8- Ezan Okumanın Adabı: 6

9- Ezan Dinlemenin Adabı: 6

10- Ezanın ve Müezzinin Fazileti: 6

11- Ezan Karşılığında Ücret Almak: 7

12.  Namazla Alay, Akıllıların Yapacağı Bir îş Değildir: 7

1- Rasutün Görevi Tebliğ Etmektir: 13

2- Hz, Peygamberdin Allah Tarafından Korunması: 13

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 15

2- Allah'tan Gelen Hak, Kitap Ektinin Ancak înkârlarını Arttırmıştır: 15

3- Kâfirler îçin Üzülme: 15

1- Münkerden Sakındırmanın Gereği: 19

2- Münkerden Alıkoymanın Hükmü: 20

Âyetin Nüzul Sebebi: 21

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 23

2- Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair 24

3. Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle Uğraşanlar: 24

4- Haddi Aşmanın Mahiyeti: 25

5- Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü: 25

1- Lağv Yemini ve Yemin: 26

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi: 26

3- Yeminlerin Kısımları: 26

4- Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün'akide: 27

5- Yemin-i Gamûs: 28

6- Bir İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden. 29

7- Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı: 29

8- Kimin Adına Yemin Edilir?. 29

9- Allah'ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine... Yeminin Hükmü: 30

10- Kur'ân'a Yemin Etmek: 30

11- Allah'tan Başkası Adına Yemin: 30

12. Putlar Adına Yemin: 31

13- Allah'ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler Söylemenin Hükmü: 31

14- Başkasına And Vermek: 32

15- Alak'a İzafe Edilen Şeylere Yemin: 32

16- Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması): 32

17-  îbnAbbas'ın İstisna île Görüşünün Değerlendirilmesi: 33

18- İstisnanın Yemine Etkisi: 33

19- Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir: 33

20- Yemin Keffaretleri: 34

21- Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek: 34

22. Yemek Yedirmenin Niteliği: 35

23- ifedirilecek Yemeğin Miktarı: 35

24- Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Caiz Olmayanlar: 35

25- Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir: 35

26- Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır: 36

27- Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez: 36

28- Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi: 36

29- Keffâretin Sebebi: 36

30- Aileniz. 37

31- Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları Giydirmek: 37

32- Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin Kıymetini Vermesi: 37

33- Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek: 37

34- Köle Âzâd Etmek: 38

35- Âzâd Edilecek Kölenin Niteliği: 38

36- Keffâret İçin Ayırdığı Matı Telef Olursa: 38

37- Yemin Eden Kefaretini Yerine Getirmeden Önce Ölürse: 39

38- Kişinin Keffârette Bulunacağı Sıradaki Hali Gözönünde Bulundurulur: 39

39- Yemine Bağlı Kalmanın Zararı Varsa: 39

40- Yemin, Yemin Ettirenin Niyetine Göredir: 39

41- Keffâret İçin Bu Üçünden Birisini Yerine Getirmek İmkânı Olmayan: 39

42- Oruç Tutmak: 40

43- Keffâret Orucunda Unutarak Oruç Bozarsa: 40

44- Hür Olmayan Müslüman Keffârette Bulunur mu?. 40

45- Yeminlerin Keffareti: 40

46- Allah'tan Başkası Adına Yapılan Yemin Keffâreti: 41

47- Yeminlerin Korunması: 41

1- Âyeti Kerimelerde Yasaklanan Hususlar: 42

2- İçkinin Tedricî Olarak Haram Kılınışı ve Nüzul sebebi: 42

3- İçkiyi Haram Kılan Âyetlerin İnişinden Önceki Durum.. 43

4- Rics: 43

5- Bu Pis Şeylerden Uzak Durma Gereği: 43

6- îçki'nin Necaseti: 43

7- Uzak Durmanın Kapsamı: 44

8- İçki ve Diğer Necis Şeyleri Satmanın Hükmü: 44

9- Şarabı Sirkeye Doniiştürmenin Hükmü: 44

10- Şarap Kendiliğinden Sirkeye Dönüşürse: 45

11- Şarabın Mülkiyet Altına Alınabileceği Görüşü Zayıftır: 45

12- Zar ve Satranç Oyunları da Haramdır: 45

13- Nesih Hükmünün Mükellef Açısından Sübâtu İçin Nâsik Hükmün Varlığı Yeterli midir?. 46

14- İçki ve Kumarın Zararları ve 91. Ayetin Nüzul Sebebi: 46

15- Şeytan, Allah'ı Anmaktan ve Namaz Kılmaktan da Alıkoymak ister: 46

16- Şarap, Kumar ve Benzerlerinden Vazgeçiş: 46

17- Allak'a ve Rasûle İtaatin Gereği: 46

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 47

2- Hz. Peygamber Hayatında Hükmün İnişinden Önce Ölenlerin Durumu: 47

3- Neblz Diye Bilinen İçki Sarhoşluk Verirse Şarap Demektir: 47

4- Şarap Dışındaki İçkiler: 48

5- "Tatma"nm Mahiyeti: 48

6- Mubah ve Canın Çektiği Lezzetli Şeylerden Yararlanmanın Sınırı: 49

7- Âyet-i Kerimedeki Tekrarların Anlamı: 49

8- Sakınan ve İhsan Eden: 49

9- Bu Ayetin Yanlış Anlaşılması ve Kudame b. Mazûn: 49

1- Âyetin Nüzul Ortamı: 51

2- Bu Âyet-i Kerime'nin Muhataptan: 51

3- Hangi Tür Av Hayvanlarıyla Deneme Sozkonusudur: 51

4- Av Neye Denir; 52

5- El ve Mızrak Tabirlerinin Kapsamı: 52

6- Kurulu Av Tuzak ve Ağlarına Yakalanan Avlann Hükmü: 52

7- Âyet, Av Hayvanının Avt Yakalayana Ait Olduğuna Delil Gösterilmiştir: 52

8- Kitap Ehlinin Avı: 52

1- Âyet-i Kerimenin Muhatapları ve Nüzul Sebebi; 53

2- Öldürmenin Mahiyeti: 53

3- Avı Öldürmenin ve Ondan Yemenin Cezası: 53

4- İhramlt Kimsenin Av Hayvanını Boğazlaması: 53

5- Av; Sayd: 54

6- Yırtıcı Hayvanlar Kara Avının Kapsamı İçinde midir, Değil midir?: 54

7- İhramh Kimselerin Hadis Nassı île Öldürebilecekleri Sabit Olanlar: 55

8. İkramda Avlanma Yasağının Kapsamına Giren Mükellefler; 55

9- Harem Bölgeleri ve Medine'nin Harem Bölgesi 55

10- îhramlıyken Kasten, Unutarak ve Hata île Avlanmanın Hükmü: 57

11- İhramlı Bir Kimse, Bir Çok Defa Av Hayvanı Öldürürse: 57

12- Kıraat Farkları: 58

13- îhramlı İken Avlanmanın Cezası Hangi Halde Sözkonusudur?. 58

14- Cezası Gereken Av Hayvanları: 58

15- Avla Öldürülen Çeşitli Hayvanların Cezaları: 59

16- Av Hayvanlarının Yumurtaları Telef Edilirse: 60

17- Davarlardan Benzeri Bulunmayan Av Hayvanları: 60

18- Adil İki Kişinin Hükmü: 60

19- Hakemlerin İttifak Etmeleri ve Görüş Ayrılıklarının Etkisi: 60

20- Öldürülen Avlara Karşılık Geçmişte Belirlenmiş Cezalar Nazarı İtibara Alınır mı?; 61

21- Avı Öldürmüş Olan (Cani) Hakemlik Yapabilir mi?. 61

22- Bir Topluluk Tek Bir Av Hayvanını Öldürürse: 61

23- îkram Olmayanların Harem Bölgesinde Av Hayvanları öldürmeleri: 61

24- Kâ'be'ye Ulaştırılacak Kurban: 62

25- îhramhyken Avlanmanın Keffâreti Olarak Yoksullara Yemek Yedirmek: 62

26- Öldürülen Hayvanın Kıymeti Ne Zaman Nazarı İtibara Alınır?. 63

27- Öldürülen Av Hayvanının Keffâreti Nerede Yerine Getirilir?. 63

28- Avlanma Keffâreti Olarak Oruç Tutmak: 63

29- Bu Ceza Yaptığının Vebalini Tatması İçindir: 64

30- Geçmişi Allah Affetmiştir. Tekrar Bu İşe Dönenden de Allah İntikam Alacaktır: 64

1- Deniz Avı: 64

2- Denizin Yiyeceği: 65

3- Deniz Ürünleri Arasında Yenilenler ve Yenilmeyenler: 65

4- Hem Karada, Hem Denizde Yaşayan Hayvanların Durumu: 66

5- Deniz Avı Yolculuk Yapana da Mukim Olana da Helâldir: 66

6- İkramlı Kimse, Kara Avından Yararlanamaz: 67

7- İkramli Kimse Av Hayvanı Etinden Yiyebilir mi?. 67

8- İhrama Girdiği Sırada Elinde Ya da Evinde Av Hayvanı Bulanan Kimse Ne Yapar: 68

9- îhramsız Bir Kimsenin Harem Bölgesi Dışında Avladığı Av Hayvanından Yemenin Hükmü: 68

10- İhramiî Bir Kimse, İhramh Olmayana Av Hayvanım Goste. 69

11- İhramh Bir Kimsenin Bir Başka îkramlıya Av Hayvanım Göstermesi: 69

12- Kökü Harem Dışında, Dalları Harem Bölgesi İçerisinde (Veya Aksi Durumda) Olan Ağacın Üzerindeki Avı Avlamanın Hükmü: 69

13- Huzuruna Varacağınız Allah'tan Korkun: 69

I. Kâ'be: 69

2- Kıyamın Anlamı: 70

3- Haram Aylar: 70

4- Gerdanlıklı ve Hediye Kurbanlıklar; 71

5- Bunlar, Bilesiniz Diye Böyledir: 71

1- Murdar İle Temizden Kastedilen: 72

2- Fâsid Alışverişin Hükmü: 72

3- Gasp İle İlgili Bazı Meseleler: 72

1- Âyetin Nüzul Sebepleri: 73

2- Yasaklanan Çokça Soru Sormanın Mahiyeti: 74

3- Soru Sorma Yasağının Kapsamı; 75

4- Günümüzde Soru Sormanın Hükmü: 75

5- Ayet-i Kerimenin Anlaşılması 75

6- Allah'ın Affettikleri: 76

7- Öncekilerin Sordukları Sorulara Aldıkları Cevaplara Karşı Tavırları: Yüce Allah: 76

8- Gereksiz Soruyu Yasaklayan Bu Âyet-i Kerime ile Bilenlere Soru Sormayı Emreden Buyrukların Anlaşılması: 76

9- Bir Kişi, Hakkında Soru Sorduğu İçin Bir İşin Haram Kılınması: 77

10- Kaderiye'nin Bir iddiası ve Cevabı: 77

1- Allah,  Bu Gibi Şeyleri Meşru Kılmamıştır: 77

2- Bahîre, Sâibe ve Diğerleri: 77

3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak: 78

4- Ebu Hanife'nin, Bu Âyete Dayanarak Vakfi Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası; 79

5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu: 80

6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü: 80

7- Sâibe Lafzını Kullanarak KöleAzad Etmek: 81

1- Bu Âyetin Bir Önceki Buyruklarla İlişkisi: 81

2- Kişinin Kendisine Bakmasının Anlamı: 82

3- İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmanın Gereği: 82

4- Emri bilmaruf'Neky-i anilmunkerde Bulunmanın Hükmü: 83

1- Ayetlerin Anlaşılması ve Nüzul Sebepleri: 84

2- Kufânı Kerimde "Şahidlik" Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: 85

3- Araruzda"ki Şahidliğin Anlamı; 85

4- Ölümün Gelip Çatması: 86

5- Vasiyet Zamanı: 86

6- Şahidlik Yapacak İki Kişinin Niteliği: 86

7- Zimmet Eklinin Şakidliği: 87

8- Yolculuk Halinde Vasiyyet ve Ölümü Hatırlamak: 88

9- Hapsetmek: 88

10- Bedenî Haklar Dolayısıyla Hapis: 89

11. Alıkoyma Hali Namazdan Sonra Olacaktır: 89

12- Yeminlerin Tağltzi (Ağırlaştırılması): 89

13. Kendisi Sebebiyle Yemin Teklif Edilecek Miktar: 90

14. Allah Adına Yemin: 90

15. Yemin Edecekler Kimlerdir: 91

16. Vasiyete Şakidlik Edenlere Yemin Ettirmenin Şartı: 91

17. Âyeti Kerimedeki Bu Şartın İlgili Olduğu Buyruk: 91

18. Yakın Akraba Dahi Olsa, Lehine Yalan Yere Yemin Edilemez: 91

19. Herhangi Bir Menfaat îçin Şehâdet Değiştirilemez: 92

20. Bedel Ne Demektir 92

21. Allah'ın. Şahidliği: 92

22. Şahidlerin Günah Hakettikleri Ortaya Çıkarsa: 92

23.  Vebal Hakedenlerin Yerine Geçecek Diğer İki Kişi: 93

24. Haksızlığa Uğrayanlar: 93

25. Ölenin Yakınlarının Yapacakları Yemin: 94

26. Yeminlerin Reddi: 94

27. Allah'tan Korkup Emirlerine İtaat Etmek ve basıklardan Olmamak: 94


rüş ayrılığı konusunda açık bir nastır. Ayrıca bu hadis, Abdullah b. Zeyd'in Bilal ile başından geçen olaydan daha sonradır. Sonraki bir olaydır. Rasulul-lah (sav)'ın sonra verdiği emrine uymak daha uygundur. Bununla birlikçe ben, müezzinin muayyen tek kişi olması halinde kameti de onun getirmesini müstehab görmekteyim. Bir başkası kamet getirecek olursa, yine icma ile namaz geçerlidir. Allah'a hamd olsun.
[1]

 

8- Ezan Okumanın Adabı:

 

Ezan okuyan kimse ezanını ağır ağır okuması ve bugün birçok cahil kim­senin yaptığı gibi, ezanı kelimeleri uzatarak ve nağmeli bir şekilde okumamasıdır. Hatta, sıradan ve avamdan pek çok kimse, ezanı nağme sınırından da çıkartmış bulunuyorlar. Ezan okurken tekrarlar yapmakta ve neye kalkış­tığı bilinmeyecek şekilde ezan okurken, çokça kesintilere uğratmaktadır.

Dârakutnî'nin ibn Cüreyc'den, onun, Ata'dan, onun da İbn Abbas'tan ri-vâyet-ine göre, İbn Abbas şöyle demiş: Rasulullah (sav)'ın nağmeli ezan oku­yan bir müezzini vardı. Rasulullah (sav) ona şöyle buyurdu: "Ezan kolay" ve rahattır Eğer senin de ezanın kolay ve rahat olursa (ezan okumaya devam edebilirsin) aksi takdirde ezan okuma."[2]

Müezzin ezan okurken, ilim adamlarından bir topluluğa göre kıbleye yö­nelir, "Hayyealessalâh" ve "hayyealelfelâh" dediği takdirde de yine ilim adamlannın çoğunluğuna göre, başını sağa ve sok döndürür. Ahmed der ki: İnsanlara ezanı duyurmak kastı ile minarede olması hali dışında dönmez. İs-hâk da bu görüştedir.

Taharet üzere (abdestli) olması, efdal olandır. [3]

 

9- Ezan Dinlemenin Adabı:

 

Ezanı duyan bir kimsenin, iki teşehhüdün sonuna kadar müezzinin söy­lediğini tekrarlaması, müstehabür Tamamlayacak olsa da caizdir Çünkü, Ebu Said yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir.[4]

Müslim'in Sahih'inde de Ömer b, el-Hattab'dan şöyle dediği kaydedilmek­tedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Müezzin, Allahuekber, Allahuekber de­diğinde, sizden herhangi bir kimse de Allahuekber, Allahuekber dese, sonra müeezzin: Eşhedü enlâilâhe illallah dese, sizden herhangi bir kimse de eş-hedü eltailatıe illallah dese, müezzin daha sonra: Eşhedü enne Muhamme-de'r-Rasulullah dese, sizden herhangi bir kimse de eşhedü enne Muhamnıe-de'r-Rasuluîlah dese, sonra müezzin hayyealesselâhdese, sizden herhangi bir kimse lâ havle velâ kuvvete illâ billâh dese, müezzin daha sonra: Hayyealel-felâlı desensizden herhangi bir kimse de: Lâ havle velâ kuvvete illa billâh de­se, sonra müezzin Allahuekber, Allahuekber dese, yine sizden herhangi bir kimse AHahuekber, Allahuekber dese, sonra müezzin lâ ilahe illallah dese, siz­den herhangi bir kimse de kalbinden la ilahe illallah dese cennete girer."[5] Yine Müslim'de, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Rasulullah (savadan naklettiği şu buy­ruğu da yer almaktadır: "Her kim, müezzinin ezanını işittiğinde: "Allah'tan başka ilah olmadığına, bîr ve-tek olduğuna, ortağı bulunmadığına, Muham-med'in O'nun kulu ve Eusutü olduğuna şahidltk ederim, Rabb olarak Al­lah'tan, Rasul olarak Mulıammed'den, Din olarak da îslamdan razı.oldum" diyecek olsa, geçmiş (küçük.) günahları ona bağışlanır." [6]  

 

10- Ezanın ve Müezzinin Fazileti:

 

Ezan ve müezzinin Fa^ilejtine gelince, bu hususta da sahih bir takım riva­yetler gelmiş bulunmaktadır: Bunlardan birisini Müslim; Ebu Hureyre'den ri­vayet etmiştir, Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Namaz için ezan okunduğunda, Şeytan, ezan sesini işitmeyeceği yere varıncaya kadar ses­li yellenerek arkasını döner kaçar."[7]

Önceden de geçtiği üzere ezanın İslamın şiarı ve imanın alâmeti olması fa­ziletini anlamak için yeterlidir.

Müezzinin faziletine gelince, Müslim, Muaviye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Rasulullah (savj'ı şöyle buyururken dinledim: "Müezzinler, kıyamet gününde boylan en uzun olacak kimselerdir." [8]

İşte bu, o günün dehşetlerinden güvenlik altında olmaya bir işarettir, Çünkü araplar, boyuncun) uzunluğunu, kavmin şereflileri ve efendileri hak­kında kinaye yoluyla kullanmışlardır. Nitekim, şairlerinden birisi şöyle de­miştir:

"Onlar, öyle kimselerdir ki, boyunları da uzundur, kulak yumuşaklarına  varan saçları da."

Muvatta'da da Ebu Said el-Hudrî'den, Rasuhillah (sav.Vı şöyle buyururken dinlediği kaydedilmektedir: "Müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar olan böl­gede, cin olsun, insan olsun, başka herhangi bir şey olsun onun sesini işi­ten her şey, mutlaka Kıyamet gününde onun lehine şahitlik edecektir."[9]

İbn Mace'nin Sünen'inde de İbn Abbas'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Her kim yedi yıl süreyle ecrini Allah'tan uma­rak ezan okursa, ona cehennemden kurtuluş beratı yazılır." [10]

Yine İbn Mace'de İbn Ömer'den, Rasulullah {savftn şöyle buyurduğu nak­ledilmektedir: "Kim oniki yıl süreyle ezan okuyacak olursa, cennet ona va-cib olur. Ve her gün okuduğu ezanlara mukabil, ona altmış hasene ve her bir kamet karşılığında da otuz hasene yazılır." [11]

Ebu Hatim der ki: Bu hadisin senedi münkerdîr ama hadisin kendisi sa­hihtir.

Osman b. Ebi'l-Âs'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)'m bana son ahdi, e2anına karşılık ücret alacak bir müezzin edinmemem şeklinde idi. Bu hadis de sabit bir hadistir. [12] 

 

11- Ezan Karşılığında Ücret Almak:

 

Ezan karşılığında ücret almanın hükmü hususunda fukahanın farklı görüş­leri vardır. el-Kasım b. Abdurrahman ve rey sahipleri, bunu mekruh gördük­leri halde, Malik buna müsaade etmiş ve bunda mahzur yoktur, demiştir.

el-Evzaî de der ki: Bu, mekruhtur. Ancak, buna karşılık beytülmalden ma­işetine yetecek kadarını almakta d%bir mahzur yoktur.

Şafiî de der ki: Müezzine, ancak; Peygamber (sav)'ın ganimetteki payı olan beştebirin beştebirinden verilir.

İbnüff-Münzir der ki: EzaffVkarşılığında ücret almak caiz değildir. İlim adamlarınız, Ebu Mahzûre'nin hadisin delil göstererek ücret almanın lehine delil göstermişi erse de bu delillendirrne su götürür. Bu hadisi, Nesaî, İbn Ma-ce ve başkaları rivayet etmiştir.

Ebu Mahzûre der ki: Bir gurupla birlikte yola çıkmıştık. Yolun bir bölümün­de iken Rasululah (sav)'ın müezzini, Rasulullah'ın yakınında namaz için ezan okudu. Biz de ondan uzaklarda yüzçevirmiş olduğumuz halde müez­zinin sesini işittik. Onunla alay etmek üzere yüksele sesle onu taklid etme­ye başladık.

Rasulullah (sav) bunu işitti. Bize , bazı kimseleri elçi gönderdi. Onlar bi­zi götürüp Peygamberin önüne oturttular. Şöyle buyurdu:

"Sesinin yükseldiğini işittiğim kişi hanginizdi?" Beraberimdekilerin hepsi beni işaret ettiler. Doğru da söylediler. Bunun üzerine o da hepsini sahver-di, beni alıkoydu ve bana:

Kalk ve ezan oku" dedi. Ben de kalktım. Fakat o sırada Rasulullah (sav)'ın bana verdiği emirden ve onun bana emrettiği şeyden daha fazla hiçbir şey­den tiksinmiyordum, Rasulullah (sav)'ın önünde, ayakta durdum. RasuluHah bizzat ezanı bana telkin ederek şöyle dedi:

"De ki: AHahûekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedü eti­ne Muhammederra sulu İlah, Eşhedü enne MuhammedenresuluUah. Sonra bana dedi ki: "Sesini yükselt ve uzat: Eşhedü enlailahe illallah, eşhedü ell-lailahe illallah. Eşhedü enne Muhammederresulullah, eşhedü enne Muharnmederresulullah. Hayyaalesselah, hayyealesselah.Hayyealelfelah, hayyealel-felah. Allahuekber, Allahuekber. La İlahe illallah. Sonra ezan okumayı biti­rince beni çağırdı. Bana içinde bir miktar gümüş bulunan ağzı bağlı bir ke­se verdi. Sonra elini Ebu Mahzûre'nin alnı ürerine koydu. Daha sonra elini yüzünün üzerinde gezdirdi, sonra göğüslerinde gezdirdi. Sonra da kara ci­ğerinin bulunduğu yerin üzerinde bıraktı. Nihayet Rasulullah (sav)'ın eli, Ebu Mahzûre'nin göbeğine kadar vardı, sonra Rasulullah (sav) "Allah sana bere­ketler ihsan etsin, üzerine bereket yağdırsın" diye buyurdu Ben, Ey Allah'ın rasulü, Mekke'de ezan okumak için bana emret dedim, o da: "Sana böyle yap­manı emir veriyorum" diye buyurdu. İçimde Rasulullah (sav)'ın emri üzeri­ne onunla birlikte namaz İçin ezan okudum. Hadisin bu rivayeti İbn Mace'nin lafzıdır.[13]

 

12.  Namazla Alay, Akıllıların Yapacağı Bir îş Değildir:

 

Yüce Allah'ın: "Bu onların akılları ermeyen bir topluluk olmalarından­dır" buyruğunun anlamı şudur; Yani onlar, kendilerini çirkin işlerden alıko­yacak aklı bulunmayan kimseler ayarındadırlar. Rivayet olunduğuna göre, hı-risüyanlardan bir kişi, Medine'de müezzinin: "Şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Rasulüdür" dediğini işittiğinde, yalan söyleyen ateşte yansın dermiş. Kendisi uykuda iken bir kıvılcım evine düşmüş, evini yakmış ve evi ile bir­likte o kâfiri de yakmıştı. Böylelikle bu, diğer insanlara ibret olmuştu.[14]

"Bela, kişinin taşıdığı mantığı ile alakalıdır" denilmiştir. Peygamber (sav) ile birlikte, hakkı anlayacakları vakte kadar kendilerine mühlet verilirdi. Fakat bundan sonra ise ertelenmezlerdi. Bunu İbnü'l-Arabî zikretmiştir. [15]

 

59. De ki: "Ey kitab ehil, sizin bizi ayıplamanız (veya: Bizden hoş­lanmamanız) Allah'a, btee indirilene, daha önce indirilenlere iman etmemizden ve şüphesiz çoğunuzun fasıklar olmanızdan başka bir sebebi var mı?"

60. De ki: "Allah nezdlnde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu size haber vereyim mi? Allah'ın kendilerine lanet ettiği» üzerlerine gazab ettiği ve onlardan bir kısmını maymun ve domuz suretine soktuğu kişiler ve tâğûta tapanlardır. İşte bun­lar, yerleri daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış olan kim­selerdir."

Yüce Allah'ın: De ki: Ey kitab ehli, sizin bizi ayıplamanız..." buyruğu  nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir; Aralannda Ebû Yasir b. Alıtab ile, Rafı' b, Ebî Rafi'nin de bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Peygamber (sav)'ın yanına gelerek, ona, peygamberlerden kime iman etliğine dair soru sordular. O da şöyle buyurdu: "Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e ismail'e... indirilenlere" buyruğundan itibaren, "biz ona testim olmuşlarız" (el-Bakara, 2/136) buyruğunu okudu. Fakat İsa (as) anılınca, onun peygamberliğini inkâr ederek şöyle dediler: Allah'a yemin ed­eriz, biz dünyada da âhirette de nasibi sizden daha az din mensubu kimseler olduğunu bilmiyoruz. Dininizden daha kötü bir din de bilmiyoruz. Bunun üz­erine bu âyet-i kerimeyle bir sonraki âyet-i kerime nazil oldu. [16]

Bu ise, onların daha önce geçen âyet-İ kerimede ezanı inkâr etmelerini ifade eden buyruklarla da ilişkilidir. Çünkü ezan, bir taraftan Allah'ın tevhidine dair şahidliği, diğer taraftan Muhammed (sav)'ın peygamberliğine şahidliği ihtiva etmektedir. Çelişki içerisinde olan ise, Allah'ın peygamberleri arasın­da ayırım gözetenlerin dinleridir. Yoksa, bütün-peygamberlere iman eden­lerin dini değildir.

 mı? edatındaki "lam" harfinin  Ayıplamanız, hoşlanmamanız kelimesinin başındaki "te" harfi (mahreç) ile yakınlıkları dolayısıyla idğam edilmeleri caizdir. Bunun anlamı, bize karşı öfke duymanız, gazaplanmamz demektir. Hoşlanmamanız anlamına geldiği söylendiği gibi, tepki göstermeniz anlamına geldiği de söylenmiştir, anlamlar biribirlerine yakındır.

Bu fiilin mazi ve muzari şekilleri;  sekilerinde kullanıl­makla birlikte, birinci şekil (yani, aynu'l fiilin mazide üstün, muzaride esreli gelmesi) daha çok kullanılır. Abdullah b. Kays er-Rukayya der ki:

*Ümeyye oğullarından hoşl anmayı şiarının tek sebebi Onların, öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir."

Kur"an-ı Kerimde de: "Onlar... onlardan... intikam almadılar" (el-Burûc, 85/8) buyruğunda bu şekilde kullanılmıştır. Kişiye sitemde bulunulduğunda: şeklinde "kaT harfi esreli olarak kullanılır. îse, onun ism-i failidir. el-Kisaî der ki "Kaf harfinin esreli kullanılışı bir ağızdır. Aynı şekil­de birşeyden hoşlanmamayı ifade etmek üzere mazi için: diyerek "kaf harfi üstün kullanıldığı gibi, esreli olarak da kullanılır. İntikam da buradan gelmekte olup, cezalandırmak anlamındadır. İsmi Nikmet şekünde gelir. Çoğulu da: şeklindedir. İstendiği takdirde, "kaf harfi sakin kılınıp harekesi "nün" harfine nakledilebilir. O takdirde nikmet, tekil için, nikam da çoğul için kullanılır.

Allah'a... iman etmemizden başka bir sebebi" ise. "ayıp­lamanız" ile nasb mahailindedir. Yani siz, bizim ancak Allah'a iman edişimizi ayıplıyorsunuz. Halbuki bizim hak Ü2ere olduğumuzu da bilmektesiniz

"Ve şüphesiz çoğunuzun fâsıklar olmanızdan" yani, imam terketmek suretiyle doğru yoldan çıkmanızdan, Allah'ın emrine uyma çerçevesinin dışına çıkmanızdan,,. başka bir sebebi mi var?

Denildiğine göre bu, birisinin diğerine söylediği şu söz kabiÜndendir: Sen, beni ancak, ben afif bir kimse, sen ise tacir bir kimse olduğun için ayıplı­yorsun. Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, çoğunuz fâsık olduğunuzdan dola­yı, bizim bu durumumuzu ayıplamaktasınız.

Yüce Allah'ın: "De ki: Allah nezdinde bundan daha kötü bir cezanın (kim­lere) olduğunu haber vereyim mi?" buyruğu ise Sizin, bizi ayıplamanızdan daha kötüsünü size bildireyim mi demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için istediğiniz hoş olmayan şeylerden daha kötüsünü bildireyim mi? Bu ise on­ların: Sizin dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz, şeklindeki sözlerine bir cevaptır

"Ceza'nın (ceza bakımından) ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Bu kelime, asıl itibariyle veznindedir. "Vav" harfinin harekesi (peltek) "se harfine verilince, "vav" harfi sakin kaldı. Ondan son­raki "vav" da sakin olduğundan dolayı, bu "vav"lardan birisi hazfedildi. Mas­tar anlamı ile; kelimeleri de bu kabildendir. Şairin şu beyitln-de olduğu gibi:

"Ve ben, komşum beni zor ve korkulacak bir şeye çağırdığı vakit Elbiselerimi etekler uyluğumun ortasına varıncaya kadar toplardım.

Bu kelimenin vezninde ve kelimeleri ile aynı kalıpta ol­duğu da söylenmiştir.

Allah'ın kendilerine lanet ettiği" buyruğunda, Ken­dileri" ref mahailindedir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde: "Bundan da­ha kötüsünü size haber vereyim mi? (O) ateştir" (el-Hac, 22/72) diye buyur­muştur. Burada ifadenin takdiri de şöyledir: ÎŞte o, Allah'ın lanetlediği kimsenin uğradığı lanettir" Bununla birlikte şu anlamda, nasb mahallinde olması da mümkündür: De ki: Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah'ın kendilerine lanet ettiği...

"KÖtü"den bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür ve ifadenin takdiri şöyle olur: Ben size Allah'ın kime lanet ettiğini haber verev­im mi? Burada kastedilenler de yahudilerdir.

Tâğûta dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakarat 2/25Ğ. âyetin tefsirh de) geçmiş bulunmaktadır.

Yani, ve Allah'ın aralarından tâğûta ibadet eden kimseler kıldığı kim selerdir.. el-Ferrâ'ya göre burada, ^kimseler" anlamı verilen İsm-i mev-sulü hazf edilmiştir. Basraklar ise İsm-i mevsulün hazf edilmesi caiz değildir, o bakımdan anlam şöyle olur, demektedirler: 'Allah'ın kendilerine lanet et­tiği, kişiler ve tâğûta tapanlardır."

İbn Vessâb ve en-Nehaî;  Size haber vereyim" buyruğunu "nun" har­fini sakin olarak,  diye okumuşlardır. "Tâğûta tapanlar" buy­ruğunu ise Hamza, "be" harfini ötreli olarak "tâğût* kelimesinin sonundaki "te" harfini de esreli olarak okuvupv (ibadet kelimesini) "feul" vezninde mübalağa ve çokluk ifade eden bir kip halinde okumuştur. Çokça uyanık davrandı, çok iyi anladı, çok iyi sakındı kelimelerinde olduğu gibi. Bu kip ise, asıl itibari ile sıfattır.

Nabiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir:

"Vecra denilen yerin siyah beyaz ayaklı ve oldukça keskin eşsiz kılıcı andıran kılıç gibi zayıf vahşi hayvanlarını.

Görüldüğü gibi şair, bu beyitin son kelimesinin "re" harfini de ötreli kullanmıştır.

"Çokça ibadet edenler" anlamına gelen kelime;  soktuğu anlamında­ki kelimeyle nasb olmuştur. Yani, Onlardan tağuta çokça ibadet eden kimseler kılmıştır; anlamındadır. Diğer taraftan, kelimesini  kelimesine izafe etmek suretiyle tağut kelimesini esreli okumuştur.

 ise yarattıt varetti anlamındadır. Buyruğun anlamı şöyle olur: Ve O, aralarından tâğûta ibadette aşırıya kaçan kimseler yaratmıştır. Diğerleri ise, bu iki kelimenin birinci kelimedeki "be" harfini Üstün, ikinci kelimenin sonundaki "te" harfini de üstün olarak okumuşlar ve tapma anlamına gelen kelimeyi mazi bir fiil olarak daha önce geçmiş mazi diğer fiillere (gazab et­ti ve lanet etti fillerine) atfetmiştir. Bu şekilde okuyanlara göre de buy-

ruğun anlamı şöyle olur: Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimseler ile, tâğûta ibadet eden kimselerdir.

Ya da bu buyruk  ile mansub olabilir. Yani: Aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta ibadet edenler yaratmıştır Tapan kelimesindeki zamiri ise; Kişi, kimse kelimesinin lafzı­na -manasına değil- hamlederek tekit gelmiştir. Ubeyy ve İbn Mesud ise ma­naya hamlederek; Tâğûta tapan kimseler diye okumuşlardır.

İbn Abbas Tâğûta tapanlar, diye okumuştur. Bu  Abd (kul) kelimesinin çoğulu olabilir. Rehin, rehineler ile Ta­van, tavanlar kelimesi gibi. Yine bu kelimesinin çoğulu da olabilir. Nitekim  Örnek, örnekler denildiği gibi. Bunun;  kelimesinin çoğulu olması da mümkündür,  Bir ekmek, ekmekler gibi. in çoğulu da olabilir.  Sekiz yada dokuz yadında azı dişi çıkan deve, develer. Anlamı ise tâğûtun hizmetkârları demektir.

Yine îbn Abbas'dan;  şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Bu durumda bu kelimeyi "ibadet eden" anlamına gelen "âbid"in çoğulu kabul etmiştir.  Hazır bulunan, Hazır bulunanlar, gaib ve gaib-ler denildiği gibi.

Ebû Vâkid'den denildiğine göre Tâğûta İbadet edenler kipi, mübalağa içindir ve yine bu da "abid"in çoğuludur. işçiler, vuran vuranlar kelimelerinde olduğu gibi. Mahbub'un naklettiğine göre Basralılar, yine "âbid" kelimesinin çoğulu olmak üzere Tâğûta tapanlar diye okumuşlardır. Ayrıca bunun kul anlamına gelen "abd" kelimesiniir çoğulu olması da mümkündür. Ebu Cafer er-Rüâsî ise, meçhul kip şeklinde diye okumuştur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Ve aralarında tâğûta ibadeE olunanlar... Amr el-Ukaylî ile İbn Bureyde ise tekil olarak şeklinde tâğûta tapan, diye okumuştur ki, bu çoğul an­lamını da vermektedir. Yine İbn Mes'ud bunu, diye okuduğu ri­vayet edildiği gibi, hem ondan, hem de Ubeyy'den  şeklinde çoğul ve müennes olarak da okumuştur. Yüce Allah'ın: "Bedevi araplar de-dilerki..." (el-Hucurat, 49/14) buyruğunda olduğu gibi. Ubeyy b, Umeyr ise, şeklinde okumuştur. Bu da Köpek ve köpekler şek­lini hatırlatmaktadır. Böylelikle bu iki kelime oniki ayn şekilde okunmuş ol­maktadır.

Yüce Allah'ın: "İşte bunlar, yerleri daha fena... olan kimselerdir" buy­ruğuna gelince; çünkü onların yeri cehennemdir. Mü'minlerin ise kalacakları yerlerde bir kötülük yoktur.

ez-Zeccâc der ki: İşte onlar, sizin söylediğinize göre bile yerleri en kötü olanlardır, demektir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de şudur: İşte Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, âhiretteki yerleri itibariyle sizin dünyadaki yerinizden -yakanıza yapışan kötülükler dolayısıyla- daha kötüdür.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, yer itibariyle sizi ayıplayanlardan daha kötüdürler. Yine şöyle açıklanmıştır; İş­te sizi ayıplayan o kimselerin yerleri, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kim­selerin yerlerinden daha da kötüdür.

Bu âyet-i kerime nazil olunca, müslümanlar onlara: Ey maymun ve domuzların kardeşleri diye hitab ettiler, onlar da içyüzleri ortaya çıkıp rezil olduklarından dolayı başlarını önlerine eğdiler. Şair de onlar hakkında şöy­le demektedir:

Allah'ın laneti yahudiler üzerinedir

Çünkü yahudiler maymunların kardeşleridir." [17]

 

61. Sâze geldikleri zaman "îman ettik" derler. Halbuki onlar, küfürle girdiler yine küfürle çıkmışlardır. Allah gizlediklerini çok iyi  bilendir.

62. Onlardan pek çok kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yap­makta ve haram yemekte birbirleriyle yatıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar da kötüdürî

63. Onları günah sol söylemekten ve haram yemekten rabbaniler ve hahamlar alıkoysaİar ya... Yaptıkları şey ne kadar kötü bir İş­tir!

Yüce Allah'ın: "Size geldikleri zaman İman ettik derler.4 Âyetinde belir­tilen bu husus, münafıkların bir niteliğidir. Yani onlar, işittikleri hiçbir şey­den yararlanamazlar. Aksine, kâfir girdiler, kâfir olarak çıkıp gittiler.

"Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir. Onların gizledikleri nifaklarını kas­tetmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Burada kastedilenler, "Medine'ye girdiğiniz vakit, günün erken saatlerinde iman edenlere indirilen şeylere iman ediniz. Ev­lerinize döndüğünüz günün son vakitlerinde de onu inkâr ediniz, diyen, yahudîlerdir. Bunlarla kastedilenlerin yahudiler olduklarına delâlet eden ise, daha önce onların sözkonusu edilmeleri ve ileride de onlardan söz edileceğidir.

Yüce Allah'ın: "Onlardan pek çok kimsenin" buyruğunda kastedilenler, yahudilerdir. ''Günah İşlemekte, düşmanlık yapmakta yani, mu si ye t ve zulümde "ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptık­ları şey ne kadar da kötü."

Yüce Allah'ın: "Onları», rabbaniler ve hahamlar alıkoymalar ya" buyruğu,

alıkoymak değiller miydi? demektir. Neden alıkoymadılar? demektir. "Onları alıkoymalarından kasıt ise, bu işten onları vazgeçirmeleridir

uRabbanUer"den kasıt, hıristjyan alimleri, "hahamlar (el- Ah barodan ka­sıt ise yahudi alimleridir. Hepsi ile de yalıudi alimleri kastedilmektedir, di­yenler de vardır. Çünkü bu âyetler yahudiler hakkındadır.

Daha sonra yüce Allah, bu alimleri onlara bu işleri yasaklamayı terk et­meleri dolayısıyla azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır; "Yaptıkları şey ne kadar kötü bir iştir!" Nitekim, "yaptıkları şey ne kadar da kötü" buyruğu ile günah işlemekte yarışanları da azarlamıştır.

Âyet-i kerime münkeri yasaklamayı terk eden kimsenin, tıpkı münkeri işleyen kimse gibi olduğuna delalet etmektedir. O halde âyeti kerime iyiliği emredip kötülükten sakındırmayt terketmek hususunda ilim adamlarına bir azar ihtiva etmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara sûresi {.2/44. âyetin tefsiri.) ile Âl-i İmran sûresi (3/21-22. âyetin tefsirleri)'nde geçmiş bulunmaktadır. Süfyan b. Uyeyne rivayetle der ki: Bana Süfyan b. Said, Mis'ar'dan anlam, dedi ki: Bana ulaştığına göre, bir meleğe bir kasabayı ele geçirmesi emredilmiş, o da şöyle demiş: Rabbim, o kasabada filan âbid kişi vardır. Yüce Allah da ona: "Sen, ondan başla. Çünkü (gördüğü münkerden dolayı) Benim rızanı için yüzünde bir an olsun herhangi bir değişiklik olmamış bîr kimsedir."

Tîrmizî'nin Sahihinde de şöyle bir hadis vardır: "İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden çekmeyecek olurlarsa» aradan fazla zaman geçmeksizin

"Yüce Allah kendi katından onların hepsini bir ceza ile cezalandırır.[18]  İle­ride gelecektir, (63 âyetin) sonundaki: "Yaptıkları fiilinde geçen "sun" (62. âyetin) sonunda geçen iyaptıklarT kelimesinin maştan olan "amel" ile ay­nı anlamdadır. Şü kadar var ki, "sun' iyi bir şekilde yapılmayı gerektirir. Bir kılıç çok güzel ve kaliteli bir şekilde imal edilecek olursa, onun hakkında; tabiri kullanılır. [19]

 

64. Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Söylediklerinden ötü­rü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun küfür ve tuğyanla­rını artıracaktır. Bununla beraber aralarında kıyamet gününe kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık. Onlar ne zaman bir savaş ateşi yakmak isteseler, Allah onu söndürür. Yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise fesatçıları sevmez.

Yüce Allah'ın: "Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler" buyruğu ile il giti olarak İkrime şöyle der: Bu sözü Fînhâs b Âzûrâ -Allah'ın laneti üzeri ne oısun- ve arkadaşları söylemişti. Bunlar, varlıklı kimselerdi. Muhammet (sav)'ı inkâr edince, malları azaldı ve şöyle dediler: Şüphesiz Allah cimridir Ve Allah'ın eli bize birşeyler vermek noktasında kapalıdır (cimridir). Buna gö re âyet-i kerime yahudilerin bir kısmı hakkında hususidir. Şöyle de denilmiş tir: Bir topluluk bu sözü söyleyince, diğerleri de buna karşı çıkmayınca, hep birlikte bu sözü söylemiş gibi oldular.

el-Hasen der ki: Buyruğun anlamı şudur: Allah azab için bize etini uzatmaz. Yine şöyle denilmiştir: Peygamber (sav)'ın fakir ve malı az olduğunu diğer taraftan yüce Allah'ın: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir" (el-Bakara, 2/245) buyruğunu da işitip, Peygamber (sav)'ın da diyetler hu­susunda kendilerinden yardım istediğini görünce: Muhakkak Muhammed'in ilahı fakirdir, dediler. Cimridir, dedikleri de olmuştur. İşte onların: "Allah'ın eli bağlıdır" şeklindeki sözlerinin anlamı budur. Bu ifade; "Elini boynuna bağlanmış kılma." (el-İsra, 17/29) buyruğunda olduğu gibi temsili bir ifade­dir. Cimri olan kimseye temsilî ifade kabilinden olmak üzere: Parmak uçları içe doğru çekik, avucu yumuk, kapalı, parmakları yumuk, eli bağh" gibi tabirler kullanılır.

Şair de der ki:

"Yezid orada olduğu sırada Horasan öyle bir yerdi ki

Onun her türlü hayır kapıları sonuna kadar açıktı.

Ondan sonra oraya onun yerine parmakları içe dûğru yumuk birisi geçti

Sanki yüzüne sirke serpilmiş gibi"

Arap dilinde el anlamına gelen "yed", yüce Allah'ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi bilinen organ hakkında kullanılır: "Eline bir demet ot al" (Sa'ad, 38/41) Ancak, bu anlamın Allah için düşünülmesi imkânsızdır.

Aynı kelime, nimet anlamında da kullanılır, Araplar: Fi­lanın nezdinde benim nice elim vardır" derler. Benim kendisine bol bol ih­san ettiğim nice nimet vardır, demektir.

Yine el, kuvvet anlamında da kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kuvvet sahibi kulumuz Davud'u yâdet. (Sâ'd, 38/17) Görüldüğü gibi burada elt kuvvet anlamındadır Malik olmak ve kudret ma­nasına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak lü­tuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir." (Âl-i İmran, 3/73) Yine bu ke­lime, sıla (zâid zamir) anlamında da kullanılır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:" Bizim, onlar için ken­di ellerimizle... yaptıklarımızdan." (yasın, 36/71) Yani, bizzat bizim yaptık­larımızdan anlamındadır. Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun." Cel-Bakara, 2/237) Yani, ni­kâh akdini yapmak hakkı kendisinin olan demektir. Bu kelime, desteklemek ve yardım etmek manasına da kullanılır.

Hz. Peygamberin: "Hakim hükmünü verinceye, Kasim (paylaştırıcı) da paylaştırmasını bitirinceye kadar Allah'ın eli onlarla birliktedir" hadisi de bu kabildendir.[20]

Bu kelimenin kendisinden haber verilen zatın şerefine işaret etmek, onun şanını yükseltmek için fiilin o kimseye izafe edilmesi için kullanıldığı da olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Ey îblis, kendi ellerimle yarattığım şeye secdeden seni ne alıkoydu? (Sa'd, 38/75) O halde, burada elin organa hamledilmesi mümkün değildir Çünkü, şanı yüce Allah bir ve tektir. O'nun için bölümleme mümkün değildir. Yine buradaki anlamın güç, mülkiyet, nimet ve sıla olarak anlaşılması da düşünü­lemez. Zira, o takdirde Allah'ın dostu Âdem île O'nun düşmanı İblis arasın­da bu nitelikler ortaklaşa sözkonusu olur ve sözü edilen şekilde onun İbli­se üstün kılındığı da -Ona bahşedilen özel hususun batıl oluşu sebebiyle- bu da batıl olur. O halde, geriye İblisin yaratılışı ile değil de, yalnızca Âdem'in şereflendirilmesi için yaratılması ile alakalı iki sıfata hamledilmesi ihtimalin­den başka bir şey kalmıyor. Bu iki sıfatın Hz, Âdem'in yaratılışı ile ilgisi ise kudretin makdüra (kudret sonucu var edilene) taalluk etmesi kabilindendir. Direkt bir taalluk ile doğrudan doğruya temas bakımından taalluk kabilin­den değildir. İşte, O şanı yüce ve Mübarek Rabbimizin "O, Tevrati kendi eliy­le yazdı, keramet yurdunu cennetlikler için bizzat kendi eliyle dikti" şeklin­de gelen rivayetler ile, benzer diğer buyruklar da bu şekildedir, her bir sı-fatm kendi muktezâsına taalluku kabilindendir.

Yüce Allah'ın: "Söylediklerinden ötürü kendi elle­ri bağlandı" buyruğunda "yâ" lıarfı üzerinde görülmesi gereken ötre, "ya" üze­rinde ağır geldiğinden hazf edilmiştir. Anlamı, ahrette bağlanacaktır, şeklin­dedir. Bunun kendilerine beddua olması da mümkündür. Aynı şekilde "söy-lediklerinden ötürü... onlara lanet edildi" buyruğu da böyledir. Maksat, bi­ze su buyruklarında olduğu gibi bunu öğretmektir: "Andolsunt inşaatlah el­bette Mescid-iHaram'agireceksiniz." (el-Feth, 48/27) Yüce Allah burada, gö­rüldüğü gibi istisna yapmayı, (yani, gelecekte yapılacak şeyleri inşa ali ab kay­dına bağlamayı) öğretmektedir. Nitekim "Ebu Leheb'in iki eli kurusun." (el-Mesed, 111/1) buyruğunda da bize, Ebu Lehebe beddua etmemizi öğret­miştir:

Şöyle de denilmiştir: Maksat, onların insanların en cimrileri olduklarını an­latmaktır. Adi ve hakir olmayan hiçbir yahudi göremezsiniz. Bu görüşe gö­re "vav" harfi hazf edilmiştir. Yani onlar: "Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Halbuki asıl onların elleri bağlanmıştır." "Lanet etmek" ise uzaklaştırmak demektir, buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştı.

Yüce Allah'ın: "Hayır Allah'ın iki eli de açıktır1 buyruğu mübteda ve haberdir Hayır, O'nun nimeti yaygın ve açıktır, demektir. Burada "el" nimet an­lamındadır.

Kimisi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Hayır, Allah'ın İki eli de açıktır" buyruğu dolayısıyla bu yanlıştır. Zira yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak ka­dar çoktur. Nasıl olur da O'nun yalnızca yaygın iki nimetinden söz edilebilir.

Buna şöyle cevap verilmiştir Bunun, cins için tesniye olup muayyen iki şeyi ifade eden tesniye olmaması da mümkündür. Bu da Hz, Peygamber'im "Münafık, iki sürü koyun arasında şaşkın kalmış kararsız koyun gibidir.[21] m buyruğuna benzer. Bu iki nimetin birisinin cinsi dünya nimeti, diğerinînki ise ahiret nimetidir. Bu iki nimetin de biri dünyanın zahir, diğerininki de; batın olmak üzere dünyanın nimetleri olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve açık ve gizli nimetlerini üzerinize tamamladı." (Lukman, 31/20)

İbn Abbas da Peygamber (sav)'ın bü hususta şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: "Zahir nimet, senin güzel hilkatindir. Batın nimet ise, senin için setre-dîp gizlediği kötü amelindir."[22]

Şöyle de denilmiştir: Allah'ın iki nimeti, bütün nimetlerin kendileri vası­tasıyla ve kendilerinden meydana geldiği yağmur ve bitki nimetleridir. Bu­rada sözü geçen nimet (el), mübalağa içindir, Nitekim Araplar,:Buyur seni dinliyorum derken, (kullandıkları bu tesniye lafızlanyla) yalnız­ca, bunu iki defa yapmayı kast etmiyorlar. Bazân kişi, bu iş benim elimden gelmez diyerek, gücüm buna yetmez de demek istemektedir.

es-Süddî der ki: Yüce Allah'ın: "İki eli" buyruğunun anlamı, sevap ve ce­za vermeye dair güçleridir. Ve yahudilerin: O'nun eli kendilerine azap etmek­ten yana çekilmiştir kendilerine azap etmeyecektir. Şeklindeki sözlerinin tam zıddı nadir.

Müslim'in Sahilı'inde Ebu Hureyre'den Peygamber (savVın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Yüce Allah buyurdu ki: İnfak et, Ben de sana in-fak edeyim."[23] Yine Rasululİah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sağı dopdoludur. Hiçbir şey onu eksiltmez. Gece gündüz O, bol bol ihsan eder.

Gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren infak ettiğini bir düşünün. Bütün bun­lar, O'nun sağında bulunanları eksiltmemiştir. (Yine Hz. Peygamber) buyur­du ki: Arşı su üstündedir. Diğer elinde ise, kabz (ölüm) vardır. O, yükseltir ve alçaltır."[24]

Bu hadisin bir benzeri de şanı yüce Allah'ın: "Allah kabzeder (daraltır) ve genişletir" (ei-Bakara, 2/245) buyruğudur.

Bu (tefsirini yaptığımız) âyete gelince, İbn Mes'üd'un kıraatinde; şeklindedir ki, bunu el-Ahfeş nakletmiştir. el-Ahfeş der ki:  tabiri kullanılır. Yani, Onun eli açık ve serbesttir demektir.

"O, nasıl dilerse öyle İnfak eder." Dilediği gibi nzık verir. Bu âyet-i ke­rimede "eKîn kudret anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, O'nun kudre­ti kapsamlıdır. Dilerse genişletir, dilerse kısar.

"Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen" yani, Rabbinden sana indirile­ne andolsun ki bu, "onların çoğunun küfür ve tuğyanlarını arttıracaktır." Yani, Kur'ao-ı kerimden bir bölüm nazil oldu mu, onlar da bunu inkâr ede­rek küfürleri daha bir artar.

"Bununla beraber aralarında... kin ve düşmanlık bıraktık." Mücahid der ki: Yani, yahudilerle hıristiy anların arasında. Zira, bundan önce şöyle buyu-rulmuştu: "Yahudileri ue kıristiyanları veli edinmeyiniz." (Maide, 5/54)

Şöylİe de denilmiştir: Biz, yahurîi taifeleri arasında kin ve düşmanlığı bı­raktık, demektir. Nitekim, yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sen onları bir arada sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır." (el-Haşr, 59/14) O bakımdan onlar, ittifak lıalinde değil, birbirine buğzeden kim­selerdir. Diğer taraftan, Allah'ın bütün yarattıkları arasında insanların en çok buğz ettikleri kimseler onlardır.

"Onlar" yahudileri kastetmektedir, "ne zaman bir savaş ateşi yakmak is­teseler yani, ne zaman bu iş için güçlerini bir araya getirip hazırlıklarını yap­salar, Allah onların topluluklarını darmadağınık etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Yahudiler, fesat çıkartıp, Allah'ın Kitabı olan Tevra-ta muhalefet edince, Allah da üzerlerine Buht Nassar'ı gönderdi. Sonra bir daha. fesat çıkardılar. Bu sefer üzerlerine Romalı Petrus'u gönderdi. Bir da­ha fesat çıkartmaları üzerine, üzerlerine ateşperestleri gönderdi. Sonra yine fesat çıkartınca, Allah da üzerlerine müslümanları gönderdi. Böylelikle ne za­man işleri yoluna koyulacak olduysa, Allah da onları darmadağın etti.

Buna göre ne zaman bir ateş yaksalar ne zaman bir kötülüğü körüklemek isteseler ve Peygamber (sav)'a kargı savaşmak üzere karar verseler, demek­tir. "Allah onu söndürür." Onları kahreder ve bu kararlarını zayıflatıp güç-süzleştirir. Burada "ateş" istiare yoluyla kullanılmıştır. Katade der ki; Her se­ferinde Allah onları zelit etmiştir. Yüce Allah, Peygamber (sav)'ı gönderdi­ğinde, onlar mecusüerin elleri altında idiler.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde fesada koşar­lar" İslamı iptal etmeye çalışırlar. Bu ise, fesadın en büyüğüdür. Doğrusu­nu en iyi bilen Allahtır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada ateşten kasıt, kızgınlık ateşidir. Yani onlar, kendi nefislerinde ne zaman kızgınlık ateşini yakıp körükleseler, bedenleriy­le ve içten verdikleri kararlarıyla da bu kızgınlık ateşini daha bir alevlendir­mek İçin bir araya gelip toplanmışlarsa, zayıf ve güçsüz düşecekleri vakte ka­dar, Allah bu ateşi söndürmüştür. Bunu da -yüce Allah Peygamber (sav): in önünde kendisine gönderdiği yardım olmak üzere'kalplerine saldığı, yerleş­tirdiği korku ile gerçekleştirmiştir. [25]

 

65. Eğer Kitab ehli iman edip de sakınsâLardt, elbette Biz de onların günahlarını bağışlar ve onları Naîm cennetlerine koyardık.

66. Ve eğer onlar, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri katından kendilerine İndirileni gereği gibi uygulasalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından (rızıklanru) yerlerdi İçlerinden orta yolu tutan bir zümre varsa da, bir çoğunun yapmakta oldukları be pek kö­tüdür.

Şanı yüce Allah'ın: "Eğer Kitap ehli..." buyruğunda yer alan  edatı ref mahallindedir. Aynı şekilde -bir sonraki âyette gelecek olan: "Ve eğer onlar Tevratı... uygulasalardı" buyruğunda da böyledir.

"îman edip" tasdik edip, "sakınsalardı" yani, şirk ve günahlardan uzak dursalardı "Elbette Bîz de onlann...bağışlardık" buyruğunun baş tarafındaki "lam" harfi  eğer'in cevabıdır, m(ujs): Bağışlardık" örter­dik anlamındadır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Tevrat'ın ve İncil'in gereği gibi ayakta tutulmasından kasıt ise, onların muk-tezası gereğince amel etmek ve onlan tahrif etmemektir. Bu anlamdaki açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde (2/63-64. âyetlerin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

"Rablerl katından kendilerine indirileni." Yani, Kur'an-ı Kerim'i. Kaste­dilenin peygamberlere verilen kitaplar olduğu da söylenmiştir

"Şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından yerlerdi" İbn Abbas ve baş­kaları der ki: Bununla yağmur ve bitkiler kast edilmektedir. Bu da onlann kıt­lık ve kuraklık içerisinde bulunduklarına delalet etmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Anlamı şudur: O takdirde Biz, onlann nzıklannı ge­nişletir ve ardı arkasına nzıklannı yerlerdi. "Alt ve üstün" anılmasından ka­sıt ise, dünyada onlara ihsan edilecek nimetlerin çokluğunu ifade etmek için mübalağalı bir ifade kullanmaktır.

Şu buyruklar da bu âyeti andırmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa, ona bir kurtuluş yeri ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir" (et-Talak 65/2-3); "Ve eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette Biz de onlara bol bol su içirirdik" (el-Cin, 72/16); "Eğer o ülkeler halkı iman edip de sakın­mış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (el-A'raf, 7/96) Böylelikle yüce Allah -bu âyetlerde de görüldüğü gibi- takva sa­hibi olmayı, nzık sebeplerinden birisi olarak değerlendirmiş ve şükreden kim­seye de üzerindeki nimetini daha da artıracağını vadederek: "Andolsun ki şük­rederseniz, elbette size artırırım1* (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur.

Daha sonra yüce Allah, onların aralarından orta yolu seçen kimseler olduk­larını haber vermektedir. Bunlar ise, Necaşî, Selman ve Abdullah b. Selam gi­bi aralarından İman eden mü'minlerdir. Bu gibi kimselert orta yolu seçerek, İsa ve Muhammed {ikisine de selam olsun) hakkında ancak onlara yakışan şeyleri söylediler.

Orta yolu seçenlerin iman etmedikleri halde (Peygamber ve mü'minlere) eziyet etmeyen, onlarla alay etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir.

Orta yolu seçmek (iktisad), amelde mu'tedil olmaktır. Ve bu kelime, kasd'dan gelmektedir ki, kasd da bir şeyi yapmak istemektir. Bu kelime, ay­nı anlamda olmak üzere harf-i cersiz mefule geçiş yaptığı gibi, "lam" ve "ila" harf-i cerleriyle de geçişi yapılır ve mana değişmez.

"Yapmakta oldukları ise pek kötüdür!" Onlar, ne kötü iş yaptılar! Pey­gamberleri yalanladılar ilahi kitapları tahrif ettiler ve haram yediler. [26]

 

67- Ey Peygamberi Rabbinden «ana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O'nun risâletinİ tebliğ etmemiş olursun. Allah, se­ni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğu­na hidâyet vermez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [27]

 

1- Rasutün Görevi Tebliğ Etmektir:

 

Yüce Allah'ın: "Ey peygamber, Rabblnden sana indirileni tebliğ et" buy­ruğunun tebliği açıkça yap demek olduğu söylenmiştir. Çünkü Hz. Peygam-ber> İslam'ın ilk dönemlerinde müşriklerin korkusu ile tebliğini gizliyordu. Da­ha sonra bu âyet-i kerimede tebliğini açıkça yapması emrolundu. Allah da onu insanlardan koruyacağını bildirdi. Ömer (r.a), müslüman olduğunu ilk ola­rak açığa vuran ve: "Gizlice Allah'a İbadet etmeyiz" diyen kimsedir. İşte yü­ce Allah'ın: aEy peygamber! Sana da, mü'minlerden sana uyanlara da Allah yeter" (el-Enfal, 8/64) âyeti de bu hususta nazil olmuştur.

Böylelikle âyet-İ kerime: Peygamber (sav) din ile ilgili herhangi bir husu­su takiye olmak üzere gizlemiştir, diyenlerin görüşlerinin reddolunduğuna, bu görüşlerin batıl olduğuna delalet etmektedir. Böyle diyenler, Râfizîlerdir.

Yine âyet-i kerime, Hz Peygamber'in herhangi bir kimseye din ile ilgili herhangi bir hususu gizlice bildirmemiş olduğuna da delalat etmektedir. Çün­kü, âyet sana indirilenlerin tamamını açıktan açığa tebliğ et demektir. Eğer böyle olmasaydı yüce Allajı'ın: wEğer böyle yapmazsan O'nun risaletinl teb­liğ etmemiş olursun" buyruğunun herhangi bir anlam ifade etmesi sözko-nusu olmazdı.

Şu açıklama da yapılmıştır: Esedoğullarından Cahş kızı Zeynep ile ilgili, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bundan başka açıklamalar da yapılmış­tır. Ancak, doğru olan, âyetin umum ifade ettiği görüşüdür.

îbn Abbas der ki: Buyruğun anlamı şudur: Rabbinden sana indirilenlerin tümünü tebliğ et. Eğer ondan herhangi bir şey gizleyecek olursan, O'nun ri-sâleüni tebliğ etmemiş olursun. Bu, hem Peygamber (sav)'a, hem de onun ümmeti arasında ilim taşıyıcılarına Peygamberin şeriati ile İlgili hiçbir şeyi giz­lememelerine dair bir direktiftir. Yüce Allah, Peygamberinin kendisine bildirmiş olduğu vahiyden hiçbir şey gizlemeyeceğini bilmiştir.

Müslim'in Sahihinde de Mesruk yoluyla Hz. Aişe'den şöyle dediği kayde­dilmektedir: Her kim sana Muhammed (sav)'ın vahiyden herhangi bir şey giz­lediğini söyleyecek olursa, şunu bil ki o kimse yalan söylemiştir Yüce Allah ise: "Ey peygamber, RabbLnden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yap­mazsan, O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun" diye buyurmaktadır.[28]

Allah; Muhammed Allah'ın kendisine vahyettiği şeyler arasından insanla­rın muhtaç oldukları birşeyi gizlemiştir, diyen Rafitlerin müstehakkını ver­sin. [29]

 

2- Hz, Peygamberdin Allah Tarafından Korunması:

 

Yüce Allah'ın: "Allah seni insanlardan koruyacaktor" buyruğu, Onun pey­gamberliğine bir delildir Çünkü Yüce Allah, Orrun masum olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah tarafından masumiyeti teminat altına alınan -kimse­nin Allah'ın kendisine emretmiş olduklarından herhangi bir şeyi terketmiş ol­ması mümkün değildir.

Bu âyetin nüzul sebebine gelince, Peygamber (sav) bir ağaç altında konak­lamış iken, bedevi bir arap gelip Hz. Peygamberin kılıcını çekti ve Peygam­bere: Seni benden kim kurtarabilir? diye sordu.Hz. Peygamber Allah cevabı­nı verince, bedevi arabm korkudan eli titredi ve kılıç elinden düştü. Başını beyni dağılıncaya kadar ağaca vurdu. Bunu, el-Mehdevî nakletmektedir. Kadı lyad da bunu "eş-Şifa adlı kitabında zikrederek şöyle der: Bu olay, Sa-hih'te de rivayet edilmiş[30] ve sözü geçen kimsenin Gavres b. Haris olduğu, Peygamber (sav)'ın kendisini affetmesi üzerine kavmine dönüp: Ben size in­sanların en hayırlılarının yanından geliyorum, dediği de zikredilmiştir. Bu an­lamdaki açıklamalar da yine bu sûrede yüce Allah'ın: "Hani bir topluluk si­ze ellerini uzatmak istemişlerdi (el-Maide, 5/11) âyeti ile, yine en-Ni-sa sûresinde korku namazı (en-Nisa, 4/102. âyet, 11. başlıkta) sözkonusu edi­lirken yeterince açıklanmış bulunmaktadır.

Müslim'in Sahih'inde de Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmek­tedir.: Rasulullah (sav) ile birlikte Necid taraflarına tl< .£ru bir gaza yaptık. Ra-sulullah (sav) oldukça dikenli ve büyük bir ağaç türü olup, el-Idah diye bi­linen ağaçlardan pekçok ağacın bulunduğu bir vadide bize yetişti. Rasulul­lah (sav) bir ağacın altına indi ve o ağacın dallarından birisine kılıcını astı. İnsanlar da ağaçların gölgeleri altına sığınmak üzere vadinin değişik yerlerine dağıldılar. Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Ben uyuyorken bir adam yanı­ma geldi, kılıcımı aldı. Ot tepemde duruyorken uyandım. Bir de baktım ki kılıcım elinde kınından sıyrılmış olarak duruyor. Bana: Seni benden kira ko­ruyabilir? dedi. Ben de Allah, dedim. İkinci bir defa seni benden kim koru­yabilir? dedi, ben yine: Allah dedim. Bu sefer, kılıcı tutup kınına soktu. İşte o adam su oturan kişidir, dedi," Daha sonra Rasulullah (sav) ona herhangi bir şey demedi.[31]

İbn Abbas da şöyle demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Allah ba­na risaletini gönderince, ben bunu yerine getirememekten korktum. İnsan­lar arasında beni yalanlayacakların da bulunacağını bildim. Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi."[32]

Ebu Talib, her gün Rasulullah (sav) ile birlikte onu korumak üzere Haşim oğullarından bazı kimseler gönderirdi. Nihayet: "Allah seni insanlardan ko­ruyacaktır" buyruğu nazil olunca, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Amca­cığım, Allah beni cinlerden de insanlardan da korumuş bulunuyor. O bakım­dan, beni koruyacak kimselere ihtiyacım yok."[33]

Derim ki: Bu rivayetler bütün bunların Mekke'de cereyan etmiş olmasını, âyet-i kerimenin de Mekke'de inmiş olmasını gerektirmektedir. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu sûrenin icma ile Medine'de indiğine dair açıklama­lar da önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimenin Medine'de indi­ğine delâlet eden hususlardan birisi de Müslim'in Sahih'inde Hz. Aise'den ri­vayet ettiği şu sözleridir: Rasulullah (sav) Medine'ye gelişinden sonra bir ge­ce uyuyamadı ve şöyle buyurdu; "Keşke ashabımdan salih bir adam bu ge­ce gelip beni korusa." Hz. Aişe der ki: Biz bu durumda iken, birbirine de­ğen silahların seslerini işittik. Hz. Peygamber: "Kim o?" deyince, O, Sa'd b. Ebi Vakkas dedi, Easulullalı (sav): [Ne diye geldin" deyince, şöyle dedi: İçi­me Rasulullah (sav) adına bir korku düştü. Onu korumaya geldim. Rasulul­lah (sav) Ona dua etti, sonra da uyudu.[34]

Müslim'in Sahih'inden başkalarında da şöyle denmektedir: Aişe dedi ki: Biz bu durumda iken silah sesi duydum. Hz. Peygamber: "Kim o" deyince, ge­lenler: Biz Saad ve Huzeyfe'yiz seni korumaya geldik, dediler. Bunun üze­rine Peygamber uykuya daldı öyle ki, onun derin uykudan mütevellîd ses çı­kardığını dahi duydum. Ve sonra bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu sefer Ra­sulullah (sav) başını deriden yapılmış çadırından dışarı çıkartıp; "Ey insan-lar, haydi gidiniz. Artık Allah beni korumasına aidi" diye buyurdu.[35]

Medineliler; "Risaletlerini" diye çoğul olarak okumuşlardır. Ebu Amr ile Kûfeliler ise, "Risaletinî1' şeklinde tekil olarak okumuşlardır. en-Nehhas der kî: Her iki kıraat de güzeldir. Fakat çoğul daha açıktır. Çün­kü Rasulullah (sav)'a vahiy önce kısım kısım iniyor, sonra onu beyan ediyor­du. Tekil gelmesi de çokluğa delâlet eder. Çünkü bu burada mastar kipidir. Mastar ise, çoğunlukla lafzı ile türüne delaleti dolayısıyla çoğul ve ikil ola­rak zikredilmez. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'ın nime­tini birer birer saymak isterseniz, siz onları sayamazsınız"(İbrahim, 14/34) buyruğunda olduğu gibi.

şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez" yani, onları doğ­ruya iletmez. Hidâyete dair açıklamalar Önceden geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Sen tebliğ et, hidâyete elince o Bize aittir. Bu buy­ruğun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Rasule düşen ancak tebliğdir" (el-Ma-ide, 5/99) buyruğudur, Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [36]

 

68. De ki: "Ey kitap ehil, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indi­rileni gereği gibi uygulamadıkça bir şeye sahip olamazsınız." An-dolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır. O halde artık o kâfirler topluluğuna üzülme.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç bağlık halinde sunacağız: [37]

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

İbn Abbas der ki: Yahudilerden bir topluluk Peygamber <sav)'e gelip şöyle dediler: Sen, Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak bir kitap olduğunu kabul etmiyor musun? Hz. Peygamber ediyorum, deyince şöyle dediler: Biz de ona iman ediyoruz. Fakat onun dışında kalan kitaplara iman etmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yani sizler, her iki kitapta (Tevrat ve İncil'de) yer alan Muhammed (sav)'a iman edip, her iki kitabın belirttiği bu hüküm gereğince de ameî etmedik­çe, din namına bir şeye sahip olamazsınız. Ebu Alî el-Farisî der ki: Bunun, her iki kitabın nesli edilmeden önceki halleri hakkında sözkonusu olması mümkündür. [38]

 

2- Allah'tan Gelen Hak, Kitap Ektinin Ancak înkârlarını Arttırmıştır:

 

Yüce Allah'ın: "Andolsun ki, Kabbinden

sana İndirilen, onlardan çoğu­nun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır." Yani, sana indirilene kâ­fir olacaklar ve böylelikle küfürlerine küfür katmış olacaklardır.

Tuğyan; zulümde haddi aşmak ve bu konuda ilerice gitmek demektir. Çün­kü, zulmün kimisi büyük, kimisi küçüktür. Her kim, küçük zulmün sınırını aşacak olursa, artık tuğyan etmiş olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: Sakın... çünkü insan gerçekten tuğyan eder." (el-Alak, 96/6) Yani, hakkın dışına çıkmak hususunda sının aşar. [39]

 

3- Kâfirler îçin Üzülme:

 

Yüce Allah'ın: "O halde artık o kafirler topluluğuna üzülme" buyruğu on­lar için kederlenme demektir. fiili, üzülmeyi ifade etmek için kullanılır Şair der ki:

"Ve aşırı kederinden gözlerinden yaş süzüldü."

Bu buyruk, Peygamber (sav)'a bir tesellidir. Üzülmesini yasaklamak için değildir. Zira o, bunun önüne geçemezdi. Ancak, bir teselli ve kendisini üzün­tüye manız bırakmayı yasaklamaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha ön­ce Âl-i İmran Sûresi'nin son taraflarında (3/176) yeterince geçmiş bulunmak­tadır. [40]

 

69. İman edenlerle yahudiler, sabiîler ve hıristiyanlaridan), kim Al­lah'a ve âhlret gününe iman edip de iyi amellerde bulunursa, on­lar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.

Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"Yahudiler" daha önce geçen "iman edenler"e atf olduğu gibi, "sabiîler" de-el-Kisaî ve el-Ahteşin görüşlerine göre- daha önce geçen "yahudiler" ke­limesindeki zamire atf edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben, ez-Zeccâc'ı kendi­sine el-Ahfeş. ve eUKisaî'nin görüşlerinin zikredildiği sırada şöyle derken din­ledim: Bu, iki bakımdan bir yanlışlıktır.

Birincisi, te'kid edilmedikçe, merfu' zamire atıf çirkin bir şeydir. İkincisi ise, atıf edilen kendisine atıf edilenle ortaktır. Buna göre mana itibariyle : Sa­biîler de yahudiliğin kapsamına girmiş olur. Ancak bu imkânsız bir şeydir. el-Ferrâ ise şöyle demiştir: "Sâbifler" kelimesinin merfu1 gelmesinin caiz olu­şunun sebebi: (öl") edatı amel bakımından Zayıftır Bu nedenle ancak isme etki eder, amele etki etmezler, kimseler kelimesinde ise i'rab açık­ça gözükmemektedir. O nedenle irab bu iki husustan birisi üzerinde cere­yan etmiştir. Bu nedenle sözün aslına dönülerek "Sabiîler" kelimesinin mer-fû gelmesi caiz olmuştur.

ez-Zeccâc der ki: Üzerinde t'rabın etkisinin görüldüğü İle i'rabın görülme­diği kelimenin durumu aslında aynıdır. el-Halil ve Sibeveyh ise şöyle demiş­lerdir: Burada "sâblîler" kelimesinin merfu olması takdim ve tehire hamle­dilir, İfadenin takdiri şöyledir:

"İman edenlerle yahudiler (den) kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip de iyi amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Sabiîler ve hıristiyanlann durumu da böyledir." Sibeveyh de buna benzer (takdim ve tehir'in bulunduğu) şöyle bir beyiti nakletmektedir:

"Aksi takdirde şunu biliniz ki, muhakkak M bizler ve sizler.

Ayrılık içerisinde kaldığımız sürece bâğî (yani fesatçılık yapan,) kimseleriz.'

Dabi' el-el-Buruumi der ki:

"Kim yükü ve bineği ile birlikte Medine'de gecelemişee

Şüphesiz ki ben ve Kayyâr (atının veya devesinin adıdır)da orada yabancıyızdır."

Âyet-i kerimedeki Muhakkak" edatı "evet" anlamına gelen an­lamında kullanılmıştır. Buna göre, "sabitler" anlamındaki kelime mübteda ola­rak merfu'dur. Haberi ise, ikincisinin ona delâleti dolayısıyla hazıf edilmiş­tir. Buna göre, "sâbiîler" kelimesinin atf edilmesi, sözün tamam oluşundan ve isim ile haberin de sona erişinden sonra tahakkuk etmiştir.

Şair Kays er-Rukayyat da der ki:

"Kınayıcı kadınlar sabahleyin

Erkenden başladılar beni kınamaya. Ben de kınarım onlara

Derler ki: Senin başın ağardı

Ve yaşlandın. Ben de:Evet öyledir, dedim."

el-Ahfeş der ki: Burada ; evet anlamındadır. Sonundaki "he" harfi ise, sekt (yani susarak durak yapmak) İçin gelmis.tir. [41]

 

70. Andolsun Biz, İsralloğullarından sapasağlam bir söz almış ve on­lara peygamberler göndermiştik. Onlara, hoşlarına gitmeyen şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini yalanladılar, kimisini de öldürdüler.

Yüce Allah'ın: "Andolsun Biz, İsralloğullanndan sapasağlam bir söz atmış ve onlara peygamberler göndermiştik" buyruğunda sözü geçen söz almanın mahiyetine dair açıklamalar daha önce, el-Bakara Sûresi'nde (2/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu söz Allah'tan başkasına ibadet etmemek ve diğer hususlan kapsar.

Bu âyet-E kerimedeki anlam da şudur: Sen, kâfirler topluluğuna üzülme! Çünkü Biz, onların ileri sürebilecekleri bir mazeret bırakmadık. Onlara pey­gamberler gönderdiğimiz halde sözlerini bozdular. Bütün bunlar ise, sûre­nin başlangıcını teşkil eden: "Akidleri yerine getirin" (e\-Mâide, 5/1) buyru­ğu ile alakalıdır.

"Onlara" yani, yahudilere "hoşlarına gitmeyen" hevâlanna uygun düş­meyen "şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini ya­lanladılar, kimisini de öldürdüler." Yani, kimi peygamberleri yalanlayıp ki­mi peygamberleri öldürdüler. İsa ve onun gibf diğer peygamberleri yalanla­dıkları gibi, Zekeriyya, Yahya ve bunlar dışında birtakım peygamberleri de öldürdüler.

Burada  ful şeklinde: Öldürürler, öldürüyorlar" diye kul­lanılması, âyetin başına riâyet içindir Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, kimi pey­gamberleri yalanladılar. Kimilerini de öldürdüler Kimi peygamberleri yalan­larlar, kimi peygamberleri öldürürler. Yani buf onların alışkanlıkları ve adet­leridir. Böylelikle ifade daha özlü bir şekilde kullanılmış olmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Kimi peygamberleri yalanladılar öldürmediler, ki­mi peygamberleri hem öldürdüler, hem yalanladılar. Buna göre;  Öl­dürdüler kelimesi, Kimi" kelimesinin sıfaüdır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [42]

 

71. Bir belâ gelmeyecek sandılar da (hakkı) görmez ve işitmez ol­dular. Sonra Allah onların tevbelerinl kabul etti. Sonra onlar­dan bir çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Allah, yaptıklarını görendir.

Yüce Allah'ın: *Bir belâ gelmeyecek sandılar" buyruğunun anlamı şudur: Kendilerinden söz alınmış olan bu kimseler, aziz ve celil olan Allah tarafından çeşitli zorluk ve sıkıntılar ile denenmeyeceklerîni ve belalarla karşılaş­mayacaklarım zannettiler. Onlar bir taraftan: Biz, Allah'ın oğullan ve sevgi­lileriyiz sözlerine üİcbmdiklan için, diğer taraftan uzun süre kendilerine ve­rilen mühlete kandıkları için böyle düşündüler,

Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî; Olmayacak (mealde: gelmeyecek) ke­limesini merfu' olarak okudukları halde, diğerleri bunu mansub okumuşlar­dır. Merfu' okuyuş ise, Sandı kelimesinin; Bildi, kesin ola­rak bildi, anlamlarına göredir. İse, şeddeli (ve muhakkak anlamım ifa­de eden.) den tahfif edilmiştir. olumsuzluk edatının gelmesi ise, bunun şeddesiz oluşu dolayısıyla yerini tutmak için (ivaz) gelmiştir Zamirin hazf edilmesi de nahivcilerin, hemen akabinde fiilin gelmesini hoş görmeyişlerin-den ve bu edatın hemen fiilin başına gelme özelliğini taşımayışından dola­yıdır. O bakımdan, bu edat ile fiilin arasına  gelmiştir.

Sözü geçen fiili, mansub olarak okuyanlar ise, fiili nasb eden edat­lardan kabul etmişlerdir. Buna göre; "Sandı" fiilini de asıl anlamı olan şüphe ve diğer manaları üzere kabul etmişlerdir.

Sibeveyh der ki: denilirse, "ben onun bunu söylediğini zannettim" anlamına gelir. Dilersen bunu (yani muzari fiili) nasb da edebi­lirsin. en-Nehhas ise der ki:"Sandı" ve benzerlerinde, nahivcilere gö­re daha güzeldir.

Şairin şu beyiünde olduğu gibi:

"Şuan bilin ki, Besbâae (adlı kadın) iddia etti ki, bugün gerçekten ben Yaşlandım ve benim gibileri eğlencelerde hazır bulunmazlar."

Burada da olduğu gibi ref edilmesinin daha güzel oluşu  ve ben­zeri olan diğer fiillerin, kesin bilmek ayarında bir anlam ifade edişleri dola-yısıyladır. Çünkü bu, fiilen sabit olan bir şeydir.

Yüce Allah'ın: GÖrmez ve işitmez oldular." Yani, hidâyeti görmez, hak­kı da işitmez hale geldiler. Zira onlar, ne gördükl erinde nt ne de işittiklerin­den yararlandılar.

'"Sonra Allah, onların tövbelerini kabul etti" buyruğunda hazfedilmiş ke­limeler vardır. Yani, Ben başlarına bela getirdim. Bunun üzerine tevbe etti­ler, Allah da kıtlığı sona erdirmek, yahut da iman ettikleri takdirde Allah'ın tevbelerini kabul edeceğine dair kendilerine haber verecek olan Muhammed (sav)'ı göndermek suretiyle tevbelerini kabul etti. İşte "Allah onların tevbe­lerini kabul etti1 buyruğunun açıklaması budur. Yani, iman edip tasdik et­tikleri takdirde Allah tevbelerini kabul eder Yoksa onlar gerçekten tevbe et­mişler, anlamında değildir.

"Sonra onlardan birçoğu yine görmez ve işitmez oldular." Yani, Muham­med (sav) vasıtasıyla, hakkın kendilerine besbelli oluşundan sonra, "onla­rın pekçoğu görmez oldular, işitmez oldular." "Bir çok" kelimesinin merfu' olması, "vav"dan (görmez ve işitmez oldular anlamındaki kelimeler­deki çoğul zamirden) bedel oluşundandır.

el-Ahfeş Said der ki: (Bu) bir kimsenin, Kavmini, onların üçteikisini gördüm, demek gibidir. Arzu edilecek olursa, Bir mübtedâ takdi­ri dolayısıyla da merfu' olduğu kabul edilebilir. Yani: ya da  Körler ve sağırlar aralarında pek çoktur, takdirinde de olabilir.[43]

Dördüncü bir cevap da bunu Beni pireler yediler, şeklin­de söyleyenlerin söyleyişine göre olabilir. Nitekim şairin şu beyitİ de bu kabildendir:

"Ama onun annesi de babası da Diyarıdırlar Havran'da onun akrabaları zeytin yağı sıkarlar."

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: " Zul­medenler, aralarında gizlice danıştılar..." (el-Enbfyâ, 21/3) Kur'an'dan baş­ka yerlerde, Bir çok kelimesinin (benzer cümle kuruluşlarında) hazf edilmiş bir mastarın sıiatı olmak üzere mansûb gelmesi de mümkündür. [44]

 

72. Andolsım ki: "Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisi­dir" diyenler kâfir oldular. Halbuki Mesih: "Ey İsrailoğullanl be­nim de Rabbim, sizin de Rabblnlz olan Allah'a ibadet edin" de-mîşti. Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenne­ti ona haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmeden­lerin de hiçbir yardımcıları yoktur.

Yüce Allah'ın: "Andolaun ki: 'Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir oldular** buyruğunda sözü geçen, bu sözü söy­leyen fırka Yakubîlerdir.

Yüce Allah onların da kabul ettikleri kafi bir delille bu iddialarını redde­derek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Mesih: Ey İsrailoğullanî benim de Rab­bim sizin de Rabbiniz olan Allah'a İbadet edin"  demişti.

