104-
Muhakkak size Rabbinizden basiretler
(hakkı gösteren deliller) geldi. Eim görürse kendi lehinedir. Kim de
görmezse
kendi aleyhinedir. Ben üzerinizde bir bekçi değilim.
105-
İşte biz ayetleri böylece çeşitli şekillerde açıklarız. Ta ki onlar "Sen
okumuşsun" desinler ve biz de onu bilen kimselere apaçık bildirelim.
106-
Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. Kendisinden başka bir ilâh yoktur ve
müşriklerden yüz çevir.
107-
Eğer Allah düeseydi şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi
kılmadık, onların üzerine vekil de değilsin.
"Ta
ki onlar, sen okumuşsun, desinler" ifadesi takdirî bir fiile
atfedilmiştir. Takdir şöyledir: Biz ayetleri çeşitli şekillerde açıklıyoruz ki
inkâr etsinler ve sen okumuşsun desinler. Yani onlar nihayette inkâra ve böyle
bir şeyi söylemeye kadar ulaşsınlar. Nitekim Yüce Allah'm "Onu Firavun
hanedanı aldılar ki düşmanlık ve hüzünlerine sebep olsun." (Kasas, 28/8)
buyruğunda da (liyekû-ne) deki lâm harfi böyledir. Yani onlar Hz. Musa'yı
kendilerine düşman olsun diye almadılar. Kendileri için bir göz aydınlığı olsun
diye aldılar, fakat sonunda onların onu alması kendileri için bir düşmanlık ve
bir hüzün sebebi oldu.
[1]
"Rabbinizden
basiretler" ifadesinde mürsel bir mecaz vardır. İlişkisi sonuç itibariyledir.
Yani sonuca sebep adını vermek kabilindendir. Basiretlerden kasıt ise,
kendileri aracılığıyla gerçekleri görebildiğiniz delil ve belgelerdir.
"Görürse...
görmezse" ifadeleri arasında tıbâk vardır.
"Basiretler
ve görürse" kelimeleri arasında da iştikak bakımından cinas vardır.
[2]
"Basiretler"
yani apaçık deliller, belgeler, ayetler. Basiret, bir kaç anlama gelir: Kalbin
itikadı, kesin olarak sabit olan bilgi, ibret, ilmî hakikatlerin kendisi
vasıtasıyla idrak olunduğu güç gibi. Bunun zıddı ise maddî eşyanın kendisiyle
idrak olunduğu basar (görme)dır. "Kim görürse kendi lehinedir." Yani
kim bu basiretleri (hakkı gösteren delileri) idrak ederse ve iman ederse bu
görmenin sevabı kendisine ait olur. "Ben üzerinizde bekçi" yani
amellerinizin gözetle-yicisi "değilim", ben ancak bir uyarıcıyım.
"İşte
biz... böylece" sözü geçenleri açıkladığımız gibi, "ayetleri çeşitli
şekillerde açıklarız." Onları konuya uygun düşecek şekilde türlü türlü
açıklarız ki, ibret alsınlar "ta ki, sen okumuşsun, desinler." Yani
kâfirler sonunda böyle desinler. "Bunu ezberleyinceye kadar okumuşsun
yahut da sen geçmişlerin kitaplarım inceleyip bu Kur"an'ı da onlar
arasından alıp getirdin" desinler. Buradaki "okumuşsun=daraste"
kelimesiyle aynı kökten olmak üzere hadis-i şerifte de: "(Kâne yüdârisuhu
el-Kur'an)= Onu ezberleyinceye kadar Kur'an-ı Kerim'i onunla karşılıklı
müzakere ederdi" denilmektedir. "Müdârese" kökünde çokça okumak
suretiyle rahatça okuyabilir (seviyesine) gelmek anlamı da vardır.
"Biz
seni bekçi (hafız)" amellerinin karşılığını verecek gözetleyici
"kılmadık." "Onların üzerine vekil de değilsin." İşleri
sana havale edilmiş ve o bakımdan onları imana mecbur etmek durumunda
değilsin.
[3]
Yüce
Allah birliğine, kudret ve ilminin mükemmelliğine dair delilleri açıkladıktan
sonra yine İslâm daveti, risalet ve peygamberin Rabbinin vahyini tebliğ etmesi
hususunu ele almaktadır.
[4]
Ey
İnsanlar! Size basiretler gelmiş bulunuyor. Bunlar ise Kur'an'ın ihtiva ettiği
apaçık delil ve belgelerle Allah Rasulünün getirdiği sizlere karşı gerçek
akideyi ispatlayan, hayatın doğru düzenini ortaya koyan, toplumun genel düzen
yasasını (anayasasını) ahlâk ve azabın esaslarını beyan eden aklî ve naklî
belgelerin tümüdür.
