat etmesi istendiği gibi, İşte
bundan dolayı Hz. İsa; onlar Sana isyan ettiler, dememiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre de, Hz. İsa bu sözleri, -hiçbir kâfire mağfiret olunmayacağını bildiği
halde- Allah'ın emrine teslimiyetini
arzetmek ve azabından sığınmak üzere söyleyecektir.
"(İstetil):
Onlarıazaplandırcrsan" buyrugundaki "onlar" anlamına gelen
"lıe ve nün" harfinden ibaret zamir, aralarından küfür üzere ölen
kimse aralarından tevbe eden kimseler içindir. Bu güzel bir açıklamadır.
Hz. Isa, kâfire
mağfiret olunmayacağını bilmiyordu, diyenlerin sözlerine gelince, bu yüce
Allah'ın Kitabına karşı cüretkârca bir iddiadır. Çünkü, şanı yüce Allah
tarafından verilen haberler nesli olmazlar.
Yine şöyle
denilmiştir: Hz. İsa'nın kanaatine göre, onlar bir takım masiyet-ler işlemişler
ve ondan sonra Hz. İsa'nın kendilerine emretmediği şeyleri yapmışlar, ama yine
de dininin esası üzerine kalmaya devam etmişlerdi. O bakımdan: "Eğer
benden sonra işledikleri masiyetlerini mağfiret edecek olursan" demiştir.
Ve ayrıca: "Şüphe yok ki Sen, Azizsin, Hakimsin* diye eklemiş, ama olayın
gerektirdiği ilahi emre teslimiyet ve işi hükmüne havale etmenin gerektirdiği
ifadeler olan: "Muhakkak sen, bağışlayansın, Rahimsin dememiştir. Şayet,
Sen bağışlayansın, Rahimsin demiş olsaydı, şirk üzere ölen kimseler için
mağfiret olunma duasında bulunma gibi bir ihtimal verecekti ki, böyle bir şeye
de imkân yoktur. O bakımdan ifadenin takdiri şöyledir: Eğer Sen onları ölene
kadar küfürleri üzere bırakacak ve azaplandıracak olursan, şüphesiz ki onlar
Senin kullarındır, şayet onları Seni tevhide ve Sana itaate iletecek ve onlara
mağfiret edersen şüphesiz ki Sen, dilediğine karşı konulup engellenmeyen Aziz
olansın, yaptıkları hikmetle dolu Hakim olansın. Dilediğini saptırırsın,
dilediğini hidâyete erdirirsin.
Bir topluluk ise,
buyruğun sonunu: Şühhesiz ki sen Gafursun, Rahimsin" diye okumuşlar ise
de bu kıraatin mushafla bir ilgisi yoktur. Bunu da Kadı îyad
"eş-Şifa" adlı eserinde zikretmiştir.
Ebu Sekr el-Anbârî de
der ki: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Sen Azizsin, Hakimsin" buyruğu,
yüce Allah'ın: "Ve eğer onlara mağfiret edersen" buyruğuna uygun
düşmemektedir diyen kişi, Kur'an-ı Kerime karşı dil uzatmış olur. Güya bunları
söyleyenler, mağfiretten söz edildiğine göre, Sen Gafursun, Rahimsin diye
sözün bitirilmesi gerektiğini ileri sürerler Buna cevap şöyledir: Burada
Allah'ın indirdiği şekilden başka bir ifade kullanmaya ihtimal yoktur. Ne zaman
bu itirazcının söylediği şekilde ifadeler sona erecek olsaydı, buyruğun anlamı
oldukça zayıflardı. Çünkü, Gafur ve Rahim, sadece ikinci şart ile alakalı
olur. Birinci şartla hiçbir ilgisi olmaz. Oysa bu buyruk, yüce Allah'ın
indirdiği şekildedir. Müslümanlar da icma İle ilk ve ikinci şartların her
ikisini de böylece okumuşlardır. Zira, bu buyruğun hulasası söyledin Eğer
onları azaplandıracak olursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Ve eğer
onlara mağfiret edecek olursan, yine şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Azap
etmekte de, mağfiret etmekte de, her iki hususta da Sen Aziz ve Hakimsin. Buna
göre buyruğun umumiliği dolayısıyla bu yerde Aziz ve Hakim diye sona ermesi
daha uygun düşmektedir. Çünkü böylelikle her iki şartla da alakalı olmaktadır.
Fakat, Gafur ve Rahim isimleri buna uygun düşmemektedir. Zira, Aziz ve Hakim
buyruklarının ihtiva ettiği genel ifade bunlarda yoktur. Bütün âyet-i kerimede
yüce Allah'ın tazim, adalet ve ona övgüye ait bütün buyruklar ile, sözü geçen
her iki şart bakımından* hepsine uygun düşen ifadeler elbetteki sözün bir
bölümüne elverişli, bir bölümüne elverişli olmayan ifadelerden daha bir yerinde
ve mana itibariyle daha sağlamdır.
Müslim, birkaç yolla
Abdullah b. el-Amr el-As'dan rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav), yüce
Allah'ın, Hz. İbrahim'den söylediğini naklettiği; "Rabbim, çünkü onlar*
insanlardan bir çoğunu sapıklığa sürüklediler. Bundan sonra kim bana uyarsa
işte o bendendir. Kim de bana isyan ederse gerçekten Sen Gafursun,
Rahimsin" (İbrahim, 14/36) buyruğu ile Hz. İsa'nın söylediğini naklettiği:
"Eğer onları azaplandınrsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer
onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki Sen Azizsin, Hakimsin"
buyruğunu okudu, sonra da ellerini kaldırıp: "Allah'ım, ümmetim" dedi
ve ağladı. Yüce Allah da söyle buyurdu: "Ey Cebrail, Muhhammed'e git
-Rabbin en iyi bilendir ya- ona sor: Seni ağlatan nedir, diye." Cebrail
(a.s) ona gelerek sordu. Rasulullah (sav) da neler söylediğini -O daha iyi
biliyor ya-O'na haber verdi.
Bunun üzerine yüce
Allah şöyle buyurdu: "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve ona de ki: Şüphesiz
Biz, ümmetin hakkında seni razı edeceğiz ve seni hoşuna gitmeyecek bir durumla
karşı karşıya bırakmayacağız."[441]
Kimi ilim adamı şöyle
demektedir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır ki, bunun anlamı şöyledir:
Eğer Sen onları azaplandınrsan, şüphesiz ki sen Azizsin, Hakimsin. Eğer onlara
mağfiret edecek olursan, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır.
Ancak, buyrukların
asıl şekilleri ile anlaşılmaları -açıkladığımız sebepler dolayısıyla- daha
uygundur. Başarı Allah'tandır.[442]
119. Allah buyurur:
"Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının fayda vereceği bir
gündür." Onlar İçin -orada ebedi ve daimi kalıcılar olmak üzere- altından
ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan
hoşnut olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş budur.
"Allah buyurur:
Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir
gündür" buyruğu şu demektir: Onların dünyadaki doğrulukları kendilerine
fayda verecektir. Âhirette doğruluğun bir faydası olmaz. Dünyadaki
doğruluklarına gelince, yüce Allah için yaptıkları ameldeki doğruluklarının
kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, Allah'a ve peygamberlerine karşı yalan
söylemeyi terk etmek şeklindeki doğruluk olma ihtimali de vardır. Doğruluk,
her ne kadar bütün günlerde her zaman faydalı ise de, özellikle o günde onlara
faydalı oluşunun sebebi, amellerin karşılığının o gün verile ceğindendir.
