Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
(Kur'an-ı
Kerim'in altıncı süresidir.)
Bu sureye, içinde davarların
(en'âm) söz konusu edilmesinden dolayı En'âm suresi adı verilmiştir:
"Onlar Allah'ın yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar..."
(136. ayet); "Kendi zanlarınca dediler ki: Bu davarlar ve ekinler
haramdır. Onları dilediklerimizden başkası yiyemez."(138.ayet)
[1]
Bu
sure inanç esaslarını kapsadığından dolayı bir defada nazil olmuştur. İbni
Abbas der ki: "En'âm suresi Mekke'de ve geceleyin bir defada nazil oldu.
Etrafında yüksek sesle teşbih getiren yetmiş bin melek de vardı."
İbni
Ömer'in rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "En'âm
suresi bana bir defada nazil oldu. Onu "teşbih ve tahmid sesleri duyulan"
yetmiş bin melek uğurladı." Buna sebep ise surenin tevhid, adalet nübüvvet
ve meadın delillerini ve açıklamalarını ihtiva etmesi, batıla ve inkarcıların
görüş ve kanaatlerini çürütmesidir. Bununla birlikte bazı ayetlerinin Medine'de
inmiş olmasına bir mani yoktur. Daha sonra Resulullah (s.a.) bu ayet-i
kerimelerin suredeki yerlerine konulmasını emir buyurmuştur.
[2]
Maide
suresi de En'âm suresi de konum ve inançları hususunda Kitap Ehli'ne karşı
delilleri ihtiva etmektedir. Aynı şekilde her iki surede de haram kılman
yiyeceklere ve kesilen hayvanlara dair hükümler söz konusu edildiği gibi,
cahiliye dönemi insanlarının putlara hürmet ve ibadet amacıyla bir takım
davarları haram kılmaları şeklindeki tutumları da reddedilmektedir.
[3]
İlim
adamları der ki: Bu sure, müşriklere ve bid'atçilere, öldükten sonra dirilişi
ve amel defterlerinin verileceğini yalanlayanlara karşı deliller getirmekte
asıl bir özelliği taşımaktadır. Bu da surenin bir defada indirilmiş olmasını
gerektirir. Her ne kadar bu husus değişik yönleriyle ele alınıp ortaya konulmuş
olsa da bunların hepsi delil itibariyle aynı manayı taşır. Kelamcılar dinin
asıllarını (itikadî meselelerini) bu sureyi esas alarak açıklamışlardır. Çünkü
bu surede Kaderiyye'nin görüşlerini reddeden apaçık ayetler bulunmaktadır(35).
Bu sure de diğer Mekkî sureler gibi akide ve iman esaslarını açıklamaya önem vermiştir.
Bunlar ise ulûhiyyet, vahiy, risalet, öldükten sonra dirilmek ve amellerin
karşılıklarının görülmesini ispatlamaktır.
Sure
bu esaslarıyla akideyi yerleştirirken takrir ve telkin üslûplarını kullanmaktadır.
Takrir
Üslûbu: Bu üslûpta Allah'ın varlığının ve tevhidinin delilleri apaçık kabul
edilen gerçekler şeklinde sunulmaktadır. Bu da ya, şu ayette olduğu gibi açıkça
Allah'ın yaratıcılığı ifade edilerek gerçekleştirilmekte: "Hamd gökleri ve
yeri yaratan... Allah'ındır", ya da gaib zamiri kullanılarak şu şekilde
ifade edilmektedir: "Sizi çamurdan yaratan O'dur."; "O, göklerde
ve yerde Allah'tır."; "O kullarının üzerinde kahir olandır.";
"O gökleri ve yeri hak ile yaratandır."; "O geceleyin sizi vefat
ettiren (uyutan)dir..."
Telkin
Üslûbu: Delilleri hasımlara sunmak üzere Resulullah (s.a.)'a öğretmek ve
telkin etmek şeklindeki ifade tarzıdır. Bu da şu buyruklarda olduğu gibi soru
ve cevap yolu ile olabilir. "De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De
ki: Allah'ındır. O rahmetini kendi üzerine yazmıştır."; "De ki:
Şehadet itibarıyla en büyük şeyler hangisidir? De ki; Benimle aranızda şahit
Allah'tır"; "De ki Ne dersiniz, Allah sizin işitme ve görme
özelliğinizi alsa, kalplerinizi mühürlese, Allah'tan başka bunları bize
getirecek bir ilâh kimdir?"; "Dediler ki: Onun üzerine Rabbinden bir
ayet indirilmeli değil miydi? De ki: Şüphesiz Allah bir ayet indirmeye gücü
yetendir."
Surenin
muhtevası şöylece özetlenebilir:
1- Allah'ın varlığı, tevhidi, sıfatları, özel ve genel anlamdaki
ayetlerini (delil ve belgelerini) ve akidenin amele etkisini anlatmak
suretiyle ikna, etki, tartışma, münazara ve soruya cevap yoluyla inanç
eseslannı ispatlamak.
2- Peygamberlik, risalet ve vahyi ispatlayıp müşriklerin şüphelerini
aklî, ilmî ve duyu organlarıyla hissedilen maddî delillerle cevaplandırmak.
3- Öldükten sonra diriliş, hesap ve kıyamet gününde amellerin karşılığının
görülmesinin -hayır ise hayır, şer ise şer suretinde- ispat edilmesi.
4- Din esaslarının, ahlâkın, toplumsal adabın yahut da bütün ilâhî
risalet-lerde tespit edilen on tavsiyenin (emrin) açıklanması.
5- Hz. Adem'den, Hz. Muhammed'e (ikisine de selâm olsun) kadar dinin
esasları, asih, araçlan ve amaçları itibariyle birdir. Onun bölümlere
ayrılması, bir kısmına iman edip bir kısmının terk edilmesi, dinin değişik
kişisel görüş ve yaklaşımlara göre parçalanması, dinin aslına aykırıdır.
6- Mutluluk, bedbahtlık ve iyiliklerle kötülüklere karşılık uhrevî ceza
ya da mükâfatın esası, insanların yaptıkları işlerdir.
7- İnsanlar ilâhî sünnet ve takdirler gereğince kendi irade ve
tercihlerine uygun olarak amelde bulunurlar. Ortada zorlama (cebir) veya baskı
diye bir sey söz konusu değildir. Allah'ın iradesiyle insanın kazandıkları
arasında da bir çelişki yoktur. Çünkü Allah'ın kaderinin anlamı sebeplerle
sonuçlar arasındaki ilişkiyi onun ilim ve hikmetine uygun olarak ortaya
koymaktır
8- İlâhî adalet, ümmetler ve fertler arasında farklılığı gerektirir.
Allah zalimleri helak ederken itaat edenlere de nimet ihsan eder ve hayatı
miras almaya daha uygun olana imkân bahşeder.
9- Teşriin, helâl ve haram kılmanın kaynağı Allah'tır. İnsanın bu hususta
Allah'ın hakkım çiğnemesi ve O'nun önüne geçmesi doğru değildir.
10- Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin durumlarından insanın ibret
ve öğüt alması gerekir. Aynı şekilde insan Allah'ın kudretine, ilim ve azametine
delâlet eden pek çok belgeyi delil olarak kullanmak üzere kâinata dikkat ve
ibretle bakmalıdır.
11- İnsanlar dünya hayatında bir yarış, bir müsabaka ve bir deney içerisindedirler.
Böylelikle kimin müfsid, kimin islâh edici olduğu ortaya çıkmaktadır. Ceza ve
mükâfat herkesi beklemektedir. Allah mühlet verir, fakat ihmal etmez. Bundan
maksat ise insanın tevbe etmesi, halini düzeltmesidir. Allah'ın rahmeti de
esasen her şeyi kuşatmıştır.
[4]
1- Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları
ve aydınlığı var eden Al- lah'ındır. Sonra da kâfir olanlar Rable-
rine denk (ortak) tutarlar-
2- O sizi balçıktan yaratan, sonra bir eceli
hükme bağlayandır. Bir de onun katında belirli bir ecel daha vardır; sonra siz
hâlâ şüphe edersiniz.
3- O göklerde ve yerde Allah'tır. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. O ne ka-
zanacagınızı da bilir.
"O
göklerde ve yerde Allah'tır." buyruğunun şu anlamda olması mümkündür:
Allah göklerde olsun, yerde olsun sizin gizlinizi de açığınızı da bilendir.
Veya, "O göklerde ve yerde mabud olandır."
[5]
"Hamd...
Allah'ındır." buyruğu kasr (münhasırlık) ifade eden bir kiptir. Yani hamd
ve senaya Allah'tan başka kimse daha lâyık değildir.
"Karanlıkları
ve aydınlığı var eden" buyruğunda karanlıklarla aydınlık arasında tıbâk
sanatı vardır.
"Sonra
da kâfir olanlar Rablerine denk (ortak) tutarlar" buyruğunda yüce Allah
kendisinin kudretine dair bunca deliller ortada iken, başkasını O'na denk
tutmamak gerektiğini, böyle bir şeyin akıldan uzak olduğunu ifade eder. Burada
"Rableri" kelimesinin zamir olmayıp açıkça zikredilmesi, yaptıkları
işin çirkinliğini, kötülüğünü daha ileri derecede ifade etmek içindir. Nitekim
"Rableri" diye onlara izafe edilmesi, nimetin kaynağını onlara hatırlatıp
ona karşı duymaları gereken saygı ve bağlılık duygularını beslemek içindir.
"Gizliniz
ile açığınız" kelimeleri arasında da tıbak saaatı vardır.
[6]
"Hamd...
Allah'ındır." Hamd ihtiyarî olarak yapılan güzel fiile karşı O'n-dan güzellikle,
övgü ile söz etmektir. Bu buyruk iman ve senanın esaslarını öğretmek içindir.
Medh
(övmek) hamdden daha geneldir. Çünkü medh akıllı olan için de yapılır, olmayan
için de yapılır. Hamd ise şükürden daha geneldir. Çünkü hamd, senin üzerindeki
veya başkası üzerindeki nimeti dolayısıyla onu tazim etmek, yüceltmektir. Şükür
ise bizzat sana ulaşan nimet dolayısıyla şükretmektir.
Halik,
Fâtır ve Rab arasındaki farka gelince: Halk etmek, yaratmak, takdir etmek,
küllî ve cüz'î her şeye nüfuz etmek, her şeye sahip olmak demektir. Fâtır ise
yoktan var eden ve meydana getirendir. Bunda kudret sıfatına da bir işaret
vardır. Rab ise her iki kelimenin anlamını da kapsar.
[7]
"Yaratan"
halk eden, yaratıp takdir eden demektir. Yani her şeyi Yüce Allah kendi ilmine
göre muayyen bir miktar da var etmiştir. "Var eden" (ceale) .yaratmak
ile var etmek arasındaki fark şudur: Yaratmak, tekvini olarak var etme fiilini
kapsar. Bunda takdir ve düzeltme anlamı vardır. Var etmek ise, Yüce Allah'ın
"Karanlığı ve aydınlığı var eden" buyruğunda olduğu gibi, meydana
getirmeyi, yasa ve kanun koymayı da kapsar. Yüce Allah'ın "Allah Kabe'yi
Beyt-i haramı... kılmıştır" (Maide, 5/97) buyruğunda olduğu gibi. Yani
bunu böylece teşri buyurmuştur, demektir. Var etmenin bir özelliği de bir şeyden
bir şeyi var etme, yahut da bir şeyi bir şey yapma anlamı taşımasıdır. Aynı
şekilde, bir yerden bir başka yere aktarma gibi bir mana da ihtiva eder.
[8] Özellikle
göklerin ve yerin var edilmesinin söz konusu edilmesi, bakıp görenler için yaratıkların
en büyüğü onlar olmasından dolayıdır.
"Karanlıkları
ve aydınlığı" yani her türlü karanlık ve aydınlığı yaratan O'dur. Burda
karanlıklar çoğul, aydınlık (nur) tekil olarak gelmiştir. Çünkü karanlığın
sebepleri çoktur. Nur ise kaynaklan birden çok olsa bile tektir. Karanlıkların
nurdan önce söz konusu edilmesi ise varlık itibariyle onların daha önceden var
olması dolayısıyladır. Çünkü önce kâinatın karanlık maddesi var edildi.
Göklerin çoğul, yerin ise çok olmakla birlikte tekil olarak gelmesinin sebebi
ise şöyledir: Bilindiği gibi yer de gökler gibi Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği
yedi tanedir: "Ve arzdan da onlar gibisini... (yarattı)" (Talâk,
65/12). Sebep şudur: Sema fail ve etkileyicidir. Arz ise semanın bu fiillerini
kabul edici ve onlardan etkileniridir. Etkileyici birden çoktur ve bu sebeple
dört mevsim ve diğer değişik haller ortaya çıkar. Şayet sema tek bir t?ne
olsaydı, etkiler arasında benzerlik olurdu da âlemin maslahatına olan olaylar
ve dengeler bozulur giderdi. Yer ise etkiyi kabul edendir. Kabul için ise tek
bir varlığın bulunması yeterlidir.
[9] İşte
bu yaratma, yoktan var etme ve meydana getirme, Allah'ın birliğinin
delillerindendir.
"Sonra
da kâfir olanlar" yani bunca delilin varlığına rağmen "Rablerine denk
tutarlar", başkasını ona denk ve eş kabul ederler; yani ibadet ve dualarında
O'na ortak koşarlar.
"O
sizi" atanız Adem'i "balçıktan yaratan, sonra bir eceli hükme
bağlayan" ona dair hükmünü veren, sizin için son bulmasıyla birlikte
öleceğiniz bir va'de belirleyen "dir". Ecel ise, bir şey için
belirlenen süre demektir.
"Sonra
siz" ey kafirler! "hala şüphe edersiniz" yani öldükten sonra
diriliş hakkında şüphe etmektesiniz. Bunca delilin ortada olmasına ve sizi
baştan yaratanın O Allah olduğunu bilmenize rağmen, yoktan var etmeye gücü yetenin
varlığı tekrar eski haline iade etmeye daha muktedir olduğunu bilmenize ve buna
dair delillerin ortada olmasına rağmen yine de şüphe etmektesiniz.
"O
göklerde ve yerde Allah'tır." İbadete lâyık olandır. "Sizin gizlinizi
de açığınızı da bilir." Kendi aranızda gizleyip açıkladıklarınızı bilir.
Hayır ve şer türünden ne kazandığınızı, "ne kazanacağınızı da
bilir".[10]
Her
türlü hamd, sena, şükür ve övgü gökleri ve yeri yaratan Yüce Allah'adır. O
hamde en lâyık olandır. Çünkü gökleri yaratmakla kullarına nimet ihsan
etmiştir. O gökler ki geceleyin yıldız, gezegen, güneş ve ay gibi kandillere
sahiptir. Aynı şekilde içinde ister hava olsun ister olmasın feza ve sesi
taşıyan esir onun kapsamı içerisindedir. Mahlûkatm üzerinde yaşadığı hayır,
rızık, servet ve hayat ortamının kaynağı olan yeri yaratmakla da kullarına
lütufta bulunmuştur. Bütün bunlar ise insanlığın hayrına ve onlara tabi olan
diğer canlı varlıkların faydasınadır. Şanı yüce Allah'ın kendi zatına
hamdetmesi, iman ve senayı kullarına öğretmek içindir. Burada, "Hamd
Allah'adır" denilip de "Allah'a hamdediyorum" denilmeyişi bunun
sabit ve devamlı oluşunu anlatmak, hamdin mahiyet ve hakikatinin Yüce Allah
hakkında sabit olduğunu beyan etmek içindir. Kişi bunu kalbinden ister
hatırlayıp şuuruna vararak söylesin, isterse de böyle söylememiş olsun fark
etmez. Fakat kalbi gaflet içerisinde olup da anlamını hatırında tutmaksızın
şuursuz olarak, "Allah'a hamdediyorum" diyecek olursa, o vakit yalan
söylemiş olur.
Semâvât'tan
kasıt, bizim yukarımızda gördüğümüz yüksek âlemlerdir. Arz (yeryüzü)'dan kasıt
ise üzerinde yaşadığımış şu gezegendir. Burada arz bir cins isimdir. Lafız
olarak tekil gelmesi çoğul olarak zikredilmesi ayarındadır. Nur (aydınlık) da
bu şekildedir. Yine: "Sonra sizi bebek olarak çıkartır" buyruğu
(Mü'min, 40/67) da böyledir.
Yüce
Allah'ın karanlıkları ve aydınlığı (zulumat ve nuru) ve geceyle gündüzü
yaratmış olması kullarının menfaatine olan bir şeydir. Karanlıkların çoğul,
nur'un tekil gelmesi ise karanlığın sebeplerinin çokluğundan dolayıdır. Gece
karanlığı, şirk ve küfür karanlıkları gibi. Nur ise kaynağı farklı olsa bile
kendisi tektir. Çünkü nur daha şereflidir. Yüce Allah'ın "Sağa ve
sollara..." (Nahl, 16/48) buyruğunda olduğu gibi. Burada "var
etmek" yaratmak anlamındadır. Başka bir mana vermek caiz değildir.
Karanlıktan kasıt, es-Süddî ile müfessirlerin cumhurunun da belirttiği gibi,
gece karanlığıdır. Nur (aydın-lık)'dan kasıt ise gündüzün aydınlığıdır. İşte bu
ifade birisi nur (aydınlık) ve hayrın yaratıcısı diğeri ise şerrin (karanlığın)
yaratıcısı olmak üzere iki ilâhın varlığını kabul eden Seneviyye (mecusiler)nin
görüşünü reddetmektedir. Ha-san-ı Basrî ise şöyle der: "Burada karanlıklar
ve aydınlıktan kasıt, küfür ve imandır."
[11]
Katâde
karanlıkların önce söz konusu ediliş sebebi ile ilgili olarak şunları
söylemektedir: Şanı yüce Allah gökleri yerden önce, karanlığı da nurdan önce
yaratmıştır. Cenneti de cehennemden önce yaratmıştır. Maddî karanlıkların cinsi
ise nurdan önce yaratılmıştır. Önce kâinatın maddesi var edildi. Bu madde
karanlık bir duvar yahut astronomi bilginlerinin söyledikleri gibi bir sedim
(sedim teorisi) idi. Daha sonra ışık saçan yıldızlar oluştu. Manevî karanlıklar
da böyledir. Bilgisizlik, küfür ve şirk gibi. Bunlar da nurdan önce var edilmişlerdir.
Çünkü ilim, iman ve tevhid nuru bundan sonra ortaya çıkar. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi annelerinizin karınlarından kendiniz hiç
bir şey bilmez halde çıkardı. Size kulaklar, gözler, gönüller verdi ki
şükredesiniz." (Nahl, 16/78)
Diğer
taraftan kâfirler, yaratıcı Allah'ın nimetini inkâr edenler bütün bunlara
rağmen başka varlıkları Allah'a denk tutuyorlar. Yani ibadet hususunda
başkalarını O'na eşit ve denk kabul ediyorlar. Bu ise O'na ortak koşmak demektir.
Halbuki ortak koştukları bu varlıklar yaratıcı değildir, kendilerine dahi bir
fayda ve zararı da dokunmaz.
Daha
sonra Yüce Allah başkasını kendisine denk tutan müşriklere hitap ederek onlara
tevhidin ve öldükten sonra dirilişin delillerini şöylece hatırlatmaktadır:
"Sizi balçıktan yaratan sonra... dır." Yani O sizin aslınız olan
atanız Adem'i çamurdan yarattı. Daha sonra onun soyundan gelenler dünyanın doğusunda
batısında çoğalıp durdu. Nitekim yeryüzündeki diğer canlıları da yaratan
O'dur. Bu canlılar ise hayat bulduktan sonra bitkiye muhtaçtırlar. Çünkü kan
gıdalardan oluşur. Gıda ise ya yeryüzü bitkilerinden sağlanır yahut da yine
bitkilerden beslenerek var olan canlı hayvan etlerinden elde edilir. Nihayet
bütün bu gıdaların esası çamurdan çıkan bitkilerdir.
Daha
sonra Yüce Allah doğumdan ölümüne kadar insanın varlığını ve ecelini
belirledi. Diğer taraftan insanın, kabirlerden döhdürülüşü ile başlayacak bir
diğer eceli daha vardır. Buna göre Yüce Allah iki ayrı eceli hükme bağlamış
olmaktadır. Birincisi, insanın yaratıldığı andan öleceği vakte kadar sürecek,
ikincisi ise ölüm ve diriliş arasındaki eceldir. Bu da berzahtır. El-Hasen'in
görüşü budur.
İbni
Abbas, Mücahid ve başkaları ise Yüce Allah'ın "Sonra bir eceli hükme
bağlayandır" buyruğunu ölüm eceli, belirli bir eceli (ecel-i müsemmayı) da
kıyametin vadesi olarak açıklamışlardır.
Aslında
her bir ecel Yüce Allah nezdinde müsemmadır (belirlenmiştir). Yanı bu ecelin
sınırlı bir başlangıcı ve sonu vardır, artmaz ve eksilmez. O'ndan başkası da
bunu bilmez. İsterse bu gönderilmiş bir peygamber yahut mükarreb bir melek
olsun. İki ecelden kasıt dünya ve insan eceli ile kıyamet ecelidir. Yüce Allah
birincisi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri geldiğinde ne
bir an geri bırakılırlar, ne de bir an öne alınırlar." (Nahl, 16/61)
"Sonra
siz hâlâ şüphe edersiniz." Yani Allah'ın vahdaniyetine, öldükten sonra
dirilişe dair bunca delilin varlığına rağmen, siz ey kâfirler, ikinci defa yaratılacağınız
hususunda yani öldükten sonra diriliş ve kıyamet hakkında şüphe içerisindesiniz.
Şunu bilmek gerekir ki, şanı yüce Allah sizi ilk olarak bir çamurdan yarattı.
Daha sonra insan nesli çoğalıp durdu. Yüce Allah bundan sonra insanın aslını
hakir ve değersiz bir su olan bir nutfe olarak takdir etti ve bunu oldukça
sağlam bir karargâha tevdi etti. Orada yaşama şartlarına hazırladı; ay hali
kanı ile nefes alıp gıdalanmasını sağladı. Bu cenin şayet normal hava ile
nefes alacak yahut da kandan başka bir şeyi yiyecek olsa, hemen oluverir.
İnsanı ilk baştan var etmeye kadir olan elbette ki onu tekrar diriltmeye (insan
mantığına göre) daha bir kadir olmalıdır.
Şanı
yüce Allah varlığına ve birliğine dair bir diğer delili daha dile getirmekte
ve şöyle buyurmaktadır: "O göklerde ve yerde Allah'tır..." Yani Allah
diye çağrılan, kendisine ibadet ve dua edilen O'dur. Göklerde ve yerdeki mabud,
ulûhiyyeti bilinen O'dur. Göklerde ve yerde bulunan herkes O'na ibadet eder,
O'nu birler. O'nu Allah adıyla çağırır. Umut ve korku ile O'na ibadet ve dua
ederler. Şu kadar var ki, cinlerden ve insanlardan kâfir olanlar, bunlar
dışındadır. Yani bilinen bu sıfatlara sahip olan, göklerde ve yerde bu
sıfatlara sahip olduğu kabul olunan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de
şu ayet-i kerimedir: "O gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh
olandır." (Zuhruf, 43/84). Yani göklerde bulunanların da yerde
bulunanların da ilâhı O'dur.
"Sizin
gizlinizi de açığınızı da bilir." Bu ayet bundan önceki buyrukları pekiştirmekte
ve bir daha vurgulamaktadır. O gizliyi de açığı da bilir. Gizli ya da açık
şeylerin O'nun bilgisi açısından hiç bir farkı yoktur. Şöyle de açıklanmıştır:
Bundan kasıt, göklerde ve yerde bulunan gizli ve açık her şeyi bilen ilâh O'dur
demektir. Buna göre Yüce Allah'ın "Bilir" ifadesi "göklerde ve
yerde" buyruğuna taalluk eder ki takdiri şöyle olur: O Allah'tır.
Gizlediğinizi de açıkladığınızı da, göklerde veya yerde olsun, bilir. Aynı
şekilde kazandığınızı da bilir. Taberî üçüncü bir görüşü şöylece tercih eder:
Yüce Allah'ın: "O göklerde Allah'tır" buyruğu tam bir vakıftır. Daha
sonra bunun haberi şöyle başlamaktadır: 'Yerde de neyi gizleyip neyi
açıkladığınızı bilir."
"O
ne kazanacağınızı da bilir." Yani hayrıyla, şerriyle O bütün amellerinizi
bilir ve size amellerinizin karşılığını verecektir.
[12]
Bu
ayet-i kerimelerden kasıt, Allah'ın varlığına, yaratıcının birliğine dair
delilleri ortaya koymaktır. Çünkü göklerin ve yerin belli miktar ve ölçülerde
takdir edilip yaratılması, ancak hür ve ihtiyar sahibi mutlak yaratıcının özel
olarak bunu yapmasıyla mümkündür ki, bunları yapan da Allah'tır.
Ayet-i
kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılır:
1- Sayılamayacak, haddi hesabı olmayacak kadar çok nimetleri dolayısıyla
bütün övgülere en çok lâyık olan yalnızca Yüce Allah'tır.
2- O'nun ulûhiyyeti muhakkaktır. Çünkü hamd bütünüyle yalnızca Allah'ındır.
O'nun hiç bir ortağı yoktur.
3- Burada Yüce Allah'ın kudret, ilim ve iradesine dair deliller ortaya konulmaktadır.
Bu da gökleri ve yeri yaratmış olduğunun haber verilmesiyle yani bunların
yoktan var edilmesi, icat edilmesi ve daha önceden bir örnek olmaksızın
meydana^getirildiklerinin haber verilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Yaratmak
(halk) icat etmek manasına geldiği gibi, takdir etmek manasına da gelir. Burada
her ikisi de kastedilmiştir. İşte bu, göklerin ve yerin sonradan yaratıldığının
delilidir. Şanı yüce Allah semayı direksiz olarak yükseltmiş ve herhangi bir
pürüz olmaksızın orayı dümdüz kılmıştır. Güneşi ve ayı da iki alâmet kılmış,
gökleri yıldızlarla süslemiş, bulutları ve sisleri orada iki alâmet olarak var
etmiştir. Yeri ise yayıp döşemiş, oraya nzıkları, bıtkiieri tevdi etmiş, orada
dağları bir kazık misali yapmış, dağlar arasında da yollar yaratmıştır.
Nehirler akıtmış, denizler çıkarmıştır. Orada taşlardan pınarlar ve kuyular
kaynatmış-tır. Bütün bunlar O'nun vahdaniyetine, yüceliğine ve kudretinin
azametine delâlet etmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah çeşitli araz'ı ve bunların gereklerini yaratmak suretiyle
özleri ve zatları yaratmıştır ki, bu da karanlıkların yaratılması demektir.
4- Üzerlerindeki Allah'ın nimetlerini inkâr eden kâfirler, bütün bunları
yaratan yalnızca Allah olduğu halde Allah'a denk ve eş koşarlar. Burada
"sonra" tabirinin kullanılması kâfirlerin işlerinin çirkinliğine
açık bir delildir. Çünkü ayet-i kerimenin anlamı şudur: Gökleri ve yeri
Allah'ın yarattığı artık kesin bir gerçektir. O'nun bu konudaki ayetleri
(delilleri) apaçık ortadadır. Bunları var etmekle nimet ihsan etmiş olduğu da
açıkça ortadadır. Bütün bunlara rağmen kâfirler Rablerine ortak koşuyorlar.
5-
İnsanın yaratılışı çamurdan
başlamıştır. Çünkü Yüce Allah'ın, "O sizi balçıktan yaratan..."
buyruğundan kasıt, Adem (a.s.)'dir. Onun soyundan gelenler ise, halk diye
ifade edilirler.
Göklerin
ve yerin yaratılışından sonra insanın yaratılışının söz konusu edilmesi
suretiyle büyük evrenin yaratılışının, insan olan küçük evrenin yaratılışından
sonra
[13]
olduğunu açıklamaktadır. Allah bu büyük evrendekile-rin benzerini küçük evrende
de yaratmıştır. Buna göre her bir insan çamurdan ve aynı zamanda hakir bir
sudan yaratılmış olmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun biz insanı süzme bir çamurdan yarattık, sonra onu sapasağlam bir
karargâhta bir nutfe olarak var ettik." (Mü'mi-nûn, 53/42-43)
6- Yüce Allah dünyanın ve kıyametin ecelini belirlediği gibi, insanın da
ölüm ve öldükten sonra diriliş için ecelini belirlemiştir. Hiç bir kimse ne
zaman öleceğini, ne zaman diriltileceğim bilemez. Buna göre Yüce Allah'ın
"Sonra bir eceli hükme bağlayandır" buyruğu dünya eceli yahut ölüm
olan bir eceli hükme bağlayan anlamını taşır. "Bir de onun katında belirli
bir ecel daha vardır" buyruğu da kıyamet ve ahiretin başlayacağı va'de
demektir.
7- Azîm olan Allah, göklerde ve yerde mabud olandır. Her ikisinin de işlerini
tek başına çekip çeviren, yöneten O'dur. Kulların göklerde olsun yerde olsun
gizlediklerini bilendir O. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Bütün bunlarla beraber
şu kaideyi de göz önünde bulundurmak ve buna uygun düşünmek gerekir: Şanı yüce
Allah hareketten, intikalden ve bir yerde mekân tutmaktan münezzehtir.
Allah
hayır ya da şer olsun, her bir insanın kazandığını bilir. Kazanmak ise bir
menfaati sağlamak yahut bir zararı önlemek için yapılan iş demektir. O bakımdan
Allah'ın fiiline "kesb=kazanmak" denilmez.
[14]
4-
Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayetin geldiği her seferinde, ondan mutlaka
yüz çevirenler olurlar.
5-
İşte onlara hak geldiğinde onu yalanladılar. Fakat o alay etmekte oldukları
şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.
6-
Görmediler mi ki biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik? Onlara size
vermediğimiz bir şekilde yeryüzünde iktidar vermiştik. Üzerlerine semayı bol
bol salıverdik (yağmur indirdik), altlarından ırmaklar akıttık. Böyleyken günahları
yüzünden onları helak ettik ve sonra arkalarından başka başka nesiller peyda
ettik.
"Nice
nesiller" ifadesindeki, (nice asırlar anlamına geldiğinden) mahallin
zikredilip halin irade edilmesi dolayısıyla mürsel mecaz vardır.
"Onlara
size vermediğimiz bir şekilde... iktidar vermiştik." Burada da gaib-den
muhataba iltifat vardır.
"Üzerlerine
semayı bol bol salıverdik." Burada mecaz-ı mürsel kabilinden sema ile
yağmur kastedilmektedir. Bu mecazdaki ilişki sebeplilik ilişkisidir; çünkü
yağmur semadan iner.
[15]
"Onlara"
yani Mekkelilere; "Rablerinin ayetlerinden bir ayetin geldiği her
seferinde". Bunlar Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden, Muhammed
s.a.)'in peygamberliğini ispat eden Kur"an ayetleridir; "mutlaka yüz
çevirenler olurlar." ondan yüz çevirip dönüp giderler.
"İşte
onlara hak geldiğinde onu yalanladılar." Haktan kasıt, Muhammed s.a.)'in
getirdiği akait, ibadetler, muamelât ve ahlakî hükümleri kapsayan Kur'an-ı
Kerim yahut Allah'ın dinidir. Aslında hak, bizatihi tahakkuk etmiş gerçek ve
sarsılmaz olan durum demektir.
"Alay
etmekte oldukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir". Burada kasıt
onların alaylarının akibetidir. Haberler ise Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği
Allah'ın peygamberlerine yardım vaadi ile düşmanlarını dünyada bozguna uğratma,
ahirette de azap edeceğine dair tehdididir.
"Görmediler
mi ki" Şam, Yemen ve diğer bölgelere yaptıkları yolculuk ve
seyahatlerinde; "biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik."
Kendilerinden önce nice geçmiş ümmetleri helak ettik. (Burada
"nesil" diye meali verilen) Karn, belli bir dönemde yaşayan insan
topluluğu demektir. Süresi yüz yıldır. Çoğulu "kurun" gelir. Bu
kelime Kur'an-ı Kerim'de tekil olarak da, çoğul olarak da kullanılmıştır.
"İktidar vermiştik." Yani onlara önemli bir güç ve geniş imkânlar
vermiştik. Yerde yahut herhangi bir şeyde birisine imkân vermek, onu temkin
etmek, o şeyde ona tasarrufta bulunma imkânını vermek demektir. İmkân,
yeryüzünde bir kimseye güç ve imkânlarını kullanmak için gerekli sebepleri
vermek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Ve ta ki kendileri için razı olduğu dini onlar için tam anlamıyla
iktidara getirsin." (Nur, 24/55); "Biz onları emin bir hareme
yerleştirip onlara imkân vermedik mi?" (Kasas, 58/57)
"Üzerlerine
semayı bol bol salıverdik." Yani semadan inen yağmurları bol bol ardı
arkasına ve sağanak halinde indirdik.
"Altlarından"
meskenlerinin altından, "günahları yüzünden onları helak ettik."
Peygamberleri yalanladıkları için helak ettik. "Arkalarından başka başka
nesiller" başka bir takım ümmetler veya nesiller peyda ettik.
[16]
Şanı
yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde önce tevhidden, ikinci olarak
öldükten sonra dirilmekten, üçüncü olarak da her iki hususu da açık olarak
ispat eden delillerden söz etti. Daha sonra burada peygamberliği ilgilendiren
hususları söz konusu etmekte, Resulullah (s.a.)'m kendilerine rablerinin
ayetlerini getirmesinden sonra kâfirlerin yüz çevirme sebeplerini açıklamaktadır.
Bu yüz çevirmeleri ise Allah'a şirk koşmaları, peygamberleri yalanlamaları
demektir. Kendilerinden önceki ümmetlerin başlarına gelenler delil gösterilerek,
hakkı yalanlamalarının akibetini onlara hatırlatarak korkutmaktadır.
[17]
Şanı
yüce Allah inatçı müşrikler hakkında şöyle haber vermektedir: Onlara Allah'ın
birliğinin ve şerefli rasullerinin doğru söylediklerinin delillerine dair
susturucu herhangi bir belge ve mucize geldiği her seferinde, bu belge ve
mucizeden yüz çevirir, onun üzerine dikkat etmez, ona hiç bir şekilde aldırmazlar.
O
bakımdan, ey Muhammedi Sen bu müşriklere kendilerini besleyip büyüten, terbiye
eden, zayıflık ve güçlülük hallerinde onları gözeten, onların rızıklannı
teminat altına alıp gönderen, gerek nefislerindeki gerekse yer ve semadaki her
şeyi onlara nimet olarak bağışlayan, Rablerinden indirilen Kur'an ayetlerinden
herhangi birisini getirecek olursan, -işte Yüce Allah'ın harikulade sanatına
delâlet eden bu ayetlerden birisini- getirdiğin her seferinde mutlaka alay ederek
o ayetten yüz çevirirler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buy-rumaktadır: "Kendilerine Rablerinden yeni bir zikir geldiği her
seferinde mutlaka onu dinler ve alay ederler." (Enbiya, 21/2). Kurtubî bu
ayet-i kerimede geçen "bir ayet" ifadesini aynı yarılması ve buna
benzer alâmetler türünden mucizeler diye, İbni Kesir de aynı şekilde bunu
Allah'ın birliğine delil ve belge teşkil eden mucize ve hüccet (tartışılmaz
belge) diye açıklamıştır. Allah'ın ayetleri üzerinde dikkatle düşünmekten yüz çevirmenin
sebebi, kendilerine gelen hakkı yalanlamalarıdır. Bu hak ise peygmaberlerin
sonuncusunun getirdiği İslâm dinidir. Daha sonra onların hakkı yalanlamalarına
karşılık Yüce Allah şu buyruğu ile kendilerini tehdit etmektedir: "Fakat
o alay etmekte olduğu şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." Yani
onların yalanlamakta oldukları şeyin haberi kaçınılmaz olarak kendilerine
gelecek ve yaptıkları işin, alaylarının aki-beti ile karşılaşacaklardır.
Öldürülecek, esir alınacak, ülkelerinden kovulacak ve benzeri uygulamalarla
karşı karşıya kalacaklardır. Nitekim bunlar gerçekleşmiştir. Aralarında kıtlık
baş gösterdi, Bedir ve Mekke'nin fethi günlerinde de yenik düştüler.
Razî
der ki: Yüce Allah bu kâfirlerin durumunu üç mertebe halinde ifade etmiştir:
"Evvelâ deliller üzerinde dikkatle düşünmekten, apaçık belgeler hakkında
tefekkür etmekten yüz çevirip bunları yalanlamaları, diğer taraftan bunlarla
alay etmeleri. Her bir mertebe bir öncekinden daha ağırdır. Çünkü bir şeyden
yüz çeviren onu yalanlamıyor olabilir. Belki gafil olduğundan dolayı böyle
yapıyordur. Bir şeyi yalanlayan da bazan, onunla alay etme derecesine de ulaşmayabilir.
"
[18]
Daha
sonra Yüce Allah azap tehdidinin Allah'ın yalanlayanlara uygulaya-geldiği
sünneti olduğunu şöylece beyan etmektedir: "Görmediler mi ki...",
yani şu hakkı yalanlayanlar bizim kendilerinden önce geçmiş pek çok ümmeti
helak etmiş olduğumuzu bilmiyorlar mı? Âd, Semûd ve Firavun kavmi ile Lût'un
kavmi bunlardandır. Bunlar peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlara güçlü olma,
rızık, bağımsızlık ve egemenlik konusunda geniş imkânları elde etme sebeplerini
çağdaşı olan bu kavme benzerini vermediğimiz bir şekilde bulunuyorduk. (Ayet-i
kerimedeki) karn (nesil), belli bir çağda yüz yıllık bir süre içerisinde
yaşayan insan topluluğu demektir.
Bunlar
zenginlikleriyle Kureyş kâfirlerinden üstün ve ileri idiler. Yağmurlar onların
ülkelerine pek ve ardı arkası kesilmeden yağardı. Nehirler evlerinin altından
akardı.
Bunlar
Allah'ın nimetlerini inkâr edip küfre sapınca günahları ve peygamberlerini
yalanlamaları sebebiyle onları helak ettik, onların ardından başka bir takım
kavimler, ülkeleri imar edecek ve nimete şükredebilecek yeni nesiller var
ettik.
Yani
bunların helak edilmelerine sebep teşkil eden günahları iki türlü idi: Peygamberlerini
yalanlayıp nimetlere nankörlük etmeleri. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Maişetlerinde şımarmış nice ülkeleri (halkını) helak ettik.
İşte onlardan sonra pek az kimsenin uğradığı, kimsenin sakin olmadığı
meskenleri! Varis olanlar bizler olduk. Rabbin onların ana şehirlerine -başkentlerine-,
onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe memleketleri helak edici
değildir ve biz halkı zalimler olmadıkça ülkeleri helak edici değiliz."
(Kasas, 28/58-59)
Bu
buyruklardan maksat, Mekke halkına bu şekilde öğüt verip onları kuvvet
itibariyle kendilerinden daha güçlü, daha kalabalık, servetleri daha çok, çocukları
daha fazla, yeryüzündeki üstünlükleri ve oraları imar etme güçleri daha ileri
derecede bulunan, onlara benzer geçmiş nesillerin başına gelip çatan dünyevî
azabın kendilerine de gelip çatmasından sakmdırmaktır.
[19]
Kâfirlerin
peygamberlerin kötülüğü düzeltme çağrılarına karşı takındıkları tavır yüz
çevirmek, inatlaşmak, akıl ve düşünceyi ihmal etmek gibi özelliklere sahiptir.
Bu tavır, alay etme ve küçümseme esasları üzerinde yükselir. Bu tür tavırlar
ise düşünmeksizin, üzerinde durmaksızın geçmişlerini taklit etmeyi kabul
etmeyen aklı başında insanların özellikleri arasında yer almaz.
Bu
tür bir tavrın görünüşlerinden birisi, Yüce Allah'ın birliğine delil olarak
görmeleri gereken ayetler üzerinde düşünmeyi terk etmektir. Bu ayetler, ister
Yüce Allah'ın gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri yaratmış olması olsun,
ister Kur'an ayetleri olsun, isterse de Yüce Allah'ın getirdiği her şeyin
doğruluğuna delil olarak görülmesi için onu kendileriyle teyit edip
desteklediği peygamberin mucizelerinden bir mucize olsun -ayın yarılması ve
benzeri mucizeler gibi- hiç bir şey fark etmez. Aynı şekilde, bir ve tek,
kadîm, hayy, hiç bir şeye muhtaç olmayan, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı,
peygamberlerin durumlarını ve kavimlerinin onlara karşı tavırlarını bilen, hiç
bir durumun, hiç bir şeyin kendisine gizli saklı kalmadığı, mutlak ilâhın
varlığına, imana ve bunu kabul etmenin zorunluluğuna ileten kâinattaki bir
delil ve bir belge olsun, yine istisnasız olarak bunların hepsi üzerinde
düşünmeyi terk ederler.
Yine
bu tavırlarının görünür şekillerinden birisi de Mekke müşriklerinin Allah
nezdinden gelmiş, değişmez ve mutlak hakkı yalanlamalarıdır. Bu değişmez hak
ise, Kur'an-ı Kerim ve Muhammed (s.a)'in gönderilişidir. Fakat yüce Allah
onları cezalandırmakla tehdit ettiği gibi, uhrevî azabı da hazırlatarak
uyarmıştır. O bakımdan da peygamberin sabretmesini emretmiştir. Yakında onların
alay edegeldikleri şeyin haberleri kendilerine gelecektir ki, bu da dünyada
Bedir günü gibi kendilerine gelip çatacak olan, kıyamet gününde onları bekleyen
azaptır.
Cenab-ı
Hak onlara kendilerinden öncekilerin hallerini de hatırlatarak şöyle
buyurmaktadır: "Görmediler mi ki biz kendilerinden önce nice nesilleri
helak ettik..." Yani bunlar Allah'ın, peygamberlerini yalanladıkları için
kendilerinden önceki helak ettiği ümmetlerin halinden ibret almazlar mı?
Buyruğun anlamı şudur: Onlar böyle bir şeyi bilmiyorlar mı? Yüce Allah onlara
güç, geniş imkân ve yeryüzünde iktidar sahibi olmanın bütün imkânlarını
vermişti. Öncekilere verdiği bu imkânlar, Mekkelilere vermiş olduğu mal, çoluk
çocuk, ömür, yüksek mevkiler, geniş imkânlar, askerler, bol yağmurlar ve diğer
yerlerin kaynaklarına nispetle daha fazlaydı. Irmaklar onların ev ve
meskenlerinin altından akıp gidiyordu. Bu ise onları derece derece azaba
yaklaştırmak ve onlara mühlet vermek içindi. Daha sonra yüce Allah günahları ve
işledikler kötülükleri, bir türlü bırakmadıkları küfürleri sebebiyle onları
helak etti.
Bundan
şu anlaşılmaktadır: Günahlar nimetlerin zeval bulmasının ve intikam
alınmasının sebebidir. O bakımdan, bu ve benzerleri helak edilip yok olmaktan
sakınıp korksunlar! Bu uyan ve korkutma, bütün zaman ve mekânlar için geneldir.
İşte bu, hem Kureyş kâfirlerine, hem de bütün kâfirlere bir uyarıdır: Bunların
da tepesine peygamberleriyle alay etmelerinin bir cezası olmak üzere geçmiş
ümmetlerin başına inen azapların benzeri bir azap pek yakında inecektir.
[20]
7-
Eğer biz sana kâğıt içinde yazılı bir kitap indirseydik ve kendileri de elleriyle
ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine de: "Bu ancak apaçık bir
sihirdir" derlerdi.
8-
Dediler ki: "Üzerine bir melek indirilmeli değilmiydi?" Eğer biz bir
melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu ve sonra kendilerine mühlet verilmezdi.
9- Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette
bir adam yapardık ve herhalde onu yine içinde oldukları şüpheye düşürürdük.
"Eğer
biz sana kırtâs", kağıt yaprak yahut da üzerine yazı yazılan ince deri
parçası; "içinde yazılı bir kitap", bir maksat için üzeri yazılı
bulunan bir sa-hife "indirseydik ve kendileri elleriyle ona
dokunsalardı"; bu ifade şüpheyi daha bir giderici olduğundan dolayı,
"gözleriyle görselerdi" ifadesinden daha beliğdir. "kâfir
olanlar yine de: "Bu apaçık bir sihirdir" derlerdi."
"Sihir",
gerçeği olmayan bir aldatma ve bir şeyi başka türlü gösterme demektir. Onlar
bunu inatlaşmak ve işi yokuşa sürmek için söylüyorlardı.
"Eğer
biz" üzerlerine "bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş
olurdu", yani onların helak edilişi tamamlanırdı; "sonra da
kendilerine mühlet verilmezdi." Yani tevbe etmek ya da özür beyan etmek
için onlara süre tanınmazdı. Nitekim Yüce Allah'ın, teklif ettikleri mucizenin
ortaya çıkması halinde de iman etmedikleri takdirde bunlardan önceki kavimler
için âdeti buydu.
"Eğer
onu" yani kendilerine indirileni; "bir melek yapsaydık, onu"
yani o meleği "de elbette bir adam yapardık" yani onu görebilme
imkânına sahip olabilmeleri için bir adam şeklinde gönderirdik. Çünkü
insanların meleği görebilme güçleri yoktur, "ve herhalde onları yine
içinde oldukları şüpheye düşürürdük." Yine böyle bir şüphe içinde onları
bırakırdık ve onu tanıyamazlardı. Bu da ancak sizin gibi bir insandır derler;
işin içinden çıkamaz, o bir melek midir yoksa bir insan mıdır bilemezler; onun
melek olduğuna kani olmaz ve onu tasdik etmezlerdi; bu bir melek değildir,
derlerdi. Tıpkı senin peygamberliğine tanık olan belgelerini ve delillerinin
doğruluğunu şüphe ile karşıladıkları, işin gerçeğini kavrayamayıp içinden
çıkamadıklarından tereddüt içinde kaldıkları gibi.
[21]
"Eğer
biz sana kağıt içinde..." mealindeki 7. ayetin nüzulü ile ilgili olarak
el-Kelbî der ki: Mekke müşrikleri, "Ey Muhammed! Allah'a yemin ederiz, sen
bize Allah'ın yanından bir kitap getirmedikçe sana iman etmeyiz. Bu kitapla birlikte
onun Allah'tan geldiğine, senin de Allah'ın rasulü olduğuna tanıklık edecek
dört tane melek bulunmalıdır" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime
nazil oldu.
Bir
diğer rivayette şöyle denmektedir: Ayet-i kerime en-Nadr b. Haris, Abdullah b.
Ebu Ümeyye ve Nevfel b. Hüveylid hakkında nazil olmuştur. Onlar, "Bize
yeryüzünden bir pınar fışkırmadıkça asla sana iman etmeyiz." (İsra, 17/90)
demişlerdi.
"Dediler
ki: Üzerine bir melek indirilmeli değil miydi..." mealindeki 8. ayet-i
kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir ve İbni Ebi Hatim, Muhammed
b. İshak'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) kavmini İslâm'a
davet etti ve onlarla konuştu, gereği gibi tebliğde bulundu. Bu sefer ona Zem'a
b. el-Esved b. Abdulmuttalib, en-Nadr, b. Haris b. Kelede, Abede b. Abdi Yağus,
Ubeyy b. Halef ve el-Âsi b. Vail b. Hişam ona şöyle dediler: Ya Muhammed,
seninle birlikte senin yerine insanlarla konuşacak, seninle birlikte görülecek
bir melek gönderilse ya! Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "Dediler ki: Üzerine
bir melek indirilmeli değil miydi?" ayeti nazil oldu.
Kur'an-ı
Kerim'den müşriklerin bir melek, bir kitap yahut Kur'an-ı Ke-rim'in topluca
indirilmesi tekliflerini ihtiva eden bu ayet-i kerimeden önce başka bir
surenin indirilmiş olması, bir başka münasebetle müşriklerin inatlarının ve
diretmelerinin açıkça ortaya konulması için böyle bir teklifte bulunduklarının
tekit edilmesine mani bir sebep değildir.
[22]
Önceki
ayet-i kerimeler müşriklerin bir takım inatçı tavırlarını söz konusu etmişti.
Ayet-i kerimeler burada da onların inkâr, inat, hakka karşı direnip bu konuda
gereksiz tartışmalarını açıklamaya devam etmektedir. Burada söz konusu olan,
vahye ve Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderilişine dair bir takım
şüphelerdir. Böylelikle onlar (bu inat ve şüpheleriyle) dinin üç esasını
teşkil eden tevhid, öldükten sonra diriliş ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini
inkâr etmiş oldular.
[23]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde müşriklerin imandan yüz çevirme sebeplerini,
anlamsız ve tutarsız şüphelerini ortaya koymada aşırı gittiklerini, yazılı bir
sahifenin indirilmesi ve peygamberi destekleyecek, doğrulayacak bir meleğin
gönderilmesi şeklindeki isteklerini açıklamaktadır. Oysa gerçekte bunlar yüz
çeviren kimselerdir. Belgelerin, delillerin onlara bir etkisi olmamaktadır.
Tekliflerinin yerine getirilmesi de onlara bir fayda sağlamamaktadır.
Onların
hakkı yalanlamalarının asıl sebebi, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeleri,
düşünme ve tefekkürün bütün kapılarını kapatmaları, anlama ve idrak etme
gücünü tümüyle işlemez hale getirmeleridir. Ya Muhammed, eğer bizler senin
üzerine sahifelere ya da onlara benzer şekilde yazılıp toplanmış bir kitap ya
da sema ile arz arasında asılı bir kitap indirsek, onlar da bunu gözleriyle
görseler ve elleriyle ona dokunsalar yine şöyle diyeceklerdi: Bu, ancak apaçık
bir büyüdür. Yani bir aldatma, gerçeği başka türlü gösterme, gerçeği olmayan
bir şaşırtmacadır. Yüce Allah burada, "Kendileri de elleriyle ona
dokun-salardı" diye buyurmaktadır. Çünkü dokunma maddî delillerin en
güçlüsü ve aldanma ihtimalinden en uzak olanıdır. Zira görme duyusu bazan hayal
vb. şekiller ile aldanabilir. Yüce Allah'ın "indirseydik" buyruğu
ile başka türlü olması söz konusu olmadığı halde "kâğıt içinde bir kitap
" diye buyurması, ayrıca, "elleriyle ona dokuncalardı"
buyruğunun gelmesi, mübalağa ve nüzulün (indirmenin) tekidi içindir. Böyle
olsaydı onlar yine ondan, "Bu ancak apaçık bir sihirdir" diyerek yüz
çevireceklerdi. Bu da Yüce Allah'ın onların hissedilir, maddî şeylere karşı
büyüklenerek inat etmelerini dile getiren şu buyruklarını andırmaktadır:
"Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, muhakkak ki
gözlerimiz döndürülmüş hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz' diyeceklerdir."
(Hicr, 15/14-15); "Eğer gökten düşen bir parça görseler, üst üste yığılmış
bir buluttur diyeceklerdir." (Tür, 52/44)
İşte
onların ilk istekleri olan gökten bir kitap indirilmesi tekliflerine verilen
cevap budur. Daha sonra Yüce Allah gözleriyle görecekleri ve Hz. Peygamberi
desteklemek üzere gökten bir melek indirilmesi şeklindeki ikinci tekliflerine
şöylece cevap vermektedir: Dediler ki: "Üzerine bir melek indirilmeli
değil miydi?" Yani hem onunla birlikte uyarıcı olmak, hem de onu
destekleyip ona yardım etmek üzere peygamber ile birlikte Allah bir melek
indirmeli değil miydi? Sanki onlar semavî risalet ile insan olmak arasında bir
uyumsuzluk var gibi bir anlayışa sahiptiler. Halbuki onlar peygamber olarak
gönderilen Rasulün insan olduğunu biliyorlardı. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bu, ancak sizin gibi bir beşerdir. Sizin kendisinden
yediğiniz şeylerden o da yiyor ve içtiklerinizden içiyor." (Mü'minun,
23/33); "Ve dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşı
pazarlarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve onunla birlikte
uyarıcı-korkutucu olmalı değil miydi?" (Furkân, 25/7)
İkinci
tekliflerine verilen cevabın iki yönlü bir muhtevası vardır: "Eğer biz bir
melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu..." Yani şayet Allah
onların teklif ettikleri gibi bir meleği indirmiş olsaydı, onların helak
edilmelerine dair emir ve hüküm verilir, sonra da iman etmeleri için onlara
süre tanınmazdı. Hatta Allah'ın azabı onları gelip bulurdu. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bizler melekleri ancak hak ile indiririz. Onlara o
vakit mühlet verilmez." (Hicr, 15/8); "Melekleri görecekleri günde
suçlulara müjde olmayacaktır." (Fur-kan, 25/22)
İkinci
yönü ise: "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık..."
Yani şayet bizler insan olan peygamberle birlikte bir melek gönder-seydik, bu
melek de hiç şüphesiz adam suretine bürünmüş olacaktı ki, onunla
konuşabilsinler, ondan vahyi öğrenmek suretiyle yararlanabilsinler. O takdirde
durumda bir değişiklik olmazdı. İçinde buldukları aynı şüphe ve tereddüde yine
düşecekler, peygamberin insan olmasını reddettikleri vakit işin içinden çıkamadıkları
gibi yine çıkamayacaklardı. Çünkü bu adam da onlara Muham-med'in dediği gibi
"Ben Allah'ın rasulüyüm" diyecekti. İbni Abbas ayet-i kerime hakkında
şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Şayet onlara bir melek gelmiş
olsaydı, ancak onlara bir adam suretinde gelirdi. Çünkü onlar, nurdan
yaratılmış meleklere bakamazlardı.
Katâde
ise, "Ve herhalde onları içinde oldukları şüpheye düşürdük" buyruğu
ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Bir topluluk kendilerini şüphe içerisine
attılar mı, mutlaka Allah da onları şüphe ve tereddüt içerisine düşürür. Böyle
bir şüphe ve tereddüt esas itibariyle insanlardan kaynaklanır.
[24]
İsrailoğullan'nm,
sofranın, bir sahife üzerine yazılmış bir kitabın ve bir meleğin indirilmesi
gibi işi yokuşa sürme ve inada dayalı maddî isteklerinin yerine getirilmesi hiç
bir zaman maksadı gerçekleştirmez. Kâfir ve müşrikler yine küfür ve yüz çevirme
tutumlarını sürdürmeye devam ederler.
Yüce
Allah'ın müşriklerin kitap indirilmesi hususundaki ilk isteklerine verdiği
cevap budur. Eğer Yüce Allah teklif ettikleri gibi üzerlerine bir kitap indirseydi
ve onlar gözleriyle görüp elleriyle buna dokunsalardı, şüphelerini izale etmek,
içine düştükleri karışıklığı ve tereddüdü gidermek için yine de bu hususta
inat ederler ve küfürlerini sürdürür giderlerdi. Bu ayet-i kerime onların,
"... Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (sana inanmayız)"
(İsra, 17/93) şeklindeki isteklerinin bir cevabıdır. Yüce Allah ezelî ilmiyle
eğer öyle bir kitap indirseydi yine de mutlaka onu yalanlayacaklarını
bildirmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah onların bir melek indirilmesi şeklindeki ikinci tekliflerine
şöylece cevap vermektedir: "Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş
bitirilmiş olurdu." İbni Abbas der ki: Eğer onlar meleği gerçek suretinde
görselerdi, şüphesiz ölürlerdi. Çünkü onu görmeye güçleri yetmezdi. Hasan-ı
Basrî ve Katâde ise şöyle derler: Onlar kökten helak edilme azabı ile yok
edilirlerdi. Çünkü Yüce Allah'ın sünneti şöyle cereyan edegelmiştir: Her kim
bir mucize istemiş de o mucize kendisine gönderildiği halde iman etmemişse
Allah onu derhal helak etmiştir.
Bu
teklifin cevabının geri kalan kısmı da şöyledir: "Eğer onu bir melek
yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık..." Yani onlar gerçek
suretinde meleği göremezler. Oöu ancak müşahhas cisme dönüştükten sonra
görürler. Çünkü her cins kendi cinsine ısınır, kendi cinsinden olmayanlardan da
uzak durur. Yüce Allah insanlara gönderilen peygamberi bir melek kılmış
olsaydı, ona yakınlaşamaz uzak dururlar, ona ısınamazlar, ondan korkarlar ve
onunla konuşmaktan çekinirlerdi. Böylelikle peygamber göndermekten umulan yarar
tahakkuk etmezdi. Eğer bu melek peygamber insan suretine bürünmüş olsaydı o
zaman, "Şüphesiz sen bir melek değilsin, sen ancak bir insansın, o
bakımdan biz sana iman etmeyiz" diyecekler ve eski hallerine döneceklerdi.
Melekler peygamberlere dahi insan suretinde gelirdi. Nitekim bu melekler Hz.
İbrahim ve Hz. Lût'a insan suretinde gelmişler, Hz. Cebrail de Resulullah
(s.a.)'a Dihye el-Kelbî suretinde görünmüştü.
Yani
onların olmasını istedikleri tekliflerinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Eğer
melek gerçek suretiyle inecek olsaydı onu göremezlerdi. Eğer bir insan
suretinde inseydi yine bu sefer işin içinden çıkamaz ve şüphesiz "Bu da
senin gibi bir büyücüdür" derlerdi.
[25]
1^"
Andolsun, senden önce geçen pey- gamberlerle de alay edildi de içlerin- <*en
° maskaralık edenleri alay edegel- diMeri *ey ÇePeÇevre kuşatıverdi.
11"
De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra
da yalanlayanların sonunun na- sil olduğuna bir bakın.
"Senden
önce geçen peygamberlerle de alay edildi" buyruğundaki "peygamberler"
kelimesinin nekre (belirsiz) gelmesi hem sayılarının çokluğuna dikkat çekmek,
hem de onların değer ve kıymetlerini vurgulamak içindir.
[26]
"...
alay edildi..."; Bir kişiyle alay etmek onu küçük görmek, ona karşı küçümseyici
tavırlar takınmaktır. Çoğunlukla bunun akabinde alaylı bir şekilde gülmek de
gelir.
"...(onların)
alay edegeldikleri şey çepeçevre kuşatıverdi", yani azap nazil oldu,
onları kuşattı, herhangi bir şekilde ondan kaçıp kurtulamadılar. Yani azap alay
edenlerin dört bir yanını kuşattı. Aynı şekilde seninle alay edenlerin durumu
da böyle olacaktır. "Sonu", akibeti yahut da vardığı yer demektir.
Yüce Allah'ın, "Zaten kötü tuzak ancak onu yapanları kuşatıverir."
(Fâtır, 35/43) buyruğunda olduğu gibi. Kuşatıvermek ise bir insanın yaptığı
kötülüğün yahut da hile ve tuzaklarının kendi başına çevrilmesidir.
[27]
Mekke
kâfirlerinin bir kısmının teklif ettiği Allah'ın Rasulü ile birlikte bir
meleğin indirilmesi yahut bir meleğin peygamber olarak gönderilmesi gibi teklifler
alay yollu yapılıyordu. Hz. Peygamberin bunları işitmekten dolayı kalbi
daralıyordu. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamber (s.a.)'in karşı karşıya kaldığı
saygısızlık, alay ve eğlenmeden dolayı çektiği sıkıntıları hafifletmek amacıyla
bu iki ayeti indirdi. Peygamberlerini yalanlayanlara azabın indirilmesi ise
Yüce Allah'ın değişmez bir sünnetidir.
İşte
bu, Yüce Allah'tan Peygamber (s.a.)'e kavminden kendisini yalanlayanların
yalanlamalarına karşı bir teselli, hem ona hem müminlere bir zafer ve dünyada
da ahirette de güzel akibete nail olacaklarına dair bir va-addir.
[28]
Yüce
Allah yemin ile buyuruyor ki: Andolsun ki geçmiş kavimler de şerefli
peygamberleriyle alay etmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara bir peygamber geldiği her seferinde mutlaka onunla alay
ediyorlardı." (Hicr, 15/11). Onların bu alayları kötülüklerin
düzeltilmesine, hak, tevhid ve doğruluk çağrılarına olan düşmanlıklarından
kaynaklanıyordu. Böyle bir tavrı takınanlar yalnızca Kureyş kâfirleri değildir.
Fakat bu tür tavır takınanların ve onlara benzeyen diğer alaycıların cezası,
azabın kendilerini çepeçevre kuşat-masıdır.
İşte
bu, Yüce Allah'ın yalanlayanlara uygulayageldiği sünnetini açıklamak üzere
peygamberine bir irşadı, kalbi daralmasın, sıkılmasın diye bir tesellisi, ona
güzel akibeti ve zaferi müjdelemesidir. Yüce Allah Uhud gününde Kureyş
kâfirlerinin ileri gelenlerinden beş kiyişi helak etti. İşte Yüce Allah peygamberine
olan bu hükmünü şu buyruğu ile dile getirmektedir: "Şüphesiz alay edip
duranlara karşı muhakkak ki biz sana yeteriz." (Hicr, 15/95)
Ve
ey Muhammed, müşriklere de de ki: Kendiniz hakkında düşünün. Yüce Allah'ın
peygamberlerini yalanlayan, onlara karşı inatlaşan geçmiş kavimlere indirmiş
olduğu dünya hayatındaki azap, intikam ve cezalandırmalara ibret ve dikkatle
bakın. Ad, Semûd, Tasm, Firavun ve Lût kavimlerinde bu tür yalanlayanların
akibetinin nasıl olduğuna bakın, bunlar üzerinde ibretle düşünün. Ayrıca Yüce
Allah onlara ahirette de oldukça acıklı bir azap hazırlamıştır. Buna karşılık
Allah'ın peygamberlerini ve mümin kullarını nasıl kurtardığına da dikkat edin.
[29]
Peygamberlerle
alay etmek müşriklerin bilinen eski bir âdetidir. Aynı şekilde
peygamberleriyle alay eden bu gibi kavimlere Allah'ın azabının inmesi ve helak
edilmeleri de değişmez bir gerçek ve adil bir cezadır.
Tarih
en doğru tanıktır. Kendisinden önceki kâfirlere nasıl bir ceza ve ne şekilde
acıklı bir azabın gelip çattığını bilmek için her alaycı tarihe şöyle bir
baksın. Burada yalanlayanlardan kasıt ise, hakkı ve hak ehlini yalanlayanlardır.
Elbetteki batılı yalanlayanlar değildir.
Ayet-i
kerimeden şu da anlaşılmaktadır: Eğer, geçmiş toplumların ve çeşitli ülke
sakinlerinin geriye bırakmış oldukları eserlere bakıp ibret ve öğüt almak
üzere yapılmışsa bu yolculuk menduptur.
[30]
12-
"Göklerde ve yerde olan herşey ki-mindirr de. De ki: "Allah'ındır. O
kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Elbette sizi hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet
gününde toplayacaktır. Nefislerini zarara uğratanlar; işte onlar iman etmezler."
13-
Gecenin ve gündüzün içinde sükûn bulan her şey O'nundur. O Semî'dir, Alîm'dir.
14- De ki: "Gökleri ve yeri yaratan, kendisi
yedirip beslediği halde kendisi yedirilip beslenmeyen Allah'tan başkasını mı
dost edinecekmişim?" De ki: "Ben Müslüman olanların birincisi olmakla
emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma (denildi)."
15- De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem o
büyük günün azabından korkarım."
16-
O gün azap, kimden çevrilirse muhakkak ki ona rahmet buyurulmuş olacaktır.
İşte bu, apaçık bir kurtuluştur.
"O
gün kimden çevrilirse..." Burada çevrilme meçhul bir fiildir. Nâib-i faili
gerçek failin yerine geçmiş olan sözde özne) şu şekilde mukadderdir: O gün azap
kimden çevrilirse. Bu malum fiil olarak da "O gün kimden çevirirse"
anlamında olup takdiri de şöyle olur: Allah kıyamet gününde kimden azabı
çevirirse, ona rahmet buyurmuş demektir. Ancak birinci şekil daha yugun olur.
Çünkü birinci şekilde takdir edilmesi öngörülen ifade daha azdır. Takdirî
ifade ne kadar az olursa, o kadar uygundur.
[31]
"Semî'
ve Alîm" mübalâğa sigalarmdandır. Çok iyi, en iyi işiten, en iyi bilen,
gibi.
[32]
"O
kendi üzerine rahmetiyle yazdı" yani kendisinden bir lütuf ve bir kerem
olmak üzere farz kıfdi yaüuf gereklifEıfal *Watttîınah dıç
şafpdecrchraymr''yMîr tereddüt bulunmayan, "kıyamet gününde sizi ...
toplayacaktır." Haşredecektir. Bu ifadeden kasıt, mutlaka size
amellerinizin karşılığını verecektir, şeklindedir
"Nefislerini
zarara uğratanlar" yani akıl, ilim ve gerçek menfaatin gerektirdiğini
terk edip kendilerini azaba maruz bırakanlar "iman etmezler".
"Sükûn
bulan"; sükûn hareketin zıddıdır. Bu zikredilerek ona mukabil olanın
anılmasına gerek kalmamıştır. Yani sükûn bulan da hareket eden de O'nundur,
demektir. Yüce Allah'ın, "Ve sizi sıcağa karşı koruyan elbiseler"
(Nahl, 16/81) buyruğundan maksat ise her şeyin Yüce Allah'a ait olduğudur. O her
şeyin Rabbi, yaratıcısı ve malikidir. "Dost (veli)" yardımcı.
"Gökleri
ve yeri yaratan" onları önceden herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın
meydana getiren, yoktan var eden; "yedirip besleyen" rızık veren;
"yedirip beslenmeyen" kendisine başkası tarafından rızık verilmeyen.
Yani başkasının rızkını veren O'dur, buna karşılık kimse O'na rızık vermiyor.
"İsyan
edersem" başkasına ibadet etmek suretiyle Rabbime karşı gelirsem "o
büyük günün" kıyamet gününün azabından korkarım" "O gün azap
kimden çevrilirse" yani o gün azap kimden uzaklaştırılırsa, "ona
rahmet buyurulmuş olacaktır." Yani onu azap ve dehşetlerden kurtarmış
olacak, onun için hayır dilemiş olacaktır.
[33]
Bu
ayet-i kerimeler daha önce ispatı söz konusu edilmiş dinin üç esasını
ispatlamayı tekit etmektedir. Söz konusu üç husus ise, yaratıcının varlığının
ve birliğinin ispat edilmesi, öldükten sonra diriliş, mead ve amellerin
karşılığının görüleceğinin tespiti, peygamberliğin ve Muhammed (s.a.)'in
risaletinin ispat-lanmasıdır. Bu ise soru ve cevap yoluyla bunlara dair
delillerin ortaya konulmasıyla gerçekleştirildi. Şimdi de akidenin kalbe
yerleştirilmesi, dikkatlerin çekilmesi ve dinleyenin de usanmaksızm kulak
vermesinin sağlanması için bu ispatın bir başka türlüsünü görüyoruz:
Gökleri,
yeri, ikisinde bulunan, hareket eden etmeyen, her şeyi yoktan var eden
yaratanın Allah olduğu sabit olduğuna göre; varlıkları tekrar yaratıp diriltmeye,
bir araya getirip amellerini onlara göstermeye kadir olduğu, mutlak olarak
kendisine itaat olunması gereken yegâne melik ve hükümdar olduğu da sabit olur.
