EN'AM SURESİ 6

Surenin Adı: 6

Sûrenin Nüzulü ve Fazileti: 6

Kendisinden Önceki Sure ile İlişkisi: 6

Surenin Muhtevası: 6

Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Öldükten Sonra Dirilişin Delilleri 7

İ'râb: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Açıklama. 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

İnsanların Ayetleri İnkar Etmelerinin Sebepleri Ve Azapla Korkutulmaları 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 11

Açıklaması 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Kâfirlerin İnadı Ve Bir Kitabın İndirilmesi Ya Da Bir Meleğin Gönderilmesi Şeklindeki Taleplerine Cevap  13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi 13

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Alay Eden Ve Yalanlayanların Akıbeti 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Vahdaniyeti Ve Öldükten Sonra Dirilişi İspatlayan Başka Deliller. 16

İ'râb: 16

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Allah'ın Kudreti, Peygamber (S.A.)'in Doğruluğuna Şahitliği Ve Müşriklere Karşı Reddi 19

Kelime ve İbareler: 19

Nüzul Sebebi 20

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Kitap Ehli'nin Peygamber (S.A.)'i Tanımaları, Allah'a İftira Etmeleri Ve Ahirette Müşriklerin Şirkten Uzaklaşmaları 22

İ'râb: 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'e Karşı Takındıkları İnatçı Tavırları 25

I'râb: 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Nüzul Sebebi 25

Ayetler Arası İlişki 26

Açıklaması 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Müşriklerin Cehennem Karşısındaki Konumları Veya Nasıl Helak Edilecekleri 27

İ’rab: 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Müşriklerin Rablerinin Karşısındaki Durumları Ya Da Kıyametteki Durumları İle Dünya Gerçeği 29

I'râb: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Kavminin Yüz Çevirmesi Dolayısıyla Peygamber (S.A.)'İn Kederlenmesi Ve Öncekilerin De Yalanlandığının Açıklanması 32

İ'râb: 32

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Nüzul Sebebi 33

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Müşriklerin Peygamberin Çağrısını Reddetmeleri Ve Bir Ayet (Mucize) İndirilmesini İstemeleri 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Allah'ın İlminin Ve Kudretinin Kemali, Kur'an-ı Kerim'de Hiç Bir Şeyin Eksik Bırakılmamış Olması 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 38

Ayetler Akası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

Sıkıntılı Zamanlarda Yalnızca Yüce Allah'a Sığınmak.. 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

İlâhî Kudret Ve Vahdaniyetin Bazı Delilleri İle Peygamberlerin Görevleri 42

Kelime ve İbareler: 43

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Peygamberin Tek Kaynağı Vahiy, Görevi İse İnsanları Uyarmaktır. 44

İ'râb: 44

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi 45

Ayetler Arası İlişki: 45

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 47

Yüce Allah'ın Rahmetinin Bazı Halleri 49

İ'râb: 49

Kelime ve İbareler: 49

Nüzul Sebebi 49

Ayetler Arası İlişki 49

Açıklaması 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Peygamber (S.A.) İle Müşrikler Arasındaki Tartışmanın Sonuçlandırılması 51

Kelime ve İbareler: 51

Nüzul Sebebi 51

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 52

Yüce Allah'ın İlminin Kemali Ve Tartışılmaz Hakimiyeti 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Allah Karanlıklardan Kurtarmaya Kadir Olandır. 57

Kelime ve İbareler: 57

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Allah İsyankârları Azaplandırma Gücüne Sahiptir. 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 61

Kur'an'la Alay Edenlerin Meclislerinden Yüz Çevirmek Ve Bunların Azabı 61

İ’râb: 62

Belagat: 62

Kelime ve İbareler: 62

Nüzul Sebebi 62

Ayetler Arası İlişki 62

Açıklaması 63

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 64

Allah'a İmanın Faziletleri Ve Şirkin Çirkinlikleri 65

Belagat: 65

Kelime ve İbareler: 65

Nüzul Sebebi 65

Ayetler Arası İlişki 66

Açıklaması 66

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

İbrahim (A.S.) İle Âzer Arasındaki Tartışma Ve Şirkin Terk Ediliş Sebebi 68

İ'râb: 68

Belagat: 68

Kelime ve İbareler: 68

Ayetler Arası İlişki 69

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 71

Hz. İbrahim İle Kavmi Arasındaki Tartışma. 72

Kelime ve İbareler: 72

Nüzul Sebebi 73

Ayetler Arası İlişkiler. 73

Açıklaması 73

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

Peygamberlerin Atası İbrahim İle Peygamberlerin Risaletlerinin Özellikleri Ve Onların Hidayetine Uyma Gereği 75

Kelime ve İbareler: 75

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 76

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Peygamberliğin İspatı, Kitapların İndirilmesi Ve Kur'an-I Kerim.. 79

Belagat: 79

Kelime ve İbareler: 80

Nüzul Sebebi 80

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 81

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 83

Allah'a Yalan Uydurup İftira Etmenin Cezası 83

Belagat: 83

Kelime ve İbareler: 84

Nüzul Sebebi 84

Ayetler Arası İlişki 84

Açıklaması 85

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 86

Allah'ın Kâinattaki Göz Kamaştırıcı Kudreti 87

I'râb: 87

Belagat: 87

Kelimeler ve İbareler: 87

Ayetler Arası İlişki 88

Açıklaması 88

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90

Allah'a Yalan Yere Nispet Edilenler (Cinler, Çocuk Ve Eşler) Ve Gözlerin Onu İdrak Edememesi 91

Kelime ve İbareler: 91

Ayetler Arası İlişki 92

Açıklaması 92

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 93


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

EN'AM SURESİ

 

(Kur'an-ı Kerim'in altıncı süresidir.)

 

Surenin Adı:

 

Bu sureye, içinde davarların (en'âm) söz konusu edilmesinden dolayı En'âm suresi adı verilmiştir: "Onlar Allah'ın yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar..." (136. ayet); "Kendi zanlarınca dediler ki: Bu davarlar ve ekin­ler haramdır. Onları dilediklerimizden başkası yiyemez."(138.ayet) [1]

 

Sûrenin Nüzulü ve Fazileti:

 

Bu sure inanç esaslarını kapsadığından dolayı bir defada nazil olmuştur. İbni Abbas der ki: "En'âm suresi Mekke'de ve geceleyin bir defada nazil oldu. Etrafında yüksek sesle teşbih getiren yetmiş bin melek de vardı."

İbni Ömer'in rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "En'âm suresi bana bir defada nazil oldu. Onu "teşbih ve tahmid sesleri duyu­lan" yetmiş bin melek uğurladı." Buna sebep ise surenin tevhid, adalet nübüv­vet ve meadın delillerini ve açıklamalarını ihtiva etmesi, batıla ve inkarcıların görüş ve kanaatlerini çürütmesidir. Bununla birlikte bazı ayetlerinin Medi­ne'de inmiş olmasına bir mani yoktur. Daha sonra Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerimelerin suredeki yerlerine konulmasını emir buyurmuştur. [2]

 

Kendisinden Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Maide suresi de En'âm suresi de konum ve inançları hususunda Kitap Ehli'ne karşı delilleri ihtiva etmektedir. Aynı şekilde her iki surede de haram kılman yiyeceklere ve kesilen hayvanlara dair hükümler söz konusu edildiği gibi, cahiliye dönemi insanlarının putlara hürmet ve ibadet amacıyla bir takım davarları haram kılmaları şeklindeki tutumları da reddedilmektedir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

İlim adamları der ki: Bu sure, müşriklere ve bid'atçilere, öldükten sonra dirilişi ve amel defterlerinin verileceğini yalanlayanlara karşı deliller getir­mekte asıl bir özelliği taşımaktadır. Bu da surenin bir defada indirilmiş olması­nı gerektirir. Her ne kadar bu husus değişik yönleriyle ele alınıp ortaya konul­muş olsa da bunların hepsi delil itibariyle aynı manayı taşır. Kelamcılar dinin asıllarını (itikadî meselelerini) bu sureyi esas alarak açıklamışlardır. Çünkü bu surede Kaderiyye'nin görüşlerini reddeden apaçık ayetler bulunmaktadır(35). Bu sure de diğer Mekkî sureler gibi akide ve iman esaslarını açıklamaya önem vermiştir. Bunlar ise ulûhiyyet, vahiy, risalet, öldükten sonra dirilmek ve amel­lerin karşılıklarının görülmesini ispatlamaktır.

Sure bu esaslarıyla akideyi yerleştirirken takrir ve telkin üslûplarını kul­lanmaktadır.

Takrir Üslûbu: Bu üslûpta Allah'ın varlığının ve tevhidinin delilleri apaçık kabul edilen gerçekler şeklinde sunulmaktadır. Bu da ya, şu ayette olduğu gibi açıkça Allah'ın yaratıcılığı ifade edilerek gerçekleştirilmekte: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır", ya da gaib zamiri kullanılarak şu şekilde ifade edil­mektedir: "Sizi çamurdan yaratan O'dur."; "O, göklerde ve yerde Allah'tır."; "O kullarının üzerinde kahir olandır."; "O gökleri ve yeri hak ile yaratandır."; "O geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan)dir..."

Telkin Üslûbu: Delilleri hasımlara sunmak üzere Resulullah (s.a.)'a öğret­mek ve telkin etmek şeklindeki ifade tarzıdır. Bu da şu buyruklarda olduğu gi­bi soru ve cevap yolu ile olabilir. "De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah'ındır. O rahmetini kendi üzerine yazmıştır."; "De ki: Şehadet itibarıyla en büyük şeyler hangisidir? De ki; Benimle aranızda şahit Allah'tır"; "De ki Ne dersiniz, Allah sizin işitme ve görme özelliğinizi alsa, kalplerinizi mühürlese, Allah'tan başka bunları bize getirecek bir ilâh kimdir?"; "Dediler ki: Onun üze­rine Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi? De ki: Şüphesiz Allah bir ayet indirmeye gücü yetendir."

Surenin muhtevası şöylece özetlenebilir:

1- Allah'ın varlığı, tevhidi, sıfatları, özel ve genel anlamdaki ayetlerini (de­lil ve belgelerini) ve akidenin amele etkisini anlatmak suretiyle ikna, etki, tar­tışma, münazara ve soruya cevap yoluyla inanç eseslannı ispatlamak.

2- Peygamberlik, risalet ve vahyi ispatlayıp müşriklerin şüphelerini aklî, ilmî ve duyu organlarıyla hissedilen maddî delillerle cevaplandırmak.

3- Öldükten sonra diriliş, hesap ve kıyamet gününde amellerin karşılığı­nın görülmesinin -hayır ise hayır, şer ise şer suretinde- ispat edilmesi.

4- Din esaslarının, ahlâkın, toplumsal adabın yahut da bütün ilâhî risalet-lerde tespit edilen on tavsiyenin (emrin) açıklanması.

5- Hz. Adem'den, Hz. Muhammed'e (ikisine de selâm olsun) kadar dinin esasları, asih, araçlan ve amaçları itibariyle birdir. Onun bölümlere ayrılması, bir kısmına iman edip bir kısmının terk edilmesi, dinin değişik kişisel görüş ve yaklaşımlara göre parçalanması, dinin aslına aykırıdır.

6- Mutluluk, bedbahtlık ve iyiliklerle kötülüklere karşılık uhrevî ceza ya da mükâfatın esası, insanların yaptıkları işlerdir.

7- İnsanlar ilâhî sünnet ve takdirler gereğince kendi irade ve tercihlerine uygun olarak amelde bulunurlar. Ortada zorlama (cebir) veya baskı diye bir sey söz konusu değildir. Allah'ın iradesiyle insanın kazandıkları arasında da bir çelişki yoktur. Çünkü Allah'ın kaderinin anlamı sebeplerle sonuçlar arasın­daki ilişkiyi onun ilim ve hikmetine uygun olarak ortaya koymaktır

8- İlâhî adalet, ümmetler ve fertler arasında farklılığı gerektirir. Allah za­limleri helak ederken itaat edenlere de nimet ihsan eder ve hayatı miras alma­ya daha uygun olana imkân bahşeder.

9- Teşriin, helâl ve haram kılmanın kaynağı Allah'tır. İnsanın bu hususta Allah'ın hakkım çiğnemesi ve O'nun önüne geçmesi doğru değildir.

10- Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin durumlarından insanın ibret ve öğüt alması gerekir. Aynı şekilde insan Allah'ın kudretine, ilim ve aza­metine delâlet eden pek çok belgeyi delil olarak kullanmak üzere kâinata dik­kat ve ibretle bakmalıdır.

11- İnsanlar dünya hayatında bir yarış, bir müsabaka ve bir deney içeri­sindedirler. Böylelikle kimin müfsid, kimin islâh edici olduğu ortaya çıkmakta­dır. Ceza ve mükâfat herkesi beklemektedir. Allah mühlet verir, fakat ihmal et­mez. Bundan maksat ise insanın tevbe etmesi, halini düzeltmesidir. Allah'ın rahmeti de esasen her şeyi kuşatmıştır. [4]

 

Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Öldükten Sonra Dirilişin Delilleri

 

1-  Hamd gökleri ve yeri yaratan, ka­ranlıkları ve aydınlığı var eden Al- lah'ındır. Sonra da kâfir olanlar Rable-

 rine denk (ortak) tutarlar-

2-  O sizi balçıktan yaratan, sonra bir eceli hükme bağlayandır. Bir de onun katında belirli bir ecel daha vardır; sonra siz hâlâ şüphe edersiniz.

3-  O göklerde ve yerde Allah'tır. Sizin  gizlinizi de açığınızı da bilir. O ne ka- zanacagınızı da bilir.

 

İ'râb:

 

"O göklerde ve yerde Allah'tır." buyruğunun şu anlamda olması mümkün­dür: Allah göklerde olsun, yerde olsun sizin gizlinizi de açığınızı da bilendir. Veya, "O göklerde ve yerde mabud olandır." [5]

 

Belagat:

 

"Hamd... Allah'ındır." buyruğu kasr (münhasırlık) ifade eden bir kiptir. Yani hamd ve senaya Allah'tan başka kimse daha lâyık değildir.

"Karanlıkları ve aydınlığı var eden" buyruğunda karanlıklarla aydınlık ara­sında tıbâk sanatı vardır.

"Sonra da kâfir olanlar Rablerine denk (ortak) tutarlar" buyruğunda yüce Allah kendisinin kudretine dair bunca deliller ortada iken, başkasını O'na denk tutmamak gerektiğini, böyle bir şeyin akıldan uzak olduğunu ifade eder. Burada "Rableri" kelimesinin zamir olmayıp açıkça zikredilmesi, yaptıkları işin çirkinliğini, kötülüğünü daha ileri derecede ifade etmek içindir. Nitekim "Rableri" diye onlara izafe edilmesi, nimetin kaynağını onlara hatırlatıp ona karşı duymaları gereken saygı ve bağlılık duygularını beslemek içindir.

"Gizliniz ile açığınız" kelimeleri arasında da tıbak saaatı vardır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hamd... Allah'ındır." Hamd ihtiyarî olarak yapılan güzel fiile karşı O'n-dan güzellikle, övgü ile söz etmektir. Bu buyruk iman ve senanın esaslarını öğ­retmek içindir.

Medh (övmek) hamdden daha geneldir. Çünkü medh akıllı olan için de ya­pılır, olmayan için de yapılır. Hamd ise şükürden daha geneldir. Çünkü hamd, senin üzerindeki veya başkası üzerindeki nimeti dolayısıyla onu tazim etmek, yüceltmektir. Şükür ise bizzat sana ulaşan nimet dolayısıyla şükretmektir.

Halik, Fâtır ve Rab arasındaki farka gelince: Halk etmek, yaratmak, tak­dir etmek, küllî ve cüz'î her şeye nüfuz etmek, her şeye sahip olmak demektir. Fâtır ise yoktan var eden ve meydana getirendir. Bunda kudret sıfatına da bir işaret vardır. Rab ise her iki kelimenin anlamını da kapsar. [7]

"Yaratan" halk eden, yaratıp takdir eden demektir. Yani her şeyi Yüce Al­lah kendi ilmine göre muayyen bir miktar da var etmiştir. "Var eden" (ceale) .yaratmak ile var etmek arasındaki fark şudur: Yaratmak, tekvini olarak var etme fiilini kapsar. Bunda takdir ve düzeltme anlamı vardır. Var etmek ise, Yü­ce Allah'ın "Karanlığı ve aydınlığı var eden" buyruğunda olduğu gibi, meydana getirmeyi, yasa ve kanun koymayı da kapsar. Yüce Allah'ın "Allah Kabe'yi Beyt-i haramı... kılmıştır" (Maide, 5/97) buyruğunda olduğu gibi. Yani bunu böylece teşri buyurmuştur, demektir. Var etmenin bir özelliği de bir şeyden bir şeyi var etme, yahut da bir şeyi bir şey yapma anlamı taşımasıdır. Aynı şekilde, bir yerden bir başka yere aktarma gibi bir mana da ihtiva eder. [8] Özellikle göklerin ve yerin var edilmesinin söz konusu edilmesi, bakıp görenler için yara­tıkların en büyüğü onlar olmasından dolayıdır.

"Karanlıkları ve aydınlığı" yani her türlü karanlık ve aydınlığı yaratan O'dur. Burda karanlıklar çoğul, aydınlık (nur) tekil olarak gelmiştir. Çünkü ka­ranlığın sebepleri çoktur. Nur ise kaynaklan birden çok olsa bile tektir. Karan­lıkların nurdan önce söz konusu edilmesi ise varlık itibariyle onların daha önce­den var olması dolayısıyladır. Çünkü önce kâinatın karanlık maddesi var edildi. Göklerin çoğul, yerin ise çok olmakla birlikte tekil olarak gelmesinin sebebi ise şöyledir: Bilindiği gibi yer de gökler gibi Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği yedi ta­nedir: "Ve arzdan da onlar gibisini... (yarattı)" (Talâk, 65/12). Sebep şudur: Sema fail ve etkileyicidir. Arz ise semanın bu fiillerini kabul edici ve onlardan etkileni­ridir. Etkileyici birden çoktur ve bu sebeple dört mevsim ve diğer değişik haller ortaya çıkar. Şayet sema tek bir t?ne olsaydı, etkiler arasında benzerlik olurdu da âlemin maslahatına olan olaylar ve dengeler bozulur giderdi. Yer ise etkiyi kabul edendir. Kabul için ise tek bir varlığın bulunması yeterlidir. [9] İşte bu ya­ratma, yoktan var etme ve meydana getirme, Allah'ın birliğinin delillerindendir.

"Sonra da kâfir olanlar" yani bunca delilin varlığına rağmen "Rablerine denk tutarlar", başkasını ona denk ve eş kabul ederler; yani ibadet ve duaların­da O'na ortak koşarlar.

"O sizi" atanız Adem'i "balçıktan yaratan, sonra bir eceli hükme bağlayan" ona dair hükmünü veren, sizin için son bulmasıyla birlikte öleceğiniz bir va'de belirleyen "dir". Ecel ise, bir şey için belirlenen süre demektir.

"Sonra siz" ey kafirler! "hala şüphe edersiniz" yani öldükten sonra diriliş hakkında şüphe etmektesiniz. Bunca delilin ortada olmasına ve sizi baştan ya­ratanın O Allah olduğunu bilmenize rağmen, yoktan var etmeye gücü yetenin varlığı tekrar eski haline iade etmeye daha muktedir olduğunu bilmenize ve buna dair delillerin ortada olmasına rağmen yine de şüphe etmektesiniz.

"O göklerde ve yerde Allah'tır." İbadete lâyık olandır. "Sizin gizlinizi de açı­ğınızı da bilir." Kendi aranızda gizleyip açıkladıklarınızı bilir. Hayır ve şer tü­ründen ne kazandığınızı, "ne kazanacağınızı da bilir".[10]

 

Açıklama

 

Her türlü hamd, sena, şükür ve övgü gökleri ve yeri yaratan Yüce Al­lah'adır. O hamde en lâyık olandır. Çünkü gökleri yaratmakla kullarına nimet ihsan etmiştir. O gökler ki geceleyin yıldız, gezegen, güneş ve ay gibi kandillere sahiptir. Aynı şekilde içinde ister hava olsun ister olmasın feza ve sesi taşıyan esir onun kapsamı içerisindedir. Mahlûkatm üzerinde yaşadığı hayır, rızık, ser­vet ve hayat ortamının kaynağı olan yeri yaratmakla da kullarına lütufta bu­lunmuştur. Bütün bunlar ise insanlığın hayrına ve onlara tabi olan diğer canlı varlıkların faydasınadır. Şanı yüce Allah'ın kendi zatına hamdetmesi, iman ve senayı kullarına öğretmek içindir. Burada, "Hamd Allah'adır" denilip de "Al­lah'a hamdediyorum" denilmeyişi bunun sabit ve devamlı oluşunu anlatmak, hamdin mahiyet ve hakikatinin Yüce Allah hakkında sabit olduğunu beyan et­mek içindir. Kişi bunu kalbinden ister hatırlayıp şuuruna vararak söylesin, is­terse de böyle söylememiş olsun fark etmez. Fakat kalbi gaflet içerisinde olup da anlamını hatırında tutmaksızın şuursuz olarak, "Allah'a hamdediyorum" di­yecek olursa, o vakit yalan söylemiş olur.

Semâvât'tan kasıt, bizim yukarımızda gördüğümüz yüksek âlemlerdir. Arz (yeryüzü)'dan kasıt ise üzerinde yaşadığımış şu gezegendir. Burada arz bir cins isimdir. Lafız olarak tekil gelmesi çoğul olarak zikredilmesi ayarındadır. Nur (aydınlık) da bu şekildedir. Yine: "Sonra sizi bebek olarak çıkartır" buyruğu (Mü'min, 40/67) da böyledir.

Yüce Allah'ın karanlıkları ve aydınlığı (zulumat ve nuru) ve geceyle gün­düzü yaratmış olması kullarının menfaatine olan bir şeydir. Karanlıkların ço­ğul, nur'un tekil gelmesi ise karanlığın sebeplerinin çokluğundan dolayıdır. Ge­ce karanlığı, şirk ve küfür karanlıkları gibi. Nur ise kaynağı farklı olsa bile kendisi tektir. Çünkü nur daha şereflidir. Yüce Allah'ın "Sağa ve sollara..." (Nahl, 16/48) buyruğunda olduğu gibi. Burada "var etmek" yaratmak anlamın­dadır. Başka bir mana vermek caiz değildir. Karanlıktan kasıt, es-Süddî ile müfessirlerin cumhurunun da belirttiği gibi, gece karanlığıdır. Nur (aydın-lık)'dan kasıt ise gündüzün aydınlığıdır. İşte bu ifade birisi nur (aydınlık) ve hayrın yaratıcısı diğeri ise şerrin (karanlığın) yaratıcısı olmak üzere iki ilâhın varlığını kabul eden Seneviyye (mecusiler)nin görüşünü reddetmektedir. Ha-san-ı Basrî ise şöyle der: "Burada karanlıklar ve aydınlıktan kasıt, küfür ve imandır." [11]

Katâde karanlıkların önce söz konusu ediliş sebebi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Şanı yüce Allah gökleri yerden önce, karanlığı da nurdan önce yaratmıştır. Cenneti de cehennemden önce yaratmıştır. Maddî karanlıkların cinsi ise nurdan önce yaratılmıştır. Önce kâinatın maddesi var edildi. Bu mad­de karanlık bir duvar yahut astronomi bilginlerinin söyledikleri gibi bir sedim (sedim teorisi) idi. Daha sonra ışık saçan yıldızlar oluştu. Manevî karanlıklar da böyledir. Bilgisizlik, küfür ve şirk gibi. Bunlar da nurdan önce var edilmiş­lerdir. Çünkü ilim, iman ve tevhid nuru bundan sonra ortaya çıkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi annelerinizin karınlarından ken­diniz hiç bir şey bilmez halde çıkardı. Size kulaklar, gözler, gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 16/78)

Diğer taraftan kâfirler, yaratıcı Allah'ın nimetini inkâr edenler bütün bun­lara rağmen başka varlıkları Allah'a denk tutuyorlar. Yani ibadet hususunda başkalarını O'na eşit ve denk kabul ediyorlar. Bu ise O'na ortak koşmak de­mektir. Halbuki ortak koştukları bu varlıklar yaratıcı değildir, kendilerine dahi bir fayda ve zararı da dokunmaz.

Daha sonra Yüce Allah başkasını kendisine denk tutan müşriklere hitap ederek onlara tevhidin ve öldükten sonra dirilişin delillerini şöylece hatırlat­maktadır: "Sizi balçıktan yaratan sonra... dır." Yani O sizin aslınız olan atanız Adem'i çamurdan yarattı. Daha sonra onun soyundan gelenler dünyanın doğu­sunda batısında çoğalıp durdu. Nitekim yeryüzündeki diğer canlıları da yara­tan O'dur. Bu canlılar ise hayat bulduktan sonra bitkiye muhtaçtırlar. Çünkü kan gıdalardan oluşur. Gıda ise ya yeryüzü bitkilerinden sağlanır yahut da yi­ne bitkilerden beslenerek var olan canlı hayvan etlerinden elde edilir. Nihayet bütün bu gıdaların esası çamurdan çıkan bitkilerdir.

Daha sonra Yüce Allah doğumdan ölümüne kadar insanın varlığını ve ece­lini belirledi. Diğer taraftan insanın, kabirlerden döhdürülüşü ile başlayacak bir diğer eceli daha vardır. Buna göre Yüce Allah iki ayrı eceli hükme bağlamış olmaktadır. Birincisi, insanın yaratıldığı andan öleceği vakte kadar sürecek, ikincisi ise ölüm ve diriliş arasındaki eceldir. Bu da berzahtır. El-Hasen'in gö­rüşü budur.

İbni Abbas, Mücahid ve başkaları ise Yüce Allah'ın "Sonra bir eceli hükme bağlayandır" buyruğunu ölüm eceli, belirli bir eceli (ecel-i müsemmayı) da kı­yametin vadesi olarak açıklamışlardır.

Aslında her bir ecel Yüce Allah nezdinde müsemmadır (belirlenmiştir). Ya­nı bu ecelin sınırlı bir başlangıcı ve sonu vardır, artmaz ve eksilmez. O'ndan başkası da bunu bilmez. İsterse bu gönderilmiş bir peygamber yahut mükarreb bir melek olsun. İki ecelden kasıt dünya ve insan eceli ile kıyamet ecelidir. Yü­ce Allah birincisi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri geldiğinde ne bir an geri bırakılırlar, ne de bir an öne alınırlar." (Nahl, 16/61)

"Sonra siz hâlâ şüphe edersiniz." Yani Allah'ın vahdaniyetine, öldükten sonra dirilişe dair bunca delilin varlığına rağmen, siz ey kâfirler, ikinci defa ya­ratılacağınız hususunda yani öldükten sonra diriliş ve kıyamet hakkında şüp­he içerisindesiniz. Şunu bilmek gerekir ki, şanı yüce Allah sizi ilk olarak bir ça­murdan yarattı. Daha sonra insan nesli çoğalıp durdu. Yüce Allah bundan son­ra insanın aslını hakir ve değersiz bir su olan bir nutfe olarak takdir etti ve bu­nu oldukça sağlam bir karargâha tevdi etti. Orada yaşama şartlarına hazırla­dı; ay hali kanı ile nefes alıp gıdalanmasını sağladı. Bu cenin şayet normal ha­va ile nefes alacak yahut da kandan başka bir şeyi yiyecek olsa, hemen oluve­rir. İnsanı ilk baştan var etmeye kadir olan elbette ki onu tekrar diriltmeye (in­san mantığına göre) daha bir kadir olmalıdır.

Şanı yüce Allah varlığına ve birliğine dair bir diğer delili daha dile getir­mekte ve şöyle buyurmaktadır: "O göklerde ve yerde Allah'tır..." Yani Allah diye çağrılan, kendisine ibadet ve dua edilen O'dur. Göklerde ve yerdeki mabud, ulûhiyyeti bilinen O'dur. Göklerde ve yerde bulunan herkes O'na ibadet eder, O'nu birler. O'nu Allah adıyla çağırır. Umut ve korku ile O'na ibadet ve dua ederler. Şu kadar var ki, cinlerden ve insanlardan kâfir olanlar, bunlar dışında­dır. Yani bilinen bu sıfatlara sahip olan, göklerde ve yerde bu sıfatlara sahip ol­duğu kabul olunan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu ayet-i kerime­dir: "O gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır." (Zuhruf, 43/84). Yani gökler­de bulunanların da yerde bulunanların da ilâhı O'dur.

"Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." Bu ayet bundan önceki buyrukları pe­kiştirmekte ve bir daha vurgulamaktadır. O gizliyi de açığı da bilir. Gizli ya da açık şeylerin O'nun bilgisi açısından hiç bir farkı yoktur. Şöyle de açıklanmış­tır: Bundan kasıt, göklerde ve yerde bulunan gizli ve açık her şeyi bilen ilâh O'dur demektir. Buna göre Yüce Allah'ın "Bilir" ifadesi "göklerde ve yerde" buy­ruğuna taalluk eder ki takdiri şöyle olur: O Allah'tır. Gizlediğinizi de açıkladı­ğınızı da, göklerde veya yerde olsun, bilir. Aynı şekilde kazandığınızı da bilir. Taberî üçüncü bir görüşü şöylece tercih eder: Yüce Allah'ın: "O göklerde Al­lah'tır" buyruğu tam bir vakıftır. Daha sonra bunun haberi şöyle başlamakta­dır: 'Yerde de neyi gizleyip neyi açıkladığınızı bilir."

"O ne kazanacağınızı da bilir." Yani hayrıyla, şerriyle O bütün amellerinizi bilir ve size amellerinizin karşılığını verecektir. [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden kasıt, Allah'ın varlığına, yaratıcının birliğine dair delilleri ortaya koymaktır. Çünkü göklerin ve yerin belli miktar ve ölçülerde takdir edilip yaratılması, ancak hür ve ihtiyar sahibi mutlak yaratıcının özel olarak bunu yapmasıyla mümkündür ki, bunları yapan da Allah'tır.

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılır:

1- Sayılamayacak, haddi hesabı olmayacak kadar çok nimetleri dolayısıyla bütün övgülere en çok lâyık olan yalnızca Yüce Allah'tır.

2- O'nun ulûhiyyeti muhakkaktır. Çünkü hamd bütünüyle yalnızca Al­lah'ındır. O'nun hiç bir ortağı yoktur.

3- Burada Yüce Allah'ın kudret, ilim ve iradesine dair deliller ortaya ko­nulmaktadır. Bu da gökleri ve yeri yaratmış olduğunun haber verilmesiyle yani bunların yoktan var edilmesi, icat edilmesi ve daha önceden bir örnek olmaksı­zın meydana^getirildiklerinin haber verilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Yarat­mak (halk) icat etmek manasına geldiği gibi, takdir etmek manasına da gelir. Burada her ikisi de kastedilmiştir. İşte bu, göklerin ve yerin sonradan yaratıl­dığının delilidir. Şanı yüce Allah semayı direksiz olarak yükseltmiş ve herhan­gi bir pürüz olmaksızın orayı dümdüz kılmıştır. Güneşi ve ayı da iki alâmet kıl­mış, gökleri yıldızlarla süslemiş, bulutları ve sisleri orada iki alâmet olarak var etmiştir. Yeri ise yayıp döşemiş, oraya nzıkları, bıtkiieri tevdi etmiş, orada dağ­ları bir kazık misali yapmış, dağlar arasında da yollar yaratmıştır. Nehirler akıtmış, denizler çıkarmıştır. Orada taşlardan pınarlar ve kuyular kaynatmış-tır. Bütün bunlar O'nun vahdaniyetine, yüceliğine ve kudretinin azametine de­lâlet etmektedir.

Daha sonra Yüce Allah çeşitli araz'ı ve bunların gereklerini yaratmak su­retiyle özleri ve zatları yaratmıştır ki, bu da karanlıkların yaratılması demek­tir.

4- Üzerlerindeki Allah'ın nimetlerini inkâr eden kâfirler, bütün bunları yaratan yalnızca Allah olduğu halde Allah'a denk ve eş koşarlar. Burada "son­ra" tabirinin kullanılması kâfirlerin işlerinin çirkinliğine açık bir delildir. Çün­kü ayet-i kerimenin anlamı şudur: Gökleri ve yeri Allah'ın yarattığı artık kesin bir gerçektir. O'nun bu konudaki ayetleri (delilleri) apaçık ortadadır. Bunları var etmekle nimet ihsan etmiş olduğu da açıkça ortadadır. Bütün bunlara rağ­men kâfirler Rablerine ortak koşuyorlar.

5-  İnsanın yaratılışı çamurdan başlamıştır. Çünkü Yüce Allah'ın, "O sizi balçıktan yaratan..." buyruğundan kasıt, Adem (a.s.)'dir. Onun soyundan gelen­ler ise, halk diye ifade edilirler.

Göklerin ve yerin yaratılışından sonra insanın yaratılışının söz konusu edilmesi suretiyle büyük evrenin yaratılışının, insan olan küçük evrenin ya­ratılışından sonra [13] olduğunu açıklamaktadır. Allah bu büyük evrendekile-rin benzerini küçük evrende de yaratmıştır. Buna göre her bir insan çamur­dan ve aynı zamanda hakir bir sudan yaratılmış olmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz insanı süzme bir çamurdan yarattık, sonra onu sapasağlam bir karargâhta bir nutfe olarak var ettik." (Mü'mi-nûn, 53/42-43)

6- Yüce Allah dünyanın ve kıyametin ecelini belirlediği gibi, insanın da ölüm ve öldükten sonra diriliş için ecelini belirlemiştir. Hiç bir kimse ne zaman öleceğini, ne zaman diriltileceğim bilemez. Buna göre Yüce Allah'ın "Sonra bir eceli hükme bağlayandır" buyruğu dünya eceli yahut ölüm olan bir eceli hükme bağlayan anlamını taşır. "Bir de onun katında belirli bir ecel daha vardır" buy­ruğu da kıyamet ve ahiretin başlayacağı va'de demektir.

7- Azîm olan Allah, göklerde ve yerde mabud olandır. Her ikisinin de işle­rini tek başına çekip çeviren, yöneten O'dur. Kulların göklerde olsun yerde ol­sun gizlediklerini bilendir O. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Bütün bunlarla be­raber şu kaideyi de göz önünde bulundurmak ve buna uygun düşünmek gere­kir: Şanı yüce Allah hareketten, intikalden ve bir yerde mekân tutmaktan mü­nezzehtir.

Allah hayır ya da şer olsun, her bir insanın kazandığını bilir. Kazanmak ise bir menfaati sağlamak yahut bir zararı önlemek için yapılan iş demektir. O bakımdan Allah'ın fiiline "kesb=kazanmak" denilmez. [14]

 

İnsanların Ayetleri İnkar Etmelerinin Sebepleri Ve Azapla Korkutulmaları

 

4- Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayetin geldiği her seferinde, ondan mutlaka yüz çevirenler olurlar.

5- İşte onlara hak geldiğinde onu ya­lanladılar. Fakat o alay etmekte olduk­ları şeyin haberleri yakında onlara ge­lecektir.

6- Görmediler mi ki biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik? Onlara size vermediğimiz bir şekilde yeryü­zünde iktidar vermiştik. Üzerlerine se­mayı bol bol salıverdik (yağmur indir­dik), altlarından ırmaklar akıttık. Böy­leyken günahları yüzünden onları he­lak ettik ve sonra arkalarından başka başka nesiller peyda ettik.

 

Belagat:

 

"Nice nesiller" ifadesindeki, (nice asırlar anlamına geldiğinden) mahallin zikredilip halin irade edilmesi dolayısıyla mürsel mecaz vardır.

"Onlara size vermediğimiz bir şekilde... iktidar vermiştik." Burada da gaib-den muhataba iltifat vardır.

"Üzerlerine semayı bol bol salıverdik." Burada mecaz-ı mürsel kabilinden sema ile yağmur kastedilmektedir. Bu mecazdaki ilişki sebeplilik ilişkisidir; çünkü yağmur semadan iner. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara" yani Mekkelilere; "Rablerinin ayetlerinden bir ayetin geldiği her seferinde". Bunlar Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden, Muhammed s.a.)'in peygamberliğini ispat eden Kur"an ayetleridir; "mutlaka yüz çevirenler olurlar." ondan yüz çevirip dönüp giderler.

"İşte onlara hak geldiğinde onu yalanladılar." Haktan kasıt, Muhammed s.a.)'in getirdiği akait, ibadetler, muamelât ve ahlakî hükümleri kapsayan Kur'an-ı Kerim yahut Allah'ın dinidir. Aslında hak, bizatihi tahakkuk etmiş gerçek ve sarsılmaz olan durum demektir.

"Alay etmekte oldukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir". Burada kasıt onların alaylarının akibetidir. Haberler ise Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği Allah'ın peygamberlerine yardım vaadi ile düşmanlarını dünyada bozguna uğ­ratma, ahirette de azap edeceğine dair tehdididir.

"Görmediler mi ki" Şam, Yemen ve diğer bölgelere yaptıkları yolculuk ve seyahatlerinde; "biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik." Kendilerin­den önce nice geçmiş ümmetleri helak ettik. (Burada "nesil" diye meali verilen) Karn, belli bir dönemde yaşayan insan topluluğu demektir. Süresi yüz yıldır. Çoğulu "kurun" gelir. Bu kelime Kur'an-ı Kerim'de tekil olarak da, çoğul olarak da kullanılmıştır. "İktidar vermiştik." Yani onlara önemli bir güç ve geniş im­kânlar vermiştik. Yerde yahut herhangi bir şeyde birisine imkân vermek, onu temkin etmek, o şeyde ona tasarrufta bulunma imkânını vermek demektir. İm­kân, yeryüzünde bir kimseye güç ve imkânlarını kullanmak için gerekli sebep­leri vermek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ve ta ki kendileri için razı olduğu dini onlar için tam anlamıyla iktidara getir­sin." (Nur, 24/55); "Biz onları emin bir hareme yerleştirip onlara imkân verme­dik mi?" (Kasas, 58/57)

"Üzerlerine semayı bol bol salıverdik." Yani semadan inen yağmurları bol bol ardı arkasına ve sağanak halinde indirdik.

"Altlarından" meskenlerinin altından, "günahları yüzünden onları helak ettik." Peygamberleri yalanladıkları için helak ettik. "Arkalarından başka baş­ka nesiller" başka bir takım ümmetler veya nesiller peyda ettik. [16]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde önce tevhidden, ikinci olarak öldükten sonra dirilmekten, üçüncü olarak da her iki hususu da açık olarak ispat eden delillerden söz etti. Daha sonra burada peygamberliği ilgilen­diren hususları söz konusu etmekte, Resulullah (s.a.)'m kendilerine rablerinin ayetlerini getirmesinden sonra kâfirlerin yüz çevirme sebeplerini açıklamakta­dır. Bu yüz çevirmeleri ise Allah'a şirk koşmaları, peygamberleri yalanlamaları demektir. Kendilerinden önceki ümmetlerin başlarına gelenler delil gösterile­rek, hakkı yalanlamalarının akibetini onlara hatırlatarak korkutmaktadır. [17]

 

Açıklaması

 

Şanı yüce Allah inatçı müşrikler hakkında şöyle haber vermektedir: Onla­ra Allah'ın birliğinin ve şerefli rasullerinin doğru söylediklerinin delillerine da­ir susturucu herhangi bir belge ve mucize geldiği her seferinde, bu belge ve mucizeden yüz çevirir, onun üzerine dikkat etmez, ona hiç bir şekilde aldırmaz­lar.

O bakımdan, ey Muhammedi Sen bu müşriklere kendilerini besleyip büyü­ten, terbiye eden, zayıflık ve güçlülük hallerinde onları gözeten, onların rızıklannı teminat altına alıp gönderen, gerek nefislerindeki gerekse yer ve semadaki her şeyi onlara nimet olarak bağışlayan, Rablerinden indirilen Kur'an ayetle­rinden herhangi birisini getirecek olursan, -işte Yüce Allah'ın harikulade sana­tına delâlet eden bu ayetlerden birisini- getirdiğin her seferinde mutlaka alay ederek o ayetten yüz çevirirler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buy-rumaktadır: "Kendilerine Rablerinden yeni bir zikir geldiği her seferinde mutla­ka onu dinler ve alay ederler." (Enbiya, 21/2). Kurtubî bu ayet-i kerimede geçen "bir ayet" ifadesini aynı yarılması ve buna benzer alâmetler türünden mucize­ler diye, İbni Kesir de aynı şekilde bunu Allah'ın birliğine delil ve belge teşkil eden mucize ve hüccet (tartışılmaz belge) diye açıklamıştır. Allah'ın ayetleri üzerinde dikkatle düşünmekten yüz çevirmenin sebebi, kendilerine gelen hak­kı yalanlamalarıdır. Bu hak ise peygmaberlerin sonuncusunun getirdiği İslâm dinidir. Daha sonra onların hakkı yalanlamalarına karşılık Yüce Allah şu buy­ruğu ile kendilerini tehdit etmektedir: "Fakat o alay etmekte olduğu şeyin ha­berleri yakında onlara gelecektir." Yani onların yalanlamakta oldukları şeyin haberi kaçınılmaz olarak kendilerine gelecek ve yaptıkları işin, alaylarının aki-beti ile karşılaşacaklardır. Öldürülecek, esir alınacak, ülkelerinden kovulacak ve benzeri uygulamalarla karşı karşıya kalacaklardır. Nitekim bunlar gerçek­leşmiştir. Aralarında kıtlık baş gösterdi, Bedir ve Mekke'nin fethi günlerinde de yenik düştüler.

Razî der ki: Yüce Allah bu kâfirlerin durumunu üç mertebe halinde ifade etmiştir: "Evvelâ deliller üzerinde dikkatle düşünmekten, apaçık belgeler hak­kında tefekkür etmekten yüz çevirip bunları yalanlamaları, diğer taraftan bun­larla alay etmeleri. Her bir mertebe bir öncekinden daha ağırdır. Çünkü bir şeyden yüz çeviren onu yalanlamıyor olabilir. Belki gafil olduğundan dolayı böyle yapıyordur. Bir şeyi yalanlayan da bazan, onunla alay etme derecesine de ulaşmayabilir. " [18]

Daha sonra Yüce Allah azap tehdidinin Allah'ın yalanlayanlara uygulaya-geldiği sünneti olduğunu şöylece beyan etmektedir: "Görmediler mi ki...", yani şu hakkı yalanlayanlar bizim kendilerinden önce geçmiş pek çok ümmeti helak etmiş olduğumuzu bilmiyorlar mı? Âd, Semûd ve Firavun kavmi ile Lût'un kavmi bunlardandır. Bunlar peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlara güçlü olma, rızık, bağımsızlık ve egemenlik konusunda geniş imkânları elde etme se­beplerini çağdaşı olan bu kavme benzerini vermediğimiz bir şekilde bulunuyor­duk. (Ayet-i kerimedeki) karn (nesil), belli bir çağda yüz yıllık bir süre içerisin­de yaşayan insan topluluğu demektir.

Bunlar zenginlikleriyle Kureyş kâfirlerinden üstün ve ileri idiler. Yağmur­lar onların ülkelerine pek ve ardı arkası kesilmeden yağardı. Nehirler evleri­nin altından akardı.

Bunlar Allah'ın nimetlerini inkâr edip küfre sapınca günahları ve peygam­berlerini yalanlamaları sebebiyle onları helak ettik, onların ardından başka bir takım kavimler, ülkeleri imar edecek ve nimete şükredebilecek yeni nesiller var ettik.

Yani bunların helak edilmelerine sebep teşkil eden günahları iki türlü idi: Peygamberlerini yalanlayıp nimetlere nankörlük etmeleri. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Maişetlerinde şımarmış nice ülkeleri (halkını) helak et­tik. İşte onlardan sonra pek az kimsenin uğradığı, kimsenin sakin olmadığı meskenleri! Varis olanlar bizler olduk. Rabbin onların ana şehirlerine -başkent­lerine-, onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe memleketleri helak edici değildir ve biz halkı zalimler olmadıkça ülkeleri helak edici değiliz." (Kasas, 28/58-59)

Bu buyruklardan maksat, Mekke halkına bu şekilde öğüt verip onları kuv­vet itibariyle kendilerinden daha güçlü, daha kalabalık, servetleri daha çok, ço­cukları daha fazla, yeryüzündeki üstünlükleri ve oraları imar etme güçleri da­ha ileri derecede bulunan, onlara benzer geçmiş nesillerin başına gelip çatan dünyevî azabın kendilerine de gelip çatmasından sakmdırmaktır. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kâfirlerin peygamberlerin kötülüğü düzeltme çağrılarına karşı takındıkla­rı tavır yüz çevirmek, inatlaşmak, akıl ve düşünceyi ihmal etmek gibi özellikle­re sahiptir. Bu tavır, alay etme ve küçümseme esasları üzerinde yükselir. Bu tür tavırlar ise düşünmeksizin, üzerinde durmaksızın geçmişlerini taklit etme­yi kabul etmeyen aklı başında insanların özellikleri arasında yer almaz.

Bu tür bir tavrın görünüşlerinden birisi, Yüce Allah'ın birliğine delil ola­rak görmeleri gereken ayetler üzerinde düşünmeyi terk etmektir. Bu ayetler, ister Yüce Allah'ın gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri yaratmış olması olsun, ister Kur'an ayetleri olsun, isterse de Yüce Allah'ın getirdiği her şeyin doğrulu­ğuna delil olarak görülmesi için onu kendileriyle teyit edip desteklediği pey­gamberin mucizelerinden bir mucize olsun -ayın yarılması ve benzeri mucizeler gibi- hiç bir şey fark etmez. Aynı şekilde, bir ve tek, kadîm, hayy, hiç bir şeye muhtaç olmayan, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı, peygamberlerin durumlarını ve kavimlerinin onlara karşı tavırlarını bilen, hiç bir durumun, hiç bir şeyin kendisine gizli saklı kalmadığı, mutlak ilâhın varlığına, imana ve bunu kabul etmenin zorunluluğuna ileten kâinattaki bir delil ve bir belge olsun, yine istis­nasız olarak bunların hepsi üzerinde düşünmeyi terk ederler.

Yine bu tavırlarının görünür şekillerinden birisi de Mekke müşriklerinin Allah nezdinden gelmiş, değişmez ve mutlak hakkı yalanlamalarıdır. Bu değiş­mez hak ise, Kur'an-ı Kerim ve Muhammed (s.a)'in gönderilişidir. Fakat yüce Allah onları cezalandırmakla tehdit ettiği gibi, uhrevî azabı da hazırlatarak uyarmıştır. O bakımdan da peygamberin sabretmesini emretmiştir. Yakında onların alay edegeldikleri şeyin haberleri kendilerine gelecektir ki, bu da dün­yada Bedir günü gibi kendilerine gelip çatacak olan, kıyamet gününde onları bekleyen azaptır.

Cenab-ı Hak onlara kendilerinden öncekilerin hallerini de hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: "Görmediler mi ki biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik..." Yani bunlar Allah'ın, peygamberlerini yalanladıkları için kendile­rinden önceki helak ettiği ümmetlerin halinden ibret almazlar mı? Buyruğun anlamı şudur: Onlar böyle bir şeyi bilmiyorlar mı? Yüce Allah onlara güç, geniş imkân ve yeryüzünde iktidar sahibi olmanın bütün imkânlarını vermişti. Önce­kilere verdiği bu imkânlar, Mekkelilere vermiş olduğu mal, çoluk çocuk, ömür, yüksek mevkiler, geniş imkânlar, askerler, bol yağmurlar ve diğer yerlerin kay­naklarına nispetle daha fazlaydı. Irmaklar onların ev ve meskenlerinin altın­dan akıp gidiyordu. Bu ise onları derece derece azaba yaklaştırmak ve onlara mühlet vermek içindi. Daha sonra yüce Allah günahları ve işledikler kötülükle­ri, bir türlü bırakmadıkları küfürleri sebebiyle onları helak etti.

Bundan şu anlaşılmaktadır: Günahlar nimetlerin zeval bulmasının ve in­tikam alınmasının sebebidir. O bakımdan, bu ve benzerleri helak edilip yok ol­maktan sakınıp korksunlar! Bu uyan ve korkutma, bütün zaman ve mekânlar için geneldir. İşte bu, hem Kureyş kâfirlerine, hem de bütün kâfirlere bir uyarı­dır: Bunların da tepesine peygamberleriyle alay etmelerinin bir cezası olmak üzere geçmiş ümmetlerin başına inen azapların benzeri bir azap pek yakında inecektir. [20]

 

Kâfirlerin İnadı Ve Bir Kitabın İndirilmesi Ya Da Bir Meleğin Gönderilmesi Şeklindeki Taleplerine Cevap

 

7- Eğer biz sana kâğıt içinde yazılı bir kitap indirseydik ve kendileri de elle­riyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine de: "Bu ancak apaçık bir sihirdir" derlerdi.

8- Dediler ki: "Üzerine bir melek indi­rilmeli değilmiydi?" Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu ve sonra kendilerine mühlet ve­rilmezdi.

9-  Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık ve her­halde onu yine içinde oldukları şüphe­ye düşürürdük.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer biz sana kırtâs", kağıt yaprak yahut da üzerine yazı yazılan ince de­ri parçası; "içinde yazılı bir kitap", bir maksat için üzeri yazılı bulunan bir sa-hife "indirseydik ve kendileri elleriyle ona dokunsalardı"; bu ifade şüpheyi daha bir giderici olduğundan dolayı, "gözleriyle görselerdi" ifadesinden daha beliğdir. "kâfir olanlar yine de: "Bu apaçık bir sihirdir" derlerdi."

"Sihir", gerçeği olmayan bir aldatma ve bir şeyi başka türlü gösterme de­mektir. Onlar bunu inatlaşmak ve işi yokuşa sürmek için söylüyorlardı.

"Eğer biz" üzerlerine "bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu", yani onların helak edilişi tamamlanırdı; "sonra da kendilerine mühlet verilmez­di." Yani tevbe etmek ya da özür beyan etmek için onlara süre tanınmazdı. Ni­tekim Yüce Allah'ın, teklif ettikleri mucizenin ortaya çıkması halinde de iman etmedikleri takdirde bunlardan önceki kavimler için âdeti buydu.

"Eğer onu" yani kendilerine indirileni; "bir melek yapsaydık, onu" yani o meleği "de elbette bir adam yapardık" yani onu görebilme imkânına sahip ola­bilmeleri için bir adam şeklinde gönderirdik. Çünkü insanların meleği görebil­me güçleri yoktur, "ve herhalde onları yine içinde oldukları şüpheye düşürür­dük." Yine böyle bir şüphe içinde onları bırakırdık ve onu tanıyamazlardı. Bu da ancak sizin gibi bir insandır derler; işin içinden çıkamaz, o bir melek midir yoksa bir insan mıdır bilemezler; onun melek olduğuna kani olmaz ve onu tas­dik etmezlerdi; bu bir melek değildir, derlerdi. Tıpkı senin peygamberliğine ta­nık olan belgelerini ve delillerinin doğruluğunu şüphe ile karşıladıkları, işin gerçeğini kavrayamayıp içinden çıkamadıklarından tereddüt içinde kaldıkları gibi. [21]

 

Nüzul Sebebi

 

"Eğer biz sana kağıt içinde..." mealindeki 7. ayetin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî der ki: Mekke müşrikleri, "Ey Muhammed! Allah'a yemin ederiz, sen bize Allah'ın yanından bir kitap getirmedikçe sana iman etmeyiz. Bu kitapla birlikte onun Allah'tan geldiğine, senin de Allah'ın rasulü olduğuna tanıklık edecek dört tane melek bulunmalıdır" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Bir diğer rivayette şöyle denmektedir: Ayet-i kerime en-Nadr b. Haris, Ab­dullah b. Ebu Ümeyye ve Nevfel b. Hüveylid hakkında nazil olmuştur. Onlar, "Bize yeryüzünden bir pınar fışkırmadıkça asla sana iman etmeyiz." (İsra, 17/90) demişlerdi.

"Dediler ki: Üzerine bir melek indirilmeli değil miydi..." mealindeki 8. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir ve İbni Ebi Hatim, Mu­hammed b. İshak'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) kavmini İslâm'a davet etti ve onlarla konuştu, gereği gibi tebliğde bulundu. Bu sefer ona Zem'a b. el-Esved b. Abdulmuttalib, en-Nadr, b. Haris b. Kelede, Abede b. Abdi Yağus, Ubeyy b. Halef ve el-Âsi b. Vail b. Hişam ona şöyle dediler: Ya Mu­hammed, seninle birlikte senin yerine insanlarla konuşacak, seninle birlikte görülecek bir melek gönderilse ya! Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "Dediler ki: Üzerine bir melek indirilmeli değil miydi?" ayeti nazil oldu.

Kur'an-ı Kerim'den müşriklerin bir melek, bir kitap yahut Kur'an-ı Ke-rim'in topluca indirilmesi tekliflerini ihtiva eden bu ayet-i kerimeden önce baş­ka bir surenin indirilmiş olması, bir başka münasebetle müşriklerin inatları­nın ve diretmelerinin açıkça ortaya konulması için böyle bir teklifte bulunduk­larının tekit edilmesine mani bir sebep değildir. [22]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Önceki ayet-i kerimeler müşriklerin bir takım inatçı tavırlarını söz konu­su etmişti. Ayet-i kerimeler burada da onların inkâr, inat, hakka karşı direnip bu konuda gereksiz tartışmalarını açıklamaya devam etmektedir. Burada söz konusu olan, vahye ve Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderilişine da­ir bir takım şüphelerdir. Böylelikle onlar (bu inat ve şüpheleriyle) dinin üç esa­sını teşkil eden tevhid, öldükten sonra diriliş ve Muhammed (s.a.)'in peygam­berliğini inkâr etmiş oldular. [23]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde müşriklerin imandan yüz çevirme sebep­lerini, anlamsız ve tutarsız şüphelerini ortaya koymada aşırı gittiklerini, yazılı bir sahifenin indirilmesi ve peygamberi destekleyecek, doğrulayacak bir mele­ğin gönderilmesi şeklindeki isteklerini açıklamaktadır. Oysa gerçekte bunlar yüz çeviren kimselerdir. Belgelerin, delillerin onlara bir etkisi olmamaktadır. Tekliflerinin yerine getirilmesi de onlara bir fayda sağlamamaktadır.

Onların hakkı yalanlamalarının asıl sebebi, Allah'ın ayetlerinden yüz çe­virmeleri, düşünme ve tefekkürün bütün kapılarını kapatmaları, anlama ve id­rak etme gücünü tümüyle işlemez hale getirmeleridir. Ya Muhammed, eğer bizler senin üzerine sahifelere ya da onlara benzer şekilde yazılıp toplanmış bir kitap ya da sema ile arz arasında asılı bir kitap indirsek, onlar da bunu gözle­riyle görseler ve elleriyle ona dokunsalar yine şöyle diyeceklerdi: Bu, ancak apaçık bir büyüdür. Yani bir aldatma, gerçeği başka türlü gösterme, gerçeği ol­mayan bir şaşırtmacadır. Yüce Allah burada, "Kendileri de elleriyle ona dokun-salardı" diye buyurmaktadır. Çünkü dokunma maddî delillerin en güçlüsü ve aldanma ihtimalinden en uzak olanıdır. Zira görme duyusu bazan hayal vb. şe­killer ile aldanabilir. Yüce Allah'ın "indirseydik" buyruğu ile başka türlü olması söz konusu olmadığı halde "kâğıt içinde bir kitap " diye buyurması, ayrıca, "el­leriyle ona dokuncalardı" buyruğunun gelmesi, mübalağa ve nüzulün (indirme­nin) tekidi içindir. Böyle olsaydı onlar yine ondan, "Bu ancak apaçık bir sihir­dir" diyerek yüz çevireceklerdi. Bu da Yüce Allah'ın onların hissedilir, maddî şeylere karşı büyüklenerek inat etmelerini dile getiren şu buyruklarını an­dırmaktadır: "Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, muhak­kak ki gözlerimiz döndürülmüş hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz' diyecekler­dir." (Hicr, 15/14-15); "Eğer gökten düşen bir parça görseler, üst üste yığılmış bir buluttur diyeceklerdir." (Tür, 52/44)

İşte onların ilk istekleri olan gökten bir kitap indirilmesi tekliflerine veri­len cevap budur. Daha sonra Yüce Allah gözleriyle görecekleri ve Hz. Peygam­beri desteklemek üzere gökten bir melek indirilmesi şeklindeki ikinci teklifleri­ne şöylece cevap vermektedir: Dediler ki: "Üzerine bir melek indirilmeli değil miydi?" Yani hem onunla birlikte uyarıcı olmak, hem de onu destekleyip ona yardım etmek üzere peygamber ile birlikte Allah bir melek indirmeli değil miy­di? Sanki onlar semavî risalet ile insan olmak arasında bir uyumsuzluk var gi­bi bir anlayışa sahiptiler. Halbuki onlar peygamber olarak gönderilen Rasulün insan olduğunu biliyorlardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu, an­cak sizin gibi bir beşerdir. Sizin kendisinden yediğiniz şeylerden o da yiyor ve içtiklerinizden içiyor." (Mü'minun, 23/33); "Ve dediler ki: Bu peygambere ne olu­yor ki yemek yiyor, çarşı pazarlarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve onunla birlikte uyarıcı-korkutucu olmalı değil miydi?" (Furkân, 25/7)

İkinci tekliflerine verilen cevabın iki yönlü bir muhtevası vardır: "Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu..." Yani şayet Allah onların teklif ettikleri gibi bir meleği indirmiş olsaydı, onların helak edilmelerine dair emir ve hüküm verilir, sonra da iman etmeleri için onlara süre tanınmazdı. Hatta Allah'ın azabı onları gelip bulurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Bizler melekleri ancak hak ile indiririz. Onlara o vakit mühlet verilmez." (Hicr, 15/8); "Melekleri görecekleri günde suçlulara müjde olmayacaktır." (Fur-kan, 25/22)

İkinci yönü ise: "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam ya­pardık..." Yani şayet bizler insan olan peygamberle birlikte bir melek gönder-seydik, bu melek de hiç şüphesiz adam suretine bürünmüş olacaktı ki, onunla konuşabilsinler, ondan vahyi öğrenmek suretiyle yararlanabilsinler. O takdir­de durumda bir değişiklik olmazdı. İçinde buldukları aynı şüphe ve tereddüde yine düşecekler, peygamberin insan olmasını reddettikleri vakit işin içinden çı­kamadıkları gibi yine çıkamayacaklardı. Çünkü bu adam da onlara Muham-med'in dediği gibi "Ben Allah'ın rasulüyüm" diyecekti. İbni Abbas ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Şayet onlara bir melek gelmiş olsaydı, ancak onlara bir adam suretinde gelirdi. Çünkü onlar, nurdan yaratılmış meleklere bakamazlardı.

Katâde ise, "Ve herhalde onları içinde oldukları şüpheye düşürdük" buyru­ğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Bir topluluk kendilerini şüphe içerisi­ne attılar mı, mutlaka Allah da onları şüphe ve tereddüt içerisine düşürür. Böyle bir şüphe ve tereddüt esas itibariyle insanlardan kaynaklanır. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İsrailoğullan'nm, sofranın, bir sahife üzerine yazılmış bir kitabın ve bir meleğin indirilmesi gibi işi yokuşa sürme ve inada dayalı maddî isteklerinin yerine getirilmesi hiç bir zaman maksadı gerçekleştirmez. Kâfir ve müşrikler yine küfür ve yüz çevirme tutumlarını sürdürmeye devam ederler.

Yüce Allah'ın müşriklerin kitap indirilmesi hususundaki ilk isteklerine verdiği cevap budur. Eğer Yüce Allah teklif ettikleri gibi üzerlerine bir kitap indirseydi ve onlar gözleriyle görüp elleriyle buna dokunsalardı, şüphelerini izale etmek, içine düştükleri karışıklığı ve tereddüdü gidermek için yine de bu husus­ta inat ederler ve küfürlerini sürdürür giderlerdi. Bu ayet-i kerime onların, "... Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (sana inanmayız)" (İsra, 17/93) şeklindeki isteklerinin bir cevabıdır. Yüce Allah ezelî ilmiyle eğer öyle bir kitap indirseydi yine de mutlaka onu yalanlayacaklarını bildirmektedir.

Daha sonra Yüce Allah onların bir melek indirilmesi şeklindeki ikinci tek­liflerine şöylece cevap vermektedir: "Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu." İbni Abbas der ki: Eğer onlar meleği gerçek suretinde görse­lerdi, şüphesiz ölürlerdi. Çünkü onu görmeye güçleri yetmezdi. Hasan-ı Basrî ve Katâde ise şöyle derler: Onlar kökten helak edilme azabı ile yok edilirlerdi. Çünkü Yüce Allah'ın sünneti şöyle cereyan edegelmiştir: Her kim bir mucize is­temiş de o mucize kendisine gönderildiği halde iman etmemişse Allah onu der­hal helak etmiştir.

Bu teklifin cevabının geri kalan kısmı da şöyledir: "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık..." Yani onlar gerçek suretinde meleği göremezler. Oöu ancak müşahhas cisme dönüştükten sonra görürler. Çünkü her cins kendi cinsine ısınır, kendi cinsinden olmayanlardan da uzak durur. Yüce Allah insanlara gönderilen peygamberi bir melek kılmış olsaydı, ona yakınlaşamaz uzak dururlar, ona ısınamazlar, ondan korkarlar ve onunla konuşmaktan çekinirlerdi. Böylelikle peygamber göndermekten umulan yarar tahakkuk etmezdi. Eğer bu melek peygamber insan suretine bürünmüş olsaydı o zaman, "Şüphesiz sen bir melek değilsin, sen ancak bir insansın, o bakımdan biz sana iman etmeyiz" diyecekler ve eski hallerine döneceklerdi. Melekler pey­gamberlere dahi insan suretinde gelirdi. Nitekim bu melekler Hz. İbrahim ve Hz. Lût'a insan suretinde gelmişler, Hz. Cebrail de Resulullah (s.a.)'a Dihye el-Kelbî suretinde görünmüştü.

Yani onların olmasını istedikleri tekliflerinin gerçekleşmesi mümkün de­ğildir. Eğer melek gerçek suretiyle inecek olsaydı onu göremezlerdi. Eğer bir insan suretinde inseydi yine bu sefer işin içinden çıkamaz ve şüphesiz "Bu da senin gibi bir büyücüdür" derlerdi. [25]

 

Alay Eden Ve Yalanlayanların Akıbeti

 

1^" Andolsun, senden önce geçen pey- gamberlerle de alay edildi de içlerin- <*en ° maskaralık edenleri alay edegel- diMeri *ey ÇePeÇevre kuşatıverdi. 

11" De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın,  sonra da yalanlayanların sonunun na- sil olduğuna bir bakın.

 

Belagat:

 

"Senden önce geçen peygamberlerle de alay edildi" buyruğundaki "peygam­berler" kelimesinin nekre (belirsiz) gelmesi hem sayılarının çokluğuna dikkat çekmek, hem de onların değer ve kıymetlerini vurgulamak içindir. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... alay edildi..."; Bir kişiyle alay etmek onu küçük görmek, ona karşı kü­çümseyici tavırlar takınmaktır. Çoğunlukla bunun akabinde alaylı bir şekilde gülmek de gelir.

"...(onların) alay edegeldikleri şey çepeçevre kuşatıverdi", yani azap nazil oldu, onları kuşattı, herhangi bir şekilde ondan kaçıp kurtulamadılar. Yani azap alay edenlerin dört bir yanını kuşattı. Aynı şekilde seninle alay edenlerin durumu da böyle olacaktır. "Sonu", akibeti yahut da vardığı yer demektir. Yüce Allah'ın, "Zaten kötü tuzak ancak onu yapanları kuşatıverir." (Fâtır, 35/43) buyruğunda olduğu gibi. Kuşatıvermek ise bir insanın yaptığı kötülüğün yahut da hile ve tuzaklarının kendi başına çevrilmesidir. [27]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Mekke kâfirlerinin bir kısmının teklif ettiği Allah'ın Rasulü ile birlikte bir meleğin indirilmesi yahut bir meleğin peygamber olarak gönderilmesi gibi tek­lifler alay yollu yapılıyordu. Hz. Peygamberin bunları işitmekten dolayı kalbi daralıyordu. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamber (s.a.)'in karşı karşıya kaldı­ğı saygısızlık, alay ve eğlenmeden dolayı çektiği sıkıntıları hafifletmek amacıy­la bu iki ayeti indirdi. Peygamberlerini yalanlayanlara azabın indirilmesi ise Yüce Allah'ın değişmez bir sünnetidir.

İşte bu, Yüce Allah'tan Peygamber (s.a.)'e kavminden kendisini yalan­layanların yalanlamalarına karşı bir teselli, hem ona hem müminlere bir zafer ve dünyada da ahirette de güzel akibete nail olacaklarına dair bir va-addir. [28]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah yemin ile buyuruyor ki: Andolsun ki geçmiş kavimler de şerefli peygamberleriyle alay etmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara bir peygamber geldiği her seferinde mutlaka onunla alay ediyorlardı." (Hicr, 15/11). Onların bu alayları kötülüklerin düzeltilmesine, hak, tevhid ve doğruluk çağrılarına olan düşmanlıklarından kaynaklanıyordu. Böyle bir tavrı takınanlar yalnızca Kureyş kâfirleri değildir. Fakat bu tür tavır takınanların ve onlara benzeyen diğer alaycıların cezası, azabın kendilerini çepeçevre kuşat-masıdır.

İşte bu, Yüce Allah'ın yalanlayanlara uygulayageldiği sünnetini açıkla­mak üzere peygamberine bir irşadı, kalbi daralmasın, sıkılmasın diye bir tesel­lisi, ona güzel akibeti ve zaferi müjdelemesidir. Yüce Allah Uhud gününde Ku­reyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden beş kiyişi helak etti. İşte Yüce Allah pey­gamberine olan bu hükmünü şu buyruğu ile dile getirmektedir: "Şüphesiz alay edip duranlara karşı muhakkak ki biz sana yeteriz." (Hicr, 15/95)

Ve ey Muhammed, müşriklere de de ki: Kendiniz hakkında düşünün. Yüce Allah'ın peygamberlerini yalanlayan, onlara karşı inatlaşan geçmiş kavimlere indirmiş olduğu dünya hayatındaki azap, intikam ve cezalandırmalara ibret ve dikkatle bakın. Ad, Semûd, Tasm, Firavun ve Lût kavimlerinde bu tür yalanla­yanların akibetinin nasıl olduğuna bakın, bunlar üzerinde ibretle düşünün. Ay­rıca Yüce Allah onlara ahirette de oldukça acıklı bir azap hazırlamıştır. Buna karşılık Allah'ın peygamberlerini ve mümin kullarını nasıl kurtardığına da dikkat edin. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberlerle alay etmek müşriklerin bilinen eski bir âdetidir. Aynı şe­kilde peygamberleriyle alay eden bu gibi kavimlere Allah'ın azabının inmesi ve helak edilmeleri de değişmez bir gerçek ve adil bir cezadır.