Şöyle de denilmiştir:
Maksat, onların âlıiretteki doğruluklarıdır. Bu ise, Peygamberlerinin tebliğde
bulunduklarına dair şahidlikteki doğrulu klandır. Ayrıca, kendileri hakkında
işledikleri amellere dair yapacakları tanıklıktaki doğruluktur. Bu doğruluğun
fayda sağlaması ise, şahadeti gizlemedikleri için sorumluluktan kurtulmaktır-
Peygamberleri lehine ve kendileri aleyhine ikrarları sebebiyle kendilerine
mağfiret olunacaktır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.
Nah" ve tbn
Muhaysın; ": Gün kelimesini nasb ile okumuşlardır. Diğerleri ise bunu
merfu olarak okumuşlardır ki, mübtedâ ve haber olarak açık-ça anlaşılan ve izah
edilebilen kıraat de budur. Buna göre; "Fayda vereceği gündür, buyruğu,
" Bu" kelimesinin haberidir. Cümle de bütünüyle; Allah buyurur,
anlamındaki buyruk ile nasb mahallindedir.
NafT ve İbn
Muhaysın'ın kıraatine gelince, İbrahim b. Humeyd, Muham-med b. Yezid'den
naklettiğine göre bu kıraat caiz değildir. Çünkü, bu kıraate göre mübtedânın
haberi olan kelime nasb edilmektedir. Oysa bunda bina caiz değildir
İbrahim b. es-Sevrî
ise şöyle demektedir: Bu kıraat şu anlamda caizdir:
" Allah bu
sözleri Meryemoğlu İsa'ya doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda
vereceği günde söyledi" anlamında olur. Bu durumda da; Gün, "kavi:
(buyrukTin zarfı olur Bu ise, "kavi "in mePulü olur Takdiri de şöyle
olur: Allah bu sözü doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda
vereceği günde söyleyecektir.
Takdirin şöyle olduğu
da söylenmiştir: Yüce Allah şöyle buyuracaktır İşte bu gibi şeyler Kıyamet
gününde fayda verir.
el-Kisaî ve el-Ferrâ
da der ki: Burada; Gün kelimesini nasb üzere bina edişinin sebebi, isim
olmayan birşeye muzaf oluşundan dolayıdır. Mesela, O gün gitti demek gibi. Daha sonra el-Kisaî
şu beyiti nakletmektedir:
"Ağaran saçlarıma
gençliğim için sitem ettiğim ve:
Bu agaran saçlar,
(oyundan, eğlenceden) alıkoyucu bir unsur olarak artık kendime gelmeyecek
miyim, dediğim zaman..."[443]
ez-Zeccâc der ki:
Basrahlar ise el-Kisaî ve el-Ferra'nıri bu söylediklerini zarfın muzari fiile
izafe edilmesi halinde kabul etmezler. Eğer bu izafe, mazi fiile yapılacak
olursa, beyitte geçtiği üzere güzel olur. Fiilin zaman zarflarına izafe
edilmesinin caiz oluşu ise, fiilin burada mastar anlamında oluşu dolayısıyla
dır.
Şöyle de denilmiştir:
Burada "gün" anlamına gelen kelimenin zarf olarak mansub olması ve
mübtedâmn haberinin de; Bu olması da mümkündür. Çünkü, bununla bir olaya
işaret edilmektedir
Zaman zarflan Bugün
savaş olacaktır, çıkış şu saattedir" denilebilir. Ayet-i kerimedeki cümle
de (buyurur) anlamındaki "kavi11 ile nasb ma hail indedir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu, kelimesinin mübtedâ olarak ref mahallinde; Gün kelimesinin de mübtedâmn
haberi olması ve bundaki âmilin mahzuf olması da mümkündür. O vakit ifadenin
takdiri şöyle olur
Allah buyuracak ki:
tşte bu anlattığımız olay, doğru söyleyenlere doğruluklannın fayda vereceği
günde meydana gelecektir."
Burada üçüncü bir
kıraat daha vardır ki o da; Fayda vereceği bir günde; şeklinde tenvinli
kıraattir. Bu takdirde ifadede; Kendisinde takdirinde hazfedilmiş bir ifade
vardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Bir de öyle bir
günden korkun ki, kimse kimseye hiçbir fayda veremez, "(el-Bakara, 2/48)
Bu şekilde (tenvinli kıraat) ise, el-A'meş'in kıraatidir.
Yüce
Allah'ın:"Onlar için... cennetler vardır* mübteda ve haberdir. Akan iset
sıfat ma hal Ündedir. "Altından" ise, yani köşklerinin ve ağaçlarının
altından ırmaklar akar demektir ki bu kabilden açıklamalar daha önceden
geçmiştir.
Daha sonra yüce Allah,
onların alacakları mükafaatı ve kendilerinden artık bir daha ebediyyen
gazaplanmamak üzere razı olduğunu açıklamaktadır
"Onlar da Ondan
hoşnut olmuşlardır." Yani, Allah'ın kendilerine mükâfat olarak verdiği mü
kafa attan hoşnut olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş budur. Yanit hayn büyük
ve pek çok olan, umduğunu elde ediş sahibinin mevkii ve şerefini yükselten
zafer budur.[444]
120. Göklerin, yerin
ve onlarda ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, herşeye gücü yetendir.
Yüce Allah'ın:
"Göklerin, yerin... mülkü Allah'ındır* âyeti kerimesi, hıristiyanlann Hz,
İsa hakkında ilah olduğu şeklindeki iddiaları ile ilgili söylenenlerin akabinde
yer almakta, yüce Allah bununla, göklerin ve yerin mülkünün îsa'nın da değil,
diğer hiçbir mahlukun da değil, yalnızca Allah'ın olduğunu haber vermektedir.
Buyruğun anlamının
şöyle olması da mümkündür- Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah, daha
önce sözü geçen cennetleri kulları arasından itaatkâr olanlara verecektir.
Allah, lütuf ve keremiyle bizi onlardan kılsın.
el-Mâide Sûresi burada
sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdü senalarla.
[445]
[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/300-301
[2] Dûrakutnl, I, 239, II, 86, Ravilerinden Jshak b. Ebi
Yahya'nın zayıf bir rcıvi oldugı; kaydedilmektedir. U, 86'da hadis ile ilgUî
Ebıt't-Tayyib'in taliki)
[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/301.
[4] Buharı, Ezan 7; Müslim, Salât 10; Eb& Dâvud, Salût
36; Tirmizî, Salâı 40; Nesalt Ezan 33; îbn Maca, Ezan 4.
[5] Müslim, Salat 12; Ebû Dâvud Salat 36.
[6] Müslim, Salat 13; Ebu Dâvud Sakıt 36; Tirmizl, Salât
42Nesaİ, Ezan 38;İbnMûce, Ezan 4.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/301-302.
[7] Buhârî, Ezan 4, el-Aınel fî's-Stılm 18, Sehv 6;
Müslim, SaHı 16 v.d, MesScîd83; Ebû-Bâvud, Salat 31; Nesal, E2Ü0 30; Darimİ,
Salât II, 174; Muvatta, Nida 6; Müsnsd,
II, 313,398,411...