Mutlak olarak itaat edilmesi gereken mutlak malik ve hükümdarın da, kullarına
emretme ve onlar için yasaklar koyma yetkisi elbette ki var demektir. Böyle
bir durumda ise mutlaka bir tebliğ edici gerekir. Tebliğ edici ise
peygamberdir. O bakımdan Allah tarafından insanlara peygamber ve rasulle-rin
gönderilmesi gerekli bir şeydir. Böylelikle ayet-i kerime(ler) bu üç esası ispatlamak
için yeterli bulunmaktadır.
[34]
Ey
Muhammed, kavminden müşrik olanlara de ki: Şu gökler ve yer kimindir? Şu
kâinat, şu varlık âlemi ve şu içindekiler kimindir? Buradaki sorudan kasıt,
onları azarlamak ve bilgisizliklerini ve inkârlarını başlarına vurmaktır.
Çünkü onlar Yüce Allah'ın onlar hakkında şu buyruğunda naklettiği gibi
yaratıcının Allah olduğuna inanıyorlardı: "Andolsun ki onlara gökleri ve
yeri kim yarattı? diye soracak olsan, hiç şüphesiz Allah, diyeceklerdir."
(Lokman, 31/25).
"De
ki: Allah'ındır." Bu ya onlar adına verilen bir cevaptır; çünkü onlar da
bunu kabul ediyorlardı, ya da her şey eksiklikten münezzeh yüce Allah'ın olduğunu
kabul edip ikrar etmeleri için mecbur kaldıklarından dolayı verilen bir
cevaptır.
Yaratıcının
sıfatlarından birisi de rahmet sıfatıdır. Yüce Allah kullarına merhametli
olmayı, kendi zatı için öngörmüştür. Rahmetin gereklerinden birisi de sevap ve
ceza için kıyamet gününde insanların bir araya getirilmesi, top-lanmasıdır.
Çünkü insan kendisini nelerin beklediğini bilecek olursa, hayra yönelir,
kötülükten uzak durur. İşte insan ruhunda böyle bir itici gücün var edilmesi
ruhları arındırıp güzelleştirmenin ve kullara merhamet etmenin bir alâmetidir.
Eğer kıyamet günü görülecek azabın korkusu olmasaydı, dünya fesat, anarşi ve
cinayetlerle dolar taşar, hiç bir şey yerli yerinde durmaz, toplum düzeni
kökünden sarsılıp bozulurdu. O bakımdan böyle bir günün geleceği ile tehditte
bulunmak rahmetin tecellilerindendir. Buharî ile Müslim'de tespit edildiğine
göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Muhakkak Allah mahlûkatı yarattığında kendi nezdinde Arş'ın üstünde şöyle
bir yazı yazdı: Şüphesiz benim rahmetim gazabıma üstün gelir." Yani şanı
Yüce Allah hükmünü açıklayıp bunu dilediğine izhar edince Levh-i Mah-fuz'da
yahut da dilediği bir şey üzerinde bir yazı izhar etti. "Onun rahmeti gazabını
geçer ve ondan üstün gelir" ifadesinin gereği, hak bir haber ve doğru bir
vaaddir.
Burada,
özellikle kendi nefislerini ifsat etmek, aklı ve ilmi kullanmayıp işlemez hale
getirmek, nefsini öğütlerle hidayet bulamayacak hale getirmek suretiyle
kendilerini zarara sokanları kastediyorum. Nitekim onları kıyamet gününde
toplanacak kimseler arasında da özellikle yerecek ve azarlayacağım. Bunun
sebebi, onların iman etmeyişleridir. Yani öldükten sonra dirilişi, öldükten
sonra bir araya gelişi tasdik etmemeleri ve böyle bir günün kötü hallerinden
korkmayışlandır.
Evet
vakıa budur, fakat şanı yüce Allah onların iman etmeyişlerini bizzat
kendilerini zarara sokmalarının sebebi kılmıştır. Halbuki durum bunun aksinedir.
Yani ayet-i kerimede ifade şöyleydi: Nefislerini zarara uğratanlar işte onlar,
iman etmezler. Sanki nefislerini zarara uğrattıkları için iman etmeyecekleri
belirtilmektedir. Oysa onlar aslında iman etmedikleri için kendilerini zarara
uğratmışlardır, (-çeviren-)
Bunun
cevabı, (yani ayet-i kerimede ifadenin neden böyle olduğunun cevabı)
Zamahşerî'nin de belirttiği gibi şudur: Yani küfrü seçip tercih ettikleri için
Allah'ın ezelî ilminde kendilerini zarara sokmuş olanlar iman etmezler.
Göklerin
ve yerin mülkü, sırf başkalarının onda hak sahibi olmamaları anlamında bir
mülkiyet değildir. Bu, canlı ve cansız içindeki bütün varlıkları da kuşatan
kapsamlı bir mülkiyettir. Herkes ve her şey O'nun kulu ve yaratığı olup, O'nun
hakimiyet, tasarruf ve idaresi altındadır. O'ndan başka ilâh yoktur. Özellikle
gece ve gündüz sükûn bulanların söz konusu edilmesi -her ne kadar bunlar
göklerde ve yerde bulunanların kapsamına giriyorsa da- Yüce Allah'ın bu gizli
varlıklar üzerinde de tasarruf sahibi olduğuna delâlet etmektedir.
Diğer
taraftan göklerde ve yerde bulunan her şey, Yüce Allah'ın gözetim ve
tasarrufuna boyun eğmektedir. O küçük büyük her şeyi işiten Semî'dir. Kapkaranlık
gecede simsiyah karıncanın kaya parçası üzerindeki ayak seslerini dahi işitir.
Aynı zamanda O, bilgisi küçük büyük her şeyi kuşatan Alîm olandır. O'nun
işitmesi kullarının söz ve sesleri gibi işitilmesi söz konusu olan her şeyi
kapsar. İlmi, yaratıkların hareketleri ve gizlilikleri gibi bilinme özelliğinde
olan her şeyi kuşatan yüce zattır. İşte bütün bunlar Yüce Allah'ın her şeyi eksiksiz
bir şekilde tam anlamıyla ilâhî kontrolü ve tasarrufu altında bulundurduğunu
ifade etmektedir. Daha sonra Yüce Allah şeriatini tebliğ eden peygamberine
daha önce belirtilen hususların bir gereği ve sonucu olarak emir vermekte ve
ona şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed de ki: Ben hiç bir ortağı olmayan
bir ve tek Allah'tan başka bana fayda sağlayacak bir yardımcı, bir veli yahut
benden zararı önleyecek bir dost edinemem. Çünkü gökleri ve yeri yoktan var
eden O'dur. Yani, daha önce herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın onları ilk
olarak yaratandır O. Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "De ki:
Ey cahiller, sizler bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?"
(Zümer, 36/64)
Göklerle
yerin yaratılmasına gelince, bunlar önceleri tek bir duman kütlesi halinde
idiler. Daha sonra birbirlerinden ayrıldılar. İşte bunda "Fâtır=örnek-siz
yoktan var edici" isminin ihtiva ettiği yarıp çıkarmak ve
"yarmak" anlamı da vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kafirler görmediler mi ki gökler ve yer birbirine birleşik ve yapışık idi
ve biz onları söküp ayırdık." (Enbiya, 21/30). Şüphesiz Yüce Allah
yedirendir, kendisine yedirilmeyendir. Yani o kendilerine muhtaç olmaksızın
yarattıklarını rızıklandırandır. Zira Yüce Allah kendisinin dışında kalan bütün
varlıklara muhtaç olmaktan münezzehtir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu husus
ifade edilmiştir: "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler
diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, bana yedirmelerini de
istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, mülk sahibi ve pek güçlü olan yalnızca
Allah'tır." (Zâriyât, 51/56-58)
İşte
bu insanların rızka ulaşmalarına sebep teşkil eden çalışma, gayret, tedbir,
araştırma gibi yolları edinmekle birlikte, rızkı yalnızca yüce Allah'tan
aramaları gerektiğini gösteren açık bir ifadedir. Rızkı O'nun dışında herhangi bir
mahlûktan istememelidirler. Bu ister insan olsun, ister put veya heykel olsun.
Bu insanın yönetici olması veya olmaması da kulların rızıklannın yalnızca Yüce
Allah'ın elinde olduğu gerçeğini değiştirmez.
Şimdi
ey Muhammed, kimin ibadete ve veli edinilmeye lâyık olduğuna dair senin için
de senden başkaları için de deliller ortaya konulmuş olduğuna göre, insanlara
de ki: Ben bu sıfatlara sahip olan Rabbime ümmetim arasından ilk teslim olan,
boyun eğen, zilletle ona bağlanan kimse olmakla emrolundum. Şekli nasıl olursa
olsun Allah'a ortak koşmam da bana yasaklandı. İşte bu şirk türlerinden birisi
de Yüce Allah'a yakınlaştırıcı bir yol olduğu iddiası ile put edinme esası
üzerine kurulu cahiliye şirkidir.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberine sözü geçen emir ve yasaklara muhalefet edenlerin
cezasını açıklamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer ben
Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" Yani onlara de
ki: Ben Rabbim olan Allah'a karşı gelip isyan edecek olursam, dehşet ve
tehlikeleri çok büyük bir günün yani Yüce Allah'ın bütün insanları amelleri
dolayısıyla oldukça sıkı bir hesaba tabi tutacağı ve lâyık oldukları şekilde
onlara amellerinin karşılığını vereceği o kıyamet gününün azabının bana gelip
çatacağından korkarım. O günde kimse kimseye bir şey yapamaz ve o gün emir
Allah'ındır. Allah'ın peygamberine böyle bir uyarı ve korkutma yöneltildiğine
göre, ya diğer insanların durumu nicedir?
O
gün Allah'ın azabı kimden çevirilirse Allah o kimseye rahmet buyurmuş demektir
ve bu kimse kurtulmuş olacaktır. İşte kendisinden daha büyük hiç bir kurtuluşun
olmayacağı apaçık ve en üstün kurtuluş budur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete girdirilirse o kimse
kurtulmuş olur." (Âl-i İmran, 3/185). Kurtuluş (fevz) ise zarar söz konusu
olmaksızın kârın elde edilmesi demektir.
[35]
Bu
ayet-i kerimeler itikad esaslarını tespit etmektedir. Bunlar ise tevhid,
öldükten sonra diriliş ile amellerin karşılığının görülmesi ve nübüvvettir. Bu
deliller inkarcı müşriklere karşı delil getirmek üzere serdedilmiştir. Bunların
ilki yaratıcının varlığını kabul etmelerini sağlamaktır. Esasen onlar, göklerin
ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmektedirler. İtiraf etmeseler
dahi bu konuda onlara karşı gerekli deliller ortaya konulmuştur.
Göklerde
ve yerde bulunan her şeyin Allah'a ait olduğu, her şeyi yaratanın O olduğu,
gerek onların itiraflarıyla, gerekse onlara karşı delilin ortaya konulmasıyla
sabit olduğuna göre; Yüce Allah dünya hayatında acilen bir ceza ile onları
cezalandırmaya ve öldükten sonra diriltmeye de kadirdir.
Fakat
Yüce Allah kendisi hakkında rahmeti yazmıştır. Yani kendinden bir lütuf ve
kerem olmak üzere rahmetiyle muamele vaadinde bulunmuştur. Bu bakımdan
akıllarını başlarına alıncaya kadar insanlara mühlet vermiştir. Bu da Yüce
Allah'ın kendisinden yüz çevirip kaçanlara karşı tekrar kendisine geri dönmeleri
için merhametli bir ifadesidir: O'nun kullarına çok merhametli olduğunu,
cezalandırmakta acele davranmadığını, kendisine dönüşü ve tevbe etmelerini
kabul edeceğini haber vermektir.
Kıyamet
gününe kadar mühlet vermesi, kıyamet gününde itaat edenlerin mükâfatlandırılıp
isyan edenlerin azaplandırılması için insanların bir araya toplanacaklarının
bildirilmesi de onun rahmetindendir. Önceden yapılan bu uyarı ve korkutma da
aynı şekilde Allah'ın kullarına olan rahmetinin bir tecel-lisidir. Çünkü
insanlar hesaptan kurtuluşun olmadığını bilecek olurlarsa kendileri hakkında
düşünüp amellerini ıslah eder, imanlarını tashih ederler.
Daha
sonra Yüce Allah, aklın ve ilmin gerektirdiği sağlıklı ve doğru bir imanla
Allah'ın dini ve şeriatı üzere dosdoğru yürümeyi ihmal etmek suretiyle
kendilerini zarara sokanları yermektedir. İşte bunlar iman etmeyen, küfrü tercih
ettikleri için mutlak zarara uğrayan kimselerdir.
Müşriklere
karşı getirilen delillerden birisi de şudur: Kâinatta hareket etsin etmesin
her şey Allah'ındır. İbni Abbas der ki: "Gecenin ve gündüzün içinde sükûn
bulan her şey onundur" ayet-i kerimesinin nazil oluş sebebi şudur: Mekke
kâfirleri Resulullah (s.a.)'nm yanma gelip şöyle dediler: Biz biliyoruz ki, seni
bu yaptıklarına iten tek şey, senin fakir ve muhtaç olmandır. O bakımdan
bizler, aramızda en zengin kişi sen olacak şekilde, kendi mallarımızdan sana
mal toplayalım. Böylelikle sen de içinde bulunduğun bu halden geri döner, vazgeçersin.
Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu ve Yani Yüce Allah şöyle buyurdu:
Onlara her şeyin Allah'a ait olduğunu bildir. O bakımdan o beni zengin etmeye
kadirdir.
Hak
olan mutlak ilâhın Allah olduğuna dair deliller ortada olduğuna göre her bir
insan ona ibadet etmek, onu kendisine veli edinmek, faydalı olanı gerçekleştirip
zararlı olandan uzaklaşmak hususunda O'nun yardımını almalı, kendisini O'na
teslim edip emirlerine itaatle uyup bağlanmalıdır. Çünkü rızık veren ve yediren
O'dur. O herkesi rızıklandırandır. Kimse O'na rızık vermez. Aynı şekilde her
bir insana, Allah'a eş ve ortak koşmak ve kendisiyle Allah arasında aracılar
edinmek de yasaklanmıştır.
Her
bir insan kıyamet gününde Allah'ın azabından korkmakla yükümlüdür. Gerçekten o
çok ağır bir azaptır. O gün o azaptan kim kurtulursa ilâhî rahmet ve inayet onu
kuşatmış olur. İşte bir insan için düşünebilecek en büyük kurtuluş, en büyük
başarı budur. Allah'ım beni, soyumdan gelenleri, annemi, babamı, aile halkımı
ve hocalarımı bu kurtuluşa erenlerden kıl.
[36]
17-
Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O'ndan başka giderecek yoktur.
Eğer sana bir hayır dokun-
durursa...
İşte O her şeye hakkıyla Kâdir'dir.
18- O kulları üzerinde Kahir olandır. Hakîm'dir,
Habîr'dir.
19- De ki: "Hangi şey şehadetçe en
büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Şu Kur'an
bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu.
Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik edeceksiniz?"
De ki: "Ben şahitlik etmem." De -ki: "O ancak bir tek ilâhtır ve
ben muhakkak ki sizin ortak koştuklarınızdan uzağım."
"Sana
bir zarar dokundurursa..." yani isabet ederse; nefsinde, bedeninde,
ırzında veya malında meydana gelmiş, insanın hoşuna gitmeyen her şeye zarar
denilir. Hastalık ve fakirlik de zarar kapsamındadır. Zarar akabinde, normalde
acı ve keder gelir.
"Hayır"
ise halihazırda ya da gelecekte açıkça görülen ve gerçek faydası bulunan her
şey demektir. Akıl, ilim, adalet, eşitlik, hürriyet, sıhhat, zenginlik gibi.
Şer de onun zıddıdır ve hiç bir şekilde faydası bulunmayan ya da zararı
faydasından büyük olan şey demektir.
"Kahir"
üstün olmakla birlikte hiç bir şeyin kendisini aciz bırakamadığı mutlak galip
ve her şeye gücü yeten; "Hakim" ise yaratmasında sonsuz hikmetler
bulunan ve sapasağlam hüküm koyandır.
[37]
"De
ki: Hangi şey şahadetçe en büyüktür?" mealindeki 19. ayetin baş taraflarının
nüzulü ile ilgili olarak İbni İshâk ve İbni Cerir, İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet ederler[38]: en-Nahham b. Zeyd,
Karnım b. KaTj ve Bahrî b. Ömer gelip şöyle dediler: Ya Muhammed, biz Allah ile
birlikte başka bir ilâhın bulunduğunu bilmiyoruz. Hz. Peygamber (s.a)şöyle
buyurdu: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Ben bununla gönderildim ve
buna çağırıyorum." Bunun üzerine Yüce Allah onların sözlerine karşılık
"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki: Benimle sizin aranızda
Allah şahittir..." ayetini indirdi.
el-Kelbî
ise der ki: Mekke'nin ileri gelenleri, "Ey Muhammed! Bizler risa-let
hususunda söylediklerinde seni herhangi bir kimsenin tasdik ettiğini görmüyoruz.
Andolsun biz senin hakkında Yahudilere de Hristiyanlara da sorduk, onlar
kitaplarında seninle ilgili herhangi bir şekilde söz edilmediğini ve senin
sıfatlarını bulmadıklarını ileri sürdüler. Haydi bizlere senin ileri sürdüğün
gibi rasul olduğuna tanıklık edecek kimseleri göster" dediler. Bunun
üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
Hasan-ı
Basrî ve başkaları ise şöyle der: Müşrikler Resulullah (s.a.)'a "Senin
Allah'ın rasulü olduğuna kim şahitlik edecek" deyince bu ayet-i kerime nazil
oldu.
[39]
Bundan
önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah şunu açıkladı: Kıyamet gününde hesaba
kadar insanlara mühlet vermek, azabın onlardan çevirilmesi ve ahiret
nimetlerine nail olup kurtulmak, Allah'ın rahmetinin bir tecellisidir. Daha
sonra Yüce Allah dünya hayatında hayır ve faydanın sağlanması, kötülüğün ve
zararın bertaraf edilmesinin de rahmetin bir gereği olduğunu beyan etmektedir.
Dünyada ise bir tek Allah'tan başka, herhangi bir kimsenin tasarruf hakkına ve
imkânına sahip olmadığını açıklamaktadır.
[40]
Şanı
yüce Allah fayda ve zarar vermeye malik olanın kendisi olduğunu,
yarattıklarında dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu, kimsenin O'nun hükmüne
karşı çıkamayacağını, kimsenin O'nun verdiği hükmü geri çeviremeyeceğini haber
vermektedir.
Şu
anlamda buyuruyor ki: Ey insan! Acı, fakirlik, hastalık, keder ve buna benzer
sana herhangi bir zarar ya da sıkıntı isabet edecek olursa, onu senden Yüce
Allah'tan başka def edecek, giderecek kimse yoktur. Çünkü her şeye gücü yeten
O'dur. Aynı şekilde sağlık, zenginlik, güç, kuvvet ve buna benzer herhangi bir
hayra sahip olacak olursan bu da Allah'tandır. Çünkü O her şeye kemali ile
kadirdir. Çünkü izzet, egemenlik ve azametin sahibi, gücü her şeye yeten ve her
şeyin üstünde olan O'dur. Herkesin önünde itaatle boyun eğdiği, zorbaların dahi
önünde zilletle alçaldığı, saygı ile itaat olunup bütün yaratıkların kanununa,
buyruklarına bağlandığı, her şeyi emir ve hükmü altına alan, bütün fiillerinde
hikmeti sonsuz hakim ve eşyanın yer ve durumlarından bütün incelikleriyle
haberdar olan O'dur. O ancak hak edene, lâyık olana bağışlar, vermeyip
engellemesi de hak iledir.
Bu
ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah insanlara
herhangi bir rahmet açacak olursa, onu tutacak olmaz, tuttuğunu da O'ndan başka
bıraktıracak olmaz." (Fâtır, 35/2)
Sahih
hadiste belirtildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek kimse yoktur. Zenginin zenginliğinin
de sana karşı hiç bir faydası olmaz."
Daha
sonra Yüce Allah peygamberini şahitliklerin en büyüğü, en üstünü, en doğrusu ve
sağlıklısı ile desteklemektedir. Bu ise Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed
(s.a.) ile müşrikler arasındaki şahitliğidir. Bu öyle bir şahitliktir ki
Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu göstermekte, düşmanlarının da halini, durumunu
açığa çıkarmaktadır. O bu Rasulün getirdiğini ve ona neler söylediklerini çok
iyi bilendir. Bu konudaki ifadenin takdiri şöyledir: Şahitliği en geçerli olan
şahit kimdir? Buyrukta "şey" kelimesinin şahit yerine kullanılması,
genelleştirmedeki mübalâğa dolayısıyladır. Bu sorunun cevabı da şudur:
Şahitliği en geçerli olan Allah'tır. İşte O benim ve sizin aranızda şahitlik
edecek olandır. Yahut da benimle sizin aranızda şahit Allah'tır. Hz. Peygamber
(s.a) ile onlar arasında şahitlik edecek olan Allah olduğuna göre, şahitliği en
büyük ve geçerli olan işte Peygamberin lehine tanıklık etmektedir.
Ayet-i
kerime Resulullah (s.a.)'a, "Senin Allah'ın rasulü olduğuna dair lehine
kim şahitlik eder?" diyen müşriklere karşı kesin bir red ifade eder.
Daha
sonra Yüce Allah Resulullah (s.a.)'ın görevini açıklamaktadır. Bu ise vahyi Allah'tan
almak ve bütün insanlara tebliğ etmektir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Şu
Kur'an bana .... vahyolundu." Yani ey Mekkeliler! Yüce Allah bu Kur'an-ı
Kerim'i benim üzerime, onunla sizleri küfre sapmanız yahut isyan etmeniz
halinde, Allah'ın azabı ile korkutayım, iman edip itaat ettiğiniz takdirde de
cennetle müjdeleyeyim diye ve kendisine ulaştığı herkesi Arap olsun olmasın
aynı şekilde korkutmak ve müjdelemek üzere vahyolunmuştur. Bu Kur'an-ı Kerim
kendisine ulaşan herkes için korkutucu ve uyarıcıdır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Artık güruhlardan herhangi biri onu inkâr ederse
elbette ona vaad olunan yer cehennem ateşidir." (Hûd, 11/17)
İbni
Meydûne ve Ebu Nuaym, İbni Abbas'tan nıerfu olarak Hz. Peygamberin (s.a) şöyle
buyurduğunu rivayet ederler: "Bu Kur'an-ı Kerim kime ulaşırsa sanki onu
ben ağızdan ağıza ona telkin etmişim, demektir." Sonra da: "Şu Kur'an
bana, sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu"
buyruğunu okudu.
İbni
Cerir de Muhammed b. Ka'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'an-ı Kerim her
kime ulaşırsa ona Muhammed (s.a.) tebliğ etmiş demektir.
Abdürrezzak
da Katâde'den Yüce Allah'ın "Onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları
korkutmak için" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın emirlerini tebliğ ediniz. Her kime Allah'ın
Kitabından bir ayet ulaşırsa ona Allah'ın emri ulaşmış demektir."
İbnü'l-Münzir,
İbni Cerir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî, Muhammed b. KaTî el-Kurazzî'den
şöyle dediğini rivayet ederler: "Her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa o kimse
bizzat Resulullah (s.a.)'ı görmüş gibidir." Bu ifade aynı şekilde Said b.
Cübeyr'den de nakledilmiştir.
Daha
sonra Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a)'in, birden çok ilâhın varlığını kabul eden
müşriklerden uzaklığını ilân etmektedir. Bu arada açıklanması gerekenin, şanı
yüce Allah'ın birliğini ilân etmek olduğunu da şöylece beyan etmektedir:
"Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik
edersiniz..." İnkâr ihtiva eden bu istifham, böyle bir şeyi uzak görme,
azarlama ve başa kakma anlamı taşımaktadır. Şüphesiz siz ey müşrikler, Allah
ile birlikte başka ilâhların varlığını da kabul ediyorsunuz; ben ise sizin bu
şahitliğiniz gibi şahitlikte bulunmuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer şahitlik edecek olurlarsa, sen onlarla birlikte
şahitlik etme!" (En'âm, 6/150)
Ve
açıkça şunu ilân ediyorum ki, mutlak ilâh bir ve tek olan, Aziz ve Celil
Allah'tır. Ben sizin ortak koştuğunuz putlardan, heykellerden ve diğerlerinden uzak
olduğumu ilân ediyorum.
[41]
Kim
bir şeye malik olursa, o şey üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip olur. Her
kim bir şeyi meydana getirirse ondan kendisine fayda verecek menfaatleri
sağlamaya, gelebilecek zararları da önlemeye kadir olur. Allah göklerin, yerin
ve onlarda bulunanların hepsinin malikidir, her şeyin yaratıcısıdır. O halde
yarattıklarının faydalarını sağlamaya, yarattıklarına gelebilecek zararları
önlemeye gücü yeten yalnızca O'dur. Sen ey Muhammed ve varlık alemindeki bütün
insanlar! Eğer sana fakirlik veya hastalık gibi herhangi bir sıkıntı gelecek
olursa, şunu bil ki O'ndan başka bu zararı kaldıracak ve onu önleyip bertaraf
edecek kimse yoktur. Eğer sana afiyet, bolluk ve nimet isabet edecek olursa
şüphesiz ki O, hayır ya da zarar türünden olsun her şeye tam anlamıyla güç
yetirendir.
Allah
aynı şekilde kulları üzerinde mutlak kahir, galip ve egemen olandır. Fakat
O'nun bu kahr ve galebesi, bir hikmete dayalıdır ki bu da kullarının amellerini
bütün incelikleriyle ve tam anlamıyla bilmesinin gereğidir.
Yüce
Allah, tanıklık edecek her şeyden daha büyük ve daha doğrudur. O, rubu\nyetin
yalnız kendisinin olduğuna dair gerçek şahitlik edendir. İnsanın içinde ve
kâinatta O'nun birliğine dair gerekli bütün delil ve belgeleri ortaya koymuştur.
O'nun birliğine dair belgeler şahitlik itibariyle en büyük delillerdir. O insan
fıtratına, kişiyi kemal sıfatlarına sahip bir ve tek ilâha iman etmeye
yöneltecek şeyleri yerleştirmiştir. Adaletli ve aklı başında olanlar da O'nun
vahdaniyetine tanıklık ederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah kendisinden başka hiç bir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak
açıkladı. Melekler de ilim. sahipleri de (buna tanıklık ettiler); O'ndan başka
hiç bir ilâh yoktur. O mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."
(Al-i İmran, 3/18). Yüce Allah aynı şekilde Rasulünün risaletinin doğruluğuna
Kur'an-ı Kerim'de verdiği şu haberlerle de şahitlik etmiştir: "Muhammed
Allah'ın rasulüdür." (Feth, 48/29); "Şüphesiz biz seni müjdeleyici ve
uyarıcı olmak üzere hak ile gönderdik.7' (Bakara, 2/119).
Yüce
Allah aynı şekilde, en önemlileri İslâm'ın kıyamet gününe kadar baki kalacak
ebedî ve en büyük mucizesi olan Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu bir çok
mucizeleri de destekleyerek şahitlikte bulunmuştur. Hz. Peygamber (s.a)'den
önceki kitaplarda da buna şahitlik etmiş, ondan önce gelen peygamberler onun
geleceğini müjdelemiştir. Bu halen -tahrife rağmen- Yahudi ve Hristiyanlarm
kitaplarında varlığını sürdürmektedir. İşte delillerle desteklenen bütün bu
tanıklıklar Muhammed'in risaleti tebliğ ettiğine, emaneti gereğince yerine
getirdiğine, doğru söylediğine, ümmete samimiyetle öğüt verdiğine ve Allah'ın
tanıklık ettiğine, ayrıca Yüce Allah'ın vahdaniyetinin ve bütün eş ve ortaklardan
uzaklığının ispatlandığı hususuna da tanıklık etmektedir.
Peygamber
(s.a.) Kur'an ve sünneti tebliğ etmekle emrolunmuştur. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey Peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et."
(Mâide, 5/67). Buharî'nin Sahih'inde de Abdullah b. Amadan Resulullah (s.a.)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Benden bir ayet-i kerime dahi olsa
tebliğ ediniz." Mukâtil de şöyle demektedir: "Cinlerden veya
insanlardan olsun her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa işte o, o kimse için bir
nezir (azap ile korkutup uyaran)dir."
Kur'an-ı
Kerim ile uyarıcı peygambere vahyolunanlar arasında şu da vardır: Tevhidi
kabul etmek yerine getirilmesi gereken bir hak görevdir. Şirki kabul etmek ise
batıldır ve reddolunmuştur.
Kur'an-ı
Kerim'in şirke ve müşriklere karşı yaptığı hamleler oldukça şiddetlidir.
Onları azarlamakta, hatalarını başlarına vurmakta ve bu ayet-i kerimede ve
başka ayetlerde, Allah'a şirk koşarak başka bir takım ilâhlar edinmelerini
reddetmektedir. Faraza onlar Peygamberden şirk koştuklarına tanıklık etmesini
isteyecek olsalar, Peygamber (s.a.) onlara tanıklık etmeyecektir. Şirkin batıl
olduğu sabit olduğuna göre artık Allah'ın vahdaniyetini mutlak surette kabul
etmek gerekir. İşte peygamberin ve müminlerin söyledikleri de Allah'ın
birliğini kabul edip şirkten uzak durmaktır.
Yüce
Allah'ın, "De ki: Ben şehadet etmem..." ayetindeki ifadeler tevhidin
farz oluşunu göstermekte ve şirkten uzak durmayı üç bakımdan öngörmektedir:
Evvelâ,
Yüce Allah'ın, "De ki ben şehadet etmem." buyruğu, "Ben sizin sözünü
ettiğiniz şekilde Allah'a ortak koşmaya dair tanıklık etmem" demektir.
İkincisi,
Yüce Allah'ın, "De ki: O ancak tek bir ilâhtır" buyruğundaki "ancak"
hasr ifade eder. Bir tek (vâhid) ise gayet açık bir şekilde tevhidi ifade etmekte
ve ortaklan reddetmektedir.
Üçüncüsü
ise, Yüce Allah, "Ben muhakkak ki sizin ortak koştuklarınızdan
uzağım" buyruğunda kendisine şirk koşulmaktan uzak bulunduğunu gayet açık bir
şekilde ifade etmektedir.[42]
20-
Kendilerine Kitab'ı verdiğimiz kimseler onu kendi öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar ise iman etmezler.
21-
Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile O'nun ayetlerini yalanlayanlardan
daha zalim kim olur? Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar.
22- Onları hep birden toplayacağımız gün şirk
koşanlara "İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?" deriz.
23-
Bundan sonra fitneleri "Rabbiniz olan Allah hakkı için biz müşriklerden
olmadık" demelerinden başka olmadı.
24-
Bak, bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler. İftira ettikleri de önlerinden
kaybolup gitti.
"Daha
zalim kim olur?" Bu soru ifadesi azar ve reddi ihtiva etmektedir. Yani Allah'a
karşı yalan uydurup iftira edenden daha zalim hiç bir kimse olamaz demektir.
[43]
"Kendi
öz oğullarını tanıdıkları gibi." Bu buyrukta mücmel-mürsel teşbih diye
bilinen benzetme çeşidi vardır.
"İddia
ettiğiniz", ifadesinde ise harf ile îcâz vardır. Yani, kendilerinin Allah'a
ortak olduklarını iddia ettiğiniz...
"Bak,
bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler!" Onların alışılmadık
yalanlarının hayret edilecek bir şey olduğu ifade edilmektedir.
[44]
"O'nu"
yani Muhammed'in kendi kitaplarındaki sıfatlarını "tanırlar", bilirler
"Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile", Allah'a ortak
koşmak suretiyle; "O'nun ayetlerini yalanlayanlardan" Kur'an-ı
Kerim'i yalanlayanlardan "daha zalim kim olur1?" Yani hiç kimse olamaz.
"Şirk koşanlara..." azarlamak üzere "iddia ettiğiniz",
Allah'a ortak olduklarını ileri sürdüğünüz "ortaklarınız nerede?"
deriz.
"Bundan
sonra fitneleri" yani küfür ve inkârları. Burada kastedilen mana ise
şudur: Bundan sonra ömürleri boyunca terk etmedikleri, uğrunda savaştıkları ve
kendisiyle övündükleri küfürlerinin akibetleri... "... biz müşriklerden
olmadık" demelerinden başka bir şey olmadı. Maksadın şöyle olması da mümkündür:
Sonra onların cevapları ile ileri sürdükleri mazeret. "... biz müşriklerden
olmadık" demelerinden başka bir şey olmadı. Burada ona "fitne"
denilmesinin sebebi, yalan oluşundan dolayıdır.
Şirk
koşmadıklarını ileri sürmek suretiyle "Bizzat kendilerine karşı nasıl
yalan söylediler?"
"İftira
ettikleri" yani Allah'a karşı ortak olduklarını iftira ederek söyledikleri,
"önlerinden kaybolup gitti." görünmez oldu. İftira ve uydurma yoluyla
onların uluhiyetlerini ve şefaatlerini iddia ediyorlardı.
[45]
Bundan
önceki ayet-i kerimeler, müşrikler tarafından Yahudi ve Hristi-yanlara Muhammed
(s.a.)'in niteliklerine dair yöneltilmiş bir soru sebebiyle irad edilmişti.
Yahudi ve Hristiyanlar Tevrat ve İncil'in Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine
delâlet ettiğini kabul etmemişlerdi. Şanı yüce Allah bundan önceki buyruklarının,
Hz. Muhammed' (s.a)in peygamberliğinin doğruluğuna dair tanıklığının bu hususta
yeterli olduğunu, onun ispat ve gerçekliğinin ortaya konulması için kâfi
geldiğini beyan etmişti. Daha sonra bu ayet-i kerimede, "Biz Muhammed'i
tanımıyoruz" derken yalan söylediklerini açıkladı. Çünkü onlar bizzat
kendi öz evlatlarını bildikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlik ve
risaletini bilmektedirler. Zira rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)
Medine'ye vardıktan sonra, Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demişti: Allah
peygamberine bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. Peki, bunu tanımak nasıl oluyor?
Abdullah b. Selâm şöyle demişti: Ey Ömer, andolsun ki ben onu aranızda görünce
kendi oğlumu tanıdığım gibi tanıdım. Hatta ben Muhammed'i kendi öz oğlumdan bile
ileri derecede tanıyorum. Çünkü ben kadınların neler yaptıklarını bilemem.
Şahitlik ederim ki o, Allah tarafından hak olarak gönderilmiş peygamberdir.[46]
Geçmişte
kendilerine kitap verdiğimiz kimseler olan Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed
(s.a.)'in peygamber olduğunu, onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu kendi öz
çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu tanımalarına sebep ise ellerinde
bulunan daha önceki peygamber ve rasullerden kendilerine ulaşmış haber ve
bilgilerdir. Ellerindeki kitaplarda Hz. Pygamberin bütün sıfatları açıkça
belirtilmiştir. Gerçekten bütün peygamberler Muhammed (s.a.)'in geleceğini,
niteliklerini, sıfatlarını, beldesini, hicret edeceği yeri, ümmetinin niteliklerini
belirterek müjdelemişlerdir. Bu ise Mekke halkına karşı, Kitap Ehli'nin onu
bilip peygamberliğinin doğruluğunu tanıdıklarına dair bir tanık göstermedir.
Bundan
dolayı onun peygamberliğini inkâr etmelerine sebep Yüce Allah'ın da buyurduğu
şekilde, "Nefislerini hüsrana uğratanlar ise..." yani Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkâr etmelerinin sebebi kendilerini hüsrana uğratmalarıdır.
Tıpkı müşriklerin, peygamberliğine dair kesin delillerin ortaya konulmasından
sonra da inkâr etmeleri gibi. Her iki kesim de aklın, bilginin gerektirdiğini
ihmal ettiler. Müşriklerle Yahudi ve Hristiyanlarm ilim adamları kendi
kavimleri arasındaki konumlarını korumayı, sahip oldukları şeylere ta-asupla
bağlanmayı, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları ümmî peygamber ve
rasulün peygamberliğine iman etmeye tercih ettiler. Çünkü İslam'a girselerdi,
liderliklerini kaybedecekler, diğer Müslümanlarla eşit olacaklardı.
İşte
bu şekilde kendilerini zarara uğratan inkarcı müşrikler ve Kitap Ehli'nden
olanların bu durumlarının sebebi, önemsiz, dünyevî bir takım nasiplere
bağlanmış olmaları, iradelerinin zayıflığı, önceki peygamberlerin haberlerini
ihmal etmeleridir. İşte Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman etmeyenler
onlardır, birbirine zıt iki hususu bir arada kendilerinde bulunduranlar da
onlardır. Herhangi bir delil olmaksızın Allah'a karşı yalan uydurdukları gibi,
sahih ve doğru belge ve delillerle sabit olan şeyleri de yalanladılar. Çünkü
bir taraftan, "Eğer Allah dilese idi biz de atalarımız da ortak
koşmazdık" dersen; bir taraftan da "Bize bunu Allah emretti"
diyorlar. Diğer taraftan, "Melekler Allah'ın kızlarıdır, bunlar Allah
nezdinde bizim şefaatçilerimizdir" deyip ba-hireleri, şaibeleri haram
kılmayı ona nispet ettiler, arkasından kalkıp Kur"an-ı Serim ve mucizeleri
yalanlayıp bunlara büyü adını verdiler ve Allah'ın rasulü--e iman etmediler.
İşte
bu, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmenin, kişinin bizzat kendisini
zarara sokmak olduğunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah, kendisine karşı
yalan uydurup iftira etmenin nefse karşı zulüm olduğunu belirtmektedir:
"Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile...", yani Allah'a
karşı yalan uydurarak Allah'ın kendisini peygamber olarak göndermediği hal-âc
Allah tarafından peygamber gönderildiğini iddia edenden daha zalim hiç bir
kimse yoktur. Aynı şekilde Allah'ın ayetlerini, belgelerini ve tartışılmaz
delillerini ve bunların ifade ettikleri manaları yalanlayandan daha zalim hiç
bir kimse yoktur. Allah'ın çocuğu veya ortağı olduğunu iddia edenden de daha
zalim hiç kimse olamaz.
Dikkat
edilecek olursa müşrikler, hem Allah'a yalan uydurup iftirada bulunmuşlar, hem
tevhidi ve peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini is-zatlayan Allah'ın
ayetlerini yalanlamışlardır.
Zulmün
akibeti ise felah bulmamaktır. İftira eden de yalanlayan da iflah olmaz.
Onlardan herhangi birisi veya her ikisi de umduğunu elde edemez. Onların
kıyamet günü amellerin karşılığının görüleceği hesap gününde zalim oldukları
ortaya çıkacaktır.
Daha
ileri derecede kınanmaları ve daha çok azarlanmaları için kıyamet gününde iftirada
bulunan müşriklere azarlanma, başa kakma ve inkâr üslûbu ile Yüce Allah'ın
buyurduğu gibi şöyle soru sorulacaktır: "Onları hep birden toplayacağımız
gün... ortaklarınız nerede? deriz."'Yani ey Muhammed! İster puta
tapıcılar olsun, ister Kitap Ehli olsun, bütün müşrikleri ve gerek kendisine
gerekse başkasına zulmedenleri hep birlikte toplayacağımız ve sonra da -zulüm
itibariyle insanlar arasında en ileri derecede olan- müşriklere şöyle diyeceğimiz
günü hatırla: Allah'tan başka ibadet olunan ve dünyada iken velileriniz ve
yardımcılarınız olduğunu iddia ettiğiniz, sizi Allah'a yaklaştıracaklarını ve
Allah nezdinde size şefaatçi olacaklarını ileri sürdüğünüz putlar, O'na koştuğunuz
eşler, ortaklar nerede? Hani onlar, sizinle birlikte görünmemektedir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onları çağırıp "İddia
ettiğiniz ortaklarım hani nerede?" diye soracaktır. (Kasas, 28/62);
"İçinizde kendileri gerçekten ortaklar olduğunu boş yere ileri sürdüğünüz
şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz, onlarla aranız kesilmiştir.
Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir." (En'âm, 6/94)
Fakat
bu soru karşısında şaşırıp kalacaklar, ikna edici bir cevap bulamayacaklardır.
O bakımdan hemen şirk koştuklarını inkâra yelteneceklerdir: "Bundan sonra
fitneleri .... biz müşriklerden olmadık demelerinden başka olmadı." Yani
şirk ya da küfürlerinin akibetleri yahut -Taberî'nin de daha doğru kabul
ettiği- onların delilleri ya da bizim onları sınayacağımız vakit söyleyecekleri
sözleri, ancak ve ancak geçmişte Alah'a şirk koştuklarından ötürü bir mazeret
olmak üzere kıyamet gününde Allah'a yemin ederek, "biz müşrik değildik"
demelerinden başka bir şey olmayacaktır. Burada Zamahşerî'nin de söz konusu
ettiği şu soru sorulabilir: İşlerin gerçek mahiyetine muttali olacakları ve
yalan ve inkârın fayda sağlamayacağını bildikleri vakit, yalanlamaları nasıl
uygun düşebilir? Daha sonra bu soruya şöyle cevap vermektedir: İmtihan olunan,
şaşkınlık ve dehşetinden dolayı aralarında bir ayırım gözetmeksizin kendisine
fayda verecek şeyleri de vermeyecek şeyleri de söyler. İşte bu da ona benzer
bir durumdur. Onlar cehennemde azap edilecekleri vakit şöyle diyeceklerdir:
Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine) şirke dönersek, şüphesiz biz
zalimleriz. Onlar ebedî kalacaklarına kesin olarak inanmakla ve bu konuda hiç
bir şüpheleri bulunmamakla birlikte böyle diyeceklerdir.
Fakat
onların bu şekilde red ve inkârları mahşerin bazı yerlerinde söz konusu
olacaktır. Bu vakit bunun kendilerine fayda vereceği vehmiyle inkârda
bulunacaklardır. Başka bir konumda ise şirk koştuklarını da itiraf edeceklerdir.
Yüce Allah'ın şu buyruklarında bu şöyle ifade edilmiştir: "Diyecekler ki:
Rabbimiz ,işte bunlar seni bırakıp kendilerine ibadet ettiğimiz
ortaklarımız..." (Nahl, 16/86); "Ve Allah'tan hiç bir söz
gizleyemeyeceklerdir" (Nisa, 4/42)
İbni
Abbas, kendisine bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah'tan hiç bir
söz gizleyemeyeceklerdir." buyruğu hakkında soruldu da şu cevabı verdi:
"Yüce Allah'ın "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden
olmadık" buyruğu şu demektir: Onlar bu sözlerini cennete Müslümanlardan
başkasının girmeyeceğini görecekleri vakit birbirlerine "Gelin bakalım,
inkâra sapalım" ve "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden
olmadık." diyecekler. Allah bu sefer onların ağızlarına mühür vuracak,
arkasından el ve ayaklan konuşarak, "Allah'tan hiç bir söz
gizleyemeyeceklerdir." (Nisa, 4/42). Yani gerçekte onlar kendi gerçek
durumlarını itiraf edeceklerdir. Nasıl cevap vereceklerini şaşıracakları vakit
ise şirk koştuklarını inkâr edecekler. Kimi zaman yalan söyleyecek, kimi zaman
doğru söyleyeceklerdir. "Ve Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir.
Bütün bunlar dehşet ve şaşkınlıktan dolayı olacaktır."
İbni
Abbas'ın tefsirine göre buradaki "fitne"nin tevili dünyadaki şirktir.
Fakat bir muzaf takdiri ile -ki bu 'akibet' kelimesidir- anlamı şöyle olur:
Yani şirk, sonunda arzu edilen durumun tam zıddına ulaştırmıştır ki, o da
şirkten uzaklaşma ve mihnet zamanında sahibini terk edip bırakmasıdır.
Gerçeklerle
yüz yüze kalmak ve insanın yalanının yüzüne vurulması ne kadar zordur! Bu ne
kadar büyük bir utanç, ne kadar büyük bir rezilliktir! İşte Yüce Allah'ın
buyurduğu da budur: "Bak! Bizzat kendilerine karşı nasıl yalan
söylediler..." Yani onların şirki inkâr etmek ve böyle bir şeyin
kendilerinden sadır olmadığına dair yalan yere yemin etmek suretiyle açık ve
seçik bir şekilde yalan söylemeleri ne kadar hayret edilecek bir iştir, bir
düşün!
"İftira
ettikleri de önlerinden kaybolup gitti." Hem şuna da bir bak ki iftira
edip durdukları ve şirk koştukları nesneler, nasıl onları bırakıp yanlarından
uzaklaşmış oldular! Öyle ki kendilerinden böyle bir şeyin sadır olmadığını reddetmekte
acele edeceklerdir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Sonra onlara Allah'tan başka ortak koştuklarınız nerede denilecek, onlar,
"Önümüzden kaybolup gittiler" diyeceklerdir." (Mü'min, 40/73-74)
[47]
Bu
ayet-i kerimeler, kâfirlerin konumlarını ya da karşılaşacakları sahnelerden
iki tanesini ihtiva etmektedir:
Birinci
Sahne: Kitap Ehli olan Yahudiler ve Hristiyanlar Peygamber Mu-hammed (s.a.)'in
sıfatlarını, peygamberliğinin doğruluğunu ve söylediklerinin gerçekliğini,
risaletinin hak olduğunu bilmektedirler; fakat onlar inatlaşan bir topluluktur.
O bakımdan kendilerini de hüsrana uğrattılar ve gerçek menfaatlerini elden
kaçırdılar.
İkinci
Sahne: Bunlar da putlara tapan müşriklerdir. Hz. İsa'yı ilâh yahut da Allah'ın
oğlu edinenler de bunlar arasındadır. Bunlar zalimler topluluğudur. Çünkü Yüce
Allah'a olmadık bir şeyi nispet ederek yalan söyleyip iftira etmişlerdir.
Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine delâlet eden mucize ve
belgeleri yalanlamışlardır. Bütün müşrikler, Kitap Ehli ve münafıklar kıyamet
gününde bir araya getirilecek ve onlara yaptıklarını reddedici ve azarlayıcı
bir üslûpla açıklamak için değil, rezil edilmeleri için Allah'a koştukları
ortaklar ve Allah nezdinde kendilerine şafaatçı olacaklarını ileri sürdükleri
ilâhlar hakkında soru sorulacaktır. Onların söyleyecekleri söz yahut gösterecekleri
mazeret ya da delil veya şirklerinin akibeti şirkten uzak olduklarını ileri
sürmekten başka bir şey olmayacaktır. Bu ise söylenecek yalanın en ileri derecesidir.
Çünkü hem kendilerini saptırmış, hem de putların kendilerini Allah'a
yakınlaştıracağını ileri sürmüşlerdi. Münafıklar da batıl mazeretleriyle yalan
söylemiş olacaklardır. Bu uydurma ilâhların ve kendilerine şefaat edeceğini
zannettikleri bütün hususların da yalan olduğu ortaya çıkacaktır.
[48]
25-
Onlardan bazıları sana kulak verir, dinlerler. Halbuki biz onu anlayamamaları
için kalplerine örtüler gerdik, kulaklarına ağırlık koyduk. Onlar her ayeti
görseler yine de ona iman etmezler. Hatta sana gelseler, seninle mücadele
ederler. O kâfirler: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey
değildir" derler.
26-
Onlar hem başkalarını ondan alıko-yar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar.
Onlar kendilerinden başkasını helak etmiyorlar, ama farketmiyorlar.
"Onu
anlayamamaları için" ifadesinin takdiri, onu anlamalarından hoşla-mlmadığı
için şeklindedir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Bunun takdirinin (mealde de
yapıldığı gibi) onu anlayamamaları için, şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[49]
"Kulaklarına
ağırlık koyduk." Burada kalpler için perdeler, kulaklar için de ağırlıklar
tabiri kullanılmıştır. Bu onların Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirmelerini istiare
yoluyla, temsilî olarak anlatmaktadır.
"O
kâfirler...derler" buyruğunda zamir yerine açıkça "kâfirler"in
kullanılması, onlar hakkında küfrün tescil edilmesi içindir.
"Alıkoyarlar,
ondan uzaklaşırlar." Bu kelimelerde eksik cinas vardır.
[50]
"Onlardan
bazıları" sen Kur"an okuduğun zaman "sana kulak verir, dinlerler.
Halbuki biz onu anlayamamaları için" yani Kur'an-ı Kerim'i anlayamasın-lar
diye "... kulaklarına ağırlık", sağırlık ve ağır işitme özelliği
"koyduk." Böyle-Ikle, kabul edebilecek şekilde Kur"an'ı
dinlemezler. "Her ayeti" peygamberin ijçruluğuna delâlet eden her bir
alâmet "görseler yine de O'na iman etmezler."
"....seninle
mücadele ederler" seninle tartışır, anlaşmazlık çıkartırlar.
"Bu" Kur'an-ı Kerim, "eskilerin masallarından" yalan ve
hurafelerinden "başka bir şey değildir, derler."
"Onlar
hem ondan alıkoyar", insanların peygambere uymalarını engeller, "hem
de kendileri ondan" yüz çevirerek "uzaklaşırlar", ona iman
etmezler. "Onlar kendilerinden başkasını helak etmiyorlar." Bu
şekilde ondan uzaklaşmak suretiyle yalnız kendilerini helak ederler. Çünkü
böylesinin zararı yalnızca kendilerinedir.
[51]
25.
ayet-i kerime olan "Onlardan bazıları sana kulak verir, dinlerler..."
emrinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas der ki: Ebu Süfyân b. Harb, Velîd
b. Mugîre, en-Nadr b. Haris, Rabîa'nın iki oğlu Ukbe ve Şeybe ile Ümeyye ile
Übeyy b. Halef Resulullah (s.a.)'ın Kur'an okumasını dinlediler.
en-Nadr"a, Ku-teyle'nin babası Muhammed ne diyor? diye sordular. O da
şöyle dedi: Şu Kabe'yi kendi evi kılan yüce Allah hakkı için yemin ederim, ne
söylediğini bilmiyorum. Sadece onun dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler
söylediğini gördüm. Herhalde benim daha önce size anlattığım geçmiş kavimlerin
eski masallarından başka bir şey söylediği yok. en-Nadr Kureyş'e geçmiş
kavimlerin hikâyelerini çokça anlatır, onlar da onun bu anlattıklarından
hoşlanırlardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
"Onları
hem ondan alıkoyar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar..." mealindeki
26. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da Hâkim ve başkaları İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime Ebu Talib hakkında
inmiştir. O müşriklerin Resulullah (s.a.)'a eziyet vermelerini engelliyor, diğer
taraftan onun getirdiklerinden de uzak duruyordu.
İbni
Ebi Hatim de Said b. Ebi Hilâl'den şöyle dediğini rivayet eder: Ayet-i kerime
Resulullah (s.a.)'ın amcaları hakkında nazil olmuştur. Onlar on kişi idiler.
Herkesin önünde, bütün insanların arasında en ileri derecede Hz. Muhammed
(s.a.)'le birlikte olduklarını gösteriyorlar, içten içe ise herkesten daha çok
ona karşı idiler.
Mukâtil,
Hâkim'in rivayetini söz konusu ettikten sonra der ki: Çünkü Muhammed (s.a.),
Ebu Talib'in yanında bulunuyor, onu İslâm'a davet ediyordu. Kureyşliler
Resulullah (s.a.)'ın isteğine karşılık vermek üzere Ebu Talib'in yanında
toplanıp bir araya geldikleri sırada, Ebu Talib şu beyitleri okumuştu:
"Allah'a
yemin ederim, bütün kalabalıklarıyla da gelseler sana ulaşamazlar.
Ta
ki toprağın altına gömülüp yatırılmadığım sürece.
Sen
emrolunduğunu açıkça söyle. Senin için bir eksiklik olmayacaktır.
Müjdeler
olsun sana ve böylelikle gözlerin aydın olsun!
Sen
bir din sundun ki hiç şüphesiz o
Yaratılmışlar
arasındaki en hayırlı bir dindir.
Eğer
kınanmaktan yahut da sövülmekten korkmasaydım
Benim
de bunu hoş gönülle kabul ettiğimi, açıkça sana bağlandığımı görecektin."
Bunun
üzerine Yüce Allah: "Onlar hem ondan alıkoy ar...hem de kendileri ondan uzaklaşırlar."
ayetini indirdi.[52]
Yüce
Allah ahirette kâfirlerin durumlarını ve içinde bulunacakları ızdı-raplan,
tutarsızlıkları, kimi zaman şirk koştuklarını inkâr edip, kimi zaman kabul
edeceklerini açıkladıktan sonra, burada da onlardan kimisinin iman edeceklerinden
ümit kesilmesini gerektirecek buyrukları kaydetmektedir.
[53]
Şu
kâfirlerden öyle bir kesim var ki senin Kurban okumanı dinlemek üzere gelir.
Halbuki bu dinlemenin kendilerine hiç bir faydası olmuyor. Onlar da bundan bir
türlü yararlanamıyorlar. Çünkü bizler Kur'an-ı Kerim'i anlamasınlar diye
kalpleri üzerine perdeler gerdik, kulaklarında da kendilerine faydalı olacak
dinlemelerini engelleyecek şekilde bir ağırlık ya da sağırlık özelliği koyduk.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O inkâr edenlerin hali bağırıp
çağırış-madan başka bir şey duymayanlara haykıranların haline benzer..."
(Bakara, 2/171). Yani onların Kur'an-ı Kerim'i kavrayıp kabul etmelerinin
anlamları üzerinde gereği gibi düşünmelerinin önüne bir takım engellerin
konulması, dinleyip işittikleri üzerinde dikkat ve ibretle -hak ile batılı
birbirinden ayırd etmek için- eğilmelerini önlemek üzere almış oldukları karar
ve plânlamadan doğan kör taklit ve yüz çevirmeleri dolayısıyladır. İşte ayetin
"Onlar her ayeti görseler yine de ona iman etmezler" buyruğu ile
ifade edilen budur. Yani onlar istedikleri kadar ayetler, deliller, apaçık
belgeler ve tartışılmaz susturucu belge görseler dahi, yine de onlara iman
etmezler. Çünkü onların ne anlayıp kavramaları ne de insafları vardır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi
onlara elbette işittirirdi. İşittirmiş olsaydı dahi elbette yüz çevirerek
gerisin geri dönerlerdi." (Enfâl, 8/23). Nihayet onlar senin yanına
geldiklerinde hakkı ve senin davanı tartışır, seninle mücadele eder ve şöyle
derler: Senin bu getirdiklerin ancak geçmişlerin kitaplarından alınmış,
onlardan nakledilmiştir. Senin bu getirdiğin olsa olsa halkın zihnini meşgul
eden, onların kafasını kurcalayan saçma, hurafe ve efsanevî hikâyelerden bir
çeşit olabilir.
Onlar
Resulullah (s.a.)'ı yalanlamakla birlikte insanların da hakka uyup Hz.
Peygamberi tasdik etmelerini, Kur'an-ı Kerim'e itaat etmelerini engeller, ondan
insanları uzaklaştırırlar. Böylelikle onlar iki çirkin işi bir arada yapar ve
kendileri yararlanmadıkları gibi kimsenin de yararlanmasına fırsat vermezler.
Ya
da ayet-i kerime Ebu Talib hakkında nazil olmuş olabilir. O bir taraftan
insanların Resulullah (s.a.)'a zarar vermelerini, eziyet vermelerini onun ya da
öldürülmesini engelliyor, diğer taraftan kendisi ondan uzak duruyordu.
Bunun
akibeti ise şudur: Onlar bu işi yapmakla ancak kendilerini helak ederler. Böyle
bir işin vebali kendi boyunlarındadır. Ama onlar bunun farkında değildirler.
Hatta onlar Resulullah (s.a.)'a zarar verdiklerini sanırlar. Oysa yüce Allah
bu inkarcıları ve düşmanları helak etmiştir. Ya Bedir ve benzeri savaş
meydanlarında yahut da özel bir takım belâ ve intikamıyla. Üstelik bunun ardından
ahirette de helak edileceklerdir. Bu da Kur"an-ı Kerim'in
mucizelerin-dendir ve onun gayba dair verdiği haberler arasındadır.
[54]
Bu
ayet-i kerimeler, üzerinde dikkatle durmayı gerektiren oldukça ibret dolu ve
beliğ öğütlerdir. Çünkü bir insanın gerçekleri görmesinin engellenmesi ve onun
sapıklıkların dalgaları arasında çalkalanır halde hevâ ve hevesleri peşinde
serserice dolaşacak şekilde bırakılması kadar zor ve kötü bir olay yoktur.
Bir
takım kâfirler, hem zeki hem de kavimleri arasında ileri gelir kimselerdir.
Kur'an-ı Kerim'i dinliyor ve anlıyorlar, fakat dinleyip işittiklerinden yararlanmadıkları,
hakka itaatle boyun eğmedikleri için anlamayanların konumunda kalıyorlardı.
Yüce
Allah onların herhangi bir delile dayalı olmaksızın inatlaşmalarını ve ayet ve
belgeleri reddetmelerini haber vermektedir. Çünkü onlar meselâ, gökte ayın
ikiye yarılmış olduğunu gördüklerinde, "Bu bir büyüdür" demişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'in onların bütün söz, sanat ve bilgilerinden belâgatıyla daha
ilerde bir mucize olduğunu gördükleri vakit de, "Bu öncekilerin
masallarıdır, efsaneleridir" demişlerdi.
Kâfirlerin
konumu çirkinliğin, garabetin ve bayağılığın bütün çeşitlerini bir arada
bulundurmaktadır. Yüce Allah'ın, "Onlar hem ondan alıkoyar, hem de kendileri
ondan uzaklaşırlar" buyruğu bütün kâfirler hakkında genel bir hükümdür.
Onlar Muhammed (s.a.)'e uymayı engelliyor, kendileri de ondan uzaklaşıyorlar.
Bizzat kendileri yüz çevirmekle yetinmiyorlar, ayrıca insanları da İslâm davasını
kabul etmekten alıkoyup engelliyorlar. Onlar böyle yapmakla engelledikleri
kimselerin günahlarını da taşımak suretiyle ancak kendilerini helak ediyorlar.
Ebu
Talib'in konumuna gelince: Onun ne olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konudaki
meşhur rivayet ise Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edildiği üzere
şöyledir: Resulullah (s.a.) amcasına hitaben "Lâ ilahe illallah de. Bunu
söylediğine dair kıyamet gününde lehine şahitlik edeyim" demişti. O da
şöylecevap vermişti: Eğer Kureyş beni ayıplayıp "Korku ve dehşet ona bu
sözü söyletmeye yetti" demeyecek olsaydı hiç şüphesiz bu sözü söyleyerek
senin gözünün aydın olmasını sağlardım. Bunun üzerine Yüce Allah "Şüphesiz
ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin fakat Allah dilediğini hidayete
erdirir." (Kasas, 28/56) buyruğunu indirdi.
[55]
27-
Ateşin karşısında durdurulup da: "Ne olurdu geri döndürülsek de
Rabbi-mizin ayetlerini yalanlamasak, müminlerden olsak?" diyecekleri
vakit (onları) bir görsen!
28-
Bilakis evvelce gizledikleri şeyler kendilerine açıkça gösterilecektir. Eğer geri
döndürülürlerse elbette alıkonduklarına yine geri dönerler. Çünkü onlar
şüphesiz yalancıdırlar.
29- Onlar "Bu, dünya hayatımızdan başka bir
şey değildir. Bir daha diriltilecek de değiliz" dediler.
"Geri
döndürülsek de... yalanlamasak" buyruğunun takdiri şöyle olabilir: Keşke
biz dünyaya geri döndürülsek ve Allah'ı yalanlamayarak müminlerden olsak.
Bunların hepsi kıyamet gününde kâfirlerin yapacakları temenniler olarak da
anlaşılabilir. Yani dünyaya yeniden getirilmeyi, yalanlayanlardan olmamayı ve
müminlerden olmayı temenni edeceklerdir.
[56]
"Ateşin
karşısında durdurulup" yani ateşe arz olunup; "evvelce gizledikleri
şeyler kendilerine açıkça gösterilecektir." yani, müşriklerin,
"Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz müşriklerden değiliz"
şeklindeki sözlerinin organlarının şahitliği ile yalan olduğu ortaya
çıkacaktıı.
"Elbette
alıkonduklarına" yani şirke "yine geri dönerler. Çünkü onlar şüphesiz
yalancıdırlar" iman edeceklerine dair bulundukları vaadde doğru sözlü
değillerdir!
"Onlar"
öldükten sonra dirilişi inkâr edenler "bir daha diriltilecek de değiliz,"
öldükten sonra kıyamet günü için hasredilecek de biz değiliz
"dediler."
[57]
Şam
yüce Allah, Resulullah (s.a.)'a itaat etmeyip başkalarını da engelleyen
kimselerin kendilerini helak edecek olan bu özelliklerini söz konusu edip
durumlarını açıkladıktan sonra, bu ayet-i kerime ile de onların nasıl helak olacaklarını,
salih ameller işlemek üzere dünyaya dönmek için bir takım temennilerde
bulunacaklarını açıklamaktadır. Fakat Yüce Allah onların bu söyledikleri
sözlerin yalan olduğunu belirtmektedir.
[58]
Yüce
Allah, kâfirlerin kıyamet gününde durumlarını açıkça görüp cehennemi tanıyarak
dehşetli ve korkulu hallerine tanık olacaklarını söz konusu etmektedir. Ey bu
buyrukları dinleyen kişi, sen onların melekler tarafından cehennem azabına arz
olunacakları, sonra da oraya girip onun dehşetini görecekleri vakit
kapılacakları korku ve dehşeti bir görsen! Pişman olacaklar ve şu sözleriyle
dünyaya döndürülmeyi temenni edeceklerdir: "Ne olurdu geri döndü-rülsek de
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." Yani keşke dünya hayatına bir
döndürülsek, Allah'ın ayetlerini, O'nun birliğine, peygamberlerinin doğruluğuna
delâlet eden belgelerini yalanlamasak, Allah'a, ahiret gününe, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman etsek, günahlarımızdan tevbe edip Yüce
Allah'ı razı edecek salih ameller işlesek!
Ancak
Yüce Allah "bilakis" ifadesi ile onların bu temennilerinin dikkate
alınmayacağını, böyle bir isteğin yerine getirilmeyeceğini belirtmekte, iman isteklerinin
doğru bir istek olmadığını açıklamaktadır. Onlar yeniden dünyaya döndürülecek
olsalar dahi durumlarında bir değişiklik olmayacaktır. İçlerinde gizlemiş
oldukları küfür, inatlaşma ve yalanlama kıyamet günü kendileri tarafından da
açıkça görülecektir. Her ne kadar onlar dünyada ve ahirette küfürlerini inkâr
etseler de durum aynıdır. Böylelikle onların gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır.
Çünkü onlar küfrü gizliyor ve bunu açıklamıyorlardı. Gerçek mümin ise imanını
açığa vurur ve onu gizlemez. Böylelikle onların küfür ve inkârlarının akibeti
olan oldukça ağır cezaya katlanacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O gün arz olunacaksınız ve sizin hiç bir şeyiniz gizli
kalmayacaktır." (Hakka, 69/18). Yani onların yaptıkları kendilerine de
gizli kalmayacaktır; Rablerinden zaten gizli kalmıyordu. Bir başka yerde de
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah'tan hesaba katmadıkları şeyler
onlara görünecektir. Kazandıkları kötü şeyler onlara görünecek, alaya
aldıkları şey kendilerini çepeçevre kuşatacaktır." (Zümer, 39/47-48)
Daha
sonra bu pişmanlık veya temennilerinde yalancı olduklarını Yüce Allah açık bir
şekilde ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürler se
elbette alıkonulduklarına yine geri dönerler..." Yani dünyaya döndürülecek
olsalar dahi, yine Yüce Allah'ın kendilerine yasaklamış olduğu küfür, inat ve
masiyetlere geri döneceklerdi. Çünkü isyankârlık onların içinde yer etmiştir.
İnat onların alışageldikleri bir âdet halini almıştır. Yalanlamak onların karakteridir.
Dünyaya döndürülecek olsalar dahi, yine de, öldükten sonra dirilişi, hesabı ve
cezayı inkâr edecekler. Dünya hayatının her şey olduğunu ifade edecek, ahirete
inanmayacak ve şöyle diyeceklerdir: Bu sadece dünya hayatımızdır ve biz bu
hayatta yaşayıp gideriz. Bizi yok eden sadece zamandır. Ahi-rette sevap ve ceza
diye bir şey yoktur. Hatta ahiretin kendisi dahi yoktur ve biz diriltilecek de
değiliz. Yani varsa yoksa bu dünya hayatıdır. Ondan sonra diriliş diye bir şey
olmayacaktır. İşte bunlar gayba iman etmeyen inkarcı materyalistlerdir.
[59]
İmanî
hakikatler değişiklik arz etmez ve değiştirilmezler. İfade edilen bu
gerçeklerin yerini bulması kaçınılmazdır. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır, cennet
haktır, cehennem haktır. Bu gerçeklerin açık-seçik ortaya çıkacakları vakit
yakındır. Küfür ve kâfirler bütün iç yüzleriyle ortaya çıkacak, kâfirler cehennem
azabına mahkûm olacaklardır. Sen onların cehennemde çekecekleri azabı görecek
olsan, şüphesiz hallerin en kötüsünü görmüş olacaksın. Onlar oldukça dehşetli
ve korkunç bir azaba çarptırılacaklar ve sen bu hayret ve ibret verici korkunç
manzara karşısında şaşırıp kalacaksın.
Onlar,
Allah'ın azabından kaçıp, kurtulacak yer bulamayacaklardır.
Gelişi
güzel, sağa sola kaçışacaklar, bir takım umutlar besleyecekler ve akidelerini
düzeltmek, amellerini ıslah etmek, Allah'ın varlığına, birliğine,
peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden ayetlerini yalanlamayı terk etmek
için dünya yurduna döndürülmeyi temenni edeceklerdir. Ta ki dünyada müminlerin
niteliklerini elde etmiş olsunlar ve ahirette mükâfatlandırılarak Allah'ın
cennetlerinde O'nun rızlasına nail olsunlar. Fakat onlar hallerinden
usandıkları için ve huzursuzlukları dolayısıyla böyle bir temennide bulunacaklardır.
Dünyaya döndürülmekten yana ümitlerini kestiklerini, buna imkân olmadığını
bile bile bu temenniyi yapacaklar; yoksa gerçekten dünyaya döndürüldüklerinde
Allah'ı yalanlamayacaklarına, aksine iman edeceklerine dair kararlı
olduklarından dolayı değil. Onlar dünyaya geri dönmeyi, iman etmeyi ar-zulayıp
onu sevdiklerinden dolayı istemeyeceklerdir. Aksine dünyadaki küfürlerinin
cezası olarak görecekleri azaptan korktukları için bu temennide bulunacaklar,
ateşten kurtulmak için dünyaya döndürülmeyi isteyeceklerdir.