Yani Mesih'in kendisi: Rabbim, Ey Allah'ım diyen bir kimse olduğuna gö­re, nasıl olur da kendi kendisine dua edebilir ve kendisinden isteklerde bu­lunabilir? Bu imkânsız bir şeydir.

"Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa..." Bir görüşe göre bu buyruklar da Hz. İsa'nın sözleri arasında yer alır. Bir diğer görüşe göre, yüce Allah Hz. İsa'nın sözünü naklettikten sonra kendisi söze devam buyurmuştur. Şirk koşmak ise, O'nunla birlikte bir var edicinin varlığına inanmak demektir.

"Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce Âl-i îmran Sû-resi'nde (3/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın anlamı yoktur.

"Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur. [45]

 

73. "Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler1' de andolsun kâ­fir oldular. Halbuki, bir tek ilâhtan başka hiçbir İlâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara an dolsun ki, pek acıklı bir azap dokunacaktır.

74- Hâlâ Allah'a tevbe etmeyecek ve O'ndan mağfiret dilemeyecek­ler mi? Halbuki Allah, günahları bağışlayandır, mağfiret edendir.

Yüce Allah'ın: "Allah, gerçekten üçün üçüncûsüdvr, diyenler de an­dolsun kâfir oldular." Üç ilahın biridir, anlamındadır. Burada  üçün­cü kelimesinin tenvinli okunması, ez-Zeccâc ve başkalarından nakledildiği­ne göre caiz değildir. Ancak, bu hususta araplarm bir başka kullanımları da vardır. Onlar: Üçün dördüncüsü derler Buna göre, cer ve nasb da caizdir. Zira, bunun anlamı, onlardan birisi olmak suretiyle üçü dört yapan kişi dernektir. Aynı şekilde; İkinin üçüncüsü denilmesi halinde de tenvinli gelmesi caizdir.

Bu görüş, hıristiyan fırkalarından olan Melkânî, Nasturî ve Yakubîlerin gö­rüşüdür Çünkü bu fırkalar, Baba, Oğul ve Ruhul- kudüs bir tek ilahtır, der­ler Bunlar, ayrı ayn üç ilahtır demezler, Mezheblerinden anlaşılan budur. An­cak bunu kabul etmek ve itiraf etmek onlar için kaçınılmaz olduğu halde> bu­nu sözlü olarak ifade etmekten kaçınırlar. Bu durumda olan kimselerin ise, söylemeleri gereken ifadeyi de dile getirmeleri gerekir. Zira onlar, oğul bir ilah, baba bir ilah ve Ruhu'ul kudüs bir ilahtır, derler. Bu husustaki açıkla­malar, daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır

Allah bu sözü söyledikleri için onların kâfir olduklarını ifade ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki bir tek ilahtan başka hiçbir İlâh yoktur." Yani, az önce geçti­ği gibi, onların iddîalanna göre -bunu *özlü olarak açıkça ifade etmeseler da­hi- üç ilâhı kabul ettiklerini söylemek zorunda olmakla birlikte, ilâh birden

çok değildir. eUBakara Sûresinde "vâhid : bir, tek" kelimesinin anlamına da­ir açıklamalar, (2/163- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Buradaki; (5-) edatı zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur). Kur'ân-t Kerîm dışında benzer ibarelerde istisna olmak üzere Bir tek ilah denilmesi mümkündür. eUKisaî, bedel olmak üzere; esreli okuyuşa da uygun kabul etmiştir.

* Eğer vazgeçmezlerse" yani, testîsi söylemekten geri durmayacak olurlar­sa, andolsun ki dünyada da ahirette de onlara pek acıklı bir azap dokuna­caktır.

"Hâlâ... tevbe etmeyecekler mi"? Bu, hem onların durumunu anlatmak­ta, hem de onlara bir azardır. Yani, artık Ona tevbe etsinler ve Ondan gü­nahlarım bağışlayıp örtmesini dilesinler. Maksat, aralarından kâfir olanlar, kü­fürde İsrar edenlerdir. Özellikle kâfirlerin sözkonusu edilmesi ise, bu sözle­ri söyleyenlerin (aralarından iman edenlerin değil de) kâfirler oluşundan dolayıdır. [46]

 

75. Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bizim, âyetleri onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da onların nasıl döndürüldükle­rine bir bakî

Yüce Allah'ın: "Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan,önce de rasûller gelip geçmiştir" buyruğu, mübtedâ ve haberdir. Ya­ni Mesih, her ne kadar mucizeler göstermiş bir kimse ise de bütün peygam­berler mucize göstermişlerdir. Eğer o bir ilah olsaydı, o halde bütün peygam­berlerin de ilah kabul edilmesi gerekirdi. İşte bununla, hem onların sözle­ri reddedilmekte, hem de onlara karşı bir delil gösterilmektedir.

Daha sonra, delil getirmekte işi ileriye götürerek şöyle buyurmaktadır: "Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı." Bu da mübtedâ ve haberdir. "İki­si de yemek yerlerdi." Yani o, hem bîr anadan doğmuştur, hem de onun RabbiT sahibi vardır. Analar tarafından doğurulup yemek yiyen bîr kimse ise, di­ğer yaratıklar gibi sonradan varedilmiş, sonradan yaratılmış demektir. Onlar­dan hiçbir kimse bunu reddedememektedir. Peki, kendisi Rabbe kul olan bir kimse, nasıl Rabb olabilir?

Hıristiyanların iddia ettikleri: O, Nasûtu (insan kimliği (ile) yemek yerdi, lahûtu (ilah kimliği ile) değil şeklindeki sözlerine gelince bu, onların işi ka­tışıklığa götürmeleridir. Hiçbir şekilde ilah olan ilah olmayana karışmaz. Eğer kadimin muhdese (ezelî olanın sonradan yaratılmışa) karışması mümkün ol­saydı, kadimin de muhdes olması mümkün olurdu. îsa hakkında bu düşünülebilirse, başkası hakkında da düşünülebilmelidir. Öyle ki: Lahût, her muhdese karışmıştır denilebilmelidir.

Bazı müfessirler de yüce Allah'ın: "İkisi de yemek yerlerdi" buyruğunun büyük ve küçük abdest yaptıklarından kinaye olduğunu söylemişlerdir. İş­te bunda da her ikisinin de birer beşer olduğuna delalet vardır, Meryem, ka­dın bir peygamber değildi diyenler de, yüce Allah'ın: "Anası ise sıtldîkabir kadındı" buyruğunu delil göstermişlerdir.

Derim ki: Ancak bunun delil olması tartışılabilir. Çünkü, İdris (a.s) gibi; peygamber bir kadın olmakla birlikte sıddîka olması da mümkündür. Nite­kim Âl-i tmran Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) buna delâlet eden açık­lamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ona "sıddîka1' denilişinin sebebine gelince, Rabbinin âyetlerini çokça tas­dik etmesi ve oğlunun kendisine haber verdiği hususları da aynı şekilde doğ­rulaması idi. Bu açıklamalar el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allahtır.

"Bizim, âyetleri (kesin delillerO onlara nasıl açıkladığımı/a bir baki. Son rada onların nasıl döndürüldüklerine bir baki" Yani, bu açıklamalardan sonra haktan nasıl çevirildiklerini bir gör. Döndürme fiilini ifade eden keli­me Onu döndürdü, döndürür, şeklinde kullanılır.

Bu buyruklar, Kaderiyye ve Mu'tezile'nin kanaatlerini reddetmektedir. [47]

 

76. De ki: "Allah'ı bırakıp da sizt hiçbir fayda ve hiçbir zarar ver­meye gücü yetmeyen şeye ibadet mi ediyorsunuz? Halbuki Al­lah, işitendir, hakkıyla bilendir."

Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve hiçbir za­rar vermeye gücü yetmeyen şeye mi ibadet ediyorsunuz?" buyruğu, açık­lamaları ve onlara karşı delil ortaya koymayı daha da ileriye götürmektedir. Yani sizler, İsa'nın bir zamanlar annesinin karnında bir cenin olduğunu, hiç­bir kimseye bir fayda ve bir zarar veremediğini kabul etmektesiniz. İsa'nın geçirdiği hallerden bir halde, işitmez, görmez, birşey bilmez, fayda sağlamaz, zarar vermez bir durumda olduğunu kabul ettiğinize göre, siz onu nasıl ilâh edindiniz?

"Halbuki Allah, işitendir, hakkıyla bilendir. Yani Of ezelden beri işiten­dir, bilendir. Fayda ve zarar verebilendir. İşte ancak bu niteliğe sahip olan gerçek aniamda ilâh olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [48]

 

77. De ki: "Ey kltab ehli, dinînizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve son­ra da dümdüz bir yoldan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın!"

Yüce Allah'ın: "De ki: Ey kitab ehli, dininizde haksız yere haddi aşma­yın** yani, yahudi ve hıristiyanların İsa hakkında aşırıya gittikleri gibi siz de aşın gitmeyin.

Yahudilerin aşırıya gitmeleri, Hz. İsa hakkında onun nikâhlı evlilik sonu­cu dünyaya gelmiş bir çocuk olmadığını söylemeleridir. Hıristiyanların aşı­rıya gitmeleri ise, O'nun ilâh olduğunu iddia etmeleridir.

Aşırıya gitmek (ğuluv), haddi aşmak, sınırı çiğneyip geçmek demektir. Bu­na dair açıklamalar, en-Nİsa Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:"... Bir kavmin hevâlarına uymayın" buyruğundaki hevâ-lar (ehvâ), hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar el- Bakara su­resinde (2/87. âyetin tefsirinde") geçmiş bulunmaktadır. Hevâ'ya bu adın ve­riliş sebebi, sahibini ateşe kadar götürmesinden (aynı kökten gelen ve uçu­rumdan yuvarlamak anlamını veren yelıvî fiili ile İzah etmektedir) dolayıdır.

"Bundan önce sapıklığa düşmüş" buyruğuyla yahudiler kastedilmektedir. "Bir çok kimseyi saptırmış" yani insanların çoğunu da sapıklığa götürmüş, "ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın.'

Yani, Muhammed (savVın doğru ve mutedil yolundan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın. "Sapıklığa düşmüş" anlamının tekrarlanması şu demek­tir: Bunlar, önceden sapıtmış oldukları gibi sonradan da sapıtmışiardır. Mak­sat ise, sapıklığı ilk olarak ortaya koyan ve sapıklığın gereğini yapan, böy­lelikle de sapıklık yolunu açan yahudi ve hıristi yani arın geçmişteki ileri ge­lenleri, önderleridir.[49]

 

78. İsraİloğuüanndan kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi.

Yüce Allah'ın; "İsrailoğullarındaa kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğ­lu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir" buyruğu ile ilgili açıklanacak tek bir hu­sus vardır. O da; peygamberlerin soyundan gelenler olsalar dahi, kâfirlere la­net okumanın caiz olduğu nesebin kazandırdığı şerefin, bu gibi kâfirler hakkında mutlak olarak lanetlemeye engel olmadığıdır.

"Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle" buyruğunun anlamı ise: Ze-burada da İncil'de de bunlara lanet edilmiştir demektir. Çünkü Zebur Hz. Da­vud'un dili, İncil de Hz. İsa'nın dili demektir. Yani Allah onlara her iki kitap-da da lanet etmiştir. Bu kelimelerin (Zebur ve İncil'in) türeyişleri daha ön­ceden açıklanmıştır.

Mücahid, Katade ve başkaları der ki: Onlara lanet edilmesi, maymunlara ve domuzlara dönüştürülmeleri demektir. Ebu Malik de der ki: Hz. Da­vud'un diliyle lanete uğrayanlar maymunlara dönüştürüldüler. Hz. İsa'nın di­liyle lanete uğrayanlar ise domuzlara dönüştürüldüler.

İbn Abbas da der ki: Dâvud diliyle lanet edilenler Ashabu's-Sebt yani, cu­martesi yasağını çiğneyenlerdir. Hz. İsa'nın diliyle lanet edilenler ise, Hz. İsa'ya sofranın (Maidenin) indirilişinden sonra o mucizeyi inkâr edenlerdir. Buna benzer bir rivayet, Peygamber (sav)'den de nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Muhammed (sav)'ı inkâr eden önct.-kiler de sonrakiler de Dâvud ve İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Çünkü, bunların hepsine Muhammed (sav)'ın Allah tarafından gönderilecek bir peygamber olduğu bil­dirilmişti. O bakımdan bu iki peygamber de Muhammed (sav)'a kâfir olan­ları la netle mislerdir.

Yüce Allah'ın: "Bu onların isyan etmeleri...nden dolayı idi" buyruğuna gelince, buradaki Bu, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Yani, onla­ra yapılan bu lanet, isyan etmelerinden ötürüdür. Bir mübtedâ takdiri de müm­kündür. Yani, durumun böyle olması, onların isyan etmelerinden dolayıdır. Nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani: İsyanları ve haddi aşmaların­dan dolayı Biz onlara bunu yaptık, demektir. [50]

 

79- Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçir­meye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi!

Yüce Allah'ın: «Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [51]

 

1- Münkerden Sakındırmanın Gereği:

 

Yüce Allah'ın: "Onlar... birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." Yani, biri ötekini kötülükten vazgeçirmeye gayret etmezdi. "Onlartn yapmakta ol­dukları gerçekten ne kötü bir şeydi" buyruğu da kötülükten sakındırmayı terkettiklerinden dolayı bir yergidir. Onlardan sonra gelenler de onlar gibi davranacak olurlarsa, aynı şekilde yerilirler.

Ebu Dâvud Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki: "îsrailoğullanrun ilk eksikliği şöyle başlamıştı. On­lardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde ona: Ey filan, Allah'tan kork ve yapmakta olduğun şu işi terket. Çünkü bu işi yapmak senin için he­lal değildir der, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onun­la birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı." Daha sonra Hz, Peygamber: "İs-railoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğul İsa'nın diliyle la­netlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı İdi." (el-Maide, 5/78) buyruğundan itibaren: "Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" (el-Maide, 5/Sl) âyetine kadar olan bölümleri okuduktan son­ra göyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim kî hayır (böyle olmaz), ya iyiliği em­reder, kötülükten alıkoyar, zalimin elini tutarak onun hakkın dışına çıkma­sına fırsat vermez, yalnızca hak işlemeye mecbur edersiniz, yahut da Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar ve onları lanetlediği gibi sizi de lanet­ler." Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiştir.[52]

 

2- Münkerden Alıkoymanın Hükmü:

 

İbn Atiyye der ki: Gücü yeten, kendisine ve müslümanlara zarar gelmeye­ceğinden emin olan kimse için kötülüğü sakındırmanın (nehy anil münker yapmanın) farz olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir. Şayet bir kötülük gel­mesinden korkacak olursa, kalbiyle ona karşı çıkar ve o münker işleyen kim­seden uzak kalır, onunla birlikte oturup kalkmaz. İleri derecedeki ilim sahi­bi kimseler de şöyle demiştir: Kötülükten alıkoyan kimsenin hiçbir masiyet işlemeyen bir kimse olması şartı yoktur. Aksine, isyankâr kimseler de birbir­lerini kötülükten alıkoymaya çalışmalıdırlar.

Kimi usul alimleri de : Birbirleriyle kadeh tokuşturanların da bu işten vaz­geçirmeye çalışmaları bir farzdır, der bu âyet-i kerimeyi delil göstererek şu­nu söylerler: Çünkü yüce Allah'ın: "Onlar işledikleri herhangi bir kötülük­ten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı" buyruğu, bu işi işlemekte ortak olmalarını ve birbirlerini bu kötülükten vazgeçirmeyi terkleri dolayı­sıyla yerilmiş olmalarını gerektirmektedir.

Yine âyet-i kerimede, günahkârlarla oturup kalkmanın yasaklığına ve on­ları terk edip onlardan uzaklaşmanın emredildiğine delil vardır. Yüce Allah bunu, yahudilerin yaptıklarını reddeden bir üslup İle indirdiği şu buyruğun­da daha da pekiştirmektedir: "Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün."

"Oldukları şey" buyruğundaki "O): Şey" lafzının nasb mahallin­de ondan sonraki ifadelerinde ona sıfat olması mümkündür. İfade: "Onların yaptıkları o şey, gerçekten de kötü idi" takdirin de otur. Ya da ret' mahallinde ve; anlamında olması da mümkündür. [53]

 

80. Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı şey ne kötü şeydir! Çünkü Allah onlara gazap etmiştir. Azapta da ebedi kalıcıdırlar.

Yüce Allah'ın: "Onlardan yani, yahudilerden "birçok kimsenin" Kâ'b b. el-Eşref ve arkadaşları diye açıklandığı gibi, Mücahid, münafıkların kastedil­diğini ifade etmiştir. "Kâfirleri" yani, dinleri üzerinde olmadıkları halde müd­rikleri, "veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı

şey" yani, güzel ve süslü gösterdiği şey "ne çirkin şeydir!" Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kendileri için ve öldükten sonraki hayatları için dün­yadan gönderdikleri şey ne kadar kötüdür.

Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah onlara gazab etmiştir"

buyruğundak edatı şu sözde olduğu gibi birjmibteda takdirine bina­en ref mahallindedir: "Zeyd ne kötü bir adamdır."

Şöyle de denilmiştir: Bu, yüce Allah'ın; "Ne kötü" (den) sonra ge­len O) dan bedeldir. Ancak, bu edatın nekire kabul edilmesi gerekir ve yi­ne o takdirde ref mahallinde olur.

Bunun "Çünkü Allah onlara gazab etmiştir" anlamın­da nasb mahallinde olması da mümkündür. (Meal buna göre yapılmıştır).

"Azapta da ebedi kalıcıdırlar" buyruğu da mübtedâ ve haberdir.[54]

 

81. Eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene iman etmiş olsa­lardı, onları veli edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir."

Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi" buyruğu; bir kâfiri veli edinen bir kim

senin onun inandığı gibi inanması ve yaptığı işlerden razı olması, halinde; kâfir olduğuna delâlet etmektedir.

"Fakat onların birçoğu fa sık kimselerdir." Yani, getirdiği buyrukları tahrif ettikleri için kendi peygamberlerine iman etmenin dışına çıkmış, yahut da münafıklıkları dolayısıyla, Mulıammed (sav)'a imanın dışına çıkmış kimselerdir. [55]

 

82. Andolsun, insanlar arastada iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacak­sın. İman edenlere sevgi (beslemeleri) bakımından en yakınla­rını da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulacaksın. Bu, arala­rında keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük tas-lamamalarındandtr.

Yüce Allah'ın: "Andolsun, İnsanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler... ol­duğunu bulacaksın" buyruğunda geçen 'İâm" harfi, kasem (yemin) la­mı'dır. el-Hali! ve Sibevyeh'in görüşüne göre, fiilin sonunda gelen "nun" ise, hal ile müstakbel (gelecek) arasındaki farkı göstermek için gelmiştir.

"Düşmanlık (bakımından)" buyruğu ise temyiz olarak mansub gel­miştir. Aynı şekilde: "İman edenle­re sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hıristiyanlarız, diyenleri bu­lacaksın" buyruğu da böyledir. [56]

 

Âyetin Nüzul Sebebi:

 

îbn İshâk'ın Sîyret'i ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i ke­rime, müşriklerden ve onların işkencelerinden korkarak müslümanlann bi­rinci Habeşistan Hicreti diye bilinen hicretleri esnasında Necaşî'nin ve ar­kadaşlarının yanına gitmeleri üzerine; onlar hakkında nazil olmuştur. Sayı­ca az değillerdi. Daha sonra Rasulullah (sav) Medine'ye hicret etti, fakat ken­dileri Hz. Peygamber'e ulaşamadılar. Çünkü Rasulullah (say) ile kendileri ara­sına (yani yanma gitmelerine) ortadaki savaş hali engel olmuştu.

Bedir vakasında Allah'ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri şöyle dediler. Sız, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz. Necaşî'ye bir takım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi gönderiniz. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedirde siz den öldürülenlere karşılık onları öldürebilirsiniz. Bunun üzerine Kureyş kâ­firleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebi Rebia'yı bir takım hediyelerle gönder­diler. Peygamber Csav) da bunu işitince, Amr b, Umeyye ed-Damrfyi (Habe­şistan'a) gönderdi ve onunla bidikte Necaşîye verilmek üzere bir mektup ver­di. Amr b. Umeyye, Necaşî'nin yanına vardı. Ona Rasulullah (sav)'m mektu­bunu okudu. Daha sonra da Cafer b, Ebi Talib ile Muhacirleri çağırdı. Ayn-ca, rahiplere ve keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arka­sından Cafer'e bunlara Kur:ân-ı Kerim okumasını emretti. O da Meryem Sû-resi'ni okudu. Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah: İman edenlere sevgi beslemeleri bakım nidan en yakınlarını da: Bi/ hris-tîyanlanz diyenleri bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu: "Ar­tık bizi şakid olanlarla beraber yaz" (el-Mâide 5, 83) buyruğunu okudu.

Bu hadisi Ebu Dâvud şöylece senedini zikrederek rivayet etmiştir: Bize, Mu-oanımed b. Seleme el-Muradî anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bana Yunus, İbn Şihab'dan haber verdi, fbn Şihab, Ebu Bekr b. Abdurrah-man b. el-Haris b. Hişam ile Said b. el-Müseyyeb ve Urve b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre ilk hicret, müslü mani arın Habeşistan'a yaptıkları hicrettir.., dedikten sonra hadisi uzun uzadıya nakletti.[57]

Beyhakî de İbn îslıâk'tan naklederek der ki: Peygamber (sav) Mekke'de bulunduğu sırada Habeşistanda durumunun duyulması üzerine yirmi veya ona yakın sayıda hıristiyan, huzurana gelmişlerdi. Onu Mescidde buldular. Onun­la konuştular, sorular sordular. Kureyş'ten bazı kimseler de Kâ'benin etrafın­daki sohbet meclislerinde oturuyorlardı. Bu hırisUyanlar, Rasuîulİah tsav)'a sormak istedikleri sorulan bitirince, Rasulullah (sav) onları çağırdı, onlara Kur'an-ı Kerim okudu. Kur'an-ı Kerim'i dinleyince, gözleri yaşla doldu. Son­ra Hz. Peygamberin davetini kabul edip ona iman ettiler, onu tasdik ettiler. Kitaplarında durumuna ait niteliklerin onda bulunduğunu gördüler. Hz. Peygamberin yanından kalkıp gittiklerinde Ebu Cehil, Kureyşli bir gurup ile birlikte karşılarına çıkıp onlara şöyle dediler: Allah sizin gibi kafileyi iflah et­tirmesin. Geride bıraktığınız sizin dindaşlarınız sizi kendileri adına bu ada­ma dair haberleri kendilerine götürmek üzere gönderdiler. Fakat siz, onun-h oturur oturmaz hemen dininizi bıraktınız ve size söyledikleri şeylerde onu doğruladınız. Sizden daha ahmak bir kafile bilmiyoruz dediler; -ya da buna benzer şeyler söylediler. Bunun üzerine şu cevabı verdiler: Selam sizlere. Biz, sizinle cahillik yarışına girmeyeceğiz. Bizim amellerimiz bizim, sizin amel­leriniz sizindir. Biz, kendi adımıza iyilik yapmaktan geri durmayız.

Denildiğine göre, bu gelen kafile Necranlı hıristiyanlardan idi. İşte: "Ön­ceden kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... Size selam ol­sun. Biz cahilleri aramayız" (el-Kasas, 28/52-55) âyetlerinin, bu kimseler hak­kında nazil olduğu da söylenmektedir.

Yine denildiğine göre, Cafer ve arkadaşları, Peygamber (sav)'ın huzuru­na üzerlerinde yün elbiseler bulunduğu halde yetmiş kişi ile birlikte geldi­ler. Aralarında altmış ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şamlı idiler. Şamlı olanlar ise, Rahib Bahira, İdris, Eşref, Ebrehe, Sümame, Rusem, Dureyd ve Eymen adındaki kimseler idiler. Rasulullah (sav) bunlara Yâsîn Sûresi'ni sonuna ka­dar okudu. Onlar da Kur'an-ı Kerimi dinleyince ağladılar ve iman edip şöy­le dediler: Bu, İsa'ya inenlere ne kadar da benziyor. Bunun üzerine hakla­rında: "Andolsun insanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddet­li olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacaksın. îman edenlere sevgi bakımından en yakınların ı da: Biz lııristiyanlarız diyenleri bulacak­sın" âyeti nazil oldu. Yani, Necaşî'nin gönderdiği heyet hakkında bu buyruk nazil olmuştur. Bunlar ise manastırlarda yaşayan kimselerdi.

Said b. Cübeyr de der ki: Yine yüce Allah bunlar hakkında; "Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... işte bunlara iki ke re ecirleri verilir..." (el-Kasas, 28/52-54.) âyetlerini indirdi.

Mukatil ve el-Kelbî der ki: Bunlar, Necran'lı Haris b, Ki'boğullanndan, kırk, Habeşistanlılardan otuz iki, Şam halkından da altmış sekiz kişi idiler.

Katade ise der ki: Bu âyet-i kerime kitab ehlinden olup, İsa'nın getirmiş olduğu hak şeriat üzere bulunan bir takım kimseler hakkında inmiştir.. Al­lah, Muhammed (sav)'ı peygamber olarak gonderince ona iman ettiler, Yü­ce Allah da onlardan övgü ile sözetti.

Yüce Allah'ın Bu, aralarında keşişlerin, rahiple­rin olmasından..." buyruğunda geçen;  Kesifler lafzının tekili; 'dır. Kutrub bu açıklamayı yapmıştır. Keşiş (Kıssis), bilgin demek­tir. Bu kelimenin aslı, bir şeyi izleyip onu ele geçirmek İstemek demek olan; den gelmektedir.

Şair recez vezninde şöyle demiştir:

0 kadınlar eziyet verici {laf alıp götürme) lerden, bunların arkasına takılmaktan habersizdirler."

 İse, geceleyin seslerine ne söylediklerini anlamak için kulak verdim demektir. Nemime (laf alıp götürmek) demektir. Yine kiss, din ve ilim bakımından hıristiyanlıkta bir makamın adıdır Çoğulu şeklinde gelir. da böyledir. Buna göre, Âlim ve âbidiere tabi olanlar, onlann arkalarından gidenler demektir. kelime­sinin çoğulu kırık şeklinde de kullanılır. Burada çoğulda gelmesi gereken iki "sin"den birisi "vav"a değiştirilmiştir. Bunun aslı ise, şek­lindedir İki "sineden birisini "sin"lerin çokluğu dolayısıyla "vav"a dönüştür­müşlerdir.

lafzı ya arapçadır veya rumca olup, araplar bunu dillerine katmış­lar; böylelikle bu kelime de onlann dillerinden bir kelime haline gelmiştir. Zira Kitab-ı Kerimde (mukkaddime bölümünde) geçtiği üzere arapça olma­yan bir kelime yoktur. Ebu Bekr el-Enbârî der ki; Bize babam anlattı: Bize, Nasr b. Dâvud anlattı: Bize Ebu Ubeyde anlattı dedi, Tel: Muaviye b, Hişam'dan bana nakledildiğine göre, Muaviye, Nusayr et-Tai'den, ot es-Salt'dan, o. Ha­miye b. Rebat'tan naklen dedi ki; Ben, Selman'a: "Bu aralarında keşişlerin ve rahiplerin olmasından....dır* buyruğunu okudum dedi ki: Şu keşişleri manastırlarda ve mihrablarda bırak da onu bana Rasulullah (sav): Bu, aralarında sıddîklerin ve rahiplerin olmasından..,dır" diye okuttu,"

Urve b. ez-Zübeyr de der ki: Hıristiyanlar İncil'i kaybettiler. Ve ona İncil'den olmayan şeyleri sokuşturdular. İncil'i değiştirenler dört kişi idiler. Bunlar ise, Lükas, Markos, Yuhannas ve Mekbus'dur, CMinyos diye bilinen Matta olma­lıdır), geriye ise bir tek keşiş hak ve istikâmet üzere kaldı. İşte kim onun di­ni ve yolu üzere kalmaya devam ettiyse, ona da keşiş Ckıssîs) denilir.

Yüce Allah'ın: "Rahiblerin" buyruğuna gelince, Rahibler (er-Ruhbân)t râhib kelimesinin çoğuludur. Şair Nâbiğa söyle demiştir:

"Eğer o (kadın) yaşım başım almış ve kadınlardan kendisini uzak

Tutarak ilâha ibadete yönelmiş bir rahibe görünecek olursa,

Uzun uzun ona bakıp durur ve tatlı sözünü (dinlemeye koyulur) ve o,

Bununla doğru yol üzre olmasa dahi, bu yaptığının doği-u olduğunu zannederdi."

Bu isimden fiil  şeklinde yapılır. Allah'tan korktu, demektir. Mastarları da  şeklinde gelir.

Ruhbanlık (rahbaniyet) ve ruhbanlık etmek (terahhub) ise, bir manastır­da ibadete çekilmek anlamındadır. Ebu Ubeyd der ki: Bazan "ruhban" keli­mesi hem tekil, hem de çoğul İçin de kullanılır, el-Ferrâ ise der ki; Eğer ruh­ban kelimesi tekil için kullanılırsa çoğulu -kurban ve karabin kelimesinde ol­duğu gibi- Rehabine ve Rehâbîn şeklinde gelir. Cerir de bu kelimenin ço­ğulunu şöylece kullanmaktadır:

"Seni görseler eğer Medyen'in rahipleri de inerler Ayaklarının bir bölümü beyaz olan dağların zirvelerindeki yaşlanmış dağ keçileri de inerler."

Bir diğeri de ruhbanı tekil kullanarak şöyle demektedir:

"Şayet dağlardaki manastırda bulunan rahibi görecek olsa, O raMb dağdan dua ede ede yürüyerek aşağı inerdi."

Rahâbet ise, karnın üst tarafında, şekli dili andıran göğüsteki bir kemiğin adıdır.

Bu buyruk, aynı zamanda aralarından küfürleri üzere ısrar edenler İçin de-ğil de yalnızca Muham.med'e iman edenler için bir övgüdür, İşte bundan do­layı: "Ve onların büyüklük taslamamalanodandır* yani, hakka bağlanmak­ta büyüklük taslamamalanndandır, diye buyurmuştur. [58]

 

83- Peygambere indirileni işittiklerinde hakkı bildiklerinden göz­lerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, İman ettik. Artık bizi şah id olanlarla beraber yaz."

Şanı yüce Allah'ın: "Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildik-

lerinden, gözlerinin yaşla dolup taktığını görürsün" buyruğundaki:

"Yaşla" ifadesi hal konumundadır.

"Derler ki" buyruğu da böyledir. Şair İmruu'1-Kays der ki:

"Özlem duyarak gözyaşlarını taştı da

Bağrıma düştü, hatta gözyaşlarını kılıcımın kınını dahi ıslattı."

Yine aynı kökten gelen "müstefl(d) haber" de çokluktan dolayı suyun taş­ması gibi çoğalan ve yayılan haber demektir.

İşte ilim adamlarının hali budur. Onlar ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Al­lah'tan dilerler. Fakat, feryad ve figan etmezler. Üzüntülü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.

Nitekim yüce Allah: "Allak sözün en güzelini:, müteşabih, tekrar tekrar edi­len bir kitap halinde indirmiştir. Ondan ötürü Rabblerinden korkanların derileri titrer. Sonra Allah'ın zikrine derileri ve kalpleri yumuşar" (e^Zü-mer, 39/23) diye buyurmaktadır.

Bir başka yerde de: "Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalpleri titrer..." (el-Enfal, 8/2) diye buyurmuştur. Yüce Allah'ın izniy­le ileride en-Enfal Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) buna dair açık­lamalar gelecektir. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerimelerde, kâfirler arasında müslümanlara karşı en katı, inatçı ve ileri derecede düşman olan kimselerin yahudiler olduklarını, müşriklerin de bunlara benzediklerini açıkladığı gibi, sevgi bakımından onlara daha yakın olanlarının ise hıristiyanlar olduklarını açıklamaktadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: wArtik bizi şahid olanlarla beraber yaz" buyruğuna gelin­ce, bizi de hakk ile şahidlik yapan Muhammed (sav)'ın ümmeti ile birlikte yaz demektir. Bununla kendilerini yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir üm­met kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız" (et-Bakara, 2/143) buyruğunda geçen şahidler arasına katmasını istemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas ve îbn Güreyc'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: İman ile şahid­lik eden kimselerle beraber yaz, demektir, Ebu Ali de der ki: Peygamberim ve Kitabım doğrulayarak şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir,

"Bizi... yaz kılr demektir. O bakımdan bu, yazılıp tedvin edilen şey gi­bi bir anlam ifade eder. [59]

 

84. Rabbİmizin bizi de salihler topluluğu ile birlikte (cennete) sok­masını ütnid edip dururken, ne diye Allah'a ve bize gelen hak­ka iman etmeyelim?

Şanı yüce Allah'ın: "... ne diye Allah'a ve bize gelen hakka iman yelim" buyruğu, onların din hususundaki basiretlerini açıklamaktadır. Yani, biz ne diye iman etmeyelim? Yani, ne diye imam terkedelim; derler. Buna gö­re "(£rfjJ): İman ederiz" kelimesi, burada hal olajak nasb mahallin dedir

"Rabbimizln bizi de sal i hler topluluğu ile birlikte (cennete) sobrnüi ümidedlp dururken." Yani, Muhammed ümmeti ile birlikle ... demektir. Buı-na delil de yüce Allah'ın: "Muhakkak arza Benim satıh kullarım ryıirasçı ala­caktır" (.el-Enbiya, 21/105) buyruğunda Muhammed ümmetini kastetmiş el­masıdır.

Bu ifadelerde hazf edilmiş kelimeler vardır. Yani biz, Rabbimizin bm. cennete sokmasını ümid edip dururken.... demektir.

Buradaki "Birlikte" lafzının, "Arasında" anlamında olduğun söylenmiştir. Emiri karşılayanlarla birlikte idim, anlamam­da kullanılması gibi, tttlmid etmek anlamındaki tama'ın masum şekillerinde gelebilir. [60]

 

85. Allah da onları söylediklerinden dolayı, altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî kalmak üzere onlara mükâfat olarak ih­san etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.

86. Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ate­şin arkadaşlarıdırlar.

Yüce Allah'ın; "Allah da onları söylediklerİaden dolayı... cennetleri... onlara mükâfat olarak İhsan etti" buyruğu, onların imanlarının îhlasına ve

sözlerinin doğruluğuna bir delildir. Yüce Allah, onların dileklerini kabul et­ti, umduklarını gerçekleştirdi, îşte ihlaslı bir şekilde iman edip, doğru sami­mi bir yakîne sahip olan herkesin mükâfatı cennet olur.

"Kâflrohıp" yalıudi, hıristiyan ve müşrikler arasından küfürde kalıp, "âyet­lerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar." Çılgın ateş (el-Cahîm) oldukça şiddetli yanan ateş demektir. Ateşi şiddet­le yakmayı ifade etmek üzere Filan kişi ateşi kızıştırdı, deni-iir. Aynı şekilde aşın derecede parıldadığından dolayı arslanın gözüne de;  denilir. Aynı tabir, savaş hakkında da kullanılır. Şair der ki:

"Savaş öyle bir şey ki, onun alevli ateşi içerisinde kalanın Ne hayal kurması olur, ne de sevinip coşması, Ancak tehlikeli hallerde çok dirençli yiğitler ile Tırnağı sağlam at kalır. [61]

 

87. Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en gü­zel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah had­di aşanları sevmez.

Yüce Allah'ın; "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın" buyruğuna dair açık­lamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [62]

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Taberî'nin, İbn Abbas'a kadar ulaşan bir sened ile naklettiğine göre âyet-i kerime, Peygamber (say)'a gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nazil olmuştur: Ey Allah'ın Rasulü, ben et yedim mi, cinsi isteğim harekete geçer ve şehvetim bana galip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım. Bu-nun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerime, aralarında Ebu Bekir, Ali, İbn Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ebu Zer el-Ğıfarî, Ebu Huzeyfe'nin azadh köle­si Salim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Mâ'kil b. Mukarrin (Allah hepsinden razı olsunVin de bulunduğu, Rasulullah ashabından bir topluluk dolayısıyla nazil olmuştur. Bunlar, Osman b, Maz'un'un evinde bir araya gel­diler vç gündüzün oruç tutup, geceleyin namaz kılmak, döşek üzerinde uyu­mamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünme­mek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde do­laşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Her ne kadar nüzul sebebinden söz edilmiyorsa da bu anlamdaki rivayet­ler pek çoktur. Bu rivayetler de bir sonraki başlığımızın konusudur. [63]

 

2- Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair

 

Ashabı Kiram'ın Eğilimi ve Hz. Peygamberin Bunu Reddi:

Müslim, Enes'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav)'ın ashabından bir gurup, Peygamber (sav)'ın hanımlanndan onun gizlice işlediği amellere da­ir soru sordular. Daha sonra onlardan birisi: Ben kadınlarla evlenmeyeceğim dedi. Bir diğerleri: Ben de et yemeyeceğim, dedi. Bir başkası ise: Döşek üze­rinde uyumayacağım dedi. Peygamber (sav) Allah'a hamd-ü senada bulun­duktan sonra şöyle buyurdu: "Şöyle şöyle diyen bir topluluğa ne oluyor ki, îşte ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da. Oruç da tutuyorum, orucumu aç­tığım da oluyor. Kadınlarla da evleniyorum- Benim sünnetimden yüz çevi­ren benden değildir."[64]

Bu hadisi Buhari de yine Enes'den rivayet etmiştir. Lafzı da şöyledir: Enes dedi ki: Peygamber Csav)'ın hanımlarının odalarına üç kişi gelerek Peygamber efendimizin ibadetine dair soru sordular. Onlara (bu hususta is­tekleri) haber verilince, bunu (kendileri İçin) azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sav) nerede.? Allah onun geçmiş ve gele­cek bütün günahlarını bağışlamış bulunuyor. Onlardan birisi şöyle dedi: Ben ebediyyen gece namazı kılacağım. Diğeri ise: Ben de sene boyunca oruç tu­tacağım ve asla oruç açmayacağım dedi, öteki de: Ben de kadınlardan uzak duracağım, ebediyyen evlenmeyeceğim dedi. Rasulullah (sav) gelip şöyle bu­yurdu: "Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?. Bana gelince, Allah'a yemin ederim aranızda Allah'tan en çok korkanınız, OJna karşı en takvah olanınız be­nim. Ama ben, oruç da tutarım, oruç açarım da. Namaz da kılarım, uyurum da. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa o, benden değildir."[65]

Buharî ve Müslim'de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Osman b. Maz'un, kadınlardan temelli olarak uzaklaşmayı ve evlen­memeyi istedi de, Peygamber (sav) ona böyle yapmasını yasakladı. Şayet bu işi için ona cevaz vermiş olsaydı, biz de kendimizi buracaktik.[66]

İmam Ahmed b. Hanbel (r.a) da Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Bi­ze Ebu'l-Muğîre anlattı dedi ki: Bize, Muan b. Riraa anlattı, dedi ki: Bana, Ali b. Yezİd, el-Kasım'dan anlattı. O, Ebu Umame el-Bahilf (raydan şöyle dedi­ğini nakletti: Rasulullah (sav) ile sedyelerinden birisinde beraber çıktık. Adamlardan birisi, içinde bir miktar su bulunan bir mağaranın yanından geç­ti. Bu mağarada kalarak oradaki sudan İçip, etrafında bulunan bakliyattan yemeyi ve böylelikle dünyadan el etek çekmeyi içinden geçirdi. Sonra de­di ki: Peygamber (savVa gidip ona bundan söz etsem (iyi olur). Bana izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun üzerine Hz, Peygamber'in yanına varıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi ben, beni yaşatacak kadar suyu ve bakliyatı bulunan bir mağaranın yanından geçtim. İçimden bu mağarada kalıp dünyadan el etek çekmek geçti. Peygamber (sav) ona şöy­le buyurdu: "Ben, ne yahudilik ile gönderildim, ne de Hıristiyanlıkla. Aksine ben, müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed'in nefsi elinde bu­lunana yemin olsun ki, Allah yolunda sabahleyin bir yola çıkış, yahut da ak­şamleyin bir yola kovuluş, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayır­lıdır. Sizden herhangi birinizin (savaş için, ya da cemaatle namaz için) saf­ta durması, altmış yıl (kendi başına nafile) namazından hayırlıdır."[67]

 

3. Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle Uğraşanlar:

 

İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Bu âyet-I ke­rime ile, ona benzeyen diğer âyetler ve bu anlamda varid olmuş hadis-i şe­rifler, aşın giden zühd taslayıcıları ile mutasavvıflar arasından işi tembelliğe vuranların yaklaşımları reddedilmektedir. Zira bunların her birisi kendi yo­lundan uzaklaşmış ve maksadını gerçekleştirmekten uzak düşmüştür.

Taberî der ki: Bir müslüman bunlan kullanmaktan dolayı bir dereceye kadar zorluk ve sıkıntılar ile karşıla1? a cağından korksa bile Allah'ın mü'min kullan için helal kılmış olduğu şeylerden herhangi bir hoş ve temiz yiyeceği, giyeceği veya evlenmeyi haram kılması hiçbir müslüman için caiz değildir. İşte bundan dolayı Peygamber (sav) Osman b. Maz'un'un kadınlardan uzak durmak isteğini reddetmiştir. İşte, bununla da Allah'ın kulları için helal kıl­mış olduğu herhangi bir şeyi terk etmekte fazilet olmadığı sabit olmaktadır. Fazilet ve iyilik, Allah'ın kullarını teşvik ettiği şeyleri, Rasulullah (sav)'ın yapıp, ümmeti için sünnet kıldığı ve raşit imamların (halifelerin) izinden giderek tabi oldukları şeyleri yapmaktır. Zira yolun en hayırlısı Peygamberimiz Muhammed (sav)'ın yoludur.

Durum böyle olduğuna göre, helalinden pamuk ve ketenden yapılmış el­bise giymeye gücü yettiği halde kıldan ve yünden yapılmış elbiseleri tercih edenlerin, aynı şekilde kadınlara ihtiyacının arız olmasından çekindiği için ve benzeri yiyecekleri terk edip bayağı şeyleri yemeyi tercih edenlerin yan­lışlığı böylelikle ortaya çıkmaktadır,

Yine Taberî der ki: Kaba şeyleri giyip, yemenin, nefse ağır gelmesi ve ikisinden artan değeri ihtiyaç sahiplerine harcamak dolayısıyla haynn söy­lediğimizden başka yolda olduğunu kim zannederse, hiç şüphesiz yanılmış olur. Çünkü, insana öncelikle gerekli olan, kendi nefsinin salâhı ve Rabbine itaat hususunda nefsine yardımcı olmasıdır, Bayağı şeyler yemekten daha çok vücuda zararlı hiçbir şey yoktur. Çünkü, bu bayağı şeyler kişinin aklını bozar, Allah'ın kendisine itaate sebep kıldığı organlarını zayıf düşürür.

Bir adam Hasan-ı Basrî'nin yanına gelerek şöyle demiş: Benim bir kom­şum var, bir türlü pekmez peltesi yemiyor. Hasadı Basrî: Neden diye sorun­ca adam, o, bunun şükrünü eeta edemeyeceğinTsöylüyor. Hasan der ki: Pe­ki o kişi soğuk su içiyor mu? Soruyu soran: Evet deyince, şu cevabı verdi: Senin komşun cahilmiş» Çünkü, yüce Allah'ın soğuk su nimeti onun üzerin­de pekmez peltesi nimetinden daha fazladır.

İbnü'l-Arabî de der ki: İlim adamlarımız şöyle demiştir; Bu, dinin dos doğ­ru uygulanması ve malın haram olmaması halinde böyledir. Şayet insanların dini fesada uğrar, haram yaygınlık kazanırsa, bu sefer evlenmekten uzak dur-mak.daha efdal, lezzetleri terketmek daha uygundur. Helalinden bulacak olur­sa, Peygamber (sav)'ın haline uygun hareket daha faziletli ve daha üstündür.

el-Mühelleb der ki: Peygamber (sav)'ın evlilikten uzak durmayı ve ruhban­lığı yasaklaması, kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğuyla övünmesi, dünyada da onları yanına alarak kâfir taifeleriyle çar-pışmasıdır. Kıyamet gününde de onun ümmeti Deccal ile çarpışacaktır, İşte Peygamber (sav) bundan dolayı ümmetin neslinin çoğalmasını istemiştir. [68]

 

4- Haddi Aşmanın Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Ve haddi aşmayın" buyruğunun anlamı şöyle açıklanmış­tır: Haddi aşarak Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmayınız. Buna göre, bura­daki iki nehiy her iki yolu kapsamaktadır. Yani, işi sıkı tutarak helâl bir şeyi haram kılmayınız. Ruhsata kadar götürerek haram olanı da helal kılmayınız. Bu açıklamayı Hasan-ı Basrî yapmıştır. Bunun anlamının: "Haram kılmayın" buyruğunu te'kid etmektir. Bu açıklamayı da es-Süddî, İkrime ve başkaları yapmıştır. Yani, Allah'ın helâl kıldığı, meşru kıldığı bir şeyi haram kıl­mayınız. Ancak birinci anlam daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [69]

 

5- Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü:

 

Kim kendisine yiyecek, içecek veya kendisine ait bir cariyeyi, ya da Allah'ın kendisi için helâl kılmış olduğu herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, Ma-Ük'e göre ona bir şey düşmez ve bunların herhangi birisi dolayısıyla ona kef-faret de düşmez. Şu kadar var ki, o, cariyeyi kendisine haram kılmakla onu azad etmeyi niyet etmişse, o carîye hür olur ve onu azad ettikten sonra yeni bir nikâh ile nikahlamadıkça onunla ilişki kurması haram olur.

Aynı şekilde hanımına: Sen bana haramsın diyecek, olursa, o istemese de üç talak ile boşanmış olur. Çünkü, yüce Allah açık ve kinaye lafızlar ile boşamak suretiyle hanımını kendisine haram kılmasını mubah kılmıştır. "Haram" lafzı ise, boşamadaki kinaye lafızları arasındadır.

Yüce Allah'ın izniyle, et-Tahrîm sûresinde (66/1. âyet, 4. baslıkta) ilim adamlarının bu husustaki görüşleri açıklanacaktır.

Ebu Hanife der ki: Kim bir şeyi kendisine haram kılarsa, o şey kendisine haram olur. O şeyi ahp kullanacak olursa, keffâret vermesi gerekir Bu ise uzak bir İhtimaldir, âyet de onun görüşünü reddetmektedir.

Said b. Cubeyr ise der ki: Yemindeki lağıv (lağv yemini) haramı helal kıl­maktır (yani, boş anlamsız bir davranıştır). Şafiî'nin ileride geleceği üzere konu ile ilgili görüşünün de anlamı budur.[70] 

 

88- Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve tertemiz olarak yiyin. Ve siz, iman ettiğiniz Allah'tan korkunuz.

Yüce Allah'ın: "Allah'ın sim: verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin"

buyruğu ile ilgili olarak tek bir hususu açıklayacağız:

Bu âyet-i kerimede "yemek"; yemek, içmek, giyinmek, binmek ve buna benzer yollarla faydalanmaktan ibarettir. Özellikle "yemerinin sözkonusu edilmesi ise, insan için en önemli maksat ve en özel yararlanma yolların­dan biri oluşu dolayısıyladır. İleride el-A'raf sûresinde (7/31- âyetin tefsirin­de) yemenin, içmenin ve giyinmenin hükmüne dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir.

Lezzet veren şeylere karşı arzu duyup, canın çektiği çeşitli şeyleri elde et­mek hususunda nefse karşı direnmeye gelince, bu hususta nefse imkân tanımak konusunda insanların farklı yaklaşımları vardır, Onlardan kimisi, nef­si bu işlerden alıkoyup arzuladığı şeylerin arkasından gitmekten alıkoymanın, nefsinin dizginlerini ete geçirebilmesi ve inadını hafifletmesi açısından da­ha uygun olduğu görüşündedir. Çünkü, eğer nefsinin isteğini gerçekleştirecek olursa, nefsinin arzularının esiri olur ve nefsi onu istediği yere götürür Nakledildiğine göre Ebu Hâzim, meyvenin yanından geçer, canı onu yemek İster, fakat: Senin bunlarla buluşma yerin cennettir, dermiş.

Başkaları da şöyle demektedir: Zevk aldığı şeyleri ele geçirmesi için nef­se imkân tanımak, nefsi rahatlatacağından, istediği şeyi elde etmekle daha bir canlanacağından böylesi daha uygundur.

Başka bir kesim de şöyle demektedir: Bu hususta orta yolu tutmak daha uygundur. Çünkü nefsine istediği şeyleri kimi zaman verip kimi zaman ver­memek, her iki yolu da telif etmektir. Bu ise, kusursuz bir orta yoldur.

Haddi aşmak (i'tidâ) ve rızkın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (Haddi aşmak: 2/62. âyetin tefsirinde, nzık ise 2/3. âyetin tefsiri, 23- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamd olsun. [71]

 

89. Allah sizi yemhılcrhıizdeki lağlvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sorumlu tutar. Bunun keffâretî, ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek, ya da bir köle azad et­mektir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin et­tiğiniz takdirde yeminlerinizin keöareti budur. Yeminlerinizi koruyun, şükredersiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı kırkyedi başlık halinde sunacağız: [72]

 

1- Lağv Yemini ve Yemin:

 

Yüce Allah'ın: Allah sizi, yeminler in izdeki lağivden dolayı sorumlu tut­maz" buyruğunda geçen "Iağ"vin anlamı, el-Bakara Sûresi'nde (.2/225. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kfifctfj)'. yeminlerinizde" buyruğu İse, yeminlerinizden dolayı demektir. "Eyman: yeminler" yemin kelimesinin çoğuludur. Yemin kelimesinin hayır ve bereket anlamına gelen "yumrTden fail vezninde isim olduğu söylenmiştir.

Yüce Allah yemine bu adı, kakları koruduğundan dolayı vermiştir. Yemin kelimesi hem müzekker, hem müennes olup, cem'i "eymân ve eymun" şek­linde gelir. Şair Züheyr der ki;

"Bizden de, sizden de yeminler toplanıp bir araya gelir. [73]

 

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbas der ki: Âyetin nüzul sebebi, helâl ve temi2 olan yiyecek, giyecek ve hanımları ken­dilerine haram kılan kimselerdir- Onlar, bu hususa (bu helâlleri kendilerine haram kılmaya) yemin ettiler. Fakat: "Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın" (el-Maide, 5/87) âyet-i nazil olunca, pe­ki yeminlerimizi ne yapacağız dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzü oldu.

Bu görüşe göre buyruğun anlamı şöyle olur: Sizler, önce yemin eder, son­ra da o yemininizi İağv ederseniz. Yani, keffarette bulunmak suretiyle hük­münü kaldırır ve keffârette bulunacak olursanız, bundan dolayı Allah sizâ sorumlu tutmaz. O, yeminlerinizi devam ettirip, yeminlerinizi İağv eı~ memeniz, yani keffaretini yerine getirmememz^sebebiyle sizi sorumlu tutar.

Bununla, yeminin herhangi bir şeyi haram kılmadığı açıkça ortaya çıkmak­tadır. Bu, aynı zamanda Şafiî'nin de yemin ile haramı helal kılmanın bir il­gisinin bulunmadığı ve helal olan bir şeyi haram kılmanın İağv (boş bir iş> olduğu görüşüne delildir. Tıpkı, haram olan bir şeyi helal kılmanın İağv ol­ması gibi. Mesela bir kimse: Ben, şarap içmeyi helal kıldım, diyecek olursa, bu görüşe göre âyet-i kerime sunu gerektirmektedir: Yüce Allah, helal olan bir şeyi haram kılmaya dair sözür o hela] bir şey haram kılanamayacağından dolayı İağv kabul etmiştir. O bakımdan: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağir-den dolayı sorumlu tutmaz" yani, helâli haram kılmak suretiyle boş yemin­den dolayı sorumlu tutmaz, demektir.

Rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Revâha'nın yetimleri vardı. Ona mis­afir gelmişti. Gece bir miktar ilerledikten sonra işinden döndü ve misafirime yemek yedirdiniz mi dedi. Onlar: Seni bekledik dediler. Bu sefer: Allah'a yenıin olsun bu gece onu yemiyeceğim, dedi. Misafiri de: Ben de yiyecek değil­im, dedi. Yetimleri de: Biz de yemeyiz, dediler. Dunumun böyle olduğunu görün­ce, o da yedi, diğerleri de yediler. Daha sonra Peygamber (sav)'ın yanına varıp durumu ona haber verince, Hz. Peygamber ona; "Sen, rahmana itaat et­tin, şeytana da asi oldun" dedi ve bunun üzerine de bu âyet-İ kerime indi.[74]

 

3- Yeminlerin Kısımları:

 

Şeriatte yeminler dört kısımdır: İki kısmında keffâret vardır, iki kısmında da keffâret yoktur.

Dârakutnî, Sünen'inde şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize, Abdullah b. Muhammed b. Abdülaziz anlattı. Bize, Halef b. Hişam anlattı. Bize, Abser, Leys'den anlattı, o, Hammad'dan, of İbrahim'den, o, Alkame'den, o da Ab­dullah b. Mes'dan şöyle dediğini nakletti: Yeminler dört türlüdür. İki yemin için keffaret vardır, iki yemin için de keffaret yoktur. Keffareti gerektiren iki yemin şunlardır: Bir kimse Allah adına yemin olsun şunu şunu yapmayacağım diye yemin edip o işi yaparsa keffaıette bulunur. Yine bir adam, Allah'a yemin ederim, mutlaka şu şu işi yapacağım dediği halde yapmazsa, bunun için de keffaret gerekir. Keffareti gerektirmeyen iki yemine gelince; Bir kimse Allah'a yemin ederim ben, şunu şunu yapmadım dediği halde, eğer o işi yapmışsa (keffaret) gerekmez. Yine bir adam yemin eder ve and olsun ben şu şu işi yaptım, dediği halde yapmamış ise, (yine keffaret) gerekmez.[75]

İbn Abdi'1-Berr dedi ki: Hem "Camİ'"nde hem Mervez?nin de kendisin­den naklettiğine göre Süfyan es-Sevrî şöyle demiş: Yeminler dörttür. İki ye­min için keffaret vardır. O da bir kimsenin, Allah'a yemin ederim yapmam deyip yapması veya Allah'a yemin ederim mutlaka yapacağım deyip sonra da yapmaması şeklindeki yeminlerdir. İki yeminin de keffareti yoktur. Bu da bir kimsenin Allah'a yemin ederim ben yapmadım dediği halde, yapmış ol­ması, ya da Allah'a yemin ederim ben bunu gerçekten yaptım dediği halde yapmamış olması halidir. el-Mervezî der ki: İlk iki yemin hususunda, ilim adamlan arasında Sütyan'ın dediğinden farklı bir görüş beyan eden olmamış­tır Ancak, son iki yemin ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri var­dır. Şayet, yemin eden kişi eğer şu şu işi yapmadığına dair yemin etmiş, ya­hut şu şu işi yaptığına dair yemin etmiş ve kendi kanaatine göre o, doğru söylediğini düşünüyor doğrunun da yemin ettiği gibi olduğu görüşünde ise, bundan dolayı onun için günah da yoktur, keffaret de yoktur. Malik, Süryan-1 Sevrî ve rey sahiplerinin görüşüne göre bu böyledir. Ahmed ve Ebu Ubeyd de böyle demiştir. Şafiî tse onun için günah yoksa da keffarette bu­lunması gerekir, demektedir el-Mervezî der ki: Şafiî'nin bu görüşü pek kuv­vetli değildir. (el-Mervezî) devamla der kî: Şayet şu şu işi yapmadığına da­ir yemin eden kişi eğer o işi yapmış olmakla birlikte kasten yalan söylemiş ise, günahkârdır ve onun için yine keffaret gerekmez. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Malik, Süfyan-ı Sevrî, Rey sahipleri, Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd bu görüştedirler. Şafiî ise, keffaret gerekir, demektedir.

(Yine el-Mervezî) der ki: Bazı tabiinden Şafiî'nin görüşüne benzer rivayet­ler kaydedilmiştir. el-Mervezî der ki: Ben, Malik ve Ahmed'in görüşüne meyletmekteyim. Genel olarak ilim adamlarının ittifakla lağv olduğunu ka­bul ettikleri lağv yeminine gelince, o da bir kimsenin, yemin akdetmek (yeminine bağlı kalmak) kastı olmaksızın ve böyle bir istekte de bulunmak­sızın, konuşması esnasında: Hayır vallahi, evet vallahi demesidir. Şafiî der kt Bunun böyle olması tartışma, kızgınlık ve acele halinde sözkonusudur. [76]

 

4- Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün'akide:

 

Yüce Allah'ın: "Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar" buyruğunda "kar harfi deo gelmek üzere şeddesizdir. Akd ise, ipi düğümlemek gibi maddi ve sattş akdi gibi hükmî (akid) olmak üzere iki türlüdür. Şair der ki:

BOnlar, öyle bir topluluktur ki, himaye ettikleri

tümse lehine bir akidle bağlanacak olurlarsa alttan da düğüm atıp bağlarlar.

üstten de düğüm, atıp bağlarlar."

Mün'akide yemindeki "münâkide" kelimesi, akdden münfaile veznindedir. Bu ise, kalbin gelecekte herhangi bir işi yapmamak üzere karar verip, son­radan o işi yapması yahut bir işi mutlaka yapmak üzere karar vermekle bir­likte yap mama sidir. Az önce geçtiği gibi.

İşte ileride de geleceği üzere istisna "(inşaallah" demek) ve keffaretin çözdüğü yemin budur.

Bu kelime, "ayırfdan sonra "elif getirilerek laale vezni üzere; şek­linde okunmuştur. Bu ise, çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak (müşâreke) halinde yapılır. Bu durumda ikinci kişi, kendisiyle yapılan konuşma esnasında kendisi sebebiyle yemin olunan kişi de olabilir, mana: Üzerinde yemin akidlerîni yaptığınız şeylerden sizi sorumlu tutar, şeklinde de olabilir. Çünkü  akdetti; ahitleşti, anlamına yakındır. Bun­dan" dolayı harf-i cer ile teaddi etmiş (geçiş yapmışldir. Zira bu kelime anlamım da ihtiva etmektedir. Bu ise, ikincileri harf-i cer ile olmak üzere iki mefule teaddi eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kim de Allak ile ahd ettiği şeye bağlı kalırsa..." (el-Feth, 48/10) Bu da; Namaza çağırdığınızda" (el-Mâide, 5/58) buyruğunun edatı ile teaddi etmesi gibidir. Oysa bu, Zeyd'e seslendim, demek gibi (harf-i cersiz olarak) teaddi etmelidir. Nitekim: "ona Tafun sağ tarafından seslendik" (Meryem, 19/52) buyruğunda da böyledir. Şu kadar var kî, burada seslenmek, davet et­mek anlamına kullanıldığından dolayı; harfi ile teaddi etmiştir. Nitekim yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Alllah'a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet, 41/33) Daha son­ra yüce Allah'ın; "Fakat üzerine bağlanmış olduğunuz yemin­lerinizden..," şeklindeki buyruğundan harf-i cer hazf edilerek fiil hemen mef'ule geçiş yapmakta ve; Hakkında akid yaptığınız, bağlandığınız.... haline gelmiş, arkasından yüce Allah'ın: "Emrotunduğunu açıkça bildir" (el-Hicr, 15/94) buyruğundan hazf edildiği gibi bundan da "he" zamiri hazf edilmiştir

Ya da burada; "vezni, O anlamında da olabilir. Yüce Allah'ın: "Allah onları kahretsin" buyruğunda olduğu gibi. Nitekim Arapça-da müşâreke (.işteşlik) için kullanılan bu vezin, kimi zaman müşâreke vez­ni anlamı olmaksızın tek kişi tarafından yapılan i§ hakkında da kullanılır Yolculuk yaptım, yardımcı oldum, demek gibi.

"Bağlanmış olduğunuz" anlamına gelen kelime, "kaf harfi şeddeli olarak; diye de okunmuştur.

Mücahid der ki: Bu okuyuşun anlamı, kastî olarak bilerek yaptığınız yeminler demektir. îbn Ömer'den rivayet edildiğine göre şeddeli kıraat tekrarı gerektirir. O bakımdan böyle bir kimse yeminini tekrarlamadıkça (ve tekrar bir daha bozmadıkça) keffârette bulunması gerekmez. Ancak, Peygam­ber (sav)'dan şöyle dediğine dair gelen rivayet bunu reddetmektedir: "Şüph­esiz ki ben Allah adına bir hususa dair yemin edersem de ondan bir başkasının o işten daha hayırlı olduğunu görürsem, -inşallah- mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine getiririm."[77]

Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber tekrar yapılmayan yeminde kef» faretin vacip olduğundan sözetmektedir.

Ebu Ubeyd der ki; Bu kıraate göre "karın şeddeli okunuşu defalarca ardı arkasına tekrarlanmasını gerektirir. Ben, bu şekilde okuyan kimsenin tek bir yeminini birkaç defa tekrarlamadığı sürece ona keffaretin gerekmeyeceği hususundan emin değilim. Ancakt bu icmaa aykın bir görüştür. Nâfi'nin ri­vayetine göre İbn Ömer, yeminini pekiştirmeksizin bozacak olursa, on yok­sul yedirirdi. Yeminini pekiştirdikten sonra bozacak olursa da bir köle azad ederdi. Nafi'a :Yeminini pekiştirmesinin (te'kid etmesinin) anlamı nedir, diye sorulunca, şu cevabı verdi: Bir şeye defalarca yemin etmesi demektir. [78]

 

5- Yemin-i Gamûs:

 

Ğamûs yemini diye bilinen t kasten yalan yere) yeminin, münâkide yemi­ni olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır.

Cumhurun kabul ettiği görüşe göre ğamûs yemini bîr hile, bir aldatma ve bir yalan yemindir. O bakımdan böyle bîr yemin münâkid olmaz ve bunda keft'âret de yoktur. Şafiî der kî: Bu, münâkide bir yemindir. Çünkü, kalp vasıtasıyla kast edilmiştir. Ve bir habere bağlı olarak; yüce Allah'ın ismiyle birlikte yapılmıştır, O bakımdan onda keffaret gerekmektedir. Ancak sahih olan birinci görüştür.

İbnü'l-Münzir der ki: Malik b. Enes ve Medinelilerden ona tabi olanların görüşü de budur. Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlılar da böyle demişlerdir. es-Sevrî ve Iraklıların görüşü de budur. Ahmed, Islıâk, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd ile Küfe halkından hadis ashabı İle rey ashabı fla böyle demiştir. Ebu Bekr der ki: Peygamber (sav)'ın: "'Her kim bir yemin eder de başkasının ondan da­ha hayırlı olduğunu görürse, daha hayırlı olanı yapsın ve yeminine keffarette bulunsun" ile: "Yemininin keffaret ini yerine getirsin ve hayırlı olan şey ne ise onu yapsın"[79] buyrukları, keft'aretin gelecekte bir işi yapmak üzere yemin ettiği halde yapmayan, yahut yine gelecekte bir işi yapmamak üzere yemin edip de onu yapan hakkında gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

Bu meselede ikinci bir görüş daha vardır ki r o da kastî olarak Allah adına yalan yere yemin edip günah İşlemekle birlikte keftarette bulunması gerek­tiğidir. Bu da Şafiî'nin görüşüdür. Ebu Bekir devamla der ki: Ancak biz, buna delil olabilecek bir haber bilmiyoruz. Kitap ve sünnet birinci görüşün lehine delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı yemin­lerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yap-mayın." (el-Bakara, 2/224") İbn Abbas der ki: Kişi akrabalarını gözetmemek üzere yemin eder, ancak Allah da ona kelfarette bulunmak suretiyle bir çıkış yolu göstermektedir. Allah adını gerekçe göstermemesini ve yemininin kef-faretini yerine getirmesini emretmektedir Konu ite ilgili haberler, kendisine haram olan bir malı (bu yolla) kesip almasını sağlayacak bir yeminin keffaret olan şeylerle keffaret olunmayacak kadar büyük olduğunu göstermektedir.

İbnü'l-Arabî der ki: Âyet-i kerime iki kısım yeminden sözetmektedir: Lağv yemini ve münâkide yemini. Çoğunlukla insanların yeminlerinde görülenler de bunlardır. Bunların dışında kalan yeminler isterse yüz kısım olsun, bun­ların herhangi birisine keffaret taalluk etmez.

Derim ki: Buharı, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Be­devi bir arap gelip Peygamber (sav)'a: Ey Allah'ın Rasûlu, büyük günahlar (kebâir.) hangileridir, diye sormuş, Hz. Peygamber: "Allah'a ortak koşmak" diye buyurmuş. Bedevi: Daha sonra hangisidir diye sorunca, Hz. Peygamber: "Anne babaya karşı gelmektir" diye buyurmuş. Yine bedevi: Sonra hangisidir diye sorunca, Hz. Peygamber; "Ğamûs yeminidir" diye buyurmuş. Ben: Ğamûs yemini nedir, diye sordum, şöyle buyurdu: "Yaptığı yeminde yalan söylemekle birlikte müslüman bir kimseye ait olan bir malı o yemin vasıtasıyla kesip almaktır."[80]

Müslim'de Ebu Umâme'den Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Her kim yaptığı yemini ile müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah o kimseye cehennem ateşini vacip kılar, cenneti de ona haram kılar." Adam: Ey Allah'ın Rasulü, ya bu aldığı şey önemsiz bir şeyse de mi? dîye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erak (misvak.) ağacından bir çubuk olsun."[81]

Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadise göre de Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan yere ve kasfî olarak yemin edip de o yemin vasıtasıyla müslüman bir kimsenin malını haksızca alacak olursa, yüce Allah'a, kendisine gazap etmiş olduğu halde kavuşur." Bunun üzerine: "Şüphesiz Al­lah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." (Ali İmran, 3/77) âyeti sonuna kadar nazil oldu.[82]

Görüldüğü gibi burada keffaretten söz edilmemektedir. Eğer biz, böyle­sine kefîarette bulunmayı gerekli görecek olursak, onun işlediği cürüm or­tadan kalkar. Allah'ın huzuruna da kendisinden razı olmuş olarak çıkar. Böyle­likle tehdit olunduğu azabı da hak etmez. Hem bu niye böyle olmasın ki ? Çünkü, bu şekilde yemin eden bir kimse hem yalan söylemiş, hem başkasının malını bu yolla kendisine helal kabul etmiştir. Yüce Allah adına yemin etmeyi de hafife almıştır. Onu küçüınsemiştir. Buna karşılık dünyayı da ta'zim edip büyütmüştür. Allah da onun tazim ettiği şeyi tahkir etmiş, onun küçük gördüğü şeyi de ta'zim etmiştir. îşte bu kadarı yeterlidir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir; Ğamûs yeminine bu adın veriliş sebebi, sahibini cehenneme ğams etmesi (yani bandırması J'nden ötürüdür. [83]

 

6- Bir İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden

 

Bir işi yapmamak üzere yemin eden bir kimse, o işi yapmadığı sürece yem­inine bağlı demektir. Eğer o işi yapacak olursa, yeminini bozmuş ve keffârette bulunması gerekir. Çünkü yemine muhalefet etmiştir. Şayet "yapacak olur­sam" demiş olsa da durum aynıdır. Eğer mutlaka yapmak üzere yemin ed­erse, anında yeminini bozmuş demektir. Çünkü, muhalefet sözkonusudur. Eğer dediğini yaparsa, yeminini yerine getirmiş olur. Şayet "yapmazsam" diye­cek olursa yine aynı durum sözkonusdur. [84]

 

7- Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı:

 

Yemin eden bir kimsenin; "mutlaka yapacağım ve eğer yapmazsam..." şek­lindeki sözleri emir gibi, "yapmayacağım ve eğer yaparsam,.." şeklindeki söz­leri de nehîy {.yasak) gibi değerlendirilir.

Birinci durumda, hakkında, yemin ettiği şeyin tamamını yapmadığı sürece yeminini yerine getirmiş olmaz. Meselâ, şu ekmeği yiyeceğim diye yemin edip onun bir bölümünü yerse tamamını yemediği sürecej yeminini yerine getir­miş olmaz. Çünkü o ekmeğin herbir parçası hakkında yemin edilmiştir. Şayet -mutlak olarak- Allah'a yemin ederim ki muhakkak yiyeceğim diyecek olursa, yeme isminin hakkında kullanılabileceği asgari miktarını yerine ge­tirmekle yeminini gerçekleştirmiş olur Çünkü, yeme mahiyeti fiilen ortaya konulmuştur.

Nehiy (olumsuz yemin) durumunda ise, o ismin hakkında kullanıla­bileceği asgari şeyi yapmakla yeminini bozmuş olur. Çünkü, nehyin muktezası gereğince nehyedilen şeylerin birimlerinden herhangi birisinin ortaya çıkma­ması gerekir. Eğer bir eve girmemek üzere yemin etse de iki ayağından birisi­ni o eve soksa yeminini bozmuş olur Buna delil de şudur: Biz, yüce Allah'ın şu buyruğunda ismin, işin başlangıcı hakkında kullanılabilmesiyle haram hük­münü ağırlaştırdığını görüyoruz: "Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayınız." (en-Nisa, 4/22) Buna göre, bir kimse bir kadınla nikâh ak­di yapacak olsa, onunla gerdeğe girmeyecek olsa dahi o kadın hem babasına, hem oğluna haram olur. Fakat (üç talak dolayısıyla ilk kocasına haram olmuş, bir-kadının) tahli (hülle, ikinci bir koca ile evlenmesin)den sonra ilk kocasına helal olabilmesi için ismin ilk kullanılabildiği durum ile yetinmeyerek: "Hayır, sen onun balcağızından tatmadıkça, (olmaz)" diye buyurmuştur.[85]   

 

8- Kimin Adına Yemin Edilir?

 

Adına yemin edilen (el-mahlüfu bili ) §anı yüce Allah ve O'nun, Rahman, Ralıîm, Sem?, Alîm, Halîm gibi güzel isimleri ile buna benzer diğer isim ve yüce sıfatlarıdır İzzeti, Kudreti, timi, İradesi, Kibriyâsı, Azameti, Ahdi, Misa-kı ve zatının diğer sıfatları gibi. Çünkü bütün bunlara yapılan yemin mahlûk olmayan Rahim olan yüce Zat'a. yemindir. Bunları zikrederek yemin eden kim­se, yüce Allah'ın zatına yemin etmiş gibi olur. Tirmizî, Nesaî ve başkalarının rivayetine göre, Cebrail (a.s) cennete bakıp yüce Allah'ın huzuruna geri dö­nünce şöyle demiş: İzzetine and olsun ki, bunun varlığını(ve bu halini) işi­ten herkes mutlaka buraya girer. Cehennem hakkında da şöyle demiştir: İz­zetin hakkı için onu(n bu halini) işitip de oraya giren kimse bulunmaz.[86]  Yine Tirmizî ve Nesaî ile başkaları da İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (sav) "Kalpleri evirip çeviren hak­kı için hayır" diye; bir diğer rivayete göre de: "Kalpleri evi­rip çeviren hakkı için hayır" diye yemin ederdi.[87]

İlim adamları icma ile vallahi, yahut billahi, ya da tallahi diye yemin edip yeminini bozan kimsenin keffâretle yükümlü olduğunu kabul etmişlerdir. İbnü'l-Münzir der ki: Malik, Şafiî, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, îshâk ve Rey sahip­leri şöyle derlerdi: Her kim Allah'ın isimlerinden bir ismi zikrederek yemin eder de sonra yeminini bozarsa, ona keffaret düşer. Biz de bu görüşteyiz. Bu hususta bir görüş ayrılığı olduğunu da bilmiyorum.

Derim ki: Bununla birlikte "Kur'âna yemin etme" başlığında da şöyle de­mektedir: Yakub (b. İbrahim, Ebu Yusuf) der ki: Kim Rahman adına yemin eder de yeminini bozarsa, onun için keffaret gerekmez.[88]

Derim ki: Rahman da yüce Allah'ın i simi erindendir, bu hususta icma vardır ve bunda görüş ayrılığı yoktur. [89]

 

9- Allah'ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine... Yeminin Hükmü:

 

Allah'ın hakkı için, azameti için, kudreti için, ilmi İçin, Allah'ın hayat sıfatı

için Oe amrullahi"), Allah adına yemin ederim ( eymullahi ) lafızları île yemin

hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Malik der ki: Bunların hepsi yemindir ve bunlar dolayısıyla keffaret gerekir.

Şafiî der ki: Allah'ın hakkı, celali, azameti ve kudreti de, eğer bunlarla ye­mini niyet ederse birer yemindir. Eğer yemin kastı gütmezse bunlar yemin değildir. Çünkü bu ibarenin; Allah'ın hakkı vaciptir, kudreti yerini bulur an­lamına gelme ihtimali de vardır, Allah'ın emaneti hakkında da Şafiî şöyle de­miştir: Bu yemin değildir. Le amnılllahi ve eymullahi lafızlarına gelince, eğer bunlarla yemin kastedilmezse yemin değildir.

Rey sahipleri de derler ki: Kişi, Allah'ın azameti, izzeti, celali, kibriyası ve emâneti hakkı İçin deyip de yeminini yerine getirmeyecek olursa, keffarette bulunması gerekir.

el-Hasen der ki: Allah hakkı için (ve hakkullahi) yemin değildir, bunda kef-iaret de gerekmez. Ebu Hanife'nin de görüşü budur. Bu görüşü ondan er-Razi (el-Cessâs) nakletmiştir. Aynı şekilde Allah'ın ahdf, misakı, emaneti de yemin değildir. Mezhebine mensub kimi ilim adamı, bu bir yemindir, demektedir Tahavî der ki: Yemin değildir. Aynı şekilde Allah'ın ilmi hakkı için diyecek ol­sa bile bu da, Ebu Hanife'nin görüşüne göre yemin değildir. Fakat arkadaşı Ebu Yusuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle demektedir: Bu bir yemin olur

İbnü'l-Arabî der ki: Ebu Hanife'yi bu hususta yanıltan "ilirrTin bazan "malûm" hakkında da kullanılmasıdır. Malûm ise muhdes (sonradan yaratılmış şey) dir. O bakımdan böyle bir tabir de yemin olmaz. Fakat kudretin de mak-dur (kudret İle var edilen) şey hakkında kullanıldığını hatırlanmamıştır. Onun makdur hakkında söyleyeceği her söz, bizim de malum hakkındaki delil­im izdir.

İbnü'l-Münzİr der ki: Rasutullalı (sav)'ın da şöyle dediği sabit olmuştur: "Al­lah'a yemin olsun (ye eymullah) o, gerçekten emirliğe layıktır."[90] şeklindeki sözünü Zeyd ve oğlu Üsame ile ilgili olay münasebetiyle söylemiştir.

îbn Abbas da: Ve eymullah diye yemin eder, İbn Ömer de böyle dermiş. İshâk der ki: Eğer kişi eymullah lafzı ile yemin etmeyi murad ederse bu, irade­si dolayısıyla ve kalbinin bu konudaki kastı dolayısıyla o da bir yemin olur. [91]

 

10- Kur'ân'a Yemin Etmek:

 

Kur'ân'a yemin hususunda ilim adamlarının farktı görüşleri vardır. îbn Mes'ud der ki: Her bir âyeti dolayısıyla bir yemin etmiş gibidir. Hasan-ı Bas-rî ve İbn el-mübarek de böyle demişlerdir.

Ahmed de der ki: Ben bu kanaati reddedecek herhangi birşey bilmiyorum. Ebu Ubeyd der ki: Tek bir yemin olur. Ebu Hanife ise, bunda keffâret yok­tur, der Katade de mushafa yemin edermiş. Ahmed ve İshak da biz bunu (mushafa yemin etmeyi) mekruh görmüyoruz demişlerdir.[92]  

 

11- Allah'tan Başkası Adına Yemin:

 

Yüce Allah'tan, Onun isim ve sıfatlarından başkası ile yemin, yemin ol­maz. Ahmed b. Hanbel der ki; Peygamber (sav) adına yemin edecek olursa, yemini olur. Zira, kendisine iman olmaksızın imanın tamam olmayacağı bir şeye yemin etmiştir. Tıpkı Allah adına yemin etmiş gibi (yeminini bozacak olursa), keffarette bulunması gerekir.

Ancak bu görüşü, Bulıarî, Müslim ve diğerlerinde sabit olan şu rivayet red­detmektedir. Rasulullah (sav) bir kafile ile birlikte bulunan Ömer b. eİ-Hat-tab'a yetişti. O sırada Ömer babası adına yemin ediyordu, Rasulullah (sav) onlara şöyle seslendi: "Şunu bilin ki, muhakkak Allah sizlere babalarınız adı­na yemin etmeyi yasaklamaktadır. Kim yemin edecek olursa, ya Allah adı­na  etsin, yahut sussun."[93]

Bu İse, az önce zikrettiğimiz gibi, yeminin yalnızca Allah adına, isimleri­ne ve sıfatlarına yemin edilebileceğini göstermekte, O'ndan başka hiçbir şe­ye yemin etmemeyi gerektirmektedir. Bunu tahkik eden hususlardan birisi de, Ebu Dâvud, Nesaî ve başkalarının Ebu Hureyre'den şöyle dediğine da­ir kaydettikleri şu rivayettir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Babalarınız adı­na da, anneleriniz adına da, ortaklar adına da yemin etmeyiniz. Ancak Allah adına yemin ediniz. Allah adına da ancak siz doğru söylediğiniz halde ye­min edebilirsiniz." [94]

Diğer taraftan: Adem, İbrahim adına yemin edenlere de -kendilerine iman edilmeksizin imanın tamam olmayacağı kişiler adına yemin etmiş olduğu halde- keffâret yoktur, diyenlerin görüşlerini de Ahmed b. Hanbel'in (Hz. Peygamber hakkındaki bu özel görüşü) ile çelişmektedir. [95]

 

12. Putlar Adına Yemin:

 

Lafız "Müslim5in olmak üzere, hadis imamlan Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Sizden her kim yemin eder, ye­mininde de: Lat hakkı için diyecek olursa, Lâ ilahe illallah desin. Her kim de arkadaşına; Gel seninle kumar oynayalım, diyecek olursa, sadaka versin.[96]

Nesaî de Mus'ab b. Sa'd'dan, onun da babasından rivayetine göre Sa'd şöy­le demiş: Bir husustan söz ediyorduk. O sırada ben, cahiliyyeyi henüz yemi bırakmıştım. Lat ve Uzza adına yemin ettim. Rasululiah (savj'ın ashabından birisi bana: Ne kötü bir söz söyledin! dedi. Bir diğer rivayette de: Sen terke-dilmesi gereken bir sözü kullandın, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) m yanına vardım ve bunu ona nakledince şöyle buyurdu: De ki: "Allah'tan baş-ka hiçbir ilah yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd da O'nundur. O, herşeye gücü yetendir. Sonra da sol tarafına üç de­fa tükürür gibi yap ve şeytandan Allah'a sığın, bundan sonra da bir daha av-nı şeyi yapma."[97]

îlim adamları derler ki: Rasulullah (sav)'ın böyle bir söz söyleyene bu sözü söyledikten sonra lâilahe illallah demesini emretmesi o söze keffâret, gafleı-ten uyandırıp hatırlatmak ve nimeti tamamlamak İçindir. Özel olarak Lat'dan söz edilmesi ise, çoğunlukla dillerinde dolaşan put adının o olmasından ötürüdür. Diğer ilahlarının isimleri de aynı durumdadır. Zira, Lat İle diğer put­lar arasında hiçbir fark yoktur.

Arkadaşına: Gel seninle kumar oynayalım diyene tasadduk etme emrini ver­mesine gelince, bu hususta yapılacak açıklamalar da Lat hakkında yapılan açıklamalar gibidir. Çünkü onlar, kumar oynamayı itiyat haline getirmişler­di. Ayrıca kumar, malın batıl yollarla yenilmesine sebep teşkil eden yollardan birisidir. [98]

 

13- Allah'ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler Söylemenin Hükmü:

 

Yahudi olayım, hıristiyan olayım, yahut İslamdan, Peygamberden, Kur'ân'dan uzak olayım, yahut Allah'a şirk koşmuş, Allah'ı inkâr etmiş olayım gibi sözler söyleyen bir kişi hakkında Ebu Hanife der ki: Bu sözler birer yemindir ve bunlardan dolayı da keffâret gerekir. Fakat, yahudilik, hıris-tiyanlık hakkı için, Peygamber ve Kâ'be hakkı için deyip, bunlar yemin kipinde kullanırsa keffâret gerekmez.