Her
kim hakkı görür de iman ederse kendi lehinedir. Kim hakka karşı kör olur,
sapıtır ve hak yoldan yüz çevirirse kendi aleyhine suç işlemiş olur. Yüce
Allah'ın şu ayetlerinde olduğu gibi: "Kim hidayet bulursa kendi lehine
hidayet bulur, kim de sapıtırsa mutlaka kendi aleyhine sapıtır." (Yunus,
10/108); "Kim salih bir amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük işlerse
aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).
Yüce
Allah'ın, "Kim de görmezse kendi aleyhinedir" buyruğunun anlamı,
vebali kendisine aittir, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:
"Gerçek şu ki asıl gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör
olur." (Hacc, 22/46).
"Ben
üzerinizde bir bekçi değilim." Yani ben sizin üzerinizde bir koruyucu ve
bir gözetici değilim. Ben sadece bir tebliğ edici, bir uyarıcıyım. Allah da
dilediğine hidayet verir, dilediğini saptırır.
"İşte
biz ayetleri böylece çeşitli şekillerde açıklarız." Bu surede tevhidini
açıklayıp Allah'tan başka ilâh olmadığının delillerini ayetlerde çeşitli şekillerde
açıkladığımız gibi, işte biz ayetleri bu şekilde açıklar ve her yerde geniş geniş
beyan ederiz. Buna sebep ise cahillerin bilgisizliğidir. Bu cahillik, müşrik ve
yalancıyı kâfirlerce "Sen bunu başkasından okudun, başkasından
öğrendin" ve "Ey Muhammedi Sen bu dersi senden önce Kitap Ehli'nden
okudun, onlardan öğrendin, bu Allah tarafından gelmiş bir vahiy değildir"
şeklindeki iftira ve itirazlarla ortaya konmuştur.
Yani
ayetlerin etraflıca açıklanması ve konuma göre farklı şekillerde tekrar edilmesinin
belli hedefleri vardır:
1- İman istidadına sahip bulunanlar hidayet bulsunlar.
2- İnkarcı ve inatçılar, "Sen bunu ancak başkasından öğrendin ve
başkası sana bunu okuttu, bu senin iddia ettiğin gibi bir vahiy değildir"
desinler diye Onlar Resulullah (s.a.)'m Kur*an-ı Kerim'i Arap olmayan ve
Bizanslı bir demirci köleden öğrendiğini iddia ediyorlardı. Bu kişi Mekke'de
kılıç yapımıyla uğraşırdı. Adı Kays idi. Nitekim Yüce Allah bunu bize şöyle
bildirmektedir: "Andol-sun biz onların, "Ona ancak bir insan
öğretiyor," dediklerini biliyoruz. İnkâra saparak o ileri sürdüklerinin
dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arapça bir dildir." (Nahl, 16/103).
3- "Biz de onu bilen kimselere apaçık bildirelim", yani hakkı
bilen ve ona tabi olan, batılı bilen, ondan uzak duran bir topluluğa onu
açıklayalım diye. Açıklamak (beyân), ancak Kur'an'ın muhtevası ve delil olduğu
şeyler üzerinde basiretlerini kullanan idrak sahibi ilim ehline faydalı olur.
Üzerinde düşünmek suretiyle Kur'an-ı Kerim'in gerçek mahiyetini ve onun delillerini
açıkça onlar görüp anlayabilirler. Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini anlayamayan
bilgisizler ise ondan yararlanamazlar.
Daha
sonra Yüce Allah, Rasulüne ve vahye uymak, müşriklerden de uzak durmak
suretiyle tabi olan kimselere şu buyruğu ile şöyle bir emir vermektedir:
"Rabbinden sana vahyolunana tabi ol..." Yani sen ona uy, onun iznini
takip et, onun gereğince amel et. Rabbinden sana gelen vahiy tartışılmaz
gerçeğin kendisidir. Çünkü ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Müşrikleri ise
affet, eziyetlerine katlan ve onlara karşı sabırlı ol. Ta ki Allah lehine
hükmünü verip onlara karşı sana zafer ve yardımını versin.