Onlar
azabın karşısında ve cehennemin ortasında iken gizledikleri küfür ve
masiyetlerin gerçek vaziyetini açıkça görmüş olacaklar. Şayet geri döndürülecek
olsalar dahi yine kendilerine yasaklanmış bulunan şirke döneceklerdir. Çünkü
Yüce Allah onların iman etmeyeceklerini bilmektedir. Küfrün elebaşısı İblis
bile Allah'ın tartışılmaz belgelerini gördüğü halde yine inadım sürdürmüştür.
Yüce Allah'ın, "Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar" buyruğu, onların
dünya hayatında iken peygamberleri yalanlayıp öldükten sonra dirilmeyi inkâr
ettiklerini ifade ettiği gibi, dünyaya yeniden döndürüldükleri takdirde Allah'ı
yalanlamayacaklarına ve müminlerden olacaklarına dair verecekleri haberde de
yalan söyleyeceklerini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın, "Bu, dünya hayatımızdan
başka bir şey değildir" buyruğu da onların dünyada iken söyledikleri
sözleriyle bunların ahirete iman etmeyen materyalist topluluklar olduklarını
göstermektedir. Eğer dünyaya döndürülecek olsalar yine küfre dönüp içinde
yaşadıkları durumun zevkini almakla uğraşacaklarını ifade etmektedir. O bakımdan
bunlar inat eden bir topluluktur. Onların kötülüğü emreden nefisleri sapıklık,
nifak, hile, küfür, tuzak ve masiyetler üzere ısrar etmekten başka bir şeye
yanaşmıyor.
O
halde aklı başında olan herkes böylelerinin akıbeti üzerinde düşünmelidir.
Onların karşı karşıya kalacakları ızdırap, huzursuzluk ve ağır azaptan kurtuluş
temennilerine dikkatle eğilinmelidir. Fakat onların cezalarının affedilmesi
Yüce Allah'ın adaletine aykırı bir durumdur. Bu sebepten yaratıklara olan
rahmeti dolayısıyla da mutlaka karşı karşıya kalacakları ve gelecekte de
görecekleri azaptan onları sakmdırmakta ve bunu bildirerek onları korkutmaktadır.
[60]
30- Sen onları Rablerinin huzurunda durdukları
zaman bir görsen. "Bu hak değil miymiş?" buyuracak, onlar da
"Rabbimize yemin olsun ki evet (haktır)" diyeceklerdir.
"Öyleyse şimdi inkâr ettiğiniz için azabı tadın" buyuracak.
31-
Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet
kendilerine ansızın kıyamet gelip çattığı zaman, günahlarını sırtlarına
yüklenerek "Orada yaptığımız kusurlardan dolayı vah hasret bize!"
diyecekler. Dikkat edin, o yüklendikleri ne kötü şeydir!
32-
Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka birşey değildir. Ahiret yurdu
ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmez misiniz?
"Sen
onları .... görsen", buradaki cevap durumun azametini ve ağırlığını ifade
etmek için hazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: ... Karşı karşıya kalacakları
durumun gerçeğini de bilmiş olursun.
[61]
"Dünya
hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir." Bu ifade
beliğ bir teşbihtir. Çünkü dünya hayatı mübalâğa yoluyla bizatihi oyun ve
eğlencenin kendisi olarak ifade edilmiştir. "Hâlâ akletmez misiniz?"
cümlesindeki soru, azar içindir.
[62]
"Rablerinin
huzurunda durdurulacakları zaman", Allah'ın huzuruna arz olunacakları
zaman "bir görsen!" oldukça dehşetli bir durum görmüş olacaksın.
Melekler
onlara azarlamak üzere "Bu" yani öldükten sonra diriliş ve hesap
"hak değil miymiş? buyuracak, Rabbimize yemin olsun ki evet" şüphesiz
o bir gerçektir "diyeceklerdir"; dünya hayatında "Allah'a
kavuşmayı yalanlayanlar" öldükten sonra dirilişi inkâr edenler,
"gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet" yani yalanlamalarının
sonucu olarak... "Kıyamet gelip çattığı zaman". Burada kıyametin
"saat" diye ifade edilmesi, dünya hayatı için belirlenen sürenin sona
ermesi için vaad olunan, belirlenen vakit, hayatın ve dünyanın harap olması,
ahiret hayatının da başlangıcı için belirlenen zaman olmasındandır. "Vah,
hasret bize! diyecekler." Bu ise elden kaçırdıklarına aşırı derecede acı
duymaları, üzülmeleri, pişman olmaları demektir. Yani "hasret duyacağımız
bu demlerdir, haydi hasretimiz, gel!" demektir.
"Orada"
yani dünyada "yaptığımız kusurlardan dolayı" emrolunduğumuzu
yapabilme gücümüz olmakla birlikte işlediğimiz kusurlardan dolayı, "vah
hasret bize" diyecekler.
"Günahlarını".
Burada günah anlamına kullanılmış olan evzar kelimesi vizr*in çokluk şekli olup
oldukça ağır yük demektir. Şer"an küçük büyük günah hakkında kullanılır.
Adeta bu günah, ağırlığı dolayısıyla kişiye oldukça ağır gelen yüke
benzetilmiş gibidir. Yüce Allah'ın, "Günahlarını sırtlarına
yüklenerek" buyruğundan kasıt ise, öldükten sonra dirilişleri sırasında
günahları en ileri derecede ve çirkin bir şekilde, en kötü ve pis koktukları
halde işledikleri fiillerin mesuliyetlerini yüklenmeleri demektir.
"Dikkat
edin, o yüklenecekleri şey ne kötüdür!" Sırtlarında taşıyacakları o yük,
ne kötü bir yüktür!
"Dünya
hayatı" yani onunla uğraşıp meşgul olmak "bir oyundan" yani bir
fayda sağlamayan ve bir zararı önlemeyen herhangi bir işten, "bir oyalanmadan"
insanı kendisine fayda verecek ve kendisi için önemli olan şeylerden alıkoyan
işlerden "başka bir şey değildir." Maksat şudur: Yüce Allah mutlak surette
dünyevî olan işleri bir oyun ve fayda vermeyen şeylerle uğraşıp oyalanma
kılmıştır. Bu gibi dünyevî işlerin uhrevî amellerdeki gibi, büyük yararlar
sağlamak gibi, sürekli faydası yoktur. İtaat ve itaate yardımcı bütün unsurlar
ise ahiret işlerindendir. "Ahiret yurdu" yani cennet "ise takva
sahipleri" yani şirkten sakınan kimseler "için elbette daha
hayırlıdır. Hâlâ akletmez misiniz" yani aklınızı kullanıp iman etmez
misiniz?
[63]
Yüce
Allah kâfirlerin öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkârlarını naklettikten
sonra bu buyruklarda kıyamet günündeki durumlarının nasıl olacağını
açıklamakta, sonra da dünya hayatının gerçek mahiyetini söz konusu edip ahiret
ile karşılaştırmaktadır.
[64]
Sen
meleklerin Rableri huzurunda onları durduracakları zaman müşriklerin hallerini
bir görecek olsan, onların dehşetli bir azapta olduklarını görecek ve hiç bir
şekilde açıklanması mümkün olmayan son derece tehlikeli ve dehşetli bir durum
ile karşılaşacaksın.
Ayetin
zahirinden (Arapça ifadesinden) ilk olarak akla gelen, kesinlikle ayetin
kastettiği şey değildir. Çünkü ondan ilk anda -hâşâ- Yüce Allah'ın zatı üzerine
bir üstünlük sağlamak gibi mana anlaşılabilirse de, böyle bir şeyin imkânsız
ve batıl olduğu ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ifade mecaz
kabi-lindendir. Bu ifade onların suç işlemiş bir kimsenin gereken bir şekilde
sigaya çekilmek üzere hakimin huzurunda durdurulması gibi, sorgulanmak ve azarlanmak
üzere alıkonulmalarını mecazî bir üslûpla ifade etmiştir. Onlar bu halde
melekler aracılığı ile Yüce Allah'ın onlar hakkındaki buyruklarına riayet olmak
üzere durdurulacak, alıkonulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır." (Sâffât,
37/24). İşte bu buyruklarda da bu durum, "Rablerinin huzurunda durdurulacakları
zaman..." diye ifade edilmiş ki, onların işlerinin yalnızca Allah'ın emrine
bağlı olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin onlar hakkında tasarrufta bulunamayacağını
ifade etmek içindir. Daha sonra Yüce Allah kendilerine melekler aracılığıyla
şöyle hitap edecektir: "Bu hak değil miymiş?" Yani şu öldükten sonra
dirilip ahirete döndürülmek gerçek değil miymiş? Sizin zannettiğiniz gibi bu
batıl bir şey değildir. Onlar şöyle cevap verecekler: Rabbimiz hakkı için evet.
Yani hakkında hiçbir şüphenin söz konusu olmadığı bir gerçektir bu. Onlar
söyleyecekleri sözleri Allah adına yemin ile pekiştirecekler ve kendileri
aleyhine kâfir olduklarına tanıklık edeceklerdir. Maksat ise onların yemin ile
birlikte öldükten sonra dirilişin gerçek olduğunu itiraf edeceklerini sağlamaktadır.
Yüce
Allah onlara şöyle cevap verecektir: O halde dünya hayatında iken ölünceye
kadar bırakmadığınız, sürdürüp gittiğiniz küfür ve yalanlamanız sebebiyle can
yakıcı bir azabı tadınız. Burada "tadmak" kelimesinin kullanılması,
onların her halükârda tad alan bir kimsenin tattığı şeyi ileri derecede
hissettiği gibi bir his ile karşı karşıya kalacaklarını ifade etmek içindir.
Daha
sonra Yüce Allah genel olarak şöyle bir haber vermektedir: Bu ise Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanların, kıyamet kendilerine ansızın geldiği
takdirde, büyük bir zarar ile karşı karşıya kalacaklarını ve ahirette faydalı
olacak işleri yapmak hususundaki kusurlarına duyacakları pişmanlıkları, söyledikleri
çirkin sözler dolayısıyla duyacakları pişmanlıkları ifade etmektedir. Bu
zararın sebebi ise, insan fıtratını bozan, kötülüğe ve günaha götüren, öldükten
sonra dirilişi ve amellerin karşılığını görmeyi inkâr etmek düşüncesini ortaya
koyan fikir ve fiillerdir. Çünkü böyle bir inkâr sebebiyle kâfirler, bütün çaba
ve gayretlerini dünyanın zevk ve arzularından yararlanmaya, onun faydalarını
elde etme uğrunda birbirleriyle yarışmaya, başkalarına karşı üstünlük
sağlamak, egemenlik kurmak yoluyla şeref ve şöhretle aldanmaya götürür.
Bu
ziyana uğrayanlar kıyamet gününde hesaba çekilirler. Onlar hesaba gelecekleri
vakit günahlarını, veballerini sırtlarına yüklenmiş olarak geleceklerdir.
Onlar kendi yükleriyle birlikte başka bir takım yükleri de sırtlarında taşımış
olacaklardır. Sırta vurulmuş olacak bu yükler ne kadar kötüdür! Onların
taşıdıkları bu günah ve vebal yükleri ne kadar kötü yüklerdir! Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine
zulmetmekte olanların hali ne kötü bir örnektir..." (A'râf, 7/177)
İbni
Abbas der ki: Evzar (günah yükleri), küçük ve büyük günahlar demektir. Yüce
Allah'ın "O yüklendikleri ne kötü şeydir!" buyruğunun anlamı ise,
"Onların yük olarak taşıyacakları şeyler (günahları) ne kötüdür"
demektir.
İbni
Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hatim, es-Süddî'den şunu nakletmektedirler:
Çirkin ameller zalim kimselerin işleri, yüzü son derece çirkin, kapkara ve
oldukça kötü kokan bir adam suretinde müşahhaslaşacaktır. Kıyamet gününde de bu
günah yüklerinin sahibi bu suretteki kişiyi taşıyacaktır. Amr b. Kays
el-Mülâi'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Salih ameller de hoş kokulu,
güzel suretli bir adam şeklinde müşahhaslaşacak ve kıyamet gününde o salih
amelin sahibi o güzel suretliyi taşıyacaktır.
[65]
Daha
sonra Yüce Allah dünya hayatının amellerini, çoğunluğu itibariyle fayda
vermeyen bir oyun, kişiyi gerçek manfaatinden alıkoyan bir oyalanma diye ifade
etmektedir. Dünyanın metâı (faydası) azdır, geçicidir, kısa vadelidir. Ahiret
için amel etmenin ise çok büyük faydalan vardır. Ahiret en hayırlı ve en
kalıcıdır. Küfürden ve isyandan, günahlardan sakınan kimseler için daha hayırlıdır.
Ahireteki nimetler sürekli nimetler olup dünyanın geçici nimetlerinden elbette
hayırlıdır. O halde sizler bu gerçekleri akletmez ve anlamaz mısınız? Gerçek şu
ki dünya hayatı bir oyun, bir oyalanmadır. Gelip geçicidir. Dünya ahiret için
bir tarladır. Bunları akledip düşünün de imana gelin ve salih amel işleyin.
Yüce
Allah'ın "Takva sahipleri için" buyruğu ise takva sahiplerinin takvaya
yaraşan amelleri dışındaki her şeyin bir oyun, bir oyalanma olduğunun delilidir.
[66]
Ayet-i
kerimeler kişinin işlediği suç hakkında hüküm verecek olan hakimin eline düşen
suçlunun durumunu oldukça gerçekçi bir şekilde dile getirmektedir. Dünyadaki
hakimlerin huzurunda zanlıların suçlarını inkâr ettikleri çoğunlukla görülen
bir haldir. Ancak yine de sonunda suçlarını itiraf etmekten başka bir çaresi
kalmazsa bütün yaptıklarını itiraf ediverir.
İşte
Allah'ın huzurunda hesaba çekilmek için getirilecek kâfir ve müşriklerin
durumu da böyle olacaktır. O vakit işledikleri suçları inkâr etmenin faydasız
olduğunu idrak edecekler ve kendilerine öldükten sonra dirilişe dair soru sorulduğunda,
Allah adına yemin ederek bunun tartışılmaz bir gerçek olduğunu
söyleyeceklerdir. Böylelikle onlar hakkında verilecek olan hüküm ise, küfürlerine
uygun bir karşılık olmak üzere haklarında belirlenmiş cezanın yerine
getirilmesi şeklinde olacaktır.
Tartışma,
melekler tarafından yapılacak ve Allah'ın emriyle melekler onlara şöyle
diyecektir: Bu öldükten sonra diriliş ve bu azap gerçek değil miymiş? Onlar:
"Evet Rabbimiz hakkı için o bir gerçektir" diyeceklerdir. Buradaki
karşılıklı sorgulama ile Yüce Allah'ın "Allah onlarla
konuşmayacak..." (Bakara, 2/174); buyrukları arasında bir çelişki yoktur.
Çünkü soru sorma melekler aracılığıyla olacaktır. Yüce Allah'ın, "Allah
onlarla konuşmayacaktır" buyruğundan kasıt ise, yararlı ve hoş sözler
söyleyerek onlarla konuşmayacağıdır.
Ayet-i
kerimeler öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkâr edenlerin diğer iki
hallerini de şöylece açıklamaktadır. Bunlardan birincisi öldükten sonra dirilişi,
kıyameti, amellerin karşılığının görülüp hesaba çekilmeyi yalanlayanların
zararda olacakan, ikincisi ise oldukça büyük ve ağır yükleri (günah yüklerini)
sırtlarında taşıyacaklarıdır.
Büyük
hüsrandan, ziyandan kasıt, onların şu sözleriyle de ifade edecekleri büyük ecir
ve sevabı kaçırıp son derece ağır ceza ile karşı karşıya kalmalarıdır:
"Orada yaptığınız kusurlardan dolayı vah bize, hasret bize!
diyecekler." Bu onların kendilerine sevap kazanmayı hak ettirecek hiç bir
şey elde etmediklerine, yani kusurlu hareket etmiş olduklarına bir işarettir.
Yüce Allah'ın, "Orada" kelimesi ise o ticaretin yapıldığı yerde
(dünyada) demektir. Bunun anılmayış sebebi ifadenin esasen buna delâlet etmesi
dolayısıyladır. Çünkü hüsran ancak bir alışverişte söz konusu olur. Buna delil
de Yüce Allah'ın, "Onların ticaretleri kâr sağlamadı." (Bakara, 2/16)
buyruğudur.
Yüce
Allah'ın, "Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." buyruğu da müşriklerin
kendilerine oldukça ağır azabı hak ettirecek şeyleri kazanmış olduklarına bir
işarettir. Şüphesiz ki bu da hüsranın en ileri derecesidir.
Yüce
Allah'ın, "Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey
değildir; ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır"
buyruğu da, dünya amellerinin iki kısma ayrıldığını göstermektedir:
Hiç
bir hayır ve faydası bulunmayan ameller. Bunlar katıksız dünya işleridir.
İnsanların amellerinde çoğunlukla görülen budur. Diğerleri ise oyalanmanın,
oyunun söz konusu olmadığı ahiret amelleri. Bunlar da hayırlı ve takva sahiplerinin
yaptıkları işlerdir. Bu gibi kimseler dünya hayatlarını salih ameller, hayırlı
sözlerle imar eden kimselerdir. İbni Abdil-Berr, Ebu Said el-Hud-ri'den, aynı
zamanda Tirmizî de Ebu Hureyre'den, -hasen garip bir hadistir, diyerek- şöyle
dediklerini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dünyaya lanet
edilmiştir, ondakilere de lanet olunmuştur. Şu kadar ki dünyada bulunan
Allah'ın zikri yahut Allah'ın zikrine götüren şey müstesnadır. Öğrenen ve
öğreten ecirde ortaktır, diğer insanlar ise hayrı olmayan ahmaklardır."
Yine
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ondan başka hiç
bir yerde kendisine isyan olunmaması, o terk edilmedikçe de nezdindeki
mükâfatlara nail olunamaması, dünyanın Allah nazarındaki değersizli-ğindendir."
Tirmizî,
Selh b. Sad'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Şayet dünya Allah nezdinde bir sivrisinek miktarı kadar bir değer
ifade etseydi, hiç bir kâfire ondan bir damla su dahi içirmezdi."
Yüce
Allah'ın, "Hâlâ akletmez misiniz?" buyruğu şunu göstermektedir: İnsan
çoğunlukla gerçek maslahatına uygun şekilde düşünememektedir. Aksine o bazan
kendisine zarar verebilecek şeyleri işlemektedir. Yine bu buyruk dünyaya karşı
zahit olmanın yani dünya sevgisinin kişinin kalbini istilâ etmesinin arzu
edilen bir şey olmadığını da göstermektedir.
Bu,
"Dünya hayatı bir oyundan..." ayet-i kerimesi, öldükten sonra
dirilişi ve kıyameti inkâr edenlerin dünyaya rağbetlerine, onun zevk veren
şeylerini elde etme arzularının alabildiğine kuvvetli olduğuna da işaret
etmektedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede ise dünyanın değersizliğine dikkat
çekmektedir. Şu kadar var ki bu hayatın bizatihi yerilip kötülenmesine imkân
yoktur. Çünkü bu hayat, Allah'ın irade ve hikmetiyle yaratma ve var etmesiyle vardır.
Zira uhrevî mutluluğa ancak bu hayattan geçerek ulaşmak mümkündür. Bundan
maksat şundan ibarettir: Dünya hayatının lezzeti ve hoş şeylerinin devamı
yoktur. Hayatın bitişi esnasında geriye sadece pişmanlık ve hasret kalır. Tıpkı
kendisinden zevk alınan oyun ve eğlenceler gibi. Bunların bitmesinden sonra
geriye pişmanlıktan başka bir şey kalmaz.
Yüce
Allah'ın "Ahiret yurdu ise... elbette daha hayırlıdır" buyruğu da dünya
hayatı ile ahiretin karşılaştırılması sadedindedir. Böyle bir karşılaştırmada
elbette ki ahiretin hayırlarının dünyadaki hayırlardan daha üstün olduğu ortaya
çıkar. Dünyadaki hayırlar oldukça basit ve önemsiz iken, ahiretteki haynrlar
oldukça üstün ve değerlidir. Dünya ve ahiret arasındaki bir karşılaştırma sonucunda
açıkça şu ortaya çıkar: Dünyanın mutlulukları ve hayırları bir çok kusurlar,
bir çok eksiklikler ile şaibelidir. Ahiretin mutlulukları ise böyle bir takım
şaibelerden uzaktır. Bu da kesinlikle şunu göstermektedir ki, ahiret elbette
en mükemmel, en üstün, en kalıcı, en değerli ve en uygun olandır.
[67]
33-
Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Onlar aslında seni
yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerim inkâr ediyorlar
34-
Andolsun, senden önce de peygamberler yalanlanmışlardı. Fakat yalanlandıkları
şeye karşı sabrettiler. Onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız
gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Andolsun ki
peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir.
35-
Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, istersen yere bir tünel aç ve
göğe bir merdiven kurarak çık da, onlara bir ayet getirmeye gücün yeterse (hiç
durma getir). Allah dile-seydi hepsini muhakkak hidayet üzere toplardı. O halde
sakın cahillerden olma!
"Onlar
aslında seni yalanlamıyorlar." Yani/senin yalan söylediğini ileri
sürmüyorlar. Çünkü onlar seni yalancı bilmiyorlar. Onlar senin doğru olduğunu
biliyorlar. Onlar Hz. peygambere peygamberlikten önce Muhammedü'l-Emin
diyorlardı.
"Gücün
yeterse..." Bu şartın cevabı hazfedilmiştir, cevabı şöyledir: Eğer sen
yeryüzünde bir tünel açabiliyorsan hiç durma, bunu da yap, demektir.
[68]
"Peygamberler
yalanlanmışlardı." cümlesindeki "peygamberler" kelimesinin
tenvirdi gelmesi, hem onların çokluğunu belirtmek hem de onların şanını
yükseltmek içindir.
[69]
"Muhakkak
onların söylediklerinin" seni yalanlayan sözlerinin "seni üzdüğünü
biliyoruz." Üzüntü, sevilen bir şey yitirildiği için yahut arzulanan bir
şey elde edilmediği ya da hoşa gitmeyen bir şey meydana geldiğinden dolayı
ortaya çıkan ruhî ızdırap ve acı duyma halidir.
"Onlar
aslında seni yalanlamıyorlar." İçten içe senin yalancı olduğunu söylemiyorlar.
Çünkü onlar senin doğru söyleyen bir kimse olduğunu biliyorlar.
"Fakat
zalimler Allah'ın ayetlerini" Kur'an-ı Kerim'i "bile bile inkâr
ediyorlar. " Bile bile inkâr (cuhûd), kalpte yer eden şeyi inkâr etmek
yahut da kalbin kabul etmeyip reddettiği şeyi zahiren kabul etmek demektir.
"Allah'ın kelimelerini" Allah'ın vaatlerini, tehditlerini,
peygamberlerine yardım ve zafer vaadini, onların düşmanlarını da yardımsız
bırakma tehdidini. Nitekim Yüce Allah vaadini gerçekleştirmek hususunda şöyle
buyurmaktadır: "Allah, mutlaka ben ve peygamberlerim galip geleceğim, diye
yazdı." (Mücadele, 58/21); "Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza
(peygamberlere) şu sözümüz verilmiştir: "Muhakkak onlar, elbette onlar
zafere erdirilenlerdir ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galip
gelenlerdir." (Sâffât, 37/171-173)
Tehdit
edilen azabı indirmek hususunda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa
onlar, biz birbirine yardım eden bir topluluğuz mu diyorlar? Yakında o
topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır." (Kamer, 54/44-45)
"Haberinden";
haber anlamına gelen "nebe", oldukça büyük ve önemli haber demektir.
'Yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa" yüz çevirmek (i'raz) bir şeyi
arzulamayarak yahut onu küçük görerek ona iltifat etmemektir. Burada kasıt
İslâm'dan yüz çevirmeleridir. Hz. Peygamberin onlara düşkünlüğü sebebiyle bu
yüz çevirmeleri ona ağır geliyordu. İşte bu yüz çevirme eğer sana ağır geliyor
ise, "istersen" yani bu konuda şu hususu gerçekleştirmek için gerekli
sebepleri yerine getirme imkânına sahipsen; "yere bir tünel aç! ve göğe
bir merdiven" yukarı doğru seni çıkartacak bir araç "kurarak çık
da" Merdiven anlamına gelen "süllem" kelimesi selâmet
(esenlik)ten gelmektedir. Çünkü bu araç seni yukarı doğru çıkacağın yere esenlikle
ulaştırır, "onlara bir ayet" teklif ettikleri mucizelerden bir
mucize "getirmeye gücün yeterse!" Yani sen böyle bir şey yapamazsın;
o halde Allah hükmünü verinceye kadar sabret. "Allah" onları hidayet
etmeyi dileseydi, "hepsini muhakkak hidayet üzere toplardı." Fakat
öyle bir şey dilemediği için onlar da iman etmiyorlar.
"O
halde sakın cahillerden olma!" Bu hususu bilmeyenlerden olma. Aslında her
bilgisizlik kusur değildir. Çünkü insanın bilgisi sınırlıdır. Asıl kusur, kişinin
bilmesi gereken şeyleri bilmemesidir.
[70]
33.
ayet-i kerime olan "Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü
biliyoruz" buyruğu ile ilgili olarak Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali'den şunu
rivayet etmektedirler: Ebu Cehil, Peygamber (s.a.)'e "Biz senin yalan söylediğini
söylemiyoruz. Fakat biz senin getirdiklerini yalanlıyoruz" deyince Yüce
Allah da, "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" buyruğunu indirdi. Bu aynı şekilde
Ebu Meysere'den de rivayet edilmiştir.
es-Süddî
der ki: el-Ahnes b. Şureyk ile Ebu Cehil b. Hişam karşılaştılar. El-Ahnes, Ebu
Cehil'e "Ey Ebu'l-Hakem bana Muhammed'e dair haber ver, o doğru mu
söylüyor, yalan mı söylüyor? Şu anda burada benden başka senin sözünü işitecek
kimse yoktur" dedi. Ebu Cehil şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim,
Muhammed doğru söylüyor. Muhammed asla yalan söylememiştir, fakat
Ku-sayyoğulları liva, sikâye, hicâbe ve nedveyi[71] ve
bununla birlikte bir de peygamberliği alıp götürünce, Kureyşin geri
kalanlarına ne kalacaktır?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
inzal buyurdu. Buna göre her iki rivayet de bu ayet-i kerimenin Ebu Cehil
hakkında nazil olduğunu ittifkla bildirmektedir.
Mukâtil
ise der ki: Bu ayet-i kerime el-Hâris b. Amir b. Nevfel b. Abdime-naf b. Kusayy
b. Kilâb hakkında nazil olmuştur. O halkm içinde açıktan açığa peygamberi
yalanlıyor iken kendi aile halkı ile birlikte kaldığında şöyle diyordu:
Muhammed yalan söyleyenlerden değildir. Ben onun ancak doğru söylediğini
zannediyorum. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[72]
Ayet-i
kerimeler kâfirlerle ve Mekke müşrikleriyle tartışmakta, onları İslâm'a davet
etmeye, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra diriliş hususlarında onlara
karşı delil getirmeye devam etmektedir. Yüce Allah önce Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkâr eden bir grup kâfir ile tartıştı. Çünkü bunlar insanların
peygamberliğini kabul etmiyorlardı. Buna karşılık melek türünden peygamber
gönderilmesini istiyorlardı.
İkinci
olarak öldükten sonra dirilişi, haşredilmeyi ve insanların bir araya getirilip
toplanmasını inkâr eden bir diğer grup ile tartıştı. Burada ise Hz. Peygamberi
zahiren yalan söylemekle itham eden yahut onun sihirbaz, kâhin ya da şair
olduğunu söyleyerek sözle eziyet edenlere cevap verilmektedir.
[73]
Yüce
Allah, kavminin kendisini yalanlaması, ona muhalefet etmeleri, çağrısından yüz
çevirmek suretiyle ona acı tattırmaları dolayısıyla peygamberini teselli ile
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü
biliyoruz." Yani şüphesiz biz onların seni yalanladıklarını, senin de buna
karşılık onlar için üzüldüğünü, biliyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek
nerdeyse kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6). Yüce Allah'ın, "O
halde nefsin onlara karşı hasretlerle kıvranmasın." (Fâtır, 35/8) buyruğu
da Allah rasulüne teselli veren ayetlerden biridir.
Zahiren
bu yalanlamanın menşei inat ve inkârdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar aslında seni yalanlamıyorlar..." Yani hakikatte onlar seni
yalancılıkla itham etmiyorlar. Onların nazarında da sen dosdoğru ve güvenilir
bir kimsesin. Senin yalan söylediğini, hainlik ettiğini tespit etmemişlerdir,
fakat onlar hakka karşı inatlaşıyorlar. Bu şekilde engelleme ve yüz
çe-virmeleriyle de gerçekte o ayetleri reddediyorlar.
İbni
Ebi Hatim, Ebu Yezid el-Medenî'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah
(s.a.) Ebu Cehil ile karşılaştı, onunla tokalaştı. Adamın birisi ona şöyle
dedi: Ne oluyor, ben senin bu dininden dönen ile (peygamberi kastediyor)
tokalaştığını görüyorum? Ebu Cehil şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben onun
peygamber olduğunu biliyorum, fakat biz ne zaman Abdi Menafoğullarmın ardından
gittik ki şimdi (bu peygambere uyarak) onun arkasından gidelim? Daha sonra Ebu
Yezid "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat zalimler bile bile
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" ayetini okudu.
Ebu
Said ve Katâde şöyle der: Onlar senin Allah'ın rasulü olduğunu bildikleri halde
yine de inkâr ediyorlar.
Müşriklerin
takındıkları bu tavır, bütünüyle daha öne açıklanmış olan Yahudi ve
Hristiyanların tavrının aynısıdır. Onların her birisi Muhammed'in Allah'ın
rasulü olduğunu gerçekten bilmekle birlikte, inat ederek, büyüklenerek ve
insanlar arasındaki konumlarını korumak kastıyla hakka karşı duruyor ve
direniyorlardı.
O
bakımdan ey Peygamber, onlar için üzülme! Onların yalanlamalarına ve eziyet
etmelerine, senden önceki peygamberlerin yaptığı gibi sabret. Nitekim onlar da
senin gibi kavimlerinden eziyet görmüşlerdi. Ta ki Allah senin çaba ve
gayretlerini kurtuluş ve galibiyet ile taçlandırsın. Senin davetini zaferle
sonuçlandırsın ve seni yalanlayan düşmanlarından intikam alacağın noktaya
getirmek suretiyle en yüksek noktaya çıkarsın; tıpkı daha önceki şerefli
rasullerine yardım ettiği gibi.
Daha
sonra Yüce Allah, önceki peygamberlere yardım ettiği gibi, Hz. Mu-hammed
(s.a.)'e de yardım vaadini ve bu yardımı gerçekleştireceğini pekiştirmek üzere
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur."
Yani Allah'ın vaadinde ve tehdidinde geriye kalmak, sözünde durmamak ve değişiklik
söz konusu olmaz. Allah'ın mümin kullarına dünya ve ahiretteki yardım vaadi
yerine gelecek ve gerçekleşecektir. Kâfirlere olan tehdidi de mutlak surette
gelip onları bulacaktır. Nitekim kelimelere dair açıklamalarımızda benzer bir
takım ayet-i kerimelere de işaret etmiştik.
Bunun
bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Eğer seni yalanlıyorlarsa
şunu bil ki, senden önce de bir takım peygamberler yalanlanmıştır."
(Fâ-tır, 35/4); "Eğer seni yalanlıyorlarsa şunu bil ki, onlardan önce Nuh
kavmi, Âd ve Semûd (kavimlerini) de yalanlamışlardı." (Hacc, 22/42)
Ayet-i
kerime Resulullah (s.a.)'a teselli verip bütün peygamberler ve ümmetler hakkında
yaygın bir şekilde geçerli bir sünneti ihtiva etmektedir. Peygambere düşen ise
ancak Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi yapılan eziyetlere karşı
sabretmek ve onların cahilliklerinden yüz çevirmektir: "Sen de azim sahibi
peygamberlerin sabrettiği gibi sabret." (Ahkâf, 46/35); "Onların söylediklerine
sabret ve güzel bir şekilde onlardan ayrıl." (Müzemmil, 73/10)
Gerçekten
de sabrın etkisi ortaya çıkıp gerçekleşti. İslâm davası başarıya ulaştı,
yeryüzünün doğusuna da batısına da yayıldıkça yayıldı. Yüce Allah, Ra-sulüne
defalarca ardı arkasına sabrı emretmekle birlikte, bu gibi ayet-i kerimelerle
tesellinin tekrarlanış hikmeti de ortaya çıktı. Çünkü geçmişlere uymak ve sabır
için özel gayret göstermek, musibetlerin etkisini ve acısını hafifletir ve
kurtuluşu müjdeler: "Muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır ve
şüphesiz zorlukla birlikte bir kolaylık vardır." (İnşirah, 94/5-6)
Daha
sonra Yüce Allah sözlerinin değişikliğe uğramayacağını şu ayetiyle
pekiştirmektedir: "Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana
gelmiştir." Yani andolsun bizler sana insanların peygamberleri
yalanladıklarını, buna karşılık peygamberlerin sabredip daha sonra da Allah'ın
kendilerine yardım ettiğini ifade eden geçmiş peygamberlere dair haberleri sana
bildirmiş bulunuyoruz; yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve
şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz." (Mü'min, 40/51);
"Müminlere yardım edip zafere kavuşturmak ise üzerimizde bir
haktır." (Rum, 30/47)
Yardım
ve zafer ise bu ayet-i kerimeden ve başkalarından da açıkça anlaşıldığı gibi,
sahih iman ve müminlerin samimiyetlerinin bulunması kaydına bağlıdır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Allah kendi (dinine) yardım
edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah güçlüdür, Azîz'dir." (Hacc, 22/40);
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz O da size
yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7)
Şanı
yüce Allah, kavminin çağrısından yüz çevirmeleri sebebiyle Resulullah (s.a.)'m
kalbine dolan acı ve kederin etkisini ortadan kaldırmak iradesiyle ona şöyle
buyurmaktadır: "Eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır
geliyorsa..." Yani eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır ve zor
geliyorsa, şayet kendin için yerin derinliklerinde bir tünel açıp onun
içerisinde yol almaya ya da göğün boşluğunda bir merdiven kurup göğün üstüne bu
merdivenle çıkmaya ve bunun sonucunda onların sana teklif ettikleri ayetlerden
(mucizelerden) birisini getirmeye gücün yetiyorsa, haydi bunu durmadan yap.
Fakat sen ancak tarafımızdan gönderilmiş bir elçisin. Bizim irademiz olmaksızın
hiç bir şey yapamazsın ve hiç bir peygamber de hiç bir zaman insanların
yapamayacakları bir şeyi Allah'ın yardımı olmadıkça yapamaz.
Onların
olmasını teklif ettikleri mucizeler, tıpkı Yahudilerin istedikleri gibi yerden
pınar fırşkırtmak, gökten bir kitap indirmek ve benzeri şeyler hissedilir
özellikte ve maddî bir takım mucizelerdi: Nitekim Yüce Allah onların isteklerini
naklederken şöyle buyurmaktadır: "Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar
fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. Yahut senin hurmadan, asmalardan bir
bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıtacaksın, yahut iddia
ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüreceksin, ya da Allah'ı ve
melekleri karşımıza topluca getireceksin veya altından bir evin olsun yahut göğe
çıkacaksın. Buna rağmen çıktığına da, üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin
sürece iman etmeyiz." De ki: Sübhanallah! Ben rasul olan bir insandan
başka bir şey miyim ki?" (İsrâ, 17/9-13). Yani sen bir insansın. Diğer
insanların yapamadıkları şeyi yapmaya, Allah'tan başkasının var edemeyeceği
şeyleri var etmeye gücün yetmez.
Bütün
bunlar Allah'ın meşietine bağlı olan şeylerdir. Yüce Allah onları hidayete
iletmek isteseydi, meleklerde olduğu gibi, onlarda da imanı var eder yahut da
peygamberlerin tebliğlerini kabul edip hakka boyun eğecek istidatta yaratırdı.
Fakat Yüce Allah insanları birbirinden farklı, birbirinden değişik şekillerde
yaratarak onları denemeyi dilemiştir. Nitekim bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Rabbim dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi toptan iman
ederdi." (Yunus, 10/99); "Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları tek
bir ümmet yapardı. Fakat onlar ihtilâf halinde böylece devam edip
gideceklerdir; Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesna. Esasen onları da bunun
için yaratmıştır..." (Hûd, 11/118-119)
İbni
Abbas Yüce Allah'ın, "Allah dileseydi muhakkak hepsini hidayet üzere
toplardı" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Resulullah (s.a.), bütün
insanların iman etmelerini ve hidayet üzere kendisine uymalarını çokça
arzuluyordu. Yüce Allah, Allah'ın ezelî ilminde ilk Zikir'de mutlu olacakları
takdir edilmişlerin dışında kimsenin iman etmeyeceğini ona bildirdi.
İşte
ey Muhammed, artık Allah'ın insanın yaratılışındaki sünnetini ve yaratışını
değiştirmenin imkânsız olduğunu bildiğine göre sakın bu hususta O'nun
sünnetlerini bilmeyenlerden olmayasın! O bakımdan ilâhî hikmetin gerekli
gördüğü bu sünnetlere muhalif olabilecek şeyler hakkında dikkatle düşün (ve bu
muhalif şeyleri isteyen bilgisizlerden olma)!
[74]
Peygamber
(s.a.)'in çağrısına düşmanlık eden kâfirlerin zihninde yer eden gerçek, onun
doğru sözlü ve güvenilir birisi olduğu idi. Hiç bir zaman onun yalan
söylediğini, hainlik ettiğini tespit etmiş değillerdi. Bu bakımdan onlar aslında
Peygamberin yalan söylediğini söylemiyorlardı fakat getirmiş olduğu gaybî
haberlerin, öldükten sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin olmayacak ve yalan
bir şey olduğunu ileri sürüyorlardı. Râzî der ki: Bu ayetin zahiri onların
Muhammed (s.a.)'i yalanlamadıklarını fakat Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettiklerini
ifade etmektedir. Daha sonra Râzî peygamberi yalanlamalarını red ve bile bile
inkâr ettiklerini tespit hususunda dört ayrı ifade şeklini söz konusu
etmektedir:
1- Onlar içten içe ve başkasınm görmediği durumlarda Hz. Peygamberi yalanlamıyorlar
fakat açıktan açığa başkalarının önünde yalanlıyorlar, Kur'an-ı Kerim'i ve
peygamberliği bile bile inkâr ediyorlardı.
2- Onlar Hz. Peygamberin yalancı olduğunu söylemiyorlardı. Çünkü uzun
zamandır onu denemişler, hiç bir şekilde yalan söylediğini görmemişler, üstelik
ona el-Emin lakabını takmışlardı. Fakat onlar peygamberliğin doğruluğunu bile
bile inkâr etmişler, onun kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğu
yolundaki ifadelerini hayalinde tasarladığına ve kendisine öyle geldiğine
inanmışlardı.
3- Bu topluluk Hz. Peygamberi değil, ancak Hz. Allah'ı yalanlamış bulunuyorlar.
Çünkü gerçekte peygamberi yalanlamak o peygamberi göndereni yalanlamaktır.
Onun davasını destekleyen mucizelerin apaçık ortada olmasına rağmen Hz.
Peygamberi yalanladılar. Dolayısıyla onu yalanlamaları onu destekleyen
Allah'ın ayetlerini yalanlamak demekti.
4- Onlar özel olarak Hz. Peygamberin yalan söylediğini söylemiyorlar. Fakat
onlar mucizenin mutlak olarak Hz. Peygamberin doğruluğunun delili olduğunu
inkâr ediyorlar ve her mucize hakkında "Bu bir büyüdür" diyorlardı.
Böylelikle onlar bütün peygamberleri, bütün rasulleri yalanlamış oluyorlardı.
[75]
Peygamber
(s.a.)'in teselli edilip gönlünün hoş tutulmasına, bütün peygamberlere
emrolunduğu gibi ona da sabrın emredilmesine gelince: Bunlar gerçekten
başarılı olmak ve üstünlük sağlamak için gerçekleşmesi zorunlu olan
hususlardır. Ayet-i kerimede, Allah'ın, zalim ve yalanlayan kavme karşı mutlaka
kendisini destekleyip zafere ulaştıracağına dair teselliyi ayrıca pekiştiren
bir de müjde vardır.
Allah'ın
peygamberlerine ve müminlere olan yardım vaadi ile kâfir, fasık ve isyankârlara
olan tehdidi asla değiştirilemez. Bu, adaletin ve hikmetin gerektirdiği genel
bir ilkedir. Diğer taraftan itaatkârlar ile emre karşı gelenlerin
birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilmesini gerekli kılan bir zorunluluktur.
Allah'ın
irade ve buyruğu dışında müşriklerin istek ve tekliflerini
-faraza-gerçekleştirmeye çabalamak ise, hiç şüphesiz başarısızlıkla sonuçlanır.
Çünkü herhangi bir peygamber veya herhangi bir nebinin gösterdiği her bir
mucize, ancak Yüce Allah'ın irade ve izniyle gerçekleşir. Bu izin olmadan böyle
bir mucize de asla gerçekleşemez.
Hidayete
iletmek, Allah'a ait bir iştir. Allah dilese bütün insanları mümin olarak
yaratır, imanı tabiatlarına yerleştirmek suretiyle onları hidayete iletirdi. Küfre
sapmaları da aynı şekilde Allah'ın meşieti iledir.
O
halde ey peygamber, kavminin İslâm'a girmesine olan tutkun ve onların
isteklerini yerine getirme, tekliflerini gerçekleştirme çabaların dolayısıyla,
Allah'ın yarattıklanndaki sünnetini bilmeyenlerden olma ve onların
kâfirliklerine üzülerek durum itibariyle cahillere yaklaşma.
Eğer
iman etmezlerse onlar için duyacağın keder ve üzüntü artıp durmasın. Çünkü sen
onları hidayete iletecek güce sahip değilsin.
[76]
36-
İcabet edenler ancak dinleyenlerdîr' Ölüleri ise Mlaih dirilecek, sonra yalnız
O'na döndürüleceklerdir.
37'
Onlar "Üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli değü miydir dedüer. De ki:
"Allah bir ayet indirmeye elbette kâ- dirdir." Fakat onların çoğu
bilmezler.
"Ölüleri
ise Allah diriltecek" ifadesinde bir istiare vardır. Çünkü
"ölüler" kelimesi, kalplerinin ölmüşlüğü sebebiyle kâfirler hakkında
kullanılan bir ibaredir.
[77]
"İcabet
edenler" senin iman çağrını kabul edenler. İcabet ile isticabet (ayette
kullanılan kök budur) arasındaki fark şudur: Çağrısına isticabet etmek, onun
çağrısına tedrici olarak cevap verip isteğini yerine getirmek demektir. Ayrıca
isticabet çağrılan şeyi de kabul etmek demektir. Ancak icabette bazan aykırı
bir şekilde karşılık vermek veya cevap vermek de söz konusudur, "ancak
dinleyenlerdir." yani anlamak ve ibret almak üzere kulak verip
dinleyenlerdir; "Ölüleri" yani kâfirleri "Allah" ahirette
"diriltecek" "sonra yalnız O'na döndürüleceklerdir." O da
onlara amellerinin karşılığını verecektir. Burada kâfirler, işitmedikleri için
ölülere benzetilmiştir.
"Onlar"
yani Mekke kâfirleri "üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?
dediler." Yüce Allah'ın yaratmasındaki sünnetlerine muhalif bir mucize
indirilmeli değil miydi? Hz. Salih'in dişi devesi, Hz. Musa'nın asası ve Hz.
İsa'nın sofrası gibi. "Fakat onların çoğu" böyle bir mucizenin
indirilişinin kendileri için bir belâ ve musibet olduğunu "bilmezler."
Çünkü böyle bir mucizeyi inkâr edecek olurlarsa helak edileceklerdir.
[78]
Bu
ayet-i kerime Uhud vakasından sonraki Hamrâü'l-Esved gazvesinin arkasından
nazil olmuştur. Yüce Allah daha önceki ayet-i kerimelerde insanların ilâhî
hidayeti kabule istidat bakımından birbirinden farklı iki sınıf olduğunu beyan
etti. Biri hidayeti delâlete tercih eder, diğeri ise bunun aksinedir. Burada
da birinci sınıfın düşünmek ve anlamak üzere delilleri ve apaçık belgeleri
dinleyen kimseler olduğunu, ikinci sınıfın ise düşünmeyen, kulak verip dinlemeyenler
olduğunu ve o bakımdan ancak ölü gibi kimseler olduklarını beyan etmektedir.
[79]
Rablerini
tevhide, peygamberliğini kabule davet ettiğinde senden ve senin çağrını kabul
etmekten yüz çeviren bu kimselerin yüz çevirmeleri sana ağır ve büyük bir iş
gelmesin. Çünkü senin çağrını ancak Allah'ın kelâmını anlamak, üzerinde
düşünmek ve kavramak suretiyle işitip dinleyen ve buna bağlı olarak hakka kulak
verip doğruya tabi olan kimseler kabul eder.
Seni
tasdik etmeleri için özel gayret gösterdiğin yüz çeviren kâfirlere gelince,
bunlar aslında hiç bir ses işitemeyen, hiç bir çağrıyı akletmeyen, hiç bir sözü
anlayamayan ölüler arasındadırlar. Çünkü bunlar Allah'ın hüccet ve belgeleri
üzerinde düşünmez, ayetlerinden ibret ve öğüt almazlar. İmanı kabul etmeyip
küfürden vazgeçmeyişlerinin sebebi ise, onların Allah'ın indirdikleri üzerinde
sağlıklı bir şekilde bir türlü düşünmemeleridir. O bakımdan onlar hiç bir söz
işitemeyen ölüler ayarmdadırlar. Yani onların kalpleri ölüdür. Yüce Allah
onları bu durumları sebebiyle bedenen de ölmüş kimselere benzetmektedir.
Yüce
Allah'ın, "Ölüleri ise Allah diriltecek" buyruğu ise, Yüce Allah'ın
böyle kimseleri dahi çağrıyı kabul etmek zorunda bırakabilme kudretine bir örnektir.
Yani kıyamet gününde kabirlerinden ölüleri diriltecek olan O'dur. Daha sonra da
amellerinin karşılığını görmek üzere O'na döndürüleceklerdir. İşte böylelerinin
kalplerini de iman ile diriltmeye kadir olan yalnızca Allah'tır. Sen ise onlara
hidayet vermeye güç yetiremezsin.
İnatlarının
dışa yansıyan özelliklerinden birisi de, Rablerinden Hz. Salih'in devesi, Hz.
Musa'nın asası, Hz. İsa'nın isteği üzere sofra indirilmesi, kaynakların
fışkırtılması, etrafı hurma ve üzüm bağlarıyla çevrilmiş yemyeşil bahçeler
meydana getirmesi, semayı üzerlerine parça parça düşürmesi, bir melek kafilesi
veya topluluğunu getirmesi, altından bir ev var etmesi, semadan bir kitap
indirmesi gibi Rablerinden harikulade bir mucize indirmesini istemeleridir.
Yüce
Allah onlara, "De ki, Allah bir ayet indirmeye elbette kadirdir..."
diye cevap vermektedir. Yani ey Peygamber onlara de ki: Allah onların teklif
ettikleri ayetlerden (mucizelerden) herhangi birisini indirmeye kadirdir,
fakat onun hikmeti bunları ertelemeyi gerektirmektedir. Çünkü istekleri üzere
böyle bir mucizeyi indirecek sonra da bunlar ona iman etmeyecek olurlarsa,
geçmiş ümmetlere yaptığı gibi acilen onları cezalandırır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan evvelkilerin
onları yalanlamış olmalarından başka bir şey değildir. İşte Semud'a (kavmine)
da gözleri göre göre o dişi deveyi vermiştik de bu yüzden onlar zulmettiler.
Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." (İsrâ, 17/59);
"Eğer dilersek gökten üzerlerine bir ayet indirirdik ki, hemen ona itaatle
eğiliverirdi." (Şuarâ, 26/4)
Yüce
Allah'ın, "Fakat onların çoğu bilmezler" buyruğunun anlamına gelince:
Onlar Yüce Allah'ın böyle bir ayeti indirmeye kadir olduğunu bilmezler. Şu
kadar var ki onun hikmeti, böyle bir ayeti indirmemesini gerektirmiştir. Bu
kavmin çoğunluğu ise, böyle bir şeyi işi yokuşa sürmek için ve inat olsun diye
ne istediklerini dahi bilmiyorlar. Şüphesiz Yüce Allah onlara istediklerini vermez,
fakat eğer onlar bilen ve akıllarını kullanan kimseler olsalardı, böyle bir
mucizeyi yararlanmak üzere isterlerdi. O takdirde Yüce Allah en mükemmel
şekliyle isteklerini onlara verirdi. Teklif ettikleri türden ayetin indirilmesi
iman etmedikleri takdirde onların helak edilmelerine sebep olur.
Yani
onların Kur"anda yer alan bunca ifadelerin ve apaçık ayetlerin varlığına
rağmen, maddî bir ayet (mucize) istemeleri, Allah rasulünü aciz bırakma
çabasından başka bir şey değildir. Böyle bir mucizenin gerçekleştiğini var saysak
bile, yine iman etmeyecekler ve "Bu bir büyüdür" diyeceklerdi.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kâğıt içinde bir
kitap indirsey-dik de kendileri de elleriyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar
yine, "Bu ancak bir sihirdir" derlerdi." (En'âm, 6/7);
"Eğer onlar bir ayet (mucize) görürlerse yüz çe-viriverirler ve "Bu
devam edip giden bir sihirdir" derler." (Kamer, 54/2)
[80]
Peygamber
(s.a.)'in çağrısını kabul etmek Kur'an'ın ayetlerini kulak vererek dikkatle,
anlayarak ve hakkı talep ederek dinlemeyi gerektirir. İşte dinledikleri hakkı
kabul edip ondan yararlanan ve gereğince amel eden müminlerin yöntemi budur.
Çağrıdan
yüz çevirmenin kaynağı ise insanın duyu kapasitelerini işletme-mesidir. Bunlar
dikkatle düşünmek üzere işitmezler, ayetleri gereği gibi anlayıp kavramak
kastıyla anlamaya çalışmazlar. O bakımdan bunlar cesetleri değil de kalpleri
ölmüş olduğu için ölü gibidirler. İşte kâfirlerin yolu budur.
Yüce
Allah'tan maddî ve hissolunur bir ayet (mucize) indirmesini istemelerine
gelince: Bu, bunca delilin açıkça ortada olmasından sonra ancak işi yokuşa
sürmek içindir. Bir suresinin benzerini dahi meydana getirmekten acze
düştükleri Kur"an-ı Kerim gibi bir delilin ortada olmasından sonra böyle
bir tavrı başka türlü açıklamak mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de gayba
dair haberler, çelişkilerden uzak ve oldukça yüksek bir ifade gücü vardır.
Fakat onların büyük çoğunluğu Aziz ve Celil olan Allah'ın kullarına faydalı
olacak ayetleri indirdiğini inatçılıktan ve işi yokuşa sürmek istemekten
kaynaklanan talepler dolayısıyla ya da müşriklerin Hz. Rasulü aciz bırakmak
kastı ile istedikleri ayetleri indirmeyeceğini bilmezler. Çünkü Peygamberin
kendisi, her ne şekilde olursa olsun Allah'ın meşiet ve iradesi olmadıkça, bir
şey indirebilme gücüne sahip değildir.
[81]
38-
Yeryüzünde yürüyen bütün canil lar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi mutlaka
sizin ^hi ümmetlerdir. Biz o Kitap'ta
hiç bir şeyi eksik bırakma dik. Sonra ancak Rablerinin huzurun- da
toplanırlar.
39"
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelin- ce, onlar karanlıklarda kalmış sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptı- nr,
dilediğini de doğru yol üzere kılar.
"İki
kanadıyla uçan kuşlar" ifadesinde uçmak fiili, âdeten onlarsız olmadığı
için iki kanat ile tekit edilmiştir. Böylelikle mecazın kastedildiği vehmi
bertaraf edilmiş olmaktadır. Çünkü kuş anlamına gelen "tâir" kelimesi
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi mecaz yoluyla amel hakkında da
kullanılabilir: "Her insanın amelini (kuş anlamına gelen tâir kelimesiyle
ifade edilmiştir) boynuna doladık." (İsrâ, 17/13)
"Sağırlar
ve dilsizler"; bu ifade beliğ bir teşbihtir. Yani işitmemek ve konuşmamak
bakımından sağır ve dilsizler gibidirler. Burada benzetme edatı ve benzetme
yönü hazfedilmiştir.
[82]
"Yeryüzünde
yürüyen bütün canlılar"; canlı (ed-dâbbe) insan olsun, hayvan olsun dünya
üzerinde hareket eden her varlık demektir. Hareket etmek (ed-debb), hafif yollu
yürümek demektir.
"Ümmet"
aralarında din, dil, nitelik, amel, zaman ya da mekân bakımlarından aralarında
ortak özellik bulunan topluluğun adıdır. Yüce Allah'ın, "Sizin gibi
ümmetlerdir" buyruğundan kasıt ise şudur: Bunlar yaratılmalarının, rızık
ve hallerinin tedbir edilmesi bakımından insan gibidirler. "Biz o kitap'ta
hiç bir şeyi eksik bırakmadık." yani terk etmedik. Eksik bırakmak
(tefrit), herhangi bir hususta kusurlu davranmak ve telâfi imkânı ortadan
kalkıncaya kadar onu zayi etmek, kaybetmektir. "Kitapta" ifadesinde
kitaptan kasıt Levh-i Mahfuz'dur. "Toplanırlar"; toplanmak (el-haşr),
toplayıp sevketmek, sürüklemek demektir. Bu şekilde hasrolunmalarından sonra
Allah aralarında hükmünü verecektir. "Ayetlerimizi yalanlayanlara
gelince; onlar karanlıklarda" küfürde "kalmış" bu ayetleri kabul
edecek şekilde dinlemekten yana "sağırlar" ve hakkı söylemekten yana
da "dilsizlerdir." "Allah... dilediğini de doğru yol" İslam
"üzere kılar"[83]
Yüce
Allah ayetleri ve sair mucizeleri indirmeye kadir olduğunu, bunları indirmek
onlar için faydalı olsaydı bunları yapıp ortaya koyacağını beyan ettikten
sonra, buna dair delili zikretmektedir: Bu delil, O'nun yeryüzünde hareket eden
bütün canlılara olan lütuf, rahmet, riayet ve inayetidir. O'nun inayetinin
etkileri bütün canlılara ulaşmakta olduğuna göre, eğer mükellefler için bunlarda
bir maslahat olsaydı, elbette ki mucizeleri izhar ederdi.[84]
Ey
insanlar! Ne kadar yeryüzünde hareket eden canlı ve kuş türlerinden hayvan
varsa, mutlaka onlar da sizin gibi yaratılmış ümmetlerdir. Onlar aynı zamanda
sizin gibi çeşitli sınıflara ayrılmışlardır. Onların kendilerine ait nzık-ları,
düzenleri, durumları ve karakterleri vardır. Bunların işlerini çekip çeviren, durumlarına
riayet edip gözetleyen, onlara iyilikte bulunan Yüce Allah'tır.
Özellikle
yeryüzündeki canlıların söz konusu edilmesi, bunların kâfirler tarafından da
görünüyor olmasından dolayıdır. Göklerdeki melekûtta ise tek başına Allah'tan
başka hiç kimsenin bilmediği pek çok şeyler vardır. Orada gerçeğini Allah'tan
başka hiç bir kimsenin idrak edemediği canlı varlıklar da vardır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerin, yerin ve oralarda yaydığı her
canlının yaratılışı O'nun ayetlerinden (birliğinin belgelerinden)dir. O
dilediği zaman onları toplamaya elbette kadirdir." (Şura, 42/29)
Yüce
Allah "Kitap" diye sözü edilen Levh-i Mahfuzda söz konusu etmediği
hiç bir şey bırakmamıştır. (Levh-i Mahfuz, gayb âleminde yaratılmış bir şey
olup orada kıyamet gününe kadar mahlûkatın takdirleri ile ilgili olarak olmuş
ve olacak her şeyin tedvin edildiği şeydir.) Yani bütün yaratıkların bilgisi
Allah nezdindedir. O hiç bir şeyi unutarak rızık ve tedbirinin dışında
bırakmaz; bu yaratık ister karada ister denizde, isterse de havada olsun.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yerde yürüyen ne
kadar canlı varsa hepsinin rızkını karşılamak Allah'a aittir. Onların duracak
yerlerini de emanet edindikleri yerlerini de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir
kitaptadır." (Hûd, 11/6)
Râzî
ve bir grup müfessire göre bu konuda daha kuvvetli olan görüş, kitaptan
kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğudur. Çünkü bu kelimenin başına gelen elif-lâm
daha önce sözü geçen kitap hakkındadır. Daha önce sözü geçen kitap ise
Kur'an-ı Kerim'dir.
Daha
sonra Yüce Allah, insan olsun hayvanlardan olsun bütün bu ümmetleri diriltecek
ve kıyamet gününde onları huzurunda toplayıp her birisine amelinin karşılığını
verecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Vahşî hayvanların bir
araya toplandığı zaman..." (Tekvir, 81/5). İmam Ahmed, Ebu Zerr'den
rivayetine göre Resulullah (s.a.) birbiriyle toslaşan iki koyun görür ve
"Ey Ebu Zerr, bunların birbirleriyle ne için toslaştıklarını biliyor
musun?" diye sorar. Ebu Zerr, "Hayır" deyince Resulullah (s.a.)
şöyle buyurur: "Fakat Allah bunu bilir ve onlar arasında hükmünü
verecektir."
Ahmed
b. Hanbel'in oğlu Abdullah da babasından naklettiği Müsned'inde Hz. Osman'dan
rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz boynuzsuz
koyun için kıyamet gününde boynuzlu koyuna kısas uygulanacaktır."
Abdürrezzak
da Ebu Hureyre'den Yüce Allah'ın, "... hepsi mutlaka sizin gibi
ümmetlerdir. Biz o Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Sonra hepsi
Rable-rinin huzurunda toplanırlar" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Kıyamet gününde bütün mahlûkatı, hayvanları, kuşları ve her
şeyi bir araya getirip toplar. O gün Allah'ın adaleti o dereceye ulaşır ki,
boynuzlu koyundan boynuzsuzun hakkını alır. Sonra da, "Haydi toprak olunuz"
der. İşte bundan dolayı kâfir, "Keşke toprak olsaydım" (Nebe, 78/40)
diyecektir.
Allah'ın
birliğine, peygamberinin doğruluğuna delâlet eden, yalanlayan kâfirlere
gelince: Cahillikleri, bilgilerinin azlığı ve anlayışsızlıkları işitemeyen
sağır ve konuşamayan dilsiz bir kimseyle örneklendirilmiştir. Bunlar kabul
edecek şekilde hak ve hidayet çağrısını işitmezler. Bildikleri hakkı
söylemezler. Karanlıklar içerisinde, şirkin, putperestliğin, cahili
geleneklerin, bilgisizliğin ve kitaptan habersizliğin karanlıkları içerisinde
bocalayıp dururlar. Böyle sağır ve dilsiz bir kimse nasıl doğru yolu bulabilir;
yahut içinde bulunduğu karanlıklardan nasıl çıkabilir ki? Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir. O,
etrafını aydınlatınca Allah nurlarını giderip kendilerini görmeyecek bir halde
karanlıklar içerisinde bırakır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık
onlar dönmezler." (Bakara, 12/17-18). Onlar böyle şeyler üzerinde
düşünmekten, bunlar hakkında kafalarını yormaktan yana gaflet
içerisindedirler.
Yaratıkları
hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunan Yüce Allah'tır. Allah saptırmayı
dilediğini saptırır, ona lütufta bulunmaz. Buna sebep ise onun lütfa lâyık
olmayışıdır. Allah kime hidayet etmek isterse de ona lütfeder ve onu dosdoğru
yol olan İslâm'a iletir. Çünkü o lutfedilmeye ehil olan kimsedir. Bu şekilde
lütuf görüşü Mutezile'nin görüşüdür.
Saptırmak
ve hidayete iletmek, Yüce Allah'ın mahlukâta dair ezelî bilgisine göre meşîeti
ile olur. Allah'ın saptırdığı kimsenin onun hak davasından yüz çevirmesi,
doğruya ulaştıran delil ve belgeler üzerinde düşünmeyip büyüklük taslaması
dolayısıyladır. Allah kime de hidayet verirse yani ciddi bir şekilde düşünme,
kulağını, basiretini, kalbini yani aklını kullanma kabiliyetini ihsan ederse,
hidayetini de ihsan eder. Bunu insanlara miras yoluyla gelen veya geleneksel
etkenlerden dolayı değil bağımsız bir şekilde konu üzerinde düşündüklerinden
dolayı verir.
[85]
Allah
her şeye gücü yetendir. Yaratıklarına karşı merhametlidir. Yeryüzündeki bütün
canlılar, uçan kuşlar da Allah tarafından yaratılmış olmaları, onların
nzıklannı teminat altına almış olması bakımından tıpkı insan toplulukları gibi
topluluklardır. O bakımdan onlara zulmetmemeniz yahut onlar hakkında size
emrolunan şeyleri aşmamanız gerekir. ez-Zeccâc Yüce Allah'ın, "Hepsi
mutlaka sizin gibi ümmetlerdir" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Ümmet
olma keyfiyeti yaratılmak, rızıklandırılmak, ölüm, öldükten sonra diriliş ve hakların
birbirinden alınması (kısas) bakımındandır.
İşte
bu ifade hayvanların yaratılışı, tabiatları hususunda inceleyip araştırmalarda
bulunmanın zorunlu olduğunu, onlardan yararlanmanın gerektiğini
göstermektedir. Çünkü yeryüzünde bulunan her ne varsa bizim menfaatimiz, bizim
maslahatımız için yaratılmıştır. Yüce Allah'ın, "Sonra ancak Rable-rinin
huzuruna toplanırlar" buyruğu şunu göstermektedir: Bütün hayvanlar kıyamet
gününde insanların toplandığı gibi yaptıklarının karşılığını görmek üzere
toplanacaklardır. Müslim Sahih 'inde Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Hiç şüphesiz kıyamet gününde hakları sahiplerine eksiksiz
olarak vereceksiniz. O kadar ki boynuzlu koçtan boynuzsuz koçun hakkı alınacak,
kısas uygulanacaktır."
Yüce
Allah'ın, "Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince... sağırlar ve dilsizlerdir"
buyruğu da şunu göstermektedir: Hayvanlardan olsun, diğerlerinden olsun her
bir ümmet kendi faydasına olan şeylere yol bulmaktadır. Kâfirler ise doğru yolu
bulamamakta, kulakları ve gözleri yararlanamamakta; küfrün karanlıklarında
serserice dolaşmaktadırlar.
Yüce
Allah'ın, "Allah dilediğini saptırır..." buyruğu da şunu göstermektedir;
Sapıklık ve İslâm'a doğru yol bulup hidayete ulaşmak, Allah'ın meşîeti ile,
Onun bilgisine, hikmetine ve her bir insanın durumuna ezelden beri muttali
oluşuna uygundur. Allah kâfiri saptırmayı onun hakkında adaletini uygulamak
üzere dilemiş ve irade buyurmuştur. Fakat ona sapıklığı emretmemiştir. Aksine
onu imana çağırmıştır. Allah'ın dini İslâm üzere yürüyen mümini de lütfunu
bağışlamak üzere hidayete iletmek istemiştir. Ayet-i kerimede dilemek,
yalanlayanlar hakkındadır. Allah o yalanlayanlardan kimisini saptırır (sapıklıkta
bırakır), kimisini de hidayete iletir.
Râzî
der ki: Delil ile sabit olan şu ki, şanı yüce Allah böyle bir saptırmayı ancak
O'nun cezasını hak eden için diler. Nitekim müminlerden başka kimseye hidayet
etmeyi dilemediği gibi. Hidayet ve saptırma dileği bu ayet-i kerimede mücmel
olmakla birlikte, diğer ayet-i kerimelerde tahsis edilmiş ve gerçeği gibi
tafsil edilip açıklanmıştır. O bakımdan bu mücmel ayetin diğer mufassal (tafsilatlı)
buyruklarla birlikte ele alınması gerekir[86].
Yani
gereği gibi anlaşılamayan mücmel ayet illeti açıklanmış ve açık buyrukların
ışığında tefsir edilir.
Yüce
Allah'ın, "Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" buyruğunun
delâleti Kitab'ın tefsiri ile ilgili iki görüşün mahiyetine göre farklılık
gösterir. Arşın altında Levh-i Mahfuz olduğunu kabul eden görüşe göre ayet-i
kerime, Yüce Allah'ın bütün yaratıkların durumlarına ait genel ve özel bir şeyi
kuşatmış olduğuna delildir. Nitekim Taberânî'nin rivayetine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününe kadar olacak her şey yazılarak
kalem kurumuştur." er-Râzî'nin daha güçlü kabul ettiği ikinci görüşe göre
ise bundan kasıt, Kur'an-ı Kerim'dir. Buna göre de ayet-i kerime, şeriatın
mükemmelliğine, Kur'an-ı Kerim'in şer"î hükümlerin bütün esaslarını,
İslâm'ın ilkelerini, dinin ahlâkî buyruklarını kuşatıcı olduğuna delâlet eder.
[87]
40-
De ki: "Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı gelirse yahut size kıyamet
gelip çatsa Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Şayet doğru söyleyen
kimseler iseniz..."
41-
Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse dua ettiğiniz şeyi kabul eder,
açar ve siz şirk koştuklarınızı
unutursunuz.
42-
Andolsun senden önceki ümmetlere biz (peygamberler) gönderdik. Onları yalvarırlar
diye darlığa, hastalığa uğrattık.
43-
Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalar ya! Fakat kalpleri katılaşmıştı.
Şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti.
44- Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca
üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler
yüzünden şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda
onlar ümitsiz kalıverdiler.
45-
Böylece zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a
hamd olsun.
"Hayır,
yalnız O'na dua edersiniz" buyruğunda bir sıfatın bir mevsufa hasr (kasr)
edilmesi söz konusudur. Yani o sıkıntıyı açıp gidermesi için ondan başkasına
dua etmezsiniz demektir.
"Böylece
zulmeden kavmin ardı arkası kesildi" buyruğu da tamamen yok edici bir
azapla helak edildiklerini kinaye yoluyla ifade etmektedir.
[88]
"Söyler
misiniz?" Bana haber veriniz. Bu Arapça anlatım üslûbunda bundan sonra
gelecek şeylerin hayret edilecek ve garip karşılanan şeyler olduğunu ifade
eder. "Kıyamet" yani ansızın azabı da ihtiva eden kıyamet.
"Doğru söyleyen kimseler iseniz." Putların size fayda verdiği
hususunda doğru söyleyenler iseniz, haydi onları çağırın, onlara dua edin,
"O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." Yani kendisi için Allah'a dua
ettiğiniz şeyi, sıkıntı ve benzeri hususları üzerinizden açıp giderinceye kadar
duanızı sürdürürsünüz. O da bunu dilerse giderir. O takdirde siz de "şirk
koştuklarınızı unutursunuz." Ortak koştuğunuz putları ve benzerlerini terk
edip onlara dua etmezsiniz. "Andolsun senden önceki ümmetlere biz"
bir takım peygamberler "gönderdik"; fakat onları yalanladılar.