Tarih en doğru tanıktır. Kendisinden önceki kâfirlere nasıl bir ceza ve ne şekilde acıklı bir azabın gelip çattığını bilmek için her alaycı tarihe şöyle bir baksın. Burada yalanlayanlardan kasıt ise, hakkı ve hak ehlini yalanlayanlar­dır. Elbetteki batılı yalanlayanlar değildir.

Ayet-i kerimeden şu da anlaşılmaktadır: Eğer, geçmiş toplumların ve çeşit­li ülke sakinlerinin geriye bırakmış oldukları eserlere bakıp ibret ve öğüt al­mak üzere yapılmışsa bu yolculuk menduptur. [30]

 

Vahdaniyeti Ve Öldükten Sonra Dirilişi İspatlayan Başka Deliller

 

12- "Göklerde ve yerde olan herşey ki-mindirr de. De ki: "Allah'ındır. O ken­di üzerine rahmeti yazmıştır. Elbette sizi hakkında hiç şüphe olmayan kıya­met gününde toplayacaktır. Nefislerini zarara uğratanlar; işte onlar iman et­mezler."

13- Gecenin ve gündüzün içinde sükûn bulan her şey O'nundur. O Semî'dir, Alîm'dir.

14-  De ki: "Gökleri ve yeri yaratan, kendisi yedirip beslediği halde kendisi yedirilip beslenmeyen Allah'tan başka­sını mı dost edinecekmişim?" De ki: "Ben Müslüman olanların birincisi ol­makla emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma (denildi)."

15-  De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem o büyük günün azabından korkarım."

16- O gün azap, kimden çevrilirse mu­hakkak ki ona rahmet buyurulmuş ola­caktır. İşte bu, apaçık bir kurtuluştur.

 

İ'râb:

 

"O gün kimden çevrilirse..." Burada çevrilme meçhul bir fiildir. Nâib-i faili gerçek failin yerine geçmiş olan sözde özne) şu şekilde mukadderdir: O gün azap kimden çevrilirse. Bu malum fiil olarak da "O gün kimden çevirirse" anla­mında olup takdiri de şöyle olur: Allah kıyamet gününde kimden azabı çevirir­se, ona rahmet buyurmuş demektir. Ancak birinci şekil daha yugun olur. Çün­kü birinci şekilde takdir edilmesi öngörülen ifade daha azdır. Takdirî ifade ne kadar az olursa, o kadar uygundur. [31]

 

Belagat:

 

"Semî' ve Alîm" mübalâğa sigalarmdandır. Çok iyi, en iyi işiten, en iyi bi­len, gibi. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O kendi üzerine rahmetiyle yazdı" yani kendisinden bir lütuf ve bir kerem olmak üzere farz kıfdi yaüuf gereklifEıfal *Watttîınah dıç şafpdecrchraymr''yMîr tereddüt bulunmayan, "kıyamet gününde sizi ... toplayacaktır." Haşredecektir. Bu ifadeden kasıt, mutlaka size amellerinizin karşılığını verecektir, şeklinde­dir

"Nefislerini zarara uğratanlar" yani akıl, ilim ve gerçek menfaatin gerek­tirdiğini terk edip kendilerini azaba maruz bırakanlar "iman etmezler".

"Sükûn bulan"; sükûn hareketin zıddıdır. Bu zikredilerek ona mukabil ola­nın anılmasına gerek kalmamıştır. Yani sükûn bulan da hareket eden de O'nundur, demektir. Yüce Allah'ın, "Ve sizi sıcağa karşı koruyan elbiseler" (Nahl, 16/81) buyruğundan maksat ise her şeyin Yüce Allah'a ait olduğudur. O her şeyin Rabbi, yaratıcısı ve malikidir. "Dost (veli)" yardımcı.

"Gökleri ve yeri yaratan" onları önceden herhangi bir örnek söz konusu ol­maksızın meydana getiren, yoktan var eden; "yedirip besleyen" rızık veren; "ye­dirip beslenmeyen" kendisine başkası tarafından rızık verilmeyen. Yani başka­sının rızkını veren O'dur, buna karşılık kimse O'na rızık vermiyor.

"İsyan edersem" başkasına ibadet etmek suretiyle Rabbime karşı gelirsem "o büyük günün" kıyamet gününün azabından korkarım" "O gün azap kimden çevrilirse" yani o gün azap kimden uzaklaştırılırsa, "ona rahmet buyurulmuş olacaktır." Yani onu azap ve dehşetlerden kurtarmış olacak, onun için hayır di­lemiş olacaktır. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler daha önce ispatı söz konusu edilmiş dinin üç esasını ispatlamayı tekit etmektedir. Söz konusu üç husus ise, yaratıcının varlığının ve birliğinin ispat edilmesi, öldükten sonra diriliş, mead ve amellerin karşılığının görüleceğinin tespiti, peygamberliğin ve Muhammed (s.a.)'in risaletinin ispat-lanmasıdır. Bu ise soru ve cevap yoluyla bunlara dair delillerin ortaya konul­masıyla gerçekleştirildi. Şimdi de akidenin kalbe yerleştirilmesi, dikkatlerin çekilmesi ve dinleyenin de usanmaksızm kulak vermesinin sağlanması için bu ispatın bir başka türlüsünü görüyoruz:

Gökleri, yeri, ikisinde bulunan, hareket eden etmeyen, her şeyi yoktan var eden yaratanın Allah olduğu sabit olduğuna göre; varlıkları tekrar yaratıp di­riltmeye, bir araya getirip amellerini onlara göstermeye kadir olduğu, mutlak olarak kendisine itaat olunması gereken yegâne melik ve hükümdar olduğu da sabit olur. Mutlak olarak itaat edilmesi gereken mutlak malik ve hükümdarın da, kullarına emretme ve onlar için yasaklar koyma yetkisi elbette ki var de­mektir. Böyle bir durumda ise mutlaka bir tebliğ edici gerekir. Tebliğ edici ise peygamberdir. O bakımdan Allah tarafından insanlara peygamber ve rasulle-rin gönderilmesi gerekli bir şeydir. Böylelikle ayet-i kerime(ler) bu üç esası is­patlamak için yeterli bulunmaktadır. [34]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed, kavminden müşrik olanlara de ki: Şu gökler ve yer ki­mindir? Şu kâinat, şu varlık âlemi ve şu içindekiler kimindir? Buradaki soru­dan kasıt, onları azarlamak ve bilgisizliklerini ve inkârlarını başlarına vur­maktır. Çünkü onlar Yüce Allah'ın onlar hakkında şu buyruğunda naklettiği gibi yaratıcının Allah olduğuna inanıyorlardı: "Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye soracak olsan, hiç şüphesiz Allah, diyeceklerdir." (Lok­man, 31/25).

"De ki: Allah'ındır." Bu ya onlar adına verilen bir cevaptır; çünkü onlar da bunu kabul ediyorlardı, ya da her şey eksiklikten münezzeh yüce Allah'ın oldu­ğunu kabul edip ikrar etmeleri için mecbur kaldıklarından dolayı verilen bir cevaptır.

Yaratıcının sıfatlarından birisi de rahmet sıfatıdır. Yüce Allah kullarına merhametli olmayı, kendi zatı için öngörmüştür. Rahmetin gereklerinden biri­si de sevap ve ceza için kıyamet gününde insanların bir araya getirilmesi, top-lanmasıdır. Çünkü insan kendisini nelerin beklediğini bilecek olursa, hayra yönelir, kötülükten uzak durur. İşte insan ruhunda böyle bir itici gücün var edilmesi ruhları arındırıp güzelleştirmenin ve kullara merhamet etmenin bir alâmetidir. Eğer kıyamet günü görülecek azabın korkusu olmasaydı, dünya fe­sat, anarşi ve cinayetlerle dolar taşar, hiç bir şey yerli yerinde durmaz, toplum düzeni kökünden sarsılıp bozulurdu. O bakımdan böyle bir günün geleceği ile tehditte bulunmak rahmetin tecellilerindendir. Buharî ile Müslim'de tespit edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Muhakkak Allah mahlûkatı yarattığında kendi nezdinde Arş'ın üstünde şöyle bir yazı yazdı: Şüphesiz benim rahmetim gazabıma üstün gelir." Yani şa­nı Yüce Allah hükmünü açıklayıp bunu dilediğine izhar edince Levh-i Mah-fuz'da yahut da dilediği bir şey üzerinde bir yazı izhar etti. "Onun rahmeti ga­zabını geçer ve ondan üstün gelir" ifadesinin gereği, hak bir haber ve doğru bir vaaddir.

Burada, özellikle kendi nefislerini ifsat etmek, aklı ve ilmi kullanmayıp iş­lemez hale getirmek, nefsini öğütlerle hidayet bulamayacak hale getirmek su­retiyle kendilerini zarara sokanları kastediyorum. Nitekim onları kıyamet gü­nünde toplanacak kimseler arasında da özellikle yerecek ve azarlayacağım. Bu­nun sebebi, onların iman etmeyişleridir. Yani öldükten sonra dirilişi, öldükten sonra bir araya gelişi tasdik etmemeleri ve böyle bir günün kötü hallerinden korkmayışlandır.

Evet vakıa budur, fakat şanı yüce Allah onların iman etmeyişlerini bizzat kendilerini zarara sokmalarının sebebi kılmıştır. Halbuki durum bunun aksi­nedir. Yani ayet-i kerimede ifade şöyleydi: Nefislerini zarara uğratanlar işte onlar, iman etmezler. Sanki nefislerini zarara uğrattıkları için iman etmeye­cekleri belirtilmektedir. Oysa onlar aslında iman etmedikleri için kendilerini zarara uğratmışlardır, (-çeviren-)

Bunun cevabı, (yani ayet-i kerimede ifadenin neden böyle olduğunun ceva­bı) Zamahşerî'nin de belirttiği gibi şudur: Yani küfrü seçip tercih ettikleri için Allah'ın ezelî ilminde kendilerini zarara sokmuş olanlar iman etmezler.

Göklerin ve yerin mülkü, sırf başkalarının onda hak sahibi olmamaları anlamında bir mülkiyet değildir. Bu, canlı ve cansız içindeki bütün varlıkları da kuşatan kapsamlı bir mülkiyettir. Herkes ve her şey O'nun kulu ve yaratığı olup, O'nun hakimiyet, tasarruf ve idaresi altındadır. O'ndan başka ilâh yok­tur. Özellikle gece ve gündüz sükûn bulanların söz konusu edilmesi -her ne ka­dar bunlar göklerde ve yerde bulunanların kapsamına giriyorsa da- Yüce Al­lah'ın bu gizli varlıklar üzerinde de tasarruf sahibi olduğuna delâlet etmekte­dir.

Diğer taraftan göklerde ve yerde bulunan her şey, Yüce Allah'ın gözetim ve tasarrufuna boyun eğmektedir. O küçük büyük her şeyi işiten Semî'dir. Kap­karanlık gecede simsiyah karıncanın kaya parçası üzerindeki ayak seslerini dahi işitir. Aynı zamanda O, bilgisi küçük büyük her şeyi kuşatan Alîm olandır. O'nun işitmesi kullarının söz ve sesleri gibi işitilmesi söz konusu olan her şeyi kapsar. İlmi, yaratıkların hareketleri ve gizlilikleri gibi bilinme özelliğinde olan her şeyi kuşatan yüce zattır. İşte bütün bunlar Yüce Allah'ın her şeyi ek­siksiz bir şekilde tam anlamıyla ilâhî kontrolü ve tasarrufu altında bulundur­duğunu ifade etmektedir. Daha sonra Yüce Allah şeriatini tebliğ eden peygam­berine daha önce belirtilen hususların bir gereği ve sonucu olarak emir ver­mekte ve ona şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed de ki: Ben hiç bir ortağı ol­mayan bir ve tek Allah'tan başka bana fayda sağlayacak bir yardımcı, bir veli yahut benden zararı önleyecek bir dost edinemem. Çünkü gökleri ve yeri yok­tan var eden O'dur. Yani, daha önce herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın onları ilk olarak yaratandır O. Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "De ki: Ey cahiller, sizler bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emredi­yorsunuz?" (Zümer, 36/64)

Göklerle yerin yaratılmasına gelince, bunlar önceleri tek bir duman kütle­si halinde idiler. Daha sonra birbirlerinden ayrıldılar. İşte bunda "Fâtır=örnek-siz yoktan var edici" isminin ihtiva ettiği yarıp çıkarmak ve "yarmak" anlamı da vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kafirler görmediler mi ki gökler ve yer birbirine birleşik ve yapışık idi ve biz onları söküp ayırdık." (Enbi­ya, 21/30). Şüphesiz Yüce Allah yedirendir, kendisine yedirilmeyendir. Yani o kendilerine muhtaç olmaksızın yarattıklarını rızıklandırandır. Zira Yüce Allah kendisinin dışında kalan bütün varlıklara muhtaç olmaktan münezzehtir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu husus ifade edilmiştir: "Ben cinleri ve insanları an­cak bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, mülk sahibi ve pek güçlü olan yalnızca Allah'tır." (Zâriyât, 51/56-58)

İşte bu insanların rızka ulaşmalarına sebep teşkil eden çalışma, gayret, tedbir, araştırma gibi yolları edinmekle birlikte, rızkı yalnızca yüce Allah'tan aramaları gerektiğini gösteren açık bir ifadedir. Rızkı O'nun dışında herhangi bir mahlûktan istememelidirler. Bu ister insan olsun, ister put veya heykel ol­sun. Bu insanın yönetici olması veya olmaması da kulların rızıklannın yalnız­ca Yüce Allah'ın elinde olduğu gerçeğini değiştirmez.

Şimdi ey Muhammed, kimin ibadete ve veli edinilmeye lâyık olduğuna da­ir senin için de senden başkaları için de deliller ortaya konulmuş olduğuna gö­re, insanlara de ki: Ben bu sıfatlara sahip olan Rabbime ümmetim arasından ilk teslim olan, boyun eğen, zilletle ona bağlanan kimse olmakla emrolundum. Şekli nasıl olursa olsun Allah'a ortak koşmam da bana yasaklandı. İşte bu şirk türlerinden birisi de Yüce Allah'a yakınlaştırıcı bir yol olduğu iddiası ile put edinme esası üzerine kurulu cahiliye şirkidir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberine sözü geçen emir ve yasaklara muha­lefet edenlerin cezasını açıklamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer ben Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" Yani onlara de ki: Ben Rabbim olan Allah'a karşı gelip isyan edecek olursam, dehşet ve tehlikeleri çok büyük bir günün yani Yüce Allah'ın bütün insanları amelleri dolayısıyla oldukça sıkı bir hesaba tabi tutacağı ve lâyık oldukları şekilde onla­ra amellerinin karşılığını vereceği o kıyamet gününün azabının bana gelip ça­tacağından korkarım. O günde kimse kimseye bir şey yapamaz ve o gün emir Allah'ındır. Allah'ın peygamberine böyle bir uyarı ve korkutma yöneltildiğine göre, ya diğer insanların durumu nicedir?

O gün Allah'ın azabı kimden çevirilirse Allah o kimseye rahmet buyurmuş demektir ve bu kimse kurtulmuş olacaktır. İşte kendisinden daha büyük hiç bir kurtuluşun olmayacağı apaçık ve en üstün kurtuluş budur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete girdirilirse o kimse kurtulmuş olur." (Âl-i İmran, 3/185). Kurtuluş (fevz) ise zarar söz konusu ol­maksızın kârın elde edilmesi demektir. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler itikad esaslarını tespit etmektedir. Bunlar ise tevhid, öldükten sonra diriliş ile amellerin karşılığının görülmesi ve nübüvvettir. Bu deliller inkarcı müşriklere karşı delil getirmek üzere serdedilmiştir. Bunların ilki yaratıcının varlığını kabul etmelerini sağlamaktır. Esasen onlar, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmektedirler. İtiraf etmeseler dahi bu konuda onlara karşı gerekli deliller ortaya konulmuştur.

Göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah'a ait olduğu, her şeyi yaratanın O olduğu, gerek onların itiraflarıyla, gerekse onlara karşı delilin ortaya konul­masıyla sabit olduğuna göre; Yüce Allah dünya hayatında acilen bir ceza ile on­ları cezalandırmaya ve öldükten sonra diriltmeye de kadirdir.

Fakat Yüce Allah kendisi hakkında rahmeti yazmıştır. Yani kendinden bir lütuf ve kerem olmak üzere rahmetiyle muamele vaadinde bulunmuştur. Bu bakımdan akıllarını başlarına alıncaya kadar insanlara mühlet vermiştir. Bu da Yüce Allah'ın kendisinden yüz çevirip kaçanlara karşı tekrar kendisine geri dönmeleri için merhametli bir ifadesidir: O'nun kullarına çok merhametli oldu­ğunu, cezalandırmakta acele davranmadığını, kendisine dönüşü ve tevbe etme­lerini kabul edeceğini haber vermektir.

Kıyamet gününe kadar mühlet vermesi, kıyamet gününde itaat edenlerin mükâfatlandırılıp isyan edenlerin azaplandırılması için insanların bir araya toplanacaklarının bildirilmesi de onun rahmetindendir. Önceden yapılan bu uyarı ve korkutma da aynı şekilde Allah'ın kullarına olan rahmetinin bir tecel-lisidir. Çünkü insanlar hesaptan kurtuluşun olmadığını bilecek olurlarsa ken­dileri hakkında düşünüp amellerini ıslah eder, imanlarını tashih ederler.

Daha sonra Yüce Allah, aklın ve ilmin gerektirdiği sağlıklı ve doğru bir imanla Allah'ın dini ve şeriatı üzere dosdoğru yürümeyi ihmal etmek suretiyle kendilerini zarara sokanları yermektedir. İşte bunlar iman etmeyen, küfrü ter­cih ettikleri için mutlak zarara uğrayan kimselerdir.

Müşriklere karşı getirilen delillerden birisi de şudur: Kâinatta hareket et­sin etmesin her şey Allah'ındır. İbni Abbas der ki: "Gecenin ve gündüzün içinde sükûn bulan her şey onundur" ayet-i kerimesinin nazil oluş sebebi şudur: Mek­ke kâfirleri Resulullah (s.a.)'nm yanma gelip şöyle dediler: Biz biliyoruz ki, se­ni bu yaptıklarına iten tek şey, senin fakir ve muhtaç olmandır. O bakımdan bizler, aramızda en zengin kişi sen olacak şekilde, kendi mallarımızdan sana mal toplayalım. Böylelikle sen de içinde bulunduğun bu halden geri döner, vaz­geçersin. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu ve Yani Yüce Allah şöyle buyurdu: Onlara her şeyin Allah'a ait olduğunu bildir. O bakımdan o beni zen­gin etmeye kadirdir.

Hak olan mutlak ilâhın Allah olduğuna dair deliller ortada olduğuna göre her bir insan ona ibadet etmek, onu kendisine veli edinmek, faydalı olanı ger­çekleştirip zararlı olandan uzaklaşmak hususunda O'nun yardımını almalı, kendisini O'na teslim edip emirlerine itaatle uyup bağlanmalıdır. Çünkü rızık veren ve yediren O'dur. O herkesi rızıklandırandır. Kimse O'na rızık vermez. Aynı şekilde her bir insana, Allah'a eş ve ortak koşmak ve kendisiyle Allah ara­sında aracılar edinmek de yasaklanmıştır.

Her bir insan kıyamet gününde Allah'ın azabından korkmakla yükümlü­dür. Gerçekten o çok ağır bir azaptır. O gün o azaptan kim kurtulursa ilâhî rahmet ve inayet onu kuşatmış olur. İşte bir insan için düşünebilecek en büyük kurtuluş, en büyük başarı budur. Allah'ım beni, soyumdan gelenleri, annemi, babamı, aile halkımı ve hocalarımı bu kurtuluşa erenlerden kıl. [36]

 

Allah'ın Kudreti, Peygamber (S.A.)'in Doğruluğuna Şahitliği Ve Müşriklere Karşı Reddi

 

17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokun-

durursa... İşte O her şeye hakkıyla Kâdir'dir.

18-  O kulları üzerinde Kahir olandır. Hakîm'dir, Habîr'dir.

19-  De ki: "Hangi şey şehadetçe en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin ara­nızda Allah şahittir. Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu. Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik ede­ceksiniz?" De ki: "Ben şahitlik etmem." De -ki: "O ancak bir tek ilâhtır ve ben muhakkak ki sizin ortak koştukları­nızdan uzağım."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana bir zarar dokundurursa..." yani isabet ederse; nefsinde, bedeninde, ırzında veya malında meydana gelmiş, insanın hoşuna gitmeyen her şeye zarar denilir. Hastalık ve fakirlik de zarar kapsamındadır. Zarar akabinde, normalde acı ve keder gelir.

"Hayır" ise halihazırda ya da gelecekte açıkça görülen ve gerçek faydası bulunan her şey demektir. Akıl, ilim, adalet, eşitlik, hürriyet, sıhhat, zenginlik gibi. Şer de onun zıddıdır ve hiç bir şekilde faydası bulunmayan ya da zararı faydasından büyük olan şey demektir.

"Kahir" üstün olmakla birlikte hiç bir şeyin kendisini aciz bırakamadığı mutlak galip ve her şeye gücü yeten; "Hakim" ise yaratmasında sonsuz hikmet­ler bulunan ve sapasağlam hüküm koyandır. [37]

 

Nüzul Sebebi

 

"De ki: Hangi şey şahadetçe en büyüktür?" mealindeki 19. ayetin baş taraf­larının nüzulü ile ilgili olarak İbni İshâk ve İbni Cerir, İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet ederler[38]: en-Nahham b. Zeyd, Karnım b. KaTj ve Bahrî b. Ömer gelip şöyle dediler: Ya Muhammed, biz Allah ile birlikte başka bir ilâhın bulun­duğunu bilmiyoruz. Hz. Peygamber (s.a)şöyle buyurdu: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Ben bununla gönderildim ve buna çağırıyorum." Bunun üzerine Yüce Allah onların sözlerine karşılık "De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir..." ayetini indirdi.

el-Kelbî ise der ki: Mekke'nin ileri gelenleri, "Ey Muhammed! Bizler risa-let hususunda söylediklerinde seni herhangi bir kimsenin tasdik ettiğini gör­müyoruz. Andolsun biz senin hakkında Yahudilere de Hristiyanlara da sorduk, onlar kitaplarında seninle ilgili herhangi bir şekilde söz edilmediğini ve senin sıfatlarını bulmadıklarını ileri sürdüler. Haydi bizlere senin ileri sürdüğün gibi rasul olduğuna tanıklık edecek kimseleri göster" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Hasan-ı Basrî ve başkaları ise şöyle der: Müşrikler Resulullah (s.a.)'a "Se­nin Allah'ın rasulü olduğuna kim şahitlik edecek" deyince bu ayet-i kerime na­zil oldu. [39]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah şunu açıkladı: Kıyamet gü­nünde hesaba kadar insanlara mühlet vermek, azabın onlardan çevirilmesi ve ahiret nimetlerine nail olup kurtulmak, Allah'ın rahmetinin bir tecellisidir. Da­ha sonra Yüce Allah dünya hayatında hayır ve faydanın sağlanması, kötülüğün ve zararın bertaraf edilmesinin de rahmetin bir gereği olduğunu beyan etmek­tedir. Dünyada ise bir tek Allah'tan başka, herhangi bir kimsenin tasarruf hak­kına ve imkânına sahip olmadığını açıklamaktadır. [40]

 

Açıklaması

 

Şanı yüce Allah fayda ve zarar vermeye malik olanın kendisi olduğunu, yarattıklarında dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu, kimsenin O'nun hükmü­ne karşı çıkamayacağını, kimsenin O'nun verdiği hükmü geri çeviremeyeceğini haber vermektedir.

Şu anlamda buyuruyor ki: Ey insan! Acı, fakirlik, hastalık, keder ve buna benzer sana herhangi bir zarar ya da sıkıntı isabet edecek olursa, onu senden Yüce Allah'tan başka def edecek, giderecek kimse yoktur. Çünkü her şeye gücü yeten O'dur. Aynı şekilde sağlık, zenginlik, güç, kuvvet ve buna benzer herhan­gi bir hayra sahip olacak olursan bu da Allah'tandır. Çünkü O her şeye kemali ile kadirdir. Çünkü izzet, egemenlik ve azametin sahibi, gücü her şeye yeten ve her şeyin üstünde olan O'dur. Herkesin önünde itaatle boyun eğdiği, zorbaların dahi önünde zilletle alçaldığı, saygı ile itaat olunup bütün yaratıkların kanu­nuna, buyruklarına bağlandığı, her şeyi emir ve hükmü altına alan, bütün fiil­lerinde hikmeti sonsuz hakim ve eşyanın yer ve durumlarından bütün incelik­leriyle haberdar olan O'dur. O ancak hak edene, lâyık olana bağışlar, vermeyip engellemesi de hak iledir.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah insanlara herhangi bir rahmet açacak olursa, onu tutacak olmaz, tuttuğunu da O'ndan başka bıraktıracak olmaz." (Fâtır, 35/2)

Sahih hadiste belirtildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek kimse yoktur. Zenginin zen­ginliğinin de sana karşı hiç bir faydası olmaz."

Daha sonra Yüce Allah peygamberini şahitliklerin en büyüğü, en üstünü, en doğrusu ve sağlıklısı ile desteklemektedir. Bu ise Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.) ile müşrikler arasındaki şahitliğidir. Bu öyle bir şahitliktir ki Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu göstermekte, düşmanlarının da halini, duru­munu açığa çıkarmaktadır. O bu Rasulün getirdiğini ve ona neler söyledikleri­ni çok iyi bilendir. Bu konudaki ifadenin takdiri şöyledir: Şahitliği en geçerli olan şahit kimdir? Buyrukta "şey" kelimesinin şahit yerine kullanılması, genel­leştirmedeki mübalâğa dolayısıyladır. Bu sorunun cevabı da şudur: Şahitliği en geçerli olan Allah'tır. İşte O benim ve sizin aranızda şahitlik edecek olandır. Yahut da benimle sizin aranızda şahit Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a) ile onlar arasında şahitlik edecek olan Allah olduğuna göre, şahitliği en büyük ve geçerli olan işte Peygamberin lehine tanıklık etmektedir.

Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a, "Senin Allah'ın rasulü olduğuna dair le­hine kim şahitlik eder?" diyen müşriklere karşı kesin bir red ifade eder.

Daha sonra Yüce Allah Resulullah (s.a.)'ın görevini açıklamaktadır. Bu ise vahyi Allah'tan almak ve bütün insanlara tebliğ etmektir. Yüce Allah buyuru­yor ki: "Şu Kur'an bana .... vahyolundu." Yani ey Mekkeliler! Yüce Allah bu Kur'an-ı Kerim'i benim üzerime, onunla sizleri küfre sapmanız yahut isyan et­meniz halinde, Allah'ın azabı ile korkutayım, iman edip itaat ettiğiniz takdirde de cennetle müjdeleyeyim diye ve kendisine ulaştığı herkesi Arap olsun olma­sın aynı şekilde korkutmak ve müjdelemek üzere vahyolunmuştur. Bu Kur'an-ı Kerim kendisine ulaşan herkes için korkutucu ve uyarıcıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Artık güruhlardan herhangi biri onu inkâr ederse el­bette ona vaad olunan yer cehennem ateşidir." (Hûd, 11/17)

İbni Meydûne ve Ebu Nuaym, İbni Abbas'tan nıerfu olarak Hz. Peygambe­rin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bu Kur'an-ı Kerim kime ulaşırsa sanki onu ben ağızdan ağıza ona telkin etmişim, demektir." Sonra da: "Şu Kur'an bana, sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolun­du" buyruğunu okudu.

İbni Cerir de Muhammed b. Ka'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'an-ı Kerim her kime ulaşırsa ona Muhammed (s.a.) tebliğ etmiş demektir.

Abdürrezzak da Katâde'den Yüce Allah'ın "Onunla sizi ve her kime ulaşır­sa onları korkutmak için" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın emirlerini tebliğ ediniz. Her kime Al­lah'ın Kitabından bir ayet ulaşırsa ona Allah'ın emri ulaşmış demektir."

İbnü'l-Münzir, İbni Cerir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî, Muhammed b. KaTî el-Kurazzî'den şöyle dediğini rivayet ederler: "Her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa o kimse bizzat Resulullah (s.a.)'ı görmüş gibidir." Bu ifade aynı şekilde Said b. Cübeyr'den de nakledilmiştir.

Daha sonra Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a)'in, birden çok ilâhın varlığını kabul eden müşriklerden uzaklığını ilân etmektedir. Bu arada açıklanması ge­rekenin, şanı yüce Allah'ın birliğini ilân etmek olduğunu da şöylece beyan et­mektedir: "Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahit­lik edersiniz..." İnkâr ihtiva eden bu istifham, böyle bir şeyi uzak görme, azar­lama ve başa kakma anlamı taşımaktadır. Şüphesiz siz ey müşrikler, Allah ile birlikte başka ilâhların varlığını da kabul ediyorsunuz; ben ise sizin bu şahitli­ğiniz gibi şahitlikte bulunmuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer şahitlik edecek olurlarsa, sen onlarla birlikte şahitlik etme!" (En'âm, 6/150)

Ve açıkça şunu ilân ediyorum ki, mutlak ilâh bir ve tek olan, Aziz ve Celil Allah'tır. Ben sizin ortak koştuğunuz putlardan, heykellerden ve diğerlerinden uzak olduğumu ilân ediyorum. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kim bir şeye malik olursa, o şey üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip olur. Her kim bir şeyi meydana getirirse ondan kendisine fayda verecek menfa­atleri sağlamaya, gelebilecek zararları da önlemeye kadir olur. Allah göklerin, yerin ve onlarda bulunanların hepsinin malikidir, her şeyin yaratıcısıdır. O halde yarattıklarının faydalarını sağlamaya, yarattıklarına gelebilecek zarar­ları önlemeye gücü yeten yalnızca O'dur. Sen ey Muhammed ve varlık alemin­deki bütün insanlar! Eğer sana fakirlik veya hastalık gibi herhangi bir sıkıntı gelecek olursa, şunu bil ki O'ndan başka bu zararı kaldıracak ve onu önleyip bertaraf edecek kimse yoktur. Eğer sana afiyet, bolluk ve nimet isabet edecek olursa şüphesiz ki O, hayır ya da zarar türünden olsun her şeye tam anlamıyla güç yetirendir.

Allah aynı şekilde kulları üzerinde mutlak kahir, galip ve egemen olandır. Fakat O'nun bu kahr ve galebesi, bir hikmete dayalıdır ki bu da kullarının amellerini bütün incelikleriyle ve tam anlamıyla bilmesinin gereğidir.

Yüce Allah, tanıklık edecek her şeyden daha büyük ve daha doğrudur. O, rubu\nyetin yalnız kendisinin olduğuna dair gerçek şahitlik edendir. İnsanın içinde ve kâinatta O'nun birliğine dair gerekli bütün delil ve belgeleri ortaya koymuştur. O'nun birliğine dair belgeler şahitlik itibariyle en büyük delillerdir. O insan fıtratına, kişiyi kemal sıfatlarına sahip bir ve tek ilâha iman etmeye yöneltecek şeyleri yerleştirmiştir. Adaletli ve aklı başında olanlar da O'nun vahdaniyetine tanıklık ederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah kendisinden başka hiç bir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Me­lekler de ilim. sahipleri de (buna tanıklık ettiler); O'ndan başka hiç bir ilâh yok­tur. O mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Al-i İmran, 3/18). Yü­ce Allah aynı şekilde Rasulünün risaletinin doğruluğuna Kur'an-ı Kerim'de verdiği şu haberlerle de şahitlik etmiştir: "Muhammed Allah'ın rasulüdür." (Feth, 48/29); "Şüphesiz biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere hak ile gön­derdik.7' (Bakara, 2/119).

Yüce Allah aynı şekilde, en önemlileri İslâm'ın kıyamet gününe kadar ba­ki kalacak ebedî ve en büyük mucizesi olan Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu bir çok mucizeleri de destekleyerek şahitlikte bulunmuştur. Hz. Peygamber (s.a)'den önceki kitaplarda da buna şahitlik etmiş, ondan önce gelen peygam­berler onun geleceğini müjdelemiştir. Bu halen -tahrife rağmen- Yahudi ve Hristiyanlarm kitaplarında varlığını sürdürmektedir. İşte delillerle destekle­nen bütün bu tanıklıklar Muhammed'in risaleti tebliğ ettiğine, emaneti gere­ğince yerine getirdiğine, doğru söylediğine, ümmete samimiyetle öğüt verdiğine ve Allah'ın tanıklık ettiğine, ayrıca Yüce Allah'ın vahdaniyetinin ve bütün eş ve ortaklardan uzaklığının ispatlandığı hususuna da tanıklık etmektedir.

Peygamber (s.a.) Kur'an ve sünneti tebliğ etmekle emrolunmuştur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, rabbinden sana indirileni teb­liğ et." (Mâide, 5/67). Buharî'nin Sahih'inde de Abdullah b. Amadan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Benden bir ayet-i kerime dahi olsa tebliğ ediniz." Mukâtil de şöyle demektedir: "Cinlerden veya insanlardan olsun her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa işte o, o kimse için bir nezir (azap ile korku­tup uyaran)dir."

Kur'an-ı Kerim ile uyarıcı peygambere vahyolunanlar arasında şu da var­dır: Tevhidi kabul etmek yerine getirilmesi gereken bir hak görevdir. Şirki ka­bul etmek ise batıldır ve reddolunmuştur.

Kur'an-ı Kerim'in şirke ve müşriklere karşı yaptığı hamleler oldukça şid­detlidir. Onları azarlamakta, hatalarını başlarına vurmakta ve bu ayet-i keri­mede ve başka ayetlerde, Allah'a şirk koşarak başka bir takım ilâhlar edinme­lerini reddetmektedir. Faraza onlar Peygamberden şirk koştuklarına tanıklık etmesini isteyecek olsalar, Peygamber (s.a.) onlara tanıklık etmeyecektir. Şir­kin batıl olduğu sabit olduğuna göre artık Allah'ın vahdaniyetini mutlak suret­te kabul etmek gerekir. İşte peygamberin ve müminlerin söyledikleri de Al­lah'ın birliğini kabul edip şirkten uzak durmaktır.

Yüce Allah'ın, "De ki: Ben şehadet etmem..." ayetindeki ifadeler tevhidin farz oluşunu göstermekte ve şirkten uzak durmayı üç bakımdan öngörmekte­dir:

Evvelâ, Yüce Allah'ın, "De ki ben şehadet etmem." buyruğu, "Ben sizin sö­zünü ettiğiniz şekilde Allah'a ortak koşmaya dair tanıklık etmem" demektir.

İkincisi, Yüce Allah'ın, "De ki: O ancak tek bir ilâhtır" buyruğundaki "an­cak" hasr ifade eder. Bir tek (vâhid) ise gayet açık bir şekilde tevhidi ifade et­mekte ve ortaklan reddetmektedir.

Üçüncüsü ise, Yüce Allah, "Ben muhakkak ki sizin ortak koştuklarınızdan uzağım" buyruğunda kendisine şirk koşulmaktan uzak bulunduğunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.[42]

 

Kitap Ehli'nin Peygamber (S.A.)'i Tanımaları, Allah'a İftira Etmeleri Ve Ahirette Müşriklerin Şirkten Uzaklaşmaları

 

20- Kendilerine Kitab'ı verdiğimiz kim­seler onu kendi öz oğullarını tanıdıkla­rı gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğ­ratanlar ise iman etmezler.

21- Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile O'nun ayetlerini yalanla­yanlardan daha zalim kim olur? Ger­çek şu ki, zalimler iflah olmazlar.

22-  Onları hep birden toplayacağımız gün şirk koşanlara "İddia ettiğiniz or­taklarınız nerede?" deriz.

23- Bundan sonra fitneleri "Rabbiniz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" demelerinden başka olmadı.

24- Bak, bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler. İftira ettikleri de ön­lerinden kaybolup gitti.

 

İ'râb:

 

"Daha zalim kim olur?" Bu soru ifadesi azar ve reddi ihtiva etmektedir. Yani Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenden daha zalim hiç bir kimse ola­maz demektir. [43]

 

Belagat:

 

"Kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi." Bu buyrukta mücmel-mürsel teşbih diye bilinen benzetme çeşidi vardır.

"İddia ettiğiniz", ifadesinde ise harf ile îcâz vardır. Yani, kendilerinin Al­lah'a ortak olduklarını iddia ettiğiniz...

"Bak, bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler!" Onların alışılmadık yalanlarının hayret edilecek bir şey olduğu ifade edilmektedir. [44]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O'nu" yani Muhammed'in kendi kitaplarındaki sıfatlarını "tanırlar", bilir­ler "Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile", Allah'a ortak koşmak suretiyle; "O'nun ayetlerini yalanlayanlardan" Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanlardan "daha zalim kim olur1?" Yani hiç kimse olamaz. "Şirk koşanlara..." azarlamak üzere "iddia ettiğiniz", Allah'a ortak olduklarını ileri sürdüğünüz "ortaklarınız nerede?" deriz.

"Bundan sonra fitneleri" yani küfür ve inkârları. Burada kastedilen mana ise şudur: Bundan sonra ömürleri boyunca terk etmedikleri, uğrunda savaştık­ları ve kendisiyle övündükleri küfürlerinin akibetleri... "... biz müşriklerden olmadık" demelerinden başka bir şey olmadı. Maksadın şöyle olması da müm­kündür: Sonra onların cevapları ile ileri sürdükleri mazeret. "... biz müşrikler­den olmadık" demelerinden başka bir şey olmadı. Burada ona "fitne" denilmesi­nin sebebi, yalan oluşundan dolayıdır.

Şirk koşmadıklarını ileri sürmek suretiyle "Bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler?"

"İftira ettikleri" yani Allah'a karşı ortak olduklarını iftira ederek söyledik­leri, "önlerinden kaybolup gitti." görünmez oldu. İftira ve uydurma yoluyla on­ların uluhiyetlerini ve şefaatlerini iddia ediyorlardı. [45]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimeler, müşrikler tarafından Yahudi ve Hristi-yanlara Muhammed (s.a.)'in niteliklerine dair yöneltilmiş bir soru sebebiyle irad edilmişti. Yahudi ve Hristiyanlar Tevrat ve İncil'in Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine delâlet ettiğini kabul etmemişlerdi. Şanı yüce Allah bundan önceki buyruklarının, Hz. Muhammed' (s.a)in peygamberliğinin doğruluğuna dair tanıklığının bu hususta yeterli olduğunu, onun ispat ve gerçekliğinin orta­ya konulması için kâfi geldiğini beyan etmişti. Daha sonra bu ayet-i kerimede, "Biz Muhammed'i tanımıyoruz" derken yalan söylediklerini açıkladı. Çünkü onlar bizzat kendi öz evlatlarını bildikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.)'in pey­gamberlik ve risaletini bilmektedirler. Zira rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) Medine'ye vardıktan sonra, Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demişti: Allah peygamberine bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. Peki, bunu tanımak nasıl oluyor? Abdullah b. Selâm şöyle demişti: Ey Ömer, andolsun ki ben onu aranız­da görünce kendi oğlumu tanıdığım gibi tanıdım. Hatta ben Muhammed'i ken­di öz oğlumdan bile ileri derecede tanıyorum. Çünkü ben kadınların neler yap­tıklarını bilemem. Şahitlik ederim ki o, Allah tarafından hak olarak gönderil­miş peygamberdir.[46]

 

Açıklaması

 

Geçmişte kendilerine kitap verdiğimiz kimseler olan Yahudiler ve Hristi­yanlar, Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu, onun peygamberlerin sonun­cusu olduğunu kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu tanımalarına sebep ise ellerinde bulunan daha önceki peygamber ve rasullerden kendilerine ulaşmış haber ve bilgilerdir. Ellerindeki kitaplarda Hz. Pygamberin bütün sı­fatları açıkça belirtilmiştir. Gerçekten bütün peygamberler Muhammed (s.a.)'in geleceğini, niteliklerini, sıfatlarını, beldesini, hicret edeceği yeri, ümmetinin ni­teliklerini belirterek müjdelemişlerdir. Bu ise Mekke halkına karşı, Kitap Ehli'nin onu bilip peygamberliğinin doğruluğunu tanıdıklarına dair bir tanık göstermedir.

Bundan dolayı onun peygamberliğini inkâr etmelerine sebep Yüce Allah'ın da buyurduğu şekilde, "Nefislerini hüsrana uğratanlar ise..." yani Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmelerinin sebebi kendilerini hüsrana uğrat­malarıdır. Tıpkı müşriklerin, peygamberliğine dair kesin delillerin ortaya ko­nulmasından sonra da inkâr etmeleri gibi. Her iki kesim de aklın, bilginin ge­rektirdiğini ihmal ettiler. Müşriklerle Yahudi ve Hristiyanlarm ilim adamları kendi kavimleri arasındaki konumlarını korumayı, sahip oldukları şeylere ta-asupla bağlanmayı, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları ümmî pey­gamber ve rasulün peygamberliğine iman etmeye tercih ettiler. Çünkü İslam'a girselerdi, liderliklerini kaybedecekler, diğer Müslümanlarla eşit olacaklardı.

İşte bu şekilde kendilerini zarara uğratan inkarcı müşrikler ve Kitap Ehli'nden olanların bu durumlarının sebebi, önemsiz, dünyevî bir takım nasip­lere bağlanmış olmaları, iradelerinin zayıflığı, önceki peygamberlerin haberle­rini ihmal etmeleridir. İşte Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman etme­yenler onlardır, birbirine zıt iki hususu bir arada kendilerinde bulunduranlar da onlardır. Herhangi bir delil olmaksızın Allah'a karşı yalan uydurdukları gi­bi, sahih ve doğru belge ve delillerle sabit olan şeyleri de yalanladılar. Çünkü bir taraftan, "Eğer Allah dilese idi biz de atalarımız da ortak koşmazdık" der­sen; bir taraftan da "Bize bunu Allah emretti" diyorlar. Diğer taraftan, "Melek­ler Allah'ın kızlarıdır, bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir" deyip ba-hireleri, şaibeleri haram kılmayı ona nispet ettiler, arkasından kalkıp Kur"an-ı Serim ve mucizeleri yalanlayıp bunlara büyü adını verdiler ve Allah'ın rasulü--e iman etmediler.

İşte bu, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmenin, kişinin bizzat kendisini zarara sokmak olduğunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah, kendisine karşı yalan uydurup iftira etmenin nefse karşı zulüm olduğunu be­lirtmektedir: "Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile...", yani Allah'a karşı yalan uydurarak Allah'ın kendisini peygamber olarak göndermediği hal-âc Allah tarafından peygamber gönderildiğini iddia edenden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Aynı şekilde Allah'ın ayetlerini, belgelerini ve tartışılmaz delille­rini ve bunların ifade ettikleri manaları yalanlayandan daha zalim hiç bir kim­se yoktur. Allah'ın çocuğu veya ortağı olduğunu iddia edenden de daha zalim hiç kimse olamaz.

Dikkat edilecek olursa müşrikler, hem Allah'a yalan uydurup iftirada bu­lunmuşlar, hem tevhidi ve peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini is-zatlayan Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardır.

Zulmün akibeti ise felah bulmamaktır. İftira eden de yalanlayan da iflah olmaz. Onlardan herhangi birisi veya her ikisi de umduğunu elde edemez. On­ların kıyamet günü amellerin karşılığının görüleceği hesap gününde zalim ol­dukları ortaya çıkacaktır.

Daha ileri derecede kınanmaları ve daha çok azarlanmaları için kıyamet gününde iftirada bulunan müşriklere azarlanma, başa kakma ve inkâr üslûbu ile Yüce Allah'ın buyurduğu gibi şöyle soru sorulacaktır: "Onları hep birden toplayacağımız gün... ortaklarınız nerede? deriz."'Yani ey Muhammed! İster pu­ta tapıcılar olsun, ister Kitap Ehli olsun, bütün müşrikleri ve gerek kendisine gerekse başkasına zulmedenleri hep birlikte toplayacağımız ve sonra da -zu­lüm itibariyle insanlar arasında en ileri derecede olan- müşriklere şöyle diyece­ğimiz günü hatırla: Allah'tan başka ibadet olunan ve dünyada iken velileriniz ve yardımcılarınız olduğunu iddia ettiğiniz, sizi Allah'a yaklaştıracaklarını ve Allah nezdinde size şefaatçi olacaklarını ileri sürdüğünüz putlar, O'na koştuğu­nuz eşler, ortaklar nerede? Hani onlar, sizinle birlikte görünmemektedir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onları çağırıp "İddia ettiğiniz or­taklarım hani nerede?" diye soracaktır. (Kasas, 28/62); "İçinizde kendileri ger­çekten ortaklar olduğunu boş yere ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz, onlarla aranız kesilmiştir. Zannettiğiniz şeyler ise önünüz­den kaybolup gitmiştir." (En'âm, 6/94)

Fakat bu soru karşısında şaşırıp kalacaklar, ikna edici bir cevap bulama­yacaklardır. O bakımdan hemen şirk koştuklarını inkâra yelteneceklerdir: "Bundan sonra fitneleri .... biz müşriklerden olmadık demelerinden başka ol­madı." Yani şirk ya da küfürlerinin akibetleri yahut -Taberî'nin de daha doğru kabul ettiği- onların delilleri ya da bizim onları sınayacağımız vakit söyleye­cekleri sözleri, ancak ve ancak geçmişte Alah'a şirk koştuklarından ötürü bir mazeret olmak üzere kıyamet gününde Allah'a yemin ederek, "biz müşrik de­ğildik" demelerinden başka bir şey olmayacaktır. Burada Zamahşerî'nin de söz konusu ettiği şu soru sorulabilir: İşlerin gerçek mahiyetine muttali olacakları ve yalan ve inkârın fayda sağlamayacağını bildikleri vakit, yalanlamaları nasıl uygun düşebilir? Daha sonra bu soruya şöyle cevap vermektedir: İmtihan olu­nan, şaşkınlık ve dehşetinden dolayı aralarında bir ayırım gözetmeksizin ken­disine fayda verecek şeyleri de vermeyecek şeyleri de söyler. İşte bu da ona benzer bir durumdur. Onlar cehennemde azap edilecekleri vakit şöyle diyecek­lerdir: Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine) şirke dönersek, şüphesiz biz zalimleriz. Onlar ebedî kalacaklarına kesin olarak inanmakla ve bu konuda hiç bir şüpheleri bulunmamakla birlikte böyle diyeceklerdir.

Fakat onların bu şekilde red ve inkârları mahşerin bazı yerlerinde söz ko­nusu olacaktır. Bu vakit bunun kendilerine fayda vereceği vehmiyle inkârda bulunacaklardır. Başka bir konumda ise şirk koştuklarını da itiraf edecekler­dir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında bu şöyle ifade edilmiştir: "Diyecekler ki: Rabbimiz ,işte bunlar seni bırakıp kendilerine ibadet ettiğimiz ortaklarımız..." (Nahl, 16/86); "Ve Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir" (Nisa, 4/42)

İbni Abbas, kendisine bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir." buyruğu hakkında soruldu da şu cevabı verdi: "Yüce Allah'ın "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" buyruğu şu demektir: Onlar bu sözlerini cennete Müslümanlardan başkasının girmeye­ceğini görecekleri vakit birbirlerine "Gelin bakalım, inkâra sapalım" ve "Rabbi­miz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." diyecekler. Allah bu sefer onların ağızlarına mühür vuracak, arkasından el ve ayaklan konuşarak, "Al­lah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir." (Nisa, 4/42). Yani gerçekte onlar kendi gerçek durumlarını itiraf edeceklerdir. Nasıl cevap vereceklerini şaşıracakları vakit ise şirk koştuklarını inkâr edecekler. Kimi zaman yalan söyleyecek, kimi zaman doğru söyleyeceklerdir. "Ve Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir. Bütün bunlar dehşet ve şaşkınlıktan dolayı olacaktır."

İbni Abbas'ın tefsirine göre buradaki "fitne"nin tevili dünyadaki şirktir. Fakat bir muzaf takdiri ile -ki bu 'akibet' kelimesidir- anlamı şöyle olur: Yani şirk, sonunda arzu edilen durumun tam zıddına ulaştırmıştır ki, o da şirkten uzaklaşma ve mihnet zamanında sahibini terk edip bırakmasıdır.

Gerçeklerle yüz yüze kalmak ve insanın yalanının yüzüne vurulması ne kadar zordur! Bu ne kadar büyük bir utanç, ne kadar büyük bir rezilliktir! İşte Yüce Allah'ın buyurduğu da budur: "Bak! Bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler..." Yani onların şirki inkâr etmek ve böyle bir şeyin kendilerinden sa­dır olmadığına dair yalan yere yemin etmek suretiyle açık ve seçik bir şekilde yalan söylemeleri ne kadar hayret edilecek bir iştir, bir düşün!

"İftira ettikleri de önlerinden kaybolup gitti." Hem şuna da bir bak ki iftira edip durdukları ve şirk koştukları nesneler, nasıl onları bırakıp yanlarından uzaklaşmış oldular! Öyle ki kendilerinden böyle bir şeyin sadır olmadığını red­detmekte acele edeceklerdir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğu­dur: "Sonra onlara Allah'tan başka ortak koştuklarınız nerede denilecek, onlar, "Önümüzden kaybolup gittiler" diyeceklerdir." (Mü'min, 40/73-74) [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler, kâfirlerin konumlarını ya da karşılaşacakları sahne­lerden iki tanesini ihtiva etmektedir:

Birinci Sahne: Kitap Ehli olan Yahudiler ve Hristiyanlar Peygamber Mu-hammed (s.a.)'in sıfatlarını, peygamberliğinin doğruluğunu ve söylediklerinin gerçekliğini, risaletinin hak olduğunu bilmektedirler; fakat onlar inatlaşan bir topluluktur. O bakımdan kendilerini de hüsrana uğrattılar ve gerçek menfaat­lerini elden kaçırdılar.

İkinci Sahne: Bunlar da putlara tapan müşriklerdir. Hz. İsa'yı ilâh yahut da Allah'ın oğlu edinenler de bunlar arasındadır. Bunlar zalimler topluluğudur. Çünkü Yüce Allah'a olmadık bir şeyi nispet ederek yalan söyleyip iftira etmiş­lerdir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine delâlet eden mucize ve belgeleri yalanlamışlardır. Bütün müşrikler, Kitap Ehli ve münafıklar kıyamet gününde bir araya getirilecek ve onlara yaptıklarını reddedici ve azarlayıcı bir üslûpla açıklamak için değil, rezil edilmeleri için Allah'a koştuk­ları ortaklar ve Allah nezdinde kendilerine şafaatçı olacaklarını ileri sürdükle­ri ilâhlar hakkında soru sorulacaktır. Onların söyleyecekleri söz yahut göstere­cekleri mazeret ya da delil veya şirklerinin akibeti şirkten uzak olduklarını ile­ri sürmekten başka bir şey olmayacaktır. Bu ise söylenecek yalanın en ileri de­recesidir. Çünkü hem kendilerini saptırmış, hem de putların kendilerini Al­lah'a yakınlaştıracağını ileri sürmüşlerdi. Münafıklar da batıl mazeretleriyle yalan söylemiş olacaklardır. Bu uydurma ilâhların ve kendilerine şefaat edece­ğini zannettikleri bütün hususların da yalan olduğu ortaya çıkacaktır. [48]

 

Müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'e Karşı Takındıkları İnatçı Tavırları

 

25- Onlardan bazıları sana kulak verir, dinlerler. Halbuki biz onu anlayama­maları için kalplerine örtüler gerdik, kulaklarına ağırlık koyduk. Onlar her ayeti görseler yine de ona iman etmez­ler. Hatta sana gelseler, seninle müca­dele ederler. O kâfirler: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.

26- Onlar hem başkalarını ondan alıko-yar, hem de kendileri ondan uzaklaşır­lar. Onlar kendilerinden başkasını he­lak etmiyorlar, ama farketmiyorlar.

 

I'râb:

 

"Onu anlayamamaları için" ifadesinin takdiri, onu anlamalarından hoşla-mlmadığı için şeklindedir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Bunun takdirinin (me­alde de yapıldığı gibi) onu anlayamamaları için, şeklinde olduğu da söylenmiş­tir. [49]

 

Belagat:

 

"Kulaklarına ağırlık koyduk." Burada kalpler için perdeler, kulaklar için de ağırlıklar tabiri kullanılmıştır. Bu onların Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirme­lerini istiare yoluyla, temsilî olarak anlatmaktadır.

"O kâfirler...derler" buyruğunda zamir yerine açıkça "kâfirler"in kullanıl­ması, onlar hakkında küfrün tescil edilmesi içindir.

"Alıkoyarlar, ondan uzaklaşırlar." Bu kelimelerde eksik cinas vardır. [50]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlardan bazıları" sen Kur"an okuduğun zaman "sana kulak verir, dinler­ler. Halbuki biz onu anlayamamaları için" yani Kur'an-ı Kerim'i anlayamasın-lar diye "... kulaklarına ağırlık", sağırlık ve ağır işitme özelliği "koyduk." Böyle-Ikle, kabul edebilecek şekilde Kur"an'ı dinlemezler. "Her ayeti" peygamberin ijçruluğuna delâlet eden her bir alâmet "görseler yine de O'na iman etmezler."

"....seninle mücadele ederler" seninle tartışır, anlaşmazlık çıkartırlar. "Bu" Kur'an-ı Kerim, "eskilerin masallarından" yalan ve hurafelerinden "başka bir şey değildir, derler."

"Onlar hem ondan alıkoyar", insanların peygambere uymalarını engeller, "hem de kendileri ondan" yüz çevirerek "uzaklaşırlar", ona iman etmezler. "On­lar kendilerinden başkasını helak etmiyorlar." Bu şekilde ondan uzaklaşmak suretiyle yalnız kendilerini helak ederler. Çünkü böylesinin zararı yalnızca kendilerinedir. [51]

 

Nüzul Sebebi

 

25. ayet-i kerime olan "Onlardan bazıları sana kulak verir, dinlerler..." em­rinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas der ki: Ebu Süfyân b. Harb, Velîd b. Mugîre, en-Nadr b. Haris, Rabîa'nın iki oğlu Ukbe ve Şeybe ile Ümeyye ile Übeyy b. Halef Resulullah (s.a.)'ın Kur'an okumasını dinlediler. en-Nadr"a, Ku-teyle'nin babası Muhammed ne diyor? diye sordular. O da şöyle dedi: Şu Ka­be'yi kendi evi kılan yüce Allah hakkı için yemin ederim, ne söylediğini bilmi­yorum. Sadece onun dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söylediğini gördüm. Her­halde benim daha önce size anlattığım geçmiş kavimlerin eski masallarından başka bir şey söylediği yok. en-Nadr Kureyş'e geçmiş kavimlerin hikâyelerini çokça anlatır, onlar da onun bu anlattıklarından hoşlanırlardı. İşte bunun üze­rine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

"Onları hem ondan alıkoyar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar..." me­alindeki 26. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da Hâkim ve başkaları İb­ni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime Ebu Talib hakkın­da inmiştir. O müşriklerin Resulullah (s.a.)'a eziyet vermelerini engelliyor, di­ğer taraftan onun getirdiklerinden de uzak duruyordu.

İbni Ebi Hatim de Said b. Ebi Hilâl'den şöyle dediğini rivayet eder: Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'ın amcaları hakkında nazil olmuştur. Onlar on kişi idi­ler. Herkesin önünde, bütün insanların arasında en ileri derecede Hz. Muham­med (s.a.)'le birlikte olduklarını gösteriyorlar, içten içe ise herkesten daha çok ona karşı idiler.

Mukâtil, Hâkim'in rivayetini söz konusu ettikten sonra der ki: Çünkü Mu­hammed (s.a.), Ebu Talib'in yanında bulunuyor, onu İslâm'a davet ediyordu. Kureyşliler Resulullah (s.a.)'ın isteğine karşılık vermek üzere Ebu Talib'in ya­nında toplanıp bir araya geldikleri sırada, Ebu Talib şu beyitleri okumuştu:

"Allah'a yemin ederim, bütün kalabalıklarıyla da gelseler sana ulaşamaz­lar.

Ta ki toprağın altına gömülüp yatırılmadığım sürece.

Sen emrolunduğunu açıkça söyle. Senin için bir eksiklik olmayacaktır.

Müjdeler olsun sana ve böylelikle gözlerin aydın olsun!

Sen bir din sundun ki hiç şüphesiz o

Yaratılmışlar arasındaki en hayırlı bir dindir.

Eğer kınanmaktan yahut da sövülmekten korkmasaydım

Benim de bunu hoş gönülle kabul ettiğimi, açıkça sana bağlandığımı göre­cektin."

Bunun üzerine Yüce Allah: "Onlar hem ondan alıkoy ar...hem de kendileri ondan uzaklaşırlar." ayetini indirdi.[52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah ahirette kâfirlerin durumlarını ve içinde bulunacakları ızdı-raplan, tutarsızlıkları, kimi zaman şirk koştuklarını inkâr edip, kimi zaman kabul edeceklerini açıkladıktan sonra, burada da onlardan kimisinin iman ede­ceklerinden ümit kesilmesini gerektirecek buyrukları kaydetmektedir. [53]

 

Açıklaması

 

Şu kâfirlerden öyle bir kesim var ki senin Kurban okumanı dinlemek üzere gelir. Halbuki bu dinlemenin kendilerine hiç bir faydası olmuyor. Onlar da bun­dan bir türlü yararlanamıyorlar. Çünkü bizler Kur'an-ı Kerim'i anlamasınlar di­ye kalpleri üzerine perdeler gerdik, kulaklarında da kendilerine faydalı olacak dinlemelerini engelleyecek şekilde bir ağırlık ya da sağırlık özelliği koyduk. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırış-madan başka bir şey duymayanlara haykıranların haline benzer..." (Bakara, 2/171). Yani onların Kur'an-ı Kerim'i kavrayıp kabul etmelerinin anlamları üze­rinde gereği gibi düşünmelerinin önüne bir takım engellerin konulması, dinle­yip işittikleri üzerinde dikkat ve ibretle -hak ile batılı birbirinden ayırd etmek için- eğilmelerini önlemek üzere almış oldukları karar ve plânlamadan doğan kör taklit ve yüz çevirmeleri dolayısıyladır. İşte ayetin "Onlar her ayeti görseler yine de ona iman etmezler" buyruğu ile ifade edilen budur. Yani onlar istedikleri kadar ayetler, deliller, apaçık belgeler ve tartışılmaz susturucu belge görseler dahi, yine de onlara iman etmezler. Çünkü onların ne anlayıp kavramaları ne de insafları vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi onlara elbette işittirirdi. İşittirmiş olsaydı dahi elbette yüz çevirerek gerisin geri dönerlerdi." (Enfâl, 8/23). Nihayet onlar senin yanına geldiklerinde hakkı ve senin davanı tartışır, seninle mücadele eder ve şöyle der­ler: Senin bu getirdiklerin ancak geçmişlerin kitaplarından alınmış, onlardan nakledilmiştir. Senin bu getirdiğin olsa olsa halkın zihnini meşgul eden, onların kafasını kurcalayan saçma, hurafe ve efsanevî hikâyelerden bir çeşit olabilir.

Onlar Resulullah (s.a.)'ı yalanlamakla birlikte insanların da hakka uyup Hz. Peygamberi tasdik etmelerini, Kur'an-ı Kerim'e itaat etmelerini engeller, ondan insanları uzaklaştırırlar. Böylelikle onlar iki çirkin işi bir arada yapar ve kendileri yararlanmadıkları gibi kimsenin de yararlanmasına fırsat vermezler.

Ya da ayet-i kerime Ebu Talib hakkında nazil olmuş olabilir. O bir taraftan insanların Resulullah (s.a.)'a zarar vermelerini, eziyet vermelerini onun ya da öldürülmesini engelliyor, diğer taraftan kendisi ondan uzak duruyordu.

Bunun akibeti ise şudur: Onlar bu işi yapmakla ancak kendilerini helak ederler. Böyle bir işin vebali kendi boyunlarındadır. Ama onlar bunun farkında değildirler. Hatta onlar Resulullah (s.a.)'a zarar verdiklerini sanırlar. Oysa yü­ce Allah bu inkarcıları ve düşmanları helak etmiştir. Ya Bedir ve benzeri savaş meydanlarında yahut da özel bir takım belâ ve intikamıyla. Üstelik bunun ar­dından ahirette de helak edileceklerdir. Bu da Kur"an-ı Kerim'in mucizelerin-dendir ve onun gayba dair verdiği haberler arasındadır. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler, üzerinde dikkatle durmayı gerektiren oldukça ibret dolu ve beliğ öğütlerdir. Çünkü bir insanın gerçekleri görmesinin engellenmesi ve onun sapıklıkların dalgaları arasında çalkalanır halde hevâ ve hevesleri pe­şinde serserice dolaşacak şekilde bırakılması kadar zor ve kötü bir olay yoktur.

Bir takım kâfirler, hem zeki hem de kavimleri arasında ileri gelir kimse­lerdir. Kur'an-ı Kerim'i dinliyor ve anlıyorlar, fakat dinleyip işittiklerinden ya­rarlanmadıkları, hakka itaatle boyun eğmedikleri için anlamayanların konu­munda kalıyorlardı.

Yüce Allah onların herhangi bir delile dayalı olmaksızın inatlaşmalarını ve ayet ve belgeleri reddetmelerini haber vermektedir. Çünkü onlar meselâ, gökte ayın ikiye yarılmış olduğunu gördüklerinde, "Bu bir büyüdür" demişler­di. Kur'an-ı Kerim'in onların bütün söz, sanat ve bilgilerinden belâgatıyla daha ilerde bir mucize olduğunu gördükleri vakit de, "Bu öncekilerin masallarıdır, efsaneleridir" demişlerdi.

Kâfirlerin konumu çirkinliğin, garabetin ve bayağılığın bütün çeşitlerini bir arada bulundurmaktadır. Yüce Allah'ın, "Onlar hem ondan alıkoyar, hem de ken­dileri ondan uzaklaşırlar" buyruğu bütün kâfirler hakkında genel bir hükümdür. Onlar Muhammed (s.a.)'e uymayı engelliyor, kendileri de ondan uzaklaşıyorlar. Bizzat kendileri yüz çevirmekle yetinmiyorlar, ayrıca insanları da İslâm davası­nı kabul etmekten alıkoyup engelliyorlar. Onlar böyle yapmakla engelledikleri kimselerin günahlarını da taşımak suretiyle ancak kendilerini helak ediyorlar.

Ebu Talib'in konumuna gelince: Onun ne olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konudaki meşhur rivayet ise Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den riva­yet edildiği üzere şöyledir: Resulullah (s.a.) amcasına hitaben "Lâ ilahe illallah de. Bunu söylediğine dair kıyamet gününde lehine şahitlik edeyim" demişti. O da şöylecevap vermişti: Eğer Kureyş beni ayıplayıp "Korku ve dehşet ona bu sözü söyletmeye yetti" demeyecek olsaydı hiç şüphesiz bu sözü söyleyerek senin gözünün aydın olmasını sağlardım. Bunun üzerine Yüce Allah "Şüphesiz ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin fakat Allah dilediğini hidayete erdirir." (Kasas, 28/56) buyruğunu indirdi. [55]

 

Müşriklerin Cehennem Karşısındaki Konumları Veya Nasıl Helak Edilecekleri

 

27- Ateşin karşısında durdurulup da: "Ne olurdu geri döndürülsek de Rabbi-mizin ayetlerini yalanlamasak, mü­minlerden olsak?" diyecekleri vakit (onları) bir görsen!

28- Bilakis evvelce gizledikleri şeyler kendilerine açıkça gösterilecektir. Eğer geri döndürülürlerse elbette alıkonduklarına yine geri dönerler. Çün­kü onlar şüphesiz yalancıdırlar.

29-  Onlar "Bu, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Bir daha dirilti­lecek de değiliz" dediler.

 

İ’rab:

 

"Geri döndürülsek de... yalanlamasak" buyruğunun takdiri şöyle olabilir: Keşke biz dünyaya geri döndürülsek ve Allah'ı yalanlamayarak müminlerden olsak. Bunların hepsi kıyamet gününde kâfirlerin yapacakları temenniler ola­rak da anlaşılabilir. Yani dünyaya yeniden getirilmeyi, yalanlayanlardan olma­mayı ve müminlerden olmayı temenni edeceklerdir. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ateşin karşısında durdurulup" yani ateşe arz olunup; "evvelce gizledikleri şeyler kendilerine açıkça gösterilecektir." yani, müşriklerin, "Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz müşriklerden değiliz" şeklindeki sözlerinin organlarının şa­hitliği ile yalan olduğu ortaya çıkacaktıı.

"Elbette alıkonduklarına" yani şirke "yine geri dönerler. Çünkü onlar şüp­hesiz yalancıdırlar" iman edeceklerine dair bulundukları vaadde doğru sözlü değillerdir!

"Onlar" öldükten sonra dirilişi inkâr edenler "bir daha diriltilecek de deği­liz," öldükten sonra kıyamet günü için hasredilecek de biz değiliz "dediler." [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şam yüce Allah, Resulullah (s.a.)'a itaat etmeyip başkalarını da engelle­yen kimselerin kendilerini helak edecek olan bu özelliklerini söz konusu edip durumlarını açıkladıktan sonra, bu ayet-i kerime ile de onların nasıl helak ola­caklarını, salih ameller işlemek üzere dünyaya dönmek için bir takım temenni­lerde bulunacaklarını açıklamaktadır. Fakat Yüce Allah onların bu söyledikleri sözlerin yalan olduğunu belirtmektedir. [58]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, kâfirlerin kıyamet gününde durumlarını açıkça görüp cehen­nemi tanıyarak dehşetli ve korkulu hallerine tanık olacaklarını söz konusu et­mektedir. Ey bu buyrukları dinleyen kişi, sen onların melekler tarafından ce­hennem azabına arz olunacakları, sonra da oraya girip onun dehşetini görecek­leri vakit kapılacakları korku ve dehşeti bir görsen! Pişman olacaklar ve şu sözleriyle dünyaya döndürülmeyi temenni edeceklerdir: "Ne olurdu geri döndü-rülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." Yani keşke dünya hayatına bir döndürülsek, Allah'ın ayetlerini, O'nun birliğine, peygamberlerinin doğru­luğuna delâlet eden belgelerini yalanlamasak, Allah'a, ahiret gününe, melekle­rine, kitaplarına, peygamberlerine iman etsek, günahlarımızdan tevbe edip Yüce Allah'ı razı edecek salih ameller işlesek!