Şayet
Allah dileseydi müşrikler ortak koşmazlardı. Fakat dileyip seçtiği şeylerde O
hikmet sahibidir ve dilediğini yapma hakkına sahiptir. Yaptığından
sorgulanamaz, asıl mükelleflerdir sorumlu tutulan. Onların sapıklıkta
kalma-larmdaki hikmeti kendisi bilir. Eğer O dileseydi, bütün insanlara, imana
isdidatlı olarak yaratmak suretiyle hidayet verirdi. Fakat O, insanları küfre
istidatlı olarak da yaratmıştır. Bunun sonucunda da amellerinde tercihte
bulunma hürriyetini onlara bağışlamıştır.
"Biz
seni onların başına bir bekçi kılmadık." Yani biz seni söz ve amellerini
belgeleyip tespit eden bir kişi kılmadığımız gibi, onların rızıklannı sağlamakla,
işlerini görmekle ve meselelerinde tasarrufta bulunmakla görevli bir kimse de
kılmadık.
Yani
sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Emri altındakileri kahredici kralların
niteliği sende yoktur. Sen müjdeleyicisin, uyarıcısın. Onları cezalandıracak
amellerinin karşılığını verip hesaba çekecek olan ise Allah'tır.
[5]
Gördüğümüz
Kur'an-ı Kerim ayetleri, risaletin ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin
doğruluğuna delâlet eden apaçık belge ve delillerdir. Bu ayetlerin ifadesine
göre onun görevi tebliğ ve uyarmaktır. Yoksa zorlamak, baskı altında tutmak ve
mecbur etmek değildir. İnsanların amellerinin gözetleyicisi olmak da değildir.
Kim hakkı görür, İslâm ve Kur'an çağrısına iman ederse kendi lehine ve nefsine
yararlı bir iş yapmış olur. Kim Kur'an'a karşı kör olursa, bunun vebali de
kendisinedir ve kendisine zarar vermiş olur.
Yüce
Allah'ın bu surede vaad, tehdit, öğüt ve uyarı gibi yöntemlerle ayetleri çeşit
çeşit açıkladığı gibi, başka yerlerde de yine değişik şekillerde açıklaması
O'nun lütfudur. Böylece ibret ve öğüt almak mümkün olsun, müşrikler susturucu
delillerle hakkı kabul etmek zorunda kalsınlar. Ve onlar, "Sen bunu
okumuşsun" desinler diye. Yani nihayet, "Sen bunu okudun"
desinler diye biz ayetleri çeşit çeşit, türlü türlü açıkladık. Diğer taraftan
bilen, anlamlarını idrak edip muhtevasını, maksadını takdir edip
değerlendirebilen bir topluluk için de hakkı açıklamak maksadıyla ayetleri
çeşit çeşit beyan ettik.
Allah'ın
Rasulü davetini ve ilâhî risaleti tebliğ etmekle emrolunmuştur. Kâfirlerin onu,
Kur'an-ı Kerim'i uydurup başkasından okumakla itham etmelerinden sonra, böyle
bir emrin verilmesinden kasıt, kalbini pekiştirip güçlendirmek ve böyle bir
itham dolayısıyla onda baş gösteren hüzün ve kederi izale etmektir. Ta ki
kâfirlerin söyledikleri sözler daveti tebliğde gevşeklik göstermesine sebep
teşkil etmesin.
Yine
Allah Rasulü tebliğ görevini yerine getirdikten sonra müşriklerden yüz
çevirmekle emrolunmuştur. Allah dileseydi onları şirk koşmayan muvah-hid ve
mümin kimseler kılmaya kadirdir. Resulullah (s.a.)'ın onların amellerini
gözetme görevi olmadığı gibi, din ve dünyalarında onların faydalarına olan işleri
gerçekleştirmekle de vekil kılınmış değildir. Onun bütün görevi tebliğdir. Ta
ki bunun sonucunda imanı istekle kabul etme ve kendi tercihleriyle seçme
hürriyetini onlara bıraksın. Yüce Allah peygamberine şöyle diyor gibidir: Kâfirlerin
beyinsizce sözlerine iltifat etme, aldırma. Onların küfürde ısrarları sana ağır
gelmesin. Çünkü ben onların küfürlerini izale etmeyi dileseydim elbette buna
gücüm yeterdi, fakat ben küfürleriyle onları başbaşa bıraktım; o bakımdan
onların söyledikleri sözler senin kalbinde yer etmesin, seni uğraştırmasın.
Yüce
Allah'ın, "Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı" buyruğu, Allah'ın
onların zorlama, baskı ve mecburiyet sonucu imana gelmelerini dilemediği anlamındadır.
Allah'ın dilemesi de sevap kazanmayı ve övülmeyi gerektiren, kendi istekleri
ile iman etmelerini dilemek şeklinde anlaşılmalıdır.