[8] Müslim, Sîilaı 14; İbn Mâce İzan 5: Mtisned, III, 169 ,264, IV, 95, 98.
[9] Buhârî, Ezan 5 Bedü'l-Ha]k 12, Tevlıid 52; Neaaî, Ezan
14; Muv&tta, Nida yJbnMâce Ezan 5; Müsned, III, 35, 43.
[10] Tirmizt salat 33; îbn Mâce Ez:ın 5.
[11] İbn Mâce, Ezan 5.
[12] Bu lafızlarla: Tirmizî, SaEüt 41; aym irnınnda yakın
lafızlarla Nesat> Ezan 32, îbn Mûce, Ezan 3- Mûmedt IV, 21, 217.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/302-303.
[13] İbn Mâce, Ezan 2; Nesaî, Ezan 5 (bu lafızlarla) Ebû
Mahzüre hadisinin yer aldığı kaynakların bir kısmı daha önceden 4. başlıkta
gösterilmiştir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/303-304.
[14] Suyutî, edDurru'î-Mensûr, III, 107-108.
[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/305.
[16] Suyütî, ed-Durru'l-Mensur, III, 108.
[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/305-310.
[18] Tirmizi, Fîten 8, Tefsir 5. sûre 17; İbn Mâae, Fiten
20; Müsned, I, 2, 5, 7, 9.
[19] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/310-312.
[20] el-Heyseml, Mecmau'z-Zevâıd IV, 193
[21] Müslim, Şifanı'1-MünâHkîn 17; Nesaî, İman 31; Dârimt,
Mukaddime 31; Müsned, U, 32, 47, 82, 88, 102
[22] Buhari, Tefsir 11. sûre 2,Nafakat 1; Müslim Zekât 36,
37; İbn Mâce, Keffarât, 15; Müs-ned, II, 242, 314, 464.
[23] Buharı, Tefsir 11. sıire 2, Tevhid 22; Müslim, Zek3i
37; Tlrmizi, Tefsir 5. sflre 3; İöni Mâce, Mukaddime 13; Müsned, U, 313, 500.
[24] Bukârt, Tefsir 11. şiire 2; Tevhid 22; Müslim, Zekât
37; Tirmizî Tefsir 5. şiire 3; İbn. Mâ-ce, Mukaddime 13; Müsned, II, 313, 500.
[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/312-317.
[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/317-318.
[27] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/319.
[28] Buhârî, Tefsir 5. Sûre 1, 53. süre 1, Tevhid 46;
Müslim. İman 287; Tirmizî Tefsir 6. Sûre 5, 53- Sûre 3; Müsned, VI, 50
[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/319-320.
[30] Buhârî, MeğaZi 31; Müsned, III, 390
[31] MüstimFedm 13.
[32] el-Vahidîr Esbâbu NüzüU'l Kur'an, s. 204.
[33] el-Vâhtdî, a.g.e. s. 205; eKHesemi, Mecma'uz. Zevûid,
VII, 17.
[34] Buhâri, Cihad 70; Müslim, Fedâilu's-Snhube, 39, 40
[35] Tirmizi Tefsir 5- sûre 4 (yakın lafızhırLı)
[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/320-322.
[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/322.
[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/322-323.
[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/323.
[40] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/323.
[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/324-325.
[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/325-326.
[43] Fail ve nâib-i fâil'de en uygun şekil, bunlarda amel
eden fiilin tesniye (ikil) yada cemi (çoğul) alâmeti almadan gelmesidir, Ancak
araplar arasında bu hallerde de fiilin sonuna tesniye ve cemi' aEametlerî
getirenler vardır,." (İbn Hİşâm, Şüzûr'z-Zekeb, s. 176. v,d.) Ayet-i
kerüne'de: "Onlardan bir çoğu yine görmez ve işitmez oldular" buyruğunda
"görmez ve işitmez" fiillerinin sonuna çoğul alameti gelmiştir. Bu
alametin gelmemesi daha çok görülen bir anlatım tarzı olmakla birlikte gelmiş
olması nasıi açıklanabilir? Merhum müfessir buna dair açLklaraa şekillerine
değinmig bulunmaktadır. Benî pireler yediler" şeklindeki kullanıma uygun
olduğunu söylemek de bu açıklama gekillerinden biridir
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/326-328.
[45] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/329.
[46] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/330-331.
[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/331-332.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/332-333.
[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/333-334.
[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/334-335.
[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/335.
[52] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 6, 1;
îbn Mdce, Firen 20.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/335-336.
[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/336.
[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/336-337.
[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/337-338.
[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/338.
[57] Rivayeti Ebû-Dâuud'da tespit edemedik, Burada
anlatılanlar ile meselâ, Müsned, I. 201 v.d., 461, V, 290'da ki rivayetlerle
karşılaştırınız.
[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/338-342.
[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/342-343.
[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/344.
[61] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/344-345.
[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/345.
[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/345-346.
[64] Müslim, Nikah 5; Nesat, Nikah 4.
[65] Bukâri, Nikâh 1; Müsned, III, 241.
[66] BuMrir Nikâh 8; Müslim Nikâh 7; Nesaî, Nikah 4;
Müsned, i, 175
[67] Müsned, V, 266; Tİrmizi, FedîHu'l-Clhad 17.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/346-347.
[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/347-348.
[69] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/349.
[70] Dikkat edilecek olursa büroda asıl itibariyle mubah
olan bîr şeydeki; ser'i tasarrufuna mani olmak, bu tasarrufu yasaklamak
anlamında bir "haram kılmak" söz konusu edilmektedir. Böyie bir
"haram kılmak" bir yönüyle yemin ya da adak, anlamındadır. Köle,
cariye ya da nikâh gibi konular hakkında kullanılırsa, azad ve talâk gibi
önceki mübalı tasarrufu ortadan knldırmak inanası sözkonusu olur- Şeriat esasen
yenim, adak, azad. talâk, gibi tasarruflara müsaade ettiğinden; bu gibi
hususlar hakkında "haram kıl-mak1*; bu manalardan uygun olanı hakkında
kinaye yoluyla kullanılmış kabul edilir. Dolayısıyla bu kabilden "haram
kılına" ile, Allah'ın helal olan bir hükmünü red etmek anlamında §er'an
tanınmamış bir mahiyette "helali haram kılına" farklı şeylerdir.
Birinci şekün şer'an muteber bir takım hükümleri olmakla birlikte, ikinci
şekilde bir haram kılma, Allah'ın hükmünü red etmektir ve küfürdür.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/349.
[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/350.
[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/351.
[73] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/351.
[74] Suyütî, Lubabu-'n-Nükûl (Kısır tarihsiz, Celaleyn
kenarında) I, 152'de belirtiğine göre. İbn Ebi HStim, bu rivayeti Zeyd b. Estem'den nakletmektedir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/352.
[75] Dârakutnî. IV, 162.
[76] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/352-354.
[77] Buhari, EymSn 1, KelBrüt 9; Müslim, Eyman 7; Eb&
Dâuûd, Eyıann 14; Neeal, Erman 15; İbn M&ce, Keffarât 7; Müsned, IV, 398
[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/354-355.
[79] Müslim, Eyımin 11-13, lö v.d; Tirmizî, Nüzflr 6;
Nesaî, Eyınan 15,16; İbn Mdee, KeF-farit 7: Dârimt, Nüzûr 11, Musned, II.
3&, IV, 256, 378, 428.