"Onları yalvarırlar diye" zillet ve alçakgönüllülük arz ederler...
Yalvarmak (tazarru), insanın yalvarıp yakarışını açıkça göstermek için
kendisini ortaya koyması anlamına gelir, "darlığa" sıkıntıya, azaba
aşın fakirliğe uğrattık. Bu (el-be'sâ kelimesi) aynı zamanda savaş ve sıkıntı
hakkında da kullanılır. Be's de savaştaki darlık ve sıkıntı anlamındadır,
"hastalığa uğrattık"; burada hastalık (ed-darrâ) faydanın zıddı
"ed-dur"dan alınmadır; hastalık anlamına gelir. "Ümitsiz
kalıverdiler" yani kurtulacaklarından yana ümitlerini kestiler.
"Böylece zulmeden kavmin ardı arkası kesildi", yani onların en
gerilerinde bulunan sonuncuları da dahil olmak üzere yok oldular....
[89]
Yüce
Allah bu kâfirlerin bilgisizliklerinin aşırılığını, yüce zatının ve ilminin de
kâinattaki her şeyi kuşatmış olduğunu açıkladıktan sonra, kâfirlerin
durumlarından bir başkasını bize açıklamaktadır ki, o da şudur: Onlara herhangi
bir belâ, mihnet ve sıkıntı gelip çattığında Yüce Allah'a koşar, O'na sığınırlar;
O'na itaate karşı isyanla baş kaldırmazlar. Bu halleri ise, Yüce Allah'ın
fıtratlarına yerleştirmiş olduğu Allah'ı birleme (tevhid) ve O'na ihtiyaç duyma
özelliklerinin etkisi iledir.
[90]
Yüce
Allah, dilediğini yapanın, dilediği şekilde yarattıklarında tasarruf edenin
kendisi olduğunu, kimsenin hükmüne karşı gelemeyeceğini, yarattıkları hakkında
verdiği hükmü hiç kimsenin geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. O
kendisinden dilekte bulunulduğu vakit dilediği kimsenin istediğini yerine
getiren, ortağı olmayan bir ve tek olandır.
Ey
peygamber! Müşriklere de ki: Bana haber veriniz, sizden önceki ve size benzeyen
ümmetlerin başına gelen yerin dibine geçirilme, fırtınalar, yıldırımlar ve
tufan gibi Allah'ın azabı size gelse yahut da bütün dehşetleriyle,
alçaltı-cılığı ve ibret verici cezalarıyla kıyamet size gelip çatacak olsa,
başınıza gelen bu belâların açılması (giderilmesi) için Allah'tan başkasına dua
eder misiniz; yoksa, onunla birlikte başka tanrılar edinmekte doğru söyleyen
kimseler iseniz, sığındığınız putlarınıza mı dua edersiniz?
Daha
sonra susturmak ve onları ister istemez kabul etmek zorunda bırakmak
maksadıyla kendilerine yöneltilen bu soruya, önce geçen hususların söz konusu
olmayacağını belirtmek üzere "hayır" diye cevap vermektedir. Bu sorunun
cevabı şudur: Sizler sıkıntı, darlık, mihnet ve zorluk zamanlarınızda Allah'tan
başka hiç bir kimseye dua etmezsiniz. Sizler başınıza gelen hastalıkları,
sıkıntıları açıp gidermesi için Allah'a dua edersiniz. O da meşietine uygun
olarak bu sıkıntınızı açıp giderir. Bu arada ortak koştuğunuz ilâhlarınızı unutursunuz,
böyle bir zamanda Allah'tan başkasını hatırlamazsınız. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında dile getirildiği gibi: "Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği
zaman ondan başka taptığınız herkes kaybolur gider." (İsra, 17/69);
"Gemiye bindiklerinde dinlerini yalnız ona halis kılanlar olarak Allah'a
yalvarırlar. Onları karaya (çıkarıp)kurtarınca da bakarsın ki onlar (Allah'a)
ortak koşarlar." (Ankebût, 25/65); "Onları gölgeler gibi dalgalar kapladığında
dinlerini halis kılanlar olarak Allah'a dua ederler. Onları kurtarıp karaya
çıkarınca onlardan kimileri orta yolu tutar. Esasen bizim ayetlerimizi ancak
çokça haksızlık edenler ve nankörlük edenler inkâr eder." (Lokman, 31/32)
Çünkü
Yüce Allah insan fıtratına, tevhidi ve kudreti her şeyin üstünde olan, yerde ve
göklerde hiç bir kimse tarafından aciz bırakılamayan gerçek yaratıcıya itaatle
boyun eğme duygusunu yerleştirmiştir. Şirk ise ilkel kavimlerden miras olarak
alınan geçici ve arızî bir şeydir. Nihayet sıkıntı baş gösterince insanlar Yüce
Allah'a yalvarıp yakarırlar: "Allah'ın insanları üzerine yarattığı
Allah'ın fıtratına (yönel). Allah'ın yaratışı hakkında değiştirme söz konusu değildir."
(Rum, 30/9)
Daha
sonra Yüce Allah, geçmiş ümmetleri örnek göstermekte ve hem ibret olsun, hem de
sapıklıklarından dönüp akıllarını başlarına alsınlar diye kullarını
sıkıntılara düşürmenin sünneti gereği olduğunu bildirmek için kıyas yapacak
şekilde örnek vermektedir ve şöyle buyurmaktadır: "Andolsun senden önceki
ümmetlere biz..." Yani andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler
gönderdik. Onlar kendi ümmetlerini tevhide, Allah'a ibadete çağırdılar, fakat
onların çağrılarına icabet etmediler. Biz de onları sıkıntılarla, hastalıklarla
imtihan ettik; yani onları fakirlik, geçim darlığı, hastalık ve acılarla
sınadık. Belki Allah'a döner, Allah'a yalvarıp yakarır ve ona itaatle boyun
eğerler diye. Çünkü sıkıntılar ruhları cilâlandınr. Sıkıntılar yiğit insanları
doğurur ve ahlâkı arındırır. Bu ayet-i kerime kendisinden önceki buyruklar ile
birbirine yakın iki dilimin ilişkisi gibi ilişkilidir. Çünkü müşrikler
peygamberlerine muhalefet hususunda kendilerinden öncekilerin yolunu izlediler.
O bakımdan şimdi muhalefet edenler de kendilerinden öncekilerin başlarına
gelen belâ ve musibetlerin benzerlerinin başlarına gelip çatmasına
maruzdurlar.
Daha
sonra Yüce Allah yalvarıp yakarmaya teşviki şöylece pekiştirmektedir: Bizim
verdiğimiz sıkıntılar, onlara gelip azabın ön habercileri orataya çıktığında,
bize itaatle ve tevbe ederek yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi? Fakat onlar
böyle bir iş yapmadılar, kalpleri katılaştı. Yani kalpleri incelmedi ve itaatle
boyun eğmediler. Kalpleri adeta taş gibi katılaştı veya taştan da daha katı
oldu. İbret almadılar. Şeytan onların şirk, ahlâksızlık, inatlaşma ve masi-yet
gibi işlerini onlara süsledi, güzel gösterdi ve atalarının üzerinde oldukları
halde kalmaları için kendilerine vesveseler verdi.
Daha
sonra -sebebi ve şekilleri açıklanmak suretiyle- onlara azap indi. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca...[91]
Yani
peygamberlerinin kendilerine hatırlattıkları korkutma ve müjdelemeler-den yüz
çevirip bunları unutur gibi yaparak küfür ve inatları üzerine ısrar edince,
üzerlerine rızkın her türlü kapılarını, rahat geçim, sağlık, güvenlik ve buna
benzer tercih ettikleri şeylerin kapılarını ardına kadar açtık. Bu ise Allah'ın
onlara, azaba derece derece yaklaştırmak için tanıdığı bir mühletti. Nihayet
onlar kendilerine verilen mal, evlat ve rızıklarla sevinip şımarınca, ansızın
onları kökten imha eden azapla yakalayıverdik. Aniden onların kurtuluştan ve
her bir hayırdan ümit kestiklerini görürsün.
Peygamberleri
yalanlamak ve şirk üzere kalmak suretiyle kendilerine zulmeden o topluluk
helak oldu ve kökten imha edildiler. Onlardan hiç bir kimse geriye kalmadı.
Katıksız övgüler, peygamberlerine, itaat ehline verdiği nimetleri, küfür ve
fesat ehlini cezalandırması sebebiyle âlemlerin rabbi olan Allah'ındır. Bu da
şuna işaret etmektedir: Fesatçıların yok edilmesi Allah'ın bir nimetidir.
Darlık ve sıkıntılarda ibret ve öğüt vardır. Lüks ve rahat geçime gömülmek
kimi zaman bir istidraç olabilir. Her işin sonunda da Allah'ın anılması bir
görevdir (vaciptir).
Ahmed,
Ukbe b. Âmir'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Eğer Allah'ın, masiyetlerine rağmen bir kula dünyadan sevdiği şeyleri
verdiğini görürsen şunu bil ki, o ancak ve ancak bir istidraçtır (derece derece
onu azaba yaklaştırmak ve azabını daha çok artırmak içindir.)" Daha sonra
Resulullah (s.a.) şu ayet-i kerimeyi okudu: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı
unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık..."
Taberânî
ile Beyhakî'nin rivayetinde ise şöyle denmektedir: "Masiyetleri üzerinde
devam edip gittiği halde bir kula Yüce Allah'ın istediğini verdiğini görürsen,
şunu bil ki bu, ancak Allah'tan ona bir istidraçtır."
Mümin
ise nimete aldanmaz, sıkıntıya da sabreder. Müslim, Suhayb er-Rûmî yoluyla Hz.
Peygamberden merfi olmak üzere şu hadisi rivayet eder: "Müminin işi hayret
edilecek bir iştir. Onun bütün işleri hayırdır. Böyle bir imkân ise müminden
başka hiç bir kimseye verilmemiştir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder ve
bu onun için bir hayır olur. Ona bir sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da
onun için bir hayır olur."
[92]
"De
ki: Söyler misiniz..." ayet-i kerimesi müşriklere karış beyni parçalayacak
kadar ağır ve güçlü bir delilin ifadesidir. Aynı zamanda bu, onlara karşı delil
getirerek tartışmaya dair göz kamaştırıcı bir örnektir. Onlar zorluk va sıkıntı
zamanlarında Allah'a dönerler. Kıyamet gününde de O'na döneceklerdir. Peki bu
bolluk ve refah zamanlarında şirk üzere ısrar neden? Halbuki onlar sıkıntılı
zamanlarında putları unutur görünürler ve azabın geri çevrilmesi için Allah'a
dua ederler. Bu, onların Allah'ı tanıdıklarının da delilidir. İbret ve öğüt almak
üzere geçmiş ümmetlerin durumunu hatırlatması, Allah'ın kullarına rahmeti
cümlesindendir. O'nun kullarını mallarındaki türlü musibetlerle (be'sâ=darhk)
bedenlerdeki musibetler (derrâ=hastalık) ve dilediği başka şeylerle tehdit
etmesi de böyledir: "Şüphesiz ki O, yaptığından dolayı sorumlu tutulmayandır.
Asıl kendileri sorumlu olurlar." (Enbiyâ, 21/23). Bunlar ise içinde
bulundukları küfür ve isyandan dönüp akıllarını başlarına alsınlar diye
verilir.
Fakat
bunlarda küfür ile birlikte çoğunlukla inat da vardır. Bundan dolayı Yüce Allah
kâfirleri duayı terk ettiklerinden dolayı sigaya çekmekte ve azap geldiğinde
O'na yalvarıp yakarmadıklannı haber vermektedir. Belki ihlâssız bir şekilde
yahut da azabm fiilen gelip onunla karşılaşmaları halinde yalvarıp
ya-karabilirler. Ancak böyle bir vakitte yalvarıp yakarmanın onlara faydası
olmaz.
Bundan
şu da anlaşılmaktadır: Genişlik zamanlarında da darlık ve sıkıntı zamanlarında
da dua etmek emrolunmuş bir husustur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bana dua ediniz, ben de duanızı kabul edeyim." (Mü'min, 40/60);
''Şüphesiz bana ibadeti büyüklüklerine yediremeyenler, yakında hor ve zelil olarak
cehenneme gireceklerdir." (Mü'min, 40/60. Bu ise büyük bir tehdittir.
Kâfirlerin
inatlarına delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Fakat kalpleri
katılaşmıştı." Yani kalpleri sertleşmiş ve hiç bir şey anlamaz hale
gelmişti. Bu ise küfür ve masiyet üzere ısrarı ifade eder. Onlar bu hususta
şeytandan etkilenmektedir: "Şeytan da yaptıklarını onlara süslü
göstermişti." Yani onları aldatıp masiyet işlemeye itmişti. Bir kula
herhangi bir şekilde nimette bulunulması, ondan razı olunduğuna delil
değildir. Masiyet üzere devam etmekle birlikte nimet de bulunabilir. Böyle bir
şey olduğu takdirde bu Yüce Allah tarafından o kimselere bir istidraçtır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben onlara mühlet veririm.
Şüphesiz benim tuzağım pek sağlam ve yamandır." (Kalem, 68/40). Kimi ilim
adamı şöyle dimiştir: Allah, "Nihayet kendilerine verilenler yüzünden
şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdik" ayeti üzerinde
gereği gibi düşünen bir kula rahmet buyursun.
Muhammed
b. Nadr el-Hârisî der ki: Ben böyle bir topluluğa yirmi yıl kadar mühlet
veririm.
Hasan-ı
Basrî de der ki: Allah'a yemin ederim insanlardan herhangi bir kimseye Allah
dünyada geniş imkânlar verdiği halde, o bunların kendisine karşı kurulmuş bir
tuzak olacağından korkmuyor ise, mutlaka aklı eksik, görüşü kısırdır. Allah bir
kuldan dünyalığı kısacak olur da o da o işin kendisinin hayrına olacağı
kanaatine sahip değilse, şüphesiz onun ameli eksilir ve görüşü kısır kalır.
Şüphe
yok ki geçmiş kavimlerin ve önceki ümmetlerin yok edilmesi, bizim günümüz
örfünde bir faciadır; fakat Yüce Allah'ın takdirine göre fesadın güçlenip
yaygınlaşmaması için bir ibret ve bir öğüttür. "Böylece zulmeden kavmin ardı
arkası kesildi." Bu ayet-i kerime zulmün terk edilmesinin farz olduğunu da
ihtiva etmektedir. Çünkü zulüm daimî azaba götürür. Aynı şekilde ayet-i kerime,
fesat devam edip gitmesin, hayır unsurları da kurumasın diye zalimleri cezalandırdığından
dolayı, Allah'a hamdetmenin vücubunu da ihtiva etmektedir.
[93]
46-
De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa,
kalplerinize mühür vursa Allah'tan başka onları size iade edecek ilâh
kim-dir?"Bak, ayetlerimizi (vahdaniyetimize ait delilleri) nasıl türlü
türlü açıklıyoruz, yine de onlar yüz çeviriyor-lar!(iman etmiyorlar)
47-
De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah'ın azabı ansızın yahut açıktan açığa
size gelip çatarsa zalimler topluluğundan başkası helak olur mu?"
48-
Biz peygamberleri ancak müjdele-yici ve korkutucular olarak göndeririz. Artık
kim iman edip ıslah etse, onlara korku da yoktur, onlar üzülmezler de.
49-
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklık ettikleri için onlara azap
dokunacaktır.
"Allah'ın
azabı ansızın yahut açıktan açığa" geceleyin yahut gündüz size gelip çatsa
"zalimler" kâfirler "topluluğundan başkası helak olur mu"
yani onlardan başkaları helak edilmez. "Biz peygamberleri ancak
müjdeleyici ve" iman edenleri cennetle müjdeleyenler;
"korkutucular" küfre sapanları da ateşle korkutanlar "olarak
göndeririz." "Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklık ettikleri
için" itaatin dışına çıktıklarından ötürü "onlara azap
dokunacaktır".[94]
Ayet-i
kerimeler aynı konuda bundan önceki buyruklarla ilişkilidir. Bu ise ilâhî kudretin
ispat edilmesi, Allah'ın varlığına, birliğine dair delilin ortaya konulması,
peygamberlerin fonksiyonlarının ya da görevlerinin açıklanmasıdır. Bu açıklama
ise şirkin ve putlara tapmanın çürütülmesi sonucuna götürmektedir.
[95]
Ey
Peygamber! Şu yalancıya ve inatlaşan müşriklere de ki: Şayet Allah sizin
işitmenizi, görmenizi, kalbinizi alacak olursa ne yapacaksınız, bana söyleyin?
Dinlemek, başkalarıyla tanışmanın ve anlaşmanın anahtarıdır. Eşyaya tahakküm
etmek, onu egemenliği altına almak için ise gözler gereklidir. Kalp ise
hayatın, aklın ve bilginin yeridir. Eğer bu güçler işlemez hale gelirse insanın
durumu bozulur, dünya ve din menfaatleri ortadan kalkar. Bu nimetleri bağışlayan
Allah olduğuna göre tazim, övgü ve kulluğun da Allah'tan başka kimsenin hakkı
olmaması gerekir.
Kalbin
mühürlenmesi, hidayetin nüfuz etmesine imkân kalmayacak, işleri akletmeyecek,
fayda ve zararı, hak ile batılı idrak edemeyecek hale gelmesi de-mekir. Yüce
Allah'ın, "Onları size iade edecek ilâh kimdir?" buyruğunun anlamı
şudur: Sizden alınan bu güçlerinizi size kim geri verebilir? Yani Allah'ın
sizden aldıklarını tekrar size geri verecek O'ndan başka bir ilâh yoktur.
Ayetleri
ne şekilde açıkladığımıza, nasıl beyan ettiğimize, değişik şekillerde türlü
türlü üslûplarda nasıl tekrarladığımıza bir bak! Uyarmak, ileri sürecek
mazeret bırakmamak, teşvik etmek, korkutmak ve buna benzer üslûplarla. Bütün
bunlar ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'ndan başka taptıklarının batıl
olduğuna, sapıklık olduğuna bir delildir. Eğer tapındığınız şeyler fayda ve
zarar verebilen ilâhlar olsalardı, bunları size geri vermeleri gerekirdi.
Sizler bunların hiç bir şeye gücü yetmeyen varlıklar olduğunu bildiğinize göre,
ne diye onlara dua ediyorsunuz? Dua, ibadettir; ibadet ise ancak bir ve tek
Kahhâr olan Allah'a yapılır. Şimdi sen onların nasıl yüz çevirdiklerine bir bak
ve ey peygamber de ki: Bana söyleyiniz! Allah'ın azabı ansızın, farkına
varmaksızın gelip sizi bulacak olursa yahut da gözünüz göre göre, açık bir
şekilde gelip size çatacak olursa ne yapacaksınız! Zaten Allah'a şirk koşmak
suretiyle küfür ve inat üzerinde ısrar ederek kendilerine zulmeden zalimlerden
başkası da helak olunmaz. Yani azap, ancak Allah'a şirk koşmak suretiyle
kendilerine zulmedenleri kuşatır. Yalnızca Allah'a ve O'na şirk koşmaksızm
ibadet edenler ise kurtulur.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberlerin görevlerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve korkutucular olarak
göndeririz." Yani peygamberlerin görevi müminleri cennet ve hayırlar ile
müjdelemek, Allah'ı inkâr eden kâfirleri de cehennem ve cezalar ile
korkutmaktan ibarettir. Arkasından bu iki kesimin akibetini şöylece
açıklamaktadır:
Peygamberleri
doğrulayıp onların getirdiklerine kalpten iman eden, onlara tabi olmak
suretiyle amelini düzelten kimseler için gelecekte, dünya azabından yana da
ahiret azabından yana da bir korku yoktur. Allah'a kavuşacakları günde de
geçmişte elde edemediklerinden ve dünya işlerinden geriye bıraktıklarından
dolayı üzülmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şu buyruğunda olduğu gibi onları her
türlü korku ve dehşetten koruyacaktır: "O en büyük korku onları
üzmeyecektir. Melekler onları karşılayacak ve "işte bu va'dolunduğunuz gündür"
(diyeceklerdir.)" (Enbiyâ, 21/103). Dünyada, aşırılığı ve uzun süre devam etmesi
bakımından sıkıntıdan dolayı müşriklerin üzüldükleri gibi üzülmezler. Onlar
kendilerine isabet edenlere sabrederler, Allah'tan ecir beklerler. Bu musibetlerin
yerine hayırlısının kendilerine verilmesini umarlar. Çünkü Yüce Allah nimet
ile karşılaşmak halinde şükretme, sıkıntı esnasında da sabretme ve işi yüce
yaratıcıya havale etme yolunu göstermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yerde olsun nefislerinizde olsun gelip çatan her bir
musibet, mutlaka biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılı)dır. Şüphesiz bu
Allah'a göre pek kolaydır. Ta ki elde edemediğinize üzülmeyesiniz, size
verdiklerinden dolayı da şımarmayasınız. Allah böbürlenip aldanan hiç bir
kimseyi sevmez." (Hadîd, 57/22-23)
Peygamberlerle
gönderilen Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar, küfre saptıkları ve
peygamberlerin getirdiklerini bile bile inkâr ettiklerini, Allah'ın emir ve
itaatinin dışına çıkarak yasaklanan, haram kılman şeyleri işledikleri için azaba
duçar olacaklardır. Onların küfür ve fesatlarının dünyadaki cezası çeşitli sıkıntılarla,
ahirette de cehennemde çeşitli gazap ve cezalarla olacaktır. Kâfirin dünya
hayatında iken yararlandığı dünyevî nimetlere gelince, bunlar ahiretin
hayırlarıyla karşılaştırıldığı takdirde, pek az bir meta, oldukça basit ve önemsiz
şeyler olarak görünürler.
[96]
Bütün
mahlûkatı yaratan, onları işitme, görme ve akıl gibi bilgi edinme
anahtarlarıyla donatan Allah, bütün bunları onlardan almaya da kadirdir.
Bunları aldığı takdirde onların yerine başkalarını kim verebilir? Allah'tan başkasından
böyle bir şey beklenemez. Kâfirlere küfür ve isyanları sebebiyle azap edilecek
olursa, şüphesiz ki Allah'ın adaleti, bizzat Allah'a şirk koşmak suretiyle
kendilerine zulmedenlerden başkalarının helak edilmemelerini, buna karşılık,
iman eden takva sahiplerinin böyle bir azaptan kurtarılmalarını gerektirir.
Peygamberlerin görevleri insanları müjdeleyip uyarmaktan ibarettir. Yani teşvik
ve korkutmadır. Hasan-ı Basrî der ki: Onlar dünya hayatında geniş nzık ile
ahirette de sevap ile müjdelerler. Buna Yüce Allah'ın şu buyruğu delildir:
"Eğer o ülkelerin halkı iman edip sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve
yerden nice bereketler açardı. Fakat onlar yalanladılar, biz de kazanmakta
olduka-rı yüzünden onları tutup yakaladık." (A'râf, 7/96)
Hak
ettiği nimeti veya azap ve sıkıntıyı kendi hakkında belirleyen bizzat insanın
kendisidir. O, rab olarak Allah'a iman eder, amelini ıslâh ederse güvenlik,
mutluluk ve sevince kavuşur. Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu ayetleri
yalanlayacak olursa, küfür ve fasıklığı sebebiyle de azap gelir onu bulur.
[97]
50-
De ki: "Ben size "Yanımda Allah'ın hazineleri vardır" demiyorum.
Ben gaybı da bilmiyorum. Ben hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum. Ben ancak
vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç görmeyenle gören bir olur mu? Hiç
düşünmüyor musunuz?"
51-
Rablerinin huzurunda haşroluna-caklarım bilip korkanları sen bununla inzar et!
Onlar için ondan başka bir dost da yoktur, bir şefaat edici de yoktur. Olur ki
sakınırlar.
52-
Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam rablerine dua edenleri kovma! Onların
hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez ki,
onları kovasın. O takdirde zalimlerden olursun.
53-
Biz onlardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik. Ta ki "Allah aramızdan
bunlara mı lütfetti?" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen
değil midir?
"Onlar
için ondan başka bir dost da yoktur, bir şefaat edici de yoktur" cümlesi
"haşrolunacakları" fiilindeki zamirin halini bildirmektedir. Yani
onlar kendilerine yardım olunmaksızın ve kendilerine şefaatte bulunan
olmaksızın hasrolunmaktan korkarlar.
"...
zalimlerden olursun" ifadesi daha önce geçen nehyin cevabıdır. İfadenin
takdiri şöyledir: Sabah akşam rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri yanından
kovma. O takdirde zalimlerden olursun. Zaten onların hesabından senin üzerine
bir şey yok ki sen ne diye onları kovasın.
[98]
"Allah'ın
hazineleri"; hazine, korunması ve başkalarının tasarrufunun engellenmesi
istenen şeylerin içinde saklandığı şeydir. Allah'ın hazinelerinden birisi
rızık hazinesidir. Buradaki ifadenin anlamı ise, Allah'ın kullarının nzıkları
benim elimde değildir, şeklindedir. "Gayb" bilgisi, bütün mahlûkat
tarafından bilinemeyen, onlar için gizli olan Allahü Tealâ'nın bilgisini yalnız
kendisine sakladığı hususlardır.
"Görmeyenle
gören bir olur mu?" ifadesinden kasıt kâfir ve mümin yahut sapık ile
hidayet bulandır. "Sen onunla" yani Kur'an-ı Kerim'le "inzar
et" korkut. "Ondan başka bir dost" onlara yardım edecek bir
yardımcı "da yoktur, bir şefaat edici" onlara şefaatte bulunacak bir
aracı "da yoktur". Yüce Allah'ın, ".,. korkanları sen bununla
inzar et " buyruğundan kasıt ise, isyankâr müminlerdir. "Olur ki
sakınırlar" içinde bulundukları halden vaz geçerler ve dinin emirlerine
itaat ederek Allah'tan korkarlar.
"Sabah
akşam dua edenleri kovma!" Burada kovmak, uzaklaştırmak demektir,
"sabah akşam" sabah, tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar
olan vakittir. Akşam ise günün son bölümüdür; veya buradaki "sabah akşamdan
kasıt ise bütün vakitlerdir. "Sırf O'nun rızasını dileyerek" yani
ibadet-leriyle yalnızca Yüce Allah'ın zatını isteyerek, dünya maslahatlarından
herhangi birisini gözetmeyerek, "Rablerine dua edenleri kovma."
Burada sözü geçenler fakir kimselerdir. Müşrikler onları tenkit ediyor ve Hz.
Peygamberle birlikte oturmak için onların Peygamberdin çevresinden
uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Peygamber de ileri gelen bu kimselerin İslâm'a
girmeleri umuduyla onları yanından uzaklaştırmak istemişti. "Onların da
hesabından" yani onların iman edip etmeme ve işledikleri batıl amellerin
hesabından "sana birşey düşmez."
"Biz
onlardan kimini kimisiyle" yani şerefli görüleni zayıf ile, zengini fakir
ile, bunların daha önce iman etmeleri suretiyle "böylece imtihan
ettik" yani sınadık ve denedik. "Ta ki Allah aramızdan" yani
biz dururken "bunlara mı lütfetti?" İçlerinde en önemlisi hidayet
olan bir çok nimetleri bunlara mı verdi? Yani eğer onların izledikleri hidayet
yolu olsaydı biz dururken onlar bizden önce bu işe kavuşamazlardı,
"desinler diye", şerefli görülen kimseler ve zenginler böyle bir
durumu reddederek ve itiraz ederek böyle desinler diye.
"Allah"
kendisine "şükredenleri daha iyi bilen"dir; o bakımdan da onları
hidayete ileten "değil midir?" Elbette öyledir.
[99]
"Sırf
onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma." mealindeki 52. ayetin
nüzulü ile ilgili olarak, İbni Hibbân ile Hakîm Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediğini
rivayet ederler: Bu ayet-i kerime altı kişi hakkında nazil olmuştur. Ben,
Abdullah, İbni Mes'ud ve diğer dört kişi daha. Bunlar için Resulullah (s.a.)'a
"Onları kov" dediler. Çünkü biz bunlar gibi sana tabi olmaktan utanıyoruz.
Peygamber (s.a.)'in içinden Allah'ın dilediği şeyler geçti. Bunun üzerine,
"Sırf onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma!" buyruğu,
"Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" buyruğuna kadar
nazil oldu. Biraz sonra konu ile ilgili Müslim'in bir diğer rivayetini de söz
konusu edeceğiz.
Ahmed,
Taberânî ve İbni Ebî Hatim, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini naklederler:
"Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah (s.a.)'ın yanından geçtiler. Hz. Peygamberin
yanında Habbâb b. el-Eret, Suhayb ve Ammâr vardı: "Ey Muhammedi Sen
bunları mı beğendin? Aramızdan Allah bunlara mı lütufta bulundu? Sen bunları
kovsan, biz elbette sana tabi oluruz" dediler. Allah bunun üzerine
haklarında, "Rablerinin huzurunda haşrolunacaklarını bilip
korkanları..." buyruğundan itibaren (55. ayet-i kerimenin sonu olan
"Belli olsun diye ayetleri böylece açıklıyoruz" buyruğuna kadar)
indirdi.
İbni
Cerîr et-Taberî ile İbnü'l-Münzir de İkrime'den şöyle dediğini rivayet ederler:
Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Mut'im b. Adiyy, el-Hâris b. Mevfel[100], kâfirler
arasından Abdi Menafoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Ebu Talib'in yanına
gelip ona şöyle dediler: Şu senin kardeşinin oğlu, şu köleleri yanından
uzaklaştıracak olsa, gözümüzde daha büyür ve biz ona itaat edebiliriz, ona tabi
olma ihtimalimiz daha yükselir. Bunun üzerine Ebu Talib, Resulullah (s.a.) ile
konuştu. Ömer b. el-Hattab dedi ki: Böyle bir şey yapsak da onların ne
istediklerini bir görsek. Bunun üzerine Yüce Allah, "Rablerinin huzuruna
haşrolunacaklarını bilip korkanları..." ayetini "Allah şükredenleri
daha iyi bilen değil inidir?" buyruğuna kadar indirdi. Söz konusu kişiler
ise Bilâl, Ammâr b. Yâsir, Ebu Hu-zeyfe'nin azatlı kölesi Salim, Useyd'in
azatlı kölesi Salih[101],
İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b. Am[102]s\
Vâkid b. Abdullah el-Hanzalî ve benzerleri idi. Bunun üzerine Hz. Ömer gelip
söylediği sözden dolayı özür beyan etti. Bu sefer Yüce Allah'ın "Ayetlerimize
iman edenler sana geldiğinde..." ayetini (54. ayet) indirdi.
Dikkat
edilecek olursa bu rivayetler farklı farklıdır. Kimisi ayet-i kerimenin nüzul
sebebini 53. ayetin sonuna kadar zikrederken, kimisi de 54 ve 55. ayet-i
kerimeyi de bu sebeple inen ayetler arasında zikretmiştir. İlk rivayet İbni
Mes'ud'u Kureyş'in ileri gelenleri arasında zikretmekle birlikte[103] sonuncu
rivayet onu kovulması istenenler arasında zikretmektedir.
[104]
Bu
ayet-i kerimeler daha önce gelen "Üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli
değil miydi?" (ayet, 37) mealindeki buyruğun bir tamamlayıcısıdır ve peygamberlerin
sadece müjdeleyip uyaran kimseler olmak suretiyle görevlerinin sınırlarını
açıklayıcı mahiyettedir. Yüce Allah Rasulüne bu kimselere şöyle demesini
emretmektedir: Ben ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderildim.
Allah'a karşı tahakküm etme hakkına sahip değilim. Ben hakkımda şu üç hususun
söz konusu olmadığını belirtmekle emrolundum: Allah'ın hazineleri yanımda
değildir. Ben gaybı bilmem ve meleklerden bir melek de değilim. Bu üç hususu
reddetmenin faydası ise Hz. Peygamberin Allah'a karşı tevazusunu, ona kulluğunu
açıkça ortaya koyarak, Hristiyanların İsa (a.s.) hakkındaki inançlarını
reddetmek, güçlü ve her şeyi kahreden maddî mucizeleri getirmek hususunda aciz
olduğunu ifade etmektir. Çünkü böyle bir şey Allah'ın kudreti çerçevesindedir.
O'na yakışan bir iştir. Bu ise Hz. Peygamberin ulûhiyet ve me-leklik iddiasında
olmadığı anlamına gelir.
[105]
Müşrikler
Resulullah (s.a.)'tan peygamberin ve onun risaletinin görev ve fonksiyonunun ne
olduğunu bilmediklerinden dolayı kendilerini ikna edici maddî bir takım
mucizeler göstermesini istiyorlardı. Yüce Alllah indirdiği buyruklarla ona
şöyle demesini emretti: "Ey Peygamber! Şunlara de ki: Ben Allah'ın
hazinelerine sahip değilim. Onları paylaştırma, dağıtma ve onlarda tasarruf
etme gücüm yoktur. Bu, yalnızca Allah'a ait olan bir iştir. O, bu hazinelerden
hikmetine uygun ve kendi iradesiyle kullarından dilediğine verir.
Ben
sizlere "Şüphesiz ki ben gaybı bilirim" de demiyorum. Bu da aziz ve
celil olan Allah'a ait bir şeydir. Ben gaybdan ancak Allah'ın bana bildirdiği
şeyleri bilebilirim. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"O gaybı bilendir, O gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki
beğenip seçtiği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27)
Ben
meleklerden bir melek olduğumu da iddia etmiyorum. Ben ancak bir insanım, Allah
tarafından bana vahiy geliyor. O bakımdan insanların yapamayacakları şeyleri
yapabilme gücüm yoktur.
Bu
üç hususun ifade ettiği anlam da şudur: Ben ulûhiyet iddiasında da
bulunmuyorum, gaybı da bilmiyorum, melek olmak iddiam da yoktur ki, güç ve
kudretimin içerisinde olmayan şeyleri benden isteyesiniz. Ben ancak sizin gibi
bir beşerim; bana Kur'an-ı Kerim ve onu açıklamam vahyolunmaktadır. Bu konuda
ben benzeri görülmedik bir iş de yapmıyorum. Risaleti tebliğ hususunda benden
önce pek çok peygamber gelmiştir.
Peygamberin
görevi ise vahye tabi olmaktır. Yüce Allah'ın, "Ben ancak bana
vahyolunana uyarım" buyruğunun anlamı işte budur. Yani ben bana
vahyo-lunanın dışına, çok az bir mikdar dahi olsa çıkmam.
Daha
sonra yüce Allah sapıtanın ve hidayet bulanın eşit olmayacağını beyan ederek
sapıklıkları dolayısıyla müşrikleri azarlayıp şöyle buyurmaktadır: "De ki,
hiç görmeyenle gören bir olur mu?" Yani yalanlayan müşriklere de ki: Hakka
uyup ona yol bulan ile haktan uzaklaşarak onu kaybedip sapıtan kimseler bir
olur mu?
Hiç
düşünüp de şirkin sapıklığı ile İslâm hidayeti arasındaki farkı, Kur*an-ı
Kerim'deki Allah'ın birliğinin delilleri ve O'nun rasülüne tabi olmanın
gereğini akledip kavramıyor musunuz? Bu Yüce Allah'ın şu ayetini andırmaktadır:
"Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi
olur mu? Ancak selim akıl sahipleri iyice öğüt alırlar." (Ra'd, 13/19)
Sıraladığımız
bu açıklamalar, özetle, Yüce Allah'ın hiç bir kimsenin benzerine sahip olma
imkânı bulunmayan mutlak kudretini ispatlamaktadır. Bu ise Allah'ın varlık ve
birliğine delil olan bir husustur. Aynı şekilde Kur"an-ı Ke-rim'in ve
peygamberin doğruluğunu destekleyen mucizelerin yalnızca Allah tarafından
geldiğini de ispatlamaktadır. Çünkü peygamberler, alışılmış hallerin dışında
herhangi bir hususta tasarrufta bulunamazlar. Hiç bir şekilde Kur'an-ı Kerim
yahut harikulade ayetlerin (mucizelerin) indirilmesi gibi, herhangi bir şeye de
güçleri yetmez, mucizeleri gerçekleştiremezler de.
İşte
risaletin hakikati budur. Daha sonra Yüce Allah peygamberine müminleri kötü
hesap ve kötü cezalara karşı uyarmasını emrederek şöylece buyurmaktadır:
"... Sen bununla inzar et..." Yani ey Muhammed! Sen vahiy yoluyla
yahut Kur'an-ı Kerim'in delaletiyle Allah'a iman eden, öldükten sonra dirilip
haşredilmekten, mahşerin dehşetlerinden, kıyamet günündeki hesabın şiddetinden
ve buna bağlı olarak Allah'ın huzuruna çıkılacağı esnada amellere karşılık
verileceği zamanın dehşeti ile onları korkut. Böyle bir günde kendilerinin hiç
bir yardımcıları, şefaatçileri, candan dostları ve destekleyicileri olmayacağına
inanan o müminleri uyar: "O gün kimsenin kimseye bir fayda sağlama imkânı
olmayacaktır. O gün mülk bütünüyle Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19). Onları
uyar ki, sakınabilsinler. Yani sen -sakınsınlar diye- aziz ve celil olan
Allah'tan başka hiç bir kimsenin hakim olmadığı o günü hatırlatarak onları
uyar. İbni Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Dünyada Allah'tan korksunlar,
küfür ve masiyetlerden vazgeçsinler diye onları korkutup uyar. İşte Allah'a,
gayba ve ahiret gününe iman eden bu kimseler, Kur'an-ı Kerim'den
yararlanabilenlerdir. Maddenin dışında hiç bir şeye inanmayan materyalistlere
gelince, bunlar ilâhî hidayet nurunu görmekten yana gözlerinin üzerine kendi
elleriyle perde çekmişler, Allah onların kalplerini mühürlemiş, kulaklarını
sağırlaştırmış ve gözlerini de kör etmiştir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Sen ancak gıyaben Rablerinden korkanları ve namazı
dosdoğru kılanları korkutursun. Kim de temizlenip arınırsa ancak kendisi için
temizlenmiş olur. Dönüş yalnız Allah'adır." (Fâtır, 35/18)
Daha
sonra Yüce Allah peygamberine Kureyş kâfirleri ile onların müreffeh eşrafını
yakınına almasını, buna karşılık mustazaf müminler ile zayıf kimseleri
uzaklaştırıp kovmasını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır: "Sırf O'nun
rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma..." Yani bu
niteliklere sahip bu gibi kimseleri yanından uzaklaştırma. Aksine bunlar birlikte
oturup kalktığın ve en yakın samimi dostların olsunlar. Onların niteliklerine
gelince: Bunlar gerçekten iman etmiş, kalplerinde Rablerine karşı en ufak bir
şirk şaibesi olmaksızın inanmış kimselerdir. Sabah akşam ve bütün vakitlerinde
Rablerine dua ederler. O'na ihlâsla itaat ve dua ederler, bütün istekleri
Allah'ı razı etmektir ve itaatlerini yalnızca Yüce Allah'a yaparlar. Çünkü ibadete
lâyık olan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu buyruktur:
"Sabah
akşam Rablerine sırf O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle beraber sabret.
Dünya hayatının ziynetini arzu ederek gözlerin onlardan başkasına kaymasın.
Kalbine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz heva ve heveslerine uymuş, işinde
haddini aşmış kimselere de itaat etme!" (Kehf, 18/28)
Bu
müşriklerin takındıkları tavrın bir benzerini de Hz. Nuh'un kavmi takınmışlardır.
O kavmin ileri gelenleri Hz. Nuh'a şöyle demişlerdi: "İlk bakışta
içimizden ayak takımlarından kimselerin dışında sana uyanı da
görmüyoruz..." (Hud, 11/27). Hz. Nuh ise onlara şöyle cevap vermişti:
"Ve ben iman edenleri kovacak da degıtım. ŞûnYü \>un\ar şüphesiz
îl&blerme fettmşatoklttT&vr. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim
olarak görüyorum." (Hud, 11/29)
Daha
sonra Yüce Allah şu buyruğunda da olduğu gibi böylelerinin hesaplarını yalnızca
kendisinin göreceğini belirtmektedir: "Onların hesabını görmek, yalnızca
Rabbime aittir." (Şuarâ, 26/113). Çünkü müşrikler bu yazıf müminlerin
dinlerine ve ihlâslarına dil uzatmışlardı. Buna karşılık Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onların da hesabından sana bir şey düşmez..." Yüce Allah onların
ihlaslarvna ve amellerinde Allah'ın rızasını istediklerine dair şahitlik ettikten
sonra böyle buyurmaktadır. Şayet durum Allah nezdinde dedikleri gibi olsa bile
yine de sana düşen, sadece zahire itibar etmektir. Eğer ihlâslı olmadıkları
için iç dünyaları razı olunmayan bir halde ise onların hesapları aleyhlerine
olacaktır ve onların yakasını bırakmayacaktır. Onları aşıp da zararı sana
ulaşma-yacaktır. Nitekim senin hesabın da senin içindir, seni aşıp onlara zarar
vermeyecektir.[106]
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her kişi
kazandığı karşılığında rehindir" (Tür, 52/21); "Her nefis
kazandıkları karşılığında rehindir." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir
nefis bir diğerinin günah yükünü yüklenmez." (En'âm, 6/164, İsrâ, 17/15;
Fâtır, 35/18, Zümer, 39/7)
"Onların
da hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey
düşmez." Bu ifadedeki iki cümle aslında tek bir cümle konumundadır. Her
ikisinin de ifade ettiği mana bir olmakla birlikte, ikisinin birlikte ifade
edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sen de onlar da birbirinizin
hesabından dolayı sorumlu tutulmayacaksınız.
O
halde, onları ne diye kovuyorsun? Çünkü kovmak bir cezadır. Ceza ise hesap ve
muhakemeden sonra söz konusu olur; ayrıca hesap görmek ise Allah'a aittir, sana
düşen yalnızca tebliğdir: "O halde sen hatırlat! Sen ancak bir
hatır-latıcısın. Onların tepesine dikilmiş bir zorba değilsin." (Gâşiye,
88/21-22)
Durum
bu iken onları kovacak olursan, o takdirde kendilerine zulmedenler arasına
katılmış olursun. Çünkü kovmak -belirttiğimiz gibi- ancak bir günah
dolayısıyla olur; günah dolayısıyla hesaba çekmek ise sana değil, Allah'a ait
bir iştir. Özetle Yüce Allah Müslümanlardan olup sakınmayan kimseleri söz
konusu etmekte ve sakınmaları için uyarılmalarını emretmektedir. Daha sonra
Müslümanlardan olup takva sahibi olanları söz konusu ederek Peygamberine,
onları kendisine yakınlaştırıp onlara ikramda bulunmayı, onlar hakkında bunun
dışında uygulamalar isteyen kimselere itaat etmemesini buyurmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah müşriklerin zayıflar hakkındaki sözlerinin Allah'ın bir
sınaması, bir denemesi olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Biz onlardan
kimini kimisi ile böylece imtihan ettik." Yani onların kimini kimisi ile
imtihan edip denedik, sınadık. Ta ki sonunda kâfirler arasından güçlü olanlar
zayıf müminler hakkında şöyle desinler: Hepimizin arasından bu büyük nimeti
Allah şu köle, azat edilmiş köle ve fakirlerden oluşan yoksullara mı özel olarak
verdi? Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu sözlerini andırmaktadır: "Zikir
aramızdan ona mı verildi?" (Kamer, 54/25); "Kâfir olanlar iman
edenlere onlar hakkında eğer bu bir hayır olsaydı, bizden önce onlar onu elde
edemezlerdi." Ahkaf, 46/11). Yani onlar bu şekilde sınanınca sonunda inkâr
edici bir üslûpla bu sözleri söylediler ve Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade
ettiği anlam onlar hakkında da gerçekleşmiş oldu: "Firavun hanedanı onu
aldılar ki onlar için bir düşman ve hüzünlerine sebep olsun." (Kasas, 28/78)
Diğer
bir ifade ile, müşrikler Müslümanlara şöyle diyorlardı: Allah aramızdan
bunlara mı lütufta bulundu. Yani hakka sahip olmayı ve kendilerini mutlu edecek
şeyleri biz dururken onlara mı lütfedip bağışladı? Halbuki toplumun önde
gelenleri ve başkanları bizleriz, onlar ise fakirler ve kölelerdir. Bu
sözlerini böyle fakir kimselerin hak üzere olmalarını kabul edemediklerinden,
aralarından hayrın bunlara ihsan edilmesini içlerine sindiremediklerinden söylüyorlardı.
İşte onların bu sözü söylemelerine sebep fitneye düşmeleridir. Çünkü böyle bir
sözü ancak yardımdan mahrum edilmiş, fitneye düşürülmüş kimseler söyler.
Daha
sonra Yüce Allah, onların büyüklenmekten, istikbardan kaynaklanan sözlerini
şöylece reddedip cevaplandırmaktadır: "Allah şükredenleri daha iyi bilen
değil midir?" Yani kimin iman edip şükredeceğini, dolayısıyla kimi imana
muvaffak kılacağını, kimin küfür üzere sabit kalıp buna bağlı olarak onu
yardımsız bırakılacağım en iyi bilen Allah değil midir?
[107]
Ayet-i
kerimeler aşağıda görülen şu oldukça önemli itikadî hükümleri göstermektedir:
1- Peygamberin yanında Allah'ın hazineleri yoktur, o kâinatta tasarruf imkânına
sahip değildir. O bakımdan Hz. Peygamber onların teklif ettikleri ayet ve
mucizeleri indirmeye güç yetiremez.
2- O da diğer insanlar gibi gaybı bilemez.
3- O insanların tanık olmadığı Allah'ın bir takım işlerine tanık olan bir
melek değildir. Bu ayet-i kerimeyi, "Melekler peygamberlerden daha
faziletlidir" diyenler Yüce Allah'ın şu buyruğu ile birlikte görüşlerine
delil göstermektedirler: "Bilakis onlar Allah'ın lütfuna mazhar olmuş
kullardır, sözde onun önüne geçmezler ve onun emriyle amel ederler."
(Enbiyâ, 21/26-27); "Kendilerine emir verdiği hususlarda Allah'a isyan
etmezler ve emrolunduklarını yaparlar." (Tahrim, 66/6)
Ademoğullannın
meleklerden üstün olduğunu söyleyenler de Yüce Allah'ın şu buyruğunu delil
gösterirler: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenler işte onlar
yaratılmışların en hayırlılarıdır." (Beyyine, 98/7). Burada "el-berîe"
kelimesi hemzeli okuyuş ile Allah'ın varlıkları yaratması anlamına gelen
kökten gelmektedir. Yine bu görüşün sahipleri Hz. Peygamberin Ebu Davud'da
rivayet edilen şu hadisini de delil gösterirler: "Şüphesiz melekler ilim
tahsil edenin bu durumundan hoşnutlukları dolayısıyla kanatlarını (yere)
koyarlar." Yine bu konuda Yüce Allah'ın Arafat'ta meleklere karşı
övündüğünü ifade eden hadisleri delil gösterirler. Övünmek ise ancak daha üstün
olanla söz konusudur.
[108]
4- Peygamber müminleri hesaba çekme ve amellerinin karşılığını verme
imkânına sahip değildir.
5- O ancak vahyin gereği ne ise onu yapar. Yani vahiy olmadığ sürece herhangi
bir husus hakkında kesin hüküm veremez. İşte Peygamber (s.a.)'in içtihat
yetkisine sahip olmadığını söyleyenler, bunu delil kabul ederler. Aksine onun
bütün hükümleri vahiyden sadır olmuştur. Bu husus ayrıca Yüce Allah'ın şu
buyruğu ile daha da pekiştirilmektedir: "O hevadan konuşmaz. O(nun konuşması)
ancak vahyolunan bir vahiydir." (Necm, 53/3-4). Kıyası kabul etmeyenler derler
ki: Peygamber ancak vahiy ile amel ettiğine göre ümmetinden de herhangi bir
kimsenin o peygambere nazil olan vahyin dışında bir şeyle amel etmesi caiz
olmaz.
Usul
alimlerince sahih olan görüşe göre ise, peygamberlerin içtihatta bulunmaları
caizdir. Nas olarak varit olan buyruklara da kıyas caizdir ve kıyas şer"î
delillerden birisidir. Bundan önceki deliller ise Kur'an-ı Kerim'e has olup
Muhammed (s.a.)'in Kur'an-ı Kerim'i kendiliğinden uydurduğunu ileri sürenlere
karşı bir cevap ve Kur'an-ı Kerim'in ona ilâhî vahiy ile indirilmiş olduğunu
ispatlamak sadedindedir.
6- Peygamber Muhammed (s.a.)'in görevi de uyarıcı ve müjdeleyici olmakla
nitelendirilen diğer peygamberlerinki gibidir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu
gereğince ortaya çıkmaktadır: "Huzuruna haşrolunacaklarını bilip korkanları
sen bununla inzar et."
7- Peygamber bir insan olması bakımından bir süre de olsa içtihadına dayanarak
meclisinden fakir ve köleleri uzaklaştırmak istemiştir. Bu ise ileri gelen ve
önder olan kimselerin İslâm'a girmelerini ümit etmesinden kaynaklanıyordu.
Böyle bir işin ashab-ı kiramın elinden herhangi bir fırsatı kaçırmayacağı ve
onların kıymetlerini azaltmayacağı kanatiyle böyle bir görüşe meyletmişti.
Bunun üzerine Yüce Allah, "Sırf onun rızasını dileyerek... kovma!"
buyruğunu indirerek Hz. Peygamberin içinden geçirdiği onları uzaklaştırma
arzusunu uygulamaktan nehyetmiştir; yoksa fiilen onları uzaklaştırmış değildir.
Nüzul sebeplerinde bunlara dair kıssayı nakletmiştik. Burada da Müslim'in
Sahih'in-de kaydettiği bir rivayeti hatırlatmamız yerinde olur. Sa'd b. Ebî
Vakkas dedi ki: Resulullah (s.a.) ile birlikte altı kişi idik. Müşrikler
Peygambere "Bunları yanından uzaklaştır ki bize karşı cüretkârlık
etmesinler." Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki: "O vakit ben, İbni Mes'ud,
Huzeyl'den bir adam, Bilâl ve isimlerini hatırlayamadığım diğer iki kişi ile
birlikte idik. Resulullah (s.a.)'ın içinden Allah'ın dilediği şeyler geçti,
kendi kendisine bir şeyler kararlaştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Sırf
O'nun rızasını dileyerek sabah-akşam Rablerine dua edenleri kovma!"
buyruğunu indirdi.
Bu
da Kur"an-ı Kerim'in Allah tarafından indirilişine dair bir diğer delildir.
Çünkü Resulullah (s.a.)'ın önce bir şeyi kararlaştırması, sonra kendisine o işi
yasaklaması -eğer bu işi yapma yasağı Allah katından gelmiyorsa- aklen imkânsız
bir şeydir.
8- Yüce Allah'ın, "Biz onlardan kimini kimisiyle böylece imtihan
ettik." buyruğu güç dengeleririn ve insanların konumlarının değişik
olduğuna bir işarettir. Üstünlük ve nimet halleri sürekli olarak kâfirlerin
ellerinde devam edip gitmez. Müminlerin içinden geçip de sabırla katlandıkları
zaaf halleri de mutlaka değişecektir. Güçlüler zelil, zayıflar da İslâm
sayesinde güçlü olacaklardır. Hak yükselecek, yeryüzünde Allah'ın devleti güç
kazanacak, destek bulacaktır. O devlete teb'a olanlar asıl mirasçılar
olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatırlayın ki
Rabbiniz şunu bildirmişti: Andolsun ki şükrederse-ı z elbette ki size (olan
nimetlerimi) artırırım. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek
şiddetlidir." (İbrahim, 14/7); "Biz ise arzda zaafa düşürülenlere
lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk."
(Kasas, 28/5)
9- "Biz onlardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik"
ayet-i kerimesinde aynı şekilde müşriklerin imanı terk etmelerinin ancak
kendilerini yüksek görüp büyüklenmelerinden kaynaklanan bile bile inkâr ve
inatları dolayısıyla olduğuna işaret vardır. Yoksa onlar herhangi bir delil ve
belgeye sahip olduklarından dolayı imanı terk etmemişlerdi. Yine ayet-i kerime
şuna işaret etmektedir: Mü'minler ve kâfirlerin her biri diğeri ile imtihan
edilmektedir. İleri gelen zengin kâfirler, kendilerinden önce İslâm'a
girdiklerinden hayır ve nimete kavuştukları için fakir ashabı kıskanıyorlardı.
Buna karşılık fakir ashab da kâfirleri bolluk ve refah içinde görüyor ve şöyle
diyorlardı: Bizler böyle darlık ve sıkıntı içinde bulunuyorken, acaba bu
kâfirlerin durumu niye böyledir?
[109]
54- Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde,de
ki: "Selâm sizlere! Rabbi-niz kendi üzerine rahmeti yazdı. İçinizden kim
bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra arkasından tevbe eder, düzeltirse
şüphesiz O Gafûr'dur, Rahîm'dir."
55-
Ayetleri böylece açıklıyoruz ve günahkârların yolu belli olsun diye...
"içinizden
kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra arkasından tövbe ederse şüphesiz O
Gafûr'dur, Rahîm'dir." buyruğunun takdiri şöyle olur: Böyle bir kimseye
Yüce Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
"...
Ve... belli olsun diye" ifadesinin başındaki 've' atıf edatı, takdiri bir
fiile atfetmektedir. Bunun da takdiri şöyle olur: Anlasınlar ve günahkârlarla
müminlerin yolu açık seçik belli olsun diye. Ancak ikincisi hazfedilmiştir.
Çünkü kalan ifade söylenilmeyene zaten delil teşkil etmektedir. Tıpkı Yüce
Allah'ın, "Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" buyruğunun "ve
soğuktan..." anlamını da ihtiva etmesi gibi.
[110]
"Selâm
sizlere" yani, Allah sizi kusurlardan, afet ve musibetlerden uzak tutsun
ve esenlik sizin olsun. Es-Selâm, Yüce Allah'ın kendisine yakışmayan noksanlık,
acizlik ve fenalık gibi hususlardan tenzih edilmesine delâlet eden isimlerinden
birisidir. Selamlaşmada da bu kelime kullanılır. Yani muhatabın hoşuna
gitmeyecek her şeyden uzak bulunmasını, rahatsızlık verici her şeyden yana
emniyet ve güvenlik içerisinde olmasını dilemektir. İslâm'ın şiarlarından
birisidir. Müminler arasında karşılıklı sevgi ve temiz duyguların
göstergesidir. Aynı şekilde Yüce Allah'ın ve meleklerin cennetliklere selâmı ve
cennet halkının kendi aralarındaki selamlaşmaları da bu lafızla olacaktır.
"Bilmeyerek"
yani düşüncesizce ve hafiflikle. Cehalet (bilmezlik) hikmet, ağırbaşlılık ve
aklını kullanmaya aykırıdır, onun zıddıdır. "Günahkârların yolu"
kendileri aleyhine günah işleyip şeriata aykırı davranışlar olan suçları
işleyenlerin yolu "belli olsun diye" yani açık seçik ortaya çıksın,
görünsün diye.
[111]
İkrime
der ki: Ayet-i Kerime Yüce Allah'ın, uzaklaştırılmalarını Hz. Pey-gamber'e
yasakladığı kimseler hakkında nazil olmuştur. O bakımdan Resulullah (s.a.)
onları gördüğünde önce kendisi onlara selâm verir ve "Ümmetim arasında
kendilerine öncelikle selâm vermemi emrettiği kimseleri takdir buyuran Allah'a
hamdederim" derdi.
Mâhân
el-Hanefî de der ki: Bir topluluk Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek
"Bizler oldukça büyük günahlar işledik" dediler. Onlara herhangi bir
şekilde cevap vermiş olduğunu sanmıyorum. Arkalarını dönüp gittikten sonra şu
ayet-i kerime nazil oldu: "Ayetlerimize iman edenler sana
geldiğinde..."
[112]
Yüce
Allah peygamberine kavminin büyüklerinin İslâm'a girmesi umuduyla mustaz'aflan
yanından uzaklaştırmasını yasakladıktan sonra, ona bütün Müslümanlara bu
kabilden ikramda bulunmasını emretmektedir. Bu ise selâm lafzı ile selâmlaşmak
ve onlara izzet ve ikramda bulunarak hüsnü kabul göstermektir.
[113]
Ey
Peygamber! Allah'a ve Rasulüne iman edip kitaplarını da kalp ve amel-leriyle
tasdik eden, günahlarına dair soru sorarak bunlardan tevbe etmelerine imkân var
mı diyen müminlere de ki: "Selâm sizlere!" Yani günahlarınızdan dolayı
tevbeden sonra Allah'ın sizi cezalandırmayacağı hususunda Allah'tan size
güvenlik vardır. Allah'ın selâmını kendilerine tebliğ etmesini, peygamberine
emretmek suretiyle Allah onlara ikramda bulunmuştur. Böylelerinin kalplerini
hoş tutmak ve onlara ikram olmak üzere öncelikle sen selâm ver ve Allah'ın
kuşatıcı ve geniş rahmetiyle müjdele onları.
Bundan
dolayı Yüce Allah geçmiş buyruğun gerekçesini şöylece açıkla- • maktadır:
"Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı." Yani o kerim zatına rahmeti
icap ettirdi. Bu, O'nun bir lütfü, ihsanı ve minnetidir.
Görüldüğü
gibi "selâm sizlere" ayetinin tefsirinde az önce geçtiği gibi nüzul
sebebinde, sözü geçen iki sebebi de bir arada zikretmiş bulunduk. Bazıları da
şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime bir takım günahlar işledikten sonra Resulullah
(s.a.)'a pişmanlıklarını ve üzüntülerini izhar ederek gelen bir topluluk
hakkında nazil olmuştur. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkındadır.
Kimisi
de şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime müşriklerin Allah'ın rasulün-den kovup
uzaklaştırmasını istedikleri Suffa ehli hakkında nazil olmuştur; Allah da
onları böyle bir ikramla taltif buyurmuştur.
Râzî
de şöyle der: "Bu konu ile ilgili görüşlerin doğruya en yakını bu ayet-i
kerimenin umumu üzere anlaşümasıdır. Kim Allah'a iman ederse böyle bir teşrifin
kapsamına girer.[114]
Daha
sonra Yüce Allah tevbenin kabul edilme yolunu şöylece açıklamaktadır:
"İçinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra tevbe ederse..."
yani sizden kim bilmeyerek küçük ya da büyük bir günah işlerse -aşın
gazaplanmak yahut serkeş bir şehevî arzu yahut bir beyinsizlik ve akibeti
takdir olunamayan bir hafiflik ya da kasdî olmayarak böyle bir iş işler de
-sonra da bu günahından dönüp pişman olarak ihlâsla Allah'a tevbe ederse,
gelecekte de böyle bir günaha dönmemek üzere karar verir, amelini düzeltir,
kötülüğün ardından onun etkisini silmek üzere iyilik yaparsa, artık Yüce Allah
ona günahını bağışlamak suretiyle muamele eder. Çünkü O mağfiret ve rahmeti
çok geniş olandır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu ayet-i kerimeyi
andırmaktadır: "Allah nezdin-de (makbul) tevbe, kötülüğü ancak bilmeden
yapanların, sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerinkidir..." (Nisa, 4/17)
Selef
alimlerinden kimisi şöyle demiştir: Allah'a asi olan herkes cahildir. Hakem b.
Ebân b. İkrime de şöyle der: Dünya bütünüyle cehalettir.
Kısacası
samimî bir tevbenin dört şartı vardır: Günahtan dolayı gerçekten pişmanlık
duymak, bundan sonra o günaha bir daha dönmemeye kesin karar vermek, işlenen günahta
kul hakkı söz konusu olmuşsa hakkı sahibine geri vermek ve ardından salih amel
işlemek.
Daha
sonra Yüce Allah, lütfundan olmak üzere ilâhî beyanları açıklama yolunu bize
göstermektedir. Bu yol ise, müminin itaat yollarını bilip günahkârların
yollarına düşmekten uzak durabilmesi için Kur'an ayetlerinin geniş geniş
açıklanmasıdır. İşte bunu beyan etmek üzere, "Ayetleri böylece
açıklıyoruz..." diye buyurmaktadır.
Bunun
anlamı da şudur: Tevhidin, peygamberliğin, kaza ve kaderin delillerine dair bu
harikulade, açık ve teferruatlı açıklamalar gibi biz Kur'an'ın ayetlerini,
beşeriyetin hakikatlerini beyan ediyoruz; batılcıların inkâr ettiği her bir
hakkı böylece sapasağlam yerleştiriyoruz. Ta ki müminler günahkârların yolunu
açık seçik görsünler. Onların yolu açık seçik ortaya çıktıktan sonra artık
bunun dışında kalan ve buna muhalif olan her bir yol da müminlerin yoludur.
İki kısımdan birisinin söz konusu edilmesi ikincisine de delâlet eder; Yüce
Allah'ın, "Ve sizi sıcağa karşı koruyan elbiseler" (Nahl, 16/81)
buyruğunda olduğu gibi. Burada görüldüğü gibi soğuk söz konusu edilmemektedir.
Zira iki zıttan birisinin özelliğinin açıklanması, zımnen ikinci kısmın
özelliğini de göstermektedir. Buna göre günahkârların yolu açıklık kazanırsa
aynı şekilde hak ve iman ehlinin yolu da açıklık kazanmış olur.
[115]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delildir:
1- Şanı yüce Allah, peygamberine kovup uzaklaştırmasını yasakladığı mustaz'aflara
ikram ve lütufta bulunmaktadır. O bakımdan Hz. Peygamber (s.a) onları gördü mü
kendisi önce onlara selâm verirdi.
Yine
bu buyruktan, salih kimselere saygı göstermek, onları kızdıracak yahut
rahatsız edecek şeylerden uzak durmak gereği de anlaşılmaktadır. Çünkü aksi bir
davranış Allah'ın gazabını da celbedecek bir harekettir. Yani Allah mümin
dostlarından herhangi birisine eziyet veren kimseyi cezalandırır.
2- Günahlara düşmüş, sonra tevbe edip amellerini düzeltmiş olan kullarının
Allah tevbelerini kabul edebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere
olana pek çok mağfiret ediciyim." (Tâ-Hâ, 20/82). Hz. Peygamber de İmam
Ahmed'in rivayetine göre Ebu Hureyre'den naklen Muaz b. Cebel'e şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor
musun? O'na ibadet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır." Sonra
şöyle sordu: "Peki kulların bunu yapmaları halinde Allah üzerindeki
haklarının ne olduğunu biliyor musun? O da onlara azap etmemesidir."
3- Allah'ın kullarına rahmeti oldukça geniştir. Yüce Allah kendinden bir
lütuf ve ihsan olmak üzere kendi zatına rahmeti vacip kılmış ve bunu gerçek
haber ve hak vaadi ile bize bildirmiştir ki böylelikle kullar Allah'ın
rahmetinin genişliğini bilsinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu, sakınanlara, zekât verenlere ve
bir de ayetlerimize iman edenlere yazacağım." (A'râf, 7/156)
4- Dinin bütün hükümleri Kur"an-ı Kerim'de etraflıca açıklanmıştır.
Yüce Allah bu surede varlığının ve birliğinin delillerini etraflı bir şekilde
açıkladığı gibi aynı şekilde kullarının ihyitaç duydukları din ile ilgili her
bir şeyi de başka ayetlerde genişçe açıklamış bulunmaktadır.
[116]
56-
De ki: "Sizin Allah'ı bırakarak ibadet ettiklerinize ibadet etmem hiç şüphesiz
bana yasak edildi." De ki: "Ben sizin nevalarınıza asla uymam. O takdirde
sapmış olur ve doğru yolu bulanlardan olmam."
57- De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden bir
beyyine üzerindeyim. Siz ise Onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz şey
benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah'ındır, O doğruyu haber verir ve O
hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
58-
Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı elbette benimle sizin
arınızda iş bitirilmiş olurdu. Allah zalimleri en iyi bilendir.
"Allah'ı
bırakarak ibadet ettiklerinize" yani O'nun dışında ibadet edip taptıklarınıza.
Burada (ayet-i kerimedeki) duadan kasıt budur. Dua, aslında bir hususta hayrın
gerçekleşmesi ya da zararın önlenmesi isteği ile seslenmek demektir,
"ibadet etmem hiç şüphesiz bana yasak edildi." Bana tevdi olunan aklî
deliller ile bana verilen semi deliller dolayısıyla ben alıkonuldum
"De
ki: Ben sizin hevalarınıza asla uymam" yani dininizde, herhangi bir delile
bağlı olmaksızın putlara ibadet hususunda nevanıza tabi olarak izlediğiniz
yolunuzda yürümem. Bu aynı zamanda içine düştükleri sapıklığın sebebini de
açıklamakta olup hakkı bulmak, batıldan uzak durmak isteyen herkese de bir
uyandır. "O takdirde sapmış olurum." Yani sizin hevalarınıza uyacak
olursam, o zaman ben sapıtmış olurum ve hidayetle hiç bir ilişkim kalmaz.
"De
ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzereyim"; beyyine, hakkın açıkça
ortaya çıkmasını sağlayan aklî ve maddî her türlü delile verilen addır. İşte
bundan dolayı şahitliğe de "beyyine" adı verilmiştir. "O doğruyu
haber verir. " Haber vermek (kasas), haberi söz konusu etmek ve bir izin
ardından gidip takip etmek demektir, "ve O Hüküm verenlerin" yani
hüküm koyanların; fasl (hüküm vermek), yargıda bulunmak ve hüküm belirtmek
demektir "en hayırlısıdır".[117]
"De
ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim" mealindeki 57. ayet-i
kerimenin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle der: Bu ayet-i kerime en-Nadr
b. Haris ile Kureyş'in ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, olay
olsun diye "Ey Muhammed! Haydi kendisiyle bizi tehdit edegeldiğin azabı geti-river."
diyorlardı. Bu sebeple bu ayet-i kerime nazil olmuştur.
[118]
Bundan
önceki ayet-i kerimede Yüce Allah kendisinin, hakkı açıkça ortaya koymak ve
günahkârların izlediği yolun açık seçik belli olması için ayetleri genişçe
açıkladığına dair ifadeler yer almıştı. Bundan sonra da bu ayet-i kerimede o
günahkârların yolunu izlemeyi yasaklamaktadır.
[119]
Ey
Peygamber! Şu müşriklere de deki: Ben sizin dua edip çağırdığınız,
kendilerinden hayır ve zararı önlemelerini istediğiniz put, heykel veya şanı ne
kadar yüce olursa olsun, salih bir kul yahut da herhangi bir meleğe ibadet etmekten
alıkonuldum. Böylesi bir ibadet bana yasak kılınmıştır. Ben bütün bunlardan
aynı şekilde aklî ve maddî deliller ile Allah'tan başka tapındığınız şeylere
ibadet etmeyi engelleyen Kur"an ayetleriyle de alıkonulmuş bulunuyorum.
İşte bu ifadelerle onların ne kadar cahil oldukları ima edilmekte ve bunlar
içinde bulundukları duruma gözü kapalı ve basiretsizce atılmakla nitelendirilmektedirler.