Bu hususta dayanağı, Dârakutnî tarafından Ebû Rân" yoluyla gelen şu ri­vayettir: Ebû Rafı'in sahibi olan kadın, hanımı ile kendisini ayırmak istemiş ve; "eğer onları birbirinden ayırmayacak olursa, birgün yahudi, birgün hıristiyan olsun, bütün köleleri hür olsun. Ne kadar malı varsa, Allalı yolun­da olsun" diye yemin etmiş ve durumu Aişe, Hafsa, İbn Ömer, İbn Abbas ve Um Seleme'ye sormuş, hepsi de ona: Senf Harut ile Marut gibi mi olmak is­tiyorsun (bunun için mi onu hanımından ayırmak istiyorsun) demişler, ye­minine keffârette bulunup onları serbest bırakmasını emretmişler.[99]

Yine Dârakutnî, Ebu Rafi'den şöyle dediğini nakletmektedir: Efendim olan hanım, mutlaka seni hanımından ayıracağım demiş. Sahip olduğu bütün mallan Kâ'be kapısında (sebil) olsun ve bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım eğer seni ve hanımını birbirinden ayırmıyacak olur­sam. (Ebu Rafı) der ki: Ben de müminlerin annesi Um Seleme'nin yanına git­tim ve dedim ki: Benim efendim olan kadın beni hanımımdan ayırmak istiyor. Um Seleme bana şöyle dedi: Efendin olan kadına git ve ona şöyle de: Böyle bir şey yapmak senin için helal değildir. Ben de ona gittim. Sonra İbn Ömer'in yanına vardım. Ona durumu haber verdim. O da kapıya kadar gel­di ve şöyle dedi: Harut ile Marut burada mıdırlar? Elendim olan kadın dedi ki: Ben,(.eğer onları birbirinden ayırmayacak otursam) bana ait olan bütün malı Kâ'be'nin kapısına sebil olarak göndereceğimi söyledim. İbn Ömer, pe­ki neden yiyeceksin diye sorunca, efendim tekrar: Ayrıca bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım diye de yemin ettim. Bu sefer İbn Ömer şöyle dedi: Eğer yahudi olursan öldürülürsün. Hıristiyan olursan öldürülürsün, mecusî olursan yine öldürülürsün. Bu sefer: Peki, bana ne yapmamı em­redersin deyince, İbn Ömer şöyle dedi: Yeminine keffârette bulunursun ve kölen olan bu adamı ve cariyeyi yine bir araya getirirsin.[100]

İlim adamları, yemin eden bir kimse, eğer "Uksîmubillah; AHalı adına ka­sem ederim" diyecek olursa, bunun yemin olacağını icma ile kabul etmek­le birlikte "billah" demeksizin, "uksimu ya da eşhedu: kasem ederim, şahid-lik ederim ki", şöyle şöyle mutlaka olmalıdır diyecek olursa, farklı görüşle­re sahiptirler. Malik'e göre böyle demekJ eğer AHalı adına demeyi murad et­mişse yemin olur. Eğer Allah adına demeyi kastetmemişse, bunlar keffâreti gerektiren yemin olmazlar.

Ebu Hanife, el-Evzaî, el-Hasen ve en-Nehaî ise, her iki durumda da bun­lar birer yemindir, demişlerdir

Şafiî de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın adını anmadıkça bunlar yemin olmazlar. Bu, Müzenî'nin ondan yaptığı rivayettir. er-Rabih ise, Malikin görüşü gibi ondan bir rivayet nakletmektedir. [101]

 

14- Başkasına And Vermek:

 

Bir kimse: Sana and veriyorum mutlaka şunu yapmalısın, diyecek olursa, eğer ondan bir şey istemek kastıyla bunu demişse, bu hususta bir keffâret yok­tur ve bu yemin değildir. Eğer, yemin etmeyi kastetmişse, az önce sözünü et­tiğimiz hususlar sözkonusu olur. [102]

 

15- Alak'a İzafe Edilen Şeylere Yemin:

 

Biz kimsenin "Allah'ın yaratması nzık vermesi ve Beyti hakkı için" gibi Al­lah'a izafe eden sözlerle yemin etmesi halinde ona keffâret gerekmez, Çünkü bunlar caiz olmayan yeminlerdir ve Allah'tan başkası adına yemin etmektir. [103]

 

16- Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması):

 

Yemin akd oldu mu, onu keffâret veya îstisnâ-inşaallah çözer. İbnü'1-Mâ-cisûn der ki: İstisna keffâretten bedeldir. Yoksa, yemini çözmek değildir. İbnü'l-Kasırn da der ki: Yemini çözmektir. İbnü'I-Arabî der ki: İslam alemi­nin değişik bölgelerdeki fukahasının görüşü budurs sahih olan da budur.

İstisnanın şartı İse, onun (yemine) muttasıl olması ve lafzan söylenmiş ol­masıdır. Çünkü Nesaî ve Ebu Dâvud, İbn Ömer'den Peygamber fsav.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim yemin eder de istisnada bulunursa, dilerse buna devam eder, dilerse de (yeminine bağlılığı) yeminini bozması sözkonusu olmaksızın terk eder,"[104]

Şayet diliyle söylemeksizîn istisnayı niyet ederse veya özürsüz olarak is­tisnayı yemininden ayrı söyleyecek olursav bunun kendisine bir faydası ol­maz. Muhammed b. el-Mevvâz da der ki: İstisna, yemin ile itikaden (kalbin­de) birlikte bulunmalıdır. Velevki yemininin son harfi ile birlikte olsun. Eğer yeminini tamamladıktan sonra istisna yapacak olursa, bunun kendisi­ne bir faydası olmaz. Çünkü yemin, istisnadan ayrı olarak bitirilmiş olur. îs-tisnânın yeminden sonra varid olması ise, tıpkı arada zaman fasılası geçmiş gibi bir etki yapmaz. Ancak bu görüşü: Kim yemin eder de akabinde istisnada bulunursa" lıadisi ıed etmektedir. Çünkü bu ifadedeki "fe" harfi takib içindir. (Yani, yemininin tamamlanmasından sonra istisna etme­si gerekir.) İlim adamlarının cumhuru (çoğunluğu) da bu görüştedir. Aynı şe­kilde böyle bir kanaat, baştan yapılmış bir yeminin hiçbir şekilde çözülme­mesi gibi bir sonuç verir ki, böyle bir şey batıldır

İbn Huveyzimendâd der ki: Mezhebimiz alimleri içinden ne zaman istisna yaparsa bunun, yemin ettiği şeyi tahsis edeceği hususlarında farklı görüşlere sahiptirler. Kimi mezheb alimlerimiz şöyle demiştir İstisnası sahi­htir, bununla da lehine yemin ettiği kimseye haksızlık etmiş olur. Kimisi de şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kişi bunu işitmedikçe istisnası sahih ol­maz. Bazıları da şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kimse işitmeyecek olsa dahi, İstisna yaparken dilini ve dudaklarım kıpırdatması sahih olur. îbn Hu-veyzimendâd der ki: Bizim, kendi içinde yaptığı istisna sahihtir, dememizin sebebi, yeminlerin niyetler İîe muteber oluşundan dolayıdır. İstisna ya­parken dilini ve duduklannı kıptrdatmadıkça sahih olmaz, deyişimiz ise şundan Ötürüdür: Bu istisnayı söyleyip dilini ve dudaklarını kıpırdatmayan kimse söz söylemiş olmaz. İstisna da bir sözdür ve ancak söz ile vaki olur. Hiçbir şekilde istisna sahih olmaz, derken ise, bunun, lehine yemin edilen kişinin hakkı oluşundan ve hakimin yemini lehine istediği duruma göre bu yemin vaki oluşundan dolayıdır. Yemin, yemin edenin tercihi ile olmayacağına göre, aksine bu, ondan istenen birsey okluğuna göre, onun bu hususta herhangi bir hükmünün olmaması icabetmektedir.

İbn Abbas ise der ki: Bir sene sonra bile yeminden istisna yapmak mümkündür. Bu hususta Ebu'l-Âliye ve el-Hasen de ona tabi olmuşlardır. Bu görüşünü, yüce Allah'tn şu buyruğu İle demlendirmektedir: "Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler,.." (el-Furkan, 25/68) buyruğun­un inişinden bir sene sonra; "Ancak tevbe edenler... müstesnadır'' (el-Furkan, 25/70) buyruğu inmiştir. Mücahid der ki: Her kim iki sene sonra dahi inşaallah diyecek olsa, bu bile onun için yeterlidir. Said b. Cübeyr de der ki; Dört ay sonra istisna yapacak olsa, onun İçin yeter.

Tavus da der ki: Meclisinde bulunduğu sürece istisna yapma hakkı vardır. Katade der ki: Şayet yerinden kalkmadan veya konuşmadan önce istisna ya­pacak olursa, onun leiıine bu istisnası geçerlidir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk da derler ki; O mesele ve sadedde devam ettiği sürece istisna yapabilir. Ata da der ki: Bol süt veren bir devenin sağımlığı kadarlık bir süre zarfında İs­tisna yapma hakkı vardır. [105]

 

17-  îbnAbbas'ın İstisna île Görüşünün Değerlendirilmesi:

 

İbnül-Arabîder ki: Âyet-i kerimede İbn Abbas'in görüşüne delil diye ile­ri sürdüğü hususta onun lehine delil olabilecek bir taraf yoktur: Çünkü her iki âyet-i kerime, yüce Allah'ın indinde ve Levh-i Mahfuz'unda bir aradadır. Allah'ın bu hususta bildiği bîr hikmeti dolayısıyla nüzulü ertelenmiştir. Bu­nunla birlikte nüzuldeki bu fasıladan güzel bir fer! hüküm ortaya çıkmak­tadır. O da şudur: Yemin eden bir kimse Allah'a yemin olsun eve girmeye­ceğim ve eğer sen eve girecek olursan boğsun; diyecek olsa ve birinci yeminincie kalbinde inşaallah diye istisna yapsa, ikinci yeminde de yine kalbin­de belli bir süre veya bir sebep, yahut herhangi bir kimsenin dilemesi gibi yemini kaldırıp istisnaya elverişli olan bir şeyi geçirecek olursa ve bu istis­nayı kendisi için yemin olunanı korkutmak kastıyla herhangi bir şekilde açık-İamayacak olursa, böyle bir tutumun ona faydası olur ve onun aleyhine her iki yemin de münâkid olmaz. Talâkta kendisine karşı beyyine getirilmediği sürece bunun bir faydası vardır. Eğer ona karşı delil getirilecek olursa, istis­na iddiası ondan kabul olunmaz. Fetva sormak üzere geldiği takdirde böy­le bir istisna niyetinin ona faydası olur.

Derim kir istisnanın ona fayda vereceği şöyle açıklanır: Şam yüce Allah, birinci âyeti açıklamış, diğerini ise, (bir yıl süre ile) saklı tutmuştur. Yemin eden de aynı şekilde korkutmak kastıyla yemin eder ve istisnayı gizlerse, aynı durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

İbnü'l-Arabî der ki: Ebul-Fadl el-Merağî, Medinetü's-Selâm (BağdaO'ta ders okuyordu. Şehrinden kendisine gelen mektupları bir sandığa koyar ve ken­disini rahatsız edecek ve ilim talebini kesmesine sebep teşkil edecek bir haber alırım, korkusuyla hiçbir mektubu okumazdı. Aradan beş yıl geçip de ilim talebi maksadını bir dereceye kadar gerçekleştirdikten ve geri dönmeyi kararlaştırdıktan sonra, yüklerini bağladı, kitaplannı ortaya koyup o mek­tupları çıkardı. Mektuplarında okudukları arasından yalnızca bir tanesini dahi eğer kendisine ulaştıktan sonra okumuş olsaydı, artık ardından bir harf dahi ilim tahsil edemezdi. Bundan dolayı Allah'a hamd etti ve ev eşyasını bir bineğe yükleyerek, Horasan yolunun başladığı Babü'l-Halbe'ye çıktı. Bineğini ücretle tuttuğu delili önden gitti. Kendisi ise, yol azığını satın almak üzere fırıncının kapısına dikildi. O, azığını almak için uğraşırken, ekmekçinin bir başkasıyla konuşurken şöyle dediğini işitti: Sen ilim adamının -vaizi kaste­diyor-: Ibn Abbas bir sene sonra dahi istisna yapmayı caiz kabul etmektedir, dediğini duymadın mı? Bu sözü ondan işittiğimden beri hatınmdan çıkmadı. Üzerinde düşünmeye devam edip durdum. Fakat bu görüş doğru olsaydı, Yüce Allah da Hz. Eyyub'a: "Eline bir demet (ot) al ve onunla vur ve yemi­ninde de durmamazhk etme" CSa'd, 38/44) diye buyurmazdı. Niye Allah ona: "İnşaallah de1h demedi.

el-Merağî, fırıncının bu şekilde konuştuğunu duyunca, kendi kendisine şöyle dedi: Fırıncılarının bile bu derece ilimden pay sahibi olduğu bu seviyede bulunduğu bir şehri bırakıp Merağa'ya mı gideyim? Ebediyen böyle bir şey yapamam.

Daha sonra, ücretle tuttuğu binek sahibinin arkasından gitti ve ona ver­diği ücreti de helâl edip, ölünceye kadar Bağdat'ta ikâmet etti. [106]

 

18- İstisnanın Yemine Etkisi:

 

İstisna, Allah adına yapılan yemini kaldırır. Zira bu, yüce Allah'tan veril­miş bir ruhsattır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur

Ancak Allah'tan başkası adına yapılan yeminde istisnanın durumu hakkında görüş ayrılığı vardır. Şafiî ve Ebu Hanife der ki: İstisna, her yeminde sözkonusudur Talak, köle azad etmek ve bundan başka diğer yeminlerde tıpkı yüce Allah'ın yeminini kaldırdığı gibi (bunları da kaldırır). Ebu Ömer der ki: İcma ile kabul ettikleri haktır. Çünkü, yalnızca Allah adına yapılan yeminlerde istisna ile ilgili rivayet varid olmuştur. Bunun dışındaki hususlarda vârid olmuş bir rivayet yoktur. [107]

 

19- Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir:

 

Yüce Allah'ın: "Bunun keffâretİ..." buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları keffârette bulunmadan önce yemini bozmanın mubah ve güzel bir şey olduğunu, hatta bunun daha uygun olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, yemini bozmadan önce keffârette bulunmanın yeterli olup olmayacağı hususunda üç farklı görüşleri vardır:

1- Mutlak olarak (yani yemini bozmadan önce ya da sonra) keffârette bu­lunmak yeterlidir Buf ashab-ı kiramdan ondört kişinin, fukahânın cumhuru­nun kabul ettiği bir görüştür. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş de budur

2- Ebû Hanife ve arkadaşları ise, keffâret yeminden sonra olmadıkça") hiçbir şekilde yeterli olmaz derler. Bu, aynı zamanda Eşheb'in Malik'ten rivayetidir.

Caiz oluşu şöyle açıklanır: Ebu Musa el-Eşârî der ki: Rasulullah (sav) buyurdu kî: "Şüphe yok ki ben Allah'a yemin ederim -inşaallah- herhangi bir hususta yemin edip de ondan başkasının o husustan daha hayırlı olduğunu görecek olursam, mutlaka yeminimin keffâretinî yerine getirir ve daha hayırlı olanı yaparım." Bunu Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[108]

Anlam bakımından da şöyle açıklanır: Yemin, keffârete sebeptir. Çünkü yüce Allah: "İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefföreti budur"

buyurmakta ve keffâreti yemine izafe etmektedir. Anlam ile ilgili manevi hususlar ise, onlara sebep teşkil eden şeylere izafe edilirler. Aynı şekilde kef­fâret yeminin gereğini yerine getirmemenin bedelidir. Dolayısıyla yeminin bozulmasından önce yapılması da caiz olur.

Daha önce keffâret vermeyi kabul etmeyenlerin görüşü de şöylece açıklanır: Müslim, Adiy lx Hatimeden şöyle dediğini rivayet etmektedir; Ben RasuLullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir hususa dair yemin eder, sonra ondan başkasının ondatvhayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı yapsın."[109] Nesaî: "Ve yemininin kefaretini yapsın"[110] diye ilave etmiştir.

Mana cihetinden bakılacak olursa; keiîareı günahı kaldırmak içindir. Kişi yeminine muhalefet etmediği sürece ortadan kaldırılması gereken birşey yok demektir. O halde keffâret t yerine getirmenin bir anlamı olmaz. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "İşte yemin ettiğiniz takdirde" buyruğunun anlamı da; yemin edip de yemininizi bozduğunuz takdirde, demektir. Diğer taraitan vücubundan önce yapılan her bir ibadet, -namaz ve sair ibadetler nazarı itibara alındığı takdirde,- sahih değildir.

3- Şafiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek, köle azad etmek ve elbise giydirmek halinde, (daha Önce keffârette bulunulursa) yerini buîur. Ancak oruçla kerrarette bulunulursa yerini bulmaz. Çünkü, bedeni bir amel vaktinden öncesine alınmaz. Fakat bunun dışındaki hallerde keffâretin daha önce yapılması yeterli olur, bu da üçüncü görüştür. [111]

 

20- Yemin Keffaretleri:

 

Şanı yüce Allah, yemin keffâretinde önce üç hususu zikrettikten sonra, bun­lardan birisini yapmakta muhayyer bıraktı, akabinde de bunların mümkün olmaması halinde de oruç tutmayı emretti. Önce yemek yedirmekle başladı. Çünkü Hicaz topraklarında yemeğe olan ileri derecedeki ihtiyaç ve karınlarım duyuramamaları dolayısıyla bu daha faziletli idi. Bununla birlikte yemin keffâreti hususunda muhayyerlik bulunduğunda görüş ayrılığı yoktur.

İbnü'l-Arabî der ki: Benim kanaatime göre keffâret duruma göre olur. Eğer muhtaç birisi bulunduğunu biliyorsan, yemek yedirmen daha faziletlidir. Çünkü sen, köle azad ettiğin takdirde yemeğe muhtaçların ihtiyacını gider­miş olmazsın. Bunlara (yemek yedireceğin on kişiye) bir onbirinci kişiyi da­ha eklemiş olursun. Giydirmek de aynı şekilde bundan sonra gelir. Şanı yüce Allah, neye muhtaç olunduğunu bildiğinden dolayı öncelikli ve önemli olanı daha önce zikretmiştir. [112]

 

21- Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek:

 

Yüce Allah'ın: "Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri dovurmak onlara yemek yedirmek" buyruğu ile ilgili olarak, bize ve Şafiî'ye göre, yoksullara çıkardığı yiyeceği temlik etmesi vç bunu mülk edinip on­da tasarruf edecek şekilde onlara teslim etmesi kaçınılmazdır. Çünkü, yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "O, yediriyor, kendisi ise yedirilmiyor." (el-En'âm, 6/14) Hadîste de şöyle buyurulmuştur "Rasûlullah (sav) dedeye al-tıdabir yedirdi"[113] Çünkü bu, keffaretin iki çeşidinden birisidir. Bunda da tem­likten başka türlüsü cafo olmaz. Ve bunun aslı (bu hükme varmaya esas teş­kil eden hükmü) elbise giydirmek yoluyla keffârettir

Ebû Hanİfe ise şöyle demektedir: Sabahlı akşamlı yoksulları doyuracak olur­sa bü da caizdir. Bizim (Maliki mezhebi) alimlerimizinden İbnül-Mâcişûn'un tercihi de budur. İbnü'l-Mâcişûn der ki: Yemek yemeğe imkân tanımak yemek yedirmektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar yemeği ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yedirirler." (el-İnsan, 76/8) Buna göre, hangi yolla yoksula yemek yedirirse, âyetm kapsamına girmiş olur. [114]

 

22. Yemek Yedirmenin Niteliği:

 

Yüce Allah'ın: "Ailenize yedirdiğinizin orta yoüusuudan buyruğu ile il­gili olarak el-Bakara suresinde (2/143 âyet-i kerimenin tefsirinde) "vasai (or­talamadın en üstün ve iyi anlamına geldiğine dair açıklamalar geçmişti. Bu­rada ise "vasat" iki konumun arasındaki orta yer ve iki uç arasındaki orta nok­ta demektir. "İşlerin en hayırlıları orta yollu (evsâtuhâ) olanlarıdır" hadisi de buradan gelmektedir.[115]

İbn Mace şöyle bir hadis nakletmektedir: Bize Muhammed b. Yahya anlat­tı: Bize Abdurrahman b. Mehdi anlattı; Bize Süryan b. Uyeyne, Süleyman b, Ebil-Muğire'den anlattı: Süleyman, Said b. Cübeyr'den, o, İbn Abbastan şöy­le dediğini nakletti: Kimisi aile halkının yiyecek ihtiyacını bol bol karşılar­ken, kimisi de ailesinin yiyecek ihtiyacını kısarak karşılıyordu. Bunun üze­rine: "Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan" buyruğu nazil oldu.[116]

 İş­te bu, (burada) "vasat"ın belirttiğimiz gibi ve iki şey arasında ortada bulu­nan olduğunu göstermektedir. [117]

 

23- ifedirilecek Yemeğin Miktarı:

 

Malik'e göre, yedirilecek miktar, eğer keffârette bulunacak kişi, Peygamber (sav.)'in Medine'sinde bulunuyor ise, on yoksuldan her birisine bir mud'dur, Şafiî ve Medİnelİler de bu görüştedir. Süleyman b. Yesâr der ki: Ben, insanları yemin keffâreti için yiyecek verirken, küçük mud ile bir mud buğ­day verdiklerini ve bunun kendileri İçin yeterli olacağı görüşünde oldukla­rını gördüm. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Abbas ve Zeyd b. Sabit'in de görüşüdür. Atâ b. Ebî Rebâh da böyle demiştir. Ancak, Peygamber Medine-si'nden başka bir yerde ise, durum farklıdır. İbnu'l-Kasım der ki: Her yerde bir mud, keffârette bulunana yeterli gelir.

İbnü'l-Mevvâz da şöyle der: İbn Velıb, Mısırda bunun bir buçuk mud, Eşheb ise bir mud ve bir muddun üçtebiri kadar verir demiştir, (Eşheb) der kî: Bir tam mud ile üçtebir mud, sabah akçam yemeğinde çeşitli bölgelerdeki geçimin ortala maşıdır.

Ebû Hanife de şöyle demektedir: Buğday verecekse yarım sa', hurma ve arpa verecekse bir sa.' verir. Bunu da Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr'ın babasından yaptığı rivayete dayanarak söylemiştir. Abdullah'ın babası Salebe b. Suayr der ki: RasûlulJah (sav) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve fıtır sadakası olarak kişi başına bir sa' hurma, yahut iki kişi adına bir sa' arpa, ya­da bir sa' buğdayı vermeyi emr etti.[118]

Süfyan ve îbnü'l-Mübarek de bunu delil almış, bu görüşü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu görüş, Âli, Ömer, İbn Ömer ve Aişe (r.anhumVdan da rivayet edil­miştir. Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedir, İrak fukahâsının genel olarak görüşü budur. Çünkü İbn Abbas şöyle demiştir: Ra sulu Hah (sav) bir sa1 hur­ma ile keffârette bulunmuş ve insanlara böylece keffârette bulunmayı em­retmiştir. Bunu bulamayan ise, aile halkınıza yedirdiğinizin orta yollusundan yarım sa' buğday versin. Bunu, îbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir.[119]

 

24- Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Caiz Olmayanlar:

 

Yemin keffâretinde bulunan bir kimsenin zengin bir kimse ile nafakasını vermek zorunda olduğu yakın akrabasına yemek yedirmesi caiz değildir. Eğer nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerden olursa, Malik der ki: Böyle birisine yemek yedirmesi hoşuma gitmez. Fakat, yapacak olursa ve bu akrabası da fakir ise yerini bulur. Şayet zengin olduğunu bilmediği halde zen­gin birisine yemek yedirecek olursaT el-Müdewene ile başka bir kitapta bunun yeterli olmayacağı belirtilmekle birlikte, el-Esediyye de bunun yeterli ola­cağı kaydedilmektedir. [120] 

 

25- Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir:

 

Kişi yediğinden keffâret verir İbnü'l-Arabî der ki: Bu noktada bir gurup ilim adamı yanılarak şöyle demiştir; Eğer kendisi arpa yerken insanlar buğday yiyorsa, sair insanların yediğinden keffâretini versin. Ancak, bu apaçık bir yanılgıdır. Çünkü, ketîârette bulunacak kişi, eğer bizzat arpadan başkasını yiyemiyor ise, başkasına bundan başkasını vermesi ile mükellef tu­tulamaz. Peygamber (sav) da: "'Bir sa' buğday ve bir sa] arpa..." diye buyur­muştur. Bunlan ayrı ayrı zikretmiş ki? herkes yediğinden üzerine düşeni versin diye. Bu hususta ise anlaşılmayacak kapalı bir taraf yoktur. [121]

 

26- Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır:

 

Malik der ki: Şayet on yoksulu sabahlı akşamlı yedirecek olursa, bu (kef­fâret olarak) o kimse için yeterli olur. Şafiî ise der ki: Hepsine bir arada yemek yedirmesi caiz değildir. Çünkü, yemekte bibirbûieri arasında fark vardır. Bunun yerine her bir yoksula bir mud verir.

Ali b. Ebi Talib (r.aydan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: On yoksu­la yalnızca bir öğün yedirmek yeterli olmaz. Yani, akşam yedirmeksizin yalnızca sabah, yahut sabah yedirmeksizin yalnızca akşam yemeği vermek yeterli olmaz. Mutlaka sabahlı akşamlı yedirmelidir. Ebû Ömer der ki: Değişik bölgelerde fetva önderlerinin görüşü de budur. [122]

 

27- Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez:

 

İbn Habib der ki: Katıksız yalnız başına ekmek yeterli olmaz. Ekmekle bir­likte katık olarak zeytin yağı, keşk veya kameh[123] veya mümkün olan her­hangi bir şey verilmelidir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, görüşüme göre vacib ol­mayan bir fazlalıktır. Ekmekle birlikte çeker vermesi, et vermesinin müstehap olmasına gelince, bu doğrudur. Fakat, yemek için belli bir katığı tayin etmenin ise herhangi bir yolu yoktur Zira, "yiyecek" lafzı bunu ihtiva etmez.

Derim ki: Âyetin ortalama yeme hakkında nazil oluşu, ekmekle beraber zeytinyağı veya sirke vermeyi ya da buna benzer peynir, yahut îbn Habib'in dediği gibi keşk vermeyi gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Rasulullah (say) da şöyle buyurmuştur: "Sirke ne güzel katıktır!"[124]

Hasan-ı Basrî de der ki: Eğer yoksullara ekmek ve et, yahut ekmek ve zey­tin yağı günde bir defa doyuncaya kadar yedirecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bu, İbn Şîrîn, Cabir b, Zeyd ve Mekhûl'ün görücüdür Bu görüş Enes b. Malik'ten de rivayet edilmi§tir. [125]

 

28- Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi:

 

Bize göre keffâretin tek bir yoksula verilmesi caiz değildir. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Hanife'nin arkadaşları da keffâretin tümünün bir kimiye tek bir defada verilmesini kabul etmemekle birlikte, keffâretin tümünü bir günde fakat değişik miktarlarda ve ödemelerde vermesi halinde farklı görüşlere sahiptirler.

Kimisi bunu caiz görür ve eğer fiil bir kaç defa tekerrür etmişse, ikinci fi­il ile ilgili olarak kendisine ilk olarak ketfâretten bir pay verilene bir daha ver­ilmesine mani yoktur. Çünkü, miskîn (yoksul) adı hâlâ onun için kullanıla­bilmektedir, demek yerinde olur.

Başkaları ise şöyle demektedir: Keffâreti (aynı günde değil de) birden çok günlerde aynı kişiye ödemek caizdir. Çünkü günlerin birden çok olması, yok­sulların sayılarının yerini tutmaktadır. Ebû Hanifeye göre bu şekilde bir ödeme onun İçin yeterli olur. Çünkü âyeti kerimeden maksat, yedirilecek miktarı bildirmektir. O, bu miktarı tek bir kişiye verecek olsa dahi onun için yeterli olur.

Bizim delilimiz^ yüce Allah'ın, on kişiyi Kitabının nassında zikretmiş ol­masıdır. Bundan vazgeçmek caiz değildir. Aynı şekilde böyle bir uygulama ile müslüinanlardan bir topluluk canlandırılır ve bir gün dahi onların yete­cek kadar ihtiyaçları karşılanır. Böylelikle onlar, bu zaman zarfında kendi­lerini yüce Allah'a ibadete ve duaya verebilirler. Bu sebepten ötürü de keffârette bulunana mağfiret olunur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [126]

 

29- Keffâretin Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Bunun keffaretl" buyruğundaki zamir, nahvî tekniklere göre ya racidir. Bu durumda bu edatın;  anlamına gelme ihtimali olduğu gibi masdariye olması ihtimali de vardır.[127] Ya da zamir de her ne kadar açıktan açığa ondan söz edilmiyorsa bile, yemini bozma gü­nahına raci olur Çünkü anlam, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. [128]

 

30- Aileniz

 

Yüce Allah'ın:  buyruğu, in kınk olmayan (salim) çoğuludur. Cafer b. Muhammed es-Sadık ise bu kelimeyi, diye okumuştur. Bu ise mükesser (kınk) bir çoğuldur. Ebul-Feth şöyle demiştir: gibi olup,  kelimelerinin de çoğullarıdırlar. Araplar,  şek­linde, (müzekker ve müennes olarak) kullanırlar. Şair der ki:

Ve sevgiye ehil nice kimse vardır ki, ben de onları sevmeye kalktım. Ve bu hususta onlara bütün gücümle övgülerde, iltifatlarda bulundum." [129]

 

31- Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları Giydirmek:

 

Yüce Allah'ın:  Yahut onları giydirmek" buyruğunda, "keP harfi hem esreli, hem de ötreli olarak okunmuştur Bunlar iki ayrı söy­leyiştir. Örnek" kelimesi gibi. Said b. Cübeyr ile Muhammad b. es-Semeyka el-Yemanî bunu: "Onlar gibi, onlara benzer şekilde" diye okumuştur ki, aile halkın gibi onları da giydir, anlamındadır.

Erkekter için giyim, bütün vücudu örten tek bir elbisedir. Kadınlar için gi­yim ise, namazda onlar için yeterli gelen asgari miktardır. Bu da vücudunu boydan boya örten elbise ( manto ve benzeri) ile başörtüsüdür. Küçüklerin hükmü de böyledir.

İbnü'l-Kasım el-Utabiyye" de şöyle demektedir: Küçük kız, büyük kadın gibi geydirilir, küçük çocuk da büyük gibi gevdirilir. Bu da yedirmeye kıyasen böyledir.

Şafiî, Ebu Hanife, es-Sevrî ve el-Evzat de şöyle derler: Bu ismin, hakkında kullanılabileceği asgari miktar olmalıdır. Bu da tek bir örtüdür. Ebu'l-Ferec'in Malik'ten rivayetinde -ki, ibrahim en-Nehaî ve Muğire de böyle demiştir- şöyle denilmektedir; Bedenin tamamını örten miktar verilir. Namazın bundan da­ha aşağısı bir elbise ile caiz olamayacağına binaen böyle denilmiştir.

Selmân (r.a) dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: İç elbise elbise olarak ne iyidir! Taberî bunu, kesintisiz bir senetle rivayet etmiştir. d-Hakem b. Uyeyne de şöyle demektedir: Başını saracak bir sarık yeterlidir. Aynı zamanda bu, es-Sevrfnin de görüşüdür.

ibnü'l-Arabî der ki: Ben şöyle denilmiş olmasını çok arzu ederdim: Kişiyi sıcak ve soğuğun rahatsız edici durumundan kurtaracak kadar örtecek el­biseden başkası yeterli olmaz, Nitekim, yemek hususunda kişiyi açlıktan kurtanp doyuracak kadar vermekle yükümlü oluşu gibi. (Böyle denilmiş olsaydı) ben de böyle diyecektim. Sadece belden aşağısını örten bir izar verileceği görüşüne gelince, ben bunun nereden geldiğini bilmiyorum. Allah, yardımı ile bana da size de bilmenin yollarını açsın.

Derim ki: Elbise miktarı belirlenirken, bazıları alışılagelmiş ve örf haline gelmiş elbise ve giyimi gözönünde bulundurmuş, bazdan da şöyle demiştir: Tek bir elbise, ancak vücudun tamamını örten>-bir örtü olmadıkça yeterli ol­maz.

Ebu Hanife ve arkadaşları da derler ki: Yemin keffâretinde giydirmek, her yoksul için bir sevb ve izar (yani vücudun belden aşağısını ve yukarısını örten iki örtü) yahut bir rida (aba veya cübbe gibi üstten giyilen elbise gibi), yahut kamîs (iç gömlek ve elbise), yahut kaba' (kaftan) veya bir kisâ (tam elbise) şeklindedir Ebu Musa el-E§ârf den de kendisi adına ikişer elbise verilmesi­ni emrettiği rivayet edilmiştir. el-Hasen ve İbn SÎrîn de bu görüştedir. İbnü'l-Arabî'nin tercih ettiği görüşün anlamı da budur- Doğrusunu en iyi bilen Al-lahtır. [130]

 

32- Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin Kıymetini Vermesi:

 

Yiyecek ve giyeceğin kıymetini vermek yeterli olmaz. Şafiî de bu görüşte­dir. Ebu Hanife ise yeterli olur, demiştir Çünkü o, zekâtta bile kıymet geçer­lidir, keffarette nasıl geçerli olmaz demiştir.

İbnÜl-Arabî ise der ki: Onun dayanağı, maksat ihtiyacın giderilmesidir, ih­tiyacın ortadan kaldırılmasıdır. Kıymet bu hususta yeterli iş görmektedir, der. Biz ise şöyle deriz: Eğer sizler, ihtiyacın giderilmesini göz önünde bulundu­racak olursanız, ibadet nerede kalır? Kur'ân-ı Kerimin muayyen üç şeyi nass ile tesbit etmesi nerede kalır. Kur'ân'ın beyanının bir türden öbür türe geçi­şinin anlamı ne olur? [131]

 

33- Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek:

 

Keffarette bulunan kişi elbiseyi, bir zimmi ya da bir köleye verecek olur­sa bu onun için yeterli olmaz. Ebu Hanife ise yeterli olur, demiştir. Çünkü o da bir miskîn (yoksul) dur. Miskîn lafzı onu da kapsamaktadır. Âyetin umu­mu onu da kapsamına almaktadır.

Deriz ki: Bunun, şu ifade ile tahsis edildiğini açıklayabiliriz: Bu, yoksul­lar için çıkartılıp verilmesi gereken bir bölüm maldır. Bunun kâfire verilme­si caiz değildir, bu görüşün asıl dayanağı ise zekâttır. Diğer taraftan biz, {Ebu Hanife ile) böyle bir malın mürtede ödenmesinin caiz olmadığını ittifakla kabu! etmekteyiz. Mürteddi tahsis ettiğini kabul ettiği her bir delil, zimmî hu­susunda bizim de del ilimizdir.

Köle ise, yoksul olamaz. Çünkü köle, efendisinin kendisine sağladığı nafaka ile ihtiyaçtan kurtulmuştur. Zengin gibi, ona da keffâret verilmez. [132]

 

34- Köle Âzâd Etmek:

 

Yüce Allah'ın: "Yahut bir köle azad etmektir" buyuruğunda, "âzâd etmek (.tahrîr)" kölelikten çıkarmak demektir. Esirlik, zorluk ve sıkın­tı, dünyanın yoruculuklan ve benzerlerinden kurtarmak hakkında da kulla­nılır. Hz. Meryem'in annesinin: "Rabbim, karnım-dakini azadlı bir kul olarak yalnız sana adadım" (Âl-i İmran, 3/35) buyru-ğundaki "muharraran kelimesi de buradan gelmektedir. Yani, dünyanın kötülüklerinden ve benzer şeylerinden kurtulmuş âzâde olarak demek­tir. el-Ferazdak b. Ğalib'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Ey Ğudâneoğulları, şüphesin ki, ben sizi hürriyete kavuşturdum da,

sizleri Atiyye b. Ci'âl'e bağışladım."

Ben, sizi hicv edilmekten yana kurtarıp özgürlüğünüze kavuşturdum de­mektir.

Âyet-i kerimede hürriyete kavuşturmaktan söz edilirken, özellikle insanın boynunun söz konusu edilmeei[133] ise, genelde tasmanın insan boynuna takıldığı organ oluşundan dolayıdır. Ayağa bukağı vurmak ise çoğunlukla hay­vanlarda görülen bir olaydır. O halde boyun, mülk edinilen kölenin mülkiyetinin görüldüğü yer olduğundan dolayı, özgürlüğe kavuşturmak da boyuna izafe edilmiştir. [134]

 

35- Âzâd Edilecek Kölenin Niteliği:

 

Bize göre, ancak başkasının ortaklığı sözkonusu olmaksızın, tam ve mü'min bir köle azad etmekten başkası caiz değildir. Kölenin bir bölümünü azad etmek de belli bir süreye kadar azad etmek, kitabet, tedbîr (özgürlüğü sahibinin ölüm şartına bağlamak) da caiz olmadığı gibi, azad edilecek kölenin um veled (efendisinden çocuğu olduğu için efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşacak olan cariye) de olmaması gerekir, mülkiyetine geçirdiği takdirde, istemese de azad edilmesi gereken bir kimse olmaması gerekir. Yine azad edilecek kölenin, geçimini kazanmasını engelleyecek şekilde kocamış, yaşlı ve kötürüm olmaması, kusursuz ve sağlam olması gerekmektedir. Dâvud (ez-Zâhirî) ise bu hususta muhalefet ederek kusurlu kölenin azad edilmesini caiz kabul etmektedir.

Ebu Hanife de der ki: Kâfir köle azad etmek caizdir Çünkü (burada) lafzın mutlak olması bunu gerektirmektedir.

Ancak, bizim delilimiz şudur: Bu, Allah Teâlâya yakınlaştırıcı farz bir iştir. Dolayısıyla zekât gibi, kâfirin bu işe konu olması sözkonusu değildir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerimde bu kabilden mutlak olan bütün lafızlar, hataen öldürmekte sözkonusu edilen ve kayıtlı olarak zikredilen köle azad etmeye racîdir,

"Kölede başkasının ortak olmaması gerekir" deyişimizin sebebi, yüce Al­lah'ın: wYa da bir köle azad etmektir" diye buyurmuş olmasıdır. Çünkü, kö­lenin bir parçası, kölenin tamamt demek olamaz. Yine, azad edilecek köle­de azad otrtia akdinin sözkonusu olmaması gerektiğini söyledik. Çünkü, hür­riyete kavuşturmak, daha önce sözkonusu edilmiş bir azatlığın gerçekleştir­mesini mevzubahis olmaksızın başlı başına bir azadı gerektirmektedir. Azad edilecek kölenin kusursuz ve sağlıklı olmasını, yine yüce Allah'ın: "Ya da bîr köle azad etmektir" buyruğundan dolayı söyledik. Çünkü, ifadenin mutlak olması, tam bir köle azadı gerektirir, (Meselâ, kör bir köle eksiktir.) Sahih-i Buharî'de Peygamber (sav)'m da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir müslüman, bir başka müslümanı kölelikten azad edecek olursa, mutlaka azad ettiği onun cehennemden kurtuluşuna sebep olur. Azad edilenin her bir uz­vu, azad edenin o uzvunun karşılığında -hatta ferci ferci karşılığında- (ateş­ten) kurtulur."[135] Bu ise, gayet açık bir nasstır.

Tek gözü kör olan ile ilgili olarak da mezhebte (Maliki mezhebinde) iki görüş rivayet edilmiştir. Sağır ve hayaları burulmuş köle hakkında da aynı şey sözkonusudur. [136]

 

36- Keffâret İçin Ayırdığı Matı Telef Olursa:

 

Bir kimse, bir keffâret dolayısıyla bir köle azad etmek üzere bir miktar ma­lı bir kenara ayırmışsa, o malı telef olursa, keffârette bulunma yükümlülüğü üzerinde devam eder Halbuki, fakirlere ödemek, yahut da onunla bir kö­le satın almak üzere zekât olan bir malı bir kenara ayırdıktan sonra malı telef olanın durumu böyle değildir. Zekâtta böyle bir durum sözkonusu olduğu takdirde, zekât verenin emre uyması dolayısıyla başka bir malı aynı şekilde ödeme yükümlülüğü kalmaz. [137]

 

37- Yemin Eden Kefaretini Yerine Getirmeden Önce Ölürse:

 

Fıkıh âlimleri, yemin eden keffâretten önce ölecek olursa, hükmün ne ola­cağı hususunda farklı görüşlere sahiptir.

Şâfıî ve Ebû Sevr der ki: Yemin keffâretleri ölenin sermayesinden çıkartılır. Ebû Hanife de der ki: Yemin keffâretleri onun bıraktığı mirasın üçtebirinden ödenir. Malik de; -bunu vasiyyet etmiş olması şartıyla -böyle demiştir. [138]

 

38- Kişinin Keffârette Bulunacağı Sıradaki Hali Gözönünde Bulundurulur:

 

Zenginken yemin edip, fakir oluncaya kadar yemininin keffâretini yerine getirmezse, yahut fakirken yeminini bozmakla birlikte, zengin olacağı vak­te kadar keffârette bulunmazsa, ya da kendisi köle iken yeminini bozup azad edilinceye kadar keffârette bulunmazsa, bütün bu hallerde, yeminini bozduğu vakit değil de, keffâretini yerine getireceği vakit gözönünde bulundurulur. [139]

 

39- Yemine Bağlı Kalmanın Zararı Varsa:

 

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim, kişinin aile halkına zarar verecek şekilde etmiş olduğu yemininde sebat göstermesi, onun için Allah nezdinde, Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu keffâretini ödemesinden dalıa bir günahtır."[140]

Burada yeminde sebat göstermekten kasıt, zorluk ve sıkıntıya sebep olsa; ve ister dünyevi, ister uhrevi herhangi bîr menfaat bulunan işi terk etmeyi gerekürse dahiT yeminin gereğini yerine getirmeye devam etmektir. Eğer yemin dolayısıyla bu türden herhangi bir şey sözkonusu olacak olursa, uy­gun olah, kişinin yeminini bozması ve keffâreti yerine getirmesidir. Yüce Al­lah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize ... bir engel yapmayın" (el-Bakara, 2/224) buyruğunda açıkladığımız gibi, bu durumuna da yemini gerekçe göstermemelidir. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kim herhangi bir hususa yemin eder de, başka bir şeyin ondan hayırlı olduğunu görürse, yemininin keffâretini yerine getirsin ve hayırlı olanı yapsın."[141] Da­ha çok hayırlı olanı yapsın, demektir. [142]

 

40- Yemin, Yemin Ettirenin Niyetine Göredir:

 

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir,"[143]

ilim adamları der ki: Bunun anlamı şudur: Herhangi bir hak ile ilgili ola­rak bir kimsenin yemin etmesi icabeder, o da bundan dolayı yemin ederse, bu sırada da kendisine yemin verdirenin niyetinden başka birşeyi niyet ederse, onun bu niyetinin kendisine bir faydası olmaz. Bu niyetiyle o yemi­nin kendisine kazandırdığı günahtan da kurtulamaz. Hz. Peygamberin bir baş­ka hadisindeki mana da aynıdır: "Senin yeminin, arkadaşının seni hakkında doğrulayacağı şeye göredir" Bu: 'Onunla arkadaşının seni doğrulayacağı şekle göredir" diye de rivayet edilmiştir. Bunu da aynı şekilde Müslim riva­yet etmektedir.[144]

Malik der ki: Her kim, kendisinden herhangi bir hakkı dolayısıyla alacak­lı olanın isteği üzerine yemin ederse, ettiği bu yeminde de istisnada bulun­sa, yahut dilini ya da dudaklarını kıpırdatsa veya bunu lafzen söyleyecek ol­sa, bu istisnasının o kimseye hiçbir faydası olmaz. Çünkü, bu gibi durumlar­da muteber olan niyyet, isteği üzerine kendisine yemin edilenin niyetidir. Çün­kü yemin, o kimsenin bir hakkıdır. Ve yemin, hakimin o kimse için yemini istiyeceği şekle göre vaki olur. Yemin edenin tercih edeceği şekle göre de­ğil. Çünkü bu yemin, o kimseden istenmektedir. Malik'in konu ile ilgili gö­rüşlerinden ve sözlerinden varılan netice budur. [145]

 

41- Keffâret İçin Bu Üçünden Birisini Yerine Getirmek İmkânı Olmayan:

 

Yüce Allah'ın: "Fakat kim bulamazsa" buyruğunun anlamı şudur: Eğer kişi, yemek yedirmek, elbise giydirmek veya köle azad etmek diye belirtilen bu üç husustan herhangi birisine malik olmadığını tesbit ederse.-Buyruğun bu anlama geldiği icmâ ile kabul edilmiştir Kişi, bu üç hususu bulamayacak olur­sa, o takdirde oruç tutar.

Bunları bulamamak ise iki türlü ölür. Ya malı eli altında değildir, veya malı fiilen yoktur. Birinci durura kendi asıl beldesinde olmaması halinde sözkonusu olur Eğer bu durumda da kendisine ödünç verecek birilerini bulabilirse, oruç tutması caiz olmaz. Şayet ödünç verecek kimse bulamayacak olursa, bu hususta farklı görüşler vardır. Beldesine dönünceye kadar bekler, denil­miştir.

Îbnü'l-Arabî der ki: Hayır, bunu beklemek zorunda değildir Aksine, oruç tutarak keffârette bulunabilir. Çünkü, vücub (keffârette bulunma gereği) zim­metinde tahakkuk etmiştir. Bunu yerine getirememe şartı da tahakkuk etmiştir. O halde emri yerine getirmeyi ertelemenin açıklanır bir tarafı yoktur Bun­dan dolayı bu üç türden birisi ile keffârette bulunmaktan acze düştüğü için, olduğu yerde keffâretini öder. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bulamazsa" dîye buyurmaktadır.

Bir diğer görüşte de şöyle denilmektedir: Geçimini kendisiyle sağladığı ser­mayesinden fazla bir malt bulunmayan bîr kimse, asıl bulamayan kişidir.

Yine şöyle denilmiştir: Bulamayan kişi, ancak bîr gün ve bir gecelik yiyeceği bulunup, başkasına yedirecek fazla yiyeceği bulunmayan bir kimsedir. Şafiî de bu görüştedir, Taberî de bunu tercih etmiştir. Malik ve arka­daşlarının görüşü de budur, İbnü'l-Kasım dan ise rivayet olunduğuna göre, günlük nafakasından birşeyler artıran kimse, oruç tutamaz. Yine İbnü'l-Kasım, Kitabu İbn Müzeyyen' de şöyle demektedir: Eğer yeminini bozan kim­senin bir günlük yiyeceğinden fazla yiyeceği varsa, yemek yedirerek keffârette bulunur. Açlıktan korkması, yahut bu hususta kendisine yardım eli uzatılmay­acak bir beldede olması hali  müstesnadır.

Bbu Hanife ise şöyle demektedir: Eğer onun yolunda (zekât) nisabı yok­sa, o kimse bulamayan bir kimse demektir.

Alımed ve İshâk der ki: Eğer bir gün ve bir gecelik yiyeceği bulunuyor İse, bundan arta kalanı yedirir.

Ebu Ubeyd de şöyle demektedir: Şayet yanında kendisinin ve ailesinin bir gün bir gecelik yiyeceği ve onlara yetecek kadar giyeceği varsa, bunlardan ayrı olarak da keftarette bulunacağı kadar bir miktara sahip bulunuyorsa bize göre o, bulan bir kimsedir.

İbnü'l-Münzir der ki: Ebu Ubeyd'in bu görüşü güzel bir görüştür. [146]

 

42- Oruç Tutmak:

 

Yüce Allah'ın: Üç gün oruç tutsun" buyruğunu, İbn Mes'ud; "Peşpeşe" fazlası ile okumuştur. Bu kıraat ile mutlak olan bu üç gün, kayıtlanmış olur. Ebu Hanife ve es-Sevrî de bu görüştedir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur. el-Müzenî de zihâr keffâretinde oruca kıyasen ve Abdullah b. Mes'ud'un kıraatini gözönünde bulundurarak bu görüşü ter­cih etmiştir.

Malik ile diğer görücünde Şafiî de şöyle demektedirler: Bunları ayrı ayn tutması da yeterlidir. Çünkü, peşpeşe oruç tutmak, ancak bîr nassa ya da nass ile bağlanmış bir hükme kıyas ile vacib olabilen bir sıfattır, burada ikisi de yoktur. [147]

 

43- Keffâret Orucunda Unutarak Oruç Bozarsa:

 

Oruç tuttuğu günlerden herhangi bir günde unutarak orucunu yiyen bir kişi hakkında Malik: Kaza yapmakla yükümlüdür derken, Şafiî kaza yapması gerekmez, demektedir. Nitekim buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/187. âyetin tefsirinde, 12. başlıkta) oruç ile ilgili açıklamalarda bulunulurken geçmişti. [148]

 

44- Hür Olmayan Müslüman Keffârette Bulunur mu?

 

Yüce Allah'ın nass ile tesbit ettiği bu keffâret ittifakla, hür ve müslüman kimse için gereklidir Yeminini bozduğu takdirde köleye bunlardan hangisi vacib olduğu hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır.

Süfyan-ı Sevrî, Şafiî ve Rey ashabı derlerdi ki: Köle için oruç tutmaktan başka bir keffâret şekli yoktur Başka bir şekilde keffârete kalkışması da onun için geçerli değildir. Ancak, bu hususta Malik'in görüşü farklı gelmiştir. İbn Nafi1 köle, köle azad etmekle keffârette bulunmaz. Çünkü, bu durumda azad ettiği kölenin velâsı ona ait olmaz. Fakat bunun yerine efendisi ona izin verecek olursa, sadaka Ue keffârette bulunur. Bununla birlikte en uygunu oruç tutmasıdir, dediğini nakletmektedir. İbnü'l-Kasım da Malik'ten şöyle dediğini nakleder: Köle, efendisinin izniyle dahi olsa, yemek yedirecek yahut elbise giydirecek olsa, bu çok açıkça söylenebilecek bir husus değildir. Bundan yana kalbimde (bu konuda tereddüde götüren) birşeyler vardır. [149]

 

45- Yeminlerin Keffareti:

 

Yüce Allah'ın; "İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti

budur" buyruğu, yeminleriniz böyle örtülür, demektir. Bir şeyi örtmek ve gi­zlemek halinde "keffâret" tabiri kullanılır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Bunun, yüce Allah adına yemindeki keffâret hakkında olduğu hususunda görüş aynhğı yoktur. Tabiinden kimisi ise, yemin keffaretinin terk etmeye ye­min ettiği hayn işlemek olduğu görüşündedir. îbn Mace de Sünen'inde: "O yeminin keffâreti onu terketmektir" diye bir başlık açtıktan sonra şöyle de­mektedir: Bize, Ali b. Muhammed anlattı. Bize Abdullah b. Numeyr, Harise b. Ebir'r-RicâTden anlattı, o, Amra'dan, o, Âişe'den şöyle dediğini nakletti: RasuIulIah (sav) buyurdu ki:" Her kim, akrabalık bağını kesmek yahut da uy­gun olmayan bîr şey hakkında yemin edecek olursa, o yeminine bağlı olma­sı bu yemin ettiği şeye devam etmemesidir."[150] Yine İbn Mace, Amr b. Şu-ayb'dan» o, babasından, o, dedesi senediyle Peygamber (sav)'ın şu buyruğu­nu kaydetmektedir: "Her kim bir şeye dair yemin ederse, bir başkasının on­dan hayırlı olduğunu görürse, onu bıraksın. Çünkü onu bırakması, o yemi­nin keffâretidir."[151]

Bu, Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'tn başından geçen olayla da desteklenmek­tedir. Hz. Ebu Bekir, yemeği yememek üzere yemin edince, hanımı da ken­disi yemedikçe o yemekten yememek üzere yemin etti. Misafir -veya misa­firler- de kendisi yemedikçe yememek üzere yemin'etti (veya ettiler). Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: Bu şeytandandır diyerek yemeğin getirilmesini iste­di, kendisi de yedi, diğerleri de yediler. Bunu Buharı rivayet etmiştir.[152] Müs­lim şunu da eklemektedir: Sabah olunca, Peygamber (sav)'ın yanına gittim ve Ey Allah'ın Rasülû, onlar yeminlerinde durdular ben ise yeminimi bozdum deyip durumu ona anlatınca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis sen, on­ların arasında sözüne en bağlı olan ve en hayırlılarısın" dedi. (Hadisi riva­yet eden) dedi ki: Bu hususta bana keffâret ile ilgili birşey ulaşmadı.[153]

 

46- Allah'tan Başkası Adına Yapılan Yemin Keffâreti:

 

Yüce Allah adından başkası adına yapılan yeminin

keffâreti hususunda fukahamn farklı görüşleri vardır. Malik der ki; Kim malının sadakasına dair yemin ederse, malının üçtebirini çıkartıp verir. Şafiî ise, bir yemin kef-fâretinde bulunması gerekir demektedir. îshâk ve Ebu Sevr de bu görüşte­dir. Aynı zamanda Hz. Ömer ve Hz. Aişe'den de bu görüş rivayet edilmiştir. eş-Şahbî, Ata ve Tavus ise, ona bir şey gerekmez, demişlerdir.

Bir kimse Mekke'ye yürüyeceğine dair yemin ederse, Malik ve Ebu Hani-fe'ye göre bu yeminini yerine getirmesi gerekir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr'e göre ise, bir yemin keffâretinde bulunması onun için yeterlidir.

İbn Müseyyeb ve el-Kasım b. Muhammed ise şöyle demiştir: Ona bir şey gerekmez. îbn Abdi'1-Berr ise der ki: Medine'de ve ondan başka şehirlerde­ki ilim adamlarının çoğunluğu, Mekke'ye yürümeye dair yeminde yüce Al­lah adına yeminde olduğu gibi, bir keffâreti vacip görürler. Bu, aynı zamanda ashab ve tabiinden bir topluluğun görüşü olduğu gibi, mü s lü m anların fukahâsının çoğunluğunun da görüşüdür. İbnü'l-Kasım, oğlu Abdussamed'e bu şekilde fetva vermiştir. Ayrıca, ona bunun el-Leys b. Sa'd'ın görüşü olduğunu da zikretmiştir. Ancak, İbnüİ-Kasım'dan meşhur olan, Mekke'ye yürüyerek gitmeye dair yeminde, oraya yürüyerek gitmeye gücü yeten müstesna keffâret olmadığıdır. Malİk'İn görüşü de budur.

Köle azad etmek için yemin eden kimsenin; Malik, Şafiî ve diğerlerin görüşüne göre, azad edeceğine dair yemin ettiği köleyi azad etmesi gerekir. İbn Ömer, îbn Abbas ve Hz. Aişe'den; bu kişi yemin keffâretînde bulunur; bizzat o köleyi azad etmesi gerekli değildir, dedikleri rivayet olunmuştur. Ata; herhangi birşeyi tasadduk eder demiştir. el-Mehdevî der ki: İlim adamlarından sözüne güvenilir kimseler, talâka yemin eden kimse için yeminini bozması halinde, talâkının sözkonusu olacağı hususunda icmâ etmişlerdir. [154]

 

47- Yeminlerin Korunması:

 

Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizi koruyun" buyruğu, yeminlerinizi boz­duğunuz takdirde, yerine getirmeniz gereken keffâreti ifa etmekte çabuk hareket etmek suretiyle koruyun, demektir, Bu3 yemini terk etmek suretiyle koruyun. Çünkü sizler, yemin etmeyecek olursanız (keffâretin) bu yüküm­lülükleri de hakkınızda sözkonusu olmaz, diye de açıklanmıştır. "Şükredesiitiz diye»." buyruğunda geçen şükre dair açıklamalar, (el-Bakara, 2/52. ayet, 3-başlıkta) ve Diye edalına dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. [155]

 

90. Ey iman edenler} İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki, kurtuluşa ereslniz.

91. Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

92. Allah'a İtaat edin, RasÛle de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çe­virirseniz, biliniz ki, Peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: [156]

 

1- Âyeti Kerimelerde Yasaklanan Hususlar:

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler" buyruğu, bütün müminlere bu husus­ları terketmeye dair bir hitaptır. Zira bunlar, cahil i ye döneminden beri ya-pageldikleri ve nefislere hakim olan birtakım arzu ve kötü adetlerden ibaret­ti. Mü'minlerden pek çok kimsenin nefislerinde henüz bunlardan bir takım kalıntılar devam ediyordu.

İbn Atiyye der ki: Kuşları uçurtma ve böylelikle bundan geleceğe dair hükümler çıkarma hevesleri, kitaplardan fal bakma ve buna benzer günümüz insanlarının yaptıkları şeyler de bu kabildendir.

İçki (el-Hamr) henüz haram kılınmamıştı- İçkinin haram kılınışı ise, Uhud vak'asından sonra, hicretin üçüncü yılında olmuştu. Uhud vak'ası ise hicretin üçüncü yılı Şevval ayında cereyan etmişti. Hamr kelimesinin türeyişi ile il­gili açıklamalar, daha önceden tel-Bakara 2/219- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

Yine kumar (eI-Meysir)'in türediği köke dair açıklamalar da el-Bakara Sûre-si'nde C2/219. âyet» 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimede geçen "el-Ensab"ın pudar olduğu söylendiği gibi, zar ve satranç olduğu da söylenmiştir. Bu ikisine dair açıklamalar ise. Yunus Sûresi'nde yüce Al­lah'ın: "Artık haktan sonra dalâletten başka geriye ne kalır (Yunus, 10/32. ayetin tefsirinde, 5- başlıkta) buyruğu açıklanırken gelecektir.

el-Ezlam ise, fal oklarıdır. Yine buna dair açıklamalar, bu sûrenin baş tarafında (3- âyetin tefsirinde 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre, bunlar, Beytullah'da beyt'in bakıcıları ve putların hizmetkârları yanında bulunuyorlardı. Kişi, herhangi bir ihtiyacını karşılamak istediğinde, gelir ve bu oklardan birisini çekerdi. Şayet üzerinde: "Rabbîm bana emretti" yazısı bu­lunan ok çıkarsa, hoşuna gitsin veya gitmesin o ihtiyacı olan şeyi karşılamaya giderdi. [157]

 

2- İçkinin Tedricî Olarak Haram Kılınışı ve Nüzul sebebi:

 

İçkinin haram kılınışı, tedricî bîr şekilde ve birçok olay münasebetiyle ger­çekleşmişti. Çünkü İslamdan önce, araplar içki içmeye çok düşkün idiler. İç­ki hakkında Ük nazil olan buyruk: "Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: İki­sinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) buyruğudur. YaniT içki ticaretinde ba£ı faydalar vardır, de­mektir.

Bu âyet-i kerime nazil olunca kimi insanlar, içki içmeyi terk ettiler ve: Büyük günahı bulunan bir şeye ihtiyacımız yoktur, dediler. Kimileri de içki içmeyi terk etmeyip: Biz, bu içkinin menfaatini alalım, günahını terk edelim, dediler.

Bu sefer: "Sarhoşken... namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) âyeti nazil oldu. Yine bazı kimseler içki içmeyi terketti ve bizi namazdan alıkoyan birşeye ihtiyacımız yoktur, dediler.

Diğer bazıları ise: "Ey İman edenler,! İçki, kumar, putlar ve fal oldan şey­tanın pis işlerindendir" (mealindeki) bu âyet-i kerime nazil oluncaya kadar içmeye devam ettiler. Bu âyet-i kerimenin nüzulü ile birlikte içki içmek on­lar için kesin olarak haram oldu. O kadar ki, kimileri: Allah, şaraptan daha kesin ve ağır bir ifadeyle herhangi bir şeyi haram kılmış değildir, dediler.

Ebu Meysere der ki: Bu âyet-i kerimenin inişine sebep, Ömer b. el-Hat-tab'dır. Çünkü o, Peygamber (sav)'a içkinin kusurlarını zikretmiş ve içki içmekten dolayı insanların başına gelenleri anlatmıştı. Haram kılınması için de yüce Allah'a dua etmiş ve; Allah'ım, içki hususunda bize rahatlatıcı açıklamalarda bulun, diye dua etmişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş, Hz. Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik demişti. Bu husus, el- Bakara Sûre­si (2/219- ayetin tefsirinde) en-Nisa Sûresi'nde (4/43 âyet 1. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

Ebu Dâvud, îbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: "Ey iman edenleri sarhoşken... namaza yaklaşmayınız" (en-Nisâ, 4/43) ile: "Sana içkiyi ve ku­marı sorarlar, de ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlariçin bazı faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) âyetlerini el-Maide Sûresi'nde bulu-nan:'"İçkif kumar, putlar ve fal oktan.,." âyeti nesh etmiş bulunmaktadır.[158]

Müslim'in Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kur'an-ı Kerim'den bazı âyetler benim hakkımda nazil ol­muştur... Bu arada şunu da zikretti. Ensar'dan bir topluluğun yanına gittim. Bana: Gel sana yemek yedirelim ve şarap içirelimt dediler. Bu ise, şarabın haram kılınışından önce idi. Onlarla beraber bir bostana gittik. Yanlarında kızartılmış bir deve başı ile bir tulum şarap vardı. Onlarla birlikte yedim, iç­tim. Yanlarında ensar ve muhacirlerden söz edildi, Muhacirler ensardan hayırlıdır, dedim. Adamın birisi, devenin çene kemiğini alarak onunla bana vurdu ve burnumu yaraladı. -Bir rivayette- de burnumu çatlattı denilmekte­dir. Sa'd'ın burnu çatlak kalmıştı. Bunun üzerine Rasulullah (sav)'ın yanına gittim, durumu bildirdim. Bu sebeple de yüce Allah benim hakkımda -yani, kendisi hakkında şarapla ilgili olarak-: "İçki, kumar, putlar ve fal okları şey­tanın pis İşlerindendir. Artık bunlardan kaçının..." buyruğunu indirdi.[159]

 

3- İçkiyi Haram Kılan Âyetlerin İnişinden Önceki Durum

 

Bu hadisler, içki içmenin o dönemlerde mübâlı, uygulamada ve onlar tarafından reddolunmayacak ve değiştirilmesine gerek görülmeyecek şekilde bir maruf (uygun görülen bir iş) olduğunu göstermektedir. Peygamber (sav)'ın de bunu ikrar ettiği (ses çıkarmadığına delalet etmektedir. Bu hususta görüş aynlığı yoktur. Zaten az önce de geçtiği üzere, en-Nisâ süresin­deki; "Sarhoşken namaza yaklaşmayınız'* ayeti de buna delâlet etmektedir.

Acaba, sarhoş edecek miktarı içmek onlar için mubah mıydı? Hz. Hamza ile ilgili hadis, bu hususta gayet açıktır: Hz. Hamza, Hz. Ali'ye ait iki dişi de­venin böğürlerini delmiş, hörgüçlerini kesmişti, Hz. Ali de durumu Paygam-ber (sav)'a haber verince, Hz. Hamza'nın yanına geldi. Hz, Hamza, Peygam-ber'e kargı gösterilmesi gereken saygı ve ihtimama uymayan ağır bir takım sözler sarfetti. Bu ise Hz. Hamza'nın sarhoşluk veren içki dolayısıyla aklının başından giEtiğine delâlet etmektedir. Bundan dolayı, hadisi rivayet eden şöyle demektedir: Rasulullah (sav) Hz, Hamza'nın sarhoş olduğunu anladı. Sonra Peygamber (sav), Hz. Hamza'nın bu yaptığına karşı çıkmadığı gibi, bundan dolayı azarlamadı. Ne sarhoşken, ne de daha sonra böyle bir şey yaptı. Hat­ta Hz. Hamza: Siz babamın kölelerinden başka bir şey misiniz ki deyince, gerisin geri dönüp yanından çıkıp gitmişti.[160]

Bu ise, usulcülerin söyledikleriyle naklettiklerine uygun düşmemektedir. Çünkü onlar şöyle derler: Sarhoşluk bütün şeriatlerde haram îdi. Çünkü şeri-atler kolların maslahatları içindir. Onları fesada götürmek için değildir. Bütün maslahatların aslı ise akıldır. Nitekim bütün fesatların asıl kaynağı aklın gidişidir, o halde aklı gideren, yahut aklı karıştıran herşeyin yasaklanması gerekir. Ancak, Hz. Hamza ile İlgin bu hadis, Hz. Hamza'nın içki içmekle sarhoş olmayı kastetmediği, fakat bu hususta içki çabuk etki göstererek aklını örttüğü de ihtimal dahilindedir.  Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [161]

 

4- Rics:

 

Yüce Allah'ın: "Rics: Pis" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbasr bu âyet-i ke­rimedeki ıtrics"in gazab olduğunu söylemiştir. Kokuşmuş, necaset ve pislik­lere de "rics" denilebilir. "Ze" harfi ile "ricz'r ise, yalnızca azab anlamındadır, "lüks" sadece necaset hakkında kullanılır. Rics ise her ikisi hakkında da kul­lanılır.

"Şeytanın pis işlerindendir" buyruğunun anlamı ise, şeytan bu işe itmek ve o işi süslü göstermek suretiyle bunu yapar, demektir. Şöyle de denilmiştir: Bu hususta kendisine uyuluncaya kadar büıün bu işleri baştan beri ilk yapan şeytanın kendisidir. [162]

 

5- Bu Pis Şeylerden Uzak Durma Gereği:

 

Yüce Allah: "Artık bunlardan kaçının" diye buyurmakla, bunları uzaklaş­tırın, bîr kenara bırakın, demek istemektedir. Böylelikle yüce Allah, bu işler­den uzak durmayı emretmektedir Hadislerdeki nasslar ve ümmetin icmai ile birlikte bu emir sigası sonucunda, "uzak durmak1 haram kılmak manasın­da olmuştur. İşte içki bununla haram kılınmış oldu. Müslüman ilim adamla­rı arasında Maide Sûresi'nin içkiyi haram kılan buyruğu ihtiva ettiği hususun­da görüş ayrılığı yoktur. Yine bu sûrenin, Medine'de son İnen sûrelerden ol­duğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte leşin, kanın ve domuz etinin haram kılındığı buyruklar ise, yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasın­da... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum" (el-En'âm, 6/145.) buyru­ğu ile diğer âyetlerde haber kipi şeklinde varid olmakla birlikte içki hakkın­da bu haram kılma nehiy ve bir yasak şeklinde varid olmuştur kîr bu da ha­ram kılmanın en kuvvetli ve en pekiştirilmiş ifade şeklidir.

İbn Abbas şöyle demektedir; İçkinin haram kılındığına dair buyruk nazil ol­unca Rasûlullah (.sav)'in arkadaşları, biri diğerinin yanına giderek şarap haram kılındı ve şirke denk kılındı, dediler. Yani, yüce Allah şarabın haram kılınışını, putlar için hayvan kesmek ile birlikte zikretmiştir ki, bu bir şirktir.

Daha sonra yüce Allah: "Ta ki, kurtuluşa efesiniz" buyruğu ile de kurtuluşa ermeyi bu emirlere bağlı kalarak zikretmiştir. Bu da vucubun (yani, bu emir­lere bağlı kalışın) te'kidine delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [163]

 

6- îçki'nin Necaseti:

 

İçkinin (hamrın) haram kılınıp, şeriatın onu pis görmesi, hakkında "rics " tabirini kullanıp ondan uzak durmayı emretmiş olmasından cumhur, onun necis olma hükmünü de anlamıştır. Ancak bu hususta Rabia, el-Leys b. Sa'd, Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî, müteahhir Bağdat'lı kimi ilim adamlan bu hususta onlara muhalefet edip, içkinin tahir olduğu görüşünü kabul etmişler; haram kılınanın, yalnızca onu içmek olduğunu söylemişlerdir. Said b. el-Had-dâd el-Kuravî de şarabın temizliğine, Medine yollarında dökülüşünü delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer necis olsaydı, ashab (Allah hepsinden razı olsun) bu işi yapmaz ve Peygamber yollarda defi hacette bulunmayı yasakladığı gibi bunu da yasaklardı.

Buna şöyle cevap verilir: Ashab-ı kiramın bu isi yapmasının sebebi, şarabı İçine dökecekleri giderlerinin ve kuyularının olmayışından dolayıdır. Zira, on­ların çoğunlukla görülen durumları, evlerinde helalarının bulunmayışı şek­lindeydi. Nitekim Âişe (r.anha) da evlerde hela edinmekten tiksiniyor olduk­larını İfade etmiştir.[164]

Dökülmek kastıyla şarabın Medine dışına taşınması ise, bir külfet ve bir zor­luktur, Diğer taraftan böyle bir işe kalkışmak, derhal yapılması vacib olan bir işi de ertelerdi. Ayrıca, bunun pisliğinden sakınmak da mümkündü. Çünkü Medine'nin yollan genişti. Şarap da öyle yolun her tarafını kaplayacak ne­hir gibi akacak şekilde fazla değildi. Aksine, sakınmanın mümkün olduğu bazı yerlerde şarap akmıştı. Diğer taraftan bunun, Medine yollarında açıktan açığa dökülmesi gibi bir faydası vardı. Haram kılınması muktezasınca onun telef edilmesi ve ondan yararlanmamak şeklindeki uygulamanın yaygınlık kazanması gibi. Nitekim, insanlar da bunu peş peşe yapmış ve bu husus da aynı davranışı göstermişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Denilse ki: Necis olmak şer'i bir hükümdür. Bu hususta ise bir nass yok­tur. Bir şeyin haram kılınması ise necis olmasını gerektirmez. Şeriatta haram olup da necis olmayan nice şey vardır.

Deriz ki: Yüce Allah'ın: "Rlcs" buyruğu, içkinin necis olduğuna delâlet et­mektedir. Çünkü rics, dilde necaset demektir. Diğer taraftan eğer biz hakkında nass bulmadığımız sürece bir hüküm vermemek gibi bir kaideye riayet ede­cek olursak, şeriat işlemez hale gelir. Çünkü, şeriatteki nasslar azdır. Sidiğin, kazuratın, kanın, meytenin ve bundan başka.birtakım şeylerin necis olduk­larına dair hangi nass vardır? Bunlar, ancak ifadelerin zahirlerinden, umum­larından ve kıyaslardan anlaşılır. el-Hac Sûresi'nde (22/30-31- âyet, 3- başlık ve devamında) bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın İzniyle- gelecektir. [165]

 

7- Uzak Durmanın Kapsamı:

 

Yüce Allah'ın: "Artık bunlardan kaçının" buyruğu, hiçbir şekilde ve herhangi bir şey ile yararlanmamak üzere, mutlak olarak kaçınıp uzak dur­mayı gerektirmektedir. Ne içmek suretiyle, ne satmak, ne sirkeye dönüştür­mek, ne tedavi ve ne de başka herhangi bir yokla. Bu konuda varid olmuş hadisler de buna delâlet etmektedir.

Müslim'in İbn Abbas'tan rivayetine göre bir adam, Rasulullah (savTe şarap dolu bir kırbayı hediye etti. Rasulullah (sav) ona şöyle dedi: "Allah'ın bunu haram kıldığını biliyor musun?" Adam: Hayır deyince, (İbn Abbas) de­di ki: Bir adama gizlice bir şey söyledi. Rasulullah (sav) ona: "Ona ne fısıldadın?" diye sordu. Adam: Ben ona bu şarabı satmasını söyledim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onu içmeyi haram kılan, onu satmayı da haram kılmıştır." Bunun üzerine adam kırbayı açtı ve içinde ne varsa boşalıncays. kadar öylece tuttu.[166]

İşte bu, söylediğimize delâlet eden bir hadis-i şeriftir. Zira, onda caiz olam herhangi bir fayda ve menfaat bulunsaydı, Rasululjah ölü koyun ile Ugcİ olarak: "Niçin postunu alıp tabaklamadınız da ondan yararlanmadınız."[167] de­diği gibi mutlaka açıklardı. [168]

 

8- İçki ve Diğer Necis Şeyleri Satmanın Hükmü:

 

Müslümanlar, içki ve kan satımının haram olduğunu icma ile kabul en-mislerdir. Bunda ise, pisliklerin, sair necasetlerin ve yenilmesi helâl ol­mayan şeylerin satışının da haram olduğuna bir delil vardır. İşte bundan dote^ -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- Malik, hayvan pisliklerinin satışını mekraıita görmüştür. İbnü'l-Kasım İse, faydalı oluşu dolayısıyla buna ruhsat vermişnir Ancak kıyas, Malik'in görüşü doğrultusundadır. Şafiî'nin görüşü de böyiedk Ayrıca bu hadis de bunun doğruluğuna delâlet etmektedir. [169]

 

9- Şarabı Sirkeye Doniiştürmenin Hükmü:

 

Fukahâ'nın cumhuru, şarabı sirkeye dönüştürmesinin kimseye caiz oi^ madiğini kabul etmişlerdir. Şayet, şarabı sirkeye dönüştürmek caiz olsaydu Rasulullah (sav) adamın kırbasının ağzını açıp şarabı dökmesine imkânmezdi. Çünkü sirke bir maldır. Malın boşa harcanması, zayi edilmesi ise yasak­lanmıştır. Hiçbir kimse de müslümana ait bir şarabı döken kişinin, müslümana ait bir malı telef ettiğini söylememektedir. Osman b, Ebi'l-Âs'da bir yetime ait bir şarabı dökmüştür. Peygamber (sav)'dan şarabı sirkeye dönüştürmek hususunda izin istenmiş, fakat kendisi: " Hayır" diyerek bunu yasaklamıştır.[170]

Hadis ehli ile Rey ehlinden ilim adamlarından bir kesim bu kanaattedir. Suh-nûn b. Said de buna meyletmiştir.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir; Şarabın sirkeye dönüştürülmesinde bir mahzur olmadığı gibi, bir insanın müdahelesiyle veya başka bir yolla sirk­eye dönüşmüş şaraptan yemenin de mahzuru yoktur, Bu, es-Sevrî, el-Evzaî, eİ-Leys b. Sa'd ve Kürelilerin görüşüdür.

Ebu Hanife der ki: Şayet şaraba misk ve tuz atar, bu da bir çeşit marme-lata dönüşür ve şarap halinden başka bir hale geçerse caizdir. Fakat, marme­lat hususunda Muhammed b. Hasan ona muhalefet ederek şöyle demekte­dir; Şaraba ancak sirkeye dönüştürmek için müdahale yapılır.

Ebu Ömer (b. Abdü-Berr) der ki: Iraklılar, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda Ebu'd-Derdâ'yı delil gösterirler. Bu rivayet, Ebu îdris el-Havlânîden, o, Ebu'd-Derdâ^dan pek kuvvetli olmayan bir yolla rivayet edildiğine göre, Ebu'd-Derdâ, şaraptan dönüşmüş marmelatı yer ve: Güneş ile tuz bunu tabak­ladı, dermiş. Ancak, Ömer b. el-Hattab ve Osman b. el-As, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda ona muhalefet ettiği gibi, sünnetin varid olduğu yerde herhangi bir kimsenin görüşü delil teşkil edemez. Başarı Allah'tandır.

Şarabın sirkeye dönüştürülmesinin yasaklanışının, şarabın haram kılındığı ilk sıralarda, İslâm'ın (bu yasağtn) ilk yıllannda olma ihtimali de vardır. Böyle­likle, şarap içmenin yasaklanışı üzerinden fazla bir zaman henüz geçmediği için, şarap alıkoymaya kimse devam etmesin. Bu ise, bu konudaki alışkanlığa son vermek istemekten dolayı idi. Eğer durum böyle idiyse, o takdirde bu­radaki yasak, şarabın sirkeye dönüştürülmesiyle ilgili olmadığı gibi, şarabın dökülmesi emrinin verilmesi, sirkeye dönüştürülmesinden sonra yenilmesine de engel teşkil etmez.

Eşheb de Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hıristiyan bir kimse, bir şarabı sirkeye dönüştürecek olursa, onu yemenin bir mahzuru yoktur. Aynı şekilde müslüman bir kimse de onu sirkeye dönüştürüp Allah'tan mağfiret taleb ederse yine hüküm böyledir. Bu rivayeti ise, îbn Abdi'î-Hakem Kitab'ında zikretmektedir.

Fakat, sahih olan Malik'in, İbnü'l-Kasım vç İbn Vehb'in rivayetine göre söy­lediği; Müslümanm, sirkeye dönüştürmek kastıyla şaraba müdahale etmesi de helal değildir, onu satması da helâl değildir; ama, o şarabı tutup döksün, şeklindeki sözüdür. [171]

 

10- Şarap Kendiliğinden Sirkeye Dönüşürse:

 

Malik'in ve arkadaşlarının: Eğer şarap kendiliğinden sirkeye dönüşecek olursa, o sirkeyi yemenin helâl olduğu hususunda farklı görüşleri yoktur. Bu, Ömer b. el-Hattab, Kabîsa, İbn Şihab ve Rabiâ'nın görüşü olduğu gibi; Şa­fiî'nin İki görüşünden birisi de böyledir. Ayrıca Şafiî mezhebine mensub il­im adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre Şafiî'nin mezhebinden çıkar­tılan sonuç da budur. [172]

 

11- Şarabın Mülkiyet Altına Alınabileceği Görüşü Zayıftır:

 

İbn Huveyzimendad, şarabın mülk edinilebileceğini zikretmektedir. O, bu görüşe, şarap vasıtasıyla boğaza tıkanan lokmalann giderilebileceğini ve yan­gının söndürülebileceğini söyleyerek varmıştır. Ancak bu, Malik'e ait oldu­ğu bilinmeyen bir nakildir. Bilakis bu, şarabın tahir olduğu görüşünü kabul edenlerin kanaatine göre verilebilecek bir hükümdür. Eğer şarabı mülk edinmek caiz olsaydı, Peygamber (sav) onun dökülmesini emretmezdi. Ay­nı şekilde, mülkiyet bir tür menfaat sağlamaktır. Onu dökmek suretiyle de bu menfaat iptal edilmiştir, Hamd, Allah'a mahsustur. [173]

 

12- Zar ve Satranç Oyunları da Haramdır:

 

Bu âyet-i kerime, kumar olsun olmasın, zar ve satranç oyunlarının haram olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü yüce Allah, şarabı haram kıldığı buyru­ğunda bunun haram kılınışına sebep teşkil eden hususu da şöylece açıkla­maktadır: "Ey iman edenler I İçki, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Bu ayeti kerimeden sonra da: "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düş­manlık ve kin bırakmak... isler" diye buyurmaktadır.

Her bîr oyunun azı, çoğunu da arkasından getirir ve bu oyuna dalanlar ara­sında kin ve düşmanlığı salar. Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyar. O hal­de bu oyunlar da şarap gibidir. Böyle olmaları tıpkı içki gibi haram olma­larını gerektirmektedir. İçki içmek sarhoşluk verir. Sarhoşken ise namaz kı­lınamaz. Ancak, zar ve satranç oyunlarında bu özellik yoktur; denilse;

Buna şöyle cevap verilir; Şam yüce Allah, içki ve kumarı haramlık hük­münde bir arada zikretmiş, her ikisini de insanlar arasında düşmanlık ve kin salmakla nitelendirmiş, Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyduklarını ifa­de buyurmuştur.

Bilindiği gibi şarap sarhoşluk vermekle birlikte, kumar sarhoşluk vermez. Ancak, bu hususta içki ve kumarın birbirlerinden ayrı olma lan,-taşıdı klan or­tak özellikler dolayısıyla- Allah nezdinde haram kılınmaları bakımından ay­nı seviyede olmalarına engel değildir. Yine şarabın azı sarhoşluk vermez. Tıp­kı zar ve satranç oynamanın sarhoşluk vermediği gibi. Ama, şarabın azı da ço­ğu gibi haramdır. O halde, sarhoşluk vermese dahi zar ve satrançla oynama­nın şarap gibi haram olmasına karşı çıkılamaz. Diğer taraftan oyuna başlamak­la birlikte gaflet insanı sarar, Kalbi istila eden bu gaflet ise sarhoşluğun yeri­ni tutar. Şayet şarap sarhoşluk verip bu sarhoşluk sonucunda namazdan alı­koyduğu için haram kabul ediliyorsa, o halde insanı gaflete düşürüp, bunun sonucunda da namazdan alıkoyduğundan dolayı zar ve satrançla oynamak da haram kabul edilmelidir. Doğrusunu en iyt bilen Alfah'tır. [174]

 

13- Nesih Hükmünün Mükellef Açısından Sübâtu İçin Nâsik Hükmün Varlığı Yeterli midir?

 

Hz. Peygambere bir şarap tulumu hediye eden kişi ile ilgili hadis, (içkinin helal olduğunu İfade eden buyrukları) nesh edici buyruğun, o kişiye varma­mış olduğuna; onun o da önceki mübahlığı esas alarak hareket ettiğine dela­let etmektedir. İşte bu şuna delildir: Bazı usul âlimlerinin söylediği gibi hüküm, nesh edid buyruğun varlığı ile kalkmaz. Bu hadisin de delâlet ettiği gibi, nesli edici buyruğun mükellefe varmasıyla kalkar. Sahili olan görüş de budur. Çün­kü Peygamber (sav) o kişiyi azarlamamış, bunun yerine ona hükmü açıklamış­tır. Zira o, ilk buyruk gereğince amel etmekle muhataptır. Muhatap olduğu o buyruğu terkedecek olsaydı, isyankâr olunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Her ne kadar neshedici buyruk fiilen varid olmuşsa da bu böyledir.

Nitekim Küba mescidinde namaz kılanlar için de böyle olmuştur, Onlar, haberci gelip kendilerine, (Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı) nesh eden buyruğun indiğini bildirinceye kadar, Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kı­lıyorlardı. Haber kendilerine gelince, Kâ'be'ye doğru yöneldiler. Nitekim bu husus, el-Bakara sûresinde (2/142. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

Yine o sûrede, hamr'dan, onun türeyişinden ve meysir'den (kumardan) da söz edilmişti. (2/219- ayet, 1 ve 2. başlıklar) Bu sûrenin baş taraflarında da dikili taşlar ile fal oklanna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. C5/3- ayet, 17 ve 18. başlıklar) Cenab-ı Allah'a hamd olsun. [175]

 

14- İçki ve Kumarın Zararları ve 91. Ayetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah: "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister" âyeti ile kullarına, şeytanın düşmanlık ve kini, aramı­za içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bi­zi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı.