[80] Bukârl, Istifcıbeti3']-Mvırteddin 1, Eymân 16, DîySl
2; Tirmizl Tefsir 4 Süre 7; Nesaî,
TiibriımıVI-Dem 3, Kasâme 48; Dâriml DiySt 9.
[81] Buhârî, Ey]iıün 17, Müslim Eyıııân 218; Nesaî,
Adnbu'l-Kudnr 30; îbnMÛcet Ahkam 8, Dârimİ Buytı' 62; Muvâtta' Akdiye 11;
Müsned, V, 260.
[82] Müslim, İman 220; Buhârl Tefsir 3. süre 3, Eyın3n 17,
Ahkam 30; Tirmizl Tefsir 3. sûre 4;Müstted V, 211.
[83] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/356-357.
[84] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/358.
[85] Buhârt Talâk 7, 37, Libâs 6V 23, Müslim, Nik3h
111-115; EbÛ Dâvud Talâk 49; Ne&al, Talak 9; îbn Mâce Nikâh 32; Muvûtta.
Nikâh 17= 18; Müsned II, 62, 85, III, 284, VI, 42, 62, 96, 193.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/358.
[86] Ebû Davud, Sünfle 22, Tirmizi Sifatu'l-Cenne 21;
Nesat, Eymfln 3; Müsned, II, 333f 354,, 373
[87] Buharl, Eym3n 3, Kader 14, Tevhid 11; Tirmizi, Ntizûr
13, Nesaî, Eymân 1, 2, ibn Mâce Keffarât 1; Dârintî, Nüzûr 13; Muvatta Nüzûr
15; Müsned II, 26, 67, 68, 127, III, 112, 257.
[88] Yeminde niyete gerek yoktur. Ancak, bakîm Alîm ..gibi
Allah'tan başkasına da.isim olarak verilen lafızlarda yemin için yemin etmeye
dair niyyet gereklidir, (tim Mevdûd, el-îhtiyâr, V, 50> Buna göre Rahman
adına -Allah'tan başkası hakkında kullanabileceğini kabul edenlere göre- yemin
niyyeti İle mesela: Bi'r-Rahmân' denirse, yemin olur.
[89] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/359.
[90] Buharî, Eymân 2, Peddilu's A$habi:n Nebiyy 17, Meğâzi
42, 87; Müslim, Fedâlu's-Sa-habe 63, 64; Tirmizî, Menâkib 39; Müsned, II, 20.
[91] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/359-360.
[92] tbnıri-HiUnmn ve el-Aynî gibi Hanefi mezhebinin
miUeahhir alimlerine göre, "Kuran hakta için" diyerek yapılan yemini,
geçerli bir yemin olarak kabul etmektedirler (Bk. eZ-Znhİiyli,
el-Fıkhu'l-îslâmî, IIE, 379 v,d
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/360-361.
[93] Buhârî, Edeb 74f Eymîİn 4, Tevhid İJ, ŞehndSl 26; Müslim,
Eyıuün î, Ebû Dâvud, Eymân Tirmizl, Eymân 8; Nesal. Eyınan A\ İbn Mâce Keffârat
2, Dârimî, Nttaûr 6; Müsned, 7. 11, 34,
69,142.
[94] MücJt»ı,Eyınân 3; Ebû Dûvud, Eymân 4; Nesaî, Eyınan 6.
[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/361.
[96] Buhârt, Tefsir 53- Sûre 2, Edeb 74, İstizan 52, Eyınan
5; Müslim Eymâfl 5; Dûvud- Eyınân 3; Tirmizt Nüzûr 18; tfesoî, Eymân II,
Müsned, II, 309
[97] Nesaî, Eym3n 12; Miİ&ttûd, I, 183, 186
[98] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/361-362.
[99] Dârakutni, VI, 163-164
[100] Dârûbutni,Vl, 164.
[101] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/362-363.
[102] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/364.
[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/364.
[104] Ebu. Dâvud, Eyraân 9; TinnizL Nftzür 7:Nesaî, Eyınnn
18; İbn Mâce Kefförîc 6.
[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/364-365.
[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/365-366.
[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/367.
[108] Bıı hadis dahg önce 4. başlıkçı geçmiş bulunmakladır.
Kaynakları da orada gösteri]mistir.
[109] Bu hadisler de dalın önce 5. başlığın baş taraf]
arında geçmişti. Kaynakları da orada gösterilmiştir.
[110] Bu hadisler de dalın önce 5. başlığın baş taraf]
arında geçmişti. Kaynakları da orada gösterilmiştir.
[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/367-368.
[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/368.
[113] Itrmizl, Ferâiz 11; Dâriml, Ferâiz 18
[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/368-369.
[115] Hadisin bu lafızla kimi rivayet yollarının zayıf,
kimisin ip senedinde meçhul râvj bulunduğu, kimisinin büsbütün senedsiz
rivayet edildiği belirtilmiştir. el-Adûnî, Keşfit'l-Ha/a, I, 391, hadis no:
1247.
[116] ibn Mâce, Keffarât 10.
[117] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/369.
[118] Ebû Dâvud, Zek3t 21; Müsned, V, 432.
[119] İbn Mâce, Keff3nıı 9. Tırnak içindeki ifadeler İbn
Mace'nin elimizdeki basılı nüshasında yoktur.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/369-370.
[120] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/370.
[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/371.
[122] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/371.
[123] Kâmeh: Ekmeğin kendisine bandınlacagı katık suya da
i§tah açıcı sirkeli yiyecek:. Keşk: Gerek duyulacağında pişirilmek üzere un ve
sütten yapılıp kurutulan bir yiyecektir, (et-Mu'cemu 'l-Vasît)
[124] Müslim, Eçribe 164 v.d.; Ebû Dâvud, Et ime 39;
Tirmizİ, Et'irae 35; Nesaî, Eyinan 21; îbn Mâce, Et'ime 33; Brimî, Et'tıne 18.
[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/371-372.
[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/372.
[127] Masdariye olmasına göre ise anlamı:
"Yeminlerinizi bağlamanızdan dolayı sizi sorumlu tııtar" şeklinde
ahır.
[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/372.
[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/373.
[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/373-374.
[131] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/374.
[132] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/374-375.
[133] Meâlde: "Köle" diye karşılığı verilen
kelimenin (boyun) anlamına gelen "Hitabe" İle ifade edeliş sebebini
açıklıyor.
[134] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/375.
[135] Buharî, Keffarât 6; Müslim, İtk 22, 23. Yakın
lafızlarla: EbÛ Dûvttd, İlk, 13,14; Tirmizî, Nüzûr 20; îbn Mâce, İtk 4; Müsned,
IV, 113, 147, 235, 344, 386, V, 29
[136] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/375-376.
[137] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/376-377.
[138] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/377.
[139] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/377.
[140] Buhârt, Eyınân 1; Müslim, Eym3n 26ı Müsned, II, 317.
[141] Bu ayetin tefsirine dair açılan 5. başlığın Uış
taraflarında geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları da orada gösterilınişti.
[142] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/377-378.
[143] Müslim, EyLUtân 21; Ibn Mfâce, KeffiİrSı 14.
[144] Müslim, Eyntfn 20; îbn İdâce, Ahkâm 14.
[145] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/378.
[146] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/378-379.
[147] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/379-380.
[148] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/380.
[149] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/380.
[150] İbn Mâcet Keffârât 8.