[6]
108-
Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a haddi aşarak
ve bilgisizce söverler. İşte böylece her ümmete amellerini hoş gösterdik.
Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını
haber verecektir.
109-
Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler: "Eğer kendilerine bir ayet
gelirse andolsun ona mutlaka iman edecekler." De ki: "Ayetler ancak
Allah'ın indindedir." O ayet geldiği zaman da ona yine iman
etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?
110-
Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini ve yüzlerini çeviririz
ve kendilerini azgınlık içinde şaşırmış oldukları halde terk ederiz.
"O
ayet geldiği zaman da ona yine iman etmeyeceklerinin farkında değil
misiniz?" buyruğundaki (ennehâ) kelimesi, üstün olarak okunursa bunun iki
türlü açıklanması mümkündür:
İlki
bunun ihtimal bildiren (la'alle) anlamına gelmesidir. O zaman takdiri şöyle
olur: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Belki ayetler geldiği
takdirde iman etmeyeceklerdir. Arapçada bu edat bu anlamda kullanılır.
İkincisi,
bu kelime 'farkındasınız' kelimesiyle nasb mahallindedir. Diğer taraftan (lâ)
olumsuzluk edatı zaiddir, takdiri şöyle olur: Ayetler geldiği takdirde onların
iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?
Söz
konusu edatın hemzesi esreli okunur (innemâ) ise bu mübteda kabul edilir ve
Yüce Allah'ın "ve-mâ yüş'iru küm"buyruğunun sonunda da vakıf yapar
ve oradaki (mâ) da soru edatı kabul edilir. O zaman bunun ifadesi şöyle olur:
Siz imana geleceklerini nereden fark edebiliyorsunuz? Burada bu "ma"
edatının şu takdirde nefiy edatı olması mümkün değildir: Allah onların iman
ettiklerini size fark ettirmez. Çünkü Yüce Allah bizlere bu buyruğunda onların intan
etmeyeceklerini buyurmuştur: "Eğer biz onlara gerçekten melekleri
gön-derseydik, ölüler de kendileriyle konuşsalardı, her şeyi de onlara karşı
getirip toplasaydık onlar -Allah dilemedikçe- yine iman etmezlerdi."
(En'âm, 6/111).
"Ona
ilk defa iman etmedikleri gibi" ifadesindeki ilk defadan kasıt dünyada
oldukları zamandır.
[7]
"Allah'tan
başka çağırdıklarına" yani Allah'tan başka dua ve ibadet ettikleri
putlarına "sövmeyin". Burada putlardan akıl sahibi varlıklar için
kullanılan "el-lezîne" kelimesi, kâfirlerin putları hakkındaki
inançları farz-ı muhal yerinde kabul edilerek kullanılmıştır.
"Sonra
onlar da haddi aşarak" yani haksızlıkla ve zulümle, "bilgisizce"
Allah'ı bilmedikleri halde "söverler". "İşte her ümmete
böylece" yani bunlara üzerinde bulundukları hali süslü gösterdiğimiz
gibi. "Her ümmete de böylece amellerini hoş gösterdik." Yani hayır
ve şer türünden yaptıklarını güzel gösterdik. Onlar da bu işleri bu sebeple
yaptılar.
"Nihayet
ahirette dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını
haber verecektir." Yaptıklarının karşılığını onlara verecektir. "Var
kuvvetleriyle" yani bu konuda bütün güçlerini ortaya koyarak,
"Allah'a şöyle yemin ettiler." Mekke kâfirleri "bir ayet"
yani gösterilmesini teklif ettikleri bir mucize; "gelirse... ona mutlaka
iman edecekler." "Farkında değil misiniz?" bu ayetler geldikleri
takdirde onların iman edeceklerini nerden biliyorsunuz? Yani siz bunu yani İman
edeceklerini bilmezsiniz. Çünkü Yüce Allah'ın ilminde böyledir.
"Biz,
ona ilk defa iman etmedikleri gibi" yani indirilen ayetlere ilk defa
inanmadıkları gibi; "onların kalplerini ve gözlerini çeviririz."
Kalplerini haktan çeviririz, onu anlayamazlar. Gözlerini de oradan kaydırırız,
onu göremezler ve iman etmezler. "Ve kendilerini azgınlıkları" sapıklıkları
"içinde şaşırmış oldukları halde" tereddüt içerisinde "terk
ederiz."