Rivayete göre, ensardan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri öte­kine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde ken­disine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerin­de kin namına birşey yoktu. Onlardan birisi: Eğer kardeşim bana şefkatli ol­saydı, bunu bana yapmazdı, dedi. Böylelikle aralarında kin başgösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Muhakkak şeytan İçki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... İster" âyetini indirdi.[176]

 

15- Şeytan, Allah'ı Anmaktan ve Namaz Kılmaktan da Alıkoymak ister:

 

Yüce Allah: "Ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" buy­ruğu ile bize şöyle diyor: Sarhoş olduğunuz vakit Allah'ı zikredemez, namaz kı­lamazsınız. Namaz kılacak olsanız dahi, Ali'nin başına geldiği gibi siz de karış­tırırsınız. Bu hususun Abdurrahman (b, AvO'ın başından geçtiği en-Nisâ sûre­sinde daha önce anlatıldığı gibi (4/43. ayet, 1. başlık) de rivayet edilmiştir.

Ubeydullah b. Ömer de der ki: el-Kasım b. Muhammad'e, satranç hakkın­da, o bir kumar mıdır? Zar hakkında, da o bir kumar mıdır? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyan herşey bir kumardır. Ebu Ubeyd der ki: O, bu açıklamasını yüce Allah'ın: "Si­zi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak İster* buyruğundan hareket­le yapmıştır.[177]

 

16- Şarap, Kumar ve Benzerlerinden Vazgeçiş:

 

"Artık vazgeçtiniz değil mi?" Ömer (r.a) bunun "vazgeçiniz" lafzının ifa­de ettiği manadan ayrı olarak ağır bir tehdit olduğunu da görünce; Vazgeç­tik, dedi. Peygamber (sav) da münâdisine, Medine yollarında: Şunu bilin ki, şarap'artık haram kılındı diye seslenmesini emretti. Bunun üzerine küpler kı­rıldı ve şarap Medine yollarında akacak kadar yollara döküldü. [178]

 

17- Allak'a ve Rasûle İtaatin Gereği:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'a itaat edin, KasÛle de itaat edin ve sakının" buyruğur bu haram kılmayı daha bir te'kid etmekte, tehdidi ağırlaştırmakta, emre uyma gereğini, yasak kılınan şeyden vazgeçmeyi pekiştirmektedir. "Ve Allah'a itaat edin" buyruğunun atf ile gelmesi de güzeldir. Çünkü, bundan önceki İfadelerde de "vazgeçin" anlamı yer almıştır. Allah Rasulu hakkında "İtaat edin" buyruğunun tekrarlanması ise te'kid içindir. Daha sonra emre mu­halefet etmekten de sakındırmakta ve yüz çevirip geri dönmeye karşılık da âhiret azabı ile tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz çevirir­seniz" yani, muhalefet edecek olursanız, "bilin kî Haram olduğunu bildir­mekle emrolunduğunu haram kılmak hususunda peygamberimize düşen açık­ça tebliğden ibarettir." Kendisine İsyan olunması veya itaat olunmasına gö­re cezalandırmak, yahut mükâfat vermek ise, Peygamber gönderene aittir. [179]

 

93- İman edip salih amel İşleyenlere, sakınır, iman eder ve salih amel İşledikleri, sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sa­kınıp İhsanda bulundukları takdirde, yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Allah, ihsan edenleri sever.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: [180]

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

İbn Abbas, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Malik der ki: İçkiyi haram kılan buy­ruk nazil olunca, ashabtan bazıları: İçki içip kumar parasını yediği halde ara-muzdan ölenlerin durumu nasıl olacak ? gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-İ kerime nazil oldu.[181]

Buharî, Enes b. Maliki'ten göyle dediğini rivayet eder: Ebu Talha'mn evin­de içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına da­ir buyruk nazil oldu. Peygamber def bir münadİye bunu yüksek sesle ilan et­mesini emredince, Ebu Talha şöyle dedi: Dışarı çık da bu sesin ne olduğu­na bir bak. Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: Bu, "haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı" diye ilan eden bir münadidir. Bu sefer Ebu Tal-ha şöyle dedi: Git ve o şarabı dök. O şarap, el-Fadîh (diye bilinen, yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şaraptı) den yapılmıştı. (Enes devamla.) der ki: Şarap, Medine sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: Ka­rınlarında (şarap.) bulunduğu halde bir topluluk öldürüldü. Bunun üzerine yüce Allah: "İman edip salih amel İşleyenlere... tattık I arın dün dolayı bir vebal yoktur" âyetini indirdi.[182]

 

2- Hz. Peygamber Hayatında Hükmün İnişinden Önce Ölenlerin Durumu:

 

Bu âyet-i kerime ile bu hadis-i şerif, ashab-ı kiramın ilk kıbleye doğru na­maz kılarken ölen kimseler hakkındaki sorularını andırmaktadır. Bu soruyu sormaları üzerine; "Allah, imanınızı boşa çıkarmaz" (el-Bakara, 2/143) âye­ti nazil olmuştur. Buna göre bir kimse, ölünceye kadar mubah olan bir işi ya­pacak olursa, bundan dolayı ne lehine, ne de aleyhine bir şey olur. Günah kazanması da, sorumlu tutulması da, yerilmesi de, ecir alması da, Övülmesi de sözkonusu değildir. Çünkü mubah, şeriat açısından her iki yönü de bir­birine eşit olan iştir. Buna göre, içki mubah iken içkinin kalıntıları karnın­da bulunduğu halde ölen kimselerin durumu ile ilgili olarak korkuya kapıl­mamak ve soru sormamak gerekirdi. Ancak, bu soruyu soran kişi, mübah-lığın delilinin farkına varmayarak, mübahlık hatırına gelmediğinden dolayı sormuş olabilir yahut da yüce Allah'tan korkusunun ileri derecede oluşun­dan, mü'min kardeşlerine şefkatinden dolayı, daha önce içki içmesi sebebiy­le sorgulanmalarından, cezalandırılmalarından vehme kapılmış uluduğundan dolayı böyle bir soruyu sormuş olabilir, İşte, yüce Allah da: "îman edip sa-lih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" âyeti ile böyle bir vehmi ortadan kaldırdı. [183]

 

3- Neblz Diye Bilinen İçki Sarhoşluk Verirse Şarap Demektir:

 

Âyetin nüzulüne dair bu hadis-i şerifte, sarhoşluk vermesi halinde hurma­dan yapılan nebîzin, hamr (şarap) olduğuna açık bir delil vardır. Bu, kendi­sine U'raz olunması caiz olmayan açık bir nastır. Çünkü ashab-ı kiram (Al­lah'ın rahmeti üzerlerine olsun) dili bilen insanlardı. Onlar, bu içtikleri ne-bizin bir hamr olduğunu akletmişlerdi. Zira, o dönemde Medine'de bundan başka bir içkileri yoktu.

Şair el-Hakemî de şöyle demiştir:

"Bizim bir şarabımız var. Fakat, asma şarabı değildir o. Bunun yerine o, yüksek hurma ağaçlarının meyvesinden yapılır. Bunlar semaya doğru yükselen asmalardır. Meyvelerini toplamak isteyenlerin elleri ona ulaşamamıştır."

Buna açık delillerden birisi de Nesâî'nin kaydettiği şu rivayettir Bize el-Kasım b. Zekeriyya haber verdi: Bize, Ubeydullah, Şeyban'dan haber verdi. O, el-A'meş'den, o, Muharib b. Disar'dan, o, Cabİr'den, o da Peygamber (sav)'dan, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletti; "Kuru üzüm ve hur­ma (dan yapılan içkO şarabın tâ kendisidir,"[184]

Yine sahih nakille sabit olduğuna göre, Ömer b. el-Hattab (r.a) -ki, dili ve şeriatı bilen bir kişi olarak o yeter- Peygamber (sav)]ın minberi üzerinde hut­be irad ederken şöyle demiştir: Ey insanlar, şunu bilin ki, şarabın haram kı­lınışı nazil olduğu günde şarap beş şeyden yapılırdı: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan. Şarap (Lıamr), aklı örten her şeydir.[185]

Bu ise, hamnn anlamı ile. ilgili en sarih açıklamadır. Ömer b. el-Hattab, Me­dine'de Peygamber (sav)'ın minberi üzerinde sahabe topluluğunun huzurun­da hutbe irad edip bu sözleri söyledi. Onlar bu dili bilen ehil insanlardı. Ve garaptan (hamrdan), bizim sözünü ettiğimiz şeyden başkasını da anlamamış­lardı. Bu husus, böylece sabit olduğuna göre, "hamr ancak üzümden yapı­lır. Üzümden başkasından yapılana ise hamr denilmez ve lıamr adı onu kap­samaz. O içkilere ancak nebîz denilir" diyen Ebu Hanife ve Kûfelilerin gö­rüşü de çürütülmüş olur. Nitekim şair de göyle demiştir:

"Ben'nebîai nebîz ehline terkettim. Ve ben, onu ayıplayanla antlaşmah dost oldum 0 öyle bir içkidir ki, gencin şerefini kirletir Ve kötülüğün kapılarını açar." [186]

 

4- Şarap Dışındaki İçkiler:

 

İmam Ebu Abdullah el-Mâzerî der ki: Seleften olsun, diğerlerinden olsun, ilim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre türü itibari île sarhoşluk ve­ren herşeyin içilmesi de haramdır. A2 ya da çok olsun, çiğ ya da pişmiş ol­sun, üzümden veya başka şeyden yapılmış olsun» fark etmez. Bunlardan her­hangi birisinden kim birşey içerse, ona had vurulur. Sarhoşluk veren üzüm­den yapılan çiğ şaraba gelince, işte bir damlası dahi olsa, azının da çoğunun da haram olduğu icma ile kabul edilen budur Bunun dışında kalan içkile­rin ise, cumhurun görüşüne göre haram olduğu kabul edilmiştir.

Ancak, Kûfeliler sözü geçenlerin dışında kalan içkilerden az olanda mu­halefet etmişlerdir. Az miktardan kasıt sarhoşluk verecek dereceye ulaşma­yan miktardır,

Üzümden çıkartıldığı halde pişirilmiş olması halinde de farklı görüştedir­ler. Basralılardan bir gurubun görüşüne göre, haramhk hükmü sadece üzümden sıkılan ve kuru üzümün ıslatılıp pişirilmemiş olan içeceği içindir. Üzüm ve kuru üzümün suyunun pişirilmiş olması ile bunların dışında kalan­ların pisüirilmiş. ve çığ (pişirilmemiş) sulan ise, sarhoşluk vermediği sürece helaldir

Ebu Hanife, haramhk hükmünün farklı hükümler taşımakla birlikte, yal­nızca hurma ve üzüm meyvelerinden sıkılana münhasır olduğu görüşünde­dir. Onun görüşüne göre saf üzüm suyundan yapılmış şarabın azı da çoğu da haramdır. Ancak, üçte ikisi gidinceye kadar pişirilmesi hali müstesnadır. Islatılan kuru üzüm ve hurma İçeceğine gelince, bunlar herhangi bir miktar nazarı itibara alınmaksızın az dahi olsa ateş üzerinde bırakılmış olsa bile, bun­ların pişirilmiş olanları helaldir; çiğleri ise haramdır. Fakat o bunu haram ka­bul etmekle birlikte bunları içmekten dolayı haddi gerekli görmemektedir. Bütün bunlar ise, sarhoşluk sözkonusu olmadığı sürece sözkonusudur. Eğer, sarhoşluk verecek olurlarsa, hepsi birbirine eşit olurlar.

Hocamız fakih imam Ebu'l-Abbas Ahmed Cr.a) der ki; Bu meselede muha­lif kanaatte olanlara hayret edilir. Çünkü bunlar derler ki: Üzümden sıkıla­rak elde edilen şarabın az miktarı çoğu gibi haramdır. Bu hususta icma da vardır. Bunlara; Şarabın az miktarı aklı gidermediğî halde ne diye haramdır denilecek olursa, mutlaka şöyle denilir: Çünkü onun az miktarını içmek da­ha çok içmeye götürür veya teabbüd için böyledir. Bu durumda onlara şöy­le denilir: Şarabın azı hakkında kabul ettiğiniz herşey, aynen nebîzin azı hak­kında da mevcuttur. O halde o da haram olmalıdır. Zira, -eğer bu kabul edi­lecek olursa- bunlar arasında yalnızca isim Farkı vardır. Böyle bir kjyas ise kıyas türlerinin en yükseğidir. Çünkü burada, fer' bütün nitelikleriyle asla eşit­tir. Bu ise, onun {Ebu Hanife'nin): "Kölelerimi azad ettim" diyen bir kimsenînf azad etme hükmünün hem erkek köleler, hem de cariyeler hakkında ge­çerli olmasını kıyasa dayanarak söylediğinin aynısıdır Diğer taraftan Ebu Ha-nife ve arkadaşlanna -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- gerçekten hayret edi-Hr. Çünkü onlar, kıyasta o kadar ileri giderler ve kıyası ahad haberlere ter­cih dahi ederler. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet île ümmetin ilk dönemin­deki ilim adamlarının icma ile desteklenmiş bu celî kıyası bir kenara İterek, muhaddislerin kitaplarında illetlerini beyan ettikleri şekilde hiçbirisi sahih ol­mayan ve hiçbirisi sahih kitaplarda yer almayan hadislere itimad etmişlerdir.

Yüce Allah'ın İzniyle bu meselenin geri katan kısmı en-Nahl sûresinde

(16/67. ayet, 2. başlıkta) gelecektir. [187]

 

5- "Tatma"nm Mahiyeti:

 

Şanı yüce Allah'ın: "Tattıklarından" buyruğunda "tatmak; (taam)" aslın­da yemek hakkında kullanılır. Mesela: "Yemeğin ta­dına baktı, yedi ve içeceği içti," denilir. Ancak bu hususta, mecazî olarak da: "Ne ekmeğin, ne suyun, ne uykunun tadına baktım,1' denir. Şair de der ki:

"Vecra (denilen yer) de, yanakları meyilli[188] deve kuşları vardır; Uykunun tadına bakmazlar Ancak ayakta oldukları halde"

Daha önce el-Bakara sûresinde: "Fakat kim onu tatmazsa...(el-Bakara, 2/249. âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca bk. 2/61. âyetin tefsiri) [189]

 

6- Mubah ve Canın Çektiği Lezzetli Şeylerden Yararlanmanın Sınırı:

 

İbn Huveyzimertdâd der ki: Bu âyet-i kertme, mubah ve arzu edilen şey­leri alıp kullanmanın, yiyecek, içecek, evlenmek gibi zevk alınan herşeyden yararlanmanın -bu hususta aşınya gidilse ve bedeli ileri derecede olsa dahi-mübahhğım ihtiva etmektedir. Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın şu buyrukla­rını andırmaktadır: "Allah'ın size helal kıldığı o en temiz ve en güzel şeyle­ri haram kılmayın" (el-Maide, 5/82); "De ki: Allah'ın kulları için çıkardı­ğı ziyneti ve hoş ve temiz rıztkları karam kılan kimdir? (el-A'raf, 7/32) [190]

 

7- Âyet-i Kerimedeki Tekrarların Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sa­kınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsan ettikleri taktirde, tattıkla­rından dolayı bir vebal yoktur. Allah İhsan edenleri sever1 buyruğu ile il­gili dört görüş vardır:

1- Takvanın (sakınmanın) anılmasında tekrar sözkonusu değildir. Anlamı şudur: İçki içmekten sakınır, haram olduğuna İnanırlarsa ikincisinin anlamı ise, sakınmaları (takvaları) ve imanları devam ederse, üçüncüsünün anlamı ise, sakınıp ihsanda bulunduklan takdirde .... şeklindedir.

2- içkinin haram kılınışından önce diğer haramlardan sakınır, haram kılı­nışından sonra da onu içmekten sakınırlar, sonra da geri kalan diğer amel­lerinde sakınmalarını devam ettirir ve davranışlarını güzel yapar, ihsanda bu­lunurlarsa, demektir.

3- Şirkten sakınır, Allah'a ve Rasulüne iman ederlerse; ikincisinin anlamı ise, sonra da büyük günahlardan sakınarak imanlarını attırırlarsa; üçüncüsü­nün anlamı ise: Sonra da küçük günahlardan sakınıp ihsanda bulunurlarsa, yani nafile ameller işlerlerse.... demektir.

4- Muhammed b. Cerir der kt: Birinci sakınma yüce Allah'ın emirlerini ka­bul ile karşılamak suretiyle sakınmak ve O'nu tasdik ederek O'na itaat edip gereğince amel etmektir. İkinci sakınmak ise tasdik üzere sebatı devam et­tirmek suretiyle sakınmaktır. Üçüncü sakınmak ise, ihsan ile ve nafileler ya­parak Allah'a yaklaşmak suretiyle sakınmaktır. [191]

 

8- Sakınan ve İhsan Eden:

 

Yüce Allah'ın: "Sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde... Al­lah ihsan edenleri sever" buyruğu, ihsan eden ve sakınan (muttaki) kimse­nin, salih ameller işleyip iman eden muttaki kimseden daha faziletli olduğu­na delildir. Fazileti ise, ihsanı dolayısıyla ona verilecek olan ecir iledir. [192]

 

9- Bu Ayetin Yanlış Anlaşılması ve Kudame b. Mazûn:

 

Ashabdan (r.anhum) Cumalıoğullanndan Kudame b. Maz'ûn, bu âyet-i (yan­lış bir şekilde) te'vil etmiştir. Bu sahabi, Habeşistan'a iki kardeşi Osman ve Abdullah ile birlikte hicret edenlerdendir. Daha sonra Medine'ye hicret et­miş, Bedir'de hazır bulunmuş ve uzun bir ömür sürmüştür. Ömer b. el-Hat-tab'ın kayın biraderi, oğlu Abdullah ve kızı Hz. Hafsa'nm dayısı idi. Ömer b. el-Hattab onu, önce Bahreyn'e vali olarak tayin etmiş» daha sonra Abdulkays oğullan efendisi el-Carud'un onun aleyhine  şarap içtiğine dair tanıklık et­mesi üzerine azletmişti.[193]

Dârakutnî şu rivayeti kaydederek der ki: Bize Ebu'l-Hasen Ali b. Muham-med el-Mısrî anlattı: Bize, Yahya b. Eyyub el-Allâf anlattı. Bana, Said b. Ufeyr

anlam. Bana, Yahya b. Fuleyh b. Süleyman anlatarak dedi ki: Bana, Sevr b. Zeyd İkrime'den anlattı, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini naklettir

İçki içenlere Rasulullah (sav) dönenimde ellerle, ayakkabılarla ve sopalar­la vurulurdu. Rasulullah (sav) vefat edinceye kadar bu böyle devam etti.

Ebu Bekir'in halifeliği döneminde içki içenler, RasuluJlah (say)'ın dönemindekilerden daha fazlaydı. O bakımdan Ebu Bekir vefat edinceye kadar on­lara kırkar sopa vururdu.

Ondan sonra gelen Ömer de aynı şekilde kırkar'sopa vurarak cezalandı­rıyordu. Nihayet ona ilk muhacirlerden içki içmiş birisi getirildi. Ona sopa vurulmasını emretti. Adam: Bana niye sopa vurdun? Benimle senin aranda Allah'ın Kitabı hakem olsun, dedi. Hz. Ömer şöyle dedi: Peki, Allah'ın Kita­bının neresinde sana sopa vuramayacağımı görüyorsun? Bunun üzerine adam şöyle dedi: Yüce Allah kitabında: "İman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" diye buyurmaktadır, işte ben de îman edip salih amel işleyen, sonra sakınıp iman eden, sonra yine sakınıp ihsan edenlerdenim. Rasulullah (sav) l\ç birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve bütün önemli vakalarda hazır bulundum.

Hz. Ömer şöyle dedi: Bu söylediklerine karşı cevap vermiyor musunuz? İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i kerimeler, daha önce geçenler için bir mazeret, ge­ri kalan insanlara karşı da bir delildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Ey iman edenler, içki, kumar..." Sonra, diğer ayeti de okuyarak de­vam etti. Eğer bu gerçekten iman edip aHh amel işluyen kimselerden alsay-dl, şüphesiz ki Allah ona içki içmesini yasaklamış bulunmaktadır. Bu sefer Ömer şöyle dedi: Doğru söyledin, Peki görüşünüz nedir?

Bu sefer Ali (r.a) şöyle dedi: Şüphesiz bir kimse içti mi sarhoş olur. Sar­hoş oldu mu, hezeyan eder. Hezeyan etti mi de iftiralarda bulunur. Müfteri kimseye de seksen sopa vurulur. Bunun üzerine Hz. Ömer emrederek ona

seltscn sıtypa vuruldu. [194]

el-Humeydi, Ebu Bekr el-Berkanî'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Carud, Bahreyn'den gelince dedi ki: Ey mü'minlerin emi-ri, Kudame b. Maz'ûn sarhoşluk verici içki içti. Ve ben, yüce Allah'ın haklanndan bir hak görürsem onu sana getirmem, benim üzerime bir hak görev olur. Hz. Ömer: Senin söylediğinin doğruluğuna kim şahidlik eder, deyince. O: Ebu Hureyre dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Ebu Hureyre'yi çağırıp: Ne ye şahidlik edersin Ey Ebu Hureyre? diye sormuş, O da: İçki içtiğinde ben onu görmedim ama, onu sarhoş ve kusarken gördüm. Hz. Ömer; Sen, sahici­likte işi aşırıya görürdün dedi, arkasından Hz. Ömer, Bahreyn'de buiunan Ku-dame'ye mektup yazarak yanına gelmesini emretti.

el-Carud henüz Medine'de iken Kudame geldi. el-Carud da Hz. Ömer'le konuşarak: Bu adama Allah'ın Kitabını uygula dedi. Hz. Ömer el-Caruda: Sen bir şahid misin? Yoksa bir hasım, bir davacı mısın? el-Carud: Ben şahidim de­di. Hz. Ömer: Sen sahiciliğini yapmış bulunuyorsun demesi üzerine, el-Ca-rud Hz. Ömer'e: Ben, Allah adına sana söylüyorum, dedi. Bu sefer Hz. Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ya dilini tutarsın, yahut da sana kö­tülük yaparım.

Bu sefer, el-Carud: Allah'a yemin ederim senin bu davranışın hak değil­dir. Amcan oğlu içki içecek, bana kötü davranacaksın. Hz. Ömer onu tehdit etti. Bu sefer, oturmakta olan Ebu Hureyre dedi ki: Ey mü'minlerin emiri, eğer sen bizim şahitliğimizden şüphe ediyor isen, İbn Maz'un'un hanımı, Velid'in kızı (HinO'e sor Bunun üzerine Hz. Ömer, Hind'e Allah adına söylemesini istiyerek haberci gönderdi. Hint de kocası aleyhine şahidlik edince, Hz. Ömer şöyle dedi. Ey Kudame, ben sana sopa vuracağım. Bu sefer Kudame: Allah'a yemin ederim -eğer dedikleri gibi içki içmiş olsam dahi- Ey Ömer, senin ba­na sopa vurma hakkın yoktur. Hz. Ömer: Nedenmiş o, Ey Kudame deyince, Kudame şöyle dedi: Çünkü yüce Allah: "İman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından bîr vebal yoktur. Allah ihsan edenleri sever diye buyurmak­tadır, dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer: Ey Kudame, yanlış tevil ediyorsun. Sen, eğer Allah'tan korksan, Allah'ın haram kıldığından uzak dururdun. Sonra Hz. Ömer, hazır bulunanlara dönerek şöyle dedi: Kudameye sopa vurmak hak­kındaki görüşünüz nedir? Hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmam uygun görmüyoruz dediler. Hz. Ömer, sesini çıkarmayarak ona so­pa vurmadı.

Birgün sabahleyin, yine yanındaki arkadaşlarına: Kudame'ye sopa vurmak hususundaki görüşünüz nedir, diye sorunca, hazır bulunanlar: Hasta oldu­ğu sürece ona sopa vurmanı uygun görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, kamçının altında ölerek Allah'ın hu­zuruna çıkması, benim o sorumluluk boynumda olduğu halde Allah'ın hu­zuruna çıkmamdan daha çok hoşuma gider. Allah'a yemin ederim ona sopa vuracağım dedikten sonra, bana bir kamçı getirin, dedi. Hz. Ömer'in azad- iısi Eslem-ona ince ve küçük bir kamçı getirdi. Hz. Ömer o kamçıyı alıp eliy­le sıvazladıktan sonra Eslem'e şöyle dedi: Kavminin kötü adeti olan iltimas seni etkiledi hat Bana bundan başka bir kamçı getiriniz dedi. Bu sefer Eşlem ona tam bîr kamçı getirdi. Bunun üzerine Ömer, Kudaroe'ye kamçı vurulma­sını emretti. Bundan dolayı Kudame, Hz, Ömer'e öfkelendi ve ona darıldı. Kudame, Hz. Ömer'e dargın vaziyette ikisi de hacc ettiler. Nihayet hacla­rından geri döndüklerinde Ömer, es-Sukyâ denilen yerde konaklayıp uyu­du. Uyandığında Ömer şöyle dedi: Çabuk bana Kudame'yi getiriniz. Haydi gidin bana onu getiriniz. Allah'a yemin ederim ben rüyamda birisinin bana gelip şöyle dediğini duydum: Kudame ile barış, çünkü o senin kardeşindir. Fakat Kudame'nin yanına gittiklerinde Hz- Ömer'in yanına gelmeyi kabul et­medi. Bu sefer Hz, Ömer, Kudame'nin yanına sürüklenerek getirilmesini emretti. Nihayet Hz. Ömer onunla konuştu ve onun için Allah'tan mağfiret diledi. Böylelikle dargınlıklarından sonra İlk defa-barışmış oldular.[195]

Eyyub b. Ebî Temime der ki: Bedir'e katılanlardan, şarap dolayısıyla on­dan başka kimseye had vurulmuş değiidk.

İbnti'l-Arabî der ki: İşte bu, sana âyetin te'vilini (ne anlama geldiğini) gös­termektedir. Bu hususta, Dârakutnfnin naklettiği hadiste, İbn Abbas'tan zikredilenler ile, el-Berkani yoluyla gelen hadiste, Hz. Ömer'den gelen açık­lamalar doğru olan açıklamalardır. Eğer şarap içen bir kimse, başka husus­larda da Allah'tan korkacak olsa (ve bundan dolayı haddi haketmediği ka­bul edİİse), şarap dolayısıyla hiç kimseye had vurulmazdı. O bakımdan, böy­le bir te'vil, en bozuk bir te'vildir. Kudame ise bunu farketmemişti. Ömer ve İbn Abbas gibi (Allah ikisinden de razı olsun) Allah'ın başarı verdiği kimse­ler ise, bunun doğru anlamını kavramışlardı. Şair der ki:

"Ben zamanın üzüntü ve kederinden ağladığını görecek olursam; Mutlaka bende Ömer'e ağlarım.."

Ali (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre, Şam'da bir topluluk içki içtiler ve: Bu içki bizim için helaldir deyip, bu âyet-i kerimeyi yanlış bir surette te'vii ettiler. Hz. Ali ile Hz, Ömer, tevbe etmelerinin istenmesini, tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülmeleri gerektiğini kararlaştırdılar. Bunu da el-Kiya et-Taberî zikretmiştir.[196]

 

94. Ey iman edenler, Allah gıyaben kendisinden korkanları orta­ya çıkarmak İçin avdan, ellerinizin» mızraklarınızın erişeblle ceğl bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir. Artık bundan sonra kim aşın giderse, onun İçin pek acıklı bir azap vardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [197]

 

1- Âyetin Nüzul Ortamı:

 

Yüce Allah'ın: "...Allah... sizi muhakkak deneyecektir buyruğu, muhak­kak sizi sınayacaktır demektir. Denemek (ibtilâ), sınamak demektir.

Avlanma, Arab-ı Aribe'nin[198] geçim yollarından birisi idi. Hepsi arasında oldukça yaygındı. Oldukça kullanılan bir yoldu. Allah da onları ihramlı iken ve Harem bölgesinde av hayvanları ile sınadı. Tıpkı, îsrailoğullannı Cu­martesi gününde haddi aşmamakla sınadığı gibi.

Denildiğine göre, bu âyet-i kerime Hudeybiye yılı nazil olmuştur. Asha­bın bazıları, Peygamber (sav) ile birlikte ihrama girdikleri halde, bazıları da ihrama girmemişti. O bakımdan, bir av göründü mü, durumları ve davranış­ları o hususta farklı farklı olurdu. Av ile ilgili hükümler kendileri için açık ve net olmadığından dolayı, durum ve fiillerinin hükümlerine, hacc ve umrelerinin yasaklarına dair bir beyan olmak üzere yüce Allah bu âyeti kerime­yi indirdi. [199]

 

2- Bu Âyet-i Kerime'nin Muhataptan:

 

İlim adamları» bu âyet-i kerimenin muhatapları ile ilgili olarak iki farklı gö­rüş ileri sürmüşlerdir. Birincisine göre, bu âyetin muhatapları ihramlı olma­yan kimselerdir. Bunu Malik söylemiştir.

İkinci görüşe göre ise bunlar ihramlı olanlardır. Bunu da İbn Abbas söy­lemiş ve bu hususta yüce Allah'ın: "Sizi muhakkak deneyecektir" buyruğu­nu delil göstermiştir. Çünkü, denemenin kendisi vasıtasıyla tahakkuk ettiği avlanmaktan uzak durma yükümlülüğü, ihram ile birlikte sözkonusu olur.

İbnü'l-Arabîise göyle demektedir: Ancak, bunun böyle olması gerekmez, Çünkü teklif, kendisi için avlanmakla ilgili koşulan çeşitli şartlar ile ve yine avlanma keyfiyetine dair kendisi için meşru kılınan niteliklerle tahakkuk eder. Doğrusu, bu âyet-i kerimedeki hitabın, ihramlı olsun, olmasın bütün in­sanlara yönelik olduğudur. Çünkü yüce Allah'ın: "Sizi muhakkak deneye­cektir" buyruğu, mutlaka bununla mükellef kılacaktır, demektir. Teklif ise, bütünüyle bir denemedir. Fazilet iset bunun çokluk ve azlığında, zayıflık ve sıkıntılar arasındaki farklılıklarda ortaya çıkar. [200]

 

3- Hangi Tür Av Hayvanlarıyla Deneme Sozkonusudur:

 

Yüce Allah'ın: "Avdan.., bir şeyle" buyruğu, avın bazılarıyla demektir. Bu­rada geçen; dan," teb'îz (kismîlik) içindir. Bu da özel olarak kara avıdır. Bütün av hayvanlarını kapsamaz. Çünkü, denizin de avı vardır. Bu açık­lama et-Taberî ve başkaları tarafından yapılmıştır. "Av (sayd)" ile ise, avla­nan hayvanlar kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah: «Ellerinizin... erişebilece­ği diye buyurmaktadır. [201]

 

4- Av Neye Denir;

 

Yüce Allah'ın: "Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" buyruğu, kü­çük ve büyük av hayvanlarının durumunu açıklamaktadır.

tbn Vessâb ve en-Nehaî "Cilö> Erişebileceği" buyruğunu, alttan noktalı "ye" harfi ile ( *JLj) diye okumuşlardır.

Mücahid der ki: Eller, yavruları, yumurtaları ve kaçamayanlan alıp yaka­layabilir. Mızraklar ise, büyük av hayvanlarına erişir. İbn Vehb dedi ki: Ma­lik dedi ki: Yüce Allah :"Ey iman edenler, Allah... ellerinizin, mızrakları­nızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir" diye buyurmaktadır. İnsanın eliyle, mızrağıyla, yahut herhangi bir silahı ile erişebilip de

öldürdüğü her bir şey, yüce Allah'ın buyurduğu gibi avdır. [202]

 

5- El ve Mızrak Tabirlerinin Kapsamı:

 

Yüce Allah'ın, özel olarak "elleri" zikretmesinin sebebi, avlanmakta gös­terilen çabanın büyük bir kısmının ellerle yapılışından dolayıdır. Avcılıkta kul­lanılan diğer hayvanlar, ipler, el ile yapılan tuzak ve ağlar da bunun kapsa­mına girer. (Silahlar arasından) özel olarak mızrakların anıhşı ise, avı yara­layan araçların çoğunluğunu mızrakların teşkil edişi dolay ısıyladır. Ok ve ben­zeri şeyler de kapsamına girer. Avlanmada kullanılan hayvanlar ve oklara da­ir açıklamalar isef sûrenin baş tarafında (el-Mâide, 5/4. âyet, 4. başlık ve de­vamında) yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Hamd Allah'adır. [203]

 

6- Kurulu Av Tuzak ve Ağlarına Yakalanan Avlann Hükmü:

 

Tuzak ve ağlara yakalanan avlar, sahiplerine aittir. Herhangi bir kimse avı bunlara takılmak zorunda bırakacak olsa ve bu ağ ve tuzaklar olmaksızın bu avları yakalama imkânı yoksa, o takdirde bu ağların sahibi öbürü ile ortak­tır. Dağda bulunan arı kovanlarına düşen arılar da sözü geçen ağ ve tuzak­lar gibidir. Yüksek burçlarda bulunan güvercinler ise, eğer mümkünse sahip­lerine geri verilir. Kovan arılarının durumu da böyledir. Bu, Malik'ten riva­yet edilmiştir.

Arkadaşlarından birisi de şöyle demektedir: Güvercin, ya da anlatın yanı­na geldiği kimsenin, bunları geri vermek mükellefiyeti yoktur.

Eğer köpekler, bir avı bir kimsenin evine ya da odasına girmek zorunda bırakacak olursa, av hayvanı> köpekleri salan avcıya aittir ev sahibine değil. Eğer, köpeklerin mecbur bırakması sözkonusu olmaksızın eve girecek olsa, o takdirde o av hayvanı ev sahibine ait olur. [204]

 

7- Âyet, Av Hayvanının Avt Yakalayana Ait Olduğuna Delil Gösterilmiştir:

 

Bazıları, av hayvanının avcı hayvanı kışkırtana değil de bizzat yakalaya­na ait olacağına bu âyeti delil göstermişlerdir. Çünkü, avcı hayvanı kışkırta­nın el, ya da mızrağı henüz birşey ele geçirebilmiş değildir. Ebû Hanife'nin de görüşü budur. [205]

 

8- Kitap Ehlinin Avı:

 

Mâlik, kitap ehlinin avını mekruh görmekle birlikte haram dememiştir. Çünkü yüce Allah: "Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" derken, iman eh­lini kastetmektedir Zira yüce Allah, âyetin baş tarafında: "Ey iman edenler" diye bîtap buyurmuştur. Böylelikle kitap ehli dışarıda bırakılmıştır.

İlim ehlinin cumhuru ise, ona muhalefet etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir" (el-Mâide, 5/5) diye bu­yurmuştur. Onlara göre, av da tıpkı kitap ehlinin kestikleri gibidir.

Bizim (Maliki mezhebimizin) ilim adamlarımız ise, ayet-i kerime, onların yiyeceklerini ihtiva etmekle birlikte, av başka bir türdür. O bakımdan genel olarak yiyeceklerin kapsamına girmez ve yiyecek, mutlak olarak kullanıldı­ğı takdirde  avı kapsamaz.

Derim ki: Bu açıklama, avlanmanın kitap ehli nezdinde meşru olmayışı­na binaen böyledir. Bu durumda av onların yiyeceklerinden olmaz. Böyle­likle bu iddia bizim için bağlayıcı olmaktan da çıkar. Şayet av, eğer dinlerin­de meşru ise, lafız onu da kapsamına aldığından dolayı, bizim onların av hay­vanlarının da etini yememiz gerekir. Çünkü, bu da onlann yiyecekleri ara­sında yer alır,

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [206]

 

95. Ey iman edenler! Sîz ikramdayken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse cezası, iki âdil kimsenin hükmü ile, öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvaü kurban etmektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde-lti bir keffârettir. Veya bunun dengi oruç tutmaktır. Tâ ki ettiği­nin vebalini tatmış olsun. Allah, geçmiştekiler! bağışlamıştır. Fa­kat, kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam altr. Al­lah, mutlak galiptir, intikam sahibidir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız: [207]

 

1- Âyet-i Kerimenin Muhatapları ve Nüzul Sebebi;

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler" şeklindeki bu hitabı, erkek olsun, dişi olsun bütün müslümanlaradır. Buradaki yasak ise» yüce Allah'ın; "Ey iman edenler, Allak... avdan ellerinizin..,erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak de­neyecektir" (el-Mâide 5/94) âyetinde sözü geçen denemedir. Rivayet olundu­ğuna göre, Ebu'l-Yeser, ki, adı Amr b. Mâlik el-Ensaif dir.[208] Hudeybiye yı­lında umre yapmak üzere ihrama girmişti. O sırada bir yaban eşeği öldürün­ce, onun hakkında: "Siz ihramda İken avı öldürmeyin" âyet-i nazil oldu. [209]

 

2- Öldürmenin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Avj öldürmeyin" buyruğunda geçen öldürmek, canın çıkmasına sebep olan herbir fiildir. Bu da çeşitlidir. Boynunu kesmek, boğa­zını kesmek, boğmak, vurmak ve buna benzer. Böylece yüce Allah, avlan­mak hususunda ihramh kimseye, canın çıkmasına sebep teşkil edecek her-türlü davranışı haram kılmış olmaktadır. [210]

 

3- Avı Öldürmenin ve Ondan Yemenin Cezası:

 

Bir kimse, bir av hayvanını öldürse veya kesset ondan yiyecek olsa, onu öldürmesi dolayısıyla tek bir ceza ödemesi gerekir. Yediği için bir ceza ge­rekmez. Şafiî de bu görüştedir.

Ebu Hanife ise şöyle der: Ona, yediğinin cezasını da vermek düşer. Yani, onun kıymetini vermelidir. Ancak, iki arkadaşı (Ebu Yusuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: (Yemesinden dolayı) ona İstiğfar et­mekten başka birşey gerekmez. Zira o, bundan başka bir meyte yemiş gi­bidir. Bundan dolayı bir başka ihramh kişi ondan yiyecek olsa, ona da İstiğ­fardan başka bir şey düşmez.

Ebu Hanife'nin delili şudur: O, İhramı dolayısıyla kendisine yasak olan bir iş yapmıştır. Zira o av hayvanını öldürmek ihramın yasaklarındandır Bilin­diği gibi öldürmekten maksat o hayvanın etini yemektir. Eğer maksada ken­disi vasıtasıyla ulaşılan şey, ihramının yasağı ise, ve bu onun için bir ceza­yı gerektirmekte ise, bizzat maksadın kendisini gerçekleştirmesi, cezalandı­rılması için daha uygundur. [211]

 

4- İhramlt Kimsenin Av Hayvanını Boğazlaması:

 

Bize (.Maliki mezhebine) göre, ihramh bir kimsenin av hayvanım boğazlaması caiz değildir. Çünkü yüce Allah, ihramlı olan kimseye av hayvanını öl­dürmeyi yasaklamıştır. Ebu Hanife de bu görüştedir.

Şafiî ise der ki: İhramlı kimsenin av hayvanını boğazlaması, bir serT ke­simdir. O,-bunu ileri sürerken şunları delil gösterir: Şer'î kesim, ehliyete sa­hip bir kimseden -ki, o da müslümandır- sadır olmuştur. Ve bu kesimT ma­halline izafe olunmuştur. Bunlar da davarlardır. O halde bu, onu yemeyi he­lal kılmak olan maksadını da gerçekleştirir. Bunun asıl dayanağı ise, ihram-sız kimsenin kesebilmesidir.

Derim ki: Kesme işinin ehil kimseden sadır olduğuna dair iddianıza gelin' ce, ihramda olan bir kimse, av hayvanını kesme ehliyetine haiz değildir. Zi­ra ehliyet, akla dayanılarak tesbit edilen bir durum değildir. Bunu belirleyen şeriattır. Bu da, şeriatın kesime izin vermesiyle yahut da bunu reddetmesiy­le anlaşılır. Reddetmek de kesmenin yasaklanmasından anlaşılır. İhramlı olan kimseye ise, av hayvanını kesmesi yasak kılınmıştır. Çünkü yüce Allah: "İhramda îken avı öldürmeyin" diye buyurmaktadır. Böylelikle bu nehiy se­bebiyle ehliyet sözkonusu olmamaktadır. Diğer taraftan, bu maksadını ger­çekleştirmektedir, sözünüze gelince, bizler ihramlı bir kimsenin av hayvanı­nı kesmesi halinde onun, o av hayvanından yemesinin helâl olmayacağını it­tifakla kabul ediyoruz. Ancak, size göre ondan başkası o av hayvanından yi­yebilir. Eğer hayvanı kesmek, kesen için helâl olması gibi bir fayda sağlamı­yor ise, ondan başkasına böyle bir fayda sağlamaması öncelikle sözkonusu-dur. Çünkü fer' hükümleri itibari ile aslına (yani, kıyasta ikinci önerme bi­rinci önermenin hükümlerine) tabidir. Dolayısı ile, asıl için sabit olmayan şey­lerin fer' için sabit olması sahih olamaz. [212]

 

5- Av; Sayd:

 

Yüce Allah'ın: Av" buyruğu, mastar olup, isim gibi muamele gör­müştür. Avlanılan hayvan hakkında kullanılmıştır. Burada "av" lafzı ister ka­ra, ister deniz av hayvanı olsun, hepsi hakkında umumidir. Nihayet yüce Al­lah'ın: "İhramda bulunduğunu/ sûrece de İcara avı size haram kılındı" buy­ruğu gelince, bu buyrukla yüce Allah deniz avını mutlak olarak mubah kıl­dı. NiteTcim, yüce Allah'ın izniyle, bundan sonraki âyet-i kerimede buna da­ir açıklamalar gelecektir. [213]

 

6- Yırtıcı Hayvanlar Kara Avının Kapsamı İçinde midir, Değil midir?:

 

Yırtıcı hayvanların, kara avı kapsamının dışında olup ondan tahsis edilip edilmediği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Malik der ki: Kedi, tilki, sırtlan ve buna benzer saldırgan olmayan bütün yırtıcı hayvanları İhramU bir kimse öldüremez. Öldürecek olursa karşılığın­da fidyesini öder. Yine Malik der ki: Küçük sinekleri de ihramlı kimsenin öl­dürmesini uygun görmedim. Öldürecek olursa onların da fidyesini öder. Bun­lar ise, karga yavruları gibi değerlendirilir.

Bununla birlikte, insanların üzerine çoğunlukla saldıran, hayvanların öldü­rülmesinde bir mahzur yoktur. Aslan, kurt, kaplan ve pars gibi. Aynı şekil­de yılan, akrep, fare, karga ve çaylakm öldürülmesinde de bir mahzur yok­tur. İsmail der ki: Bu ise, Hz, Peygamber'in şu buyruğu dolayısıyladır: "Beş fasık vardır ki bunlar, Harem bölgesinde de Harem bölgesinin dışında da Öl­dürülürler..."[214] Peygamber bunlara, "fasıklar" diye ad vermiş ve onları yap­tıkları fiillerle vasfetmiştir Çünkü, fasık, fışkın ism-i failidir. Küçüklerinin bu gibi davranışlan yoktur. Köpeği saldırgan olmakla nitelendirmiştir. Köpek yav­ruları ise saldırmazlar. O bakımdan köpek yavruları bu sıfatın kapsamı içe­risine girmezler.

Yine kadı İsmail der ki: Saldırgan köpek, insanlara zararı büyük olan hay­vanlardandır. Yılan ve akrep de bu kabildendir. Çünkü bunlardan korkulur. Çaylak ve karga da böyledir. Çünkü bunlar insanların elinden eti kapıp gider.

İbn Bukeyr der ki: Akrebin öldürülmesine izin verilmesi, akrebin iğne ve zelıirinin bulunmasından dolayıdır. Farenin öldürülmesine izin verilmesi ise, yolcu için hayati önemi olan su kabı ile ayakkabıları kemirmesinden do­layıdır. Karga ise, deve üstüne kendisini bırakır ve devenin etini gagalayıp sırtını oyar.

Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Karga ve çaylak, zarar vermele­ri hali dışında öldürülmezler. Yine kadı İsmail der ki: Eşek ansı hakkında gö­rüş ayrılığı vardır. Kimisi onu yılan ve akrebe benzetmiştir. Eğer, eşek ansı insanlara kendiliğinden saldırmayan bir hayvan olmasaydı, onlar için yılan ve akrepten daha çetin olurdu. Şu kadar var ki, yılan ve akrepinki kadar onun tabiatında saldırganlık yoktur. Hatta eşek arısı, rahatsız edilecek olursa ken­disini korumaya çalışır. (Yine Kadı İsmail) der ki: Bir kimseye eşşek ansı ge­lir de, o da kendisini ona karşı savunacak olursa, onu öldürmekten dolayı ona birşey düşmez. Ömer b. el-Hattab'dan eşek arısının öldürülmesinin mübahlığına dair rivayet sabit olmuştur.

İmam Malik ise der ki: Eşek arasını öldüren bir kimse, birşeyler yedirir Yi­ne Malik, pire, sinek, karınca ve benzeri hayvanları öldüren hakkında da ay­nı şeyleri söylemiştir.

Rey Ashabı derler ki: Bütün bunları öldürenlere birşey düşmez. Ebu Hanife de der ki: İhramlı bir kimse, yırtıcı hayvanlar arasından yalnızca saldır­gan köpeği ve kurtu öldürür. İster ilk saldıran bu hayvanlar olsun, ister bun­lara ilk saldıran ihramlı olsun farketmez. Bunların dışında yırtıcı hayvanlar­dan herhangi birisini öldürecek olursa, onun fidyesini verir.

Yine Ebu Hanife der ki: Şayet köpek ve kurlun dışında herhangi bir yırtı­cı hayvan ilk olarak ihramlıya saldıracak olursa, ihramlı da onu öldürürse, ih-ramlıya birşey düşmez. Yine yılan, akrep, karga ve çaylağı öldürmekten do­layı da ona birşey düşmez. Ebu Hanife ve arkadaşlarının -Züfer müstesna- özet­le görüşleri böyledir. el-Evzaîf es-Sevrf, el-Hasen de böyle demişlerdir. Delil olarak da Peygamber (sav)'ın, bazı hayvanları muayyen olarak özellikle zik­redip zararları dolayısıyla ihramlı kimsenin bunları öldürmesine ruhsat ver­miş olmasını göstermişlerdir. O bakımdam bunlara herhangi bir hayvanı da­ha ilave etmenin izah edilir bir tarafı olamaz. Ancak, herhangi bir şey üzerin­de icma edecek olurlarsa, bu da onların CHz, Peygafnber'irt muayyen olarak öldürme ruhsatı verdiği hayvanların) kapsamı içerisinde değerlendirilir.

Derim ki: Ebu Hanife'ye -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- gerçekten hay­ret edilir O, kile ile ölçülme illeti dolayısıyla toprağı da buğday gibi değer­lendirdiği halde1, fısk ve saldırganlık illeti dolayısıyla diğer saldırgan yırtıcı hayvanları köpeğe kıyas etmemekte; Malik ve Şafiî {Allah'ın rahmeti üzerle­rine olsurO'nin yaptığı değerlendirmeyi yapmamaktadır.

Züfer b. el-Hüzeyl de der ki: İhramlı kimse yalnızca kurtu öldürebilir. İh­ramlı olduğu halde kurttan başka hayvan öldüren kişinin, ister bu hayvan ilk saldıran olsun, İster ilk saldıran olmasın fidye ödemesi gerekir. Çünkü, bu hayvan dilsiz (açma) bir hayvandır ve onun yaptığı bir hederdir.[215] Aksini ka­bul etmek konu ile ilgili hadisi reddetmektir ve ona muhalefet etmektir.

Şafiî ise der ki: Eti yenmeyen her bir hayvanı, ihramlı kimse öldürebilir. Bunların küçükleri ile büyükleri arasında fark yoktur. Bunlardan kurt ile sırt­landan doğma, melez yavru müstesnadır. Şafiî der ki: Akbaba, hamam­böceği maymun, şempanze ve etleri yenilmeyen hayvanlarda birşey yoktur. Çünkü bunlar av hayvanları arasında değildir. Zira yüce Allah şöyle buyur­maktadır; "İkramda bulunduğunuz sürece de kara avı size karam kılındı" (el-Maide, 5/96) İşte bu da ihramhlara haram kılınan avların, ihrama girme­den önce helal olan avlar olduğunu göstermektedir. Bu ifadeyi Şafiî'den el-Müzenî ve er-Rabi' nakletmiştir.

Denilse ki; Eziyet vermekle ve yenmemekle birlikte bitin neden fidyesini vermek gerekir? Buna şöyle cevap verilir: Bitin fidyesini ödemenin tek se­bebi, tırnak, saç gibi şeyler ile ihramlının giymemesi gereken şeyi giymesi karşılığında vermesi gereken fidye kadar vermesi gereğidir. Çünkü bitin atılması suretiyle eğer baş ve sakalında bulunuyor ise, kendi üzerinden ra­hatsız edici bir şeyi atmış olur. O, böylelikle sanki saçının bir bölümünü at­mış gibidir. Şayet bit, açıkta görülür ve öldürülecek olursa, bu durumda bitin bir eziyeti de olmaz, Bu hususta Ebu Sevr'in görüşü, Şafiî'nin görüşüdür Bu­nu da Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) söylemiştir. [216]

 

7- İhramh Kimselerin Hadis Nassı île Öldürebilecekleri Sabit Olanlar:

 

Hadis imamları, İbn Ömer'den Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu naklederler: "Beş canlı hayvan vardır ki, ihramlı için bunları öldürmekte bir vebal yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgaa köpek." Lafız Buharînin-dir.[217] Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.

Müslim'in kitabında da Hz. Âişe'den, Peygamber (,sav)'ın şöyle buyurdu­ğu kaydedilmektedir: "Beş fasık (bozguncu hayvan) vardır ki, bunlar Harem bölgesinin dışında da, Harem bölgesinin içinde de öldürülürler: Yılan, ala­ca karga, fare, saldırgan köpek ve çaylak."[218]

İlim ehlinden bir gurup da bu hadis gereğince görüş belirtmiş ve şöyle de­mişlerdir: Kargalardan yalnızca alaca olanı öldürülebilir. Çünkü, hadisteki ifa­de mutlak olanı kayıtlamaktadır.

Ebu Davud'un Sünen'inde de Ebu Said el-Hudrî'den, Peygamber (sav)'ın: "Ve kargaya ok atar fakat onu öldürmez"[219] diye buyurmaktadır.

Mücahıd de bu görüştedir. Cumhur ise, İbn Ömer hadisi gereğince görüş belirtmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

Ebu Dâvud ile Tirmizî'deki rivayette ise, saldırgan yırtıcı hayvan da yer al­maktadır.[220] tşte bu da (bunların öldürülmesine müsaade edilmesinin, ille­tine) dikkat çekmektedir. [221]

 

8. İkramda Avlanma Yasağının Kapsamına Giren Mükellefler;

 

Yüce Allah'ın: "Siz İhramda iken" buyruğu, erkek kadın, hür ve köle hak­kında umumidir. Çünkü, " thramlı erkek, ihrarnlı kadın" denilir. Bunun çoğulu da"îhramhlar" şeklinde gelir.

Harem bölgesine giren kimse, ifadesi hem zamanı, hem mekânı, hem ih-ramlı olma halini umum yoluyla değil de müşterek lafız olmak bakımından kapsamaktadır. Meselâ: Haram aylara veya Haram bölgesine giren, yahut da ihram elbisesini giyen bir kimse hakkında müşterek olarak: ta­biri kullanılır. Şu kadar var ki, zaman itibariyle Haram aylarına girmenin ha­ram kılınışının nazar-ı itibara alınmayacağı icma ile kabul edilmiştir. Geriye yalnızca mekân ve ihramlı olma hali mükellefiyetin aslı olarak kalmaktadır. Bu açıklamayı, İbnü'l-Arabî yapmıştır. [222]

 

9- Harem Bölgeleri ve Medine'nin Harem Bölgesi

 

Mekân olarak Harem bölgeler iki tanedir, Medine Harem bölgesi ile, Mekke Harem bölgesi. Şafiî ise, Taif Harem bölgesini de bunlara ilave etmiş­tir. Ona göre, Taif in de ağacı kesilmez, avı avlanmaz, Bununla birlikte bun­lardan herhangi birisini yapanın da bir cezası yoktur.

Medine Harem bölgesinde ise, hiçbir kimsenin avlanması, oranın ağaçla­rım kesmesi, Mekke hareminde olduğu gibi, caiz değildir. Böyle bir iş yapa­cak olursa, Malik, Şafiî ve arkadaşlarına göre yapana herhangi bir ceza düş­mez, tbn Ebi Zi'b, ceza ödemesi gerekir demektedir, Sa'd ise şöyle demek­tedir: Buna verilecek ceza: Üzerindeki eşyanın alınmasıdır. Bu görüş Şafiî'den de rivayet edilmiştir.

Ebu Hanife ise der ki: Medine bölgesinin avını avlamak haram değildir. Ağaçlarını kesmek de böyle. Onun görüşünü kabul eden bazı kimseler, onun lehine Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Peygamber (sav)'dan şöyle dediğine da­ir naklettiği hadisi delil göstermişlerdir: "Her kimi, Medine sınırları içerisin­de avlanır, yahut oranın ağaçlarını keserken görecek olursanız, onun bera­berindeki eşyalannı alınız." Nitekim, Sa'd da bu şekilde davrananın berabe­rindeki eşyalarını (selebini) almıştır.[223] (Ebu Hanife) der ki; Fukaha, Medi­ne'de avlanan kimsenin beraberindeki eşyalarının alınmayacağım ittifakla ka­bul etmişlerdir, Bu ise, bu hadisin mensûh olduğuna delâlet etmektedir. Yi­ne Tahavî, böyle diyenlerin lehine Enes hadisini delil göstermiştir. Hz, Peygamber "en-Nuğayr ne yaptı?71 diye sormuş, kuş avlanmasını ve kuşu ya­kalamasını tepki ile karşılamarmştır.[224]

Ancak, bütün bunlarda delil olacak bir taraf yoktur. Birinci hadis pek kuvvetli bir hadis değildir. Diğer taraftan sahih olduğu kabul edilse bile, avla­nan kimsenin beraberindeki eşyaların alınmasının nesh edilmesi, Medine böl­gesinin Haremi ile ilgili sahili olan hadisleri ortadan kaldıramaz. Çünkü, ni­ce haram şey vardır ki, dünyada onun için bir ceza yoktur, İkinci hadise ge­lince bu, harem bölgesi dışında avlanmış olabilir, Hz. Âise yoluyla gelen ha­dis de böyledir. Bu hadîste belirtildiğine göre Rasulullah (sav)'a ait bir ya­bani hayvan vardı. Rasulullah dışarı çıktı mı, bu hayvan oynar, hızlıca koşu­şur, gider gelirdi. Fakat Rasulullah (sav)'ın geldiğini fark eder etmez, oldu­ğu yerde durur ve ona eziyet verir korkusu ile hareketsiz yerinde dururdu.[225]

Bizim bunlara karşı delilimiz, Malik'in İbn Şihab'dan, onun, Said b. el-Mü-seyyeb'den rivayetine göre, Ebu Hureyre'nin şu sözleridir: Ben, ceylanlan Me­dine'de otlar görecek olursam, onları rahatsız etmem. (Çünkü), Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "(Medine'nin) iki kara taşlığı arası, Haram bölge­dir"[226]

Ebu Hureyre'nin: Ben onları ürkütmem, rahatsız etmem, şeklindeki ifade­si, Medine Haremi çevresinde av hayvanlarını ürkütüp korkutmanın caiz ol­madığına delildir. Tıpkı Mekke Hareminde av hayvanlarını ürkütüp korkut­manın caiz olmadığı gibi. Aynı şekilde Zeyd b. Sabit de Şurahbil b. Sa'd'ın Medine'de avlamış olduğu ve elinde bulundurduğu göçeğen kuşunu almış olması[227] da, aslıab-ı kiramın Medine bölgesindeki av hayvanlarının haram kılınışı hususunda Rasulullah (sav)'ın maksadını iyice kavramış olduklarına ve Medine'de avlanmayı da, avlanılan hayvanları mülk edinmeyi de caiz gör­mediklerine bir delildir.

îbn Ebi 2i'b'inr (Medine'de avlanan ceza verir şeklindeki) görüşüne gös­terdiği dayanak ise, Hz. Peygamber'den gelip, Sahih'te yer alan şu buyruğu­dur: "Allah'ım, şüphesiz İbrahim Mekke'yi Haram bölge ilan etti. Ben de Me­dine'yi o, ne ile Mekke'yi haram kılmış ise, ben de onun gibi ve onunla bir­likte bir o kadar fazlası ile haram kılıyorum. (Medine'nin) bitkisi kopanlmaz, ağacı kesilmez ve av hayvanı ürkütülmez."[228]

Diğer taraftan, Medine haremi de avlanmanın yasak kılındığı bir Harem böl­gedir. O halde Mekke hareminde olduğu gibi, bu bölgede yapılan avın da ce­zası-ödenmelidir. Kadı Abudulvehlıab der ki: Bu görüş, benim kanaatime göre bizim (Maliki) mezhebimiz usullerine en uygun bir kıyastır. Özellikle bi­zim mezheb alimlerimize göre Medine, Mekke'den daha faziletlidir. Yine, Me­dine'de kılınan namaz, Mescid-i Haram'da kılınan namazdan daha faziletli­dir.

Malik ve Şafiî'nin Medine hareminde avlanan kimse hakkında ceza hük­mü ve -Şafiî'nin meşhur olan görüşüne göre- beraberindeki eşyasının alın­mayacağı hükmünün verilmeyişine dair gösterdikleri deliller arasında Hz. Pey-gamber'in Sahih'te yer alan şu buyruğunun genel ifadesi de vardır. "Medi­ne'nin Ayr dağı ile Sevr dağı arasındaki bölgesi (harem bölgesidir). Kim ora­da bir suç işler, yahut cinayet işlemiş birisini barındıracak olursa, Allah'ın, me­leklerin ve bütün insanlann laneti onun üzerine olsun. Allah, Kıyamet günün­de ondan herhangi bir hayır amelini ve fidyesini kabul etmesin,[229] Görül­düğü gibi burada Hz. Peygamber oldukça ağır tehditte bulunmuş, fakat bir keffâretten söz etmemiştir.

Sa'd'dan nakledilene gelince bu, Sa'd'a has bir görüştür. Çünkü, Sahih'te ondan rivayet olunduğuna göre, o, el-Akikideki köşküne binip gittiği sıra­da, bir kölenin bir ağacı kesmekte -ya da meyvesini silkelemekte- olduğu­nu görür, o da beraberinde ne varsa ondan alır. Sa'd geri dönünce, bu köle sahipleri yanına gelip onunla kölelerinden aldıklarını, kölelerine ya da ken­dilerine vermesi için konuşurlar. Sa'd ise : Rasulullah'ın bana ganimet ola­rak vermiş olduğu bir şeyi vermekten Allah'a sığınırım diyerek, köleden al-dıktennı geri vermeyi kabul etmedi.[230] İşte Sa'd'ın "bana verdiği ganimeti1' şeklindeki sözünün zahirinden anlaşılan, bunun ona has olduğudur. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır. [231]

 

10- îhramlıyken Kasten, Unutarak ve Hata île Avlanmanın Hükmü:

 

"İçinizden kim onu bilerek öldürürse" buyruğunda yüce Allah, kasten avı öldüreni sözkonusu etmekte, fakat hata ederek ve unutarak avlanandan söz etmemektedir. Burada kasten avlanandan kasıt, ihramlı olduğunu bilmek­le birlikte bir ava kastedendir. Hata eden ise, kastı başka bir şeye olmakla birlikte ava isabet ettirendir. Unutan ise, avı kastetmekle birlikte ihramlı ol­duğunu hatırlamayan kimsedir. Bu hususta ilim adamlarının beş ayrı görü­şü vardır.

1- Dârakutnî'nin senedini kaydederek İbn Abbas'tan şöyle dediğine dair rivayeti: "Keffaret, ancak kasten avlanmaktadır. Hata yoluyla avlanmakta ce­zayı ağırlaştırmaları ise, bir daha bu İşe tekrar dönmemeleri içindir."[232]

2- Yüce Allah'ın: "Bilerek (kasten)1 diye buyurması, çoğunlukla görünen hale binaen buyrulmustur. Şeriat usulünde olduğu gibi, nadir olan da buna ilhak edilmiştir (aynı hükme tabi görülmüştür).

3- Hata edene ve unutana birşey düşmez. Taberî ve kendisinden nakledi­len iki rivayetten birisinde Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Bu görüş, İbn Ab-bas ve Said b. Cübeyr'den de rivayet edildiği gibi, Tavus ve Ebu Sevr de böy­le demiştir. Davud'un görüşü de budur. Ahmed şöylece görüşüne delil gös­termektedir: Şanı yüce Allah'ın, özel olarak bilerek ve kasten avlananı söz-konusu etmesi, böyle olmayanlan farklı hükme tabi olduğunun delilidir. Şu­nu da İlave eder: Aslolan, zimmetin berâetidir. Dolayısıyla herkim, zimme­tin herhangi bir hakla meşgul olduğunu iddia edecek olursa» delil getirme­si gerekir.

4- İster kasten, ister hata, isterse de unutarak avlansın, onun aleyhine ce­za vermekle hüküm edilir. Bu görüşü îbn Abbas ileri sürmüştür. Ayrıca, Ömer, Tavus, el-Hasen, İbrahim ve ez-Zührî'den de rivayet edilmiştir. Malik, Şafiî, Ebû Hanife ve arkadaşîan da bu görüştedirler. ez-Zührî der ki: Kasten avlan­mada ceza Kur'ân ile öngörülmüştür. Hata ve unutarak avlanmada ceza ise sünnet gereği öngörülmüştür. İbnü'l-Arabî der ki: Eğer sünnetten kastı, îbn Abbas'tan ve Ömer'den varid olan rivayetler ise mesele yok. Ve zaten onlar­dan gelen bu rivayetler örnek olarak ne kadar güzeldir.

5- Av hayvanını kasten öldürmesi, ihramlı olduğunu unutarak öldürmesi demektir. -Bu, Mücahidin görüşüdür. Çünkü yüce Allah, bundan sonra: "Kim bir daha böyle yaparsa» Allah ondan intikam alır" diye buyurmuş­tur. (Mücahid) devamla der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanacak olursa, ilk defa ona ceza vermek gerekirdi. İşte bu da yüce Allah'ın, ihramı­nı unutarak, fakat av hayvanını öldürmeyi kastederek avlandığının sözkonu-su edildiğine delil olmaktadır. Mücahid der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatır­layarak avlanırsa, artık o, ihramdan çıkar ve onun haccetmesi sözkonusu ol-maz: Çünkü o, ihramlı halinde yasak olan bir iş işlemiştir. Tıpkı namazda iken konuşması veya abdest bozacak bir durumu olması halinde olduğu gibi, hac-cı da batıl olur. İşte hata ederek avlanan kimseye cezanın faydası vardır

Bizim, Mücahide karşı delilimiz ise şudur: Şanı yüce Allah, ceza verme­yi öngörmüş, fakat fesaddan söz etmemiştir. Dolayısıyla kişinin, ihramlı olduğunu hatırlaması ile unutması arasında bir fark yoktur. Haccı namaza kı­yas etmek de doğru olamaz. Çünkü bunlar birbirlerinden farklı şeylerdir. Yi­ne Mücahid'den bu şekilde kastı olarak av hayvanını öldüren ihramlı aley­hine ceza hükmü verilmeyeceğini, Allah'tan mağfiret dileyeceği ve haccının da tamam olacağını söylediği de rivayet edilmiştir, İbn Zeyd de bu görüşte­dir.

Dâvud (ez-Zahirî)'ye karşı delilimiz ise şudur: Peygamber (sav)a, sırtlan hakkında soru sorulmuş, o da: "O bir av hayvanıdır" buyurmuş, böylelikle ihramlı bir kimse avladığı takdirde onun yerine bir koç fidye vermesini em­retmiş ve orada kasıt veya hatadan gözetmemiştir.[233]

Bizim (Maliki) mezhebimizin ilim adamlarından olan Bukcyr der kî: Şanı yüce Allah'ın: "Bilerek" diye buyurması, kasten öldürülmesi halinde keffâ-ret belirlemediği Ademoğluna benzemediğini, av hayvanında keffâretin söz-konusu olduğunu ve bununla hata yoluyla öldürmede cezayı kaldırmayı kas­tetmediğini açıklamak içindir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [234]

 

11- İhramlı Bir Kimse, Bir Çok Defa Av Hayvanı Öldürürse:

 

İhramlı olduğu halde, arka arkaya av hayvanı öldürecek olursa, Mâlik, Şa­fiî, Ebû Hanife ve diğerlerinin görüşlerine göre, her bir öldürmesi karşılığın­da aleyhine ceza vermesi hükmü verilir. Çünkü yüce Allah: "Ey İman eden­leri Siz ihramda iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürür+ se, cezası... öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayran kurban etmektir" di­ye buyurmaktadır.

Bu buyrukta yasak, ihramlı hakkında süreklidir, O ihramda kaldığı süre­ce bu yasak da devam etmektedir. O bakımdan, ne vakit bir hayvan öldürür­se, bundan dolayı onun bir ceza ödemesi gerekir.

İbn Abbastan şöyle dediği rivayet edilmektedir: İslamda onun aleyhine iki defa ceza vermesi hükmü verilmez. Aleyhine yalnızca bir ceza vermesi hük­mü verilir. İkinci bir defa bu işi tekrarlayacak olursa, aleyhine hüküm veril­mez. Ona: Allah senden intikam alır, denilir. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan İntikam alır diye buyurmuştur, el-Hasen, İbrahim, Mücahid ve Şûreyh de bu görüştedir.

Bunlara karşı delilimiz ise, sözünü ettiğimiz şekilde onun ihramda kaldı­ğı sürece bu avlanmanın haramlığı hükmünün devam etmesi ve İslâm dinin­de onun aleyhine bu şekilde hitabın yöneltilmiş olmasıdır. [235]

 

12- Kıraat Farkları:

 

Yüce Allah'ın: "Cefcası... öldürdüğü hayvanın ben­zeri" buyruğunda, dört ayrı kıraat vardır, (Birincisi): "şeklin­de, birinci kelime olan cezanın merfu' ve tenvinli okunması, ikinci kelime­nin de sıfat olmak üzere ötreli gelmesi. Bu durumda haber İse saklıdır, ifa­denin takdiri ise şöyledir: "Ona, öldürdüğü hayvanın benzeri bir ceza vacib olur.'r Bu kıraate göre "benzerin bizzat ce­zanın kendisi olması gerekir.

İkinci kıraat 'ın merfu' ve tenvinsiz olarak, nin de izafet ile okunmasıdır. Yani ona, öldürdüğünün benzen ceza vardır. Bu halde- fazladan gelmiştir. Konuşma anında; ; Ben senin gibisine ikram ediyorum, deyip de bununla;  Ben de sana ikram ediyorum demek istemesine benzer. Bunun bir benzeri de şanı yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:

Bir ölü iken ken­disini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur ver­diğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi mi­dir?" (el-En'âm, 6/122) İfadenin takdiri ise,: Karanhklar-daki kimse gibi midir? seklindedir. (Yani, âyet-i kerimede yer alan ve ikinci bir benzetmeyi ifade eden mesel kelimesinin zâid geldiğini kastetmektedir). Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "O'nun benzeri gibi hiç­bir şey yoktur." (.eş-Şura, 42/11) Yani, onun gibi hiçbir şey yoktur. Bu kıra­ate göre, Öldürülen avın cezasının, onun benzerinden başkasının olmasını ge­rekmektedir. Zira, hiçbir şey kendi kendisine izafe edilmez. Ebu Ali de der ki: Ceza olarak verilmesi gereken öldürülenin karşılığıdır. Yoksa, öldürüle­nin benzeri ceza olarak verilmez. İzafet ise, mislin karşılığının ceza olarak verilmesini gerektirir. Öldürülenin cezasını değil. Bu, ileride de geleceği gi­bi Şafiî'nin görüşüdür.

Yüce Allah'ın: "Hayvanın" buyruğu, her iki kıraate göre de ceza"nın sıfatıdır.

el-Hasen ise, şeklinde "ayn" harfini sakin olarak okumuştur ki, bu da bir şivedir. Abdurrahman ise, şeklinde, ref ile ve tenvinli ola­rak; kelimesini ise mansub olarak okumuştur. Ebul-Fetlı der ki: kelimesinin mansub olması, bizzat "ceza" kelimesi iledir. Anlamı da: Öldür­düğünün benzerini ceza olarak verir, şeklinde olur

İbn Mes'ud ve el-A'meş ise, "ne" zamirini izhar ederek; Onun cezası,,, benzeri...dir" diye okumuşlardır. Bu zamirin, ava yahut da avı öldü­ren avcıya ait olması muhtemeldir. [236]

 

13- îhramlı İken Avlanmanın Cezası Hangi Halde Sözkonusudur?

 

Ceza, yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, av hayvanını bizzat yakalamakla değil de onu öldürmekle vacib olur. el-Müdevvene'de şöyle denilmektedir: Kim bir kuş avlar da onun tüylerini yolsa, sonra da onu bir yerde alıkoysa, o kuşun tüyleri bitip uçsa, bu kuşu avlayana bir ceza düşmez.

Aynı şekilde bir av hayvanın ön ayağını yahut arka ayağını, ya da organ­larından herhangi birisini koparsa ve ölmezse sağlığına kavuşup diğer av hay­vanlarına katılacak olsa, avcıya birşey düşme2. Ona, o av hayvanına verdi­ği eksiklik kadar bir ceza vermesi gerekir, de denilmiştir.

Eğer av hayvanı kaybolup ne yaptığını bilemeyecek olursa, onun tam ce­zasını Ödemesi gerekir. Av hayvanı kötürümleşip diğer hemcinslerine katı­lamayacak olursa yahut da onun için durumun tehlikesinden korkulacak bir halde bırakırsa, o hayvanın tam olarak cezasını ödemesi gerekir. [237]

 

14- Cezası Gereken Av Hayvanları:

 

Cezası gereken av hayvanları, karada yaşayan hayvanlar ile kuşlar olmak üzere iki türlüdür. Karada yaşayan hayvanlardan, hilkat ve şekil itibariyle ben­zeri olanı ile cezalandırılır. O bakımdan, deve kuşunda büyük baş hayvanı, yaban eşeği, yaban öküzü karşılığında inek, ceylanda da koyun ceza olarak kesilir. Şafiî de bu görüştedir.

Malik'e göre, ceza olarak yeterli olan asgari miktar, mümkün olan ve kurban edilebilen hediye kurbanıdır. Bu ise, koyun ve keçi türünden bir ya­şında, onun dışındaki büyük başlardan ise seniy {inek türü için üç yaşında, deve için altı yaşında )dir. Cezası bu seviyeye ulaşmayanların karşılığında ya yemek yedirilir, yahut oruç tutulur.

Bütün güvercin türlerinde -Mekke güvercini müstesna- kıymetleri fidye ola­rak verilir. Ancak Mekke güvercini kargılığında bu hususta selefe uyularak bir koyun verilir. Dubsî (kara tüylü bir kumru çeşidi), üveyik kuşu ve kum­ru ile boynunda gerdanlığı andıran renkli tüyleri bulunan bütün kuşların hep­si de güvercin gibidir. İbn Abdillıakem'in, Malik'ten naklettiğine göre, Mek­ke güvercinleri ile yavruları karşılığında bir koyun ceza kurbanı kesilir. Yi­ne Malik der ki: Bütün Harem bölgesinin güvercinleri de böyledir. Ancak, Ha­rem bölgesi dışındaki güvercinlerde bilirkişi takdirine göre ceza verilir.

Ebû Hanife der ki: Avlanan hayvanın misli, kıymette muteberdir. Hilkat­te değil, O bakımdan, avlanan hayvanın öldürüldüğü yerde o av satılmıyor ise, ona en yakın olan yerde dirhem olarak kıymeti belirlenir. O da bu kıy­met ile dilediği takdirde bir hediye kurbanı satın ahr. Yahut dilerse onunla yiyecek alır ve herbir yoksula dilediği takdirde yarımşar sa' buğday, yahut arpa veya hurmadan da birer sa' yedirir.

Şafiî ise, öldürülen avın mislinin davarlardan takdir edilmesi gerektiği gö­rüşündedir. Nasıl ki telef edilen birşeyin mislinin kıymeti nazar-ı itibara alı­nıyorsa, bunda da mislinin kıymeti tesbit edilir. Eşyanın kıymeti alındığı gi­bi, burada da Öldürülen hayvanın mislinin kıymeti esas alınır. Çünkü, vücut­ta aslolan misildir. Bu da gayet açıktır. İşte, şeklindeki izafetle kı­raat de buna göre açıklanır.

Ebu Hanife delil göstererek der ki: Eğer, deve kuşunda büyük baş hay­van, yaban eşeğinde inek ve ceylanda bir koyun şeklinde hilkat bakımından benzerlik muteber olsaydı, âyet-i kerimede cezayı tesbit etmek, o hususta hü­küm verecek adaletli iki kişinin hükmüne bağlı bırakılmazdı. Çünkü bu, bi­linmiş olduğundan ayrıca görüş belirtip üzerinde düşünmeye gerek ol­mazdı. Adil kişilerin takdirine ve konu üzerinde düşünmeye ihtiyaç duyulan şey, belirtip içinden çıkılması zor ve konu ile ilgili bakış açılarının farklı ol­duğu şeylerde sözkonusudur, Bizim ona karşı delilimiz, yüce Allah'ın: "Ce­zası... Öldürdüğü hayvanın benzeri—kurban etmektir" âyetidir Benzerlik, zahiri itibariyle yaratılış ve suret bakımından benzerliği gerektirir. Mana ba­kımından benzerliği gerektirmez. Diğer taraftan yüce Allah: "Öldürdüğü hay-vanuı benzeri" diye buyurmakla, benzerin cinsini beyan etmekte, bundan sonra ise "içinizden... iki adil kimsenin hükmü İle" diye buyurmaktadır ki, burada hakkında hüküm verilecek olana ait olan zamir, hayvanın benzerine racidir. Çünkü, bundan önce zamirin kendisine raci olacağı ondan başka her­hangi bir şeyden söz edilmemiştir. Daha sonra İse: "Kâ'foe'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurulmaktadır. İşte kurban edinilme­si düşünülebilen hayvan, öldürülen hayvanın misli olmaktadır. Kıymete ge­lince, kıymetin hediye kurbanı olması düşünülemez. Ayru âyet-i kerimede on­dan söz edilmiş değildir O halde, bizim zikrettiğimiz hususun doğruluğu or­taya çıkmaktadır. Allah'a hîimd olsun.

Onların: Eğer benzerlik muteber olsaydı, bu konuda hüküm vermek adil kişilere bırakılmazdı, şeklindeki sözlerine de şöyle cevap verilir: Adil kişile­rin verecekleri hükmün muteber olması, av hayvanının küçüktük ve büyük­lük gibî durumlarının, cinsinden davar bulunan ile, bulunmayanın tesbit edil­mesi ile3 hakkında nassın sözkonusu olduğu hayvanları, nassın sözkonusu olmadığı hayvanlara ilhak edilip edilmemesi içindir. [238]

 

15- Avla Öldürülen Çeşitli Hayvanların Cezaları:

 

Bir kimse, Mekke'den ihrama girerek, evinin kapısını İçeride güvercin yav­ruları bulunduğu halde kapatacak olur da bu yavrular ölecek olursa, her bir yavruya karşılık bir koyun kurban keser.

Maük der ki: Av hayvanlarının küçü ki erindeki ceza da büyü ki erindeki ce­za gibidir. Bu, aynı zamanda Atâ'nın da görüşüdür. Malik'e göre, hiçbir hayvanın sütten yeni kesilmiş dişi oğlak veya dört aylık kuzu ise fidyesi ve­rilmez. Yine Malik der ki: Bu ela diyet gibidir. Küçüğü ile büyüğü arasında bir fark yoktur, Malik'e göre keler ile cerboa karşılığında yiyecek olarak kiymetev Medavditef küçük ona mu.

edenler olduğu gibi, küçük baş hayvanlarda, bir yaşında, büyükbaş hayvan­lardan olan ineklerde üç, develerde de altı yaşını nazar-A itibara almak hu­susunda ona muhalefet eden ve Hz. Ömer'in şu görüşü doğrultusunda ka­naat belirtenler vardır: Tavşana karşılık dişi oğlak, cerboa'ya karşılık da dört aylık kuzu ceza verilir. Bunu, Malik de mevkuf olarak rivayet etmiştir.[239]

Ebu'z-Zubeyr de Cabir'den, o, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: İhramlı bir kimse bir sırtlan öldürecek olursa, karşılığın­da bîr koç, ceylan öldürecek olursa bir koyun, tavşan öldürecek olursa, di­şi oğlak, cerboa öldürecek olursa da dört aylık bir kuzu (cefra) ceza verir, O dedi ki: Cefra, sütten kesilmiş olup ot yemeye başlamış olan kuzudur. Bîr başka rivayette de şöyle denilmektedir: Ben, Ebu'z- Zubeyr'e; Cefra nedir, di­ye sordum, o da: Sütten kesilip otlamaya başlamış olan kuzudur dedi. Bu­nu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[240]

Şafiî ise der kî: Devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan, yavrusunda ise, sütten kesilmiş bir deve verilir. Yaban eşeğine karşılık bir inek, yaban keçi­sine karşılık ise, bir dana verilir. Çünkü, yüce Allah, hilkat itibari ile misli ol­masını hükme bağlamıştır. Küçüklük ve büyüklük ise birbirinden farklı ola­bilir. O bakımdan bu gibi durumlarda küçüğü ve büyüğü, diğer telef olan şey­lerde olduğu gibi nazar-ı itibara almak gerekir

İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur, ilim adamlarımızın tercihi de budur On­lar derler ki: Eğer, öldürülen av hayvanının bir gözü kör yahut bir ayağı to­pal veya kırık isç, ceza olarak verilecek olan benzeri davar da onun niteli­ğinde (bir gözü kör veya topal, ya da kırık') ise, mislinden oluş tahakkuk et­miş olur. Çünkü, bir şeyi telef eden, telef ettiğinden fazlası ile yükümlü tu­tulmaz.-Delilimiz ise, yüce Allah'ın; "Cezası.,, öldürdüğü hayvanın benle­ri...dir" diye buyurmuş ve küçük ile büyük arasında herhangi bir ayırım gö­zetmemiş olmasıdır.

Yüce Allah'ın: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" buy­ruğu ise, mutlaklık dolayısı ile, kurban olabilecek, kendisine kurban denilebilecek türden olmasını gerektirir. Bu da, kurbanın tam ve eksiksiz olması­na gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [241]

 

16- Av Hayvanlarının Yumurtaları Telef Edilirse:

 

Devekuşu yumurtasında, Malik'e güre büyükbaş hayvanın kıymetinin on­da biri ceza olarak verilir. Mekke güvercinleri yumurtası karşılığında ise yi­ne ona göre, bir koyunun kıymetinin ondabiri ceza olarak verilir. îbnü'l-Ka­sım der ki: Yumurtada yavru bulunması ile bulunmaması arasında yumurta­nın kınlısından sonra yavru canlı olarak çıkmadığı sürece- değişen birşey ol­maz. Şayet -yumurtadan canlı çıkarsa, o kuşun büyüğünün cezası gibi tam ceza ödemesi gerekir. İbnü'l-Mevvâz, âdil iki kişinin vereceği hükme göre ce­za verilir, demektedir.

İlim adamlarının çoğunluğu ise, her kuşun yurfTurtasına karşılık kıymeti­nin ceza olarak verileceği görüşündedirler. İkrime, İbn Abbas'tan, o, Kâ'b b. Ucre'den, Peygamber (sav)'ın ihramlı bir kimsenin kırdığı devekuşu yu­murtası hakkında, onun kıymetinin verilmesini hükme bağladığını rivayet et­mektedir. Bunu da Dârakutn? rivayet etmiştir.[242]

Ebu Hureyre'den de şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (.sav) bu­yurdu ki: "Herbir devekuşu yumurtasına karşılık ya bir gün oruç tutulur ya­hut bîr yoksula yemek yedirilir."[243]   

 

17- Davarlardan Benzeri Bulunmayan Av Hayvanları:

 

Serçe ve fil gibi benzeri bulunmayan av hayvanlarına gelince, bunlann et olarak kıymetleri yahut bunun dengi yiyecek verilir. Bunların avlanmaların­dan gözetilen maksatlar ise nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü, misli bulunanlar hakkında nazar-ı itibara alınan husus, onun mislinin kurban edilmesidir. Şa­yet misli yoksa, o takdirde gasb ve benzeri hususlarda olduğu gibi, kıymet onun yerini tutar. Çünkü insanlar, bu hususta iki görüş benimsemişlerdir. Ki­misi bütün av hayvanlarında kıymeti nazar-ı itibara alır ve kimisi de yalnız­ca davarlardan benzeri bulunmayan hayvanlar hakkında kıymet verileceği­ni kabul eder. İşte bu husus, aynı zamanda misli bulunmayan avlar hakkın­da kıymetin muteber olacağı üzerinde icmaı da İhtiva etmektedir.

Fil hakkında, denildiğine göre, iki tane hörgücü bulunan büyük bir hecin devesi kurban edilir.