Ancak Yüce Allah "bilakis" ifadesi ile onların bu temennilerinin dikkate alınmayacağını, böyle bir isteğin yerine getirilmeyeceğini belirtmekte, iman is­teklerinin doğru bir istek olmadığını açıklamaktadır. Onlar yeniden dünyaya döndürülecek olsalar dahi durumlarında bir değişiklik olmayacaktır. İçlerinde gizlemiş oldukları küfür, inatlaşma ve yalanlama kıyamet günü kendileri tara­fından da açıkça görülecektir. Her ne kadar onlar dünyada ve ahirette küfürle­rini inkâr etseler de durum aynıdır. Böylelikle onların gerçek yüzleri ortaya çı­kacaktır. Çünkü onlar küfrü gizliyor ve bunu açıklamıyorlardı. Gerçek mümin ise imanını açığa vurur ve onu gizlemez. Böylelikle onların küfür ve inkârları­nın akibeti olan oldukça ağır cezaya katlanacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "O gün arz olunacaksınız ve sizin hiç bir şeyiniz gizli kalma­yacaktır." (Hakka, 69/18). Yani onların yaptıkları kendilerine de gizli kalmaya­caktır; Rablerinden zaten gizli kalmıyordu. Bir başka yerde de Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Ve Allah'tan hesaba katmadıkları şeyler onlara görünecek­tir. Kazandıkları kötü şeyler onlara görünecek, alaya aldıkları şey kendilerini çepeçevre kuşatacaktır." (Zümer, 39/47-48)

Daha sonra bu pişmanlık veya temennilerinde yalancı olduklarını Yüce Allah açık bir şekilde ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürü­lürler se elbette alıkonulduklarına yine geri dönerler..." Yani dünyaya döndürü­lecek olsalar dahi, yine Yüce Allah'ın kendilerine yasaklamış olduğu küfür, inat ve masiyetlere geri döneceklerdi. Çünkü isyankârlık onların içinde yer et­miştir. İnat onların alışageldikleri bir âdet halini almıştır. Yalanlamak onların karakteridir. Dünyaya döndürülecek olsalar dahi, yine de, öldükten sonra diri­lişi, hesabı ve cezayı inkâr edecekler. Dünya hayatının her şey olduğunu ifade edecek, ahirete inanmayacak ve şöyle diyeceklerdir: Bu sadece dünya hayatı­mızdır ve biz bu hayatta yaşayıp gideriz. Bizi yok eden sadece zamandır. Ahi-rette sevap ve ceza diye bir şey yoktur. Hatta ahiretin kendisi dahi yoktur ve biz diriltilecek de değiliz. Yani varsa yoksa bu dünya hayatıdır. Ondan sonra diriliş diye bir şey olmayacaktır. İşte bunlar gayba iman etmeyen inkarcı ma­teryalistlerdir. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İmanî hakikatler değişiklik arz etmez ve değiştirilmezler. İfade edilen bu gerçeklerin yerini bulması kaçınılmazdır. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır, cen­net haktır, cehennem haktır. Bu gerçeklerin açık-seçik ortaya çıkacakları vakit yakındır. Küfür ve kâfirler bütün iç yüzleriyle ortaya çıkacak, kâfirler cehen­nem azabına mahkûm olacaklardır. Sen onların cehennemde çekecekleri azabı görecek olsan, şüphesiz hallerin en kötüsünü görmüş olacaksın. Onlar oldukça dehşetli ve korkunç bir azaba çarptırılacaklar ve sen bu hayret ve ibret verici korkunç manzara karşısında şaşırıp kalacaksın.

Onlar, Allah'ın azabından kaçıp, kurtulacak yer bulamayacaklardır.

Gelişi güzel, sağa sola kaçışacaklar, bir takım umutlar besleyecekler ve akidelerini düzeltmek, amellerini ıslah etmek, Allah'ın varlığına, birliğine, peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden ayetlerini yalanlamayı terk etmek için dünya yurduna döndürülmeyi temenni edeceklerdir. Ta ki dünyada mü­minlerin niteliklerini elde etmiş olsunlar ve ahirette mükâfatlandırılarak Al­lah'ın cennetlerinde O'nun rızlasına nail olsunlar. Fakat onlar hallerinden usandıkları için ve huzursuzlukları dolayısıyla böyle bir temennide bulunacak­lardır. Dünyaya döndürülmekten yana ümitlerini kestiklerini, buna imkân ol­madığını bile bile bu temenniyi yapacaklar; yoksa gerçekten dünyaya döndü­rüldüklerinde Allah'ı yalanlamayacaklarına, aksine iman edeceklerine dair ka­rarlı olduklarından dolayı değil. Onlar dünyaya geri dönmeyi, iman etmeyi ar-zulayıp onu sevdiklerinden dolayı istemeyeceklerdir. Aksine dünyadaki küfür­lerinin cezası olarak görecekleri azaptan korktukları için bu temennide bulu­nacaklar, ateşten kurtulmak için dünyaya döndürülmeyi isteyeceklerdir.

Onlar azabın karşısında ve cehennemin ortasında iken gizledikleri küfür ve masiyetlerin gerçek vaziyetini açıkça görmüş olacaklar. Şayet geri döndürü­lecek olsalar dahi yine kendilerine yasaklanmış bulunan şirke döneceklerdir. Çünkü Yüce Allah onların iman etmeyeceklerini bilmektedir. Küfrün elebaşısı İblis bile Allah'ın tartışılmaz belgelerini gördüğü halde yine inadım sürdür­müştür. Yüce Allah'ın, "Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar" buyruğu, onların dünya hayatında iken peygamberleri yalanlayıp öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini ifade ettiği gibi, dünyaya yeniden döndürüldükleri takdirde Allah'ı yalanlamayacaklarına ve müminlerden olacaklarına dair verecekleri haberde de yalan söyleyeceklerini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın, "Bu, dünya hayatı­mızdan başka bir şey değildir" buyruğu da onların dünyada iken söyledikleri sözleriyle bunların ahirete iman etmeyen materyalist topluluklar olduklarını göstermektedir. Eğer dünyaya döndürülecek olsalar yine küfre dönüp içinde yaşadıkları durumun zevkini almakla uğraşacaklarını ifade etmektedir. O ba­kımdan bunlar inat eden bir topluluktur. Onların kötülüğü emreden nefisleri sapıklık, nifak, hile, küfür, tuzak ve masiyetler üzere ısrar etmekten başka bir şeye yanaşmıyor.

O halde aklı başında olan herkes böylelerinin akıbeti üzerinde düşünmeli­dir. Onların karşı karşıya kalacakları ızdırap, huzursuzluk ve ağır azaptan kurtuluş temennilerine dikkatle eğilinmelidir. Fakat onların cezalarının affe­dilmesi Yüce Allah'ın adaletine aykırı bir durumdur. Bu sebepten yaratıklara olan rahmeti dolayısıyla da mutlaka karşı karşıya kalacakları ve gelecekte de görecekleri azaptan onları sakmdırmakta ve bunu bildirerek onları korkut­maktadır. [60]

 

Müşriklerin Rablerinin Karşısındaki Durumları Ya Da Kıyametteki Durumları İle Dünya Gerçeği

 

30-  Sen onları Rablerinin huzurunda durdukları zaman bir görsen. "Bu hak değil miymiş?" buyuracak, onlar da "Rabbimize yemin olsun ki evet (hak­tır)" diyeceklerdir. "Öyleyse şimdi in­kâr ettiğiniz için azabı tadın" buyura­cak.

31- Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramışlardır. Niha­yet kendilerine ansızın kıyamet gelip çattığı zaman, günahlarını sırtlarına yüklenerek "Orada yaptığımız kusur­lardan dolayı vah hasret bize!" diye­cekler. Dikkat edin, o yüklendikleri ne kötü şeydir!

32- Dünya hayatı bir oyundan, bir oya­lanmadan başka birşey değildir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmez misi­niz?

 

I'râb:

 

"Sen onları .... görsen", buradaki cevap durumun azametini ve ağırlığını ifade etmek için hazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: ... Karşı karşıya kalacakları durumun gerçeğini de bilmiş olursun. [61]

 

Belagat:

 

"Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir." Bu ifade beliğ bir teşbihtir. Çünkü dünya hayatı mübalâğa yoluyla bizatihi oyun ve eğlencenin kendisi olarak ifade edilmiştir. "Hâlâ akletmez misiniz?" cüm­lesindeki soru, azar içindir. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rablerinin huzurunda durdurulacakları zaman", Allah'ın huzuruna arz olunacakları zaman "bir görsen!" oldukça dehşetli bir durum görmüş olacaksın.

Melekler onlara azarlamak üzere "Bu" yani öldükten sonra diriliş ve hesap "hak değil miymiş? buyuracak, Rabbimize yemin olsun ki evet" şüphesiz o bir gerçektir "diyeceklerdir"; dünya hayatında "Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar" öldükten sonra dirilişi inkâr edenler, "gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet" yani yalanlamalarının sonucu olarak... "Kıyamet gelip çattığı zaman". Burada kıyametin "saat" diye ifade edilmesi, dünya hayatı için belirlenen sürenin sona ermesi için vaad olunan, belirlenen vakit, hayatın ve dünyanın harap olması, ahiret hayatının da başlangıcı için belirlenen zaman olmasındandır. "Vah, has­ret bize! diyecekler." Bu ise elden kaçırdıklarına aşırı derecede acı duymaları, üzülmeleri, pişman olmaları demektir. Yani "hasret duyacağımız bu demlerdir, haydi hasretimiz, gel!" demektir.

"Orada" yani dünyada "yaptığımız kusurlardan dolayı" emrolunduğumuzu yapabilme gücümüz olmakla birlikte işlediğimiz kusurlardan dolayı, "vah has­ret bize" diyecekler.

"Günahlarını". Burada günah anlamına kullanılmış olan evzar kelimesi vizr*in çokluk şekli olup oldukça ağır yük demektir. Şer"an küçük büyük günah hakkında kullanılır. Adeta bu günah, ağırlığı dolayısıyla kişiye oldukça ağır ge­len yüke benzetilmiş gibidir. Yüce Allah'ın, "Günahlarını sırtlarına yüklenerek" buyruğundan kasıt ise, öldükten sonra dirilişleri sırasında günahları en ileri derecede ve çirkin bir şekilde, en kötü ve pis koktukları halde işledikleri fiille­rin mesuliyetlerini yüklenmeleri demektir.

"Dikkat edin, o yüklenecekleri şey ne kötüdür!" Sırtlarında taşıyacakları o yük, ne kötü bir yüktür!

"Dünya hayatı" yani onunla uğraşıp meşgul olmak "bir oyundan" yani bir fayda sağlamayan ve bir zararı önlemeyen herhangi bir işten, "bir oyalanma­dan" insanı kendisine fayda verecek ve kendisi için önemli olan şeylerden alı­koyan işlerden "başka bir şey değildir." Maksat şudur: Yüce Allah mutlak su­rette dünyevî olan işleri bir oyun ve fayda vermeyen şeylerle uğraşıp oyalanma kılmıştır. Bu gibi dünyevî işlerin uhrevî amellerdeki gibi, büyük yararlar sağla­mak gibi, sürekli faydası yoktur. İtaat ve itaate yardımcı bütün unsurlar ise ahiret işlerindendir. "Ahiret yurdu" yani cennet "ise takva sahipleri" yani şirk­ten sakınan kimseler "için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmez misiniz" yani aklınızı kullanıp iman etmez misiniz? [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirlerin öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkârlarını nak­lettikten sonra bu buyruklarda kıyamet günündeki durumlarının nasıl olacağı­nı açıklamakta, sonra da dünya hayatının gerçek mahiyetini söz konusu edip ahiret ile karşılaştırmaktadır. [64]

 

Açıklaması

 

Sen meleklerin Rableri huzurunda onları durduracakları zaman müşrikle­rin hallerini bir görecek olsan, onların dehşetli bir azapta olduklarını görecek ve hiç bir şekilde açıklanması mümkün olmayan son derece tehlikeli ve dehşet­li bir durum ile karşılaşacaksın.

Ayetin zahirinden (Arapça ifadesinden) ilk olarak akla gelen, kesinlikle ayetin kastettiği şey değildir. Çünkü ondan ilk anda -hâşâ- Yüce Allah'ın zatı üzerine bir üstünlük sağlamak gibi mana anlaşılabilirse de, böyle bir şeyin im­kânsız ve batıl olduğu ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ifade mecaz kabi-lindendir. Bu ifade onların suç işlemiş bir kimsenin gereken bir şekilde sigaya çekilmek üzere hakimin huzurunda durdurulması gibi, sorgulanmak ve azar­lanmak üzere alıkonulmalarını mecazî bir üslûpla ifade etmiştir. Onlar bu hal­de melekler aracılığı ile Yüce Allah'ın onlar hakkındaki buyruklarına riayet ol­mak üzere durdurulacak, alıkonulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır." (Sâffât, 37/24). İşte bu buyruklarda da bu durum, "Rablerinin huzurunda durdurula­cakları zaman..." diye ifade edilmiş ki, onların işlerinin yalnızca Allah'ın emri­ne bağlı olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin onlar hakkında tasarrufta bu­lunamayacağını ifade etmek içindir. Daha sonra Yüce Allah kendilerine melek­ler aracılığıyla şöyle hitap edecektir: "Bu hak değil miymiş?" Yani şu öldükten sonra dirilip ahirete döndürülmek gerçek değil miymiş? Sizin zannettiğiniz gibi bu batıl bir şey değildir. Onlar şöyle cevap verecekler: Rabbimiz hakkı için evet. Yani hakkında hiçbir şüphenin söz konusu olmadığı bir gerçektir bu. On­lar söyleyecekleri sözleri Allah adına yemin ile pekiştirecekler ve kendileri aleyhine kâfir olduklarına tanıklık edeceklerdir. Maksat ise onların yemin ile birlikte öldükten sonra dirilişin gerçek olduğunu itiraf edeceklerini sağlamak­tadır.

Yüce Allah onlara şöyle cevap verecektir: O halde dünya hayatında iken ölünceye kadar bırakmadığınız, sürdürüp gittiğiniz küfür ve yalanlamanız se­bebiyle can yakıcı bir azabı tadınız. Burada "tadmak" kelimesinin kullanılması, onların her halükârda tad alan bir kimsenin tattığı şeyi ileri derecede hissetti­ği gibi bir his ile karşı karşıya kalacaklarını ifade etmek içindir.

Daha sonra Yüce Allah genel olarak şöyle bir haber vermektedir: Bu ise Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanların, kıyamet kendilerine ansızın geldi­ği takdirde, büyük bir zarar ile karşı karşıya kalacaklarını ve ahirette faydalı olacak işleri yapmak hususundaki kusurlarına duyacakları pişmanlıkları, söy­ledikleri çirkin sözler dolayısıyla duyacakları pişmanlıkları ifade etmektedir. Bu zararın sebebi ise, insan fıtratını bozan, kötülüğe ve günaha götüren, öl­dükten sonra dirilişi ve amellerin karşılığını görmeyi inkâr etmek düşüncesini ortaya koyan fikir ve fiillerdir. Çünkü böyle bir inkâr sebebiyle kâfirler, bütün çaba ve gayretlerini dünyanın zevk ve arzularından yararlanmaya, onun fay­dalarını elde etme uğrunda birbirleriyle yarışmaya, başkalarına karşı üstün­lük sağlamak, egemenlik kurmak yoluyla şeref ve şöhretle aldanmaya götürür.

Bu ziyana uğrayanlar kıyamet gününde hesaba çekilirler. Onlar hesaba gelecekleri vakit günahlarını, veballerini sırtlarına yüklenmiş olarak gelecek­lerdir. Onlar kendi yükleriyle birlikte başka bir takım yükleri de sırtlarında ta­şımış olacaklardır. Sırta vurulmuş olacak bu yükler ne kadar kötüdür! Onların taşıdıkları bu günah ve vebal yükleri ne kadar kötü yüklerdir! Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların hali ne kötü bir örnektir..." (A'râf, 7/177)

İbni Abbas der ki: Evzar (günah yükleri), küçük ve büyük günahlar de­mektir. Yüce Allah'ın "O yüklendikleri ne kötü şeydir!" buyruğunun anlamı ise, "Onların yük olarak taşıyacakları şeyler (günahları) ne kötüdür" demektir.

İbni Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hatim, es-Süddî'den şunu nakletmektedir­ler: Çirkin ameller zalim kimselerin işleri, yüzü son derece çirkin, kapkara ve oldukça kötü kokan bir adam suretinde müşahhaslaşacaktır. Kıyamet gününde de bu günah yüklerinin sahibi bu suretteki kişiyi taşıyacaktır. Amr b. Kays el-Mülâi'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Salih ameller de hoş kokulu, güzel suretli bir adam şeklinde müşahhaslaşacak ve kıyamet gününde o salih amelin sahibi o güzel suretliyi taşıyacaktır. [65]

Daha sonra Yüce Allah dünya hayatının amellerini, çoğunluğu itibariyle fayda vermeyen bir oyun, kişiyi gerçek manfaatinden alıkoyan bir oyalanma di­ye ifade etmektedir. Dünyanın metâı (faydası) azdır, geçicidir, kısa vadelidir. Ahiret için amel etmenin ise çok büyük faydalan vardır. Ahiret en hayırlı ve en kalıcıdır. Küfürden ve isyandan, günahlardan sakınan kimseler için daha ha­yırlıdır. Ahireteki nimetler sürekli nimetler olup dünyanın geçici nimetlerinden elbette hayırlıdır. O halde sizler bu gerçekleri akletmez ve anlamaz mısınız? Gerçek şu ki dünya hayatı bir oyun, bir oyalanmadır. Gelip geçicidir. Dünya ahiret için bir tarladır. Bunları akledip düşünün de imana gelin ve salih amel işleyin.

Yüce Allah'ın "Takva sahipleri için" buyruğu ise takva sahiplerinin takva­ya yaraşan amelleri dışındaki her şeyin bir oyun, bir oyalanma olduğunun deli­lidir. [66]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler kişinin işlediği suç hakkında hüküm verecek olan haki­min eline düşen suçlunun durumunu oldukça gerçekçi bir şekilde dile getir­mektedir. Dünyadaki hakimlerin huzurunda zanlıların suçlarını inkâr ettikleri çoğunlukla görülen bir haldir. Ancak yine de sonunda suçlarını itiraf etmekten başka bir çaresi kalmazsa bütün yaptıklarını itiraf ediverir.

İşte Allah'ın huzurunda hesaba çekilmek için getirilecek kâfir ve müşrik­lerin durumu da böyle olacaktır. O vakit işledikleri suçları inkâr etmenin fay­dasız olduğunu idrak edecekler ve kendilerine öldükten sonra dirilişe dair soru sorulduğunda, Allah adına yemin ederek bunun tartışılmaz bir gerçek olduğu­nu söyleyeceklerdir. Böylelikle onlar hakkında verilecek olan hüküm ise, küfür­lerine uygun bir karşılık olmak üzere haklarında belirlenmiş cezanın yerine getirilmesi şeklinde olacaktır.

Tartışma, melekler tarafından yapılacak ve Allah'ın emriyle melekler on­lara şöyle diyecektir: Bu öldükten sonra diriliş ve bu azap gerçek değil miymiş? Onlar: "Evet Rabbimiz hakkı için o bir gerçektir" diyeceklerdir. Buradaki karşı­lıklı sorgulama ile Yüce Allah'ın "Allah onlarla konuşmayacak..." (Bakara, 2/174); buyrukları arasında bir çelişki yoktur. Çünkü soru sorma melekler ara­cılığıyla olacaktır. Yüce Allah'ın, "Allah onlarla konuşmayacaktır" buyruğun­dan kasıt ise, yararlı ve hoş sözler söyleyerek onlarla konuşmayacağıdır.

Ayet-i kerimeler öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkâr edenlerin diğer iki hallerini de şöylece açıklamaktadır. Bunlardan birincisi öldükten sonra diri­lişi, kıyameti, amellerin karşılığının görülüp hesaba çekilmeyi yalanlayanların zararda olacakan, ikincisi ise oldukça büyük ve ağır yükleri (günah yüklerini) sırtlarında taşıyacaklarıdır.

Büyük hüsrandan, ziyandan kasıt, onların şu sözleriyle de ifade edecekleri büyük ecir ve sevabı kaçırıp son derece ağır ceza ile karşı karşıya kalmalarıdır: "Orada yaptığınız kusurlardan dolayı vah bize, hasret bize! diyecekler." Bu on­ların kendilerine sevap kazanmayı hak ettirecek hiç bir şey elde etmediklerine, yani kusurlu hareket etmiş olduklarına bir işarettir. Yüce Allah'ın, "Orada" ke­limesi ise o ticaretin yapıldığı yerde (dünyada) demektir. Bunun anılmayış se­bebi ifadenin esasen buna delâlet etmesi dolayısıyladır. Çünkü hüsran ancak bir alışverişte söz konusu olur. Buna delil de Yüce Allah'ın, "Onların ticaretleri kâr sağlamadı." (Bakara, 2/16) buyruğudur.

Yüce Allah'ın, "Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." buyruğu da müşrikle­rin kendilerine oldukça ağır azabı hak ettirecek şeyleri kazanmış olduklarına bir işarettir. Şüphesiz ki bu da hüsranın en ileri derecesidir.

Yüce Allah'ın, "Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir; ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır" buyruğu da, dünya amellerinin iki kısma ayrıldığını göstermektedir:

Hiç bir hayır ve faydası bulunmayan ameller. Bunlar katıksız dünya işleri­dir. İnsanların amellerinde çoğunlukla görülen budur. Diğerleri ise oyalanma­nın, oyunun söz konusu olmadığı ahiret amelleri. Bunlar da hayırlı ve takva sahiplerinin yaptıkları işlerdir. Bu gibi kimseler dünya hayatlarını salih amel­ler, hayırlı sözlerle imar eden kimselerdir. İbni Abdil-Berr, Ebu Said el-Hud-ri'den, aynı zamanda Tirmizî de Ebu Hureyre'den, -hasen garip bir hadistir, diyerek- şöyle dediklerini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dünya­ya lanet edilmiştir, ondakilere de lanet olunmuştur. Şu kadar ki dünyada bulu­nan Allah'ın zikri yahut Allah'ın zikrine götüren şey müstesnadır. Öğrenen ve öğreten ecirde ortaktır, diğer insanlar ise hayrı olmayan ahmaklardır."

Yine Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ondan başka hiç bir yerde kendisine isyan olunmaması, o terk edilmedikçe de nezdindeki mükâfatlara nail olunamaması, dünyanın Allah nazarındaki değersizli-ğindendir."

Tirmizî, Selh b. Sad'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şayet dünya Allah nezdinde bir sivrisinek miktarı kadar bir değer ifade etseydi, hiç bir kâfire ondan bir damla su dahi içirmezdi."

Yüce Allah'ın, "Hâlâ akletmez misiniz?" buyruğu şunu göstermektedir: İn­san çoğunlukla gerçek maslahatına uygun şekilde düşünememektedir. Aksine o bazan kendisine zarar verebilecek şeyleri işlemektedir. Yine bu buyruk dün­yaya karşı zahit olmanın yani dünya sevgisinin kişinin kalbini istilâ etmesinin arzu edilen bir şey olmadığını da göstermektedir.

Bu, "Dünya hayatı bir oyundan..." ayet-i kerimesi, öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkâr edenlerin dünyaya rağbetlerine, onun zevk veren şeylerini elde etme arzularının alabildiğine kuvvetli olduğuna da işaret etmektedir. Yü­ce Allah bu ayet-i kerimede ise dünyanın değersizliğine dikkat çekmektedir. Şu kadar var ki bu hayatın bizatihi yerilip kötülenmesine imkân yoktur. Çünkü bu hayat, Allah'ın irade ve hikmetiyle yaratma ve var etmesiyle vardır. Zira uhrevî mutluluğa ancak bu hayattan geçerek ulaşmak mümkündür. Bundan maksat şundan ibarettir: Dünya hayatının lezzeti ve hoş şeylerinin devamı yoktur. Hayatın bitişi esnasında geriye sadece pişmanlık ve hasret kalır. Tıpkı kendisinden zevk alınan oyun ve eğlenceler gibi. Bunların bitmesinden sonra geriye pişmanlıktan başka bir şey kalmaz.

Yüce Allah'ın "Ahiret yurdu ise... elbette daha hayırlıdır" buyruğu da dün­ya hayatı ile ahiretin karşılaştırılması sadedindedir. Böyle bir karşılaştırmada elbette ki ahiretin hayırlarının dünyadaki hayırlardan daha üstün olduğu orta­ya çıkar. Dünyadaki hayırlar oldukça basit ve önemsiz iken, ahiretteki haynrlar oldukça üstün ve değerlidir. Dünya ve ahiret arasındaki bir karşılaştırma so­nucunda açıkça şu ortaya çıkar: Dünyanın mutlulukları ve hayırları bir çok ku­surlar, bir çok eksiklikler ile şaibelidir. Ahiretin mutlulukları ise böyle bir ta­kım şaibelerden uzaktır. Bu da kesinlikle şunu göstermektedir ki, ahiret elbet­te en mükemmel, en üstün, en kalıcı, en değerli ve en uygun olandır. [67]

 

Kavminin Yüz Çevirmesi Dolayısıyla Peygamber (S.A.)'İn Kederlenmesi Ve Öncekilerin De Yalanlandığının Açıklanması

 

33- Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerim inkâr edi­yorlar

34- Andolsun, senden önce de peygam­berler yalanlanmışlardı. Fakat yalan­landıkları şeye karşı sabrettiler. Onla­ra eziyet de edildi. Nihayet onlara yar­dımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimele­rini değiştirebilecek yoktur. Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir.

35- Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, istersen yere bir tünel aç ve göğe bir merdiven kurarak çık da, onlara bir ayet getirmeye gücün yeterse (hiç durma getir). Allah dile-seydi hepsini muhakkak hidayet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden ol­ma!

 

İ'râb:

 

"Onlar aslında seni yalanlamıyorlar." Yani/senin yalan söylediğini ileri sürmüyorlar. Çünkü onlar seni yalancı bilmiyorlar. Onlar senin doğru olduğu­nu biliyorlar. Onlar Hz. peygambere peygamberlikten önce Muhammedü'l-Emin diyorlardı.

"Gücün yeterse..." Bu şartın cevabı hazfedilmiştir, cevabı şöyledir: Eğer sen yeryüzünde bir tünel açabiliyorsan hiç durma, bunu da yap, demektir. [68]

 

Belagat:

 

"Peygamberler yalanlanmışlardı." cümlesindeki "peygamberler" kelimesi­nin tenvirdi gelmesi, hem onların çokluğunu belirtmek hem de onların şanını yükseltmek içindir. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak onların söylediklerinin" seni yalanlayan sözlerinin "seni üzdü­ğünü biliyoruz." Üzüntü, sevilen bir şey yitirildiği için yahut arzulanan bir şey elde edilmediği ya da hoşa gitmeyen bir şey meydana geldiğinden dolayı ortaya çıkan ruhî ızdırap ve acı duyma halidir.

"Onlar aslında seni yalanlamıyorlar." İçten içe senin yalancı olduğunu söy­lemiyorlar. Çünkü onlar senin doğru söyleyen bir kimse olduğunu biliyorlar.

"Fakat zalimler Allah'ın ayetlerini" Kur'an-ı Kerim'i "bile bile inkâr ediyor­lar. " Bile bile inkâr (cuhûd), kalpte yer eden şeyi inkâr etmek yahut da kalbin kabul etmeyip reddettiği şeyi zahiren kabul etmek demektir. "Allah'ın kelime­lerini" Allah'ın vaatlerini, tehditlerini, peygamberlerine yardım ve zafer vaadi­ni, onların düşmanlarını da yardımsız bırakma tehdidini. Nitekim Yüce Allah vaadini gerçekleştirmek hususunda şöyle buyurmaktadır: "Allah, mutlaka ben ve peygamberlerim galip geleceğim, diye yazdı." (Mücadele, 58/21); "Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza (peygamberlere) şu sözümüz verilmiştir: "Muhak­kak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir ve muhakkak bizim ordumuz, el­bette onlar galip gelenlerdir." (Sâffât, 37/171-173)

Tehdit edilen azabı indirmek hususunda da Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Yoksa onlar, biz birbirine yardım eden bir topluluğuz mu diyorlar? Yakın­da o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır." (Kamer, 54/44-45)

"Haberinden"; haber anlamına gelen "nebe", oldukça büyük ve önemli ha­ber demektir. 'Yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa" yüz çevirmek (i'raz) bir şeyi arzulamayarak yahut onu küçük görerek ona iltifat etmemektir. Burada kasıt İslâm'dan yüz çevirmeleridir. Hz. Peygamberin onlara düşkünlüğü sebebiyle bu yüz çevirmeleri ona ağır geliyordu. İşte bu yüz çevirme eğer sana ağır geliyor ise, "istersen" yani bu konuda şu hususu gerçekleştirmek için gerekli sebepleri yerine getirme imkânına sahipsen; "yere bir tünel aç! ve göğe bir merdiven" yu­karı doğru seni çıkartacak bir araç "kurarak çık da" Merdiven anlamına gelen "süllem" kelimesi selâmet (esenlik)ten gelmektedir. Çünkü bu araç seni yukarı doğru çıkacağın yere esenlikle ulaştırır, "onlara bir ayet" teklif ettikleri mucize­lerden bir mucize "getirmeye gücün yeterse!" Yani sen böyle bir şey yapamazsın; o halde Allah hükmünü verinceye kadar sabret. "Allah" onları hidayet etmeyi dileseydi, "hepsini muhakkak hidayet üzere toplardı." Fakat öyle bir şey dile­mediği için onlar da iman etmiyorlar.

"O halde sakın cahillerden olma!" Bu hususu bilmeyenlerden olma. Aslın­da her bilgisizlik kusur değildir. Çünkü insanın bilgisi sınırlıdır. Asıl kusur, ki­şinin bilmesi gereken şeyleri bilmemesidir. [70]

 

Nüzul Sebebi

 

33. ayet-i kerime olan "Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz" buyruğu ile ilgili olarak Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali'den şunu rivayet etmektedirler: Ebu Cehil, Peygamber (s.a.)'e "Biz senin yalan söylediğini söylemiyoruz. Fakat biz senin getirdiklerini yalanlıyoruz" deyince Yüce Allah da, "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetleri­ni inkâr ediyorlar" buyruğunu indirdi. Bu aynı şekilde Ebu Meysere'den de ri­vayet edilmiştir.

es-Süddî der ki: el-Ahnes b. Şureyk ile Ebu Cehil b. Hişam karşılaştılar. El-Ahnes, Ebu Cehil'e "Ey Ebu'l-Hakem bana Muhammed'e dair haber ver, o doğru mu söylüyor, yalan mı söylüyor? Şu anda burada benden başka senin sö­zünü işitecek kimse yoktur" dedi. Ebu Cehil şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim, Muhammed doğru söylüyor. Muhammed asla yalan söylememiştir, fakat Ku-sayyoğulları liva, sikâye, hicâbe ve nedveyi[71] ve bununla birlikte bir de pey­gamberliği alıp götürünce, Kureyşin geri kalanlarına ne kalacaktır?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. Buna göre her iki rivayet de bu ayet-i kerimenin Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu ittifkla bildirmekte­dir.

Mukâtil ise der ki: Bu ayet-i kerime el-Hâris b. Amir b. Nevfel b. Abdime-naf b. Kusayy b. Kilâb hakkında nazil olmuştur. O halkm içinde açıktan açığa peygamberi yalanlıyor iken kendi aile halkı ile birlikte kaldığında şöyle diyor­du: Muhammed yalan söyleyenlerden değildir. Ben onun ancak doğru söylediği­ni zannediyorum. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [72]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler kâfirlerle ve Mekke müşrikleriyle tartışmakta, onları İs­lâm'a davet etmeye, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra diriliş hususların­da onlara karşı delil getirmeye devam etmektedir. Yüce Allah önce Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr eden bir grup kâfir ile tartıştı. Çünkü bunlar in­sanların peygamberliğini kabul etmiyorlardı. Buna karşılık melek türünden peygamber gönderilmesini istiyorlardı.

İkinci olarak öldükten sonra dirilişi, haşredilmeyi ve insanların bir araya getirilip toplanmasını inkâr eden bir diğer grup ile tartıştı. Burada ise Hz. Pey­gamberi zahiren yalan söylemekle itham eden yahut onun sihirbaz, kâhin ya da şair olduğunu söyleyerek sözle eziyet edenlere cevap verilmektedir. [73]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, kavminin kendisini yalanlaması, ona muhalefet etmeleri, çağ­rısından yüz çevirmek suretiyle ona acı tattırmaları dolayısıyla peygamberini teselli ile şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdü­ğünü biliyoruz." Yani şüphesiz biz onların seni yalanladıklarını, senin de buna karşılık onlar için üzüldüğünü, biliyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek nerdeyse kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6). Yüce Allah'ın, "O halde nefsin onlara karşı hasretlerle kıvranmasın." (Fâtır, 35/8) buyruğu da Allah rasulüne teselli veren ayetlerden biridir.

Zahiren bu yalanlamanın menşei inat ve inkârdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar..." Yani hakikatte onlar seni yalancılıkla itham etmiyorlar. Onların nazarında da sen dosdoğru ve güvenilir bir kimsesin. Senin yalan söylediğini, hainlik ettiğini tespit etmemiş­lerdir, fakat onlar hakka karşı inatlaşıyorlar. Bu şekilde engelleme ve yüz çe-virmeleriyle de gerçekte o ayetleri reddediyorlar.

İbni Ebi Hatim, Ebu Yezid el-Medenî'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Ebu Cehil ile karşılaştı, onunla tokalaştı. Adamın birisi ona şöyle dedi: Ne oluyor, ben senin bu dininden dönen ile (peygamberi kastediyor) tokalaştığını görüyorum? Ebu Cehil şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben onun peygamber olduğunu biliyorum, fakat biz ne zaman Abdi Menafoğullarmın ar­dından gittik ki şimdi (bu peygambere uyarak) onun arkasından gidelim? Daha sonra Ebu Yezid "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" ayetini okudu.

Ebu Said ve Katâde şöyle der: Onlar senin Allah'ın rasulü olduğunu bil­dikleri halde yine de inkâr ediyorlar.

Müşriklerin takındıkları bu tavır, bütünüyle daha öne açıklanmış olan Ya­hudi ve Hristiyanların tavrının aynısıdır. Onların her birisi Muhammed'in Al­lah'ın rasulü olduğunu gerçekten bilmekle birlikte, inat ederek, büyüklenerek ve insanlar arasındaki konumlarını korumak kastıyla hakka karşı duruyor ve direniyorlardı.

O bakımdan ey Peygamber, onlar için üzülme! Onların yalanlamalarına ve eziyet etmelerine, senden önceki peygamberlerin yaptığı gibi sabret. Nitekim onlar da senin gibi kavimlerinden eziyet görmüşlerdi. Ta ki Allah senin çaba ve gayretlerini kurtuluş ve galibiyet ile taçlandırsın. Senin davetini zaferle sonuç­landırsın ve seni yalanlayan düşmanlarından intikam alacağın noktaya getir­mek suretiyle en yüksek noktaya çıkarsın; tıpkı daha önceki şerefli rasullerine yardım ettiği gibi.

Daha sonra Yüce Allah, önceki peygamberlere yardım ettiği gibi, Hz. Mu-hammed (s.a.)'e de yardım vaadini ve bu yardımı gerçekleştireceğini pekiştir­mek üzere şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur." Yani Allah'ın vaadinde ve tehdidinde geriye kalmak, sözünde durmamak ve de­ğişiklik söz konusu olmaz. Allah'ın mümin kullarına dünya ve ahiretteki yar­dım vaadi yerine gelecek ve gerçekleşecektir. Kâfirlere olan tehdidi de mutlak surette gelip onları bulacaktır. Nitekim kelimelere dair açıklamalarımızda ben­zer bir takım ayet-i kerimelere de işaret etmiştik.

Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Eğer seni yalanlıyor­larsa şunu bil ki, senden önce de bir takım peygamberler yalanlanmıştır." (Fâ-tır, 35/4); "Eğer seni yalanlıyorlarsa şunu bil ki, onlardan önce Nuh kavmi, Âd ve Semûd (kavimlerini) de yalanlamışlardı." (Hacc, 22/42)

Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a teselli verip bütün peygamberler ve üm­metler hakkında yaygın bir şekilde geçerli bir sünneti ihtiva etmektedir. Pey­gambere düşen ise ancak Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi yapılan eziyetlere karşı sabretmek ve onların cahilliklerinden yüz çevirmektir: "Sen de azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret." (Ahkâf, 46/35); "Onların söy­lediklerine sabret ve güzel bir şekilde onlardan ayrıl." (Müzemmil, 73/10)

Gerçekten de sabrın etkisi ortaya çıkıp gerçekleşti. İslâm davası başarıya ulaştı, yeryüzünün doğusuna da batısına da yayıldıkça yayıldı. Yüce Allah, Ra-sulüne defalarca ardı arkasına sabrı emretmekle birlikte, bu gibi ayet-i keri­melerle tesellinin tekrarlanış hikmeti de ortaya çıktı. Çünkü geçmişlere uymak ve sabır için özel gayret göstermek, musibetlerin etkisini ve acısını hafifletir ve kurtuluşu müjdeler: "Muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır ve şüphe­siz zorlukla birlikte bir kolaylık vardır." (İnşirah, 94/5-6)

Daha sonra Yüce Allah sözlerinin değişikliğe uğramayacağını şu ayetiyle pekiştirmektedir: "Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir." Yani andolsun bizler sana insanların peygamberleri yalanladıkları­nı, buna karşılık peygamberlerin sabredip daha sonra da Allah'ın kendilerine yardım ettiğini ifade eden geçmiş peygamberlere dair haberleri sana bildirmiş bulunuyoruz; yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Muhakkak biz pey­gamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakla­rı günde yardım ederiz." (Mü'min, 40/51); "Müminlere yardım edip zafere ka­vuşturmak ise üzerimizde bir haktır." (Rum, 30/47)

Yardım ve zafer ise bu ayet-i kerimeden ve başkalarından da açıkça anla­şıldığı gibi, sahih iman ve müminlerin samimiyetlerinin bulunması kaydına bağlıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Allah kendi (di­nine) yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah güçlüdür, Azîz'dir." (Hacc, 22/40); "Ey iman edenler! Eğer Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz O da si­ze yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7)

Şanı yüce Allah, kavminin çağrısından yüz çevirmeleri sebebiyle Resulullah (s.a.)'m kalbine dolan acı ve kederin etkisini ortadan kaldırmak ira­desiyle ona şöyle buyurmaktadır: "Eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa..." Yani eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır ve zor geli­yorsa, şayet kendin için yerin derinliklerinde bir tünel açıp onun içerisinde yol almaya ya da göğün boşluğunda bir merdiven kurup göğün üstüne bu merdi­venle çıkmaya ve bunun sonucunda onların sana teklif ettikleri ayetlerden (mucizelerden) birisini getirmeye gücün yetiyorsa, haydi bunu durmadan yap. Fakat sen ancak tarafımızdan gönderilmiş bir elçisin. Bizim irademiz olmaksı­zın hiç bir şey yapamazsın ve hiç bir peygamber de hiç bir zaman insanların yapamayacakları bir şeyi Allah'ın yardımı olmadıkça yapamaz.

Onların olmasını teklif ettikleri mucizeler, tıpkı Yahudilerin istedikleri gi­bi yerden pınar fırşkırtmak, gökten bir kitap indirmek ve benzeri şeyler hisse­dilir özellikte ve maddî bir takım mucizelerdi: Nitekim Yüce Allah onların is­teklerini naklederken şöyle buyurmaktadır: "Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. Yahut senin hurmadan, asmalar­dan bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıtacaksın, yahut id­dia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüreceksin, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getireceksin veya altından bir evin olsun yahut gö­ğe çıkacaksın. Buna rağmen çıktığına da, üzerimize okuyacağımız bir kitap in­dirmediğin sürece iman etmeyiz." De ki: Sübhanallah! Ben rasul olan bir insan­dan başka bir şey miyim ki?" (İsrâ, 17/9-13). Yani sen bir insansın. Diğer insan­ların yapamadıkları şeyi yapmaya, Allah'tan başkasının var edemeyeceği şey­leri var etmeye gücün yetmez.

Bütün bunlar Allah'ın meşietine bağlı olan şeylerdir. Yüce Allah onları hi­dayete iletmek isteseydi, meleklerde olduğu gibi, onlarda da imanı var eder ya­hut da peygamberlerin tebliğlerini kabul edip hakka boyun eğecek istidatta ya­ratırdı. Fakat Yüce Allah insanları birbirinden farklı, birbirinden değişik şekil­lerde yaratarak onları denemeyi dilemiştir. Nitekim bu hususta şöyle buyur­maktadır: "Eğer Rabbim dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi toptan iman ederdi." (Yunus, 10/99); "Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat onlar ihtilâf halinde böylece devam edip gideceklerdir; Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesna. Esasen onları da bunun için yaratmıştır..." (Hûd, 11/118-119)

İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Allah dileseydi muhakkak hepsini hidayet üzere toplardı" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Resulullah (s.a.), bütün insanla­rın iman etmelerini ve hidayet üzere kendisine uymalarını çokça arzuluyordu. Yüce Allah, Allah'ın ezelî ilminde ilk Zikir'de mutlu olacakları takdir edilmişle­rin dışında kimsenin iman etmeyeceğini ona bildirdi.

İşte ey Muhammed, artık Allah'ın insanın yaratılışındaki sünnetini ve ya­ratışını değiştirmenin imkânsız olduğunu bildiğine göre sakın bu hususta O'nun sünnetlerini bilmeyenlerden olmayasın! O bakımdan ilâhî hikmetin ge­rekli gördüğü bu sünnetlere muhalif olabilecek şeyler hakkında dikkatle düşün (ve bu muhalif şeyleri isteyen bilgisizlerden olma)! [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamber (s.a.)'in çağrısına düşmanlık eden kâfirlerin zihninde yer eden gerçek, onun doğru sözlü ve güvenilir birisi olduğu idi. Hiç bir zaman onun ya­lan söylediğini, hainlik ettiğini tespit etmiş değillerdi. Bu bakımdan onlar as­lında Peygamberin yalan söylediğini söylemiyorlardı fakat getirmiş olduğu gaybî haberlerin, öldükten sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin olmayacak ve yalan bir şey olduğunu ileri sürüyorlardı. Râzî der ki: Bu ayetin zahiri onların Muhammed (s.a.)'i yalanlamadıklarını fakat Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettiklerini ifade etmektedir. Daha sonra Râzî peygamberi yalanlamalarını red ve bile bile inkâr ettiklerini tespit hususunda dört ayrı ifade şeklini söz konusu etmektedir:

1- Onlar içten içe ve başkasınm görmediği durumlarda Hz. Peygamberi ya­lanlamıyorlar fakat açıktan açığa başkalarının önünde yalanlıyorlar, Kur'an-ı Kerim'i ve peygamberliği bile bile inkâr ediyorlardı.

2- Onlar Hz. Peygamberin yalancı olduğunu söylemiyorlardı. Çünkü uzun zamandır onu denemişler, hiç bir şekilde yalan söylediğini görmemişler, üstelik ona el-Emin lakabını takmışlardı. Fakat onlar peygamberliğin doğruluğunu bi­le bile inkâr etmişler, onun kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir elçi ol­duğu yolundaki ifadelerini hayalinde tasarladığına ve kendisine öyle geldiğine inanmışlardı.

3- Bu topluluk Hz. Peygamberi değil, ancak Hz. Allah'ı yalanlamış bulu­nuyorlar. Çünkü gerçekte peygamberi yalanlamak o peygamberi göndereni ya­lanlamaktır. Onun davasını destekleyen mucizelerin apaçık ortada olmasına rağmen Hz. Peygamberi yalanladılar. Dolayısıyla onu yalanlamaları onu des­tekleyen Allah'ın ayetlerini yalanlamak demekti.

4- Onlar özel olarak Hz. Peygamberin yalan söylediğini söylemiyorlar. Fa­kat onlar mucizenin mutlak olarak Hz. Peygamberin doğruluğunun delili oldu­ğunu inkâr ediyorlar ve her mucize hakkında "Bu bir büyüdür" diyorlardı. Böy­lelikle onlar bütün peygamberleri, bütün rasulleri yalanlamış oluyorlardı. [75]

Peygamber (s.a.)'in teselli edilip gönlünün hoş tutulmasına, bütün pey­gamberlere emrolunduğu gibi ona da sabrın emredilmesine gelince: Bunlar ger­çekten başarılı olmak ve üstünlük sağlamak için gerçekleşmesi zorunlu olan hususlardır. Ayet-i kerimede, Allah'ın, zalim ve yalanlayan kavme karşı mutla­ka kendisini destekleyip zafere ulaştıracağına dair teselliyi ayrıca pekiştiren bir de müjde vardır.

Allah'ın peygamberlerine ve müminlere olan yardım vaadi ile kâfir, fasık ve isyankârlara olan tehdidi asla değiştirilemez. Bu, adaletin ve hikmetin ge­rektirdiği genel bir ilkedir. Diğer taraftan itaatkârlar ile emre karşı gelenlerin birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilmesini gerekli kılan bir zorunluluktur.

Allah'ın irade ve buyruğu dışında müşriklerin istek ve tekliflerini -faraza-gerçekleştirmeye çabalamak ise, hiç şüphesiz başarısızlıkla sonuçlanır. Çünkü herhangi bir peygamber veya herhangi bir nebinin gösterdiği her bir mucize, ancak Yüce Allah'ın irade ve izniyle gerçekleşir. Bu izin olmadan böyle bir mu­cize de asla gerçekleşemez.

Hidayete iletmek, Allah'a ait bir iştir. Allah dilese bütün insanları mümin olarak yaratır, imanı tabiatlarına yerleştirmek suretiyle onları hidayete iletir­di. Küfre sapmaları da aynı şekilde Allah'ın meşieti iledir.

O halde ey peygamber, kavminin İslâm'a girmesine olan tutkun ve onların isteklerini yerine getirme, tekliflerini gerçekleştirme çabaların dolayısıyla, Al­lah'ın yarattıklanndaki sünnetini bilmeyenlerden olma ve onların kâfirlikleri­ne üzülerek durum itibariyle cahillere yaklaşma.

Eğer iman etmezlerse onlar için duyacağın keder ve üzüntü artıp durma­sın. Çünkü sen onları hidayete iletecek güce sahip değilsin. [76]

 

Müşriklerin Peygamberin Çağrısını Reddetmeleri Ve Bir Ayet (Mucize) İndirilmesini İstemeleri

 

36- İcabet edenler ancak dinleyenlerdîr' Ölüleri ise Mlaih dirilecek, sonra yalnız O'na döndürüleceklerdir.

37' Onlar "Üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli değü miydir dedüer. De ki: "Allah bir ayet indirmeye elbette kâ- dirdir." Fakat onların çoğu bilmezler.

 

Belagat:

 

"Ölüleri ise Allah diriltecek" ifadesinde bir istiare vardır. Çünkü "ölüler" kelimesi, kalplerinin ölmüşlüğü sebebiyle kâfirler hakkında kullanılan bir iba­redir. [77]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İcabet edenler" senin iman çağrını kabul edenler. İcabet ile isticabet (ayette kullanılan kök budur) arasındaki fark şudur: Çağrısına isticabet etmek, onun çağrısına tedrici olarak cevap verip isteğini yerine getirmek demektir. Ay­rıca isticabet çağrılan şeyi de kabul etmek demektir. Ancak icabette bazan ay­kırı bir şekilde karşılık vermek veya cevap vermek de söz konusudur, "ancak dinleyenlerdir." yani anlamak ve ibret almak üzere kulak verip dinleyenlerdir; "Ölüleri" yani kâfirleri "Allah" ahirette "diriltecek" "sonra yalnız O'na döndürü­leceklerdir." O da onlara amellerinin karşılığını verecektir. Burada kâfirler, işitmedikleri için ölülere benzetilmiştir.

"Onlar" yani Mekke kâfirleri "üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi? dediler." Yüce Allah'ın yaratmasındaki sünnetlerine muhalif bir mucize indirilmeli değil miydi? Hz. Salih'in dişi devesi, Hz. Musa'nın asası ve Hz. İsa'nın sofrası gibi. "Fakat onların çoğu" böyle bir mucizenin indirilişinin ken­dileri için bir belâ ve musibet olduğunu "bilmezler." Çünkü böyle bir mucizeyi inkâr edecek olurlarsa helak edileceklerdir. [78]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime Uhud vakasından sonraki Hamrâü'l-Esved gazvesinin arkasından nazil olmuştur. Yüce Allah daha önceki ayet-i kerimelerde insanların ilâhî hidayeti kabule istidat bakımından birbirinden farklı iki sınıf olduğu­nu beyan etti. Biri hidayeti delâlete tercih eder, diğeri ise bunun aksinedir. Bu­rada da birinci sınıfın düşünmek ve anlamak üzere delilleri ve apaçık belgeleri dinleyen kimseler olduğunu, ikinci sınıfın ise düşünmeyen, kulak verip dinle­meyenler olduğunu ve o bakımdan ancak ölü gibi kimseler olduklarını beyan etmektedir. [79]

 

Açıklaması

 

Rablerini tevhide, peygamberliğini kabule davet ettiğinde senden ve senin çağrını kabul etmekten yüz çeviren bu kimselerin yüz çevirmeleri sana ağır ve büyük bir iş gelmesin. Çünkü senin çağrını ancak Allah'ın kelâmını anlamak, üzerinde düşünmek ve kavramak suretiyle işitip dinleyen ve buna bağlı olarak hakka kulak verip doğruya tabi olan kimseler kabul eder.

Seni tasdik etmeleri için özel gayret gösterdiğin yüz çeviren kâfirlere ge­lince, bunlar aslında hiç bir ses işitemeyen, hiç bir çağrıyı akletmeyen, hiç bir sözü anlayamayan ölüler arasındadırlar. Çünkü bunlar Allah'ın hüccet ve bel­geleri üzerinde düşünmez, ayetlerinden ibret ve öğüt almazlar. İmanı kabul et­meyip küfürden vazgeçmeyişlerinin sebebi ise, onların Allah'ın indirdikleri üzerinde sağlıklı bir şekilde bir türlü düşünmemeleridir. O bakımdan onlar hiç bir söz işitemeyen ölüler ayarmdadırlar. Yani onların kalpleri ölüdür. Yüce Al­lah onları bu durumları sebebiyle bedenen de ölmüş kimselere benzetmektedir.

Yüce Allah'ın, "Ölüleri ise Allah diriltecek" buyruğu ise, Yüce Allah'ın böy­le kimseleri dahi çağrıyı kabul etmek zorunda bırakabilme kudretine bir ör­nektir. Yani kıyamet gününde kabirlerinden ölüleri diriltecek olan O'dur. Daha sonra da amellerinin karşılığını görmek üzere O'na döndürüleceklerdir. İşte böylelerinin kalplerini de iman ile diriltmeye kadir olan yalnızca Allah'tır. Sen ise onlara hidayet vermeye güç yetiremezsin.

İnatlarının dışa yansıyan özelliklerinden birisi de, Rablerinden Hz. Sa­lih'in devesi, Hz. Musa'nın asası, Hz. İsa'nın isteği üzere sofra indirilmesi, kay­nakların fışkırtılması, etrafı hurma ve üzüm bağlarıyla çevrilmiş yemyeşil bah­çeler meydana getirmesi, semayı üzerlerine parça parça düşürmesi, bir melek kafilesi veya topluluğunu getirmesi, altından bir ev var etmesi, semadan bir ki­tap indirmesi gibi Rablerinden harikulade bir mucize indirmesini istemeleridir.

Yüce Allah onlara, "De ki, Allah bir ayet indirmeye elbette kadirdir..." diye cevap vermektedir. Yani ey Peygamber onlara de ki: Allah onların teklif ettikle­ri ayetlerden (mucizelerden) herhangi birisini indirmeye kadirdir, fakat onun hikmeti bunları ertelemeyi gerektirmektedir. Çünkü istekleri üzere böyle bir mucizeyi indirecek sonra da bunlar ona iman etmeyecek olurlarsa, geçmiş üm­metlere yaptığı gibi acilen onları cezalandırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan evvelkilerin onları yalanlamış olmalarından başka bir şey değildir. İşte Semud'a (kavmine) da gözleri göre gö­re o dişi deveyi vermiştik de bu yüzden onlar zulmettiler. Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." (İsrâ, 17/59); "Eğer dilersek gökten üzerlerine bir ayet indirirdik ki, hemen ona itaatle eğiliverirdi." (Şuarâ, 26/4)

Yüce Allah'ın, "Fakat onların çoğu bilmezler" buyruğunun anlamına gelin­ce: Onlar Yüce Allah'ın böyle bir ayeti indirmeye kadir olduğunu bilmezler. Şu kadar var ki onun hikmeti, böyle bir ayeti indirmemesini gerektirmiştir. Bu kavmin çoğunluğu ise, böyle bir şeyi işi yokuşa sürmek için ve inat olsun diye ne istediklerini dahi bilmiyorlar. Şüphesiz Yüce Allah onlara istediklerini ver­mez, fakat eğer onlar bilen ve akıllarını kullanan kimseler olsalardı, böyle bir mucizeyi yararlanmak üzere isterlerdi. O takdirde Yüce Allah en mükemmel şekliyle isteklerini onlara verirdi. Teklif ettikleri türden ayetin indirilmesi iman etmedikleri takdirde onların helak edilmelerine sebep olur.

Yani onların Kur"anda yer alan bunca ifadelerin ve apaçık ayetlerin varlı­ğına rağmen, maddî bir ayet (mucize) istemeleri, Allah rasulünü aciz bırakma çabasından başka bir şey değildir. Böyle bir mucizenin gerçekleştiğini var say­sak bile, yine iman etmeyecekler ve "Bu bir büyüdür" diyeceklerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kâğıt içinde bir kitap indirsey-dik de kendileri de elleriyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine, "Bu ancak bir sihirdir" derlerdi." (En'âm, 6/7); "Eğer onlar bir ayet (mucize) görürlerse yüz çe-viriverirler ve "Bu devam edip giden bir sihirdir" derler." (Kamer, 54/2) [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamber (s.a.)'in çağrısını kabul etmek Kur'an'ın ayetlerini kulak vere­rek dikkatle, anlayarak ve hakkı talep ederek dinlemeyi gerektirir. İşte dinle­dikleri hakkı kabul edip ondan yararlanan ve gereğince amel eden müminlerin yöntemi budur.

Çağrıdan yüz çevirmenin kaynağı ise insanın duyu kapasitelerini işletme-mesidir. Bunlar dikkatle düşünmek üzere işitmezler, ayetleri gereği gibi anla­yıp kavramak kastıyla anlamaya çalışmazlar. O bakımdan bunlar cesetleri de­ğil de kalpleri ölmüş olduğu için ölü gibidirler. İşte kâfirlerin yolu budur.

Yüce Allah'tan maddî ve hissolunur bir ayet (mucize) indirmesini isteme­lerine gelince: Bu, bunca delilin açıkça ortada olmasından sonra ancak işi yo­kuşa sürmek içindir. Bir suresinin benzerini dahi meydana getirmekten acze düştükleri Kur"an-ı Kerim gibi bir delilin ortada olmasından sonra böyle bir tavrı başka türlü açıklamak mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de gayba dair haberler, çelişkilerden uzak ve oldukça yüksek bir ifade gücü vardır. Fakat onların büyük çoğunluğu Aziz ve Celil olan Allah'ın kullarına faydalı olacak ayetleri indirdiğini inatçılıktan ve işi yokuşa sürmek istemekten kaynaklanan talepler dolayısıyla ya da müşriklerin Hz. Rasulü aciz bırakmak kastı ile iste­dikleri ayetleri indirmeyeceğini bilmezler. Çünkü Peygamberin kendisi, her ne şekilde olursa olsun Allah'ın meşiet ve iradesi olmadıkça, bir şey indirebilme gücüne sahip değildir. [81]

 

Allah'ın İlminin Ve Kudretinin Kemali, Kur'an-ı Kerim'de Hiç Bir Şeyin Eksik Bırakılmamış Olması

 

38- Yeryüzünde yürüyen bütün canil­ lar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi mutlaka sizin ^hi ümmetlerdir. Biz  o Kitap'ta hiç bir şeyi eksik bırakma­ dik. Sonra ancak Rablerinin huzurun- da toplanırlar.

39" Ayetlerimizi yalanlayanlara gelin- ce, onlar karanlıklarda kalmış sağırlar  ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptı- nr, dilediğini de doğru yol üzere kılar.

 

Belagat:

 

"İki kanadıyla uçan kuşlar" ifadesinde uçmak fiili, âdeten onlarsız olma­dığı için iki kanat ile tekit edilmiştir. Böylelikle mecazın kastedildiği vehmi bertaraf edilmiş olmaktadır. Çünkü kuş anlamına gelen "tâir" kelimesi Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi mecaz yoluyla amel hakkında da kullanıla­bilir: "Her insanın amelini (kuş anlamına gelen tâir kelimesiyle ifade edilmiş­tir) boynuna doladık." (İsrâ, 17/13)

"Sağırlar ve dilsizler"; bu ifade beliğ bir teşbihtir. Yani işitmemek ve ko­nuşmamak bakımından sağır ve dilsizler gibidirler. Burada benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yeryüzünde yürüyen bütün canlılar"; canlı (ed-dâbbe) insan olsun, hay­van olsun dünya üzerinde hareket eden her varlık demektir. Hareket etmek (ed-debb), hafif yollu yürümek demektir.

"Ümmet" aralarında din, dil, nitelik, amel, zaman ya da mekân bakımla­rından aralarında ortak özellik bulunan topluluğun adıdır. Yüce Allah'ın, "Si­zin gibi ümmetlerdir" buyruğundan kasıt ise şudur: Bunlar yaratılmalarının, rızık ve hallerinin tedbir edilmesi bakımından insan gibidirler. "Biz o kitap'ta hiç bir şeyi eksik bırakmadık." yani terk etmedik. Eksik bırakmak (tefrit), herhangi bir hususta kusurlu davranmak ve telâfi imkânı ortadan kalkıncaya ka­dar onu zayi etmek, kaybetmektir. "Kitapta" ifadesinde kitaptan kasıt Levh-i Mahfuz'dur. "Toplanırlar"; toplanmak (el-haşr), toplayıp sevketmek, sürükle­mek demektir. Bu şekilde hasrolunmalarından sonra Allah aralarında hükmü­nü verecektir. "Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; onlar karanlıklarda" küfürde "kalmış" bu ayetleri kabul edecek şekilde dinlemekten yana "sağırlar" ve hakkı söylemekten yana da "dilsizlerdir." "Allah... dilediğini de doğru yol" İslam "üzere kılar"[83]

 

Ayetler Akası İlişki

 

Yüce Allah ayetleri ve sair mucizeleri indirmeye kadir olduğunu, bunları indirmek onlar için faydalı olsaydı bunları yapıp ortaya koyacağını beyan ettik­ten sonra, buna dair delili zikretmektedir: Bu delil, O'nun yeryüzünde hareket eden bütün canlılara olan lütuf, rahmet, riayet ve inayetidir. O'nun inayetinin etkileri bütün canlılara ulaşmakta olduğuna göre, eğer mükellefler için bunlar­da bir maslahat olsaydı, elbette ki mucizeleri izhar ederdi.[84]

 

Açıklaması

 

Ey insanlar! Ne kadar yeryüzünde hareket eden canlı ve kuş türlerinden hayvan varsa, mutlaka onlar da sizin gibi yaratılmış ümmetlerdir. Onlar aynı zamanda sizin gibi çeşitli sınıflara ayrılmışlardır. Onların kendilerine ait nzık-ları, düzenleri, durumları ve karakterleri vardır. Bunların işlerini çekip çevi­ren, durumlarına riayet edip gözetleyen, onlara iyilikte bulunan Yüce Allah'tır.

Özellikle yeryüzündeki canlıların söz konusu edilmesi, bunların kâfirler tarafından da görünüyor olmasından dolayıdır. Göklerdeki melekûtta ise tek başına Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği pek çok şeyler vardır. Orada gerçeğini Allah'tan başka hiç bir kimsenin idrak edemediği canlı varlıklar da vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerin, yerin ve oralarda yaydığı her canlının yaratılışı O'nun ayetlerinden (birliğinin belgelerinden)dir. O dilediği zaman onları toplamaya elbette kadirdir." (Şura, 42/29)

Yüce Allah "Kitap" diye sözü edilen Levh-i Mahfuzda söz konusu etmediği hiç bir şey bırakmamıştır. (Levh-i Mahfuz, gayb âleminde yaratılmış bir şey olup orada kıyamet gününe kadar mahlûkatın takdirleri ile ilgili olarak olmuş ve olacak her şeyin tedvin edildiği şeydir.) Yani bütün yaratıkların bilgisi Allah nezdindedir. O hiç bir şeyi unutarak rızık ve tedbirinin dışında bırakmaz; bu yaratık ister karada ister denizde, isterse de havada olsun. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hep­sinin rızkını karşılamak Allah'a aittir. Onların duracak yerlerini de emanet edindikleri yerlerini de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır." (Hûd, 11/6)

Râzî ve bir grup müfessire göre bu konuda daha kuvvetli olan görüş, ki­taptan kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğudur. Çünkü bu kelimenin başına gelen elif-lâm daha önce sözü geçen kitap hakkındadır. Daha önce sözü geçen ki­tap ise Kur'an-ı Kerim'dir.

Daha sonra Yüce Allah, insan olsun hayvanlardan olsun bütün bu ümmet­leri diriltecek ve kıyamet gününde onları huzurunda toplayıp her birisine ame­linin karşılığını verecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Vahşî hayvanların bir araya toplandığı zaman..." (Tekvir, 81/5). İmam Ahmed, Ebu Zerr'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) birbiriyle toslaşan iki koyun görür ve "Ey Ebu Zerr, bunların birbirleriyle ne için toslaştıklarını biliyor musun?" diye sorar. Ebu Zerr, "Hayır" deyince Resulullah (s.a.) şöyle buyurur: "Fakat Allah bunu bilir ve onlar arasında hükmünü verecektir."

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah da babasından naklettiği Müsned'inde Hz. Osman'dan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz boynuzsuz koyun için kıyamet gününde boynuzlu koyuna kısas uygulanacak­tır."

Abdürrezzak da Ebu Hureyre'den Yüce Allah'ın, "... hepsi mutlaka sizin gi­bi ümmetlerdir. Biz o Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Sonra hepsi Rable-rinin huzurunda toplanırlar" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: "Kıyamet gününde bütün mahlûkatı, hayvanları, kuşları ve her şeyi bir araya getirip toplar. O gün Allah'ın adaleti o dereceye ulaşır ki, boynuzlu ko­yundan boynuzsuzun hakkını alır. Sonra da, "Haydi toprak olunuz" der. İşte bundan dolayı kâfir, "Keşke toprak olsaydım" (Nebe, 78/40) diyecektir.

Allah'ın birliğine, peygamberinin doğruluğuna delâlet eden, yalanlayan kâfirlere gelince: Cahillikleri, bilgilerinin azlığı ve anlayışsızlıkları işitemeyen sağır ve konuşamayan dilsiz bir kimseyle örneklendirilmiştir. Bunlar kabul edecek şekilde hak ve hidayet çağrısını işitmezler. Bildikleri hakkı söylemezler. Karanlıklar içerisinde, şirkin, putperestliğin, cahili geleneklerin, bilgisizliğin ve kitaptan habersizliğin karanlıkları içerisinde bocalayıp dururlar. Böyle sağır ve dilsiz bir kimse nasıl doğru yolu bulabilir; yahut içinde bulunduğu karanlık­lardan nasıl çıkabilir ki? Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir. O, etrafını aydınlatınca Allah nurlarını gi­derip kendilerini görmeyecek bir halde karanlıklar içerisinde bırakır. Sağırdır­lar, dilsizdirler, kördürler, artık onlar dönmezler." (Bakara, 12/17-18). Onlar böyle şeyler üzerinde düşünmekten, bunlar hakkında kafalarını yormaktan ya­na gaflet içerisindedirler.

Yaratıkları hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunan Yüce Allah'tır. Allah saptırmayı dilediğini saptırır, ona lütufta bulunmaz. Buna sebep ise onun lütfa lâyık olmayışıdır. Allah kime hidayet etmek isterse de ona lütfeder ve onu dos­doğru yol olan İslâm'a iletir. Çünkü o lutfedilmeye ehil olan kimsedir. Bu şekil­de lütuf görüşü Mutezile'nin görüşüdür.

Saptırmak ve hidayete iletmek, Yüce Allah'ın mahlukâta dair ezelî bilgisi­ne göre meşîeti ile olur. Allah'ın saptırdığı kimsenin onun hak davasından yüz çevirmesi, doğruya ulaştıran delil ve belgeler üzerinde düşünmeyip büyüklük taslaması dolayısıyladır. Allah kime de hidayet verirse yani ciddi bir şekilde düşünme, kulağını, basiretini, kalbini yani aklını kullanma kabiliyetini ihsan ederse, hidayetini de ihsan eder. Bunu insanlara miras yoluyla gelen veya gele­neksel etkenlerden dolayı değil bağımsız bir şekilde konu üzerinde düşündük­lerinden dolayı verir. [85]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah her şeye gücü yetendir. Yaratıklarına karşı merhametlidir. Yeryü­zündeki bütün canlılar, uçan kuşlar da Allah tarafından yaratılmış olmaları, onların nzıklannı teminat altına almış olması bakımından tıpkı insan toplu­lukları gibi topluluklardır. O bakımdan onlara zulmetmemeniz yahut onlar hakkında size emrolunan şeyleri aşmamanız gerekir. ez-Zeccâc Yüce Allah'ın, "Hepsi mutlaka sizin gibi ümmetlerdir" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Ümmet olma keyfiyeti yaratılmak, rızıklandırılmak, ölüm, öldükten sonra diri­liş ve hakların birbirinden alınması (kısas) bakımındandır.

İşte bu ifade hayvanların yaratılışı, tabiatları hususunda inceleyip araş­tırmalarda bulunmanın zorunlu olduğunu, onlardan yararlanmanın gerektiği­ni göstermektedir. Çünkü yeryüzünde bulunan her ne varsa bizim menfaati­miz, bizim maslahatımız için yaratılmıştır. Yüce Allah'ın, "Sonra ancak Rable-rinin huzuruna toplanırlar" buyruğu şunu göstermektedir: Bütün hayvanlar kıyamet gününde insanların toplandığı gibi yaptıklarının karşılığını görmek üzere toplanacaklardır. Müslim Sahih 'inde Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet eder: "Hiç şüphesiz kıyamet gününde hakları sahiplerine eksiksiz olarak vereceksiniz. O kadar ki boynuzlu koçtan boynuzsuz koçun hakkı alına­cak, kısas uygulanacaktır."

Yüce Allah'ın, "Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince... sağırlar ve dilsizler­dir" buyruğu da şunu göstermektedir: Hayvanlardan olsun, diğerlerinden ol­sun her bir ümmet kendi faydasına olan şeylere yol bulmaktadır. Kâfirler ise doğru yolu bulamamakta, kulakları ve gözleri yararlanamamakta; küfrün ka­ranlıklarında serserice dolaşmaktadırlar.