De
ki: Ben herhangi bir delile tabi olmaksızın sırf hevaya uyma esasına dayanan şu
hareketlerinizi izlemek suretiyle sizin yolunuza uymam. Şayet nevanıza uyacak
olursam ben de sapıtmış olurum; hak ve hidayet namına hiç bir şeye sahip
olamam. Bu onların herhangi bir şekilde hidayet üzere olmadıklarını kinayeli
bir üslupla ifade etmektedir.
Şüphesiz
Allah'tan başkasına ibadet, öyle bir sapıklık ve şirktir ki, uyanık akla sahip
bir kimse bundan kendisini uzak tutar. Yüce Allah'a ibadetin doğruluğunu ise
her türlü belge ve delil, düşünce ve sağlıklı işleyen bir mantık ortaya
koymaktadır.
Hevaya
tabi olunamayacağını ortaya koyduktan sonra Yüce Allah şu buyruğu ile uyulması
gerekenin ne olduğuna dikkat çekmektedir: "De ki: Şüphesiz ben, Rabbimden
bir beyyine üzerindeyim..." Ey peygamber, onlara şunu söyle! Ben size
muhalefet ettiğim hususlarda Allah'ın bana vahyetmiş olduğu şeri-atinden bir
basiret üzereyim. Apaçık aklî delillere ve dosdoğru tanıklara sahibim. Siz
Allah'tan bana gelmiş bulunan hakkı, yani Kur'an-ı Kerim'i yalanladınız, şirk
koşmak suretiyle Allah'ın varlığını inkâr ettiniz, apaçık belgeleri yalanlayıp
hevaya ve sapıklığa tabi oldunuz, herhangi bir delili bulunmayan kör taklit
yolunu izleyip gittiniz.
Acele
gelmesini istediğiniz şey olan azap, benim nezdimde değildir. Ben onu üzerinize
indirme kudretine sahip değilim. Hüküm ancak Allah'ındır. Yani bu işi
gerçekleştirmek ancak Allah'a aittir. Dilerse O, azaptan dilediğinizi istediğiniz
üzere size acilen verir, dilerse bu husustaki büyük hikmeti dolayısıyla size
süre tanır, sizi erteler: "Her şey O'nun yanında bir miktar iledir."
(Ra'd, 13/7).
Allah
ise doğruyu anlatır. Yani o peygamberine vaadlerinde, tehditlerinde ve bütün
haberlerinde hak olanı anlatır, hak hükmü bildirir. O ayırt edenlerin yani kullan
arasındaki meselelerde hüküm verenlerin en hayırhsıdır. Bir hüküm vermek
dilediği vakit de emrini gerçekleştirir, yerine getirir.
Peygamber
(s.a.) şirkleri sebebiyle üzerlerine azabın ineceğini belirterek kavmini
korkuturdu. Kavmi ise küfür üzere ısrarları dolayısıyla bu azabın çabucak
inmesini istiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De
ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim." Yani, ey Peygamber!
uEy Allah'ım, eğer bu senin nezdinden gelen hak ise üzerimize semadan taş yağdır,
yahut bize can yakıcı azap gönder." (Enfal, 8/32) diyerek azabın çabucak
gelmesini isteyen şu inkarcılara de ki: Eğer bu azabı getirebilmek benim gücüm
dahilinde bir şey olsaydı, hiç şüphesiz bu konuda hak ettiğinizi size gösterir,
başınıza getirir ve benimle sizin aranızdaki hüküm verilmiş olurdu. Ben de
çabucak kurtulmuş ve nihayet iş sonuna gelmiş olurdu. Allah ise kurtuluşa erme
umudu bulunmayan, imana, hak ve adalete dönmeleri umulmayan zalimleri en iyi
bilendir. O bakımdan azabın indirilmesi Yüce Allah'ın elindedir, benim değil.
Allah onları nasıl, ne vakit ve ne şekilde cezalandıracağını en iyi bilendir:
"Her ümmetin belli bir vadesi vardır. Onların belirlenen süresi geldiği zaman
ne bir an geri bırakılırlar, ne de öne alınırlar." (A'râf, 7/34).
"De
ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin
aranızda iş bitirilmiş olurdu." Bu ayet-i kerime ile Hz. Peygamber'in,
"Hayır ben Yüce Allah'ın onların nesillerinden Allah'a ibadet edecek,
O'na hiç bir şey ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümid ederim"
hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz diye bir itiraz gündeme getirilmiştir.
Cevabı şudur: Bu ayet-i kerime, onların azabı istemeleri ile ilgilidir. Burada
şuna delâlet vardır: Eğer onların azabı gerçekleşmesini istedikleri vakit,
azabın gerçekleştirilme yetkisi Hz. Peygamber'in elinde olsaydı, bu azabı
onların başına getirirdi. Hadis-i şerifte onların azabın başlarına gelip
inmesini istediklerine dair bir şey yoktur. Aksine dağlarla görevli olan melek
ona, eğer dileseydi, -Ahşebeyn diye bilinen Mekke'nin güney ve kuzey
taraflarında bulunan iki dağı üzerlerine kapatmayı teklif etmişti. Bundan
dolayıdır ki Hz. Peygamber de onlara mühlet verilmesini istemiş ve onların
azaplandırılıp tamamen imha edilmeleri kendisine teklif edilmiş olmasına
rağmen, onlara yumuşak davranılmasını istemiştir.
Hadis-i
şerifin geçtiği olay, Buharı ile Müslim'in Sa/ıi/ı'lerindeki rivayetlerine
göre Hz. Aişe'den nakledilmiş olup şöyledir: Hz. Aişe Allah Rasulüne şöyle
sordu: "Ey Allah'ın Rasulü, sen Uhud gününden daha çetin bir günle
karşılaştın mı?" Şöyle buyurdu: "Andolsun, senin kavminden
kaynaklanan sıkıntılarla karşılaştım. Onlardan çektiğim en büyük sıkıntı Akebe
günü olmuştu. Kendimi Abd b. Yalil b. Külal oğluna (beni himaye etsin diye)
arz etmiştim de o benim istediğimi kabul etmemişti. Oldukça kederli bir
şekilde gerisin geri döndüm. Ancak, Karn es-Selib'de kendime gelebildim.
Başımı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulut ile karşılaştım. İyice baktım,
orada Cibril (a.s)'in olduğunu gördüm, bana şöyle seslendi: Allah kavminin sana
söylediklerini ve sana ne şekilde cevap verdiklerini işitmiş bulunuyor. Sana
haklarında dilediğin şekilde emir veresin diye dağlar meleğini gönderdi. Daha
sonra dağlar meleği bana seslenip selâm verdi ve şöyle dedi: Ey Muhammedi
Muhakkak Allah kavminin sana söylediklerini işitti, Rabbim beni sana dilediğin
şekilde emredesin diye gönderdi. Arzu ettiğin takdirde şu Ahşebeyn dağını
onların üzerine kapatırım." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Hayır, ben Allah'ın onların nesillerinden Allah'a ibadet edecek
ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümit
ederim."
[120]
Hak
ile batıl bir arada bulunmaz. Çünkü hak delil ve akıl üzere yükselir. Batıl ise
heva ve arzulardan kaynaklanır. O bakımdan Allah Rasulünün put ve heykellere
ibadet hususunda kavminin nevalarına tabi olması imkânsızdır. Onlar yalnızca
heva ve taklidin etkisiyle put ve heykellere ibadet ederler; yoksa delil ve
belgeye uyarak değil. Putları kendi elleriyle yontuyorlardı. Esasen aklen put
yapan, yontan bir kimsenin yaptığı, yonttuğu o puta tapınması çok çirkin bir
şeydir.
Azabın
gerçekleştirilmesi, diğer insanlar gibi peygamberin de gücü çerçevesinde olan
bir şey değildir. Bu hususta emir ve hüküm yalnızca Yüce Allah'ındır.
Yüce
Allah'ın, "Hüküm ancak Allah'ındır" buyruğu şunu göstermektedir:
Allah herhangi bir husus hakkında hüküm verdiyse, kul hiç bir şeye kadir olamaz.
Allah'ın o hususta hüküm vermiş olması hali müstesna, kulun Allah'a rağmen
küfre sapmasına da imkân yoktur. Bütün fiillerde de durum budur. Çünkü ayet-i
kerimenin nassı hususilik ifade eder. Yani Allah'tan başkasının hükmetme hak ve
yetkisi yoktur, demektir.
Aynı
şekilde zalimlerin cezalandırılacakları vakti ve bu cezanın miktarını da
Allah'tan başka kimse bilmez. Bunu yalnızca O bilir ve belirlemiş olduğu
vaktine kadar erteler. Bu vakti de dilediği gibi takdir eder. O bütün bunları
hikmeti gereği yapar, O her şeyi bilir. İnsanlara göre acilen yapılması
gerekeni erken yapar, ertelenmesi daha uygun olanı da erteler.
[121]
59-
Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada
ve denizde ne varsa O bilir. Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir.
Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere,
hepsi apaçık bir kitaptadır.
60-
Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan ) O'dur. Gündüzün ne kazandığınızı bilen,
sonra muayyen bir ecel tamamlanıncaya kadar onda yine sizi diriltendir. Sonra
dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O işlediklerinizi size haber verecektir.
61-
O kullarının üzerine kahir olandır. Üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet
birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik bir şey
yapmazlar.
62-
Sonra gerçek mevlâlan olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm, ancak
O'nundur ve O en süratli hesap görendir.
"Gaybın
anahtarları O'nun yanındadır." Burada "anahtarlar" ifadesi gaybî
şeyler hakkında istiare olmak üzere kullanılmıştır. Sanki içinde gizli şeylerin
saklandığı mahzenler gibidir.
Zamahşerî,
el-Keşşâfta (1,509) şunları söylemektedir: Bu istiare yoluyla gaybın
anahtarları olduğunu ifade etmektedir. Çünkü, kapatılıp kilitleyerek sağlam bir
şekilde koruma altına alınan mahzenlerdeki şeylere anahtarlarla ulaşılır.
Maksat gaib olanları bilenin yalnızca Allah olduğunu ifade etmektir. Tıpkı
yanında mahzenlerin kilitlerinin anahtarları bulunup onları açmayı bilen kimse
gibi. Mahzenin içindeki şeylere yalnızca bu kimse ulaşabilir.
"Geceleyin
sizi vefat ettiren O'dur." Burada hissetme ve ayırt etme imkânlarının
ortadan kalkması bakımından aralarındaki benzerlik dolayısıyla ölüm vefatı
uykuya benzetilmiştir.
'Yaş
ve kuru" ile "gece ve gündüz" ifadeleri arasında tıbâk sanatı
vardır.
[122]
"Gaybın
anahtarlarından kasıt; gayba yahut gaybın hazinelerine götüren yollar demektir.
Bunlar "O'nun" yani Yüce Allah'ın "yanındadır."
"Karada"
yani yüryüzünün su bulunmayan bölümünde "ve denizde" bol suların
bulunduğu geniş yerlerde "ne varsa O bilir"
"Geceleyin
sizi vefat ettiren"; vefat ettirmek, bir şeyi tam ve eksiksiz olarak almak
ya da onu sayıca tam anlamıyla tespit etmek demektir. Daha sonra bu kelime,
ölüm hakkında kullanılmıştır. Çünkü ruhlar tam anlamıyla ölüm esnasında
kabzedilip alınır. Ayrıca uyku hakkında da kullanılmıştır; ancak uyku gerçek
bir ölüm değildir. Sadece, ruhlar ölümle kabzedildikten sonra olduğu gibi
uyurken de tasarrufta bulunmaktan alıkonulmaktadır.
"Gündüzün
de ne kazandığınızı" yani aza ve organlarınızla neler işleyip
kazandığınızı. Buradaki kazanmak kelimesi için kullanılan el-cerh kelimesi
kazanç gibi hayır ve şer hakkında da kullanılır. İctirah ise sadece kötülük yapmak
anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kötülük işleyenler
(ictirâh edenler) sandılar mı ki..." (Câsiye, 45/21) "bilen, sonra
muayyen bir ecel tamamlanıncaya kadar" hayat için belirlenen vadenin sonu
gelinceye kadar "onda sizi diriltendir." Yani gündüzün sizi uykudan
uyandırır, "sonra" öldükten sonra diriliş ile "dönüşünüz yalnız
O'nadır. Sonra O size işlediklerinizi haber verecektir." Yani
yaptıklarınızın karşılığını verecektir. "Üzerinize koruyucular" yani
amellerinizi tespit eden melekler. Bunlar Kiramen katibin diye bilinen
meleklerdir: "Muhakkak üzerinizde kodruyucular vardır, Kirâmen kâtibin
vardır." (İnfitar, 82/10-11) "gönderir. Nihayet birinize ölüm gelse
elçilerimiz onun ruhunu alırlar." Bunlar ruhları kabzetmekle görevli olan
meleklerdir. "Onlar eksik bir şey yapmazlar." Emrolundukları şeyi
kusursuz olarak yerine getirirler.
"Sonra"
yaratıklar "hak mevlâları" gerçek ve adil sahipleri "olan
Allah'a" amellerinin karşılıklarını vermek üzere
"döndürülürler."
"Bilin
ki hüküm" yani yaratıkları hakkında geçerli olan nihaî hüküm, "ancak
O'nundur ve O, en süratli hesap görendir." Bütün mahlûkatı dünya günlerinde
ve bir günün yarısı kadar bir süre içerisinde -bu konuda varit olmuş hadis
gereği- hesaba çeker.
[123]
Bu
ayet-i kerimeler bundan önceki emirlerle yakın ilişkilidir. Çünkü Yüce Allah
bir önceki ayet-i kerimede, "Allah zalimleri en iyi bilendir"
buyurmaktadır. Daha sonra burada ise ilim ve kudretinin genişliğini söz konusu
etmektedir. Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. Bütün mahlûkatta mutlak
tasarruf sahibi O'dur. O kullarının üzerine kahir olandır. O vefat edeni
(uyuyanı) koruyandır, en kısa bir zamanda bütün yaratıklarını hesaba çeken de
yine O'dur.
[124]
Gaybın
hazineleri de anahtarları da Allah'ın yanındadır. Onlarda tasarrufta bulunan
O'dur. Gizliyi de açığı da O bilir. O'ndan başka hiç bir kimse gay-bı bilmez. O
hikmetine uygun olarak uygun gördüğü zamanda bunlardan dilediğini uygulamaya
koyar.
Yüce
Allah'ın kendisine tahsis ettiği gaybî hususlar beş tanedir. Buharî, İbni
Ömer'den, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Gaybın anahtarları beş tanedir. Allah'tan başka onları kimse bilmez:
"Muhakkak kıyamet saatinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O
indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez
ve hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi
bilendir, her şeyden haberdar olandır." (Lokman, 31/24).
Rivayette
kaydedildiğine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, onunla birlikte on iki bin
melek nazil olmuştur.
Müslim'in
Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah
(s.a.)'ın yarın neler olacağını haber verdiğini kim iddia ederse şüphesiz
Allah'a karşı çok büyük bir iftirada bulunmuş olur. Yüce Allah ise şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar arasında gaybı hiç kimse
bilmez, ancak Allah bilir." (Nemi, 27/65).
Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade etmektedir: "O gaybı bilendir.
Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber
ola."'(Cin, 72/26-27)
Şanı
yüce Allah kişinin içinden geçirdiklerini, gizli ve sır olan her şeyi de bilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin kalplerinin gizlediklerini
ve açığa vurduklarını da bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli ne varsa mutlaka
apaçık bir kitaptadır." (Nemi, 27/74-75); "O gözlerin hain bakışını
da kalplerin gizlediklerini de bilir." (Mü'min, 40/19).
"Kendinden
başkası bunları bilmez" cümlesi bir önceki cümleyi tekit etmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah özetle ifade ettiği hususu genişçe açıklamakta ve bilgisinin
kuşattığı bir takım alanları şöylece saymaktadır: "Karada ve denizde ne
varsa O bilir." Yani gayba ait şeyleri bildiği gibi, tarafınızdan görülen
eşyayı da bilir. Karada, denizde ne varsa onu bilir. O'nun bilgisi karada ve
denizde olanıyla bütün varlıkları kuşatıcıdır. O'na bunların hiç birisi gizli
değildir. Gökte olsun yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli
kalmaz. Hangi mekân ve zamanda olursa olsun, karada olsun denizde olsun, ağaç
yapraklarından bir tanesinin dahi düşmesi O'nun bilgisiyledir. O cansızlar da
dahil olmak üzere -canlılannki de öncelikle- bütün varlıkların hareketlerini
bilir. Bilhassa canlılar arasında mükellef bulunan cinlerin ve insanların da
hareketlerini bilir. Kişileri ilgilendiren her türlü hali de bilendir O.
Yerin
karanlıklarında ister çiftçi gibi insanın fiiliyle olsun, ister karınca gibi
hayvanın fiiliyle olsun isterse de yerin yarıklarına düşen bitki gibi insanın
fiili olmadan yerin karanlıklarına düşen her bir taneyi bilir. Dalından düşen
meyveyi, yaş olsun kuru olsun, canlı olsun cansız olsun bilir. İşte bu şekilde
bütün varlıklara dair bilgi, asla silinmesi söz konusu olmayan ve muhafaza
altında bulunan açık seçik bir kitap olan Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiştir.
Orada her şeyi Yüce Allah tescil edip kaydetmiştir. Her şeyin sayısını,
zamanını, var oluşunu ve yok oluşunu kaydetmiştir.
Kitabın
apaçık olması Allah'ın bütün mahlûkatı yaratmadan önce onda bulunan şeylerin
doğruluğunu açıkça ortaya koymasındandır. Bu ez-Zeccâc'm görüşüdür. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İster yeryüzünde ister nefislerinizde
vuku bulan her bir musibet mutlaka onu yaratmamızdan evvel bir
kitaptadır." (Hadid, 57/27). Râzî ise Kitâb-ı Mübîn'den (apaçık kitaptan)
kastın Yüce Allah'ın bilgisinden başka bir şey olmadığı görüşünü doğru bulup
tercih etmiştir.[125]
Özetle,
Yüce Allah gizliyi de açığı da, görüleni de görülmeyeni de, yaşı da kuruyu da,
gizliyi de ondan gizli olanı da, kâinattaki her bir şeyi, geneli, özeli
bütünüyle eksiksiz olarak bilir.
Daha
sonra Yüce Allah kudretinin bir takım tecellilerini, kâinattaki ve insanın
yaşarken, ölürken, öldükten sonra diriliş, ahiretteki hesaba çekilme gibi
geçtiği bir takım merhalelerdeki ilâhî tasarruflarını söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur..." Yani geceleyin
uyurken, kullarının canını, uykuda iken alan (uyutan) odur. İşte bu, küçük
ölümdür. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah
ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini (ruhunu) de uykusunda alır.
Üzerine ölüm hükmünü verdiğini tutar, diğerini ise belli bir vakte kadar
salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır."
(Zümer, 39/42). Böylelikle bu iki ayet-i kerimede Yüce Allah önce küçük sonra
da büyük iki ölümün hükmünü söz konusu etmektedir.
O
gündüzün neler kazandığınızı bilir. Bu cümle Yüce Allah'ın bütün mah-lûkatınm
gece ve gündüz yaptıklarını ilmiyle kuşattığını gösteren bir ara cümlesidir.
Hareket halinde iken, hareketsiz iken her hallerini bilir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İçinizden kim sözünü gizler veya açıklar, gece gizlenir
gündüz yoluna giderse (O'nun için) birdir." (Ra'd, 13/10)
Uyku
şeklindeki vefatınızı ve gündüzün yaptıklarınızı da bilmesinden başka,
gündüzün sizi uykunuzdan uyandırır. Yani gündüzün sizi serbest bırakır. İbni
Kesir"in tercih edip daha üstün kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu
Katâde, Mücahid ve es-Süddf nin de görüşüdür.
Gece
ve gündüzün bu şekilde hareket etmesi, Yüce Allah'ın sizden her biriniz için
ilimde belirlemiş olduğu belli sürenin tamamlanması ve yerini bulması içindir.
Çünkü bütün eceller, ömürler önceden takdir edilmiş, sınırlanmış ve
yazılmıştır. Bundan sonra kıyamet gününde ecellerin tamamlanmasından sonra
Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Sonra da O, dünyada yapmış olduğunuz
amellerinizi size bildirecek ve amellerinizin karşılığını hayırsa hayır, şer
ise şer olarak verecektir.
Allah
kulları üzerinde kahir olandır. Yani her şeyi kendi güç ve egemenliği altında
tutan O'dur. Her şey O'nun celâline, azamet ve kibriyasına zilletle boyun
eğmiştir. O, öldükten sonra diriltmeye kadir olandır. Çünkü uyuyarak vefat
edeni (küçük ölümle öleni) harekete getirip diriltmeye kadir olan, ölümle vefat
edeni de diriltmeye kadirdir. O kulları üzerinde tasarrufta bulunandır. Var
etmek, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle onlara dilediğini
yapandır.
Gece
ve gündüz insan bedenini koruyacak amellerini tespit edecek ve bu hususlarda
görevlerinde hiç bir eksik bırakmayacak şekilde koruyucu melekler gönderen
gerçek koruyucu (el-Hâfız) O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz üzerinizde koruyucular vardır. Kirâmen katibin (şerefli
ya-zıcılar)'dir bunlar. Yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 82/10-12);
"Sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır.
O (insan) bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye
hazır bir (melek) vardır." (Kaf, 50/17-18). Yüce Allah'ın şu buyruğu da
ayet-i kerimenin anlamını ifade etmektedir: "Önünden de arkasından da
kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen izleyicileri vardır." (Ra'd, 13/11).
Buharî
ve Müslim, Ebu Hureyre'den Hz. Peygambere merfu olmak üzere şunu rivayet
etmektedirler: "Gecenin ve gündüzün melekleri sizin aranızda ardı
arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelirler.
Sonra sizinle birlikte geceyi geçirmiş olanlar semaya çıkar. Rabbi onları en
iyi bilen olduğu halde onlara sorar: "Kullarımı ne halde bırakıp
geldiniz?" Onlar da, "Namaz kılarken bırakıp geldik, yanlarına
gittiğimizde de namaz kılıyorlardı" derler.
Hafaza
meleklerinin Yüce Allah'ın her şeyi bilmesine rağmen insanın amellerini
yazmalarındaki hikmet, insana karşı delil ortaya koymak için maddî bir delilin
getirilmesi, ortaya konulması içindir. Çünkü kişi amellerinin yazılmakta
olduğunu bilirse, kendisi için yasaklanan şeylerden uzak durur, itaat olan
işlere yönelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kitap konulmuş
olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden dolayı korkuya kapılmış göreceksin:
"Eyvah bize, bu kitaba ne olmuş! Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp
dökmüş" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklardır. Rabbin
hiç bir kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).
O
amellerinizi tespit etmek için üzerinize koruyucu melekler gönderir. Nihayet
her insanın eceli gelince bu iş için tarafımızdan görevlendirilen melek elçilerimiz
ruhunu alırlar. Bu elçiler ölüm meleğinin yardımcılarıdırlar. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği ruhunuzu
alacaktır, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11). İbni
Ab-bas ve başkaları der ki: Ölüm meleğinin diğer meleklerden yardımcıları
vardır. Bunlar ruhu cesetten çıkartırlar. Ölüm meleği nihayet ruh boğaza gelip
dayanınca onu kabzeder.
Bu
melekler ölenin ruhunu muhafaza etmekte herhangi bir kusur işlemezler. Aksine
onlar bu ruhu gereği gibi korur ve Yüce Allah'ın dilediği yere bırakırlar.
Eğer bu kişi iyi kimselerden ise İlliyyîne, kötü ve günahkârlardan ise Siccîne
bırakırlar. Bundan Allah'a sığınırız.
Daha
sonra elçi meleklerin canlarını aldığı bu kimseler mevlâlarma yani işlerini
çekip çeviren mutlak malikleri olan Allah'a döndürülür; hak olan mevlâlarma
yani haktan başka hiç bir hüküm vermeyen, gerçek adaletli olan mev-lâlarına.
Şunu bilin ki, o günde hüküm yalnız O'nundur, O'ndan başkasının hükmü yoktur.
Kimse O'nun hükmünü geri çeviremeyecektir, O'nun hükmüne karşı çıkamayacaktır.
O en çabuk hesap görendir. Herkesi en kısa bir süre zarfında hesaba çeker.
Birisinin hesabını görmesi ötekinin hesabını görmesine engel değildir. Hadis-i
şerifte şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah herkesi bir koyunun sütünün
sağılması kadar bir zamanda hesaba çekecektir."
Bu
ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Rabbin
aralarında hükmü gereğince hükmeder. O Azîz'dir, her şeyi bilendir."
(Nemi, 27/78); "Ve Allah hükmeder, kimse O'nun hükmünü reddedemez. O
hesabı çabucak görendir." (Ra'd, 13/41); "Hakkında anlaşmazlığa
düştükleri şeylere dair kullarının arasında sen hüküm vereceksin." (Zümer,
39/46).
[126]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Allah genel ve özeliyle gizliyi de açığı da bilendir. Özellikle beş
husus vardır ki onları yalnız kendisi bilir, O'ndan başka hiç bir kimse bunları
bilmez: Kıyametin ne zaman kopacağı, ne zaman ve ne kadar yağmurun yağacağı, rahimlerde
saklı bulunan canlıların nitelik ve muayyen tabiatlarıyla birlikte durumları,
geleceğe dair bilgi ve insanların ecellerine dair bilgi.
O'nun
bilgisi hareketi, hareketsizliği, canlıyı, cansızı, bitkiyi, insanın gizleyip
sakladıklarını, içinden geçirdiklerini, kalpten geçenleri dahi kuşatıcıdır.
Yüce
Allah gayb bilgisine sahiptir. Bu bilgiye ulaştıran yollar O'nun elindedir.
O'ndan başka bunlara kimse sahip değildir. Bu bilgiye kimi muttali kılmak isterse
muttali kılar, öğretmek istemediğine de bu bilgiyi öğretmez. Böyle bir bilgiyi
ise ancak rasullerine ihsan eder. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Allah sizi gayba da muttali kılmaz. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse
seçer..." (Âl-i İmran, 3/179); "O gaybı bilendir; kendi gaybına hiç
bir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola."
(Cin, 72/26-27)
2- İlim adamları şöyle der: Şanı yüce Allah gayb ilmini kullan arasından
seçeceği kimseler müstesna olmak üzere, Kitab-ı Kerim'indeki birden çok ayette
yalnız kendisine izafe etmiştir. Her kim, herhangi bir vesile, sebep göstermeden
yarın yağmur yağacağını, rahimde ne olduğunu bildiğini söylerse bu onu küfre
götürebilir. Şayet bunu kesin bir ifade olarak söylemeyip filan yıldızın
[127]
doğumu ile Allah âdeten yağmur yağdırır ve bu âdeten yağmurun sebebidir, bunun
yağmura sebep olması da Allah'ın ezelî ilminde takdirine göre cereyan eder
diyecek olursa, o takdirde kâfir olmaz. Şu kadar var ki, bu konuda herhangi bir
söz söylememesi de onun için müstehaptır. Çünkü böyle bir takım ifadelerde
kâfirlerin sözlerine benzetme ve Allah'ın latif hikmetini bilmeme söz
konusudur. Zira yağmur Allah dilediği zaman yağar; o sebeple yağmurun yağması
kimi zaman belli bir yıldızın doğumuyla, kimi zaman da o yıldızın doğumu söz
konusu olmaksızın gerçekleşmektedir-[128]
Kehânet
(geçmişi ve gayb ilmini bilme iddiası) ile irâfe (geçmişi ve geleceği bilme
iddiası) yalan iddialardır. Bu onların her biri Allah'ın gaybı bildiği ve bunun
Allah'a münhasır olduğu ilkesine aykırıdır. Müslim'in Sahih'inde Peygamber
(s.a.)'in hanımlarından birisinden Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Her kim bir Arrâfın yanma gider, ona herhangi bir şey
hakkında soru soracak olursa, kırk gün süreyle onun namazı kabul olunmaz."
Arrâf, gaybı bildiği iddiasında bulunan, bir takım gizli saklı şeyleri bilmeye
çalışan, müneccimlik yapan kimsedir. Bu kişi bildiğini ileri sürdüğü bir takım
sebep ve mukaddimelerden hareketle bazı hususlara onları delil gösterir. Ba-zan
bu konuda yıldızlardan ve başka şeylerden ve bu hususta alışılmış başka
sebeplerden de yararlanabilir. Bu ise "irâfe" denilen bir tekniktir;
bunların hepsi hakkında kâhinlik ismi kullanılabilir.
İbni
Abdilberr der ki: Haram kılındığı icma ile kabul edilen kazanç yolları arasında
bulunanlar şunlardır: Faiz, fuhuş yapan kadının ücreti, rüşvet, ağıt yakmak ve
şarkıcılık karşılığında alınan ücret, kâhinlik, gaybı bilmek ve semanın
haberlerini bilme iddiası ile çalgı çalmak, oyun ve bütün batıllar karşılığında
alınan ücretler.
3- Apaçık kitaba yani Levh-i Mahfuza işaret, bu hususta melekler gerekeni
göz önünde bulundursunlar diyedir. Yoksa Yüce Allah -haşa- ileride bunu
unutabilirim diye yazmış değildir.
4-
Küçük ölüm diye bilinen uykusunda,
büyük ölüm diye bilinen gerçek ölümü halinde insan üzerinde tasarrufta bulunan
Allah'tır. Her iki ölüm arasındaki farka gelince: Uyku halinde insan
tasarruftan alıkonulur. Ölüm halinde ise ruh artık nihaî olarak
hareketsizleşir ve cesetten tamamıyla ayrılır. Uyku halinde hayat devam eder.
Bunun delili ise insanın hareket ve teneffüsüyle varlığını sürdürmesidir.
Kişinin ömrü sona erdi mi ruhu cesedinden çıkar, hayatı son bulur. Artık o
ceset hareket etmeyen, nefes almayan bir ölü olur.
5- Yüce Allah'ın kâfirlere süre tanıması onların küfürlerinden yana gafil
olduğundan değildir. O her şeyi sayısıyla bilir. Onu tek tek tespit etmiştir.
Onun bu şekilde mühlet vermesi, nzık ve hayat gibi belirlenmiş vade tamamlansın
diyedir. Sonra onun huzuruna dönecekler ve onların amellerinin karşılığını
onlara verecektir.
Ayet-i
kerime öldükten sonra dirilişe ve mahşerde toplanmaya da delâlet etmektedir.
Çünkü ikinci yaratılışın birinci yaratılıştan sonra gelmesi, tıpkı uykudan
sonra uyanıklığın gelmesi gibi olup o da şunu göstermektedir: Bunlardan
birisine kadir olan elbette ötekine de kadirdir.
6- Hayatın belli süresinin belirlenmiş olması ile hesap ve amellerin
karşılığını görmek üzere Yüce Allah'a dönüş, daha önce geçmiş bulunan Mekke
müşriklerinin çabucak gelmesini istedikleri azabın ertelenmesindeki hikmeti ve
ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğu gerçeğini de desteklemektedir.
Bunların ilkinden (dünya azabından) kurtulan ötekinden kurtulamaz.
Şanı
yüce Allah bütün hallerde -mekân ve cihet üstünlüğü ile değil de mevki ve rütbe
üstünlüğü ile- kullarının üzerinde kahir olandır.
7- Yüce Allah'ın kullarının amellerini tespit edip koruyan, onları
afetlere karşı muhafaza eden melekleri vardır. Diğer taraftan meleklerin
insanlar ile ilgili başka bir takım görevleri de vardır. Bunlardan kimisinin
görevi ruhları almaktır. Ölüm meleğinin de ruhu cesetten çekip alan
yardımcıları vardır. Ruhun tamamıyla kabzedilmesi noktasına gelince, ölüm
meleği onu kabzeder.
Gerçek
anlamı ile öldüren ise Allah'ın kendisidir. Fakat öldürme kimi zaman Yüce
Allah'ın emri ile hareket eden ölüm meleğine şu buyrukta olduğu gibi nispet
edilir: "De ki: Ölüm meleği sizin canınızı alır." (Secde, 32/11).
Kimi zaman diğer meleklere nispet edilir. Çünkü bu işi üstlenenler onlardır.
Bu ayet-i kerimedeki "elçilerimiz onun ruhunu alırlar" buyruğunda
olduğu gibi. Kimi zaman da şu buyrukta olduğu gibi. Yüce Allah'a nispet
edilir: "Ölümleri sırasında canları vefat ettiren Allah'tır."
(Zümer, 39/42); "De ki: Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür."
(Câsiye, 45/26); "ki ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk, 67/2).
8- Kıyamet gününde mutlak hüküm, yani anlaşmazlıklar konusunda hüküm
vermek ve tarafların arasını ayırmak yalnızca Allah'ındır. Allah en çabuk hesap
görendir. Yani bu konuda düşünme ya da konuyu incelemeye ihtiyacı yoktur.
[129]
63-
De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarıyor ki, ona gizli
yalvarıyor ve dua ediyorsunuz: Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden
oluruz.
64-
De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Sonra da siz yine
şirk koşarsınız."
"Sizi
karanın ve denizin karanlıklarından" yani gece karanlığı, bulutların ve
yağmurların karanlıkları, onlarla birlikte fırtına, bora, denizlerin dalgalanması
gibi maddî karanlıklarla, yolları bilmeme, delilleri elde edememe gibi manevî
karanlıklardan sizi "kim kurtarıyor ki" O'na. Burada kasıt yolculuk
esnasında kara ve denizde karşılaşılan dehşetli ve korkutucu halleridir.
"O'na gizli" saklı, başkalarının göremeyeceği bir şekilde;
"yalvarıyor ve dua ediyorsunuz." Yani açıktan açığa ve yakarmada
mübalâğa ederek. Tazarru, alçak gönüllülükle ve itaatle dua demektir. Maksat
ise ileri derecede ihtiyaçtan doğan ve ihlâsla yapılan dualardır,
"şükredenlerden oluruz." müminlerin safına katılarak Allah'ın
nimetlerine şükredeceklerden oluruz. "Ondan" yani karanlıklardan ve
sıkıntılardan; "ve her sıkıntıdan"; sıkıntı (kerb), aşırı derecede
gam ve keder demektir, "sizi Allah kurtarır."
[130]
Yüce
Allah bundan önceki ayetlerde ilminin kuşatıcılığı, kudretinin kapsamlılığı,
kahır ve galebesiyle yaratıkları üzerindeki üstünlüğü, onlara karşı amellerini
muhafaza edip tespit etmesi gibi ulûhiyetinin bir takım delillerini söz konusu
etti. Burada da ilâhî kudretin mükemmelliğine, rahmet, lütuf ve ihsanın
kemaline delil olabilecek hususlardan bir diğerini bunlara eklemektedir.
[131]
Allahu'
teala kullarını kara ve denizin zulmetinden karanlıklardan yani kara da ve
deniz de maruz kalacakları tehlikelerden dolayı sürekli korku ve dehşet içinde
yaşamaktan, yolunu bilmez halde şaşkın dolaşmaktan -kurtarmakla lütfettiği
ikram ve ihsanı insanlara hatırlatmaktadır.
Ey
Peygamber! Şu tevhidin ayet ve belgelerinden yana gaflete düşen müşriklere de
ki: Siz, karada ve denizde yolunuzu şaşırdığınız vakit yolculuğun dehşet ve
korkularından sizi kim kurtarır? Böyle bir durumda sizler gizli ve açık itaat
ve alçak gönüllükle, korku ile yardım isteyerek, yalvarıp yakararak ve zillet
halinde Allah'tan başka dua edecek bir sığınak bulamazsınız. Sizler böyle bir
durumda yemin ediyorsunuz ve diyorsunuz ki: Bu sıkıntı ve karanlıklardan yahut
da karşı karşıya kaldığınız bu darlıktan eğer Allah bizi kurtaracak olursa,
andolsun ki nimetlere şükreden, Allah'ın tevhidini kabul eden, O'na hiç bir
şeyi şirk koşmaksızm ihlâsla iman eden kimselerden olacağız.
Kur'an-ı
Kerim'de bu ayet-i kerimenin benzeri pek çoktur; Yüce Allah'ın şu buyruğunda
görüldüğü gibi: Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Nihayet siz gemilerde
bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgâr ile onları (yolcuları) alıp
götürdüklerinde ve (yolcuların) bununla sevindikleri sırada ona şiddetli bir
fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar hücum etmeye başlar ve kendilerinin
çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. İşte o vakit Allah'ın dininde ihlâslı
kimseler olarak ona dua ederler: "Andolsun ki eğer bizi bundan kurtarırsan
muhakkak şükredenlerden oluruz." (Yunus, 10/22); "Ve denizde size bir
sıkıntı gelip dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur."
(İsrâ, 17/67).
De
ki: İşte bütün bu dehşetlerden de her türlü sıkıntı ve kederden de defalarca
sizi kurtaran Allah'tır. Sonra sizler bütün bunlarla birlikte, bu kurtarmasından
sonra Allah'a başkalarını ortak koşuyor, iman edeceğinize dair verdiğiniz
sözünüzde durmuyor, Allah'a olan ahdinizi bozuyor, yemininizin gereğini yerine
getirmiyorsunuz.
[132]
İnsan
çoğunlukla ahdinde durmaz, sözünü yerine getirmez, dosdoğru hal üzere devam
etmez. Onu tabiatı gereği sözünde durmayıp ahdini bozan kimse olarak görürsün.
Sıkıntı ve korku zamanlarında Allah'a sığınır, kurtulduktan sonra Allah'ı
unutur, sapıklık ve bilgisizliğine geri döner. Ancak aklın iyiliğe karşı güzel
davranmanın ve samimiyetin telkin ettiği yapılması gereken iş, insanın doğru
akide esasına, gerçek imana ve küçük büyük bütün nimetleri ihsan eden,
özellikle de sıkıntı ve bunalımlı hallerde bu nimetleri bağışlayana ibadet
üzere devam etmesini gerektirir.
İşte
bu ayet-i kerimenin sözünü ettiği hallerden bir hal: Sizler yolunuzu kaybedip
helak olmaktan korkarak Allah'a dua edip, "Andolsun ki Allah bizi bu
sıkıntılardan kurtaracak olursa, hiç şüphesiz dosdoğru yol üzere giden itaatkârlardan
oluruz" diye yemin ettiğiniz vakit... Bu, sıkıntılı zamanlarda yalnızca
Allah'a dua ve ibadet edip rahat ve bolluk hallerinde ise O'ndan başkasına
ibadet ve dua ettikleri için müşriklere bir azardır. Nitekim Yüce Allah "Sonra
siz yine şirk koşarsınız" buyruğu ile bunu ifade etmektedir. Bu, Yüce Allah'ın
iman edip şirki bırakacağına söz veren kimseleri azarlamak ve onlara sitem
kastıyla Allah'ın verdiği bir örnektir. Çünkü bilgiden sonra delil ortaya konulacak
olursa, zaten ihlâslı olmak icap eder. Müşrikler ise bunun yerine başka bir
şey ortaya koydular ki, bu da şirk koşmaktır. O bakımdan her ne kadar
kurtarılmalarından önce de müşrik kimseler idiyseler de böyle bir üslûpla
azarlanmaları, onlara sitem ifade eden güzel bir üslûptur. Ayet-i kerimeden,
Yüce Allah'a şirk koşan kimselerin aslında Allah'a hiç ibadet etmemiş olduklarına
işaret de vardır. Çünkü ihlâs ibadetin şartı, tevhid de ibadetin esasıdır.
Ayet-i
Kerime, selim bir fıtrat ve asıl insanın hilkati herhangi bir sıkıntı zamanında
Allah'tan başka bir sığınak olmadığına, Allah'ın lütfundan başka hiç bir şeye
güvenilemeyeceğine şahitlik ederse, bütün hal ve zamanlarda ihlâ-sm devam
etmesi, icap ettiğini açıkça ifade etmektedir. Çünkü insanın sıkıntı
zamanlarında dua yalvarıp yakarmak, kalpten ihlâs ve şüküre sımsıkı yapışmak gibi
dört hususu yerine getirdikten sonra, bundan vazgeçip gerisin geri dönmesini ve
dehşetli hallerden kurtuluşun sebeplerini hazırlayan Allah'ın verdiği esenliğe
ulaştıktan ve O'nun geniş rahmet ve lütfü ile sıkıntıdan kurtulduktan sonra bu
hususların zıddı ile amel etmesini akıl kabul etmez.
[133]
65-
De ki: "O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye
yahut sizi birbirinize katıp fırkalar halinde birinize birinizin hıncım tattırmay«
kadirdir." İyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl türlü tür- lu
açıkladığımıza bir bak!
66-
Kavmi de onu yalanladı. Halbuki o haktır-De ki: "Ben üzerinize bir vekii değilim."
nat*er için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Siz de yakında öğrenirsiniz.
"Üstünüzden
yahut ayaklarınızın altından..." buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.
[134]
"O
size üstünüzden" taş yağdırmak veya "sayha" yani çığlık gibi
semadan "yahut ayaklarınızın altından" yere geçirilmek gibi,
"bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıp" yani birbirinize
karıştırıp... Burada, kasıt işi sizin için içinden çıkılmayacak ve ayrılığa
düşürecek şekilde karıştırmasıdır. "fırkalar halinde"; burada
fırkalar anlamına gelen siya' kelimesi şia'nm çokluk şeklidir. Yani sizleri
değişik nevaların peşine takılan farklı kesimler halinde "birinize
birinizin hıncını" savaş suretiyle "tattırmaya kadirdir."
"İyice
anlasınlar diye" yani içinde bulundukları durumun batıl olduğunu bilsinler
diye. Anlamak ("fıkıh"), bir şeyi delil ve illeti ile birlikte ibret
ve öğüt almaya, daha faziletli olanı işlemeye götürecek şekilde kavramak
demektir. "ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak!"
Kudretimize delâlet eden belgeleri ne şekilde açıklıyoruz ve onları türlü
anlatım üsluplarıyla değişik şekillerde manayı yerleştirmek ve pekiştirmek
için anlatıp duruyoruz.
"Kavmi
de onu" yani Kur'an-ı Kerim'i "yalanladı, halbuki o haktır'', gerçeğin
kendisidir. "De ki: Ben üzerinize bir vekil" işlerin kendisine havale
edildiği kimse demektir. Maksat ise ben sizin işiniz hakkında vekil kılınmış,
görevlendirilmiş "değilim" ki sizleri cezalandırayım. Ben ancak bir
uyarıcıyım, işiniz ancak Allah'a kalmıştır. "Her bir haber için
kararlaştırılmış bir zaman vardır." Kendisinde gerçekleşeceği, karar
bulacağı bir süresi vardır, azabımız da bunlardan birisidir. "Siz de
yakında öğrenirsiniz." Bu ifade onlara bir tehdittir.
[135]
İbni
Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'den rivayetle şöyle demektedir: "De ki: O size
üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir"
ayet-i kerimesi nazil olunca, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Benden
sonra kılıçlarla birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri
dönmeyiniz." Biz Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın rasulü
olduğuna şahitlik ederken mi (böyle diyorsun)? Kimisi şöyle dedi: Böyle bir şey
ebediyyen olmayacak, Müslüman kaldığımız sürece biz hiç bir zaman birbirimizi
öldürmeyeceğiz. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu: "İyice
anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak! Kavmin
de onu yalanlardı, halbuki o haktır. De ki: Ben üzerinize bir vekil değilim.
Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır, siz de yakında
öğrenirsiniz."
Ahmed
ve Tirmizî de Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Resulullah (s.a.)'a şu "De ki... O size ... kadirdir" ayeti
hakkında soru soruldu da, şöyle buyurdu: "Burada sözü geçen husus
olacaktır. Fakat henüz bunun gerçekleşeceği vakit gelmedi."
[136]
Şanı
yüce Allah müşrikleri de başkalarını da her türlü korkudan ve dehşetli
hallerden kurtarmaya gücü yettiğini beyan ettikten sonra, değişik şekillerde
onlara azap göndermeye de kadir olduğunu açıklamaktadır ki, ibret ve öğüt
alsınlar. İşte bu bir tür korkutma ile karışık bir şekilde, tevhide dair delillerden
bir başka tür delildir.
[137]
Ey
Peygamber! Bu inatçı müşriklere de ki: Allah üzerinize değişik şekilleriyle
azabı indirmeye kadir olandır. Lût kavmi ve Fîl ashabının başına geldiği şekilde
sizin de üzerinize taş yağdırabilir. Kimi zaman da Hicr (Medine ile Şam
arasındaki bir vadidir) ashabı olan Semud kavminin başına geldiği gibi helak
edici şiddetli ses olan sayha ile, Nuh kavminin başına gelen tufan ile, kimi zaman
ayaklarınızın altında zelzele, volkan patlaması ve geçmiş zamanlarda görülmüş
bulunan -Karun'da olduğu gibi- yerin dibine geçirmek suretiyle size azap
edebilir. Bazan da sizin işinizi karıştırır, içinden çıkılmaz hale getirir ve
sizleri değişik nevaların peşinden fırka fırka bölüp ayrılığa düşürebilir.
Sizin her bir fırkanız bir liderin arkasından gider ve ona taraftarlık
edebilir. Onların birbirlerine katılıp karıştırılmalarının anlamı ise,
aralarında savaşın baş göstermesi, savaş ve çarpışmalarla birbirlerine girip
karışmalarıdır. İbni Ab-bas'tan nakledildiğine göre "üstünüzden"
ifadesinden kasıt, sizin yöneticilerinizden demektir. "Ayaklarınızın
altından" ifadesinden kasıt ise köleleriniz ve ayak takımınızdan demektir.
Taberî
der ki: Bence bu hususlarda konu ile ilgili iki tevilden (açıklama şeklinden)
daha uygun olanına göre[138]
üstlerinden gelecek azaptan kasıt, taş yağdırılması veya tufan veya buna benzer
üstlerinden üzerlerine gelen azap türleri, ayaklarınızın altından gelecek
azaptan kasıt ise, yerin dibine geçirilmek ve benzeri azaplardır. Çünkü
Arapların anlatım üslûbunda bilinegelen şu ki, üst ve ayakların altı
birbirinden farklıdır. Eğer İbni Abbas'tan bu hususta yapılan rivayetin (ikinci
tevilin) sahih bir şekli varsa da sözün tevili hususunda anlaşmazlığa düşüldüğü
takdirde açıklamanın daha yaygın olana ve çoğunlukla görülene göre yapılması
diğerlerinden daha doğru ve uygundur. Bu konuda, kabul edilmesi gerekli ve
böyle bir yaklaşıma mani bir delil bulunmadığı sürece böyle davranmak gerekir[139]
Ben
de Taberî'nin görüşünü destekliyorum. Çünkü ifadenin zahiri onun, bilinen ve
yaygın anlaşılma şekline göre kabul edilmesini göstermektedir. Bununla
birlikte gelecekte ortaya çıkabilecek şeylerden olup lafzın genel manasını
alıp kabul etmeye mani de yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim her çağın mucize-sidir,
onun hayret verici özelliklerinin sonu gelmez. Alışılmadık özellikleri bitip
tükenmez.
Modern
çağda kara, hava ve denizde insanın saçlarını ağartacak kadar oldukça dehşetli
savaş musibetlerine tanık olunmuştur.
Buharî
ve Nesaî, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şu, "De
ki: O size üstünüzden... bir azap göndermeye... kadirdir" ayeti nazil
olunca Resulullah (s.a.): "Senin zat-ı kerimine sığınırım" diye
buyurdu. "Yahut ayaklarınızın altından" buyruğu nazil olunca yine,
"zat-ı kerime sığınırım" diye buyurdu. "Yahut sizi fırkalar
halinde birbirinize katıp birinize birinizin hıncını tattırmaya kadirdir"
buyruğu nazil olunca Resulullah (s.a.), "İşte, bu daha hafiftir veya daha
kolaydır" diye buyurdu.
Fırkalara
ayrılıp çarpışmaların daha sonra ifade edilmesi bundan önce sözü geçen
azapların daha ağır olmasından dolayıdır ki bunlar tamamen yok edici
azaplardır.
İmam
Ahmed, Resulullah (s.a.)'m arkadaşı Ebu Başka el-Gıfâri'den rivayet ettiğine
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve Celil olan Rabbimden
dört dilekte bulundum. Bana üçünü verdi, birisini vermedi. Yüce Allah'tan ümmetimi
sapıklık üzere toplamamasını diledim, bana onu verdi. Yine Yüce Allah'tan
onlara kendilerinden olmayan bir düşmanı hakim kılmamasını istedim, onu da
verdi. Yine Yüce Allah'tan, kendilerinden önceki ümmetleri helak ettiği gibi ümmetimi
uzun süre kıtlıkla helak etmemesini diledim, onu da bana verdi. Aziz ve Celil
olan Allah'tan onları fırkalar halinde birbirlerine düşürmemelerini ve birilerine
diğerlerinin hıncını tattırmamasını istedim, ancak onu bana vermedi."
Aradaki
bazı farklara rağmen Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh'in de İbni Ab-bas'tan yaptığı
rivayet de şunu desteklemektedir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aziz ve
Celil olan Rabbimden ümmetimin üzerinden dört şeyi kaldırması için dua ettim,
Allah onlardan iki tanesini kaldırdı, diğer iki tanesini de kaldırmayı kabul
etmedi. Ben Rabbime semadan onlara taş yağdırma ve yerden su çıkararak boğma
cezasını kaldırması için dua ettim. Onları fırkalar halinde birbirlerine
katmaması ve kimilerine kimilerinin hıncını tattırmaması için dua ettim. Allah
semadan taş yağdırıp yerden su onları boğmayı üzerlerinden kaldırdı, fakat
öbür ikisi olan, öldürmeyi ve biribirlerine girmeyi kaldırmaya razı
olmadı." Böylelikle son iki hususu birbirinden ayrı iki şey diye ifade
ederken, bunlar İmam Ahmed'in rivayetinde tek bir şey olarak görülmektedir.
Müslim
de İmam Ahmed'in rivayetini destekleyen bir rivayet kaydetmektedir ki, bu da
yine İmam Ahmed'in Sevbân yoluyla gelen ikinci rivayetidir. Buna göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yeryüzü önümde derlenip toparlandı.
Doğusunu da batısını da gördüm. Yakında ümmetimin mülkü yeryüzünden bana
gösterilen alana ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki hazine verildi. Rabbimden
ümmetim için onları kuşatıcı bir musibet[140] ile
helak etmemesini, onlara hakimiyet ve egemenliklerini kendisine mubah görecek
kendileri dışında herhangi bir düşmanı onlara musallat etmemesini istedim.
Rabbim buyurdu ki: Ey Muhammedi Ben bir şeye hüküm verdim mi o geri çevrilmez.
Ben sana ümmetin adına onları kuşatıcı bir musibet ile helak etmemeye ve
kendileri dışında hakimiyetlerine son verecek bir düşmanı -onların kimi
kimisini öldürüp birbirlerini esir almadıkça- onlara musallat etmemeye söz
veriyorum."
Doğudan
batıya kadar İslâm dünyasının dört bir yanında Resulullah (s.a.)'ın verdiği
haber gerçekleşmiştir. Tefrikaya düşmek ve birbirleriyle çarpışmak suretiyle
onlar birbirlerine düştüler. Düşmanlarının onlara musallat edilmesine gelince,
bu onların birliğine ve söz birliği etmelerine bağlıdır. Endülüs ve Filistin
gibi ellerinden giden ve hakimiyetleri altından çıkan yerlerdeki durumlar ise
kendilerinin tefrikaya düşmeleri, birliklerinin darmadağın olması, saflarının
dağılması ve kalabalıklarının ayrılığa düşmesi sebebiyledir. Bunun delili de
Ebu Davud ve Beyhakî'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.)'m şu buy-ruğundaki
durumun ortaya çıkmasıdır: "Aradan fazla zaman geçmeyecek, yemek
yiyecekler; yemek kabına birbirlerini çağırdıkları gibi ümmetler de birbirlerini
üzerinize çağıracaktır. Birisi, "O gün biz az olacağımızdan dolayı
mı?" diye sorunca Hz. Peygamber, "Hayır, aksine o gün siz çok
olacaksınız, fakat selin üzerindeki köpükleri andıracaksınız. Allah
düşmanlarınızın kalplerinden sizden korkuyu çekip alacaktır. Buna karşılık
Allah andolsun ki, sizin kalplerinize Vehemi bırakacaktır." Birisi,
"Ey Allah'ın Rasulü Vehem nedir?" diye sorunca, Resulullah (s.a.),
"Dünya sevgisi ve ölümden tiksinti" buyurdu.
Daha
sonra Yüce Allah, delil ve belgeler üzerinde dikkatle durmayı şöylece
emretmektedir: "Ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir
bak..." Yani ey Peygamber, değişik şekillerde delilleri nasıl beyan edip
açıkladığımıza bir bak! Bu ya maddî hissedilir bir yolla ya da akıl ile
kavranılır bir yolla yahut gayba dair haberler vermek yoluyla
gerçekleşmektedir. Olur ki Allah'ın ayetlerini, delil ve belgelerini anlarlar
ve üzerinde dikkatle düşünürler de bunun sonucunda gerekli ibreti ve öğütü
alırlar, durumlarını düzeltirler.
Fakat,
Peygamber (s.a.)'in kavmi olan Kureyşliler senin getirdiğin bu Kur'an-ı
Kerim'i, bu hidayet ve beyanı ya da tehdit olundukları azabı yalanladılar.
Oysa bu hakkın, doğrunun kendisidir. Öyle bir hak ki, ötesinde hak olmaz.
Kur'an-ı Kerim en ufak bir şüphe bulunmayan sabit ve değişmez bir haktır. Batıl,
önünden de ardından da ona gelip erişemez. Azap ise kaçınılmaz olarak gelip
onların tepesine inecektir. Bu iki hususun her birisini (Kur'an'ın ve azabın
hak oluşunu) hem maddî ve hissedilir olaylar, hem akıl ve burhan
ispatlamaktadır.
Diğer
taraftan onları iman etmeye mecbur etmenin yolu da yoktur. Ey Peygamber! Onlara
de ki: Ben sizin üzerinizde bir koruyucu, bir gözetleyici değilim. "Ben
sizin üzerinizde bir koruyucu değilim" (En'âm, 6/104). Yani sizin
amellerinizi tespit eden ben olmadığım gibi, sizin üzerinize vekil olarak da görevlendirilmiş
değilim. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "De ki: Hak, Rabbinizden
gelendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29);
"Hatırlat o halde. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlar üzerinde
bir zorba değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).
Yüce
Allah'ın "Biz onların neler söylediklerini en iyi bileniz. Sen onlar üzerinde
bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver." (Kaf,
50/45) buyruğunun anlamı ise şudur: Bana düşen sadece tebliğdir. Size ise dinleyip
itaat etmek düşer. Kim bana uyarsa dünyada da ahirette de mutlu olur. Kim bana
muhalefet ederse dünyada da ahirette de bedbaht olur.
Son
olarak da Kur'an-ı Kerim'i ya da azabı yalanlamaya karşılık tehdide dair
buyruklar yer almaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir haber
için kararlaştırılmış bir zaman vardır." Yani onun geleceğini haber
verdiği her bir haberin karar bulacağı ve gerçekleşeceği kaçınılmaz bir süresi
vardır. Bu süre uzun olsa dahi sonunda gelecektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onun haberini bir zaman sonra elbette bileceksinizdir."
(Sâd, 38/88); "Her va'denin yazılmış bir süresi vardır." (Ra'd,
13/38). Bu, oldukça kesin bir tehdittir ve bunun arkasından bir başka tehdit
ile şöyle denilmektedir:
Bu
haberin doğruluğunu, vaadin ve tehdidin gerçek olduğunu, kendilerine karşı
rasulüne zafer ve yardım vaadinin, kendilerine de dünya ve ahiretteki azap
tehdidinin gerçekleşeceğini yakında bileceksiniz.
[141]
Yüce
Allah'ın kudreti, rahmet ve lütuf ile azap ve ceza türlerini kapsayıcıdır. O,
çeşitli bolluk, esenlik ve kurtuluş çeşitleriyle yarattıklarına yardım etmeye
kadirdir. Aynı şekilde o bu ayet-i kerimelerde söz konusu edildiği gibi, çeşitli
azap şekillerini indirmeye de kadirdir. Yukardan azaba örnek, taş yağdırmak,
tufan, çığlık ve rüzgârdır. Ad, Semud, Şuayb, Nuh ve Lût kavimlerine yaptığı
gibi. Alttan gelecek azaba örnek ise zelzeleler, volkan patlamaları, toprağın
yerin dibine geçirilmesi ve depremlerdir; Karun ve Medyenlilere yaptığı gibi.
Sürekli ve çetin azabın örneği ise, işi sizin için karıştırarak içinden çıkılmaz
bir hale getirmesi, saflarınızı darmadağın etmesi, nevalarınızı farklı farklı
kılması, dünya istekleri uğrunda yöneticiler arasında tefrika çıkarıp fitne hallerinde
savaş ve çarpışmaları ortaya çıkarmasıdır.
Ayet-i
kerime müslümanlarla kâfirler hakkında umumidir. Bütün bunlar fiilen
gerçekleşmiştir. Düşman topraklarımıza, canlarımıza ve mallarımıza musallat
olmuştur. Birbirimizi öldürmek, birbirimizin mallarını mubah kılmak suretiyle
de fitne bizi istilâ etmiştir. Dinlerinin buyruklarından uzak kalıp düşmanların
emirleri altına girmeye başladıklarından ve tefrikayı ve ayrılıkları kendi
aralarında müşahhaslaştırdıklarmdan bu yana Müslümanların ve Arapların
halinden daha kötü ne vardır?
Gerçeği
ifade eden, Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların akibetine gelince: Bunların işi
Allah'ın peygamberinin elinde değildir. O ancak uyarıcı ve korkutucudur ve
Rabbinin kendisine verdiği emirleri tebliğ etmiştir. Bu yalanlayanların
akibeti Allah'ın elindedir. Her bir uyarının belli bir süresi vardır, her bir
haberin bir gerçeği vardır. Her şeyin, öne de alınamayan geriye de
bırakılama-yan gerçekleşeceği belli bir zamanı vardır. Bu dünya azabını da
ahiret azabını da kapsayan bir gerçektir.
İşte
bu, Yüce Allah'ın kâfirlere bir tehdididir. Çünkü kâfirler öldükten sonra
dirilişi kabul etmiyorlardı. Bu aynı şekilde onlara dünyada da bir tehdittir.
Bedir ve bunun dışındaki küfrü ve şirki Hicaz bölgesinden çıkarıp atmak için
yapılan diğer savaşlarda görüldüğü gibi.
Sakın
Müslümanlar kâfirlere yapılan bu tehditten dolayı sevinmesinler. Eğer
Kurbanlarından vazgeçecek olurlarsa, onlar da cezayı hak ederler. Çünkü ondan
uzaklaşmak onu yalanlamaya yakın bir iştir. Dolayısıyla böyle bir tehdit ve
korkutma onları da kapsar: "De ki: Bana haber verin. Eğer bu, Allah'ın indinden
olursa, sonra siz onu inkâr ederseniz, uzak bir muhalefette bulunandan daha sapık
olan kimdir1? Biz onlara ayetlerimizi af akta (dış dünyalarında) ve kendi
nefislerinde (iç alemlerinde) yakından göstereceğiz. Ta ki onun hakkın ta
kendisi olduğu apaçık belli oluncaya kadar. Rabbinin her şeyin görüp gözeticisi
olduğu sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/52-53)
[142]
68- Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman başka
bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana
unutturuyorsa, o halde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile
oturma.
69-
Onların hesaplarından sakınanlara hiç bir şey yoktur. Fakat hatırlatmak
(gerekir); olur ki sakınırlar.
70-
Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip kendilerini dünya hayatının
aldatmış olduğu kimseleri terk et. Her bir nefsin kazandıkları yüzünden helake
sürüklenmemesi için onunla hatırlat (öğüt ver)! Onun Allah'tan başka bir dostu
da olmayacaktır, bir şefaatçisi de yoktur. O istediği kadar fidye verse de
ondan alınmaz. Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için inkâr ettiklerinden dolayı kaynak sudan içecek ve elemli bir azap
vardır.
"Fakat
hatırlatmak (gerekir)" yani O size bir öğüt verip hatırlattı ya da on-iann
bunu hatırlayıp öğüt almaları gerekir. "Helake sürüklenmemesi için"
ifa-iesinin takdiri şöyledir: Yani herhangi bir kimse helake sürüklenerek kötü
Ameli dolayısıyla rehin alınmasın diye.
[143]
"O
halde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!"
Bura-iaki "zalimler topluluğu ile" buyruğu işledikleri cürmün
kendileri için ne ka-iar çirkin olduğu tespit edilsin diye "onlarla
beraber" şeklindeki zamirin yerine kullanılmıştır. Çünkü onlar tasdik ve
tazimde bulunacakları yerde yalanlayıp ilay ettiler. "Kaynak sudan içecek
ve elemli bir azap vardır" buyruğunda "kaynar su" anlamına gelen
"hamim" ile elemli anlamına gelen "elim" arasında seci diye
bilinen söz sanatı vardır.
"O
istediği kadar fidye verse de..." buyruğundaki "adi"
"fidye" kelimeleri arasından iştikak bakımından cinas vardır.[144]
"Ayetlerimize
dalanları" yani Kur'an-ı Kerim hakkında alay yollu konuşanları. Dalmaktan
kasıt, alabildiğine konuşup gitmektir. Kur'an-ı Kerim bunu aynı zamanda
batılda, batıl ehli ile ortak hareket etmek anlamında da kullanmıştır.
"Dalmak" aslında yürüyerek veya yüzerek suya girmek demektir.
""gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir!" Onlardan uzaklaş,
onlarla birlikte oturma. "Eğer şeytan sana unutturursa" yani onlardan
yüz çevirme gereğini unutturup da bunun sonucunda onlarla beraber oturursan,
"o halde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!"
"hatırlatmak" tan kasıt, öğüt vermektir. "Olur ki" o
şekilde söze dalmaktan "sakınırlar."
"Dinlerini
bir oyuncak ve bir eğlence edinip" yani dinleriyle alay etmek suretiyle;
"kendilerini ...aldatmış olduğu kimseleri terk et" herhangi bir
şekilde onlara görünüp onlarla birlikte olma. "... nefsin kazandıkları
yüzünden helake sürüklenmemesi için" yani herhangi bir nefis helake
sürüklenip cehennemde alıkonulmaması için "onunla (Kur'an'la)
hatırlat."
"O'nun
Allah'tan başka bir dostu" yani yardımcısı, kendilerini dünya hayatının
aldatmış olduğu kimseleri "olmayacaktır, şefaatçisi de" azap görmesini
engelleyecek bir kimsesi, "yoktur. O istediği kadar fidye verse de"
yani fidye olarak verebilecek neyi bulursa her şeyi verse dahi, "ondan
alınmaz", vereceği fidye kabul olunmaz. "Onlar için inkâr
ettiklerinden ötürü" kâfir olmaları sebebiyle, "kaynar sudan
içecek"yani alabildiğine sıcak ve harareti en ileri dereceye ulaşmış su;
"elemli bir azap" oldukça acı ve ızdırap verici bir azap
"vardır."
[145]
Taberî,
es-Süddî'den, "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman..." ayeti
hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Müşrikler müminlerle birlikte oturduklarında
Hz. Peygamber ve Kur'an-ı Kerim'e dil uzatır, ona söver, onunla alay ederlerdi.
Allah, bir başka söze dalıncaya kadar böyleleriyle oturmamalarını emretti.
Bunun bir benzerini Saîd b. Cübeyr, İbni Cüreyc, Katâde ve Mukâ-til'den de
rivayet etmiştir.
Yine
Taberî, Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid'den Yüce Allah'ın, "Ayetlerimize
dalanları gördüğün zaman..." ayeti hakkında, ayetlerimizi yalanlayanları
gördüğün zaman, dediğini rivayet etmektedir.[146]
İbni
Abbas ve İbni Sîrîn'den rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime, ayet-i
kerimeleri, ortaya attıkları mezhep ve görüşlerini desteklemek üzere batıl bir
şekilde tevil eden ve Müslümanlar arasındaki çeşitli heva ve bidat ehli kimseler
hakkında nazil olmuştur.
Müslümanların,
"Onlar bu sözlere daldıkları her seferinde biz kalkacak olursak, Mescid-i
Haramda oturamayız, tavaf da edemeyiz" demeleri üzerine Yüce Allah'ın,
"Onların hesabından sakınanlara hiç bir şey yoktur" buyruğu nazil
oldu. Yani Allah'tan korkanların üzerine bu sözlere dalanların hesabından
herhangi bir şey, yani onlarla oturdukları takdirde herhangi bir günah yoktur
demektir.
[147]
Şanı
yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde Allah rasulünün Allah'ın
ayetlerini yalanlayanların amelleri üzerinde gözetleyici ve koruyucu olmakla
yükümlü olmadığını, aksine onun sadece bir tebliğci olduğunu, zamanla
yalanlamalarının akibetini göreceklerini beyan ettikten sonra, burada da bu
ayet-i kerime, Allah rasulünün ve müminlerin, küfür ve yalanlamalarıyla birlikte
din ile alay edip Kur*an-ı Kerim ve Rasul'e dil uzattıkları takdirde müşriklerle
birlikte oturmalarını yasaklamaktadır.
[148]
Ey
Muhammed ve ey bu buyrukları işiten Müslüman! Kur"an-ı Kerim'in ayetlerine
yalanlayarak ve alay ederek dalanları gördüğün zaman onlardan yüz çevir,
onlarla birlikte oturma! Küfür, alay ve yalanlama dışında kalan sözlere
dalacakları vakte kadar Kur'an-ı Kerim'in bidat, heva ve bozuk görüşlerden
kaynaklanan şekillerde batıl yorumlarla ayetlerin teviline dalanlar da onlar
gibidir. Böyleleriyle de oturma ve böylelerini terk et! Bu, İbni Abbas (r.
an-humâ)'tan rivayet edilmiştir.
Aynı
şekilde Kur"an-ı Kerim'i tahrif eden herhangi bir Müslümanı tekfir etmek
ve hidayet üzere olan bir kimseyi sapık göstermek için ayetleri olmadık şekilde
tevil edenlerle de birlikte oturma.
Başka
bir söze dalacak olurlarsa artık onlarla birlikte oturup konuşmaya bir mani
yoktur.
Ey
Müslüman! Şeytan sana böyle bir yasak ve engellemeyi unutturur da sen de
unutarak bu sözlere dalanlarla birlikte oturacak olursan, artık hatırladıktan
sonra yalanlama ve alay ile kendilerine zulmeden topluluklarla birlikte
3turmamalısın.
Hitap,
hem Resulullah (s.a.), hem de bu buyrukları işiten her Müslümana-iır. Unutmanın
Resulullah (s.a.) hakkında şeytanın vesvesesi olmaksızın da gerçekleşmesi
mümkündür. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Unuta- olursan Rabbini
hatırla." (Kehf, 18/24). Hz. Adem de unutmuştur: "Ve o unuttu, biz
onu azimli bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). Hz. Musa da unutmuştu: "Dedi
ki: Unuttuğumdan dolayı beni sorumlu tutma." (Kehf, 18/73). Kütüb-i
Sitte'de Resulullah (s.a.)'ın namazda iken unutarak yanıldığı ve şöyle dediği
sabittir: "Şüphesiz ben de sizin gibi bir beşerim. Siz unuttuğunuz gibi
ben de unuturum. O bakımdan ben unutacak olursam, siz bana hatırlatın."