[8]
"Allah'tan
başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." mealindeki 108. ayetin nüzulü ile
ilgili olarak Abdürrezzak şöyle demektedir: Bize Ma'mer, Katâde'den haber vererek
dedi ki: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Kâfirler de buna
karşılık Allah'a sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan başka
çağırdıklarına sövmeyiniz..." ayetini indirdi. Vâhîdî'nin Katâde'den naklettiği
ibare ise şöyledir: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Bu sefer
onlar da Müslümanlara karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah'ı
tanımayan cahil bir topluluğun, rablerine küfretmelerine sebep teşkil
etmelerini yasakladı.
İbni
Abbas, el-Vâlibî'den gelen rivayete göre şöyle demektedir: Kâfirler dediler
ki: Ey Muhammed! Ya putlarımıza sövmekten vazgeçersin ya da biz de Rabbini
hicvedeceğiz. Yüce Allah Müslümanlara onların putlarına sövmelerini yasaklayarak
onların da bilgisizce ve hadlerini aşarak Allah'a sövmelerini önlemiş oldu.
"Var
kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." mealindeki 109. ayetin nüzulü
ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî de Muhammed b. KaTb, el-Kurazî'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Kureyşlilerle konuştu, onlar da
şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bizlere Musa ile birlikte bir asanın bulunduğunu
ve asayı taşa vurduğunu, İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud kavmine
(Salih'in) dişi deveyi mucize olarak gösterdiğini söylüyorsun. Haydi sen de,
seni tasdik edebilmemiz için bir takım mucizeler göster." Bunun üzerine
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlere nasıl bir mucize göstermemi
arzuluyorsunuz?" Onlar, "Safa'yı bize altına dönüştür" deyince,
Resulullah (s.a.), "Peki, bunu yapacak olsam beni tasdik eder
misiniz?" diye sordu. Onlar, "Allah'a yemin ederiz, evet"
dediler. Resulullah (s.a) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail geldi, ona şöyle
dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa altın oluverir, fakat o takdirde tasdik
etmeyecek olurlarsa şüphesiz biz de onları (toptan imha edecek şekilde)
azaplandıracağız. Arzu ediyorsan aralarında tevbe edecek olanlar tevbe etsin
diye, onları bırak." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) "Hayır,
aralarından tevbe edecekler tevbe edinceye kadar onları terk ediyorum"
dedi. Yüce Allah da, "Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin
ettiler..." buyruğundan itibaren 115. ayetin sonuna kadar inzal buyurdu.
[9]
Ayet-i
kerime, daha önce geçen müşrikerin Allah'ın peygamberine söyledikleri,
"Sen bu Kuran-ı Kerim'i başkalarıyla okuyup öğrenmen ve onlarla müzakere
etmen sonucunda derleyip toparladın" demeleriyle alâkalıdır. Böyle bir
durumda bazı Müslümanların böyle bir şeyi işittikleri için hiddetlenmeleri ve
bunun üzerine karşılık vermek üzere kâfirlerin putlarına sövmeleri uzak bir
ihtimal değildir. Bunun üzerine Yüce Allah böyle bir işi burada yasaklamaktadır.
Çünkü onların tanrılarına sövüldüğü takdirde belki onlarda, Yüce Allah'tan
yakışık olmayacak şekilde söz edebilirler.
[10]
Yüce
Allah Rasulüne ve müminlere, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi -bunda maslahat
olsa dahi- yasaklamaktadır. Çünkü onlara sövmekten, bu maslahattan daha büyük
bir mefsedet ortaya çıkabilir. O da müşriklerin müminlerin ilâhına sövmek
suretiyle karşılık vermeleridir. Halbuki O, "Kendisinden başka ilâh
olmayan Allah'tır." Nitekim İbni Abbas da böyle demiştir.
Ey
Müslümanlar! Müşriklerin Allah'ı bırakarak dua edip tapındıkları ilâhlarına
sövmeyiniz. Çünkü belki bu müşriklerin, Yüce Allah'ın kadir ve azametini
bilmediklerinden dolayı müminleri daha bir öfkelendirmek için sövmek-te haddi
aşarak, haksızlığa ve zulme saparak, Yüce Allah'a sövmelerine sebep teşkil
edebilir. İşte bu şunu da göstermektedir ki, itaat yahut maslahat eğer bir masiyete
veya mefsedete götürüyor ise terk olunur. Yüce Allah Musa ve Harun'a Firavun
ile konuşmaları esnasında yumuşak olmalarını emretmiştir: "Siz ona yumuşak
söz söyleyin. Olur ki öğüt alır, yahut (Allah'tan) korkar." (Tâ-Hâ,
20/44).