Yüce Allah'ın, "Allah dilediğini saptırır..." buyruğu da şunu göstermekte­dir; Sapıklık ve İslâm'a doğru yol bulup hidayete ulaşmak, Allah'ın meşîeti ile, Onun bilgisine, hikmetine ve her bir insanın durumuna ezelden beri muttali oluşuna uygundur. Allah kâfiri saptırmayı onun hakkında adaletini uygula­mak üzere dilemiş ve irade buyurmuştur. Fakat ona sapıklığı emretmemiştir. Aksine onu imana çağırmıştır. Allah'ın dini İslâm üzere yürüyen mümini de lütfunu bağışlamak üzere hidayete iletmek istemiştir. Ayet-i kerimede dilemek, yalanlayanlar hakkındadır. Allah o yalanlayanlardan kimisini saptırır (sapık­lıkta bırakır), kimisini de hidayete iletir.

Râzî der ki: Delil ile sabit olan şu ki, şanı yüce Allah böyle bir saptırmayı ancak O'nun cezasını hak eden için diler. Nitekim müminlerden başka kimseye hidayet etmeyi dilemediği gibi. Hidayet ve saptırma dileği bu ayet-i kerimede mücmel olmakla birlikte, diğer ayet-i kerimelerde tahsis edilmiş ve gerçeği gibi tafsil edilip açıklanmıştır. O bakımdan bu mücmel ayetin diğer mufassal (tafsi­latlı) buyruklarla birlikte ele alınması gerekir[86].

Yani gereği gibi anlaşılamayan mücmel ayet illeti açıklanmış ve açık buy­rukların ışığında tefsir edilir.

Yüce Allah'ın, "Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" buyruğunun delâleti Kitab'ın tefsiri ile ilgili iki görüşün mahiyetine göre farklılık gösterir. Arşın altında Levh-i Mahfuz olduğunu kabul eden görüşe göre ayet-i kerime, Yüce Allah'ın bütün yaratıkların durumlarına ait genel ve özel bir şeyi kuşat­mış olduğuna delildir. Nitekim Taberânî'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününe kadar olacak her şey yazılarak kalem ku­rumuştur." er-Râzî'nin daha güçlü kabul ettiği ikinci görüşe göre ise bundan kasıt, Kur'an-ı Kerim'dir. Buna göre de ayet-i kerime, şeriatın mükemmelliği­ne, Kur'an-ı Kerim'in şer"î hükümlerin bütün esaslarını, İslâm'ın ilkelerini, di­nin ahlâkî buyruklarını kuşatıcı olduğuna delâlet eder. [87]

 

Sıkıntılı Zamanlarda Yalnızca Yüce Allah'a Sığınmak

 

40- De ki: "Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı gelirse yahut size kıyamet gelip çatsa Allah'tan başkasını mı çağıracak­sınız? Şayet doğru söyleyen kimseler iseniz..."

41- Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse dua ettiğiniz şeyi kabul eder, açar ve siz şirk koştuklarınızı

unutursunuz.

42- Andolsun senden önceki ümmetlere biz (peygamberler) gönderdik. Onları yal­varırlar diye darlığa, hastalığa uğrattık.

43- Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalar ya! Fakat kalpleri katılaşmıştı. Şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti.

44-  Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca üzerlerine her şeyin kapıla­rını açtık. Nihayet kendilerine verilen­ler yüzünden şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kalıverdiler.

45- Böylece zulmeden kavmin ardı ar­kası kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a hamd olsun.

 

Belagat:

 

"Hayır, yalnız O'na dua edersiniz" buyruğunda bir sıfatın bir mevsufa hasr (kasr) edilmesi söz konusudur. Yani o sıkıntıyı açıp gidermesi için ondan başka­sına dua etmezsiniz demektir.

"Böylece zulmeden kavmin ardı arkası kesildi" buyruğu da tamamen yok edici bir azapla helak edildiklerini kinaye yoluyla ifade etmektedir. [88]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Söyler misiniz?" Bana haber veriniz. Bu Arapça anlatım üslûbunda bun­dan sonra gelecek şeylerin hayret edilecek ve garip karşılanan şeyler olduğunu ifade eder. "Kıyamet" yani ansızın azabı da ihtiva eden kıyamet. "Doğru söyleyen kimseler iseniz." Putların size fayda verdiği hususunda doğru söyleyenler iseniz, haydi onları çağırın, onlara dua edin, "O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." Yani kendisi için Allah'a dua ettiğiniz şeyi, sıkıntı ve benzeri hususları üzerinizden açıp giderinceye kadar duanızı sürdürürsünüz. O da bunu dilerse giderir. O takdirde siz de "şirk koştuklarınızı unutursunuz." Ortak koştuğunuz putları ve benzerlerini terk edip onlara dua etmezsiniz. "Andolsun senden önce­ki ümmetlere biz" bir takım peygamberler "gönderdik"; fakat onları yalanladı­lar. "Onları yalvarırlar diye" zillet ve alçakgönüllülük arz ederler... Yalvarmak (tazarru), insanın yalvarıp yakarışını açıkça göstermek için kendisini ortaya koyması anlamına gelir, "darlığa" sıkıntıya, azaba aşın fakirliğe uğrattık. Bu (el-be'sâ kelimesi) aynı zamanda savaş ve sıkıntı hakkında da kullanılır. Be's de savaştaki darlık ve sıkıntı anlamındadır, "hastalığa uğrattık"; burada has­talık (ed-darrâ) faydanın zıddı "ed-dur"dan alınmadır; hastalık anlamına gelir. "Ümitsiz kalıverdiler" yani kurtulacaklarından yana ümitlerini kestiler. "Böylece zulmeden kavmin ardı arkası kesildi", yani onların en gerilerinde bu­lunan sonuncuları da dahil olmak üzere yok oldular.... [89]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bu kâfirlerin bilgisizliklerinin aşırılığını, yüce zatının ve ilmi­nin de kâinattaki her şeyi kuşatmış olduğunu açıkladıktan sonra, kâfirlerin durumlarından bir başkasını bize açıklamaktadır ki, o da şudur: Onlara her­hangi bir belâ, mihnet ve sıkıntı gelip çattığında Yüce Allah'a koşar, O'na sığı­nırlar; O'na itaate karşı isyanla baş kaldırmazlar. Bu halleri ise, Yüce Allah'ın fıtratlarına yerleştirmiş olduğu Allah'ı birleme (tevhid) ve O'na ihtiyaç duyma özelliklerinin etkisi iledir. [90]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, dilediğini yapanın, dilediği şekilde yarattıklarında tasarruf edenin kendisi olduğunu, kimsenin hükmüne karşı gelemeyeceğini, yarattıkla­rı hakkında verdiği hükmü hiç kimsenin geri çeviremeyeceğini haber vermek­tedir. O kendisinden dilekte bulunulduğu vakit dilediği kimsenin istediğini ye­rine getiren, ortağı olmayan bir ve tek olandır.

Ey peygamber! Müşriklere de ki: Bana haber veriniz, sizden önceki ve size benzeyen ümmetlerin başına gelen yerin dibine geçirilme, fırtınalar, yıldırım­lar ve tufan gibi Allah'ın azabı size gelse yahut da bütün dehşetleriyle, alçaltı-cılığı ve ibret verici cezalarıyla kıyamet size gelip çatacak olsa, başınıza gelen bu belâların açılması (giderilmesi) için Allah'tan başkasına dua eder misiniz; yoksa, onunla birlikte başka tanrılar edinmekte doğru söyleyen kimseler ise­niz, sığındığınız putlarınıza mı dua edersiniz?

Daha sonra susturmak ve onları ister istemez kabul etmek zorunda bırak­mak maksadıyla kendilerine yöneltilen bu soruya, önce geçen hususların söz konusu olmayacağını belirtmek üzere "hayır" diye cevap vermektedir. Bu soru­nun cevabı şudur: Sizler sıkıntı, darlık, mihnet ve zorluk zamanlarınızda Allah'tan başka hiç bir kimseye dua etmezsiniz. Sizler başınıza gelen hastalıkla­rı, sıkıntıları açıp gidermesi için Allah'a dua edersiniz. O da meşietine uygun olarak bu sıkıntınızı açıp giderir. Bu arada ortak koştuğunuz ilâhlarınızı unu­tursunuz, böyle bir zamanda Allah'tan başkasını hatırlamazsınız. Yüce Al­lah'ın şu buyruklarında dile getirildiği gibi: "Denizde size bir sıkıntı isabet etti­ği zaman ondan başka taptığınız herkes kaybolur gider." (İsra, 17/69); "Gemiye bindiklerinde dinlerini yalnız ona halis kılanlar olarak Allah'a yalvarırlar. On­ları karaya (çıkarıp)kurtarınca da bakarsın ki onlar (Allah'a) ortak koşarlar." (Ankebût, 25/65); "Onları gölgeler gibi dalgalar kapladığında dinlerini halis kı­lanlar olarak Allah'a dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca onlardan kimileri orta yolu tutar. Esasen bizim ayetlerimizi ancak çokça haksızlık eden­ler ve nankörlük edenler inkâr eder." (Lokman, 31/32)

Çünkü Yüce Allah insan fıtratına, tevhidi ve kudreti her şeyin üstünde olan, yerde ve göklerde hiç bir kimse tarafından aciz bırakılamayan gerçek ya­ratıcıya itaatle boyun eğme duygusunu yerleştirmiştir. Şirk ise ilkel kavimler­den miras olarak alınan geçici ve arızî bir şeydir. Nihayet sıkıntı baş gösterince insanlar Yüce Allah'a yalvarıp yakarırlar: "Allah'ın insanları üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına (yönel). Allah'ın yaratışı hakkında değiştirme söz konusu de­ğildir." (Rum, 30/9)

Daha sonra Yüce Allah, geçmiş ümmetleri örnek göstermekte ve hem ibret olsun, hem de sapıklıklarından dönüp akıllarını başlarına alsınlar diye kulları­nı sıkıntılara düşürmenin sünneti gereği olduğunu bildirmek için kıyas yapa­cak şekilde örnek vermektedir ve şöyle buyurmaktadır: "Andolsun senden önce­ki ümmetlere biz..." Yani andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Onlar kendi ümmetlerini tevhide, Allah'a ibadete çağırdılar, fakat onların çağrılarına icabet etmediler. Biz de onları sıkıntılarla, hastalıklarla im­tihan ettik; yani onları fakirlik, geçim darlığı, hastalık ve acılarla sınadık. Bel­ki Allah'a döner, Allah'a yalvarıp yakarır ve ona itaatle boyun eğerler diye. Çünkü sıkıntılar ruhları cilâlandınr. Sıkıntılar yiğit insanları doğurur ve ahlâ­kı arındırır. Bu ayet-i kerime kendisinden önceki buyruklar ile birbirine yakın iki dilimin ilişkisi gibi ilişkilidir. Çünkü müşrikler peygamberlerine muhalefet hususunda kendilerinden öncekilerin yolunu izlediler. O bakımdan şimdi mu­halefet edenler de kendilerinden öncekilerin başlarına gelen belâ ve musibetle­rin benzerlerinin başlarına gelip çatmasına maruzdurlar.

Daha sonra Yüce Allah yalvarıp yakarmaya teşviki şöylece pekiştirmekte­dir: Bizim verdiğimiz sıkıntılar, onlara gelip azabın ön habercileri orataya çık­tığında, bize itaatle ve tevbe ederek yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi? Fa­kat onlar böyle bir iş yapmadılar, kalpleri katılaştı. Yani kalpleri incelmedi ve itaatle boyun eğmediler. Kalpleri adeta taş gibi katılaştı veya taştan da daha katı oldu. İbret almadılar. Şeytan onların şirk, ahlâksızlık, inatlaşma ve masi-yet gibi işlerini onlara süsledi, güzel gösterdi ve atalarının üzerinde oldukları halde kalmaları için kendilerine vesveseler verdi.

Daha sonra -sebebi ve şekilleri açıklanmak suretiyle- onlara azap indi. Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca...[91]

Yani peygamberlerinin kendilerine hatırlattıkları korkutma ve müjdelemeler-den yüz çevirip bunları unutur gibi yaparak küfür ve inatları üzerine ısrar edince, üzerlerine rızkın her türlü kapılarını, rahat geçim, sağlık, güvenlik ve buna benzer tercih ettikleri şeylerin kapılarını ardına kadar açtık. Bu ise Al­lah'ın onlara, azaba derece derece yaklaştırmak için tanıdığı bir mühletti. Ni­hayet onlar kendilerine verilen mal, evlat ve rızıklarla sevinip şımarınca, ansı­zın onları kökten imha eden azapla yakalayıverdik. Aniden onların kurtuluş­tan ve her bir hayırdan ümit kestiklerini görürsün.

Peygamberleri yalanlamak ve şirk üzere kalmak suretiyle kendilerine zul­meden o topluluk helak oldu ve kökten imha edildiler. Onlardan hiç bir kimse geriye kalmadı. Katıksız övgüler, peygamberlerine, itaat ehline verdiği nimet­leri, küfür ve fesat ehlini cezalandırması sebebiyle âlemlerin rabbi olan Al­lah'ındır. Bu da şuna işaret etmektedir: Fesatçıların yok edilmesi Allah'ın bir nimetidir. Darlık ve sıkıntılarda ibret ve öğüt vardır. Lüks ve rahat geçime gö­mülmek kimi zaman bir istidraç olabilir. Her işin sonunda da Allah'ın anılması bir görevdir (vaciptir).

Ahmed, Ukbe b. Âmir'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer Allah'ın, masiyetlerine rağmen bir kula dünyadan sevdiği şeyleri verdiğini görürsen şunu bil ki, o ancak ve ancak bir istidraçtır (derece derece onu azaba yaklaştırmak ve azabını daha çok artırmak içindir.)" Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayet-i kerimeyi okudu: "Bunlar kendilerine hatırlatı­lanı unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık..."

Taberânî ile Beyhakî'nin rivayetinde ise şöyle denmektedir: "Masiyetleri üzerinde devam edip gittiği halde bir kula Yüce Allah'ın istediğini verdiğini gö­rürsen, şunu bil ki bu, ancak Allah'tan ona bir istidraçtır."

Mümin ise nimete aldanmaz, sıkıntıya da sabreder. Müslim, Suhayb er-Rûmî yoluyla Hz. Peygamberden merfi olmak üzere şu hadisi rivayet eder: "Müminin işi hayret edilecek bir iştir. Onun bütün işleri hayırdır. Böyle bir im­kân ise müminden başka hiç bir kimseye verilmemiştir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Ona bir sıkıntı isabet ederse sab­reder, bu da onun için bir hayır olur." [92]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"De ki: Söyler misiniz..." ayet-i kerimesi müşriklere karış beyni parçalaya­cak kadar ağır ve güçlü bir delilin ifadesidir. Aynı zamanda bu, onlara karşı de­lil getirerek tartışmaya dair göz kamaştırıcı bir örnektir. Onlar zorluk va sıkın­tı zamanlarında Allah'a dönerler. Kıyamet gününde de O'na döneceklerdir. Pe­ki bu bolluk ve refah zamanlarında şirk üzere ısrar neden? Halbuki onlar sı­kıntılı zamanlarında putları unutur görünürler ve azabın geri çevrilmesi için Allah'a dua ederler. Bu, onların Allah'ı tanıdıklarının da delilidir. İbret ve öğüt almak üzere geçmiş ümmetlerin durumunu hatırlatması, Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. O'nun kullarını mallarındaki türlü musibetlerle (be'sâ=darhk) bedenlerdeki musibetler (derrâ=hastalık) ve dilediği başka şey­lerle tehdit etmesi de böyledir: "Şüphesiz ki O, yaptığından dolayı sorumlu tu­tulmayandır. Asıl kendileri sorumlu olurlar." (Enbiyâ, 21/23). Bunlar ise içinde bulundukları küfür ve isyandan dönüp akıllarını başlarına alsınlar diye verilir.

Fakat bunlarda küfür ile birlikte çoğunlukla inat da vardır. Bundan dolayı Yüce Allah kâfirleri duayı terk ettiklerinden dolayı sigaya çekmekte ve azap geldiğinde O'na yalvarıp yakarmadıklannı haber vermektedir. Belki ihlâssız bir şekilde yahut da azabm fiilen gelip onunla karşılaşmaları halinde yalvarıp ya-karabilirler. Ancak böyle bir vakitte yalvarıp yakarmanın onlara faydası olmaz.

Bundan şu da anlaşılmaktadır: Genişlik zamanlarında da darlık ve sıkıntı zamanlarında da dua etmek emrolunmuş bir husustur. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Bana dua ediniz, ben de duanızı kabul edeyim." (Mü'min, 40/60); ''Şüphesiz bana ibadeti büyüklüklerine yediremeyenler, yakında hor ve zelil ola­rak cehenneme gireceklerdir." (Mü'min, 40/60. Bu ise büyük bir tehdittir.

Kâfirlerin inatlarına delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Fakat kalpleri katılaşmıştı." Yani kalpleri sertleşmiş ve hiç bir şey anlamaz hale gelmişti. Bu ise küfür ve masiyet üzere ısrarı ifade eder. Onlar bu hususta şeytandan etki­lenmektedir: "Şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti." Yani onları al­datıp masiyet işlemeye itmişti. Bir kula herhangi bir şekilde nimette bulunul­ması, ondan razı olunduğuna delil değildir. Masiyet üzere devam etmekle bir­likte nimet de bulunabilir. Böyle bir şey olduğu takdirde bu Yüce Allah tarafın­dan o kimselere bir istidraçtır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim tuzağım pek sağlam ve yamandır." (Ka­lem, 68/40). Kimi ilim adamı şöyle dimiştir: Allah, "Nihayet kendilerine verilen­ler yüzünden şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdik" ayeti üze­rinde gereği gibi düşünen bir kula rahmet buyursun.

Muhammed b. Nadr el-Hârisî der ki: Ben böyle bir topluluğa yirmi yıl ka­dar mühlet veririm.

Hasan-ı Basrî de der ki: Allah'a yemin ederim insanlardan herhangi bir kim­seye Allah dünyada geniş imkânlar verdiği halde, o bunların kendisine karşı ku­rulmuş bir tuzak olacağından korkmuyor ise, mutlaka aklı eksik, görüşü kısırdır. Allah bir kuldan dünyalığı kısacak olur da o da o işin kendisinin hayrına olacağı kanaatine sahip değilse, şüphesiz onun ameli eksilir ve görüşü kısır kalır.

Şüphe yok ki geçmiş kavimlerin ve önceki ümmetlerin yok edilmesi, bizim günümüz örfünde bir faciadır; fakat Yüce Allah'ın takdirine göre fesadın güçle­nip yaygınlaşmaması için bir ibret ve bir öğüttür. "Böylece zulmeden kavmin ar­dı arkası kesildi." Bu ayet-i kerime zulmün terk edilmesinin farz olduğunu da ihtiva etmektedir. Çünkü zulüm daimî azaba götürür. Aynı şekilde ayet-i keri­me, fesat devam edip gitmesin, hayır unsurları da kurumasın diye zalimleri ce­zalandırdığından dolayı, Allah'a hamdetmenin vücubunu da ihtiva etmektedir. [93]

 

İlâhî Kudret Ve Vahdaniyetin Bazı Delilleri İle Peygamberlerin Görevleri

 

46- De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinize mühür vursa Allah'tan başka onları size iade edecek ilâh kim-dir?"Bak, ayetlerimizi (vahdaniyetimi­ze ait delilleri) nasıl türlü türlü açıklı­yoruz, yine de onlar yüz çeviriyor-lar!(iman etmiyorlar)

47- De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah'ın azabı ansızın yahut açıktan açığa size gelip çatarsa zalimler topluluğundan başkası helak olur mu?"

48- Biz peygamberleri ancak müjdele-yici ve korkutucular olarak göndeririz. Artık kim iman edip ıslah etse, onlara korku da yoktur, onlar üzülmezler de.

49- Ayetlerimizi yalanlayanlara gelin­ce, fasıklık ettikleri için onlara azap dokunacaktır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın azabı ansızın yahut açıktan açığa" geceleyin yahut gündüz size gelip çatsa "zalimler" kâfirler "topluluğundan başkası helak olur mu" yani on­lardan başkaları helak edilmez. "Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve" iman edenleri cennetle müjdeleyenler; "korkutucular" küfre sapanları da ateşle kor­kutanlar "olarak göndeririz." "Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklık et­tikleri için" itaatin dışına çıktıklarından ötürü "onlara azap dokunacaktır".[94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler aynı konuda bundan önceki buyruklarla ilişkilidir. Bu ise ilâhî kudretin ispat edilmesi, Allah'ın varlığına, birliğine dair delilin ortaya ko­nulması, peygamberlerin fonksiyonlarının ya da görevlerinin açıklanmasıdır. Bu açıklama ise şirkin ve putlara tapmanın çürütülmesi sonucuna götürmekte­dir. [95]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Şu yalancıya ve inatlaşan müşriklere de ki: Şayet Allah si­zin işitmenizi, görmenizi, kalbinizi alacak olursa ne yapacaksınız, bana söyle­yin? Dinlemek, başkalarıyla tanışmanın ve anlaşmanın anahtarıdır. Eşyaya ta­hakküm etmek, onu egemenliği altına almak için ise gözler gereklidir. Kalp ise hayatın, aklın ve bilginin yeridir. Eğer bu güçler işlemez hale gelirse insanın durumu bozulur, dünya ve din menfaatleri ortadan kalkar. Bu nimetleri bağış­layan Allah olduğuna göre tazim, övgü ve kulluğun da Allah'tan başka kimse­nin hakkı olmaması gerekir.

Kalbin mühürlenmesi, hidayetin nüfuz etmesine imkân kalmayacak, işleri akletmeyecek, fayda ve zararı, hak ile batılı idrak edemeyecek hale gelmesi de-mekir. Yüce Allah'ın, "Onları size iade edecek ilâh kimdir?" buyruğunun anlamı şudur: Sizden alınan bu güçlerinizi size kim geri verebilir? Yani Allah'ın sizden aldıklarını tekrar size geri verecek O'ndan başka bir ilâh yoktur.

Ayetleri ne şekilde açıkladığımıza, nasıl beyan ettiğimize, değişik şekiller­de türlü türlü üslûplarda nasıl tekrarladığımıza bir bak! Uyarmak, ileri süre­cek mazeret bırakmamak, teşvik etmek, korkutmak ve buna benzer üslûplarla. Bütün bunlar ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'ndan başka taptıklarının batıl olduğuna, sapıklık olduğuna bir delildir. Eğer tapındığınız şeyler fayda ve zarar verebilen ilâhlar olsalardı, bunları size geri vermeleri gerekirdi. Sizler bunların hiç bir şeye gücü yetmeyen varlıklar olduğunu bildiğinize göre, ne di­ye onlara dua ediyorsunuz? Dua, ibadettir; ibadet ise ancak bir ve tek Kahhâr olan Allah'a yapılır. Şimdi sen onların nasıl yüz çevirdiklerine bir bak ve ey peygamber de ki: Bana söyleyiniz! Allah'ın azabı ansızın, farkına varmaksızın gelip sizi bulacak olursa yahut da gözünüz göre göre, açık bir şekilde gelip size çatacak olursa ne yapacaksınız! Zaten Allah'a şirk koşmak suretiyle küfür ve inat üzerinde ısrar ederek kendilerine zulmeden zalimlerden başkası da helak olunmaz. Yani azap, ancak Allah'a şirk koşmak suretiyle kendilerine zulme­denleri kuşatır. Yalnızca Allah'a ve O'na şirk koşmaksızm ibadet edenler ise kurtulur.

Daha sonra Yüce Allah peygamberlerin görevlerini açıklayarak şöyle bu­yurmaktadır: "Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve korkutucular olarak göndeririz." Yani peygamberlerin görevi müminleri cennet ve hayırlar ile müj­delemek, Allah'ı inkâr eden kâfirleri de cehennem ve cezalar ile korkutmaktan ibarettir. Arkasından bu iki kesimin akibetini şöylece açıklamaktadır:

Peygamberleri doğrulayıp onların getirdiklerine kalpten iman eden, onla­ra tabi olmak suretiyle amelini düzelten kimseler için gelecekte, dünya azabın­dan yana da ahiret azabından yana da bir korku yoktur. Allah'a kavuşacakları günde de geçmişte elde edemediklerinden ve dünya işlerinden geriye bıraktık­larından dolayı üzülmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şu buyruğunda olduğu gibi onları her türlü korku ve dehşetten koruyacaktır: "O en büyük korku onla­rı üzmeyecektir. Melekler onları karşılayacak ve "işte bu va'dolunduğunuz gün­dür" (diyeceklerdir.)" (Enbiyâ, 21/103). Dünyada, aşırılığı ve uzun süre devam etmesi bakımından sıkıntıdan dolayı müşriklerin üzüldükleri gibi üzülmezler. Onlar kendilerine isabet edenlere sabrederler, Allah'tan ecir beklerler. Bu mu­sibetlerin yerine hayırlısının kendilerine verilmesini umarlar. Çünkü Yüce Al­lah nimet ile karşılaşmak halinde şükretme, sıkıntı esnasında da sabretme ve işi yüce yaratıcıya havale etme yolunu göstermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yerde olsun nefislerinizde olsun gelip çatan her bir musibet, mutlaka biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılı)dır. Şüphesiz bu Allah'a göre pek kolaydır. Ta ki elde edemediğinize üzülmeyesiniz, size verdiklerinden dolayı da şımarmayasınız. Allah böbürlenip aldanan hiç bir kimseyi sevmez." (Hadîd, 57/22-23)

Peygamberlerle gönderilen Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar, küfre saptık­ları ve peygamberlerin getirdiklerini bile bile inkâr ettiklerini, Allah'ın emir ve itaatinin dışına çıkarak yasaklanan, haram kılman şeyleri işledikleri için aza­ba duçar olacaklardır. Onların küfür ve fesatlarının dünyadaki cezası çeşitli sı­kıntılarla, ahirette de cehennemde çeşitli gazap ve cezalarla olacaktır. Kâfirin dünya hayatında iken yararlandığı dünyevî nimetlere gelince, bunlar ahiretin hayırlarıyla karşılaştırıldığı takdirde, pek az bir meta, oldukça basit ve önem­siz şeyler olarak görünürler. [96]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bütün mahlûkatı yaratan, onları işitme, görme ve akıl gibi bilgi edinme anahtarlarıyla donatan Allah, bütün bunları onlardan almaya da kadirdir. Bunları aldığı takdirde onların yerine başkalarını kim verebilir? Allah'tan baş­kasından böyle bir şey beklenemez. Kâfirlere küfür ve isyanları sebebiyle azap edilecek olursa, şüphesiz ki Allah'ın adaleti, bizzat Allah'a şirk koşmak sure­tiyle kendilerine zulmedenlerden başkalarının helak edilmemelerini, buna kar­şılık, iman eden takva sahiplerinin böyle bir azaptan kurtarılmalarını gerekti­rir. Peygamberlerin görevleri insanları müjdeleyip uyarmaktan ibarettir. Yani teşvik ve korkutmadır. Hasan-ı Basrî der ki: Onlar dünya hayatında geniş nzık ile ahirette de sevap ile müjdelerler. Buna Yüce Allah'ın şu buyruğu delildir: "Eğer o ülkelerin halkı iman edip sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yer­den nice bereketler açardı. Fakat onlar yalanladılar, biz de kazanmakta olduka-rı yüzünden onları tutup yakaladık." (A'râf, 7/96)

Hak ettiği nimeti veya azap ve sıkıntıyı kendi hakkında belirleyen bizzat in­sanın kendisidir. O, rab olarak Allah'a iman eder, amelini ıslâh ederse güvenlik, mutluluk ve sevince kavuşur. Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu ayetleri yalanlayacak olursa, küfür ve fasıklığı sebebiyle de azap gelir onu bulur. [97]

 

Peygamberin Tek Kaynağı Vahiy, Görevi İse İnsanları Uyarmaktır

 

50- De ki: "Ben size "Yanımda Allah'ın hazineleri vardır" demiyorum. Ben gaybı da bilmiyorum. Ben hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum. Ben ancak vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç gör­meyenle gören bir olur mu? Hiç düşün­müyor musunuz?"

51- Rablerinin huzurunda haşroluna-caklarım bilip korkanları sen bununla inzar et! Onlar için ondan başka bir dost da yoktur, bir şefaat edici de yok­tur. Olur ki sakınırlar.

52- Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam rablerine dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir şey düş­mez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez ki, onları kovasın. O tak­dirde zalimlerden olursun.

53- Biz onlardan kimini kimisi ile böy­lece imtihan ettik. Ta ki "Allah aramız­dan bunlara mı lütfetti?" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

 

İ'râb:

 

"Onlar için ondan başka bir dost da yoktur, bir şefaat edici de yoktur" cüm­lesi "haşrolunacakları" fiilindeki zamirin halini bildirmektedir. Yani onlar ken­dilerine yardım olunmaksızın ve kendilerine şefaatte bulunan olmaksızın has­rolunmaktan korkarlar.

"... zalimlerden olursun" ifadesi daha önce geçen nehyin cevabıdır. İfade­nin takdiri şöyledir: Sabah akşam rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri ya­nından kovma. O takdirde zalimlerden olursun. Zaten onların hesabından se­nin üzerine bir şey yok ki sen ne diye onları kovasın. [98]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın hazineleri"; hazine, korunması ve başkalarının tasarrufunun en­gellenmesi istenen şeylerin içinde saklandığı şeydir. Allah'ın hazinelerinden bi­risi rızık hazinesidir. Buradaki ifadenin anlamı ise, Allah'ın kullarının nzıkları benim elimde değildir, şeklindedir. "Gayb" bilgisi, bütün mahlûkat tarafından bilinemeyen, onlar için gizli olan Allahü Tealâ'nın bilgisini yalnız kendisine sakladığı hususlardır.

"Görmeyenle gören bir olur mu?" ifadesinden kasıt kâfir ve mümin yahut sapık ile hidayet bulandır. "Sen onunla" yani Kur'an-ı Kerim'le "inzar et" kor­kut. "Ondan başka bir dost" onlara yardım edecek bir yardımcı "da yoktur, bir şefaat edici" onlara şefaatte bulunacak bir aracı "da yoktur". Yüce Allah'ın, ".,. korkanları sen bununla inzar et " buyruğundan kasıt ise, isyankâr müminler­dir. "Olur ki sakınırlar" içinde bulundukları halden vaz geçerler ve dinin emir­lerine itaat ederek Allah'tan korkarlar.

"Sabah akşam dua edenleri kovma!" Burada kovmak, uzaklaştırmak de­mektir, "sabah akşam" sabah, tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna ka­dar olan vakittir. Akşam ise günün son bölümüdür; veya buradaki "sabah ak­şamdan kasıt ise bütün vakitlerdir. "Sırf O'nun rızasını dileyerek" yani ibadet-leriyle yalnızca Yüce Allah'ın zatını isteyerek, dünya maslahatlarından herhan­gi birisini gözetmeyerek, "Rablerine dua edenleri kovma." Burada sözü geçenler fakir kimselerdir. Müşrikler onları tenkit ediyor ve Hz. Peygamberle birlikte oturmak için onların Peygamberdin çevresinden uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Peygamber de ileri gelen bu kimselerin İslâm'a girmeleri umuduyla onları ya­nından uzaklaştırmak istemişti. "Onların da hesabından" yani onların iman edip etmeme ve işledikleri batıl amellerin hesabından "sana birşey düşmez."

"Biz onlardan kimini kimisiyle" yani şerefli görüleni zayıf ile, zengini fakir ile, bunların daha önce iman etmeleri suretiyle "böylece imtihan ettik" yani sı­nadık ve denedik. "Ta ki Allah aramızdan" yani biz dururken "bunlara mı lüt­fetti?" İçlerinde en önemlisi hidayet olan bir çok nimetleri bunlara mı verdi? Yani eğer onların izledikleri hidayet yolu olsaydı biz dururken onlar bizden ön­ce bu işe kavuşamazlardı, "desinler diye", şerefli görülen kimseler ve zenginler böyle bir durumu reddederek ve itiraz ederek böyle desinler diye.

"Allah" kendisine "şükredenleri daha iyi bilen"dir; o bakımdan da onları hidayete ileten "değil midir?" Elbette öyledir. [99]

 

Nüzul Sebebi

 

"Sırf onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma." mealindeki 52. ayetin nüzulü ile ilgili olarak, İbni Hibbân ile Hakîm Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle de­diğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime altı kişi hakkında nazil olmuştur. Ben, Abdullah, İbni Mes'ud ve diğer dört kişi daha. Bunlar için Resulullah (s.a.)'a "Onları kov" dediler. Çünkü biz bunlar gibi sana tabi olmaktan utanıyoruz. Peygamber (s.a.)'in içinden Allah'ın dilediği şeyler geçti. Bunun üzerine, "Sırf onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma!" buyruğu, "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" buyruğuna kadar nazil oldu. Biraz sonra konu ile ilgili Müslim'in bir diğer rivayetini de söz konusu edeceğiz.

Ahmed, Taberânî ve İbni Ebî Hatim, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini nakle­derler: "Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah (s.a.)'ın yanından geçtiler. Hz. Pey­gamberin yanında Habbâb b. el-Eret, Suhayb ve Ammâr vardı: "Ey Muham­medi Sen bunları mı beğendin? Aramızdan Allah bunlara mı lütufta bulundu? Sen bunları kovsan, biz elbette sana tabi oluruz" dediler. Allah bunun üzerine haklarında, "Rablerinin huzurunda haşrolunacaklarını bilip korkanları..." buyruğundan itibaren (55. ayet-i kerimenin sonu olan "Belli olsun diye ayetleri böylece açıklıyoruz" buyruğuna kadar) indirdi.

İbni Cerîr et-Taberî ile İbnü'l-Münzir de İkrime'den şöyle dediğini rivayet ederler: Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Mut'im b. Adiyy, el-Hâris b. Mevfel[100], kâ­firler arasından Abdi Menafoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Ebu Talib'in ya­nına gelip ona şöyle dediler: Şu senin kardeşinin oğlu, şu köleleri yanından uzaklaştıracak olsa, gözümüzde daha büyür ve biz ona itaat edebiliriz, ona tabi olma ihtimalimiz daha yükselir. Bunun üzerine Ebu Talib, Resulullah (s.a.) ile konuştu. Ömer b. el-Hattab dedi ki: Böyle bir şey yapsak da onların ne istedikle­rini bir görsek. Bunun üzerine Yüce Allah, "Rablerinin huzuruna haşrolunacak­larını bilip korkanları..." ayetini "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil inidir?" buyruğuna kadar indirdi. Söz konusu kişiler ise Bilâl, Ammâr b. Yâsir, Ebu Hu-zeyfe'nin azatlı kölesi Salim, Useyd'in azatlı kölesi Salih[101], İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b. Am[102]s\ Vâkid b. Abdullah el-Hanzalî ve benzerleri idi. Bunun üzerine Hz. Ömer gelip söylediği sözden dolayı özür beyan etti. Bu sefer Yüce Allah'ın "Ayet­lerimize iman edenler sana geldiğinde..." ayetini (54. ayet) indirdi.

Dikkat edilecek olursa bu rivayetler farklı farklıdır. Kimisi ayet-i kerime­nin nüzul sebebini 53. ayetin sonuna kadar zikrederken, kimisi de 54 ve 55. ayet-i kerimeyi de bu sebeple inen ayetler arasında zikretmiştir. İlk rivayet İb­ni Mes'ud'u Kureyş'in ileri gelenleri arasında zikretmekle birlikte[103] sonuncu rivayet onu kovulması istenenler arasında zikretmektedir. [104]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayet-i kerimeler daha önce gelen "Üzerine Rabbinden bir ayet indiril­meli değil miydi?" (ayet, 37) mealindeki buyruğun bir tamamlayıcısıdır ve pey­gamberlerin sadece müjdeleyip uyaran kimseler olmak suretiyle görevlerinin sınırlarını açıklayıcı mahiyettedir. Yüce Allah Rasulüne bu kimselere şöyle de­mesini emretmektedir: Ben ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderil­dim. Allah'a karşı tahakküm etme hakkına sahip değilim. Ben hakkımda şu üç hususun söz konusu olmadığını belirtmekle emrolundum: Allah'ın hazineleri yanımda değildir. Ben gaybı bilmem ve meleklerden bir melek de değilim. Bu üç hususu reddetmenin faydası ise Hz. Peygamberin Allah'a karşı tevazusunu, ona kulluğunu açıkça ortaya koyarak, Hristiyanların İsa (a.s.) hakkındaki inançlarını reddetmek, güçlü ve her şeyi kahreden maddî mucizeleri getirmek hususunda aciz olduğunu ifade etmektir. Çünkü böyle bir şey Allah'ın kudreti çerçevesindedir. O'na yakışan bir iştir. Bu ise Hz. Peygamberin ulûhiyet ve me-leklik iddiasında olmadığı anlamına gelir. [105]

 

Açıklaması

 

Müşrikler Resulullah (s.a.)'tan peygamberin ve onun risaletinin görev ve fonksiyonunun ne olduğunu bilmediklerinden dolayı kendilerini ikna edici maddî bir takım mucizeler göstermesini istiyorlardı. Yüce Alllah in­dirdiği buyruklarla ona şöyle demesini emretti: "Ey Peygamber! Şunlara de ki: Ben Allah'ın hazinelerine sahip değilim. Onları paylaştırma, dağıtma ve onlarda tasarruf etme gücüm yoktur. Bu, yalnızca Allah'a ait olan bir iştir. O, bu hazinelerden hikmetine uygun ve kendi iradesiyle kullarından diledi­ğine verir.

Ben sizlere "Şüphesiz ki ben gaybı bilirim" de demiyorum. Bu da aziz ve celil olan Allah'a ait bir şeydir. Ben gaybdan ancak Allah'ın bana bildirdiği şey­leri bilebilirim. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçti­ği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27)

Ben meleklerden bir melek olduğumu da iddia etmiyorum. Ben ancak bir insanım, Allah tarafından bana vahiy geliyor. O bakımdan insanların yapama­yacakları şeyleri yapabilme gücüm yoktur.

Bu üç hususun ifade ettiği anlam da şudur: Ben ulûhiyet iddiasında da bulunmuyorum, gaybı da bilmiyorum, melek olmak iddiam da yoktur ki, güç ve kudretimin içerisinde olmayan şeyleri benden isteyesiniz. Ben ancak sizin gibi bir beşerim; bana Kur'an-ı Kerim ve onu açıklamam vahyolunmaktadır. Bu ko­nuda ben benzeri görülmedik bir iş de yapmıyorum. Risaleti tebliğ hususunda benden önce pek çok peygamber gelmiştir.

Peygamberin görevi ise vahye tabi olmaktır. Yüce Allah'ın, "Ben ancak ba­na vahyolunana uyarım" buyruğunun anlamı işte budur. Yani ben bana vahyo-lunanın dışına, çok az bir mikdar dahi olsa çıkmam.

Daha sonra yüce Allah sapıtanın ve hidayet bulanın eşit olmayacağını be­yan ederek sapıklıkları dolayısıyla müşrikleri azarlayıp şöyle buyurmaktadır: "De ki, hiç görmeyenle gören bir olur mu?" Yani yalanlayan müşriklere de ki: Hakka uyup ona yol bulan ile haktan uzaklaşarak onu kaybedip sapıtan kim­seler bir olur mu?

Hiç düşünüp de şirkin sapıklığı ile İslâm hidayeti arasındaki farkı, Kur*an-ı Kerim'deki Allah'ın birliğinin delilleri ve O'nun rasülüne tabi olmanın gereğini akledip kavramıyor musunuz? Bu Yüce Allah'ın şu ayetini andırmak­tadır: "Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi olur mu? Ancak selim akıl sahipleri iyice öğüt alırlar." (Ra'd, 13/19)

Sıraladığımız bu açıklamalar, özetle, Yüce Allah'ın hiç bir kimsenin benze­rine sahip olma imkânı bulunmayan mutlak kudretini ispatlamaktadır. Bu ise Allah'ın varlık ve birliğine delil olan bir husustur. Aynı şekilde Kur"an-ı Ke-rim'in ve peygamberin doğruluğunu destekleyen mucizelerin yalnızca Allah ta­rafından geldiğini de ispatlamaktadır. Çünkü peygamberler, alışılmış hallerin dışında herhangi bir hususta tasarrufta bulunamazlar. Hiç bir şekilde Kur'an-ı Kerim yahut harikulade ayetlerin (mucizelerin) indirilmesi gibi, herhangi bir şeye de güçleri yetmez, mucizeleri gerçekleştiremezler de.

İşte risaletin hakikati budur. Daha sonra Yüce Allah peygamberine mü­minleri kötü hesap ve kötü cezalara karşı uyarmasını emrederek şöylece bu­yurmaktadır: "... Sen bununla inzar et..." Yani ey Muhammed! Sen vahiy yoluy­la yahut Kur'an-ı Kerim'in delaletiyle Allah'a iman eden, öldükten sonra dirilip haşredilmekten, mahşerin dehşetlerinden, kıyamet günündeki hesabın şidde­tinden ve buna bağlı olarak Allah'ın huzuruna çıkılacağı esnada amellere kar­şılık verileceği zamanın dehşeti ile onları korkut. Böyle bir günde kendilerinin hiç bir yardımcıları, şefaatçileri, candan dostları ve destekleyicileri olmayacağı­na inanan o müminleri uyar: "O gün kimsenin kimseye bir fayda sağlama im­kânı olmayacaktır. O gün mülk bütünüyle Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19). Onları uyar ki, sakınabilsinler. Yani sen -sakınsınlar diye- aziz ve celil olan Allah'tan başka hiç bir kimsenin hakim olmadığı o günü hatırlatarak onları uyar. İbni Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Dünyada Allah'tan korksunlar, küfür ve masiyetlerden vazgeçsinler diye onları korkutup uyar. İşte Allah'a, gayba ve ahiret gününe iman eden bu kimseler, Kur'an-ı Kerim'den yararlanabilenlerdir. Maddenin dışında hiç bir şeye inanmayan materyalistlere gelince, bunlar ilâhî hidayet nurunu görmekten yana gözlerinin üzerine kendi elleriyle perde çek­mişler, Allah onların kalplerini mühürlemiş, kulaklarını sağırlaştırmış ve göz­lerini de kör etmiştir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Sen ancak gıyaben Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları korkutur­sun. Kim de temizlenip arınırsa ancak kendisi için temizlenmiş olur. Dönüş yal­nız Allah'adır." (Fâtır, 35/18)

Daha sonra Yüce Allah peygamberine Kureyş kâfirleri ile onların müref­feh eşrafını yakınına almasını, buna karşılık mustazaf müminler ile zayıf kim­seleri uzaklaştırıp kovmasını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır: "Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma..." Yani bu niteliklere sahip bu gibi kimseleri yanından uzaklaştırma. Aksine bunlar bir­likte oturup kalktığın ve en yakın samimi dostların olsunlar. Onların nitelikle­rine gelince: Bunlar gerçekten iman etmiş, kalplerinde Rablerine karşı en ufak bir şirk şaibesi olmaksızın inanmış kimselerdir. Sabah akşam ve bütün vakitle­rinde Rablerine dua ederler. O'na ihlâsla itaat ve dua ederler, bütün istekleri Allah'ı razı etmektir ve itaatlerini yalnızca Yüce Allah'a yaparlar. Çünkü iba­dete lâyık olan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu buyruktur:

"Sabah akşam Rablerine sırf O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle bera­ber sabret. Dünya hayatının ziynetini arzu ederek gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz heva ve heveslerine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme!" (Kehf, 18/28)

Bu müşriklerin takındıkları tavrın bir benzerini de Hz. Nuh'un kavmi ta­kınmışlardır. O kavmin ileri gelenleri Hz. Nuh'a şöyle demişlerdi: "İlk bakışta içimizden ayak takımlarından kimselerin dışında sana uyanı da görmüyoruz..." (Hud, 11/27). Hz. Nuh ise onlara şöyle cevap vermişti: "Ve ben iman edenleri ko­vacak da degıtım. ŞûnYü \>un\ar şüphesiz îl&blerme fettmşatoklttT&vr. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Hud, 11/29)

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğunda da olduğu gibi böylelerinin hesap­larını yalnızca kendisinin göreceğini belirtmektedir: "Onların hesabını görmek, yalnızca Rabbime aittir." (Şuarâ, 26/113). Çünkü müşrikler bu yazıf müminle­rin dinlerine ve ihlâslarına dil uzatmışlardı. Buna karşılık Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Onların da hesabından sana bir şey düşmez..." Yüce Allah onla­rın ihlaslarvna ve amellerinde Allah'ın rızasını istediklerine dair şahitlik ettik­ten sonra böyle buyurmaktadır. Şayet durum Allah nezdinde dedikleri gibi olsa bile yine de sana düşen, sadece zahire itibar etmektir. Eğer ihlâslı olmadıkları için iç dünyaları razı olunmayan bir halde ise onların hesapları aleyhlerine ola­caktır ve onların yakasını bırakmayacaktır. Onları aşıp da zararı sana ulaşma-yacaktır. Nitekim senin hesabın da senin içindir, seni aşıp onlara zarar verme­yecektir.[106] Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her kişi kazandığı karşılığında rehindir" (Tür, 52/21); "Her nefis kazandıkları karşılı­ğında rehindir." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir nefis bir diğerinin günah yükünü yüklenmez." (En'âm, 6/164, İsrâ, 17/15; Fâtır, 35/18, Zümer, 39/7)

"Onların da hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez." Bu ifadedeki iki cümle aslında tek bir cümle konumundadır. Her ikisinin de ifade ettiği mana bir olmakla birlikte, ikisinin birlikte ifade edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sen de onlar da birbi­rinizin hesabından dolayı sorumlu tutulmayacaksınız.

O halde, onları ne diye kovuyorsun? Çünkü kovmak bir cezadır. Ceza ise hesap ve muhakemeden sonra söz konusu olur; ayrıca hesap görmek ise Allah'a aittir, sana düşen yalnızca tebliğdir: "O halde sen hatırlat! Sen ancak bir hatır-latıcısın. Onların tepesine dikilmiş bir zorba değilsin." (Gâşiye, 88/21-22)

Durum bu iken onları kovacak olursan, o takdirde kendilerine zulmeden­ler arasına katılmış olursun. Çünkü kovmak -belirttiğimiz gibi- ancak bir gü­nah dolayısıyla olur; günah dolayısıyla hesaba çekmek ise sana değil, Allah'a ait bir iştir. Özetle Yüce Allah Müslümanlardan olup sakınmayan kimseleri söz konusu etmekte ve sakınmaları için uyarılmalarını emretmektedir. Daha sonra Müslümanlardan olup takva sahibi olanları söz konusu ederek Peygamberine, onları kendisine yakınlaştırıp onlara ikramda bulunmayı, onlar hakkında bu­nun dışında uygulamalar isteyen kimselere itaat etmemesini buyurmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah müşriklerin zayıflar hakkındaki sözlerinin Allah'ın bir sınaması, bir denemesi olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Biz on­lardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik." Yani onların kimini kimisi ile imtihan edip denedik, sınadık. Ta ki sonunda kâfirler arasından güçlü olanlar zayıf müminler hakkında şöyle desinler: Hepimizin arasından bu büyük nimeti Allah şu köle, azat edilmiş köle ve fakirlerden oluşan yoksullara mı özel olarak verdi? Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu sözlerini andırmaktadır: "Zikir ara­mızdan ona mı verildi?" (Kamer, 54/25); "Kâfir olanlar iman edenlere onlar hakkında eğer bu bir hayır olsaydı, bizden önce onlar onu elde edemezlerdi." Ahkaf, 46/11). Yani onlar bu şekilde sınanınca sonunda inkâr edici bir üslûpla bu sözleri söylediler ve Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği anlam onlar hakkında da gerçekleşmiş oldu: "Firavun hanedanı onu aldılar ki onlar için bir düşman ve hüzünlerine sebep olsun." (Kasas, 28/78)

Diğer bir ifade ile, müşrikler Müslümanlara şöyle diyorlardı: Allah ara­mızdan bunlara mı lütufta bulundu. Yani hakka sahip olmayı ve kendilerini mutlu edecek şeyleri biz dururken onlara mı lütfedip bağışladı? Halbuki toplu­mun önde gelenleri ve başkanları bizleriz, onlar ise fakirler ve kölelerdir. Bu sözlerini böyle fakir kimselerin hak üzere olmalarını kabul edemediklerinden, aralarından hayrın bunlara ihsan edilmesini içlerine sindiremediklerinden söy­lüyorlardı. İşte onların bu sözü söylemelerine sebep fitneye düşmeleridir. Çün­kü böyle bir sözü ancak yardımdan mahrum edilmiş, fitneye düşürülmüş kim­seler söyler.

Daha sonra Yüce Allah, onların büyüklenmekten, istikbardan kaynakla­nan sözlerini şöylece reddedip cevaplandırmaktadır: "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" Yani kimin iman edip şükredeceğini, dolayısıyla kimi imana muvaffak kılacağını, kimin küfür üzere sabit kalıp buna bağlı olarak onu yardımsız bırakılacağım en iyi bilen Allah değil midir? [107]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıda görülen şu oldukça önemli itikadî hükümleri gös­termektedir:

1- Peygamberin yanında Allah'ın hazineleri yoktur, o kâinatta tasarruf imkânına sahip değildir. O bakımdan Hz. Peygamber onların teklif ettikleri ayet ve mucizeleri indirmeye güç yetiremez.

2- O da diğer insanlar gibi gaybı bilemez.

3- O insanların tanık olmadığı Allah'ın bir takım işlerine tanık olan bir melek değildir. Bu ayet-i kerimeyi, "Melekler peygamberlerden daha faziletli­dir" diyenler Yüce Allah'ın şu buyruğu ile birlikte görüşlerine delil göstermek­tedirler: "Bilakis onlar Allah'ın lütfuna mazhar olmuş kullardır, sözde onun önüne geçmezler ve onun emriyle amel ederler." (Enbiyâ, 21/26-27); "Kendilerine emir verdiği hususlarda Allah'a isyan etmezler ve emrolunduklarını yaparlar." (Tahrim, 66/6)

Ademoğullannın meleklerden üstün olduğunu söyleyenler de Yüce Allah'ın şu buyruğunu delil gösterirler: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenler işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır." (Beyyine, 98/7). Burada "el-berîe" keli­mesi hemzeli okuyuş ile Allah'ın varlıkları yaratması anlamına gelen kökten gelmektedir. Yine bu görüşün sahipleri Hz. Peygamberin Ebu Davud'da rivayet edilen şu hadisini de delil gösterirler: "Şüphesiz melekler ilim tahsil edenin bu durumundan hoşnutlukları dolayısıyla kanatlarını (yere) koyarlar." Yine bu ko­nuda Yüce Allah'ın Arafat'ta meleklere karşı övündüğünü ifade eden hadisleri delil gösterirler. Övünmek ise ancak daha üstün olanla söz konusudur. [108]

4- Peygamber müminleri hesaba çekme ve amellerinin karşılığını verme imkânına sahip değildir.

5- O ancak vahyin gereği ne ise onu yapar. Yani vahiy olmadığ sürece her­hangi bir husus hakkında kesin hüküm veremez. İşte Peygamber (s.a.)'in içti­hat yetkisine sahip olmadığını söyleyenler, bunu delil kabul ederler. Aksine onun bütün hükümleri vahiyden sadır olmuştur. Bu husus ayrıca Yüce Allah'ın şu buyruğu ile daha da pekiştirilmektedir: "O hevadan konuşmaz. O(nun ko­nuşması) ancak vahyolunan bir vahiydir." (Necm, 53/3-4). Kıyası kabul etme­yenler derler ki: Peygamber ancak vahiy ile amel ettiğine göre ümmetinden de herhangi bir kimsenin o peygambere nazil olan vahyin dışında bir şeyle amel etmesi caiz olmaz.

Usul alimlerince sahih olan görüşe göre ise, peygamberlerin içtihatta bu­lunmaları caizdir. Nas olarak varit olan buyruklara da kıyas caizdir ve kıyas şer"î delillerden birisidir. Bundan önceki deliller ise Kur'an-ı Kerim'e has olup Muhammed (s.a.)'in Kur'an-ı Kerim'i kendiliğinden uydurduğunu ileri sürenle­re karşı bir cevap ve Kur'an-ı Kerim'in ona ilâhî vahiy ile indirilmiş olduğunu ispatlamak sadedindedir.

6- Peygamber Muhammed (s.a.)'in görevi de uyarıcı ve müjdeleyici olmak­la nitelendirilen diğer peygamberlerinki gibidir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyru­ğu gereğince ortaya çıkmaktadır: "Huzuruna haşrolunacaklarını bilip korkan­ları sen bununla inzar et."

7- Peygamber bir insan olması bakımından bir süre de olsa içtihadına da­yanarak meclisinden fakir ve köleleri uzaklaştırmak istemiştir. Bu ise ileri ge­len ve önder olan kimselerin İslâm'a girmelerini ümit etmesinden kaynaklanı­yordu. Böyle bir işin ashab-ı kiramın elinden herhangi bir fırsatı kaçırmayaca­ğı ve onların kıymetlerini azaltmayacağı kanatiyle böyle bir görüşe meyletmiş­ti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Sırf onun rızasını dileyerek... kovma!" buyruğu­nu indirerek Hz. Peygamberin içinden geçirdiği onları uzaklaştırma arzusunu uygulamaktan nehyetmiştir; yoksa fiilen onları uzaklaştırmış değildir. Nüzul sebeplerinde bunlara dair kıssayı nakletmiştik. Burada da Müslim'in Sahih'in-de kaydettiği bir rivayeti hatırlatmamız yerinde olur. Sa'd b. Ebî Vakkas dedi ki: Resulullah (s.a.) ile birlikte altı kişi idik. Müşrikler Peygambere "Bunları yanından uzaklaştır ki bize karşı cüretkârlık etmesinler." Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki: "O vakit ben, İbni Mes'ud, Huzeyl'den bir adam, Bilâl ve isimlerini ha­tırlayamadığım diğer iki kişi ile birlikte idik. Resulullah (s.a.)'ın içinden Al­lah'ın dilediği şeyler geçti, kendi kendisine bir şeyler kararlaştırdı. Bunun üze­rine Yüce Allah, "Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah-akşam Rablerine dua edenleri kovma!" buyruğunu indirdi.

Bu da Kur"an-ı Kerim'in Allah tarafından indirilişine dair bir diğer delil­dir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın önce bir şeyi kararlaştırması, sonra kendisine o işi yasaklaması -eğer bu işi yapma yasağı Allah katından gelmiyorsa- aklen imkânsız bir şeydir.

8- Yüce Allah'ın, "Biz onlardan kimini kimisiyle böylece imtihan ettik." buyruğu güç dengeleririn ve insanların konumlarının değişik olduğuna bir işa­rettir. Üstünlük ve nimet halleri sürekli olarak kâfirlerin ellerinde devam edip gitmez. Müminlerin içinden geçip de sabırla katlandıkları zaaf halleri de mut­laka değişecektir. Güçlüler zelil, zayıflar da İslâm sayesinde güçlü olacaklardır. Hak yükselecek, yeryüzünde Allah'ın devleti güç kazanacak, destek bulacaktır. O devlete teb'a olanlar asıl mirasçılar olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Hatırlayın ki Rabbiniz şunu bildirmişti: Andolsun ki şükrederse-ı z elbette ki size (olan nimetlerimi) artırırım. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 14/7); "Biz ise arzda zaafa düşürülen­lere lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk." (Kasas, 28/5)

9- "Biz onlardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik" ayet-i kerimesinde aynı şekilde müşriklerin imanı terk etmelerinin ancak kendilerini yüksek gö­rüp büyüklenmelerinden kaynaklanan bile bile inkâr ve inatları dolayısıyla ol­duğuna işaret vardır. Yoksa onlar herhangi bir delil ve belgeye sahip oldukla­rından dolayı imanı terk etmemişlerdi. Yine ayet-i kerime şuna işaret etmekte­dir: Mü'minler ve kâfirlerin her biri diğeri ile imtihan edilmektedir. İleri gelen zengin kâfirler, kendilerinden önce İslâm'a girdiklerinden hayır ve nimete ka­vuştukları için fakir ashabı kıskanıyorlardı. Buna karşılık fakir ashab da kâfir­leri bolluk ve refah içinde görüyor ve şöyle diyorlardı: Bizler böyle darlık ve sı­kıntı içinde bulunuyorken, acaba bu kâfirlerin durumu niye böyledir? [109]

 

Yüce Allah'ın Rahmetinin Bazı Halleri

 

54-  Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde,de ki: "Selâm sizlere! Rabbi-niz kendi üzerine rahmeti yazdı. İçi­nizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra arkasından tevbe eder, düzel­tirse şüphesiz O Gafûr'dur, Rahîm'dir."

55- Ayetleri böylece açıklıyoruz ve günahkârların yolu belli olsun diye...

 

İ'râb:

 

"içinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra arkasından tövbe eder­se şüphesiz O Gafûr'dur, Rahîm'dir." buyruğunun takdiri şöyle olur: Böyle bir kimseye Yüce Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

"... Ve... belli olsun diye" ifadesinin başındaki 've' atıf edatı, takdiri bir fiile atfetmektedir. Bunun da takdiri şöyle olur: Anlasınlar ve günahkârlarla mü­minlerin yolu açık seçik belli olsun diye. Ancak ikincisi hazfedilmiştir. Çünkü kalan ifade söylenilmeyene zaten delil teşkil etmektedir. Tıpkı Yüce Allah'ın, "Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" buyruğunun "ve soğuktan..." anlamını da ihtiva etmesi gibi. [110]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Selâm sizlere" yani, Allah sizi kusurlardan, afet ve musibetlerden uzak tutsun ve esenlik sizin olsun. Es-Selâm, Yüce Allah'ın kendisine yakışmayan noksanlık, acizlik ve fenalık gibi hususlardan tenzih edilmesine delâlet eden isimlerinden birisidir. Selamlaşmada da bu kelime kullanılır. Yani muhatabın hoşuna gitmeyecek her şeyden uzak bulunmasını, rahatsızlık verici her şeyden yana emniyet ve güvenlik içerisinde olmasını dilemektir. İslâm'ın şiarlarından birisidir. Müminler arasında karşılıklı sevgi ve temiz duyguların göstergesidir. Aynı şekilde Yüce Allah'ın ve meleklerin cennetliklere selâmı ve cennet halkı­nın kendi aralarındaki selamlaşmaları da bu lafızla olacaktır.

"Bilmeyerek" yani düşüncesizce ve hafiflikle. Cehalet (bilmezlik) hikmet, ağırbaşlılık ve aklını kullanmaya aykırıdır, onun zıddıdır. "Günahkârların yolu" kendileri aleyhine günah işleyip şeriata aykırı davranışlar olan suçları işleyenlerin yolu "belli olsun diye" yani açık seçik ortaya çıksın, görünsün diye. [111]

 

Nüzul Sebebi

 

İkrime der ki: Ayet-i Kerime Yüce Allah'ın, uzaklaştırılmalarını Hz. Pey-gamber'e yasakladığı kimseler hakkında nazil olmuştur. O bakımdan Resulullah (s.a.) onları gördüğünde önce kendisi onlara selâm verir ve "Ümme­tim arasında kendilerine öncelikle selâm vermemi emrettiği kimseleri takdir bu­yuran Allah'a hamdederim" derdi.

Mâhân el-Hanefî de der ki: Bir topluluk Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek "Bizler oldukça büyük günahlar işledik" dediler. Onlara herhangi bir şekilde cevap vermiş olduğunu sanmıyorum. Arkalarını dönüp gittikten sonra şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde..." [112]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah peygamberine kavminin büyüklerinin İslâm'a girmesi umu­duyla mustaz'aflan yanından uzaklaştırmasını yasakladıktan sonra, ona bü­tün Müslümanlara bu kabilden ikramda bulunmasını emretmektedir. Bu ise selâm lafzı ile selâmlaşmak ve onlara izzet ve ikramda bulunarak hüsnü kabul göstermektir. [113]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Allah'a ve Rasulüne iman edip kitaplarını da kalp ve amel-leriyle tasdik eden, günahlarına dair soru sorarak bunlardan tevbe etmelerine imkân var mı diyen müminlere de ki: "Selâm sizlere!" Yani günahlarınızdan do­layı tevbeden sonra Allah'ın sizi cezalandırmayacağı hususunda Allah'tan size güvenlik vardır. Allah'ın selâmını kendilerine tebliğ etmesini, peygamberine emretmek suretiyle Allah onlara ikramda bulunmuştur. Böylelerinin kalplerini hoş tutmak ve onlara ikram olmak üzere öncelikle sen selâm ver ve Allah'ın kuşatıcı ve geniş rahmetiyle müjdele onları.

Bundan dolayı Yüce Allah geçmiş buyruğun gerekçesini şöylece açıkla- • maktadır: "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı." Yani o kerim zatına rahmeti icap ettirdi. Bu, O'nun bir lütfü, ihsanı ve minnetidir.

Görüldüğü gibi "selâm sizlere" ayetinin tefsirinde az önce geçtiği gibi nüzul sebebinde, sözü geçen iki sebebi de bir arada zikretmiş bulunduk. Bazıları da şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime bir takım günahlar işledikten sonra Resulullah (s.a.)'a pişmanlıklarını ve üzüntülerini izhar ederek gelen bir toplu­luk hakkında nazil olmuştur. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkındadır.

Kimisi de şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime müşriklerin Allah'ın rasulün-den kovup uzaklaştırmasını istedikleri Suffa ehli hakkında nazil olmuştur; Al­lah da onları böyle bir ikramla taltif buyurmuştur.

Râzî de şöyle der: "Bu konu ile ilgili görüşlerin doğruya en yakını bu ayet-i kerimenin umumu üzere anlaşümasıdır. Kim Allah'a iman ederse böyle bir teşrifin kapsamına girer.[114]

Daha sonra Yüce Allah tevbenin kabul edilme yolunu şöylece açıklamakta­dır: "İçinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra tevbe ederse..." yani siz­den kim bilmeyerek küçük ya da büyük bir günah işlerse -aşın gazaplanmak yahut serkeş bir şehevî arzu yahut bir beyinsizlik ve akibeti takdir olunama­yan bir hafiflik ya da kasdî olmayarak böyle bir iş işler de -sonra da bu güna­hından dönüp pişman olarak ihlâsla Allah'a tevbe ederse, gelecekte de böyle bir günaha dönmemek üzere karar verir, amelini düzeltir, kötülüğün ardından onun etkisini silmek üzere iyilik yaparsa, artık Yüce Allah ona günahını bağış­lamak suretiyle muamele eder. Çünkü O mağfiret ve rahmeti çok geniş olandır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Allah nezdin-de (makbul) tevbe, kötülüğü ancak bilmeden yapanların, sonra da çarçabuk tev­be eden kimselerinkidir..." (Nisa, 4/17)

Selef alimlerinden kimisi şöyle demiştir: Allah'a asi olan herkes cahildir. Hakem b. Ebân b. İkrime de şöyle der: Dünya bütünüyle cehalettir.

Kısacası samimî bir tevbenin dört şartı vardır: Günahtan dolayı gerçekten pişmanlık duymak, bundan sonra o günaha bir daha dönmemeye kesin karar vermek, işlenen günahta kul hakkı söz konusu olmuşsa hakkı sahibine geri vermek ve ardından salih amel işlemek.

Daha sonra Yüce Allah, lütfundan olmak üzere ilâhî beyanları açıklama yolunu bize göstermektedir. Bu yol ise, müminin itaat yollarını bilip günahkâr­ların yollarına düşmekten uzak durabilmesi için Kur'an ayetlerinin geniş geniş açıklanmasıdır. İşte bunu beyan etmek üzere, "Ayetleri böylece açıklıyoruz..." diye buyurmaktadır.

Bunun anlamı da şudur: Tevhidin, peygamberliğin, kaza ve kaderin delil­lerine dair bu harikulade, açık ve teferruatlı açıklamalar gibi biz Kur'an'ın ayetlerini, beşeriyetin hakikatlerini beyan ediyoruz; batılcıların inkâr ettiği her bir hakkı böylece sapasağlam yerleştiriyoruz. Ta ki müminler günahkârla­rın yolunu açık seçik görsünler. Onların yolu açık seçik ortaya çıktıktan sonra artık bunun dışında kalan ve buna muhalif olan her bir yol da müminlerin yo­ludur. İki kısımdan birisinin söz konusu edilmesi ikincisine de delâlet eder; Yü­ce Allah'ın, "Ve sizi sıcağa karşı koruyan elbiseler" (Nahl, 16/81) buyruğunda ol­duğu gibi. Burada görüldüğü gibi soğuk söz konusu edilmemektedir. Zira iki zıttan birisinin özelliğinin açıklanması, zımnen ikinci kısmın özelliğini de gös­termektedir. Buna göre günahkârların yolu açıklık kazanırsa aynı şekilde hak ve iman ehlinin yolu da açıklık kazanmış olur. [115]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delildir:

1- Şanı yüce Allah, peygamberine kovup uzaklaştırmasını yasakladığı mustaz'aflara ikram ve lütufta bulunmaktadır. O bakımdan Hz. Peygamber (s.a) onları gördü mü kendisi önce onlara selâm verirdi.

Yine bu buyruktan, salih kimselere saygı göstermek, onları kızdıracak ya­hut rahatsız edecek şeylerden uzak durmak gereği de anlaşılmaktadır. Çünkü aksi bir davranış Allah'ın gazabını da celbedecek bir harekettir. Yani Allah mü­min dostlarından herhangi birisine eziyet veren kimseyi cezalandırır.

2- Günahlara düşmüş, sonra tevbe edip amellerini düzeltmiş olan kulları­nın Allah tevbelerini kabul edebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana pek çok mağfiret ediciyim." (Tâ-Hâ, 20/82). Hz. Peygamber de İmam Ahmed'in rivayetine göre Ebu Hureyre'den naklen Muaz b. Cebel'e şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? O'na ibadet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır." Sonra şöyle sordu: "Peki kulların bunu yapmaları halinde Allah üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor mu­sun? O da onlara azap etmemesidir."

3- Allah'ın kullarına rahmeti oldukça geniştir. Yüce Allah kendinden bir lütuf ve ihsan olmak üzere kendi zatına rahmeti vacip kılmış ve bunu gerçek haber ve hak vaadi ile bize bildirmiştir ki böylelikle kullar Allah'ın rahmetinin genişliğini bilsinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu, sakınanlara, zekât verenlere ve bir de ayetlerimize iman edenlere yazacağım." (A'râf, 7/156)

4- Dinin bütün hükümleri Kur"an-ı Kerim'de etraflıca açıklanmıştır. Yüce Allah bu surede varlığının ve birliğinin delillerini etraflı bir şekilde açıkladığı gibi aynı şekilde kullarının ihyitaç duydukları din ile ilgili her bir şeyi de baş­ka ayetlerde genişçe açıklamış bulunmaktadır. [116]

 

Peygamber (S.A.) İle Müşrikler Arasındaki Tartışmanın Sonuçlandırılması

 

56- De ki: "Sizin Allah'ı bırakarak iba­det ettiklerinize ibadet etmem hiç şüp­hesiz bana yasak edildi." De ki: "Ben sizin nevalarınıza asla uymam. O tak­dirde sapmış olur ve doğru yolu bulan­lardan olmam."