Vahyin
ve Allah'tan indirilen dinî hükümlerin tebliği hususunda şüphesiz ki
peygamberler Allah'ın kendilerine tebliğ etmelerini emretmiş olduğu helâl ya da
haram olsun, herhangi bir hususu tebliğ etmeyi unutmaktan yana masumdurlar,
korunmuşlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu acele (hıfz) etmek
için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu toplamak ve okutmak bize düşer. O
halde biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy.
Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." (Kıyâme, 75/16-19).
Şeytanın
insana bazı şeyleri unutturması insan üzerindeki tasarrufları türünden ve onun
üzerinde egemenliği kabilinden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz iman edip de yalnız rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun
hiç bir hakimiyeti yoktur. Ancak onun hakimiyeti kendisini dost edinip de onu
kendisine (Allah'a) ortak koşanlar üzerinedir." (Nahl, 16/99-100).
Eğer
bu şekilde dalanlarla oturmaktan uzak duracak olurlarsa, onların dalmalarından
dolayı kendileri hesaba çekilmez ve bu konuda sorumluluktan kurtulur, onların
günahından uzak kalabilirler. Başka kimseler (Mücâhid, es-Süddî ve İbni Cüreyc
gibileri) ise şöyle demişlerdir: Hayır, buyruğun manası şudur: Eğer onlarla
birlikte oturacak olurlarsa, yine de onların hesaplarından üzerlerine bir şey
düşmez. Onlar bu ayet-i kerimenin Medine'de inen Nisa suresinin şu ayet-i
kelimesiyle nesholunduğunu ileri sürerler: "... şüphesiz siz o takdirde
onlar gibi olursunuz." (Nisa, 4/140).
"...
fakat hatırlatmak (gerekir); olur ki sakınırlar." Bizler o vakit sizlere
onlara hatırlatmak ve öğüt olmak üzere yüz çevirmenizi emretmiştik. Olur ki
ayetlerimize dalmaktan yani onlarla alay etmekten sakınırlar ve Allah'ı
anarlar.
Mücahid
ve ona uygun kanaat belirtenlerin ikinci açıklama şekillerine göre ise bu
ayet-i kerimeden maksat şu olur: Biz o vakit sizlere içinde bulundukları duruma
karşılık onlara bir hatırlatmada bulunulsun diye yüz çevirmenizi emrettik.
Olur ki bu işten sakınırlar ve bir daha ona dönmezler. Zamahşerî der ki: Fakat
onlarla birlikte oturdukları vakit, onların bu şekilde söze daldıklarını görecek
olurlarsa, yanlarından kalkmak, onlardan hoşlanmadıklarını ifade etmek ve
onlara öğüt vermek suretiyle hatırlatmakla yükümlüdürler. Olur ki utançlarından
dolayı böylece dalmaktan yahut da onların kendilerinden tiksinmelerini
istemediklerinden dolayı bu sözlere dalmaktan uzak dururlar. Rivayet edildiğine
göre Müslümanlar şöyle dediler: Eğer bizler Kur*an-ı Kerim ile alay ettikleri
her seferinde yanlarından kalkacak olursak, Mescid-i Haram'da oturamayız, tavaf
edemeyiz. Bunun üzerine onlara (bu ayet-i kerime ile) ruhsat verilmiş oldu.
Daha
sonra Yüce Allah şu buyruğu ile, alay edenlerin meclisini terk etmeyi daha da
pekiştirmektedir:
"Dinlerini
bir oyuncak... edinip dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terk et."
Yani ey peygamber ve müminlerden sana tabi olanlar! Şu putlara tapmak
suretiyle dinlerini oyuncak edinen müşrikleri bırakın, onlardan yüz çevirin.
Onlar bu putlarını kendi elleriyle yapıyorlar, sonra onları yiyorlardı. Bu
müşrikler ömürlerini hiç bir fayda sağlamayan şeylerle tüketip gittiler. Oyuncak
ve eğlence diye buna denir. 'Kendilerini faydalı işler yapmaktan alıkoydular.
Fani dünya onları aldattı ve onlar bu fani dünyayı kalıcı, ebedî hayata tercih
ettiler, dünyanın aşağılık zevkleriyle uğraştılar. Onlara düşen Allah'ın
ayetlerini gereği gibi anlamak, üzerinde düşünmek ve gereklerince amel etmek
iken bunu yapacak yerde, Allah'ın ayetlerine (alayla) dalıp gittiler. Bu ayet-i
kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Bırak onları. Yesinler,
fay-dalanadursunlar, emel onları oyalayıp dursun, yakında bileceklerdir."
(Hicr, 15/3).
Kişiler
hayırdan alıkonulmasmlar, cehennemde yaptıkları sebebiyle hap-solunmasmlar,
helake duçar olmasınlar, dünyada yaptıkları işler karşılığında rehin
edilmesinler diye insanlara Kur"an-ı Kerim ile öğüt ver ve onlara hatırlat!
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her nefis kazandığı karşılığında
rehinedir. Ashab-ı Yemin müstesna.'' (Müddessir, 74/38-39).
Yüce
Allah şöyle der: "Allah'tan başka bir dostu da olmayacaktır, bir şefaatçisi
de yoktur." Yani durum şu ki, o kimseye şefaat edecek, ona yardım edecek
hiç bir kimse olmayacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Zalimlerin candan bir dostu da, itaat olunacak bir şefaatçileri de yoktur."
(Mü'min, 40/18); "Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı bir gün
gelmezden önce... kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254).
Şefaat
ve aracılık etmek fayda vermeyeceği gibi, fidye vermek de fayda
sağlamayacaktır. "O istediği kadar fidye verse de ondan alınmaz."
Yani her bir nefis her şeyini fidye olarak verse veya verebileceği ne varsa
hepsini feda etse dahi, ondan kabul olunmayacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
dile getirildiği gibi: "Kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, ondan herhangi
bir fidyenin kabul olunmayacağı ve hiç bir şefaatin ona fayda sağlamayacağı ve
kendilerine yardım olunmayacak bir günden sakının." (Bakara, 2/123).
İşte
bu putperestliğin ilkelerinden bir ilkeyi çürütmektedir. Söz konusu ilke ise
dünyada olduğu gibi, Allah'a fidye vermek yahut da şefaatçilerin şefaati,
aracıların Allah nezdindeki aracılıkları yoluyla ahirette de kurtulma ümididir.
Bu
şekilde ateşte alıkonulmak, helak edilmek ve cehennemdeki azap, vaktiyle
onların yaptıkları kötü işler sebebiyle olacaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir." Yani şu
dinlerini alay ve eğlence edinenler dünya hayatında yaptıkları sebebiyle cezalandırılan
ve azap edilen kimselerdir. Onların cezası ise alabildiğine sıcak, karınları
yakıp kavuran, barsaklan paramparça eden, Hamim diye bilinen bir içecektir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onlara kaynar birsu
içi-rilecek de o bağırsaklarını paramparça edecek." (Muhammed, 47/15).
[149]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:
1- Kur'an'la yahut Hz. Peygamber veya İslâm hükümleriyle alay edenlerin
meclislerinde, Kur'an'm ayetlerini hak olmayan bir şekilde tevil edip yerlerinden
kaydırarak tahrif edenlerin meclislerinden yüz çevirmek vaciptir. İbni Hü-veyzi
Mendâd der ki: Allah'ın ayetlerine dalan, onları alaya alan kimse ile birlikte
ister mümin ister kâfir olsun, oturulmaz ve ondan uzaklaşılır.
2- Bir kimse bir diğerinin münker işlediğini görüp vereceği öğüt ve
nasihati da kabul etmeyeceğini bilse Kurtubî'nin dediği gibi[150],
ondan yapılan kötülüğün işlenmesini hoş karşılamayan bir eda ile yüz
çevirmeli, tepkisiz bir tavırla yüz çevirmemelidir.
3- İbnü'l-Arabî der ki: Bu buyruk, büyük günah işleyenlerle birlikte oturup
kalkmanın helâl olmadığının delilidir. Malikîlere göre, düşman topraklarına,
onların kilise ve havralarına girmek, kâfir ve bidatçilerle oturup kalkmak,
uygun görülmediği gibi, onlara sevgi de beslenmez, sözleri dinlenmez, tartışmalarına
da kulak verilmez.
4- Tebliğ edilmesi gereken şerl hükümler ile ilgili hususlarda peygamberler
için unutmak asla söz konusu olmaz. Çünkü onlar böyle bir unutmadan Allah
tarafından korunmuşlardır. Ancak namaz esnasında yanılmaları ve başka normal
sıradan işlerde unutmaları mümkündür.
Unutmak,
şeytanın insan üzerindeki tahakküm ve tasarrufunun varlığına işaret eden delil
kabilinden değildir. Onun insan üzerinde tasarruf etmesi müşrik ve kâfirlere
münhasırdır, müminler hakkında söz konusu değildir.
5- "Onların fesatlarından sakınanlara hiç bir şey yoktur"
ayetinin hükmü, daha kuvvetli görüşe göre mensuh olmayıp sürekli kalmak üzere
şu anlama gelmektedir: Müşriklerin hesabından size hiç bir şey yoktur. Size
düşen onlara hatırlatmak, onları kötülüklerden alıkoymaktır. Şayet yüz
çevirecek olurlarsa, hesaplarını görmek Allah'a aittir.
6- Dinde alay etmek, herhangi bir şeriat ve dinde uygun görülmüş bir tavır
değildir. Alay edenler, esasen dünya hayatının aldattığı, heva ve hevesleriy-le
oyalanan kimseler olabilirler. Yani böyle kimseler, dünya hayatının ancak
zahirini bilebilirler. Küfür hali onlarda yerleşip kök salacak olursa
aleyhlerine olmak üzere fıtratlarını bozar ve her türlü hayrın kendilerine
ulaşmasına engel olur.
7- Kur"an-ı Kerim, kişinin helake, cehennem ateşinde azaba maruz
kalmasını önleyecek şekilde insan için en hayırlı öğüt veren hatırlatıcıdır.
Gerçek Müslüman ise Kur'an-ı Kerim'i kendisine önder, peygamberin sünnetini
kendisine yol edinendir. Bir takım temenni ve vehimlere kendisini kaptırıp aldanan
değildir.
8-
Allah'ın izin ve iradesi ile olmadıkça ahirette hiç bir fidye, hiç bir yardımcının
yardımı ile hiç bir şefaatçinin şefaati kabul olunmayacaktır. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "O günde şefaat fayda vermez. Meğer Rahman kendisine
izin verip onun sözünden razı ola." (Tâ-Hâ, 20/109); "Onun yanında
şefaat kendisine izin verilenden başkasına fayda vermez." (Sebe, 34/23);
"Onlar ancak onun rızasına erenlere şefaat edebilirler..." (Enbiyâ,
21/28).
[151]
71-
De ki: "Allah'tan başka bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeylere
ibadet eder miyiz ve Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz
üzerine gerisin geriye mi döndürülelim? Hani arkadaşları kendisini "Bize
gel" diye doğru yola çağırdıkları halde,'şeytanların saptırdıkları bir
halde çöle düşürdükleri kimse gibi mi (olalım)?" De ki: "Asıl doğru
yol, Allah'ın ilettiği yoldur ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla
emrolunmu-şuzdur."
72- Bir de, namazı dosdoğru kılın ve O'ndan
korkun diye. Huzuruna varıp toplanacağınız O'dur.
73- O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. Onun
"ol" diyeceği gün her şey oluverir. Sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği
günde mülk yalnız O'nundur. Görüleni de görülmeyeni de bilendir. O Ha-kîm'dir,
Habîrdir.
"Allah'tan
başka...şeylere ibadet eder miyiz?" sorusu inkâr içindir. "Ökçelerimiz
üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" buyruğunda şirke dönmek, ökçeler
üzerinde geri dönmek diye ifade edilmiştir. Böylelikle yapılan işin oldukça çirkin
olduğu anlatılmak istenmiştir.
"Fayda
ve zarar vermeye gücü olmayan" buyruğu ile "Görüleni de görülmeyeni
de bilendir" buyruğu arasında tıbâk sanatı vardır.
[152]
"Bize"
kendisine ibadet ettiğimiz için bu ibadet ile "fayda ve" ibadeti terk
etmek suretiyle de "zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder
miyiz?" ki bunlar putlardır, ibadet edelim! "Allah bizi hidayete
kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim."
Müşrik mi olalım? Bu tabirden maksat, yerilen ve uygun olmayan her türlü dönüş
ve değişikliktir. "Hani arkadaşları bize gel diye doğru yola
çağırdıkları..." onu doğru yola iletmek için kendisine, "Bize
gel" dedikleri fakat onların çağrılarım kabul etmediği için helak olan "şaşkın
bir halde" nereye gittiğini bilmeyen şaşırmış bir halde;
"şeytanların saptırdıkları" yani aklım başından alıp şaşırttıkları
"kimse gibi mi olalım?" Araplar delirmenin (cünûnun) cinlerin etkisi
ile olduğunu ve cinlerin çöllerde insanların önlerine çıkarak değişik renklere
bürünerek akıllarını alıp gittiklerini kabul ediyorlardı. Bu şekilde aklı
başından alınan kişi ölünceye kadar yüz üstü serserice dolaşır giderdi. Bu
şekil çeşitli renklere bürünen şeytanlara gıylân ve ağvâl ile seâli derlerdi.
"Asıl
doğru yol, Allah'ın ilettiği yoldur" yani İslâm'dır. Onun dışındakiler ise
sapıklıktır, "(bu yola) teslim olmakla", teslim olmak (İslâm), ihlâs
ve samimiyetle bağlanmak demektir. "Namazı dosdoğru kılın" diye
emrolunduk. "Huzuruna varıp toplanacağınız" hesap için kıyamet gününde
bir araya geleceğiniz "O'dur." "Onun ol diyeceği gün her şey
oluverir." Bu da kıyamet günüdür. O mahlûkata kalkınız diyecektir, onlar
da kalkacaklardır. "Sözü haktır", doğrudur ve kaçınılmaz olarak
gerçekleşecektir. "Sûr" sözlükde boynuz demektir. Bu borazanı andıran
ve içine üflenen bir şeydir. İlk üfürüşte göklerde ve yerde bulunan herkes
baygın (ölü) düşecektir. Daha sonra Sûr'a ikinci defa üfürülecek ve ölüler bu
sefer hemen kalkıp-etraflarına bakıvereceklerdir. Burada kasıt ise israfil'in
Sûr'a ikinci defa üfürmesidir.
"O
Hakîm'dir" yani yaratması hikmetli olandır, "Habîr'dir" yani
eşyanın dış yüzünden haberdar olduğu gibi iç yüzünden de haberdardır.
[153]
Süddî
der ki: Müşriklerin Müslümanlara, "Bizim yolumuza uyunuz, Mu-hammed'inkini
bırakınız" demeleri üzerine Yüce Allah da, "De ki: Allah'tan başka
bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder miyiz ve Allah
bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi
döndürülelim?" buyruklarını indirdi.
[154]
"De
ki: Allah'tan başka..." ayetinden kasıt, putlara ibadete geri dönmektir.
Bu ise daha önce geçmiş bulunan, "De ki: Sizin Allah'ı bırakarak ibadet
ettiklerinize ibadet etmem hiç şüphesiz bana yasak edildi..." (En'am
6/56) buyruğunu tekit etmektedir.
[155]
Ey
Peygamber! Onlara de ki: Fayda ve zarar vermeye gücü yeten Allah'tan başka,
bize ne fayda verebilen ne de zararı dokunabilen şeylere mi ibadet edelim?
Allah bizi ondan kurtarmış ve İslâm'a iletmiş iken, ökçelerimiz üzerinde
gerisin geri şirk ve küfre mi döndürülelim? O takdirde çölde, şeytanların
aklını başından alıp şaşırttığı ve nasıl yol aldığını bilmeyen şaşkın bir kimse
gibi mi olalım? Kendisini hidayet yoluna, dosdoğru yola çağıran ve, "Bize
gel" diyen arkadaşları olduğu halde böyle şaşkın birisi gibi mi olalım?
Haktan
yüz çevirip batıla yönelen herkese "Geriye döndü, ökçeleri üstünde geri
döndü, arkasını dönüp gitti" denilir. Sebep ise insanın aslında bilgisiz
olmasıdır. Daha sonra ilerleyip tekâmül gösterince ilim elde eder. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi analarınızın karınlarından hiç bir şey
bilmi-yorken çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki
şükredesiniz." (Nahl, 16/78). İkinci bir defa bilgiden cahilliğe dönecek
olursa, artık onun için "Ökçeleri üzerinde gerisin geri döndü"
denilir.
Ayet-i
kerimede maksat şu anlama gelen bir misâl vermektir: Her kim imandan sonra
müşrik olup geri dönecek olursa bu kimse deliliğinin etkisiyle burnunun
doğrultusunda giden yollarını şaşırmış, doğruyu bulamayan ve dosdoğru yol
üzerinde bulunan ve kendisine, "Bize gel, bize geri dön, çünkü biz doğru
yol üzereyiz" diyen arkadaşlarmı terk edip onlara karşılık veremeyen bir
kimseye benzer. İşte putları ilâh edinip Allah'tan başka şeylere tapınan kimsenin
misâli budur. O bu putlarda bir varlık olduğunu kabul eder ve ölüm kendisini
gelip buluncaya kadar böylece devam edip gider. Fakat sonunda pişmanlıktan ve
yok oluştan başka bir şey de bulamaz. Şunu da belirtelim ki böyle birisinin
oldukça samimi bir arkadaşı vardır. Bu da kendisini hak yol olan İslâm'a
çağıran Muhammed (s.a.)'dir.
Zemahşerî
der ki: Bu ifade, Arapların kabul ettikleri ve inandıkları şekilde cinlerin
insanı delirtip onun üstüne tahakküm sağladıkları kanaatlerine mebnidir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ancak şeytanın kendilerine
çarpmaktan dolayı davranışlarını bozduğu kimse gibi..." (Bakara, 2/275).
Yüce Allah burada İslâm yolundan sapan kimseleri, Müslümanların kendisini hak
dine davet etmelerine rağmen onlara dönüp bakmadan şeytanın adımlarını izleyen
kimseye benzetmektedir.
[156]
Yüce
Allah'ın, "Şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi (olalım)?" buyruğuna
gelince: Bunun anlamı, yeryüzünde çölde şaşırtıp bıraktıkları kimseler gibi mi
olalım? demektir. Burada şeytanlardan kasıt, o kimselere kendisinin, babasının
ve dedesinin adıyla seslenen ve arkalarından gittiği cinlerdir. O bu durumuyla
bir şey içinde olduğunu z-anneder, fakat cinlerin kendisini helak olacağı bir
yere çekmiş olduğunu daha sonra anlar. İşte ey Peygamber! Sen onları hak dine
çağır ve onlara de ki: Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de gösterdiği hidayeti ve doğru
yolu, gerçek hidayetin kendisidir. İslâm yolu doğru yoldur, Sırat-ı Müstakimdir.
Yoksa sizin nevalarınızdan hareketle kendisine çağırdığınız yol değildir.
Yine
onlara de ki: Bizler âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla, yani ibadeti
hiç bir kimseyi ortak koşmaksızm yalnızca ihlâsla O'na yapmakla em-rolunduk; o
bakımdan biz de teslim olduk.
Namazı
dosdoğru kılmamız da bize emrolundu. Yani biz hem İslâm ile hem de namazı
dosdoğru kılmakla emrolunduk. Namazın dosdoğru kılınması (ikamesi), meşru
kılınmış olduğu en mükemmel şekliyle yerine getirilmesidir. Bu sebep ise
Allah'a seslenmekle nefsin arındırılması, hayasızlıktan ve çirkin işlerden uzak
kalınmasıdır.
Aynı
şekilde bize takvalı olmamız da emrolundu. Takva ise Allah'ın dinine ve
şeriatına muhalefeti gösteren fiil ve tavırlardan sakınmaktır. Yani bizler şu
üç hususla emrolunmuş bulunuyoruz. Bunlar, şirk koşmaksızın Allah'a ihlâsla
yönelmek, namazı kılmak ve yalnızca Allah'a ibadet etmek, gizli ve açık bütün
hallerimizde takvaya uygun hareket etmek. Kıyamet gününde huzurunda toplanıp
haşrolunacağınız Yüce Allah'tır ve dönüş yalnızca O'nadır. Amellerinizden
dolayı sizleri hesaba çekecek, amellerinizin karşılığını verecektir. O bakımdan
O'ndan başkasına ibadet etmenin akılla, hikmetle, menfaatle en ufak bir ilgisi
olamaz.
Gökleri,
yeri ve onlarda bulunanları yaratan, onlara malik olan, işlerini düzenleyip
yöneten Allah'tır. O hak, adalet ve hikmet esasları üzere yaratır: "Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları
ancak hak ile yarattık." (Duhân, 44/38-39); "Rabbimiz, bunu (hiç bir
şeyi) boş yere yaratmadın." (Al-i İmran, 3/191).
O'nun
sözü, yani verdiği hüküm ve kazası hakkın kendisidir. O kıyamet gününde bir
şeye "ol" dedi mi, hemen oluverir. O'nun emrinin yerine gelmesi bir
göz açıp kapamak kadar bir zamanda veya ondan da daha kısa bir sürededir.
"Diyeceği gün" buyruğu "ondan korkun" buyruğuna
atfedilmiştir. Bu, O'nun "ol" deyip de olacağı günden korkun,
takdirindedir. Ya da, "Gökleri ve yeri hak ile yaratandır" buyruğuna
atfedilmiş olup "ol diyeceği gün her şey oluverir" diyeceği günü
yaratandır, takdirindedir.
Yüce
Allah'ın tekvinî emri olan "ol" ile teklifi emirleri arasında bir
fark yoktur: "Bilin ki yaratmak da emretmek de yalnız O'nun
hakkıdır." (A'râf, 7/54). Kimin tekvinî emri itaat olunan bir emir ise,
teklifi emrine de aynı şekilde itaat etmek icap eder. Çünkü yaratmak da
haktır, emretmek de haktır.
Mülkünde
eksiksiz tasarruf ve mutlak mülkiyet Allah'ındır. Yüce Allah'ın, "Sözü
haktır... Mülk yalnız O'nundur" buyruğu "âlemlerin Rabbi" nin
iki sıfatı olması bakımından cerre mahallinde iki cümledir.
Sûr'a
üfürüleceği günde göklerde ve yerde bulunan herkes (ölüm dolayısıyla) baygın
düşecektir. Sûr'a üfleyecek meleğin kendisi dahi ölecektir. Sonra ona ikinci
defa üfleyecektir. Bu sefer herkes kalkıp etrafına bakacaktır. Yani kendilerine
ne yapılacağını bekleyecek, gözetleyecektir. Birinci üfürüş canlıların ölümü,
ikinci üfürüş ise öldükten sonra diriliş ve mahşerde toplanmak içindir.
Yüce
Allah'ın, "Sûr'a üfürüleceği günde" buyruğu ya "O'nun ol
diyeceği gün her şey oluverir. (İşte o gün) Sûr'a üfürüleceği gündür."
şeklindedir ya da bedeldir yahut da Yüce Allah'ın, "mülk yalnız
O'nundur" buyruğunun zarfıdır (yani o günde mülk yalnızca O'nundur,
anlamındadır). Yüce Alah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bu gün mülk
kimindir, bir, tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." (Mü'min, 40/16). Yani
mahşerde Sûr'a üfürülüp kabirlerden çıkılacağı günde mülk yalnızca Yüce Allah'a
aittir.
Sûr'dan
maksat ise, sahih haberlerde belirtilendir. Ahmed, Abdullah b. Amr'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Bedevi Arabın birisi, "Ey Allah'ın rasulü sûr
nedir?" diye sormuş, Resulullah (s.a.)da, "İçine üfürülen bir boynuzdur"
buyurmuştur. Müslim, Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Şüphesiz İsrafil sûr'u alıp ağzına dayamış, alnını eğip üflemek üzere ne
zaman emrolunacağını gözlemektedir." İbni Mes'ud da .der ki: "Sûr
içine üflenecek boynuz şeklinde bir şeydir."
Sûr
ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği gibi üç tane nefha vardır. Ebu
Hu-reyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Sûr'a üç defa
üfürülecektir. Birinci üfürüş feza (korku ve dehşet) nefhası, ikincisi baygın
(ölü) düşme nefhası, üçüncü ise âlemlerin Rabbi huzuruna kalkma
nefhasıdır."[157]
Yüce
Allah'ın sıfatlarından bazısı da şöyledir: O gaybı (yani bizim için görülmeyeni)
ve açıkta olanı (gördüğümüz maddi âlemi) bilendir. İbni Abbas'tan rivayete göre
gayb ile şehadetten (görülen ve görülmeyenden) kasıt, gizli ve açık olandır.
Yüce Allah yarattıklarını hikmet üzere yaratandır. O hikmetli ve maslahatı
olmayan hiç bir şeyi yapmaz ve onu kulları için uyulması gereken haline
getirmez. Kullarının gizlediklerini, niyetlerini, kalplerinde olanları,
söyledikleri sözleri bilen, durumlarından bütün ayrıntılarıyla haberdar olandır.
Yüce
Allah gökleri ve yeri yaratan, tekvini ve teklifi buyrukları hak olan, dünyada
ve yaratıkların haşredileceği günde mülkiyet ve egemenlik yalnız kendisinin
olan, gizliyi ve açığı bilen, her şeyi yerli yerinde yapan, hikmeti sonsuz,
bütün gizlilikleriyle onlardan haberdar olduğuna ve bu sıfatlara sahip bulunduğuna
göre, evet Yüce Allah madem ki bu sıfatlara sahiptir, ibadete lâyık olan da
O'dur. Aklı başında herhangi bir kimsenin O'nun dışında herhangi bir şeye dua
ya da ibadet etmemesi gerekir: "Allah ile beraber kimseye dua (ibadet)
etme." (Cinn, 72/18); "Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse
dua ettiğiniz şeyi açar..." (En'am, 6/41)
[158]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları bize göstermektedir:
1- Onları bilip tanıdıktan sonra hak ve hidayet üzere sebat göstermek, yapılarındaki
sapıklık ve haktan uzaklık ortaya konulduktan sonra da sapıklık ve şirkten uzak
durmak.
2- Allah'ın Kur'an-ı Kerim'indeki ayetlerinde yer alan hidayeti, gerçek
hidayet ve gerçek doğru yoldur. Müslüman, hidayetin gerçek sahibi, insanıyla
cinniyle bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a ihlâsla ibadet etmekle, namazı dosdoğru
kılıp bunu en mükemmel şekilde tamamlamakla, takva ile emrolunanla-rı yerine
getirmekle, yasaklanan ve haram kılınan şeylerden uzak durmakla emrolunmuştur.
3- İbadet ancak fayda ve zarar verene yapılır; o da yalnızca Allah'tır.
Hak ile yaratan, nzık veren, tekvini ve teklifi emirler verip emrine itaat
olunması gereken, dünyada da âhirette de bütün yaratıklarında her türlü
tasarrufa mutlak olarak sahip bulunan yegâne malik, bizim görmediğimiz gizli ve
görüp tanık olduğumuz görünen âlemi bütün ayrıntılarıyla bilen, yarattıklarını
hikmetle yaratan, yaratıklarının küçük büyük bütün hallerini bilip onlardan haberdar
olan Allah'tır.
Buradaki
"hak"m tefsirinde ehl-i sünnet şöyle derler: Şanı yüce Allah sonradan
yaratılan "Mühdesâfm bütününe malik olandır. Bütün varlıkların malikidir.
Malik olanın mülkündeki tassarufu mutlak olarak güzel ve doğrudur. O bakımdan
onun tasarrufu mutlak olarak güzeldir ve mutlak olarak haktır.
Mutezile
ise şöyle der: Hak olmasının manası mükelleflerin maslahatına uygun, yani
onların menfaatleriyle uyuşan şeklinde olması demektir.
4- Yüce Allah'ın, "Ol diyeceği gün her şey oluverir" buyruğu
yaratma işinin ve hesaba çekip diriltmenin son derece süratli olduğunu
göstermektedir.
5- Yüce Allah'ın az önce geçen vasıflarını söz konusu eden ayet-i kerimeler,
Allah'tan başka, hak ile kendisine ibadet olunan hiç bir kimsenin olmadığını
göstermektedir.
6- İcma ile sabit olan şu ki, sûr'a üfürecek olan İsrafil (a.s.)'dir.
Yüce Allah da canlıları diriltecektir. Ebul-Heysem der ki: Sûr'un bir boynuz
olacağını inkâr eden kimse Arş'ı, Mizan'ı ve Sırat'ı inkâr edip bunları tevil
etmeye kalkışanın durumuna düşer. İbni Fâris de şöyle der: Hadis-i şerifte
sözü geçen sûr, kendisine üflenecek boynuz gibi bir şeydir.
[159]
74-
Hani İbrahim babası Âzer'e: "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Gerçekten
ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti.
75- Biz İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü
-kesin bilgiye varanlardan olması için- öylece gösteriyorduk
76-
Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü, "Benim Rabbim bu (mu)"
demişti, fakat o kaybolup gidince: "Ben öyle kaybolup gidenleri
sevmem" dedi.
77- Sonra ay'ı doğarken görünce de: "Benim
Rabbim bu (mu)" demişti. Fakat o da kaybolunca, "Eğer Rabbim bana
hidayet etmezse andolsun, ben sapıklardan olurum" dedi.
78- Sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim bu
(mu) yoksa, bu daha büyük" demişti. O da batınca: "Ey kavmim, ben
sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım" dedi.
79-
Şüphesiz ki ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana Hanîf olarak yönelttim ve ben
müşriklerden değilim.
"Sen
putları ilâh mı ediniyorsun?" buyruğundaki soru azarlamak maksadı ile
sorulmuştur. "Kesin bilgiye varanlardan olması için" böylelikle delil
kullanması ve kesin bilgiye sahip olanlardan olması için biz ona göklerin
melekûtunu gösterdik anlamındadır.
[160]
"Biz
İbrahim'e... böylece gösteriyorduk" buyruğu geçmiş bir hali hikâye etmektedir.
Yani, "Biz ona bunları gösterdik" demektir.
"Andolsun
ben sapıklardan olurum" ifadesinde kavminin sapıklardan olduğuna işaret
etmektedir.
"Yüzümü
yönelttim (veccehtu uecM/Tcelimelerinde iştikak bakımından cinas vardır.
[161]
"İbrahim"
Rahman olan Allah'ın Halili, peygamberler babası, Sâm'ın soyundan gelen
çocukların onuncusu, Arapların atası İsmail'in babası, Keldan şehirlerinden
nur anlamına gelen "Ur" adlı şehirde doğmuş bir peygamberdir. Bu
şehir şimdi Türkiye'nin güney sınırlarında Suriye'ye komşu bir yerde Urfa diye
bilinmektedir. "Babası Âzer'e"; Âzer, İbrahim'in babasının lâkabıdır.
Adı Tareh (ha ile) ya da Tareh (hı ile)dir ki, tembel anlamına gelir. "Sen
putları ilâh mı ediniyorsun?" Onlara tapınıyorsun? Dediğimiz gibi bunda
soru azar içindir. "Gerçekten ben seni ve kavmini" onları ilâh
edinmekle "bir sapıklık içinde" haktan uzaklaşmış olarak
"görüyorum." Sapıklık (dalâl), hedefe götüren yolu bırakıp ondan
sapmak demektir. "Apaçık bir sapıklık" yani sapıklığı besbelli olan.
"Biz
İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü" göklerin mülkünü, saltanat ve
azametini "böylece gösteriyorduk." İbrahim'e babasının ve kavminin
sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin melekûtunu da gösteriyorduk. Allah
göklerin ve yerin azametini bunları Allah'ın birliğine delil görsün diye
göstermişti. "Biz İbrahim'e... böylece gösteriyorduk" cümlesi ve
ondan sonrası ara cümlesi olup, "... demişti" cümlesine
atfedilmiştir.
"Gece
onu bürüyüp örtünce" yani gecenin karanlığı basıp Hz. İbrahim'i karanlığı
ile örtünce ışık saçan "bir yıldız gördüm." dedi. Bunun Venüs veya
Jüpiter olduğu söylenmiştir. "Kaybolup gidince" göründükten sonra
kaybolunca "Ben kaybolup gidenleri sevmem dedi." yani ben böylelerini
rab edinmeyi sevmem. Çünkü Rabbin değişmesi, bir halden bir başka hale intikal
etmesi düşünülemez. Zira bu şekilde değişiklik sonradan yaratılanların
özelliğidir. Sonradan yaratılanlar ilâh olamaz. "Ay'ı doğarken";
ayın doğması, görülmeye başlaması demektir. "Rabbim bana hidayet
etmezse" hidayet üzere bana sebat vermezse "sapıklardan olurum."
Böylelikle Hz. İbrahim kavminin sapıklık üzere olduğunu dolaylı olarak ifade
etmektedir. Ancak bu onlara etki etmiyordu, "güneşi görünce de: Bu daha
büyük" yani güneş, yıldız ve aydan daha büyük "demişti".
"O da batınca: Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım"
yani Allah'a ortak koştuğunuz putlar ve var edilmeye ihtiyacı olan sonradan
yaratılmış gök cisimlerinden uzağım. Bu sefer ona, "Peki neye ibadet
ediyorsun?" diye sordular.
"Şüphesiz
ki ben yüzümü... Allah'a yönelttim" ibadetimle ve ihtiyacımı istemekle
ben yalnızca Allah'a yöneliyorum ve ibadetimi de ihlâslı olarak sadece O'na
yapıyorum. "Gökleri ve yeri yaratana" onları varlık âlemine çıkartan
yahut yoktan var eden, ya da daha önce bir örneği olmadığı halde, onları var
edene; "hanîf olarak" yani sapıklıktan ve şirkten dosdoğru dine
yönelmiş olarak[162]
Yüce
Allah burada Hz. İbrahim'in, babası Âzer ile birlikte putperestliğin
çürütülmesine dair kıssasını söz konusu etmektedir. Bundan maksat ise Arap
müşriklerine karşı delil getirmektir. Çünkü bütün taifeler ve bütün din mensupları
Hz. İbrahim'in faziletini kabul etmektedir. Müşrikler kendilerinin onun
soyundan geldiklerini kabul ediyor, faziletini itiraf ediyor ve Hz. İbrahim'in
kendilerinin dini üzere olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudi ve Hristiyanlar da
Hz. İbrahim'i tazim ediyor, oldukça yüksek bir makama sahip olduğunu itiraf
ediyorlardı. İşte İbrahim kavmi ile sürekli olarak putlara tapmak hususunda
mücadele eden ve tartışan biri olduğuna göre, onun torunları olan Arapların da
sapıklıklardan vazgeçerek putlara tapma hususundaki hatalarını idrak etmeleri
gerekir.
[163]
Ey
Muhammedi İbrahim'in babası Azer'e, "Sen bir takım putları ilâhlar edinip
Allah'tan başka onlara ibadet eder misin? Halbuki seni de onları da yaratan
Allah'tır. O halde ibadete lâyık olan O'dur, onlar değildir" dediğini
hatırlat.
İbni
Kesîr, Hz. İbrahim'in babasının adının Âzer olduğu görüşünün doğru olduğunu
belirtir.
Hz.
İbrahim, babasına şöyle demişti: Ben seni ve bu putlara tapan senin kavmini
yani senin yolunu izleyen, senin gittiğin yoldan giden bu kavmi apaçık bir
sapıklık içerisinde görüyorum. Onların şaşkın olduklarını, izlemeleri gereken
dosdoğru yolu bulamadıklarını görüyorum. Onlar dosdoğru yolda gidecek yerde
şaşkınlık ve bilgisizlik içerisindedirler. Bilgisizlik ve cahillik içerisinde
yüzdüğünüz, aklı selim sahibi olan herkes tarafından açıkça görülebilmektedir.
Hem önce kendi ellerinizle yonttuğunuz sonra da tapınıp kutsadığınız taş, ağaç
veya maden putlara ibadet etmenizden daha açık bir sapıklık olabilir mi? Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır." (Sâffât,
37/95-96). Bir defa sizler şeref itibariyle puttan daha yükseksiniz. Sizin
mevki-niz daha üstündür. Sizler akıl sahibisiniz. Putlar ise cansız ve
sağırdır, akılları yoktur, kendilerine gelecek bir zararı dahi def edemezler.
Bütün bunları görmeyerek kalkıp onları tapınılan ilâhlar mı edineceksiniz?!
"Apaçık
sapıklık" ifadesinin anlamı Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.)'e şu
buyruğunda belirttiği gibi doğru yoldan sapmak demektir: "Ve o seni yolunu
şaşırmış buldu da, doğru yola iletti." (Duhâ, 93/7).
Hz.
İbrahim'e babasının ve kavminin putlara ve heykellere tapmak şeklindeki
sapıklıklarını gösterdiğimiz gibi, ona ardı arkasına göklerin ve yerin
mele-kûtunu da gösterdik. Yani onların harikulade nizam ve son derece üstün
yaratma ve sanatlarıyla onların yaratılışlarını gösterdik. Böylelikle o
kâinatın gizliliklerine, yerdeki sırlarına muttali oldu. Ta ki bunu bizim
birliğimize, kudretimizin büyüklüğüne, ilmimizin genişliğine delil olarak
görsün: "Allah'ın her şeyi sapasağlam yapan yaratmasına (bak!)"
(Nemi, 27/88).
İşte
biz böylece İbrahim'e bunları öğretiyor, gösteriyor ve bu konuda ona başarı
ihsan ediyoruz. Kalbine verdiğimiz genişlik ve doğru bakış açısı sayesinde onu
hakka iletiyoruz. Delil gösterme yolunu ortaya koyuyoruz. Ta ki bununla o put,
güneş, yıldız, ay gibi herhangi bir şeyin hiç bir şekilde ilâh olmasının doğru
olamayacağını kesinlikle ve tam anlamıyla bilip anlayanlardan olsun. Çünkü
bunların sonradan yaratıldıklarına (hadis olduklarına) ve bunları var eden bir
yaratıcının meydana getiren bir yaratıcının doğuşlarını, batışlarını, değiştirmelerini,
akıp gitmelerini ve sair hallerini düzenleyen bir müdebbir olduğuna dair
deliller gayet açıktır. Bunları İbrahim'e gösteriyorduk ki, bu ayetler
ulûhiyet ve rubûbiyete olduğu gibi, sapık müşriklere karşı da bir delil olsun.
Yakîn (kesin bilgi), düşünme sebebiyle şüphenin giderilmesinden sonra ortaya
çıkan kesin bilgi demektir.
Daha
sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim'in gördüğü o göklerin ve yerin mele-kûtunu
şöylece açıklamaktadır: "Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü."
Yani gecenin karanlığı basınca İbrahim, diğer yıldızlardan aydınlığı ve parlaklığı
ile oldukça farkla büyük bir yıldız gördü. Onun gördüğü bu yıldızın Venüs ya da
Jüpiter olduğu söylenmiştir. O şöyle dedi: "Bu, benim Rabbimdir."
Yani o bu sözleri kavmine karşı tartışma ve delil getirme sadedinde söyledi.
Bunları onların yaptıklarını reddetmek ve onlara karşı delil getirmek için bir
hazırlık olsun diye söylemişti. Önce onlara kanaatlerini kendileriyle
paylaştığı vehmini verdi, sonra da aklî ve hissî delillerle onların bu iddialarını
çürüttü.
Bu
yıldız batınca Hz. İbrahim şöyle dedi: "Bu bir ilâh olamaz. Ben zaten
kaybolup gizlenenleri de sevmem." Çünkü mutlak ilâhın kâinat üzerinde
tartışılmaz bir egemenliği vardır. O her şeyi işiten, her şeyi görüp
gözetendir. Asla kaybolmaz ve asla hiç bir hususta yanılmaz. İlâh denilen şey,
nasıl kaybolup gizlenir ki? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ne diye
işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeye itaat edersin?"
(Meryem, 19/42).
İşte
bu, Hz. İbrahim'in yıldızlara tapmak hususunda kavminin bilgisizliğine bir
göndermesidir. Katâde der ki: O, Rabbinin zeval bulmadığını ve ebedî olduğunu
bilmişti.
İbrahim
(a.s.) yıldızın ulûhiyetinin tutarsızlığını ortaya koyduktan sonra, daha çok
ışık veren ayın ilâhlığının tutarsızlığını ortaya koymaya yöneldi. O aj^ı,
ışığıyla her tarafı kuşatmış haliyle doğarken görünce, "Bu benim Rabbimdir"
dedi. Fakat o da bir önceki gecede yıldızın battığı gibi batınca, kavmine
işittirecek bir şekilde "Bu da aynı şekilde ilâh değildir" dedi.
Andolsun ki eğer Rabbim bana hidayet vermeyip tevhidi ve hakkı bulma hususunda
bana yardım etmeyecek olursa, hiç şüphesiz yollarını şaşıran, hidayet
bulamayan, Allah'tan başkasına tapınan sapıklardan olurum. Bu, aynı zamanda
açıkça ifadeye yakın bir tarzda kavminin sapıklığını ortaya koymakta, onların
ve ay^ ilâh edinen kimsenin de aynı şekilde sapık olduğuna dikkatlerini
çekmekte ve doğru akide bilgisinin ilâhî vahye bağlı olduğuna işaret
etmektedir. Daha sonra üçüncü defada kavminin koştuğu şirkten uzak olduğunu
açıkça söylediğini görüyoruz.
Hz.
İbrahim güneşi doğarken görünce -ki o gördüğümüz yıldızların en büyüğü,
faydası en kapsamlı ve en aydınlık olanıdır- şöyle dedi: "İşte bu benim
Rabbimdir. Çünkü bu öbür yıldızlardan da aydan da daha büyüktür, ışığı ve
aydınlığı daha fazladır; o bakımdan bunun Rab olması daha bir yerindedir."
Fakat
güneş de diğerlerinin battığı gibi batınca Hz. İbrahim akidesini açıkça ortaya
koydu ve kavminin şirkinden uzak olduğunu şu sözleriyle ifade etti: "Ben
yıldızlara ibadet etmekten ve onlara sevgi beslemekten uzağım. Ben ibadetimde
gökleri ve yeri, şu gördüğünüz yıldızları yaratana yöneliyorum. Sapıklıktan
uzak hak ve dosdoğru din olan tevhid dinine yöneliyorum. Ben Allah ile birlikte
başka bir ilâh edinen müşrikler arasında yer almam. Ben bu eşyayı yaratan, her
şeyin mülk ve hakimiyetini elinde bulundurup onları çekip çeviren, her şeyin
yaratıcısı, Rabbi, mutlak maliki ve ilâhı olan Yüce Yaratıcıya ibadet
ediyorum." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz
rabbi-niz gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. Sonra Arş'ı istiva
etti. Kendisini durmadan kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örtüyor. Güneş'i,
Ay'ı ve yıldızları emri ile müsahhar kılan O'dur. İyi bilin ki yaratmak da
emretmek de O'nundur. Alemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir7'%A'raf,
7/54).
Geçen
bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığına göre Hz. İbrahim'in kavmi, putları Rab
değil ilâh kabul ediyorlar, yıldızlan ise hem Rab, hem de ilâh ediniyorlardı.
İlâh'tan kasıt mabud, yani kendisine ibadet edilen'i rabden kasıt ise efendi,
malik, besleyip büyüten, işleri çekip çeviren ve tasarrufta bulunandır. İbadet
ise dua ve tazim ile mahlûkatı yaratana yönelmektir. Gerçekte ise mah-lûkatın
Allah'tan başka ilâhı da rabbi de yoktur.
Hz.
İbrahim'in takındığı tavır, kendisini mümin olmayan birisi gibi gösteren ve
son derece çarpıcı bir üslûpla tartışan, bu tartışmasını örneklerle ispatlayan
kişinin tavrıydı. Gerçekte Hz. İbrahim ilâhtık ve rablik makamını tespit etmek
için tetkik eden bir kimse durumunda değildi. Çünkü Yüce Allah Hz. İbrahim
hakkında şunları söylemektedir: "Andolsun ki biz İbrahim'e daha önceden
doğru yolu bulmak için imkân vermiştik. Biz onu biliyorduk. O zaman babasına
ve kavmine şöyle demişti: Bu heykeller nedir ki onlara ibadet edip durmaktasınız?"
(Enbiyâ, 21/51-52); "Gerçekten İbrahim (başlı başına) bir ümmetti.
Allah'a itaatkâr, hanîf bir Müslümandı. O (asla) müşriklerden olmamıştır. O
nimetlerine şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru bir yola iletmişti.
Biz ona dünyada bir güzellik de verdik ve şüphesiz ki o, ahirette de mutlaka
salihlerdendir. Sonra biz sana, hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine
uy, o, müşriklerden olmadı, diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123); "De
ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine,
rnu-vahhid olan İbrahim'in dinine iletti. O, müşriklerden olmadı."
(En'âm/161).
Buharî
ve Müslim'de de Ebu Hureyre yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Her doğan fıtrat üzere doğar." Müslim'in Sa-hih'inde
ise Iyâd b. Hammâd yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Allah buyurdu ki, şüphesiz ben kullarımı hanîfler olarak yarattım."
Yine Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "İnsanların
üzerinde yaratıldığı Allah'ın fıtratına (yönelin)! Allah'ın yaratışında
değiştirme yoktur." (Rûm, 30/30). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Hani Rabbin Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini
almış, onları kendilerine karşı şahit tutup, "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" diye buyurmuştu. Onlar da "Evet şahit olduk"
demişlerdi." (A'râf, 7/172).
Eğer
bu, sair insanlar hakkında böyle ise, Yüce Allah'ın tek başına bir ümmet,
Allah'a yönelen hanîf bir Müslüman ve asla müşriklerden olmayan İbrahim Halîl,
böyle bir konumda, araştıran bir kişi nasıl olabilir ki? Aksine o, Resulullah
(s.a.)'tan sonra hiç şüphesiz ve tereddütsüz olarak selim fıtrat ve dosdoğru
karaktere herkesten daha lâyık bir kimsedir.
Bu
durnumuyla onun, kavminin içinde bulunduğu şirki tetkik eden değil de kavmine
karşı tartışan bir kimse olduğunu destekleyen hususlardan bir tanesi de
ileride gelecek olan "Kavmi onunla tartışmaya kalkıştı..." (ayet, 81)
buyruğudur.[164]
Hz.
İbrahim Allah'ın üâhhğını ve rabliğini ispatlamak için tartışmaya girişti,
ortaya koyduğu kesin delil ve belgeler ile kavmini susturdu. O dört kişi veya
grupla tartışma yapmıştır:
Birinci
tartışması babasıyla olmuştu. Ona, "Babacığım işitmeyen, görmeyen ve sana
hiç bir faydası olmayan şeylere ne diye tapıyorsun?" (Meryem, 19/42)
diyerek karşı çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim burada da bu tartışmanın haberini bize
naklederek, "Hani İbrahim babası Âzer'e ... demişti." diye buyurmaktadır.
İkincisi,
kavmi ile tartışması. Bu da Yüce Allah'ın, "Gece onu bürüyüp örtünce..."
buyruğundan itibaren anlattıklarıdır.
Üçüncüsü
ise, çağının kralı ile tartışmasıdır. Ona şöyle seslenmişti: "Benim
Rabbim dirilten ve öldürendir... demişti." (Bakara, 2/258)
Dördüncü
tartışması ise, fiili ile kâfirlerle yaptığı tartışmadır. O da Yüce Allah'ın,
"Onların hepsini büyükleri müstesna parça parça etti..." (Enbiyâ,
21/58) buyruğunda ifade edilmektedir.
İşte
bu, Hz. İbrahim'in tartışma hususundaki güç ve kabiliyetini, hasımlarını
susturmak için oldukça hazır cevap bir yeteneğe sahip olduğunu, maksadını
kesin belgelerle ispatlama gücüne sahip bulunduğunu göstermektedir. O bu konuda
gerçekten harikulade başarılı idi. Çünkü bunlar kaybolan ve zaman zaman
gizlenen mahlûklardır. Mutlak ilâh ise kaybolmamalı, saklanmamalıdır. Mülkü
altındaki varlıkları kontrol etmekten uzak durmamalıdır. Hz. İbrahim böyle bir
üslûpla, zahiren hasmının iddiasını kabul eder görünmüş, daha sonra hasmının
görüşünü ve değerlendirmesini çürütmüştür. Bütün bu konumlarında o
-açıkladığımız gibi- tartışan bir kimse konumundaydı. Yoksa onların dediklerinin
doğruluğunu tetkik eden bir kimse konumunda değildi. Çünkü onun akidesi
fıtratında, ilham, ilâhî irşad, akıl ve duyularıyla kalbinde yer etmişti.
Yüce
Allah'ın bize naklettiği, "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse..." buyruğunun
anlamı ise şudur: "Andolsun ki Rabbim hidayet üzere bana sebat vermezse."
Çünkü esasen o hidayet bulmuş bir kimse idi. Kur'an-ı Kerim'de de, "Bizi
dosdoğru yola ilet." (Fatiha, 1/6) diye buyurulmaktadır. Yani hidayet üzere
bize sebat ver, demektir.
Hz.
İbrahim yıldızların ilâhlığı hususunda üç örnek seçerek, adım adım bunların
ilâh olamayacaklarını ve bunlardan hareket ederek gerçek ilâh ve gerçek rab
olan Allah'ın ulûhiyet ve rubûbiyetini ispatlamaya doğru ilerlemiş, bunu da,
"Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana hanîf olarak yönelttim"
diye ifade etmiştir. Yani ben ibadet ve tevhidimle yalnızca Aziz ve Celil olan
Allah'a yönelmiş bulunuyorum. Burada "yüz"ü söz konusu etmesinin sebebi,
kişinin tanınmasına kolaylık sağlayan en açık ve görünen şey oluşundan dolayıdır.
Onun adım adım kavminin cahilliğini işaret etmeye, putperestliğin batıl
oluşunu ifade ederek kalıcı olmayan ve kaybolup giden şeyleri sevmediğini
belirtmeye, oradan sapıklık ve şaşkınlık içerisinde olmaları dolayısıyla onları
uyararak şirkten ve müşriklerden uzak olduğunu açıkça ifade etmeye ve daha
sonra da şirkin temelini yıktıktan sonra akidesini açıkça ilân etmeye doğru
ilerlediğini görüyoruz.
Râzî
der ki: Kâinatta vücûp (varlığının zorunluluğu), kudret, ilim ve hikmet
bakımından başkasını Yüce Allah'a eşit kabul eden hiç bir kimse yoktur. Fakat
Seneviyye (iki ilâh edinenler), birisi hakim olup hayır işleyen, diğeri de
sefih olup kötülük işleyen iki ilâhın varlığını kabul ederler.
Allah'tan
başkasına ibadetle uğraşmaya gelince, bunun pek çok şekillerde olduğunu
görüyoruz. Kimileri yıldızlara tapar, kimileri de aşırılığa saparak yaratıcı
ilâhın varlığını kabul etmez ki bunlar Dehrîlerdir. Hristiyanlar ise Allah'tan
başkasına ibadet ederler. Çünkü onlar Mesih'e tapınırlar. Kimisi de putlara
tapınır.[165]
Putperestlikten
daha eski batıl bir din yoktur. Çünkü bize atraflı bir şekilde tarihi ulaşmış
bulunan en eski peygamber olan Nûh (a.s.) da putlara ibadeti reddetmek üzere
gelmiştir.
[166] Nitekim Yüce Allah onun
kavminden şöyle dediklerini nakletmektedir: "Sakın Ved, Suvâ, Yeğus, Yeûk
ve Vesr (adlı putlara ibadetji bırakmayın." (Nûh, 71/23). Onların bu
sözlerinin sebebi ise şudur: İlkel insan, putların sessizlik ve
duyarsızlığının Yüce Allah'a ulaştırmaya elverişli bir sır olduğunu ya da Yüce
Allah'ın ağaç, güneş, ay gibi bazı yaratıklarının gerçek ilâhının yanında
şefaat eden ve kendilerine yönelenleri bu gerçek ilâha yakınlaştırabilen bir
çeşit aracı olduğunu vehmetmiştir.
Hz.
İbrahim'in kavmi putların hiç bir şekilde işitmediğini, görmediğini, fayda ve
zarar veremediğini idrak etmişti. Ancak onlar atalarını taklit ediyorlardı. Bu
bakımdan putlara taparak onları ilâh edinmişlerdi. Bunlar kâinatın işlerini
çekip çeviren rabler değillerdi. Fakat bu imanlar kendilerince yeryüzünde, bir
takım etkilerde bulunduğunu kabul ettiklerinden dolayı yıldızları rab
edinmişlerdi.
Putlara
tapma hususunda Araplar da atalarını taklit ettiklerini şu sözleriyle ifade
etmişlerdi: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz..." (Zümer, 39/3)
Müminin
yapabileceği tek şey, sadece putperestliğin bütün şekil, tören ve dışa yansıyan
her şeyini ayıplamak ve tenkit etmek, diğer taraftan başka herhangi bir
aracıyı söz konusu etmeksizin yalnızca ve sadece O'na gökleri ve yeri yoktan
yaratan Allah'a ibadet etmektir. Tıpkı putlar hakkında şu sözleri söyleyen Hz.
İbrahim'in ilânı gibi: "Hayır, Rabbiniz onları yoktan var eden, göklerin
ve yerin Rabbidir. Ben bunun böyle olduğuna işte önünüzde şahitlik edenlerdenim."
(Enbiya, 21/56)
Yüce
Allah'ın bütün yaratıkları hem onları var eden yaratıcının hem de O'nun
kudretinin varlığını ortaya koymaktadır. Çünkü bütün yaratıklar sonradan
yaratılmış (muhdes) ve mümkün (varlıklarıyla yoklukları aklen musâvi)
varlıklardır. Varlığı muhdes ve mümkün olan her bir varlık, bir yaratıcıya
muhtaçtır.
Yüce
Allah'ın, uBen öyle kaybolup gidenleri sevmem" buyruğu Râzî'nin söz konusu
ettiği bir takım hükümlere delâlet etmektedir:
1- Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın cisim olmadığını ortaya koymaktadır.
Çünkü cisim olsaydı ebediyyen bize görünmemesi (gaib olması) ve ebediyyen
önümüzden kaybolması gerekirdi.
2- Ayet-i kerime Yüce Alah'ın zatında muhdes sıfatın söz konusu olmayacağını
göstermektedir. Aksi takdirde değişip duran bir varlık olurdu. O takdirde de
kaybolup gitme anlamı söz konusu olurdu ki bu da O'nun hakkında imkânsızdır.
3- Yine ayet-i kerime dinin delile dayalı olması, taklide dayalı olmaması
gerektiğini göstermektedir. Aksi takdirde hiç bir şekilde bu çeşit bir
delillendir-menin faydası olmazdı.
4- Aynı şekilde ayet-i kerime, peygamberlerin Rablerini tanımanın
beda-hat veya zorunluluk esasları üzere değil de, istidlal üzere yükseldiğini
göstermektedir. Aksi takdirde Hz. İbrahim'in istidlale bir ihtiyacı olmazdı.
5- Yine ayet-i kerime Yüce Allah'ı tanıma bilgisini elde etmenin, yaratıklarının
durumları hakkında düşünüp bunları delil olarak kullanmaktan başka bir yolu
olmadığını göstermektedir. Zira Yüce Allah'ı bir başka yolla tanımak imkânı
bulunsaydı her halde Hz. İbrahim böyle bir yola baş vurmazdı.
[167]
80- Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O
dedi ki: "Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle hala tartışıyor
musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki Rabbim bir şeyi
dilemiş olsun. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, hala düşünüp öğüt almayacak
mısınız?
81-
Allah'ın hakkında delil indirmediği bir şeyi siz O'na ortak koştuğunuz halde
korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım. Şimdi
gerçekten biliyorsanız (söyleyin): İki gruptan hangisi emin olmaya daha
lâyıktır?
82-
İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar işte emin olmak (hakkı)
onlarındır. Onlar doğru yolu da bulmuşlardır.
83- İşte bu, İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz
hüccetimizdi. Biz dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki Rabbin
Alîm'dir, Hakimdir.
"Kavmi
ona karşı delil getirmeye kalkıştı." Dini hususunda onunla tartıştılar,
putlarına ibadeti terk ettiği takdirde putların kendisine kötülük yapabileceği
tehdidinde bulundular. Delil getirmek, tartışmak ve tartışmada galip gelmek
istemek demektir. Hüccet ise, kişinin iddiasını ispatlamak yahut da karşısındakinin
iddiasını çürütmek için kullandığı delildir. Hüccet ya hiç bir şekilde
çürütemeyecek kadar kesin ve tartışılmaz olur ya da hiç bir şeyi
ispatlayama-yan tutarsız ve geçersiz olur. O takdirde buna şüphe denilir.
"Bana"
Yüce Allah "hidayet vermişken Allah hakkında", Allah'ın birliği
hakkında "benimle hâlâ tartışıyor musunuz?"
"Ben
O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." Yani O'na ortak koştuğunuz
putların bana bir kötülük yapacaklarından yana korkum yoktur. Çünkü o putların
hiç bir şeye güçleri yetmez. "Meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş olsun"
yani Yüce Allah bana isabet etmesini takdir etmiş olduğu hoş olmayan bir şey
olursa, o takdirde o olur. "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır." Yani
hiç bir şey O'nun bilgisi dışında değildir. "Hâlâ" bunu "düşünüp
öğüt almayacak" ve iman etmeyecek "misiniz?"
"Allah
üzerinize" putların ibadetine dair "bir delil", bir belge ve bir
burhan "indirmediği şeyi" siz O'na ibadette "ortak koştuğunuz
halde" Allah'tan "korkmuyorsunuz da ben sizin" Allah'a
"ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" Çünkü sizin putlarınızın hiç
bir şekilde ne zararı ne de faydası dokunmaz. "Gerçekten
biliyorsunuz" kimin güven duymaya ve esenliğe kavuşmaya daha lâyık
olduğunu. Yani güven duymaya lâyık olanlar bizleriz, o halde bizim yolumuza
uymalısınız.
"İmanlarına
zulüm karıştırmayanlar"; burada zulümden kasıt akide veya ibadette şirk
koşmaktır. Allah'tan başka O'nunla birlikte veya ayrı olarak kendisine dua
edilen bir dost edinmek gibi. Çünkü en büyük zulüm budur. "İşte emin
olmak" azaptan yana güvenlik altında olmak...
"İşte
bu, İbrahim'e kavmine" müşriklere "karşı verdiğimiz
hüccetimizdir." Yani İbrahim'in kavmine karşı yıldızın kaybolup gitmesi ve
benzeri hususlar Allah'ın birliğine dair delil getirmesini gösterdiğimiz,
ilettiğimiz "hüccetimizdir."
"Biz
dilediğimizi" ilim ve hikmet bakımından "derece derece yükseltiriz.
Şüphe yok ki Rabbin" yaptıklarında, ettiklerinde hikmeti sonsuz
"Hakîm'dir", bütün yaratıklarını ve durumlarını bilen
"Alîm'dir."
[168]
"İman
edenler..." mealindeki 82. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni
Ebî Hatim, Bekr b. Savâde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Düşmanlardan
birisi Müslümanlara hamle yaptı, bir Müslümanı öldürdü. Daha sonra bir hamle
daha yaptı, bir diğerini öldürdü, sonra şöyle dedi: Peki bundan sonra Müslüman
olmamın bana bir faydası olacak mı? Resulullah (s.a.), "Evet" deyince
atını mahmuzlayarak Müslümanların arasına girdi, sonra (önceki) arkadaşlarına
bir hamle yaptı, bir kişi öldürdü, sonra bir diğerini, bir diğerini öldürdü,
daha sonra kendisi öldürüldü. Bekr b. Savâde der ki: Onlar (ashab) şu,
"İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." ayet-i
kerimesinin onun hakkında nazil olduğu görüşündeydiler.
[169]
Ayet-i
kerimeler, Hz. İbrahim'in tartışmalarını zikretmeye devam etmektedir.
Buradaki, kendisi ile kavmi arasında benimsediği tevhide dair bir tartışmadır.
Tartışmada onları susturunca onlar taklide yapıştılar ve bütün ilâhların tek
bir ilâh kabul edilmesini, imkansız gördüler; putların ilâhlığını tenkit ettiği
için Hz. İbrahim'i çeşitli afet, belâ ve musibetlere uğramakla korkutmaya kalkıştılar.
[170]
Kavmi
Hz. İbrahim'le tevhid ilkesi hakkında tartışmaya koyuldu. Hz. İbrahim tevhidi
onlara fikrî düzeylerine göre anlayabilecekleri şekilde kesin delillerle ispat
edip yalnızca Allah'a ibadetin zorunluluğunu ortaya koyunca bu sefer şirkleri
hakkındaki şüphelerini açıklayarak onunla tartıştılar ve şöyle dediler:
Tanrıların çokluğu Alah'a imana aykırı değildir. Çünkü bunlar Allah nez-dinde
şefaatçilerdir. Böylelikle onlar atalarını taklide ve benzeri hususlara sıkı
sıkıya yapıştılar. Yüce Allah şu buyruğu ile onlara verilen cevabı zikretmektedir:
"O dedi ki: Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle halen tartışıyor
musunuz..." Yani Allah'ın emri ve başka ilâh olmadığı hususunda benimle
nasıl tartışırsınız? Halbuki Yüce Allah bana hakkı göstermiş, beni hakka iletmiş
bulunuyor. Ben O'ndan gelen apaçık bir delile sahip bulunuyorum. Nasıl olur da
şirk koşmanız ve elinizde hiç bir delil bulunmadığı halde geçmişlerinizi taklit
etmeniz hususlarında, ortaya attığınız iddialarınıza ve sapıklıklarınıza
iltifat edebilirim?
Sizin
izlediğiniz yolun batıl olduğunun delillerinden birisi de şudur: Tapındığınız
bu tanrılar hiç bir şeyi etkileyemezler. Ben onlardan korkmuyorum,
çekinmiyorum, onlara aldırmıyorum. Çünkü bu putların hiç bir zararı, hiç bir
faydası yoktur. İşitmezler, görmezler, başkalarına yardımcı olamazlar, şefaatçilikleri
de yoktur. Eğer bunların yapabilecekleri bir şey varsa haydi onlar aracılığıyla
bana istediğiniz kötülüğü yapın ve bana mühlet de vermeyin. Aksine bu konuda
elinizi olabildiğince çabuk tutun.
Ben
Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. Şu kadar var ki, Rabbim'in hoş
olmayan bir şeyin bana gelip çatmasını dilemiş olması müstesna. O'nun dilediği
kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Zira Yüce Allah'tan başka fayda ve zarar verme
gücüne sahip kimse yoktur, her şeye gücü yeten O'dur.
Daha
sonra Yüce Allah bundan önceki buyrukların gerekçesini, "Rabbimin ilmi her
şeyi kuşatmıştır" ayetiyle göstermektedir. Yani O'nun bilgisi bütün eşyayı
kuşatmaktadır. Hiç bir gizli şey O'na gizli değildir. Rabbim belki de bu
putları bir kenara itip onları parçalamaya davet ettiğim için (sizin
aracılığınızla ve buna gazabınız dolayısıyle -Çeviren.-) hoşa gitmeyen bir
durumla beni karşı karşıya bırakabilir.
Siz
niçin bu hususu ve benim size açıkladığım diğer hususları düşünüp de iman
etmezsiniz? Yani bu putların batıl olduğu üzerinde ibretle düşünüp onlara
tapınmaktan vazgeçmeyecek misiniz? Bu, Hud (s.a)'un kavmi olan Âd'e karşı
gösterdiği şu delilleri andırmaktadır: "Dediler ki: Ey Hud, sen bize apaçık
bir delil getirmedin. Biz de senin sözüne binaen tanrılarımızı terk edecek
değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Biz ancak şunu söyleriz: Bazı ilâhlarımız
seni fena çarpmış. Dedi ki: Ben gerçekten Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit
olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.
Artık hepiniz hakkımda istediğiniz tuzağı kurun, bundan sonra da bana bir süre
tanımayın. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a
tevekkül ettim. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin alnından (perçeminden)
tutan O'dur. Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üzeredir." (Hud,
11/53-56)
Sizler,
sizi yaratan Allah'a vahiy ile olsun, aklî olsun hakkında herhangi bir delil
indirmemiş bulunduğu şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadığmız halde, ben
sizin Allah'tan başka tapındığınız putlardan nasıl korkarım? Sizin bu
yaptıklarınızın yaratmada, kâinatı yönetmede ortak yahut da aracı ve şefaatçi
olduklarına dair ispatlayıcı hiç bir deliliniz yoktur. Aklî ve naklî deliller
Yüce allah'ın bir tek ve Samed olduğunu göstermektedir. Asıl akibetinden korkulması
gereken şey, buna rağmen hâlâ şirk koşmanız ve bu konuda hak yolu izleme
imkânını kaybetmenizdir.
"Nasıl"
sorusunda inkâr anlamı vardır. O, onların -kendileri Allah'tan korkmuyorken-
kendisini putlarla korkutmalarını inkâr ve red etmektedir. Yani sizler gücü
her şeye yeten Allah'tan korkmazken ben nasıl olur da cansız bir varlıktan
korkarım? İbni Abbas ve başkaları ayette geçen "Bir delil-sultan"
ifadesini hüccet diye açıklamışlardır. Yani onu ispatlayacak bir delil yokken
demektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Yoksa onların,
Allah'ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı
vardır?" (Şûra, 42/21); "Bunlar, Allah haklarında hiç bir delil
indirmediği halde ancak-sizin ve atalarınızın taktığı bir takım
isimlerdir." (Necm, 53/23).
Gerçek
bu olduğuna göre, iki kesimden hangisi kıyamet gününde Allah'ın azabından yana
güvenlik altında olmaya, akidesi dolayısıyla dünyada güvenlik duymaya ve
korkmamaya daha lâyıktır? Muvahhidler kesimi mi, müşrikler kesimi mi? İki
kesimden hangisinin tutumu doğrudur? Zarar ve faydayı elinde bulundurana ibadet
edenler mi, yoksa ellerinde bir delil bulunmaksızın faydası ve zararı da
olmayan şeylere ibadet edenler mi? Burada, "Bizden hangimiz güven duymaya
daha lâyıktır?" ifadesiyle yetinilmeyerek açıkça iki kesimden söz edilmesi
böyle bir cevabın, her bir muvahhid ve müşrik hakkında genel olduğunu,
yalnızca Hz. İbrahim'in muhataplarına has olmadığını belirtmek içindir. Bu
ifadenin genel olması, onların hakka kulak verip dinlemekten nefret ederek
uzaklaşmamaları için açıktan açığa hatalı olduklarını bildirmeyerek inada sapmamalarını
önlemek içindir.
"Eğer
biliyorsanız..." Yani eğer sizler bu hususa dair bilgi ve basiret sahibi
iseniz, haydi onu bana bildiriniz. Bu da onları hakkı itiraf etmeye yönelten
bir üslûptur.
Daha
sonra Yüce Allah güvenlik duymaya kimin daha lâyık ve hak sahibi olduğunu
şöylece bildirmektedir: "İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..."