Hecîn develeri ise Horasanda olup beyaz tüylüdürler. Şayet bu develerden hiç bulunamıyor ise, o takdirde onun kıymeti kadar yiyeceğe bakılır ve bu kadar yiyeceği yoksullara yedirmesi gerekir. Bu hususta yapılacak uygulama ise şöyledir: Fü\ bir kayığa bindirilir. Bu kayığın suya ne kadar geçeceğine bakılır. Daha sonra fi) kayıktan çıkartılır, kayığa filin indirdiği sınıra inince­ye kadar yiyecek (buğday ve benzeri yiyecekler) doldurulur. İşte, yiyecek ba­kımından onun dengi budur. Şayet kıymetine bakılacak olursa, şüphesiz ki, kemikleri, dişleri dolayısıyla büyük bir değeri vardır. O takdirde fidye ola­rak verilecek yiyecek de artar. Bu ise bir zarardır. [244]

 

18- Adil İki Kişinin Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "İki âdil kimsenin hükmü Üe..." buyruğu ile ilgili olarak Mâlik, Abduimelik b. Kurayb'den, o, Mulıammed b. Sîrîn'den rivayet ettiği­ne göre, bir adam Ömer b. el-Hattab;a gelip şöyle demiş: Ben ve bir arka­daşım bir dağ yolu ağzına kadar iki atla yarıştık. İkimiz de İhramlı olduğu­muz halde bir ceylan öldürdük. Görüşün nedir?

Ömer, yanındaki adama şöyle dedi: Gel de seninle beraber bu işe hüküm verelim. Hakkında bir keçi kurban etmesini hükme bağladılar.

Adam giderken şöyle diyordu: Şu Emiru'l-mü'minin olacak adama bakınız. Yanına onunîa birlikte hüküm vermek üzere bir başka adamı çağırmayınca-ya kadar bir ceylan hakkında hüküm veremiyor. Ömer b. el-Hattab adamın bu sözünü işitince onu çağırdı ve el-Maide sûresini biliyor musun diye sor­du. Adam: Hayır deyince, bu sefer: Peki benimle beraber hüküm veren adamın kim olduğunu tanıyor musun, diye sordu, adam yine: Hayır deyin­ce Hz. Ömer şöyle buyurdu: Eğer bana el-Maide Sûresi'ni bildiğini söylemiş olsaydın, canını acıtacak kadar seni döverdim. Sonra şöyle dedi: Muhakkak yüce Allah Kitabında: "İki adil kimsenin hükmü île öldürdüğü hayvanın benzeri ye ulaştırdacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurmak­tadır. Bu adam da Abdurrahman b. Avf'dır. [245]

 

19- Hakemlerin İttifak Etmeleri ve Görüş Ayrılıklarının Etkisi:

 

İki hakem ittifak edecek olursa, verdikleri hükmün yerine getirilmesi ge­rekir. el-Hasen ve Şafiî böyle demiştir. Şayet ihtilâf edilirse onlardan başka hakem aranır. Mulıammed b. el-Mevvâz der ki: İki hakemin görüşünden da­ha yüksek bir görüş almaz. Çünkü bu, hakem tayini olmaksızın bir uygula­ma olur. Aynı şekilde eğer hakemler hükme bağlayacak olurlarsa, hilkat ba­kımından benzeri olan davan bırakıp yemek yedirme cihetine gitmez, Çün­kü, artık bu yerine getirilmesi gereken bir husus olmuştur. Bunu da İbn Şa­ban söylemiştir.

İbnü'l-Kasım ise der ki: Eğer avı öldürmüş olan kişi, öldürdüğü hayvanın davarı bırakıp benzerini hükme bağlamalarını istemişse, onlar da böyle yap­mış İseler, o da bunu bıraksp yemek yedirme yolunu seçecek olursa, caiz olur.

İbn Vehb -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de, "el-Utbiyye" de şöyle de­mektedir: Hakemlik edeceklerin, avı öldüreni muhayyer bırakmaları sünnet­tir. Nitekim, yüce Allah'ın onu: "Kâ'be'ye ulaştıracak bir hayvan kurban et­mektir, yahut keftareti, düşkünlere yemek yedirmektir veya bunun den­gi oruç tutmaktır"dan birisini seçmekte muhayyer bıraktığı gibi.

Eğer o3 kurban göndermeyi tercih edecek olursa, hakemler de kendi gö­rüşlerine göre öldürdüğü av hayvanına denk düşecek yemek yedirme veya bunun dengi oruç tutmak ile öldürdüğü hayvanın dengi bir koyun olup ol­mamasını gözönünde bulundurarak hüküm verirler. Çünkü koyun, kurbanın asgarisidir. Şayet, öldürdüğü hayvanın dengi koyuna ulaşamıyor ise, o tak­dirde buna karşılık yemek yedirme hükmünü verirler, sonra da bu miktan yoksullara yedirmesi, yahutta bunun yerine her bir mud karşılığında bir gün oruç tutması arasında muhayyer bırakılır. Malik de el-Müdewenefde böyle demiştir. [246]

 

20- Öldürülen Avlara Karşılık Geçmişte Belirlenmiş Cezalar Nazarı İtibara Alınır mı?;

 

Hakkında adil kişilerin hüküm verdiği olsun olmasın, her meselede yeni­den hüküm verilir. Şayet ashab-ı kiramın vermiş olduğu av hayvanlarının ce­zalarını kabul edip, onlann hakemlikleriyle yetinecek olursa bu güzel bir şey­dir.

Malik'ten rivayet olunduğuna göre, Mekke güvercinleri, yaban eşekleri, ceylan ve devekuşu müstesna, diğerlerinde yeniden âdil kişilerin hükümle­rine başvurmak gerekir. Bu dört hayvanda ise, geçmişteki seleflerin verdik­leri hükümlerle yetinilir. [247]

 

21- Avı Öldürmüş Olan (Cani) Hakemlik Yapabilir mi?

 

Avı öldürmüş olanın ikt hakemden birisi olması caiz değildir. Ebu Hani-fe de bu görüştedir. Şafiî ise iki görüşünden birisinde şöyle demektedir: Ca­ni, iki hakemden birisi olabilir.

Ancak bu, onun bir parça müsamahakârca verdiği bir hükümdür. ÇünküT âyetin zahiri bir cani ile iki hakemin ortada olmasını gerektirmektedir. Sayı­lardan birisini kaldırmak, zahiri ıskat etmektir, manayı da ifsad etmektir. Çünkü kişinin kendi lehine hüküm vermesi caiz değildir. Şayet bu caiz olsaydı, o takdirde kendisi bu iş için yeterli olur, başkasına da ihtiyaç olmazdı. Zira bu, kendisiyle Allah arasında vereceği bir hükümdür. Onun yanma ikinci bir kişinin katılması ise, bu hükmün bağımsız iki kişi tarafından verilmesi gerek­tiğine delildir. [248]

 

22- Bir Topluluk Tek Bir Av Hayvanını Öldürürse:

 

İhrama girmiş bir topluluğun, tek bir avın öldürülmesine katılmaları ha­liyle ilgili olarak Malik ve Ebu Hanife : Bunların herbirisi tam bir ceza öder demektedir, Şafiî ise şöyle der: Ömer ve Abdurrahman (r.a)'ın bu konudaki hükümleri dolayısıyla hepsine tek bir keffaret düşer.

Dârakutnî'nin rivayetine göre, İbn ez-Zubeyr'in azatlı köleleri, yanlarından geçen bir sırtlana asalarını fırlatıp atarlar. Sırtlana isabet ettirmeleri üzerine içten içe rahatsız olurlar. (Daha önce bir sahabiye sormuş, o da herbirinin ay­rı birer keffârette bulunacağını onlara söylemişti). Sonra İbn Ömer'e giderek ona durumu anlatırlar, o da şöyle der: Hepinize bir koç düşer. Onlar: Her-birimize mi bir koç düşer, deyince o: Size böyle denilmek suretiyle gerçek­ten aleyhinize olmak üzere iş sıkı tutulmuş. Hepinize bir koç düşer, diye ce­vap verir.[249]

Yine İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, o, bft sırtlan öldürmüş bir top­luluk hakkında: Hepsine bir koç düşer. Onlar bunu kendi aralarında payla­şırlar, demiştir.[250]

Delilimiz ise, yüce Allah'ın: "İçinizden kim onw bilerek öldürürse, ce­zası iki adil kimsenin hükmü İle öldürdüğü hayvanın benzeri... bir hay­van kurban etmektir" buyruğudur. İşte bu, av öldüren herkese yönelik bir fritabtır. Avı öldürmeye katılanların herbirisi ise, tam ve eksiksiz bir canın ka­tilidir. Buna delil de bir kişiyi öldüren bir topluluğun o kişi karşılığında öl­dürülmesidir. Eğer bu böyle olmasaydı onlara kısas gerekmezdi. Bu durum­da bütün katillere kısas uygulamanın vücubunu, biz de, onlar da icma ha­linde söylemiş bulunuyoruz. O halde bizim dediğimiz sabit olmaktadır. [251]

 

23- îkram Olmayanların Harem Bölgesinde Av Hayvanları öldürmeleri:

 

Ebu Hanife der ki: Hepsi de ihramlı olmayan, harem bölgesinde bulunan bir topluluk, orada bir av hayvanı öldürecek olurlarsa, ihramlı kimselerin Ha-

 

rem bölgesi içerisinde veya dışında öldürmeleri halinin aksine tek bir ceza ödemekle yükümlü olurlar. Çünkü, Un rami il ar için) durumda herhangi bir farklılık olmaz.

Malik ise der ki: Onların herbirisi için tam bir ceza sözkonusudur. Bu da bir kimsenin Harem bölgesine girmekle birlikte ihranılı bir kişi olması esa­sına binaendir. Tıpkı bir kimsenin ihram için telbiye getirmesiyle ihrama gir­miş kabul edildiği gibi. BU iki fiilden herbirisi o kişiye, bir yasağın kendisi­ne taalluk ettiği bir nitelik kazandırmıştır. Bu kişi de bu haliyle (yani avı öl-dürmesiyle) her iki halde de bu yasağı çiğnemiş olur,

Ebu Hanife'nin delili de, Kadı Ebu Zeyd ed-Debûsİ'nin zikrettiğine göre şöyledir: Buradaki sır şudur: İhramda cinayet ibadete karşı bir cinayettir. On­lardan her birisi ayrı ayrı kendi ihramına ait bir yasağı işlemiştir. İhramlı bir kimse Harem bölgesinde bir av hayvanını öldürecek olursa, öldürülmeme-si gereken bir canı öldürmüş olur ve böylelikle^bu, bir topluluğun bir canı öldürmesi gibi olur. O takdirde, onların herbirisi bir canı öldürmüş demek olur. Bu durumda da hepbirlikte kıymetini ortaklaşa öderler.[252]

Îbnü'l-Arabî der ki: Ebu Hanife delil itibari ile bizden daha güçlüdür. Bi­zim ilim adamlarımız bu delili küçümserler ama, bizim için bundan ayrılmak zordur. [253]

 

24- Kâ'be'ye Ulaştırılacak Kurban:

 

Yüce Allah'ın: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bîr hayvan kurban etmektir buy­ruğunun anlamı şudur: Her iki hakem de eğer kurban kesilmesi hükmünü ve­recek olurlarsa, bu kurbana hediye kurbanına uygulandığı gibi işaret koyma, gerdanlık koyma işlemleri yapılır ve Harem dışındaki bölgeden Mekke'ye gön­derilir, o kurbanlık orada kesilerek orada sadaka olarak dağıtılır. Çünkü Yü­ce Allah'ın: "Kâ'beye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" buyruğu bunu gerektirmektedir.

Burada muayyen olarak kastedilen Kâ'be değilir Çünkü hediye kurbanı ora­ya ulaşamaz. Zira Kâ'be Mescid-i Haramın içindedir. Maksat, Harem bölge­sidir, bu hususta görüş ayrılığı yoktur.

Şafiî de der ki: Gönderilecek hediye kurbanının mutlaka haremin dışında­ki bölgeden gönderilmesi gereği yoktur. Çünkü, küçük av hayvanına karşı­lık, küçük hediye göndermek gerekir. O takdirde bu hediye Haremden sa­tın aiınır ve orada hediye olarak verilir. [254]

 

25- îhramhyken Avlanmanın Keffâreti Olarak Yoksullara Yemek Yedirmek:

 

Yüce Allah'ın: "Yahut keffareti düşkünlere yemek yedirmektir" buyru­ğunda sözü geçen keffâret, avlanmanın keffare tidir. Hediye kurbanının ye­rine bir keffâret değildir. İbn Vehb der ki: Malik dedi ki: Av hayvanı öldüren kişi hakkında işittiklerimin en güzeli, o konuda avlanan aleyhine şu şekilde

hüküm verilmesidir: Öldürdüğü av hayvanına kıymet biçilir. O değerde ne kadar yiyecek alınabileceğine bakılır. Her bir yoksula bir mud yedirilir, ya­hut her bir mud karşılığında bir gün oruç tutar.

Îbnü'l-Kasım da Malik'Een naklen şöyle demektedir: Eğer Öldürülen av hay­vanına dirhem türünden kıymet biçilecek olursa, sonra da bununla yiyecek olarak ne alınacağı tesbit edilirse bu da onun için yeterlidir. Ancak doğru­su birincisidir. Abdullah b. Abdulhakem de onun gibi demiştir.

Yine, Abdullah b. Abdulhakem, Malik'ten şöyle dediğini naklet m iştir: Av öldüren, bu üç hususta muhayyerdir. Yani, İster maddi imkânı bulunsun is­ter bulunmasın, hangisini yaparsa onun için yeterlidir. Ata ve fukahânın cum­huru da bu görüştedir. Çünkü "veya, yahut" gibi anlamlara gelen; (jî) mu­hayyerlik ifade eder.

Malik der ki: Şanı yüce Allah'ın Kitabında keffâretler hakkında; şu veya şu denilen her hususta sahibi muhayyerdir. Bunların hangisini yapmak isterse yapabilir

İbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: îhramlı bir kimse, bir ceylan veya ona benzer bir hayvan öldürecek olursa, Mekke'de kesilmek üzere bir koyun kurban eder. Eğer bulamayacak olursa, altı yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa üç gün oruç tutması gerekir. Şayet bir dağ keçisi veya onun gibi bir av hayvanı öldürecek olursa, bir inek kurban et­mesi gerekir Bulamayacak olursa, yirmi yoksula yemek yedirir. Eğer bula­mayacak olursa, yirmi gün oruç tutar, Şayet bir devekuşu yahut bir eşek öl­dürecek olursa, büyükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Bulamadığı takdir­de otuz yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa, otuz gün oruç tu­tar. Yoksullara yemek yedirme miktarı ise, doymaları İçin herbirisioe birer mud verilir.

İbrahim en-Nehaî ve Hammâd b. Seleme de böyle demişlerdir. Onlar derler ki: "Yahut keffareti yemek yedirmektir" buyruğu, kurban bula­madığı takdirde yemek yedirir, demektir. et-Taberî de îbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: îhramlı bir kimse bir av hayvanı öldürecek olursa onun hakkında onun karşılığım ceza olarak vermesi hükme bağlanır. Eğer onun karşılığını bulabilecek olursa, onu keser ve sadaka olarak dağıtır.

Şayet, yanında onun karşılığını alacak para yoksa, karşılığına dirhem cin­sinden kıymet biçilir. Sonra, dirhemlerle ne kadar buğday alınacağı tesbit edi­lir. Ondan sonra da İıerbîr yarım saJ karşılığında bir gün oruç tutar.

Yine İbn Abbas der ki: Yemek yedirmekle orucun durumu açıklanmak is­tenmiştir. Yemek yedirme imkânı bulamayan bir kimse, elbette onun karşılı­ğını bulabilir. Bunu, ayrıca es-Süddî'den de senediyle kaydetmektedir. Fakat bu görüş, âyetin zahiri ile tearuz, çatışma, halindedir ona uygun düşmemekîedir. [255]

 

26- Öldürülen Hayvanın Kıymeti Ne Zaman Nazarı İtibara Alınır?

 

İlim adamları, telef edilen hayvanın nazar-ı itibara alınacağı zamanı tesbit-

te farklı görüşlere sahiptir. Bir gurup, hayvanın telef edildiği gün nazar-ı itibara alınır derken, başkaları da bunun cezasjnı vereceği gün nazar-ı iti­bara alınır, demektedir.

Başkaları da; telef eden, hayvanı telef ettiği günden hükmün verileceği gü­ne kadar iki değerden hangisi daha fazla ise onu yerine getirmek zorunda­dır, derler

İbnü'l-Arabî ise der ki: Bizim ilim adamlarımız da onlar gibi ihtilaf etmiş­lerdir. Doğru olan ise, avı telef ettiği günkü kıymeti ödemekle yükümlü ol­duğudur. Buna delil de şudur: O hayvanın varlığı, aleyhine telef olunana ait bir hak idi. Telef eden onu ortadan kaldırdığına göre, misli İle onu var etmek zorundadır. Bu da o hayvanı telef ettiği vakittir. [256]

 

27- Öldürülen Av Hayvanının Keffâreti Nerede Yerine Getirilir?

 

Eğer kelfâret kurban şeklinde verilecekse, bunun mutlaka Mekke'de olma­sı gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Kâ'be'ye ulaş­tırılacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurmaktadır.

Yemek yedirmek hususunda ise, Mekke'de mi olur, yoksa hayvanın öldü­rüldüğü yerde mi, olur hususunda Malik'in farklı görüşleri gelmiştir Şafiî, bu­nun Mekke'de olacağı görüşünü benimsemiştir. Ata ise der ki: Eğer ceza, kan (kurban) yahut yemek yedirmek şeklinde ise Mekke'dedir. Orucu da diledi­ği yerde tutabilir. Oruç hususunda Malik'in görüşü de budur, bu hususta gö­rüş ayrılığı yoktur.

Kadı Ebu Muhammed Abdulvehhâb der ki: Oruç müstesna, avlanma ce­zasından herhangi birisini Harem bölgesi dışına çıkarmak caiz değildir.

Hammad ile Ebu Hanife İse derler ki: Kayıtsız ve şartsız olarak av hayva­nını öldürdüğü yerde keffâıette bulunur

Taberî de şöyle demektedir: Mutlak olarak dilediği yerde keffârette bulu­nur. Ebu Hanife'nin görüşünün kıyas açısından İzah edilir bir tarafı olmadı­ğı gibi, bu hususta herhangi bir rivayette yoktur.

Dilediği yerde oruç tutar, diyenlerin görüşüne gelince, oruç, oruç tutana has bir ibadettir. O bakımdan diğer keffâretler dolayısıyla ve başka sebep-lerJe oruç tutmakta olduğu gibi her yerde olabilir.

Yemek yedirmenin Mekke'de olması gerektiğine gelince, çünkü yemek ye­dirmek, hediye kurbanına bedeldir veya onun benzeridir. Hediye kurbanı ise Mekke yoksullarının bir hakkıdır. Bundan dolayı onun bedeli veya benzeri de Mekke'de olmalıdır.

Her yerde olur, diyenlerin görüşüne gelince, onlar bu hususta lıertürlü ye­mek yedirme ve fidyeyi nazar-ı itibara alırlar. O bakımdan bunun her yerde yapılmasını caiz kabul ederler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [257]

 

28- Avlanma Keffâreti Olarak Oruç Tutmak:

 

Yüce Allah'ın: "Veya bunun dengi oruç tutmaktır" buy­ruğunda geçen "Denk" kelimesinin "ayn' harfi üstün de esreli de oku­nabilir. Bunu, el-Kisaî söylemiştir, el-Ferrâ der ki: Bu kelimenin "ayn" harfi esreli okunursa onun cinsinden benzeri demektir. Üstün okunursa, başka cins­ten onun benzeri anlamına gelir. Bu görüş el-Kisaî'den nakledilmektedir. O bakımdan, konuşma esnasında; "Yanımda senin dirhemlerinin dengi, benzeri dirhemler vardır" derken, "ayn" harfi esreli söy­lenir. Buna karşılık; Yanımda senin dirhemlerine denk elbise vardır," denildiği zaman da "ayn" harfi üstün olarak söylenir. An­cak, el-Kisaîden sahih olan rivayet, her ikisinin de birer söyleyiş olduğu şek­lindedir. Basrahlann görüşü de budur. Orucun yemeğe denkliği ise, sayıdan daha yakın bir şekilde düşünülemez.

Malik der ki: Her mud için bir gün oruç tutar. İsterse bu iki yahut üç ay­dan fazlasına tekabül etsin. Şafii de bu görüştedir.

Bizim mezhebimiz alimlerinden Yahya b. Ömer de der ki: Bunun yerine şöyle denilir: Bu avla kaç kişi doyabilir? BöyİelikJe onla doyacak insan sa­yısını öğrenir. Sonra: Bu sayıdaki kişiye ne kadar yemek (buğday) yeter di­ye sorar. Ondan sonra dilerse bunu yiyecek olarak çıkarıp verir, dilerse bu yiyeceğin (buğdayın) mud miktan kadar oruç tutar. Bu ise, ihtiyatı gözönün-de bulunduran güzel bir görüştür. Çünkü kimi zaman av hayvanının yiyecek türünden kıymeti az olabilir. Bu uygulama ile yemek yedirme miktan da ço­ğalmış olur.

İlim ehli arasından kimisi de ceza orucunun iki ayı geçmeyeceği görüşün-

dedir. Bunlar derler ki: Çünkü iki ay kefaretlerin en üst sinindir. İbnü'1-Ara-bî de bunu tercih etmiştir. Ebu Hanif'e de (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöy­le der; Rahatsızlık dolayısıyla oruç tutma fidyesi nazar-ı İtibara alınarak, her iki mud karşılığında bîr gün oruç tutar.[258]

 

29- Bu Ceza Yaptığının Vebalini Tatması İçindir:

 

Yüce Allah'ın: "Tâ ki, ettiğinin vebalini tatmış olsun" buyruğunda yer alan "tatmak", istiare yoluyla kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Tat Çünkü sen, aziz ve kerim imişsin" (ed-Duhân, 44/49); "Allah da on­lara açlık ve korku elbisesini tattırdı" (en-Nahl, 16/112) buyruklarında ol­duğu gibi, "Tatmak" ise, gerçekte tat alma duyusu olan dil ile olur. Burada tatmak, bütün bu buyruklarda istiare yoluyla kullanılmıştır, "Kim, Rabb ola­rak Allah'tan razı olursa, imanın tadını almış olur"[259] hadisindeki tatmak da bu kabildendir.

Vebal; kötü akıbet demektir. (Aynı kökten geien): Vebil mer'a ise, yenil­mesinden sonra rahatsızlık veren mer'a dır. Vebil yiyeyecek İse, ağırlık ve­ren ve ağır gelen yiyecek demektir. Şairin şu mısra) da bu kabildendir:

"Açın düşmanlık eden ve oldukça ağır bir yiyeceği andıran

bir yaşlı adamın hanımı..."

Yüce Allah burada "ettiği" ile bütün halini İfade etmiştir. [260]

 

30- Geçmişi Allah Affetmiştir. Tekrar Bu İşe Dönenden de Allah İntikam Alacaktır:

 

Yüce Allah'ın: "Allah geçmiştekiler! bağışlamıştır" buyruğu, cahiliye döneminizde iken av hayvanını öldürmenizi bağışlamıştır, demektir. Bu açıklamayı Ata b. Ebi Rabalı ile, bir topluluk yapmıştır.

Keffâret ile ilgili hükmün nüzulünden öncekileri bağışlamıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir, "Fakat kim bir daha böyle yaparsa" yani, kim bir daha bu yasaklanan işi işleyecek olursa, "Allah ondan* keffâret ile "intikam alır." "Allah ondan İntikam abr" buyruğunun anlamı hakkında şöyle de de­nilmiştir: Yani, eğer bu işi helal belleyerek yapmışsa, Allah âhirette ondan intikâm alır ve zahir hükme göre de keffârette bulunur.

Şurcyh İle Said b. Cübeyr derler ki: İlk defasında onun aleyhinde keftâret hükmü verilir. Bir daha tekrarlayacak olursa, hakkında hüküm vermez, ona: Git, Allah senden intikamım alacaktır, denilir. Yani, senin günahın keffâret ile bağışlanmaktan daha büyük bîr şeydir. Tıpkı yalan yere kastı olarak ya­pılan yeminin (yemin-i facirenin) ilim ehlinin çoğunluğuna göre günahının büyüklüğünden Ötürü keffâret siz oluşu gibi. Verâ ve takva sahipleri, ise, keffârette bulunmak yoluyla Allah'ın intikamından sakınmaya çalışırlar.

tbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Böyle bir kimse bir daha tekrar bu işi yapacak olursa, ölünceye kadar sırtına kamçı vurulur. Zeyd b. el-MualEaJdan da rivayet olunduğuna göre, adamın birisi ihramlı iken bir av hayvanı öldürdü. Bu durumu affolunduktan sonra bir daha aynı işi tekrarla­dı, Bunun üzerine yüce Allah gökten bir ateş indirdi ve o ateş o kimseyi yak­tı. İşte bu da ümmet ve haddi aşan kimselerin masiyetten uzak durmaları için bir ibrettir.

Yüce Allah'ın: "Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir" buyruğunda ge­çen "mutlak galip: aziz" buyruğu mülkünde güçlüdür. Kimse ona zarar ve­remez ve istediğini yapar, ona karşı konulamaz demektir.

"İntikam sahibidir'', dilediği takdirde kendisine karşı gelenlerden, isyan­kârlardan intikam alır. [261]

 

96. Deniz av» ve onu yemek, size de yolcuya da bir fayda olmak üze­re sizin İçin helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz sürece de ka­ra avı size haram kılındı. Sonunda huzuruna varacağınız Al­lah'tan korkun.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız: [262]

 

1- Deniz Avı:

 

Yüce Allah'ın: "Deniz avı... sizin için helâl kılındı™ buyruğu, deniz avı­nın helal kılınışına dair bir hükümdür. Deniz avı ise, denizde avlanan bütün balıklardır. Burada av (sayd) ile kastedilen, avlamlandır. Denize izale edil­mesi ise, bir sebep vasıtasıyla denizden olduğundan dolayıdır. Deniz (el-Bahr)

ile ilgili açıklamalar, daha Önce el- Bakara Sûresinde (2/50. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

Bir fayda olmak üzere" kelimesi, mastar (ımıful-i mutlak) olarak mansubtur. Yani   Kendisi ile Faydalandırılmanız... anlamında­dır. [263]

 

2- Denizin Yiyeceği:

 

Yüce Allah'ın-, "Ve onu yemek" buyruğundaki; müşterek bir lafız olup, yenilen lıerşey hakkında kullanıldığı gibi, yalnızca su, yalnız­ca buğday, yalnızca hurma, yalnızca süt gibi özel bir yiyecek hakkında da kullanılır. Daha önce (5/93 ayet, 5. başlıkta) geçtiği üzere uyku uyumak hak­kında da kullanılır. Burada ise, denizin kıyıya attığı ve deniz üstüne çıkan şey­lerden ibarettir.

Dârakutnî, İbn Abbas'tan senedini de kaydederek yüce Allah'ın: "Denifc avı ve onu yemek size de, yolcuya da bîr fayda olmak üzere sizin İçin helâl­dir âyeti hakkında şöyle dedi£'ni nakletmektedir: Deniz avı, denizden av­lananlardır. Onu yemek ise, denizin kıyıya attığıdır.[264]  Ebu Hureyre'den de onun benzerini rivayet etmektedir.[265]  Bu, ashab ve tabiinden büyük bir top­luluğun görüşüdür.

İbn Abbas'tanT onun yiyeceğinden kastın, denizde ölen olduğu da rivayet edilmiştir kî, bu da bu manadadır. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmiş­tir Onun yiyeceğinden kasıt, deniz avından tuzlanıp sonraya bırakılandır. Bir topluluk da onunla bu görüşü paylaşmıştır. Bir başka topluluk da şöyle de­mektedir: Denizin yiyeceği, suyundan ve içinde bulunan bitki ve benzeri baş­ka şeylerden oluşan tuzudur. [266]

 

3- Deniz Ürünleri Arasında Yenilenler ve Yenilmeyenler:

 

Ebu Hanîfe der ki: Ölüp de su yüzüne çıkmış balıklar yenilmez. Ancak, onun dışında kalan sair balıklar yenilir. Denizde yaşayan bütün canlılar arasında balıktan başkası yenmez.

Aynı zamanda bu, Ebu tshâk el-Fezarrnin kendisinden yaptığı rivayete gö­re es-Sevrî'nin de görüşüdür. el-Hasen de, ölüp su yüzüne çıkmış balığın ye­nilmesini mekruh görmüştür. Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da bunu mekruh gördüğüne dair rivayet vardır.

Yine Hz. Ali'den gelen rivayete göre, yılan balığını mekruh gördüğü de rivayet edildiği gibi, bütün ondan bunların yenileceğine dair bir rivayet gel­miştir, daha sahih olan rivayet de budur. Bunu da Abdurrezzak, es-Sevrî'den, o, Cafer b. Muhammed'den rivayetle Hz. Ali'nin şöyle dediğini nakle tmiştir: Çekirgeler ve bahklar temizdir. Ancak, Hz, Ali'den, ölüp de su yüzüne çık­mış balığın yenileceği hususunda farklı rivayetler geldiği gibi, Hz. Cabir'den bunu mekruh gördüğüne dair rivayet, ihtilafsız olarak nakledilmiştir. Aynı za­manda bu, Tavus, Muhammed, İbn Şîrîn ve Cabir b. Zeyd'in de görüşüdür. Delil olarak, yüce Allah'ın: "Leş size haram kılındı" (el-Maide, 5/3) âye­tinin umumi ifadesi ile, Ebu Dâvud ve Dârakutnî'nin şu rivayetlerini göster­mişlerdir: Cabir b. AbduHah, Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu nak­letmektedir: "Denizin çekilip de kıyıda bıraktıklarını, denizin kıyıya attıkla­rını yiyiniz. Fakat, kendiliğinden ölmüş, yahut ölüp de suyun üzerine çıkmış olanı ise yemeyiniz." Dârakutnî der ki: Bu hadisi Velıb b. Keysan'dan, o da Cabir'den yalnızca Abdulaiz b. Ubeydullah rivayet etmiştir. Abdulaziz ise zayıftır, rivayeti delil gösterilemez.[267]

Süfyan es-Sevrî de Ebu Zübeyr'den, o, Cabir'den, o da Peygamber (sav)'den buna yakın bir rivayet nakletmektedir.

Dârakutnî der kî: Bunu, es-Sevrî'den müsned olarak Ebu Ahmed ez-Zübey-rî'den başkası rivayet etmemiştir. Ancak, el-Veki' ve el-Aderûyyân Abdurrez-zak, Müemmel, Ebu Asım ve başkaları ise ona muhalefet ederek, bunu es-Sevrî'den mevkuf olarak rivayet etmişlerdir ki, doğru olan da budur.[268]

Aynı şekilde Eyyub es-Sahtiyanî, Ubeydullah b. Ömer, İbn Cüreyc, Züheyr, Hammad b. Seleme ve diğerleri de Ebu'z-Zübeyr'den mevkuf olarak rivayet et­mişlerdir. Ebu Dâvud der ki: Bu hadis, zayıf bir yoldan, İbn Ebİ Zi'frden, o, Ebu'z-Zübeyr'den, o, Cabir'den, o da Peygamber'den de rivayet edilmiştir.[269]

Dârakutnî der ki: Ayrıca bu, ismail b. Umeyye'den ve İbn Ebi Zib'den, o, Ebu Zübeyr'den merfu1 olarak rivayet etmiş ise de merfu' rivayeti sahih de^ ğildir. Bunu, Yalıya b. Süleym, ismail b. Umeyye'den yoluyla merfu' olarak rivayet ettiği halde, başkası bunu mevkuf olarak rivayet etmiştir.[270]

Malik, Şafiî, İbn Ebi Leyla, el-Evzaî ve el-Escaî'nin rivayetine göre, es-Sev­rî ise şöyle demiştir: Denizde yaşayan balık ve diğer canlılar ile denizde bu­lunan .sair hayvanlar, ister avlanmış olsunlar, isterse de ölü bulunmuş olsun­lar yenilirler. Malik ve ona uyanlar, Hz. Peygamber'in deniz ile ilgili olarak söylemiş olduğu: "O, suyu temiz ve ölüsü helal olandır"[271] hadisini delil göstermişlerdir.

îsnad bakımından bu konuda en sahih rivayet, Cabir b. Abdullah yoluyla gelen Amber diye bilinen balık ile ilgili rivayet ettiği hadistir Ayrıca bu, ha­disler arasında en sağlam yollardan sabit olmuş hadislerdendir. Bu hadisi Bu-harî ve Müslim rivayet etmişlerdir ki, bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Biz Medine'ye gelince, Rasulullah (sav)'ın yanına vardık, Ona bu hususu zikre­dince, şöyle buyurdu: "O, Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Beraberiniz­de bize yedirmek üzere etinden bir parça var mı?" Biz de Rasulullah (savTa ondan bir parça gönderdik, O da onu yedi, Bu lafız, Müslim'e aittir. [272]

Dârakutnî de îbn Abbas'tan senedini kaydederek göyle dediğini nakletmek­tedir: Ben, Ebu Bekir hakkında şöyle dediğine şahidlik ederim: Ölüp de su yüzüne çıkan balık, onu yemek isteyen için helaldir. Yine ondan, senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Bet*, Ebu Bekir hakkında jahid-lik ederim ki o, ölüp de su yüzüne çıkmış balığı yemiştir[273]

Ebu Eyyub'den de senedini zikrederek şunu nakletmektedir: Ebû Eyyûb, arkadaşlarından bir kaç kişi ile birlikte denizde yolculuğa çıktılar. Ölüp su üzerine çıkmış bir balık buldular. Ona bu balık(ın yenilip yenilemeyeceği) hakkında soru sordular, O da şu cevabı verdi: O, henüz tadı bozulmamış ve hoş mudur? Onlar: Evet deyince, şu cevabı verdi: O balığı yiyebilirsiniz, on­dan payıma düşeni de bir kenara ayırınız. O sırada Ebu Eyyub oruçlu idi.[274] ^ Yine senedini kaydederek, Cebele b. Atiyye'den naklettiğine göre, Ebü Tal-ha'nm arkadaşları, ölüp su üstüne çıkmış bir balık ele geçirdiler. Durumu hak­kında Ebu Talha'ya som sormaları üzerine o da: Onu bana hediye ediniz di­ye cevap vermiştir.[275]

Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir: Balık tümüyle helaldir, yenir. Çekir­ge de tümüyle helaldir yenir. Bunu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[276] İşte bu rivayeller, bunun mekruh olduğunu söyleyenlerin görüşlerini reddetmekte, âyetin umumî iradesini tahsis etmektedir Bunlar, cumhurun lehine delildir.

Şu kadar var ki Malik, sadece su domuzunu (bir çeşit yunus) ismi bakımın­dan mekruh görür, fakat haram kabul etmeksizin şöyle derdi: Siz buna do­muz adını veriyorsunuz.[277]

Şafiî ise der ki: Su domuzunu yemekle bir mahzur yoktur.

el-Leys (b. Sa'd) da der ki: Denizde kendiliğinden ölmüş hayvanı yemek­te bir beis yoktur. Yine el-Leys şöyle demektedir; Su köpeği (köpek balığı) ile su aygırı da böyledir. Yine el-Leys şöyle demektedir: Ancak, ne su insa­nı, ne de su domuzu yenir. [278]

 

4- Hem Karada, Hem Denizde Yaşayan Hayvanların Durumu:

 

Hem karada hem de denizde yaşayan iki yaşayışları amfibi hayvanın îh-ramlı tarafından avlanılmasının helal olup olmadığı hususunda ilim adamla­rının farklı görüşleri vardır. Malik, Ebu Miclez, Ata, Said b. Cübeyr ve baş­kaları der ki: Karada yaşayıp da orada da hayatını sürdürebilen her bir hay­van kara avıdır. Eğer ihramlı bir kimse böyle bir hayvanı öldürecek olursa, onun fidyesini öder.

Ebu Miclez, bu kabilden ayrıca kurbağaları, kaplumbağaları ve yengeci de ilave etmektedir. Ebu Hanife'ye göre ise, bütün kurbağa türleri haramdır.

Kurbağa yemenin caiz olmadığı hususunda Şafiî'den gelen rivayetler ara­sında farklılık yoktur. Ancak, denizde yaşamakla birlikte, karada eti yenme­yen domuz, köpek ve buna benzer hayvanlara benzeyenler hakkında fark­lı görüşleri gelmiştir. Doğru olan ise bütün bunların yenileceğidir. Çünkü, Şafiî'nin su domuzunun yenileceğine dair açık bir ifadesi vardır. Halbuki, de­nizde yaşayan bu hayvanın karada eti yenmeyen bir benzeri vardır. Ama, tim­sah, tirş ("bir cins köpek batığı) ve yunus balığının eti ona göre yenilmez. Di­ğer taraftan, azı dişi bulunan bütün hayvanlar da -Hz. Peygamber'in azı di­şi bulunan bütün hayvanları yemeyi yasaklaması dolayısıyla- yenmez.

İbn Atiyye der ki; Bu türler, sürekli oiarak suda bulunurlar. O halde bun­ların deniz avından olmaları kaçınılmaz bir şeydir. İşte İmam Malikin eî-Mü-devvene'dv verdiği: Kurbağalar da deniz avındandır şeklindeki cevabı böy­le açıklanır. Ata b. Ebi Rabâh'tan ise, bu naklettiğimize muhalif bir kanaat ri­vayet edilmiştir. O- hayvanın çoğunlukla nerede yaşadığını nazar-ı itibara alır, Ona, ibnü'1-ma' diye bilinen hayvan hakkında, o bir kara avı mıdır» yoksa bir deniz avı mıdır diye sorulunca: Nerede daha çok bulunuyorsa, oranın hay-vanlanndandır. Nerede yavruhıyorsa, oranın hayvanlarındandır, demiştir. Bu, Ebu Hanife'nin de görüşüdür. Doğrusu ise, ibnü'1-ma1 denilen hayvanın kara avı olduğudur. Çünkü o, hem otlar, hem de tane yer.

İbnül-Arabî der ki: Hem karada hem denizde yaşayabilen hayvan lıakkında sahih olan, bunun yasaklanmış olmasıdır, Çünkü, bu gibi hayvan hakkın­da iki delil tearuz (çatışma) halindedir. Haram oluşuna dair delil ile helâl olu­şuna dair delil çatışmaktadır. Dolayısıyla ihtiyata uyarak, haram oluşuna da­ir deül tercih edilir. [279]

 

5- Deniz Avı Yolculuk Yapana da Mukim Olana da Helâldir:

 

Yüce Allah'ın; "Yolcuya da" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

1- Birinci görüşe göre, hem mukim olana, hem yolcu olana helâldir. Ni­tekim, Ebu Ubeyde yoluyla gelen hadis-i şerifte, kendileri yoku oldukları hal­de deniz avından yedikleri gibi, Peygamber (sav) mukim olduğu halde on­dan yemiştir.[280] Böylelikle yüce Allah, yolcu olana deniz avım helal kıldığı gibi, mukim olana da deniz avını helal kıldığını beyan etmektedir.

2- Yolculuk yapanlar, (es-Seyyâre) denizde yolculuk yapanlardır. Nitekim Malik ve Nesaî tarafından rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Adamm birisi, Peygamber (sav)a şöyle sormuş: Bi£, denizde yolculuk yapıyor, fakat yanımıza az su alabiliyoruz. Eğer o sudan abdest alacak olursak susuz ka­labiliriz. Durum bu iken deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "O, suyu temi2 ve meytesi helal olandır."[281]

İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamlarımız şöyle demişlerdir Şayet Peygamber (sav) ona: "Evet (abdest alabilirsiniz)" demekle yetinmiş olsaydı, yalnızca susuz kal­maktan korkulması halinde deniz suyundan abdest almak caiz olabilirdi. Çünkü, cevap soru ile ilişkilidir. Bu durumda verilen cevap da soruya göre açık­lanırdı. Ancak Peygamber (sav) yeni bir kaide tesis etti ve şeriatin hükmünü beyan ederek: "O, suyu temiz ve meytesi helal olandır" diye buyurmuştur.

Derim ki, Allah Rasulü'nün hakkında tahsis ifade ettiğine dair açık ifadeler ih­tiva edenler dışında "bir kişi hakkındaki hükmü, genel hakkında da geçerlidir"

şeklinde kabul edilmiş şer'i hüküm bulunmasaydi; elbette verilen özel ceva­bın o özel şahıslan aşarak, başkaları hakkında geçerli olması sözkonusu ol­mazdı. Hz. Peygamber'in Ebu Burde'ye -dişi oğlak hakkında- hitaben söy­lediği "onu kurban kesebilirsin; ancak o, senden başka kimse için artık ge­çerli olmaycaktır"[282] buyruğu bu kabulden açık bir tahsisi ihtiva eden buy-raklara bir örnektir. [283]

 

6- İkramlı Kimse, Kara Avından Yararlanamaz:

 

Yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kı­lındı" buyruğunda sözü geçen "haram kılmak" ayrılara (eşyaya) ait bir sıfat değildir. Fiillerle alakalıdır Buna göre yüce Allah'ın: "Kara avj size haram kılındı" buyuruğu, avlanmak haram kılındı, demektir. Bu ise, avlanmanın ya­saklanışı anlamına gelir. Ya da burada av, avlanılan hayvan anlamında ola­bilir. Bu da mefule (yani avlanılana) -az önce geçtiği gibi- fiilin (avlanma) İle adlandırılması kabilindendir ki, daha kuvvetli olan görüş de budur.

Çünkü İlim adamları ihramh bir kimsenin kendisine bağışlanan avı kabul etmesinin caiz olmadığını, av hayvanı satın almanın da avlamasının da ih­ramh iken herhangi bir yolla onu mülk edinmenin de caiz olmadığım, ic-mâ ile kabul etmişlerdir. Bu hususta îslâm alimleri arasında görüş ayrılığı yok­tur. Çünkü yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı si­ze haram kılındı" buyruğunun umumiliği bunu gerektirmektedir. Ayrıca ile­ride geleceği üzere es-Sa'd b. Cessâme'nİn naklettiği hadis de bunu ifade et­mektedir. [284]

 

7- İkramli Kimse Av Hayvanı Etinden Yiyebilir mi?

 

İlim adamlan, ihramh kimsenin av hayvanından yemesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler, Malik, Şafiî, arkadaşları ve Ahmed -ki, İshâk'tan da bu görüş rivayet edilmiştir, Hz. Osman b. Affan'dan sahih olarak gelen rivayet de böyledir- şöyle demektedirler: İhramh bir kimsenin -eğer onun için ve on­dan dolayı avlanılmamış ise- avdan yemesinde bir beis yoktur. Çünkü Tİrmi-zî, Nesaî ve Dârakutnî'nin Hz. Cabir'den rivayet ettiklerine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kara avı -bizzat siz onu avlamadığınız, yahut sizin için avlanmadığı sürece- sîzin için helaldir." Ebu İsa (et-Tİrmizî) der ki: Bu, bu konuda en iyi hadistir. en-Nesaî de der ki: Amr b. Ebi Amr -her ne kadar Malik ondan rivayette bulunuyor ise de- hadiste pek kuvvetli değildir.[285]

Şayet kendisi için avlanmış bir av hayvanından yiyecek olursa, onun fidye­sini öder, el-Hasen b. Salih ve el-Evzaî de bu görüştedir. Muayyen bir ihram-lı için avlanılan av hususunda Malik'ten nakledilen görüşler farklı olmakla bir­likte arkadaşları ne^dinde onun meşhur olan görüşü şudur: İhramh olan kim­se, muayyen olan ya da olmayan bir ihramh için avlanılan avdan yemez. O, bu hususta ihramh iken kendisine av eti getirilen Hz. Osman'ın, arkadaşlarına söylemiş olduğu: Sîz, bundan yiyebilirsiniz. Benim gibi değilsiniz, çünkü bu av benim için avlanmıştı; sözünü delil olarak kabul etmemektedir. Ancak, Me­dine'den bir kesim bu görüştedir. Malik'ten de bu görüş rivayet edilmiştir.

Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: İhramlı bir kimsenin av etinden ye­mesi, ihramlı olmayan bir kimse avlamış olması şartıyla, durum ne olursa ol­sun caizdir. İster onun İçin avlanmış olsun, ister onun için avlanmamış olsun. Çünkü yüce Allah'ım "Siz ihramda iken avı öldürmeyin" buyruğunun za­hirî bunu gerektirmektedir. Bu buyruk, av hayvanının avlanıp öldürülmesi­ni ihr/amlılara karam kılmaktadır. Başkalarının avlamış olduğu avı haram kıl­mamaktadır. Ayrıca bunlar, el-Behzî'nin -ki, adı Zeyd b- Kâ'b'dır- rivayet et­tiği şu hadisi delit gösterirler; Peygamber (sav), Hz. Ebu Bekir'e ayağt olma­yan yaban eşeğini yol arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti. Bu ha­dis ise, Mâlik ve başkaları tarafından rivayet edilmiştir.[286] Onlar, Ebu Kata-de'nin Peygamber (sav)'dan rivayet ettiği ve şu ifadelerin de yer aldığı ha­disi delil gösterirler: "Bu, yüce Allah'ın size ikram ettiği bir yemektir."[287]

Bu, aynı zamanda Ömer b. el-Hattab ve kendisinden nakledilen bir riva­yete göre, Osman b, Affan'ın, Ebu Hureyre'mn ez-'Zubeyr b. el-Avvam'ın, Mü-calıid'in, Ata ve Said b. Zübeyr'in de görüşüdür.

AH b. Ebi Talib, İbn Abbas ve İbn Ömer'den İse ihramlı bir kimsenin, du­rum ne olursa olsun av hayvanından yemesirun caiz olmadığını söyledikle­ri rivayet edilmiştir. Bu av hayvanı [ster ihramlı için avlanılmış olsun, ister ol­masın, Çünkü yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı si­ze haram kılındı" buyruğunun genel ifadeleri bunu gerektirmektedir,

İbn Abbas da şöyîe demektedir: Bu buyruk müphemdir. Tavus, Cabir b. Zeyd ve Ebu'ş-Şa'sâ da bu görüştedir. Aynı görüş, es-Sevrî'den de rivayet edil­miştir, İshâk da böyle demiştir. Bunlar, LeysJli es-Sa'b b. Cessâme'nîn hadi­sini delil gösterirler. Bu hadise göre Rasulullah (savTa bir yaban eşeği hedi­ye edilmişü. Hz. Peygamber o sırada Ebvâ veya Veddân denilen yerde bu­lunuyordu. Rasuİullah (sav) bunu geri çevirmişti, (es-Sa'b) der ki: Rasulul­lah (sav) benim yüzümdeki ifadeyi görünce şöyle dedi: "Bizim bunu sana ge­ri çevirmemizin Eek sebebi, bizim ihramlı oluşumuzdur." Bu hadisi, hadis imamları rivayet etmiştir, lafız ise Malik'indir.[288]

£bû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Miksem Ata ve Tâvus'un kendisinden rivayetlerine göre şöyle demiştir: es-Sa'b b, Cessâ-me, Rasulullah (sav)'a bir yaban eşeği eti hediye etti. Said b. Cübeyr de nak­lettiği rivayetinde şöyle demektedir: (Hz, Peygamber'e) adeta o sırada av­lanmış gibi kan damlayan bir yaban eşeğinin kalça tarafı (hediye edildi), Miksem rivayetinde; "Bir yaban eşeğinin ayağı demektedir." Ata ise rivayetin­de; Avlanmış (yaban eşeğinin) Ön ayağı Hz. Peygambere hediye edildi, o ise bu hediyeyi kabul etmeyip: "Biz ihramlıyız" dedi, Tavus da. rivayetinde av etin­den bir ön ayak demektedir. Bunu da İsmail, Ali b. el-Medinî'den, o, Yah­ya b. Said'den, o, İbn Cüreyc'den, o, el-Hasen b. Müslim'den, o, Tâvus'dan, o da İbn Abbas'dan diye rivayet etmiştir. Şu kadar var ki, onlardan kimisi bu hadisi İbn Abbas'dan, kimisi de Zeyd b. ErkamMan diye rivayet etmektedir. İsmail der ki: Ben, Süleyman b. Harb'in, bu hadisi Peygamber (sav) İçin özel olarak avlanılmış diye te'vil ettiğini duydum. Eğer durum böyle olmasaydı, onu yemek caiz olurdu. Süleyman der ki: O avın Peygamber (sav) için özel olarak avlanılmış olduğuna delalet eden hususlardan birisi de, hadis-İ şerif­te (rivayet edenlerin) kullandıkları şu ifadelerdir: Adeta o sırada avlanmış gi­bi kan damlar haliyle onu geri çevirdi. İsmail der ki: Evet, Süleyman bu ha­disi te'vil etmiştir. Çünkü, te'vil edilmeye ihtiyacı vardır. Maliksin rivayetinin ise te'vile bir ihtiyacı yoktur. Çünkü ihramlı bir kimsenin canlı bir avı yaka­laması da caiz değildir, onu kesmesi de cai2 değildir. Yine İsmail der ki: Sü­leyman b. Harbin te'viline göre, bütün bu merfu' hadisler -yüce Allah'ın İz­niyle- arasında ihtilaf kalmaz.[289] [290]

 

8- İhrama Girdiği Sırada Elinde Ya da Evinde Av Hayvanı Bulanan Kimse Ne Yapar:

 

Elinde yahut evinde ailesinin yanında av hayvanı bulunuyorken ihrama gi­ren bir kimse hakkında Malik şöyle demektedir: Şayet elinde av hayvanı bu­lunuyor ise, onu serbest bırakmalıdır. Eğer ailesi yanında bulunuyor ise onu serbest bırakmakla yükümlü değildir. Bu, aynı zamanda Ebu Hanite ve Ah-med b. Hanbel'in de görüşüdür,

Şafiî ise iki görüşten birisinde şöyle demektedir: İster elinde olsun, ister evinde bulunsun, onu serbest bırakmakla yükümlü değildir. Ebu Sevr de bu görüştedir, Mücahîd ve Abdullah b. el-Haris'ten de buna benzer bir görüş ri­vayet edildiği gibi, Malik'ten de bu görüş rivayet edilmiştir.

İbn Ebi Leylâ» es-Sevrî ve diğer görüşünde de Şafiî şöyle demektedir: Onu serbesE* bırakmakla yükümlüdür. Bu av hayvanı ister elinde bulunsun, ister evinde bulunsun farketmez. Eğer onu serbest bırakmayacak olursa, tazmina­tını öder. Serbest bırakılması görüşü şöyle açıklanır: Yüce Allah'ın; "İhram­da bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" buyruğu, hem mülk edinmek hakkında, hem de bütün tasarruflar hakkında umumidir. Alıkoya-bileceğine dair görüşün açıklaması da şöyledir: Bu hususun ihrama girmeye engel bîr tarafı yoktur Dolayısıyla böyle bir avın mülkiyetinin devamına ihram engel olmaz. Bu hükme varmaya (kıyasta esas teşkil eden") asıl delil nikâh hakkındaki hükümdür. [291]

 

9- îhramsız Bir Kimsenin Harem Bölgesi Dışında Avladığı Av Hayvanından Yemenin Hükmü:

 

İhramsız bir kimse, Harem bölgesi dışında yakaladığı avı. Harem bölge­sine sokacak olursa, orada onu kesmek ve etini yemek gibi her türlü tasar­rufta bulunması caizdir. Ebu Hanife ise caiz değildir, der.

Delilimiz şudur: Bu, av hakkında yapılan bir uygulamadır. Harem bölge­sinde ihramstz bir kimsenin bu uygulamayı yapması caizdir. Tıpkı, onu ya­kalaması ve satın alması gibi. Nitekim bu hususlarda görüş ayrılığı yoktur. [292]

 

10- İhramiî Bir Kimse, İhramh Olmayana Av Hayvanım Goste

 

İhramlı bir kimse, îhramlı olmayana bir av hayvanını gösterir, ihramsız kim­se de o av hayvanını öldürecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda gö­rüş ayrılığı vardır,

Malik, Şafiî ve Ebu Sevr derler ki: Bu durumda ihramhya bir şey düşmez. Bu, İbn el-Mâcişûn'un da görüşüdür.

Kûfeliler, Ahmed, İshâk, ashab ve tabiinden bir topluluk ise ona, bunun cezasını ödemek düşer. Çünkü ihramlı bir kimse, ihrama girmek suretiyle böy­le bir taarruzu terk etmeyi kabullenmiştir, derler. Tıpkı bir kimsede emanet bırakan bir kişinin bir hırsıza çalmak üzere yol göstermesi gibi, bu yol gös­termesi dolayısıyla emanetin tazminatını ödemesi gerektiği gibi . [293]

 

11- İhramh Bir Kimsenin Bir Başka îkramlıya Av Hayvanım Göstermesi:

 

ihramh bir kimsenin bir başka İhramhya av hayvanını göstermesi hususun­da da ütm adamlarının farklı görüşleri vardır. Kûfeliler ve bizim (mezhebimiz mensubl arın dan) Bşhebln görüşüne göre, herbiri ayn bir ceza öderler.

Malik, Şafiî ve Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Ceza, avı öldüren ihram­hya düşer. Çünkü yüce Allah: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse* (el-Ma-ide, 5/95) diye buyurmakta ve cezanın vücubunu öldürmeye bağlamaktadır îşte bu, cezanın başkası hakkında sözkonusu olmayacağının delilidir. Diğer taraftan öbürü sadece avı göstermiştir. Bu göstermesi dolayısıyla onun her­hangi bir ceza Ödemesi gerekmez, Bu, ihramsız bir kimsenin Harem bölge­si içerisinde, yine harem bölgesi içerisinde bulunan bir av hayvanını göster-

mesi gibidir.

Kûfeliler ile Eşheb ise, Hz. Peygamber'in Ebu Katade tarafından rivayet edi­len hadisteki: "Siz, ava işaret ettiniz, yahut yardımcı oldunuz mu?[294] ifade­sini delil gösterirler, Bu isef ceza vermenin vücubuna delalet etmektedir. An­cak, birincisi daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [295]

 

12- Kökü Harem Dışında, Dalları Harem Bölgesi İçerisinde (Veya Aksi Durumda) Olan Ağacın Üzerindeki Avı Avlamanın Hükmü:

 

Kökü Harem bölgesi dışında, dalları ise Harem bölgesinde bulunan bir ağa­cın üzerindeki av öldürülecek olursa, bu av dolayısıyla ceza gerekir. Çünkü avcı, Harem bölgesinde bulunan bir şeyi almış olur. Eğer, kökü Harem böl­gesinde, dallan ise haremin dışında ise, ağacın üzerinden alınan av hususun­da ilim adamlarımızın iki farklı görüşü vardır: Ceza, köke nazarandır diyen bir görüş ile, dalı nazar-ı itibara alarak cezanın verilmeyeceğini kabul edenler. [296]

 

13- Huzuruna Varacağınız Allah'tan Korkun:

 

Yüce Allah'ın: "Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun buy­ruğu ise, bu helâl ve haram kılma hakkında bir uyarı ve buna riâyet etme­menin cezasının ağırlığına bir işarettir. Bundan sonra ise, bu hükümlere ay­kırı davranmaktan sakındırmakta daha ileri bir adım aülarak, öldükten son­ra dirilip mahşerde toplanma ve kıyamet de hatırlatılmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [297]

 

97-Allah, Kâ'be'yi, Beyti Haram ı, Haram ayları, kurbanı ve boyun­ları gerdanlıktı kurbanlıkları da İnsanlar için bir kıyam sebe­bi kılmıştır. Bu da Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bîldiğini ve Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu sizin de bilme­niz içindin

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [298]

 

I. Kâ'be:

 

Yüce Allah'ın: "Allah Kâ'be'yi— kılmıştır" buyruğunda yer alan "kıl­mak", burada yaratmak anlamında olup buna dair açıklamalar daha önce­den geçmiş bulunmaktadır.

"Kâ'be"ye bu adın veriliş sebebine gelince, bunun dörtgen şeklinde olma­sı dolayısıyladır. Araplann evleri ise çoğunlukla dairesel bir şekildedir. Kâ'be'ye bu adın veriliş sebebinin onun tümsekliği ve ortada görünüşü dolayısıyla ol­duğu da söylenmiştir. Çünkü, tümsek olup, açıkta görünen her şeye "kâ'b" de­nir. Bu, ister dairevi bir şekilde olsun ister olmasın farketmez. Ayağın topuğu­na kâ'b denilmesi mızrağın yüksek yerlerine "kûub" (kâ'b'ın çoğulu) denilme­si de buradan gelmektedir. Memelerin göğüste jbelirgirtleşip görünür hale gelmesini ifade etmek için de bu kökten gelen fiil kullanılır. Beytullah'a bu is­min veriliş sebebi ise, duvarlannın ve tavanının oluşundan dolayıdır. İşte, için­de sakin bulunmasa dahi "beyt"in gerçek anlamı da budur. Şanı yüce Allah'ın oraya, "haram" adını vermesi ise, onu haram kılması (saygıdeğer kılması) do­layısıyladır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz Mekke'yi Allah ha­ram kılmıştır. Ama, İnsanlar onun haramlığına riayet etmemektedir. "[299]

Çoğunlukla bu açıklamalar daha önceden yeterli oranda geçmiş bulunmak­tadır. Yüce Allah'a hamd olsun. [300]

 

2- Kıyamın Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: İnsanlar için bir kıyam sebebi" buyruğu, in­sanların orada emniyet aitında olmaları için (dolayısıyla) bir salâh ve bir ge­çim yolu demektir. Buna göre "kıyam", orada ikâmet edecekleri yer anlamın­da olur. "Kıyamdın , onunla ilgili şer1! hükümleri yerine getirirler ifa ederler anlamında olduğu da söylenmiştir.

İbn Âmir ve Âsim bu kelimeyi, diye okumuşlardır Bu iki kelime de "vav"lıdır. Bu "vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı, "yâ"ya dönüştürülmüştür, "Kıyâm"ın  şeklinde okunduğu da söylenmiştir.

İlim adamları derler ki: Şanı yüce Allah'ın, bu gibi şeyleri insanlar için kı­yam sebebi kılışındaki hikmet şudur: Şanı yüce Allah, insanları kıskançlık, birbirleriyle yarışmak, birbirleriyle ilişkilerini kesmek, birbirlerine sırt çevir­mek, baskın, talanr öldürmek ve intikam gibi bir takım karakterlere sahip olarak yaratmıştır. O bakımdan, ilâhî hikmet ve ezelî meşîetin (durumun) de­vam etmesini sağlayacak ve güzel sonuca erişilmesini gerçekleştirecek şey­leri de takdir etmesi kaçınılmazdır O bakımdan yüce Allah: "Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara, 2/30) diye buyurarak, onla­ra halifeliği emretmiş ve böylece işlerini yönetme yetkisini, kendilerini an­laşmazlıklardan alıkoyacak ve ilişkilerini koparmaktan vazgeçip birbirleriy­le kaynaşmaya İtecek, zalimi zulmetmekten alıkoyacak, herkesin meşru yol­dan eline geçirdiği mülkiyetini kabul edip, korumasını gerçekleştirecek bir halifenin yönetimine vermelerini emretmiştir.

İbnürl-Kasım der ki: Bize Malik'in anlattığına göre, Osman b. Affan (r.a.) şöyle dermiş: "İmamın engel oldukları, Kur'ân'ın engel olduklarından daha çoktur." Bunu Ebu Ömer (b. Abdil-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nak­letmektedir. Yöneticinin bir yıl zulmü, insanların bir anlık düzensiz ve anarşik ortam İçerisinde kalmalarının verdiği rahatsızlıklardan daha azdır. İş­te bu fayda dolayısıyla yüce Allah halifeyi yaratmıştır. İşler onun görüşüne göre cereyan etsin ve Allah, onun vasıtası ile çoğunluğun yapmak istediği sal­dırganlıkları önlesin.

İşte bundan ötürü yüce Allah Beyt-i HaranVı kalplerinde gereği gibi ta'zim etmelerini istemiş, ruhlarına onun heybetini yerleştirmiş, Beyt'in kıymetini aralarında ta'zim etmiştir, O bakımdan ona sığınan, onun sayesinde güven­lik altına alınır, zulüm ve baskı gören orada bulunmakla himaye görür Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar, etraflarından kapılıp alınmakta iken, Bizim kendilerine emin bir Haram (belde) kıldığımızı görmediler mi?" (el-Ankebut, 29/67)

İlim adamları derler ki: Kâ'be, özel bir yer olup her mazlum oraya ulaşa­madığından, korkuya kapılan herkes oraya varamadığından dolayı, yüce Al­lah, Haram ayı bir başka sığınak olarak tesbit etmiştir. Bu ise^ bir sonraki baş­lığımızın konusunu teşkil etmektedir. [301]

 

3- Haram Aylar:

 

"eş-Şeliru'l-Haram" bir cins ismidir. Bununla kastedilenler ise, araplann ic-ma ile (haram ay) kabul ettikleri üç aydır.[302] Yüce Allah, kalplerine bu aylara saygı duymayı yerleştirmişti. Bu aylarda, bundan dolayı hiçbir kimseyi korkutmaz ve hiçbir kanın intikamını almak istemez, bu aylarda intikam alın­masını da ummazlardı.

O kadar ki adam, babasının, oğlunun, kardeşinin katilini görür, fakat ona hiçbir eziyet vermezdi. Bu ayları haram kılmakla böylelikle zamanın üçte bi­rini bir kenara çıkarmış oluyorlardı.

Bu ayların üçünü peşpeşe haram ay kabul ederek güven, rahat ve huzur içerisinde seyahat edebilmek için bir alan, rahatlayabilecekleri geniş bir za­man elde etmek istediler. Bu aylardan birisini de, saygınlığı iyice telafi etmek için senenin oltasında haram kabul eltiler ki, bu da Receb el-Asam veya Mu-dar'ın Recebi diye bilinen aydır. Ona, Receb el-Asam denilmesinin sebebi ise, bu savaşta demir (silah) sesi işitilmediğinden dolayıdır. (el-Asam sağır de­mektir). Bu aya (silahların sivri uçlarının yerinden ayrılmasını sağlayan an­lamında:) "Munsilu'l Esinne" adt da verilir. Çünkü onlar, bu ayda mızrakla­rın uçlanndaki sivri demirleri çekip çıkarıyorlardı. Bu, Kureyş'in ayı idi, İş­te Avf b. el-Ahvaz bu ay için şöyle demektedir:

"O, Ümeyyeoğullan ile kanların boyayıp süslemiş olduğu halde Gönderilen hediye kurbanlıklarının ayıdır."

Peygamber (sav)'da bu aya "ŞehruSlah" adım vermiştir. Bu ise "Şehru hi­lali* anlamındadır. Çünkü Harem ehline " lillah" denilirdi. (.Anlamı da: Allah'ın tesbkt ettiği harem bölgesinde yaşayanların ayı şeklinde olur).

Bizzat yüce Allah'ın ayını kastetmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yüce Allah, bu ayın hürmetini sağlamlaştırmış ve pekiştirmiştir. Zira, araplardan pek çok kimse bu ayın haram olduğu görüşüne sahip değildi, İleride et-Tevbe Sûresi'tide (9/36. âyetin tefsirinde) (bu haram) ayların isimleri gelecektir.

Daha sonra yüce Allah, onlara ilhamını kolaylaştırdı ve şerefli rasulleri ara­cılığıyla hediye kurbanlıkları ile gerdanlıktılar hakkındaki hükümlerini teş­ri buyurdu ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur. [303]

 

4- Gerdanlıklı ve Hediye Kurbanlıklar;

 

Araplar, bir deve aldıkları vakit, onu kan ile işaretler, üzerine bir ayakka­bı asarlardı. Veya kişi bazan -bu sûrenin baş taraflarında açıklanmış olduğu gibi- bizzat kendisine böyle bir surette gerdanlık takarsa kimse onu gördüğü yerde tedirgin etmez, korkutmazdı. Bu, kendisini takib eden, yahutta ona zulmeden İle kendisi arasına adeta bir set oluştururdu.

Nihayet, yüce Allah İslâmı gönderdi ve Mulıammed (sav) vasıtasıyla hak­kı beyan etti. Böylelikle din rayına oturdu ve hak hedefini buldu. Önderlik ona teslim edildi, insanlar için önderliğin (imam tayininin) vücubu da buna binaen farz kılındı. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunda şöylece ifade edilmek­tedir: "Sizden iman edip salih amel işleyenleri Allah mutlaka onları yeryü­zünde halife yapacağım vadettL.." (en-Nûr, 24/55) el-Bakara Sûresi'nde (2/30. ayet, 3- başlık ve devamında) imamlığın hükümlerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan onları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. [304]

 

5- Bunlar, Bilesiniz Diye Böyledir:

 

Yüce Allah'ın: "Bu da», sizin de bilmeniz İçindir" buyruğundaki "bu" ta­miri ile, yüce Allah'ın bu işleri bir kıyam sebebi kılmasına bir işarettir. Yani, yüce Allah bunları, şanı yüce Allah'ın göklerin ve yerin durumları ile ilgili taf­silatı bildiğini ve ey insanlar, önceden de sonradan da sizin maslahatınıza ola­nı bildiğini bilmeniz içindir. O bakımdan, kâfir olmalanna rağmen O'nun, kul­larına ne kadar lütufkâr olduğuna ibrette bakınız. [305]

 

98- Bilin ki Allah, hem cezası pek çetin olandır, hem de muhakkak Allah mağfiret edendir, çokça merhamet sahibidir.

Yüce Allah'ın: "Bilin ki Allah, hem cezası pek çetin olandır" buyruğu, bir korkutma ihtiva etmektedir.

"Hem de muhakkak Allah mağfiret edendir, çokça merhamet sahibidir"

buyruğu da, mü'mînlere bir umut vermektedir. Bu anlamdaki açıklamalar ön­ceden geçmiş bulunmaktadır. [306]

 

99- RasÛle düşen ancak tebliğdir. Neyi açıklar neyi gizlerseniz Al­lah hepsini bilir.

Yüce Allah'ın; "Rasule düşen ancak tebliğdir" buyruğu şu demektir: Hi­dayet vermek, imana muvaffakiyet, sevap ve mükâfat vermek onun işi de­ğildir. Ona düşen sadece tebliğ etmekten ibarettir. Bu ise, önceden de geç­tiği gibi Kaderiye'nin görüşlerini reddetmektedir.

Belâğ (tebliğ), asıl anlamı itibariyle varmak demek olan "bulûğ" demek­tir. Belagat terimi de buradan gelmektedir. Çünkü belagat, güzel lafızlar İle anlamı insanın ruhuna ulaştırmak demektir. Delil olmamakla birlikte, kişi­nin belâğatli konuşmaya kalkışması hali,  diye anlatılır. "Belâğ" yeter­li olmak anlamına da gelir. Çünkü, böylelikle ihtiyacı karşılayacak miktar el­de edilir

"Neyi açıklar...sanız Allah bilir yani, neyi açığa çıka­rırsanız, izhar ederseniz Allah onu bilir. Bu kökten gelmek üzere; Kişi sırrı açıkladı, açıklıyor, denilir.

"Neyi gizlerseniz" yani, kalplerinizde gizleyip saklı tuttuğunuz küfrü de münafıklığı da bilir. [307]

 

100- De ki: "Murdar ile temiz -murdarın çokluğu boşuna gitse de- hiç­bir zaman bir olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."

Yüce Allah'ın: "De ki murdar ile temiz, hiçbir zaman bir olmaz" buy

ruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [308]

 

1- Murdar İle Temizden Kastedilen:

 

el-Hasen der ki: "Murdar ile temte" helal ile haram demektir. es-Süddî; : Mü'min'ile kâfir demektir, der. İtaatkâr ile isyankâr demek olduğu söylendi­ği gibi, adi ve bayağı ile iyi ve kaliteli demek olduğu da söylenmiştir. Bu, bir örneklemedir.

Sahih olan ise, bu lafzın bütün hususlar hakkında umumi olduğudur. Ka­zanılan şeylerde, amellerde, insanlar hakkında elde edilen bilgilerde ve di­ğer şeylerde sözkonusudur. Bütün bunların murdar olanı asla iflah olmaz ve bir sonuç vermez. Çok oba dahi onun güzel bir akibeti olamaz.

Temiz İse, az oîsa dahi faydalıdır ve akıbeti itibariyle güzeldir Nitekim yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güzel beldenin nebatı, Rabbinin izniyle (güzel) çıkar. Murdar olandan ise, faydası pek az olan birşeyden başkası ptA-maz."(_e\-A1 raf, 7/58.) Bu ayetin bir diğer benzeri de yüce Allah'ın şu buyru­ğudur; "îman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gi­bi mi kılarız1? Yahut sakınanları facirlergibi mi kılarız." (Sa'd, 38/28.) Yü­ce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Yoksa kötülükleri kazanıp duranlar kendilerini, iman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı... mı sandılar?" (el-Câsiye, 45/21)

Murdar olan hiçbir zaman ne miktar itibariyle ne infak İtibariyle, ne yeri, ne gidişi itibariyle temize eşit olabilir. Temiz olan, uğurlu ve güzel (yemin) cihetine gider. Murdar olan ise, uğursuz yere (şimal)'e gider. Temiz olan cen­nette, murdar olan cehennemdedir. Bu da gayet açıktır. Eşit olmak (istiva) ise, hakikatte tek bir cihette durmak demektir. İstikamet de bunun gibidir. İsti­kametin zıddı ise, İ'vicâc (eğrilik)'dir. Söz buraya gelmişken, bundan sonra­ki başlıkta bazı eğrilikleri sözkonusu edelim: [309]

 

2- Fâsid Alışverişin Hükmü:

 

(Mezhebimize mensub) kimi ilim adamlanmız şöyle demişlerdir: Fâsid alış­veriş fesli olunur ve pazar değişmesi yahut bedenin değişmesi sebebiyle de geçerlilik kazandırılarak, bu hususta sahih alışveriş ile eşit kabul edilmez. Ak­sine, durum ne olursa olsun fesli olunur. Satın aian eğer malı kabz etmişse, verdiği bedel ona iade olunur. Şayet mal elinde telef olunmuşsa tazminatı­nı öder. Çünkü o, satın aldığı malı emanet olmak üzere kabzetmiş değildir, Bir akid şüphesi ile kabz etmiştir.

Şöyle de denilmiştir; Satış fesh olunup, aradan zaman geçtikten sonra ge­ri iade edilecek olursa, satanın aleyhine bir zarar ve bir ğabn (aldanış) söz­konusu olacağından dolayı fesh olunmaz. Çünkü böyle bir durumda eğer mal yüz (para birimi) ediyor ise, ona yirmi ederi ile geri verilir. Halbuki mali ko­nularda cezalandırma sözkonusu değildir. Ancak, birinci görüş, âyetin umu­mi kapsamı ve Hz. Peygamber'in: "Her kim, bizim şu işimize uygun olmayan bir iş yapacak olursa, o merduttur"[310] buyruğu dolayısıyla daha sahihtir.

Derim ki: Fıklıî meseleler hususunda eşitliğin olmaması hallerinde bu nokta araştırılacak olursa, bunların pekçok ve fazla oldukları görülecektir. Bunlardan birisi de gasıp ile ilgili hükümlerdir. Bu da bir sonraki başlığımı­zın konusunu teşkil etmektedir. [311]

 

3- Gasp İle İlgili Bazı Meseleler:

 

Bir kişi gasp edilmiş bir arazide bina yapsa yahut ağaç dikse, o binayı yık­ması, diktiklerini de sökmesi için mecbur edilir. Çünkü böyle bir şey "mur­dar" bir iştir. Araziyi olduğu gibi geri vermelidir. Bu ise: Bu durumda bina­yı yıkmaz, diktiği ağacı sökmez, bunları yapan bunların kıymetini alır, diyen Ebu Hanile'nin görüşüne muhaliftir. Hz. Peygamberin: "Zalim bir kimsenin kökünün bîr hakkı yoktur"[312] buyruğu Ebu Hanife'nin bu görüşünü da red­detmektedir.[313] Hişam derdi ki: "Zalim kök" kişinin bu vesileyle oraya hak kazanması için başkasına ait arazide ağaç dikmesidir.[314]

Malik der ki: Zalim kök, haksız yere birşey alan, kazı yapan ve birşeyler diken herkesin yaptığını kapsar.[315]

Yine Malik der ki: Bir kimse bir araziyi gasb edip orayı ekse yahut kira­ya verse ya da bir ev gasb edip orada yerles.se ya-da kiraya verse sonra da arazi sahibi orayı lıakettiği için geri alacak olsa, gasb edenin, orada kaldığı sürenin kirasını veya kiralamışsa aldığı kirayı ona vermesi gerekir. Gasp et­tiği o evde yerleşmez yahut araziyi atıl bırakıp ekmemesi durumu İle ilgili ola­rak, farklı görüşleri nakledilmiştir. Mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, bu durumda herhangi bir şey ödemesi gerekmez. Bununla birlikte bütün bun­ların kirasını ödemekle yükümlü olduğuna dair bir görüşü de rivayet olun­muştur.[316] el-Vekkâr bu görüşü tercih ettiği gibi Şafiî'nin görüşü de budur. Çünkü, Hz. Peygamber'in: "Zalimin kökünün bir hakkı yoktur" hadisi de bu­nu gerektirmektedir.

Ebu Dâvud, Ebu'z- Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, iki kişi Kasulullah (sav)'ın huzurunda davalaştı. Bunlardan birisi bir diğerine ait araziye hurma ağaçlan dikmişti. Hz. Peygamber, arazi sahibi lehine arazisinin verilmesini hükme bağladı, hurma ağaçlarım dikene de ağaçlarını oradan sökmesini em­retti. (Ebu'z- Zübeyr) der ki: Ben bu hurma ağaçlarının -tam olgunlaşmış boy­lu poslu hurma ağaçlan oldukları halde- topraktan çıkartılıncaya kadar köklerine baltalarla vurulduğunu gördüm.[317] Bu açık bir nasstır.

İbn Habib der ki: Böyle bir durumda hüküm şudur: Araai sahabi, zulmedene yapılacak uygulamada muhayyer bırakılır. Dilerse, sökülmüş halleriy­le kıymetlerini ödeyerek bunları kendi arazisinde alıkoyar, dilerse de bun­ların arazisinden sökülmesini ister. Sökme ücreti de gasb edene aittir.

Dârakutnî, Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Her kim bir topluluğa ait yerde izinleri ile bina yapa­cak olursa, ona o binanın kıymeti verilir. İzinleri olmaksızın bina yapacak olur­sa, o takdirde o yaptığım yıkan"[318]

İlim adamlarımız derler ki: Ona yaptığının kıymetinin veriliş sebebi, men­faatine malik olduğu bîr yerde bina etmiş olmasıdır. Bu da şuna benzer: Bir kimse, şüpheye mebni olarak bir yerde bina yapsa yahut ağaç dikse, onun bir İıakkı vardır. Eğer mal sahibi dilerse mevcut haliyle bu yaptığı binanın ya­hut diktiği ağaçların kıymetini öder. Şayet mal sahibi bunu kabul etmeyecek olursa, bina yapan yahut ağaç dikene: Sen buna arazisinin çıplak olarak kıy­metini öde, denir. Şayet o da bunu kabul etmezse, ikisi de ortak olurlar. İb-nü'1-Macişûn der kî: Onların ortaklığı şöyle açıklanır: Evvela araziye çıplak olarak kıymet biçilir. Sonra mamur haliyle ona kıymet biçilir Bu imar dola­yısıyla çıplak araziye nisbetle kıymetindeki artış kadar bu işleri yapan kişi ora­da arazi sahibine o oranda ortak olur. Dilerlerse paylaştırırlar, dilerlerse ol­duğu gibi (paylaştırmaksızın aynı oranda alıkorlar). tbnü'1-Cchm der ki: Şa­yet arazi sahibi, arazide yapılan imann kıymetini ödeyip arazisini alacak olur­sa, buna karşılık bu imar üzerinden geçen yılların kirasını almak hakkını el­de eder

İbnü'l-Kasım ve başkalarından rivayet olunduğuna göre ise, bir kimse baş­kasına ait arazide onun izniyle bina yapacak olsa, sonra da bu bina sahibi o binayı oradan kaldırmak istese, arazi sahibi o kişiye binasının dökülmüş (enkaz) halindeki kıymetini öder. Birinci görüş ise, Hz. Peygamberin: "Ona binanın kıymeti verilir11 buyruğu dolayısıyla daha sahihtir Fukalıânın çoğun­luğu da bu görüştedir. Murdarın çokluğu imrendirmesin.

Yüce Allah'ın: "Murdarın çokluğu hoşuna gitse de" buyruğunda hitabın Peygamber (sav)'a yönelik olmakla birlikte, maksadın onun ümmeti olduğu söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav) "murdar"dan hoşlanmaz. Maksadın, Pey­gamber (sav)'ın bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Murdardan hoşlanma­sı ise, onun kâfirlerin ve haram malın çokluğunu, buna karşılık müzminle­rin ve helal malın azlığını görmesinden dolayı hayrete düşmesi demektir.

"Şimdi ey akü sahipleri, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz" bu buyru­ğuna dair açıklamalar, daha önce (benzer buyruklarda) geçmiş bulunmaktadır. [319]

 

101- Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyle­ri sormayınız. Şayet onları Kur'ân'm indirildiği sırada sorarsa­nız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah mağfiret edendir, ce-fca vermede acele etmeyendir.

102- Sizden önce de bir kavini onları sordu, sonra da onları inkar eden kimseler oldular.

Bu buyruklara dair açıklamalanmtzı on başlık halinde sunacağız: [320]

 

1- Âyetin Nüzul Sebepleri:

 

Lafız BuhaiTnİn olmak üzere- Buharı, Müslim ve başkalarının Enes'den rivayetlerine göre, Enes şöyle demiştir: Adamın birisi, Ey Allah'ın Peygam­beri, benim babam kim? diye sormuş, Hz. Peygamber: "Baban filandır" de­yince, yüce Allah'ın: "Ey iman edenleri Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" âyeti nazil oldu. Yine Buharı Enes'den, Peygam­ber (sav)'dan rivayetine göre, hadiste şu ifadeler de vardı: "Allah'a yemin ede­rim, bana her ne hakkında soru sorarsanız, bu yerimde bulunduğum süre­ce mutlaka size ona dair haber vereceğim {iç yüzünü anlatacağım)." Bunun üzerine bir adam yerinden kalkıp: Ey Allah'ın Rasulü, benim gireceğim yer neresidir? diye sorunca, Hz. Peygamber: "Ateştir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Huzafe kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benim ba­bam kimdir?. Hz. Peygamber: "Baban Huzafe'dir" dedi ve (Enes) hadisin ge­ri kalan kısmını zikretti.[321]

İbn Abdi'1-Berr der ki: Abdullah b. Huzafe erken dönemlerde İslama gir­miş, Habeşistan'a ikinci hicrette bulunanlar arasına katılmış ve Bedir'de ha­zır bulunmuştu. Bir dereceye kadar şakacı bir kimseydi. Rasulüllah (savVın, mektubunu Kisra'ya iletmek üzere gönderdiği elçisi idi. Ey Allah'ın Rasulü, benim babam kimdir diye sorunca, O da; "Baban Huzafe'ctir" diye cevap ver­mişti. Annesi ise ona şöyle demişti: Ben, anne-babasına karşı senden daha kötü davranan bir evlat görmedim. Senin annenin cahiliye dönemi kadınla­rının yaptıklarını da yapmamış olacağından emin mi oldun? O takdirde her­kesin gözü önünde anneni rezil edecektin. Bunun Ü2erine Abdullah şöyle de­di: Allah'a yemin ederim, eğer babamın siyahi bir köle olduğunu söylemiş olsaydın, ben de onu babam diye bilecektim,

Tirmizî ve Dârakutnîde Ali (r.aVdan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Şu: "Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde­ki bir hakkıdır" (Âl-i İmran, 3/97) ayeti nazil olunca, Ey Allah'ın Rasulü, her yıl mı? diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine her yıl mı diye sordular. Hz. Peygamber bu sefer: "Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı, "Bunun üzerine yüce Allah: "Ey İman edenler, size açıklanınca üzü­leceğiniz bir takım şeyleri sormayınız..." âyeti sonuna kadar nazil oldu.[322]  Lafız  Dârakutnî'nİndir.

Buharî'ye bu hadis hakkında sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Hasen bir hadistir. Ancak mürseldir. (Çünkü hadisi, Hz. Ali'den rivayet eden) Ebu'1-Bah-teri Hz. Ali'ye yetişmemiştir. Asıl adı da Saiddir.

Yine bu hadisi, Dârakutnî, Ebu İyadMan, o, Ebu Hureyre'den şöylece ri­vayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Ey insanlar! üzerinize hac (farz) yazılmıştır." Bir adam kalkıp şöyle dedi: Her yıl mı Ey Allah'ın Rasu­lü. Hz, Peygamber ondan yüz çevirdi. Adam tekrar her yıl mı Ey Allah'ın Ra­sulü diye sorunca, Hz. Peygamber: "Bunu kim sordu?" dîye sorunca, filan, ki­şi dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ede­rim, eğer evet diyecek olsam farz olurdu, Farz olsaydı, siz bunu yerine ge­tiremezdiniz. Getiremeyince de şüphesiz küfre sapardınız." Bunun üzerine yüce Allah: "Ey iman edenler, size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şey­leri sormayınız" âyetini indirdi.[323]

Hasan-ı Basrî de bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Peygamber (sav)'a, yüce Allah'ın affetmiş olduğu cahiliyyeye ait bir takım işler hakkın­da soru, sordular. Halbuki, yüce Allah'ın affettiği şeyler hakkında soru sor­manın bir anlamı yoktu.