57-  De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim. Siz ise Onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz şey benim elimde değildir. Hüküm an­cak Allah'ındır, O doğruyu haber verir ve O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

58- Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı elbette benimle sizin arınızda iş bitirilmiş olurdu. Allah za­limleri en iyi bilendir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ı bırakarak ibadet ettiklerinize" yani O'nun dışında ibadet edip tap­tıklarınıza. Burada (ayet-i kerimedeki) duadan kasıt budur. Dua, aslında bir hususta hayrın gerçekleşmesi ya da zararın önlenmesi isteği ile seslenmek de­mektir, "ibadet etmem hiç şüphesiz bana yasak edildi." Bana tevdi olunan aklî deliller ile bana verilen semi deliller dolayısıyla ben alıkonuldum

"De ki: Ben sizin hevalarınıza asla uymam" yani dininizde, herhangi bir delile bağlı olmaksızın putlara ibadet hususunda nevanıza tabi olarak izlediği­niz yolunuzda yürümem. Bu aynı zamanda içine düştükleri sapıklığın sebebini de açıklamakta olup hakkı bulmak, batıldan uzak durmak isteyen herkese de bir uyandır. "O takdirde sapmış olurum." Yani sizin hevalarınıza uyacak olur­sam, o zaman ben sapıtmış olurum ve hidayetle hiç bir ilişkim kalmaz.

"De ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzereyim"; beyyine, hakkın açıkça ortaya çıkmasını sağlayan aklî ve maddî her türlü delile verilen addır. İşte bundan dolayı şahitliğe de "beyyine" adı verilmiştir. "O doğruyu haber ve­rir. " Haber vermek (kasas), haberi söz konusu etmek ve bir izin ardından gidip takip etmek demektir, "ve O Hüküm verenlerin" yani hüküm koyanların; fasl (hüküm vermek), yargıda bulunmak ve hüküm belirtmek demektir "en hayırlısıdır".[117]

 

Nüzul Sebebi

 

"De ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim" mealindeki 57. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle der: Bu ayet-i kerime en-Nadr b. Haris ile Kureyş'in ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, olay olsun diye "Ey Muhammed! Haydi kendisiyle bizi tehdit edegeldiğin azabı geti-river." diyorlardı. Bu sebeple bu ayet-i kerime nazil olmuştur. [118]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimede Yüce Allah kendisinin, hakkı açıkça ortaya koymak ve günahkârların izlediği yolun açık seçik belli olması için ayetleri ge­nişçe açıkladığına dair ifadeler yer almıştı. Bundan sonra da bu ayet-i kerime­de o günahkârların yolunu izlemeyi yasaklamaktadır. [119]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Şu müşriklere de deki: Ben sizin dua edip çağırdığınız, kendilerinden hayır ve zararı önlemelerini istediğiniz put, heykel veya şanı ne kadar yüce olursa olsun, salih bir kul yahut da herhangi bir meleğe ibadet et­mekten alıkonuldum. Böylesi bir ibadet bana yasak kılınmıştır. Ben bütün bunlardan aynı şekilde aklî ve maddî deliller ile Allah'tan başka tapındığınız şeylere ibadet etmeyi engelleyen Kur"an ayetleriyle de alıkonulmuş bulunuyo­rum. İşte bu ifadelerle onların ne kadar cahil oldukları ima edilmekte ve bun­lar içinde bulundukları duruma gözü kapalı ve basiretsizce atılmakla nitelen­dirilmektedirler.

De ki: Ben herhangi bir delile tabi olmaksızın sırf hevaya uyma esasına dayanan şu hareketlerinizi izlemek suretiyle sizin yolunuza uymam. Şayet ne­vanıza uyacak olursam ben de sapıtmış olurum; hak ve hidayet namına hiç bir şeye sahip olamam. Bu onların herhangi bir şekilde hidayet üzere olmadıkları­nı kinayeli bir üslupla ifade etmektedir.

Şüphesiz Allah'tan başkasına ibadet, öyle bir sapıklık ve şirktir ki, uyanık akla sahip bir kimse bundan kendisini uzak tutar. Yüce Allah'a ibadetin doğru­luğunu ise her türlü belge ve delil, düşünce ve sağlıklı işleyen bir mantık orta­ya koymaktadır.

Hevaya tabi olunamayacağını ortaya koyduktan sonra Yüce Allah şu buy­ruğu ile uyulması gerekenin ne olduğuna dikkat çekmektedir: "De ki: Şüphesiz ben, Rabbimden bir beyyine üzerindeyim..." Ey peygamber, onlara şunu söyle! Ben size muhalefet ettiğim hususlarda Allah'ın bana vahyetmiş olduğu şeri-atinden bir basiret üzereyim. Apaçık aklî delillere ve dosdoğru tanıklara sahibim. Siz Allah'tan bana gelmiş bulunan hakkı, yani Kur'an-ı Kerim'i yalanladı­nız, şirk koşmak suretiyle Allah'ın varlığını inkâr ettiniz, apaçık belgeleri ya­lanlayıp hevaya ve sapıklığa tabi oldunuz, herhangi bir delili bulunmayan kör taklit yolunu izleyip gittiniz.

Acele gelmesini istediğiniz şey olan azap, benim nezdimde değildir. Ben onu üzerinize indirme kudretine sahip değilim. Hüküm ancak Allah'ındır. Yani bu işi gerçekleştirmek ancak Allah'a aittir. Dilerse O, azaptan dilediğinizi iste­diğiniz üzere size acilen verir, dilerse bu husustaki büyük hikmeti dolayısıyla size süre tanır, sizi erteler: "Her şey O'nun yanında bir miktar iledir." (Ra'd, 13/7).

Allah ise doğruyu anlatır. Yani o peygamberine vaadlerinde, tehditlerinde ve bütün haberlerinde hak olanı anlatır, hak hükmü bildirir. O ayırt edenlerin yani kullan arasındaki meselelerde hüküm verenlerin en hayırhsıdır. Bir hü­küm vermek dilediği vakit de emrini gerçekleştirir, yerine getirir.

Peygamber (s.a.) şirkleri sebebiyle üzerlerine azabın ineceğini belirterek kavmini korkuturdu. Kavmi ise küfür üzere ısrarları dolayısıyla bu azabın ça­bucak inmesini istiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim." Yani, ey Peygamber! uEy Allah'ım, eğer bu senin nezdinden gelen hak ise üzerimize semadan taş yağ­dır, yahut bize can yakıcı azap gönder." (Enfal, 8/32) diyerek azabın çabucak gelmesini isteyen şu inkarcılara de ki: Eğer bu azabı getirebilmek benim gü­cüm dahilinde bir şey olsaydı, hiç şüphesiz bu konuda hak ettiğinizi size göste­rir, başınıza getirir ve benimle sizin aranızdaki hüküm verilmiş olurdu. Ben de çabucak kurtulmuş ve nihayet iş sonuna gelmiş olurdu. Allah ise kurtuluşa er­me umudu bulunmayan, imana, hak ve adalete dönmeleri umulmayan zalimle­ri en iyi bilendir. O bakımdan azabın indirilmesi Yüce Allah'ın elindedir, benim değil. Allah onları nasıl, ne vakit ve ne şekilde cezalandıracağını en iyi bilen­dir: "Her ümmetin belli bir vadesi vardır. Onların belirlenen süresi geldiği za­man ne bir an geri bırakılırlar, ne de öne alınırlar." (A'râf, 7/34).

"De ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle si­zin aranızda iş bitirilmiş olurdu." Bu ayet-i kerime ile Hz. Peygamber'in, "Ha­yır ben Yüce Allah'ın onların nesillerinden Allah'a ibadet edecek, O'na hiç bir şey ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümid ederim" hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz diye bir itiraz gündeme getirilmiştir. Cevabı şudur: Bu ayet-i kerime, onların azabı istemeleri ile ilgilidir. Burada şuna delâlet vardır: Eğer onların azabı gerçekleşmesini istedikleri vakit, azabın gerçekleştirilme yetkisi Hz. Peygamber'in elinde olsaydı, bu azabı onların başına getirirdi. Hadis-i şe­rifte onların azabın başlarına gelip inmesini istediklerine dair bir şey yoktur. Aksine dağlarla görevli olan melek ona, eğer dileseydi, -Ahşebeyn diye bilinen Mekke'nin güney ve kuzey taraflarında bulunan iki dağı üzerlerine kapatmayı teklif etmişti. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber de onlara mühlet verilmesi­ni istemiş ve onların azaplandırılıp tamamen imha edilmeleri kendisine teklif edilmiş olmasına rağmen, onlara yumuşak davranılmasını istemiştir.

Hadis-i şerifin geçtiği olay, Buharı ile Müslim'in Sa/ıi/ı'lerindeki rivayetle­rine göre Hz. Aişe'den nakledilmiş olup şöyledir: Hz. Aişe Allah Rasulüne şöyle sordu: "Ey Allah'ın Rasulü, sen Uhud gününden daha çetin bir günle karşılaş­tın mı?" Şöyle buyurdu: "Andolsun, senin kavminden kaynaklanan sıkıntılarla karşılaştım. Onlardan çektiğim en büyük sıkıntı Akebe günü olmuştu. Kendi­mi Abd b. Yalil b. Külal oğluna (beni himaye etsin diye) arz etmiştim de o be­nim istediğimi kabul etmemişti. Oldukça kederli bir şekilde gerisin geri dön­düm. Ancak, Karn es-Selib'de kendime gelebildim. Başımı kaldırdım, beni göl­gelendiren bir bulut ile karşılaştım. İyice baktım, orada Cibril (a.s)'in olduğunu gördüm, bana şöyle seslendi: Allah kavminin sana söylediklerini ve sana ne şe­kilde cevap verdiklerini işitmiş bulunuyor. Sana haklarında dilediğin şekilde emir veresin diye dağlar meleğini gönderdi. Daha sonra dağlar meleği bana seslenip selâm verdi ve şöyle dedi: Ey Muhammedi Muhakkak Allah kavminin sana söylediklerini işitti, Rabbim beni sana dilediğin şekilde emredesin diye gönderdi. Arzu ettiğin takdirde şu Ahşebeyn dağını onların üzerine kapatı­rım." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Hayır, ben Allah'ın onla­rın nesillerinden Allah'a ibadet edecek ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümit ederim." [120]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hak ile batıl bir arada bulunmaz. Çünkü hak delil ve akıl üzere yükselir. Batıl ise heva ve arzulardan kaynaklanır. O bakımdan Allah Rasulünün put ve heykellere ibadet hususunda kavminin nevalarına tabi olması imkânsızdır. Onlar yalnızca heva ve taklidin etkisiyle put ve heykellere ibadet ederler; yok­sa delil ve belgeye uyarak değil. Putları kendi elleriyle yontuyorlardı. Esasen aklen put yapan, yontan bir kimsenin yaptığı, yonttuğu o puta tapınması çok çirkin bir şeydir.

Azabın gerçekleştirilmesi, diğer insanlar gibi peygamberin de gücü çerçe­vesinde olan bir şey değildir. Bu hususta emir ve hüküm yalnızca Yüce Al­lah'ındır.

Yüce Allah'ın, "Hüküm ancak Allah'ındır" buyruğu şunu göstermektedir: Allah herhangi bir husus hakkında hüküm verdiyse, kul hiç bir şeye kadir ola­maz. Allah'ın o hususta hüküm vermiş olması hali müstesna, kulun Allah'a rağmen küfre sapmasına da imkân yoktur. Bütün fiillerde de durum budur. Çünkü ayet-i kerimenin nassı hususilik ifade eder. Yani Allah'tan başkasının hükmetme hak ve yetkisi yoktur, demektir.

Aynı şekilde zalimlerin cezalandırılacakları vakti ve bu cezanın miktarını da Allah'tan başka kimse bilmez. Bunu yalnızca O bilir ve belirlemiş olduğu vaktine kadar erteler. Bu vakti de dilediği gibi takdir eder. O bütün bunları hikmeti gereği yapar, O her şeyi bilir. İnsanlara göre acilen yapılması gerekeni erken yapar, ertelenmesi daha uygun olanı da erteler. [121]

 

Yüce Allah'ın İlminin Kemali Ve Tartışılmaz Hakimiyeti

 

59- Gaybın anahtarları O'nun yanında­dır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olma­mak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır.

60- Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan ) O'dur. Gündüzün ne kazandığınızı bi­len, sonra muayyen bir ecel tamamla­nıncaya kadar onda yine sizi dirilten­dir. Sonra dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O işlediklerinizi size haber vere­cektir.

61- O kullarının üzerine kahir olandır. Üzerinize koruyucular gönderir. Niha­yet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik bir şey yapmazlar.

62- Sonra gerçek mevlâlan olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm, ancak O'nundur ve O en süratli hesap gören­dir.

 

Belagat:

 

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır." Burada "anahtarlar" ifadesi gaybî şeyler hakkında istiare olmak üzere kullanılmıştır. Sanki içinde gizli şeylerin saklandığı mahzenler gibidir.

Zamahşerî, el-Keşşâfta (1,509) şunları söylemektedir: Bu istiare yoluyla gaybın anahtarları olduğunu ifade etmektedir. Çünkü, kapatılıp kilitleyerek sağlam bir şekilde koruma altına alınan mahzenlerdeki şeylere anahtarlarla ulaşılır. Maksat gaib olanları bilenin yalnızca Allah olduğunu ifade etmektir. Tıpkı yanında mahzenlerin kilitlerinin anahtarları bulunup onları açmayı bi­len kimse gibi. Mahzenin içindeki şeylere yalnızca bu kimse ulaşabilir.

"Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur." Burada hissetme ve ayırt etme imkân­larının ortadan kalkması bakımından aralarındaki benzerlik dolayısıyla ölüm vefatı uykuya benzetilmiştir.

'Yaş ve kuru" ile "gece ve gündüz" ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [122]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gaybın anahtarlarından kasıt; gayba yahut gaybın hazinelerine götüren yollar demektir. Bunlar "O'nun" yani Yüce Allah'ın "yanındadır."

"Karada" yani yüryüzünün su bulunmayan bölümünde "ve denizde" bol su­ların bulunduğu geniş yerlerde "ne varsa O bilir"

"Geceleyin sizi vefat ettiren"; vefat ettirmek, bir şeyi tam ve eksiksiz olarak almak ya da onu sayıca tam anlamıyla tespit etmek demektir. Daha sonra bu kelime, ölüm hakkında kullanılmıştır. Çünkü ruhlar tam anlamıyla ölüm esna­sında kabzedilip alınır. Ayrıca uyku hakkında da kullanılmıştır; ancak uyku gerçek bir ölüm değildir. Sadece, ruhlar ölümle kabzedildikten sonra olduğu gi­bi uyurken de tasarrufta bulunmaktan alıkonulmaktadır.

"Gündüzün de ne kazandığınızı" yani aza ve organlarınızla neler işleyip kazandığınızı. Buradaki kazanmak kelimesi için kullanılan el-cerh kelimesi kazanç gibi hayır ve şer hakkında da kullanılır. İctirah ise sadece kötülük yap­mak anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kötülük işleyen­ler (ictirâh edenler) sandılar mı ki..." (Câsiye, 45/21) "bilen, sonra muayyen bir ecel tamamlanıncaya kadar" hayat için belirlenen vadenin sonu gelinceye ka­dar "onda sizi diriltendir." Yani gündüzün sizi uykudan uyandırır, "sonra" öl­dükten sonra diriliş ile "dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O size işlediklerinizi haber verecektir." Yani yaptıklarınızın karşılığını verecektir. "Üzerinize koruyu­cular" yani amellerinizi tespit eden melekler. Bunlar Kiramen katibin diye bili­nen meleklerdir: "Muhakkak üzerinizde kodruyucular vardır, Kirâmen kâtibin vardır." (İnfitar, 82/10-11) "gönderir. Nihayet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar." Bunlar ruhları kabzetmekle görevli olan meleklerdir. "Onlar eksik bir şey yapmazlar." Emrolundukları şeyi kusursuz olarak yerine getirirler.

"Sonra" yaratıklar "hak mevlâları" gerçek ve adil sahipleri "olan Allah'a" amellerinin karşılıklarını vermek üzere "döndürülürler."

"Bilin ki hüküm" yani yaratıkları hakkında geçerli olan nihaî hüküm, "an­cak O'nundur ve O, en süratli hesap görendir." Bütün mahlûkatı dünya günle­rinde ve bir günün yarısı kadar bir süre içerisinde -bu konuda varit olmuş ha­dis gereği- hesaba çeker. [123]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler bundan önceki emirlerle yakın ilişkilidir. Çünkü Yüce Allah bir önceki ayet-i kerimede, "Allah zalimleri en iyi bilendir" buyurmakta­dır. Daha sonra burada ise ilim ve kudretinin genişliğini söz konusu etmektedir. Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. Bütün mahlûkatta mutlak tasarruf sahibi O'dur. O kullarının üzerine kahir olandır. O vefat edeni (uyuyanı) koru­yandır, en kısa bir zamanda bütün yaratıklarını hesaba çeken de yine O'dur. [124]

 

Açıklaması

 

Gaybın hazineleri de anahtarları da Allah'ın yanındadır. Onlarda tasar­rufta bulunan O'dur. Gizliyi de açığı da O bilir. O'ndan başka hiç bir kimse gay-bı bilmez. O hikmetine uygun olarak uygun gördüğü zamanda bunlardan dile­diğini uygulamaya koyar.

Yüce Allah'ın kendisine tahsis ettiği gaybî hususlar beş tanedir. Buharî, İbni Ömer'den, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tanedir. Allah'tan başka onları kimse bilmez: "Muhak­kak kıyamet saatinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O indirir, rahimler­de olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden ha­berdar olandır." (Lokman, 31/24).

Rivayette kaydedildiğine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, onunla birlik­te on iki bin melek nazil olmuştur.

Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.)'ın yarın neler olacağını haber verdiğini kim iddia ederse şüp­hesiz Allah'a karşı çok büyük bir iftirada bulunmuş olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar arasında gaybı hiç kimse bil­mez, ancak Allah bilir." (Nemi, 27/65).

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade etmektedir: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola."'(Cin, 72/26-27)

Şanı yüce Allah kişinin içinden geçirdiklerini, gizli ve sır olan her şeyi de bilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin kalplerinin giz­lediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli ne varsa mutlaka apaçık bir kitaptadır." (Nemi, 27/74-75); "O gözlerin hain bakışını da kalplerin gizlediklerini de bilir." (Mü'min, 40/19).

"Kendinden başkası bunları bilmez" cümlesi bir önceki cümleyi tekit et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah özetle ifade ettiği hususu genişçe açıklamakta ve bilgisinin kuşattığı bir takım alanları şöylece saymaktadır: "Karada ve denizde ne varsa O bilir." Yani gayba ait şeyleri bildiği gibi, tarafınızdan görülen eşyayı da bilir. Karada, denizde ne varsa onu bilir. O'nun bilgisi karada ve denizde olanıyla bütün varlıkları kuşatıcıdır. O'na bunların hiç birisi gizli değildir. Gök­te olsun yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli kalmaz. Hangi me­kân ve zamanda olursa olsun, karada olsun denizde olsun, ağaç yaprakların­dan bir tanesinin dahi düşmesi O'nun bilgisiyledir. O cansızlar da dahil olmak üzere -canlılannki de öncelikle- bütün varlıkların hareketlerini bilir. Bilhassa canlılar arasında mükellef bulunan cinlerin ve insanların da hareketlerini bi­lir. Kişileri ilgilendiren her türlü hali de bilendir O.

Yerin karanlıklarında ister çiftçi gibi insanın fiiliyle olsun, ister karınca gibi hayvanın fiiliyle olsun isterse de yerin yarıklarına düşen bitki gibi insanın fiili olmadan yerin karanlıklarına düşen her bir taneyi bilir. Dalından düşen meyveyi, yaş olsun kuru olsun, canlı olsun cansız olsun bilir. İşte bu şekilde bü­tün varlıklara dair bilgi, asla silinmesi söz konusu olmayan ve muhafaza altın­da bulunan açık seçik bir kitap olan Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiştir. Orada her şeyi Yüce Allah tescil edip kaydetmiştir. Her şeyin sayısını, zamanını, var oluşunu ve yok oluşunu kaydetmiştir.

Kitabın apaçık olması Allah'ın bütün mahlûkatı yaratmadan önce onda bulunan şeylerin doğruluğunu açıkça ortaya koymasındandır. Bu ez-Zeccâc'm görüşüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İster yeryüzünde ister nefislerinizde vuku bulan her bir musibet mutlaka onu yaratmamızdan evvel bir kitaptadır." (Hadid, 57/27). Râzî ise Kitâb-ı Mübîn'den (apaçık kitaptan) kastın Yüce Allah'ın bilgisinden başka bir şey olmadığı görüşünü doğru bulup tercih etmiştir.[125]

Özetle, Yüce Allah gizliyi de açığı da, görüleni de görülmeyeni de, yaşı da kuruyu da, gizliyi de ondan gizli olanı da, kâinattaki her bir şeyi, geneli, özeli bütünüyle eksiksiz olarak bilir.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin bir takım tecellilerini, kâinattaki ve in­sanın yaşarken, ölürken, öldükten sonra diriliş, ahiretteki hesaba çekilme gibi geçtiği bir takım merhalelerdeki ilâhî tasarruflarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur..." Yani geceleyin uyurken, kullarının canını, uykuda iken alan (uyutan) odur. İşte bu, küçük ölümdür. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah ölümleri vaktin­de ruhları alır. Ölmeyeninkini (ruhunu) de uykusunda alır. Üzerine ölüm hük­münü verdiğini tutar, diğerini ise belli bir vakte kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Zümer, 39/42). Böylelikle bu iki ayet-i kerimede Yüce Allah önce küçük sonra da büyük iki ölümün hük­münü söz konusu etmektedir.

O gündüzün neler kazandığınızı bilir. Bu cümle Yüce Allah'ın bütün mah-lûkatınm gece ve gündüz yaptıklarını ilmiyle kuşattığını gösteren bir ara cüm­lesidir. Hareket halinde iken, hareketsiz iken her hallerini bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizden kim sözünü gizler veya açıklar, gece giz­lenir gündüz yoluna giderse (O'nun için) birdir." (Ra'd, 13/10)

Uyku şeklindeki vefatınızı ve gündüzün yaptıklarınızı da bilmesinden baş­ka, gündüzün sizi uykunuzdan uyandırır. Yani gündüzün sizi serbest bırakır. İbni Kesir"in tercih edip daha üstün kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu Katâde, Mücahid ve es-Süddf nin de görüşüdür.

Gece ve gündüzün bu şekilde hareket etmesi, Yüce Allah'ın sizden her bi­riniz için ilimde belirlemiş olduğu belli sürenin tamamlanması ve yerini bul­ması içindir. Çünkü bütün eceller, ömürler önceden takdir edilmiş, sınırlanmış ve yazılmıştır. Bundan sonra kıyamet gününde ecellerin tamamlanmasından sonra Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Sonra da O, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizi size bildirecek ve amellerinizin karşılığını hayırsa hayır, şer ise şer olarak verecektir.

Allah kulları üzerinde kahir olandır. Yani her şeyi kendi güç ve egemenliği altında tutan O'dur. Her şey O'nun celâline, azamet ve kibriyasına zilletle bo­yun eğmiştir. O, öldükten sonra diriltmeye kadir olandır. Çünkü uyuyarak ve­fat edeni (küçük ölümle öleni) harekete getirip diriltmeye kadir olan, ölümle vefat edeni de diriltmeye kadirdir. O kulları üzerinde tasarrufta bulunandır. Var etmek, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle onlara dilediğini yapandır.

Gece ve gündüz insan bedenini koruyacak amellerini tespit edecek ve bu hususlarda görevlerinde hiç bir eksik bırakmayacak şekilde koruyucu melekler gönderen gerçek koruyucu (el-Hâfız) O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz üzerinizde koruyucular vardır. Kirâmen katibin (şerefli ya-zıcılar)'dir bunlar. Yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 82/10-12); "Sağında ve solun­da oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O (insan) bir söz söyleme­ye dursun mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır." (Kaf, 50/17-18). Yüce Allah'ın şu buyruğu da ayet-i kerimenin anlamını ifade etmektedir: "Önünden de arkasından da kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen izleyicileri vardır." (Ra'd, 13/11).

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den Hz. Peygambere merfu olmak üzere şunu rivayet etmektedirler: "Gecenin ve gündüzün melekleri sizin aranızda ar­dı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelir­ler. Sonra sizinle birlikte geceyi geçirmiş olanlar semaya çıkar. Rabbi onları en iyi bilen olduğu halde onlara sorar: "Kullarımı ne halde bırakıp geldiniz?" On­lar da, "Namaz kılarken bırakıp geldik, yanlarına gittiğimizde de namaz kılı­yorlardı" derler.

Hafaza meleklerinin Yüce Allah'ın her şeyi bilmesine rağmen insanın amellerini yazmalarındaki hikmet, insana karşı delil ortaya koymak için mad­dî bir delilin getirilmesi, ortaya konulması içindir. Çünkü kişi amellerinin ya­zılmakta olduğunu bilirse, kendisi için yasaklanan şeylerden uzak durur, itaat olan işlere yönelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kitap konul­muş olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden dolayı korkuya kapılmış göre­ceksin: "Eyvah bize, bu kitaba ne olmuş! Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklardır. Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).

O amellerinizi tespit etmek için üzerinize koruyucu melekler gönderir. Ni­hayet her insanın eceli gelince bu iş için tarafımızdan görevlendirilen melek el­çilerimiz ruhunu alırlar. Bu elçiler ölüm meleğinin yardımcılarıdırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği ruhu­nuzu alacaktır, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11). İbni Ab-bas ve başkaları der ki: Ölüm meleğinin diğer meleklerden yardımcıları vardır. Bunlar ruhu cesetten çıkartırlar. Ölüm meleği nihayet ruh boğaza gelip daya­nınca onu kabzeder.

Bu melekler ölenin ruhunu muhafaza etmekte herhangi bir kusur işlemez­ler. Aksine onlar bu ruhu gereği gibi korur ve Yüce Allah'ın dilediği yere bıra­kırlar. Eğer bu kişi iyi kimselerden ise İlliyyîne, kötü ve günahkârlardan ise Siccîne bırakırlar. Bundan Allah'a sığınırız.

Daha sonra elçi meleklerin canlarını aldığı bu kimseler mevlâlarma yani işlerini çekip çeviren mutlak malikleri olan Allah'a döndürülür; hak olan mev­lâlarma yani haktan başka hiç bir hüküm vermeyen, gerçek adaletli olan mev-lâlarına. Şunu bilin ki, o günde hüküm yalnız O'nundur, O'ndan başkasının hükmü yoktur. Kimse O'nun hükmünü geri çeviremeyecektir, O'nun hükmüne karşı çıkamayacaktır. O en çabuk hesap görendir. Herkesi en kısa bir süre zar­fında hesaba çeker. Birisinin hesabını görmesi ötekinin hesabını görmesine en­gel değildir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah herkesi bir koyunun sütünün sağılması kadar bir zamanda hesaba çekecektir."

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Rabbin aralarında hükmü gereğince hükmeder. O Azîz'dir, her şeyi bilendir." (Nemi, 27/78); "Ve Allah hükmeder, kimse O'nun hükmünü reddedemez. O hesabı çabu­cak görendir." (Ra'd, 13/41); "Hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair kullarının arasında sen hüküm vereceksin." (Zümer, 39/46). [126]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:

1- Allah genel ve özeliyle gizliyi de açığı da bilendir. Özellikle beş husus vardır ki onları yalnız kendisi bilir, O'ndan başka hiç bir kimse bunları bilmez: Kıyametin ne zaman kopacağı, ne zaman ve ne kadar yağmurun yağacağı, ra­himlerde saklı bulunan canlıların nitelik ve muayyen tabiatlarıyla birlikte du­rumları, geleceğe dair bilgi ve insanların ecellerine dair bilgi.

O'nun bilgisi hareketi, hareketsizliği, canlıyı, cansızı, bitkiyi, insanın giz­leyip sakladıklarını, içinden geçirdiklerini, kalpten geçenleri dahi kuşatıcıdır.

Yüce Allah gayb bilgisine sahiptir. Bu bilgiye ulaştıran yollar O'nun elinde­dir. O'ndan başka bunlara kimse sahip değildir. Bu bilgiye kimi muttali kılmak isterse muttali kılar, öğretmek istemediğine de bu bilgiyi öğretmez. Böyle bir bil­giyi ise ancak rasullerine ihsan eder. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyrukları­dır: "Allah sizi gayba da muttali kılmaz. Fakat Allah peygamberlerinden kimi di­lerse seçer..." (Âl-i İmran, 3/179); "O gaybı bilendir; kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27)

2- İlim adamları şöyle der: Şanı yüce Allah gayb ilmini kullan arasından seçeceği kimseler müstesna olmak üzere, Kitab-ı Kerim'indeki birden çok ayette yalnız kendisine izafe etmiştir. Her kim, herhangi bir vesile, sebep gösterme­den yarın yağmur yağacağını, rahimde ne olduğunu bildiğini söylerse bu onu küfre götürebilir. Şayet bunu kesin bir ifade olarak söylemeyip filan yıldızın [127] doğumu ile Allah âdeten yağmur yağdırır ve bu âdeten yağmurun sebebidir, bunun yağmura sebep olması da Allah'ın ezelî ilminde takdirine göre cereyan eder diyecek olursa, o takdirde kâfir olmaz. Şu kadar var ki, bu konuda her­hangi bir söz söylememesi de onun için müstehaptır. Çünkü böyle bir takım ifa­delerde kâfirlerin sözlerine benzetme ve Allah'ın latif hikmetini bilmeme söz konusudur. Zira yağmur Allah dilediği zaman yağar; o sebeple yağmurun yağ­ması kimi zaman belli bir yıldızın doğumuyla, kimi zaman da o yıldızın doğu­mu söz konusu olmaksızın gerçekleşmektedir-[128]

Kehânet (geçmişi ve gayb ilmini bilme iddiası) ile irâfe (geçmişi ve geleceği bilme iddiası) yalan iddialardır. Bu onların her biri Allah'ın gaybı bildiği ve bu­nun Allah'a münhasır olduğu ilkesine aykırıdır. Müslim'in Sahih'inde Peygam­ber (s.a.)'in hanımlarından birisinden Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu ri­vayet edilmektedir: "Her kim bir Arrâfın yanma gider, ona herhangi bir şey hakkında soru soracak olursa, kırk gün süreyle onun namazı kabul olunmaz." Arrâf, gaybı bildiği iddiasında bulunan, bir takım gizli saklı şeyleri bilmeye çalışan, müneccimlik yapan kimsedir. Bu kişi bildiğini ileri sürdüğü bir takım sebep ve mukaddimelerden hareketle bazı hususlara onları delil gösterir. Ba-zan bu konuda yıldızlardan ve başka şeylerden ve bu hususta alışılmış başka sebeplerden de yararlanabilir. Bu ise "irâfe" denilen bir tekniktir; bunların hepsi hakkında kâhinlik ismi kullanılabilir.

İbni Abdilberr der ki: Haram kılındığı icma ile kabul edilen kazanç yolları arasında bulunanlar şunlardır: Faiz, fuhuş yapan kadının ücreti, rüşvet, ağıt yakmak ve şarkıcılık karşılığında alınan ücret, kâhinlik, gaybı bilmek ve sema­nın haberlerini bilme iddiası ile çalgı çalmak, oyun ve bütün batıllar karşılığın­da alınan ücretler.

3- Apaçık kitaba yani Levh-i Mahfuza işaret, bu hususta melekler gereke­ni göz önünde bulundursunlar diyedir. Yoksa Yüce Allah -haşa- ileride bunu unutabilirim diye yazmış değildir.

4-  Küçük ölüm diye bilinen uykusunda, büyük ölüm diye bilinen gerçek ölümü halinde insan üzerinde tasarrufta bulunan Allah'tır. Her iki ölüm ara­sındaki farka gelince: Uyku halinde insan tasarruftan alıkonulur. Ölüm halin­de ise ruh artık nihaî olarak hareketsizleşir ve cesetten tamamıyla ayrılır. Uy­ku halinde hayat devam eder. Bunun delili ise insanın hareket ve teneffüsüyle varlığını sürdürmesidir. Kişinin ömrü sona erdi mi ruhu cesedinden çıkar, ha­yatı son bulur. Artık o ceset hareket etmeyen, nefes almayan bir ölü olur.

5- Yüce Allah'ın kâfirlere süre tanıması onların küfürlerinden yana gafil olduğundan değildir. O her şeyi sayısıyla bilir. Onu tek tek tespit etmiştir. Onun bu şekilde mühlet vermesi, nzık ve hayat gibi belirlenmiş vade tamam­lansın diyedir. Sonra onun huzuruna dönecekler ve onların amellerinin karşılı­ğını onlara verecektir.

Ayet-i kerime öldükten sonra dirilişe ve mahşerde toplanmaya da delâlet etmektedir. Çünkü ikinci yaratılışın birinci yaratılıştan sonra gelmesi, tıpkı uykudan sonra uyanıklığın gelmesi gibi olup o da şunu göstermektedir: Bun­lardan birisine kadir olan elbette ötekine de kadirdir.

6- Hayatın belli süresinin belirlenmiş olması ile hesap ve amellerin karşı­lığını görmek üzere Yüce Allah'a dönüş, daha önce geçmiş bulunan Mekke müşriklerinin çabucak gelmesini istedikleri azabın ertelenmesindeki hikmeti ve ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğu gerçeğini de destekle­mektedir. Bunların ilkinden (dünya azabından) kurtulan ötekinden kurtula­maz.

Şanı yüce Allah bütün hallerde -mekân ve cihet üstünlüğü ile değil de mevki ve rütbe üstünlüğü ile- kullarının üzerinde kahir olandır.

7- Yüce Allah'ın kullarının amellerini tespit edip koruyan, onları afetlere karşı muhafaza eden melekleri vardır. Diğer taraftan meleklerin insanlar ile il­gili başka bir takım görevleri de vardır. Bunlardan kimisinin görevi ruhları al­maktır. Ölüm meleğinin de ruhu cesetten çekip alan yardımcıları vardır. Ru­hun tamamıyla kabzedilmesi noktasına gelince, ölüm meleği onu kabzeder.

Gerçek anlamı ile öldüren ise Allah'ın kendisidir. Fakat öldürme kimi za­man Yüce Allah'ın emri ile hareket eden ölüm meleğine şu buyrukta olduğu gi­bi nispet edilir: "De ki: Ölüm meleği sizin canınızı alır." (Secde, 32/11). Kimi za­man diğer meleklere nispet edilir. Çünkü bu işi üstlenenler onlardır. Bu ayet-i kerimedeki "elçilerimiz onun ruhunu alırlar" buyruğunda olduğu gibi. Kimi za­man da şu buyrukta olduğu gibi. Yüce Allah'a nispet edilir: "Ölümleri sırasın­da canları vefat ettiren Allah'tır." (Zümer, 39/42); "De ki: Allah sizi diriltir, son­ra sizi öldürür." (Câsiye, 45/26); "ki ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk, 67/2).

8- Kıyamet gününde mutlak hüküm, yani anlaşmazlıklar konusunda hü­küm vermek ve tarafların arasını ayırmak yalnızca Allah'ındır. Allah en çabuk hesap görendir. Yani bu konuda düşünme ya da konuyu incelemeye ihtiyacı yoktur. [129]

 

Allah Karanlıklardan Kurtarmaya Kadir Olandır

 

63- De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarıyor ki, ona gizli yalvarıyor ve dua ediyorsunuz: Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden oluruz.

64- De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Sonra da siz yine şirk koşarsınız."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizi karanın ve denizin karanlıklarından" yani gece karanlığı, bulutların ve yağmurların karanlıkları, onlarla birlikte fırtına, bora, denizlerin dalgalan­ması gibi maddî karanlıklarla, yolları bilmeme, delilleri elde edememe gibi ma­nevî karanlıklardan sizi "kim kurtarıyor ki" O'na. Burada kasıt yolculuk esna­sında kara ve denizde karşılaşılan dehşetli ve korkutucu halleridir. "O'na gizli" saklı, başkalarının göremeyeceği bir şekilde; "yalvarıyor ve dua ediyorsunuz." Yani açıktan açığa ve yakarmada mübalâğa ederek. Tazarru, alçak gönüllülük­le ve itaatle dua demektir. Maksat ise ileri derecede ihtiyaçtan doğan ve ihlâsla yapılan dualardır, "şükredenlerden oluruz." müminlerin safına katılarak Al­lah'ın nimetlerine şükredeceklerden oluruz. "Ondan" yani karanlıklardan ve sı­kıntılardan; "ve her sıkıntıdan"; sıkıntı (kerb), aşırı derecede gam ve keder de­mektir, "sizi Allah kurtarır." [130]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayetlerde ilminin kuşatıcılığı, kudretinin kapsamlılığı, kahır ve galebesiyle yaratıkları üzerindeki üstünlüğü, onlara karşı amellerini muhafaza edip tespit etmesi gibi ulûhiyetinin bir takım delillerini söz konusu etti. Burada da ilâhî kudretin mükemmelliğine, rahmet, lütuf ve ih­sanın kemaline delil olabilecek hususlardan bir diğerini bunlara eklemektedir. [131]

 

Açıklaması

 

Allahu' teala kullarını kara ve denizin zulmetinden karanlıklardan yani kara da ve deniz de maruz kalacakları tehlikelerden dolayı sürekli korku ve dehşet içinde yaşamaktan, yolunu bilmez halde şaşkın dolaşmaktan -kurtar­makla lütfettiği ikram ve ihsanı insanlara hatırlatmaktadır.

Ey Peygamber! Şu tevhidin ayet ve belgelerinden yana gaflete düşen müş­riklere de ki: Siz, karada ve denizde yolunuzu şaşırdığınız vakit yolculuğun dehşet ve korkularından sizi kim kurtarır? Böyle bir durumda sizler gizli ve açık itaat ve alçak gönüllükle, korku ile yardım isteyerek, yalvarıp yakararak ve zillet halinde Allah'tan başka dua edecek bir sığınak bulamazsınız. Sizler böyle bir durumda yemin ediyorsunuz ve diyorsunuz ki: Bu sıkıntı ve karanlık­lardan yahut da karşı karşıya kaldığınız bu darlıktan eğer Allah bizi kurtara­cak olursa, andolsun ki nimetlere şükreden, Allah'ın tevhidini kabul eden, O'na hiç bir şeyi şirk koşmaksızm ihlâsla iman eden kimselerden olacağız.

Kur'an-ı Kerim'de bu ayet-i kerimenin benzeri pek çoktur; Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi: Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgâr ile onları (yolcu­ları) alıp götürdüklerinde ve (yolcuların) bununla sevindikleri sırada ona şid­detli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar hücum etmeye başlar ve kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. İşte o vakit Allah'ın dininde ihlâslı kimseler olarak ona dua ederler: "Andolsun ki eğer bizi bundan kurtarırsan muhakkak şükredenlerden oluruz." (Yunus, 10/22); "Ve denizde size bir sıkıntı gelip dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur." (İsrâ, 17/67).

De ki: İşte bütün bu dehşetlerden de her türlü sıkıntı ve kederden de defa­larca sizi kurtaran Allah'tır. Sonra sizler bütün bunlarla birlikte, bu kurtarma­sından sonra Allah'a başkalarını ortak koşuyor, iman edeceğinize dair verdiği­niz sözünüzde durmuyor, Allah'a olan ahdinizi bozuyor, yemininizin gereğini yerine getirmiyorsunuz. [132]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İnsan çoğunlukla ahdinde durmaz, sözünü yerine getirmez, dosdoğru hal üzere devam etmez. Onu tabiatı gereği sözünde durmayıp ahdini bozan kimse olarak görürsün. Sıkıntı ve korku zamanlarında Allah'a sığınır, kurtulduktan sonra Allah'ı unutur, sapıklık ve bilgisizliğine geri döner. Ancak aklın iyiliğe karşı güzel davranmanın ve samimiyetin telkin ettiği yapılması gereken iş, in­sanın doğru akide esasına, gerçek imana ve küçük büyük bütün nimetleri ih­san eden, özellikle de sıkıntı ve bunalımlı hallerde bu nimetleri bağışlayana ibadet üzere devam etmesini gerektirir.

İşte bu ayet-i kerimenin sözünü ettiği hallerden bir hal: Sizler yolunuzu kaybedip helak olmaktan korkarak Allah'a dua edip, "Andolsun ki Allah bizi bu sıkıntılardan kurtaracak olursa, hiç şüphesiz dosdoğru yol üzere giden ita­atkârlardan oluruz" diye yemin ettiğiniz vakit... Bu, sıkıntılı zamanlarda yal­nızca Allah'a dua ve ibadet edip rahat ve bolluk hallerinde ise O'ndan başkası­na ibadet ve dua ettikleri için müşriklere bir azardır. Nitekim Yüce Allah "Sonra siz yine şirk koşarsınız" buyruğu ile bunu ifade etmektedir. Bu, Yüce Al­lah'ın iman edip şirki bırakacağına söz veren kimseleri azarlamak ve onlara si­tem kastıyla Allah'ın verdiği bir örnektir. Çünkü bilgiden sonra delil ortaya ko­nulacak olursa, zaten ihlâslı olmak icap eder. Müşrikler ise bunun yerine baş­ka bir şey ortaya koydular ki, bu da şirk koşmaktır. O bakımdan her ne kadar kurtarılmalarından önce de müşrik kimseler idiyseler de böyle bir üslûpla azarlanmaları, onlara sitem ifade eden güzel bir üslûptur. Ayet-i kerimeden, Yüce Allah'a şirk koşan kimselerin aslında Allah'a hiç ibadet etmemiş oldukla­rına işaret de vardır. Çünkü ihlâs ibadetin şartı, tevhid de ibadetin esasıdır.

Ayet-i Kerime, selim bir fıtrat ve asıl insanın hilkati herhangi bir sıkıntı zamanında Allah'tan başka bir sığınak olmadığına, Allah'ın lütfundan başka hiç bir şeye güvenilemeyeceğine şahitlik ederse, bütün hal ve zamanlarda ihlâ-sm devam etmesi, icap ettiğini açıkça ifade etmektedir. Çünkü insanın sıkıntı zamanlarında dua yalvarıp yakarmak, kalpten ihlâs ve şüküre sımsıkı yapış­mak gibi dört hususu yerine getirdikten sonra, bundan vazgeçip gerisin geri dönmesini ve dehşetli hallerden kurtuluşun sebeplerini hazırlayan Allah'ın verdiği esenliğe ulaştıktan ve O'nun geniş rahmet ve lütfü ile sıkıntıdan kur­tulduktan sonra bu hususların zıddı ile amel etmesini akıl kabul etmez. [133]

 

Allah İsyankârları Azaplandırma Gücüne Sahiptir

 

65- De ki: "O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıp fırkalar halinde birinize birinizin hıncım tattırmay« kadirdir." İyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl türlü tür- lu açıkladığımıza bir bak!

66- Kavmi de onu yalanladı. Halbuki o haktır-De ki: "Ben üzerinize bir vekii değilim." nat*er için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Siz de yakında öğre­nirsiniz.

 

Belagat:

 

"Üstünüzden yahut ayaklarınızın altından..." buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır. [134]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O size üstünüzden" taş yağdırmak veya "sayha" yani çığlık gibi semadan "yahut ayaklarınızın altından" yere geçirilmek gibi, "bir azap göndermeye ya­hut sizi birbirinize katıp" yani birbirinize karıştırıp... Burada, kasıt işi sizin için içinden çıkılmayacak ve ayrılığa düşürecek şekilde karıştırmasıdır. "fırka­lar halinde"; burada fırkalar anlamına gelen siya' kelimesi şia'nm çokluk şekli­dir. Yani sizleri değişik nevaların peşine takılan farklı kesimler halinde "birini­ze birinizin hıncını" savaş suretiyle "tattırmaya kadirdir."

"İyice anlasınlar diye" yani içinde bulundukları durumun batıl olduğunu bilsinler diye. Anlamak ("fıkıh"), bir şeyi delil ve illeti ile birlikte ibret ve öğüt almaya, daha faziletli olanı işlemeye götürecek şekilde kavramak demektir. "ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak!" Kudretimize delâlet eden belgeleri ne şekilde açıklıyoruz ve onları türlü anlatım üsluplarıyla deği­şik şekillerde manayı yerleştirmek ve pekiştirmek için anlatıp duruyoruz.

"Kavmi de onu" yani Kur'an-ı Kerim'i "yalanladı, halbuki o haktır'', gerçe­ğin kendisidir. "De ki: Ben üzerinize bir vekil" işlerin kendisine havale edildiği kimse demektir. Maksat ise ben sizin işiniz hakkında vekil kılınmış, görevlendirilmiş "değilim" ki sizleri cezalandırayım. Ben ancak bir uyarıcıyım, işiniz ancak Allah'a kalmıştır. "Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır." Kendisinde gerçekleşeceği, karar bulacağı bir süresi vardır, azabımız da bun­lardan birisidir. "Siz de yakında öğrenirsiniz." Bu ifade onlara bir tehdittir. [135]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'den rivayetle şöyle demektedir: "De ki: O si­ze üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir" ayet-i kerimesi nazil olunca, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Benden sonra kı­lıçlarla birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz." Biz Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik ederken mi (böyle diyorsun)? Kimisi şöyle dedi: Böyle bir şey ebediyyen olma­yacak, Müslüman kaldığımız sürece biz hiç bir zaman birbirimizi öldürmeyece­ğiz. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu: "İyice anlasınlar diye ayetleri­mizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak! Kavmin de onu yalanlardı, hal­buki o haktır. De ki: Ben üzerinize bir vekil değilim. Her bir haber için kararlaş­tırılmış bir zaman vardır, siz de yakında öğrenirsiniz."

Ahmed ve Tirmizî de Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: "Resulullah (s.a.)'a şu "De ki... O size ... kadirdir" ayeti hakkında soru soruldu da, şöyle buyurdu: "Burada sözü geçen husus olacaktır. Fakat henüz bunun gerçekleşeceği vakit gelmedi." [136]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah müşrikleri de başkalarını da her türlü korkudan ve deh­şetli hallerden kurtarmaya gücü yettiğini beyan ettikten sonra, değişik şekil­lerde onlara azap göndermeye de kadir olduğunu açıklamaktadır ki, ibret ve öğüt alsınlar. İşte bu bir tür korkutma ile karışık bir şekilde, tevhide dair delil­lerden bir başka tür delildir. [137]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Bu inatçı müşriklere de ki: Allah üzerinize değişik şekille­riyle azabı indirmeye kadir olandır. Lût kavmi ve Fîl ashabının başına geldiği şekilde sizin de üzerinize taş yağdırabilir. Kimi zaman da Hicr (Medine ile Şam arasındaki bir vadidir) ashabı olan Semud kavminin başına geldiği gibi helak edici şiddetli ses olan sayha ile, Nuh kavminin başına gelen tufan ile, kimi za­man ayaklarınızın altında zelzele, volkan patlaması ve geçmiş zamanlarda gö­rülmüş bulunan -Karun'da olduğu gibi- yerin dibine geçirmek suretiyle size azap edebilir. Bazan da sizin işinizi karıştırır, içinden çıkılmaz hale getirir ve sizleri değişik nevaların peşinden fırka fırka bölüp ayrılığa düşürebilir. Sizin her bir fırkanız bir liderin arkasından gider ve ona taraftarlık edebilir. Onların birbirlerine katılıp karıştırılmalarının anlamı ise, aralarında savaşın baş göstermesi, savaş ve çarpışmalarla birbirlerine girip karışmalarıdır. İbni Ab-bas'tan nakledildiğine göre "üstünüzden" ifadesinden kasıt, sizin yöneticileri­nizden demektir. "Ayaklarınızın altından" ifadesinden kasıt ise köleleriniz ve ayak takımınızdan demektir.

Taberî der ki: Bence bu hususlarda konu ile ilgili iki tevilden (açıklama şeklinden) daha uygun olanına göre[138] üstlerinden gelecek azaptan kasıt, taş yağdırılması veya tufan veya buna benzer üstlerinden üzerlerine gelen azap türleri, ayaklarınızın altından gelecek azaptan kasıt ise, yerin dibine geçiril­mek ve benzeri azaplardır. Çünkü Arapların anlatım üslûbunda bilinegelen şu ki, üst ve ayakların altı birbirinden farklıdır. Eğer İbni Abbas'tan bu hususta yapılan rivayetin (ikinci tevilin) sahih bir şekli varsa da sözün tevili hususun­da anlaşmazlığa düşüldüğü takdirde açıklamanın daha yaygın olana ve çoğun­lukla görülene göre yapılması diğerlerinden daha doğru ve uygundur. Bu konu­da, kabul edilmesi gerekli ve böyle bir yaklaşıma mani bir delil bulunmadığı sürece böyle davranmak gerekir[139]

Ben de Taberî'nin görüşünü destekliyorum. Çünkü ifadenin zahiri onun, bilinen ve yaygın anlaşılma şekline göre kabul edilmesini göstermektedir. Bu­nunla birlikte gelecekte ortaya çıkabilecek şeylerden olup lafzın genel manası­nı alıp kabul etmeye mani de yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim her çağın mucize-sidir, onun hayret verici özelliklerinin sonu gelmez. Alışılmadık özellikleri bitip tükenmez.

Modern çağda kara, hava ve denizde insanın saçlarını ağartacak kadar ol­dukça dehşetli savaş musibetlerine tanık olunmuştur.

Buharî ve Nesaî, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şu, "De ki: O size üstünüzden... bir azap göndermeye... kadirdir" ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.): "Senin zat-ı kerimine sığınırım" diye buyurdu. "Yahut ayakla­rınızın altından" buyruğu nazil olunca yine, "zat-ı kerime sığınırım" diye bu­yurdu. "Yahut sizi fırkalar halinde birbirinize katıp birinize birinizin hıncını tattırmaya kadirdir" buyruğu nazil olunca Resulullah (s.a.), "İşte, bu daha ha­fiftir veya daha kolaydır" diye buyurdu.

Fırkalara ayrılıp çarpışmaların daha sonra ifade edilmesi bundan önce sö­zü geçen azapların daha ağır olmasından dolayıdır ki bunlar tamamen yok edi­ci azaplardır.

İmam Ahmed, Resulullah (s.a.)'m arkadaşı Ebu Başka el-Gıfâri'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve Celil olan Rabbimden dört dilekte bulundum. Bana üçünü verdi, birisini vermedi. Yüce Allah'tan ümmetimi sapıklık üzere toplamamasını diledim, bana onu verdi. Yine Yüce Allah'tan onlara kendilerinden olmayan bir düşmanı hakim kılmamasını istedim, onu da verdi. Yine Yüce Allah'tan, kendilerinden önceki ümmetleri helak ettiği gibi üm­metimi uzun süre kıtlıkla helak etmemesini diledim, onu da bana verdi. Aziz ve Celil olan Allah'tan onları fırkalar halinde birbirlerine düşürmemelerini ve birile­rine diğerlerinin hıncını tattırmamasını istedim, ancak onu bana vermedi."

Aradaki bazı farklara rağmen Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh'in de İbni Ab-bas'tan yaptığı rivayet de şunu desteklemektedir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aziz ve Celil olan Rabbimden ümmetimin üzerinden dört şeyi kaldırması için dua ettim, Allah onlardan iki tanesini kaldırdı, diğer iki tanesini de kaldırmayı kabul etmedi. Ben Rabbime semadan onlara taş yağdırma ve yerden su çıkara­rak boğma cezasını kaldırması için dua ettim. Onları fırkalar halinde birbirle­rine katmaması ve kimilerine kimilerinin hıncını tattırmaması için dua ettim. Allah semadan taş yağdırıp yerden su onları boğmayı üzerlerinden kaldırdı, fa­kat öbür ikisi olan, öldürmeyi ve biribirlerine girmeyi kaldırmaya razı olmadı." Böylelikle son iki hususu birbirinden ayrı iki şey diye ifade ederken, bunlar İmam Ahmed'in rivayetinde tek bir şey olarak görülmektedir.

Müslim de İmam Ahmed'in rivayetini destekleyen bir rivayet kaydetmek­tedir ki, bu da yine İmam Ahmed'in Sevbân yoluyla gelen ikinci rivayetidir. Bu­na göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yeryüzü önümde derlenip toparlandı. Doğusunu da batısını da gördüm. Yakında ümmetimin mülkü yeryüzünden ba­na gösterilen alana ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki hazine verildi. Rab­bimden ümmetim için onları kuşatıcı bir musibet[140] ile helak etmemesini, onla­ra hakimiyet ve egemenliklerini kendisine mubah görecek kendileri dışında herhangi bir düşmanı onlara musallat etmemesini istedim. Rabbim buyurdu ki: Ey Muhammedi Ben bir şeye hüküm verdim mi o geri çevrilmez. Ben sana ümmetin adına onları kuşatıcı bir musibet ile helak etmemeye ve kendileri dı­şında hakimiyetlerine son verecek bir düşmanı -onların kimi kimisini öldürüp birbirlerini esir almadıkça- onlara musallat etmemeye söz veriyorum."

Doğudan batıya kadar İslâm dünyasının dört bir yanında Resulullah (s.a.)'ın verdiği haber gerçekleşmiştir. Tefrikaya düşmek ve birbirleriyle çarpış­mak suretiyle onlar birbirlerine düştüler. Düşmanlarının onlara musallat edil­mesine gelince, bu onların birliğine ve söz birliği etmelerine bağlıdır. Endülüs ve Filistin gibi ellerinden giden ve hakimiyetleri altından çıkan yerlerdeki du­rumlar ise kendilerinin tefrikaya düşmeleri, birliklerinin darmadağın olması, saflarının dağılması ve kalabalıklarının ayrılığa düşmesi sebebiyledir. Bunun delili de Ebu Davud ve Beyhakî'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.)'m şu buy-ruğundaki durumun ortaya çıkmasıdır: "Aradan fazla zaman geçmeyecek, ye­mek yiyecekler; yemek kabına birbirlerini çağırdıkları gibi ümmetler de birbir­lerini üzerinize çağıracaktır. Birisi, "O gün biz az olacağımızdan dolayı mı?" diye sorunca Hz. Peygamber, "Hayır, aksine o gün siz çok olacaksınız, fakat selin üzerindeki köpükleri andıracaksınız. Allah düşmanlarınızın kalplerinden siz­den korkuyu çekip alacaktır. Buna karşılık Allah andolsun ki, sizin kalplerinize Vehemi bırakacaktır." Birisi, "Ey Allah'ın Rasulü Vehem nedir?" diye sorunca, Resulullah (s.a.), "Dünya sevgisi ve ölümden tiksinti" buyurdu.

Daha sonra Yüce Allah, delil ve belgeler üzerinde dikkatle durmayı şöyle­ce emretmektedir: "Ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak..." Ya­ni ey Peygamber, değişik şekillerde delilleri nasıl beyan edip açıkladığımıza bir bak! Bu ya maddî hissedilir bir yolla ya da akıl ile kavranılır bir yolla yahut gayba dair haberler vermek yoluyla gerçekleşmektedir. Olur ki Allah'ın ayetle­rini, delil ve belgelerini anlarlar ve üzerinde dikkatle düşünürler de bunun so­nucunda gerekli ibreti ve öğütü alırlar, durumlarını düzeltirler.

Fakat, Peygamber (s.a.)'in kavmi olan Kureyşliler senin getirdiğin bu Kur'an-ı Kerim'i, bu hidayet ve beyanı ya da tehdit olundukları azabı yalanladı­lar. Oysa bu hakkın, doğrunun kendisidir. Öyle bir hak ki, ötesinde hak olmaz. Kur'an-ı Kerim en ufak bir şüphe bulunmayan sabit ve değişmez bir haktır. Ba­tıl, önünden de ardından da ona gelip erişemez. Azap ise kaçınılmaz olarak gelip onların tepesine inecektir. Bu iki hususun her birisini (Kur'an'ın ve azabın hak oluşunu) hem maddî ve hissedilir olaylar, hem akıl ve burhan ispatlamaktadır.

Diğer taraftan onları iman etmeye mecbur etmenin yolu da yoktur. Ey Peygamber! Onlara de ki: Ben sizin üzerinizde bir koruyucu, bir gözetleyici de­ğilim. "Ben sizin üzerinizde bir koruyucu değilim" (En'âm, 6/104). Yani sizin amellerinizi tespit eden ben olmadığım gibi, sizin üzerinize vekil olarak da gö­revlendirilmiş değilim. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "De ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29); "Hatırlat o halde. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).

Yüce Allah'ın "Biz onların neler söylediklerini en iyi bileniz. Sen onlar üze­rinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver." (Kaf, 50/45) buyruğunun anlamı ise şudur: Bana düşen sadece tebliğdir. Size ise din­leyip itaat etmek düşer. Kim bana uyarsa dünyada da ahirette de mutlu olur. Kim bana muhalefet ederse dünyada da ahirette de bedbaht olur.

Son olarak da Kur'an-ı Kerim'i ya da azabı yalanlamaya karşılık tehdide dair buyruklar yer almaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır." Yani onun geleceğini haber verdiği her bir haberin karar bulacağı ve gerçekleşeceği kaçınılmaz bir süresi vardır. Bu süre uzun olsa dahi sonunda gelecektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onun haberini bir zaman sonra elbette bileceksinizdir." (Sâd, 38/88); "Her va'denin yazılmış bir süresi vardır." (Ra'd, 13/38). Bu, oldukça kesin bir tehdit­tir ve bunun arkasından bir başka tehdit ile şöyle denilmektedir:

Bu haberin doğruluğunu, vaadin ve tehdidin gerçek olduğunu, kendilerine karşı rasulüne zafer ve yardım vaadinin, kendilerine de dünya ve ahiretteki azap tehdidinin gerçekleşeceğini yakında bileceksiniz. [141]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın kudreti, rahmet ve lütuf ile azap ve ceza türlerini kapsayıcı­dır. O, çeşitli bolluk, esenlik ve kurtuluş çeşitleriyle yarattıklarına yardım et­meye kadirdir. Aynı şekilde o bu ayet-i kerimelerde söz konusu edildiği gibi, çe­şitli azap şekillerini indirmeye de kadirdir. Yukardan azaba örnek, taş yağdır­mak, tufan, çığlık ve rüzgârdır. Ad, Semud, Şuayb, Nuh ve Lût kavimlerine yaptığı gibi. Alttan gelecek azaba örnek ise zelzeleler, volkan patlamaları, top­rağın yerin dibine geçirilmesi ve depremlerdir; Karun ve Medyenlilere yaptığı gibi. Sürekli ve çetin azabın örneği ise, işi sizin için karıştırarak içinden çıkıl­maz bir hale getirmesi, saflarınızı darmadağın etmesi, nevalarınızı farklı farklı kılması, dünya istekleri uğrunda yöneticiler arasında tefrika çıkarıp fitne hal­lerinde savaş ve çarpışmaları ortaya çıkarmasıdır.

Ayet-i kerime müslümanlarla kâfirler hakkında umumidir. Bütün bunlar fiilen gerçekleşmiştir. Düşman topraklarımıza, canlarımıza ve mallarımıza mu­sallat olmuştur. Birbirimizi öldürmek, birbirimizin mallarını mubah kılmak suretiyle de fitne bizi istilâ etmiştir. Dinlerinin buyruklarından uzak kalıp düş­manların emirleri altına girmeye başladıklarından ve tefrikayı ve ayrılıkları kendi aralarında müşahhaslaştırdıklarmdan bu yana Müslümanların ve Arap­ların halinden daha kötü ne vardır?

Gerçeği ifade eden, Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların akibetine gelince: Bunların işi Allah'ın peygamberinin elinde değildir. O ancak uyarıcı ve korku­tucudur ve Rabbinin kendisine verdiği emirleri tebliğ etmiştir. Bu yalanlayan­ların akibeti Allah'ın elindedir. Her bir uyarının belli bir süresi vardır, her bir haberin bir gerçeği vardır. Her şeyin, öne de alınamayan geriye de bırakılama-yan gerçekleşeceği belli bir zamanı vardır. Bu dünya azabını da ahiret azabını da kapsayan bir gerçektir.

İşte bu, Yüce Allah'ın kâfirlere bir tehdididir. Çünkü kâfirler öldükten sonra dirilişi kabul etmiyorlardı. Bu aynı şekilde onlara dünyada da bir tehdit­tir. Bedir ve bunun dışındaki küfrü ve şirki Hicaz bölgesinden çıkarıp atmak için yapılan diğer savaşlarda görüldüğü gibi.

Sakın Müslümanlar kâfirlere yapılan bu tehditten dolayı sevinmesinler. Eğer Kurbanlarından vazgeçecek olurlarsa, onlar da cezayı hak ederler. Çünkü ondan uzaklaşmak onu yalanlamaya yakın bir iştir. Dolayısıyla böyle bir tehdit ve korkutma onları da kapsar: "De ki: Bana haber verin. Eğer bu, Allah'ın in­dinden olursa, sonra siz onu inkâr ederseniz, uzak bir muhalefette bulunandan daha sapık olan kimdir1? Biz onlara ayetlerimizi af akta (dış dünyalarında) ve kendi nefislerinde (iç alemlerinde) yakından göstereceğiz. Ta ki onun hakkın ta kendisi olduğu apaçık belli oluncaya kadar. Rabbinin her şeyin görüp gözeticisi olduğu sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/52-53) [142]

 

Kur'an'la Alay Edenlerin Meclislerinden Yüz Çevirmek Ve Bunların Azabı

 

68-  Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturuyorsa, o halde hatırla­dıktan sonra artık o zalimler toplulu­ğu ile oturma.

69- Onların hesaplarından sakınanlara hiç bir şey yoktur. Fakat hatırlatmak (gerekir); olur ki sakınırlar.

70- Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlen­ce edinip kendilerini dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terk et. Her bir nefsin kazandıkları yüzünden hela­ke sürüklenmemesi için onunla hatır­lat (öğüt ver)! Onun Allah'tan başka bir dostu da olmayacaktır, bir şefaatçi­si de yoktur. O istediği kadar fidye verse de ondan alınmaz. Onlar kazan­dıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. Onlar için inkâr ettikle­rinden dolayı kaynak sudan içecek ve elemli bir azap vardır.

 

İ’râb:

 

"Fakat hatırlatmak (gerekir)" yani O size bir öğüt verip hatırlattı ya da on-iann bunu hatırlayıp öğüt almaları gerekir. "Helake sürüklenmemesi için" ifa-iesinin takdiri şöyledir: Yani herhangi bir kimse helake sürüklenerek kötü Ameli dolayısıyla rehin alınmasın diye. [143]

 

Belagat:

 

"O halde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!" Bura-iaki "zalimler topluluğu ile" buyruğu işledikleri cürmün kendileri için ne ka-iar çirkin olduğu tespit edilsin diye "onlarla beraber" şeklindeki zamirin yerine kullanılmıştır. Çünkü onlar tasdik ve tazimde bulunacakları yerde yalanlayıp ilay ettiler. "Kaynak sudan içecek ve elemli bir azap vardır" buyruğunda "kaynar su" anlamına gelen "hamim" ile elemli anlamına gelen "elim" arasında seci diye bilinen söz sanatı vardır.

"O istediği kadar fidye verse de..." buyruğundaki "adi" "fidye" kelimeleri arasından iştikak bakımından cinas vardır.[144]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimize dalanları" yani Kur'an-ı Kerim hakkında alay yollu konu­şanları. Dalmaktan kasıt, alabildiğine konuşup gitmektir. Kur'an-ı Kerim bunu aynı zamanda batılda, batıl ehli ile ortak hareket etmek anlamında da kullan­mıştır. "Dalmak" aslında yürüyerek veya yüzerek suya girmek demektir. ""gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir!" Onlardan uzaklaş, onlarla birlikte oturma. "Eğer şeytan sana unutturursa" yani onlardan yüz çevirme gereğini unutturup da bunun sonucunda onlarla beraber oturursan, "o halde hatırladık­tan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!" "hatırlatmak" tan kasıt, öğüt vermektir. "Olur ki" o şekilde söze dalmaktan "sakınırlar."

"Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip" yani dinleriyle alay etmek su­retiyle; "kendilerini ...aldatmış olduğu kimseleri terk et" herhangi bir şekilde onlara görünüp onlarla birlikte olma. "... nefsin kazandıkları yüzünden helake sürüklenmemesi için" yani herhangi bir nefis helake sürüklenip cehennemde alıkonulmaması için "onunla (Kur'an'la) hatırlat."

"O'nun Allah'tan başka bir dostu" yani yardımcısı, kendilerini dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri "olmayacaktır, şefaatçisi de" azap görme­sini engelleyecek bir kimsesi, "yoktur. O istediği kadar fidye verse de" yani fid­ye olarak verebilecek neyi bulursa her şeyi verse dahi, "ondan alınmaz", vere­ceği fidye kabul olunmaz. "Onlar için inkâr ettiklerinden ötürü" kâfir olmaları sebebiyle, "kaynar sudan içecek"yani alabildiğine sıcak ve harareti en ileri de­receye ulaşmış su; "elemli bir azap" oldukça acı ve ızdırap verici bir azap "vardır." [145]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberî, es-Süddî'den, "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman..." ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Müşrikler müminlerle birlikte oturdukla­rında Hz. Peygamber ve Kur'an-ı Kerim'e dil uzatır, ona söver, onunla alay ederlerdi. Allah, bir başka söze dalıncaya kadar böyleleriyle oturmamalarını emretti. Bunun bir benzerini Saîd b. Cübeyr, İbni Cüreyc, Katâde ve Mukâ-til'den de rivayet etmiştir.

Yine Taberî, Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid'den Yüce Allah'ın, "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman..." ayeti hakkında, ayetlerimizi yalanlayanları gör­düğün zaman, dediğini rivayet etmektedir.[146]

İbni Abbas ve İbni Sîrîn'den rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime, ayet-i kerimeleri, ortaya attıkları mezhep ve görüşlerini desteklemek üzere batıl bir şekilde tevil eden ve Müslümanlar arasındaki çeşitli heva ve bidat ehli kimse­ler hakkında nazil olmuştur.