Yani Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik edenler, O'na hiç bir şeyi ortak
koşmaksızm yalnızca ve ihlâsla Allah'a ibadet edenler, imanlarına kendilerini
fasıklığa götürecek bir masiyet bulaştırmayanlar, işte onlar kıyamet gününde
güven altında olacaklardır.
Ahmed,
Buharî, Müslim ve Tirmizî, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet
ettiler: "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca,
Hz. Peygamberin ashabı şöyle sordu: "Bizden kendisine zulmetmeyen kim
vardır ki?" Bunun üzerine, "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür."
(Lokman, 31/13) ayeti nazil oldu. Bu Buharî'nin rivayetidir. İmam Ahmed'in
rivayeti ise şöyledir: Şu, "İman edenler imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..."
ayeti nazil olunca, bu insanlara ağır geldi ve şöyle dediler: Ey Allah'ın
rasulü, nefsine hangimiz zulmetmiyor ki? Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Burada kastedilen sizin anladığınız değildir. Sizler o salih kulun şu:
"Oğulcuğum Allah'a ortak koşma. Çünkü muhakkak şirk büyük bir
zulümdür." (Lokman, 31/13) söylediklerini duymadınız mı?" Görüleceği
gibi burada kastedilen, şirkin kendisidir.
İşte
İbrahim (a.s.)'in Yüce Allah'ın, "Gece onu bürüyüp örtünce..." buyruğundan
itibaren "Onlar doğru yolu da bulmuşlardır" buyruğuna kadar anlatılanlar,
İbrahim (a.s.)'in kavmine karşı getirdiği güçlü delilleri anlatmaktadır. Bir
bakıma Yüce Allah şöyle demektedir: "İbrahim'i bu delilleri gösterme yoluna
ilettik, kavmini ikna etmesi için bu konuda ona başarı ihsan ettik." Bu,
iman ve küfrün ancak Yüce Allah'ın yaratmasıyla husule geleceğini göstermektedir.
Şüphesiz
ki biz kullarımızdan dilediğimiz kimseyi dünyada ilim ve hikmet bakımından
başkalarının ulaşamadığı derecelere yükseltiriz. Söz konusu dereceler ise
iman, ilim, hikmet, tevhid ve nübüvvet basamaklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte biz o peygamberlerden kimini kimine üstün kıldık.
Onlardan kimisiyle Allah söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir."
(Bakara, 2/253). Ahirette ise cennette sevap itibariyle derece derece yükseltiriz.
Ayet-i kerimeden maksat da şudur: Yüce Allah Hz. İbrahim'in derecelerini
-kendisine vermiş olduğunu delil getirme gücü dolayısıyla- yükseltmiştir.
Şüphesiz
Rabbin sözünde, fiilinde ve işinde hikmeti sonsuz olandır, yani Hakimdir;
yarattıklarının her halini bilendir, yani Alimdir. Kendilerine karşı delil ve
belgeler ortaya konulmuş olsa dahi, kime hidayet vereceğini ve kimi
saptıracağını bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
aleyhlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Onlara bütün
ayetler gelse de acıklı azabı görecekleri ana kadar (inanmazlar)" (Yunus,
10/96-97). Allah hikmet ve ilminin gereği ile -yoksa arzu gereği ve rastgele
değil- dilediğini derece derece yükseltir. Çünkü Allah'ın fiilleri boş ve
batıl olmaktan münezzehtir.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah'ı bilip tanımak en mükemmel ve en sağlıklı şekilde
ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Peygamberlerin vahiy bilgisi ise nazarî (aklî)
değil, bedihîdir, yani (apaçık bir gerçek) şeklindedir. Yüce Allah onlara
gerek duydukları aklî ve naklî bütün delilleri öğretmiş bulunmaktadır.
[171]
Yüce
Allah İbrahim (a.s.)'e kavmini susturacağı, şüphe ve iddialarını çürüteceği
her türlü aklî delillendirmeyi öğretmiştir. Bunun delili de Yüce Allah'ın,
"İşte bu, bizim İbrahim'e -kavmine karşı verdiğimiz- hüccetimizdir."
buyruğudur.
Verilen
bu delillerden birisi de, kavminin putlarıyla korkutmaları üzerine Hz.
İbrahim'in onlara verdiği cevaptır: Kesinlikle ben onlardan (putlarınızdan)
korkmam. Çünkü korku ancak fayda ve zarar vermeye gücü yeten şeylerden duyulur.
Putlar ise fayda ve zarar vermek gibi hiç bir şeye gücü yetmeyen cansız
varlıklardır.
İnsanın
başına gelen bir takım musibetlere gelince, bu ya bir günah sebebiyle olur ve
bu günahına karşılık insan cezalandırılır ya da onu dünya mihnetleri ile
denemek ve sınamak kasdıyla başına getirilir. Böylelikle bu sıkıntılara ne
kadar sabırlı olduğu, sıkıntı zamanlarında imanın ne derece sağlam olduğu
ortaya çıkar. Yahut da bu musibetler bazı zalimleri başkalarına musallat kılmak
suretiyle ortaya çıkar. Ta ki onların zulümleri helak edilmelerine sebep olsun.
Peygamberlerin
tevhidi ispatlamak ve şirki çürütmek için davet yolunda görevlerini yerine getirmeleri
ise puta tapan müşriklerin vehmettiklerinin aksine hiç bir şekilde cezayı hak
etmelerine, azabın indirilmesine sebep olamaz. Çünkü putperestlik bütünüyle
vehim ve hurafelerden kaynaklanmıştır.
Tartışma
ve delil getirme eğer hak dini açıklamak ve ispatlamak kastıyla yapılırsa
övülür şeylerdendir. Eğer batıl dini yerleştirmek kastıyla yapılırsa yerilmeye
müstehak şeylerdendir.
Allah'a
ortak koşmak, korku ve vehimlerin kaynağı olduğuna göre, müşriklerin her zaman
için huzursuzluk, ızdırap, kaderin ve geleceğin neler sakladığından yana korku
içerisinde yaşamalarında anlaşılmayacak bir yön kalmaz. Muvahhid müminler ise
şu iki sıfatın varlığı şartına bağlı olarak, mutlak güvenlik altındadırlar. Bu
iki şart ise iman -ki o da aklî muhakeme gücünün en mükemmel derecesini ifade
eder- ile imana zulüm karıştırmamaktır -bu da amelî gücün en mükemmel halidir-.
Burada zulümden kasıt şirktir. Çünkü en büyük zulüm odur. Diğer taraftan Yüce
Allah'ın, Hz. Lokman'm ağzından oğluna öğüt verirken söylemiş olduğu şu sözler
de bunu gerektirmektedir: "Oğulcuğum, Allah'a ortak koşma, çünkü şirk çok
büyük bir zulümdür." Burada maksat ise Allah'a iman edip ibadette Allah'a
ortak koşmayan kimselerdir. Fasıkm durumuna gelince, Allah'ın onu
azaplandırması da muhtemeldir, affetmesi de muhtemeldir.
Yüce
Allah'ın, "İşte bu, İbrahim'e -kavmine karşı verdiğimiz- hüccetimizdir"
buyruğu iman ve küfrün ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geleceğini
göstermektedir. Bunu Yüce Allah'ın, "Biz dilediğimizi derece derece
yükseltiriz" buyruğu da pekiştirmektedir. Yani kendisine vermiş olduğu
delil ve belgeler dolayısıyla İbrahim'i derece derece yükselten Yüce
Allah'tır.
[172]
84-
Biz ona İshâk ile Yakub'u bağışladık. Her birine hidayet verdik. Daha önceden
Nuh'a da hidayet verdik. Zür-riyetinden Davud'a, Süleyman'a, Ey-yub'a, Yusuf a,
Musa'ya ve Harun'a da. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.
85- Zekeriya'ya, Yahya'ya, İlyas'a da. Onların
hepsi salihlerdendi.
86- İsmail'e, el-Yesa'ya, Yunus'a ve Lût'a da.
Her birini âlemlere üstün kıldık.
87- Onların babalarından, zürriyetle-rinden ve
kardeşlerinden bazılarını da (hidayete ilettik) ve onları seçtik. Onları doğru
bir yola da götürdük.
88-
Bu Allah'ın hidayetidir ki O bununla kullarından kimi dilerse hidayete iletir.
Eğer şirk koşsalardı, işledikleri her halde boşa giderdi.
89-
Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiklerimizdir. Şimdi bunlar inkâr
ederlerse yerine onu inkâr etmeyen bir kavmi ona vekil kılarız.
90-
Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetlerine
uy! De ki: "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu âlemlere
öğütten başka bir şey değildir."
"Biz
ona"yani İbrahim'e "İshak ile" onun oğlu "Yakub'u
bağışladık."
"Zürriyetinden"
yani Nuh'un soyundan, Davud'un oğlu "Süleyman'a," Yu-sufa ve Hz.
Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un kardeşinin oğlu "İlyas'a" ... İbrahim'in
oğlu "İsmail'e" "El-Yesa"daki lâm zaiddir. "Lût"
İbrahim'in kardeşi, Harun'un oğlu.
"Onları"
her birini peygamberlikle "âlemlere üstün kıldık."
"Onların
babalarından" ifadesi ya "her birini" ifadesine ya da
"Musa"ya atfedilmiş ve onların babalarından bir kısmını ifade
etmektedir. Çünkü bir kısmının çocuğu yoktu, bir kısmının da çocukları
arasında kâfir kimseler vardı.
"Ve
onları seçtik" onları beğenip seçtik. "Onlar kendilerine kitap,
hikmet ve nebîlik verdiklerimizdir. "Kitap" semavî kitaplar,
"hikmet" faydalı bilgi ve dinde derin bilgi sahibi olmak demektir.
"Şimdi
bunlar" yani Mekkeliler şu üç husus olan kitabı, hikmet ve nübüvveti
inkâr ederlerse yerlerine "onu inkâr etmeyen bir kavmi ona vekil
kılarız." Yani bu iş için bir başka kavmi hazırlarız; onlar da muhacir ve
ensardır.
[173]
Yüce
Allah, İbrahim (a.s.)'den tevhide dair ortaya konulan delilleri ve tev-hid
akidesini destekleyip onu savunduğunu açıkladıktan sonra, Hz. İbrahim
üzerindeki çeşitli nimet ve ihsanının türlerini de açıklamaktadır. Bunların
ilki Yüce Allah'ın, "İşte bu, İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz
hüccetimizdir" buyruğu ile dile getirilmiştir. İkincisi, "Biz
dilediğimizi derece derece yükseltiriz." buyruğu ile, üçüncüsü ise,
"Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık" buyruğu ile ifade edilmiştir.
Yani Yüce Allah onu dünyada aziz kılmıştır. Çünkü o insanların en şereflileri
olan peygamberlerin ve rasullerin soyundan geldiği kimsedir. Kıyamet gününe
kadar bu üstün şerefin onun soyundan gelenlerde baki kalması sağlanmıştır.
[174]
Yüce
Allah peygamberi İbrahim (a.s.)'e, yaşı ilerlediği için kendisi ve hanımı Sâre
çocuk sahibi olmaktan ümid kesmiş oldukları halde ona lütufta bulunarak
İshâk'ı bağışladı. Melekler Lût kavmine azap üzere giderken, onun yanına
gelerek her ikisine İshâk'ın doğacağı müjdesini verdiler. Hanımı bu işten
hayrete düştü ve şöyle dedi: "Vay! Kendim yaşlanmış bir kadın ve şu eşim
de bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu gerçekten pek şaşılacak bir şeydir.
Dediler ki: Allah'ın işine mi hayret ediyorsun ey Ehl-i Beyt, Allah'ın rahmet
ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphe yok ki O Hamîd'dir, Mecîd'dir."
(Hûd, 11/72-73)
Aynı
şekilde onlara Hz. İshak'm peygamber olacağını, onun soyunun zürri-yetinin
devam edip gideceğini de -Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi-
müjdelediler: "Ve biz ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı
müjdeledik." (Sâffât, 37/112). Böylesi, müjdenin en mükemmeli ve nimetin
en büyüğüdür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona İshâk'ı, İshak'm
ardından da Ya'kub'u müjdeledik." (Hûd, 11/71)
Bu
ise kavmini terk edip onlardan uzaklaşınca, ülkesinden yeryüzünde Allah'a
ibadet etmek üzere hicret edip uzaklaştığında Hz. İbrahim'e verilen bir
mükâfattı. Yüce Allah kavmi ve aşireti yerine sulbünden ve dini üzere gelecek
salih nesiller verdi. Ta ki gözleri onunla aydın olsun. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edip
uzaklaşınca, biz de ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve onların her birini
peygamber kıldık." (Meryem, 19/49). Burada da şöyle buyurmaktadır:
"Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık; her birine hidayet verdik."
Yani biz ona İshak ve Ya'kub'u salih iki evlat ve peygamber olarak bağışladık.
İbrahim'i peygamberlik, hikmet ve susturucu delili bulup ortaya koyma kabiliyetini
vermek suretiyle hidayete ilettiğimiz gibi, onların her birini de hidayete
ilettik.
Hz.
İsmail anümaksızın Hz. İshak'tan söz edilmesi, yüce Allah'ın onu kendinden bir
ayet (mucize) olmak üzere yaşının ilerlemiş olmasından, hanımının da kısırlığından
sonra bağışlamış olması dolayısıyladır. Allah Hz. İshak'ı ona imanının,
ihsanının, eksiksiz teslimiyetinin ve ihlâsınm karşılığı olmak üzere
bağışlamıştır. Yüce Allah Hz. İbrahim (a.s.)'e oğlu İshak'ı, ileri yaşına
rağmen, başka hiç bir çocuğu yokken oğlu İsmail'i kesmekle denenmesinden sonra
vermiştir. İşte iyilik yapanlar bu şekilde mükâfat görürler. Hz. İsmail'in
anılmayıp Hz. İshak'ın anılmasının bir diğer sebebi daha vardır: Burada maksat
İsrailo-ğullarının peygamberlerinin anılmasıdır. Onlar ise hepsi Hz. İshak ve
Hz. Yakub'un soyundan gelenlerdir. Hz. İsmail'in sulbünden ise Muhammed (s.a.)
dışında başka bir peygamber gelmemiştir.
Hz.
İbrahim, Hz. Nuh'un soyundan gelir. Allah Hz. İbrahim'i hidayete ilettiği
gibi, ondan önce atası Nuh'a da hidayet vermiştir. Ona peygamberlik ve hikmeti
bağışlamıştır. Bu ise en büyük nimetlerden bir nimettir. O hem bir peygamber
soyundan gelmektedir ve hem onun çocukları arasında peygamberler vardır.
Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun (hepsine selâm olsun) onun soyundan
gelmiştir. Bu gerçekten temiz ve güzel bir zürriyettir: "Hepsi birbirinden
gelen bir zürriyetti..." (Âl-i İmran, 3/34).
Hz.
Nuh'un söz konusu edilmesinin sebebi, az önce de geçtiği gibi Hz. İbrahim'in
büyük atası oluşundandır. Bu da Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'in usul ve fürû'unda
(geçmiş atalarında ve ondan gelen soyda) olan lûtfunu ifade etmektedir. O
ataları itibariyle kerimdir, çocukları itibariyle de çok şereflidir. Çünkü Yüce
Allah, her ikisinin soyunda hem Kitabı, hem peygamberliği ihsan buyurmuştur.
Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber
olarak gönderdik, onların nesilleri arasında peygamberliği ve Kita-b'ı (emanet)
kıldık." (Hadîd, 57/26).
Yüce
Allah aynı şekilde Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında Zekeri-ya, Yahya,
İsa ve İlyas'ı da peygamberlikle taltif etmiştir. Bunların her birisi sözüyle
ve ameliyle salih kimselerdi. Ayet-i kerimede zamir Hz. İbrahim'e aittir.
Çünkü kendisi dolayısıyla daha önce de söz açılan kişi odur. Hz. Nuh'a ait
olması da mümkündür, çünkü zamirin kendisine döneceği en yakın kişi odur.
Yüce
Allah aynı şekilde onun soyundan ve sulbünden oğlu olan Hz. Mu-hammed'in atası
İsmail'i de, Yunus ve Lût'u da hidayete iletmiştir. Bunların her birisini
âlemlere üstün kılmıştır.
Fakat
burada açıklanması gereken bir husus vardır. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'in
soyundan değildir. O Azer"in oğlu olan kardeşi Hârân'ın oğludur. Hz.
Lût'un Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında olması tağlîb yoluyladır. Nitekim
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip
çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına, Benden sonra siz neye
ibadet edeceksiniz" dediğinde onlar, "senin ilâhına ve babaların
İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek olan ilâhına ibadet edeceğiz. Biz ona
teslim olmuşuzdur, demişlerdi." (Bakara, 2/133). Görüldüğü gibi Hz. İsmail
Hz. Yakub'un amcası olduğu halde onun babaları araşma tağlîb yoluyla girmiştir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Meleklerin
tümü hep birlikte secde ettiler, İblis müstesna." (Hicr, 15/30; Sad,
38/73). Burada İblis de meleklere verilen secde emrinin muhatapları arasına
girmekte ve bu emre itaat etmediğinden dolayı da yerilmektedir. Çünkü İblis de
meleklere benzemeye çalışıyordu. O bakımdan onlara yapılan muameleye tabi
tutuldu ve tağlîb yoluyla onlar arasına katılmış oldu. Yoksa o cinlerdendir,
tabiatı itibariyle ateşten yaratılmıştır, melekler ise nurdan
yaratılmışlardır.
Hz.
İsa'nm, Hz. İbrahim'in ya da diğer görüşe göre Hz. Nuh'un soyu arasında
anılması kızların çocuklarının, kişinin soyundan gelenler arasında yer aldığını
göstermektedir. Çünkü Hz. İsa'nın nesebi Hz. İbrahim'e annesi Meryem yoluyla
ulaşır. Çünkü Hz. İsa'nın babası yoktur. Aynı şekilde Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin'in de Hz. Fatıma'nm çocukları olmalarına rağmen Peygamberin soyundan
gelenler arasına girmeleri böyledir. Çünkü Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna
göre Resulullah (s.a.) Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a şöyle demiştir:
"Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla
Müslümanlardan iki büyük kesimin arasında barışı gerçekleştirir."
Böylelikle bu, Hz. Hüseyin'in (Hz. Peygamberin) oğullan arasına girdiğini
göstermektedir.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah önce Nuh, İbrahim, İshak, Yakub olmak üzere dört
peygamberi söz konusu etmiştir. Daha sonra onların soyundan gelen şu on dört
peygamberi anmaktadır: Davut, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriya,
Yahya, İsa, İlyas, İsmail, el-Yesâ', Yunus ve Lût. Toplam on sekiz kişidir.
Buradaki sıralanışın itibara alınması söz konusu değildir, çünkü vav harfi
belli bir tertibi gerektirmez.
Ayet-i
kerimede Peygamberlerin şu şekilde üç kısma ayrılmalarının hikmetine gelince:
1- Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun (hepsine selâm olsun).
Bunlar bir arada hem nübüvvete hem risalete, hem mülk, emirlik ve yönetime
sahip olan peygamberlerdir. Hz. Davud ile Hz. Süleyman iki hükümdardı. Hz.
Eyyub emirdi. Hz. Yusuf vezir, yönetici ve dilediği gibi tasarrufta bulunan bir
peygamberdi. Hz. Musa ve Hz. Harun hükümdar olmamakla birlikte iki yönetici
idiler. Kur'an-ı Kerim bunları dine hidayet mertebesinde ilerleme yoluna uygun
olarak söz konusu etmiştir. Onların en faziletlileri Hz. Musa ve Hz. Harun,
sonra Hz. Eyyub ile Hz.Yusuf, sonra da Hz. Davud ile Hz. Süleyman gelir. Yüce
Allah'ın "Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız"
öuyruğunun anlamı, dünya ve başkanlık nimetleriyle dine hidayet ve insanları
doğruya iletme nimetlerini birlikte veririz, demektir.
2- Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne
birinci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi
züht sahibi kimselerdi. O bakımdan Yüce Allah onları salihler olmakla
nitelendirdi.
3- İsmail, el-Yesâ, Yunus ve Lût (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne
birinci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi
zahit kimselerdi. Bunların kendi çağdaşlanndaki âlemler üzerinde üstünlük ve
faziletleri vardı. Onlardan tek herhangi bir kimse, bütün kavimden daha
faziletliydi. Onlardan iki ve daha fazla kişi bulunuyor ise, bunlar da kendi
kavimlerinden daha faziletli idi. Yine bunların biri ötekinden daha faziletli
olabilir. Meselâ Hz. İbrahim çağdaşı olan Hz. Lût'tan, Hz. Musa kardeşi ve
veziri (yardımcısı) olan Hz. Harun'dan, Hz. İsa teyzesinin oğlu Hz. Yahya'dan
daha faziletli idi (hepsine selâm olsun).
Daha
sonra Yüce Allah bu peygamberlere olan lütfunu söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır: "Onların babalarından, zürriyetlerinden..." yani biz
onların babalarından bazılarını, zürriyetlerinden, kardeşlerinden bazılarını
-hepsini değil- hidayete erdirdik. Çünkü bu zürriyet ve kardeşlerinin hepsi
hayra ulaştırılmış kimseler değildi. Hz. İbrahim'in babası Hz. Nuh'un oğlu
gibi. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz
Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitabı onların
soyu arasında bıraktık. Kimisi hidayet bulmuş (ise de) onların çoğu
fasıklardı." (Hadîd, 57/26).
Daha
sonra Yüce Allah, bu peygamberleri sahip kıldığı özelliklerle nitelendirerek
şöyle buyurmaktadır: "Onları seçtik..." yani andolsun ki biz onları
seçtik ve bir çok meziyetlere sahip kıldık; onları dosdoğru yola ilettik. Bu
yol ise dosdoğru bir hak dindir.
Yüce
Allah'ın peygamberleri ve rasulleri hak dine sahip olma hidayeti, işte Allah'ın
mutlak hidayeti ve tevfiki budur. Başkasının hidayeti kişiyi hakka götüremez.
Hidayet
iki türlüdür: Birincisi, çalışma ve gayretle elde olunamayan Allah'tan gelen
mutlak hidayet ki bu peygamberliktir. İşte Yüce Allah'ın peygamberine,
"Ve seni şaşkın buldu da hidayet vermedi mi?" (Duhâ, 93/7) buyruğunda
işaret olunan hidayet budur. İkincisi ise ilâhî tevfikin maksadı elde etmeye
yardımcı olmasıyla birlikte, çalışıp kazanmakla nail olunan hidayet.
Eğer
fazilet ve derecelerinin yüksekliğine rağmen bu hidayete iletilenler Rablerine
ortak koşacak olurlarsa, diğerleri gibi bunların da amellerinin ecirleri batıl
olur, amelleri boşa çıkar. Bu ifadeler ise şirkin büyük bir iş ve oldukça ağır
bir vebal olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu
gibi: "Andolsun ki sana da senden öncekilere de "Eğer (Allah'a) ortak
koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkacaktır..." diye vahyolundu."
(Zümer, 39/65). İşte bu, bir şarttır. Şart ise böyle bir şeyin vukuunun caiz
(mümkün) oluşunu gerektirmez. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"De ki: Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı, işte ben (O'na) ibadet edenlerin
ilkiyim." (Zuhruf, 43/84); "Eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik
-evet böyle bir şey yapacak olsaydık- andolsun ki onu kendi katımızdan
edinirdik." (Enbiyâ, 21/17); "Eğer Allah evlat edinmek isteseydi,
yarattıklarından dilediğini seçerdi. Münezzehtir O. O bir ve tek, Kah-hâr olan
Allah'tır." (Zümer, 39/4).
İşte
sözü geçen bu peygamberlerin risaleti (mesajı) birdir. Bu da Yüce Allah'ı
birleme yani tevhid çağrısıdır. Bunlar kendilerine kitap (burada cins olarak
kitap kastedilmiştir) verdiğimiz kimselerdir. Bundan kasıt da Kur'an-ı
Ke-rim'de sözü geçen İbrahim ve Musa sahifeleri, Hz. Davud'un Zebur'u, Hz. Musa'nın
Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'idir. Onlara hikmeti de verdik. Yani faydalı bilgiyi
ve dinde fakih olmayı (derinliğine ve incelikli bilgiyi ve anlayışı) ihsan ettik.
Anlaşmazlıkların çözümü için insanlar arasında hükmetme yetkisi de bunun bir
çeşididir. Peygamberlik de verdik. Yani biz onları Allah'ın hükmü, emir ve dini
kendilerine vahiy yoluyla bildirilen peygamberler kıldık. Bazılarına, Hz. Yahya
ve Hz. İsa gibi, daha çocuk yaşta peygamberlik verilmiştir. Kimilerine de üç
çeşit ihsan ve bağış bir arada verilmiştir: Hz. ibrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve
Hz. Davud gibi. Yüce Allah Hz. İbrahim'den şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Rabbim bana bir hüküm (hikmet) bağışla." (Şuarâ, 26/83). Hz. Musa'dan
da şöyle dediğini nakletmektedir: "Rabbim bana bir hüküm bağışladı ve beni
rasul bir peygamber kıldı." (Şuarâ, 26/21). Hz. Davud'dan da şöyle söz etmektedir:
"Ey Davud, şüphesiz biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar
arasında hak ile hükmet." (Sad, 38/26). Hz. Davud ile Hz. Süleyman
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Biz onların her birisine de hüküm
(hikmet) ve ilim verdik". (Enbiyâ, 21/79).
Onlardan
kimine de -Tevrat ile hükmeden peygamberler gibi- hüküm ve peygamberlik bir
arada verilmiştir. Kimisine de yalnızca peygamberlik verilmiştir.
Eğer
Mekke halkından olan bu müşrikler, Kitab'ı, hüküm ve peygamberliği inkâr
ederek kâfir olurlarsa, biz bunları korumaya, bunlara gereken itinayı
göstermeye, bunları inkâr etmeyen şerefli bir kavmi vekil kıldık ve onlara
bunlara iman etme kabiliyetini ve başarısını verdik. Onlar da bunlara iman
ettiler, hükümleri gereğince amel ettiler, insanları bunlara çağırdılar.
Kinlisi derhal iman etti, onların bir kısmı da bir süre sonra iman edecektir.
İbni
Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hâtim'in, İbni Abbas'tan rivayetlerine göre Yüce
Allah'ın, "Şimdi bunlar onu inkâr ederlerse" buyruğundaki
"bunlar" Mekkeliler demektir. Yüce Allah şunu söylemek istiyor: Eğer
bunlar Kur'an-ı Kerim'i inkâr edecek olurlarsa, biz onu inkâr etmeyecek
kimseleri ona vekil tayin ederiz. Bundan kasdı ise Medineliler ve Ensar'dır.
[175]
Daha
sahih olan, "Ona vekil kılınanlar" va. mutlak olarak Peygamber
(s.a.)'in ashabı olduğudur. Daha sonra Yüce Allah bu peygamberler ile son peygamberi
şu buyruğu ile birbirine bağlamaktadır: "Onlar Allah'ın hidayete ilettiği
kimselerdir..." Yani Yüce Allah'ın kendilerine kitabı, hikmet ve
peygamberliği vermiş olduğu bu sözü geçen sekiz peygamber ve onlara ilâve
edilen babalar, zürriyetleri ve kardeşleri Allah'tan gelmiş mutlak hidayet ehli
kimselerdir. Başkalarının değil, sen de onların hidayetine uy! Yani Allah'ı
tevhide, ona ibadete ve övülmeye değer ahlâka davet hususunda onların
hidayetlerini izle, onlara tabi ol.
Bu
Resulullah (s.a.)'a verilen bir emir olduğuna göre onun ümmeti teşrî' buyurulan
hususlarda ve verilen emirlerde ona tabidir. Buharı bu ayet ile ilgili olarak
senedini kaydederek Mücahid'den şunu zikreder: Mücahid İbni Abbas'a,
"Sâd" suresinde secde var mıdır? diye sormuş, o, "Evet"
dedikten sonra, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık..." buyruğundan
itibaren, "O halde sen de onların hidayetlerine uy" buyruğuna kadar
olan ayetleri okudu. Sonra da, "O da onlardandır." (Yani Sâd
suresinde secde ettiğinden söz edilen Hz. Davud, hidayetine uyması emrolunduğu
kimseler arasındadır. -Çeviren-)
Ve
ey peygamber! Seni kendilerine peygamber olarak gönderdiğimiz kimselere de ki:
Bu Kur'an'ı tebliğ karşılığında sizden mal veya ondan başka herhangi özel bir
menfaat istemiyorum. Aynı şekilde benden önceki bütün peygamberler de tevhid ve
hidayeti tebliğlerine karşılık hiç bir ücret istememişlerdi. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Buna karşılık sizden hiç bir ücret istemem.
Ancak yakınlık hususunda (bana) sevgi (besleyiniz)." (Şûra, 42/23) Bu
Kur*an-ı Kerim bütün âlemlere bir hatırlatma, bir öğüttür, Takva sahiplerini de
doğruya, hidayete götüren bir kitaptır. İşte bu da Resulullah (s.a.)'ın
istisnasız bütün insanlara peygamber gönderilmiş olduğunu açıkça ifade
etmektedir.
[176]
Yüce
Allah peygamberi İbrahim el-Halil (a.s.)'e pek çok nimetler ihsan buyurmuştur.
Önceki ayet-i kerimede birisi tartışma ve reddolunamaz deliller ile diğeri
hasımları susturma gücüyle dünya ve ahirette derecelerinin yükseltilmesi
şeklinde olmak üzere ikisi söz konusu edilmişti. Diğer ayet-i kerimede de onun
hem bir peygamber oğlu (Hz. Nuh'un zürriyetinden gelmesi hasebiyle) hem de
peygamberlerin atası olduğu zikredilmektedir. Bu bakımdan o aslı itibariyle de
kerimdir, soyundan gelenler bakımından da şereflidir ve neseplerin en şereflisi
arasında yer alır.
Ayet-i
kerime önceden de belirttiğimiz gibi kız çocuğunun çocuklarının kişinin
zürriyeti arasında olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı Ebu Hanife ve Şafiî
şöyle demiştir: Her kim çocuğuna ve çocuğunun çocuğuna bir vakıf vakfedecek
olursa, bunun kapsamına oğlunun çocukları da kız çockularının çocukları da
soyları devam ettiği sürece dahildir. Aynı şekilde yakın akrabalarına vasiyette
bulunacak olsa, bunun kapsamına kız çocuklarının çocukları da girer. Ebu
Hanife'ye göre akrabalar mahrem olan akrabalardır. O bakımdan Ebu Ha-nife'ye
göre amca ve hala çocuklarıyla dayı ve teyze çocukları bu kapsamın dışında
kalır. Çünkü bunlar mahrem değildir. Şafiî ise şöyle der: Akraba demek, mahrem
olsun olmasın, bütün akrabalardır. O bakımdan amca oğlu ve diğerleri böyle bir
vakfın kapsamı dışında kalmazlar.
İmam
Malik ise, bunun kapsamına kızlarının çocukları girmediği görüşündedir.
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde on sekiz peygamber zikretmektedir. Kur'an-ı
Kerim'de bunların dışında yedi peygamberin adı zikredilmektedir. Bunlar
insanların atası Hz. Adem, İdris, Hud, Zülkifl, Salih, Şuayb ve peygamberlerin
sonuncusu Muhammed'dir (hepsine selâm olsun). Böylece bilinip kendilerine iman
edilmesi gereken toplam yirmi beş peygamber bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah
Kur'an-ı Kerim'de onların isimlerini açıkça zikretmiştir. Bunlar da Nisa suresi
163. ayetin tefsirinde söz konusu ettiğimiz şekilde şunlardır:
Adem,
İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub,
Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, el-Yesâ, Zekeri-ya, Yahya,
İsa, -müfessirlerin çoğuna göre- Zülkifl ve hepsinin efendisi olan Muhammed
(s.aj'dir.
[177]
Ayet-i
kerime kendisine helâl ve haram gibi hükümlerin Allah tarafından şeriat olarak
verildiği ilk rasulün Nuh (a.s.) olduğunu da göstermektedir.
Peygamberlerin
yüklendikleri vazifelerin de farklı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Allah
onlardan bazısına peygamberliği, hükümdarlığı, insanlar arasında hüküm verme
vazifelerini bir arada verdiği gibi, kimisine peygamberlik ve hükmü bir arada
vermiştir, kimisine de sadece peygamberliği vermiştir -az önce geçtiği gibi-.
Bu peygamberlerden hâlâ kendilerine uyanları bulunanlar vardır. (Muharref)
Yahudilik ve Hristiyanlık ile İslâm dinlerine tabi olanlar gibi. Kimisinin de
tabileri kalmamıştır. Bunlar da İsmail, el-Yesâ ve Lût'tur.
Peygamberler
meleklerden daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah bu peygamberleri söz konusu
ettikten sonra, "Her birini âlemlere üstün kıldık" diye
buyurmaktadır. Âlem ise, Yüce Allah dışında kalan bütün varlıkların adıdır.
Bunun kapsamına melekler de girer. Bu görüş peygamberlerin bütün âlemlerden
daha faziletli olmalarını gerektirir.
Yüce
Allah'ın, "Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden
bazılarını da..." buyruğu da şunu göstermektedir: Yüce Allah bu
peygamberler ile ilgisi bulunan herkesi bir çeşit şeref ve ikrama özel olarak
mazhar kılmıştır.
Babalar
bir kişinin aslıdırlar yani usuldürler. Zürriyetler ise furû'dur, nesildir.
Kardeşler ise usulün furû'udurlar. Hidayetten kasıt ise, cennete ve sevaba iletilmek,
iman ve marifete yol bulmaktır.
Herhangi
bir kavim bir peygamberin risaletini tanımaz ve bilmezlikten gelecek olursa,
Yüce Allah o risaleti yüklenecek başka kavimler hazırlar. Nitekim Mekke halkı
yerine Medine halkını böyle hazırlamıştı.
Yüce
Allah'ın, "Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kemselerdir" buyruğu,
şirki iptal etmekte, tevhidi ispatlamaktadır. Yine Yüce Allah'ın, "O halde
sen de onların hidayetlerine uy" buyruğu peygamberlerin ortak doğru
yoluna tabi olmanın farz olduğunu göstermektedir. Bu yol ise tevhidin, Allah'a
ibadetin, faziletlerin, şerefli ahlâkın ve övülmeye değer bütün niteliklerin
esasını teşkil eder.
İlim
adamları bu ayet-i kerimeyi peygamberimizin bütün peygamberlerden daha
faziletli olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah ona peygamberlerin
tümüne uymayı emretmiş bulunmaktadır.
[178]
91-
Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler. Çünkü, "Allah hiç bir
beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur ve
hidayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup
kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi? Sizin de
babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." Sen, "Allah'tır"
de. Sonra onları bırak ki, daldıklarında oynayadur-sunlar.
92-
Bu da indirdiğimiz bereketi bol bir kitaptır ki kendinden öncekileri doğrulayıcıdır.
Şehirlerin anasını ve çevresindekileri azapla korkutman için (indirdik).
Ahirete inanmakta olanlar, ona iman ederler. Onlar namazlarına da devam
ederler.
"Allah
hiç bir beşere bir şey indirmedi" ifadesi, müşriklerin, vahyin herhangi
bir peygambere indirilmesini inkârda ne kadar aşırıya gittiklerini ifade
etmektedir: "Musa'ya gelen kitabı... kim indirdi." Bu, azarlamak ve
başa kakmak için.sorulmuş bir sorudur.
"Şehirlerin
anası" Mekke-i Mükerreme'dir. Bu buyrukta şehirlerin ve yerleşme kastıyla
kurulan kasabaların aslını teşkil ettiğinden dolayı Mekke, anneye benzetilmiş
olduğundan burada bir istiare vardır.
[179]
"Allah'ı
O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler." Allah'ı bilmeleri gereken
şekilde bilmediler ve lâyık olacak şekilde O'nu tazim etmediler. Buradaki zamir
ya Yahudilere yahut Kureyş müşriklerine aittir.
"Çünkü"
Kur'an hususunda onunla tartıştıkları sırada peygambere "dediler.
"Parça parça kağıtlar" Karâtis tekili kırtâs'tır. Bu da üzerinde yazı
yazılan kağıt yaprak yahut başka herhangi bir şeye verilen addır. Kasıt ise,
onların kitabı ayrı ayrı defterlere yazdıklarını belirtmiş olmaktır,
"kimini açıkladığınız" yani bu parça parça kağıtlardan hoşunuza
gideni açıkladığınız; "çoğunu da gizlediğiniz" içinde Muhammed
(s.a.)'in niteliklerinin bulunduğu bölümleri sakladığınız. "Kitab'ı kim
indirdi?"; Ey Yahudiler, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz
şeyler size öğretilmiştir." Tevrat'ta sizin de babalarınızın da sizin için
içinden çıkılamayacak hal alan ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir çok
hususlar, Kur'an-ı Kerim'de size açıklanarak öğretilmiştir. "Allah'tır
de." Eğer -ular bunu indirenin kim olduğunu söylemezlerse, sen "O'nu
indiren Allah'tır" ie. Çünkü bundan başka verilecek bir cevap yoktur.
"Bu
da bereketi bol" yani oldukça geniş hayır ve bereketi fazla bulunan
xt>ir kitaptır" Allah, söz düzeni ve anlamı itibariyle kendisinden
önceki kitaplara nispetle ona özel bir takım ayrıcalıklar vererek mübarek
kılmıştır. "Kendinden öncekileri" yani kendinden önce inmiş
kitapları "doğrulayıcıdır". "Şehirle-ın anasını" yani
Mekke'yi. Bu ismin ona veriliş sebebi, bütün şehirler halkının kıblesi
oluşundan ve insanlar için ilk kurulan beyt'in (evin, Kabe'nin) yeri orada
olduğundandır. Fiil önceki buyruklardaki manaya atfedilmiştir.Yani biz bu
kitabı bereketi ortaya çıksın, tasdik edilsin ve sen onunla şehirlerin anası
olan Mekke'yi ve çevresinde bulunan sair insanları "azapla korkutman
için" indirdik.
"Ahirete
inanmakta olanlar ona iman ederler." Yani öldükten sonra dirilişi tasdik
edip ondan korkanlar bu Kitab'a da iman ederler. Çünkü dinin aslı aki-betten, ahiretten
korkmaktır. Ondan korkan kimse iman edinceye kadar korkusu zail olmaz. Ahiret
cezasından korkarak, "Onlar namazlarına da devam ederler." Özellikle
namazın anılması ise dinin direği oluşundandır. Bu namazı gereği gibi koruyan,
muhafaza eden, namaza benzer diğer hükümleri de gereği gibi korumaya çalışır.
[180]
"Allah'ı
ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..." mealindeki 91.ayetin nüzulü
ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini nakleder:
Mâlik b. es-Sayf adında bir Yahudi gelip Resulullah (s.a.) ile tartıştı.
Sesulullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Tevrat'ı Musa'ya indiren hakkı için
sana soruyorum, Tevrat'ta Allah'ın şişman hahama buğzettiğine dair bir ifade
var m?~ Malik de şişman bir haham idi. Bundan dolayı kızdı ve şöyle dedi: Allah
kaç bir insana herhangi bir şey indirmiş değildir. Arkadaşları ona, "Ne
oluyor sana, Musa'ya da hiç bir şey indirmemiş midir?" deyince bu sefer
Yüce Allah, ^Allah'ı ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..."
ayetini indirdi. Bu mür-sel bir haberdir. Buna yakın bir rivayeti de İbni Cerir
İkrime'den nakletmektedir.
İbni
Abbas da el-Vâlibî yoluyla gelen rivayete göre şöyle demiştir: "Yahudiler,
Ey Muhammed! dediler, Allah sana bir kitap indirdi mi? O, evet deyince şöyle
dediler: Allah'a yemin olsun, Allah gökten bir kitap indirmiş değildir. Bunun
üzerine Yüce Allah şu, "De ki: insanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'ya
gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup... gizlediğiniz kitabı kim
indirdi?" buyruğunu indirdi. el-Hasen ve Said b Cübeyr'in şu sözleri de bunu
desteklemektedir: "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" diyen,
Yahudilerden birisidir. O, "Allah gökten herhangi bir kitap
indirmemiştir" demişti. Süddî der ki: Böyle diyenin adı Finhâs'tır. Saîd
b. Cübeyr'den gelen rivayete göre ise bu sözü söyleyen Mâlik b. es-Sayftır.
Muhammed
b. Ka'b el-Kurazî ise şöyle der: Allah Resulullah (s.a.)'a, Kitap Ehli'ne
kendisi hakkında kitaplarında nasıl söz edildiğine dair soru sormasını emretti.
Muhammed'e kıskançlıkları, onları Allah'ın kitaplarını ve Rasulünü inkâr etmeye
itti ve şöyle dediler: Allah herhangi bir insana bir şey indirmiş değildir.
Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[181]
İbni
Abbas'tan gelen bir diğer rivayete göre "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi"
ayetinde kastedilenlerin Kureyş müşrikleri olduğu belirtilmektedir. İleride
açıklayacağımız gibi tercihe değer olan görüş de budur.
[182]
Kur'an-ı
Kerim'in esas konulan tevhidi, peygamberliği ve meadı (öldükten sonra dirilişi,
kıyamet ve ahireti) ispatlamaktır. Yüce Allah, İbrahim (a.s.)'in de tevhidin
delilini söz konusu edip şirki çürüttüğünü naklederek, bu delili de gayet açık
şekillerle açıkladıktan sonra, peygamberliğin durumunu açıklamaya geçerek,
"Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler" diye buyurdu.
Çünkü onlar peygamberlik ve risaleti inkâr etmişlerdi. İşte bu ayet-i kerimelerin
burada yer alışları bakımından açıklaması budur.[183]
Allah'ın
peygamberlerini inkâr eden, vahyi kabul etmeyenler -ki bunlar nüzul sebebinde
söz konusu edildiği gibi ya Kureyşlilerdir yahut Yahudilerden bir taifedir-
Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar, gereği gibi tazim edemediler. Çünkü onlar
Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberleri yalanladılar ve "Allah semadan
herhangi bir kitap indirmemiştir" dediler.
İbni
Kesîr der ki: Birincisi (yani ayetin Kureyşliler hakkında inmiş olması) daha
sahihtir. Çünkü ayet-i kerime Mekkîdir. Yahudiler de gökten kitapların
indirilişini inkâr etmiyorlardı. Kureyşliler ve Araplar ise bütünüyle Muhammed
(s.a.)'in peygamber olarak gönderildiğini insanlardan olduğu için inkâr
ediyor, inanmıyorlardı.[184]
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aralarından bir adama insanları
(azapla) korkut diye vahyedişimiz insanlar için hayret edilecek bir şey
midir?" (Yunus, 10/2). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine hidayet geldiği zaman insanların iman etmelerini, Allah bir
insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey alıkoymadı. De
ki: Şayet yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz onlara gökten
melek bir peygamber gönderirdik." (İsra, 17/94-95). Burada da Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler.
Çünkü Allah, "Hiç bir beşere bir şey indirmedi dediler" diye buyurmaktadır.
Gerçek
şu ki, Allah'ı gereği gibi tanıyıp O'nun her şeye kadir olduğunu, her şeyi
bildiğini, rahmetinin her şeyi kuşattığını idrak eden bir kimse, insanın ilâhî
kitaba ve peygamber ve rasullerin gösterecekleri hidayet yoluna, ebedî saadeti
elde etmek ve maddeten ve manen insanın ilerlemesinin gerçekleşmesi için en
ileri derecede muhtaç olduğuna kesinlikle inanır. İlkel insanlar için herhangi
bir düzen ve intizam söz konusu değildir. Dünya ilkellik içerisinde, karışıklık
ve huzursuzluktan inim inim inlerken peygamberlerin risaleti toplumu
düzenlemenin aracı, ilerlemenin vasıtası, toplumsal ve ahlâkî ıslahın yolu, yöneticinin
zorbalığının, fert ve toplumun zulmünün sınırlandırıcısı olmuştur.
Peygamberlerin peygamberliğini inkâr eden bir kimse Allah'ı gereği gibi bilememiş,
gereği gibi takdir edememiş olur.
Daha
sonra Yüce Allah Kureyş müşriklerinden vahiy ve risaleti inkâr edenlere karşı
maddî delili söz konusu ederek, Allah peygamberi Muhammed'e böylelerine şunları
söylemesini emretti: İmrân'ın oğlu Musa'ya Tevrat'ı indiren kimdir? O Tevrat
ki, karanlıkları parçalayan bir nurdu. Sapıklıktan hakkın aydınlığına
çıkarttığı insanlar için bir hidayet, bir yol göstericiydi. Bunun sonucunda
onlar Allah'ın hidayetiyle yol buldukları için adeta başka bir varlık haline
geldiler ve sizler şöyle dediğiniz için Tevrat'ı kabul eden kimselersiniz:
"Bize de bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidayete
ererdik." (En'âm, 6/157)
Yüce
Allah'ın, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız,
çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi..." hitabı ise Peygamber
(s.a.)'in niteliklerini ve bunların dışında kalan bir takım hükümleri gizleyip
saklayan Yahudilere yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'm tümünü elinizde bulunan
aslî kitaptan yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların
kimisini tahrif ediyorsunuz, kimisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o
gösterdiğiniz Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen
kitaptır, yani Allah'ın indirdiği kitaptır" diyorsunuz.
Bu
ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş
müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gereken
bir durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İnsanlar
için...kitabı kim indirdi1?" hitabı Peygamber (s.a.)'in niteliklerini ve
bunların dışında kalan bir takım hükümleri gizleyip saklayan Yahudilere
yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'ın tümünü elinizde bulunan aslî kitaptan
yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların kimisini
tahrif ediyorsunuz, kinlisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o gösterdiğiniz
Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen kitaptır, yani
Allah'ın indirdiği kitaptır" diyorsunuz.
Bu
ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş
müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gereken
bir başka durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İnsanlar
için...kitabı kim indirdi?" hitabı Kureyşlilere yönelik iken, sonunda yer
alan, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini
açıkladığınız..." hitabı nasıl Yahudilere yönelik olur. (Ayet-i kerimenin
mealinde ise Türk dilinin cümle yapısındaki farklılık dolayısıyla ifadeler
tamamen yer değiştirmiş bulunmaktadır. Okuyucunun bu hususu göz önünde
bulundurması gerekir.-çevi-ren-)
Bu
soruya şu şekilde cevap verilebilir: Nüzul sebebi eğer Yahudiler ise ayetin
başı da sonu da onlar hakkındadır. Eğer nüzul sebebi Kureyş müşrikleri ise,
ayet-i kerimenin tevili şöyle olur: Tevrat'ı Musa'ya insanlar için bir nur ve
bir hidayet olmak üzere indiren kimdir? Tevrat bu şekildeydi, fakat onlar Tevrat'ı
değiştirdiler, tahrif ettiler. Onun önemli bir bölümünü unuttular. Tevrat'ı
parça parça kitaplar haline getirdiler ve ihtiyaç olduğu takdirde onun bir bölümünü
ortaya çıkartıyorlardı. Herhangi bir kimse hahamlarından (ilim adamlarından)
bir meseleye dair soru soracak olursa, ona hevasına uygun olanı açığa
çıkartıyor, Kitab'ın hükümlerinin bir çoğunu gizliyorlardı. Buna sebep ise Kitab'ın
onların tekelinde olmasıydı. Herkesin elinde kitap nüshaları bulunmuyordu.
Böyle bir şekilde gizleyip saklama ise, hatırlamakta oldukları bölümler
hakkında söz konusudur. Yahudilerin önceki nesillerinin Beytülmakdis'in tahribi,
Yahudilerin Irak'a sürülmesi esnasında Kitab'ın kaybolması sonucu unutulan
bölümler değildi. Yüce Allah'ın, "Onlar kendilerine öğüt verilip hatırlatılan
şeylerden bir bölümünü unuttular..." (Maide, 5/13) buyruğu ile kendisine
işaret olunan işte bu unutmadır. Daha sonra Yüce Allah bu hususu bir sonraki
ayette de (Hristiyanlar hakkında) söz konusu ederek, "Onlar da kendilerine
verilen öğüdün bir bölümünü unuttular." (Mâide, 5/14) diye buyurmaktadır.
Bu şekilde onlar Resulullah (s.a.)'m niteliklerini onun geleceği müjdesini,
zinanın hükmü olan recmi gizlemiş oldular.
Sizler,
ey müşrikler, o halde peygamberin en katı ve uzlaşmaz düşmanları olan
Yahudilerin sözlerine güvenmeyin.
Böyle
bir anlam aynı zamanda "koyuyorsunuz" anlamına gelen fiilin (yec'alûne)=koyuyorlar"
kıraati ile de uyum halindedir. Te harfi ile "(tec'alûne)=
koyuyorsunuz" kıraatine göre ise Yüce Allah peygamberine bu ayet-i
kerimeyi onlara hitap suretiyle Yahudilere ve diğerlerine okumayı emretmiştir,
demek olur.
Mücahid
der ki: Yüce Allah'ın, "De ki:... Musa'ya gelen... kitabı kim indirdi?"
buyruğu müşriklere hitaptır. "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup..."
hitabı Yahudilere, "Sizin de babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir"
buyruğu da Müslümanlara hitaptır.
Kurtubî
ise şöyle der: Böyle bir açıklama, bunu "koyuyorsunuz" anlamına gelen
fiilin ilk harfini te ile değil de ye ile okuyanların kıraatine uygun bir
açıklamadır. Bu fiil eğer te harfi ile okunacak olur ise hitap tümüyle Yahudilere
olur ve o takdirde de, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size
öğretilmiştir" buyruğu, Yahudilere Tevrat'ın indirilmesi suretiyle bir
minnet olmak üzere kullanılmış bir ifade olur.
Hülâsa:
"De ki: İnsanlar için..." ayet-i kerimesi eğer Kureyşliler hakkında
varit olmuş ise, bunun baş tarafının onlar hakkında, son tarafının da Yahudiler
hakkında, "Koyuyorsunuz" anlamında ye harfi okunuşuna göre kabul
edilir. Te harfi ile okuyuşa göre ise. ayetin tümü Yahudiler hakkında kabul
olunmadıkça doğru olarak anlaşılmasına imkân yoktur.
Yüce
Allah'ın, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir"
buyruğunda hitap Mücahid'in dediği gibi Araplara yöneliktir. Ondan gelen bir
diğer rivayete göre de hitap Müslümanlaradır; ikisinin de ifade edeceği anlam
birdir. Çünkü Araplar nihayette bildiklerini diğer Müslümanlara aktardılar.
Katâde'nin dediğine göre ise, burada sözü geçenler Arap müşrikleridir. Yani
Allah, Kur"an-ı Kerim vasıtasıyla geçmişlerin haberlerini ve geleceklerin
olaylarını size öğretmiştir. Halbuki siz bundan önce bunları bilmiyordunuz; ne
sizler ne de babalarınız. Bu ise Yüce Allah'ın hem Rasulüne hem de Müslümanlara
delil ile birlikte itikad esaslarını açıklamak, ahlâkın yüce değerlerini
tamamlamak, ruhları arındırıp temizlemek için de ibadetleri teşri etmek, fert
ve toplumların faydasına olmak üzere karşılıklı ilişkilerini düzenlemek; hürriyet,
insan şeref ve haysiyeti -takva ya da salih amel dışında kimsenin kimseye
üstünlüğü söz konusu olmayacak şekilde- insanlar arasında eşitlik gibi insanı hayatın
esaslarını yerleştirmek üzere bu Kur"an-ı Kerim'i indirmek suretiyle
minnet ve lütufta bulunduğunu ifade etmektedir.
Zemahşerî
ve başkaları şöyle derler: Bu ayet-i kerimedeki "Sizin de babalarınızın
da bilmediğiniz şeyleri siz (bu Kur'an'da) öğrenmiş bulunuyorsunuz"
anlamına gelecek şekilde "Size öğretilmiştir" buyruğunun (lâm harfi
şeddesiz olarak ve muhatap sigasıyla: (alimtüm) şeklinde kıraatte hitap
Yahudileredir. Yani sizler, Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu şeylerden
Muhammed vasıtasıyla Tevrat'ı öğrenmiş olmanıza rağmen, sizleri ve sizden daha
bilgili olan sizden önceki babalarınızın bilmediği şeyleri öğrenmiş
bulunuyorsunuz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gerçekten bu
Kur'an İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyin çoğunu
anlatmaktadır." (Nemi, 27/66). Zemahşerî bu fiilin lâm'ının şeddeli
olarak ("öğretilmiştir," anlamında) okunmasıyla ilgili olarak şunu
da ekler: Burada hitabın, "Ta ki babaları da korkutulmamış bir kavmi
korkutasın diye." (Yasin, 36/6) buyruğunda olduğu gibi, Ku-reyş arasından
iman eden kimselere yönelik olduğu da söylenmiştir.
[185]
Zemahşerî'nin
görüşüne göre ise maksat, Tevrat'ın kendilerine indirilmiş olması dolayısiyle
Yahudilere minnet etmektir.
Daha
sonra Yüce Allah Peygamberine, "Allah'tır de" diye buyurmaktadır.
Yani Ey Muhammed, Kitab'ı Musa'ya, bu Kitab'ı da bana indiren Allah'tır de!
Yahut şöyle de: "Kitabı size öğreten Allah'tır. İbni Abbas şöyle der:
Bunun anlamı kitabı indiren Allah'tır demektir. İbni Kesir ise şöyle der: İbni
Abbas'ın bu açıklaması bu kelimenin tefsiri ile ilgili olarak kabul edilmesi
gereken tek açıklamadır.
"Sonra
onları bırak ki, daldıklarında oynayadursunlar." Yani onları bilgisizlikleri
ve sapıklıkları içerisinde bırak da oyalanıp dursunlar. Ta ki Allah'tan yakîn
(ölüm) onlara gelinceye kadar o vakit bileceklerdir: Güzel akibet kendilerinin
midir yoksa Allah'ın muttaki kullarının mıdır?
Daha
sonra Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in fonksiyonunu belirleyerek şöyle
buyurmaktadır: "Bu da indirdiğimiz ... bir kitaptır" yani ondan önce
Tevrat'ı Musa'ya indirdiğimiz gibi, bu Kur'an-ı Kerim'de sana indirdiğimiz bir
kitap olup hakka ve doğru yola iletir. Bu Kitab'ı biz oldukça mübarek ve
hayırları bol kıldık. Kendisinden önce gelen kitapları destekleyici ve o kitaplar
üzerinde hakim konumundadır. Allah'a itaat eden kimselere cenneti, sevap ve
mağfireti müjdeliyor. Allah'a isyan edenleri ise cehennem ve ilâhî ceza ile
korkutuyor. Ayrıca bu Kitap şehirlerin anası olan Mekke halkı ve onun etrafında
bulunan diğer insanlar için indirilmiştir. Yani bu Kitap, hem bütün Arap
kabilelerini uyarmak, hem de, Arap olsun olmasın, diğer bütün insanları uyarmak
için gelmiştir. Nitekim Yüce Allah aşağıdaki ayet-i kerimelerde şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar, ben Allah 'm sizin hepinize gönderdiği
rasulüyüm." (A'râf, 7/158); "Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime
ulaşırsa onları uyarıp korkutmam için vahyolundu." (En'âm, 6/19);
"Ve güruhlardan onu kim inkâr ederse, ona vaad olunan yer ateştir."
(Hud, 11/17); "Bütün âlemlere uyarıp korkutucu olmak üzere kuluna Furkan'ı
(Kur'an-ı Kerim'i) peygambere indirenin şanı ne yücedirF (Furkân, 25/1);
"Kendilerine kitap verilmiş olanlara ve ümmilere (kitap verilmemiş
olanlara), teslim oldunuz mu? de. Teslim oldularsa şüphesiz hidayet bulmuşlardır.
Eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak tebliğdir. Allah kulları çok iyi
görendir." (Âl-i İmran, 3/30)
Buharî
ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Benden
önceki peygmaberlerden hiç birisine verilmemiş beş şey bana verilmiştir."
Bunlar arasında 'Ve benden önce her peygamber özel olarak kendi kavmine
gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim" ifadeside vardır. İşte
bundan dolayı "Ahirete inanmakta olanlar ona iman edenler" diye
buyurulmakta-dır. Yani öldükten sonra dirilişe, kıyametin kopmasına veya ahiret
gününe iman eden Çerkeş sana indirdiğimiz bu mübarek Kitab'ın yani Kur'an-ı Kerim'in
doğruluğunu tasdik eder, iman eder. İşte o müminlerdir ki namazlarını gereği
gibi korurlar. Yani Allah'ın kendilerine farz kılmış olduğu şekilde namazı
vaktinde eda ederler ve diğer bütün emrolundukları şeyler yerine getirmekte
ellerini çabuk tutarlar.
[186]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Allah'ın tazim edilmesi zorunlu bir görevdir. O'nun semavî kitapları
kullarına bir rahmet ve hallerini düzeltmek için peygamberlere indirdiğini kabul
etmek de O'nu tazimin bir gereğidir.
2- İlim adamı Allah'ın hükmü olarak neyi biliyorsa hepsini açıklamak görevidir.
Onların bir bölümünü açıklayıp diğer bir bölümünü saklaması ise haramdır.
3- Hz. Musa'nın peygamberliğinin söz konusu edilmesi Kureyş kâfirlerinin,
"Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" şeklindeki sözlerini
çürütmek içindir.
4- Söz, lügattaki asıl anlamı itibariyle her ne kadar mutlak ise, bazan
örfe göre kayıtlanabilir. Diğer taraftan da maksat, sebebin özelliği ile değil,
lafzın genelinin itibara alınmasıyla ortaya çıkar.
Kureyş
kâfirleri ile Yahudi ve Hristiyanlarm ortak yönü Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkâr etmek olduğundan dolayı aynı ifadenin bir bölümünün
Mekke kâfirlerine yönelik bir hitap, diğer bir bölümünün ise Yahudi ve
Hristiyanlara yönelik bir hitap olması da ifade bakımından uzak bir ihtimal
olarak görülemez.
[187]
5- Kur"an-ı Kerim çokça bereketli, hayrı ve bereketi bol büyük bir
kitaptır. Kendisinden önceki semavî kitapları doğru ve aslî şekilleriyle tasdik
edici, onlar üzerinde hâkim (yani içlerindeki doğru ve yanlışlıkları
belirleyici) ve o kitaplardan kendisine muhalif hükümler taşıyan bölümleri
neshedici, iyilik yapanları cennet ve mağfiret ile müjdeleyici, kâfir ve
fasıkları ise ateş ve azapla uyarıp korkutucudur.
6- Ayet-i kerime -sözü geçen benzeri diğer ayet-i kerimeler gibi- Peygamber
(s.a.)'in cinlere ve insanlara, bütün insan cinslerine, kavim ve kesimlerine,
bu konuda herhangi bir cins yahut zaman ve mekân farkı gözetilmeksizin, herkese
peygamber olarak gönderildiğini ifade etmektedir.
7- Ahirete iman etmek, dinin esasıdır. Ahirete iman eden Kur"an-ı
Kerim'e iman eder. Namaz da dinin direğidir. Onu dosdoğru ayakta tutan dini
bütünüyle ayakta tutar. O direği yıkan ise dini bütünüyle yıkmış olur.
[188]
93-
Allah'a yalan yere iftira edenler veya kendisine hiç bir şey vahyolunma-mış
iken, "Bana da vahyolundu"diyen-lerden bir de, "Allah'ın
indirdiği gibi ben de indiririm" diyenlerden daha zalim kim olabilir? Sen
bu zalimleri, ölümün şiddeti içinde meleklerin ellerini uzatarak, "Haydi
canlarınızı çıkarın, Allah'a karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden, onun
ayetlerine karşı büyüklendiğinizden dolayı bugün aşağılanmak azabıyla
cezalandırılacaksınız" dedikleri zaman bir görsen.
94-
Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza
geldiniz. Size ihsanımız olan şeyleri arkanızda bıraktınız. İçinizde kendileri
gerçekten ortaklar olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de
sizinle birlikte görmüyoruz. Andolsun ki onlarla aranız kesilmiştir.
Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir.
"Ölümün
şiddetleri içinde" ifadesinde istiare yoluyla ölüm esnasında çektikleri
zorluk ve sıkıntılarla insanın hali, dalgalar tarafından bir o yana bir bu yana
atılıp götürülen kimsenin haline benzetilmiştir.
[189]
"Allah'a
yalan iftira edenden" meselâ peygamberlik verilmediği halde peygamber
olduğu iddiasıyla yalanlar uydurup Allah'tan söylemediği şeyleri nakleden
yahut Allah'a eş ve ortak koşanlardan "...daha zalim kim olabilir?"
elbette ki hiç kimse olamaz.
"Allah'ın
indirdiği gibi ben de indiririm diyenler..." Onlar, "Biz de istesek
bunun gibi bir söz söyleriz* diyerek alay eden kimselerdir. Ey Muhammedi
"Sen
bu zalimleri ölümün şiddetleri içinde..." ölüm sarhoşluğu içinde "...
bir görsen!"
"Meleklerin
ellerini uzatarak" yani melekler onlara vurmak ve azaplandır-mak üzere
onlara ellerini uzatarak, azar olmak üzere de "Haydi canlarınızı çıkarın",
kabzedelim diye ruhlarınızı bize verin, şeklinde azarlayıcı bir üslûpla
söyleyecekleri zaman... "Bu gün... cezalandırılacaksınız." Burada kasıt,
insanların hesap ve amellerinin karşılığını görmek üzere diriltilecekleri
kıyamet günüdür. Gün esas itibariyle 24 saat olarak bilinen belli süreli
zamandır. "Aşağılanmak (hevn) azabı" küçüklük, hakirlik ve zillet
azabı. Yüce Allah'ın, "Onu zillet üzere (hevn) mi tutsun." (Nahl,
16/59) buyruğunda da aynı kelime kullanılmıştır. Hevn, yumuşaklık ve rıfk ile
hareket etmek demektir. Yüce Allah'ın, "Ve onlar ki yeryüzünde
yumuşaklıkla (hevn ile) yürürler." (Furkân, 25/63) buyruğunda da aynı
kelime kullanılmıştır.
"Allah'a
karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden..." yani peygamberlik ve vahiy
almak iddiasını yalan yere ileri sürdüğünüzden, "büyüklendiğinizden
dolayı", Allah'ın ayetlerine iman etmeyi büyüklüğünüze yediremediğinizden
dolayı "bugün aşağılanmak azabıyla cezalandırılacaksınız dedikleri zaman
bir görsen!" Bu ifadenin cevabı ise, "Şüphesiz oldukça korkunç bir
durum göreceksin" şeklindedir.
"Sizi
ilk defa yarattığımız gibi" yani çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz
olarak "yapayalnız" aile, mal ve çocuksuz olarak tek başınıza
"huzurumuza geldiniz." "Size ihsanımız olan şeyleri"
bağışladığımız malları, servetleri, hizmetkâr ve benzeri varlıkları
"arkanızda bıraktınız." Arkada bırakmaktan kasıt, bir şeyden
faydalanmamak demektir. Buradaki anlamı da bunları dünyada kendi istediğiniz
dışında terk edip geldiniz demektir. "İçinizden gerçekten ortaklar
olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi sizinle birlikte görmüyoruz."
Yani aranızda, kendinizi onlara ibadetle yükümlü gördüğünüz putlarınızı
sizinle birlikte görmüyoruz. Bu söz kendilerine azap olsun diye söylenecektir.
"Andolsun ki onlarla aranız kesilmiştir." Yani aranızdaki ilişkiler
kopartıl-mıştır. Birlikteliğiniz darmadağın edilmiştir. "Zannettiğiniz
şeyler ise" yani dünyada şefaat edeceklerini kabul ettiğiniz şeyler ise,
"önünüzden kaybolup gitmiştir" bunları yapabilecek varlıkları
göremiyorsunuz.
[190]
uAllah'a
yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" mealindeki 93. ayet-i
kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime'den Yüce
Allah'ın, "Allah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?"
buyruğu hakkında, "Bu Müseylime hakkında nazil olmuştur" dediğini
rivayet etmektedir. "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm"
buyruğu hakkında da, "Bu da Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh hakkında nazil
olmuştur" demiştir. Bu kişi, Resulullah (s.a.)'ın vahiy kâtipliğini
yapardı. Hz. Peygamber ona "Azîzü'n-Ha-kîm" diye yazmasını söyler, o
ise "Gafurun Rahim" diye yazarmış. Sonra yazdığını okur ,Hz. Peygamber
de, "Evet, hepsi eşittir" dermiş. Bu kişi daha sonra İslâmdan dönüp
Kureyşlilere katıldı.
Yine
Taberî, Süddî'den buna yakın bir rivayet kaydederek şunu ekler: Abdullah dedi
ki: "Muhammed'e vahyolunuyordu, bana da vahyolunmaya başladı. Eğer Allah
onu indiriyor idiyse şimdi ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indiriyorum.
Muhammed semîan alîmen derdi, ben de alîmen hakîmen, derdim."
"Andolsun
ki sizi ilk defa yarattığınız gibi... huzurumuza geldiniz." mealindeki
94. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerîr ve başkaları İkrime'den şöyle
dediğini rivayet ederler: en-Nadr b. el-Hâris dedi ki: Lat ve Uzza bana şefaat
edecektir. Bunun üzerine şu, "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi...
iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte gömüyoruz" buyruğuna
kadar olan bölüm nazil oldu.
[191]
Ayet-i
kerimeler peygamberliği ispat sadedinde devam etmektedir. Yüce Allah Kur*an-ı
Kerim'in Allah tarafından Muhammed (s.a.)'e inen bir kitap olduğunu ve bunun
Musa'ya indirildiğini kabul ettikleri Tevrat gibi olup bütün peygamberlerin de
insan olduğunu söz konusu ettikten sonra, hemen akabinde peygamberlik ve
risaleti yalan ve iftira yoluyla iddia eden kimselerin tehdit edildiğine
delâlet eden buyrukları söz konusu ederek, "Allah'a yalan iftira
edenden... daha zalim kim olabilir?" diye buyurmaktadır. İşte bu,
Resulullah (s.a.)'ın doğruluğuna dair tanıklığı da ihtiva eden bir tehdittir.
Çünkü yalan yere peygamberlik iddiasında bulunanın peygamber olmadığını iddia
etmek, gerçekten bu görevin verildiği kimsenin iddiasını da ispatlamaktadır.
Zira Muhammed (s.a.), Allah'a ve ahiret gününe iman edendir. Buna iman eden
bir kimse hiç bir zaman azabın en çetinini gerektiren zulme kendisini maruz bırakmaz.
İşte zımmen Peygamber (s.a.)'in lehine de bir şahitliktir. Zira Allah'a yalan
iftira etmenin akibetini de böylelikle açıklamaktadır.
[192]
Allah'a
yalan iftira ederek O'na ortak koşan yahut evlat sahibi olduğunu ileri süren ya
da Allah onları insanlara peygamber olarak göndermediği halde peygamberlik ve
risalet iddiasında bulunan kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Aynı
şekilde kendisine hiç bir şey vahyolunmadığı halde, bana vahyo-lunuyor diyenden
de. Böyle bir sözü söylemekle bundan önceki ifade arasındaki farka gelince: Birincisinde
kendisine daha önce vahiy geldiği iddiasında bulunmaktadır. İkincisinde ise
kendisine vahiy geldiğini iddia etmekle birlekte, Muhammed (s.a.)'e vahiy
gelmediğini ileri sürmektedir. Böylelikle ikincisinde iki türlü yalan bir
aradadır: Olmayan bir şeyi var gibi göstermek ve var olan bir şeyi de yok kabul
etmek.