[151] İbn li&ee, Keffârât 8.
[152] Buhârt, Mevakitııs-Salât 41, Menakıb 25, Edeb 87, 88;
Müslim Eşribe 176; Müsned, I, 198.
[153] Müslim, E$ribe 177.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/380-381.
[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/381-382.
[155] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/382.
[156] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/383.
[157] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/383.
[158] Ebû Dâvud. Ejribe 1.
[159] Müslim, Fednilu's Sahabe 43.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/384-385.
[160] Bukârî Musakat 13, Humus 1, Meğâzi 12, Talâk 11;
Müslim, Ejribe 1, 2; Ebû Dâvûd Haraç 20; Müsned I, 142.
[161] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/385-386.
[162] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/386.
[163] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/386.
[164] Bk. Bukârî, Meğâzî 34, Tefsir 24. Sûre 6; Müslim,
Tevbe 56; Müsned, VI, 195.
[165] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/387-388.
[166] Müslim, Müsîikat 68, Nesai, Buyu' 90; Bârimi Buyu' 35,
Eşribe 9i Muvâtta, E$ribe İZ.
Müsned, IV, 227
[167] Müslim., Hayz 100; Ebû Dâvttd, Libas 37, Tirmizl Libâs
7; Nesaî Feca 5
[168] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/388.
[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/388.
[170] Müslim, Eşribe 11: Ebu Davud, Eşribe 3; Jîrmizİ, Buyu1
59; Darimi, Eşribe 17; Müsned, III, 119, 180, 260.
[171] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/388-390.
[172] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/390.
[173] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/390.
[174] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/390-391.
[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/391.
[176] el-Beyhakl, es- Sünenu'l-Kübrâ,
VIII, 496.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/392.
[177] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/392.
[178] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/392.
[179] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/392-393.
[180] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/393.
[181] Tlrmizî, Tefsîr 5. sûre 10-12
[182] Buhârî, Tefsir 5. sûre lî. Mezâlim 21; Müslim., Eşribe
3; Dûrimî, Eşribe 2, Müsned III, 227.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/393-394.
[183] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/394.
[184] Nesaİ, Eşribe
3.
[185] BukâH, Tefsir 5- Sûre 10, Eşribe 2, 5; Müslim, Tefsir
32, 33; EbÛ Dâvud, Eşribe 1; saf, Esribe 2.
[186] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/394-395.
[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/396-397.
[188] Burada bu kelime bu manadadır. Bn beyit daha önceden
geçmiş ve orada "yanakları sarf anlamında "suFm'l-lmdûd1" diye
geçmişti.
[189] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/397.
[190] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/397.
[191] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/398.
[192] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/398.
[193] Buharî, Meğâzi 12.
[194] Darekutni, III, 116.
[195] el-Beyhötî, e&Sunenu'l-Kübrâ, VIII, 547-548;
İlanul-Esir. Usdu'l-Gûbe, IV. 95; İbn Hn-cer, el-İsâbe, V, 323. 324
[196] el.-Kiyâ et-Taberi, Ahkâmıt'l-Kuran. III, 103.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/398-402.
[197] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/402.
[198] Arap Tarihçileri Arapları iki büyük kısma ayırırlar.
I. Arab-ı Bâide Yaşayıp
helak olmuş, nesilleri tükenmiş araplar.
II. Arab-ı Bakiye,
Soyları devanı eden araplar bunlar da : a) Arab-t Aribe ve b) Arab-ı Mus-ta'ribe
olmak üzere iki kola ayrılırlar. Arab-ı Aribe Kahtanilerden ortaya çıkan kabilelerdir.
Arab-ı Mustaribe ise soyları İsmail (a.s)'n varan araplardır (H. İbrahim Hasan.
îstûm Tarihi, çevirenler; İ. Yiğit, S. Gümüş İstanbul 1985,1, 26-28)
Merhum ınüfessir bü sözleriyle avlanmanın arapların çok eski dönemlerden
beri geçim kaynaklarından birini teşkil etliğine işaret etmektedir.
[199] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/402-403.
[200] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/403.
[201] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/403.
[202] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/403-404.
[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/404.
[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/404.
[205] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/404.
[206] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/404-405.
[207] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/405.
[208] Ebû'l Yeser künyeli bu sahabinîn adı; Arapça baskıyı
hazırlayanın da dikkat çektiği gibi -Ka'b b. Amr b, Abbad...dır- (tbn Hâcer,
Tehzibut-Tehzib, VIII, 392).
[209] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/406.
[210] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/406.
[211] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/406.
[212] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/406-407.
[213] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/407.
[214] Bu hadis-i şerif 7. başlıkta da gelecektir. Kaynaklan
orada gösterilecektir.
[215] Burada: "el- Açmam cu-bûrun: Dilsiz hayvanın
verdiği zarar hederdir." (Buharî, Zekâr 66, Diyft 28, 29, Musoka.nl 3;
Müslim Hııdûd 45, 46; EbûDâuud, Diyât 21; Tirmizî, Zekât 16, Ahkâm 37; Nesaî,
Zekât 28 vs...) hadîsine işaret edilmektedir.
[216] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/407-410.
[217] Buhari, Cezau*sSayd7, Bedu'1-Halk, 16; Müslim, Hace
72, 76-79; Ebû Dâvud, Men5-sik, 39; Nesal, Ntenâsik 82, 84, 86-88; İbn Mûce
Men3sik 91: Muvütta Hacc 88-90.
[218] Buhart, Cezau's sayd 7; Müslim Hacc 66- 71; Ebû Dûvud,
Menasik Î9; TirmUİ Hacc 21; Nesat, Menâsik 83,113, 114, 116-119; İbn Mâce
Menasik 91.
[219] Ebü Dâvud, Menâsüc 39, Tirmizi Hacc 21; İbn Mâcet
Mendsîk 91.
[220] Ebü Dâvud, Menâsüc 39, Tirmizi Hacc 21.
[221] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/410.
[222] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/410-411.
[223] Ebû Dâvud, Menâsik 95; Müsned, t, 170.
[224] Enes (r.a)'in rivayetine göre küçük kardeşinin
kendisiyle oynadığı Nuğayr diye bilinen küçiik bir ku^U varmış. Hz. Peygamber
onu görünce şakalaşarak: ''Ey Ebû Umeyr, ne yaptı Negayr?" diye sorarıma,
(Buhart, Edeb 81, 112; Müslim, Âdâb 30; Ebû Dâvud, Edep 69 v.s.
[225] Müsned, VI, 113, 150, 209.
[226] Mvnatta, Cami' (Medine) 11, Bukûri, Fedailul-Medine 4;
Müslim, Hacc 471, Bu manadaki dtğer hadisler için bk. el~Mu'cemu1-Mufehrvsti
Etfhzi'l-Hadis, VI, 151, satır lö.v.d
[227] Muvattai Cami' (Medine) 13
[228] Bukârl, İlm 39, Hacc 43, Lukata 7 Buyır 28, Cizye 22,
Mefrızî 53; Müslim, Hacc 445, 448; BbÛ Dâvud Menasik 89; Nesaî, Menasik 110,
111120; İbn Mâce, Menâstk 103; Dâ-rimt, Buyu' 60. Bütün bu yeri erde; Mekke'yi
haram kılansn yüce Allah olduğu belirtilmektedir.