Yüce
Allah bu topluluğa putlara sevgi beslemeyi, onların yardımına koşmayı süslü
gösterdiği gibi, her bir ümmete de küfür ve sapıklık gibi kötü emellerini
süslü göstermiştir. Yani bu, Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünnetidir.
Onlar taklit ve bilgisizlik üzre yahut bilgileri olduğu halde ve inattan dolayı
izledikleri âdet ve geleneklerini güzel görürler. Allah da böylelerini kendi
halleriyle başbaşa bırakır.
Bu
süslü gösterme, herhangi bir zorlama veya cebr söz konusu olmaksızın onların
tercihlerinin bir neticesidir. Yoksa Allah, diğer müminlerin kalplerinde imanı
ve hayrı süslü gösterdiği gibi, bunların da kalplerinde küfür ve şerri süslü
görmeyi yarattığından dolayı böyle değildir. Aksi takdirde iman, küfür, hayır
ve şer doğuştan gelen kevnî bir durum olur. Artık böyle bir durumdan sonra
müşrikleri düzeltmeye yapılacak çağrı bir çeşit abes iş olur ki, Allah
böylesin-den münezzehtir. Değilse, sevap, ceza, peygamberlerin gönderilmesi ve
kitapların indirilmesi de anlamsız bir iş olur, adaletin gereği bir şey
olmaktan çıkardı.
Dünya
hayatında onlar kendi halleriyle başbaşa bırakılmışlardır, ancak ölümün
akabinde ve diriltilecekleri vakit rablerine ve işlerinin mutlak malikine
döndürüleceklerdir, başkasına değil. O da amellerinin karşılıklarını onlara
verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer. Bu ise bir uyarı ve tehdittir.
Bu
müşrikler Allah'ın adıyla öyle tekit edilmiş yeminlerde bulundular ki, bundan
daha güçlü yemin adeta olmaz: Andolsun ki eğer kendilerine maddî bir mucize ve
kendilerinin teklif ettikleri kevnî ayetlerden harikulade bir mucize gelecek
olursa, şüphesiz onun Allah tarafından geldiğini senin de Allah'ın rasu-lü
olduğunu tasdik edeceklerdir. Bu, onların inatçı bir kavim olduklarına işarettir.
Çünkü onlar bu Kur'an-ı Kerim'in mucize özellikli olduğunu hiç bir şekilde
görmüyorlardı. Onların hedefi ise ancak mucize talebinde bulunmak suretiyle
tahakküm etmekten başka bir şey değildi.
Ey
Muhammed! Doğru yolu bulmak ve bu yolun kendilerine gösterilmesi amacıyla değil
de işi yokuşa sürmek, inat ve küfür maksadıyla senden mucizeler isteyen şu
kimselere de ki: Bu mucizeyi göstermek Allah'a aittir. Bunları göstermeye gücü
yeten O'dur. Dilerse bu mucizeleri size gösterir, dilerse sizi halinize bırakır
ve O, ancak hikmet gereği onları indirir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ın izniyle olmadıkça hiç bir peygamberin kendiliğinden
bir ayet (mucize) getirmesi mümkün değildir." (Mü'min, 40/78)
Daha
sonra Yüce Allah, peygamberine iman etmeleri için müşriklerin teklif
ettiklerinden bir mucizenin getirilmesini temenni eden müminlere şöyle hitap
etmektedir: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Yani bu mucizelerin
onlara gösterildiğini var saysak dahi, bunlar yine de kendilerine mucize
geldiğinde iman etmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri onların iman etmeyeceklerini
bilmektedir: Ben biliyorum ki, onlara bu ayetler geldiği takdirde onlar iman
etmeyeceklerdir, siz ise bilmiyorsunuz.
"Biz
ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini çeviririz." Kalplerini
hakkı idrak etmekten, imam kavramaktan, gözlerini de O'nu görmekten çevireceğiz.
Kendileriyle o hak arasına engel olacağız, onlar da onu idrak edemeyecekler.
Onlara her türlü ayet (mucize) gelecek olsa dahi yine iman etmeyeceklerdir.
Nitekim ilk defa kendilerine Kur"an-ı Kerim ve daha başka, karşı koymakta
acze düştükleri bir çok mucizeler geldiği vakit de kendileriyle iman arasına
engel koymuştuk. Buna sebep ise onların gerçekleri idrak etmekten büsbütün yüz
çevirmiş olmalarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz
onlara gökten bir kapı açsak ve ondan yukarı çıksalar elbette "Şüphesiz
bizim gözlerimiz döndürüldü. Hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir^
Hicr, 15/14-15).