Veya,
"Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" diyen bir kimse de aynı şekilde
zalimdir. Yani, "Ben Allah'ın peygamberine indirdiğinin benzerini de indirmeye
kadirim" diyen kimse. Meselâ müşriklerden, "Dilesek elbette biz de bunun
gibi biz söz söyleriz." (Enfâl, 8/31) diyenlerin sözleri böyledir.
İşte
bu, şu üç husustan birisinin kendisinden sadır olduğu kimselere bir tehdittir.
İlk iki sözden (yani Allah'a yalan iftira edip vahiy iddiasında bulunmaktan)
kastedilenler, Yemâmeli yalancı Müseylime gibi, Yemen San'a'da Es-vet el-Ansî
gibi, Esedoğulları arasında Tulayha el-Esedî ve bunlara benzer peygamberlik
iddiasında bulunan kimselerdir. Müseylime, "Muhammed Kureyş'in elçisi, ben
de Hanifeoğullannm elçisiyim" diyordu. Üçüncü söz ile, "Dileseydik
elbette biz de bunun gibi bir söz söyleriz" diyen en-Nadr b. el-Hâris'in
söylediği sözler kastedilmektedir. O, Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle derdi:
"Kur'an geçmişlerin masallarıdır. Şüphesiz o bir şiirdir, dileseydik
elbette onun gibisini biz de söyleriz."
Daha
sonra Yüce Allah bu kabilden zalimlerin ne şekilde bir azapla tehdit
edildiklerini şöylece söz konusu etmektedir: "Sera bu zalimleri ölümün
şiddetleri içinde... bir görsen!" Yani ey Peygamber ve her dinleyen ve
okuyan! Zalimleri ölüm sarhoşluğu, ölüm dalga ve sakıntıları ya da zorlukla
acıları içerisinde oldukları zaman bir görsen. Anlatılmayacak kadar hayret
verici, büyük ve dehşetli bir durumla karşılaşacaksın. Melekler vurarak, son derece
şiddetli ve katı davranışlarla ruhlarını kabzetmek için ellerini uzatmış halde
ruhlarını verecekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler
yüzlerine ve arkalarına vurarak ruhlarını alırken (halleri) ne olacak?"
(Muhammed, 47/27). Bu arada melekler onları azarlayarak, başlarına kakarak ve
alaylı bir üslûpla ruhlarını kabzedeceklerinde şöyle diyeceklerdir:
"Haydi canlarınızı, ruhlarınızı bedenlerinizden çıkartıp bize teslim
ediniz." Bu ise süre tanımaksızın ruhun kab-zedilmesinde oldukça katı ve
şiddetli davranılacağının delilidir. Bunun nedeni ise, kâfir ölüm haline
geldiğinde meleklerin ona azap, intikam, cehennem ve Allah'ın gazabını haber
vermeleridir. Ruhu cesedinin her bir tarafına dağılır ve çıkmak istemez. Bu
sefer melekler ruhları cesetlerinden çıkıncaya kadar ve onlara, "Allah'a
karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden... aşağılanmak aza-bıyla
cezalandırılacaksınız..." diyerek, onlara vuracaktır.
Yani
bu gün alabildiğine horlanacak küçükltüleceksiniz. Çünkü sizler Allah'a karşı
iftira ediyor, O'nun ayetlerine uymayı, peygamberlerine itaat etmeyi kabul
etmeyip büyükleniyor, ayetlere ve peygamberlere iman etmiyordunuz. Allah'a
karşı hak olmayan şeyleri uyduruyordunuz. "Bugün" den kasıt ise, ölecekleri
vakit ve ruhun alınmasının oldukça ağır ve şiddetli olacağından dolayı
çekecekleri azaptır. Bundan kasıt berzah ve kıyamette görecekleri uzun süre
devam edip giden azap da olabilir. Aşağılanmak (el-hevn), alabildiğine küçüklük
ve hakîrlik demektir. Azabın buna izafe edilmesi (aşağılanma azabı ifadesi)
kişinin kötü adam demesine benzer. Bu ifade ile aşağılığın oldukça ileri derecede
olacağını, ve bundan ayrılıp sıyrılmanın imkânsızlığını anlatmaktadır.
Zemahşerî
Yüce Allah'ın, "Meleklerin ellerini uzatarak..." buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Bu onlara nefes aldınlmaksızın ve mühlet verilmeksizin ruhlarının
oldukça çabuk, şiddetle ve zor uygulanarak alınacağını, meleklerin bunlara her
şeyi ile borçlusunun yakasını bırakmayan alacaklının yaptığı uygulamanın
aynısını yapacağını ifade etmektedir. Böyle bir alacaklı borçlusuna elini
uzatır, ona süre tanımaksızın oldukça ağır bir üslûpla alacağını ister ve bu
ona, "Derhal sendeki hakkımı çıkartıp ver, onu gözünden çıkartıp alıncaya
kadar yanından ayrılmayacağım* diyene benzer.
[193]
Daha
sonra Yüce Allah onlara, "Andölsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi
yapayalnız... huzurumuza geldiniz" buyurdu. Yani andölsun ki sizler
koştuğunuz ortaklardan, dost ve velilerden, şefaatçilerden, hizmetçilerden,
mal ve mülkten uzak, tek başınıza, sizi ilk olarak annelerinizin karnından
çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak yarattığımız gibi gelmiş
bulunuyorsunuz. Size (dünyada iken) vermiş bulunduğumuz mal, evlat, hizmetçi,
konfor, saray, köşk ve buna benzer dünya hayatınızda toplamış bulunduğunuz
türlü nimet ve mallan dünyada arkanızda bıraktınız. Onların burada size bir
faydası olmayacaktır. Çünkü bütün bunların size hiç bir yaran dokunmaz.
Bu
ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacaktır."
(Bakara, 2/174) buyruklan arasında bir çelişki yoktur. Çünkü maksat, Allah'ın
onlarla şanlannı yüceltmek için ve razı olacağına delâlet edecek bir şekilde
konuşmayacağıdır. İfadenin geri kalan kısımları ise, dünya hayatında edinmiş
olduklan putlar, tapındıklan heykeller ve şirk koştuklan ortaklar dolayısıyla
bir azar ve bir sitemdir. Onlar dünyada iken bunların dünyada ve ahirette
kendilerine faydalı olacağını sanarak ibadet ediyorlardı. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İçinizde, gerçekten (Allah'ın) ortakları olduklarını boş
yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz."
Yani kendilerinin size şefaat edeceklerini ve Allah'ın ortaklan olduklannı
iddia ettiğiniz putlardan şefaatçilerinizin sizinle birlikte olduğunu
görmüyoruz.
Andölsun
ki, aranızdaki ilişkiler kopartılmıştır. Yani kıyamet gününde aranızda var olan
her türlü dostluk, sevgi, bağlılık, arkadaşlık gibi bütün ilişkiler kopmuş
bulunuyor. Sizler ve bunlar birbirinden aynldınız. Sapıklık kaybolup gitti.
İftira ile gerçekle ilgisi olmaksızın şefaat edeceklerini ileri sürdüğünüz
aracılar, putlara ve ortaklara seslenişler, putlardan bir şeyler ummalar gözünüzün
önünden kaybolup gitmiş bulunuyor. Yüce Allah bütün yaratıklann gözü önünde
onlara şöyle seslenecektir: "(Dünyada iken) iddia ettiğiniz benim
ortaklarım nerede?" (Kasas, 28/62). Yine onlara şöyle denilecek:
"Allah'tan başka tapındıklarınız nerede? Haydi onlar size yardım ediyor
yahut kendileri yardıma mazhar olabiliyorlar mı?" (Şuarâ, 26/92-93)
"İçinizde
kendileri gerçekten ortakları olduklarını..." buyruğundan kasıt şudur:
Yani onların sizin kulluğunuzda, ibadetinizde, ibadetinize hak kazanmalarında,
aranızda kendilerine ibadet hususunda... (iddia ettikleriniz) demektir. Çünkü
onlar tann diye onlara dua edip ibadet edince aralarında ve yaptık-lan ibadette
onlan Allah'a ortak koşmuş oluyorlar.
Bu
ifadelerden kasıt da şudur: Sizin bütün umutlarınız, emelleriniz, bütün
iddialarınız da bütün vehimleriniz de boşa çıkmıştır. Artık fidye ile kurtulmak,
şefaate nail olmak gibi bir şey söz konusu değildir. Karşılaşacağınız Allah'ın
azabını önlemenin hiç bir yolu ve imkânı yoktur: "O gün kimse kimseye
(faydalı) bir şey yapma imkânını bulamayacaktır. O gün emir yalnız Allah'ındır."
(İnfitâr, 82/19).
[194]
En
büyük iftira, seni yaratmış olduğu halde Allah'a ortak koşman yahut Allah'a
yalan yere iftirada bulunarak peygamberlik ve vahiy iddiasında bulunman yahut
Muhammed (s.a.) gibi bir peygamberin peygamberliğini kabul etmemen veya
Allah'ın indirdiğinin benzerini indirme gücüne sahip olduğun iddiasında
bulunmandır.
Kurtubî
der ki: "Fıkıhtan, sünnetlerden ve selef-i salihinin izlemiş olduğu yoldan
yüz çevirip şöyle diyen de bu kabildendir: "Benim hatırıma şu geldi, kalbim
yoluyla bana şu haber verildi" diyerek kalplerine düşen ve fikirlerinde
ağır basan duygulara göre hükümler verip bunun kalplerinin her türlü
bulandırıcı unsurdan arınmış ve masivadan uzaklığından dolayı olduğunu,
böllelikle ilâhî ilimlerin ve Rabbani gerçeklerin kendilerine de tecelli ettiğini
iddia etmeleri, diğer taraftan, "Şu gelen şer1! hükümler ile ancak kıt
akıllılar ve avamdan olanlar hükmeder, veliler ve havasın ise bu gibi naslara
ihtiyacı yoktur" diyerek fıkıhtan, sünnetlerden ve selef-i salihin'in
izlediği yoldan yüz çevirenler de bu kabildendir.
"Müftüler
sana fetva verse dahi sen fetvayı kalbinden sor" şeklinde ifade de onların
nakilleri arasında yer alır. Bu kanaatlerine de Hızır'ı delil gösterirler.
Onun bu gibi kendisinde tecelli eden ilimler ile Hz. Musa'nın nezdindeki bu kabilden
çıkartılan hükümlere ihtiyaç duymadığını söylerler. Böyle bir söz zındıklıktır,
küfürdür. Bu iddiada bulunan öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Bu konuda ona
soru sorup cevaplar vermeye de gerek yoktur. Çünkü onun bu gibi iddialarda
bulunması hükümleri yıkmak ve peygamberimizden sonra başka peygamberlerin
varlığını kabul etmek sonucu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar-tır."[195]
Yalancı
peygamberlik taslayanlar efsanesinin tarihin karanlıklarında sona ermiş
olması, bunların kalıcılığının söz konusu olmaması -çünkü hayatta kalma
esasları yoktur- Allah'a hamdetmemizi gerektiren hususlardandır.
Ayet-i
kerime, ölüm anında kâfirin ruhunun son derece zor ve şiddetli bir şekilde
alındığını, müminin ruhunun ise kolay ve rahat bir şekilde kabzedildi-ğini
göstermektedir. Nitekim Ebu Hureyre'den ve diğer sahabilerden nakledilen
mütevatir hadisler de bunu göstermektedir. Çünkü müminin ruhu Allah'a kavuşmak
için arzu ve şevkle çıkar. Kâfirin ruhu ise oldukça şiddetli bir şekilde
sökülüp alınır ve denilir ki: Ey murdar nefs, haydi gazaba uğramış olarak
Allah'ın azabına, onun hakir kılıp küçültmesi için çık! Nitekim Ahmed, Buharî,
Müslim ve Beyhakî'nin de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayetlerine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'a kavuşmayı dilerse, Allah da ona
kavuşmayı diler. Hek kim Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da onunla
karşılaşmaktan hoşlanmaz."
Ahiret
gününde mülkün, malın ve dünya nimetlerinin hiç bir faydası olmayacaktır.
Sahih hadiste sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlu malım malım der. Ey Ademoğlu! Senin yiyip de tükettiğin yahut
giyinip de eskittiğin veya sadaka verip de baki kıldığından başka mal diye bir
şeyin var mı ki? Bunun dışındaki her şey geçicidir ve onu insanlara terk
edeceksin." O halde insan kazandığı ve elde etmek için ömrünü tükettiği
malları geride bırakır. Geride kalan bir şeyden yararlanmaya ise imkân yoktur:
"Size ihsanımız olan şeyleri de arkanızda bıraktınız."
Aynı
şekilde Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan, ortak koşulan şeylerde ve
putlarda bir fayda söz konusu değildir. Kıyamet gününde hiç birisinin Allah'ın
huzurunda ve hesapta bir etkisi olmayacaktır. "Zannettiğiniz şeyler ise
önünüzden kaybolup gitmiştir." Yani dünyada iken yalan yere ileri
sürdüğünüz iddialarınız geçip gitmiştir. Rivayete göre ayet-i kerime en-Nadr b.
el-Hâris hakkında nazil olmuştur. Müslim'in rivayetine göre de Aişe (r.anha)
Yüce Allah'ın, "Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız
teker teker huzurumuza geldiniz." ayetini okudu ve şöyle dedi: Ey
Allah'ın peygamberi! O ne kötü bir durum olacaktır. Erkekler ve kadınlar hep
birlikte mi hasredilecek? Biri ötekinin avretine bakmayacak mı? Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "O gün onların her birisinin kendisine yetecek ve
başkasıyla da ilgilenmeye imkân tanımayacak bir meşguliyeti olacaktır."
(Abese, 80/37). Erkekler kadınlara, kadınlar da erkeklere bakmayacaktır.
Birbirlerine bakamayacak kadar meşguliyetleri olacaktır."
[196]
95-
Şüphesiz Allah taneleri ve çekirdeği yarıp çıkarandır. Ölüden diriyi O
çıkarır, diriden ölüyü de çıkaran O'dur. Şimdi bu (nları yapan) Allah iken
nasıl olur da çevriliyorsunuz?
96-
Sabahı yarıp çıkaran O'dur. Geceyi bir sükûn ve dinlenme vakti, Güneş ve Ay'ı
da birer hesap (işareti) kıldı. Bu Aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir.
97-
Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin
için yıldızları yaratan O'dur. Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi
açıkladık.
98- Sizi tek bir candan yaratan da O'dur. Sonra
bir karar yeri, bir de bir emanet yeri (vardır). Biz ayetlerimizi iyice
anlayacak bir topluluk için açıkladık.
99- Gökten bir su indiren de O'dur. Sonra biz
onunla her türlü bitkiyi çıkardık. Ondan da taze ve yeşil, birbirinin üstüne
binmiş taneler meydana getirdik. Hurma tomurcuğundan birbirine yakın
salkımlar, birbirine hem benzeyen hem benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar
bahçeleri (bitiririz). Meyvesine bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı
zaman bakıverin. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir
çok ayetler vardır.
"Sonra
bir karar yeri, bir de emanet yeri (vardır)." buyruğunun takdiri şudur:
Kiminiz bir karar yeridir, kiminiz bir emanet yeridir. Karar yeri rahimlerde,
emanet yeri de sulblerdedir.
[197]
"Ölüden
diriyi o çıkartır" buyruğundaki kelimeler arasında tıbâk sanatı vardır.
"Nasıl
olur da çevriliyorsunuz'?" Bu olumsuzluk anlamına inkârî bir istifhamdır.
Yani gerekli delilin ortaya konulmasından sonra imanın imandan çevrilip
döndürülmesinin bir izahı olamaz. "Sonra biz onunla... çıkardık"
buyruğunda gaib zamirden (mütekellime) iltifat vardır. Bu ise çıkartılanın
durumuna gereken önemi ve nimetlerin büyüklüğüne işareti anlatmak içindir.
"Zeytin ve nar bahçeleri", bu ise bunların üstün özellikleri
dolayısıyla özelin genele atfedilmesi kabilindendir.
[198]
"Şüphesiz
Allah" buğday ve buna benzer başak ve kabuklar içerisinde yetişen
"taneleri ve çekirdeği" hurma, kuru üzüm ve benzerlerindeki
çekirdekleri "yarıp çıkarandır." Yarıp çıkarmak anlamını (ayet-i
kerimedeki gibi) felk, fark ve fetk kelimeleri aynı anlamda olmak üzere ifade
etmektedir ki anlamı bir şeyi ortaya çıkarmak için yarmak demektir. Yani
bitkiden taneyi, hurma ve üzümden de çekirdeğini yarıp çıkartan şüphesiz
Allah'tır. "Ölüden diriyi O çıkarır." İnsan ve kuşu nutfe ve
yumurtadan çıkartması gibi; "Diriden ölüyü" nutfe ve yumurtayı
"çıkaran O'dur. Şimdi bu (nları yapan)" yani bunları yarıp çıkartan
"Allah iken, nasıl olur da" gerekli belgelerin ortada olmasına rağmen
imandan "çevriliyorsunuz?" döndürülüyorsunuz?
"Sabahı
yarıp çıkaran O'dur." Yani sabah aydınlığını (ki bu gündüz aydınlığının
ilk belirtileridir) gecenin karanlığından yarıp çıkartan O'dur. "Geceyi
bir sükûn ve dinlenme vakti" yani canlıların yorgunluklarını atıp
dinlendikleri vakit kılmıştır, "güneşi ve ay'ı da birer hesap" yani
vakitleri hesaplama aracı "kıldı". Hesap ve hüsban, eşya ve zaman
ölçümünde sayıyı kullanmak demektir. "Bu" sözü geçenler
"Aziz" mülkünde mutlak galip "olanın hakkıyla bilenin"
yarattıklarının durumlarını bilenin "takdiridir."
"Karanın
ve denizin karanlıklarında" yolculuk zamanlarında... "Biz ayetlerimizi"
kudretimize delil olan belgelerimizi "bilen bir topluluk için" yani
düşünen bir topluluk için "açıkladık."
"Sizi
tek bir candan" ki o da Adem (a.s.)'dir "yaratan da O'dur. Sonra bir
karar yeri" yani sizden rahimde bir karar yeri yahut Yüce Allah'ın şu
buyruğunda belirttiği gibi, yeryüzünde ikamet yeri: "Yeryüzünde sizin
için bir karar yeri (süresi) vardır." (Bakara, 2/36; A'râf, 7/24);
"bir de bir emanet yeri (vardır)" tevdi olunan bir yer... "İyice
anlayacak bir topluluk için" İyice anlamak (fıkh), bir şeyi derinliğine
düşünmekle birlikte anlayıp kavramak demektir.
"Biz
onunla" yani indirdiğimiz suyla "... çıkardık... birbirinin üstüne
binmiş" yani buğday başağı ve buna benzer biri ötekinin üstüne binmiş
"taneler meydana getirdik.'Hurma tomurcuğundan..."; kabuğu yarılmadan
önce hurma ağacının çiçeğinden ilk olarak görülene hurma tomurcuğu (et-tal)
denilir, "birbirine yakın salkımlar" yani hem birbirine yakın hem de
uzanıp almaya yakın
salkımlar.
Hurma salkımına "kinv" (cem'isi kinvan) denilir. Üzüm ağacı için üzüm
salkımı, buğday için başak ne ise hurma için de kinv odur. "birbirine hem
benzeyen hem benzemeyen üzüm bağları (bitiririz)." Yaprak gibi bazı nitelikleri
birbirine benzeyen, meyve gibi diğer bazı özelliklerinde birbirine benzemeyen
ya da yaprak ve meyvesi birbirine benzeyen ve benzemeyen, "bir de olgunlaştığı
zaman" yani meyve olgunlaşıp faydalanılacak hale geldiği zaman
"bakıverin." Maksat şudur: Ey Muhataplar! Siz ilk meyve verdiği zaman
nasıl olduğuna, olgunlaştığı zaman da ne hale geldiğine ibretle bir bakınız;
"Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok
ayetler" Yüce Allah'ın öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna ve başka
hususlara delil olacak belgeler "vardır." Özellikle mümin topluluğun
söz konusu edilmesi bu ayetlerden kâfirlerden farklı olarak iman hususunda
yararlananların onlar olduğundandır.
[199]
Yüce
Allah'ın tevhidi ispat edip peygamberliği ve öldükten sonra dirilişin bazı
hallerini açıkladıktan sonra, burada tekrar yaratıcının varlığına delil olan
bazı belgeleri açıkladığını görüyoruz. Bunlar yaratmak, var etmek, diriltmek ve
öldürmek, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini takdir edip düzenlemek,
gece ve gündüzün değişmesini sağlamak diye özetlenebilir.
[200]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde göz kamaştırıcı kudretinin, sonsuz hikmetinin bir
takım tecellilerini sayıp dökmektedir. Önce bitki ile başlamakta, tane ve
çekirdeği yarıp çıkartanın kendisi olduğunu haber vermektedir. Yani bunları
toprağın arasından kudretiyle yarıp çıkartan ve ondan değişik türleriyle
tahılları, taneleri ekme sonucu bitiren, değişik renk, şekil, tat ve
lezzetleriyle çekirdekten türlü meyveleri çıkartan O'dur. Bundan dolayı Yüce
Allah, "Taneleri ve çekirdeği yarıp çıkartan O'dur" buyruğunu,
"Ölüden diriyi o çıkartır, diriden ölüyü de çıkartan O'dur" buyruğu
ile açıklamıştır. Ölü ve cansız olan tane ve çekirdekten, hareket eden canlı
bitkiyi (sebep-sonuç arasındaki ilişki yoluyla, tane ve çekirdek toprağa
atılıp, su ile de toprağın ihtiyacını karşılamak suretiyle) yerden O çıkartır.
İşte bu O'nun kudretinin mükemmelliğine, hikmetinin yüceliğine işaret eder.
Yüce
Allah'ın, "Ölüden diriyi O çıkarır." buyruğunun anlamı şudur: Yeşil
ekini ve büyüyüp gelişen ağacı, cansız ölüden O çıkartır. Burada hayattan kasıt,
gelişme ve beslenmedir. Ölüden kasıt ise gelişme ve beslenmesi söz konusu
olmayandır. Toprak, tane, çekirdek ve buna benzer diğer toplumlar yumurta ve
nutfe gibi. Modern ilimde, nutfe ve yumurtada da hayat vardır, denildiği zaman,
burada bitkisel hayat veyahut da hücresel hayat kastedilmektedir. Burada
ayet-i kerimeden kasıt ise, zahiren görülen harekî (dinamik) hayattır. Çağdaş
bilimsel yorumda da bu şöyle açıklanmaktadır; "Hayvanın (canlının) ölüden
çıkmasından kasıt, gıdadan oluşmasıdır. Canlı, cansız şeyleri yiyerek gelişmektedir.
Çünkü gıdanın kendisi gelişme göstermeyen ölüdür.
Yüce
Allah'ın, "Diriden ölüyü de çıkaran O'dur." Yani O tane ve çekirdeği
bitkiden, yumurta ve nutfeyi de canlıdan çıkartır. Çağdaş bilimsel yorumda da
şöyle açıklanmaktadır: Bundan kasıt süt gibi salgılardır. Süt ise canlı hiç bir
şeyi bulunmayan bir sıvıdır; nutfe ise öyle değildir. "Nutfede canlı
hücreler vardır ve canlı bir varlıktan çıkmaktadır. Bu şekilde ölüden gelişen
bir canlı çıkmakta ve canlıdan da ölü çıkmaktadır.
"Şimdi
bu (nları yapan) Allah iken nasıl olur da çevriliyorsunuz?" Yani bunları
yapan mükemmel kudret, sonsuz hikmet, hayat verici ve diriltici sıfatlara
sahip olandır ve o yaratıcı olan Allah'tır, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur.
Nasıl olur da siz haktan yüz çeviriyor ve hakkı bırakıp batıla yöneliyorsunuz
da onunla birlikte başkalarına ibadet ediyorsunuz; hiç bir şeyi yapmaya gücü
yetmeyen bir başka varlıkları O'na ortak koşuyorsunuz?
Sabahı
yarıp çıkartan, geceyi bir dinlenme ve sükûn zamanı kılan da Allah'tır. Yani
surenin baş tarafında da buyurduğu gibi aydınlığı ve karanlığı yaratan O'dur:
"Karanlığı ve aydınlığı var eden Allah..." O şanı Yüce Allah gece
karanlığını sabah aydınlığı ile yararak varlık alemini aydınlatır, ufuk
nurlanır. Karanlık kaybolup gider, gece karanlığı ve siyahlığıyla yok olur
gider, gündüz aydınlık ve parlaklığıyla geliverir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Gündüze geceyi o bürüyüp örter ki, o onu durmadan
kovalar." (A'râf, 7/54). Yüce Allah azametinin büyüklüğüne, egemenliğinin
de azamatine delâlet eden birbirinden farklı, birbirine zıt şeyleri yaratmaya
kadir olduğunu açıklayarak, kendisinin sabahın aydınlığını çıkartan olduğunu
zikretmekte ve buna karşılık olarak da, "Geceyi bir sükûn ve dinlenmek
vakti ...kıldı" diye buyurmaktadır. Yani içinde eşyanın sükûn bulması,
gündüzün çalışmasından yorulan kimselerin de dinlenmesi için geceyi sükûnetli
ve karanlık bir örtü kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Uykunuzu bir dinlenme kıldık -yani çalışmalarınızı sona erdirip
bedenlerinizi de dinlendireceğiniz bir zaman kıldık- geceyi bir elbise yaptık,
gündüzü de geçim (için çalışma) zamanı kıldık." (Nebe', 78/9-11)
Daha
sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve Ay'ı da birer hesap
kıldı." Yani Güneş ve Ay'ın düzeninden hesap, ay ve yılların sayısının
tespiti için yararlanılabilmektedir. Her ikisi de son derece hassas bir hesaba
göre akıp gitmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve
Ay da bir hesap iledir." (Rahman, 55/5). Yani Güneş ve Ay takdir edilmiş
belli bir yasa ve hesaba göre akıp gitmektedir. Bu asla değişmez ve sarsılmaz
bir düzendir. Bunların her birisinin yaz ve kış izledikleri belli yörüngeleri
vardır. Bunun sonucunda gece ile gündüz uzunluk ve kısalık itibariyle değişip
durur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş'i ışık, Ay'ı nur
yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller tayin eden
O'dur." (Yunus, 10/5). Yüce Allah, bu ayet-i kerimede semavî üç tane
ryeti (Allah'ın varlık ve birliğinin belgelerini) bir araya getirdiği gibi,
yine "Şüphesiz Allah taneleri ve çekirdeği yarıp çıkartandır"
ayetinde de üç tane -yeryüzü ile ilgili ayeti bir arada zikretmiştir.
Söz
konusu bu semavî ayetlerin birisi sabahın yarılıp çıkartılmasıdır. Bunun
hatırlatılmasmın maksadı Yüce Allah'ın varlık âleminin güzelliğini ortaya çıkartan
aydınlığı bol bol ihsan etmek suretiyle Allah'ın sanatı üzerinde düşünmektir.
Diğer taraftan O geceyi bir sükûn ve dinlenme zamanı kıldı. Bu da bedenin
dinlenmesi, ruhun sükûn bulması, gündüzün çalışmanın yorgunluğundan
rahatlaması için Allah'ın bir nimetidir. Üçüncü gökyüzü ile ilgili ayet ise
güneş ve ayın bir hesap aracı kılınmalarıdır. Bu da insanın ibadetler,
karşılıklı ilişkiler, tarife belirlemeler gibi vaktin hesabını bilme ihtiyacını
gerçekleştirmek, karşılamak içindir.
Astronomik
bilgiye göre dünyanın iki türlü dönüşü vardır. Birisi günlerin hesabı için 24
saatte tamamlanan (kendi etrafındaki) dönüşü, diğeri ise Güneş senesinin hesabı
için dört mevsimlik bir yılda tamamlanan (Güneş çevresindeki) dönüşü.
"Bu
aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir." Yani bütün bunlar asla karşı
koyulamayan, ona muhalefet edilemeyen, emrinde mutlak galip olan Azîz'in, her
şeyi bilen Alîm'in takdiri ile meydana gelir. Yerde olsun gökte olsun zerre
ağırlığı kadar bir şey dahi O'ndan saklı kalmaz. Bütün bunları ise o hikmeti
gereği takdir eden, ölçü ile belirleyendir: "Muhakkak biz her şeyi bir
kader ile yarattık." (Kamer, 54/49).
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah gecenin, gündüzün, Güneş ve Ay'ın yaratılmasını
çokça söz konusu etmekte, sonra da bu konudaki açıklamaları izzet ve ilmini
zikrederek tamamlamaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah yıldızların faydasını şöylece açıklamaktadır: "Karanın
ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin için
yıldızları yaratan O'dur." Yani O, yıldızlan -ki bunlar Güneş ve Ay
dışında kalıp ışık saçan cisimlerdir - yolculuklarınızda kendileriyle doğru
yolu bulaşınız diye var etmiştir. İnsan onlar vasıtasıyla yolunu bulur,
kaybolmaktan emin olur. Yanlışlık yapmaktan, şaşırıp kalmaktan kurtulur.
Yıldızlar astronomi bilginlerinin söz konusu ettikleri gibi milyonlarcadır.
Keşfedilenleri ise keşfedilmeyenlere nispetle pek azdır.
Uzay
âleminin azameti, düzeninin hassaslığı, harikulade sanatı dolayısıyla Yüce
Allah bu ayet-i kerimeyi de, "Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi
açıkladık" diye bitirmektedir. Yani biz sizlere hem Kur'anî hem de tekvini
ayetleri özellikle de ilim ve tetkik ehline açıkladık. Özellikle de bu ayetlerin
azametinin sırrını idrak eden ve bunları Allah'ın varlığının, kudretinin, birliğinin
ve ilminin delili olarak idrak eden ilim ve düşünce ehline.
Eğer
buradaki "ayetler" den kasıt Kur'an-ı Kerim'in indirilen ayetleri
ise, anlam şöyle olur: İşte bu ayetleri ve onların benzerlerini biz, düşünce
ilim ve tetkik ehline açıklıyoruz. Onlar da bunlar vasıtasıyla araştırmalarını,
bilgi ve imanlarını artırıp dururlar. Şayet buradaki "ayetler" den
kasıt tekvini olanları ise, anlamı şöyle olur: Bu ayet-i kerimeleri Yüce Allah
böylece açıklamaktadır ki, ilim adamları bunları Yüce Allah'ın azametinin
delili olarak bellesinler. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, bu
ayetlerin sırrını ilim adamlarından başkası idrak edemez: "Ey basiret
sahipleri ibret alınız." (Haşr, 59/2).
Yüce
Allah'ın arz ve semadaki ayetlerinin açıklamasından sonra burada da insan
nefsindeki ayetlerin söz konusu edildiğini görüyoruz. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan da odur..." Yani Yüce
Allah asıl itibariyle sizi tek bir candan yaratmıştır ki, o da Hz. Adem
(a.s.)'dir. Adem diğer bütün insanların kendisinden türediği ilk insandır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Sizi tek bir candan
yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden de bir çok erkekler ve kadınlar
türeten Rabbinizden korkun." (Nisa, 4/1).
Bütün
insanların tek bir candan var edilmeleri Yüce Allah'ın kudretine, ilmine,
hikmetine ve vahdaniyetine delildir. Aynı şekilde bu, nimete şükrü de gerektirir.
İnsan türünün asıl itibariyla birliğini gösterir. Bu da insanlar arasında
tanışmayı ve dayanışmayı gerekli kılar. Çünkü onların hepsi tek bir asıldan ve
bir babadan gelmektedirler. O halde onlar kardeştirler, kardeşlere düşen ise
birbirleriyle kaynaşmaktır, birbirlerini boğazlamak ve öldürmek değil.
Daha
sonra Yüce Allah insanlığın ne şekilde soylarının devam ettiğini ve Yüce
Allah'tan başka kimsenin bilmediği muayyen bir vakitte doğup dünyaya
geldiklerini şöylece açıklamaktadır: "Bir karar yeri, bir de emanet yeri
(vardır)." Yani sizin rahimlerde karar bulduğunuz bir yer ve sulblerde
emanet olarak bırakıldığınız bir yer vardır veya yeryüzünde karar yeriniz ve
onun altında emanet yeriniz yahut dünyada bir karar yeriniz ve insanın öleceği
yerde bir emanet yeriniz vardır. Yahut da sizden kiminiz karar yeri ve kiminiz
de emanet yeridir. Biz kudret, irade, ilim, hikmet, lütuf ve rahmetimize
delâlet eden kâinattaki sünnetlerimizin (yasalarımızın) ayetlerini (apaçık
belgelerini), kendilerine okunan buyrukları iyice belleyen, Allah'ın kelâmını
anlayan, manasını ve inceliklerini idrak eden bir topluluğa açıklamış
bulunuyoruz.
Yıldızların
söz konusu edilmesi ile birlikte, bilen bir topluluğun anılmasının,
Ademogullarının yaratılması ile birlikte fıkhın (iyi ve derinlikli anlayışın)
söz konusu edilmesinin sebebine gelince, insanların tek bir nefisten yaratılmasındaki
ve onların değişik hallere sokulmalarındaki hikmeti özümseyip çıkarmak,
oldukça ince ve dikkatli bir bakışa, derinliğine bir anlayış ve kavrayışa
muhtaçtır. İşte fıkhın anlamı da budur. O halde böyle bir şekilde ayetin sona
erdirilmesi vakıaya uygundur. Yıldızların yerlerini bilip onlar aracılığıyla
kara ve denizin karanlıklarında yol bulmak ise yoğun düşünceye, derinlemesine
tefekküre bağlı bir şey değildir. Bu ve benzeri bütün astronomik durumlar için
belli bir bilgi, beceri, dikkat ve müşahedeye dayalı zahirî tecrübeler
yeterlidir.
Daha
sonra Yüce Allah bitkilerdeki tekvînî ayetlerden bir ayeti söz konusu
etmektedir. Bu ise semadan su indirilip bunun bitkilerin yetişmesine sebep
kılınmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten bir su indiren de
O'dur..." Yani kudret ve hikmeti gereği buluttan belli bir miktar
bereketli, kullar için bir nzık, canlıları diriltmek ve imdatlarına yetişmek
için hayat kaynağı, Allah'ın kullarına, yaratıklarına bir rahmet olmak üzere su
indiren O'dur. Bu yağmur, dolayısıyla şekil, özellik ve etkileri itibariyle
birbirinden farklı türlü çeşitli bitkiler çıkartmaktadır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Hepsi bir su ile sulanıyor, (böyleyken) onlardan bir
kısmını tadlarında diğer bir kısmından üstün kılıyoruz." (Rad, 13/4);
"Ve biz canlı her şeyi sudan yarattık." (Enbiya, 21/30).
Biz
yağmur ile ekin ve yeşil ağaçlar bitirdik. Bundan sonra da biz onlarda tane ve
meyveleri yaratırız. Ondan dolayı Yüce Allah, "Birbirinin üstüne binmiş
taneler meydana getirdik" diye buyurmaktadır. Yani başaklar ve benzerleri
gibi biri diğerinin üstünde yarattık. Bu da gövdesi olmayan bir takım bitki türlerini
açıklamaktadır. Daha sonra gövdesi olan ağaçları ona atfederek, "Hurma
tomurcuğundan..." diye buyurmaktadır.
Yani
biz hurma tomurcuklarından, uzanıp alınabilecek mesafede yakın salkımlar
çıkardığımız gibi, yine bu yeşil bitkilerden üzüm bağları ve bahçeleri de
çıkartıyoruz.
Yüce
Allah hurma, üzüm ve bunlardan başka meyve ve ürünler dışında bütün bitkiler
arasında özellikle zeytini ve narı söz konusu etmektedir. Bunların içinde
şekilleri ve yaprakları itibariyle birbirine benzeyen, birbirine yakın fakat
meyvelerinin şekli, tadı, tabiatı birbirinden ayrı olanlar vardır. Kimisi
tatlı, kimisi ekşi, kimisi acıdır. İşte bütün bunlar yaratanın kudretine
delildir.
İbretle
ve dikkatle ağaçlara, bitkilere, meyve verdikleri zaman nasıl olduklarına da
bir bakın, olgunlaştıktan sonra da nasıl bir hal aldıklarına, kupkuru iken
suyun bereketiyle nasıl dolup taştığına bir bakın. Her bir meyvenin tadı,
büyüklüğü ve rengi ayrı ayrıdır. Meyveleri birbirleriyle karşılaştırın; önceleri
kupkuru bir odun gibiyken daha sonraları canlı, taze ve yapısında suyu
barındıran bir bitki haline getirdiğini, bunların dışında renk, şekil, tad ve
kokularının farklı farklı olduğunu ve bunları yoktan var eden yaratıcının
kudreti üzerinde düşünün. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde birbirine bir çok bitişik parçaları, üzüm bağları, ekinler ve
çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor;
(böyleyken) onların bir kısmını lezzetlerinde bir kısmından üstün
kılıyoruz..." (Ra'd, 13/4).
İşte
üzerinde dikkatle durup düşünmekle emrolunduğunuz bu hususlarda, yaratıcının
bunları yaratmadaki kudretinin kemaline, hikmetine ve rahmetine pek çok
deliller vardır ki, bunlardan, Allah'ı tasdik edip peygamberlerine uyan
müminler gereği gibi yararlanırlar.
[201]
Ayet-i
kerimeler, her şeyi yoktan var eden Allah'ın varlığına, ilmine, kudret ve
hikmetine dair beş türlü delil ihtiva etmektedir. Söz konusu bu beş türlü delil
aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
Birinci
türdekiler, bitki ve canlıların hallerinin delâletinden alınmadır:
Şanı
yüce Allah tanenin ve çekirdeğin yaratıcısı, ekin ve ağaçların bitmesi için
taneyi ve çekirdeği yarandır. Taze, yeşil ve diri bitkiyi kuru taneden çıkartandır.
Diğer taraftan kuru olanı da canlı ve gelişip büyüyen bitkiden çıkartandır.
Nitekim -Zeccâc da böyle açıklamıştır. Ayrıca Yüce Allah canlı insanı nutfeden,
nutfeyi de canlı insandan yaratmıştır. Kurtubî gibi müfessirlerin açıklamaları
da bu şekildedir. Yine kâfirden mümini -İbrahim (a.s.)'de olduğu gibi- müminden
kâfiri -Hz. Nuh'un oğlunda olduğu gibi- itaatkârdan isyankârı ve bunun aksini
çıkartandır. Nitekim İbni Abbas bunu şöyle açıklamıştır:
Bu,
canlının ölüden daha üstün olduğunu göstermektedir. O bakımdan birinci kısma
dair açıklamalar fiil sigasıyla, ikinci kısma dair açıklama isim siga-sıyla yer
almıştır. Böylelikle bununla ölüden canlının var edilmesine verilen önemin ve
gösterilen itinanın, canlıdan ölünün var edilmesi için gösterilen itinadan
daha çok ve daha mükemmel olduğuna dikkat çekilmektedir.
İkinci
tür delil ise, kâinattaki astronomik hallerden alınmıştır. Bu ise ilâhî kudreti
daha açık gösteren bir delildir. Çünkü sabahın aydınlığı ile gece karanlığının
yarılması, tane ve çekirdeğin bitki ve ağaç çıkartacak şekilde yarılmasından
daha çok ilâhî kudretin kemaline bir delildir. Zira kâinattaki astronomik
haller, kalplerde daha büyük bir yer tutmakta ve yeryüzünün halleri daha büyük
bir etkiye sahip bulunmaktadır. Bu türden belgeler yer ile ilişkisi bulunan üç
tane astronomik ayet (alâmet) ihtiva etmektedir ki, bunların birisi sabahın
aydınlığının karanlığı yarmasıdır. Yani ışığın karanlığı yararak çıkması ve onu
aydınlatmasıdır. Karanlığı ve aydınlığı yaratıp geceyi bir sükûn, yani
dinlenecek ve sükûn bulacak bir zaman kılan, Güneş'i ve Ay'ı kulların maslahatlarının
kendisi ile yakından ilişkili bulunduğu, hesap için iki alâmet kılan O'dur.
Çünkü Yüce Allah, Güneş ve Ay'ın hareketini belli bir hesaba göre belirlemiştir.
Bütün bunlar ise Yüce Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin bir delilidir.
Allah'tan bir lütuf, bir rahmet ve yaratıklara bir ihsan olduğunu ortaya
koymaktadır.
Üçüncü
tür deliller ise, semavî bir takım olaylardır. Şanı Yüce Allah kulların
faydasına yıldızları yaratandır. İnsanlar Güneş'i ve Ay'ı göremedikleri kara ve
denizin karanlıklarında, yıldızların aydınlığı ile yollarını bulabiliyorlar. Bu
ise ilâhî kudret, rahmet ve hikmetin en ileri derecede ve mükemmel olduğunun
delillerindendir. Yıldızlar, gezegenler ve aynı şekilde Güneş ve Ay ile
kıblenin bilinmesi de mümkündür. Nitekim bu yıldız ve gezegenler gökyüzünün bir
süsüdür: "Şüphesiz biz dünya semasını yıldızlar ziynetiyle süsledik."
(Sâffât, 37/6) .Aynı zamanda yıldızlar, şeytanlar için taşlama aracıdır da:
"Ve biz o yıldızları şeytanlar için taşlama aracı kıldık." (Mülk,
67/5). Yine yıldızlar, göklerin azameti hakkında düşünmeyi harekete getiren
unsurlardır: "Ve onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler.
Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, münezzehsin sen! Artık bizi ateş
azabından koru (derler)." (Al-i İmran, 3/191) Seleften bazısı şöyle
demiştir: Her kim bu yıldızlar hakkında şu üç hususun dışında bir şeye inanırsa
hata eder ve münezzeh Allah'a yalan yere iftira etmiş olur. Allah bu yıldızlan
sema için bir ziynet, şeytanlar için bir kovma aracı kılmıştır ve insanlar
gerektiğinde bu yıldızlar aracılığıyla kara ve denizin karanlıklarında yol
bulurlar.
[202]
Dördüncü
tür belgeler, insanın durumlarından çıkarılan delillerdir. İnsanların tek bir
candan (Hz. Adem'den) yaratılmış olmaları ve beşerî esasların sulblere ve
rahimlere emanet olarak bırakılması, nefsin yaratılması üzerinde tefekkür etmek
Allah'ın kudretine açık delildir: "Ve sizin nefislerinizde de (Allah'ın
kudretine, birliğine... belgeler vardır) hiç görmez misiniz?" (Zâriyât,
51/21). İşte bütün bunlar mutlak ilâhın varlığına, kudret ve ilminin mükemmelliğine
dair deliller arasında yer alırlar.
Beşinci
tür deliller ise, bitkilerin meydana getirilmesi, bitkilerin çeşitliliği, meyve
ve mahsullerin türlü türlü oluşundan alınmıştır: Bu delil de şöyledir: Semadan
(buluttan) yağmurun yağdırılması ve bu yağmur suyuyla değişik bitki ve
ekinlerin çıkartılması. Akıllara dehşet verecek şekilde çeşitli mahsuller,
meyveler ve bitkiler, bunların türlü şekil, renk, tat ve kokularda olmaları üstün
nimet ve ihsan çeşitleri arasında yer alır. Bunlar ilâhî kudretin mükemmelliğinin
en büyük delillerindendir. Ayet-i kerimelerin sonları büyük gerçekleri ifade
etmektedir: "Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi açıkladık;
biz ayetlerimizi iyice anlayacak bir topluluk için açıkladık. Şüphe yok ki
bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok ayetler vardır..." Rab
olarak Allah'a iman ettik, onun el-Hakk ve el-Mübîn olduğunu kesin olarak
bildik. Bu, mutlak ilâhın azametini, bilgisinin genişliğini, bütün yaratıklara
lütuf, ihsan ve rahmetinin sonsuzluğunu iyice kavradık, bilip anladık.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah, bu son türde dört çeşit ağacı söz konusu
etmektedir. Bunlar hurma, üzüm, zeytin ve nar ağaçlandır. Bunları ekinden ve
ağaçlardan önce zikretmektedir. Çünkü ekin gıdadır, ağaçların mahsulleri ise
meyvedir. Gıda ise meyveden önceliklidir. Hurmanın diğer meyvelerden önce
anılmasının sebebi ise Arapların önemli bir gıda maddesi olmasındandır. Üzümün
hurmadan sonra anılmasının sebebi ise meyvelerin içinde en üstünlerinden
olmasıdır. Çünkü üzümden henüz koruk iken de yararlanılır. Yani bu meyveden tam
tatlanmadan da üzüm olarak da yararlanılır, sonra bir sene ve daha uzun bir
süre kuru üzüm olarak saklanabilir, daha sonra da pekmez ve sirkesinden de
yararlanılabilir.
[203]
100-
Cinleri O'na ortak yaptılar. Halbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka
bilmeksizin O'na oğullar ve kızlar uydurup iftira ettiler. O kendisine
yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir.
101- Gökleri ve yeri yoktan yaratan O'dur. O'nun
bir zevcesi yokken nasıl bir evlâdı olabilir? Her şeyi O yaratmıştır ve O her
şeyi hakkıyla bilendir.
102- İşte Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka hiç bir
ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin, O her şeyin
üzerinde bir vekildir.
103- Gözler O'nu idrak edemez, O ise bütün gözleri
kuşatmıştır. O Latiftir, Habîr"dir.
"Bilmeksizin...
uydurup iftira ettiler." Ayetteki (haregû) kelimesi uydurdular
anlamındadır. Sözün uydurulması, herhangi bir hususta gerçek olmayan şeyler
söylemektir. İbda (yoktan var etmek, yaratmak) bir şeyi herhangi bir kimseyi
örnek almadan meydana getirmek demektir. Yüce Allah'ın isimlerinden el-Bedî,
eşyayı bir örnek olmaksızın yoktan var eden, meydana getiren demektir. Dindeki
bid'at da buradan gelmektedir. Çünkü geçmişte onun benzeri yoktur.
"Gözler
O'nu idrak edemez." Yani O'nu göremez. İdrak bir şeyi tam anlamıyla
kavrayarak ona kavuşmak ve ulaşmak demektir. Göz (basar) görme organıdır.
"O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O Latiftir", kullarına ve
dostlarına rıfk ve yumuşaklıkla davranan, "Habîr'dir." ise
yarattıklarının hallerini, durumlarını bilen, onlardan haberdar olan demektir.
[204]
Şanı
yüce Allah, ulûhiyetin ispatına, kudret ve rahmetinin kemaline dair beş kesin
belgeyi söz konusu ettikten sonra, insanlardan bazılarının Yüce Allah'a cinler
âleminden ortaklar koştuğunu ya da O'nun kız ve erkek evlâtlarının bulunduğu
yolunda iftira ettiklerini açıklamaktadır.
[205]
Bu
ayet-i kerimeler Allah ile birlikte başkasına ibadet eden, cinlere de ibadet
etmek suretiyle ibadette Allah'a başkalarını ortak koşan Arap müşriklerini
reddetmektedir. Onların putlara ibadet etmeleri ancak cinlere itaat ederek onların
kendilerine böyle bir ibadeti emretmeleriyle olmuştu. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlar ondan başka yalnız dişilere taparlar. Onlar
ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar. Allah ona lanet etti. O da dedi ki:
Andol-sun kullarından belli bir pay edineceğim. Muhakkak onları saptıracağım ve
onları olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara hayvanların kulaklarını yarmalarını
emredeceğim ve yine onlara muhakkak emredeceğim de onlar da Allah'ın
yarattığını değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse
muhakkak o, apaçık büyük bir zarara uğramış olur. Onlara vaad eder ve onları
olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytan ise kendilerine aldanıştan başka bir şey
vaad etmez." (Nisa, 4/117-120)
Ayet-i
kerimenin anlamına gelince: Arap müşrikleri cinler âleminde kendilerine,
verdikleri emirlerde itaat ettikleri bir takım ortaklar edindiler. Burada
cinlerden kasıt, Katâde'nin belirttiği gibi tapındıkları meleklerdir veya
Hasan-ı Basri'nin söylediği gibi, şirk ve masiyet hususunda kendilerine itaat
ettikleri şeytanlardır. Mecusiler ise "Hayır için bir ilâh, şer için bir
ilâh vardır ki, bu da İblis'tir" derler. Yani onlar onu rab diye
adlandırırlar.
Putlara
itaat ettiklerinden dolayı cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onları
yani müşrikleri de başkalarını da yaratmıştır. O, ortağı olmayan biricik
yaratandır. Nasıl olur da yaratıklar O'nun ortağı olabilir ve insanlar O'nunla
beraber başkalarına ibadet edebilirler? Nitekim Hz. İbrahim de şöyle demişti:
"Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz? Halbuki Allah sizi de yaptıklarınızı
da yaratandır." (Sâffât, 37/95-96)
Özetle
anlamı şudur: Bağımsız ve tek başına yaratıcı Yüce Allah'tır. O bakımdan hiç
bir kimseyi ve hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmek
gerekir.
Müşrikler
cahillikleri ve ahmaklıkları dolayısıyla Allah'ın erkek ve kız çocukları
olduğunu iftira yoluyla uydurup söylediler. Yüce Allah'ın,
"Bilmeksizin" ifadesiyle ile kastettiği şudur: Onlar söylediklerinin
gerçek mahiyetini, manasını bilmiyorlar. O yüzden Allah'ı ve azametini
bilmediklerinden dolayı Arap müşrikleri melekleri Allah'ın kızları diye
adlandırdılar. Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur dediler. Hristiyanlar da
Mesih Allah'ın oğludur, dediler.
"O
kendisine yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir." Yani bu cahil
ve sapıkların nitelendirdikleri şekilde Yüce Allah çocuk sahibi olmaktan, eş ve
ortakları bulunmaktan çok yüce, münezzeh ve azametlidir. Çünkü bütün bunları
yaratan, işlerini düzenleyen bizzat O'dur. O'nun gibi hiç bir şey yoktur.
Gökleri ve yeri yaratan, var eden, daha önceden benzer bir örnek olmaksızın
onları meydana getiren Allah'tır. Zevcesi olmayanın nasıl olur da çocuğu olabilir?
Çünkü çocuk ancak birbirine mütenasip iki eşten doğabilir. Yüce Allah'a ise hiç
bir şey mütenasip değildir ve yaratıklarından hiç bir şey O'na benzemez. Çünkü
her şeyi yaratan O'dur, O'nun zevcesi de yoktur, çocuğu da yoktur. Göklerde ve
yerde, tüm varlıkları yoktan O var etmiştir. Doğum ve tenasül yoluyla
zürriyetlerin var edilmesinin sebebi, sebeplerinin yaratıcısı O'dur.
Yüce
Allah'ın, "Her şeyi O yaratmıştır" buyruğunun anlamı şöyledir: O her
şeyi meydana getirdiği halde -sizin ileri sürdüğünüz gibi- bunlar kendisinden
doğmamıştır. Sizin O'nun evlâdı diye iftira edip uydurduğunuz her bir varlık
gerçekte O'nun bir yaratığıdır. O'ndan doğmuş değildir. O halde nasıl olur da
O'nun yarattıkları arasında O'na münasip bir eşi bulunabilir? Halbuki O'nun eşi
ve benzeri yoktur. Bu cümle daha önce yer alan çocuk sahibi olduğu iddiasını
reddeden ifadeyi pekiştirmek içindir.
Allah'ın
bilgisi bütün her şeyi kuşatmıştır. O'nun emri O'nun için zatî bir sıfattır,
özeldir; kimse O'nun bilgisi gibi bir bilgiye sahip değildir. Şayet O'nun bir
çocuğu olsaydı, elbetteki bunu en iyi bilen yine kendisi olurdu ve bunu gösterirdi.
Fakat böyle bir iddia ne aklî ne de vahyî ve naklî hiç bir delili bulunmayan
bir yalan ve iftiradır.
Özetle
Yüce Allah çocuk sahibi olmadığını ifade etmektedir. Çünkü gökleri ve yeri
yoktan var eden O'dur. Bunlar ise O'nun evlâdı değildir. Zira evlât aynı
cinsten bir erkek ve bir dişiden meydana gelir. Yüce Allah ile aynı türden hiç
bir varlık yoktur ve hiç bir şey O'nun benzeri değildir. Çünkü Allah'ın dışındaki
bütün varlıklar O'na denk olamaz. Öyleyse nasıl olur da kendisine denk bir
evlâdı bulunabilir?
O'nun
evlâdı olmadığı sabit olduğuna göre, işte ey müşrikler, sözü geçen niteliklere,
sıfatlara sahip olan Rabbiniz olan Allah'tır; kendisinden başka hiç bir ilâh
bulunmayan, her şeyi yaratan, eşi ve çocuğu bulunmayan Allah'tır. Size düşen,
hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nun
vahdaniyetini ikrar ve kabul etmeniz, O'ndan başka ilâh olmadığını, O'nun çocuğu,
babası, eşi, benzeri olmadığını kabul etmenizdir. O'nun dışındaki her bir şey,
mutlaka O'nun yaratığıdır ve mahlûkat kendisini yaratana ibadet etmelidir.
O
bütün bu sıfatlarıyla birlikte her şeyi koruyup gözetendir (Hafız ve
Ra-kîb'dir). Bütün yaratıkların işlerini düzenleyen, çekip çeviren, onla/ı
rızıklan-dıran, geceleyin ve gündüzün onları koruyup muhafaza edendir.
Yani
Allah'tan başka bir koruyucu yoktur; Allah'tan başka ihtiyaçları karşılayan
hiç bir kimse yoktur.
Şanı
yüce Allah'ı gözler asla kuşatıcı ve hakikatini bilecek şekilde ve mahiyette
göremezler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Önlerindekini de,
arkalarındakini de bilir; O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiç bir
şeyi kavrayamazlar." (Bakara, 2/255). İbni Abbas der ki: Gözler dünyada
O'nu idrak edemez, müminler ise ahirette O'nu görecektir. Çünkü Yüce Allah bu
görmeyi şu buyruğunda bizlere haber vermektedir: "Yüzler var ki o gün
apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdır." (Kıyâme, 75/22-23).
Yüce
Allah gören gözleri kuşatıcı ve kapsayıcı bir şekilde görür. Bir göz kırpması
dahi O'na gizli kalmaz. O'nun görüp bilmediği, O'na gizli kalan hiç bir şey
yoktur. Özellikle burada "gözler" in söz konusu edilmesi ifadenin
aynı cinsten devam etmesi içindir.
Bu
ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "O gün yüzler vardır ki apaydınlıktır,
Rablerine bakıcıdırlar." (Kıyâme, 75/22-23) ayeti ve Yüce Allah'ın
ru'yetine delâlet eden biraz sonra gelecek olan hadis-i şerifler ile tahsis
edilmiştir. Veya şöyle denilebilir: İki ayet-i kerime arasında bir aykırılık
yoktur. Çünkü Yüce Allah kendisinin ilimle kuşatılmasını nefyetmesi ilmin
esasının nefyedilmesini gerektirmez. Aynı şekilde gözün bir şeyi idrak ve
kuşatmasının nefyedilmesi o şeyin hiç bir şekilde görülemeyeceğini ileri
sürmeyi de gerektirmez.
Buharî
ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Şüphesiz
sizler kıyamet gününde on dördünde Ay'ı gördüğünüz gibi ve önünde hiç bir bulut
olmaksızın Güneş'i gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz." Müminler
Rablerini görecekler, kâfirler ise göremeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Hayır, şüphesiz o gün onlar Rablerin(i görmek) den
perdelene-: eklerdir." (Mutaffifin, 83/15). Yüce Allah Latîf olandır, yani
kullarına karşı yumuşak davranandır. Habîr'dir, yani onların bütün hallerinden
haberdar olandır.
[206]
"Cinleri
O'na ortak yaptılar..." ayeti Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur.
Onların cinleri ortak yapmalarının sebebi ise, Yüce Allah'a itaat ettikleri
gibi cinlere de itaat etmeleridir. Ayet-i kerime, cinleri ortak yaparak Allah'a
O'nun hakikatini bilmeksizin erkek ve kız çocuklar nispet eden müşrikleri bir
azar ve kesin bir reddir. Müşrikler birkaç gruptur:
1- "Putlar, kullukta Allah'ın ortaklarıdır fakat yaratmaya, var
etmeye ve tekvine güçleri yoktur" diyen puta tapıcılar.
2- Hz. İbrahim döneminde bulunan yıldıza tapıcılar. Bunlar, "Allah
süfli ilemin (alt evrenin, dünyanın) idare işini onlara bırakmıştır"
derlerdi.
3- Seneviyye yahut biri hayır işleyen, diğeri kötülük işleyen olmak üzere
kâinatın iki ilâhı olduğunu söyleyen mecusiler.
Gerçek
şu ki, bütün varlıklar sonradan yaratılmış, var edilmişlerdir. Sonradan
yaratılan her bir şeyin mutlaka bir yaratıcısı ve bir var edicisi vardır. Bu
±3. Yüce Allah'tan başkası değildir.
Yüce
Allah gökleri, yeri yoktan var eden ve yaratandır. O'nun nasıl olur da çocuğu
olabilir? Hem O'nun eşi ve zevcesi yokken çocuğu nasıl olacaktır? O her şeyi
yaratan, her şeyi bilen iken, nasıl çocuk ve eş edinir ki?
Yaratan,
bütün yaratıkların işlerini düzenleyen, yönlendiren, tedbir eden, ibadete lâyık
olan Allah'tır. Hiç bir mahlûk ibadete lâyık değildir.
Ahirette
müminlerin Yüce Allah'ı görecekleri sabittir, fakat bu görme kuşatıcı,
kapsayıcı, hasredici bir şekilde olmayacağı gibi böyle bir keyfiyet de söz
konusu değildir. Çünkü görülmesi mümkün (caiz) olmasaydı, Yüce Allah kendi
azametini, "Gözler onu idrak edemez" diye övmezdi. Çünkü olmayan bir
şeyin görülmesi de mümkün değildir.
Hülâsa,
bu ayet-i kerimeler, şirki ve Allah'ın ortakları bulunduğunu nefyetmekte,
değişik taifeler ile müşriklerin asılsız iddialarını çürütmektedir. Zira Yüce
Allah'ın ortağa ve evlâda ihtiyacı olmadığı bir çok delillerle sabittir. O gökleri
ve yeri yoktan var eden (el-Bedi) dir. İbda ise bir şeyi daha önce bir örneği
söz konusu olmaksızın meydana getirmektir. Onun eşi de yoktur. O her şeyi
yaratandır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Gözler O'nu kuşatıcı bir şekilde
görme imkânına sahip değildir. Çünkü O sonradan meydana gelmenin (hu-dus)
özelliklerinden münezzehtir. Bunlardan birisi ise, diğer yaratıkların idrak
edildiği gibi sınırlarının belirlenmesi ve kuşatıcılık anlamı ile idrâktir
(yani O, bu şekliyle idrak edilmekten münezzehtir.)
İşte
Yüce Allah bu sıfatlara sahip olan, ibadeti hak edendir. Bundan dolayı O,
kendisine hiç bir ortak koşulmaksızın bir ve tek olarak ibadeti emretmiştir.
Peygamber
(s.a )'in Rabbini İsra gecesinde ve dünyada görmesine gelince: Sahih kabul
edilen o ki, mücerred gözle bu görme meydana gelmiş değildir. O Rabbini
kalbiyle görmüştür, Hz. Cebrail'i de hakikati üzere görmüştür. İbni Abbas'tan
gelen rivayete göre ise O'nu gözleriyle görmüş olup delili de Yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Kalp onun gördüğünü yalanlamadı." (Necm, 53/11).
[207]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/123.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/123.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/123.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/123-125.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/126.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/126.
[7] Râzî, XII/142.
[8] Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ve
ondan eşini var edendir." (A'râf, 7/189); 'Sonra sizi sayıca daha da
çoğalttık." (İsra, 17/6); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden"
En'am, 6/1). Çünkü karanlıklar kesif olan maddî şeylerdendir, nur ise aydınlık
saçan ateştendir.
[9] RâzîXII/100.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/126-128.
[11] Kurtubî, VI/386.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/128-130.
[13] Bu "sonra" değil, "önce"
olmalıdır. Çünkü hem ilgili ayetlerden anlaşılan budur, hem de ilk insanın
çamurdan yaratılması, büyük evrenin önceden yaratılmasını gerektirmektedir.
Muhterem müellifin bu kelimeyi kullanması ya bir zuhül, ya da baskı hatası
olmalıdır. (Çeviren)
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/130-132.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/133.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/133-134.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/134.
[18] Râzî,XII/157.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/134-136.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/136-137.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/138-139.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/139.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/139.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/140-141.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/141-142.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/143.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/143.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/143-144.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/144.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/144.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/145.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/145.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/146.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/146.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/147-149.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/149-150.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/151.
[38] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 152.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/152.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/152.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/152-154.
[42] Râzî, XII/179.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/154-156.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/157.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/157.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/157-158.
[46] Râzî, XII/179.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/158.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/158-161.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/161-162.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/163.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/163.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/163-164.
[52] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 123.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/164-165.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/165.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/165-166.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/166.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/167.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/167.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/168.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/168-169.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/169-170.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/171.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/171.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/171-172.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/172.
[65] Taberî.VH/114.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/173-174.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/174-176.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/177.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/177.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/178.
[71] Livâ: Savaş halinde Mekke ordusunu temsilen Bayrak
taşıma yetkisi. Sikâye: Hacılara su dağıtma, özellikle zemzemden yararlanmayı
düzenleme. Hicâbe: Kabe'nin örtü ve kapısının muhafaza edilmesi.
Nedve: Parlamento başkanlığı ya da binasını ifade eden Dâru'n-Nedve'nin
korunması, bakımı, yönetimi. (Çeviren)
[72] Vahidî, Esbabû'n-Nüzûl, 123; Suyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/178-179.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/179.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/179-182.
[75] Râzi, XII/204-205.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/182-184.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/185.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/185.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/185-186.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/186-187.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/187.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/188.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/188-189.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/189.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/189-191.
[86] Râzî, XII/221. Ayrıca bkz. 11/48-53.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/191-192.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/193.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/193-194.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/194.
[91] Bundan kasıt, insanda çokça görülen unutkanlık
değildir. Burada unutmaktan kasıt, onlara hatırlatılan ve verilen öğütleri
terk etmeleridir.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/194-196.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/196-197.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/198.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/198.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/199-200.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/200.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/201.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/202.
[100] Bir rivayette -Haris b. Amir, Karaza b. Abdi Ömer b.
Nevfel şeklindedir.
[101] Bir rivayette de Subayh şeklindedir.
[102] Bir rivayette -Mikdâm b. Abdullah, Amr b. Amr
Züşşimaleyn ve Mersed b. Ebi Mersed denilmektedir.
[103] Muhterem müellif burada, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın
rivayetinde geçen "Bu ayet, ben, Abdullah b. Mes'ud ve dört kişi hakkında
nazil olmuştur." Dediler ki..." ifadesindeki "diyenler"in
kim olduğunu belirleyen zamirin ait olduğu kimseleri doğru tespit edememiş
olması muhtemeldir. Kovulması istenenler Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mes'ud
ve diğer dört kişi olduğuna göre, bu istekte bulunanlar başkaları olmalıdır.
Konuyla ilgili diğer rivayetlerde açıkça anlaşıldığı gibi, bunlar da Kureyş'in
ileri gelenleridir. Buna göre kovulması istenenler bakımından rivayetler
arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf bu sebeple nazil olan ayetlerin sınırlandırılmasına
münhasırdır... Hem İbni Mes'ud'un Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden
olmadığı, İslâm'a ilk giren ve nispeten mustaz'af müminlerden olduğu çok iyi
bilinen bir husustur. Yanılmayan yalnız Allah'tır ve onun koruduklarıdır.
(Çeviren)
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/202-203.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/204.
[106] Zemahşerî, 1/507.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/204-207.
[108] Kurtubî, 1/289; VT/430.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/207-209.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/210.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/210.
[112] en-Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzul, 125; Kurtubî, VI/435.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/ 211.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/211.
[114] Râzî, XIII/2.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/211-212.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/212-213.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/214-215.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/215.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/215.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/215-217.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/217.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/218-219.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/219.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/219-220.
[125] Râzî, XIII/11.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/220-223.
[127] Yıldızm doğumu (nev')tan yerinin ağarması ile birlikte
batıda, bir yıldızın düşmesi, bunun karşılığında aynı anda doğuda bir başka
yıldızın doğmasıdır. Araplar yağmurları, rüzgârları, sıcağı ve soğuğu bu
kabilden düşen yıldıza izafe ederlerdi.
[128] Kurtubî, VII/2.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/223-225.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/226.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/226.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/226-227.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/227-228.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/229.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/229-230.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/230.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/230.
[138] Üstlerinden gelecek azaba dair birinci tevil, onun taş
yağdırmak olduğu, altlarından gelecek azabın tevili ise toprak parçalarının
yerin dibine geçmesi şeklindedir. Üstlerinden gelecek azabın ikinci tevili ise
kötü önderler ve yöneticiler, ayaklarının altından gelecek azaba dair ikinci
tevil ise hizmetçi ve ayak takımı kimselerin sebep olacakları sıkıntı ve
musibetlerdir. Bu, İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.
[139] Taberî, VII/142.
[140] Kuşatıcı bir musibet, açlık, kıtlık, sel baskını,
sayha, sarsıntı, deprem ve rüzgâr gibi genel belâ ve musibetlerdir.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/230-233.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/234.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/235.
[144] Bu son paragraftaki açıklamalar bir sonraki bölümün
"belagat" başlığında verilmektedir. Bu bölüm ile ilgili olduğundan
buraya aktardık, (çeviren)
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/235-236.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/236.
[146] Taberî, VII/148; Râzî, XIII/25.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/236-237.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/237.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/237-240.
[150] Kurtubî, VII/12
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/240-241.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/242.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/242-243.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/243.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/243.
[156] Zemahşeri 1/512.
[157] İbni Kesîr, 11/146.
[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/243-246.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/246-247.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/248.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/248-249.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/249.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/250.
[164] İbni Kesîr, 11/151-152.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/250-253.
[165] Râzî, XIII/35.
[166] Râzî, XIII/35.
[167] Râzî, XIII/55-56.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/253-256.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/257-258.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/258.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/258-259
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/259-261.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/262.
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/263-264.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/264.
[175] Taberî, VII/175.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/264-269.
[177] İbni Kesîr, 1/585.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/269-271.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/272.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/272-273.
[181] Vahidi, Esbâbu'n-Nüzul, 125 vd.
[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/273-274.
[183] Râzî, XIII/72.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/274.
[184] İbni Kesir, 11/156.
[185] Zemahşeri, 1/516.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/274-278.
[187] Râzî, XIII/76.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/279.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/280.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/280-281.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/281-282.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/282.
[193] Zemahşeri, 1/517.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/282-285.
[195] Kurtubî, VII/39.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/285-286.
[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/287.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/288.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/288-289.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/289.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/289-293.
[202] İbni Kesir, 11/159.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/293-295.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/296.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/297.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/297-299.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/299-300.