Mücahid de İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre, bu âyet-i kerime, Rasu-lullah (sav)'a, Bahîre, Sâibe, Vasile ve Ham hakkında soru soran bir toplu­luk hakkında nazil oldu. Bu aynı zamanda Said b, Cübeyr'in de görüşüdür.

Nitekim şöyle demektedir: Bundan sonra yüce Allah'ın: "Allah, Bahîre, Sâ-ibe, Vasîte ve Hâm diye birşey (meşru) kılmamıştır" Cel-Maide, 5/103) diye buyurduğunu görmüyor musun?

Derim ki: Sahih ve müsned (senedinde kopukluk olmayan) rivayetlerde ye­terlilik vardır. Âyet-i kerimenin, hepsine cevap olmak üzere inmiş olması da muhtemeldir. O takdirde bu sorulan sorular, zaman itibariyle birbirlerine ya­kın dönemlerde sorulmuş olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

(Şeyler) anlamına gelen, kelimesi, veznindedir. Bu kelime gayr-i munsanftır. Çünkü (hamr'a) kelimesine benzemektedir. Bu açıklama el-Kjsaî'ye aittir. Bu kelimenin vezninin olduğu da söylenmiştir. Kelimesinin tekil ve çoğulu gibi. Bu açıklama İse el-Ferrâ ve el-Ahfeş'den nakledilmiştir Bunun küçültme ismi ise, diye yapılır el-Mâ-zinî der ki: Bu kelimenin küçültme isminin; diye gelmesi gerekir. Ni­tekim, Arkadaşlar kelimesinin küçültme ismi müennes olarak;  ) şeklinde, müzekker olarak da; diye gelir. [324]

 

2- Yasaklanan Çokça Soru Sormanın Mahiyeti:

 

İbn Avn der ki: Ben Nâfı'e, yüce Allah'ın: "Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" buyruğu hakkında sordum da şu cevabı verdi: O andan bu yana çokça soru sormak hatâ hoşlanılmayan bir şeydir.

Müslim de el-Muğire b, Şu'be'den, Rasulullalı (sav)'ın şu buyruğunu riva­yet etmektedir: "Muhakkak Allah, annelere kötü davranmayı, kız çocukları diri diri gömmeyi, vermeniz gerekeni vermeyip, istememeniz gerekeni de is­temeyi haram kıldı. Sizin için üç şeyi de hoş görmedi: Kîl-u kal'i (boş söz­ler söylemeyi), çokça soru sormayı ve malı boşu boşuna zayi etmeyi,"[325]

Birçok ilim adamı da şöyle demiştir: "Çokça soru sormak" ile kastettiği, işi yokuşa sürmek için ve fıkhı meselelere dair zorlanarak meydana gelmedik hususlar ile ilgili soru sormak için kendisini zorlamak, şaşırtıcı sorular sor­mak ve meselelerden yeni yeni meseleler türetmek suretiyle hükümleri hakkında soru sormaktır. Selef ise, bunu hoş görmez ve böyle bir işi mükel­lef kılındığımız işlerden görmezler ve şöyle derlerdi: Olay meydana gelecek olursa, bu hususta kendisine soru sorulana (uygun cevap vermesi için.) mu­vaffakiyet verilir.

Malik der ki; Ben, bu şehir halkına yetiştim. Yanlarında Kitap ve sünnet­ten başka ilim yoktu. Bir olay meydana geldi mi, şehir valisi hazır bulunan ilim adamlarım o mesele için bir araya getirirdi. İttifakla kabul ettiklerini uygulamaya koyardı. Sizler ise çokça soru soruyorsunuz. Halbuki RasuluLlalı (sav) bunlardan hoşlanmamıştı.

Şöyle de denilmiştir: Çokça soru sormaktan kasıt, insanlardan ısrarla ve ken­di mal ve servetini çoğaltmak kastı ile, çokça mal ve İhtiyacı olan şeyleri İs­teyip dilenmektir. Malik de bu görüşü ifade etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Çokça soru sorulmaktan maksat, insanların saklı kalması gereken yönlerinin açığa çıkmasına, hoşlarına gitmeyen hallerine mut­tali olunmasına götürecek şekilde insanların çeşitli durumlarına dair ve fay­da vermeyen hususlarda soru sormaktır. Bu ise, yüce Allah'ın şu buyruğu­na benzemektedir: ^Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizin gıybetini de yapmasın." (el-Hucurât, 49/12)

İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayı mezhebimize mensub ki­mi ilim adamları şöyle demişlerdir: Ona bir yemek ijîram edilecek olursa, bu nereden gelmiştir; yahut ona satın almak üzere bir şey gösterilirse, bu nere­den diye sormaz, müslümanlann İşlerini selamet ve sıhhat esası üzere yorum­lamaya çalışır.

Derim ki: Uygun olan, hadisi umumu üzere alıp yorumlamaktır. O takdir­de hadis, bütün bu hallerin tümünü kapsar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [326]

 

3- Soru Sorma Yasağının Kapsamı;

 

İbnu'l-Arabî der ki: Gafillerden bir topluluk, bu âyet-i kerimeye yapışarak, meydana gelmedikçe olaylar hakkında soru sormanın haram olduğuna inan­mıştır. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu âyet-i kerime, hakkında soru sormanın yasaklandığı şeyin, verilen cevaptan dolayı hoşlanılmaması haliy­le ilgili olduğunu açıkça ifade etmektedir. Oysa, bulunulan zamanda karşı­laşılan meselelere cevap vermenin kötü ve hoşa gitmeyecek bir taralı yok­tur. O bakımdan bu iki durum birbirinden farklıdır.

Derim ki: "Gafillerden bir topluluk inanmaktadır" şeklindeki ifadesi bir de­receye kadar çirkindir. Çünkü ona yakışan: "Kimisi ise, olaylar ile İlgili so­ru sormayı haram görmüştür" şeklinde bir ifade kullanması idi. Fakat o, bu­rada da,adeü üzere bir ifade kullanmıştır. Ona yakışan, daha uygun olan, de­memizin sebebine gelince, seleften bir topluluk, bu gibi hallerle ilgili soru sormaktan hoşlanmazdı. Ömer b. el-Hattab (ra) olmadık şeyler hakkında so­ru soran kimseleri  lanetlerdi. Bunu, Darimî Müsned'inde zikretmiştir.[327]

Yine Darimî, ez-Zührî'den şöyle dediğini nakletmektedir; Bize ulaştığına göre ensardan olan Zeyd b. Sabit, bir mesele hakkında kendisine soru soruldu mu: Böyle bir şey oldu mu diye sorarmış. Şayet ona: Evet oldu derlerse, o takdirde o mesele hakkında bildiğine göre hadis nakledermiş. Şayet, ha­yır Öyle bir şey olmadı diyecek olurlarsa, bunu oluncaya kadar bırakın der­miş.[328]

Yine Darimî, Ammâr b. Yâsİr'den, kendisine sorulan bir mesele hakkında şöyle demiş olduğunu senediyle kaydetmektedir: Henüz böyle bir şey oldu mu? Onların, hayır demeleri üzerine: Oluncaya kadar bizi bırakınız. Eğer, böyle bir şey olursa, o takdirde sizin İçin o meselenin üzerine gideriz demiştir. [329]

Yine Darimî der ki: Bize, Abdullah b. Muhammad b. Ebi Şeybe anlam, de­di ki: Bize, İbn Fudayl'm Ata'dan naklettiğine göre jbn Abbas şöyle demiş: Ben, Rasulullah (sav)'m ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Ona, vefat ettiği vakte kadar yalnızca onüç mesele hakkında soru sordular. Ve bun­ların hepsi Kur'ân-ı Kerimdedir. aSana haram ay hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/217"); "Sana ay hali hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/222) ve benzerleri bunlar arasındadır. Onlar ancak kendilerine faydalı olan şey­ler hakkında sûru sorarlardı. [330]

 

4- Günümüzde Soru Sormanın Hükmü:

 

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bugün soru sormaktan dolayı haram ve helâle da­ir herhangi bir hükmün ineceğine dair korkulmamaktadır. Buna göre, bir kim­se iîme arzusu ve bilgisizliğini gidermek isteği, dinî bakımdan bilinmesi ge­reken bîr hususa dair konuyu anlamak hakkında soru soracak olursa, bun­da bir mahzur yoktur Çünkü, cahilliğin devası soru sormaktır. Kim de İşi yo­kuşa sürmek ve bilgisini artırmak kastı ya da öğrenmek amacı olmaksızın so­ru soracak olursa, işte az da olsa, çok da olsa soru sorması helal olmayan bu­dur.

İbnü'l-Arabî der ki: Üîm adamına yakışan, deîilleri geniş geniş açıklayan, deHller üzerinde düşünme ve kıyas yolların) açıklayıp, içtihadın Ön bilgile­rini elde etmek, hüküm çıkarmaya yardımcı olacak araçları hazırlamakla uğ­raşmak olmalıdır. Böyle birisine herhangi bir mesele arz edilecek olursa, o mesele uygun bir yolla araştırılır, bulunabileceği yerlerde tetkik edilir, Allah da onun doğru hükmü bulması için önünde kapıları açar. [331]

 

5- Ayet-i Kerimenin Anlaşılması

 

Yüce Allah'ın: "Şayet onları Kur'âmn İndirildiği sırada sorarsanız, size açıklanır" buyruğunda bir kapalılık vardır. Çünkü, âyetin baş tarafında so­ru sormak yasaklanırken, daha sonra: "Şayet onları Kur ânın indirildiği es­nada sorarsanız size açıklanır" diye buyurularak soru sormak onlara mu­bah kılınmaktadır.

Bununla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Buyruk, eğer ihtiyaç duyulan baş­ka şeyler hakkında soru soracak olursanız... demektir. Burada rauzaf hazf edil­miş bulunmaktadır. Bunun böyle bir hazf olduğu takdiri kabul edilmeksizin doğru olarak anlaşılması mümkün değildir. el-Cürcanî der ki: "Onları buy-ruğundaki zamir, başka şeylere racidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi: "Andolsun Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık," (el-Mu'mi-nun, 23/12) Burada insandan kastedilen Hz. Adem'dir. Daha sonra gelen: "Sonra onu bir nutfe kılıp..." (el-Mu'minun, 23/13) buyruğunda da kastedi­len Âdem'in oğullarıdır. Çünkü Adem (a.s) sağlam bir yerde bir nutfe olarak yaratılmamıştır. Fakat, Âdem'in kendisi olan insan sozkonusu edilmesi onun gibi bir insandan söz edildiğine, delalet etmektedir. Bu, halin karînesi ile bi­linmiş olmaktadır. Buyruğun anlamı buna göre şöyle olur: Eğer sizler, Kur:ân-ı Kerim'in indirildiği sırada birtakım şeyler ile ilgili olarak, helal, ha­ram veya herhangi bir hüküm hakkında soru soracak olursanız ya da duru­munuz bir şeyin açıklanmasını gerektirecek olursa, işte böyle bir durumda soru sorduğunuz takdirde size bunlar açıklanır.

Böylelikle bu buyruğunda yüce Allah, bu kabilden soru sormayı mubah kılmıştır, Bunun örneği de şudur: Şanı yüce Allah, boşanmış kadının, koca­sı ölmüş kadının ve hamile kadının iddetini beyan etmekle birlikte, ne ay ha­li olan, ne de hamile olan kadının iddeti sözkonusu edilmemiştir. Onlar da buna dair soru sorunca, yüce Ailah'ın şu buyruğu nazil olmuştur: "Ay halin­den kesilmiş olanlarla, asla'ay hali olmayanların iddeti ise..." (et-Tahrim, 65/4) Buna göre yasak, hakkında soru sorma ihtiyacı duyulmayan şeyler hak­kındadır. Açıklanmasına ihtiyaç duyulan şeyler hakkında soru sormanın yasaklanması sözkonusu olmamıştır. [332]

 

6- Allah'ın Affettikleri:

 

Yüce "Allah'ın: "Allah onu affetti" buyruğunda kastedilen, onların geçmiş­te sordukları sorulardır. Burada affedilenlerin, cahiliyye ile ilgili ve o kabil­den olup, haklarında soru sordukları şeyler olduğu da söylenmiştir. "Affet-me"nin, terketmek anlamına olduğu da söylenmiştir. Yani, Allah onları ne he­lâl, ne de harama dair birşey bildirmeksizin oldukları gibi bırakmıştır. Bun­lar, affolunmuş şeyler olduğundan dolayı bunları araştırmayınız. Olur ki, bun­lara dair hüküm size açıklanacak olursa, sizin hoşunuza gitmez.

Ubeyd b. Umeyr şöyle dermiş: Muhakkak Allah, helâl ve harama dair hü­kümler indirmiştir. Helâl kıldığı şeyi siz de helâl biliniz. Haram kıldığı şey­lerden uzak durunuz. Bunlar arasında da bazı şeyleri lıelâlt ya da haram kıl-maksızın bırakmıştır. Bu da Allah'tan bir aflır (Hükmü açıklanmadan bırakıl­mış olan şeylerdir).   Daha sonra da bu âyet-i kerimeyi okurmuş.

Dârakutnî de Ebû Sa'lebe el-Huşenî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah, bir takım farzlar farz kıl­mıştır. Onları kaybetmeyiniz. Bazı haramları haram kılmıştır, onları da çiğ­nemeyiniz. Bir takım hadler belirlemiştir. Onlan aşmayınız. Bazı şeyler hak­kında unutma sebebiyle olmayarak hiçbir şey söylememiştir. Siz de onlan araş­tırmayınız.[333]

Buna göre, buyrukta takdim ve tehir vardır. Yani, yüce Allah'ın açıklama­dan bıraktığı, sözkonusu etmeksizin haklarında herhangi bir hüküm verme­diği, ama size açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek bir takım şeylere da­ir soru sormayınız.

Şöyle de denilmiştir: İfadede takdim de yoktur, tehir de, Aksine, aniamı şöy­ledir: Allah sizin geçmişe dair sorduğunuz soruları affetmiştir. Peygamber (sav), bunlardan hoşlanmamış olsa dahi. Artık benzeri şeyleri tekrar sorma­ya kalkışmayınız.

Buna göre» yüce Allah'ın: "Onu" buyruğundan kasıt, daha önce de açık­ladığımız gibi, soru sormayı, yahut sorular sormayı affetti, demek olur. [334]

 

7- Öncekilerin Sordukları Sorulara Aldıkları Cevaplara Karşı Tavırları: Yüce Allah:

 

"Sizden evvel de bir kavim onları sordular. Sonra da onla­rı inkâr eden kimseler oldular" buyruğu ile, bizden önce bunun gibi bir­takım âyetler hakkında soru sormuş, (ya da mucizeler istemişi bir topluluk­tan haber vermektedir. Bu topluluk» istekleri yerine getirilip, hükümleri üzerlerine farz kılındığı halde onları inkâr ettiler ve: Bunlar Allah'tan değil­dir dediler. Salih kavminin dişi deve mucizesini istemeleri, bu Hz. İsa'nın ar­kadaşlarının gökten bir sofra indirilmesini istemeleri bu kabilindendir, İşte bu da geçmiş ümmetlerin yaptıklarının benzerini yapmaktan bir sakındırma­dın Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [335]

 

8- Gereksiz Soruyu Yasaklayan Bu Âyet-i Kerime ile Bilenlere Soru Sormayı Emreden Buyrukların Anlaşılması:

 

Birisi dese ki: Burada sözünü ettiğiniz soru sormanın mekruhluğu ile bunun yasaklanmış olması iddiasına, yüce Allah'ım "Eğer bilmiyorsanız zikir ekline sorunuz" (en-Nahl, 16/43 ve el-Enbiyâ, 21/7) buyrukları ile tearuz (çelişki) gibi halindedir.

Buna şöyle cevap verilir: Allah'ın kullarına vermiş olduğu bu emir, onlar için gereğince amel etmelerinin vacip olduğu kesinleşmiş ve sabit olmuş şey­lerdir. Yasak ise, yüce Allah'ın onları yerine getirmekle kullarının kendisine ibadet etmelerini istemediği ve Kitabında da söükonusu etmediği şeylerdir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [336]

 

9- Bir Kişi, Hakkında Soru Sorduğu İçin Bir İşin Haram Kılınması:

 

Müslim'in rivayetine göre, Âmir b. Sa'd, babasından Sa'd b. Ebî Vak-kas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Müslü­manlar arasında günahı en ağır olan müslüman kişi, müslüinanlara haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da, onun bu soru sorması dolayısıy­la onlara o şeyin haram kılınmasına sebep teşkil edendir."[337]

el-Kuşeyrî Ebû Nasr der kî: Eğer el-Acİanî (hanımın zinası hakkında) so­ru sormamış olsaydı, lian sabit olmazdı.

Ebu'l-Ferec el-Cevzî de şöyle demektedir: Bu, birşey hakkında işi yoku­şa sürmek ve boşla işEigal etmek için soru sorup bu kötü maksadı dolayısıy­la hakkında sorduğu şeyin haram kılınması ile cezalandırılan kimse hakkın­da hamledilir. Bu durumda haram kılınan şey ise, herkes hakkında umumi bir hüküm halini alır. [338]

 

10- Kaderiye'nin Bir iddiası ve Cevabı:

 

İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah bir şeyi bir başka şey için ve baş­ka bir şey sebebiyle yapar şeklindeki iddialarına Kaderiye'nin bu hadisi her­hangi bir şekilde delil gösterebilmelerine imkân yoktur. Çünkü yüce Allah bundan münezzehtir. Şüphesiz O, herşeye gücü yetendir. O, herşeyi bilen­dir. Aksine, sebep ve gerekçe dahi O'nun fi il! erindendir. Fakat, kaza ve tak­dir, hakkında soru sorulan şeyi o hususta soru sorma vaki olduğu zaman ha­ram kılmak şeklinde cereyan etmiştir. Yoksa o soru bu haram kılmayı gerek­tirdiği ve ona bir gerekçe olduğu için değildir. Bunun benzeri ise, pek çok­tur. Üstelik: "ö, yaptıklarından, dolayı sorumlu olmaz. Halbuki, onlar so­rulurlar." (el-Enbiya, 21/23")[339]

 

103. Allah, Bahire, Sâibc, Vasîle ve Hâm diye bir şey (meşru) kılnıa-mıştır. Fakat o kâfirler Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar. On­ların pek çoğunun da aklı ermez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [340]

 

1- Allah,  Bu Gibi Şeyleri Meşru Kılmamıştır:

 

Yüce Allah'ın: "Allah... kılmamıştır" buyruğunda yer alan : kelimesi burada "adım koydu" anlamındadır. Nitekim yüce Allah Muhakkak Biz onu Arapça bir Ruf ân kıldık" (ez-Zuhruf, 43/3) buyruğundaki "kılmak" adını koymak demektir. Yani Biz, onu Arapça bir Kur'an diye adlandırdık. Bu âyet-i kerimedeki anlamı ise: Allah bu gibi adlar koymamıştır ve böyle bir hüküm teşri buyurmamıştır, şer'an de bunlarla kul­larının kendisine ibadet etmelerini istememiştir. Şu kadar var ki O, bunların ola­cağını bilerek, bu hususta kaza olarak bunu tayin etmiş, kudret ve iradesiyle bunu yaratıp var etmiştir. Çünkü yüce Allah, hayır olsun şer olsun, fayda ol­sun, zarar olsun^ İtaat olsun rnasiyet olsun, herşeyin yaratıcısıdır. [341]

 

2- Bahîre, Sâibe ve Diğerleri:

 

Yüce Allah'ın: Bahire, Sâibe...." buyruğundaki  edatı zaiddir.

Bahire, mef ul anlamında faîle veznindedir. Bu da Natîha ve Zebîha (tos vurulmuş ve boğazlanmış) kelimeleri veznindedir.

Sahih (i BuharD'de, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmekte­dir: Bahire, tağutlar (putlar) için sütü alıkonulan demektir. İnsanlardan kim­se bu gibi hayvanları sağamıyordu. Sâibe ise, ilahları adına serbest bıraktık­ları davarlardı.[342]

Şöyle de denilmiştir: Bahire, sözlükte kulağı yarık dişi deve demektir. sözü, ben, dişi devenin kulağını genişçe yardım, demektir. Bu şekildekt deveye de Balura ve Mebhûra denilir. Bu şekilde bir yarık açmak onun serbest bırakıldığına alâmet teşkil ediyordu. İbn Sîde der ki; De­nildiğine göre Bahire, çobansız, serbest bırakılan deve demektir. Aynı şekil­de sütü çok bol dişi deveye de Bahîra denilmektedir.

İbn İshâk der ki: Bahîra, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan de­vedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, tüyü kopanlmaz ve sütü -misafir dı­şında- içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alın­maz, misafir müstesna kimse onun sütünü İçmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı.   Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur.

Şafiî de der ki: Dişi deve, beş tane dişi yavrulayacak olursa, kulağı kesi­lir ve artık o haram ilan edilirdi- Şair der ki:

"O> haram kılınmıştır. İnsanlar onun etinin tadına bakma a Biz de aynı durumdayız, Bahiralar da böyledir,"

İbn Uzeyz de der ki: Bakıra şudur: Eğer bir dişi deve, beşincisi erkek ol­mak üzere beş tane yavru doğurursa, bu erkek yavruyu boğazlarlar, erkek­ler kadınlar ondan yerlerdi. Şayet beşincisi dişi olursa, o yavrunun kulağını yararlardı. Bu durumda o yavrunun eti de sütü de kadınlara haram olurdu. -îkrime de böyle demiştir,- Bu dişi yavru öldü mü, ölüsü kadınlara da helâl olurdu.

Sâibe'ye gelince bu, kişinin mesela Allah kendisini hastalığından kurtara­cak yahut da evine selâmetle vardıracak olursa, böyle bir iş yapacağına da­ir yapılan bir adak ile serbest bırakılan erkek devedir- Bu gibi develerin ot­lamalarına, su içmelerine engel olunmaz ve kimse de sırtlarına binmezdi. Ebu Ubeyd de böyle açıklamıştır. Şair de der ki;

"Ve bir Sâibe ki, Allah için yayılıp gelişecek Eğer Allah Âmir'e veya Mücâşi'a afiyet verirse."

Deve dışındaki davarları da Sâibe olarak bıraktıkları olurdu. Bîr köleyi Sâ­ibe bırakmaları halinde, onun üzerinde kimsenin veiâ hakkı olmazdı. Sâibe'nin üzerinde herhangi bir yular bulunmaksızın, çobansız olarak

serbest bırakılmış dişi deve demek olduğu da söylenmiştir. Bu kelime mef ul anlamında fail veznindedir. Razı (olunan) bir hayat" tabiri gibi ki, bu da mef ul anlamını vermektedir. Bu anlamıyla Sâibe ( Yılan serbestçe dolaştı tabirinden alınmıştır. Şair der ki;

"Siz, Rabbim için Sâibe kılınmış bir dişi deveyi kestiniz Haydi ceza için ayağa kalkınız."

VasUe ile Hlm'a gelince; İbn Vehb der ki: Malik dedi ki: Cahüiyye döne­mi insanları deve ve koyunları azad eder ve onları serbest bırakırlardı. (Sâ-İbe yaparlardı) Ham ise, yalnızca deveden olurdu. Jırkek devenin dişiler üze­rine aşırılması bitti mi, üzerine tavus kuşları tüylerinden bırakırlar ve onu ser­best bırakırlardı. Vasile ise, ardı ardına dişi yavrulayan koyunlardan olurdu. Bu koyunları da serbest bırakırlardı.

İbn Uzeyz der ki; Vasîle koyundan olurdu. Yine îbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, ke­silir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer ko­yunlar arasına katılırdı. Şayet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte (ikiz) ise, bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti, derler ve bu durumu dolayısıyla kesil­mezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o di­şi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hamt ise, yav­rusunun yavrusunun sırtına binilecek hale gelen erkek devedir.

Şair der ki:

"Ebû Kâbus himaye etti onu. Sahip olduğu şeylerin en kıymetlileri arasında; Tıpkı erkek devenin yavrularının yavrularına himaye etmesi gibi."

Şöyle de denilmektedir: Eğer, o erkek devenin sulbünden on batın dün­yaya gelirse; bu kendi sırtını himaye etti, derler ve ne sırtına binilir, ne de herhangi bir otlakta otlaması, ne de bir sudan içmesine engeî olunurdu.

İbn İshâk der ki: Vasile, aralarında erkek olmaksızın ardı arkasına beş batında on tane dişi yavru yapan koyundu. O vakit, bu vasletti, denilir. Artık, bundan sonra o koyunun yavruları, yalnızca erkeklerine ait olur, kadın­lara onlardan birşey verilmezdi. Ancak, bunlardan birisi ölecek olursa, erkek­leri de kadınları da onlardan müştereken yerlerdi. [343]

 

3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak:

 

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben, Huzaalı Amr b. Amir'i cehennemde bağırsaklarını sürük­lerken gördüm. Şaibeleri ilk olarak serbest bırakan o olmuştu."[344]  Bîr baş­ka rivayette de şöyle denilmektedir: "Şu Kâ'b oğullarına mensub Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindlf i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm" denil­mektedir.[345]

Ebu Hureyre de rivayetle der ki: Rasulullah (sav.)k Eksem b. el-Cûn'a şöy­le derken dinledim: "Ben, Amr b, Luhay b. Kamia b. Hindif'i celıennem'de bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Ne senden daha çok ona benzeyeni, ne ondan sana daha çok benzeyeni gördüm." Eksem: Ey Allah'ın Rasulü, ona benzemenin bana zarar vereceğinden korkarım deyince, şöyle buyurdu: "Hayır, sen bir mü'minsin. O ise bir kâfirdi, Çünkü o, İsmail'in dinini ilk değiş­tiren, Bahîra'nın kulağını ilk yaran, Sâibe'yi ilk serbest bırakan, Hâmi'nİn sır­tına binilmez diyen ilk kişidir."[346] Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Ben onu, kısa boylu, gür saçlı, saçları kulaklarının yumuşaklarına kadar varan bir kişi olarak cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm.

İbnü'l-Kasım'ın ve ondan başkalarının Malikten, onun Zeyd b. Eslem'den, onun da Ata b. Yesar'dan rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur; "O, cehennem halkım kokusu ile rahatsız eder." Bu hadis ise görüldüğü gibi mürseldir, bunu da İbnü'l-Arabî nakletmektedir.[347]

Bunları ilk olarak ortaya çıkartanın Cunade b. Avf olduğu da söylenmiş­tir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konudaki sahih rivayetler ise yeter­lidir.

îbn İslıâk'm rivayetine göre, putların dikiliş ve İbrahim (a.s)'ın dininin değiştirilmesinin sebebi, Amr b. Luhay'dır. Mekke'den Şam'a gitmişti. el-Bel-ka toprakları içerisinde kalan Meâb'a da gitti. O günlerde orada, İmlik -Im-lâk da denilir- b. Lâvit b. Sâm b. Nûh soyundan gelen Amâlikalılar yaşamak­taydı. Onların putlara taptıklarını görünce, onlara: Sizin taptığınızı gördüğüm şu putlar da ne oluyor diye sormuş, onlar da: Bunlar, kendileri aracılığı ile yağmur istediğimiz ve bunun üzerine bize yağmur gelen, yine ken­dileri aracılığıyla yardım ve zafer istediğimiz, bu sebeple de bize yardım ve zafer gelen putlardır, Bunun üzerine onlara; Bana bunlardan bir put vermez misiniz dedi ve bir put alıp Arap topraklarına götüreyim, ona ibadel etsinler. Ona, "Hubel" adı verilen bir put verdiler. O da bunu Mekke'ye getirip o putu orada dikti. İnsanlar da ona ibadete ve onu ta'zim etmeye koyuldular. Şanı yüce Allah, Muhammed (sav)'ı peygamber olarak gönderince üzerine: "Allah, Bahire, Şaibe, Vasile ve Hâmdİye birşey (.meşru) kılmamıştır" "Fakat o kâfir­ler" yani, Kureyş, Huzaa ve Arap müşrikleri arasından kâfir olanlar, "Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar" buyruğunu indirdi. Çünkü onlar: Allah bun­ları haram kılmayı emretti diyorlar ve onlar bütün bu işleri Allah'a itaat yolunda, rablerinİ razı etmek için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Oysa Allah'ın itaatinin ne olduğu O'nun buyruklarından anlaşiİTr. Halbuki, bu hususta on-lann yanında ondan gelmiş bîr buyruk yoktu. İşte o bakımdan bütün bunlar, onların Allah'a karşı yalan uydurdukları şeyler cümlesindendirler.

Ayrıca onlar şöyle demişlerdi: "Şu davarların karınlarındald yavrular, yal­nız erkeklerimize helaldir." Yani, bu davarların doğurduklan yavrular ve süt­ler yalnız erkeklerimize helaldir. "Kadınlarımıza haramdır şayet ölü doğar­sa™ yani, eğer ölü yavrularsa, o takdirde erkek ve kadınlar onda ortak olur­lardı. İşte yüce Allah'ın: "Onlar bunda ortaktırlar" buyruğunda kastettiği budur. "Onlara, yakıştırmalarının cezasını verecektir." Yani, Allah'a kar­şı yalan uydurduklarından dolayı, ahîrette onları azaplandıracaktır "Muhak­kak ki O, sapasağlam hüküm koyandır, kerşeyi bilendir." (el-En'âm, 6/139) Yanif haram ve helal kılmak suretiyle.

Yine yüce Allah, Peygamberine şunu indirmiştir; "De ki: Allah'ın size in­dirdiği ve kendisinden haram ve helal kıldığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yûnus, 10/59) Yine yüce Allah Peygamberine, "Sekiz çift..." (el-En'âm, 6/14) buy­rukları ile: "Birtakım hayvanlarda vardır ki, üzerlerine Allah'ın adını -Ona yalan, iftira ederek- anmazlar" (et-En'âm, 6/138) buyruklarını indirmişti. [348]

 

4- Ebu Hanife'nin, Bu Âyete Dayanarak Vakfi Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası;

 

Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- vakıfları kabul etmeme görüşüne, yüce Allah'ın arapları, davarları serbest bırakma (Sâibe), onları himaye etme (.Ha­mi) şeklindeki uygulamalarını ve kendilerini bunlardan mahrum etmelerini ayıplamış olmasını dayanak göstermekte ve vakfı, Bahîre ile Şaibeye kıyas etmektedir Oysa aradaki fark gayet açıktır. Şayet bir kimse kalkıp kendişine aiE bir arazi hakkında: Bu vakıf olsun, meyvesi toplanmasın, arazisi ekil­mesin, hiçbir şekilde ondan yararlanılmasın diyecek olsa, onun bu duru­munun Bâhîra veya Sâİbe'ye benzetilmesi mümkün olurdu.

Nitekim Alkanıe de bu gibi şeylere dair soru soran kimseye: Sen, cahili-ye uygulamalarından olup, geçip gitmiş olan birşeyden ne istiyorsun? İbn Zeyd de buna benzer bir söz sarfetmişti.

Ancak, Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Züfer müstesna, -ki bu, Şüreyh'in de gö­rüşüdür- İlim adamlarının büyük çoğunluğu, vakfın caiz olduğunu söylemiş­lerdir.[349] Şu kadar var ki Ebu Yûsuf bu hususta İbnu Leyye kendisine Hz. Ömer ile ilgili bir durumu nakledince, Ebu Hanife'nin görüşünden vazgeç­miştir. İbn Uleyye Ebu Yûsuf'a, İbn Avn'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den naklettiğine göre, ibrt Ömer Rasulullah (sav)'dan Hayber'deki payını sada­ka olarak bağışlamak hususunda izin isteyince, Rasulullah (sav) ona şöyle bu­yurmuş: "Aslını alıkoy ve mahsulünü de sebil olarak dağıt."[350]

İşte vakıfları caiz gören herkes bunu delil göstermektedir. Ve bu, sahih bir hadistir. Bunu da Ebû Ömer ifade etmiştir.

Aynı şekilde bu mesele hakkında ashabın icmaı da vardır. Şöyle ki; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Âîşe, Fatıma, Âmr b. el-As, İbn ez-Zübeyr ve Câ-bir -bunların hepsi- vakıflar yapmışlardır. Mekke ve Medine'de bunlara ait va­kıflar bilinmektedir ve meşhurdur. Rivayete göre Ebu Yûsuf, Harun er-Reşid'in huzurunda Malik'e şöyle demiş: Vakıf caiz değildir. Malik, ona şöyle demiş: İşte bu vakıflar Rasulullah (sav)'ın ve Hayber'deki ve Fedek'teki vakıfları di­ğer ashabının vakıflarıdır.

Ebu Hanife'nin âyeti delil göstermesine gelince, bu hususta delil gösteri­lecek bir taraf, yoktur. Çünkü, bu davarlardan yararlanılma yolunu kesip yü­ce Allah'ın nimetini ortadan kaldırmak, bu develerde kullar lehine olan maslahatı izale etmek hususlarında kendilerine tevcih olunmuş bir şeriat ve­ya farz kılınmış bir mükellefiyet olmaksızın, akılları ile böyle bir uygulama? ya kalkışmaları dolayısıyla şanı yüce Allah onları aytplamışür İşte bu bakım­dan, bu gibi hususlar ile vakıflar arasında fark ortaya çıkmaktadır.

Yine Ebu Hanife ve Züfer'in delil olarak gösterdikleri şeyler arasında Ata'nın îbn el-Müseyyeb'den yaptığı şu rivayet de vardır: Ben, Şüreyh'e, evini çocuklarından birisine vakfeden bir kimse hakkında soru sordum da söyle dedi; Allah'ın tayin ettiği farizalardan alıkoyarak vakıf yapmak söz-konusu değildir. İste (bu görüşü savunanlar) derler ki: İşte Ömer, Osman ve Ali gibi raşid halifelerin hakimliğini yapan Şüreyh, bu doğrultuda hüküm ver­miştir.

Yine tbn Lehia'nın, kardeşi İsa'dan, onun İkrime'den, onun da İbn Ab-bas'tan yaptığı şu rivayeti de delil göstermektedir İbn Abbas der ki: BenT Pey­gamber (savVı en-Nisa sûresinin İndirilmesinden ve yüce Allah orada ferâizi (mirasa dair hükümleri} indirmesinden sonra vakıf yapmayı yasaklarken dinledim,

Taberî der ki: Sadaka verenin hayatta iken yüce Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla izin verişine uygun olarak, Raşid halîfelerin de uygulamasına uygun olarak geçerli kıldığı herhangi bir sadaka, Allah'ın farizalarından bir şeyi engelleyip alıkoymak değildir. Bu hususta ne Şüreyh'in görüşüne, ne de sünnete ve bütün insanlara karşı delil teşkil eden ashabın uygulamasına muhalif herhangi bir görüşe delil vardır. İbn Abbas'ın hadisine gelince, onu İbn Lehia rivayet etmiştir, O ise, ömrünün sonlarında aklı karışmış bir kim­sedir. Kardeşi ise bilinen bir ravi değildir. O bakımdan o hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Bu açıklamayı da İbnü'l-Kassar yapmıştır

Bir arazi vakfedilmek suretiyle hiçbir kimsenin mülkiyetine verilmeksizin sahiplerinin mülkiyetinden nasıl çıkartılır, diye sorulabilecek, bir soruya Tahavî şöyle cevap vermektedir: Bunlara denir ki: Bunun nesine karşı çıkılıyor ki? Sen de, hasmın da o araziyi sahibinin müslümanlara orayı mes-cid yapabileceğini ve müslürnanlan o mescidle başbaşa bırakabileceğini kabul ediyorsun. Böylelikle bu gibi bir arazi, bir kişinin mülkiyetinden çık­mış ve kimsenin de mülkiyetine geçmemiştir. Yüce Allah'ın mülkü olmuştur. Çeşmeler, tahta ve taştan yapılmış köprüler de böyledir. Sana muhalif kanaat­te olan aleyhine delil getirdiğin her bir husus» aynı şekilde bütün bu husus­larda sana karşı da delildir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [351]

 

5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu:

 

Vakfı caiz kabul edenler, vakfedenin, vakfettiği şeyde ki tasarrufu hususun­da farklı görüşlere sahiptirler Şafiî der ki: Vakfedene (hürriyetine kavuştur­duğu kölenin rakabesine malik olması haram olduğu gibi) onun mülkü haram olur. Şu kadar var ki, vakfın sadakasını dağıtma görevini (mütevellilik), üst­lenmesi ve bu sadakayı dağıtıp ne için vakfetmişse, o alanlarda sebil etmesi caizdir. Çünkü Ömer b. el-Hattab (r.a) bize ulaştığına göre, yüce Allah onun ruhunu kabz edinceye kadar vakfının sadakasını dağıtmaya devam etmiştir. {Şafiî devamla) der ki: Ali ve Fatima (Allah ikisinden de razı olsun) da ken­di (vakıflarının) sadakalarını dağıtmayı (mütevelli ligini yapmayı) bizzat sür­dürüyorlardı. Ebu Yûsuf da bu görüştedir.

Mâlik ise der ki; Bir kişi bir araziyi veya bir hurma bahçesini yahut bir evi yoksullara vakfedip Ölünceye kadar bu vakıf elinde bulunmak suretiyle o vak­fın işlerini görür, kiraya verir ve gelirini yoksullar arasında dağıtmaya devam ederse bu vakıf, başkaları tarafından geçerli kabul olunmadıkça vakıf olmaz, miras kalır. Yine Malik'e göre, konaklanılan yer, bahçeler ve arazinin -at ve silahtan farklı olarak-mütevelliliğini vakfedenden başkası yapmadığı süre­ce bunların vakfe dilmeleri geçerli değildir ve vakıf olarak bunlardan yarar­lanılamaz. Maliki mezhebine mensub ilim adamlarının bir topluluğuna gö­re  mezhebinden anlaşılan ve varılan netice budur. [352]

 

6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü:

 

Vakfeden kimsenin vakfından yararlanması caiz değildir. Çünkü o, bunu Allah için elinden çıkarmış ve mülkiyetinden kesip ayırmıştır. Onun herhan­gi bir bölümünden yararlanması ise, verdiği bu sadakadan bir dönüştür. An­cak, vakıfta böyle bir şart koşmuşsa yahut vakfeden kişi ya da onun miras­çıları fakir düşmüşse o vakfın gelirinden yemeleri caiz olur.

İbn Habib, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Her kim, bir asıl ma­lı, mahsulleri yoksullara verilmek üzere vakfedecek olursa, fakir düşmeleri halinde o vakfın gelirinden çocuklarına da verilir. Vakfı yaptığı gün zengin veya takır olmaları farketmez. Şu kadar var ki, vakfın sonu gelir korkusuyla gelirin tümü onlara verilmez. Ancak, yine yoksullara ondan bir pay verilme­ye devam edilir ki3 vakıf adı da onun hakkında kullanılabilsin. Bu hususta ço­cuklar hakkında da yoksullardan ayrıca hak sahibi olduktan için değil deV on­lara verilenlerin yoksul olmaları sebebiyle verildiğine dair bir kayıt düşülür. [353]

 

7- Sâibe Lafzını Kullanarak KöleAzad Etmek:

 

Sâibe lafzım kullanarak köle azad etmek caizdir. Bu ise, efendinin köle­sine: -Onu azad etme niyetiyle- sen hürsün, demesi veya, Sâibe olmak üzere sem azad ettim, demesi şeklinde olur. Malik'in arkadaşlarından bir top­luluk nezdinde meşhur olan görüşüne göre, böyle bir kölenin velâ hakkı, müslümanlar topluluğuna ait olup, azadı da geçerlidir. İbnü'l-Kasım, İbn Ab-dilhakem, Eşheb ve başkaları ondan bunu böylece rivayet ettikleri gibi, İbn Vehb de böyle demiştir.                         

Yine İbn Vehb Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Hiçbir kimse Sâİbe de­nilerek azad edilmez. Çünkü, Rasulullah (sav) velâ hakkının satışını da hi­be edilmesini de yasaklamıştır.[354]

îbn Abdi'1-Berr der ki: Bu, aynı zamanda onun tuttuğu yolu izleyen her­kesin de kanaatidir. Ancak, bu hadis Sâîbe suretinde azad etmenin mekruh olduğu şeklinde anlaşılır, başka türlü anlaşılmaz. Böyle birşey yapılacak olur­sa geçerli olur ve onun hakkındaki hüküm zikrettiğimiz gibidir.

Yine İbn Vehb ve İbnü'l-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Sâibe yoluyla azad etmeyi mekruh görüyorum ve bunun yapılmaması­nı uygun görüyorum. Bununla birlikte böyle birşey yapılacak olursa, geçer­li olur ve onun velâsı müslümanlar cemaatine miras olur. Ödenmesi gereken bir diyet altına girerse de onlar tarafından ödenir.

Esbağ der ki: Sâibe yoluyla azad etmekte bit mahzur yoktur. Or bu görü­şüyle, Mâliki mezhebinde meşhur olan kanaati benimsemiş bulunmaktadır. Kadı İsmail b. İshâk da onun lehine delil getirmiş ve onun görüşünü taklit etmiştir. Bu husustaki delillerinden birisi de şudur: Sâibe yoluyla azad etmek, Medine1 de oldukça yaygındır ve hiçbir alim de buna karşı çıkmamaktadır. Abdullah b. Ömer ve selefe mensup ondan başkası da Sâibe yoluyla köle azad etmişlerdir. Ayrıca bu, İbn Şihâb, Rabia ve Ebu'z-Zinad'dan rivayet edilmiş­tir. Ömer b. Abdülaziz, Ebu'l-Âliye, Ata, Amr b. Dinar ve diğerlerinin de gö­rüşü budur.

Derim ki: Basralı ve Temirnoğullarından Ebu'l-Alİye er-Reyahî (r.a), Sâibe olarak azad edilmiş kimselerdendir. Onu; Riyahoğullarına mensup olan ha­nım efendisi, Allah rızası için Sâibe olarak azad etmiş ve mesciddeki halka­ları dolaşarak bunu ilan etmiştir. Asıl adı ise Rafi' b. Mihrân'dir. İbn Nafi' der ki: Bugün îslamda Sâibe diye bir azad şekli yoktur, Her kim Sâibe yoluyla azad edecek olursa, o kölenin velâsı ona ait olur. Şafiî, Ebu Hanife ve İbnü'1-Mâ-cişûn da böyle demiştir, İbnü'l-Arabî de bu görüşe meyletmiştir. Bunlar, Hz. Peygamber'in şu buyruklarını delil gösterirler: "Kim Sâibe yoluyla köle azad ederse, o kölenin velâsı o kimseye (azad edene) aittir"[355] "Velâ, ancak onu azad edene aittir."[356]

Böylelikle Hz. Peygamber, velâ hakkının azad edenden başkasına ait olmasını kabul etmemektedir. Yine bunlar, yüce Allah'ın: "Allah, Bahire, Sâibe... diye bir şey meşru kılmamıştır* buyruğu ile: "İslâm'da Sâibe yoktur"[357]

 ha­disini, ayrıca Ebu Kubeys'in Huzeyl b. ŞurahbiTden şu rivayetini de delil gös­termişlerdir: Huzeyl dedi ki; Bir adam Abdullah (b. Mes'ud'a) dedi kir Ben, ba­na ait bir köleyi Sâibe olarak azad ettim. Bu husustaki görüşün nedir? Abdul­lah şu cevabı verdi: Müslüman olanlar, Sâibe diye birşey yapmazlar Ancak ca-hiliyye halkı Sâibe uygulamasında bulunurlardı.[358] Sen onun mirasçısısın ve onun nimeti (azad etme nimetOnin veiisisin. (Yani, velâsı sana aittir) [359]

 

104. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Rafeulüae geliniz" denildiği za­man: "Atalarımızı üzerinde bulduğunuz şey bize yeter" dediler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yola gitmeyen kimse­ler idiyse.

Yüce Allah'ın: "Onlar»; Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz denildi­ği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter dediler" âyetinin

anlamı ve buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/170. âye­tin tefsirinde) geçmiş olduğundan burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. [360]

 

105- Ey müzminleri Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [361]

 

1- Bu Âyetin Bir Önceki Buyruklarla İlişkisi:

 

İlim adamlarımız derler ki: Bu âyetin bundan önceki buyruklarla ilişkisi, sakındırılmask gereken şeylerden sakındırmak yönü iledir Bu da bundan ön­ce nitelikleri geçmiş bulunan ve dîni hususunda atalarının ve geçmişlerinin taklidine yönelen kimselerin durumudur.

Âyetin zahiri, kişinin bizzat kendisi dosdoğru olması halinde iyiliği em­redip münkerden alıkoymanın, vaeib olmadığına ve hiçbir kimsenin başka­sının günahı dolayısıyla sorumlu olmayacağına delâlet etmektedir. Şayet sünnet-i seniyyede bu âyetin tefsirine dair varid olmuş buyruklar ile, asha­bın ve tabiinin sözleri -yüce Allah'ın yardımıyla biraz sonra açıklayacağımız gibi- vârid olmasaydı, anlam bu olacaka. [362]

 

2- Kişinin Kendisine Bakmasının Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Siz kendinize bakın" buyruğu kendinizi masiyetlerden ko­ruyun, elemektir. Meselâ; Zeyd'e dikkat et, denilecek olursa bu Zeyd'i kolla, gözet, ondan ayrılma, demektir. Ancak, (muhatap değil de) gaib siga-sıyla: Zeyd'e dikkat etsin, gözkulak olsun şeklinde bir tabir (Arap-çada) kullanılamaz. Çünkü, böyle bir ifade ancak muhataplara ve üç lafız (ke­lam, söz) ile söylenir. ise, Zeyd'i tut, anlamındadır.İfade­si deAmr yanındadır, huzuruna gelmiştir, anlamındadır,  Zeyd se­nin yanındadır, sana yakındır anlamlarına gelir. Şair de şöyle demiştir:

"Ey kovayı doldurmak için kuyunun dibine inmiş adam; İşte benim kovam senin yanındadır."

 ifadesi ise, şâz (kullanımı istisnaî) dır. [363]

 

3- İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmanın Gereği:

 

Ebu Dâvud, Tirmizî ve başkaları, Kays b. Ebu Hazımdan şöyle dediğini-n-vayet ederler: Ebu Bekir es-Sıddik (r.a) bize bir hutbe iraU edip dedi ki: Siz. şu âyeti okuyor ve onu doğru olmayan bir şekilde te'vil ediyorsunuz: "Ey İman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez." Hiç şüphesiz ben de Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak ki insanlar zalimi gördükleri takdirde, eğer elle­rini yakalamaz ve zulümden çekmez iseler, aradan fazla bir zaman geçmek­sizin Allah kendi nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir." Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.[364]

İsbâk b. İbrahim dedi ki: Ben, Amr b. Ali'yi şöyle derken dinledim: Ben, Vekî'i şöyle derken dinledim: Ebu Bekir'den, o Peygamber (sav)'dan yoluy­la, sahih tek bir hadis dahi yoktur. Ben (İshâk b. İbrahim) derim ki : İsmail b. Ebi Halidin Kays yoluyla sahih lek bir rivayeti dahi yoktur.[365] (İshak b- İb­rahim der ki: İsmail, Kays'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir. en-Nakkâ;i da der ki: Bu, Vekî'in bir aşırılığıdır (Çünkü), bu hadisi Şu'be, Süf'yan'dan, İs­hâk da İsmail'den merfu' olarak rivayet ettiği gibi, Ebu Dâvud, Tirmizîve baş­kaları da Ebu Umeyye eş-Şa'banîden rivayet etmektedirierr eş-Şa'bânî de­di ki: Ebu Salebe el-Huşenî'ye varıp dedim ki: Serî şu âyeti nasıl anlamak­tasın? O: Hangi âyet dîye sorunca, ben de: Yüce Allah'ın: "Ey müzminler siz kendinize bakın. Siy. doğru yolu bulursanız, o sapanlar sîze zarar veremez" buyruğu dedim. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen bu hususta bilen birisine sordun. Ben de bunu Rasulullah (savVa sordum, dedi ki: "(Anladı­ğınız gibi yapmayın). Aksine, birbirinize iyiliği emredin, kötülükten sakın­dırın. Nihayet kendisine itaat olunan bir cimrilik, ardından gidilen bir heva, tercih olunan bir dünya ve her kişinin kendi görüşünü beğendiğini görecek olursan, o takdrrde özel olarak kendine bak ve umuma ait işlerle uğraşma­yı bırak. Çünkü, şüphe yok ki, ileride öyle günler gelecek ki, o günlerde sab­retmek, avuçta ateş tutmak gibidir. O günlerde (hayırlı) amellerde bulunan kimseler için sizin ameliniz gibi amel yapan elli kişinin ecri kadar ecir veri­lir." Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, bizden elli ki­şinin mi, yoksa onlardan elli kişinin mi ecri kadar? Hz. Peygamber: "Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar..." diye.buyurdu, Ebu İsa dedi ki: Bu, hasen ga­rip bir hadistir.[366]

' İbn Abdi't-Berr der ki: Hz. Peygamberin: "Hayır, sizden..." ifadesini, kimi raviler ifâde etmemiş ve onu zikretmemişlerdir. Bu, daha önceden geçmiş bulunmaktadır

Yine Tirmizî Ebu Hureyre'den, o da Hz. Peygamber (sav)'den şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir; "Sizler, öyle bir zamanda yaşıyorsunuz kiv sizden kendisine emrolunan şeylerin ondabirini terk eden olursa helak olur. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki, onlardan emrolunduğunun ondabirini ya­pan kurtulacaktır" (Tirmizt.) der ki; Bu, garip bir hadistir.[367]

İbn Mes'ud'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu zaman, bu âye­tin zamanı değildir. Sizden kabul olunduğu sürece hakkı söyleyiniz. Eğer söy­lediğiniz hak reddolunacak olunsa, o vakit kendinize bakınız.[368]

İbn Ömer'e, fitne zamanlarından birisinde şöyle sorulmuş: Keşke şu gün­lerde söz söylemeyi bırakıp da iyiliği emredip kötülükten sakındırmasan. Şu cevabı verdi: Rasulullah (sav) bize dedi ki: "Hazır bulunan, hazır büiunmı-yana tebliğ etsin." Bizler ise hazır bulunduk. O bakımdan size tebliğ etme­miz gerekir. Yakında öyle bir zaman gelecek kir dönemde hak söylenecek olursa kabul olunmayacaktır. Bir rivayette de Hz. Peygamber'in: "HazLr bu­lunan kimse hazır bulunmayana tebliğ etsin" buyruğundan sonra şöyle de­miştir: işte hazır bulunanlar bizlerdik, Kazır bulunmayanlar da sizlersiniz. Fa­kat, bu âyet-i kerime bizden sonra gelecek bir takım kavimler içindir ki, on­lar hakkı söyleyecek olurlarsa onlardan kabul olunmayacaktır.[369]

İbnü'l-Mübarek der ki: Yüce Allah'ın: "Siz kendinize bakın" buyruğu bü­tün mü'minlere bir hitaptır. Yani, siz kendi dininize mensup olanlara bakınız, onlara dikkat ediniz. Yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz:" buyruğu gibi­dir. Sanki, biriniz Ötekine iyiliği emretsin ve biriniz diğerini kötülükten alı­koysun, demiş gibidir. O bakımdan bu buyruk, iyiliği emredip münkerden alı­koymanın vücubuna bir delildir. Bununla birlikte müşriklerin, münafıkların ve kitap ehlinin sapıklıklarının size bir zararı olmaz. Çünkü, iyiliği emretmek, -önceden de geçtiği gibi- müslüinanlardan olup isyankâr kimselere yapılır. Bu anlamda bir açıklama, Said b. Cübeyr'den de rivayet edilmiştir.

Said b. el-Müseyyeb ise der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Siz, iyiliği emredipv münkerden alıkoyduktan sonra, hidayet bulduğunuz takdirde, sa-pıtanların size hiçbir zararı olmaz.

İbn Huveyzimendad der ki: Âyet-i kerime insanın özel olarak kendisiyle uğraşmasını, İnsanların kusurlarına el atıp onlarla uğraşmayı terk etmesini, onların gizli hallerini araştırmaktan vazgeçmesini ihtiva etmektedir. Çünkü, onlar onun durumunun iç yüzünü sorup araştırmadıkları gibi, o da. onların durumları hakkında sorup araştırmaya kalkışmasın. Bu da yüce Allah'ın: "Her­kes kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır" (ei-Müddesir, 74/38) ile: "Hiç­bir günahkâr bir başkasının günahım yüklenmez" (ei-En'âm, 6/164) buyruk­larım andırmaktadır. Peygamber (sav)'ın da şu buyruğuna benzemektedir: "O takdirde evinde otur ve yalnız kendi nefsine bak."[370]

Bununla iyiliği emredip, münkerden sakındırmanın mümkün olmayacağı bir zamanı kastetmiş olması da mümkündür. O takdirde kalbiyle o münke-ri reddeder ve bizzat kendisini ıslah etmekle meşgul olur.

Derim ki: İbn Lehîa tarafından rivayet edilen garip bir hadis vardır: İbn Le-hia dedi ki: Bize, Bekr b. Sevâde el-Cüzami anlattı. Bckr, Ukbe b. Âmir'den şöyie dediğini nakletti: Rasulullalı (sav) buyurdu ki: "İkiyüzüncü yılın başı oldu mu, artık hiçbir İyiliği emretme, hiçbir münkerden sakındırma ve biz­zat kendine bak."

İlim adamlarımız derler ki: Hz. Peygamberin bunu söyleyiş sebebi, zama­nın değişmesi, hallerin bozulması ve yardımcıların azlığından dolayıdır.

Cabir b. Zeyd dedi ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur; Ey şu Bahîra'nın ku­laklarını yaran ve Sâibe develeri başıboş bırakanların evlatları, din üzere is­tikamet hususunda siz kendinize bakın. Siz hidayet bulduğunuz takdirde, geç­mişlerin sapıklıklarının size bir zararı olmaz. (Cabir) der ki: Kişi İslama gir­di mi, kâfirler ona şöyle derlerdi: Böylelikle alalarını beyinsizlikle suçlamış oldun, onîann sapık olduklarını iddia ettin ve şunu şunu yaptın. Bunun üze­rine yüce Allah bu sebepten dolayı bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerime, öğüt vermenin kendilerine hiç bir fay­da sağlamadığı hevâ ehli kimseler hakkındadır. Sen bir topluluğun öğüdü­nü kabul etmeyecekleri, aksine onu hafife alıp kötülüklerini açtktan yapa­caklarını bilecek olursan, sesini çıkarma.

Yine şöyle denilmiştir: Âyet-i kerime, bazıları irtidat edecek noktaya ge­linceye kadar müşriklerin işkenceye tabi tuttukları esir kimseler hakkında na­zil olmuştur, islam üzere kalmaya devam edenlere de: Siz kendinize bakınız. Arkadaşlarınızın irtidat etmelerinin size bir zararı olmaz, denilmektedir.

Said b. CÜbeyr der ki: Âyet-i kerime kitab ehli hakkındadır.

Mücahid de der ki: Ayet-1 kertme yahbdi, hıristiyan ve onlara benzeyen kim­seler hakkındadır. Onlar bu kanaatleriyle âyetin anlamının şu olduğunu ka­bul etmiş oluyorlar: Cizyeyi ödemeleri şartıyla kitab ehlinin küfürlerinin si­ze bir zararları olmaz.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime, iyiliği emredip, münkerden alıkoy­mayı, yasaklayan buyruklarla nesh olmuştur. Bunu da ekMehdevî ifade etmiş­tir. İbn Atiyye der ki; Bu, zayıf bir görüştür ve bunu kimin söylediği bilinme­mektedir. Derim ki: Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam'dan şöyle dediği nakle­dilmiştir: Şanı yüce Allah'ın Kitabında hem nasihi, hem de mensûhu bir ara­da toplamış bu âyetten başka bir âyet-i kerime yoktur. Başkası da şöyle de­miştir: Bu âyette nesh edici buyruk, "doğru yolu bulursanız" buyruğudur ki, burada hidayet bulmak, iyiliği emredip münkerden alıkoymak demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [371]

 

4- Emri bilmaruf'Neky-i anilmunkerde Bulunmanın Hükmü:

 

İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak, kabul edilmesi umulduğu yahut da sertlikle dahi olsa, zalimin vazgeç irilmesi ümidedildiği takdirde, -emreden kişi- özel olarak kendisine gelecek bir zarardan ya da müslüm ani arın başı­na gelmesine sebep teşkil edeceği bir fitneden korkmadığı sürece teayyün eder. Bu fitne ise, ya birliğin bölünmesi yahut da insanlardan bir kesime bir zararın gelmesi suretiyle olur. İşte böyle birşeyden korkulacak olursa, "siz kendinize bakın" buyruğu muhkemdir ve o sınırda durulması icabeder. Diğer taraftan kötülükten nehyedecek kimse de -az önce geçtiği gibi- ada­letli genel olarak büyük günahları ve özellikle nehyettiği o kötülüğü işleme­yen bir kimse olması şartı yoktur. İlim ehli topluluğu bu görüştedir, bunu bil. [372]

 

106. Ey İman edenler! yolculuk halinde iken, ölüm musibeti gelip bi­rinizi bulmuşsa, vasiyyet vaktinde aranızda şahitlik (şöyle ol­sun i: Ya içinizden adalet sahibi iki kişi, yahut sizden olmayan başka iki kişi (şahid) olsun. Haklarında şüpheye düşerseniz, bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyarsınız da, Allah'a şöyle yemin ederler: "Bu iki kişi akraba dahi olsa yeminimizi hiçbii bedele satmayacağız ve Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz. O takdir­de muhakkak günahkârlardan oluruz."   

107. Eğer onların bir vebali hakkettikleri gerçekten ortaya çıkarılır­sa, haksızlığa uğrayan Cmirasçı)hırdan (ölene en yakın başka iki kişi bunların yerine geçer ve: "Bizim şahid ligi m iz o iki kişi­nin şehadetinden elbette daha doğrudur. Biz aşırı da gitmedik. O takdirde muhakkak zalimlerden oluruz*1 diye Allah adına ye­min ederler.

108. Bu, şahidliği gerektiği şekilde yerine getirmelerine yahut yemin­lerinden sonra yeminlerin (mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha yakındır. Allah'tan korkun ve dinleyin, Al­lah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız: [373]

 

1- Ayetlerin Anlaşılması ve Nüzul Sebepleri:

 

Mekkî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu üç âyet-i kerime, meânî âlimlerince Kur'ân-ı Kerimde t'rab, mana ve hüküm bakımından içinden çı­kılması en zor (müçkil) âyetlerdendir.

İbn Atiyye de der ki: Bu, bu buyrukların tefsiri i\e ilgili olarak kalbi rahat­latacak bir kanaate sahip olmayan kimsenin söyleyeceği bir sözdür. Nitekim bu hususun böyle olduğu, Onun -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kitabından açıkça anlaşılmaktadır.

Derim ki: Mekkî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nin sözünü ettiği bu hu­susu ondan daha önce Ebu Ca'fer en-Nehhâs da aynı şekilde zikretmiş bu­lunmaktadır. Ben, bu âyet-i kerimelerin, Temim ed-Darî ile, Adiyy b. Beddâ dolayısıyla nazil oldukları hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunduğunu da bilmiyorum. Buharî, Dârakutnî ve başkalarının rivayetine göre tbnı Ab-bas şöyle demiştir: Temim ed-Darî ile Adiyy b, Beddâ Mekke'ye gider gelir­lerdi. Onlarla birlikte Sehmoğullarından bir genç de yola çıkmıştı. Hiçbir müs-lümanın bulunmadığı bir yerde vefat etti. Vasiyetini bu iki kişiye söyledi. Bun­lar da gelip onun terikesini, akrabalarına teslim ettiler. Bununla birlikte al­tın ile sırmalanmış gümüş bir kabı yanlarında alıkoydular. Rasulullah (say) her ikisine de: "Bunu saklamadınız ve bundan haberiniz de yoktur" diye ye­min (ediniz, deyip yemin) etmelerini istedi. Daha sonra sözkonusu kab, Mek­ke'de bulununca, (kabı elinde bulunduranlar): BİZ bunu Adiyy ile Te-mim'den satın aldık. Bu sefer, Sehm'Ii gencin mirasçılarından iki kişi gele­rek, bu kabın Sehmli yakınlarına ait olduğunu söyleyip; bizim şahidîiğimiz diğer iki kişinin şahidliğinden daha doğrudur ve biz haksızlık yapmadık, di­ye yemin ettiler Bu sefer o kabı aldılar. İşte bu âyet-i kerime bunlar hakkın­da nazil oldu, Dârakutnînin lafzıyla bu hadis böyledir.[374]

Tirmirf'nin rivayetine göre de Temim ed-Darî, şu: "Ey İman edenleri yolculuk halinde iken... aranızda şahldl£k,..n âyeti hakkında şöyle demiş­tir: Benden ve Adiyy b. Beddâ'dan başka bütün insanlar bu âyet-i kerime ile kastedilmiş olmaktan uzaktırlar. -O sırada her ikisi de hıristiyandılar- Islama girmeden önce Şam'a gider, gelirlerdi. Ticaret mallarıyla birlikte Şam'a var­dılar. Onların bulundukları yere, Sehmoğullannın Budely b. Ebi Meryem adın­da bir azadlı, yanındaki ticaret mallarıyla birlikte geldi, Beraberinde de ki­rala vermek istediği gümüş bir kab da bulunuyordu. Ticaret malının en bü­yük bölümünü de bu teşkil ediyordu. Hastalanınca, vasiyetini bunlara bildir­di ve geriye bıraktığı malları yakınlarına götürmelerini istedi. Temim der ki: Bu genç vefaE edince, biz de o kabı alıp bin dirheme sattık- Sonra da ben ile Adiyy b, Beddâ onu aramızda paylaştırdık. Akrabalarının yanına geldiğimiz­de beraberimizde bulunan ne varsa onlara verdik. Eşyaları arasında o kabı bulamayınca bize ne olduğunu sordular, biz de bunlardan başka birşey ter-ketmedi, bize bundan başka birşey vermedi, dedik, Temim (devamla) der ki: Rasulullah (savTın Medine'ye gelişinden sonra, ben İslama girince, bu olay­dan dolayı günah kazandığım kanaati bende uyandı. Yakınlarının yanına gi-dtp onlara durumu bildirdim ve kendilerine beşyüz dirhem ödedim. Öbür ar­kadaşımın yanında da bu kadar bir meblağ bulunduğunu onlara haber ver­dim. Adamı alıp Rasulullah (sav)'ın yanına götürdüler. O da kendilerinden delil göstermelerini istedi fakat bir delil bulamadılar. Hz. Peygamber, bu se­fer onlara kendi din mensupları nezdinde ağır bir yemin olarak kabul edi­lecek sözlerle ona yemin ettirmelerini emretti. Adam da yemin edince, yüce Allah da: "Ey iman edenler! Yolculuk halinde iken...sonra yeminlerin (mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha yakındır" buyruğu­na kadar olan âyetler nazil oldu. Bu sefer, Amr b. el-As ile onlardan bir baş­ka kişi kalkıp yemin ettiler ve böylelikle Adiyy b. Beddâ'nın elinden de beş-yüz dirhem alınmış oldu.

Ebu îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu, garip bir hadistir. Senedi sahih değildir,[375]

el-Vakidînİn naklettiğine göre, bu üç âyet-i kerime Temim ye arkadaşı hak­kında nazil olmuştur. İkisi de hıristiyandılar. Mekke'ye ticaret yaparlardı. Pey­gamber (sav) Medine'ye hicret edince, Amr b. el-Âs'm azadlısı îhn Ebi Mer­yem de Şam'a ticarete gitmek kastıyla Medine'ye geldi. O da Temim ve ar­kadaşı Adiyy İle birlikte yola koyuldu, dedikten sonra hadisin geri kalan bö­lümlerini nakletti.

en-Nekkâş da şunları zikretmektedir: Bu âyet-i kerime, el-Âs b. Vâil es-Selı-mî'nin azadlısı Budeyi b. Ebi Meryem hakkında nazil olmugtur. Bu kişi, Ne-caşî topraklarına (Habeşistan'a) deniz yoluyla yolculuğa çıkmıştı. Beraberin­de de hiristiyan iki kişi vardı. Bunlardan biri Lahim'li olup Temim adında, di­ğeri ise Adiyy b, Bedda adında idi. Gemide oldukları sırada Budeyi öldü. Onu tutup denize attılar. Vasiyetini de yazdıktan sonra eşyası arasına bırakmış ve: Bu eşyayı yakınlarıma götürünüz demişti, Budeyl'in ölümünden sonra ona ait malları aldılar ve mallan arasından beğendiklerini aldılar. Bu aldıkları ara­sında da üç mıskal ağırlığında ve altın suyu ile nakş edilmiş bir gümüş kab da vardı... dedikten sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

Bunu da Süneyd nakletmiş ve şöyle demiştir: Şam'a vardıklarında Budeyi vefat etti. Budeyi müslüman İdi... diyerek hadisi aktardı. [376]

 

2- Kufânı Kerimde "Şahidlik" Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar:

 

Şam yüce Allah'ın: "Aranızda şahidlik..." buyruğunda geçen "şehâdet" lafzı, şanı yüce Allah'ın Kitabında çeşitli anlamlarda kullanılmış­tır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın şu buyruğudur: 'Er­keklerinizden iki şahidi şahid tutun." (el-Bakara, 2/282) Denildiğine göre, burada "şahid tutun" buyruğu , hazır bulundurun anlamındadır, ıŞahid oldu, kelimesinin bildirdi anlamına kullanılması da bu kabildendir ki, bu an­lamda kullanılışını Ebu Ubeyde ifade etmiştir. Şanı yüce Allah'ın: Allak, kendisinden başka ilah olmadığına şahidlik eriı"(Âl-i İmran, 3/18) buyruğu gibi.

Bir anlamı da; ikrar etti, şeklindedir Yüce Allah'ın: "Melekler de şahidlik ederler" (en-Nisa, 4/66) buyruğunda olduğu gibi.

Bir diğer anlamı da hüküm verdi şeklindedir. Yüce Allah: "Ve onun yakın­larından bir şahid şahidlik etti" (Yûsuf, 12/26) buyruğunda olduğu gibi.

Bir diğer anlamı da; yemin etti, şeklindedir. Liân'da olduğu gibi.

Vasiyet etti, anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler... aranızda şahldUk" buyruğunda olduğu gibi. Burada; vasiyet için hazır bu­lunmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişinin vasiyetinde şahid oldum. Yani, hazır bulundum, denilir.

Taberî, şehâdetin yemin anlamına olduğu kanaatindedir. Bu durumda buyruğun anlamı şöyle olur: Aranızdaki yemin, İki kişinin... yemin etmesi şek­lindedir. O, buradaki şahidliğin lehine şahidlik eden kişi için yerine getiri­len bir şahidlik olmadığına; şahidin yemin etmesi gereken Allah'ın herhan­gi bir hükmünün olduğunun bilinmemesini delil göstermiştir. el-Kaffâl de bu görüşü tercih etmiştir. Yemine şehadet anlamının verilmesi İse, şahidlikle sa­bit olduğu gibi, yemin ile de hükmün sabit oluşundan dolayıdır. İbn Atiyye'nin tercihine göre ise buradaki şehadet, bellenilip öğrenilen ve edâ edilen (ifa edilen, yerine getirilen) şehâdettir. Buradaki şehâdetin hazır bulunmak ve ye­min etmek anlamına gelebileceği görücünü de zayıf kabul etmektedir. [377]

 

3- Araruzda"ki Şahidliğin Anlamı;

 

Yüce Allah'ın: "Aranızda" buyruğunun, anlamında olup, bundan 'ın hazfedilip "şahidlik" in zarfa izafe edilmesi, bunun sonucun­da da hakikat anlamında isim olarak kullanıldığı söylenilmiştir. İşte bu, na-hivciler tarafından "el-mef ul ale's-sia" diye adlandırılır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

aVe bir gün ki, biz ona (onda; Kays-ı Aylaı'a mensub iki kabile olan) Stileym ve Âmir1! de gördük,"

Şair burada; biz onda.,, gördük, demek istemiştir. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:"!Hayır, sizin gece gündüz hi­lekârlığınız...* CSebe', 34/33) Gece ve gündüz vakitlerinde yaptığınız hilekâr­lıklar... anlamındadır. Yine şair şöyle demiştir:

Bana düşmanlık eden kiminle karşılaşırsan

Onu affedersin; beni de gözünün önünde görüyorsun işte,"

Şair burada demek istemiştir.

Fakat bu edat hazfedilmigtir. Şanı yüce Allah'ın: "İşte bu, benimle senin ayrıhşımızdır" (el-Kehf, 18/78) buyruğu da anlamındadır.[378]

 

4- Ölümün Gelip Çatması:

 

Yüce Allah'ın: "Gelip çattığı zaman" buyruğu; gelme vakti yak­laştığı zaman, anlamındadır. Yoksa, ölüm fiilen hazır olduğu takdirde, ölen bir kimse şahid tutamaz. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Kur*ân okuduğun vakit Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98); "Kadınları boşadığınızda... 6o£ayira.*(et-Talak, 65/1) Buna benzer buyruklar da pek çoktur.

"Zaman" da âmil olan "Şahidlik" anlimındaki mastardır.[379]

 

5- Vasiyet Zamanı:

 

Yüce Allah'ın: "Vasiyet vaktinde.,.iki kişi" buyruğunda; Vaktinde" zaman zarfıdır. Bundaki amil de; Gelip çattı" fiili­dir. "İki kişi" buyruğu ise, mutlak olarak iki şahsın şahitliğini gerektirmek­le birlikte, şahid tutulacakların iki erkek olmasının istendiği ihtimali de var­dır. Şu kadar var ki, bundan sonra yüce Allah'ın; "Adalet sahibi" buyurması, artık iki erkeğin şahidlik etmesini murad ettiğini açıklamaktadır. Çünkü, ancak erkek (müzekker) için kullanılabilen bir lafızdır.

Nitekim: " ...li, sahibi" edatı da ancak müennesler için kullanılabilir.

İkikişİ"nin merfu1 gelmesi ise, "Şahİdliğr anlamındaki mübtedâ olan kelimenin haberi olduğundan dolayıdır. Ebu Ali ise der ki: Şahidlik kelimesi, mübtedâ olarak merfu'dur. Haber ise yüce Allah'ın: "İki kişi" buyruğunda yer almaktadır.

İfadenin takdiri de şöyledir: Vasiyetlerinizde, aranızdaki §ahidlikt iki kişinin şahidliğidir." Burada, muzaf hazf edildikten sonra, muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Onun hanımları ise anneleridir."(el-Ahzab, 33/6) Yani+ anneleri gibkıır.

ile merfu' olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Size indirilen buyruklar arasında da... şahidlik etmesidir. Veya sizden şahidlik yapacak iki kişi bulunsun veya iki kişi şahidlik etsin," şeklinde de olabilir.[380]

 

6- Şahidlik Yapacak İki Kişinin Niteliği:

 

Yüce Allah'ın: İçinizden îidaiet sahibi..." buyruğundaki; "Adalet sahibi" buyruğu, "İki kişi"nin sıfatıdır, İçi­nizden" kelimesi ise, sıfattan sonra gelmiş ikinci bir sıfattır. Diğer taraftan yü­ce Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka îki kişi" buyru­ğu ise: Yahut, sizden olmayan başka iki kişinin şahidiiği anlamındadır. Bu­na göre "Sizden olmayan" ve "sizden başkasından" ifadeleri, "başka" kelime­sinin sıfatı olmaktadır İşte bu âyet-i kerimede müşkil {.içinden çıkılamaz) gö­rülen bölüm budur. Bu hususta tahkik sonucu söylenebilecek de şudur: İlim adamları bu hususta üç farklı görüş ortaya atmışlardır:

1- Yüce Allah'ın: "İçinizde" anlamındaki buyruğunda yer alan "kâf ve mim", müslümanlara ait bir Zamirdir. "Yahut sizden olmayan başka iki kişi" buyruğunda ise, kâfirlere aittir. Buna göre kitab eh­linin müslümanlara karşı şahidliği, vasiyet ile ilgili olması halinde, yolculuk­ta caizdir, ilgili hadislerin bu konuda belirledikleri ile birlikte, âyetin akışın­dan anlaşılması daha uygun olan da budur. Bu, yüce Allah'ın buyruklarının indirilişine tanık olan ashab-ı kiramdan üç kişinin de gös"üşüdür: Ebu Musa el-Eş'ari, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Abbas.[381]

Bu görüşe göre ayetin baştan sona kadar anlamı şöyle otur: Yüce Allah, ölümünün yaklaşması halinde vasiyette bulunana karşı yapılacak şahidliğe dair hükmünün âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceğini haber ver­mektedir. Eğer kişi, yolculukta bulunup, yanında mü'minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şahid tut­sun. Bu iki kişi yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şahidliklerini eda fifa) edecek olurlarsa, namazdan sonra yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şahidliklerinin gerçek olduğuna, şahidllkten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve onların bu şahid-likleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların yalan söyledikîeri veya hainlik ettikleri, ya da bunun gibi günah olan herhangi bir durum­ları tesbit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette bulunan kişinin velilerinden iki kişi yemin ederler, o takdirde şahidlik yapan iki kişi, aleyh­lerine olan durumun (yaptıkları hainliğin), ortaya çıkmasının tazminatını öder­ler.

Ebu Musa el-Eş'ari, Said b. el-Müseyyeb, Yalıya b. Ya'mer, Said b. Cübeyr, Ebu Miclez, İbrahim, Şüreyh ve Abîde es-Sehnânî île İbn Şirin, Mücahid, Ka-tade, es-Süddî, tbn Abbas ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerimenin anlamı budur.

Fukâhadan Süfyan es-5evrî de bu görüştedir. Ayrıca, bu görüşü benimse­yenlerin çokluğu dolayısıyla Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm da bu görüşe meyi etmiştir, Ahmed b. Hanbel de bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Yolcu­lukta müslümanların bulunmaması halinde, müslümanlar hakkında zimmet eh­linin şahidliği caizdir. Hepsi de buradaki "içinizden* buyruğu ile mü'minle-rin, "sizden olmayan" buyruğu ile de kâfirlerin kastedildiğini soyl emişi erdir-

Kimisi de şöyle demektedir: Bunun böyle oluşu, âyet-i kerimenin indiği sırada Medine dışında herhangi bir yerde hiçbir mü'minin bulunmadığı dö­nemde oluşu dolayısıyladır. Mü'minler o sırada, kitab ehli, puta tapıcılar ve çeşitli kâfirler ile yol arakadaşîığı yaparak ticaret yapmak üzere yolculuğa çı­karlardı. Ebu Musa, Şureylı ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerime muh­kemdir.

2- Yüce Allah'ın: "Yahut içinizden olmayan başka iki kişi" buyruğu nesh olmuştur. Bu, Zeyd b. Eşlem, Nehaî, Malik, Şafiî, Ebu Hanir'e ve onların dı­şında birtakim fakihlerin görüşüdür. Ancak, Ebu Hanîfe bu hususta bunlara muhalefet ederek şöyle demektedir: Kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahidlik-leri caizdir, ama müslümanlar hakkında caiz değildir.

Bu görüşü savunanlar yüce Allah'ın şu buyruklarım delil gösterirler: "Şa-hidlerden razı olacağınız kimseler arasından..." (.el-Bakara, 2/282); "içiniz­den adalet sahibi iki kişiyi şahid bulundurun." (et-Talâk, 65/2) İşte bu görüşü savunanlar, deyn (borçlanma ile ilgili 2/282) âyetinin son nazil olan âyetlerden olduğunu ve bu âyet-i kerimede de: "Şahidlerden razı olacağı­nız kiniselerden" buyruğunun yer aldığını, o halde bu buyruğun (tefsiri ya­pılmakta olan) bu âyet-i kerimedeki şahidliği nesh edici olduğunu ileri sür­müşlerdir. Çünkü, bu âyet-i kerimenin nâzii olduğu günlerde Medine dışın­da İslam yoktu. Bundan dolayı kitab ehlinin şahidliği caiz görülmüştü. İslam ise bugün yeryüzünün her tarafında yaygındır, O bakımdan da kâfirlerin şa­hidliği sakıt olmuştur. Diğer taraftan müslümanlar, fasıklann şalıidliğinin ca­iz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kâfirler ise fasıklar arasındadır­lar. O bakımdan şahidi i ki er î caiz olamaz.

Derim ki: Sözünü ettiğiniz şeyler doğrudur. Ancak bizler, bu buyruğunge-reği ne ise o görüşü benimseyerek, müslümanın bulunmaması şartına bağ­lı olmak üzere, zaruret dolayısıyla özel olarak yolculuk halindeki vasiyette, zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin caiz olduğunu Söylü­yoruz. Ancak, bu durumda eğer şahidlik yapacak müslüman varsa, zimmet. ehlinin şahidliği olmaz. Kur'ânın indirilişine tanık olan hiçbir kimseden si­zin iddia ettiğiniz neshe dair bir rivayet gelmiş değildir. Üstelik, birinci gö­rüşü, ashab-ı kiramdan üç kişi ifade etmiştir. Bunun dışındaki diğer görüş­lerde bu durum yoktur. Ashab-ı kirama muhalefet edip başkalarının görüş­lerini kabul etmeyi ise, ilim ehli olan kimseler reddederler. Ayrıca bunu şu husus da pekiştirmektedir. el-Mâide Sûresi Kur'ân-ı Kerim'in son inen sûre­leri arasındadır. Hatta, İbn Abbas, el-Hasen ve başkaları şöyle demektedir: el-Maide sûresinde mensuh bir hüküm yoktur. Sizin nesh iddianız ise sahih değildir. Çünkü, nesh iddiasının kabul edilebilmesi için neshedici buyruğun sonradan inmiş olduğu tesbit edilmekle birlikte, nâsih ile mensûhun bir ara­da mütaala edilmesine imkân olmayacak şekilde nâsihin de tesbit ^dilmesi kaçınılmazdır. O bakımdan bunlann sözünü ettikleri buyrukların neshedici olması doğru olamaz. Çünkü, sözü geçen ve neshedici olduğu belirtilen buy­ruklar, vasiyet ile ilgili -ve ihtiyaç ve zorunluluk hali ile alakalı- bir olayın dı­şındaki bir olay hakkında inmiştir. Zaruret hallerinde ise hükmün farklılığı olmayacak birşey değildir. Ayrıca şahid tutulan kâfir, belki de müslüman nez-dinde güvenilir ve zaruret halinde şahidliği kabul olunabilecek bir kimse ola­rak da görülebilir. Buna göre, bunların söylediklerine göre, neshedici bir buy­ruk bulunmamaktadır.

3- Âyet-i kerimede nesh sözkonusu değildir. Bu görüş de ez-Zülırî, el-Ha­sen ve îkrime'ye aittir. Buna göre, yüce Allah'ın: "İçinizden" buyruğu, aşi­retinizden ve yakınlarınızdan demek olur. Çünkü bunlar, vasiyeti daha-iyi bel­ler, daha iyi tesbit ederler ve unutma ihtimalleri daha uzaktır. Buna karşılık: "Yahut sizden olmayan başka iki kişi" buyruğu da, akraba ye aşiretinizden olmayan diğerleri demek olur.

en-Nehhâs der ki: Bu görüş, arapçada oldukça incelikli, anlaşılması zor bir hususa dayalıdır. Bu da; "Başka, diğer" kelimesinin arapçadaki anla­mının birincisinin türünden olması ile ilgilidir. Mesela: "Bir kerim kişiye ve ondan başka bir diğer kerîme uğradım" denilir. Bu durumda, buradaki *baş-' ka, diğer" kelimesi ikincisinin, birincisinin türünden olduğuna delâlet etmek­tedir. Arapça dil bilginlerine göre, bir kerim kimseye uğradım ve bir diğer cim­riye uğradım demek mümkün değildir. Yine, bir adama uğradım, ve bir baş­ka şeye uğradım da denilmez. İşte bu bakımdan yüce Allah'ın: "Yahut siz­den olmayan başka İki kişi" buyruğunun, yani adaletli iki kişi anlamına gelmeşini gerektirmektedir. Kâfirler ise hiçbir şekilde adaletli olamazlar. îşte bu görüşe göre: "Sizden olmayan" buyruğunu müslümanlar arasından ama aşi­retinizden olmayan diye açıklayanların görüşlerinin doğru olduğunu ortaya koyar.

Bu, dil bakımından güzel bir anlam ve inceliktir. Hatta bu Malik'in ve onun görüşünü kabul edenlerin lehine delil de olabilir. Çünkü onlara göre "sizden olmayan" buyruğunun anlamı, kabilenizden olmayan şeklindedir. Bununla birlikte bu görüşe, ayetin başında; Ey iman edenler" diye hıtab edildiği ve mü'minler topluluğuna böylelikle seslenildiği belirtilerek itim olunmuştur. [382]

 

7- Zimmet Eklinin Şakidliği:

 

Ebu Hanife bu âyet-i kerimeyi, kâfirlerden olan zimmet ehlinin kendi ara­larındaki şahidliklerinin caiz oluşuna delil göstermiş ve şöyle demiştir: Yü­ce Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka İki kişr buyruğunun anlamı, di­ninize mensub olmayan başka iki kişi demektir. İşte bu da onların birbirle­ri hakkındaki şahidliklerinin caiz oluşuna delâlet etmektedir,

Ebu Hanife'ye şöyle denilir: Sen bu âyetin muktezâsı gereğince görüş be­lirtmiyorsun. Çünkü, âyet-i kerime, «immet ehlinin müslümanlar hakkında­ki sahiciliğinin kabul edilmesi ile ilgili olarak nazil olduğu halde sen bunu kabul etmemektesin. O halde bu ayeti delil göstererek bu görüşü ileri sür­men doğru olamaz.