Gerçek
şu ki, KuVan-ı Kerim'de yer alan aklî ve ilmî delillerin ikna etmediği bir
kimseyi gözüyle göreceği maddî mucizelerde ikna etmeyecektir.
Aynı
şekilde siz, onları azgınlıkları içerisinde bırakmayacağımızı nereden
biliyorsunuz? Yani biz onları kendi hallerine bırakacağız. Tuğyandan, azgınlık
etmekten yani hadlerini aşmaktan onları alıkoymayacağız. Onları işittikleri ve
gördükleri ayetler hususunda, taşkınlıkları içerisinde şaşkın ve tereddüt içerisinde
bırakacağız. Acaba bu apaçık bir gerçek midir, yoksa aldatıcı büyü müdür diye
karar veremeyecekler.
[11]
Müminler
kâfirlerin açtıkları yollarda yürümekten, onlarla karşılıklı sövüşmekten,
çirkin sözler söylemekten -fesat yollarını tıkamak ve fesada düşmekten
alıkoymak kastıyla- nehyolunmuşlardır. Her ne kadar ortada umulan bir maslahat
varsa ve sevap kastedilse dahi onların ilâhlarına sövmek yasaklanmıştır. Çünkü
bunun böyle olacağı ihtimali azdır. En büyük fayda dahi Allah'a sövmek gibi en
büyük cürmün yanında daha basit kalır. Bundaki mefse-det daha büyüktür. Bu aynı
zamanda ahlâkî bir güzellik, Allah'ı tanımaktan, O'nu takdis etmekten yana bomboş
olan beyinsizlerin etkisine kapılmaktan uzak olurmak ve onların hidayetine
müsait ortam hazırlamaktır.
İlim
adamlarının belirttiği gibi bu ayet-i kerimenin hükmü, ümmet arasında her
halükârda bu geçerliliğini korumaktadır. Kâfirler güçlü oldukları için,
İslâm'ın ve Müslümanların egemenliğine boyun eğmemişlerse ve onların, İslam'a
peygambere ve yüce Allah'a sövmesinden korkuluyor ise, Müslüman bir kimsenin
onların haçlarına, dinlerine, mabetlerine sövmemesi, böyle bir sonucu veren
şeylere kalkışmaması gerekir. Çünkü bu masiyete teşvik edici bir fiil
ayarındadır.
Bu
aynı zamanda bir çeşit ateşkes gibidir. Seddü'z-zeraî (bizzat kötü ve günah
olmasa da kötülüğe ve günaha giden yol açan hususların engellenmesi) gereğince,
hüküm vermenin sonucudur. Yine ayet-i kerimede hak sahibinin, eğer dinde zarara
götürecek olur ise, hakkı olan şeyden vazgeçebileceğine de delil vardır. Bu
anlamda da Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Akrabalık bağının koparılması korkusuyla akrabalar arasında kesin ayırıcı
hüküm vermeyiniz." İbnü'l-Arabî der ki: Eğer hak vacip bir hak ise onu her
halükârda alır, eğer caiz bir hak ise işte o zaman onun hakkında bu söz
söylenebilir.
[12]
Ayet-i
kerimenin medlulünü pekiştiren bir diğer delil de Resulullah (s.a.)'ın Buharî,
Müslim ve Ebu Davud'un rivayetine göre Abdullah b. Amr yoluyla bize ulaşan şu
hadisidir: "Kendi anne babasına söven kişiye Allah lanet eylesin. Ey
Allah'ın rasulü, kişi nasıl olur da kendi anne babasına söver? denildi.
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bir başkasının babasına söver, o da onun
babasına söver; bir başkasının annesine söver, o da onun annesine söver."
İbnü'l-Arabî der ki: Yüce Allah Kitab-ı Keriminde haram olan bir işe götürecek
caiz bir işin yapılmasını yasaklamaktadır. Malikîler Seddü'z-zeraî'de bu hadisi
delil alarak kullanmışlardır. Bu ise zahiren caiz olup haram bir şeye götüren
veya harama götürmesi mümkün olan her bir akittir.
İnatçı
müşrikler veya onların dışındakiler kendilerine ne kadar ayet ve mucize gelse
dahi asla iman etmezler. Kureyş müşrikleri Resulullah (s.a.)'tan maddî
mucizeler istemişler ve bunlar gerçekleştiği takdirde iman edeceklerine dair
yemin etmişlerdir. Şanı yüce Allah ise buna dair yemin etmelerine rağmen,
onların bu mucizeler gerçekleşse dahi iman etmeyeceklerini bize açıkça ifade
etmektedir.