Müslümanların, "Onlar bu sözlere daldıkları her seferinde biz kalkacak olursak, Mescid-i Haramda oturamayız, tavaf da edemeyiz" demeleri üzerine Yüce Allah'ın, "Onların hesabından sakınanlara hiç bir şey yoktur" buyruğu nazil oldu. Yani Allah'tan korkanların üzerine bu sözlere dalanların hesabın­dan herhangi bir şey, yani onlarla oturdukları takdirde herhangi bir günah yoktur demektir. [147]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde Allah rasulünün Al­lah'ın ayetlerini yalanlayanların amelleri üzerinde gözetleyici ve koruyucu ol­makla yükümlü olmadığını, aksine onun sadece bir tebliğci olduğunu, zamanla yalanlamalarının akibetini göreceklerini beyan ettikten sonra, burada da bu ayet-i kerime, Allah rasulünün ve müminlerin, küfür ve yalanlamalarıyla bir­likte din ile alay edip Kur*an-ı Kerim ve Rasul'e dil uzattıkları takdirde müş­riklerle birlikte oturmalarını yasaklamaktadır. [148]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed ve ey bu buyrukları işiten Müslüman! Kur"an-ı Kerim'in ayetlerine yalanlayarak ve alay ederek dalanları gördüğün zaman onlardan yüz çevir, onlarla birlikte oturma! Küfür, alay ve yalanlama dışında kalan söz­lere dalacakları vakte kadar Kur'an-ı Kerim'in bidat, heva ve bozuk görüşler­den kaynaklanan şekillerde batıl yorumlarla ayetlerin teviline dalanlar da on­lar gibidir. Böyleleriyle de oturma ve böylelerini terk et! Bu, İbni Abbas (r. an-humâ)'tan rivayet edilmiştir.

Aynı şekilde Kur"an-ı Kerim'i tahrif eden herhangi bir Müslümanı tekfir etmek ve hidayet üzere olan bir kimseyi sapık göstermek için ayetleri olmadık şekilde tevil edenlerle de birlikte oturma.

Başka bir söze dalacak olurlarsa artık onlarla birlikte oturup konuşmaya bir mani yoktur.

Ey Müslüman! Şeytan sana böyle bir yasak ve engellemeyi unutturur da sen de unutarak bu sözlere dalanlarla birlikte oturacak olursan, artık hatırla­dıktan sonra yalanlama ve alay ile kendilerine zulmeden topluluklarla birlikte 3turmamalısın.

Hitap, hem Resulullah (s.a.), hem de bu buyrukları işiten her Müslümana-iır. Unutmanın Resulullah (s.a.) hakkında şeytanın vesvesesi olmaksızın da gerçekleşmesi mümkündür. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Unuta- olursan Rabbini hatırla." (Kehf, 18/24). Hz. Adem de unutmuştur: "Ve o unuttu, biz onu azimli bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). Hz. Musa da unutmuştu: "Dedi ki: Unuttuğumdan dolayı beni sorumlu tutma." (Kehf, 18/73). Kütüb-i Sitte'de Resulullah (s.a.)'ın namazda iken unutarak yanıldığı ve şöyle dediği sabittir: "Şüphesiz ben de sizin gibi bir beşerim. Siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum. O bakımdan ben unutacak olursam, siz bana hatırlatın."

Vahyin ve Allah'tan indirilen dinî hükümlerin tebliği hususunda şüphesiz ki peygamberler Allah'ın kendilerine tebliğ etmelerini emretmiş olduğu helâl ya da haram olsun, herhangi bir hususu tebliğ etmeyi unutmaktan yana ma­sumdurlar, korunmuşlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu ace­le (hıfz) etmek için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu toplamak ve okutmak bize düşer. O halde biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." (Kıyâme, 75/16-19).

Şeytanın insana bazı şeyleri unutturması insan üzerindeki tasarrufları tü­ründen ve onun üzerinde egemenliği kabilinden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz iman edip de yalnız rablerine güvenip daya­nanlar üzerinde onun hiç bir hakimiyeti yoktur. Ancak onun hakimiyeti kendisi­ni dost edinip de onu kendisine (Allah'a) ortak koşanlar üzerinedir." (Nahl, 16/99-100).

Eğer bu şekilde dalanlarla oturmaktan uzak duracak olurlarsa, onların dalmalarından dolayı kendileri hesaba çekilmez ve bu konuda sorumluluktan kurtulur, onların günahından uzak kalabilirler. Başka kimseler (Mücâhid, es-Süddî ve İbni Cüreyc gibileri) ise şöyle demişlerdir: Hayır, buyruğun manası şudur: Eğer onlarla birlikte oturacak olurlarsa, yine de onların hesaplarından üzerlerine bir şey düşmez. Onlar bu ayet-i kerimenin Medine'de inen Nisa su­resinin şu ayet-i kelimesiyle nesholunduğunu ileri sürerler: "... şüphesiz siz o takdirde onlar gibi olursunuz." (Nisa, 4/140).

"... fakat hatırlatmak (gerekir); olur ki sakınırlar." Bizler o vakit sizlere on­lara hatırlatmak ve öğüt olmak üzere yüz çevirmenizi emretmiştik. Olur ki ayet­lerimize dalmaktan yani onlarla alay etmekten sakınırlar ve Allah'ı anarlar.

Mücahid ve ona uygun kanaat belirtenlerin ikinci açıklama şekillerine göre ise bu ayet-i kerimeden maksat şu olur: Biz o vakit sizlere içinde bulundukları duruma karşılık onlara bir hatırlatmada bulunulsun diye yüz çevirmenizi em­rettik. Olur ki bu işten sakınırlar ve bir daha ona dönmezler. Zamahşerî der ki: Fakat onlarla birlikte oturdukları vakit, onların bu şekilde söze daldıklarını gö­recek olurlarsa, yanlarından kalkmak, onlardan hoşlanmadıklarını ifade etmek ve onlara öğüt vermek suretiyle hatırlatmakla yükümlüdürler. Olur ki utançla­rından dolayı böylece dalmaktan yahut da onların kendilerinden tiksinmelerini istemediklerinden dolayı bu sözlere dalmaktan uzak dururlar. Rivayet edildiği­ne göre Müslümanlar şöyle dediler: Eğer bizler Kur*an-ı Kerim ile alay ettikleri her seferinde yanlarından kalkacak olursak, Mescid-i Haram'da oturamayız, ta­vaf edemeyiz. Bunun üzerine onlara (bu ayet-i kerime ile) ruhsat verilmiş oldu.

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğu ile, alay edenlerin meclisini terk etme­yi daha da pekiştirmektedir:

"Dinlerini bir oyuncak... edinip dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terk et." Yani ey peygamber ve müminlerden sana tabi olanlar! Şu putlara tap­mak suretiyle dinlerini oyuncak edinen müşrikleri bırakın, onlardan yüz çevi­rin. Onlar bu putlarını kendi elleriyle yapıyorlar, sonra onları yiyorlardı. Bu müşrikler ömürlerini hiç bir fayda sağlamayan şeylerle tüketip gittiler. Oyun­cak ve eğlence diye buna denir. 'Kendilerini faydalı işler yapmaktan alıkoydu­lar. Fani dünya onları aldattı ve onlar bu fani dünyayı kalıcı, ebedî hayata ter­cih ettiler, dünyanın aşağılık zevkleriyle uğraştılar. Onlara düşen Allah'ın ayetlerini gereği gibi anlamak, üzerinde düşünmek ve gereklerince amel etmek iken bunu yapacak yerde, Allah'ın ayetlerine (alayla) dalıp gittiler. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Bırak onları. Yesinler, fay-dalanadursunlar, emel onları oyalayıp dursun, yakında bileceklerdir." (Hicr, 15/3).

Kişiler hayırdan alıkonulmasmlar, cehennemde yaptıkları sebebiyle hap-solunmasmlar, helake duçar olmasınlar, dünyada yaptıkları işler karşılığında rehin edilmesinler diye insanlara Kur"an-ı Kerim ile öğüt ver ve onlara hatır­lat! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her nefis kazandığı karşılığın­da rehinedir. Ashab-ı Yemin müstesna.'' (Müddessir, 74/38-39).

Yüce Allah şöyle der: "Allah'tan başka bir dostu da olmayacaktır, bir şefa­atçisi de yoktur." Yani durum şu ki, o kimseye şefaat edecek, ona yardım edecek hiç bir kimse olmayacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Zalimlerin candan bir dostu da, itaat olunacak bir şefaatçileri de yoktur." (Mü'min, 40/18); "Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı bir gün gelmezden önce... kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254).

Şefaat ve aracılık etmek fayda vermeyeceği gibi, fidye vermek de fayda sağlamayacaktır. "O istediği kadar fidye verse de ondan alınmaz." Yani her bir nefis her şeyini fidye olarak verse veya verebileceği ne varsa hepsini feda etse dahi, ondan kabul olunmayacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, ondan herhangi bir fidyenin kabul olunmayacağı ve hiç bir şefaatin ona fayda sağlamayacağı ve kendilerine yar­dım olunmayacak bir günden sakının." (Bakara, 2/123).

İşte bu putperestliğin ilkelerinden bir ilkeyi çürütmektedir. Söz konusu il­ke ise dünyada olduğu gibi, Allah'a fidye vermek yahut da şefaatçilerin şefaati, aracıların Allah nezdindeki aracılıkları yoluyla ahirette de kurtulma ümididir.

Bu şekilde ateşte alıkonulmak, helak edilmek ve cehennemdeki azap, vak­tiyle onların yaptıkları kötü işler sebebiyle olacaktır. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir." Yani şu dinlerini alay ve eğlence edinenler dünya hayatında yaptıkları sebebiyle ce­zalandırılan ve azap edilen kimselerdir. Onların cezası ise alabildiğine sıcak, karınları yakıp kavuran, barsaklan paramparça eden, Hamim diye bilinen bir içecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onlara kaynar birsu içi-rilecek de o bağırsaklarını paramparça edecek." (Muhammed, 47/15). [149]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:

1- Kur'an'la yahut Hz. Peygamber veya İslâm hükümleriyle alay edenlerin meclislerinde, Kur'an'm ayetlerini hak olmayan bir şekilde tevil edip yerlerin­den kaydırarak tahrif edenlerin meclislerinden yüz çevirmek vaciptir. İbni Hü-veyzi Mendâd der ki: Allah'ın ayetlerine dalan, onları alaya alan kimse ile bir­likte ister mümin ister kâfir olsun, oturulmaz ve ondan uzaklaşılır.

2- Bir kimse bir diğerinin münker işlediğini görüp vereceği öğüt ve nasiha­ti da kabul etmeyeceğini bilse Kurtubî'nin dediği gibi[150], ondan yapılan kötülü­ğün işlenmesini hoş karşılamayan bir eda ile yüz çevirmeli, tepkisiz bir tavırla yüz çevirmemelidir.

3- İbnü'l-Arabî der ki: Bu buyruk, büyük günah işleyenlerle birlikte otu­rup kalkmanın helâl olmadığının delilidir. Malikîlere göre, düşman toprakları­na, onların kilise ve havralarına girmek, kâfir ve bidatçilerle oturup kalkmak, uygun görülmediği gibi, onlara sevgi de beslenmez, sözleri dinlenmez, tartış­malarına da kulak verilmez.

4- Tebliğ edilmesi gereken şerl hükümler ile ilgili hususlarda peygamber­ler için unutmak asla söz konusu olmaz. Çünkü onlar böyle bir unutmadan Al­lah tarafından korunmuşlardır. Ancak namaz esnasında yanılmaları ve başka normal sıradan işlerde unutmaları mümkündür.

Unutmak, şeytanın insan üzerindeki tahakküm ve tasarrufunun varlığına işaret eden delil kabilinden değildir. Onun insan üzerinde tasarruf etmesi müş­rik ve kâfirlere münhasırdır, müminler hakkında söz konusu değildir.

5- "Onların fesatlarından sakınanlara hiç bir şey yoktur" ayetinin hükmü, daha kuvvetli görüşe göre mensuh olmayıp sürekli kalmak üzere şu anlama gelmektedir: Müşriklerin hesabından size hiç bir şey yoktur. Size düşen onlara hatırlatmak, onları kötülüklerden alıkoymaktır. Şayet yüz çevirecek olurlarsa, hesaplarını görmek Allah'a aittir.

6- Dinde alay etmek, herhangi bir şeriat ve dinde uygun görülmüş bir ta­vır değildir. Alay edenler, esasen dünya hayatının aldattığı, heva ve hevesleriy-le oyalanan kimseler olabilirler. Yani böyle kimseler, dünya hayatının ancak zahirini bilebilirler. Küfür hali onlarda yerleşip kök salacak olursa aleyhlerine olmak üzere fıtratlarını bozar ve her türlü hayrın kendilerine ulaşmasına engel olur.

7- Kur"an-ı Kerim, kişinin helake, cehennem ateşinde azaba maruz kalma­sını önleyecek şekilde insan için en hayırlı öğüt veren hatırlatıcıdır. Gerçek Müslüman ise Kur'an-ı Kerim'i kendisine önder, peygamberin sünnetini kendi­sine yol edinendir. Bir takım temenni ve vehimlere kendisini kaptırıp aldanan değildir.

8- Allah'ın izin ve iradesi ile olmadıkça ahirette hiç bir fidye, hiç bir yar­dımcının yardımı ile hiç bir şefaatçinin şefaati kabul olunmayacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde şefaat fayda vermez. Meğer Rah­man kendisine izin verip onun sözünden razı ola." (Tâ-Hâ, 20/109); "Onun ya­nında şefaat kendisine izin verilenden başkasına fayda vermez." (Sebe, 34/23); "Onlar ancak onun rızasına erenlere şefaat edebilirler..." (Enbiyâ, 21/28). [151]

 

Allah'a İmanın Faziletleri Ve Şirkin Çirkinlikleri

 

71- De ki: "Allah'tan başka bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeyle­re ibadet eder miyiz ve Allah bizi hida­yete kavuşturduktan sonra ökçeleri­miz üzerine gerisin geriye mi döndürü­lelim? Hani arkadaşları kendisini "Bi­ze gel" diye doğru yola çağırdıkları halde,'şeytanların saptırdıkları bir halde çöle düşürdükleri kimse gibi mi (olalım)?" De ki: "Asıl doğru yol, Al­lah'ın ilettiği yoldur ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunmu-şuzdur."

72-  Bir de, namazı dosdoğru kılın ve O'ndan korkun diye. Huzuruna varıp toplanacağınız O'dur.

73-  O, gökleri ve yeri hak ile yaratan­dır. Onun "ol" diyeceği gün her şey oluverir. Sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur. Görü­leni de görülmeyeni de bilendir. O Ha-kîm'dir, Habîrdir.

 

Belagat:

 

"Allah'tan başka...şeylere ibadet eder miyiz?" sorusu inkâr içindir. "Ökçele­rimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" buyruğunda şirke dönmek, ök­çeler üzerinde geri dönmek diye ifade edilmiştir. Böylelikle yapılan işin oldukça çirkin olduğu anlatılmak istenmiştir.

"Fayda ve zarar vermeye gücü olmayan" buyruğu ile "Görüleni de görülme­yeni de bilendir" buyruğu arasında tıbâk sanatı vardır. [152]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bize" kendisine ibadet ettiğimiz için bu ibadet ile "fayda ve" ibadeti terk etmek suretiyle de "zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder miyiz?" ki bunlar putlardır, ibadet edelim! "Allah bizi hidayete kavuşturduk­tan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim." Müşrik mi olalım? Bu tabirden maksat, yerilen ve uygun olmayan her türlü dönüş ve değişikliktir. "Hani arkadaşları bize gel diye doğru yola çağırdıkları..." onu doğru yola iletmek için kendisine, "Bize gel" dedikleri fakat onların çağrılarım kabul etmediği için helak olan "şaşkın bir halde" nereye gittiğini bilmeyen şa­şırmış bir halde; "şeytanların saptırdıkları" yani aklım başından alıp şaşırttık­ları "kimse gibi mi olalım?" Araplar delirmenin (cünûnun) cinlerin etkisi ile ol­duğunu ve cinlerin çöllerde insanların önlerine çıkarak değişik renklere bürü­nerek akıllarını alıp gittiklerini kabul ediyorlardı. Bu şekilde aklı başından alı­nan kişi ölünceye kadar yüz üstü serserice dolaşır giderdi. Bu şekil çeşitli renk­lere bürünen şeytanlara gıylân ve ağvâl ile seâli derlerdi.

"Asıl doğru yol, Allah'ın ilettiği yoldur" yani İslâm'dır. Onun dışındakiler ise sapıklıktır, "(bu yola) teslim olmakla", teslim olmak (İslâm), ihlâs ve sami­miyetle bağlanmak demektir. "Namazı dosdoğru kılın" diye emrolunduk. "Hu­zuruna varıp toplanacağınız" hesap için kıyamet gününde bir araya geleceğiniz "O'dur." "Onun ol diyeceği gün her şey oluverir." Bu da kıyamet günüdür. O mahlûkata kalkınız diyecektir, onlar da kalkacaklardır. "Sözü haktır", doğru­dur ve kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. "Sûr" sözlükde boynuz demektir. Bu borazanı andıran ve içine üflenen bir şeydir. İlk üfürüşte göklerde ve yerde bu­lunan herkes baygın (ölü) düşecektir. Daha sonra Sûr'a ikinci defa üfürülecek ve ölüler bu sefer hemen kalkıp-etraflarına bakıvereceklerdir. Burada kasıt ise israfil'in Sûr'a ikinci defa üfürmesidir.

"O Hakîm'dir" yani yaratması hikmetli olandır, "Habîr'dir" yani eşyanın dış yüzünden haberdar olduğu gibi iç yüzünden de haberdardır. [153]

 

Nüzul Sebebi

 

Süddî der ki: Müşriklerin Müslümanlara, "Bizim yolumuza uyunuz, Mu-hammed'inkini bırakınız" demeleri üzerine Yüce Allah da, "De ki: Allah'tan başka bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder miyiz ve Al­lah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" buyruklarını indirdi. [154]

 

Ayetler Arası İlişki

 

"De ki: Allah'tan başka..." ayetinden kasıt, putlara ibadete geri dönmektir. Bu ise daha önce geçmiş bulunan, "De ki: Sizin Allah'ı bırakarak ibadet ettikle­rinize ibadet etmem hiç şüphesiz bana yasak edildi..." (En'am 6/56) buyruğunu tekit etmektedir. [155]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Onlara de ki: Fayda ve zarar vermeye gücü yeten Allah'tan başka, bize ne fayda verebilen ne de zararı dokunabilen şeylere mi ibadet edelim? Allah bizi ondan kurtarmış ve İslâm'a iletmiş iken, ökçelerimiz üzerinde gerisin geri şirk ve küfre mi döndürülelim? O takdirde çölde, şeytanların aklını başından alıp şaşırttığı ve nasıl yol aldığını bilmeyen şaşkın bir kimse gibi mi olalım? Kendisini hidayet yoluna, dosdoğru yola çağıran ve, "Bize gel" diyen ar­kadaşları olduğu halde böyle şaşkın birisi gibi mi olalım?

Haktan yüz çevirip batıla yönelen herkese "Geriye döndü, ökçeleri üstün­de geri döndü, arkasını dönüp gitti" denilir. Sebep ise insanın aslında bilgisiz olmasıdır. Daha sonra ilerleyip tekâmül gösterince ilim elde eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi analarınızın karınlarından hiç bir şey bilmi-yorken çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 16/78). İkinci bir defa bilgiden cahilliğe dönecek olursa, artık onun için "Ökçe­leri üzerinde gerisin geri döndü" denilir.

Ayet-i kerimede maksat şu anlama gelen bir misâl vermektir: Her kim imandan sonra müşrik olup geri dönecek olursa bu kimse deliliğinin etkisiyle burnunun doğrultusunda giden yollarını şaşırmış, doğruyu bulamayan ve dos­doğru yol üzerinde bulunan ve kendisine, "Bize gel, bize geri dön, çünkü biz doğru yol üzereyiz" diyen arkadaşlarmı terk edip onlara karşılık veremeyen bir kimseye benzer. İşte putları ilâh edinip Allah'tan başka şeylere tapınan kimse­nin misâli budur. O bu putlarda bir varlık olduğunu kabul eder ve ölüm kendi­sini gelip buluncaya kadar böylece devam edip gider. Fakat sonunda pişman­lıktan ve yok oluştan başka bir şey de bulamaz. Şunu da belirtelim ki böyle bi­risinin oldukça samimi bir arkadaşı vardır. Bu da kendisini hak yol olan İs­lâm'a çağıran Muhammed (s.a.)'dir.

Zemahşerî der ki: Bu ifade, Arapların kabul ettikleri ve inandıkları şekil­de cinlerin insanı delirtip onun üstüne tahakküm sağladıkları kanaatlerine mebnidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ancak şeytanın kendileri­ne çarpmaktan dolayı davranışlarını bozduğu kimse gibi..." (Bakara, 2/275). Yüce Allah burada İslâm yolundan sapan kimseleri, Müslümanların kendisini hak dine davet etmelerine rağmen onlara dönüp bakmadan şeytanın adımları­nı izleyen kimseye benzetmektedir. [156]

Yüce Allah'ın, "Şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi (olalım)?" buyruğu­na gelince: Bunun anlamı, yeryüzünde çölde şaşırtıp bıraktıkları kimseler gibi mi olalım? demektir. Burada şeytanlardan kasıt, o kimselere kendisinin, baba­sının ve dedesinin adıyla seslenen ve arkalarından gittiği cinlerdir. O bu duru­muyla bir şey içinde olduğunu z-anneder, fakat cinlerin kendisini helak olacağı bir yere çekmiş olduğunu daha sonra anlar. İşte ey Peygamber! Sen onları hak dine çağır ve onlara de ki: Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de gösterdiği hidayeti ve doğru yolu, gerçek hidayetin kendisidir. İslâm yolu doğru yoldur, Sırat-ı Müsta­kimdir. Yoksa sizin nevalarınızdan hareketle kendisine çağırdığınız yol değil­dir.

Yine onlara de ki: Bizler âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla, yani ibadeti hiç bir kimseyi ortak koşmaksızm yalnızca ihlâsla O'na yapmakla em-rolunduk; o bakımdan biz de teslim olduk.

Namazı dosdoğru kılmamız da bize emrolundu. Yani biz hem İslâm ile hem de namazı dosdoğru kılmakla emrolunduk. Namazın dosdoğru kılınması (ikamesi), meşru kılınmış olduğu en mükemmel şekliyle yerine getirilmesidir. Bu sebep ise Allah'a seslenmekle nefsin arındırılması, hayasızlıktan ve çirkin işlerden uzak kalınmasıdır.

Aynı şekilde bize takvalı olmamız da emrolundu. Takva ise Allah'ın dinine ve şeriatına muhalefeti gösteren fiil ve tavırlardan sakınmaktır. Yani bizler şu üç hususla emrolunmuş bulunuyoruz. Bunlar, şirk koşmaksızın Allah'a ihlâsla yönelmek, namazı kılmak ve yalnızca Allah'a ibadet etmek, gizli ve açık bütün hallerimizde takvaya uygun hareket etmek. Kıyamet gününde huzurunda top­lanıp haşrolunacağınız Yüce Allah'tır ve dönüş yalnızca O'nadır. Amelleriniz­den dolayı sizleri hesaba çekecek, amellerinizin karşılığını verecektir. O bakım­dan O'ndan başkasına ibadet etmenin akılla, hikmetle, menfaatle en ufak bir ilgisi olamaz.

Gökleri, yeri ve onlarda bulunanları yaratan, onlara malik olan, işlerini düzenleyip yöneten Allah'tır. O hak, adalet ve hikmet esasları üzere yaratır: "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Biz on­ları ancak hak ile yarattık." (Duhân, 44/38-39); "Rabbimiz, bunu (hiç bir şeyi) boş yere yaratmadın." (Al-i İmran, 3/191).

O'nun sözü, yani verdiği hüküm ve kazası hakkın kendisidir. O kıyamet gününde bir şeye "ol" dedi mi, hemen oluverir. O'nun emrinin yerine gelmesi bir göz açıp kapamak kadar bir zamanda veya ondan da daha kısa bir sürede­dir. "Diyeceği gün" buyruğu "ondan korkun" buyruğuna atfedilmiştir. Bu, O'nun "ol" deyip de olacağı günden korkun, takdirindedir. Ya da, "Gökleri ve yeri hak ile yaratandır" buyruğuna atfedilmiş olup "ol diyeceği gün her şey oluverir" di­yeceği günü yaratandır, takdirindedir.

Yüce Allah'ın tekvinî emri olan "ol" ile teklifi emirleri arasında bir fark yoktur: "Bilin ki yaratmak da emretmek de yalnız O'nun hakkıdır." (A'râf, 7/54). Kimin tekvinî emri itaat olunan bir emir ise, teklifi emrine de aynı şekilde ita­at etmek icap eder. Çünkü yaratmak da haktır, emretmek de haktır.

Mülkünde eksiksiz tasarruf ve mutlak mülkiyet Allah'ındır. Yüce Allah'ın, "Sözü haktır... Mülk yalnız O'nundur" buyruğu "âlemlerin Rabbi" nin iki sıfatı olması bakımından cerre mahallinde iki cümledir.

Sûr'a üfürüleceği günde göklerde ve yerde bulunan herkes (ölüm dolayısıy­la) baygın düşecektir. Sûr'a üfleyecek meleğin kendisi dahi ölecektir. Sonra ona ikinci defa üfleyecektir. Bu sefer herkes kalkıp etrafına bakacaktır. Yani kendi­lerine ne yapılacağını bekleyecek, gözetleyecektir. Birinci üfürüş canlıların ölü­mü, ikinci üfürüş ise öldükten sonra diriliş ve mahşerde toplanmak içindir.

Yüce Allah'ın, "Sûr'a üfürüleceği günde" buyruğu ya "O'nun ol diyeceği gün her şey oluverir. (İşte o gün) Sûr'a üfürüleceği gündür." şeklindedir ya da bedel­dir yahut da Yüce Allah'ın, "mülk yalnız O'nundur" buyruğunun zarfıdır (yani o günde mülk yalnızca O'nundur, anlamındadır). Yüce Alah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bu gün mülk kimindir, bir, tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." (Mü'min, 40/16). Yani mahşerde Sûr'a üfürülüp kabirlerden çıkılacağı günde mülk yalnızca Yüce Allah'a aittir.

Sûr'dan maksat ise, sahih haberlerde belirtilendir. Ahmed, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bedevi Arabın birisi, "Ey Allah'ın rasulü sûr nedir?" diye sormuş, Resulullah (s.a.)da, "İçine üfürülen bir boynuz­dur" buyurmuştur. Müslim, Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Şüphesiz İsrafil sûr'u alıp ağzına dayamış, alnını eğip üflemek üze­re ne zaman emrolunacağını gözlemektedir." İbni Mes'ud da .der ki: "Sûr içine üflenecek boynuz şeklinde bir şeydir."

Sûr ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği gibi üç tane nefha vardır. Ebu Hu-reyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Sûr'a üç defa üfürülecektir. Birinci üfürüş feza (korku ve dehşet) nefhası, ikincisi baygın (ölü) düşme nefhası, üçüncü ise âlemlerin Rabbi huzuruna kalkma nefhasıdır."[157]

Yüce Allah'ın sıfatlarından bazısı da şöyledir: O gaybı (yani bizim için gö­rülmeyeni) ve açıkta olanı (gördüğümüz maddi âlemi) bilendir. İbni Abbas'tan rivayete göre gayb ile şehadetten (görülen ve görülmeyenden) kasıt, gizli ve açık olandır. Yüce Allah yarattıklarını hikmet üzere yaratandır. O hikmetli ve maslahatı olmayan hiç bir şeyi yapmaz ve onu kulları için uyulması gereken haline getirmez. Kullarının gizlediklerini, niyetlerini, kalplerinde olanları, söyledikleri sözleri bilen, durumlarından bütün ayrıntılarıyla haberdar olan­dır.

Yüce Allah gökleri ve yeri yaratan, tekvini ve teklifi buyrukları hak olan, dünyada ve yaratıkların haşredileceği günde mülkiyet ve egemenlik yalnız kendisinin olan, gizliyi ve açığı bilen, her şeyi yerli yerinde yapan, hikmeti son­suz, bütün gizlilikleriyle onlardan haberdar olduğuna ve bu sıfatlara sahip bu­lunduğuna göre, evet Yüce Allah madem ki bu sıfatlara sahiptir, ibadete lâyık olan da O'dur. Aklı başında herhangi bir kimsenin O'nun dışında herhangi bir şeye dua ya da ibadet etmemesi gerekir: "Allah ile beraber kimseye dua (ibadet) etme." (Cinn, 72/18); "Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse dua ettiği­niz şeyi açar..." (En'am, 6/41) [158]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları bize göstermektedir:

1- Onları bilip tanıdıktan sonra hak ve hidayet üzere sebat göstermek, ya­pılarındaki sapıklık ve haktan uzaklık ortaya konulduktan sonra da sapıklık ve şirkten uzak durmak.

2- Allah'ın Kur'an-ı Kerim'indeki ayetlerinde yer alan hidayeti, gerçek hi­dayet ve gerçek doğru yoldur. Müslüman, hidayetin gerçek sahibi, insanıyla cinniyle bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a ihlâsla ibadet etmekle, namazı dos­doğru kılıp bunu en mükemmel şekilde tamamlamakla, takva ile emrolunanla-rı yerine getirmekle, yasaklanan ve haram kılınan şeylerden uzak durmakla emrolunmuştur.

3- İbadet ancak fayda ve zarar verene yapılır; o da yalnızca Allah'tır. Hak ile yaratan, nzık veren, tekvini ve teklifi emirler verip emrine itaat olunması gereken, dünyada da âhirette de bütün yaratıklarında her türlü tasarrufa mutlak olarak sahip bulunan yegâne malik, bizim görmediğimiz gizli ve görüp tanık olduğumuz görünen âlemi bütün ayrıntılarıyla bilen, yarattıklarını hik­metle yaratan, yaratıklarının küçük büyük bütün hallerini bilip onlardan ha­berdar olan Allah'tır.

Buradaki "hak"m tefsirinde ehl-i sünnet şöyle derler: Şanı yüce Allah son­radan yaratılan "Mühdesâfm bütününe malik olandır. Bütün varlıkların mali­kidir. Malik olanın mülkündeki tassarufu mutlak olarak güzel ve doğrudur. O bakımdan onun tasarrufu mutlak olarak güzeldir ve mutlak olarak haktır.

Mutezile ise şöyle der: Hak olmasının manası mükelleflerin maslahatına uygun, yani onların menfaatleriyle uyuşan şeklinde olması demektir.

4- Yüce Allah'ın, "Ol diyeceği gün her şey oluverir" buyruğu yaratma işinin ve hesaba çekip diriltmenin son derece süratli olduğunu göstermektedir.

5- Yüce Allah'ın az önce geçen vasıflarını söz konusu eden ayet-i kerime­ler, Allah'tan başka, hak ile kendisine ibadet olunan hiç bir kimsenin olmadığı­nı göstermektedir.

6- İcma ile sabit olan şu ki, sûr'a üfürecek olan İsrafil (a.s.)'dir. Yüce Allah da canlıları diriltecektir. Ebul-Heysem der ki: Sûr'un bir boynuz olacağını in­kâr eden kimse Arş'ı, Mizan'ı ve Sırat'ı inkâr edip bunları tevil etmeye kalkışa­nın durumuna düşer. İbni Fâris de şöyle der: Hadis-i şerifte sözü geçen sûr, kendisine üflenecek boynuz gibi bir şeydir. [159]

 

İbrahim (A.S.) İle Âzer Arasındaki Tartışma Ve Şirkin Terk Ediliş Sebebi

 

74- Hani İbrahim babası Âzer'e: "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Gerçekten ben seni ve kavmini apaçık bir sapık­lık içinde görüyorum" demişti.

75-  Biz İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü -kesin bilgiye varanlardan ol­ması için- öylece gösteriyorduk

76- Gece onu bürüyüp örtünce bir yıl­dız gördü, "Benim Rabbim bu (mu)" demişti, fakat o kaybolup gidince: "Ben öyle kaybolup gidenleri sevmem" dedi.

77-  Sonra ay'ı doğarken görünce de: "Benim Rabbim bu (mu)" demişti. Fa­kat o da kaybolunca, "Eğer Rabbim ba­na hidayet etmezse andolsun, ben sa­pıklardan olurum" dedi.

78-  Sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim bu (mu) yoksa, bu daha bü­yük" demişti. O da batınca: "Ey kav­mim, ben sizin ortak koştuğunuz şey­lerden tamamen uzağım" dedi.

79- Şüphesiz ki ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana Hanîf olarak yönelttim ve ben müşriklerden değilim.

 

İ'râb:

 

"Sen putları ilâh mı ediniyorsun?" buyruğundaki soru azarlamak maksadı ile sorulmuştur. "Kesin bilgiye varanlardan olması için" böylelikle delil kullan­ması ve kesin bilgiye sahip olanlardan olması için biz ona göklerin melekûtunu gösterdik anlamındadır. [160]

 

Belagat:

 

"Biz İbrahim'e... böylece gösteriyorduk" buyruğu geçmiş bir hali hikâye et­mektedir. Yani, "Biz ona bunları gösterdik" demektir.

"Andolsun ben sapıklardan olurum" ifadesinde kavminin sapıklardan ol­duğuna işaret etmektedir.

"Yüzümü yönelttim (veccehtu uecM/Tcelimelerinde iştikak bakımından ci­nas vardır. [161]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İbrahim" Rahman olan Allah'ın Halili, peygamberler babası, Sâm'ın so­yundan gelen çocukların onuncusu, Arapların atası İsmail'in babası, Keldan şe­hirlerinden nur anlamına gelen "Ur" adlı şehirde doğmuş bir peygamberdir. Bu şehir şimdi Türkiye'nin güney sınırlarında Suriye'ye komşu bir yerde Urfa diye bilinmektedir. "Babası Âzer'e"; Âzer, İbrahim'in babasının lâkabıdır. Adı Tareh (ha ile) ya da Tareh (hı ile)dir ki, tembel anlamına gelir. "Sen putları ilâh mı ediniyorsun?" Onlara tapınıyorsun? Dediğimiz gibi bunda soru azar içindir. "Gerçekten ben seni ve kavmini" onları ilâh edinmekle "bir sapıklık içinde" hak­tan uzaklaşmış olarak "görüyorum." Sapıklık (dalâl), hedefe götüren yolu bıra­kıp ondan sapmak demektir. "Apaçık bir sapıklık" yani sapıklığı besbelli olan.

"Biz İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü" göklerin mülkünü, saltanat ve azametini "böylece gösteriyorduk." İbrahim'e babasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin melekûtunu da gösteriyorduk. Allah göklerin ve ye­rin azametini bunları Allah'ın birliğine delil görsün diye göstermişti. "Biz İbra­him'e... böylece gösteriyorduk" cümlesi ve ondan sonrası ara cümlesi olup, "... demişti" cümlesine atfedilmiştir.

"Gece onu bürüyüp örtünce" yani gecenin karanlığı basıp Hz. İbrahim'i ka­ranlığı ile örtünce ışık saçan "bir yıldız gördüm." dedi. Bunun Venüs veya Jüpi­ter olduğu söylenmiştir. "Kaybolup gidince" göründükten sonra kaybolunca "Ben kaybolup gidenleri sevmem dedi." yani ben böylelerini rab edinmeyi sev­mem. Çünkü Rabbin değişmesi, bir halden bir başka hale intikal etmesi düşü­nülemez. Zira bu şekilde değişiklik sonradan yaratılanların özelliğidir. Sonra­dan yaratılanlar ilâh olamaz. "Ay'ı doğarken"; ayın doğması, görülmeye başla­ması demektir. "Rabbim bana hidayet etmezse" hidayet üzere bana sebat ver­mezse "sapıklardan olurum." Böylelikle Hz. İbrahim kavminin sapıklık üzere olduğunu dolaylı olarak ifade etmektedir. Ancak bu onlara etki etmiyordu, "gü­neşi görünce de: Bu daha büyük" yani güneş, yıldız ve aydan daha büyük "de­mişti". "O da batınca: Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım" yani Allah'a ortak koştuğunuz putlar ve var edilmeye ihtiyacı olan sonradan yaratılmış gök cisimlerinden uzağım. Bu sefer ona, "Peki neye ibadet ediyor­sun?" diye sordular.

"Şüphesiz ki ben yüzümü... Allah'a yönelttim" ibadetimle ve ihtiyacımı is­temekle ben yalnızca Allah'a yöneliyorum ve ibadetimi de ihlâslı olarak sadece O'na yapıyorum. "Gökleri ve yeri yaratana" onları varlık âlemine çıkartan ya­hut yoktan var eden, ya da daha önce bir örneği olmadığı halde, onları var edene; "hanîf olarak" yani sapıklıktan ve şirkten dosdoğru dine yönelmiş ola­rak[162]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah burada Hz. İbrahim'in, babası Âzer ile birlikte putperestliğin çürütülmesine dair kıssasını söz konusu etmektedir. Bundan maksat ise Arap müşriklerine karşı delil getirmektir. Çünkü bütün taifeler ve bütün din men­supları Hz. İbrahim'in faziletini kabul etmektedir. Müşrikler kendilerinin onun soyundan geldiklerini kabul ediyor, faziletini itiraf ediyor ve Hz. İbrahim'in kendilerinin dini üzere olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudi ve Hristiyanlar da Hz. İbrahim'i tazim ediyor, oldukça yüksek bir makama sahip olduğunu itiraf ediyorlardı. İşte İbrahim kavmi ile sürekli olarak putlara tapmak hususunda mücadele eden ve tartışan biri olduğuna göre, onun torunları olan Arapların da sapıklıklardan vazgeçerek putlara tapma hususundaki hatalarını idrak etme­leri gerekir. [163]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi İbrahim'in babası Azer'e, "Sen bir takım putları ilâhlar edinip Allah'tan başka onlara ibadet eder misin? Halbuki seni de onları da ya­ratan Allah'tır. O halde ibadete lâyık olan O'dur, onlar değildir" dediğini hatır­lat.

İbni Kesîr, Hz. İbrahim'in babasının adının Âzer olduğu görüşünün doğru olduğunu belirtir.

Hz. İbrahim, babasına şöyle demişti: Ben seni ve bu putlara tapan senin kavmini yani senin yolunu izleyen, senin gittiğin yoldan giden bu kavmi apaçık bir sapıklık içerisinde görüyorum. Onların şaşkın olduklarını, izlemeleri gere­ken dosdoğru yolu bulamadıklarını görüyorum. Onlar dosdoğru yolda gidecek yerde şaşkınlık ve bilgisizlik içerisindedirler. Bilgisizlik ve cahillik içerisinde yüzdüğünüz, aklı selim sahibi olan herkes tarafından açıkça görülebilmektedir. Hem önce kendi ellerinizle yonttuğunuz sonra da tapınıp kutsadığınız taş, ağaç veya maden putlara ibadet etmenizden daha açık bir sapıklık olabilir mi? Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapı­yorsunuz? Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır." (Sâffât, 37/95-96). Bir defa sizler şeref itibariyle puttan daha yükseksiniz. Sizin mevki-niz daha üstündür. Sizler akıl sahibisiniz. Putlar ise cansız ve sağırdır, akılları yoktur, kendilerine gelecek bir zararı dahi def edemezler. Bütün bunları görmeyerek kalkıp onları tapınılan ilâhlar mı edineceksiniz?!

"Apaçık sapıklık" ifadesinin anlamı Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.)'e şu buyruğunda belirttiği gibi doğru yoldan sapmak demektir: "Ve o seni yolunu şaşırmış buldu da, doğru yola iletti." (Duhâ, 93/7).

Hz. İbrahim'e babasının ve kavminin putlara ve heykellere tapmak şeklin­deki sapıklıklarını gösterdiğimiz gibi, ona ardı arkasına göklerin ve yerin mele-kûtunu da gösterdik. Yani onların harikulade nizam ve son derece üstün yarat­ma ve sanatlarıyla onların yaratılışlarını gösterdik. Böylelikle o kâinatın gizli­liklerine, yerdeki sırlarına muttali oldu. Ta ki bunu bizim birliğimize, kudretimizin büyüklüğüne, ilmimizin genişliğine delil olarak görsün: "Allah'ın her şeyi sapasağlam yapan yaratmasına (bak!)" (Nemi, 27/88).

İşte biz böylece İbrahim'e bunları öğretiyor, gösteriyor ve bu konuda ona başarı ihsan ediyoruz. Kalbine verdiğimiz genişlik ve doğru bakış açısı sayesin­de onu hakka iletiyoruz. Delil gösterme yolunu ortaya koyuyoruz. Ta ki bunun­la o put, güneş, yıldız, ay gibi herhangi bir şeyin hiç bir şekilde ilâh olmasının doğru olamayacağını kesinlikle ve tam anlamıyla bilip anlayanlardan olsun. Çünkü bunların sonradan yaratıldıklarına (hadis olduklarına) ve bunları var eden bir yaratıcının meydana getiren bir yaratıcının doğuşlarını, batışlarını, değiştirmelerini, akıp gitmelerini ve sair hallerini düzenleyen bir müdebbir ol­duğuna dair deliller gayet açıktır. Bunları İbrahim'e gösteriyorduk ki, bu ayet­ler ulûhiyet ve rubûbiyete olduğu gibi, sapık müşriklere karşı da bir delil ol­sun. Yakîn (kesin bilgi), düşünme sebebiyle şüphenin giderilmesinden sonra or­taya çıkan kesin bilgi demektir.

Daha sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim'in gördüğü o göklerin ve yerin mele-kûtunu şöylece açıklamaktadır: "Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü." Yani gecenin karanlığı basınca İbrahim, diğer yıldızlardan aydınlığı ve parlak­lığı ile oldukça farkla büyük bir yıldız gördü. Onun gördüğü bu yıldızın Venüs ya da Jüpiter olduğu söylenmiştir. O şöyle dedi: "Bu, benim Rabbimdir." Yani o bu sözleri kavmine karşı tartışma ve delil getirme sadedinde söyledi. Bunları onların yaptıklarını reddetmek ve onlara karşı delil getirmek için bir hazırlık olsun diye söylemişti. Önce onlara kanaatlerini kendileriyle paylaştığı vehmini verdi, sonra da aklî ve hissî delillerle onların bu iddialarını çürüttü.

Bu yıldız batınca Hz. İbrahim şöyle dedi: "Bu bir ilâh olamaz. Ben zaten kaybolup gizlenenleri de sevmem." Çünkü mutlak ilâhın kâinat üzerinde tartı­şılmaz bir egemenliği vardır. O her şeyi işiten, her şeyi görüp gözetendir. Asla kaybolmaz ve asla hiç bir hususta yanılmaz. İlâh denilen şey, nasıl kaybolup gizlenir ki? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ne diye işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeye itaat edersin?" (Meryem, 19/42).

İşte bu, Hz. İbrahim'in yıldızlara tapmak hususunda kavminin bilgisizliği­ne bir göndermesidir. Katâde der ki: O, Rabbinin zeval bulmadığını ve ebedî ol­duğunu bilmişti.

İbrahim (a.s.) yıldızın ulûhiyetinin tutarsızlığını ortaya koyduktan sonra, daha çok ışık veren ayın ilâhlığının tutarsızlığını ortaya koymaya yöneldi. O aj^ı, ışığıyla her tarafı kuşatmış haliyle doğarken görünce, "Bu benim Rabbim­dir" dedi. Fakat o da bir önceki gecede yıldızın battığı gibi batınca, kavmine işittirecek bir şekilde "Bu da aynı şekilde ilâh değildir" dedi. Andolsun ki eğer Rabbim bana hidayet vermeyip tevhidi ve hakkı bulma hususunda bana yar­dım etmeyecek olursa, hiç şüphesiz yollarını şaşıran, hidayet bulamayan, Al­lah'tan başkasına tapınan sapıklardan olurum. Bu, aynı zamanda açıkça ifade­ye yakın bir tarzda kavminin sapıklığını ortaya koymakta, onların ve ay^ ilâh edinen kimsenin de aynı şekilde sapık olduğuna dikkatlerini çekmekte ve doğ­ru akide bilgisinin ilâhî vahye bağlı olduğuna işaret etmektedir. Daha sonra üçüncü defada kavminin koştuğu şirkten uzak olduğunu açıkça söylediğini gö­rüyoruz.

Hz. İbrahim güneşi doğarken görünce -ki o gördüğümüz yıldızların en bü­yüğü, faydası en kapsamlı ve en aydınlık olanıdır- şöyle dedi: "İşte bu benim Rabbimdir. Çünkü bu öbür yıldızlardan da aydan da daha büyüktür, ışığı ve aydınlığı daha fazladır; o bakımdan bunun Rab olması daha bir yerindedir."

Fakat güneş de diğerlerinin battığı gibi batınca Hz. İbrahim akidesini açıkça ortaya koydu ve kavminin şirkinden uzak olduğunu şu sözleriyle ifade etti: "Ben yıldızlara ibadet etmekten ve onlara sevgi beslemekten uzağım. Ben ibadetimde gökleri ve yeri, şu gördüğünüz yıldızları yaratana yöneliyorum. Sa­pıklıktan uzak hak ve dosdoğru din olan tevhid dinine yöneliyorum. Ben Allah ile birlikte başka bir ilâh edinen müşrikler arasında yer almam. Ben bu eşyayı yaratan, her şeyin mülk ve hakimiyetini elinde bulundurup onları çekip çevi­ren, her şeyin yaratıcısı, Rabbi, mutlak maliki ve ilâhı olan Yüce Yaratıcıya ibadet ediyorum." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz rabbi-niz gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. Sonra Arş'ı istiva etti. Kendisini durmadan kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örtüyor. Güneş'i, Ay'ı ve yıldız­ları emri ile müsahhar kılan O'dur. İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'nundur. Alemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir7'%A'raf, 7/54).

Geçen bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığına göre Hz. İbrahim'in kavmi, putları Rab değil ilâh kabul ediyorlar, yıldızlan ise hem Rab, hem de ilâh edini­yorlardı. İlâh'tan kasıt mabud, yani kendisine ibadet edilen'i rabden kasıt ise efendi, malik, besleyip büyüten, işleri çekip çeviren ve tasarrufta bulunandır. İbadet ise dua ve tazim ile mahlûkatı yaratana yönelmektir. Gerçekte ise mah-lûkatın Allah'tan başka ilâhı da rabbi de yoktur.

Hz. İbrahim'in takındığı tavır, kendisini mümin olmayan birisi gibi göste­ren ve son derece çarpıcı bir üslûpla tartışan, bu tartışmasını örneklerle ispat­layan kişinin tavrıydı. Gerçekte Hz. İbrahim ilâhtık ve rablik makamını tespit etmek için tetkik eden bir kimse durumunda değildi. Çünkü Yüce Allah Hz. İb­rahim hakkında şunları söylemektedir: "Andolsun ki biz İbrahim'e daha önce­den doğru yolu bulmak için imkân vermiştik. Biz onu biliyorduk. O zaman ba­basına ve kavmine şöyle demişti: Bu heykeller nedir ki onlara ibadet edip dur­maktasınız?" (Enbiyâ, 21/51-52); "Gerçekten İbrahim (başlı başına) bir ümmet­ti. Allah'a itaatkâr, hanîf bir Müslümandı. O (asla) müşriklerden olmamıştır. O nimetlerine şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru bir yola ilet­mişti. Biz ona dünyada bir güzellik de verdik ve şüphesiz ki o, ahirette de mut­laka salihlerdendir. Sonra biz sana, hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in di­nine uy, o, müşriklerden olmadı, diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123); "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, rnu-vahhid olan İbrahim'in dinine iletti. O, müşriklerden olmadı." (En'âm/161).

Buharî ve Müslim'de de Ebu Hureyre yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir: "Her doğan fıtrat üzere doğar." Müslim'in Sa-hih'inde ise Iyâd b. Hammâd yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah buyurdu ki, şüphesiz ben kullarımı hanîfler olarak ya­rattım." Yine Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "İnsanların üzerinde yaratıldığı Allah'ın fıtratına (yönelin)! Allah'ın yaratışında değiştirme yoktur." (Rûm, 30/30). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hani Rabbin Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış, onları kendi­lerine karşı şahit tutup, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurmuştu. Onlar da "Evet şahit olduk" demişlerdi." (A'râf, 7/172).

Eğer bu, sair insanlar hakkında böyle ise, Yüce Allah'ın tek başına bir üm­met, Allah'a yönelen hanîf bir Müslüman ve asla müşriklerden olmayan İbra­him Halîl, böyle bir konumda, araştıran bir kişi nasıl olabilir ki? Aksine o, Resulullah (s.a.)'tan sonra hiç şüphesiz ve tereddütsüz olarak selim fıtrat ve dosdoğru karaktere herkesten daha lâyık bir kimsedir.

Bu durnumuyla onun, kavminin içinde bulunduğu şirki tetkik eden değil de kavmine karşı tartışan bir kimse olduğunu destekleyen hususlardan bir ta­nesi de ileride gelecek olan "Kavmi onunla tartışmaya kalkıştı..." (ayet, 81) buyruğudur.[164]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. İbrahim Allah'ın üâhhğını ve rabliğini ispatlamak için tartışmaya gi­rişti, ortaya koyduğu kesin delil ve belgeler ile kavmini susturdu. O dört kişi veya grupla tartışma yapmıştır:

Birinci tartışması babasıyla olmuştu. Ona, "Babacığım işitmeyen, görme­yen ve sana hiç bir faydası olmayan şeylere ne diye tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) diyerek karşı çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim burada da bu tartışmanın habe­rini bize naklederek, "Hani İbrahim babası Âzer'e ... demişti." diye buyurmak­tadır.

İkincisi, kavmi ile tartışması. Bu da Yüce Allah'ın, "Gece onu bürüyüp ör­tünce..." buyruğundan itibaren anlattıklarıdır.

Üçüncüsü ise, çağının kralı ile tartışmasıdır. Ona şöyle seslenmişti: "Be­nim Rabbim dirilten ve öldürendir... demişti." (Bakara, 2/258)

Dördüncü tartışması ise, fiili ile kâfirlerle yaptığı tartışmadır. O da Yüce Allah'ın, "Onların hepsini büyükleri müstesna parça parça etti..." (Enbiyâ, 21/58) buyruğunda ifade edilmektedir.

İşte bu, Hz. İbrahim'in tartışma hususundaki güç ve kabiliyetini, hasımla­rını susturmak için oldukça hazır cevap bir yeteneğe sahip olduğunu, maksadı­nı kesin belgelerle ispatlama gücüne sahip bulunduğunu göstermektedir. O bu konuda gerçekten harikulade başarılı idi. Çünkü bunlar kaybolan ve zaman za­man gizlenen mahlûklardır. Mutlak ilâh ise kaybolmamalı, saklanmamalıdır. Mülkü altındaki varlıkları kontrol etmekten uzak durmamalıdır. Hz. İbrahim böyle bir üslûpla, zahiren hasmının iddiasını kabul eder görünmüş, daha sonra hasmının görüşünü ve değerlendirmesini çürütmüştür. Bütün bu konumların­da o -açıkladığımız gibi- tartışan bir kimse konumundaydı. Yoksa onların de­diklerinin doğruluğunu tetkik eden bir kimse konumunda değildi. Çünkü onun akidesi fıtratında, ilham, ilâhî irşad, akıl ve duyularıyla kalbinde yer et­mişti.

Yüce Allah'ın bize naklettiği, "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse..." buy­ruğunun anlamı ise şudur: "Andolsun ki Rabbim hidayet üzere bana sebat ver­mezse." Çünkü esasen o hidayet bulmuş bir kimse idi. Kur'an-ı Kerim'de de, "Bizi dosdoğru yola ilet." (Fatiha, 1/6) diye buyurulmaktadır. Yani hidayet üze­re bize sebat ver, demektir.

Hz. İbrahim yıldızların ilâhlığı hususunda üç örnek seçerek, adım adım bunların ilâh olamayacaklarını ve bunlardan hareket ederek gerçek ilâh ve gerçek rab olan Allah'ın ulûhiyet ve rubûbiyetini ispatlamaya doğru ilerlemiş, bunu da, "Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana hanîf olarak yönelt­tim" diye ifade etmiştir. Yani ben ibadet ve tevhidimle yalnızca Aziz ve Celil olan Allah'a yönelmiş bulunuyorum. Burada "yüz"ü söz konusu etmesinin sebe­bi, kişinin tanınmasına kolaylık sağlayan en açık ve görünen şey oluşundan do­layıdır. Onun adım adım kavminin cahilliğini işaret etmeye, putperestliğin ba­tıl oluşunu ifade ederek kalıcı olmayan ve kaybolup giden şeyleri sevmediğini belirtmeye, oradan sapıklık ve şaşkınlık içerisinde olmaları dolayısıyla onları uyararak şirkten ve müşriklerden uzak olduğunu açıkça ifade etmeye ve daha sonra da şirkin temelini yıktıktan sonra akidesini açıkça ilân etmeye doğru ilerlediğini görüyoruz.

Râzî der ki: Kâinatta vücûp (varlığının zorunluluğu), kudret, ilim ve hik­met bakımından başkasını Yüce Allah'a eşit kabul eden hiç bir kimse yoktur. Fakat Seneviyye (iki ilâh edinenler), birisi hakim olup hayır işleyen, diğeri de sefih olup kötülük işleyen iki ilâhın varlığını kabul ederler.

Allah'tan başkasına ibadetle uğraşmaya gelince, bunun pek çok şekillerde olduğunu görüyoruz. Kimileri yıldızlara tapar, kimileri de aşırılığa saparak ya­ratıcı ilâhın varlığını kabul etmez ki bunlar Dehrîlerdir. Hristiyanlar ise Al­lah'tan başkasına ibadet ederler. Çünkü onlar Mesih'e tapınırlar. Kimisi de putlara tapınır.[165]

Putperestlikten daha eski batıl bir din yoktur. Çünkü bize atraflı bir şekilde tarihi ulaşmış bulunan en eski peygamber olan Nûh (a.s.) da putla­ra ibadeti reddetmek üzere gelmiştir. [166] Nitekim Yüce Allah onun kavmin­den şöyle dediklerini nakletmektedir: "Sakın Ved, Suvâ, Yeğus, Yeûk ve Vesr (adlı putlara ibadetji bırakmayın." (Nûh, 71/23). Onların bu sözlerinin se­bebi ise şudur: İlkel insan, putların sessizlik ve duyarsızlığının Yüce Al­lah'a ulaştırmaya elverişli bir sır olduğunu ya da Yüce Allah'ın ağaç, güneş, ay gibi bazı yaratıklarının gerçek ilâhının yanında şefaat eden ve kendileri­ne yönelenleri bu gerçek ilâha yakınlaştırabilen bir çeşit aracı olduğunu vehmetmiştir.

Hz. İbrahim'in kavmi putların hiç bir şekilde işitmediğini, görmediğini, fayda ve zarar veremediğini idrak etmişti. Ancak onlar atalarını taklit ediyor­lardı. Bu bakımdan putlara taparak onları ilâh edinmişlerdi. Bunlar kâinatın işlerini çekip çeviren rabler değillerdi. Fakat bu imanlar kendilerince yeryü­zünde, bir takım etkilerde bulunduğunu kabul ettiklerinden dolayı yıldızları rab edinmişlerdi.

Putlara tapma hususunda Araplar da atalarını taklit ettiklerini şu sözle­riyle ifade etmişlerdi: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz..." (Zümer, 39/3)

Müminin yapabileceği tek şey, sadece putperestliğin bütün şekil, tören ve dışa yansıyan her şeyini ayıplamak ve tenkit etmek, diğer taraftan başka her­hangi bir aracıyı söz konusu etmeksizin yalnızca ve sadece O'na gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a ibadet etmektir. Tıpkı putlar hakkında şu sözleri söyle­yen Hz. İbrahim'in ilânı gibi: "Hayır, Rabbiniz onları yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbidir. Ben bunun böyle olduğuna işte önünüzde şahitlik edenlerde­nim." (Enbiya, 21/56)

Yüce Allah'ın bütün yaratıkları hem onları var eden yaratıcının hem de O'nun kudretinin varlığını ortaya koymaktadır. Çünkü bütün yaratıklar sonra­dan yaratılmış (muhdes) ve mümkün (varlıklarıyla yoklukları aklen musâvi) varlıklardır. Varlığı muhdes ve mümkün olan her bir varlık, bir yaratıcıya muhtaçtır.

Yüce Allah'ın, uBen öyle kaybolup gidenleri sevmem" buyruğu Râzî'nin söz konusu ettiği bir takım hükümlere delâlet etmektedir:

1- Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın cisim olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü cisim olsaydı ebediyyen bize görünmemesi (gaib olması) ve ebediyyen önümüzden kaybolması gerekirdi.

2- Ayet-i kerime Yüce Alah'ın zatında muhdes sıfatın söz konusu olmaya­cağını göstermektedir. Aksi takdirde değişip duran bir varlık olurdu. O takdir­de de kaybolup gitme anlamı söz konusu olurdu ki bu da O'nun hakkında im­kânsızdır.

3- Yine ayet-i kerime dinin delile dayalı olması, taklide dayalı olmaması gerektiğini göstermektedir. Aksi takdirde hiç bir şekilde bu çeşit bir delillendir-menin faydası olmazdı.

4- Aynı şekilde ayet-i kerime, peygamberlerin Rablerini tanımanın beda-hat veya zorunluluk esasları üzere değil de, istidlal üzere yükseldiğini göster­mektedir. Aksi takdirde Hz. İbrahim'in istidlale bir ihtiyacı olmazdı.

5- Yine ayet-i kerime Yüce Allah'ı tanıma bilgisini elde etmenin, yaratıklarının durumları hakkında düşünüp bunları delil olarak kullanmaktan başka bir yolu olmadığını göstermektedir. Zira Yüce Allah'ı bir başka yolla tanımak imkânı bulunsaydı her halde Hz. İbrahim böyle bir yola baş vur­mazdı. [167]

 

Hz. İbrahim İle Kavmi Arasındaki Tartışma

 

80-  Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Bana hidayet ver­mişken Allah hakkında benimle hala tartışıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Me­ğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş olsun. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?

81- Allah'ın hakkında delil indirmediği bir şeyi siz O'na ortak koştuğunuz hal­de korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım. Şim­di gerçekten biliyorsanız (söyleyin): İki gruptan hangisi emin olmaya daha lâyıktır?

82- İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar işte emin olmak (hakkı) onlarındır. Onlar doğru yolu da bulmuşlardır.

83-  İşte bu, İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdi. Biz dilediği­mizi derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki Rabbin Alîm'dir, Hakimdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı." Dini hususunda onunla tartıştı­lar, putlarına ibadeti terk ettiği takdirde putların kendisine kötülük yapabile­ceği tehdidinde bulundular. Delil getirmek, tartışmak ve tartışmada galip gel­mek istemek demektir. Hüccet ise, kişinin iddiasını ispatlamak yahut da karşı­sındakinin iddiasını çürütmek için kullandığı delildir. Hüccet ya hiç bir şekilde çürütemeyecek kadar kesin ve tartışılmaz olur ya da hiç bir şeyi ispatlayama-yan tutarsız ve geçersiz olur. O takdirde buna şüphe denilir.

"Bana" Yüce Allah "hidayet vermişken Allah hakkında", Allah'ın birliği hakkında "benimle hâlâ tartışıyor musunuz?"

"Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." Yani O'na ortak koştu­ğunuz putların bana bir kötülük yapacaklarından yana korkum yoktur. Çünkü o putların hiç bir şeye güçleri yetmez. "Meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş olsun" yani Yüce Allah bana isabet etmesini takdir etmiş olduğu hoş olmayan bir şey olursa, o takdirde o olur. "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır." Yani hiç bir şey O'nun bilgisi dışında değildir. "Hâlâ" bunu "düşünüp öğüt almayacak" ve iman etmeyecek "misiniz?"

"Allah üzerinize" putların ibadetine dair "bir delil", bir belge ve bir burhan "indirmediği şeyi" siz O'na ibadette "ortak koştuğunuz halde" Allah'tan "kork­muyorsunuz da ben sizin" Allah'a "ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" Çünkü sizin putlarınızın hiç bir şekilde ne zararı ne de faydası dokunmaz. "Gerçekten biliyorsunuz" kimin güven duymaya ve esenliğe kavuşmaya daha lâyık olduğunu. Yani güven duymaya lâyık olanlar bizleriz, o halde bizim yolu­muza uymalısınız.

"İmanlarına zulüm karıştırmayanlar"; burada zulümden kasıt akide veya ibadette şirk koşmaktır. Allah'tan başka O'nunla birlikte veya ayrı olarak ken­disine dua edilen bir dost edinmek gibi. Çünkü en büyük zulüm budur. "İşte emin olmak" azaptan yana güvenlik altında olmak...

"İşte bu, İbrahim'e kavmine" müşriklere "karşı verdiğimiz hüccetimizdir." Yani İbrahim'in kavmine karşı yıldızın kaybolup gitmesi ve benzeri hususlar Allah'ın birliğine dair delil getirmesini gösterdiğimiz, ilettiğimiz "hüccetimiz­dir."

"Biz dilediğimizi" ilim ve hikmet bakımından "derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki Rabbin" yaptıklarında, ettiklerinde hikmeti sonsuz "Hakîm'dir", bütün yaratıklarını ve durumlarını bilen "Alîm'dir." [168]

 

Nüzul Sebebi

 

"İman edenler..." mealindeki 82. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Bekr b. Savâde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Düş­manlardan birisi Müslümanlara hamle yaptı, bir Müslümanı öldürdü. Daha sonra bir hamle daha yaptı, bir diğerini öldürdü, sonra şöyle dedi: Peki bundan sonra Müslüman olmamın bana bir faydası olacak mı? Resulullah (s.a.), "Evet" deyince atını mahmuzlayarak Müslümanların arasına girdi, sonra (önceki) ar­kadaşlarına bir hamle yaptı, bir kişi öldürdü, sonra bir diğerini, bir diğerini öl­dürdü, daha sonra kendisi öldürüldü. Bekr b. Savâde der ki: Onlar (ashab) şu, "İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." ayet-i kerimesinin onun hakkında nazil olduğu görüşündeydiler. [169]

 

Ayetler Arası İlişkiler

 

Ayet-i kerimeler, Hz. İbrahim'in tartışmalarını zikretmeye devam etmek­tedir. Buradaki, kendisi ile kavmi arasında benimsediği tevhide dair bir tartış­madır. Tartışmada onları susturunca onlar taklide yapıştılar ve bütün ilâhların tek bir ilâh kabul edilmesini, imkansız gördüler; putların ilâhlığını tenkit ettiği için Hz. İbrahim'i çeşitli afet, belâ ve musibetlere uğramakla korkutmaya kal­kıştılar. [170]

 

Açıklaması

 

Kavmi Hz. İbrahim'le tevhid ilkesi hakkında tartışmaya koyuldu. Hz. İb­rahim tevhidi onlara fikrî düzeylerine göre anlayabilecekleri şekilde kesin de­lillerle ispat edip yalnızca Allah'a ibadetin zorunluluğunu ortaya koyunca bu sefer şirkleri hakkındaki şüphelerini açıklayarak onunla tartıştılar ve şöyle de­diler: Tanrıların çokluğu Alah'a imana aykırı değildir. Çünkü bunlar Allah nez-dinde şefaatçilerdir. Böylelikle onlar atalarını taklide ve benzeri hususlara sıkı sıkıya yapıştılar. Yüce Allah şu buyruğu ile onlara verilen cevabı zikretmekte­dir: "O dedi ki: Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle halen tartışı­yor musunuz..." Yani Allah'ın emri ve başka ilâh olmadığı hususunda benimle nasıl tartışırsınız? Halbuki Yüce Allah bana hakkı göstermiş, beni hakka ilet­miş bulunuyor. Ben O'ndan gelen apaçık bir delile sahip bulunuyorum. Nasıl olur da şirk koşmanız ve elinizde hiç bir delil bulunmadığı halde geçmişlerinizi taklit etmeniz hususlarında, ortaya attığınız iddialarınıza ve sapıklıklarınıza iltifat edebilirim?

Sizin izlediğiniz yolun batıl olduğunun delillerinden birisi de şudur: Ta­pındığınız bu tanrılar hiç bir şeyi etkileyemezler. Ben onlardan korkmuyorum, çekinmiyorum, onlara aldırmıyorum. Çünkü bu putların hiç bir zararı, hiç bir faydası yoktur. İşitmezler, görmezler, başkalarına yardımcı olamazlar, şefaatçi­likleri de yoktur. Eğer bunların yapabilecekleri bir şey varsa haydi onlar aracı­lığıyla bana istediğiniz kötülüğü yapın ve bana mühlet de vermeyin. Aksine bu konuda elinizi olabildiğince çabuk tutun.

Ben Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. Şu kadar var ki, Rabbim'in hoş olmayan bir şeyin bana gelip çatmasını dilemiş olması müstes­na. O'nun dilediği kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Zira Yüce Allah'tan başka fay­da ve zarar verme gücüne sahip kimse yoktur, her şeye gücü yeten O'dur.

Daha sonra Yüce Allah bundan önceki buyrukların gerekçesini, "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır" ayetiyle göstermektedir. Yani O'nun bilgisi bütün eş­yayı kuşatmaktadır. Hiç bir gizli şey O'na gizli değildir. Rabbim belki de bu putları bir kenara itip onları parçalamaya davet ettiğim için (sizin aracılığınız­la ve buna gazabınız dolayısıyle -Çeviren.-) hoşa gitmeyen bir durumla beni karşı karşıya bırakabilir.

Siz niçin bu hususu ve benim size açıkladığım diğer hususları düşünüp de iman etmezsiniz? Yani bu putların batıl olduğu üzerinde ibretle düşünüp onla­ra tapınmaktan vazgeçmeyecek misiniz? Bu, Hud (s.a)'un kavmi olan Âd'e karşı gösterdiği şu delilleri andırmaktadır: "Dediler ki: Ey Hud, sen bize apa­çık bir delil getirmedin. Biz de senin sözüne binaen tanrılarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Biz ancak şunu söyleriz: Bazı ilâhları­mız seni fena çarpmış. Dedi ki: Ben gerçekten Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak tuttuğunuz şeylerden uza­ğım. Artık hepiniz hakkımda istediğiniz tuzağı kurun, bundan sonra da bana bir süre tanımayın. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin alnından (perçeminden) tutan O'dur. Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üzeredir." (Hud, 11/53-56)

Sizler, sizi yaratan Allah'a vahiy ile olsun, aklî olsun hakkında herhangi bir delil indirmemiş bulunduğu şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadığmız halde, ben sizin Allah'tan başka tapındığınız putlardan nasıl korkarım? Sizin bu yaptıklarınızın yaratmada, kâinatı yönetmede ortak yahut da aracı ve şefa­atçi olduklarına dair ispatlayıcı hiç bir deliliniz yoktur. Aklî ve naklî deliller Yüce allah'ın bir tek ve Samed olduğunu göstermektedir. Asıl akibetinden kor­kulması gereken şey, buna rağmen hâlâ şirk koşmanız ve bu konuda hak yolu izleme imkânını kaybetmenizdir.

"Nasıl" sorusunda inkâr anlamı vardır. O, onların -kendileri Allah'tan korkmuyorken- kendisini putlarla korkutmalarını inkâr ve red etmektedir. Ya­ni sizler gücü her şeye yeten Allah'tan korkmazken ben nasıl olur da cansız bir varlıktan korkarım? İbni Abbas ve başkaları ayette geçen "Bir delil-sultan" ifadesini hüccet diye açıklamışlardır. Yani onu ispatlayacak bir delil yokken de­mektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı vardır?" (Şûra, 42/21); "Bunlar, Allah haklarında hiç bir delil indirmediği halde ancak-sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerdir." (Necm, 53/23).