Denilse ki: Bu âyet-i kerime, mantık yoluyla zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul edilmesinin caiz olduğuna delâlet ettiği gibi, tenbihi (dikkat çekmesi") yoluyla da zimmet ehlinin, yine zimmet ehli hak­kındaki şalıidliklerinin kabul edilmesine delâlet etmektedir. Çünkü, onların müslümanlar hakkındaki şahidliği, kabul edildiğine göre, zimmet ehli hak­kındaki şahidlikleri-nin kabulü öncelikle sözkonusudur. Diğer taraftan delil, onların müslümanlar hakkındaki sahiciliklerinin batıl olacağına delâlet etmek­tedir. O halde geriye zimmet ehlinin, kendileri gibi kimseler hakkındaki şa-hidlikleri olduğu gibi kalmaktadır.

Ancak, bu görüşün hiçbir kıymeti yoktur. Zira, zimmet ehlinin, yine zim­met ehli hakkındaki şalıidliklerinin kabul edilmesi, onların müslümanlar hakkındaki şahidliklerinin kabul edilmesinin bir feri durumundadır. Zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul edilmesi -ki, asıl budur-batil kabul edildiğine göre, zimmet ehlinin, zimmet ehli hakkındaki şahid­liğinin -bu da bu aslın fer'İ durumundadır- batıl olması daha uygun ve da­ha bir yerindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [383]

 

8- Yolculuk Halinde Vasiyyet ve Ölümü Hatırlamak:

 

Yüce Allah'ın: "Yolculuk halinde iken" buyruğunda şu takdirde hazfedil­miş ifadeler vardır: "Yolculuk halinde iken sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman" siz de kendi kanaatinizce adaletli olduğunu zannettiğiniz iki kişiye vasiyette bulunup da beraberinizde bulunan malı kendilerine teslim ettikten sonra ölürseniz, bu iki ki§i de sizin bıraktığınız terikeyi alıp miras­çılarınıza götürseler ve mirasçılar bu iki kişinin durumu hakkında şüpheye düşüp hainlik ettikleri iddiasında bulunacak olurlarsa, hüküm şudur: Bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyarsımz. Yani, onlardan teminat alırsınız.,.

Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede "ölüm"ü "musibet" diye adlandırması ile ilgili olarak ilim adamlarımız şöyle demektedir: Ölüm, her nekadar büyük bir musibet ve oldukça ağır bir darbe ise de, ölümden gafil olmak ondan daha büyük bir musibettir. Ölümü hatırlamaktan yuzçevirmek, onun üzerinde düşünmeyi terketmek, ölüm dolayısıyla ameli terk etmek, bundan daha bü­yük bir musibettir. Şüphesiz ibret almak isteyen kimseler için yalnızca ölüm­de bile ibret, düşünmek istiyenler için üzerinde düşünülecek bir çok husus­lar vardır. Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Eğer hayvanlar, sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bilecek olsalardı, onlardan se­miz tek bir hayvan yiyemezdiniz,"[384]

Nakledildiğine göre, bedevi arabın birisi devesi üzerinde yol almaktaymış. Deve ölü olarak yere yıkılınca, bedevi de üzerinden inmiş. Etrafında dolaşıp durumu hakkında tefekkür etmeye ve şöyle demeye koyulmuş? Sana ne ol­du da ayağa kalkamıyorsun. Sana ne oldu da hareket edemiyorsun? İşte azaların olduğu gibi eksiksiz duruyor. Organların sapasağlam. Ne oldu sana? Halin ne? Seni ayakta tutan neydi? Seni hareket ettiren neydi? Seni yere yı­kan ne oldu? Seni hareket etmekten alıkoyan ne? Sonra da durumu hakkın­da düşünerek bu durumundan hayret içerisinde devesini bırakıp gitti. [385]

 

9- Hapsetmek:

 

Yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi,., alıkoyansınız" buyruğu hakkın­da Ebu Ati şöyle demektedir: Bu ketime, Başka ikTnin sıfatıdır. Sı­fat ile mevsuf arasına da yüce Allah'ın: "Haklarında şüpheye düşerseniz,.,"

buyruğu araya girmiştir. {Ancak, mealde bu durum nazar-ı itibara alınmıştır). Bu âyet-i kerime, üzerinde herhangi bir hakkı ödemesi vacib olanın hapsedilmesinde aslî bir dayanak teşkil etmektedir.

Haklar ise İki kısımdır Bazı hakların acilen elde edilmesi, bazı hakların ise, ancak daha sonra tahsil edilmeleri mümkündür. Eğer, üzerinde hak bulunan kişi serbest bırakılacak olursa, gözden kaybolur, saklanır, böylelikle hak batıl olur ve ortadan kalkabilir. O halde, bu hakkın yerine getirilmesinden emin olmak, bunun için işi sağlama almak kaçınılmazdır. Bu ise, ya o hak­kın bir İvazı olan bir şeyi almakla mümkün olur, buna da rehin adı verilir, ya da hakkın ve alacağın talebi hususunda onun yerini tutacak bir başka kişi va­sıtasıyla gerçekleşir ki, buna da kefil denilir. Bu da birincisinden daha aşa­ğı bir mertebededir. Zira kefilin de diğeri gibi ortadan kaybolması ve öbürü gibi bulunamaması mümkündür, Ancak, bundan daha fazla birsey yapma­ya imkân da yoktur. Şayet bu iki belgeleme yoluna da imkân bulunmazsa, ge­riye üzerinde hak bulunanın hapsedilmesi suretiyle işi sağlama almaktan baş­ka bir yol kalmaz. Bu durumda üzerinde hak bulunan kişi üzerindeki hakkı ödeyeceği veya ödeme zorluğu çektiği anlaşılacağrvakte kadar devam eder. [386]

 

10- Bedenî Haklar Dolayısıyla Hapis:

 

Şayet hak, hadler ve kısas gibi bedeli kabil olmayan bedenî bir hak olur da, onun acilen tahsil edilmesi mümkün değilse, böyle bir durumda üzerinde hak bulunan kimseyi hapsetmekle işi sağlama bağlamaktan başka bir yol kalmaz, İşte bu hikmet dolayısıyla haps (tutukluluk) meşru görülmüştür Ebu Dâvud, Tirmizî ve diğerlerinin rivayetlerine göre, Behz b. Hakim babasından, o da de­desinden, Peygamber (sav"), bir itham dolayısıyla birisini hapsetmiştir.[387]

Ebu Davud'un rivayetine göre de, Amr b. es-Şirrîd babasından, o, Rasu-lullah (sav)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: "Ödeme imkânı bulan kim­senin savsaklaması, onun ırzını şeref ve haysiyetinin zedelenmesini ve ce­zalandırılmasını helal kılar." İbnü'l-Mübarek der ki: Irzının helal olması; ona ağır ve kaba sözler söylenmesi, cezalandırılması ise, üzerindeki hak dolayı­sıyla haps edilmesidir.[388] el-Hattabî de der ki: Hapis iki türlüdür. Ceza olarak hapis ve durumun ortaya çıkarılması kastıyla hapis (tutuklama), Buna göre ceza, ancak ödenmesi gereken bir hak halinde sözkonusu olur. Bir itham do­layısıyla hapse gelince, böyle bir hapis, ithamın arkasındakintn (gerçeğin) ortaya -çıkarılması içindir

Yine rivayet olunduğuna göre Hz, Peygamber, itham dolayısıyla bir kişi­yi  bir süre hapsettikten sonra serbest bırakmıştır.

Ma'mer, Eyyub'dan, o, İbn Sîrîn'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şureyh, bir kişi aleyhine bir hak (ödemesi) hükmünü verecek olursa, kendisi yerinden kalkıncaya kadar o kişinin mescidde alıkonulmasını emrederdi. Eğer başkasının üzerindeki hakkını ödeyecek olursa onu serbest bırakırdı. Aksi tak­dirde hapse götürülmesini emrederdi. [389]

 

11. Alıkoyma Hali Namazdan Sonra Olacaktır:

 

Yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyanınız* buyruğun-

daki "namaz"dan kasıt, ikindi namazıdır. İlim adamlarının çoğunluğu böyle demiştir. Çünkü, çeşitli din sahipleri bu vakti ta'zim eder, bu vakitte yalan söy­lemekten, yalan yere yemin etmekten çekinirler.

el-Hasen öğle namazıdır derken, bunun, herhangi bir namaz olduğu da söylenmiştir. Şahidlikte bulunan kişiler, kâfir iki kişi olduklarına göre, ken­di namaz vakitlerinden sonra hapsedilirler, de denilmiştir Bu görüg, es-Süd-dî'ye attir

Yine denildiğine göre, bu alıkoymanın namazdan sonra olmasının şart ko-sulmasındaki fayda, vakti ta'zim etmek ve bu suretle şahidlikte bulunacak­ları korkutmaktır Çünkü melekler o vakitte (ikindi vaktinde) hazır bulunur­lar. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: "Her kim ikindiden sonra yalan ye­re yemin edecek olursa, yüce Allah'ın huzuruna -Allah, kendisine gazab et­miş olduğu halde- çıkar."[390]

 

12- Yeminlerin Tağltzi (Ağırlaştırılması):

 

Bu âyet-i kerime, yeminlerin tağlîzinde aslî bir dayanaktır. Tağlîz ise, dört şeyle gerçekleşir:

1- Sözünü ettiğimiz şekilde zaman ile

2- Mescid ve minber gibi mekân ile. Bu hususta Ebu Hanife ve arkadaş­ları muhalif kanaattedir. Çünkü onlar şöyle derler: Herhangi bir kimsenin Pey­gamber (sav)'jn minberi yanında veya Rükn-ı Hacerî İle Makam-ı İbrahim ara­sında ister az ister çok bir şey için yemin ettirilmesine gerek yoktur. Buha-rî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle bir başlık açmakla bu görüşü be­nimsemiş görünmektedir:

Müddea aleyh, yemin etmesi üzerine nerede vacib olmuşsa orada yemin eder ve bir yerden başka bir yere gönderilmez."[391]

Malik ile Şafiî ise şöyle demektedirler: Kasame yeminlerinde bulunacak kimseler -Mekke çevresinde bulunuyorlarsa- Mekke'ye getirilir ve bunlar Rü­kün ile Makam arasında yemin ederler. Medine çevresinde bulunanlar da Me­dine'ye getirilir, minber üzerinde yemin ederler.

3- Durum ile yeminin ağırlaştırılması: Mutarrif ile İbnü'l-Mâcişûn ve Şafiî'nin kimi arkadaşlarının rivayetlerine göre kişi, ayakta yüzünü kıbleye çe­virmiş olarak yemin eder. Zira böyle bir yemin kişiyi (yalan söylemekten) da­ha bir alı koyar ve engeller.

İbn Kinane : Oturarak yemin eder, der. Îbnü'l-Arabî de şöyle demektedir; Benim kanaatime göre, bu hususta hakkında nasıl hüküm verilirse Öyle ye­min eder Eğer, ayakta yemin etmesine hüküm verilmişse ayakta, oturarak ye­min etmesine hüküm verilmişse oturarak yemin eder. Zira, ne herhangi bir rivayette, ne de aklen, ayakta ya da oturarak yemiu etmenin nazar-ı itibara alınacağına dair herhangi bir şey sabit olmuş değildir.

Derim ki; Kimi ilim adamı, Alkame b. Vâil'in babası yoluyla naklettiği ha­diste yer alan: "Yemin etmek üzere gitti" sözünden, ayakta yemin etme ge­rektiği sonucunu çıkartmışlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah tır. Sözkonu-su bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[392]

4- Lafız ile tağlîz (yeminin ağırlaştırılması): Bazıları, yalnızca billahi (Allah adına) denilerek yemin edileceğini ve buna ayncarbirsey eklenmeyeceğini ka­bul etmişlerdir Çünkü, yüce Allah: "Allah'a şöyle yemin ederler" diye bu­yurmaktadır. Yine yüce Allah'ın: "De ki, Rabbim hakkı için evet" (Yûnus, 10/53); "Allah'a yemin ederim ki, muhakkak putlarınız için bir tuzak hazır­layacağım'" (el-Enbiya, 21/57.) Hz. Peygamber "Kim yemin edecekse, ya Al­lah adına yemin etsin, yahut sussun,"[393] diye buyurması ile adamım "Allah'a yemin ederim bunlara birşey eklemem"[394] demesi, bunu gerektirmektedir,

Malik der ki: Kişi, "kendisinden başka ilah bulunmayan Allah adına yemin ederim ki onun benden alacak bir hakkı yoktur. Hakkımdaki iddiaları batıl­dır" diye yemin eder. Bu görüşüne delil ise, Ebu Davud'un kaydettiği şu ri­vayettir: Bize Müsedded anlattı dedi ki: Bize, Ebu'l-Alıvas anlam, dedi ki: Bi­ze, Ata b. es-Sâib anlattı dedi ki: Ebu Yahya'dan, o, îbn Abbas'tan, Peygamber (sav)'m şöyle buyurduğunu nakletti: -Kendisine yemin teklif eden ada­ma- dedi ki: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına onun sende hiç­bir hakkının bulunmadığına dair yemin et." Yani, müddainin (davacının) sen­de bir hakkı bulunmadığına dair (yemin et!) Ebû Dâvud dedi ki; Ebu Yalı ya'mn adı Ziyad'dır. Kûfetidir, güvenilir ve sağlam bir ravidir.[395]

Kûfeliler ise şöyle derler Yalnızca Allah adına yemin eder. Şayet hakim onun itham altında olduğunu kabul ederse, yeminini ağırlaştırır, O takdirde kendisinden başka ilah bulunmayan, gizliyi ve açığı bilen rahman ve rahim olup açığı nasıl biliyorsa gizliyi de öyle bilen, güzlerin hain bakışını, kalp­lerin gizlediklerini dahi biten Allah adına yemin etmesini ister.

Şafiî mezhebine mensub ilim adamları, ayrıca Mushafa el basarak yeminin ağırlaştmlacağını ifade etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise, bir bidattir, as-hab-ı kiramdan hiçbir kimse böyle bir yeminden sözetmiş değildir. Şafiî ise San'a hakimi İbn Mazîn'in Mushafa yemin ettirdiğini ve arkadaşlarına bunu emrettiğini, bu şekilde yemini de îbn Abbas'tan rivayet ettiğini söylerken gör­düğünü iddia etmiş İse de böyle bir rivayet sahih değildir.

Derim ki: "el-Mühezzeb" adlı kitapta şöyle denilmektedir: Eğer Mushafa ve onda bulunan Kur'an-ı Kerime yemin edecek olursa, Şafiî'nin Mutarrif ten nak­lettiğine göre, îbn ez-Zübeyr, Mushafa yemin ettirirmiş. (Şafiî devamla) der ki: Ben, San'a'da Mutarrif 1 Mushafa yemin ettîririrken gördüm. Yine Şafiî der ki: Bu, güzel bir şeydir. İbnü'l-Münzir ise der ki: Hakimin talaka, köle azad etmeye ve Mushafa yemin ettirmesi gerekmediğini (fukahâ) icma ile kabul etmişlerdir.

Derim ki: Yeminler ile ilgili olarak, Katade'nin Mushafa yemin ettirdiğine dair ifadeler önceden geçmiş bulunmaktadır. Ahmed ve İshâk da derler ki: Böyle bir şey mekruh değildir. Bunu, onlardan İbnü'l-Münzir nakleimektedir.[396]

 

13. Kendisi Sebebiyle Yemin Teklif Edilecek Miktar:

 

Bu bahis ile ilgili olarak hakkın tesbit edilmesi için, kendisi dolayısıyla ye­min edilmesi gereken mal miktarının ne kadar olması hususunda Malik ve Şafiî'nin farklı görüşleri vardır.

Malik der ki: Hakkın tesbiti için üç dirhemden daha az miktar için yemin teklif edilmez. Bu da el kesme cezasının uygulanmasına kıyasen böyledir. Kendisi sebebiyle elin kesildiği ve böylelikle o organa saldırının haramlığı-nın kaldırıldığı her bir mal, büyük bir mal demektirŞafiî ise der ki: Böyle bir durumda yemin, zekâta kıyasen, yirmi dinardan daha aşağı miktardaki mat için teklif edilmez. Aynı şekilde, her mescidin ya­kınındaki minberde yemin ettirmek de böyledir. [397]

 

14. Allah Adına Yemin:

 

Yüce Allah'ın: Allah'a şöyle yemin ederler" buyruğunda-ki "fe" harfi, cümleyi cümleye atfeden bir edat, yahut bir cevap ve cezadır Çünkü: "o iki kişiyi,,, alikoyarsınız" buyruğunun anlamı, O ikisini ahkoyu-nuzdur. Yani, yemin etsinler diye alıkoyunuz. O halde bu, ifadenin delâlet ettiği emrin cevabıdır. Şöyk denilmiş gibidir: : Onları alı­koyduğunuz takdirde yemin etsinler." Şair -Rimme der ki:

"Ve gözbebeğim bazan suyu (gözyaşını) tutuvenY.

Ve birçok defaler da bol bol yaş akıtır da suya gömülür."

Nalıivcilere göre bu ifade :Eğer, gözyaşını tutacak olursa, bu sefer onda bo­ğucu gözyaşları görülür, takdirindedir. [398]

 

15. Yemin Edecekler Kimlerdir:

 

Yüce Allah'ın: "Bu İkisi yemin ederler" buyruğu ile kastedilenlerin kim­ler oldukları hususunda larklı görüşler vardır. Söylediklerinde şüpheye dü­şülecek olursa, yemin edeceklerin iki vasi olduğu söylendiği gibi, adaletli ol­mamaları ve sözlerinden şüpheye düşmesi halinde hakimin yemin teklif edeceği iki şaJıid olduğu da söylenmiştir.

ffanuY-Araâı' 6u görüşün tutarsızfrğını ifâde eeferefe şöy/e cfeme&tedfr: -Sı-dât olmakla birlikte- benim işittiğime göre, İbn Ebi Leylâ, hak talebinde bu­lunan kimseyi iki şahid ile biriikte, şahidlik ettiklerinin hak olduğuna dair ye­min ettirir, O takdirde (ye mini eriyle yalan söyledikleri ortaya çıktığı takdir­de) hak sahibine hakkına dair hüküm verilir. Bana göre bu ise, hakimin o mik­tarın kabzedilmesi hususunda şüphe etmesi halindedir. Bu durumda kişi, (hak sahibi") bu miktarın halen mevcut olduğuna dair yemin eder. Bunun dışında­ki hallerde ise, buna iltifat edîEmez. Bu müddai (davacı) hakkında böyledir. Peki, şahid nasıl hapsedilebilir ve ona nasıl yemin ettirilir? Bu, kendisine il­tifat olunmayacak bir iddiadır.

Derim ki: Sahicilik edene yemin etmesinin vacib olduğu, Allah'ın herhanmaktadır. Şöyle denilmiştir: İki şahide yemin ettirilmesinin sebebi, müddea aleyh (davalı) oluşlarından dolayıdır. Çünkü mirasçılar, malda hainlik ettik­lerini iddia etmîg olurlar. [399]

 

16. Vasiyete Şakidlik Edenlere Yemin Ettirmenin Şartı:

 

Yüce Allah'ın: "Şüpheye düşerseniz" buyruğu, bir şarttır. Bu şart, bulun­madığı sürece şahidlere yemin teklifi sözkonusu otmaz. Şüphe ve anlaşmaz­lık sözkonusu olmadığı takdirde de yemin de sözkonusu değildir. İbn Atiy-ye der ki: Ebu Musa'nın zirnmilere yemin ettirmesinden; hükmünden onla­rın yeminleri ile şahîdlikleri tamamlanır ve o takdirde hak sahipleri lehine va­siyetin gereği yerine getirilir, şeklinde anlaşılan hususa gelince; Ebu Davud'un eş-Şa'bîden rivayetine göre, Müslümanlardan bir kişi, şu Dakuka diye bili­nen bir yerde vefat etti. Ölümü esnasında vasiyetine şahidlik edecek hiçbir müslüman bulamadı. Bunun üzerine kitap ehlinden iki kişiyi şahid tuttu. Bun­lar Kûfe'ye gelip, Ebu Musa el-Eş'arî'ye vardılar ve ona durumu haber ver­diler, Adamın terikesini ve vasiyetini de beraberlerinde getirdiler. el-Eş'arî dedi ki: Sizin bu durumunuz, Rasulullah (sav)'ın döneminde görülenden son­ra meydana gelmiş değildir. Daha sonra ikindi namazı akabinde, bu iki şa­hide: "Hainlik etmediklerine, yalan söylemediklerine, değiştirmediklerinet giz­lemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ye bunun, o adamın vasiye­ti ve terikesi olduğuna dair yemin ettirdi." Sonra da onların şahidiiklerinin gereğim uygulamaya koydu.[400]

İbn Atiyye der ki: Bu şüphe, âyetin mensûh olmadığı görüşünde olanla­ra göre, hainlikte ve lehine vasiyette bulunulan kimselerin bir kısmına mey­lederken, bir kısmına da meyletmeme ithamı halinde sözkonusu olur. İşte bu­nu kabul edenlerin görüşüne göre, o takdirde yemin ettirilir. Âyetin mensûh olduğu görüşünde olanlara gelince, yemin ettirme ancak hainlik şüphesi, ya­hut da herhangi bir haksızlık şüphesi halinde sözkonusu edilir. Bu görüşü kabul edenlere göre yemin ettirme, inkârda bulunan aleyhine İddiaya göre yapılır. Yoksa, şahidliği tamamlamak için yapılmaz.

İbnü'l-Arabî der ki: Şüphe ve itham dolayısıyla yemin iki kısımdır. Bir kıs­mında şüphe, hakkın sübutu ve davanın uygun görülmesinden sonra sözko­nusu olur. Bu durumda yeminin vücubunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer bir kısmında ise, hak ve hadlerde mutlak ithamın varlığı sözkonusudur. Bu ise, etraflı açıklamaları gerektiren bir konu olup buna dair geniş bilgiler furü (fı­kıh) ki laplarında dır. Burada ise, zikrolurıan rivayetlerden de görüldüğü gjbi, iddia tahakkuk etmiş ve güç kazanmış bulunmaktadır. (Onun için iddi­ayı inkâr edene yemin tevcih olunur.) [401]

 

17. Âyeti Kerimedeki Bu Şartın İlgili Olduğu Buyruk:

 

Yüce Allah'ın: "Şüpheye düşerseniz1* buyruğundaki şart, yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi... akkoyarsııuz buyruğu île alakalıdır. "Şöyle yemin ederler" buyru­ğu ile alakalı değildir. Çünkü bu alıkoyma, yeminin sebebini teşkil etmektedir. [402]

 

18. Yakın Akraba Dahi Olsa, Lehine Yalan Yere Yemin Edilemez:

 

Yüce Allah'ın:  Akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir bedele satmayaca­ğa" buyruğunun anlamı şudur: Yani, bu iki kişi yeminlerinde şöyle derler: Bizler, yaptığı vasiyet yerine bedel olarak alacağımız herhangi bir ivaz kar­şılığında yemin etmiyoruz. Ve bu malı kimseye tesfirn. etmiyoruz. İsterse le­hine yemin ettiğimiz kişi bizim yakın bir akrabamız olsun.

Arapçada, kullanılan ifadelerde birtakım kelimelerin hazfi çokça görülen bir husustur. Yüce Allah'ın: "Melekler, her kapıdan üzerlerine girerler: Se­lam sizlere" (er-Râd, 13/23.) buyruğu, selam sizlere diyerek...demektir. Bu­rada, satın almak, ise, satmak demek olmayıp, birşeyi tahsil etmek, ele ge­çirmek anlamındadır. [403]

 

19. Herhangi Bir Menfaat îçin Şehâdet Değiştirilemez:

 

Yüce Allah'ın: Satmayacağız" buyruğu,  Yemin eder-ter" buyruğunun cevabıdır. Çünkü kasem {yemin), yemin ettirilen maksada göre yapılır Bu da nef'y halinde; ile olumsuz edatları, olumluluk ha­linde; ): Muhakkak ve (te'kid için gelen) "lâm" kullanılır. "O): Bunun­la" (yani yeminimizle.) deki zamir, yüce Allah'ın adına aittir. Çünkü, buna en yakın anılan isim odur. Yani: Biz, dünyevî karşılık mukabilinde Allah'tan ala­cağımız mükâfatımızı vermeyiz

Bunun, şahidliğe ait olma ihtimali de vardır. O takdirde şahidlik, "kavi: Söz söylemek" anlamı nazar-ı itibara alınarak müzekker gelmiştir. Hz. Pey#am-ber'in şu buyruğunda olduğu gibi: Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü, şüphesiz o beddua ile Allah arasın­da bir perde yoktur."[404] Görüldüğü gibi burada; O zamirini, beddua anlamı­na ait kılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde (4/8. âyet, 9- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [405]

 

20. Bedel Ne Demektir

 

Yüce Allah'ın: Bedel" buyruğu ile ilgili olarak Kûfeliler şöyle de­mişlerdir: Bedeli (değeri.) olan yani, değeri bulunan herhangi bir mal anla­mındadır. Burada muzaf hazf edilmiş, muzafun ileyh onun yerini almıştır.

Bize ve birçok ilim adamına göre ise, semen; paha, bedel bizzat kendisi olabileceği gibi, malın kendisi de olabilir. Çünkü bize göre semen, nasıl sa­tın alınan bir şey ise, semen mukabili verilen şey de satın alınan bir şeydir. Satılan ve satın alınan herbir şey, satış ister mal ve nakit, ister iki mal, ister­se de iki nakit alıp vermek suretiyle de yapılmış olsun, herbirisine hem se­men, hem mesmun denilir.

Bu asla binaen, şu mesele de ele alınır: Satın alan kişi iflas edip, satıcı sat­tığı malı iflas edenin yanında bulacak olursa, onu öncelikle almak hakkına sahip olur mu? Ebu Hanife: Onu öncelikle almak hakkında sahip olamaz, der ve bu görüşünü bu asla binaen ileri sürer ve şöyle der: O malın sahibi de di­ğer alacaklılar seviyesindedir. Malik ise şöyle der: Ölümde değil de, iflas ha­linde o mal sahibi malını almaya daha bir hak sahibidir. Şafiî ise: İflas halin­de de ölüm halinde\^e hak sahibi onu almakta önceliklidir, der.

Ebû Hanife, sözünü ettiğimiz delili gerekçe gösterdiği gibi, gunu da gerek­çe göstermektedir: Külli asıl kaide, borcun hem iflas edenin, hem ölenin zim­metinde bulunduğudur. Onların ellerinde bulunan mal ise, ödemenin ken­disiyle yapılacağı şeydir. O halde bütün alacaklılar o malda kendi alacakla­rı olan ana mallan oranında ortaktırlar. Bu hususta malların ayni olarak bu­lunmaları İle bulunmamaları arasında, da bir fark yoktur. Çünkü, sözkonusu mal, artık satıcının mülkiyetinden çıkmış ve bunlar lehine bu malların bedel­leri alıcının zimmetinde vacib olduğu ıcma ile kabul edilmiştir. O halde ala­caklıların, ancak sattıkları malların semenleri, yahutta bu mallardan bulunan­ları (hakları oranında) verilir. Malik ve Şafiî ise, bu kaideyi, hadis imamları Ebu Dâvud ve başkalarının bu hususta rivayet etmiş oldukları bir takım ha­berlerle tahsis etmişlerdir. [406]

 

21. Allah'ın. Şahidliği:

 

Yüce Allah'ım "Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz" buyruğu, Allah'ın bi­ze bildirmiş olduğu şahidliği gizlemeyeceğiz, demektir.

Burada yedi ayrı kıraat sözkonusudur. Bunları öğrenmek isteyen "et-Tak-sil" adlı kitapta ve başkalarında bulabilîr. [407]

 

22. Şahidlerin Günah Hakettikleri Ortaya Çıkarsa:

 

Yüce Allah'ın; "Eğer onların bir vebali hakettikferi gerçekten ortaya çı-

kanhrsa" buyruğu ile ilgili olarak Ömer, bu âyet-ı kerime bu sûrede bulunan ahkâm arasında içinden çıkılması en zor âyetlerdendir demiştir.

ez-Zeccâc da der ki: Kur'ân-ı Kerimde irabı en zor olan, yüce Allah'ın: Aleyhlerine hak kazananlardan en yakın İki kişi" Dikkat edilecek olursa burada (kelimesi Âsim kıraatinden farklı olarak meçhul okunmuştur. Ona muttali olundu, demektir: Mesela Onun bir hainliğine muttali oldu, anlamındadır. Benden başkasını ona muttali kıldım anlamındadır. Yüce Al­lah'ın:  Böylece Biz onlara muttali olunmasını sağladık" (el-Kehf, 18/21) buyruğu da buradan gelmektedir. Çünkü öbürleri bunları fKelıf ashabını) arayıp bulmak istiyorlardı. Onların yerlerinin nerede olduğunu bi­lemiyorlardı. Aslında; mastarı, birşeyin üzerine düşmek demektir. Arap­ların, parmağa çarpan birşey sebebiyle düşecek olur ise Adam düştü tabirini kullanırlar. Yine ) tabirini de, bir sad­me parmağına isabet edip üzerine düştüğü Takdirde kullanırlar. Tökezleyen ve düşen at (ye benzerleri) hakkında da; derler. Şair el-A'şa da şöy­le demektedir:

"O güçlü ve kuvvetli dişi deve ki, tökezlediğinde Onun yere düşmesi, benim ona kalk deyişimden daha yakındır

(daha kalk diyemeden o kalkıverir.)"

Yükselen toza da; denilir. Çünkü bu yükselen toz, yüzün üzerine düşer.  ise, gizli olan iz ve etki demektir, Çünkü bu da gizliden gizli­ye fark edilebilen bir şeydir.                                                              

Yüce Allah'ın: Onların İkisinin" buyruğundaki zamir, -Said b. Cü-beyr'den nakledildiğine göre- yüce Allah'ın: "İçinizden adalet sahibi iki ki­şi" buyruğunda, kendilerinden söz edilen iki vasiye aittir. İbn Abbas'tan nak­ledildiğine göre iki şahide ait olduğu da söylenmiştir. "Hakettikleri", ken­dileri hakkında günahın vacib olduğu

"Vebali", hainlikleri dolayısıyla ve kendilerinin olmayan birşeyi aldıkları İçin. Yahut yalan yere yemin etmeleri, ya da batıl şahidlıkleri sebebiyle bir vebali hakettikleri ortaya çıkarılırsa; demektir.

Ebu Ali der ki; Burada vebal, alınan şeyin adıdır. Çünkü, onu alan bir kim­se, aldığından dolayı günahkâr olur. O bakımdan haksızca alınan bir şeye "mazleme" denildiği gibi, buna da "ismr vebal" adı verilmiştir. Sibeveyh ise

der ki: Maileme, senden alman şeyin adıdır. Aynı şekilde burada da alınan şey, mastar adı ile "ism: vebal" diye adlandırılmıştır ki, alınan bu şey, gümüş bir kab idi. [408]

 

23.  Vebal Hakedenlerin Yerine Geçecek Diğer İki Kişi:

 

Yüce Allah'ın: "(Ölene) en yakın başka iki kişi yeminlerde ve şehadette bunların yerine geçer" Burada "başka İki kişi" buyruğu, mirasçıların (o ki­şinin mirasçılarının) iki kişi olmaları dolayısıyla dır. Yine bunun merfu1 gel­mesi, gizli bir fiil dolaylıyladır, Geçer" ise, sıfat mahsûl indedir. " Bunların yerine" ifadesi ise, mastardır. Takdiri de şöyledir: On­ların yeri gibi bir yere geçerler. (.Onların yerlerini tutarlar). Sonra, sıfat mev-suf yerine ikâme edilmiş, muzat' da muzafun ileyh yerine ikâme edilmiştir. [409]

 

24. Haksızlığa Uğrayanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Haksızlığa uğrayan (mirasçOlar-dan..." en yakın iki kişi[410] buyruğu ile ilgili olarak İbn es-Serrî şöyle demek­tedir: Yani, aleyhlerine yapılan vasiyetin hak kazanıldığı kimselerden demek-tir. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama buyruk ile ilgili olarak yapılan açıklama­ların en iyilerindendir. Çünkü burada bir harf bir başka harfin yerine konul­mamaktadır, İbnü'l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Aynı şekilde tefsir de bu­na göre yapılmıştır. Çünkü buyruğun anlamı, tefsir bilginlerine güre şöyle­dir: Aleyhlerine olmak üzere vasiyete lıak kazanılanlardan...  En ya­kın iki kişi" ise, yüce Allah'ın: : Başka iki kişi" buyruğundan bedel­dir. Bu açıklamayı İbn es-Serrî yapmış ve en-Nehhâs da bunu tercih etmiş­tir. Bu ise, nekireden marifenin bedel yapılmasıdır. Nekireden marifetlin be­del yapılması ise caizdir.

Şöyle de denilmiştir: Eğer nekireden daha önce söz edilmiş, sonra ondan bir daha söz edilirse o, marife olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibiİçinde kandil bulunan bir kandillik gibidir." Daha son­ra ise "O kandil de bir sırça içindedir" diye buyurduktan son­ra da? " sırça da..." Cen-Nur, 24/35.) buyruğunda görüldüğü gibi, (Önce nekireden söz edilmiş, daha sonra ondan marife olarak bedel yapıl­mıştır.)

Bunun, Yerine geçer" buyruğundaki zamirden bedel olduğu da söylenmiştir. Buna göre şöyle buyrulmuş gibidir: "O takdirde en yakın olan iki kişi... yerine geçer," Yahut da hazfedilmiş bir mübtedânın da haberi ola­bilir İfadenin de takdiri şöyle olur: Başka iki kişi, bunların yerine geçerler ki, bunlar da en yakın iki kişidirler. İbn İsa da şöyle demektedir: En yakın iki kişi" Haksızlığa uğrayan; kelimesinin muzafm hazfi tak­dirine göre mef uldür Yani, onlar hakkında ve onlar sebebiyle önceki iki ki­şinin günahının hak edilmiş olduğu İki kişi anlamına gelir. Buna göre bu­rada ise, (anlamındadır. ): Süleymamn mülkü üiere'fel-Bakara, 2/102) buyruğunun, Süleymamn mülkünde" anlamına geldiği gibi. Şair de şöyle demektedir:

"Ne zaman onu tanımazlıktan gelir, hakkında, şüpheye düşerseniz

onu tanırsınız; Onun dört bir yanından kanlar dökülecektir

Yani, anlamındadır.

Yahya b, Vessâb, el-A'meş ve Hamza Öncekiler şeklinde : Ön­ceki kelimesinin çoğulu olarak? ve";Kimseler kelimesinden veya; Haksızlığa uğrayanlar, anlamındaki kelimenin sonunda yer alan (ne ve mim) zamirinden bedel olmak üzere okumuşlardır.

Hafs isekelimesini, "te ve ha" harfini üstün olarak okumuştur. Bu kıraat, Ubeyy b. Kâ'b'dan da rivayet edilmiştir. Faili ise; En yakın iki kişi" buyruğudur. Mef ul İse hazf edilmiştir. İfadenin takdiri ise: Ölenin yap­tığı vasiyete hak kazandığı halde haksızlığa uğrayan ölene yakın kişilerden ikisi... şeklindedir. Onlara karşı yeminlerin reddedilmesi hakkını kazanan kim­seler olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen'den de; Önceki iki kişi kıraati rivayet edildiği gibi, İbn Sîrtn'deh de; kıraati rivayet edilmiştir, en-Nehlıâs ise der ki: Bu iki kı­raat de lahn'dır. (Doğru ve düzgün değildir). Çünkü, hiçbir zaman tesniye ola­rak; kalıbında bir kelime kullanılmaz. Şu kadar var ki, el-Hasen'den; [411] diye bir kıraat rivayet edilmiştir. [412]

 

25. Ölenin Yakınlarının Yapacakları Yemin:

 

Yüce Allah'ın: "Diye Allah adına yemin ederler buyruğu şu demektir: Va­siyette şahitlik edenlerin yerine geçen o diğer iki kişi şöylece yemin eder­ler: Bizim adamımızın vasiyetinde söyledikleri doğrudur. Sîze, vasiyetiyle tes­lim ettiği mal ise, sizin bize getirdiğinizden daha fazla idi. Ve şüphesiz ki sö­zünü ettiğimiz bu kab da bizim adamımızın beraberinde götürdüğü ve vasi­yetinde de yazdığı eşyaları cümlesindendir. Siz ise bu hususta hainlik ettiniz. İşte yüce Allah'ın: "Bizim sahiciliğimiz, o iki kişinin şahadetinden elbet­te daha doğrudur" yani, bizim yeminlerimiz, onların yeminlerinden daha ger­çektir, anlamındaki buyruğu bunu ifade etmektedir Böylelikle şehadetin ye­min anlamında kullanıldığı da sahih olarak sabit olmaktadır, Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Onların her birisinin şahitliği dört defa Al­lak adına... diye şehadet etmesi (yemin etmesi)...dir. " Cen-Nûr, 24/8)

Ma'mer, Eyyub'dan, o, İbn Sîrîn'den, o, Abideden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunun üzerine ölenin yakınlarından iki kişi kalkıp yemin ettiler.

" Bizim şahidliğimiz... daha doğrudur" buyruğu mübteda ve haberdir.

Yüce Allah'ın: "Biz aşırı da gitmedik" de, biz bu yeminimizde hakkı aş­madık anlamındadır. "O takdirde muhakkak zalimlerden oluruz" yani, biz batıl üzere yenlin edecek ve hakkımız olmayan bir şeyi alacak olursak, zalimlerden oluruz. [413]

 

26. Yeminlerin Reddi:

 

Yüce Allah'ın:  Bu.... daha yakındır" buyruğu mübtedâ ve ha­berdir, ise nasb mahallîndedir. Getirmeleri" de, ile nasb edil­miştir, " Yahut... korkmalarına™ buyruğu da buna atfedilmiştir. " Tevcih edileceğinden" buyruğu ise, "Korkmalarına" fiili ile nasb mahalliiTidedİr; " Yeminlerinden sonra yeminlerin" buyruğu ile ilgili olarak; Getirmeleri" ve; Korkmaları ke­limelerindeki zamir, kendilerine vasiyet yapılan kişilere racidir. Âyetin akı­şına daha uygun olan da budur. Bununla kastedilenlerin insanlar olduğu da söylenmiştir. Yani, insanların hainlikten sakınarak yeminlerin davacıya tev­cih edilmesi suretiyle rezil olmak korkusu ile, hak ile şahidlikte bulunmala­rına daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [414]

 

27. Allah'tan Korkup Emirlerine İtaat Etmek ve basıklardan Olmamak:

 

Yüce Allah'ın: "Allahtan korkun ve dinleyin" buyruğu, bir emirdir. İşte bundan dolayı, fiillerin sonlarında gelmesi gereken "nûn"lar hazfedil m iştir.

Yani, size söylenenlere kulak verin, bu söylenenleri kabul edin. Bu husus­ta Allah'ın emrine tabi olanlar olun. "Allah fasıklar topluluğunu hidayete er­dirmez" Fasıklık ve fısk, itaatin dışına çıkıp masiyete yönelmek hakkında kul­lanılır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [415]

 

109. Allah Peygamberleri toplayacağı gün: "Sise ne cevap verildi" buyuracak. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesi ga-yıpları çok iyi bilen ancak Sensin" diyecekler.

Yüce Allah'ın: "Allah Peygamberleri toplayacağı gün," buyruğu ile il­gili olarak, bu ayetin kendisinden önceki buyruklarla ilişki yönü nedir diye sorulacak olursa, cevabı şudur: Buradaki ilişki şudur: Vasiyette veya başka bir husus hakkında, iç yüzün hilâfına açıklama yapmanın yasak kılınması, böy­le bir yanlış açıklamayı yapana ceza verecek olanın bu durumunu çok iyi bil­diğini ortaya koymaktadır, Gün" kelimesi zaman zarfıdır. Bunda âmil ise; "(İşitiniz" şeklindeki mukadder fiildir. Yani, öyle bir günün ha­berini dinleyiniz, işitiniz demektir. İfadenin takdirinin: şek­linde, yani Allah'ın peygamberleri toplayacağı günden korkunuz şeklinde, ol­duğu da ez-Zeccâc"dan nakledilmiştir. İfadenin takdirinin: Allanın peygam­berleri toplayacağı vaki olan, Kıyamet gününden sakının, yahut o günü ha­tırlayın şeklinde olduğu da söylenmiştir Anlamlar birbirlerine yakındır. Mak­sat, tehdit ve korkutmaktır.

"Size ne cevap verildi buyuracak" yani, ümmetleriniz size ne şekilde kar­şılık verdi? Siz, kendilerini Beni tevhide çağırdığınız vakit kavminiz size na­sıl karşılık verdi,

^Bîzijn hiçbir bilgimiz yok... diyecekler" Te'vil âlimleri, peygamberlerin: "Bizim hiçbir bilgimiz yok" sözleriyle kastedilen mananın ne olduğu husu­sunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunun anlamının: Biz, ümmetlerimizin 15i-ze verdikleri cevabın iç yüzünü bilmiyoruz, şeklinde olduğu söylenmiştir. Çün­kü, ceza veya mükâfatı verilecek şey budur, Böyle bir açıklama, Peygamber (savVdan rivayet edilmiştir.

Anlamın: : Bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur, şeklin­de olduğu ve burada, bize öğrettiğinden başka, ifadesinin hazfedilmiş oldu­ğu da söylenmiştir ki, bu açıklama ibn Abbas'tan ve biraz farklı olarak Mü-cahid'den rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas şöyle demektedir: Bunun anla­mı şöyledir: Bizim bu konudaki bilgimiz, mahiyetini Senin bizden daha İyi bildiğin bir bilgiden başka bir şey değildir.

Şöyle de denilmiştir: Onlar, böyle bir sorudan dolayı dehşete kapılacak ve korkularından cevap veremeyecekler. Akıllan başlarına geldikten sonra cevap verecekler ve: "Bizim hiçbir bilgimiz yok* diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen, Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. en-Nehhâs ise, böyle bir şey sahih olamaz, demiştir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine ol­sun) için herhangi bir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.

Derim ki: Evet, kıyamet hallerinin birçoğunda bu böyledir. Bize ulasan ha­berde şöyle denilmektedir: "Cehennem getirildiğinde bir sefer kaynayıp co­şar Ne kadar peygamber ve sıddîk varsa mutlaka dizleri üstüne çöker."[416] Yine RasululLah (sav) şöyle buyurmuştur: "Cibril, Kıyamet gününden beni o kadar korkuttu ki, sonunda beni ağlattı. Ve şöyle dedim: Ey Cibril, günahı­mın geçmişi de geleceğimde bana bağışlanmadı mı? Bana şöyle dedi: Ey Mu-hammed, o günün dehşetinden öyle şeylere tanık olacaksın ki, bu bağışla­mayı sana unutturacaktır."[417]

Derim ki: Eğer kimilerinin de söylediği gibi bu soru, cehennemin kayna­yıp coşması esnasında olacaksa, Mücahid ve el-Hasen'in açıklamaları doğ­rudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

en-Nehlıâs ise der ki: Bu hususta sahih olan şudur: Buyruğun anlamı şöy­ledir: Gizli ve açık hallerde size ne şekilde cevap verildi? Bu soru kâfirlere azar olsun diye sorulacaktır. . Peygamberler ise: Bizim hiçbir bilgimiz yok, diyecekler. Bununla da Mesih'i ilah edinenleri yalanlamış olacaklardır. İbn Cüreyc de der ki: Yüce Allah'ın: wStee ne cevap verildi" buyruğunun sizJen sonra neler yaptılar demektir. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphe­siz gaybJarı çok iyi bilen ancak Sensin" diyeceklerdir

Ebu Ubeyd de der ki; Peygamber (sav)'ın bir hadisi de bu açıklamaya ben­zemektedir. O, şöyle buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) bazı kimseler Havz'in başında yanıma gelecekler. Fakat oradan çekip uzaklaştırılacaklardır. Ben de: Onlar Ümmetimdendirler diyeceğim. Bu sefer: Sen, senden sonra bunların

(dinde olmayan) neler ortaya çıkardıklarını bilemezsin denilecektir."[418]

Gayblar kelimesinin "ğayn" harfini, Hamza, el-Kisaî ve Ebu Bekr esreli okumuşlart diğerleri ise ötreli okumuşlardır.

el-Maverdî der ki; Yüce Allah'ın kendilerinden daha iyi bildiği bir hususu ne diye onlara soracaktır diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilir:

1- O, peygamberlere kendilerinin bilmedikleri, ümmetlerinin küfür, müna­fıklık ve kendilerinden s0nra haklarında uydurdukları yalanları öğretmek için;

2- O, böylelikle ümmetlerini herkesin gözü önünde rezil etmek istediği için soruyu soracaktır. Tâ ki bu onlar için, bir çeşit ceza olsun. [419]

 

110. Allah, o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Senin üze­rindeki ve ananın üzerindeki nimetimi hatırla. Hani Ben seni Kuhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncili de öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer bir şey yapıyordun, ona üfürüyordun da, iznimle bîr kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, abraşı da yine Benim iznimle İyi ediyordun. Yine Benim iznimle ölüleri (di­ri olarak) çıkartıyordun. Ve hani, İsrail oğullarını kendilerine apaçık mucizelerle geldiğin zamanda senden çekmiştim de, iç­lerinden kâfir olanları: 'Bu, apaçık bîr sihirden başka birşey de­ğildir' demişlerdi."

Yüce Allah'ın: "Allah o zaman şöyle diyeceki Ey Meryem oğlu İsa, »enin üzerindeki... nimetimi hatırla" buyruğunda geçen bu durum, Kıyamet gü­nünün niteliklerindendir. Sen, Allah'ın peygamberleri toplayacağı ve İsa'ya şunları şunları söyleyeceği günleri hatırla! diye buyurmuş gibidir, Bu açık­lamayı, el-Mehdevî yapmıştır.

"İsa" kelimesinin ref mahallinde olması, Meryem oğlu" da ikinci bir nida olması mümkün olduğu gibi, bunun da nasb mahallinde ol­ması da mümkündür. Çünkü o, mansub bir nidadır. Şairin şu mısraında oluduğu gibi:

Ey CarudTun oğlu, MünziiMn oğlu Hakemt "

Eğer ikincisi muzaf ise -et- Tuval[420] in dışında hiçbir kimseye göre mer-fu' olması caiz değildir.

Yüce Allah'ın: "Senin üzerindeki nimetimi hatırla™ buyruğuna gelince, Hz. İsa bunları hatırlayan bir kimse olmakla birlikte, Allah'ın kendi üzerin­deki ve annesinin üzerindeki nimetini hatırlamasını emretmesi şu iki sebep­ten dolayıdır:

1- Sair ümmetlere, Allah'ın kendilerine özel olarak tahsis ettiği şan ve şere­fi onlara ayrıcalıklı olarak vermiş olduğu yüksek mevkiini Kitab-ı Kerimin­de okunması,

2- Bununla delilini pekiştirmesi ve onu inkâr edenlerin kanaatlerini reddetmesi.

Daha sonra yüce Allah, nimetlerini saymaya geçerek şöyle buyurmaktadır: "Hani, Ben seni.,, desteklemiştim" yani, gücüne güç katmıştım. Te*yid (desteklemek), güç, kuvvet anlamına gelen; dan alınmıştır. Bu destek­lemeye dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/87. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

"Ruhu'l-Kudüs" iki şekilde açıklanmıştır. Birincisi, daha önce geçen; "Ve ken­dinden bir ruh" fen-Nisa, 4/171. ayet, 3- başlıkta) buyruğunda geçmiş ol­duğu gibit Allah'ın kendisine has olarak vermiş olduğu tertemiz ruhtur. İkin­cisi ise, Cebrail aleyhisseiamdır ki, daha sahih olan da budur Bu da daha ön­ce el-Bakara Sûresi'nde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

tuğun gibi, yetişkin iken de peygamber o\aTak onYarla konuşuyordun. Bu hususa dair açıklamalar, daha önce Âl-i îmran sûresinde (.3/45-46. ayetlerin tefsirinde) geçmiş olduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"İsrail oğullarını» kendilerine apaçık mucizelerle yani, bu âyeti keri­mede sözü geçen apaçık belge ve mucizelerle "geldiğin zamanda" seni öl­dürmek istediklerinde "senden çekmiştim" yani onların zararlarını önlemiş ve engellemiştim "de, içlerinden kâüi-olanları" yani, sana iman etmeyip pey­gamberliğini inkâr edenleri, "bu" mucizeler, "apaçıjc bir sihirden başka bir şey değildir demişlerdi."

Âyet-i kerimedeki Sihir" kelimesini, Hamza ve el-Kisaî;: Sihir­baz, büyücü diye okumuşlardır. Yani, bu adam ancak oldukça güçlü bir sihir­baz olabilir, anlamındadır. [421]

 

111. Hani, havarilere: "Bana ve Rasûlüme iman edin" diye vahyetmiş-tim de: "İman ettik. Gerçekten müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol" demişlerdi.

Yüce Allah'ın: "Hani, havarilere: Bana ve Rasulüme iman edin, diye vah-yetmiştim* âyetinin anlamlarına dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmran, 3/52. âyet ve devamında.) geçmiş bulunmaktadır.

Vahiy, Arapça'da ilham demektir. Birkaç kısımdır: Uz. Cebrail'in pey­gamberlere gönderilmesi anlamında vahiy, bu âyet-i kerimede olduğu gibi ilham anlamında vahiy. Yani Ben, onlara ilham etmiş ve kalplerine böyle bir manayı bırakmıştım. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve Rabbin bal arısına ilham et­ti (vahy)" (en-Nahl, 16/68); "Ve Musa'nın annesine ilham ettik (vahyT (el-Kasas, 28/7.) buyrukları bu kabildendir. Uyanıkken ve uykuda İken bildirmek anlamına da gelir. Ebu Ubeyde der ki: Variyettim, emrettim anlamına gelir.

ise, sıla için gelmiştir. aynı anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın: "Çünkü Rabbin ona vahyetmişti" (ez-Zilzal, 99/5) buyruğunda bu anlamda kutlanılmıştır. Şair el-Accâc da şöyle demektedir:

"Ona karar bulmasını vahyetti, o da karar buldu."

Yanı, ona karar bulmasını emretti, o da karar buldu, demektir.

Burada: "Vahyetmlştim" buyruğunun, onlara emretmiştim anlamına olduğu da söylenmiştir. Onlara açıklamıştım, diye de açıklanmıştır.

"Gerçekten müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol* buyruğunda; "Gerçekten bizlerin..." buyruğu aslı üzere çift 1(nûn" ile gel­miştir. Araplardan bu iki nun'dan birisini hazf eden de vardır. Şahid ol Ey Rab! demektir. Bunun: Ey İsa, gerçekten bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza şahidlik et? anlamında olduğu da söylenmiştir. [422]

 

112. Hani, havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin gökten bize bir sof­ra indirebilir mi?B demişlerdi. O: "Eğer iman edenlerdensenlz Allah'tan korkun" demişti.

Yüce Allah'ın: "Hani havariler: Ey Meryem oğlu İsa... demişlerdi" buy­ruğunun i'rabı, az önce geçen (110. âyetin baş tarafının) i'rabı gibidir.

" Rabbin.... ebüir mi" buyruğunun, Kisaî, Ali, İbn Abbas, Said b. Ciibeyr ve Mücahid tarafından kıraati;  ebilir misin" şeklinde "te" ile ve; "Rabbin kelimesi de nasb ile okunmuştur. Ay­rıca el-Kİsaî; "som edatının "lâm" harfini, daha sonra gelen "te" harfine idğam etmiştir. Diğerleri ise, "te" yerine "ye" ite ve; "Rabbin" kelimesini de merfu' olarak okumuşlardır. Ancak bu kıraatin açıklanması birinçişinden daha zordur. es-Süddî der ki: ("te"li okuyuşa göre) buyruğun anlamı şudur: Sen, Rabbinden üzerimize bir sofra indirmesini isteyecek olursan, Rab-bin sana itaat eder rai? Buna göre; Edebilir" buyruğu, "İtaat eder anlamındadır. Nitekim;: Duasını kabul etti, isteğini yerine getir­di, kipinin (.karşılık verdi, cevap verdi anlamına) kullanıldığı olmaktadır. İş­te burada da (.flk- Güç yetirdi: İtaat etti, anlamındadır.

Buyruğun anlamının: "Rabbin güç yetirebilir mi" anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Ancak, böyle bir soru, onların yüce Allaha dair bilgileri sağlamlaş­madan önce, işin başında vukua gelmişti. Bundan dolayı Hz. İsa, onların bu yanlışlıkları ve yüce Allah hakkında caiz olmayan bir şeyi caiz kabul etmeleri üzerine: "Eğer iman ede ille rdenseniz Allah'tan korkun" demiş idi. Yani, yüce Allah'ın kudretinde hiçbir şüpheye düşmeyin, demişti.

Derim ki: Ancak bu açıklamanın, tartışılır bir yönü vardır. Zira Havariler, peygamberlerin en yakın ve gözde adamları, onların en samimi ve onlara en yakın yardımcı olan kimselerdir. Nitekim, Hz. İsa: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir" dediğinde, "Havariler, Allah'ın (dininin) yardımcıları bizleriz" demişlerdi. (es-Saff, 61/14) Hz. Peygamber de: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim İse ez-Zübeyr'dir." diye buyurmuştur.[423]

Bilindiği gibi peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-yüce Allah hakkında vacib caiz ve imkânsız olan şeyleri öğretmek, bütün bunları da ümmetlerine tebliğ etmek üzere gelmişlerdir. Peki bu husus, peygamberlerin gözde ve özel adamları için yüce Allah'ın kudretini bil­meyecek kadar nasıl gizli kalabilir? Şu kadar var ki, şöyle demek de müm­kündür; 6u ifadeler, onlarla beraber bulunan kimselerden sadır olmuştur. Nitekim, bazı cahil bedevi araplar, Peygamber (sav)'a :Bunlann (silahlarını astıkları ve tapındıkları) Zatu Envât diye bir ağaçları olduğu gibi, bize de bir Zatu Envât yap, demişlerdi.[424] Yine, Hz. Musa'nın kavminden bazı kimseler: "Bunların bir takım tanrıları bulunduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap" (el-A'raF, 7/138) demişlerdi. Nitekim, ileride buna dair açıklamalar, yüce Al­lah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (belirtilen ayet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, istekte bulunanlar şanı yüce Allah'ın bu işe güç yetirebileceğinde şüpheye düşmemişlerdi. Çünkü bunlar mü'min, Allah'ı bilen ve tanıyan kimselerdi. Onların bu ifadeleri, senin bir kimseye, bu işe güç yetire bileceğini bilmenle birlikte, filan kişi gelebilir mi demen kabilin-dendir. O takdirde mana: Bunu yapar mı ve benim bu isteğimi yerine getirir mi şeklinde olur. Bu istekte bulunanlar, şanı yüce Allah'ın buna da başka şey­lere de güç yetireb ildiğini, hem delâlet yoluyla, hem peygamberlerinin ver­diği haber yoluyla, hem de akılları yoluyla biliyorlardı. Ancak, bunu bir de gözleriyle görerek (ayne'l yakin) de aynı şekilde bilmek istemişlerdi. Tıpkı İbrahim (sav)'in -önceden de geçtiği üzere-: "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" (el-Bakara, 2/260.) dediği gibi. Halbuki Hz, İbrahim bunu, bu konudaki haber ve aktf yoluyla elde ettiği bilgilerle bilmişti. Bununla birlikte herhangi bir şüphe ve tereddüdün müdahale etmediği göz­leriyle görerek bilmek istemişti. Zira, mantıkî yoldan elde edilen bilgi ile haber yoluyla elde edilen bilgi hakkında şüphe sözkonusu olabilir ve itirazlar yönel-tilebilir. Ancak, güzle görülerek elde edilen bilgUıakkında bunlann herhan­gi birisi sözkonusu olmaz. Bundan dolayı havariler de tıpkı Hz. ibrahim'in: "Fakat kalbimin yatışması için istiyorum" (el-Bakara, 2/260) dediği gibi, on­lar da: "Kalplerimiz yatışsın,., diye" demişlerdi.

Derim ki: Bu, güzel bir te'vildir. Fakat, bundan da daha güzel te'vil şudur: Bu sözleri, havarilerle birlikte olanlar söylemişlerdi- -İleride açıklanacağı üze­re-. İbnü'l-Arabî, "el-Mustatî; Güç yetîren"i yüce Allah'ın isimleri arasında sa­yar. Ve şöyle der; Bunun, isim olarak kullanıldığı ne Kitapta ne sünnette vâ-rid değildir. Fakat bu, yüce Allah'ın fiili olarak varid olmuştur Daha sonra da havarilerin: "Rabbani indirebilir mi" sözlerini zikreder. Ancak, Îbnü'1-Has-sâr, "Şerhü's-Sünne" adlı eserinde ve başkalarında onun bu görüşünü red­detmiştir. İbnül-Hassâr der ki: Şanı yüce Allah'ın, havarilerin Hz. İsa'ya söy­lediklerini haber verdiği: "Rabbin.., indirebilir mi" ifadesinde, Rabbin güç yetirebilmesînde şüphe sözkonusu değildir. Bu, ince bir şekilde soru sormak ve yüce Allah'a kargı edeptir. Zira, mümkün olan her bir gey, ezelî ilminde mutlaka vuku bulacaktır ve herkes için vaki olacaktır, diye bir şey sözkonu­su değildir. Havariler ise, Hz. İsa'ya iman edenlerin en hayırlıları İdiler. Yü­ce Allah'ın, mümkün olan her birşeye güç yetirebileceğinin onlar tarafından bilinmemesi nasıl zannedilebilir. Güç yetirebilir mi?" buyruğunun " İle (yapabilir misin) şeklindeki kıraatine gelince, şöyle denilmiştir: Ya­ni, Rabbinden böyle bir istekte bulunabilir misin. Bu, Âişe ve Mücahid'in -Allah ikisinden de razı olsun- görüşüdür. Aişe (r.anha) dedi ki: Bu havariler: "Rabbİn güç yetirebilir mi?1* demeyecek kadar yüce Allah'ı bilen kimseler idi. Ama onlar: "Sen, Rabbinden dileyebilir misin" demişlerdi. Yine Hz, Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Havariler, şanı yüce Allah'ın sofra indirmeye kadir olduğunda şüphe etmiyorlardı. Ama onlar, "Rabbin İndirebilir mi" değil de; "Sen, Rabbmden istiyebilir misin?" demişlerdi.

Muâz (b. Cebel) dedi ki: Ben, Peygamber (sav)'ı defalarca "te" harfi :Rabbinden isteyebilir misin?" diye okuduğunu işitmişimdîr.

ez-Zeccâc da der ki: Yani, istediğin bu hususta, Rabbinin isteğini yerine getirmesini istiyebilir misin? Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbine bu hususta dua edip O'ndan dilekte bulunabilir misin? İkisinin de anlamı bir­birine yakındır, takat bir mahzuf takdiri de kaçınılmazdır. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82.) buyruğunda olduğu gibi. Ancak, "te" "ye" ile okuyuşta herhangi bîr ifadenin hazfedildiğint söylemeye gerek yoktur.

"Eğer iman edenlerde as eniz" Yani, eğer sizler, Ona ve benîm getirdik­lerime iman eden kimseler iseniz. -Çünkü size, yeteri kadar âyetler, mucizeler gelmiş bulunmaktadır- "Allahtan korkun demişti" O'na isyan etmekten ve çokça isteklerde bulunmaktan sakının. Çünkü sizler bu mucizeleri istemeniz halinde başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Zira yüce Allah, kulları İçin daha uygun olanı yapar. [425]

 

113. Dediler ki; "Bfe, istiyoruz ki o sofradan yiyelim. Kalplerimiz yatış­sın. Senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım.

Yüce Allah'ın: "Dedİlerki: Biz istiyoruz ki o sofradan yİyeUm" buyruğunda "yiyelim" anlamındaki fiil; ile nasb edilmiştir. Da­ha sonra gelen, "kalplerimiz yatışsın. Senin btee gerçekten doğru söy­lediğini bilelim ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım* anlamındaki buy­ruklarda da bütün fiiller ona atfedilin iştir. Bu ifadeleriyle böyle bir istekte bulunmaları kendilerine yasaklanınca, bu isteklerinin sebebini açıklamış oldular

Onların: "O sofradan yiyelim" şeklindeki sözleri, iki türlü açıklanabilir: Evvela onlar, böyle bir şeye ihtiyaç duydukları için o sofradan yemek istemiş­lerdi. Çünkü Hz. Isa, şehir dışına çıktığında ona beşbin kişi veya daha faz­la bir kalabalık uyardı. Onların bazıları da onun ashabı idi. Bazıları ise, her­hangi bir hastalıkları veya bir rahatsızlıkları dolayısıyla ondan kendilerine dua etmesini istiyen kimselerdi- Bunlar da kötürüm veya kör kimseler idiler. Ki­misi de olanları seyreder ve alay ederdi.

Yine bir gün bir yere çıkmışken, yollan bir dağdan geçti. Beraberlerinde yiyecek birşey yoktu. Bunlar acıktılar. Havarilere şöyle dediler: İsa'ya söy­leyin de üzerimize gökten bîr sofra inmesi için dua etsin. Havarilerin başı Şem'un Hz. İsa'nın yanma vardı ve insanların kendilerine gökten bir sofra in­dirmesi için dua etmesini istediklerini haber verdi- Hz. İsa Şem'un'a; "Onla-ra deki, eğer gerçekten mü'min kimseler İseniz Allah'tan korkun." Şem'un bunu bu teklifte bulunanlara haber verince, bu sefer ona şöyle dediler: Ona de ki: wBi2, istiyoruz ki o sofradan yiyelim..." diye âyette geçen söz­lerini iletti.

İkinci açıktama şekli de şöyledir: "O sofradan yiyelim" yani, biz böyle bir şeye olan ihtiyacımızdan dolayı değil, onun bereketini elde edelim diye bu­nu istiyoruz. el-Maverdî der ki: Bu daha uygun görünmektedir. Çünkü ger-çekîen muhtaç olsalardı, bu istekte bulunmaları kendilerine yasak 1 anmazdı.

"Kalplerimiz yatışsın" şeklindeki sözlerinin de üç anlama gelme ihtima­li vardır: Birincisi: Yüce Allah'ın, seni bize bir peygamber olarak gönderdi­ği hususunda kalplerimiz yatışsın ve bundan emin olsun. İkincisi, yüce Al­lah'ın bizi, bu davetimiz için seçtiğinden yana kalplerimiz mutmain olsun. Üçüncüsü de şanı yüce Allah'ın bizim isteğimizi kabul ettiğinden yana kalp­lerimiz huzur bulsun, emin olsun. Bu üç türlü açıklamayı da el-Mâverdî zik­retmektedir.

el-Mehdevî de şöyle der: Yani, yüce Allah'ın bizim orucumuzu ve amel­lerimizi kabul ettiğine dair kalplerimizin yatışmasını istiyoruz.

es-Sa'lebî der ki: Böylelikle onun kudretine yakînen (kesinlikle) inanalım ve kalplerimiz bunun sonucunda yatışsın,

"Senin btee gerçekten doğru söylediğini bilelim." Senin Allah'ın Rasu-lü olduğunu gerçekten bilelim, "ve biz de ona şahldlik edenlerden olalım." Yani, Allah hakkında vahdaniyetine, senin de risalet ve peygamberliğine şa-hidlik edenlerden olalım.

Ve biz de ona şahldflk edenlerden olalun" buyruğunun: Bu sofranın in­dirilişini görmeyenlerin nezdinde, yanlarına vardığımızda senin lehine şahid-lik edenlerden olalım, anlamında olduğu da söylenmiştir. [426]

 

114. Meryem oğlu İsa: "Allah'ım, Rabbİmlz, bize gökten bir sofra in­dir ki, bizim için hem önceden gelenlerimize, hem sonra gele­ceklerimize bir bayram ve Senden bir âyet olsun. Bizi rızıİt hin­dir. Çünkü Sen rczık verenlerin en hayırlısısın" dedi.

Yüce Allah'ın: "Meryem oğlu İsa: Allah'ım, Rabbimiz" buyruğunda geçen (ve Allah'ım anlamına gelen): (kelimesinin aslı, Sibeveyh'e göre, "Ya Al­lah" şeklindedir Sondaki iki tane "mîm" ise, "yâ" nida harfinden bedeldir. "Kabbimiz" ise ikinci bir nidadır. Sibeveyh bundan başkasını caiz kabul et­mez. Bunun sıfat olması da caiz değildir. Zira, kelimenin aldığı şekil dolayı­sıyla bu kelime nidaya ve seslenişe benzemektedir.

Mâide'nin anlamı: "Bize gökten bir sofra indir" buyruğundaki" Sofra (el-Mâide), üzerinde yemek bulunan yükseltilmiş tahtalar (masa) dır. Kutrub der kî: Üzerinde yemek bulunmadıkça Mâîde adını almaz. Eğer yemek yoksa ona "hivân: masa" denilir. "Mâide" kelimesi, kölesine yemek yedirdiği veya ver­diğini anlatmak üzere kullanılan 'dent "fâüe" veznindedir. Buna gö­re Mâide, üzerindeki şeyleri veren; anlamına gelir. el-Ahieş'in naklet-tiği Ru'be'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Lüks ve nimetler içerisinde yaşayan ve denk kimselerin başları hediye

olarak sunulur. Kendisinden istekte bulunulan mü'minlerin emirine."

Bu beyitin son kelimesi, kendisinden birşeyler vermesi istenen, dilekte bu­lunulan kimse demektir. (Ve Mâide kelimesi de aynı kökten gelmektedir). Bu­na göre Mâide, yemek yiyenlere yemek yediren ve yemeği veren demektir. Mecazi olarak yemeğin kendisine de Mâide denilmektedir. Çünkü yemek Mâ­ide üzerinde yenilir. Nitekim, arapların yağmura "semâ" demeleri de böyle mecazî bir ifadedir, Kûfeliler derler ki: Ona "Mâide" denilmesi, üzerindeki­ler ile 'hareket etmesi dolay ısıyladır. Ve bu, Arapların meyledip hareket eden bir şey hakkında kullandıkları; tabirlerinden gelmektedir.

Şaİr de şöyle demektedir:

"Bir güvercin şakıdığında belki ağlarsın Ağacın eğilmiş dalı onu hareket ettirdiğinde.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ondan sonra KinaneUmn öldürülmesi huzursuz etti beni; O, uçsuz bucaksız yer, az kalsın altımda sarsılıyordu."

Yüce Allah'ın: "çalkalayıp sarsar diye yeryüzünde sabit dağlar koydu (yarattı)." (en-Nahl, 16/15)

Ebu Ubeyde der ki: Mâide, "mefule" anlamında faile veznindedir. Tıpkı Hoşnut bir yaşayış içinde" {.el-Hâkka, 69/2) hoşnut olunan bir yaşayış anlamında olması gibi. Yine "Atılan bir su" (et-Tânk, 86/6) buymğundaki atılan da, kendisi "atılan" Usm-i fail) değil de ismi mef'ui an­lamında başkası tarafından atılan demektir.

Yüce Allah'ın: "Bizim için... bir bayram olsun" buyruğundaki; " Ol­sun, kelimesi, Maide'nin sıfatıdır. (Emrin) cevabı değildir

el-A'meş ise bunu cevap olmak üzere şeklinde cevap olarak okumuş­tur. Buyruğun anlamı ise: Bu sofranın ineceği gün "hem bLcîm için, hem ön­ceden gelenlerimize" yani, hem ümmetimizin baştan gelenlerine, hem son­radan geleceklerine bayram olsun, şeklindedir, id: Bayram'ın anlamı denil­di ki: Sofra, üzerlerine pazar günü sabah ve akşam indirildi. Bundan dolayı pazarı bayram edindiler. Bayram anlamına gelen; tekildir, çoğulu ise şeklinde gelir. Bu kelimenin aslı "vav"lı olmakla birlikte uyâ" ile ço­ğul yapılması, tekilde de bu "yâ"nın ortada sabit oluşu dolayısıyladır. Şöyle de denilmiştir: Sopanın çoğulu olan, Sopalar ile bayramlar arasında­ki farkın anlaşılması için "ya" ile çoğul yapıldığı da söylenmektedir. ise, bayram yaptılar, bayramda hazır bulundular, anlamındadır. Bunu, el-Cevhe-rî ifade etmiştir.

Bu kelimenin aslının, dönmek anlamına gelen; fiilinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre bu kelime (yani bayram): şeklinde "vav"lı-dir. "VaV'dan önceki harf esreli olduğundan dolayı "yâ"ya dönüştürüLmüş-tür.-Mîzan, mîkat ve mîad kelimeleri gibi. Fıtır ve kurban günlerine İyd (bayram) denilmesinin sebebi ise3 bunların her sene tekrar avdet etmeleri (dönmeleri) dolayısı iledir.

el-Halil der ki: îyd (bayram), insanların adeta kendisine dönüşlerini ifade ediyormuş gibi, toplandıkları her güne denilir İbnü'l-Enbarî der ki; İyd'e bu ismin veriliş sebebi, sevinç ve huzur içerisinde dönüşü (avdet etmesi)nden dolayıdır. Çünkü bayram, bütün insanların sevindikleri bir gündür. Nitekim, bu günde bile hapiste olan tutuklulardan, borçlarının istenmediği, cezalan­dırılmadığı, yabanî hayvanların, kuşların avlanmadığı, çocukların okullara git­mediği görülen bir şeydir.

Şöyle de denilmiştir: Bayrama "İyd" deniliş sebebi, her insanın kendi ma­kam ve mevkiine, bunun gerektirdiklerine avdet etmesi dolayısıyla dır. Nite­kim, bayramda onların giydikleri, kılık kıyafetleri ve yedikleri birbirinden fark* lı olabilmektedir. Kimisi misafir kabul eder, kimisi misafir olur. Kimisi baş­kasına merhamet eder, kimilerine de merhamet olunur. Bayrama bu ismin ve­rilişinin; "İyd"e benzeterek şerefli bir gün oluşundan dolayı olduğu da söy­lenmiştir.' Çünkü İyd, aslında araplarca oldukça meşhur, son derece değer­li ve kendisine nisbet ettikleri (ismi mensüb yaptıkları) bir erkek deveye ver­dikleri addır. İsm-i mensub yapılarak f ><Jrf J*l"): İyd'e mensub develer deni­lir, Şair de göyle demektedir:

*Ona kargılık oldukça yüksek fiyatta dinarların ödendiği bir deve."

Bu beyit daha önceden (el-Bakara, 2/283. âyetin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır. Zeyd b. Sabit; (iijfri*jüj\> kelimelerini çoğul olarak; "Önceden gelenlerimize, sonra geleceklerimize" şeklinde çoğul olarak oku­muştur,

İbn Abbas der ki: Yani, onların ilki o sofradan yediği gibi, insanların so­nuncusu da ondan yesin, anlamındadır.

"Senden bir âyet" yani, bir delâlet ve bir belge olsun, "Bizi rızıkEandır." Bize ver "Çünkü Sen, rızık verenlerin" bağışlayanların nzık ihsan edenle­rin "en hayırhsısın." Çünkü Sen, hiçbir şeye muhtaç olmayan gani, hertür-lü övgüye laik olan hamidsin. [427]

 

115. Allah buyurdu ki: "Gerçekten Ben onu size İndireceğim. Ama bundan sonra sîzden kim kâfir olursa Ben onu âlemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağim."

"Allah buyurdu ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim" buyruğu, yü­ce Allah tarafından verilmiş bir vaa'd olup, bununla Hz. İsa'nın dileğini ka­bul ettiğini ifade etmektedir. Nitekim, Hz. İsa'nın böyle bir dilekte bulunma­sı da havarilerin isteklerini kabul ederek gerçekleşmiştin Bu ise, yüce Allah'ın böyle bir sofrayı indirmiş olmasını gerektirmektedir. Zaten onun vaadi hak­tır. Ancak, bu sofranın indiril iş inden sonra buna tanık olan topluluk inkâr edip kâfir oldular, O bakımdan maymun ve domuzlara dönüştürüldüler. İbn Ömer der ki: Kıyamet gününde insanlar arasında azabı en çetin olanlar mü­nafıklar, Maide'm'n sahiplerinden kâfir olanlar ve Firavn ve hanedanıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama bundan sonra sizden kim kâfur olur­sa, Ben onu alemlerden kimseyi ayıplandırmayacağım bir azapla azaplan-dıracağun" diye buyurmaktadır.

İlim adamları, Maide'nin İnip inmediği hususunda farklı görüşlere sahip­tirler- Cumhurun kabul ettiği ve doğru olan görüş Maide'nin indiğidir. Çün­kü yüce Allah: "Gerçekten Ben onu size indireceğini" diye buyurmuştur. Mü-cahid ise §Öyle demektedir. Maide inmedi. Bu, ancak yüce Allah'ın insanla­ra vermiş olduğu bir Örnektir, Bununla peygamberlerinden mucizeler isteme­lerini yasaklamaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onlara, isteklerini kabul edeceği va­adinde bulundu. Fakat kendilerine: "Ama bundan sonra kim kâfir olursa,.," deyince, bu İstekten vazgeçtiler, Allah'tan bağışlanmalarını dilediler ve; ha­yır, böyle birşey istemeyiz, dediler. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. An­cak, bu görüş ile bundan önceki görüş yanlıştır. Doğrusu bu Maide'nin in­diğidir.

îbn Abbas der ki: Meryem oğlu İsa, İsrail oğullarına şöyle dedi: Otuz gün oruç tutunuz, sonra Allah'tan ne isterseniz dileyiniz. O size bunu verecek­tir. Bunun üzerine onlar da otuz gün oruç tuttular ve şöyle dediler: Ey İsa, biz bir kimseye bir iş yapsak, sonra da işimizi bitirsek, şüphesiz daha son­ra bize yemek yedirirdi. Biz ise oruç tuttuk ve acıktık. Allah'a dua et de üze­rimize gökten bir sofra indirsin. Bunun üzerine melekler, taşıdıkları bir sof­ra ile geldiler. Bu sofra üzerinde yedi ekmek ve yedi balık vardı. Bunları ön­lerine koydular. En son kişi de tıpkı ilk kişi gibi yedi (ve doydu).

Ebu Abdullah Muhammed b. Ali et-Tirmizî el-Hakîm de, "Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde şöyle demektedir: Bize, Ömer b. Ebi Ömer anlattı, dedi ki: Bize Ammâr b. Harun es-Sakafı anlattı, Zekeriya b. Hakîm el-Hanzalî'den, o, Ali b. Zeyd b. Cud'ân'dan, o, Ebu Osman en-Nehdr den, o, Selman el-Fa-risî'den şöyle dediğini nakletti: Havariler, Meryem oğlu İsa'ya -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- sofrayı istediklerinde, o da kalkıp yün elbiselerini bıraktı, bunun yerine siyah kıldan elbiselerini giyindi. Ayağa kalktı, ayaklarını ve topuklarını birbirine yapıştırdı. Baş parmağını baş parmağına değdi-rip, sağ elini sol elinin üzerine koydu. Sonra yüce Allah'a huşu' içerisinde ba­şını eğdi. Arkasından gözyaşlarını salıvererek ağladı. Yaşlar sakalları üzerin­den akıp gitti. Gözyaşları damla damla göğsüne düşmeye başladı, sonra şöy­le dedi: "Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bizim için hem önceden gelenlerimize hem sonra geleceklerimize bîr bayram ve Senden bir âyet olsun. Bizi nzıklandır. Çünkü sen rızik verenlerin en hayırlısısın. Allah buyurdu ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim..."

Sofra, birisi altında birisi üstünde olmak üzere iki bulut arasında kırmızı renkli ve yuvarlak bir sofra halinde insanların gözü önünde indi. İsa (a,s) de­di ki: "Allah'ım sen bunu bir rahmet kıl. Bunu bir fitneye düşme sebebi kıl­ma, Ey benim yüce İlahım, ben senden hayret verici dileklerde bulunuyorum ve sen veriyorsun,"

Sofra, Hz. İsa'nın önünde, bir mendil ile örtülü olduğu halde indi, Hz. İsa, beraberindeki havarilerle birlikte secdeye kapandı. Sofranın daha önce ben­zerini almadıkları güzel kokusunu alıyorlardı. Hz. İsa şöyle dedi: "Aranızda Allah'a en çok ibadet eden, Allah'a karşı en cesaretli, Allah'a en çok güve­neniniz hangisi ise, şu sofranın üzerini açsın ki, ondan yiyelim, Allah'ın adı­nı anarak yiyelim ve bundan dolayı da Allah'a hamd edelim.

Havariler dediler ki: Ey Ruhullah, bu işe sen daha layıksın. Bunun üze­rine Hz. İsa -Allah'ın salavâü üzerine olsun- kalktı, güzel bir şekilde abdest aldı. Güzel bir namaz kıldı, uzun uzun dua etti. Sonra sofraya oturdu, üze­rini açtı. Sofrada kızartılmış bir balık vardı. Bu balıkta kılçık diye birşey yok­tu. Yağ gibi akıyordu. Etrafına ise, pırasa müstesna her türlü bakliyattan ko­nulup hazırlanmıştı. Baş tarafında ise, tuz ve sirke vardı. Kuyruğunun yanın­da ise beş ekmek vardı. Ekmeklerden birisinin üzerinde de beş tane nar, di­ğerinin üzerinde hurmalar, diğerinin üzerinde de zeytin vardı.

es-Sa'lebî der ki: Ekmeklerden birisinin üzerinde zeytin, ikincisi üzerinde bal, üçüncüsü üzerinde yumurta, dördüncüsü üzerinde peynir, beşincisi üzerinde ise kuru et vardı.

Bunun haberi yahudilere ulaşınca keder ve üzüntü ile geldiler. Kahrolmuş bir vazıyette ona baktılar, hayret edecek bir durum gördüler, Şem'ûn - ki, bu havarilerin başıdır- dedi ki: Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceğinden midir, cennet yiyeceğinden midir? İsa -Allah'ın salavâtı üzerine olsun- şöyle dedi: Bu sorulardan hâlâ vazgeçmeyecek misiniz? Sizin azaba uğratılmanızdan ger­çekten çok korkuyorum. Şem'ûn dedi ki: İsrail oğullarının ilahına yemin ol­sun ki, ben bununla kötü bir maksat gütmedim.

Dediler ki: Ey Ruhullah, keşke bu mucize ile birlikte bir başka mucize daha olsaydı. İsa (a.s) dedi ki: "Ey balık, Allah'ın izniyle diril" Balık gözleri pa­rıldar bir şekilde dinç ve taze bir balık haline gelerek silkelenmeye, hareket etmeye başladı. Havariler korkuya kapılınca, Hz. İsa şöyle dedi: Bana ne olu­yor ki, bir şey istiyorsunuz, size o şey verildi mit ondan hoşlanmıyorsunuz. Azaba uğra turnanızdan gerçekten çok korkuyorum. Yine şöyle buyurdu: Bu sofra, üzerinde ne dünya yiyeceği ne de cennet yiyeceği olmadığı halde in­di. Bu yiyeceği, yüce Allah sonsuz kudretiyle yarattı. Ona ol dedi, o da olu­verdi.

Bu sefer İsa dedi ki: Ey balık eski haline dön. Balık eskiden olduğu gibi kızarmış haline döndü. Havariler dediler ki; Ey Ruhullah, ondan ilk olarak sen ye. Hz. İsa şöyle dedi: Bundan Allah'a sığınırım. Bundan onu isteyen, onu dileyen yesin. Havariler, bunun bir azap ve bir fitne olacağı korkusuyla ye­mek istemediler. Hz, îsa bunu görünce, bu sofraya fakir, yoksul, hasta, kö türüm, cüzzamlı, ayaklan felç olmuş, kör ve sarîsu hastalığına yakalanmış­ları çağırarak dedi ki: Rabbinizin rızkından, peygamberinizin duasından yi­yiniz ve bunun için de Allah'a hamd ediniz. Daha sonra Hz. Isa şöyle dedi: Bundan dolayı afiyet sizin için olacak, azap da sizden başkaları için olacak­tır. Onlar da bu sofradan yediler. Öyle ki, yedi bin üç yüz kişi o sofradan ge-girerek kalktı ve o sofradan yiyen herbir hasta iyileşmiş oldu. O balıktan yi­yen herbir fakir, ölünceye kadar muhtaç düşmedi. Bunu gören diğer insan­lar, sofraya kalabalıklar halinde üşüştüler. Küçük, büyük, ihtiyar, genç, zen­gin ve fakir ne kadar varsa, mutlaka gelip ondan yediler. Biri ötekini çekiş* tirdi. Hz, İsa durumu görünce onları nöbetleşe sıraya koydu.

Bu sofra bir gün iner, bir gün inmezdi. Tıpkı, Semud kavmine gönderilen dişi devenin bir gün odayıp, bir gün su içmesi gibi. Bu sofra kırk gün. sürey­le indi. Kuşluk vaktinde iner ve bulunduğu yeri gölge kapatıncaya kadar öy lece kalırdı.

Sa'tebî der ki: Sofra bu şekilde kalır ve ondan yemek yenirdi. Nihayet göl­ge üzerine düşünce, yükseliverirdi. Yükselinceye kadar insanlar ondan ye­meye devam eder, sonra da göğe geri dönerdi. İnsanlar da gözlerinden kayboluncaya kadar onun gölgesine brkar dururlardı.