[229] Buhârî, Ffrfâilu'l- Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 2l\
Müslim, Hacc 467, İtk 20; Ebû Dâ-vud, MenSsik 95; Tirmizi, Vela 3; Müsned, I,
81, 126, 151.
[230] Sa'd (r.aJ'ın basınçtın geçen bu olaya bu başlığın baş
taraflannda değinilmiş; kaynakları da
orada gösterilmişti.
[231] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/411-413.
[232] Dârakutni, II, 245
[233] Îbn Mâce. Menâsik90:Dârimi. Menâsik 90v Muvatta, Hacc
230, Darekutni, II, 246.
[234] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/413-415.
[235] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/415.
[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/416.
[237] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/417.
[238] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/417-418.
[239] Muratta, Hacc230.
[240] Dârakutnt, II, 247.
[241] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/418-420.
[242] Dârakutnl, II, 247.
[243] Darekutni, II. 249.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/420.
[244] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/420-421.
[245] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/421.
[246] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/421-422.
[247] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/422.
[248] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/422-423.
[249] Dârakutnt, II, 250
[250] Dârakutnl, II, 250.
[251] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/423.
[252] tbmı'l- Arâbî, Ahkamu'l Kur'ân, II, 679"da yer
ulan bu ifadeler, iktibas edilirken ııfcık-lefek Ixi2i farklılıklar ortaya
çjkmıştır. Tercüme îbnu'l, Arâbî'nin belirtilen yerdeki ifadeleri esas alınarak
yapılmıştır
[253] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/423-424.
[254] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/424.
[255] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/425-426.
[256] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/426.
[257] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/426-427.
[258] Bk. el-B.-ıkaraf 2/196. ayetin, ilırmnhnın başını
tıraş eiınesi halinde vereceği Fidye ile ilgili bölümler.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/427-428.
[259] Müslim, İman 56; Tirmizî, İman 10; Müsned, I, 208.
[260] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/428.
[261] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/428-429.
[262] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/429.
[263] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/429-430.
[264] Dârakutnî, IV, 270.
[265] Dârakutnt, IV, 270.
[266] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/430.
[267] Ebû Dâvud, Et'iıne 35; İbn Mâce, Snyd 18: Dârakutnî.
IV, 267-268.
[268] Dûrakutnt, IV, 268.
[269] Ebû Dâvud, Et'lme 35.
[270] Dûrakutnî, IV, 268.
[271] EbûDâuud, Tahâre, 4\- Tirmizî Tahflre 52, Nesaî,
Tahâre 46, Miyatı i S.ıyd 35; îbn Mâce, T;ılı.1re 38, Sayd 18; Dârimî, Vudıı'
53, 54, Snyd 6, Muvâtta Tahâre 12, Stıyd 12; Müsned, II, 237. 361, 378, 3935
III, 373, V, 365.
[272] Müslim, Snyd 17, 18; Buharı, Zebâih 12; Meğüzi 65; Ebû
Davud, Eflıne 46; Nesaî, Saya 35, Dâriml Snyd Ğ; Milsned, III, 309, 311
[273] Darekutnî, IV, 269-270.
[274] Dârakutnî, IV 270.
[275] Dârakutnî, IV,271.
[276] Dârakutnî. IV, 270.
[277] el-Bakara. 2/ 173. âyet 18. bcışhkuı açıklamaları
esnasında düşürülmüş bir notta, "Su do-a dair açıklamalarda bulunulmuştu.
Oraya bakılabilir.
[278] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/430-433.
[279] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/433-434.
[280] Üçüncü başiıkta geçen, Kz. Cübir'in rivayet ettiği
"Aanber" diye anılan bir balığı deniz kıyısında buJup ondan
yediklerine dair rivayete atıfta bulunmaktadır. Kaynaklan orada
gösterilmiştir.
[281] Bu hadis de 3. başlıktı geçmiş olup, kaynakları orada
gösterilmişiir.
[282] Müslim. Edalıi 4. 7, 8
[283] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/434.
[284] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/434-435.
[285] Ebû Davud, Menâsik, 40; Tirmizî, Haec 25 Naat, Men3sîk
81; Dârakutnl, II, 290.
[286] Muvâita, Hacc 79; Nemî, Menâsik 78.
[287] Buhârî, Cihad S8r Müslim, Hacc 57; Muvâtta, Hacc 76.
[288] Muü&tta, Ht\cc 83; Buhârî, Ceîall's-Snyd 6, Hibe
6, 17; Müslim, HûCC 50, 53, 55; Tir-misî, Hacc 26, Nesat, Meniîsik 79, İbn
Mâce, Menâsik 92; Dârimi, Menâsih 22; Müsnedt IV, 38, 71, 72, 73.
[289] îbn Abdil-Berr, el-Utizkâr
XI, 297-298.
[290] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/435-437.
[291] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/437-438.
[292] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/438.
[293] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/438.
[294] Müslim, Haoc 61; Nesat, MenSsik 81; Dârimî, Mennsik
22; Müsned V,
302.
[295] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/438-439.
[296] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/439.
[297] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/439.
[298] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/439-440.
[299] Buhârl, îlm 37, Cezau's-Sayd 8, Meğâzî 51; Müslim
HîiCC 446; Tirmizl Hacc 1; Miisned, VI, 385.
[300] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/440.
[301] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/440-441.
[302] Peşbeşe gelen Zülknde Ziilhicce ve Muharrem ile Beceb
ayı haram ayfardır. Merhum müfessirimizin de biraz sonra gelecek
"...zarflanın üçre biri.." ifadeleri buradaki üç ay ifadesinin bir
zühul eseri otorcıfe dört ay yerine kaydedilmiş olduğunu göstermektedir. Ya dil
biraz sonra belirtUereği üzere; kimi araplîir bu aym hürmetini benimsemiyorlardı.
Dolayısıyla arapların icınaı ile haraın olduğu kabul edilen aylar Receb'in
dışında kalan ıiç aydan ibaret otur.
[303] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/441-442.
[304] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/442-443.
[305] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/443.
[306] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/443.
[307] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/443-444.
[308] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/444.
[309] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/444-445.
[310] Buhârİ, l'üsam 20, Buyu' 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye
17, 18; Ebû Dâvud, Sıinne 5; îbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, VI, 146.
[311] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/445.
[312] Buhûri, Hars 15; Ehû Dâvud, Haraç ve İntare 37; Timizi
, Ahkâm 38; Muvâtta Akdiye 26; Müsned III, 33&, 381, V, 327
[313] Hanefilerin bu mesele hakkındaki bu hükümleri mutlak
olarak böyle değildik Yani ynlnızca gasıbın yaptığı binanın ya da diktiği
ağacın kıymetinin, gasp ettiği arazînin kıymetinden cbha fazla olması halinde,
araziyi gasb eden arazi sahibine değerini tazminat olarak ödemek hakkına
sahiptir. (Bk. Dr. Vehbc ea-Zuhayli, el*Fıkhu>l-î$la.mi, V, 731, v.d)
[314] EbÛ Dâvud, Harâc ve tnıare 37.
[315] Bbû Dâvud ve Muaâtta, aynı yerler.
[316] Zekeriyyâ b. Yahy3 el-Mısrî diye bjiinen bir fakihtir.
[317] Ebu Davud. Harâc ve îmare 37.
[318] Dârakutni, IV, 243. Hadisin senedinde güvenilmeyen bir
râvi vardır. (Ebn't-Tayyib Muhammed âbâdi’nin hadis ile ilgili ta’likinden.)