Gerçek bu olduğuna göre, iki kesimden hangisi kıyamet gününde Allah'ın azabından yana güvenlik altında olmaya, akidesi dolayısıyla dünyada güvenlik duymaya ve korkmamaya daha lâyıktır? Muvahhidler kesimi mi, müşrikler ke­simi mi? İki kesimden hangisinin tutumu doğrudur? Zarar ve faydayı elinde bulundurana ibadet edenler mi, yoksa ellerinde bir delil bulunmaksızın faydası ve zararı da olmayan şeylere ibadet edenler mi? Burada, "Bizden hangimiz gü­ven duymaya daha lâyıktır?" ifadesiyle yetinilmeyerek açıkça iki kesimden söz edilmesi böyle bir cevabın, her bir muvahhid ve müşrik hakkında genel olduğu­nu, yalnızca Hz. İbrahim'in muhataplarına has olmadığını belirtmek içindir. Bu ifadenin genel olması, onların hakka kulak verip dinlemekten nefret ederek uzaklaşmamaları için açıktan açığa hatalı olduklarını bildirmeyerek inada sap­mamalarını önlemek içindir.

"Eğer biliyorsanız..." Yani eğer sizler bu hususa dair bilgi ve basiret sahibi iseniz, haydi onu bana bildiriniz. Bu da onları hakkı itiraf etmeye yönelten bir üslûptur.

Daha sonra Yüce Allah güvenlik duymaya kimin daha lâyık ve hak sahibi olduğunu şöylece bildirmektedir: "İman edenler, imanlarına da zulüm karıştır­mayanlar..." Yani Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik edenler, O'na hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca ve ihlâsla Allah'a ibadet edenler, imanlarına kendilerini fasıklığa götürecek bir masiyet bulaştırmayanlar, işte onlar kıyamet gü­nünde güven altında olacaklardır.

Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet ettiler: "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, Hz. Peygamberin ashabı şöyle sordu: "Bizden kendisine zulmetmeyen kim vardır ki?" Bunun üzerine, "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) ayeti nazil oldu. Bu Buharî'nin rivayetidir. İmam Ahmed'in rivayeti ise şöyledir: Şu, "İman edenler imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, bu insanlara ağır geldi ve şöyle dediler: Ey Allah'ın rasulü, nefsine hangimiz zul­metmiyor ki? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Burada kastedilen sizin anladığı­nız değildir. Sizler o salih kulun şu: "Oğulcuğum Allah'a ortak koşma. Çünkü muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) söylediklerini duymadı­nız mı?" Görüleceği gibi burada kastedilen, şirkin kendisidir.

İşte İbrahim (a.s.)'in Yüce Allah'ın, "Gece onu bürüyüp örtünce..." buyru­ğundan itibaren "Onlar doğru yolu da bulmuşlardır" buyruğuna kadar anlatı­lanlar, İbrahim (a.s.)'in kavmine karşı getirdiği güçlü delilleri anlatmaktadır. Bir bakıma Yüce Allah şöyle demektedir: "İbrahim'i bu delilleri gösterme yolu­na ilettik, kavmini ikna etmesi için bu konuda ona başarı ihsan ettik." Bu, iman ve küfrün ancak Yüce Allah'ın yaratmasıyla husule geleceğini göstermek­tedir.

Şüphesiz ki biz kullarımızdan dilediğimiz kimseyi dünyada ilim ve hikmet bakımından başkalarının ulaşamadığı derecelere yükseltiriz. Söz konusu dere­celer ise iman, ilim, hikmet, tevhid ve nübüvvet basamaklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz o peygamberlerden kimini kimine üstün kıldık. Onlardan kimisiyle Allah söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiş­tir." (Bakara, 2/253). Ahirette ise cennette sevap itibariyle derece derece yük­seltiriz. Ayet-i kerimeden maksat da şudur: Yüce Allah Hz. İbrahim'in derece­lerini -kendisine vermiş olduğunu delil getirme gücü dolayısıyla- yükseltmiştir.

Şüphesiz Rabbin sözünde, fiilinde ve işinde hikmeti sonsuz olandır, yani Hakimdir; yarattıklarının her halini bilendir, yani Alimdir. Kendilerine karşı delil ve belgeler ortaya konulmuş olsa dahi, kime hidayet vereceğini ve kimi saptıracağını bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak aleyhlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Onlara bütün ayetler gelse de acıklı azabı görecekleri ana kadar (inanmazlar)" (Yunus, 10/96-97). Allah hikmet ve ilminin gereği ile -yoksa arzu gereği ve rastgele değil- dile­diğini derece derece yükseltir. Çünkü Allah'ın fiilleri boş ve batıl olmaktan mü­nezzehtir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah'ı bilip tanımak en mükemmel ve en sağ­lıklı şekilde ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Peygamberlerin vahiy bilgisi ise nazarî (aklî) değil, bedihîdir, yani (apaçık bir gerçek) şeklindedir. Yüce Al­lah onlara gerek duydukları aklî ve naklî bütün delilleri öğretmiş bulunmakta­dır. [171]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah İbrahim (a.s.)'e kavmini susturacağı, şüphe ve iddialarını çürü­teceği her türlü aklî delillendirmeyi öğretmiştir. Bunun delili de Yüce Allah'ın, "İşte bu, bizim İbrahim'e -kavmine karşı verdiğimiz- hüccetimizdir." buyruğu­dur.

Verilen bu delillerden birisi de, kavminin putlarıyla korkutmaları üzerine Hz. İbrahim'in onlara verdiği cevaptır: Kesinlikle ben onlardan (putlarınızdan) korkmam. Çünkü korku ancak fayda ve zarar vermeye gücü yeten şeylerden duyulur. Putlar ise fayda ve zarar vermek gibi hiç bir şeye gücü yetmeyen can­sız varlıklardır.

İnsanın başına gelen bir takım musibetlere gelince, bu ya bir günah sebe­biyle olur ve bu günahına karşılık insan cezalandırılır ya da onu dünya mih­netleri ile denemek ve sınamak kasdıyla başına getirilir. Böylelikle bu sıkıntı­lara ne kadar sabırlı olduğu, sıkıntı zamanlarında imanın ne derece sağlam ol­duğu ortaya çıkar. Yahut da bu musibetler bazı zalimleri başkalarına musallat kılmak suretiyle ortaya çıkar. Ta ki onların zulümleri helak edilmelerine sebep olsun.

Peygamberlerin tevhidi ispatlamak ve şirki çürütmek için davet yolunda görevlerini yerine getirmeleri ise puta tapan müşriklerin vehmettiklerinin ak­sine hiç bir şekilde cezayı hak etmelerine, azabın indirilmesine sebep olamaz. Çünkü putperestlik bütünüyle vehim ve hurafelerden kaynaklanmıştır.

Tartışma ve delil getirme eğer hak dini açıklamak ve ispatlamak kastıyla yapılırsa övülür şeylerdendir. Eğer batıl dini yerleştirmek kastıyla yapılırsa ye­rilmeye müstehak şeylerdendir.

Allah'a ortak koşmak, korku ve vehimlerin kaynağı olduğuna göre, müş­riklerin her zaman için huzursuzluk, ızdırap, kaderin ve geleceğin neler sakla­dığından yana korku içerisinde yaşamalarında anlaşılmayacak bir yön kalmaz. Muvahhid müminler ise şu iki sıfatın varlığı şartına bağlı olarak, mutlak gü­venlik altındadırlar. Bu iki şart ise iman -ki o da aklî muhakeme gücünün en mükemmel derecesini ifade eder- ile imana zulüm karıştırmamaktır -bu da amelî gücün en mükemmel halidir-. Burada zulümden kasıt şirktir. Çünkü en büyük zulüm odur. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, Hz. Lokman'm ağzından oğlu­na öğüt verirken söylemiş olduğu şu sözler de bunu gerektirmektedir: "Oğulcu­ğum, Allah'a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük bir zulümdür." Burada mak­sat ise Allah'a iman edip ibadette Allah'a ortak koşmayan kimselerdir. Fasıkm durumuna gelince, Allah'ın onu azaplandırması da muhtemeldir, affetmesi de muhtemeldir.

Yüce Allah'ın, "İşte bu, İbrahim'e -kavmine karşı verdiğimiz- hüccetimiz­dir" buyruğu iman ve küfrün ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geleceğini göstermektedir. Bunu Yüce Allah'ın, "Biz dilediğimizi derece derece yükseltiriz" buyruğu da pekiştirmektedir. Yani kendisine vermiş olduğu delil ve belgeler do­layısıyla İbrahim'i derece derece yükselten Yüce Allah'tır. [172]

 

Peygamberlerin Atası İbrahim İle Peygamberlerin Risaletlerinin Özellikleri Ve Onların Hidayetine Uyma Gereği

 

84- Biz ona İshâk ile Yakub'u bağışla­dık. Her birine hidayet verdik. Daha önceden Nuh'a da hidayet verdik. Zür-riyetinden Davud'a, Süleyman'a, Ey-yub'a, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a da. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mü­kâfatlandırırız.

85-  Zekeriya'ya, Yahya'ya, İlyas'a da. Onların hepsi salihlerdendi.

86-  İsmail'e, el-Yesa'ya, Yunus'a ve Lût'a da. Her birini âlemlere üstün kıl­dık.

87-  Onların babalarından, zürriyetle-rinden ve kardeşlerinden bazılarını da (hidayete ilettik) ve onları seçtik. On­ları doğru bir yola da götürdük.

88- Bu Allah'ın hidayetidir ki O bunun­la kullarından kimi dilerse hidayete iletir. Eğer şirk koşsalardı, işledikleri her halde boşa giderdi.

89- Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiklerimizdir. Şimdi bunlar inkâr ederlerse yerine onu inkâr etme­yen bir kavmi ona vekil kılarız.

90- Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kim­selerdir. O halde sen de onların hida­yetlerine uy! De ki: "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu âlem­lere öğütten başka bir şey değildir."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz ona"yani İbrahim'e "İshak ile" onun oğlu "Yakub'u bağışladık."

"Zürriyetinden" yani Nuh'un soyundan, Davud'un oğlu "Süleyman'a," Yu-sufa ve Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un kardeşinin oğlu "İlyas'a" ... İbrahim'in oğlu "İsmail'e" "El-Yesa"daki lâm zaiddir. "Lût" İbrahim'in kardeşi, Harun'un oğlu.

"Onları" her birini peygamberlikle "âlemlere üstün kıldık."

"Onların babalarından" ifadesi ya "her birini" ifadesine ya da "Musa"ya atfedilmiş ve onların babalarından bir kısmını ifade etmektedir. Çünkü bir kıs­mının çocuğu yoktu, bir kısmının da çocukları arasında kâfir kimseler vardı.

"Ve onları seçtik" onları beğenip seçtik. "Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nebîlik verdiklerimizdir. "Kitap" semavî kitaplar, "hikmet" faydalı bilgi ve dinde derin bilgi sahibi olmak demektir.

"Şimdi bunlar" yani Mekkeliler şu üç husus olan kitabı, hikmet ve nübüv­veti inkâr ederlerse yerlerine "onu inkâr etmeyen bir kavmi ona vekil kılarız." Yani bu iş için bir başka kavmi hazırlarız; onlar da muhacir ve ensardır. [173]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, İbrahim (a.s.)'den tevhide dair ortaya konulan delilleri ve tev-hid akidesini destekleyip onu savunduğunu açıkladıktan sonra, Hz. İbrahim üzerindeki çeşitli nimet ve ihsanının türlerini de açıklamaktadır. Bunların ilki Yüce Allah'ın, "İşte bu, İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdir" buy­ruğu ile dile getirilmiştir. İkincisi, "Biz dilediğimizi derece derece yükseltiriz." buyruğu ile, üçüncüsü ise, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık" buyruğu ile ifade edilmiştir. Yani Yüce Allah onu dünyada aziz kılmıştır. Çünkü o insanla­rın en şereflileri olan peygamberlerin ve rasullerin soyundan geldiği kimsedir. Kıyamet gününe kadar bu üstün şerefin onun soyundan gelenlerde baki kal­ması sağlanmıştır. [174]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah peygamberi İbrahim (a.s.)'e, yaşı ilerlediği için kendisi ve ha­nımı Sâre çocuk sahibi olmaktan ümid kesmiş oldukları halde ona lütufta bu­lunarak İshâk'ı bağışladı. Melekler Lût kavmine azap üzere giderken, onun yanına gelerek her ikisine İshâk'ın doğacağı müjdesini verdiler. Hanımı bu iş­ten hayrete düştü ve şöyle dedi: "Vay! Kendim yaşlanmış bir kadın ve şu eşim de bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu gerçekten pek şaşılacak bir şey­dir. Dediler ki: Allah'ın işine mi hayret ediyorsun ey Ehl-i Beyt, Allah'ın rah­met ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphe yok ki O Hamîd'dir, Mecîd'dir." (Hûd, 11/72-73)

Aynı şekilde onlara Hz. İshak'm peygamber olacağını, onun soyunun zürri-yetinin devam edip gideceğini de -Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi- müjdelediler: "Ve biz ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik." (Sâffât, 37/112). Böylesi, müjdenin en mükemmeli ve nimetin en büyüğüdür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona İshâk'ı, İshak'm ardın­dan da Ya'kub'u müjdeledik." (Hûd, 11/71)

Bu ise kavmini terk edip onlardan uzaklaşınca, ülkesinden yeryüzünde Al­lah'a ibadet etmek üzere hicret edip uzaklaştığında Hz. İbrahim'e verilen bir mükâfattı. Yüce Allah kavmi ve aşireti yerine sulbünden ve dini üzere gelecek salih nesiller verdi. Ta ki gözleri onunla aydın olsun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edip uzaklaşınca, biz de ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve onların her birini peygamber kıl­dık." (Meryem, 19/49). Burada da şöyle buyurmaktadır: "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık; her birine hidayet verdik." Yani biz ona İshak ve Ya'kub'u salih iki evlat ve peygamber olarak bağışladık. İbrahim'i peygamberlik, hikmet ve susturucu delili bulup ortaya koyma kabiliyetini vermek suretiyle hidayete ilettiğimiz gibi, onların her birini de hidayete ilettik.

Hz. İsmail anümaksızın Hz. İshak'tan söz edilmesi, yüce Allah'ın onu ken­dinden bir ayet (mucize) olmak üzere yaşının ilerlemiş olmasından, hanımının da kısırlığından sonra bağışlamış olması dolayısıyladır. Allah Hz. İshak'ı ona imanının, ihsanının, eksiksiz teslimiyetinin ve ihlâsınm karşılığı olmak üzere bağışlamıştır. Yüce Allah Hz. İbrahim (a.s.)'e oğlu İshak'ı, ileri yaşına rağmen, başka hiç bir çocuğu yokken oğlu İsmail'i kesmekle denenmesinden sonra ver­miştir. İşte iyilik yapanlar bu şekilde mükâfat görürler. Hz. İsmail'in anılmayıp Hz. İshak'ın anılmasının bir diğer sebebi daha vardır: Burada maksat İsrailo-ğullarının peygamberlerinin anılmasıdır. Onlar ise hepsi Hz. İshak ve Hz. Yakub'un soyundan gelenlerdir. Hz. İsmail'in sulbünden ise Muhammed (s.a.) dışında başka bir peygamber gelmemiştir.

Hz. İbrahim, Hz. Nuh'un soyundan gelir. Allah Hz. İbrahim'i hidayete ilet­tiği gibi, ondan önce atası Nuh'a da hidayet vermiştir. Ona peygamberlik ve hikmeti bağışlamıştır. Bu ise en büyük nimetlerden bir nimettir. O hem bir peygamber soyundan gelmektedir ve hem onun çocukları arasında peygamber­ler vardır. Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun (hepsine selâm ol­sun) onun soyundan gelmiştir. Bu gerçekten temiz ve güzel bir zürriyettir: "Hepsi birbirinden gelen bir zürriyetti..." (Âl-i İmran, 3/34).

Hz. Nuh'un söz konusu edilmesinin sebebi, az önce de geçtiği gibi Hz. İbra­him'in büyük atası oluşundandır. Bu da Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'in usul ve fürû'unda (geçmiş atalarında ve ondan gelen soyda) olan lûtfunu ifade etmek­tedir. O ataları itibariyle kerimdir, çocukları itibariyle de çok şereflidir. Çünkü Yüce Allah, her ikisinin soyunda hem Kitabı, hem peygamberliği ihsan buyur­muştur. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik, onların nesilleri arasında peygamberliği ve Kita-b'ı (emanet) kıldık." (Hadîd, 57/26).

Yüce Allah aynı şekilde Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında Zekeri-ya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da peygamberlikle taltif etmiştir. Bunların her birisi sözüyle ve ameliyle salih kimselerdi. Ayet-i kerimede zamir Hz. İbrahim'e ait­tir. Çünkü kendisi dolayısıyla daha önce de söz açılan kişi odur. Hz. Nuh'a ait olması da mümkündür, çünkü zamirin kendisine döneceği en yakın kişi odur.

Yüce Allah aynı şekilde onun soyundan ve sulbünden oğlu olan Hz. Mu-hammed'in atası İsmail'i de, Yunus ve Lût'u da hidayete iletmiştir. Bunların her birisini âlemlere üstün kılmıştır.

Fakat burada açıklanması gereken bir husus vardır. Lût (a.s.) Hz. İbra­him'in soyundan değildir. O Azer"in oğlu olan kardeşi Hârân'ın oğludur. Hz. Lût'un Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında olması tağlîb yoluyladır. Ni­tekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına, Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz" dediğinde onlar, "senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsma­il ve İshak'ın bir tek olan ilâhına ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur, demişlerdi." (Bakara, 2/133). Görüldüğü gibi Hz. İsmail Hz. Yakub'un amcası olduğu halde onun babaları araşma tağlîb yoluyla girmiştir. Nitekim Yüce Al­lah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Meleklerin tümü hep birlikte sec­de ettiler, İblis müstesna." (Hicr, 15/30; Sad, 38/73). Burada İblis de meleklere verilen secde emrinin muhatapları arasına girmekte ve bu emre itaat etmedi­ğinden dolayı da yerilmektedir. Çünkü İblis de meleklere benzemeye çalışıyor­du. O bakımdan onlara yapılan muameleye tabi tutuldu ve tağlîb yoluyla onlar arasına katılmış oldu. Yoksa o cinlerdendir, tabiatı itibariyle ateşten yaratıl­mıştır, melekler ise nurdan yaratılmışlardır.

Hz. İsa'nm, Hz. İbrahim'in ya da diğer görüşe göre Hz. Nuh'un soyu ara­sında anılması kızların çocuklarının, kişinin soyundan gelenler arasında yer aldığını göstermektedir. Çünkü Hz. İsa'nın nesebi Hz. İbrahim'e annesi Mer­yem yoluyla ulaşır. Çünkü Hz. İsa'nın babası yoktur. Aynı şekilde Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in de Hz. Fatıma'nm çocukları olmalarına rağmen Peygambe­rin soyundan gelenler arasına girmeleri böyledir. Çünkü Sahih-i Buharî'de sa­bit olduğuna göre Resulullah (s.a.) Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a şöyle demiştir: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük kesimin arasında barışı gerçekleştirir." Böylelikle bu, Hz. Hüseyin'in (Hz. Peygamberin) oğullan arasına girdiğini göstermekte­dir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah önce Nuh, İbrahim, İshak, Yakub olmak üzere dört peygamberi söz konusu etmiştir. Daha sonra onların soyundan gelen şu on dört peygamberi anmaktadır: Davut, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, el-Yesâ', Yunus ve Lût. Toplam on sekiz kişidir. Buradaki sıralanışın itibara alınması söz konusu değildir, çünkü vav harfi belli bir tertibi gerektirmez.

Ayet-i kerimede Peygamberlerin şu şekilde üç kısma ayrılmalarının hik­metine gelince:

1- Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun (hepsine selâm olsun). Bunlar bir arada hem nübüvvete hem risalete, hem mülk, emirlik ve yönetime sahip olan peygamberlerdir. Hz. Davud ile Hz. Süleyman iki hükümdardı. Hz. Eyyub emirdi. Hz. Yusuf vezir, yönetici ve dilediği gibi tasarrufta bulunan bir peygamberdi. Hz. Musa ve Hz. Harun hükümdar olmamakla birlikte iki yöneti­ci idiler. Kur'an-ı Kerim bunları dine hidayet mertebesinde ilerleme yoluna uy­gun olarak söz konusu etmiştir. Onların en faziletlileri Hz. Musa ve Hz. Harun, sonra Hz. Eyyub ile Hz.Yusuf, sonra da Hz. Davud ile Hz. Süleyman gelir. Yüce Allah'ın "Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız" öuyruğunun an­lamı, dünya ve başkanlık nimetleriyle dine hidayet ve insanları doğruya iletme nimetlerini birlikte veririz, demektir.

2- Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne birin­ci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi züht sahibi kimselerdi. O bakımdan Yüce Allah onları salihler olmakla nitelendirdi.

3- İsmail, el-Yesâ, Yunus ve Lût (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne birin­ci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi zahit kimselerdi. Bunların kendi çağdaşlanndaki âlemler üzerinde üstünlük ve fazi­letleri vardı. Onlardan tek herhangi bir kimse, bütün kavimden daha faziletliy­di. Onlardan iki ve daha fazla kişi bulunuyor ise, bunlar da kendi kavimlerin­den daha faziletli idi. Yine bunların biri ötekinden daha faziletli olabilir. Mese­lâ Hz. İbrahim çağdaşı olan Hz. Lût'tan, Hz. Musa kardeşi ve veziri (yardımcı­sı) olan Hz. Harun'dan, Hz. İsa teyzesinin oğlu Hz. Yahya'dan daha faziletli idi (hepsine selâm olsun).

Daha sonra Yüce Allah bu peygamberlere olan lütfunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Onların babalarından, zürriyetlerinden..." yani biz onla­rın babalarından bazılarını, zürriyetlerinden, kardeşlerinden bazılarını -hepsi­ni değil- hidayete erdirdik. Çünkü bu zürriyet ve kardeşlerinin hepsi hayra ulaştırılmış kimseler değildi. Hz. İbrahim'in babası Hz. Nuh'un oğlu gibi. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbra­him'i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitabı onların soyu ara­sında bıraktık. Kimisi hidayet bulmuş (ise de) onların çoğu fasıklardı." (Hadîd, 57/26).

Daha sonra Yüce Allah, bu peygamberleri sahip kıldığı özelliklerle nitelen­direrek şöyle buyurmaktadır: "Onları seçtik..." yani andolsun ki biz onları seç­tik ve bir çok meziyetlere sahip kıldık; onları dosdoğru yola ilettik. Bu yol ise dosdoğru bir hak dindir.

Yüce Allah'ın peygamberleri ve rasulleri hak dine sahip olma hidayeti, işte Allah'ın mutlak hidayeti ve tevfiki budur. Başkasının hidayeti kişiyi hakka gö­türemez.

Hidayet iki türlüdür: Birincisi, çalışma ve gayretle elde olunamayan Al­lah'tan gelen mutlak hidayet ki bu peygamberliktir. İşte Yüce Allah'ın peygam­berine, "Ve seni şaşkın buldu da hidayet vermedi mi?" (Duhâ, 93/7) buyruğunda işaret olunan hidayet budur. İkincisi ise ilâhî tevfikin maksadı elde etmeye yardımcı olmasıyla birlikte, çalışıp kazanmakla nail olunan hidayet.

Eğer fazilet ve derecelerinin yüksekliğine rağmen bu hidayete iletilenler Rablerine ortak koşacak olurlarsa, diğerleri gibi bunların da amellerinin ecirleri batıl olur, amelleri boşa çıkar. Bu ifadeler ise şirkin büyük bir iş ve oldukça ağır bir vebal olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında oldu­ğu gibi: "Andolsun ki sana da senden öncekilere de "Eğer (Allah'a) ortak koşar­san hiç şüphesiz amelin boşa çıkacaktır..." diye vahyolundu." (Zümer, 39/65). İş­te bu, bir şarttır. Şart ise böyle bir şeyin vukuunun caiz (mümkün) oluşunu ge­rektirmez. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "De ki: Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı, işte ben (O'na) ibadet edenlerin ilkiyim." (Zuhruf, 43/84); "Eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik -evet böyle bir şey yapacak olsaydık- andolsun ki onu kendi katımızdan edinirdik." (Enbiyâ, 21/17); "Eğer Allah evlat edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. Münezzehtir O. O bir ve tek, Kah-hâr olan Allah'tır." (Zümer, 39/4).

İşte sözü geçen bu peygamberlerin risaleti (mesajı) birdir. Bu da Yüce Al­lah'ı birleme yani tevhid çağrısıdır. Bunlar kendilerine kitap (burada cins ola­rak kitap kastedilmiştir) verdiğimiz kimselerdir. Bundan kasıt da Kur'an-ı Ke-rim'de sözü geçen İbrahim ve Musa sahifeleri, Hz. Davud'un Zebur'u, Hz. Mu­sa'nın Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'idir. Onlara hikmeti de verdik. Yani faydalı bil­giyi ve dinde fakih olmayı (derinliğine ve incelikli bilgiyi ve anlayışı) ihsan et­tik. Anlaşmazlıkların çözümü için insanlar arasında hükmetme yetkisi de bu­nun bir çeşididir. Peygamberlik de verdik. Yani biz onları Allah'ın hükmü, emir ve dini kendilerine vahiy yoluyla bildirilen peygamberler kıldık. Bazılarına, Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi, daha çocuk yaşta peygamberlik verilmiştir. Kimileri­ne de üç çeşit ihsan ve bağış bir arada verilmiştir: Hz. ibrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Davud gibi. Yüce Allah Hz. İbrahim'den şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Rabbim bana bir hüküm (hikmet) bağışla." (Şuarâ, 26/83). Hz. Mu­sa'dan da şöyle dediğini nakletmektedir: "Rabbim bana bir hüküm bağışladı ve beni rasul bir peygamber kıldı." (Şuarâ, 26/21). Hz. Davud'dan da şöyle söz et­mektedir: "Ey Davud, şüphesiz biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet." (Sad, 38/26). Hz. Davud ile Hz. Süleyman hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Biz onların her birisine de hüküm (hikmet) ve ilim verdik". (Enbiyâ, 21/79).

Onlardan kimine de -Tevrat ile hükmeden peygamberler gibi- hüküm ve peygamberlik bir arada verilmiştir. Kimisine de yalnızca peygamberlik veril­miştir.

Eğer Mekke halkından olan bu müşrikler, Kitab'ı, hüküm ve peygam­berliği inkâr ederek kâfir olurlarsa, biz bunları korumaya, bunlara gereken itinayı göstermeye, bunları inkâr etmeyen şerefli bir kavmi vekil kıldık ve onlara bunlara iman etme kabiliyetini ve başarısını verdik. Onlar da bunla­ra iman ettiler, hükümleri gereğince amel ettiler, insanları bunlara çağırdı­lar. Kinlisi derhal iman etti, onların bir kısmı da bir süre sonra iman edecek­tir.

İbni Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hâtim'in, İbni Abbas'tan rivayetlerine gö­re Yüce Allah'ın, "Şimdi bunlar onu inkâr ederlerse" buyruğundaki "bunlar" Mekkeliler demektir. Yüce Allah şunu söylemek istiyor: Eğer bunlar Kur'an-ı Kerim'i inkâr edecek olurlarsa, biz onu inkâr etmeyecek kimseleri ona vekil ta­yin ederiz. Bundan kasdı ise Medineliler ve Ensar'dır. [175]

Daha sahih olan, "Ona vekil kılınanlar" va. mutlak olarak Peygamber (s.a.)'in ashabı olduğudur. Daha sonra Yüce Allah bu peygamberler ile son pey­gamberi şu buyruğu ile birbirine bağlamaktadır: "Onlar Allah'ın hidayete iletti­ği kimselerdir..." Yani Yüce Allah'ın kendilerine kitabı, hikmet ve peygamberli­ği vermiş olduğu bu sözü geçen sekiz peygamber ve onlara ilâve edilen babalar, zürriyetleri ve kardeşleri Allah'tan gelmiş mutlak hidayet ehli kimselerdir. Başkalarının değil, sen de onların hidayetine uy! Yani Allah'ı tevhide, ona iba­dete ve övülmeye değer ahlâka davet hususunda onların hidayetlerini izle, on­lara tabi ol.

Bu Resulullah (s.a.)'a verilen bir emir olduğuna göre onun ümmeti teşrî' buyurulan hususlarda ve verilen emirlerde ona tabidir. Buharı bu ayet ile ilgili olarak senedini kaydederek Mücahid'den şunu zikreder: Mücahid İbni Abbas'a, "Sâd" suresinde secde var mıdır? diye sormuş, o, "Evet" dedikten sonra, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık..." buyruğundan itibaren, "O halde sen de on­ların hidayetlerine uy" buyruğuna kadar olan ayetleri okudu. Sonra da, "O da onlardandır." (Yani Sâd suresinde secde ettiğinden söz edilen Hz. Davud, hida­yetine uyması emrolunduğu kimseler arasındadır. -Çeviren-)

Ve ey peygamber! Seni kendilerine peygamber olarak gönderdiğimiz kimse­lere de ki: Bu Kur'an'ı tebliğ karşılığında sizden mal veya ondan başka herhangi özel bir menfaat istemiyorum. Aynı şekilde benden önceki bütün peygamberler de tevhid ve hidayeti tebliğlerine karşılık hiç bir ücret istememişlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Buna karşılık sizden hiç bir ücret iste­mem. Ancak yakınlık hususunda (bana) sevgi (besleyiniz)." (Şûra, 42/23) Bu Kur*an-ı Kerim bütün âlemlere bir hatırlatma, bir öğüttür, Takva sahiplerini de doğruya, hidayete götüren bir kitaptır. İşte bu da Resulullah (s.a.)'ın istisnasız bütün insanlara peygamber gönderilmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir. [176]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah peygamberi İbrahim el-Halil (a.s.)'e pek çok nimetler ihsan bu­yurmuştur. Önceki ayet-i kerimede birisi tartışma ve reddolunamaz deliller ile diğeri hasımları susturma gücüyle dünya ve ahirette derecelerinin yükseltil­mesi şeklinde olmak üzere ikisi söz konusu edilmişti. Diğer ayet-i kerimede de onun hem bir peygamber oğlu (Hz. Nuh'un zürriyetinden gelmesi hasebiyle) hem de peygamberlerin atası olduğu zikredilmektedir. Bu bakımdan o aslı iti­bariyle de kerimdir, soyundan gelenler bakımından da şereflidir ve neseplerin en şereflisi arasında yer alır.

Ayet-i kerime önceden de belirttiğimiz gibi kız çocuğunun çocuklarının ki­şinin zürriyeti arasında olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı Ebu Hanife ve Şafiî şöyle demiştir: Her kim çocuğuna ve çocuğunun çocuğuna bir vakıf vakfedecek olursa, bunun kapsamına oğlunun çocukları da kız çockularının ço­cukları da soyları devam ettiği sürece dahildir. Aynı şekilde yakın akrabalarına vasiyette bulunacak olsa, bunun kapsamına kız çocuklarının çocukları da girer. Ebu Hanife'ye göre akrabalar mahrem olan akrabalardır. O bakımdan Ebu Ha-nife'ye göre amca ve hala çocuklarıyla dayı ve teyze çocukları bu kapsamın dı­şında kalır. Çünkü bunlar mahrem değildir. Şafiî ise şöyle der: Akraba demek, mahrem olsun olmasın, bütün akrabalardır. O bakımdan amca oğlu ve diğerle­ri böyle bir vakfın kapsamı dışında kalmazlar.

İmam Malik ise, bunun kapsamına kızlarının çocukları girmediği görü­şündedir.

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde on sekiz peygamber zikretmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bunların dışında yedi peygamberin adı zikredilmektedir. Bunlar insanların atası Hz. Adem, İdris, Hud, Zülkifl, Salih, Şuayb ve peygam­berlerin sonuncusu Muhammed'dir (hepsine selâm olsun). Böylece bilinip ken­dilerine iman edilmesi gereken toplam yirmi beş peygamber bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de onların isimlerini açıkça zikretmiştir. Bunlar da Nisa suresi 163. ayetin tefsirinde söz konusu ettiğimiz şekilde şun­lardır:

Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, el-Yesâ, Zekeri-ya, Yahya, İsa, -müfessirlerin çoğuna göre- Zülkifl ve hepsinin efendisi olan Muhammed (s.aj'dir. [177]

Ayet-i kerime kendisine helâl ve haram gibi hükümlerin Allah tarafından şeriat olarak verildiği ilk rasulün Nuh (a.s.) olduğunu da göstermektedir.

Peygamberlerin yüklendikleri vazifelerin de farklı olduğu ayetlerden anla­şılmaktadır. Allah onlardan bazısına peygamberliği, hükümdarlığı, insanlar arasında hüküm verme vazifelerini bir arada verdiği gibi, kimisine peygamber­lik ve hükmü bir arada vermiştir, kimisine de sadece peygamberliği vermiştir -az önce geçtiği gibi-. Bu peygamberlerden hâlâ kendilerine uyanları bulunanlar vardır. (Muharref) Yahudilik ve Hristiyanlık ile İslâm dinlerine tabi olanlar gi­bi. Kimisinin de tabileri kalmamıştır. Bunlar da İsmail, el-Yesâ ve Lût'tur.

Peygamberler meleklerden daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah bu pey­gamberleri söz konusu ettikten sonra, "Her birini âlemlere üstün kıldık" diye buyurmaktadır. Âlem ise, Yüce Allah dışında kalan bütün varlıkların adıdır. Bunun kapsamına melekler de girer. Bu görüş peygamberlerin bütün âlemler­den daha faziletli olmalarını gerektirir.

Yüce Allah'ın, "Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarını da..." buyruğu da şunu göstermektedir: Yüce Allah bu peygamberler ile ilgisi bulunan herkesi bir çeşit şeref ve ikrama özel olarak mazhar kılmıştır.

Babalar bir kişinin aslıdırlar yani usuldürler. Zürriyetler ise furû'dur, nesildir. Kardeşler ise usulün furû'udurlar. Hidayetten kasıt ise, cennete ve sevaba ile­tilmek, iman ve marifete yol bulmaktır.

Herhangi bir kavim bir peygamberin risaletini tanımaz ve bilmezlikten gelecek olursa, Yüce Allah o risaleti yüklenecek başka kavimler hazırlar. Nite­kim Mekke halkı yerine Medine halkını böyle hazırlamıştı.

Yüce Allah'ın, "Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kemselerdir" buyruğu, şirki iptal etmekte, tevhidi ispatlamaktadır. Yine Yüce Allah'ın, "O halde sen de on­ların hidayetlerine uy" buyruğu peygamberlerin ortak doğru yoluna tabi olma­nın farz olduğunu göstermektedir. Bu yol ise tevhidin, Allah'a ibadetin, fazilet­lerin, şerefli ahlâkın ve övülmeye değer bütün niteliklerin esasını teşkil eder.

İlim adamları bu ayet-i kerimeyi peygamberimizin bütün peygamberler­den daha faziletli olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah ona pey­gamberlerin tümüne uymayı emretmiş bulunmaktadır. [178]

 

Peygamberliğin İspatı, Kitapların İndirilmesi Ve Kur'an-I Kerim

 

91- Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler. Çünkü, "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi? Sizin de babaları­nızın da bilmediği şeyler size öğretil­miştir." Sen, "Allah'tır" de. Sonra onla­rı bırak ki, daldıklarında oynayadur-sunlar.

92- Bu da indirdiğimiz bereketi bol bir kitaptır ki kendinden öncekileri doğ­rulayıcıdır. Şehirlerin anasını ve çev­resindekileri azapla korkutman için (indirdik). Ahirete inanmakta olanlar, ona iman ederler. Onlar namazlarına da devam ederler.

 

Belagat:

 

"Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" ifadesi, müşriklerin, vahyin her­hangi bir peygambere indirilmesini inkârda ne kadar aşırıya gittiklerini ifade etmektedir: "Musa'ya gelen kitabı... kim indirdi." Bu, azarlamak ve başa kak­mak için.sorulmuş bir sorudur.

"Şehirlerin anası" Mekke-i Mükerreme'dir. Bu buyrukta şehirlerin ve yer­leşme kastıyla kurulan kasabaların aslını teşkil ettiğinden dolayı Mekke, an­neye benzetilmiş olduğundan burada bir istiare vardır. [179]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler." Allah'ı bilmeleri gere­ken şekilde bilmediler ve lâyık olacak şekilde O'nu tazim etmediler. Buradaki zamir ya Yahudilere yahut Kureyş müşriklerine aittir.

"Çünkü" Kur'an hususunda onunla tartıştıkları sırada peygambere "dedi­ler. "Parça parça kağıtlar" Karâtis tekili kırtâs'tır. Bu da üzerinde yazı yazılan kağıt yaprak yahut başka herhangi bir şeye verilen addır. Kasıt ise, onların ki­tabı ayrı ayrı defterlere yazdıklarını belirtmiş olmaktır, "kimini açıkladığınız" yani bu parça parça kağıtlardan hoşunuza gideni açıkladığınız; "çoğunu da giz­lediğiniz" içinde Muhammed (s.a.)'in niteliklerinin bulunduğu bölümleri sakla­dığınız. "Kitab'ı kim indirdi?"; Ey Yahudiler, "Sizin de babalarınızın da bilme­diğiniz şeyler size öğretilmiştir." Tevrat'ta sizin de babalarınızın da sizin için içinden çıkılamayacak hal alan ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir çok hususlar, Kur'an-ı Kerim'de size açıklanarak öğretilmiştir. "Allah'tır de." Eğer -ular bunu indirenin kim olduğunu söylemezlerse, sen "O'nu indiren Allah'tır" ie. Çünkü bundan başka verilecek bir cevap yoktur.

"Bu da bereketi bol" yani oldukça geniş hayır ve bereketi fazla bulunan xt>ir kitaptır" Allah, söz düzeni ve anlamı itibariyle kendisinden önceki kitapla­ra nispetle ona özel bir takım ayrıcalıklar vererek mübarek kılmıştır. "Kendin­den öncekileri" yani kendinden önce inmiş kitapları "doğrulayıcıdır". "Şehirle-ın anasını" yani Mekke'yi. Bu ismin ona veriliş sebebi, bütün şehirler halkının kıblesi oluşundan ve insanlar için ilk kurulan beyt'in (evin, Kabe'nin) yeri ora­da olduğundandır. Fiil önceki buyruklardaki manaya atfedilmiştir.Yani biz bu kitabı bereketi ortaya çıksın, tasdik edilsin ve sen onunla şehirlerin anası olan Mekke'yi ve çevresinde bulunan sair insanları "azapla korkutman için" indir­dik.

"Ahirete inanmakta olanlar ona iman ederler." Yani öldükten sonra dirilişi tasdik edip ondan korkanlar bu Kitab'a da iman ederler. Çünkü dinin aslı aki-betten, ahiretten korkmaktır. Ondan korkan kimse iman edinceye kadar kor­kusu zail olmaz. Ahiret cezasından korkarak, "Onlar namazlarına da devam ederler." Özellikle namazın anılması ise dinin direği oluşundandır. Bu namazı gereği gibi koruyan, muhafaza eden, namaza benzer diğer hükümleri de gereği gibi korumaya çalışır. [180]

 

Nüzul Sebebi

 

"Allah'ı ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..." mealindeki 91.ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini nak­leder: Mâlik b. es-Sayf adında bir Yahudi gelip Resulullah (s.a.) ile tartıştı. Sesulullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Tevrat'ı Musa'ya indiren hakkı için sana so­ruyorum, Tevrat'ta Allah'ın şişman hahama buğzettiğine dair bir ifade var m?~ Malik de şişman bir haham idi. Bundan dolayı kızdı ve şöyle dedi: Allah kaç bir insana herhangi bir şey indirmiş değildir. Arkadaşları ona, "Ne oluyor sana, Musa'ya da hiç bir şey indirmemiş midir?" deyince bu sefer Yüce Allah, ^Allah'ı ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..." ayetini indirdi. Bu mür-sel bir haberdir. Buna yakın bir rivayeti de İbni Cerir İkrime'den nakletmek­tedir.

İbni Abbas da el-Vâlibî yoluyla gelen rivayete göre şöyle demiştir: "Yahudi­ler, Ey Muhammed! dediler, Allah sana bir kitap indirdi mi? O, evet deyince şöyle dediler: Allah'a yemin olsun, Allah gökten bir kitap indirmiş değildir. Bu­nun üzerine Yüce Allah şu, "De ki: insanlar için bir nur ve hidayet olarak Mu­sa'ya gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup... gizlediğiniz kitabı kim indirdi?" buyruğunu indirdi. el-Hasen ve Said b Cübeyr'in şu sözleri de bu­nu desteklemektedir: "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" diyen, Yahudiler­den birisidir. O, "Allah gökten herhangi bir kitap indirmemiştir" demişti. Süddî der ki: Böyle diyenin adı Finhâs'tır. Saîd b. Cübeyr'den gelen rivayete göre ise bu sözü söyleyen Mâlik b. es-Sayftır.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ise şöyle der: Allah Resulullah (s.a.)'a, Kitap Ehli'ne kendisi hakkında kitaplarında nasıl söz edildiğine dair soru sormasını emretti. Muhammed'e kıskançlıkları, onları Allah'ın kitaplarını ve Rasulünü inkâr etmeye itti ve şöyle dediler: Allah herhangi bir insana bir şey indirmiş değildir. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[181]

İbni Abbas'tan gelen bir diğer rivayete göre "Allah hiç bir beşere bir şey in­dirmedi" ayetinde kastedilenlerin Kureyş müşrikleri olduğu belirtilmektedir. İleride açıklayacağımız gibi tercihe değer olan görüş de budur. [182]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an-ı Kerim'in esas konulan tevhidi, peygamberliği ve meadı (öldükten sonra dirilişi, kıyamet ve ahireti) ispatlamaktır. Yüce Allah, İbrahim (a.s.)'in de tevhidin delilini söz konusu edip şirki çürüttüğünü naklederek, bu delili de gayet açık şekillerle açıkladıktan sonra, peygamberliğin durumunu açıklamaya geçerek, "Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler" diye buyurdu. Çünkü onlar peygamberlik ve risaleti inkâr etmişlerdi. İşte bu ayet-i kerimele­rin burada yer alışları bakımından açıklaması budur.[183]

 

Açıklaması

 

Allah'ın peygamberlerini inkâr eden, vahyi kabul etmeyenler -ki bunlar nüzul sebebinde söz konusu edildiği gibi ya Kureyşlilerdir yahut Yahudilerden bir taifedir- Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar, gereği gibi tazim edemediler. Çünkü onlar Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberleri yalanladılar ve "Al­lah semadan herhangi bir kitap indirmemiştir" dediler.

İbni Kesîr der ki: Birincisi (yani ayetin Kureyşliler hakkında inmiş olma­sı) daha sahihtir. Çünkü ayet-i kerime Mekkîdir. Yahudiler de gökten kitapla­rın indirilişini inkâr etmiyorlardı. Kureyşliler ve Araplar ise bütünüyle Mu­hammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderildiğini insanlardan olduğu için in­kâr ediyor, inanmıyorlardı.[184] Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aralarından bir adama insanları (azapla) korkut diye vahyedişimiz insanlar için hayret edilecek bir şey midir?" (Yunus, 10/2). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine hidayet geldiği zaman insanların iman et­melerini, Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey alıkoymadı. De ki: Şayet yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik." (İsra, 17/94-95). Burada da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir ede­mediler. Çünkü Allah, "Hiç bir beşere bir şey indirmedi dediler" diye buyurmak­tadır.

Gerçek şu ki, Allah'ı gereği gibi tanıyıp O'nun her şeye kadir olduğunu, her şeyi bildiğini, rahmetinin her şeyi kuşattığını idrak eden bir kimse, insanın ilâhî kitaba ve peygamber ve rasullerin gösterecekleri hidayet yoluna, ebedî sa­adeti elde etmek ve maddeten ve manen insanın ilerlemesinin gerçekleşmesi için en ileri derecede muhtaç olduğuna kesinlikle inanır. İlkel insanlar için her­hangi bir düzen ve intizam söz konusu değildir. Dünya ilkellik içerisinde, karı­şıklık ve huzursuzluktan inim inim inlerken peygamberlerin risaleti toplumu düzenlemenin aracı, ilerlemenin vasıtası, toplumsal ve ahlâkî ıslahın yolu, yö­neticinin zorbalığının, fert ve toplumun zulmünün sınırlandırıcısı olmuştur. Peygamberlerin peygamberliğini inkâr eden bir kimse Allah'ı gereği gibi bile­memiş, gereği gibi takdir edememiş olur.

Daha sonra Yüce Allah Kureyş müşriklerinden vahiy ve risaleti inkâr edenlere karşı maddî delili söz konusu ederek, Allah peygamberi Muhammed'e böylelerine şunları söylemesini emretti: İmrân'ın oğlu Musa'ya Tevrat'ı indiren kimdir? O Tevrat ki, karanlıkları parçalayan bir nurdu. Sapıklıktan hakkın ay­dınlığına çıkarttığı insanlar için bir hidayet, bir yol göstericiydi. Bunun sonu­cunda onlar Allah'ın hidayetiyle yol buldukları için adeta başka bir varlık hali­ne geldiler ve sizler şöyle dediğiniz için Tevrat'ı kabul eden kimselersiniz: "Bize de bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidayete ererdik." (En'âm, 6/157)

Yüce Allah'ın, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkla­dığınız, çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi..." hitabı ise Peygamber (s.a.)'in niteliklerini ve bunların dışında kalan bir takım hükümleri gizleyip saklayan Yahudilere yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'm tümünü elinizde bu­lunan aslî kitaptan yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların kimisini tahrif ediyorsunuz, kimisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o gösterdiğiniz Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen kitap­tır, yani Allah'ın indirdiği kitaptır" diyorsunuz.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gere­ken bir durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İnsanlar için...kitabı kim indirdi1?" hitabı Peygamber (s.a.)'in niteliklerini ve bunların dı­şında kalan bir takım hükümleri gizleyip saklayan Yahudilere yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'ın tümünü elinizde bulunan aslî kitaptan yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların kimisini tahrif ediyorsunuz, kinlisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o gösterdiğiniz Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen kitaptır, yani Allah'ın indirdiği kitaptır" di­yorsunuz.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gere­ken bir başka durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İn­sanlar için...kitabı kim indirdi?" hitabı Kureyşlilere yönelik iken, sonunda yer alan, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız..." hita­bı nasıl Yahudilere yönelik olur. (Ayet-i kerimenin mealinde ise Türk dilinin cümle yapısındaki farklılık dolayısıyla ifadeler tamamen yer değiştirmiş bu­lunmaktadır. Okuyucunun bu hususu göz önünde bulundurması gerekir.-çevi-ren-)

Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Nüzul sebebi eğer Yahudiler ise ayetin başı da sonu da onlar hakkındadır. Eğer nüzul sebebi Kureyş müşrikleri ise, ayet-i kerimenin tevili şöyle olur: Tevrat'ı Musa'ya insanlar için bir nur ve bir hidayet olmak üzere indiren kimdir? Tevrat bu şekildeydi, fakat onlar Tev­rat'ı değiştirdiler, tahrif ettiler. Onun önemli bir bölümünü unuttular. Tevrat'ı parça parça kitaplar haline getirdiler ve ihtiyaç olduğu takdirde onun bir bölü­münü ortaya çıkartıyorlardı. Herhangi bir kimse hahamlarından (ilim adamla­rından) bir meseleye dair soru soracak olursa, ona hevasına uygun olanı açığa çıkartıyor, Kitab'ın hükümlerinin bir çoğunu gizliyorlardı. Buna sebep ise Ki­tab'ın onların tekelinde olmasıydı. Herkesin elinde kitap nüshaları bulunmu­yordu. Böyle bir şekilde gizleyip saklama ise, hatırlamakta oldukları bölümler hakkında söz konusudur. Yahudilerin önceki nesillerinin Beytülmakdis'in tah­ribi, Yahudilerin Irak'a sürülmesi esnasında Kitab'ın kaybolması sonucu unu­tulan bölümler değildi. Yüce Allah'ın, "Onlar kendilerine öğüt verilip hatırlatı­lan şeylerden bir bölümünü unuttular..." (Maide, 5/13) buyruğu ile kendisine işaret olunan işte bu unutmadır. Daha sonra Yüce Allah bu hususu bir sonraki ayette de (Hristiyanlar hakkında) söz konusu ederek, "Onlar da kendilerine ve­rilen öğüdün bir bölümünü unuttular." (Mâide, 5/14) diye buyurmaktadır. Bu şekilde onlar Resulullah (s.a.)'m niteliklerini onun geleceği müjdesini, zinanın hükmü olan recmi gizlemiş oldular.

Sizler, ey müşrikler, o halde peygamberin en katı ve uzlaşmaz düşmanları olan Yahudilerin sözlerine güvenmeyin.

Böyle bir anlam aynı zamanda "koyuyorsunuz" anlamına gelen fiilin (yec'alûne)=koyuyorlar" kıraati ile de uyum halindedir. Te harfi ile "(tec'alûne)= koyuyorsunuz" kıraatine göre ise Yüce Allah peygamberine bu ayet-i kerimeyi onlara hitap suretiyle Yahudilere ve diğerlerine okumayı emretmiştir, demek olur.

Mücahid der ki: Yüce Allah'ın, "De ki:... Musa'ya gelen... kitabı kim indir­di?" buyruğu müşriklere hitaptır. "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup..." hitabı Yahudilere, "Sizin de babalarınızın da bilmediği şeyler size öğre­tilmiştir" buyruğu da Müslümanlara hitaptır.

Kurtubî ise şöyle der: Böyle bir açıklama, bunu "koyuyorsunuz" anlamına gelen fiilin ilk harfini te ile değil de ye ile okuyanların kıraatine uygun bir açıklamadır. Bu fiil eğer te harfi ile okunacak olur ise hitap tümüyle Yahudile­re olur ve o takdirde de, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğ­retilmiştir" buyruğu, Yahudilere Tevrat'ın indirilmesi suretiyle bir minnet ol­mak üzere kullanılmış bir ifade olur.

Hülâsa: "De ki: İnsanlar için..." ayet-i kerimesi eğer Kureyşliler hakkında varit olmuş ise, bunun baş tarafının onlar hakkında, son tarafının da Yahudiler hakkında, "Koyuyorsunuz" anlamında ye harfi okunuşuna göre kabul edilir. Te harfi ile okuyuşa göre ise. ayetin tümü Yahudiler hakkında kabul olunmadıkça doğru olarak anlaşılmasına imkân yoktur.

Yüce Allah'ın, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretil­miştir" buyruğunda hitap Mücahid'in dediği gibi Araplara yöneliktir. Ondan gelen bir diğer rivayete göre de hitap Müslümanlaradır; ikisinin de ifade edece­ği anlam birdir. Çünkü Araplar nihayette bildiklerini diğer Müslümanlara ak­tardılar. Katâde'nin dediğine göre ise, burada sözü geçenler Arap müşrikleridir. Yani Allah, Kur"an-ı Kerim vasıtasıyla geçmişlerin haberlerini ve geleceklerin olaylarını size öğretmiştir. Halbuki siz bundan önce bunları bilmiyordunuz; ne sizler ne de babalarınız. Bu ise Yüce Allah'ın hem Rasulüne hem de Müslü­manlara delil ile birlikte itikad esaslarını açıklamak, ahlâkın yüce değerlerini tamamlamak, ruhları arındırıp temizlemek için de ibadetleri teşri etmek, fert ve toplumların faydasına olmak üzere karşılıklı ilişkilerini düzenlemek; hürri­yet, insan şeref ve haysiyeti -takva ya da salih amel dışında kimsenin kimseye üstünlüğü söz konusu olmayacak şekilde- insanlar arasında eşitlik gibi insanı hayatın esaslarını yerleştirmek üzere bu Kur"an-ı Kerim'i indirmek suretiyle minnet ve lütufta bulunduğunu ifade etmektedir.

Zemahşerî ve başkaları şöyle derler: Bu ayet-i kerimedeki "Sizin de baba­larınızın da bilmediğiniz şeyleri siz (bu Kur'an'da) öğrenmiş bulunuyorsunuz" anlamına gelecek şekilde "Size öğretilmiştir" buyruğunun (lâm harfi şeddesiz olarak ve muhatap sigasıyla: (alimtüm) şeklinde kıraatte hitap Yahudileredir. Yani sizler, Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu şeylerden Muhammed vasıta­sıyla Tevrat'ı öğrenmiş olmanıza rağmen, sizleri ve sizden daha bilgili olan siz­den önceki babalarınızın bilmediği şeyleri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gerçekten bu Kur'an İsrailoğullarına hak­kında anlaşmazlığa düştükleri şeyin çoğunu anlatmaktadır." (Nemi, 27/66). Ze­mahşerî bu fiilin lâm'ının şeddeli olarak ("öğretilmiştir," anlamında) okunma­sıyla ilgili olarak şunu da ekler: Burada hitabın, "Ta ki babaları da korkutul­mamış bir kavmi korkutasın diye." (Yasin, 36/6) buyruğunda olduğu gibi, Ku-reyş arasından iman eden kimselere yönelik olduğu da söylenmiştir. [185]

Zemahşerî'nin görüşüne göre ise maksat, Tevrat'ın kendilerine indirilmiş olması dolayısiyle Yahudilere minnet etmektir.

Daha sonra Yüce Allah Peygamberine, "Allah'tır de" diye buyurmaktadır. Yani Ey Muhammed, Kitab'ı Musa'ya, bu Kitab'ı da bana indiren Allah'tır de! Yahut şöyle de: "Kitabı size öğreten Allah'tır. İbni Abbas şöyle der: Bunun anla­mı kitabı indiren Allah'tır demektir. İbni Kesir ise şöyle der: İbni Abbas'ın bu açıklaması bu kelimenin tefsiri ile ilgili olarak kabul edilmesi gereken tek açık­lamadır.

"Sonra onları bırak ki, daldıklarında oynayadursunlar." Yani onları bilgi­sizlikleri ve sapıklıkları içerisinde bırak da oyalanıp dursunlar. Ta ki Allah'tan yakîn (ölüm) onlara gelinceye kadar o vakit bileceklerdir: Güzel akibet kendile­rinin midir yoksa Allah'ın muttaki kullarının mıdır?

Daha sonra Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in fonksiyonunu belirleyerek şöyle buyurmaktadır: "Bu da indirdiğimiz ... bir kitaptır" yani ondan önce Tevrat'ı Musa'ya indirdiğimiz gibi, bu Kur'an-ı Kerim'de sana indirdiğimiz bir kitap olup hakka ve doğru yola iletir. Bu Kitab'ı biz oldukça mübarek ve hayırları bol kıldık. Kendisinden önce gelen kitapları destekleyici ve o kitaplar üzerinde ha­kim konumundadır. Allah'a itaat eden kimselere cenneti, sevap ve mağfireti müjdeliyor. Allah'a isyan edenleri ise cehennem ve ilâhî ceza ile korkutuyor. Ayrıca bu Kitap şehirlerin anası olan Mekke halkı ve onun etrafında bulunan diğer insanlar için indirilmiştir. Yani bu Kitap, hem bütün Arap kabilelerini uyarmak, hem de, Arap olsun olmasın, diğer bütün insanları uyarmak için gel­miştir. Nitekim Yüce Allah aşağıdaki ayet-i kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar, ben Allah 'm sizin hepinize gönderdiği rasulüyüm." (A'râf, 7/158); "Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkut­mam için vahyolundu." (En'âm, 6/19); "Ve güruhlardan onu kim inkâr ederse, ona vaad olunan yer ateştir." (Hud, 11/17); "Bütün âlemlere uyarıp korkutucu olmak üzere kuluna Furkan'ı (Kur'an-ı Kerim'i) peygambere indirenin şanı ne yücedirF (Furkân, 25/1); "Kendilerine kitap verilmiş olanlara ve ümmilere (ki­tap verilmemiş olanlara), teslim oldunuz mu? de. Teslim oldularsa şüphesiz hi­dayet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak tebliğdir. Allah kul­ları çok iyi görendir." (Âl-i İmran, 3/30)

Buharî ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Benden önceki peygmaberlerden hiç birisine verilmemiş beş şey bana verilmiş­tir." Bunlar arasında 'Ve benden önce her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim" ifadeside vardır. İşte bun­dan dolayı "Ahirete inanmakta olanlar ona iman edenler" diye buyurulmakta-dır. Yani öldükten sonra dirilişe, kıyametin kopmasına veya ahiret gününe iman eden Çerkeş sana indirdiğimiz bu mübarek Kitab'ın yani Kur'an-ı Ke­rim'in doğruluğunu tasdik eder, iman eder. İşte o müminlerdir ki namazlarını gereği gibi korurlar. Yani Allah'ın kendilerine farz kılmış olduğu şekilde nama­zı vaktinde eda ederler ve diğer bütün emrolundukları şeyler yerine getirmekte ellerini çabuk tutarlar. [186]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:

1- Allah'ın tazim edilmesi zorunlu bir görevdir. O'nun semavî kitapları kullarına bir rahmet ve hallerini düzeltmek için peygamberlere indirdiğini ka­bul etmek de O'nu tazimin bir gereğidir.

2- İlim adamı Allah'ın hükmü olarak neyi biliyorsa hepsini açıklamak gö­revidir. Onların bir bölümünü açıklayıp diğer bir bölümünü saklaması ise ha­ramdır.

3- Hz. Musa'nın peygamberliğinin söz konusu edilmesi Kureyş kâfirleri­nin, "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" şeklindeki sözlerini çürütmek için­dir.

4- Söz, lügattaki asıl anlamı itibariyle her ne kadar mutlak ise, bazan örfe göre kayıtlanabilir. Diğer taraftan da maksat, sebebin özelliği ile değil, lafzın genelinin itibara alınmasıyla ortaya çıkar.

Kureyş kâfirleri ile Yahudi ve Hristiyanlarm ortak yönü Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmek olduğundan dolayı aynı ifadenin bir bölü­münün Mekke kâfirlerine yönelik bir hitap, diğer bir bölümünün ise Yahudi ve Hristiyanlara yönelik bir hitap olması da ifade bakımından uzak bir ihtimal olarak görülemez. [187]

5- Kur"an-ı Kerim çokça bereketli, hayrı ve bereketi bol büyük bir kitaptır. Kendisinden önceki semavî kitapları doğru ve aslî şekilleriyle tasdik edici, on­lar üzerinde hâkim (yani içlerindeki doğru ve yanlışlıkları belirleyici) ve o ki­taplardan kendisine muhalif hükümler taşıyan bölümleri neshedici, iyilik ya­panları cennet ve mağfiret ile müjdeleyici, kâfir ve fasıkları ise ateş ve azapla uyarıp korkutucudur.

6- Ayet-i kerime -sözü geçen benzeri diğer ayet-i kerimeler gibi- Peygam­ber (s.a.)'in cinlere ve insanlara, bütün insan cinslerine, kavim ve kesimlerine, bu konuda herhangi bir cins yahut zaman ve mekân farkı gözetilmeksizin, her­kese peygamber olarak gönderildiğini ifade etmektedir.

7- Ahirete iman etmek, dinin esasıdır. Ahirete iman eden Kur"an-ı Kerim'e iman eder. Namaz da dinin direğidir. Onu dosdoğru ayakta tutan dini bütünüy­le ayakta tutar. O direği yıkan ise dini bütünüyle yıkmış olur. [188]

 

Allah'a Yalan Uydurup İftira Etmenin Cezası

 

93- Allah'a yalan yere iftira edenler ve­ya kendisine hiç bir şey vahyolunma-mış iken, "Bana da vahyolundu"diyen-lerden bir de, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" diyenlerden daha za­lim kim olabilir? Sen bu zalimleri, ölü­mün şiddeti içinde meleklerin ellerini uzatarak, "Haydi canlarınızı çıkarın, Allah'a karşı hak olmayan şeyler söyle­diklerinizden, onun ayetlerine karşı büyüklendiğinizden dolayı bugün aşa­ğılanmak azabıyla cezalandırılacaksı­nız" dedikleri zaman bir görsen.

94- Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığı­mız gibi yapayalnız, teker teker huzu­rumuza geldiniz. Size ihsanımız olan şeyleri arkanızda bıraktınız. İçinizde kendileri gerçekten ortaklar oldukları­nı boş yere iddia ettiğiniz şefaatçileri­nizi de sizinle birlikte görmüyoruz. Andolsun ki onlarla aranız kesilmiştir. Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir.

 

Belagat:

 

"Ölümün şiddetleri içinde" ifadesinde istiare yoluyla ölüm esnasında çek­tikleri zorluk ve sıkıntılarla insanın hali, dalgalar tarafından bir o yana bir bu yana atılıp götürülen kimsenin haline benzetilmiştir. [189]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'a yalan iftira edenden" meselâ peygamberlik verilmediği halde pey­gamber olduğu iddiasıyla yalanlar uydurup Allah'tan söylemediği şeyleri nak­leden yahut Allah'a eş ve ortak koşanlardan "...daha zalim kim olabilir?" elbet­te ki hiç kimse olamaz.

"Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm diyenler..." Onlar, "Biz de istesek bunun gibi bir söz söyleriz* diyerek alay eden kimselerdir. Ey Muhammedi

"Sen bu zalimleri ölümün şiddetleri içinde..." ölüm sarhoşluğu içinde "... bir görsen!"

"Meleklerin ellerini uzatarak" yani melekler onlara vurmak ve azaplandır-mak üzere onlara ellerini uzatarak, azar olmak üzere de "Haydi canlarınızı çı­karın", kabzedelim diye ruhlarınızı bize verin, şeklinde azarlayıcı bir üslûpla söyleyecekleri zaman... "Bu gün... cezalandırılacaksınız." Burada kasıt, insan­ların hesap ve amellerinin karşılığını görmek üzere diriltilecekleri kıyamet gü­nüdür. Gün esas itibariyle 24 saat olarak bilinen belli süreli zamandır. "Aşağı­lanmak (hevn) azabı" küçüklük, hakirlik ve zillet azabı. Yüce Allah'ın, "Onu zillet üzere (hevn) mi tutsun." (Nahl, 16/59) buyruğunda da aynı kelime kulla­nılmıştır. Hevn, yumuşaklık ve rıfk ile hareket etmek demektir. Yüce Allah'ın, "Ve onlar ki yeryüzünde yumuşaklıkla (hevn ile) yürürler." (Furkân, 25/63) buyruğunda da aynı kelime kullanılmıştır.

"Allah'a karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden..." yani peygamberlik ve vahiy almak iddiasını yalan yere ileri sürdüğünüzden, "büyüklendiğinizden dolayı", Allah'ın ayetlerine iman etmeyi büyüklüğünüze yediremediğinizden dolayı "bugün aşağılanmak azabıyla cezalandırılacaksınız dedikleri zaman bir görsen!" Bu ifadenin cevabı ise, "Şüphesiz oldukça korkunç bir durum görecek­sin" şeklindedir.

"Sizi ilk defa yarattığımız gibi" yani çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak "yapayalnız" aile, mal ve çocuksuz olarak tek başınıza "huzurumuza geldiniz." "Size ihsanımız olan şeyleri" bağışladığımız malları, servetleri, hiz­metkâr ve benzeri varlıkları "arkanızda bıraktınız." Arkada bırakmaktan ka­sıt, bir şeyden faydalanmamak demektir. Buradaki anlamı da bunları dünyada kendi istediğiniz dışında terk edip geldiniz demektir. "İçinizden gerçekten or­taklar olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi sizinle birlikte görmü­yoruz." Yani aranızda, kendinizi onlara ibadetle yükümlü gördüğünüz putları­nızı sizinle birlikte görmüyoruz. Bu söz kendilerine azap olsun diye söylenecek­tir. "Andolsun ki onlarla aranız kesilmiştir." Yani aranızdaki ilişkiler kopartıl-mıştır. Birlikteliğiniz darmadağın edilmiştir. "Zannettiğiniz şeyler ise" yani dünyada şefaat edeceklerini kabul ettiğiniz şeyler ise, "önünüzden kaybolup gitmiştir" bunları yapabilecek varlıkları göremiyorsunuz. [190]

 

Nüzul Sebebi

 

uAllah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" mealindeki 93. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime'den Yüce Allah'ın, "Allah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" buyruğu hakkında, "Bu Müseylime hakkında nazil olmuştur" dediğini rivayet etmekte­dir. "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" buyruğu hakkında da, "Bu da Ab­dullah b. Sa'd b. Ebi Şerh hakkında nazil olmuştur" demiştir. Bu kişi, Resulullah (s.a.)'ın vahiy kâtipliğini yapardı. Hz. Peygamber ona "Azîzü'n-Ha-kîm" diye yazmasını söyler, o ise "Gafurun Rahim" diye yazarmış. Sonra yazdığını okur ,Hz. Peygamber de, "Evet, hepsi eşittir" dermiş. Bu kişi daha sonra İslâmdan dönüp Kureyşlilere katıldı.

Yine Taberî, Süddî'den buna yakın bir rivayet kaydederek şunu ekler: Ab­dullah dedi ki: "Muhammed'e vahyolunuyordu, bana da vahyolunmaya başladı. Eğer Allah onu indiriyor idiyse şimdi ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini in­diriyorum. Muhammed semîan alîmen derdi, ben de alîmen hakîmen, derdim."

"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığınız gibi... huzurumuza geldiniz." mealin­deki 94. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerîr ve başkaları İkrime'den şöyle dediğini rivayet ederler: en-Nadr b. el-Hâris dedi ki: Lat ve Uzza bana şe­faat edecektir. Bunun üzerine şu, "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi... id­dia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte gömüyoruz" buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu. [191]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler peygamberliği ispat sadedinde devam etmektedir. Yüce Allah Kur*an-ı Kerim'in Allah tarafından Muhammed (s.a.)'e inen bir kitap ol­duğunu ve bunun Musa'ya indirildiğini kabul ettikleri Tevrat gibi olup bütün peygamberlerin de insan olduğunu söz konusu ettikten sonra, hemen akabinde peygamberlik ve risaleti yalan ve iftira yoluyla iddia eden kimselerin tehdit edildiğine delâlet eden buyrukları söz konusu ederek, "Allah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" diye buyurmaktadır. İşte bu, Resulullah (s.a.)'ın doğruluğuna dair tanıklığı da ihtiva eden bir tehdittir. Çünkü yalan ye­re peygamberlik iddiasında bulunanın peygamber olmadığını iddia etmek, ger­çekten bu görevin verildiği kimsenin iddiasını da ispatlamaktadır. Zira Mu­hammed (s.a.), Allah'a ve ahiret gününe iman edendir. Buna iman eden bir kimse hiç bir zaman azabın en çetinini gerektiren zulme kendisini maruz bı­rakmaz. İşte zımmen Peygamber (s.a.)'in lehine de bir şahitliktir. Zira Allah'a yalan iftira etmenin akibetini de böylelikle açıklamaktadır. [192]

 

Açıklaması

 

Allah'a yalan iftira ederek O'na ortak koşan yahut evlat sahibi olduğunu ileri süren ya da Allah onları insanlara peygamber olarak göndermediği halde peygamberlik ve risalet iddiasında bulunan kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Aynı şekilde kendisine hiç bir şey vahyolunmadığı halde, bana vahyo-lunuyor diyenden de. Böyle bir sözü söylemekle bundan önceki ifade arasındaki farka gelince: Birincisinde kendisine daha önce vahiy geldiği iddiasında bulun­maktadır. İkincisinde ise kendisine vahiy geldiğini iddia etmekle birlekte, Mu­hammed (s.a.)'e vahiy gelmediğini ileri sürmektedir. Böylelikle ikincisinde iki türlü yalan bir aradadır: Olmayan bir şeyi var gibi göstermek ve var olan bir şeyi de yok kabul etmek.