Kırk gün tamamlanınca yüce Allah îsa (a.s)'a şöyle vahyetti: "Ey îsa, Be­nim bu soframı zenginleri dışarda tutarak yalnız fakirlere ver." Ancak, bu hu­susta zenginler şüpheye düştüler ve fakirlere düşmanlık etmeye başladılar. Kendileri şüpheye düştükleri gibi, diğer insanları da şüpheye düşürmeye ça­lıştılar. Yüce Allah, Ey İsa dedi. Ben, ileri sürdüğüm şart dolayısıyla (azab ile) yakalayıp, sorumlu tutacağım.

Onlardan otuzüç kişi, pislikleri çöplüklerden ayıklayan domuz haline dönüştürüldü. Halbuki, daha önce güzel yemekler yerler, yumuşak döşeklerde uyurlardı, İnsanlar bunu görünce, ağlaşarak Hz. İsa'nın etrafında top­landılar. Domuzlar da gelip Hz. İsa'nın önünde dizleri üzere çöktüler. Göz­yaşlarını akıta akıta ağlamaya koyuldular. Hz. İsa onları tanıdı, sen filan ki­şi değil misin diye soruyor, o domuza döndürülmüş kişi de başı ile işaratte bulunuyor, fakat konuşamıyordu. Bu halleriyle yedi gün kaldılar. -Dört gün kaldılar diyenler de vardır.- Sonra Hz. İsa, yüce Allah'a, canlarını kabzetsin diye dua etti. Kimse onların nereye gittiğini bilemedi. Yer mi onlan yuttu, yok­sa ne oldular (bilinmedi).

Derim ki: Bu hadis hakkında söylenecek sözler vardır. Senet bakımından da sahih değildir. îbn Abbas ve Ebu Abdurrahman es-Sülemî'den nakledil­diğine göre, Maide'deki yemek, ekmek ve balıktı. İbn Atiyye der ki: O ba­lıkta her yiyeceğin kokusunu alıyorlardı. Bunu da es-Sa'lebî nakletmiştir. Am-mar b. Yasir ile Katade derler ki: Maide, üzerinde cennet meyvelerinden mey­veler bulunduğu halde semadan inerdi. Vehb b, Münebblh ise şöyle demek­tedir: Yüce Allah, arpa ekmekleri ve bir takım balıklar indirdi.

et-Tirmizî de Tefsir bölümünde, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nak­letmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Mâide, semadan et ve ekmek ola­rak indirildi. Hainlik etmemek, yarma hiçbir şey saklamamakla emrolunduk-ları halde, hainlik de ettiler, ertesi güne saklayarak, yarına birşeyler ayırdı­lar. Bunun üzerine maymunlar ve domuzlar haline dönüştürüldüler." Ebu İsa (et-Tirmizî) der ki: Bu, Ebu Âsim ve başka bir kişinin Said b. Ebi Arûbe'den, o, Katade'den, o, Hilâs'tan, o, Ammar b. Yâsir'den mevkuf olarak rivayet et­tiği bir hadistir. Biz bu hadisi, merfu' olarak ancak el-Hasen b. Kaza'a yoluy­la biliyoruz. Bize, Humeyd b. Mes'ade anlattı dedi ki: Bize, Süfyan b. Habib anlattı, Said b, Ebi Arûbe'den buna yakın bir hadis nakletti fakat bunu Pey-gamber'e merfu'en zikretmedi. Bu, ise el-Hasen b, Kazae'nin hadisinden da­ha bir sahihtir. Ancak biz, bu hadisin merfu' bir rivayetini asla bilmiyoruz.[428]

Satd b. Cübeyr der ki: Mâide üzerinde ekmek ve et müstesna herşey in­dirildi. Ata ise şöyle demiştir: Balık ve et müstesna, Maide üzerinde herşey indirildi, Kâ'b der ki: Maide, semadan basaşağı olarak melekler onu sema ile arz arasında uçurarak nazil oldu. Et dışında üzerinde her yiyecek vardı.

Derim ki: Bu üç görüş, Tirmizînin naklettiği hadise muhaliftir. Tinmi-zînin hadisi ise bunlardan daha uygundur. Zira, merfu1 olarak sahih değil­se bile, mevkuf olarak büyük bir sahabiden sahih olarak rivayet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kesinlikle söylenebilecek şu ki; Maide, üzerinde yenecek yiyecekler bulunduğu halde indirilmiştir. Ancak bu yemeğin tayinini en iyi bilen Allah'tır.

Ebu Nuaym'ın Kâ'b'den naklettiğine göre Maide, ikinci olarak İsrailoğul-larının âbid bazı kimselerine nâzİİ oldu. Kâ'b dedi ki: İsrail oğullarından âbid üç kişi bir araya geldi. Bunlar, geniş bir düzlük arazide toplandılar. On­ların her birisi yüce Allah'ın isimlerinden bir ismi biliyordu. Birileri dedi ki: Benden isteyin, ben de sizin için istediğinizi dua ederek Allah'tan dileyeyim. Onlar dediler ki: Senden yüce Allah'a, bu yerde akan bir pınar, yeşil, yem­yeşil bahçeler çıkarması için dua etmeni istiyoruz, O da dua etti, akan bir pı­nar ve güzel, yemyeşil bahçeler meydana geldi. Daha sonra bir diğerleri ben­den de isteyiniz, ben de ne isterseniz dua ederek onu Allah'tan sizin için is­teyeyim. Şöyle dediler: Yüce Allah'a, cennet meyvelerinden bize birşeyler ye­dirmesi için dua etmeni istiyoruz. Üzerlerine taze bîr hurma indi. Ondan ye­meye başladılar. Evirip çevirdikçe mutlaka ondan başka bir lezzet yediler, son­ra kaldırıldı. Daha sonra bir diğerleri şöyle dedi: Benden isteyin, ben de ne isterseniz sizin için Allah'a dua edeyim. Senden, Allah'a üzerimize İsa'ya in­dirmiş olduğu Maide'yJ indirmesi için dua etmeni istiyoruz. O kişi de dua edin­ce bu Maide indi, Ondan İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu sofra kaldırıl­dı. Daha sonra da haberin geri kalan bölümlerini nakletti.

Bir mesele: Sözü geçen Selman'ın hadisinde, Maide'ye dair açıklamalar yer aldı ve bu Maide'nin ayaklan bulunan bir masa (Maide) şeklinde değil de bir sofra halinde indiği açıklanmaktadır. Sofra ise Peygamber (sav)'ın ve arap-ların yemek yedikleridir. Ebu Abdullah et-Tirmizî el-Hakîm şunu nakletmek­tedir: Bize, Muhammed b. Beşşâr anlattı, dedi ki: Bize, Muaz b. Hişam an­lattı dedi ki: Bana babam anlattı. Yunustan, o, Katade'den, o, Enes'den de­di ki; Rasulullah (sav) hiç bir zaman bir masa üzerinde yemediği gibi, katık konulan yemek kaplarından da yemedi, onun için hiçbir zaman yufka da pişirilmedi. Enes'e dedim ki: Peki, ne üzerinde yemek yerlerdi? O, sofralar üze­rinde yerlerdi, dedi.[429] Muhammed b- Beşşâr der ki: Burada sözü geçen Yû­nus, Ebu Furat el-İskâf dır.

Derim [kî: Bu, sahih, sabit bir hadistir, Senedinde yer alan ravilerden, Bu-lıarî ve Müslim ittifakla hadis almıştır. Tirmizî de bunu rivayet ederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b, Beşşâr anlattı dedi ki: Bize, Muâz b. Hişam an­lattı, diyerek hadisi zikretti ve hakkında: "Hasen, gariptir" dedi.[430]

et-Tirmizî Ebu Abdullah el-Hakîm dedi ki: Hıvâm (masa), arap olmayan­ların yaptıkları, sonradan yapılmış birşeydir. Araplar bu gibi şeyleri yapmıyorlardı. Onlar, sofralar üzerinde yemek yerlerdi. Sofra ise, derilerden yapı­lan ve kapanıp açılan bağlan ve askıları bulunan bir şeydi, İşte açılması do­layısıyla ona sufra denilmiştir. Zira bağlan çözüldüğü vakit açılır ve içinde bulunanları açığa çıkartır (isfâr) idi. işte bundan dolayı ona sufra adı veril­miştir. Setere, sefer denilmesi de, kişinin bizzat evlerden isfârı (ayrılması) do-layısıyladır. Katıkların ve iştah açıcı yiyeceklerin konduğu yemek kablan kul­lanmaması ise, çeşitli ve ekmeğin bandınldığı yemekler ve bu yemekler için kab kullanmadıklarından dolayıdır. Çünkü, onların yiyecekleri, üzerinde kesilmiş et parçalan bulunan tirit îdi. Hz. Peygamber de şöyle buyururdu; "Et­leri dişlerinizle sıyırarak yiyiniz. Çünkü, böylesi hem daha canın çektiği bir-şeydir, hem de hazmi daha kolaydır.[431]

Denilse ki: Maide'den bir takım hadislerde söz edilmektedir. Bunlardan bi­risi de İbn Abbas'ın şu sözüdür: Eğer keler haram olsaydı, Peygamber (sav)'ın Maidesi üzerinde yenmezdi. Bunu da Müslim ve başkaları rivayet et­miştir.[432]

Âişe (r.anha)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) bu­yurdu ki: "Kişinin Maide'si, yerde konulmuş halde kaldığı sürece melekler ona dua ederler."[433] Bunu da güvenilir raviler rivayet etmiştir.

Yine şöyle denilebilir:[434] Maide, uzatılan ve serilen -mendil ve elbise gi­bi- her şeydir. O halde bu kelimedeki "dal" harfinin iki tane olması gerekir­di. O bakımdan bunlar (araplar) iki "dal" harfinden birisini "yâ"ya dönüştü­rerek "Mâide" dediler. Fiil de bu şekilde kullanılmaktadır. O bakımdan bu ke­limenin "Memdûde : Uzatılan, yayılan şey" şeklinde olması gerekirdi. Fakat bu kelime dilde fail vezninde kullanılmıştır. Nitekim, Mektûm (gizlenen) de­nilmesi gerektiği halde -ism-i fail kipiyle Gizli sır, hoşnut olunan bir geçim için de yine aynı şekilde Hoşnut bir yaşayış diye tabir­ler kullanılmıştır. Yine dilde kendisi fail vezninde olduğu halde mef'ûl şek­linde kullanılan tabirler de vardır Araplar Uğursuz bir adam" di­yerek mePul vezninde kullanmışlardır. Oysa bunun anlamı fail veznindedir. Yine; Örten bir perde (dediklerinde)" meful vezninde kullanmışlardır. Halbuki o, fail anlamındadır. Hivân (masa) ayakları ile yerden yük­selendir. Mâide ise yayılan ve serilendir Sofra içinde gizli olanı açığa çıkar­tan demektir. Çünkü sofra, askılanyla toplanmış ve kapatılmıştır. eİ-Ha-sen'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Masalar üzerinde yemek yemek kırallann işidir. Mendil (yere yayılan bez sofra) üzerinde yemek yemek ise arap olmayanların işidir, sofra ise araplann uygulamasıdır. Sünnet olan da bu­dur.[435]

 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [436]

 

116. Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye sen mi söyledin" diyeceği za­man, (İsa) der ki: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sö­zü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemiş İsem, za­ten sen onu bilmişsindk- Sen, içimde olanı bilirsin. Ama ben, senin nefsinde (gaybında) olanı bilmem. Şüphesiz Sen, gaybia ti çok iyi bilensin."

Yüce Allah'ın: "Allahi Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki Üâh edinin diye sen mi söyledin, diyeceği zaman* buy­ruğunda sözkonusu edilen bu sözün, söyleneceği zaman hakkında farklı gö­rüşler vardır.

Katade, îbn Cüreyc ve müfessirlerin çoğu, yüce Allah bu sözü İsa'ya Kı­yamet gününde söyleyecektir derken, es-Süddî ve Kutrub da derler ki: Yü­ce Allah İsa'ya bu sözü onu semâya yükselttiği sırada, hıristiyanların da onun hakkında söylediklerini söylemeleri üzerine söylemiştir. Buna delil olarak da Hz. İsa'nın söylediği nakledilen: "Eğer sen onları azaplandırtrsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" (el-Mâide, 5/118) buyruğunu delil göstermişler­dir. Çünkü arapçada, edatı geçmiş zaman hakkında kullanılır.

Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Buna ela, bundan önce gelen, yüce Al­lah'ın: "Allahpeygamberleri toplayacağı gün,,," (çl-Maide, 5/109) âyeti de­lalet etmektedir. Bundan sonra gelecek olan: "Bugün doğru söyleyenlerin doğ­ruluklarının fayda vereceği bir gündür" (el-Maide, 5/119) âyeti de buna de­lildir. Buna göreedatı, anlamında kullanılmış demektir. (Diyeceği zaman anlamına gelir). Şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda oluduğu gibi: Onlara korku geldiği zaman bir görsen..." (SebeJ, 34/51) buyruğun da; "Korku geleceği zaman" demektir. Ebu'n-Necm de şöy­le demiştir:

"Sonra Allah benim yerime mükâfatlandıracağı zaman onu mükâfatlandırsın Yüksek semâlarda Adn cennetleriyle."

Görüldüğü gibi burada da "mükâfatlandıracağı zaman" anlamındadır, el-Esved b. Cafer el-Ezdî de şöyle demektedir:

"Şimdi ise onlarla şakalaşmak istediğimde

Derler ki: Dikkat edin, şu yaşlı adam herhangi bir anlamlı iş yapmıyor."

Bununla, onlarla şakalaşacağı zamanı kastetmektedir Böylelikle geleceği mazi ile ifade etmiş olmaktadır. Çünkü bu işin tahakkuk edeceğini ve artık bunun böyle olacağının belgelerini görmüş bulunmaktadır, adeta gerçekten meydana gelmiş gibidir.

Kur'an-ı Kerimde de şöyle buyrulmaktadır: "Ve cehennemlikler cennetlik­lere seslendi (seslenecek)." (el-A'raf, 7/50) Bunun benzerleri pek çoktur. Bu husustaki açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Her ne kadar soru şeklinde varid olmuş olsa dahi, gerçekte soru olmayan bu buyruğun anlamı hakkında te'vil alimleri iki farklı görüş ortaya atmışlar­dır. Birincisine göre, yüce Allah, Hz. İsa'ya bu soruyu İsa hakkında bu iddi­ada bulunanları azarlamak için sormuştur (soracaktır). Böylelikle bu sorudan sonra Hz. İsa'nın böyle bir şeyi reddetmesi, onların iddialarını yalanlamak­ta daha bir beliğ olsun, azar ve sitem bakımından da daha ağır olsun.

İkinci açıklamaya göre bu sorudan maksat; Ona kavminin kendisinden sonra dinini değiştirdiklerini ve hakkında söylemediği şeyleri iddia ettikle­rini bildirmektir,

Hıristiyanlar Meryem'i ilah edinmemişlerdi. Onlar hakkında bunu nasıl söy­ledi? denilse şu şekilde cevap verilir: Onlar, Meryem bir insan doğurmadı. O, ancak bir ilah doğurdu, dediklerine göre; onların anne çocuk arasındaki iliş­ki dolayısı ile, annenin de doğurduğu kişi mesabesinde olması gerektiğini ka­bul etmek zorundadırlar. Bunu kabul etmek zorunda olduklarına göre> Hz. Meryem hakkında da bizzat bunu söylemiş gibi olurlar.

Yüce Allah'ın: "(İsa) def İd: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yatışmaz. Şayet ben onu söylemişsem zaten Sen oüu biknlşsîndir." buyruğu ile ilgili olarak Tirmizî, Ebu Hureyre'den gelen şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah: Ey Meryem oğlu İsaî İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilah edinin diye sen mi söy­ledin...0 buyruğunda İsa, hem kendi hüccetini öğrenmiş, hem de Allah ona bunu öğretmiş bulunmaktadır. Ebu Hureyre Peygamber (sav)'dan şöyle de­diğini nakletmektedir: Yüce Allah kendisine: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz." Âyetini(n) tamamı ile söyle­yeceği sözleri telkin etti. Ebu İsa der ki: Bu, hasen, sahih bîr hadistir.[437]

Hz. îsa, şu iki husus dolayısıyla cevap vermeden önce yüce Allah'ı teşbih etmektedir. Birincisi kendisine izafe edilen şeylerden yüce Allah'ı tenzih et­mek, ikincisi ise, Allah'ın izzeti karşısında boyun eğemek ve onun satvetinden korkmak.

Denildiğine göre, şam yüce Allah, Hz İsa'ya: "Beni ve anamı İki İlah edi­nin diye sen mî söyledin" sözü karşısında bu sözden dolayı öyle bir titre­di ki, içinde kemiklerinin çıkardığı sesleri dahi duydu. Bunun üzerine: "Se­ni tenzih ederim" diye cevap verdikten sonra: "Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz" diye cevap vermiştir. Yani, kendi adıma hakkım olmayan bir şeyi iddia edemem.

Bunun da anlamı şudur: Ben, Rabbi olan bir kimseyim. Rabb değilim. Ben, kulum. Kendisine ibadet olunan Mabud değilim. Daha sonra; "Şayet ben onu söylemiş İsem, zaten Sen onu bllmişsindir" diyerek işi Allah'ın ilmine ha­vale edecektir. Halbuki, yüce Allah onun böyle bir sözü söylemediğini bil­miştir. Fakat, Hz. İsa'yı ilah edinenleri azarlamak üzere ona böyle bir soru soracaktır.

Daha sonra Hz. İsa şöyle buyuracaktır: "Sen içimde olanı bilirsin. Ama ben Senin nefsinde olanı bilmem," Yani Sen benim gaybımda olanı bilir­sin, ben Senin gaybını bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Sen benim bildiği­mi bilirsin. Ama, ben Senin bildiğini bilemem. Bir başka açıklamaya göre, benim gizlediğimi Sen bilirsin. Fakat, Senin gizlediğini ben bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Benim ne istediğimi Sen bilirsin. Fakat ben Senin ne dilediği­ni bilemem. Bir diğer açıklamaya göre: Sen benim gizlediklerimi bilirsin, ben Senin gizliliklerini bilemem. Çünkü, gizli olan birşey (sır)'in mevkii nefistir. (O bakımdan âyet-i kerimede "nefs" tabiri kullanılmıştır). Dünya yurdunda benim neler yaptığımı bilirsin. Fakat, âhiret yurdunda ben Senin neler yapa­cağını bilemem.

Derim ki: Bütün bu açıklamalarda ileri sürülen görüşler birbirine yakındır. Yani, Sen benim sırlarımı, yaratmış olduğun kalbimin içinde sakladıklarımı bildiğin halde, ben Senin kendine sakladığın gaybından ve ilminden hiçbir şey bilemem, diye de açıklanmıştır.

"Şüphesiz Sen, gayblan çok iyi bilensin." Olanı, olmakta olanı, olmamı­şı ve olacağı bilirsin. [438]

 

117. Ben onlara, bana enireuiğinden bankasını söylemedim, Rabbim ve Babblnîz olan Allah'a ibadet edin, diye (söyledim). Ben, ara­larında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahid îdîm. Be­ni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gozctleyici Sen oldun. Sen herşeye hakkıyla şahidsin,"

MBen onlara, bana emrettiğinden başkasını söylemedim." Yani ben dün­yada onlara yalnızca tevhidi emrettim. Allah'a İbadet edin di­ye (söyledim.)" buyruğundaki (af) edatının i'rabta mahalli yoktur. Bu, şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi müfessire (açıklayıcı) dır; "Aralarından elebaşlüan yürüyün... diye ileri atıldı­lar." (Sa'd, 38/6) Bununla birlikte nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani, ben kendilerine ancak Allah'a ibadetten sözettim, Cer mahallinde ol­ması da mümkündür. Yani şeklinde olabilir. "Nün" harfinin ötre-li okunması ise daha uygundur. Çünl'ü Araplar esreden sonra ötre söyleyi­şi ağır bulurlar. Esreli okuyuş ise iki sakinin yanyana gelmesi esasına göre caizdir.

Yüce Allah'ın: "Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahld İdim" buyruğu, onlara verdiğin emirler konusunda onları gözetlemek­te idim, demektir. "Aralarında bulunduğum müddetçe" buyruğundaki; nasb mahallindedir. Ben aralarında kalmaya devam ettiğim sü­rece demektir.

"Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyicl Sen ol­dun1" buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre bu, yüce Allah'ın Hz. İsa'yı gök­lere kaldırmadan önce vefat ettirmiş olduğuna delâlet etmektedir. Ancak böy­le bir iddianın hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü konu ile ilgili haberler onun gö­ğe yükseltildiğini ve semâda diri olduğunu, semâdan inip -İleride açıklanaca­ğı üzere- Deccâli öldüreceğini ortaya koymakta ve rivayetler birbirini pekiş­tirmektedir. Buyruğun anlamı şudur: Sen beni semâya yükselttikten sonra,.,

el-Hasen der ki: Vefat; yüce Allah'ın Kitabında üç anlama gelir: Ölüm ve­fatı. Allah'ın: "Ölümleri vaktinde canlan vefat ettiren Allah'tır" (ez-Zümer, 39/42) buyruğu bunu ortaya koymaktadır. Yani, eceli bittiği zaman canlan alan O'dur. Diğer anlam, uyku vefatıdır. Bu da yüce Allah'ın: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur" (el-En'am, 6/60) buyruğunda olduğu gibi Yani, sizi uyutan Odur. Bir de yükseltme vefatı. Yüce Allah: "Ey İsa, şüphesizki Ben seni ve-fut ettireceğim11 (Âl-i İmram, 3/55) buyruğu da bunu ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın: "Sen oldun" buyruğunda yer alan; Sen" burada te'kid içindir. "Gözetleyici ise, "Oldun" kelimesinin haberidir. Anlamı ise, onların gözetleyicisi sen oldun. Onlann durumlarını bilen ve fi­illerine tanık olan Sen oldun. Gözetleyici (rakib); asıl itibariyle murakabe (gö­zetleme) anlamındadır. Bunun da anlamı görüp gözetmek, riâyet etmektir. Gö­zetleme yeri demek olan "markabe" de buradan gelmektedir ki, yerinin yüksekliği bakımından gözetleyici (rakîb) konumundadır.

"Sen, her şeye hakkıyla şahldsin" yani benim söylediklerime de, onla­rın söylediklerine de tanıksın. Kimin isyan ettiğine, kimin itaat ettiğine tanık­sın, anlamında olduğu da söylenmiştir,

Müslim'de, İbn Abbas'tan şöyle dediği kaydet i İm ektedir: Rasulullah (sav) bir öğütte bulunmak üzere hutbe irad etmek kastıyla ayağa kalktı. Dedi ki: "Ey İnsanlar, şüphesiz sizler Allah'ın huzurunda çıplak ayaklı, elbisesiz ve sün-netsız olarak haşrolunacaksınız. *Daha önce yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz. Biz bunu vaadetmiştik. Elbette Biz onu yapanlarız," (el-Enbi-yâ, 21/104) Şunu bilin ki, Kıyamet gününde insanlar arasında kendisine el­bise giydirilecek ilk kişi İbrahim (a.sTdır. Şunu biliniz kif ümmetimden bir­takım kimseler getirilecek ve onlar sol tarafa doğru alınıp götürüleceklerdir. Ben, Rabbım, ashabım, diyeceğim. Bana şöyle denilecek: Sen, senden son­ra uygun olmayan ne gibi şeyler onaya koyduklarını bilmiyorsun. Bu sefer ben de, Allah'ın salih kulunun dediği gibi derim: "Ben aralarında bulundu­ğum müddetçe üzerlerinde bir şahid idim. Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyici sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahid sin. Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kulların­dır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yokkl sen aziz ve hakim olansın" ^Devamla Hz. Peygamber) buyurdu ki: Bana şöyle denilecek: On­lar, kendilerinden ayrıldığından itibaren ökçeleri üzerinde geri dönmüş ve irtidat etmiş olarak devam edip durdular."[439]

 

118. "Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar Senin kulla­rındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen» yine şüphe yok ki Sen, Azizsin ve Hakîrasin."

Yüce Allah'ın: "Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" buyruğu, şart ve cevabını bir arada ihtiva etmektedir. uVe eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen Azizsin, Hakimsin" buy­ruğu da onun gibidir.

Nesaî, Ebu-Zer'den şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sav) sabahı edinceye kadar gece boyunca tek bir âyeti okuyarak namaz kıldı. Sözkonu-su âyet ise: "Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kulla­rındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen, Azizsin, Hakimsin" âyetidir.[440]

Bu buyruğun teVili hususunda farklı görüşler ifade edilmiştir. Denildiği­ne göre, Hz. İsa bu sözü Allah'ın onlara karşı şefkat ve merhamet etmesini dilemek sadedinde söylemiştir. Tıpkı, efendinin kölesine şefkat etmesi isten­diği gibi, İşte bundan dolayı Hz. İsa; onlar Sana isyan ettiler, dememiştir.

Bir diğer açıklamaya göre de, Hz. İsa bu sözleri, -hiçbir kâfire mağfiret olun­mayacağını bildiği halde- Allah'ın  emrine teslimiyetini arzetmek ve azabın­dan sığınmak üzere söyleyecektir.

"(İstetil): Onlarıazaplandırcrsan" buyrugundaki "onlar" anlamına ge­len "lıe ve nün" harfinden ibaret zamir, aralarından küfür üzere ölen kimse aralarından tevbe eden kimseler içindir. Bu güzel bir açıklamadır.

Hz. Isa, kâfire mağfiret olunmayacağını bilmiyordu, diyenlerin sözlerine gelince, bu yüce Allah'ın Kitabına karşı cüretkârca bir iddiadır. Çünkü, şanı yüce Allah tarafından verilen haberler nesli olmazlar.

Yine şöyle denilmiştir: Hz. İsa'nın kanaatine göre, onlar bir takım masiyet-ler işlemişler ve ondan sonra Hz. İsa'nın kendilerine emretmediği şeyleri yap­mışlar, ama yine de dininin esası üzerine kalmaya devam etmişlerdi. O ba­kımdan: "Eğer benden sonra işledikleri masiyetlerini mağfiret edecek olur­san" demiştir. Ve ayrıca: "Şüphe yok ki Sen, Azizsin, Hakimsin* diye ekle­miş, ama olayın gerektirdiği ilahi emre teslimiyet ve işi hükmüne havale et­menin gerektirdiği ifadeler olan: "Muhakkak sen, bağışlayansın, Rahimsin de­memiştir. Şayet, Sen bağışlayansın, Rahimsin demiş olsaydı, şirk üzere ölen kimseler için mağfiret olunma duasında bulunma gibi bir ihtimal verecekti ki, böyle bir şeye de imkân yoktur. O bakımdan ifadenin takdiri şöyledir: Eğer Sen onları ölene kadar küfürleri üzere bırakacak ve azaplandıracak olursan, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır, şayet onları Seni tevhide ve Sana itaate iletecek ve onlara mağfiret edersen şüphesiz ki Sen, dilediğine karşı konu­lup engellenmeyen Aziz olansın, yaptıkları hikmetle dolu Hakim olansın. Di­lediğini saptırırsın, dilediğini hidâyete erdirirsin.

Bir topluluk ise, buyruğun sonunu: Şühhesiz ki sen Ga­fursun, Rahimsin" diye okumuşlar ise de bu kıraatin mushafla bir ilgisi yok­tur. Bunu da Kadı îyad "eş-Şifa" adlı eserinde zikretmiştir.

Ebu Sekr el-Anbârî de der ki: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Sen Azizsin, Hakimsin" buyruğu, yüce Allah'ın: "Ve eğer onlara mağfiret edersen" buy­ruğuna uygun düşmemektedir diyen kişi, Kur'an-ı Kerime karşı dil uzatmış olur. Güya bunları söyleyenler, mağfiretten söz edildiğine göre, Sen Gafur­sun, Rahimsin diye sözün bitirilmesi gerektiğini ileri sürerler Buna cevap şöy­ledir: Burada Allah'ın indirdiği şekilden başka bir ifade kullanmaya ihtimal yoktur. Ne zaman bu itirazcının söylediği şekilde ifadeler sona erecek olsay­dı, buyruğun anlamı oldukça zayıflardı. Çünkü, Gafur ve Rahim, sadece ikin­ci şart ile alakalı olur. Birinci şartla hiçbir ilgisi olmaz. Oysa bu buyruk, yü­ce Allah'ın indirdiği şekildedir. Müslümanlar da icma İle ilk ve ikinci şartla­rın her ikisini de böylece okumuşlardır. Zira, bu buyruğun hulasası söyledin Eğer onları azaplandıracak olursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Ve eğer onlara mağfiret edecek olursan, yine şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Azap etmekte de, mağfiret etmekte de, her iki hususta da Sen Aziz ve Hakimsin. Buna göre buyruğun umumiliği dolayısıyla bu yerde Aziz ve Hakim diye sona ermesi daha uygun düşmektedir. Çünkü böylelikle her iki şartla da ala­kalı olmaktadır. Fakat, Gafur ve Rahim isimleri buna uygun düşmemektedir. Zira, Aziz ve Hakim buyruklarının ihtiva ettiği genel ifade bunlarda yoktur. Bütün âyet-i kerimede yüce Allah'ın tazim, adalet ve ona övgüye ait bütün buyruklar ile, sözü geçen her iki şart bakımından* hepsine uygun düşen ifa­deler elbetteki sözün bir bölümüne elverişli, bir bölümüne elverişli olmayan ifadelerden daha bir yerinde ve mana itibariyle daha sağlamdır.

Müslim, birkaç yolla Abdullah b. el-Amr el-As'dan rivayet ettiğine göre, Pey­gamber (sav), yüce Allah'ın, Hz. İbrahim'den söylediğini naklettiği; "Rabbim, çünkü onlar* insanlardan bir çoğunu sapıklığa sürüklediler. Bundan son­ra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana isyan ederse gerçekten Sen Gafursun, Rahimsin" (İbrahim, 14/36) buyruğu ile Hz. İsa'nın söylediğini naklettiği: "Eğer onları azaplandınrsan şüphe yok ki onlar Senin kulların­dır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki Sen Azizsin, Ha­kimsin" buyruğunu okudu, sonra da ellerini kaldırıp: "Allah'ım, ümmetim" dedi ve ağladı. Yüce Allah da söyle buyurdu: "Ey Cebrail, Muhhammed'e git -Rabbin en iyi bilendir ya- ona sor: Seni ağlatan nedir, diye." Cebrail (a.s) ona gelerek sordu. Rasulullah (sav) da neler söylediğini -O daha iyi biliyor ya-O'na haber verdi.

Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve ona de ki: Şüphesiz Biz, ümmetin hakkında seni razı edeceğiz ve seni ho­şuna gitmeyecek bir durumla karşı karşıya bırakmayacağız."[441]

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır ki, bunun anlamı şöyledir: Eğer Sen onları azaplandınrsan, şüphesiz ki sen Azizsin, Hakimsin. Eğer onlara mağfiret edecek olursan, şüphesiz ki onlar Se­nin kullarındır.

Ancak, buyrukların asıl şekilleri ile anlaşılmaları -açıkladığımız sebepler dolayısıyla- daha uygundur. Başarı Allah'tandır.[442]

 

119. Allah buyurur: "Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının fay­da vereceği bir gündür." Onlar İçin -orada ebedi ve daimi kalı­cılar olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetler vardır. Al­lah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlar­dır. İşte en büyük kurtuluş budur.

"Allah buyurur: Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendile­rine fayda vereceği bir gündür" buyruğu şu demektir: Onların dünyadaki doğrulukları kendilerine fayda verecektir. Âhirette doğruluğun bir faydası ol­maz. Dünyadaki doğruluklarına gelince, yüce Allah için yaptıkları amelde­ki doğruluklarının kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, Allah'a ve peygamberlerine karşı yalan söylemeyi terk etmek şeklindeki doğruluk ol­ma ihtimali de vardır. Doğruluk, her ne kadar bütün günlerde her zaman fay­dalı ise de, özellikle o günde onlara faydalı oluşunun sebebi, amellerin kar­şılığının o gün verile ceğindendir.

Şöyle de denilmiştir: Maksat, onların âlıiretteki doğruluklarıdır. Bu ise, Pey­gamberlerinin tebliğde bulunduklarına dair şahidlikteki doğrulu klandır. Ay­rıca, kendileri hakkında işledikleri amellere dair yapacakları tanıklıktaki doğruluktur. Bu doğruluğun fayda sağlaması ise, şahadeti gizlemedikleri için sorumluluktan kurtulmaktır- Peygamberleri lehine ve kendileri aleyhine ik­rarları sebebiyle kendilerine mağfiret olunacaktır. Doğrusunu en iyi bilen yü­ce Allah'tır.

Nah" ve tbn Muhaysın; ": Gün kelimesini nasb ile okumuşlardır. Di­ğerleri ise bunu merfu olarak okumuşlardır ki, mübtedâ ve haber olarak açık-ça anlaşılan ve izah edilebilen kıraat de budur. Buna göre; "Fayda vereceği gündür, buyruğu, " Bu" kelimesinin haberidir. Cümle de bütü­nüyle; Allah buyurur, anlamındaki buyruk ile nasb mahallindedir.

NafT ve İbn Muhaysın'ın kıraatine gelince, İbrahim b. Humeyd, Muham-med b. Yezid'den naklettiğine göre bu kıraat caiz değildir. Çünkü, bu kıra­ate göre mübtedânın haberi olan kelime nasb edilmektedir. Oysa bunda bi­na caiz değildir

İbrahim b. es-Sevrî ise şöyle demektedir: Bu kıraat şu anlamda caizdir:

" Allah bu sözleri Meryemoğlu İsa'ya doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği günde söyle­di" anlamında olur. Bu durumda da; Gün, "kavi: (buyrukTin zarfı olur Bu ise, "kavi "in mePulü olur Takdiri de şöyle olur: Allah bu sözü doğ­ru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği günde söyleye­cektir.

Takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah şöyle buyuracaktır İş­te bu gibi şeyler Kıyamet gününde fayda verir.

el-Kisaî ve el-Ferrâ da der ki: Burada; Gün kelimesini nasb üzere bi­na edişinin sebebi, isim olmayan birşeye muzaf oluşundan dolayıdır. Mese­la,  O gün gitti demek gibi. Daha sonra el-Kisaî şu beyiti naklet­mektedir:

"Ağaran saçlarıma gençliğim için sitem ettiğim ve:

Bu agaran saçlar, (oyundan, eğlenceden) alıkoyucu bir unsur olarak artık kendime gelmeyecek miyim, dediğim zaman..."[443]

ez-Zeccâc der ki: Basrahlar ise el-Kisaî ve el-Ferra'nıri bu söylediklerini zar­fın muzari fiile izafe edilmesi halinde kabul etmezler. Eğer bu izafe, mazi fi­ile yapılacak olursa, beyitte geçtiği üzere güzel olur. Fiilin zaman zarflarına izafe edilmesinin caiz oluşu ise, fiilin burada mastar anlamında oluşu dola­yısıyla dır.

Şöyle de denilmiştir: Burada "gün" anlamına gelen kelimenin zarf olarak mansub olması ve mübtedâmn haberinin de; Bu olması da mümkün­dür. Çünkü, bununla bir olaya işaret edilmektedir

Zaman zarflan Bugün savaş olacaktır, çıkış şu saat­tedir" denilebilir. Ayet-i kerimedeki cümle de (buyurur) anlamındaki "kavi11 ile nasb ma hail indedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, kelimesinin mübtedâ olarak ref mahallin­de; Gün kelimesinin de mübtedâmn haberi olması ve bundaki âmilin mahzuf olması da mümkündür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur

Allah buyuracak ki: tşte bu an­lattığımız olay, doğru söyleyenlere doğruluklannın fayda vereceği günde mey­dana gelecektir."

Burada üçüncü bir kıraat daha vardır ki o da; Fayda vereceği bir günde; şeklinde tenvinli kıraattir. Bu takdirde ifadede; Kendisinde tak­dirinde hazfedilmiş bir ifade vardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiçbir fayda veremez, "(el-Bakara, 2/48) Bu şekilde (tenvinli kıra­at) ise, el-A'meş'in kıraatidir.

Yüce Allah'ın:"Onlar için... cennetler vardır* mübteda ve ha­berdir. Akan iset sıfat ma hal Ündedir. "Altından" ise, yani köşklerinin ve ağaçlarının altından ırmaklar akar demektir ki bu kabilden açıklamalar daha önceden geçmiştir.

Daha sonra yüce Allah, onların alacakları mükafaatı ve kendilerinden ar­tık bir daha ebediyyen gazaplanmamak üzere razı olduğunu açıklamaktadır

"Onlar da Ondan hoşnut olmuşlardır." Yani, Allah'ın kendilerine mükâ­fat olarak verdiği mü kafa attan hoşnut olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş budur. Yanit hayn büyük ve pek çok olan, umduğunu elde ediş sahibinin mevkii ve şerefini yükselten zafer budur.[444]

 

120. Göklerin, yerin ve onlarda ne varsa hepsinin mülkü Allah'ın­dır. O, herşeye gücü yetendir.

Yüce Allah'ın: "Göklerin, yerin... mülkü Allah'ındır* âyeti kerimesi, hıristiyanlann Hz, İsa hakkında ilah olduğu şeklindeki iddiaları ile ilgili söylenenlerin akabinde yer almakta, yüce Allah bununla, göklerin ve yerin mülkünün îsa'nın da değil, diğer hiçbir mahlukun da değil, yalnızca Allah'ın olduğunu haber vermektedir.

Buyruğun anlamının şöyle olması da mümkündür- Göklerin ve yerin mül­kü kendisinin olan Allah, daha önce sözü geçen cennetleri kulları arasından itaatkâr olanlara verecektir. Allah, lütuf ve keremiyle bizi onlardan kılsın.

el-Mâide Sûresi burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdü senalarla. [445]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/300-301

[2] Dûrakutnl, I, 239, II, 86, Ravilerinden Jshak b. Ebi Yahya'nın zayıf bir rcıvi oldugı; kaydedilmektedir. U, 86'da hadis ile ilgUî Ebıt't-Tayyib'in taliki)

[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/301.

[4] Buharı, Ezan 7; Müslim, Salât 10; Eb& Dâvud, Salût 36; Tirmizî, Salâı 40; Nesalt Ezan 33; îbn Maca, Ezan 4.

[5] Müslim, Salat 12; Ebû Dâvud Salat 36.

[6] Müslim, Salat 13; Ebu Dâvud Sakıt 36; Tirmizl, Salât 42Nesaİ, Ezan 38;İbnMûce, Ezan 4.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/301-302.

[7] Buhârî, Ezan 4, el-Aınel fî's-Stılm 18, Sehv 6; Müslim, SaHı 16 v.d, MesScîd83; Ebû-Bâvud, Salat 31; Nesal, E2Ü0 30; Darimİ, Salât II, 174; Muvatta, Nida 6; Müsnsd,   II, 313,398,411...

[8] Müslim, Sîilaı 14; İbn Mâce İzan 5: Mtisned,  III, 169 ,264, IV, 95, 98.

[9] Buhârî, Ezan 5 Bedü'l-Ha]k 12, Tevlıid 52; Neaaî, Ezan 14; Muv&tta, Nida yJbnMâce Ezan 5; Müsned, III, 35, 43.

[10] Tirmizt salat 33; îbn Mâce Ez:ın 5.

[11] İbn Mâce, Ezan 5.

[12] Bu lafızlarla: Tirmizî, SaEüt 41; aym irnınnda yakın lafızlarla Nesat> Ezan 32, îbn Mûce, Ezan 3- Mûmedt IV, 21, 217.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/302-303.

[13] İbn Mâce, Ezan 2; Nesaî, Ezan 5 (bu lafızlarla) Ebû Mahzüre hadisinin yer aldığı kay­nakların bir kısmı daha önceden 4. başlıkta gösterilmiştir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/303-304.

[14] Suyutî, edDurru'î-Mensûr, III, 107-108.

[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/305.

[16] Suyütî, ed-Durru'l-Mensur, III, 108.

[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/305-310.

[18] Tirmizi, Fîten 8, Tefsir 5. sûre 17; İbn Mâae, Fiten 20; Müsned, I, 2, 5, 7, 9.

[19] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/310-312.

[20] el-Heyseml, Mecmau'z-Zevâıd IV, 193

[21] Müslim, Şifanı'1-MünâHkîn 17; Nesaî, İman 31; Dârimt, Mukaddime 31; Müsned, U, 32, 47, 82, 88, 102

[22] Buhari, Tefsir 11. sûre 2,Nafakat 1; Müslim Zekât 36, 37; İbn Mâce, Keffarât, 15; Müs-ned, II, 242, 314, 464.

[23] Buharı, Tefsir 11. sıire 2, Tevhid 22; Müslim, Zek3i 37; Tlrmizi, Tefsir 5. sflre 3; İöni Mâce, Mukaddime 13; Müsned, U, 313, 500.

[24] Bukârt, Tefsir 11. şiire 2; Tevhid 22; Müslim, Zekât 37; Tirmizî Tefsir 5. şiire 3; İbn. Mâ-ce, Mukaddime 13; Müsned, II, 313, 500.

[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/312-317.

[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/317-318.

[27] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/319.

[28] Buhârî, Tefsir 5. Sûre 1, 53. süre 1, Tevhid 46; Müslim. İman 287; Tirmizî Tefsir 6. Sû­re 5, 53- Sûre 3; Müsned, VI, 50

[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/319-320.

[30] Buhârî, MeğaZi 31; Müsned, III, 390

[31] MüstimFedm 13.

[32] el-Vahidîr Esbâbu NüzüU'l Kur'an, s. 204.

[33] el-Vâhtdî, a.g.e. s. 205; eKHesemi, Mecma'uz. Zevûid, VII, 17.

[34] Buhâri, Cihad 70; Müslim, Fedâilu's-Snhube, 39, 40

[35] Tirmizi Tefsir 5- sûre 4 (yakın lafızhırLı)

[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/320-322.

[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/322.

[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/322-323.

[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/323.

[40] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/323.

[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/324-325.

[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/325-326.

[43] Fail ve nâib-i fâil'de en uygun şekil, bunlarda amel eden fiilin tesniye (ikil) yada ce­mi (çoğul) alâmeti almadan gelmesidir, Ancak araplar arasında bu hallerde de fiilin so­nuna tesniye ve cemi' aEametlerî getirenler vardır,." (İbn Hİşâm, Şüzûr'z-Zekeb, s. 176. v,d.) Ayet-i kerüne'de: "Onlardan bir çoğu yine görmez ve işitmez oldular" buy­ruğunda "görmez ve işitmez" fiillerinin sonuna çoğul alameti gelmiştir. Bu alametin gel­memesi daha çok görülen bir anlatım tarzı olmakla birlikte gelmiş olması nasıi açıklanabilir? Merhum müfessir buna dair açLklaraa şekillerine değinmig bulunmakta­dır. Benî pireler yediler" şeklindeki kullanıma uygun olduğunu söylemek de bu açık­lama gekillerinden biridir

[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/326-328.

[45] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/329.

[46] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/330-331.

[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/331-332.

[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/332-333.

[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/333-334.

[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/334-335.

[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/335.

[52] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 6, 1; îbn Mdce, Firen 20.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/335-336.

[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/336.

[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/336-337.

[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/337-338.

[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/338.

[57] Rivayeti Ebû-Dâuud'da tespit edemedik, Burada anlatılanlar ile meselâ, Müsned, I. 201 v.d., 461, V, 290'da ki rivayetlerle karşılaştırınız.

[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/338-342.

[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/342-343.

[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/344.

[61] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/344-345.

[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/345.

[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/345-346.

[64] Müslim, Nikah 5; Nesat, Nikah 4.

[65] Bukâri, Nikâh 1; Müsned, III, 241.

[66] BuMrir Nikâh 8; Müslim Nikâh 7; Nesaî, Nikah 4; Müsned, i, 175

[67] Müsned, V, 266; Tİrmizi, FedîHu'l-Clhad 17.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/346-347.

[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/347-348.

[69] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/349.

[70] Dikkat edilecek olursa büroda asıl itibariyle mubah olan bîr şeydeki; ser'i tasarrufuna mani olmak, bu tasarrufu yasaklamak anlamında bir "haram kılmak" söz konusu edil­mektedir. Böyie bir "haram kılmak" bir yönüyle yemin ya da adak, anlamındadır. Köle, cariye ya da nikâh gibi konular hakkında kullanılırsa, azad ve talâk gibi önceki mübalı tasarrufu ortadan knldırmak inanası sözkonusu olur- Şeriat esasen yenim, adak, azad. talâk, gibi tasarruflara müsaade ettiğinden; bu gibi hususlar hakkında "haram kıl-mak1*; bu manalardan uygun olanı hakkında kinaye yoluyla kullanılmış kabul edilir. Dolayısıyla bu kabilden "haram kılına" ile, Allah'ın helal olan bir hükmünü red etmek anlamında §er'an tanınmamış bir mahiyette "helali haram kılına" farklı şeylerdir. Birin­ci şekün şer'an muteber bir takım hükümleri olmakla birlikte, ikinci şekilde bir haram kılma, Allah'ın hükmünü red etmektir ve küfürdür.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/349.

[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/350.

[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/351.

[73] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/351.

[74] Suyütî, Lubabu-'n-Nükûl (Kısır tarihsiz, Celaleyn kenarında) I, 152'de belirtiğine göre. İbn Ebi HStim, bu  rivayeti Zeyd b. Estem'den nakletmektedir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/352.

[75] Dârakutnî. IV, 162.

[76] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/352-354.

[77] Buhari, EymSn 1, KelBrüt 9; Müslim, Eyman 7; Eb& Dâuûd, Eyıann 14; Neeal, Erman 15; İbn M&ce, Keffarât 7; Müsned, IV, 398

[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/354-355.

[79] Müslim, Eyımin 11-13, lö v.d; Tirmizî, Nüzflr 6; Nesaî, Eyınan 15,16; İbn Mdee, KeF-farit 7: Dârimt, Nüzûr 11, Musned, II. 3&, IV, 256, 378, 428.

[80] Bukârl, Istifcıbeti3']-Mvırteddin 1, Eymân 16, DîySl 2; Tirmizl Tefsir 4  Süre 7; Nesaî, TiibriımıVI-Dem 3, Kasâme 48; Dâriml DiySt 9.

[81] Buhârî, Ey]iıün 17, Müslim Eyıııân 218; Nesaî, Adnbu'l-Kudnr 30; îbnMÛcet Ahkam 8, Dârimİ Buytı' 62; Muvâtta' Akdiye 11; Müsned, V, 260.

[82] Müslim, İman 220; Buhârl Tefsir 3. süre 3, Eyın3n 17, Ahkam 30; Tirmizl Tefsir 3. sûre 4;Müstted V, 211.

[83] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/356-357.

[84] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/358.

[85] Buhârt Talâk 7, 37, Libâs 6V 23, Müslim, Nik3h 111-115; EbÛ Dâvud Talâk 49; Ne&al, Talak 9; îbn Mâce Nikâh 32; Muvûtta. Nikâh 17= 18; Müsned II, 62, 85, III, 284, VI, 42, 62, 96, 193.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/358.

[86] Ebû Davud, Sünfle 22, Tirmizi Sifatu'l-Cenne 21; Nesat, Eymfln 3; Müsned, II, 333f 354,, 373

[87] Buharl, Eym3n 3, Kader 14, Tevhid 11; Tirmizi, Ntizûr 13, Nesaî, Eymân 1, 2, ibn Mâce Keffarât 1; Dârintî, Nüzûr 13; Muvatta Nüzûr 15; Müsned II, 26, 67, 68, 127, III, 112, 257.

[88] Yeminde niyete gerek yoktur. Ancak, bakîm Alîm ..gibi Allah'tan başkasına da.isim olarak verilen lafızlarda yemin için yemin etmeye dair niyyet gereklidir, (tim Mevdûd, el-îhtiyâr, V, 50> Buna göre Rahman adına -Allah'tan başkası hakkında kullanabileceğini kabul edenlere göre- yemin niyyeti İle mesela: Bi'r-Rahmân' denirse, yemin olur.

[89] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/359.

[90] Buharî, Eymân 2, Peddilu's A$habi:n Nebiyy 17, Meğâzi 42, 87; Müslim, Fedâlu's-Sa-habe 63, 64; Tirmizî, Menâkib 39; Müsned, II, 20.

[91] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/359-360.

[92] tbnıri-HiUnmn ve el-Aynî gibi Hanefi mezhebinin miUeahhir alimlerine göre, "Kuran hakta için" diyerek yapılan yemini, geçerli bir yemin olarak kabul etmektedirler (Bk. eZ-Znhİiyli, el-Fıkhu'l-îslâmî, IIE, 379 v,d

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/360-361.

[93] Buhârî, Edeb 74f Eymîİn 4, Tevhid İJ, ŞehndSl 26; Müslim, Eyıuün î, Ebû Dâvud, Eymân Tirmizl, Eymân 8; Nesal. Eyınan A\ İbn Mâce Keffârat 2, Dârimî, Nttaûr 6; Müsned,  7. 11, 34, 69,142.

[94] MücJt»ı,Eyınân 3; Ebû Dûvud, Eymân 4; Nesaî, Eyınan 6.

[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/361.

[96] Buhârt, Tefsir 53- Sûre 2, Edeb 74, İstizan 52, Eyınan 5; Müslim Eymâfl 5; Dûvud- Eyınân 3; Tirmizt Nüzûr 18; tfesoî, Eymân II, Müsned, II, 309

[97] Nesaî, Eym3n 12; Miİ&ttûd, I, 183, 186

[98] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/361-362.

[99] Dârakutni, VI, 163-164

[100] Dârûbutni,Vl, 164.

[101] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/362-363.

[102] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/364.

[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/364.

[104] Ebu. Dâvud, Eyraân 9; TinnizL Nftzür 7:Nesaî, Eyınnn 18; İbn Mâce Kefförîc 6.

[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/364-365.

[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/365-366.

[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/367.

[108] Bıı hadis dahg önce 4. başlıkçı geçmiş bulunmakladır. Kaynakları da orada gösteri]mistir.

[109] Bu hadisler de dalın önce 5. başlığın baş taraf] arında geçmişti. Kaynakları da ora­da gösterilmiştir.

[110] Bu hadisler de dalın önce 5. başlığın baş taraf] arında geçmişti. Kaynakları da ora­da gösterilmiştir.

[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/367-368.

[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/368.

[113] Itrmizl, Ferâiz 11; Dâriml, Ferâiz 18

[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/368-369.

[115] Hadisin bu lafızla kimi rivayet yollarının zayıf, kimisin ip senedinde meçhul râvj bu­lunduğu, kimisinin büsbütün senedsiz rivayet edildiği belirtilmiştir. el-Adûnî, Keşfit'l-Ha/a, I, 391, hadis no: 1247.

[116] ibn Mâce, Keffarât 10.

[117] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/369.

[118] Ebû Dâvud, Zek3t 21; Müsned, V, 432.

[119] İbn Mâce, Keff3nıı 9. Tırnak içindeki ifadeler İbn Mace'nin elimizdeki basılı nüshasında yoktur.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/369-370.

[120] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/370.

[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/371.

[122] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/371.

[123] Kâmeh: Ekmeğin kendisine bandınlacagı katık suya da i§tah açıcı sirkeli yiyecek:. Keşk: Gerek duyulacağında pişirilmek üzere un ve sütten yapılıp kurutulan bir yiyecektir, (et-Mu'cemu 'l-Vasît)

[124] Müslim, Eçribe 164 v.d.; Ebû Dâvud, Et ime 39; Tirmizİ, Et'irae 35; Nesaî, Eyinan 21; îbn Mâce, Et'ime 33; Brimî, Et'tıne 18.

[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/371-372.

[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/372.

[127] Masdariye olmasına göre ise anlamı: "Yeminlerinizi bağlamanızdan dolayı sizi sorum­lu tııtar" şeklinde ahır.

[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/372.

[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/373.

[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/373-374.

[131] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/374.

[132] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/374-375.

[133] Meâlde: "Köle" diye karşılığı verilen kelimenin (boyun) anlamına gelen "Hitabe" İle ifade edeliş sebebini açıklıyor.

[134] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/375.

[135] Buharî, Keffarât 6; Müslim, İtk 22, 23. Yakın lafızlarla: EbÛ Dûvttd, İlk, 13,14; Tirmizî, Nüzûr 20; îbn Mâce, İtk 4; Müsned, IV, 113, 147, 235, 344, 386, V, 29

[136] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/375-376.

[137] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/376-377.

[138] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/377.

[139] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/377.

[140] Buhârt, Eyınân 1; Müslim, Eym3n 26ı Müsned, II, 317.

[141] Bu ayetin tefsirine dair açılan 5. başlığın Uış taraflarında geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları da orada gösterilınişti.

[142] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/377-378.

[143] Müslim, EyLUtân 21; Ibn Mfâce, KeffiİrSı 14.

[144] Müslim, Eyntfn 20; îbn İdâce, Ahkâm 14.

[145] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/378.

[146] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/378-379.

[147] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/379-380.

[148] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/380.

[149] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/380.

[150] İbn Mâcet Keffârât 8.

[151] İbn li&ee, Keffârât 8.

[152] Buhârt, Mevakitııs-Salât 41, Menakıb 25, Edeb 87, 88; Müslim Eşribe 176; Müsned, I, 198.

[153] Müslim, E$ribe 177.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/380-381.

[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/381-382.

[155] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/382.

[156] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/383.

[157] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/383.

[158] Ebû Dâvud. Ejribe 1.

[159] Müslim, Fednilu's Sahabe 43.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/384-385.

[160] Bukârî Musakat 13, Humus 1, Meğâzi 12, Talâk 11; Müslim, Ejribe 1, 2; Ebû Dâvûd Haraç 20; Müsned I, 142.

[161] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/385-386.

[162] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/386.

[163] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/386.

[164] Bk. Bukârî, Meğâzî 34, Tefsir 24. Sûre 6; Müslim, Tevbe 56; Müsned, VI, 195.

[165] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/387-388.

[166] Müslim, Müsîikat 68, Nesai, Buyu' 90; Bârimi Buyu' 35, Eşribe 9i Muvâtta, E$ribe İZ.

Müsned, IV, 227

[167] Müslim., Hayz 100; Ebû Dâvttd, Libas 37, Tirmizl Libâs 7; Nesaî Feca 5

[168] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/388.

[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/388.

[170] Müslim, Eşribe 11: Ebu Davud, Eşribe 3; Jîrmizİ, Buyu1 59; Darimi, Eşribe 17; Müsned, III, 119, 180, 260.

[171] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/388-390.

[172] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/390.

[173] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/390.

[174] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/390-391.

[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/391.

[176] el-Beyhakl, es- Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 496.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/392.

[177] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/392.

[178] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/392.

[179] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/392-393.

[180] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/393.

[181] Tlrmizî, Tefsîr 5. sûre 10-12

[182] Buhârî, Tefsir 5. sûre lî. Mezâlim 21; Müslim., Eşribe 3; Dûrimî, Eşribe 2, Müsned III, 227.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/393-394.

[183] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/394.

[184] Nesaİ,  Eşribe 3.

[185] BukâH, Tefsir 5- Sûre 10, Eşribe 2, 5; Müslim, Tefsir 32, 33; EbÛ Dâvud, Eşribe 1; saf, Esribe 2.

[186] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/394-395.

[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/396-397.

[188] Burada bu kelime bu manadadır. Bn beyit daha önceden geçmiş ve orada "yanakları sarf anlamında "suFm'l-lmdûd1" diye geçmişti.

[189] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/397.

[190] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/397.

[191] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/398.

[192] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/398.

[193] Buharî, Meğâzi 12.

[194] Darekutni, III, 116.

[195] el-Beyhötî, e&Sunenu'l-Kübrâ, VIII, 547-548; İlanul-Esir. Usdu'l-Gûbe, IV. 95; İbn Hn-cer, el-İsâbe, V, 323. 324

[196] el.-Kiyâ et-Taberi, Ahkâmıt'l-Kuran. III, 103.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/398-402.

[197] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/402.

[198] Arap Tarihçileri Arapları iki büyük kısma ayırırlar.

I. Arab-ı Bâide Yaşayıp helak olmuş, nesilleri tükenmiş araplar.

II. Arab-ı Bakiye, Soyları devanı eden araplar bunlar da : a) Arab-t Aribe ve b) Arab-ı Mus-ta'ribe olmak üzere iki kola ayrılırlar. Arab-ı Aribe Kahtanilerden ortaya çıkan kabile­lerdir. Arab-ı Mustaribe ise soyları İsmail (a.s)'n varan araplardır (H. İbrahim Hasan. îstûm Tarihi, çevirenler; İ. Yiğit, S. Gümüş İstanbul 1985,1, 26-28)

Merhum ınüfessir bü sözleriyle avlanmanın arapların çok eski dönemlerden beri geçim kay­naklarından birini teşkil etliğine işaret etmektedir.

[199] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/402-403.

[200] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/403.

[201] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/403.

[202] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/403-404.

[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/404.

[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/404.

[205] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/404.

[206] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/404-405.

[207] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/405.

[208] Ebû'l Yeser künyeli bu sahabinîn adı; Arapça baskıyı hazırlayanın da dikkat çektiği gi­bi -Ka'b b. Amr b, Abbad...dır- (tbn Hâcer, Tehzibut-Tehzib, VIII, 392).

[209] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/406.

[210] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/406.

[211] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/406.

[212] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/406-407.

[213] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/407.

[214] Bu hadis-i şerif 7. başlıkta da gelecektir. Kaynaklan orada gösterilecektir.

[215] Burada: "el- Açmam cu-bûrun: Dilsiz hayvanın verdiği zarar hederdir." (Buharî, Zekâr 66, Diyft 28, 29, Musoka.nl 3; Müslim Hııdûd 45, 46; EbûDâuud, Diyât 21; Tirmizî, Ze­kât 16, Ahkâm 37; Nesaî, Zekât 28 vs...) hadîsine işaret edilmektedir.

[216] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/407-410.

[217] Buhari, Cezau*sSayd7, Bedu'1-Halk, 16; Müslim, Hace 72, 76-79; Ebû Dâvud, Men5-sik, 39; Nesal, Ntenâsik 82, 84, 86-88; İbn Mûce Men3sik 91: Muvütta Hacc 88-90.

[218] Buhart, Cezau's sayd 7; Müslim Hacc 66- 71; Ebû Dûvud, Menasik Î9; TirmUİ Hacc 21; Nesat, Menâsik 83,113, 114, 116-119; İbn Mâce Menasik 91.

[219] Ebü Dâvud, Menâsüc 39, Tirmizi Hacc 21; İbn Mâcet Mendsîk 91.

[220] Ebü Dâvud, Menâsüc 39, Tirmizi Hacc 21.

[221] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/410.

[222] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/410-411.

[223] Ebû Dâvud, Menâsik 95; Müsned, t, 170.

[224] Enes (r.a)'in rivayetine göre küçük kardeşinin kendisiyle oynadığı Nuğayr diye bilinen küçiik bir ku^U varmış. Hz. Peygamber onu görünce şakalaşarak: ''Ey Ebû Umeyr, ne yaptı Negayr?" diye sorarıma, (Buhart, Edeb 81, 112; Müslim, Âdâb 30; Ebû Dâvud, Edep 69 v.s.

[225] Müsned, VI, 113, 150, 209.

[226] Mvnatta, Cami' (Medine) 11, Bukûri, Fedailul-Medine 4; Müslim, Hacc 471, Bu ma­nadaki dtğer hadisler için bk. el~Mu'cemu1-Mufehrvsti Etfhzi'l-Hadis, VI, 151, satır lö.v.d

[227] Muvattai Cami' (Medine) 13

[228] Bukârl, İlm 39, Hacc 43, Lukata 7 Buyır 28, Cizye 22, Mefrızî 53; Müslim, Hacc 445, 448; BbÛ Dâvud Menasik 89; Nesaî, Menasik 110, 111120; İbn Mâce, Menâstk 103; Dâ-rimt, Buyu' 60. Bütün bu yeri erde; Mekke'yi haram kılansn yüce Allah olduğu be­lirtilmektedir.

[229] Buhârî, Ffrfâilu'l- Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 2l\ Müslim, Hacc 467, İtk 20; Ebû Dâ-vud, MenSsik 95; Tirmizi, Vela 3; Müsned, I, 81, 126, 151.

[230] Sa'd (r.aJ'ın basınçtın geçen bu olaya bu başlığın baş taraflannda değinilmiş; kaynak­ları da  orada gösterilmişti.

[231] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/411-413.

[232] Dârakutni, II, 245

[233] Îbn Mâce. Menâsik90:Dârimi. Menâsik 90v Muvatta, Hacc 230, Darekutni, II, 246.

[234] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/413-415.

[235] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/415.

[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/416.

[237] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/417.

[238] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/417-418.

[239] Muratta, Hacc230.

[240] Dârakutnt, II, 247.

[241] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/418-420.

[242] Dârakutnl, II, 247.

[243] Darekutni, II. 249.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/420.

[244] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/420-421.

[245] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/421.

[246] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/421-422.

[247] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/422.

[248] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/422-423.

[249] Dârakutnt, II, 250

[250] Dârakutnl, II, 250.

[251] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/423.

[252] tbmı'l- Arâbî, Ahkamu'l Kur'ân, II, 679"da yer ulan bu ifadeler, iktibas edilirken ııfcık-lefek Ixi2i farklılıklar ortaya çjkmıştır. Tercüme îbnu'l, Arâbî'nin belirtilen yerdeki ifadeleri esas alınarak yapılmıştır

[253] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/423-424.

[254] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/424.

[255] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/425-426.

[256] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/426.

[257] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/426-427.

[258] Bk. el-B.-ıkaraf 2/196. ayetin, ilırmnhnın başını tıraş eiınesi halinde vereceği Fidye ile il­gili bölümler.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/427-428.

[259] Müslim, İman 56; Tirmizî, İman 10; Müsned, I, 208.

[260] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/428.

[261] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/428-429.

[262] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/429.

[263] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/429-430.

[264] Dârakutnî, IV, 270.

[265] Dârakutnt, IV, 270.

[266] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/430.

[267] Ebû Dâvud, Et'iıne 35; İbn Mâce, Snyd 18: Dârakutnî. IV, 267-268.

[268] Dûrakutnt, IV, 268.

[269] Ebû Dâvud, Et'lme 35.

[270] Dûrakutnî, IV, 268.

[271] EbûDâuud, Tahâre, 4\- Tirmizî Tahflre 52, Nesaî, Tahâre 46, Miyatı i S.ıyd 35; îbn Mâce, T;ılı.1re 38, Sayd 18; Dârimî, Vudıı' 53, 54, Snyd 6, Muvâtta Tahâre 12, Stıyd 12; Müsned, II, 237. 361, 378, 3935 III, 373, V, 365.

[272] Müslim, Snyd 17, 18; Buharı, Zebâih 12; Meğüzi 65; Ebû Davud, Eflıne 46; Nesaî, Saya 35, Dâriml Snyd Ğ; Milsned, III, 309, 311

[273] Darekutnî, IV, 269-270.

[274] Dârakutnî, IV 270.

[275] Dârakutnî, IV,271.

[276] Dârakutnî. IV, 270.

[277] el-Bakara. 2/ 173. âyet 18. bcışhkuı açıklamaları esnasında düşürülmüş bir notta, "Su do-a dair açıklamalarda bulunulmuştu. Oraya bakılabilir.

[278] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/430-433.

[279] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/433-434.

[280] Üçüncü başiıkta geçen, Kz. Cübir'in rivayet ettiği "Aanber" diye anılan bir balığı deniz kıyısında buJup ondan yediklerine dair rivayete atıfta bulunmaktadır. Kaynaklan ora­da gösterilmiştir.

[281] Bu hadis de 3. başlıktı geçmiş olup, kaynakları orada gösterilmişiir.

[282] Müslim. Edalıi 4. 7, 8

[283] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/434.

[284] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/434-435.

[285] Ebû Davud, Menâsik, 40; Tirmizî, Haec 25 Naat, Men3sîk 81; Dârakutnl, II, 290.

[286] Muvâita, Hacc 79; Nemî, Menâsik 78.

[287] Buhârî, Cihad S8r Müslim, Hacc 57; Muvâtta, Hacc 76.

[288] Muü&tta, Ht\cc 83; Buhârî, Ceîall's-Snyd 6, Hibe 6, 17; Müslim, HûCC 50, 53, 55; Tir-misî, Hacc 26, Nesat, Meniîsik 79, İbn Mâce, Menâsik 92; Dârimi, Menâsih 22; Müsnedt IV, 38, 71, 72, 73.

[289] îbn Abdil-Berr, el-Utizkâr XI, 297-298.

[290] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/435-437.

[291] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/437-438.

[292] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/438.

[293] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/438.

[294] Müslim, Haoc 61; Nesat, MenSsik 81; Dârimî, Mennsik 22; Müsned V, 302.

[295] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/438-439.

[296] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/439.

[297] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/439.

[298] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/439-440.

[299] Buhârl, îlm 37, Cezau's-Sayd 8, Meğâzî 51; Müslim HîiCC 446; Tirmizl Hacc 1; Miisned, VI, 385.

[300] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/440.

[301] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/440-441.

[302] Peşbeşe gelen Zülknde Ziilhicce ve Muharrem ile Beceb ayı haram ayfardır. Merhum müfessirimizin de biraz sonra gelecek "...zarflanın üçre biri.." ifadeleri buradaki üç ay ifadesinin bir zühul eseri otorcıfe dört ay yerine kaydedilmiş olduğunu göstermektedir. Ya dil biraz sonra belirtUereği üzere; kimi araplîir bu aym hürmetini benimsemiyorlardı. Dolayısıyla arapların icınaı ile haraın olduğu kabul edilen aylar Receb'in dışında kalan ıiç aydan ibaret otur.

[303] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/441-442.

[304] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/442-443.

[305] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/443.

[306] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/443.

[307] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/443-444.

[308] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/444.

[309] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/444-445.

[310] Buhârİ, l'üsam 20, Buyu' 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17, 18; Ebû Dâvud, Sıinne 5; îbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, VI, 146.

[311] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/445.

[312] Buhûri, Hars 15; Ehû Dâvud, Haraç ve İntare 37; Timizi , Ahkâm 38; Muvâtta Akdiye 26; Müsned III, 33&, 381, V, 327

[313] Hanefilerin bu mesele hakkındaki bu hükümleri mutlak olarak böyle değildik Yani ynlnızca gasıbın yaptığı binanın ya da diktiği ağacın kıymetinin, gasp ettiği arazînin kıymetinden cbha fazla olması halinde, araziyi gasb eden arazi sahibine değerini tazmi­nat olarak ödemek hakkına sahiptir. (Bk. Dr. Vehbc ea-Zuhayli, el*Fıkhu>l-î$la.mi, V, 731, v.d)

[314] EbÛ Dâvud, Harâc ve tnıare 37.

[315] Bbû Dâvud ve Muaâtta, aynı yerler.

[316] Zekeriyyâ b. Yahy3 el-Mısrî diye bjiinen bir fakihtir.

[317] Ebu Davud. Harâc ve îmare 37.

[318] Dârakutni, IV, 243. Hadisin senedinde güvenilmeyen bir râvi vardır. (Ebn't-Tayyib Muhammed âbâdi’nin hadis ile ilgili ta’likinden.)

[319] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/446-447.

[320] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/448.

[321] Her iki rivayet için: Bukârî, Tefsir 5. sûre 12, Deavât 35, Fiten 15, nisam 3; Müslim it 134, 135; Tirmizî Tefsir 5. sûre 16; Müsned, IİI 206, 254.

[322] Tirmizî,  Hacc 5, Tefsir 5. sûre 15; fbn Mâce, MenAsik 2; Müsned  I. 113; Dârakutnî, H, 280-281.

[323] Dârakutnî, II, 282.

[324] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/448-450.

[325] Buhâri, Rikaak 22, Edeb6, İstikraz 19; Müslim, Akdiye 14; Dârimî Rikaak 38; Müsned, IV, 246, 254, 255.

[326] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/450-451.

[327] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 123.

[328] Dârimî, Mukaddime 18. hadis no: 124.

[329] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 125.

[330] Dârimî, Mukaddime 18, hadis no; 127.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/451-452.

[331] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/452.

[332] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/452-453.

[333] Dârakutnî, IV, 184.

[334] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/453-454.

[335] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/454.

[336] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/454-455.

[337] BuhârL l'tlsam 3; Müslim, Fedâil 132. 133: EbÛ Dâvud. Sünne 6: Müsned. 7. 176. 179.

[338] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/455.

[339] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/455.

[340] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/456.

[341] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/456.

[342] Buhârt, Menakıb 9, Tefsir 5, sûre 13^ Müslim, Cennet 51.

[343] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/456-459.

[344] Müslim, Cennet 51; Müsned, II 275

[345] Müslim, Cennet 50,, Aynı muhtevadaki başka rivayetler. Buhdrl, el-Amel ffs-Sîîlnh 11, Menâkıb 9- Tefsir 5sûre 13; Müslim, Kiisııf d^Nesaî, KUsuF 11; Müsned, I, 446, II, 366.

[346] Az farkla: Hakim el-Müsterek , IV, 607. Aynen bk. Müsned, V, 138.

[347] İbnu'l-Arâbî, Ahkamu'l Kur'ân II, 701.

[348] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/459-460.

[349] Hanefi mezhebinin vakıflara clnir, görüşü îçin mesela bk. İbn Mevdûd, el-îhtiyar, III, 40 v.d. Ebu Yusuf, Bağdat'la (biniz sonra kaydedilecek oton) Hz Ömer hadisini din­leyince, vakıfın caiz oimadığL görüşünden vazgeçerek bu hadis Ebıı Hiinifye ulaşmış olsaydı o da bu gorti&ünden vaz geçerdi, deiniştir."(A.g.e, 111, -İl)

[350] Nesai, £lıb:ıs 3; îbn Mâce, Sadakat 4; Müsned, II, 114, ifadelerden "vakıf yapmak isteyenin İbn Ömer olduğu anlaşılmakta ise de belirtilen yerlerde de ifade edildiği gibi, İbn Ömer'in rivayetine göre babası Hz. Ömer  (bu hususta.) Alkıh Rastı Ki ncten izin' istemiş ve zikredilen şekilde cevap almıştır.

[351] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/460-462.

[352] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/462-463.

[353] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/463.

[354] Butıârî, Feriliz 21; Müslim Itk ı<5; Ebû Dâvud, Ferniz 14; Tirmizî Buyu' 20 Veln 2; Ne-sal, Buyu' 78; İbn Mdce, Ferâiz 15; Dûriml Bııyıı1, 36, Ferüiz 53; Muvâtta, Iik 20; Müsned, II, 9V 79, 107.

[355] Bu antaındaki bnzı rivayetler: Dâriml, Ferdiz 46.

[356] Hadisin geçtiği yerlerin bazısı: Buharı, Salât 70; Şurüt 3, 10,13,.. Müslim Irk 5, 6...; Bbû Davudr Feraiz 12; Tirmİzî , Ferüiz 20.; Nesaî, 2ek5t 99..; İbn Mâee, Tatfk 29, Itk 3; Darimİ, Ta 13k 15..; Muvâtta; Jtk 17-19; Müsned, I, 281, 321...

[357] Merhum müeHefin zikrettiği lafızlarla tesbit edemedik; nnenk Abdıılkıh b. Mes'ıuTun, bu hususta  som sorana verdiği cevap ta bu anlamdadır.

[358] Buraya kadar Buhârt, Ferinz 20.

[359] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/464-465.

[360] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/465.

[361] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/465-466.

[362] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/466.

[363] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/466.

[364] Ebû Dâvud, Melahim 17; Tirmizî, Filen 8, Tefsir 5. sûre 17; îbrt Mâce, Fiten 20; Mûsned, I, 2, 5, 7, 9.

[365] İshak b. İbrahim, İshak b. Rnhaveyh'dir. Kays de Kays b. Ebi Hazîm'dîr. İsmail'den kasıt, ' İsmail b. Eb" Halid'dir, (Nitekim-hadisin belirtilen yerlerdeki rivayetlerinde bu, açıkça ifade edilmiştirJAmr b. Ali'nin Kays hakkındaki Veki'den naklettiği bu ifadelerinin bir alınlık olduğunu îbn Hacer*ixı H-Tehzib VIII, 346-347Weki açıklamalarından rahatlıkla anlaşıldığı gibi ismail'in hem güvenilir bir ravi, hem de Kays'ran çokça rivayetinin bu­lunduğu da (I, 254-255'de açıkça belirtilmekledir. Dolayısıyla en-Nekkaş'ın bu husus­taki ifadelerini haklı sörmek eerekir

[366] Tirmizi,Tefsir 5. sure18; Ebu Davud Melahim 17; İbn Mace Fiten 21.

[367] Tirmizî, Fiten79.

[368] Mekhurden buna benzer bir rivayet: Suyuti, ed-Durru'l Mensur, III, 219, Abdullah b. Mes'ud'ıın âyel ile ilgili şöyle dediği rivsiyeı edilmiştir: Kamçı ve kıhç buna engel ol­madığı surete iyiliği emredip münkerden alıkoyunuz. Eğer, bu d um m olursa o taktirde kendince bakınız. ( Suyîui, ed-Burru'l-Mensür, III, 216)

[369] Suyuti, Durru'l Mensâr, III, 216-217.

[370] Az önce geçen Ebû Salebe el-Hıışcni'nin rivayet, ettiği hadiste benzer ifadeler geçmişti.

[371] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/466-470.

[372] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/470.

[373] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/470-471.

[374] Bukârt, Vestyâ 35; Ebû Dâvud, Akdiye 19; Tirmizi Tefsir 5. sûre 19, 20; Bârakutnî, IV, 169.

[375] Tirmizl, Tefsir. 5, süre 19.

[376] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/471-473.

[377] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/473-474.

[378] Bu açıklamalar] kısaca Türkçe ifade edecek olursak, hazf edildiğini söylediği "mâ" edn-ü "aramızdaki, aranızdaki" kelimelerinin samında yer alan "ki" bağlacına karşılıktır, Bu­nun hazf edildiğini belirtmekle, bu bağlacın anlamda esasen var olduğuna dikkat çekmek istemektedir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/474-475.

[379] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/475.

[380] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/475-476.

[381] Arapça baskıya hnzırhyamn ifnde ettiğine göre; -Abdullah b. KaysHm doğru şekli, "Ab­dullah b. Mes'ud" olmalıdır

[382] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/476-479.

[383] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/479.

[384] Bk. Kenzu'l-Ummâl, XV, 552.

[385] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/480.

[386] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/480-481.

[387] Ebû Dâvud, Akdiye  29; Tirmizî, Diyar 20; Nesaî, Kat'u's-Sarik 2.

[388] Ebû Dâvüd, Akdiye 29. Hadisi ayrıca Buhâri, İstikraz 13; < muallak olarak); Mesaî, Bu­yu1 100; ibn Mâce, Sadskal 18; Müsned, IV, 22, 388, 389'da da kaydedilmektedir.

[389] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/481-482.

[390] Bukârî, Musakaat 10, Şehadât 26 yakın ifadelerle

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/482.

[391] Buhârî, Şehadât 23.

[392] Müslim, İman 223;  EbÛ Dâvud, Eyınan 1, Akdiyye 26; Tirmizî, Ahkâm 12

[393] Tlrmizl, NüzfirS;Müsaedf II, 7.

[394] Peygamber efendimize gelip İslâm'ın temel esasların? dair som soran bir bedevinin, mükellefiyetlerini öğrendikten sonra: "Valkıhi bunlardan ne birşey eksiltirim, ne birşey eklerim" deyip gitmesini dile getiren hadiste soru soranın giderken söylediği sözlere işaret edilmek tedir.(Bu/idrI, Savın 1, Şnhadât 26, Hıyel 3; Müslim, İman 8; Ebü Dâvud, Salât i; Nesaîf Salât 4, Siyam 1, lınan 23; Dârimh Sala: 208; Muvatta, Kasrus-Salât, 94; Müsned, I, 162, Ul 143, 191.

[395] Ebu Davud, Akdiye, 24.

[396] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/482-484.

[397] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/484-485.

[398] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/485.

[399] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/485-486.

[400] Ebû Dâvud, Akdiye 19.

[401] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/486-487.

[402] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/487.

[403] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/487.

[404] Buhârî, Zekât 63, Mezalim 9, Cih3d 180, Meğâzi 60; Müslim, îman 29; SbÛ Dâuüd, Ze­kât 5; Tirmizî, Zekât 6; Naat, Zekf t 46; îbn M&ce, Zekâı 1; Dûrimt, Zekât 1; Müs-ned> I, 233.

[405] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/487.

[406] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/488.

[407] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/488.

[408] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/488-490.

[409] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/490.

[410] Haksızlığa uğrayan" diye meni verdiğimiz "istu'lukka aleyhim1* kiraan Nafi'nin ve di­ğer kıraat imamlarının cumhurunun kıraatidir. Bizim kıraatimizde (Asım kıraatinde» ve diğerlerinde ise "isiehakka aleyhim" şeklindedir. Buradaki açıklamalar, meal a daha uy­gun görülen cumhurun kıraatine dahildir.

[411] Yani, size söyleyeceğim bu sözler dolayısıyla sözünü ettiğim bu askeri birlik, kan dö­külmesine sebep teşkil edecek bir savaşm kızışmasına neden olacaktır.

[412] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/490-491.

[413] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/492.

[414] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/492.

[415] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/492-493.

[416] Bu haberin kaynağım tespit edemedik. Merimin müfessir kaynağı hakkında bir açıkla­mada bulunmamış olması, haberin sıhhati noktasında pek olumlu bîr fikir vermemek­tedir

[417] Bu hadiSErt de kaynağını tespit edemedik. Bir önceki nottaki mülahazalarımızı da aynen tekrarkıynbiliriz.

[418] Bûhart, Tefsir 5- sûre 14> 21. sûre 2, Rikaak 45, 53, Fiten 1; MUdimTahare 39 Salât 53.. Hadîsin yer aldığı diğer yerleri görmek için bk,. el-Mu'temu'lMufehres li Elfazi'l-Ha-disi'n-Nebevl, I, 434.

[419] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/493-495.

[420] Nahiv bilgini Muhaınıned b. Ahmed b. Abdullah et-Tuvâl (v. 243 İD; el-Kisâi'nin yakın öğrencilerindendî. (Buğyetul-Vuat'r&n naklen; Arapça yayına hazırlayan).

[421] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/496-497.

[422] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/497-498.

[423] Bukûrl, Cihât! 40, 4l, 135, Feda İhı Ashabi'n-Nebiy 13, Meğâzi 29; Müslim, Fectfulu's-Sahâbe 48; tbn Mâçe, Muknddlme 11; hadîs no: 122; Müsned, \, 89, 102, 103, III, 307, 3143J8, 365.

[424] Tirmizt, Fiten 18; Müsned, V, 218.

[425] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/498-501.

[426] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/501-502.

[427] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/503-505.

[428] Tirmizl,  Tefeir 5. sûre 21.

[429] el-Hakim ei-Tîrmizî, Nevadiru'l-Usül, 288.

[430] Tİrmizî, Et'ıme 1. Aynca bk. Bukârt, Et'ijne 8, 23; İbn Mâce, El'ime 20; Müsned, İH, 120.

[431] el-Hakiın, aynı yer, Hadis, Ebû Dâvitd, Efime 20; Tirmizî, Et'ime 32; Dârimî, Et'ime 30; Müsned, Ilîr 400 VI, 465'de yer almaktadır.

[432] Buhâri, Hibe 7, Ec'ime 8; Müslim, Sayd 46;EbûDâvud, Efime 27; Nesaî, Sayd 26; Müs-ned, I, 255, 322f 329, 340, 347.

[433] el-Hakîm et-Tinnizî, Nevadiru'l-Usüt, I, 289.

[434] Az önce Kurtubi, "Denilse ki..." diyerek muhtemel bir soruyu sözkonnsn etmiş. An­cak, buraya kadar soruyu cevaplandırmamıştır. Bundan itibaren zikredilecek ifadeler böyle bir muhtevadadır. Dolayısıyla buraya '-yine" diye karşılığını verdiğimiz "ve"nin fazladan ya da sehren eklenmiş olma ihtimali vardır. O taktirde bu ifadeyi; "bu soru­ya cevap olarak denilir ki" diye anlamamız uygundur.

[435] el-Hakîın et-Tinnizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 289.

[436] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/505-512.

[437] Tirmize, Tefsir 5. sûre 22.

[438] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/512-515.

[439] Buhari, Enbiyâ 8V 48, Tefsir 5. sûre 14,15, 21. süre 2, Rîksak 45; Müslim, Cennet 53; Tİrmizl, Tefsir 21. sûre 4; Nesaî, Cenaiz 119;

Müsned, I, 235, 253.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/515-517.

[440] Nesal, İftitah 79; tbn Mâee> İkametıvs -Salât, 179; Müsned, V, 156.

[441] Müslim, İman 346.

[442] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/517-519.

[443] Nâbiga'ya ait olan bu beyirte "Hin: Zaman' kelimesi daha sonra gelen "sitem ettiğim.," anlamındaki ftile muzaf yapılmıştır. Bununla birlikte "Hin" zarfının nasb Üzere bina edil­miş olduğu örnek gösterilerek, onun gibi zarf olan "Yevm: Gün' kelimesinin de "fay­da vereceği" anlamındaki fiile muzaf yapılmasına ve nasb ile gelmesine şahit gösterilmistir.

[444] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/520-522.

[445] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/522.