[319] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/446-447.
[320] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/448.
[321] Her iki rivayet için: Bukârî, Tefsir 5. sûre 12,
Deavât 35, Fiten 15, nisam 3; Müslim it 134, 135; Tirmizî Tefsir 5. sûre 16;
Müsned, IİI 206, 254.
[322] Tirmizî, Hacc
5, Tefsir 5. sûre 15; fbn Mâce, MenAsik 2; Müsned I. 113; Dârakutnî, H, 280-281.
[323] Dârakutnî, II, 282.
[324] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/448-450.
[325] Buhâri, Rikaak 22, Edeb6, İstikraz 19; Müslim, Akdiye
14; Dârimî Rikaak 38; Müsned, IV, 246, 254, 255.
[326] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/450-451.
[327] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 123.
[328] Dârimî, Mukaddime 18. hadis no: 124.
[329] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 125.
[330] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no; 127.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/451-452.
[331] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/452.
[332] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/452-453.
[333] Dârakutnî, IV, 184.
[334] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/453-454.
[335] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/454.
[336] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/454-455.
[337] BuhârL l'tlsam 3; Müslim, Fedâil 132. 133: EbÛ Dâvud.
Sünne 6: Müsned. 7. 176. 179.
[338] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/455.
[339] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/455.
[340] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/456.
[341] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/456.
[342] Buhârt, Menakıb 9, Tefsir 5, sûre 13^ Müslim, Cennet
51.
[343] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/456-459.
[344] Müslim, Cennet 51; Müsned, II 275
[345] Müslim, Cennet 50,, Aynı muhtevadaki başka rivayetler.
Buhdrl, el-Amel ffs-Sîîlnh 11, Menâkıb 9- Tefsir 5sûre 13; Müslim, Kiisııf
d^Nesaî, KUsuF 11; Müsned, I, 446, II, 366.
[346] Az farkla: Hakim el-Müsterek ,
IV, 607. Aynen bk. Müsned, V, 138.
[347] İbnu'l-Arâbî, Ahkamu'l Kur'ân II, 701.
[348] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/459-460.
[349] Hanefi mezhebinin vakıflara clnir, görüşü îçin mesela
bk. İbn Mevdûd, el-îhtiyar, III, 40 v.d. Ebu Yusuf, Bağdat'la (biniz sonra
kaydedilecek oton) Hz Ömer hadisini dinleyince, vakıfın caiz oimadığL
görüşünden vazgeçerek bu hadis Ebıı Hiinifye ulaşmış olsaydı o da bu
gorti&ünden vaz geçerdi, deiniştir."(A.g.e, 111, -İl)
[350] Nesai, £lıb:ıs 3; îbn Mâce, Sadakat 4; Müsned, II,
114, ifadelerden "vakıf yapmak isteyenin İbn Ömer olduğu anlaşılmakta ise
de belirtilen yerlerde de ifade edildiği gibi, İbn Ömer'in rivayetine göre
babası Hz. Ömer (bu hususta.) Alkıh
Rastı Ki ncten izin' istemiş ve zikredilen şekilde cevap almıştır.
[351] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/460-462.
[352] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/462-463.
[353] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/463.
[354] Butıârî, Feriliz 21; Müslim Itk ı<5; Ebû Dâvud,
Ferniz 14; Tirmizî Buyu' 20 Veln 2; Ne-sal, Buyu' 78; İbn Mdce, Ferâiz 15;
Dûriml Bııyıı1, 36, Ferüiz 53; Muvâtta, Iik 20; Müsned, II, 9V 79, 107.
[355] Bu antaındaki bnzı rivayetler: Dâriml, Ferdiz 46.
[356] Hadisin geçtiği yerlerin bazısı: Buharı, Salât 70;
Şurüt 3, 10,13,.. Müslim Irk 5, 6...; Bbû Davudr Feraiz 12; Tirmİzî , Ferüiz
20.; Nesaî, 2ek5t 99..; İbn Mâee, Tatfk 29, Itk 3; Darimİ, Ta 13k 15..;
Muvâtta; Jtk 17-19; Müsned, I, 281, 321...
[357] Merhum müeHefin zikrettiği lafızlarla tesbit edemedik;
nnenk Abdıılkıh b. Mes'ıuTun, bu hususta
som sorana verdiği cevap ta bu anlamdadır.
[358] Buraya kadar Buhârt, Ferinz 20.
[359] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/464-465.
[360] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/465.
[361] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/465-466.
[362] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/466.
[363] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/466.
[364] Ebû Dâvud, Melahim 17; Tirmizî, Filen 8, Tefsir 5.
sûre 17; îbrt Mâce, Fiten 20; Mûsned, I, 2, 5, 7, 9.
[365] İshak b. İbrahim, İshak b. Rnhaveyh'dir. Kays de Kays
b. Ebi Hazîm'dîr. İsmail'den kasıt, ' İsmail b. Eb" Halid'dir,
(Nitekim-hadisin belirtilen yerlerdeki rivayetlerinde bu, açıkça ifade
edilmiştirJAmr b. Ali'nin Kays hakkındaki Veki'den naklettiği bu ifadelerinin
bir alınlık olduğunu îbn Hacer*ixı H-Tehzib VIII, 346-347Weki açıklamalarından
rahatlıkla anlaşıldığı gibi ismail'in hem güvenilir bir ravi, hem de Kays'ran
çokça rivayetinin bulunduğu da (I, 254-255'de açıkça belirtilmekledir.
Dolayısıyla en-Nekkaş'ın bu husustaki ifadelerini haklı sörmek eerekir
[366] Tirmizi,Tefsir 5. sure18; Ebu Davud Melahim 17; İbn
Mace Fiten 21.
[367] Tirmizî, Fiten79.
[368] Mekhurden buna benzer bir rivayet: Suyuti, ed-Durru'l
Mensur, III, 219, Abdullah b. Mes'ud'ıın âyel ile ilgili şöyle dediği rivsiyeı
edilmiştir: Kamçı ve kıhç buna engel olmadığı surete iyiliği emredip münkerden
alıkoyunuz. Eğer, bu d um m olursa o taktirde kendince bakınız. ( Suyîui,
ed-Burru'l-Mensür, III, 216)
[369] Suyuti, Durru'l Mensâr, III, 216-217.
[370] Az önce geçen Ebû Salebe el-Hıışcni'nin rivayet,
ettiği hadiste benzer ifadeler geçmişti.
[371] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/466-470.
[372] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/470.
[373] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/470-471.
[374] Bukârt, Vestyâ 35; Ebû Dâvud, Akdiye 19; Tirmizi
Tefsir 5. sûre 19, 20; Bârakutnî, IV, 169.
[375] Tirmizl, Tefsir. 5, süre 19.
[376] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/471-473.
[377] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/473-474.
[378] Bu açıklamalar] kısaca Türkçe ifade edecek olursak,
hazf edildiğini söylediği "mâ" edn-ü "aramızdaki,
aranızdaki" kelimelerinin samında yer alan "ki" bağlacına
karşılıktır, Bunun hazf edildiğini belirtmekle, bu bağlacın anlamda esasen var
olduğuna dikkat çekmek istemektedir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/474-475.
[379] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/475.
[380] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/475-476.
[381] Arapça baskıya hnzırhyamn ifnde ettiğine göre;
-Abdullah b. KaysHm doğru şekli, "Abdullah b. Mes'ud" olmalıdır
[382] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/476-479.