Veya, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" diyen bir kimse de aynı şe­kilde zalimdir. Yani, "Ben Allah'ın peygamberine indirdiğinin benzerini de indirmeye kadirim" diyen kimse. Meselâ müşriklerden, "Dilesek elbette biz de bu­nun gibi biz söz söyleriz." (Enfâl, 8/31) diyenlerin sözleri böyledir.

İşte bu, şu üç husustan birisinin kendisinden sadır olduğu kimselere bir tehdittir. İlk iki sözden (yani Allah'a yalan iftira edip vahiy iddiasında bulun­maktan) kastedilenler, Yemâmeli yalancı Müseylime gibi, Yemen San'a'da Es-vet el-Ansî gibi, Esedoğulları arasında Tulayha el-Esedî ve bunlara benzer pey­gamberlik iddiasında bulunan kimselerdir. Müseylime, "Muhammed Kureyş'in elçisi, ben de Hanifeoğullannm elçisiyim" diyordu. Üçüncü söz ile, "Dileseydik elbette biz de bunun gibi bir söz söyleriz" diyen en-Nadr b. el-Hâris'in söylediği sözler kastedilmektedir. O, Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle derdi: "Kur'an geç­mişlerin masallarıdır. Şüphesiz o bir şiirdir, dileseydik elbette onun gibisini biz de söyleriz."

Daha sonra Yüce Allah bu kabilden zalimlerin ne şekilde bir azapla tehdit edildiklerini şöylece söz konusu etmektedir: "Sera bu zalimleri ölümün şiddetle­ri içinde... bir görsen!" Yani ey Peygamber ve her dinleyen ve okuyan! Zalimleri ölüm sarhoşluğu, ölüm dalga ve sakıntıları ya da zorlukla acıları içerisinde ol­dukları zaman bir görsen. Anlatılmayacak kadar hayret verici, büyük ve deh­şetli bir durumla karşılaşacaksın. Melekler vurarak, son derece şiddetli ve katı davranışlarla ruhlarını kabzetmek için ellerini uzatmış halde ruhlarını vere­cekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler yüzlerine ve arkala­rına vurarak ruhlarını alırken (halleri) ne olacak?" (Muhammed, 47/27). Bu arada melekler onları azarlayarak, başlarına kakarak ve alaylı bir üslûpla ruh­larını kabzedeceklerinde şöyle diyeceklerdir: "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı be­denlerinizden çıkartıp bize teslim ediniz." Bu ise süre tanımaksızın ruhun kab-zedilmesinde oldukça katı ve şiddetli davranılacağının delilidir. Bunun nedeni ise, kâfir ölüm haline geldiğinde meleklerin ona azap, intikam, cehennem ve Allah'ın gazabını haber vermeleridir. Ruhu cesedinin her bir tarafına dağılır ve çıkmak istemez. Bu sefer melekler ruhları cesetlerinden çıkıncaya kadar ve on­lara, "Allah'a karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden... aşağılanmak aza-bıyla cezalandırılacaksınız..." diyerek, onlara vuracaktır.

Yani bu gün alabildiğine horlanacak küçükltüleceksiniz. Çünkü sizler Al­lah'a karşı iftira ediyor, O'nun ayetlerine uymayı, peygamberlerine itaat etme­yi kabul etmeyip büyükleniyor, ayetlere ve peygamberlere iman etmiyordunuz. Allah'a karşı hak olmayan şeyleri uyduruyordunuz. "Bugün" den kasıt ise, öle­cekleri vakit ve ruhun alınmasının oldukça ağır ve şiddetli olacağından dolayı çekecekleri azaptır. Bundan kasıt berzah ve kıyamette görecekleri uzun süre devam edip giden azap da olabilir. Aşağılanmak (el-hevn), alabildiğine küçük­lük ve hakîrlik demektir. Azabın buna izafe edilmesi (aşağılanma azabı ifadesi) kişinin kötü adam demesine benzer. Bu ifade ile aşağılığın oldukça ileri derece­de olacağını, ve bundan ayrılıp sıyrılmanın imkânsızlığını anlatmaktadır.

Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Meleklerin ellerini uzatarak..." buyruğu hakkın­da şöyle demektedir: Bu onlara nefes aldınlmaksızın ve mühlet verilmeksizin ruhlarının oldukça çabuk, şiddetle ve zor uygulanarak alınacağını, meleklerin bunlara her şeyi ile borçlusunun yakasını bırakmayan alacaklının yaptığı uy­gulamanın aynısını yapacağını ifade etmektedir. Böyle bir alacaklı borçlusuna elini uzatır, ona süre tanımaksızın oldukça ağır bir üslûpla alacağını ister ve bu ona, "Derhal sendeki hakkımı çıkartıp ver, onu gözünden çıkartıp alıncaya kadar yanından ayrılmayacağım* diyene benzer. [193]

Daha sonra Yüce Allah onlara, "Andölsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız... huzurumuza geldiniz" buyurdu. Yani andölsun ki sizler koştuğu­nuz ortaklardan, dost ve velilerden, şefaatçilerden, hizmetçilerden, mal ve mülkten uzak, tek başınıza, sizi ilk olarak annelerinizin karnından çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak yarattığımız gibi gelmiş bulunuyorsunuz. Size (dünyada iken) vermiş bulunduğumuz mal, evlat, hizmetçi, konfor, saray, köşk ve buna benzer dünya hayatınızda toplamış bulunduğunuz türlü nimet ve mallan dünyada arkanızda bıraktınız. Onların burada size bir faydası olmaya­caktır. Çünkü bütün bunların size hiç bir yaran dokunmaz.

Bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah kıyamet gününde onlarla konuş­mayacaktır." (Bakara, 2/174) buyruklan arasında bir çelişki yoktur. Çünkü maksat, Allah'ın onlarla şanlannı yüceltmek için ve razı olacağına delâlet ede­cek bir şekilde konuşmayacağıdır. İfadenin geri kalan kısımları ise, dünya ha­yatında edinmiş olduklan putlar, tapındıklan heykeller ve şirk koştuklan or­taklar dolayısıyla bir azar ve bir sitemdir. Onlar dünyada iken bunların dünya­da ve ahirette kendilerine faydalı olacağını sanarak ibadet ediyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizde, gerçekten (Allah'ın) ortakları olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz." Yani ken­dilerinin size şefaat edeceklerini ve Allah'ın ortaklan olduklannı iddia ettiğiniz putlardan şefaatçilerinizin sizinle birlikte olduğunu görmüyoruz.

Andölsun ki, aranızdaki ilişkiler kopartılmıştır. Yani kıyamet gününde aranızda var olan her türlü dostluk, sevgi, bağlılık, arkadaşlık gibi bütün iliş­kiler kopmuş bulunuyor. Sizler ve bunlar birbirinden aynldınız. Sapıklık kay­bolup gitti. İftira ile gerçekle ilgisi olmaksızın şefaat edeceklerini ileri sürdüğü­nüz aracılar, putlara ve ortaklara seslenişler, putlardan bir şeyler ummalar gö­zünüzün önünden kaybolup gitmiş bulunuyor. Yüce Allah bütün yaratıklann gözü önünde onlara şöyle seslenecektir: "(Dünyada iken) iddia ettiğiniz benim ortaklarım nerede?" (Kasas, 28/62). Yine onlara şöyle denilecek: "Allah'tan baş­ka tapındıklarınız nerede? Haydi onlar size yardım ediyor yahut kendileri yar­dıma mazhar olabiliyorlar mı?" (Şuarâ, 26/92-93)

"İçinizde kendileri gerçekten ortakları olduklarını..." buyruğundan kasıt şudur: Yani onların sizin kulluğunuzda, ibadetinizde, ibadetinize hak kazan­malarında, aranızda kendilerine ibadet hususunda... (iddia ettikleriniz) demek­tir. Çünkü onlar tann diye onlara dua edip ibadet edince aralarında ve yaptık-lan ibadette onlan Allah'a ortak koşmuş oluyorlar.

Bu ifadelerden kasıt da şudur: Sizin bütün umutlarınız, emelleriniz, bü­tün iddialarınız da bütün vehimleriniz de boşa çıkmıştır. Artık fidye ile kurtul­mak, şefaate nail olmak gibi bir şey söz konusu değildir. Karşılaşacağınız Al­lah'ın azabını önlemenin hiç bir yolu ve imkânı yoktur: "O gün kimse kimseye (faydalı) bir şey yapma imkânını bulamayacaktır. O gün emir yalnız Allah'ın­dır." (İnfitâr, 82/19). [194]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

En büyük iftira, seni yaratmış olduğu halde Allah'a ortak koşman yahut Allah'a yalan yere iftirada bulunarak peygamberlik ve vahiy iddiasında bulun­man yahut Muhammed (s.a.) gibi bir peygamberin peygamberliğini kabul et­memen veya Allah'ın indirdiğinin benzerini indirme gücüne sahip olduğun id­diasında bulunmandır.

Kurtubî der ki: "Fıkıhtan, sünnetlerden ve selef-i salihinin izlemiş olduğu yoldan yüz çevirip şöyle diyen de bu kabildendir: "Benim hatırıma şu geldi, kal­bim yoluyla bana şu haber verildi" diyerek kalplerine düşen ve fikirlerinde ağır basan duygulara göre hükümler verip bunun kalplerinin her türlü bulandırıcı unsurdan arınmış ve masivadan uzaklığından dolayı olduğunu, böllelikle ilâhî ilimlerin ve Rabbani gerçeklerin kendilerine de tecelli ettiğini iddia etmeleri, diğer taraftan, "Şu gelen şer1! hükümler ile ancak kıt akıllılar ve avamdan olanlar hükmeder, veliler ve havasın ise bu gibi naslara ihtiyacı yoktur" diye­rek fıkıhtan, sünnetlerden ve selef-i salihin'in izlediği yoldan yüz çevirenler de bu kabildendir.

"Müftüler sana fetva verse dahi sen fetvayı kalbinden sor" şeklinde ifade de onların nakilleri arasında yer alır. Bu kanaatlerine de Hızır'ı delil gösterir­ler. Onun bu gibi kendisinde tecelli eden ilimler ile Hz. Musa'nın nezdindeki bu kabilden çıkartılan hükümlere ihtiyaç duymadığını söylerler. Böyle bir söz zın­dıklıktır, küfürdür. Bu iddiada bulunan öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Bu konuda ona soru sorup cevaplar vermeye de gerek yoktur. Çünkü onun bu gibi iddialarda bulunması hükümleri yıkmak ve peygamberimizden sonra başka peygamberlerin varlığını kabul etmek sonucu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar-tır."[195]

Yalancı peygamberlik taslayanlar efsanesinin tarihin karanlıklarında so­na ermiş olması, bunların kalıcılığının söz konusu olmaması -çünkü hayatta kalma esasları yoktur- Allah'a hamdetmemizi gerektiren hususlardandır.

Ayet-i kerime, ölüm anında kâfirin ruhunun son derece zor ve şiddetli bir şekilde alındığını, müminin ruhunun ise kolay ve rahat bir şekilde kabzedildi-ğini göstermektedir. Nitekim Ebu Hureyre'den ve diğer sahabilerden nakledi­len mütevatir hadisler de bunu göstermektedir. Çünkü müminin ruhu Allah'a kavuşmak için arzu ve şevkle çıkar. Kâfirin ruhu ise oldukça şiddetli bir şekil­de sökülüp alınır ve denilir ki: Ey murdar nefs, haydi gazaba uğramış olarak Allah'ın azabına, onun hakir kılıp küçültmesi için çık! Nitekim Ahmed, Buharî, Müslim ve Beyhakî'nin de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'a kavuşmayı dilerse, Allah da ona kavuşmayı diler. Hek kim Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da onunla karşılaşmaktan hoşlanmaz."

Ahiret gününde mülkün, malın ve dünya nimetlerinin hiç bir faydası ol­mayacaktır. Sahih hadiste sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Ademoğlu malım malım der. Ey Ademoğlu! Senin yiyip de tükettiğin yahut giyinip de eskittiğin veya sadaka verip de baki kıldığından başka mal di­ye bir şeyin var mı ki? Bunun dışındaki her şey geçicidir ve onu insanlara terk edeceksin." O halde insan kazandığı ve elde etmek için ömrünü tükettiği mal­ları geride bırakır. Geride kalan bir şeyden yararlanmaya ise imkân yoktur: "Size ihsanımız olan şeyleri de arkanızda bıraktınız."

Aynı şekilde Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan, ortak koşulan şey­lerde ve putlarda bir fayda söz konusu değildir. Kıyamet gününde hiç birisinin Allah'ın huzurunda ve hesapta bir etkisi olmayacaktır. "Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir." Yani dünyada iken yalan yere ileri sürdüğünüz iddialarınız geçip gitmiştir. Rivayete göre ayet-i kerime en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. Müslim'in rivayetine göre de Aişe (r.anha) Yüce Al­lah'ın, "Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzu­rumuza geldiniz." ayetini okudu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi! O ne kötü bir durum olacaktır. Erkekler ve kadınlar hep birlikte mi hasredilecek? Biri ötekinin avretine bakmayacak mı? Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "O gün onların her birisinin kendisine yetecek ve başkasıyla da ilgilenmeye imkân tanı­mayacak bir meşguliyeti olacaktır." (Abese, 80/37). Erkekler kadınlara, kadın­lar da erkeklere bakmayacaktır. Birbirlerine bakamayacak kadar meşguliyetle­ri olacaktır." [196]

 

Allah'ın Kâinattaki Göz Kamaştırıcı Kudreti

 

95- Şüphesiz Allah taneleri ve çekir­deği yarıp çıkarandır. Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü de çıkaran O'dur. Şimdi bu (nları yapan) Allah iken nasıl olur da çevriliyorsunuz?

96- Sabahı yarıp çıkaran O'dur. Geceyi bir sükûn ve dinlenme vakti, Güneş ve Ay'ı da birer hesap (işareti) kıldı. Bu Aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiri­dir.

97- Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur. Şüp­hesiz biz bilen bir topluluk için ayetle­rimizi açıkladık.

98-  Sizi tek bir candan yaratan da O'dur. Sonra bir karar yeri, bir de bir emanet yeri (vardır). Biz ayetlerimizi iyice anlayacak bir topluluk için açık­ladık.

99-  Gökten bir su indiren de O'dur. Sonra biz onunla her türlü bitkiyi çı­kardık. Ondan da taze ve yeşil, birbiri­nin üstüne binmiş taneler meydana ge­tirdik. Hurma tomurcuğundan birbiri­ne yakın salkımlar, birbirine hem ben­zeyen hem benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri (bitiririz). Mey­vesine bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı zaman bakıverin. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok ayetler vardır.

 

I'râb:

 

"Sonra bir karar yeri, bir de emanet yeri (vardır)." buyruğunun takdiri şu­dur: Kiminiz bir karar yeridir, kiminiz bir emanet yeridir. Karar yeri rahimler­de, emanet yeri de sulblerdedir. [197]

 

Belagat:

 

"Ölüden diriyi o çıkartır" buyruğundaki kelimeler arasında tıbâk sanatı vardır.

"Nasıl olur da çevriliyorsunuz'?" Bu olumsuzluk anlamına inkârî bir istif­hamdır. Yani gerekli delilin ortaya konulmasından sonra imanın imandan çev­rilip döndürülmesinin bir izahı olamaz. "Sonra biz onunla... çıkardık" buyru­ğunda gaib zamirden (mütekellime) iltifat vardır. Bu ise çıkartılanın durumu­na gereken önemi ve nimetlerin büyüklüğüne işareti anlatmak içindir. "Zeytin ve nar bahçeleri", bu ise bunların üstün özellikleri dolayısıyla özelin genele at­fedilmesi kabilindendir. [198]

 

Kelimeler ve İbareler:

 

"Şüphesiz Allah" buğday ve buna benzer başak ve kabuklar içerisinde yeti­şen "taneleri ve çekirdeği" hurma, kuru üzüm ve benzerlerindeki çekirdekleri "yarıp çıkarandır." Yarıp çıkarmak anlamını (ayet-i kerimedeki gibi) felk, fark ve fetk kelimeleri aynı anlamda olmak üzere ifade etmektedir ki anlamı bir şe­yi ortaya çıkarmak için yarmak demektir. Yani bitkiden taneyi, hurma ve üzümden de çekirdeğini yarıp çıkartan şüphesiz Allah'tır. "Ölüden diriyi O çı­karır." İnsan ve kuşu nutfe ve yumurtadan çıkartması gibi; "Diriden ölüyü" nutfe ve yumurtayı "çıkaran O'dur. Şimdi bu (nları yapan)" yani bunları yarıp çıkartan "Allah iken, nasıl olur da" gerekli belgelerin ortada olmasına rağmen imandan "çevriliyorsunuz?" döndürülüyorsunuz?

"Sabahı yarıp çıkaran O'dur." Yani sabah aydınlığını (ki bu gündüz aydın­lığının ilk belirtileridir) gecenin karanlığından yarıp çıkartan O'dur. "Geceyi bir sükûn ve dinlenme vakti" yani canlıların yorgunluklarını atıp dinlendikleri va­kit kılmıştır, "güneşi ve ay'ı da birer hesap" yani vakitleri hesaplama aracı "kıldı". Hesap ve hüsban, eşya ve zaman ölçümünde sayıyı kullanmak demek­tir. "Bu" sözü geçenler "Aziz" mülkünde mutlak galip "olanın hakkıyla bilenin" yarattıklarının durumlarını bilenin "takdiridir."

"Karanın ve denizin karanlıklarında" yolculuk zamanlarında... "Biz ayetle­rimizi" kudretimize delil olan belgelerimizi "bilen bir topluluk için" yani düşü­nen bir topluluk için "açıkladık."

"Sizi tek bir candan" ki o da Adem (a.s.)'dir "yaratan da O'dur. Sonra bir karar yeri" yani sizden rahimde bir karar yeri yahut Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda belirttiği gibi, yeryüzünde ikamet yeri: "Yeryüzünde sizin için bir karar yeri (süresi) vardır." (Bakara, 2/36; A'râf, 7/24); "bir de bir emanet yeri (vardır)" tevdi olunan bir yer... "İyice anlayacak bir topluluk için" İyice anlamak (fıkh), bir şeyi derinliğine düşünmekle birlikte anlayıp kavramak demektir.

"Biz onunla" yani indirdiğimiz suyla "... çıkardık... birbirinin üstüne bin­miş" yani buğday başağı ve buna benzer biri ötekinin üstüne binmiş "taneler meydana getirdik.'Hurma tomurcuğundan..."; kabuğu yarılmadan önce hurma ağacının çiçeğinden ilk olarak görülene hurma tomurcuğu (et-tal) denilir, "bir­birine yakın salkımlar" yani hem birbirine yakın hem de uzanıp almaya yakın

salkımlar. Hurma salkımına "kinv" (cem'isi kinvan) denilir. Üzüm ağacı için üzüm salkımı, buğday için başak ne ise hurma için de kinv odur. "birbirine hem benzeyen hem benzemeyen üzüm bağları (bitiririz)." Yaprak gibi bazı nite­likleri birbirine benzeyen, meyve gibi diğer bazı özelliklerinde birbirine benze­meyen ya da yaprak ve meyvesi birbirine benzeyen ve benzemeyen, "bir de ol­gunlaştığı zaman" yani meyve olgunlaşıp faydalanılacak hale geldiği zaman "bakıverin." Maksat şudur: Ey Muhataplar! Siz ilk meyve verdiği zaman nasıl olduğuna, olgunlaştığı zaman da ne hale geldiğine ibretle bir bakınız; "Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok ayetler" Yüce Al­lah'ın öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna ve başka hususlara delil ola­cak belgeler "vardır." Özellikle mümin topluluğun söz konusu edilmesi bu ayetlerden kâfirlerden farklı olarak iman hususunda yararlananların onlar ol­duğundandır. [199]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah'ın tevhidi ispat edip peygamberliği ve öldükten sonra dirilişin bazı hallerini açıkladıktan sonra, burada tekrar yaratıcının varlığına delil olan bazı belgeleri açıkladığını görüyoruz. Bunlar yaratmak, var etmek, diriltmek ve öldürmek, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini takdir edip düzenlemek, gece ve gündüzün değişmesini sağlamak diye özetlenebilir. [200]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde göz kamaştırıcı kudretinin, sonsuz hik­metinin bir takım tecellilerini sayıp dökmektedir. Önce bitki ile başlamakta, tane ve çekirdeği yarıp çıkartanın kendisi olduğunu haber vermektedir. Yani bunları toprağın arasından kudretiyle yarıp çıkartan ve ondan değişik türleriy­le tahılları, taneleri ekme sonucu bitiren, değişik renk, şekil, tat ve lezzetleriy­le çekirdekten türlü meyveleri çıkartan O'dur. Bundan dolayı Yüce Allah, "Ta­neleri ve çekirdeği yarıp çıkartan O'dur" buyruğunu, "Ölüden diriyi o çıkartır, diriden ölüyü de çıkartan O'dur" buyruğu ile açıklamıştır. Ölü ve cansız olan tane ve çekirdekten, hareket eden canlı bitkiyi (sebep-sonuç arasındaki ilişki yoluyla, tane ve çekirdek toprağa atılıp, su ile de toprağın ihtiyacını karşıla­mak suretiyle) yerden O çıkartır. İşte bu O'nun kudretinin mükemmelliğine, hikmetinin yüceliğine işaret eder.

Yüce Allah'ın, "Ölüden diriyi O çıkarır." buyruğunun anlamı şudur: Yeşil ekini ve büyüyüp gelişen ağacı, cansız ölüden O çıkartır. Burada hayattan ka­sıt, gelişme ve beslenmedir. Ölüden kasıt ise gelişme ve beslenmesi söz konusu olmayandır. Toprak, tane, çekirdek ve buna benzer diğer toplumlar yumurta ve nutfe gibi. Modern ilimde, nutfe ve yumurtada da hayat vardır, denildiği za­man, burada bitkisel hayat veyahut da hücresel hayat kastedilmektedir. Bura­da ayet-i kerimeden kasıt ise, zahiren görülen harekî (dinamik) hayattır. Çağ­daş bilimsel yorumda da bu şöyle açıklanmaktadır; "Hayvanın (canlının) ölüden çıkmasından kasıt, gıdadan oluşmasıdır. Canlı, cansız şeyleri yiyerek geliş­mektedir. Çünkü gıdanın kendisi gelişme göstermeyen ölüdür.

Yüce Allah'ın, "Diriden ölüyü de çıkaran O'dur." Yani O tane ve çekirdeği bitkiden, yumurta ve nutfeyi de canlıdan çıkartır. Çağdaş bilimsel yorumda da şöyle açıklanmaktadır: Bundan kasıt süt gibi salgılardır. Süt ise canlı hiç bir şeyi bulunmayan bir sıvıdır; nutfe ise öyle değildir. "Nutfede canlı hücreler var­dır ve canlı bir varlıktan çıkmaktadır. Bu şekilde ölüden gelişen bir canlı çık­makta ve canlıdan da ölü çıkmaktadır.

"Şimdi bu (nları yapan) Allah iken nasıl olur da çevriliyorsunuz?" Yani bunları yapan mükemmel kudret, sonsuz hikmet, hayat verici ve diriltici sıfat­lara sahip olandır ve o yaratıcı olan Allah'tır, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Nasıl olur da siz haktan yüz çeviriyor ve hakkı bırakıp batıla yöneliyorsunuz da onunla birlikte başkalarına ibadet ediyorsunuz; hiç bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen bir başka varlıkları O'na ortak koşuyorsunuz?

Sabahı yarıp çıkartan, geceyi bir dinlenme ve sükûn zamanı kılan da Al­lah'tır. Yani surenin baş tarafında da buyurduğu gibi aydınlığı ve karanlığı ya­ratan O'dur: "Karanlığı ve aydınlığı var eden Allah..." O şanı Yüce Allah gece karanlığını sabah aydınlığı ile yararak varlık alemini aydınlatır, ufuk nurlanır. Karanlık kaybolup gider, gece karanlığı ve siyahlığıyla yok olur gider, gündüz aydınlık ve parlaklığıyla geliverir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gündüze geceyi o bürüyüp örter ki, o onu durmadan kovalar." (A'râf, 7/54). Yü­ce Allah azametinin büyüklüğüne, egemenliğinin de azamatine delâlet eden birbirinden farklı, birbirine zıt şeyleri yaratmaya kadir olduğunu açıklayarak, kendisinin sabahın aydınlığını çıkartan olduğunu zikretmekte ve buna karşılık olarak da, "Geceyi bir sükûn ve dinlenmek vakti ...kıldı" diye buyurmaktadır. Yani içinde eşyanın sükûn bulması, gündüzün çalışmasından yorulan kimsele­rin de dinlenmesi için geceyi sükûnetli ve karanlık bir örtü kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Uykunuzu bir dinlenme kıldık -yani çalışmaları­nızı sona erdirip bedenlerinizi de dinlendireceğiniz bir zaman kıldık- geceyi bir elbise yaptık, gündüzü de geçim (için çalışma) zamanı kıldık." (Nebe', 78/9-11)

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve Ay'ı da birer hesap kıldı." Yani Güneş ve Ay'ın düzeninden hesap, ay ve yılların sayısının tespiti için yararlanılabilmektedir. Her ikisi de son derece hassas bir hesaba göre akıp gitmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve Ay da bir he­sap iledir." (Rahman, 55/5). Yani Güneş ve Ay takdir edilmiş belli bir yasa ve hesaba göre akıp gitmektedir. Bu asla değişmez ve sarsılmaz bir düzendir. Bunların her birisinin yaz ve kış izledikleri belli yörüngeleri vardır. Bunun so­nucunda gece ile gündüz uzunluk ve kısalık itibariyle değişip durur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş'i ışık, Ay'ı nur yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller tayin eden O'dur." (Yunus, 10/5). Yüce Al­lah, bu ayet-i kerimede semavî üç tane ryeti (Allah'ın varlık ve birliğinin belge­lerini) bir araya getirdiği gibi, yine "Şüphesiz Allah taneleri ve çekirdeği yarıp çıkartandır" ayetinde de üç tane -yeryüzü ile ilgili ayeti bir arada zikretmiştir.

Söz konusu bu semavî ayetlerin birisi sabahın yarılıp çıkartılmasıdır. Bunun hatırlatılmasmın maksadı Yüce Allah'ın varlık âleminin güzelliğini ortaya çı­kartan aydınlığı bol bol ihsan etmek suretiyle Allah'ın sanatı üzerinde düşün­mektir. Diğer taraftan O geceyi bir sükûn ve dinlenme zamanı kıldı. Bu da be­denin dinlenmesi, ruhun sükûn bulması, gündüzün çalışmanın yorgunluğun­dan rahatlaması için Allah'ın bir nimetidir. Üçüncü gökyüzü ile ilgili ayet ise güneş ve ayın bir hesap aracı kılınmalarıdır. Bu da insanın ibadetler, karşılıklı ilişkiler, tarife belirlemeler gibi vaktin hesabını bilme ihtiyacını gerçekleştir­mek, karşılamak içindir.

Astronomik bilgiye göre dünyanın iki türlü dönüşü vardır. Birisi günlerin hesabı için 24 saatte tamamlanan (kendi etrafındaki) dönüşü, diğeri ise Güneş senesinin hesabı için dört mevsimlik bir yılda tamamlanan (Güneş çevresinde­ki) dönüşü.

"Bu aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir." Yani bütün bunlar asla karşı koyulamayan, ona muhalefet edilemeyen, emrinde mutlak galip olan Azîz'in, her şeyi bilen Alîm'in takdiri ile meydana gelir. Yerde olsun gökte olsun zerre ağırlığı kadar bir şey dahi O'ndan saklı kalmaz. Bütün bunları ise o hikmeti gereği takdir eden, ölçü ile belirleyendir: "Muhakkak biz her şeyi bir kader ile yarattık." (Kamer, 54/49).

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah gecenin, gündüzün, Güneş ve Ay'ın ya­ratılmasını çokça söz konusu etmekte, sonra da bu konudaki açıklamaları izzet ve ilmini zikrederek tamamlamaktadır.

Daha sonra Yüce Allah yıldızların faydasını şöylece açıklamaktadır: "Ka­ranın ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur." Yani O, yıldızlan -ki bunlar Güneş ve Ay dışında kalıp ışık saçan cisimlerdir - yolculuklarınızda kendileriyle doğru yolu bulaşı­nız diye var etmiştir. İnsan onlar vasıtasıyla yolunu bulur, kaybolmaktan emin olur. Yanlışlık yapmaktan, şaşırıp kalmaktan kurtulur. Yıldızlar astronomi bil­ginlerinin söz konusu ettikleri gibi milyonlarcadır. Keşfedilenleri ise keşfedil­meyenlere nispetle pek azdır.

Uzay âleminin azameti, düzeninin hassaslığı, harikulade sanatı dolayısıy­la Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi de, "Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayet­lerimizi açıkladık" diye bitirmektedir. Yani biz sizlere hem Kur'anî hem de tek­vini ayetleri özellikle de ilim ve tetkik ehline açıkladık. Özellikle de bu ayetle­rin azametinin sırrını idrak eden ve bunları Allah'ın varlığının, kudretinin, bir­liğinin ve ilminin delili olarak idrak eden ilim ve düşünce ehline.

Eğer buradaki "ayetler" den kasıt Kur'an-ı Kerim'in indirilen ayetleri ise, anlam şöyle olur: İşte bu ayetleri ve onların benzerlerini biz, düşünce ilim ve tetkik ehline açıklıyoruz. Onlar da bunlar vasıtasıyla araştırmalarını, bilgi ve imanlarını artırıp dururlar. Şayet buradaki "ayetler" den kasıt tekvini olanları ise, anlamı şöyle olur: Bu ayet-i kerimeleri Yüce Allah böylece açıklamaktadır ki, ilim adamları bunları Yüce Allah'ın azametinin delili olarak bellesinler. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, bu ayetlerin sırrını ilim adam­larından başkası idrak edemez: "Ey basiret sahipleri ibret alınız." (Haşr, 59/2).

Yüce Allah'ın arz ve semadaki ayetlerinin açıklamasından sonra burada da insan nefsindeki ayetlerin söz konusu edildiğini görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan da odur..." Yani Yüce Allah asıl itibariyle sizi tek bir candan yaratmıştır ki, o da Hz. Adem (a.s.)'dir. Adem di­ğer bütün insanların kendisinden türediği ilk insandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden de bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden kor­kun." (Nisa, 4/1).

Bütün insanların tek bir candan var edilmeleri Yüce Allah'ın kudretine, il­mine, hikmetine ve vahdaniyetine delildir. Aynı şekilde bu, nimete şükrü de ge­rektirir. İnsan türünün asıl itibariyla birliğini gösterir. Bu da insanlar arasın­da tanışmayı ve dayanışmayı gerekli kılar. Çünkü onların hepsi tek bir asıldan ve bir babadan gelmektedirler. O halde onlar kardeştirler, kardeşlere düşen ise birbirleriyle kaynaşmaktır, birbirlerini boğazlamak ve öldürmek değil.

Daha sonra Yüce Allah insanlığın ne şekilde soylarının devam ettiğini ve Yüce Allah'tan başka kimsenin bilmediği muayyen bir vakitte doğup dünyaya geldiklerini şöylece açıklamaktadır: "Bir karar yeri, bir de emanet yeri (var­dır)." Yani sizin rahimlerde karar bulduğunuz bir yer ve sulblerde emanet ola­rak bırakıldığınız bir yer vardır veya yeryüzünde karar yeriniz ve onun altında emanet yeriniz yahut dünyada bir karar yeriniz ve insanın öleceği yerde bir emanet yeriniz vardır. Yahut da sizden kiminiz karar yeri ve kiminiz de ema­net yeridir. Biz kudret, irade, ilim, hikmet, lütuf ve rahmetimize delâlet eden kâinattaki sünnetlerimizin (yasalarımızın) ayetlerini (apaçık belgelerini), ken­dilerine okunan buyrukları iyice belleyen, Allah'ın kelâmını anlayan, manasını ve inceliklerini idrak eden bir topluluğa açıklamış bulunuyoruz.

Yıldızların söz konusu edilmesi ile birlikte, bilen bir topluluğun anılması­nın, Ademogullarının yaratılması ile birlikte fıkhın (iyi ve derinlikli anlayışın) söz konusu edilmesinin sebebine gelince, insanların tek bir nefisten yaratılma­sındaki ve onların değişik hallere sokulmalarındaki hikmeti özümseyip çıkar­mak, oldukça ince ve dikkatli bir bakışa, derinliğine bir anlayış ve kavrayışa muhtaçtır. İşte fıkhın anlamı da budur. O halde böyle bir şekilde ayetin sona erdirilmesi vakıaya uygundur. Yıldızların yerlerini bilip onlar aracılığıyla kara ve denizin karanlıklarında yol bulmak ise yoğun düşünceye, derinlemesine te­fekküre bağlı bir şey değildir. Bu ve benzeri bütün astronomik durumlar için belli bir bilgi, beceri, dikkat ve müşahedeye dayalı zahirî tecrübeler yeterlidir.

Daha sonra Yüce Allah bitkilerdeki tekvînî ayetlerden bir ayeti söz konu­su etmektedir. Bu ise semadan su indirilip bunun bitkilerin yetişmesine sebep kılınmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten bir su indiren de O'dur..." Yani kudret ve hikmeti gereği buluttan belli bir miktar bereketli, kul­lar için bir nzık, canlıları diriltmek ve imdatlarına yetişmek için hayat kaynağı, Allah'ın kullarına, yaratıklarına bir rahmet olmak üzere su indiren O'dur. Bu yağmur, dolayısıyla şekil, özellik ve etkileri itibariyle birbirinden farklı tür­lü çeşitli bitkiler çıkartmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsi bir su ile sulanıyor, (böyleyken) onlardan bir kısmını tadlarında diğer bir kısmından üstün kılıyoruz." (Rad, 13/4); "Ve biz canlı her şeyi sudan yarat­tık." (Enbiya, 21/30).

Biz yağmur ile ekin ve yeşil ağaçlar bitirdik. Bundan sonra da biz onlarda tane ve meyveleri yaratırız. Ondan dolayı Yüce Allah, "Birbirinin üstüne bin­miş taneler meydana getirdik" diye buyurmaktadır. Yani başaklar ve benzerleri gibi biri diğerinin üstünde yarattık. Bu da gövdesi olmayan bir takım bitki tür­lerini açıklamaktadır. Daha sonra gövdesi olan ağaçları ona atfederek, "Hurma tomurcuğundan..." diye buyurmaktadır.

Yani biz hurma tomurcuklarından, uzanıp alınabilecek mesafede yakın salkımlar çıkardığımız gibi, yine bu yeşil bitkilerden üzüm bağları ve bahçeleri de çıkartıyoruz.

Yüce Allah hurma, üzüm ve bunlardan başka meyve ve ürünler dışında bütün bitkiler arasında özellikle zeytini ve narı söz konusu etmektedir. Bunla­rın içinde şekilleri ve yaprakları itibariyle birbirine benzeyen, birbirine yakın fakat meyvelerinin şekli, tadı, tabiatı birbirinden ayrı olanlar vardır. Kimisi tatlı, kimisi ekşi, kimisi acıdır. İşte bütün bunlar yaratanın kudretine delildir.

İbretle ve dikkatle ağaçlara, bitkilere, meyve verdikleri zaman nasıl ol­duklarına da bir bakın, olgunlaştıktan sonra da nasıl bir hal aldıklarına, kup­kuru iken suyun bereketiyle nasıl dolup taştığına bir bakın. Her bir meyvenin tadı, büyüklüğü ve rengi ayrı ayrıdır. Meyveleri birbirleriyle karşılaştırın; ön­celeri kupkuru bir odun gibiyken daha sonraları canlı, taze ve yapısında suyu barındıran bir bitki haline getirdiğini, bunların dışında renk, şekil, tad ve ko­kularının farklı farklı olduğunu ve bunları yoktan var eden yaratıcının kudreti üzerinde düşünün. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde bir­birine bir çok bitişik parçaları, üzüm bağları, ekinler ve çatallı ve çatalsız hur­malıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor; (böyleyken) onların bir kısmını lezzetlerinde bir kısmından üstün kılıyoruz..." (Ra'd, 13/4).

İşte üzerinde dikkatle durup düşünmekle emrolunduğunuz bu hususlarda, yaratıcının bunları yaratmadaki kudretinin kemaline, hikmetine ve rahmetine pek çok deliller vardır ki, bunlardan, Allah'ı tasdik edip peygamberlerine uyan müminler gereği gibi yararlanırlar. [201]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler, her şeyi yoktan var eden Allah'ın varlığına, ilmine, kud­ret ve hikmetine dair beş türlü delil ihtiva etmektedir. Söz konusu bu beş türlü delil aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

Birinci türdekiler, bitki ve canlıların hallerinin delâletinden alınmadır:

Şanı yüce Allah tanenin ve çekirdeğin yaratıcısı, ekin ve ağaçların bitmesi için taneyi ve çekirdeği yarandır. Taze, yeşil ve diri bitkiyi kuru taneden çıkartan­dır. Diğer taraftan kuru olanı da canlı ve gelişip büyüyen bitkiden çıkartandır. Nitekim -Zeccâc da böyle açıklamıştır. Ayrıca Yüce Allah canlı insanı nutfeden, nutfeyi de canlı insandan yaratmıştır. Kurtubî gibi müfessirlerin açıklamaları da bu şekildedir. Yine kâfirden mümini -İbrahim (a.s.)'de olduğu gibi- mümin­den kâfiri -Hz. Nuh'un oğlunda olduğu gibi- itaatkârdan isyankârı ve bunun aksini çıkartandır. Nitekim İbni Abbas bunu şöyle açıklamıştır:

Bu, canlının ölüden daha üstün olduğunu göstermektedir. O bakımdan bi­rinci kısma dair açıklamalar fiil sigasıyla, ikinci kısma dair açıklama isim siga-sıyla yer almıştır. Böylelikle bununla ölüden canlının var edilmesine verilen önemin ve gösterilen itinanın, canlıdan ölünün var edilmesi için gösterilen iti­nadan daha çok ve daha mükemmel olduğuna dikkat çekilmektedir.

İkinci tür delil ise, kâinattaki astronomik hallerden alınmıştır. Bu ise ilâhî kudreti daha açık gösteren bir delildir. Çünkü sabahın aydınlığı ile gece karan­lığının yarılması, tane ve çekirdeğin bitki ve ağaç çıkartacak şekilde yarılma­sından daha çok ilâhî kudretin kemaline bir delildir. Zira kâinattaki astrono­mik haller, kalplerde daha büyük bir yer tutmakta ve yeryüzünün halleri daha büyük bir etkiye sahip bulunmaktadır. Bu türden belgeler yer ile ilişkisi bulu­nan üç tane astronomik ayet (alâmet) ihtiva etmektedir ki, bunların birisi sa­bahın aydınlığının karanlığı yarmasıdır. Yani ışığın karanlığı yararak çıkması ve onu aydınlatmasıdır. Karanlığı ve aydınlığı yaratıp geceyi bir sükûn, yani dinlenecek ve sükûn bulacak bir zaman kılan, Güneş'i ve Ay'ı kulların masla­hatlarının kendisi ile yakından ilişkili bulunduğu, hesap için iki alâmet kılan O'dur. Çünkü Yüce Allah, Güneş ve Ay'ın hareketini belli bir hesaba göre belir­lemiştir. Bütün bunlar ise Yüce Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin bir delili­dir. Allah'tan bir lütuf, bir rahmet ve yaratıklara bir ihsan olduğunu ortaya koymaktadır.

Üçüncü tür deliller ise, semavî bir takım olaylardır. Şanı Yüce Allah kulla­rın faydasına yıldızları yaratandır. İnsanlar Güneş'i ve Ay'ı göremedikleri kara ve denizin karanlıklarında, yıldızların aydınlığı ile yollarını bulabiliyorlar. Bu ise ilâhî kudret, rahmet ve hikmetin en ileri derecede ve mükemmel olduğunun delillerindendir. Yıldızlar, gezegenler ve aynı şekilde Güneş ve Ay ile kıblenin bilinmesi de mümkündür. Nitekim bu yıldız ve gezegenler gökyüzünün bir sü­südür: "Şüphesiz biz dünya semasını yıldızlar ziynetiyle süsledik." (Sâffât, 37/6) .Aynı zamanda yıldızlar, şeytanlar için taşlama aracıdır da: "Ve biz o yıldızları şeytanlar için taşlama aracı kıldık." (Mülk, 67/5). Yine yıldızlar, göklerin aza­meti hakkında düşünmeyi harekete getiren unsurlardır: "Ve onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler. Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, münezzehsin sen! Artık bizi ateş azabından koru (derler)." (Al-i İmran, 3/191) Seleften bazısı şöyle demiştir: Her kim bu yıldızlar hakkında şu üç hususun dı­şında bir şeye inanırsa hata eder ve münezzeh Allah'a yalan yere iftira etmiş olur. Allah bu yıldızlan sema için bir ziynet, şeytanlar için bir kovma aracı kılmıştır ve insanlar gerektiğinde bu yıldızlar aracılığıyla kara ve denizin karan­lıklarında yol bulurlar. [202]

Dördüncü tür belgeler, insanın durumlarından çıkarılan delillerdir. İnsan­ların tek bir candan (Hz. Adem'den) yaratılmış olmaları ve beşerî esasların sulblere ve rahimlere emanet olarak bırakılması, nefsin yaratılması üzerinde tefekkür etmek Allah'ın kudretine açık delildir: "Ve sizin nefislerinizde de (Al­lah'ın kudretine, birliğine... belgeler vardır) hiç görmez misiniz?" (Zâriyât, 51/21). İşte bütün bunlar mutlak ilâhın varlığına, kudret ve ilminin mükem­melliğine dair deliller arasında yer alırlar.

Beşinci tür deliller ise, bitkilerin meydana getirilmesi, bitkilerin çeşitliliği, meyve ve mahsullerin türlü türlü oluşundan alınmıştır: Bu delil de şöyledir: Semadan (buluttan) yağmurun yağdırılması ve bu yağmur suyuyla değişik bit­ki ve ekinlerin çıkartılması. Akıllara dehşet verecek şekilde çeşitli mahsuller, meyveler ve bitkiler, bunların türlü şekil, renk, tat ve kokularda olmaları üs­tün nimet ve ihsan çeşitleri arasında yer alır. Bunlar ilâhî kudretin mükem­melliğinin en büyük delillerindendir. Ayet-i kerimelerin sonları büyük gerçek­leri ifade etmektedir: "Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi açıkla­dık; biz ayetlerimizi iyice anlayacak bir topluluk için açıkladık. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok ayetler vardır..." Rab olarak Allah'a iman ettik, onun el-Hakk ve el-Mübîn olduğunu kesin olarak bildik. Bu, mutlak ilâhın azametini, bilgisinin genişliğini, bütün yaratıklara lütuf, ih­san ve rahmetinin sonsuzluğunu iyice kavradık, bilip anladık.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah, bu son türde dört çeşit ağacı söz konu­su etmektedir. Bunlar hurma, üzüm, zeytin ve nar ağaçlandır. Bunları ekinden ve ağaçlardan önce zikretmektedir. Çünkü ekin gıdadır, ağaçların mahsulleri ise meyvedir. Gıda ise meyveden önceliklidir. Hurmanın diğer meyvelerden ön­ce anılmasının sebebi ise Arapların önemli bir gıda maddesi olmasındandır. Üzümün hurmadan sonra anılmasının sebebi ise meyvelerin içinde en üstünle­rinden olmasıdır. Çünkü üzümden henüz koruk iken de yararlanılır. Yani bu meyveden tam tatlanmadan da üzüm olarak da yararlanılır, sonra bir sene ve daha uzun bir süre kuru üzüm olarak saklanabilir, daha sonra da pekmez ve sirkesinden de yararlanılabilir. [203]

 

Allah'a Yalan Yere Nispet Edilenler (Cinler, Çocuk Ve Eşler) Ve Gözlerin Onu İdrak Edememesi

 

100- Cinleri O'na ortak yaptılar. Halbu­ki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka bilmeksizin O'na oğullar ve kız­lar uydurup iftira ettiler. O kendisine yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir.

101-  Gökleri ve yeri yoktan yaratan O'dur. O'nun bir zevcesi yokken nasıl bir evlâdı olabilir? Her şeyi O yarat­mıştır ve O her şeyi hakkıyla bilendir.

102-  İşte Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Her şeyin ya­ratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin, O her şeyin üzerinde bir vekildir.

103-  Gözler O'nu idrak edemez, O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O Latiftir, Habîr"dir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bilmeksizin... uydurup iftira ettiler." Ayetteki (haregû) kelimesi uydurdu­lar anlamındadır. Sözün uydurulması, herhangi bir hususta gerçek olmayan şeyler söylemektir. İbda (yoktan var etmek, yaratmak) bir şeyi herhangi bir kimseyi örnek almadan meydana getirmek demektir. Yüce Allah'ın isimlerin­den el-Bedî, eşyayı bir örnek olmaksızın yoktan var eden, meydana getiren de­mektir. Dindeki bid'at da buradan gelmektedir. Çünkü geçmişte onun benzeri yoktur.

"Gözler O'nu idrak edemez." Yani O'nu göremez. İdrak bir şeyi tam anla­mıyla kavrayarak ona kavuşmak ve ulaşmak demektir. Göz (basar) görme or­ganıdır. "O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O Latiftir", kullarına ve dostlarına rıfk ve yumuşaklıkla davranan, "Habîr'dir." ise yarattıklarının hallerini, du­rumlarını bilen, onlardan haberdar olan demektir. [204]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah, ulûhiyetin ispatına, kudret ve rahmetinin kemaline dair beş kesin belgeyi söz konusu ettikten sonra, insanlardan bazılarının Yüce Al­lah'a cinler âleminden ortaklar koştuğunu ya da O'nun kız ve erkek evlâtları­nın bulunduğu yolunda iftira ettiklerini açıklamaktadır. [205]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler Allah ile birlikte başkasına ibadet eden, cinlere de iba­det etmek suretiyle ibadette Allah'a başkalarını ortak koşan Arap müşriklerini reddetmektedir. Onların putlara ibadet etmeleri ancak cinlere itaat ederek on­ların kendilerine böyle bir ibadeti emretmeleriyle olmuştu. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar ondan başka yalnız dişilere taparlar. Onlar an­cak inatçı bir şeytana tapmış olurlar. Allah ona lanet etti. O da dedi ki: Andol-sun kullarından belli bir pay edineceğim. Muhakkak onları saptıracağım ve on­ları olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara hayvanların kulaklarını yar­malarını emredeceğim ve yine onlara muhakkak emredeceğim de onlar da Al­lah'ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse muhakkak o, apaçık büyük bir zarara uğramış olur. Onlara vaad eder ve onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytan ise kendilerine aldanıştan başka bir şey vaad etmez." (Nisa, 4/117-120)

Ayet-i kerimenin anlamına gelince: Arap müşrikleri cinler âleminde kendi­lerine, verdikleri emirlerde itaat ettikleri bir takım ortaklar edindiler. Burada cinlerden kasıt, Katâde'nin belirttiği gibi tapındıkları meleklerdir veya Hasan-ı Basri'nin söylediği gibi, şirk ve masiyet hususunda kendilerine itaat ettikleri şeytanlardır. Mecusiler ise "Hayır için bir ilâh, şer için bir ilâh vardır ki, bu da İblis'tir" derler. Yani onlar onu rab diye adlandırırlar.

Putlara itaat ettiklerinden dolayı cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa Al­lah onları yani müşrikleri de başkalarını da yaratmıştır. O, ortağı olmayan bi­ricik yaratandır. Nasıl olur da yaratıklar O'nun ortağı olabilir ve insanlar O'nunla beraber başkalarına ibadet edebilirler? Nitekim Hz. İbrahim de şöyle demişti: "Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz? Halbuki Allah sizi de yaptık­larınızı da yaratandır." (Sâffât, 37/95-96)

Özetle anlamı şudur: Bağımsız ve tek başına yaratıcı Yüce Allah'tır. O ba­kımdan hiç bir kimseyi ve hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmek gerekir.

Müşrikler cahillikleri ve ahmaklıkları dolayısıyla Allah'ın erkek ve kız ço­cukları olduğunu iftira yoluyla uydurup söylediler. Yüce Allah'ın, "Bilmeksizin" ifadesiyle ile kastettiği şudur: Onlar söylediklerinin gerçek mahiyetini, mana­sını bilmiyorlar. O yüzden Allah'ı ve azametini bilmediklerinden dolayı Arap müşrikleri melekleri Allah'ın kızları diye adlandırdılar. Yahudiler, Uzeyr Al­lah'ın oğludur dediler. Hristiyanlar da Mesih Allah'ın oğludur, dediler.

"O kendisine yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir." Yani bu ca­hil ve sapıkların nitelendirdikleri şekilde Yüce Allah çocuk sahibi olmaktan, eş ve ortakları bulunmaktan çok yüce, münezzeh ve azametlidir. Çünkü bütün bunları yaratan, işlerini düzenleyen bizzat O'dur. O'nun gibi hiç bir şey yoktur. Gökleri ve yeri yaratan, var eden, daha önceden benzer bir örnek olmaksızın onları meydana getiren Allah'tır. Zevcesi olmayanın nasıl olur da çocuğu olabi­lir? Çünkü çocuk ancak birbirine mütenasip iki eşten doğabilir. Yüce Allah'a ise hiç bir şey mütenasip değildir ve yaratıklarından hiç bir şey O'na benze­mez. Çünkü her şeyi yaratan O'dur, O'nun zevcesi de yoktur, çocuğu da yoktur. Göklerde ve yerde, tüm varlıkları yoktan O var etmiştir. Doğum ve tenasül yo­luyla zürriyetlerin var edilmesinin sebebi, sebeplerinin yaratıcısı O'dur.

Yüce Allah'ın, "Her şeyi O yaratmıştır" buyruğunun anlamı şöyledir: O her şeyi meydana getirdiği halde -sizin ileri sürdüğünüz gibi- bunlar kendisinden doğmamıştır. Sizin O'nun evlâdı diye iftira edip uydurduğunuz her bir varlık gerçekte O'nun bir yaratığıdır. O'ndan doğmuş değildir. O halde nasıl olur da O'nun yarattıkları arasında O'na münasip bir eşi bulunabilir? Halbuki O'nun eşi ve benzeri yoktur. Bu cümle daha önce yer alan çocuk sahibi olduğu iddiası­nı reddeden ifadeyi pekiştirmek içindir.

Allah'ın bilgisi bütün her şeyi kuşatmıştır. O'nun emri O'nun için zatî bir sıfattır, özeldir; kimse O'nun bilgisi gibi bir bilgiye sahip değildir. Şayet O'nun bir çocuğu olsaydı, elbetteki bunu en iyi bilen yine kendisi olurdu ve bunu gös­terirdi. Fakat böyle bir iddia ne aklî ne de vahyî ve naklî hiç bir delili bulun­mayan bir yalan ve iftiradır.

Özetle Yüce Allah çocuk sahibi olmadığını ifade etmektedir. Çünkü gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Bunlar ise O'nun evlâdı değildir. Zira evlât aynı cinsten bir erkek ve bir dişiden meydana gelir. Yüce Allah ile aynı türden hiç bir varlık yoktur ve hiç bir şey O'nun benzeri değildir. Çünkü Allah'ın dışında­ki bütün varlıklar O'na denk olamaz. Öyleyse nasıl olur da kendisine denk bir evlâdı bulunabilir?

O'nun evlâdı olmadığı sabit olduğuna göre, işte ey müşrikler, sözü geçen niteliklere, sıfatlara sahip olan Rabbiniz olan Allah'tır; kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, her şeyi yaratan, eşi ve çocuğu bulunmayan Allah'tır. Si­ze düşen, hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nun vahdaniyetini ikrar ve kabul etmeniz, O'ndan başka ilâh olmadığını, O'nun ço­cuğu, babası, eşi, benzeri olmadığını kabul etmenizdir. O'nun dışındaki her bir şey, mutlaka O'nun yaratığıdır ve mahlûkat kendisini yaratana ibadet etmeli­dir.

O bütün bu sıfatlarıyla birlikte her şeyi koruyup gözetendir (Hafız ve Ra-kîb'dir). Bütün yaratıkların işlerini düzenleyen, çekip çeviren, onla/ı rızıklan-dıran, geceleyin ve gündüzün onları koruyup muhafaza edendir.

Yani Allah'tan başka bir koruyucu yoktur; Allah'tan başka ihtiyaçları kar­şılayan hiç bir kimse yoktur.

Şanı yüce Allah'ı gözler asla kuşatıcı ve hakikatini bilecek şekilde ve ma­hiyette göremezler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Önlerindekini de, arkalarındakini de bilir; O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiç bir şeyi kavrayamazlar." (Bakara, 2/255). İbni Abbas der ki: Gözler dünyada O'nu idrak edemez, müminler ise ahirette O'nu görecektir. Çünkü Yüce Allah bu görmeyi şu buyruğunda bizlere haber vermektedir: "Yüzler var ki o gün apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdır." (Kıyâme, 75/22-23).

Yüce Allah gören gözleri kuşatıcı ve kapsayıcı bir şekilde görür. Bir göz kırpması dahi O'na gizli kalmaz. O'nun görüp bilmediği, O'na gizli kalan hiç bir şey yoktur. Özellikle burada "gözler" in söz konusu edilmesi ifadenin aynı cinsten devam etmesi içindir.

Bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "O gün yüzler vardır ki apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdırlar." (Kıyâme, 75/22-23) ayeti ve Yüce Allah'ın ru'yetine de­lâlet eden biraz sonra gelecek olan hadis-i şerifler ile tahsis edilmiştir. Veya şöyle denilebilir: İki ayet-i kerime arasında bir aykırılık yoktur. Çünkü Yüce Allah kendisinin ilimle kuşatılmasını nefyetmesi ilmin esasının nefyedilmesini gerektirmez. Aynı şekilde gözün bir şeyi idrak ve kuşatmasının nefyedilmesi o şeyin hiç bir şekilde görülemeyeceğini ileri sürmeyi de gerektirmez.

Buharî ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Şüp­hesiz sizler kıyamet gününde on dördünde Ay'ı gördüğünüz gibi ve önünde hiç bir bulut olmaksızın Güneş'i gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz." Mümin­ler Rablerini görecekler, kâfirler ise göremeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, şüphesiz o gün onlar Rablerin(i görmek) den perdelene-: eklerdir." (Mutaffifin, 83/15). Yüce Allah Latîf olandır, yani kullarına karşı yu­muşak davranandır. Habîr'dir, yani onların bütün hallerinden haberdar olandır. [206]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Cinleri O'na ortak yaptılar..." ayeti Arap müşrikleri hakkında nazil ol­muştur. Onların cinleri ortak yapmalarının sebebi ise, Yüce Allah'a itaat ettik­leri gibi cinlere de itaat etmeleridir. Ayet-i kerime, cinleri ortak yaparak Al­lah'a O'nun hakikatini bilmeksizin erkek ve kız çocuklar nispet eden müşrikle­ri bir azar ve kesin bir reddir. Müşrikler birkaç gruptur:

1- "Putlar, kullukta Allah'ın ortaklarıdır fakat yaratmaya, var etmeye ve tekvine güçleri yoktur" diyen puta tapıcılar.

2- Hz. İbrahim döneminde bulunan yıldıza tapıcılar. Bunlar, "Allah süfli ilemin (alt evrenin, dünyanın) idare işini onlara bırakmıştır" derlerdi.

3- Seneviyye yahut biri hayır işleyen, diğeri kötülük işleyen olmak üzere kâinatın iki ilâhı olduğunu söyleyen mecusiler.

Gerçek şu ki, bütün varlıklar sonradan yaratılmış, var edilmişlerdir. Son­radan yaratılan her bir şeyin mutlaka bir yaratıcısı ve bir var edicisi vardır. Bu ±3. Yüce Allah'tan başkası değildir.

Yüce Allah gökleri, yeri yoktan var eden ve yaratandır. O'nun nasıl olur da çocuğu olabilir? Hem O'nun eşi ve zevcesi yokken çocuğu nasıl olacaktır? O her şeyi yaratan, her şeyi bilen iken, nasıl çocuk ve eş edinir ki?

Yaratan, bütün yaratıkların işlerini düzenleyen, yönlendiren, tedbir eden, ibadete lâyık olan Allah'tır. Hiç bir mahlûk ibadete lâyık değildir.

Ahirette müminlerin Yüce Allah'ı görecekleri sabittir, fakat bu görme ku­şatıcı, kapsayıcı, hasredici bir şekilde olmayacağı gibi böyle bir keyfiyet de söz konusu değildir. Çünkü görülmesi mümkün (caiz) olmasaydı, Yüce Allah kendi azametini, "Gözler onu idrak edemez" diye övmezdi. Çünkü olmayan bir şeyin görülmesi de mümkün değildir.

Hülâsa, bu ayet-i kerimeler, şirki ve Allah'ın ortakları bulunduğunu nef­yetmekte, değişik taifeler ile müşriklerin asılsız iddialarını çürütmektedir. Zira Yüce Allah'ın ortağa ve evlâda ihtiyacı olmadığı bir çok delillerle sabittir. O gökleri ve yeri yoktan var eden (el-Bedi) dir. İbda ise bir şeyi daha önce bir ör­neği söz konusu olmaksızın meydana getirmektir. Onun eşi de yoktur. O her şe­yi yaratandır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Gözler O'nu kuşatıcı bir şekil­de görme imkânına sahip değildir. Çünkü O sonradan meydana gelmenin (hu-dus) özelliklerinden münezzehtir. Bunlardan birisi ise, diğer yaratıkların idrak edildiği gibi sınırlarının belirlenmesi ve kuşatıcılık anlamı ile idrâktir (yani O, bu şekliyle idrak edilmekten münezzehtir.)

İşte Yüce Allah bu sıfatlara sahip olan, ibadeti hak edendir. Bundan dolayı O, kendisine hiç bir ortak koşulmaksızın bir ve tek olarak ibadeti emretmiştir.

Peygamber (s.a )'in Rabbini İsra gecesinde ve dünyada görmesine gelince: Sahih kabul edilen o ki, mücerred gözle bu görme meydana gelmiş değildir. O Rabbini kalbiyle görmüştür, Hz. Cebrail'i de hakikati üzere görmüştür. İbni Abbas'tan gelen rivayete göre ise O'nu gözleriyle görmüş olup delili de Yüce Al­lah'ın şu buyruğudur: "Kalp onun gördüğünü yalanlamadı." (Necm, 53/11). [207]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/123.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/123.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/123.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/123-125.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/126.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/126.

[7] Râzî, XII/142.

[8] Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ve ondan eşini var edendir." (A'râf, 7/189); 'Sonra sizi sayıca daha da çoğalttık." (İsra, 17/6); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden" En'am, 6/1). Çünkü karanlıklar kesif olan maddî şeylerdendir, nur ise aydınlık saçan ateş­tendir.

[9] RâzîXII/100.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/126-128.

[11] Kurtubî, VI/386.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/128-130.

[13] Bu "sonra" değil, "önce" olmalıdır. Çünkü hem ilgili ayetlerden anlaşılan budur, hem de ilk insanın çamurdan yaratılması, büyük evrenin önceden yaratılmasını gerektirmektedir. Muhterem müellifin bu kelimeyi kullanması ya bir zuhül, ya da baskı hatası olmalıdır. (Çe­viren)

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/130-132.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/133.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/133-134.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/134.

[18] Râzî,XII/157.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/134-136.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/136-137.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/138-139.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/139.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/139.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/140-141.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/141-142.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/143.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/143.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/143-144.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/144.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/144.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/145.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/145.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/146.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/146.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/147-149.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/149-150.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/151.

[38] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 152.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/152.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/152.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/152-154.

[42] Râzî, XII/179.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/154-156.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/157.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/157.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/157-158.

[46] Râzî, XII/179.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/158.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/158-161.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/161-162.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/163.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/163.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/163-164.

[52] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 123.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/164-165.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/165.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/165-166.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/166.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/167.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/167.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/168.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/168-169.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/169-170.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/171.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/171.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/171-172.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/172.

[65] Taberî.VH/114.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/173-174.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/174-176.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/177.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/177.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/178.

[71] Livâ: Savaş halinde Mekke ordusunu temsilen Bayrak taşıma yetkisi. Sikâye: Hacılara su dağıtma, özellikle zemzemden yararlanmayı düzenleme. Hicâbe: Kabe'nin örtü ve kapısının muhafaza edilmesi.

Nedve: Parlamento başkanlığı ya da binasını ifade eden Dâru'n-Nedve'nin korunması, bakı­mı, yönetimi. (Çeviren)

[72] Vahidî, Esbabû'n-Nüzûl, 123; Suyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/178-179.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/179.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/179-182.

[75] Râzi, XII/204-205.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/182-184.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/185.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/185.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/185-186.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/186-187.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/187.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/188.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/188-189.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/189.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/189-191.

[86] Râzî, XII/221. Ayrıca bkz. 11/48-53.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/191-192.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/193.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/193-194.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/194.

[91] Bundan kasıt, insanda çokça görülen unutkanlık değildir. Burada unutmaktan kasıt, onla­ra hatırlatılan ve verilen öğütleri terk etmeleridir.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/194-196.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/196-197.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/198.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/198.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/199-200.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/200.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/201.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/202.

[100] Bir rivayette -Haris b. Amir, Karaza b. Abdi Ömer b. Nevfel şeklindedir.

[101] Bir rivayette de Subayh şeklindedir.

[102] Bir rivayette -Mikdâm b. Abdullah, Amr b. Amr Züşşimaleyn ve Mersed b. Ebi Mersed de­nilmektedir.

[103] Muhterem müellif burada, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın rivayetinde geçen "Bu ayet, ben, Abdul­lah b. Mes'ud ve dört kişi hakkında nazil olmuştur." Dediler ki..." ifadesindeki "diyenler"in kim olduğunu belirleyen zamirin ait olduğu kimseleri doğru tespit edememiş olması muhtemeldir. Kovulması istenenler Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer dört ki­şi olduğuna göre, bu istekte bulunanlar başkaları olmalıdır. Konuyla ilgili diğer rivayetlerde açıkça anlaşıldığı gibi, bunlar da Kureyş'in ileri gelenleridir. Buna göre kovulması istenen­ler bakımından rivayetler arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf bu sebeple nazil olan ayetlerin sı­nırlandırılmasına münhasırdır... Hem İbni Mes'ud'un Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerin­den olmadığı, İslâm'a ilk giren ve nispeten mustaz'af müminlerden olduğu çok iyi bilinen bir husustur. Yanılmayan yalnız Allah'tır ve onun koruduklarıdır. (Çeviren)

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/202-203.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/204.

[106] Zemahşerî, 1/507.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/204-207.

[108] Kurtubî, 1/289; VT/430.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/207-209.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/210.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/210.

[112] en-Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzul, 125; Kurtubî, VI/435.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/ 211.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/211.

[114] Râzî, XIII/2.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/211-212.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/212-213.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/214-215.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/215.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/215.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/215-217.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/217.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/218-219.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/219.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/219-220.

[125] Râzî, XIII/11.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/220-223.

[127] Yıldızm doğumu (nev')tan yerinin ağarması ile birlikte batıda, bir yıldızın düşmesi, bunun karşılığında aynı anda doğuda bir başka yıldızın doğmasıdır. Araplar yağmurları, rüzgârla­rı, sıcağı ve soğuğu bu kabilden düşen yıldıza izafe ederlerdi.

[128] Kurtubî, VII/2.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/223-225.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/226.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/226.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/226-227.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/227-228.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/229.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/229-230.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/230.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/230.

[138] Üstlerinden gelecek azaba dair birinci tevil, onun taş yağdırmak olduğu, altlarından gele­cek azabın tevili ise toprak parçalarının yerin dibine geçmesi şeklindedir. Üstlerinden gele­cek azabın ikinci tevili ise kötü önderler ve yöneticiler, ayaklarının altından gelecek azaba dair ikinci tevil ise hizmetçi ve ayak takımı kimselerin sebep olacakları sıkıntı ve musibet­lerdir. Bu, İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.

[139] Taberî, VII/142.

[140] Kuşatıcı bir musibet, açlık, kıtlık, sel baskını, sayha, sarsıntı, deprem ve rüzgâr gibi genel belâ ve musibetlerdir.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/230-233.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/234.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/235.

[144] Bu son paragraftaki açıklamalar bir sonraki bölümün "belagat" başlığında verilmektedir. Bu bölüm ile ilgili olduğundan buraya aktardık, (çeviren)

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/235-236.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/236.

[146] Taberî, VII/148; Râzî, XIII/25.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/236-237.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/237.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/237-240.

[150] Kurtubî, VII/12

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/240-241.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/242.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/242-243.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/243.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/243.

[156] Zemahşeri 1/512.

[157] İbni Kesîr, 11/146.

[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/243-246.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/246-247.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/248.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/248-249.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/249.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/250.

[164] İbni Kesîr, 11/151-152.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/250-253.

[165] Râzî, XIII/35.

[166] Râzî, XIII/35.

[167] Râzî, XIII/55-56.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/253-256.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/257-258.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/258.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/258-259

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/259-261.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/262.

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/263-264.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/264.

[175] Taberî, VII/175.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/264-269.

[177] İbni Kesîr, 1/585.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/269-271.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/272.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/272-273.

[181] Vahidi, Esbâbu'n-Nüzul, 125 vd.

[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/273-274.

[183] Râzî, XIII/72.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/274.

[184] İbni Kesir, 11/156.

[185] Zemahşeri, 1/516.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/274-278.

[187] Râzî, XIII/76.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/279.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/280.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/280-281.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/281-282.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/282.

[193] Zemahşeri, 1/517.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/282-285.

[195] Kurtubî, VII/39.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/285-286.

[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/287.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/288.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/288-289.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/289.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/289-293.

[202] İbni Kesir, 11/159.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/293-295.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/296.

[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/297.

[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/297-299.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/299-300.