[383] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/479.
[384] Bk. Kenzu'l-Ummâl, XV, 552.
[385] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/480.
[386] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/480-481.
[387] Ebû Dâvud, Akdiye
29; Tirmizî, Diyar 20; Nesaî, Kat'u's-Sarik 2.
[388] Ebû Dâvüd, Akdiye 29. Hadisi ayrıca Buhâri, İstikraz
13; < muallak olarak); Mesaî, Buyu1 100; ibn Mâce, Sadskal 18; Müsned, IV,
22, 388, 389'da da kaydedilmektedir.
[389] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/481-482.
[390] Bukârî, Musakaat 10, Şehadât 26 yakın ifadelerle
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/482.
[391] Buhârî, Şehadât 23.
[392] Müslim, İman 223;
EbÛ Dâvud, Eyınan 1, Akdiyye 26; Tirmizî, Ahkâm 12
[393] Tlrmizl, NüzfirS;Müsaedf
II,
7.
[394] Peygamber efendimize gelip İslâm'ın temel esasların?
dair som soran bir bedevinin, mükellefiyetlerini öğrendikten sonra:
"Valkıhi bunlardan ne birşey eksiltirim, ne birşey eklerim" deyip
gitmesini dile getiren hadiste soru soranın giderken söylediği sözlere işaret
edilmek tedir.(Bu/idrI, Savın 1, Şnhadât 26, Hıyel 3; Müslim, İman 8; Ebü
Dâvud, Salât i; Nesaîf Salât 4, Siyam 1, lınan 23; Dârimh Sala: 208; Muvatta,
Kasrus-Salât, 94; Müsned, I, 162, Ul 143, 191.
[395] Ebu Davud, Akdiye, 24.
[396] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/482-484.
[397] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/484-485.
[398] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/485.
[399] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/485-486.
[400] Ebû Dâvud, Akdiye 19.
[401] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/486-487.
[402] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/487.
[403] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/487.
[404] Buhârî, Zekât 63, Mezalim 9, Cih3d 180, Meğâzi 60;
Müslim, îman 29; SbÛ Dâuüd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Naat, Zekf t 46; îbn
M&ce, Zekâı 1; Dûrimt, Zekât 1; Müs-ned> I, 233.
[405] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/487.
[406] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/488.
[407] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/488.
[408] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/488-490.
[409] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/490.
[410] Haksızlığa uğrayan" diye meni verdiğimiz
"istu'lukka aleyhim1* kiraan Nafi'nin ve diğer kıraat imamlarının
cumhurunun kıraatidir. Bizim kıraatimizde (Asım kıraatinde» ve diğerlerinde ise
"isiehakka aleyhim" şeklindedir. Buradaki açıklamalar, meal a daha uygun
görülen cumhurun kıraatine dahildir.
[411] Yani, size söyleyeceğim bu sözler dolayısıyla sözünü
ettiğim bu askeri birlik, kan dökülmesine sebep teşkil edecek bir savaşm
kızışmasına neden olacaktır.
[412] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/490-491.
[413] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/492.
[414] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/492.
[415] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/492-493.
[416] Bu haberin kaynağım tespit edemedik. Merimin müfessir
kaynağı hakkında bir açıklamada bulunmamış olması, haberin sıhhati noktasında
pek olumlu bîr fikir vermemektedir
[417] Bu hadiSErt de kaynağını tespit edemedik. Bir önceki
nottaki mülahazalarımızı da aynen tekrarkıynbiliriz.
[418] Bûhart, Tefsir 5- sûre 14> 21. sûre 2, Rikaak 45,
53, Fiten 1; MUdimTahare 39 Salât 53.. Hadîsin yer aldığı diğer yerleri görmek
için bk,. el-Mu'temu'lMufehres li Elfazi'l-Ha-disi'n-Nebevl, I, 434.
[419] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/493-495.
[420] Nahiv bilgini Muhaınıned b. Ahmed b. Abdullah et-Tuvâl
(v. 243 İD; el-Kisâi'nin yakın öğrencilerindendî. (Buğyetul-Vuat'r&n
naklen; Arapça yayına hazırlayan).
[421] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/496-497.
[422] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/497-498.
[423] Bukûrl, Cihât! 40, 4l, 135, Feda İhı Ashabi'n-Nebiy
13, Meğâzi 29; Müslim, Fectfulu's-Sahâbe 48; tbn Mâçe, Muknddlme 11; hadîs no:
122; Müsned, \, 89, 102, 103, III, 307, 3143J8, 365.
[424] Tirmizt, Fiten 18; Müsned, V, 218.
[425] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/498-501.
[426] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/501-502.
[427] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/503-505.
[428] Tirmizl, Tefeir
5. sûre 21.
[429] el-Hakim ei-Tîrmizî, Nevadiru'l-Usül, 288.
[430] Tİrmizî, Et'ıme 1. Aynca bk. Bukârt, Et'ijne 8, 23;
İbn Mâce, El'ime 20; Müsned, İH, 120.
[431] el-Hakiın, aynı yer, Hadis, Ebû Dâvitd, Efime 20;
Tirmizî, Et'ime 32; Dârimî, Et'ime 30; Müsned, Ilîr 400 VI, 465'de yer
almaktadır.
[432] Buhâri, Hibe 7, Ec'ime 8; Müslim, Sayd 46;EbûDâvud,
Efime 27; Nesaî, Sayd 26; Müs-ned, I, 255, 322f 329, 340, 347.
[433] el-Hakîm et-Tinnizî, Nevadiru'l-Usüt, I, 289.
[434] Az önce Kurtubi, "Denilse ki..." diyerek
muhtemel bir soruyu sözkonnsn etmiş. Ancak, buraya kadar soruyu
cevaplandırmamıştır. Bundan itibaren zikredilecek ifadeler böyle bir
muhtevadadır. Dolayısıyla buraya '-yine" diye karşılığını verdiğimiz
"ve"nin fazladan ya da sehren eklenmiş olma ihtimali vardır. O
taktirde bu ifadeyi; "bu soruya cevap olarak denilir ki" diye
anlamamız uygundur.
[435] el-Hakîın et-Tinnizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 289.
[436] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/505-512.
[437] Tirmize, Tefsir 5. sûre 22.
[438] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/512-515.
[439] Buhari, Enbiyâ 8V 48, Tefsir 5. sûre 14,15, 21. süre
2, Rîksak 45; Müslim, Cennet 53; Tİrmizl, Tefsir 21. sûre 4; Nesaî, Cenaiz 119;
Müsned, I, 235, 253.
İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/515-517.
[440] Nesal, İftitah 79; tbn Mâee> İkametıvs -Salât, 179;
Müsned, V, 156.
[441] Müslim, İman 346.
[442] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/517-519.
[443] Nâbiga'ya ait olan bu beyirte "Hin: Zaman'
kelimesi daha sonra gelen "sitem ettiğim.," anlamındaki ftile muzaf
yapılmıştır. Bununla birlikte "Hin" zarfının nasb Üzere bina edilmiş
olduğu örnek gösterilerek, onun gibi zarf olan "Yevm: Gün' kelimesinin de
"fayda vereceği" anlamındaki fiile muzaf yapılmasına ve nasb ile
gelmesine şahit gösterilmistir.
[444] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/520-522.
[445] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/522.