[13]
111-
Eğer biz gerçekten onlara melek indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve
her şeyi karşılarına topla-
saydık,
Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu
cahillik ediyorlar.
112-
İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin
dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak.
113- Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona
meyletsin, ondan hoşlansınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye.
"Eğer
Rabbin dileseydi..." Burada Allah'ın dilemesi rububiyeti ile ilgili olarak
söz konusu edilmiştir. Peygamber (s.a.)'e ait olan zamir ise, onun makamının
şerefine, ona gösterilen değere işaret olduğu gibi, aynı zamanda gönlünü hoş
tutup ona teselli vermek içindir.
[14]
"Her
şeyi karşılarına toplasaydık", karşılıklı olarak, yüz yüze ve birbirlerini
görecek şekilde toplasaydık... "İnsan ve cin şeytanlarını düşman
yaptık." Burada sözü edilen şeytanlar azgın ve isyankâr olanlardır. İbni
Abbas der ki: Cin ve insanlardan azgın ve isyankâr olan herkes bir şeytandır.
"Düşman" kelimesi, "dostun" zıddı olup bir kişi için,
topluluk için, erkek ve dişi için de bu şekilde kullanılır, "aldatmak
için" yani, batıl yere kandırmak için. "yaldızlı sözler"
hakikatleri vehimlere dönüştüren süslü püslü söz demektir. Zuhruf (yaldız ve
süs) her türlü süs hakkında kullanılır. Kadınların altın kullanması, bahçe ve
başka şeylerdeki gül ve çiçek vb. süs bitkileri gibi "fısıldarlar"
yani şeytan o sözleri vesvese yoluyla telkin eder. Burada sözü geçen fısıldamak
(vahiy), gizlice işaret etmek gibi hızlıca ve gizli bir şekilde bildirmek
demektir. "Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak", kâfirleri
kendilerine süslü püslü gösterilen küfür ve başka halleriyle başbaşa bırak.
"Ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin" kulak versin, onu
beğenip ona yönelsin "... diye." Burada kendisine meyledileceğinden
söz edilen şey yaldızlı sözlerdir. 'Ve yapacaklarını yapsınlar" yani, ne
tür şeyler kazanacaklarsa kazansınlar.
[15]
İbni
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mekke kâfirlerinden ve önderlerinden bir grup
Resulullah (s.a.)'m yanma gelip ona şöyle dediler: "Senin Allah'ın
peygamberi olduğuna şahitlik etmek üzere bize melekleri göster yahut da bizden
ölmüş bir takım kimselerin dirilmesini sağla ki, onlara senin söylediklerin hak
mıdır, batıl mıdır diye soralım; yahut da sen Allah'ı ve melekleri karşımıza
getir, gözümüzle görelim..." dediler. Bunun üzerine ayet-i kerime nazil
oldu.
[16]
Buradaki
açıklamalar daha önce geçen Yüce Allah'ın "O ayetler geldiği zaman da
onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz?" (En'am, 6/130)
buyruğunda toplu olarak sözü edilen ifadelere dair bir açıklamadır. Burada da
Yüce Allah şunu açıklamaktadır: Şayet onların istedikleri şekilde melekler
indirilecek ve kendileriyle konuşacak şekilde ölüler diriltilecek olsa ve hatta
bundan daha da ileri bir şekilde her şey karşılarına toplanıp bir araya
getirilerek Resulullah (s.a.)'m doğruluğuna tanıklık etseler dahi, sapıklıkta
az-gınlaşmış oldukları için -Allah'ın dilemesi hali dışında- yine iman etmezler.
[17]
İbni
Abbas Yüce Allah'ın, "Eğer biz onlara gerçekten melekleri
indirsey-dik..." buyruğu hakkında şöyle demektedir: İşte bu şekilde iman
etmeyeceklerinden söz edilen kimseler bedbaht kimselerdir. Daha sonra Yüce
Allah, "Allah dilemedikçe" diye buyurmaktadır ki burada sözü
edilenlerden kasıt, Yüce Allah'ın ezelî bilgisinde imana girecekleri malum
olan mutlu kimselerdir.[18]
Ayet-i
kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin
eden ve "Andolsun kendilerine bir ayet (mucize) gelecek olsaydı mutlaka
ona iman edeceklerdi" diyen bu kimselerin isteklerine olumlu karşılık
vererek melekleri indirseydik ve bu melekleT kendilerine Hz. Mııhammed'in
ri-saletini haber verip tasdik edecek olsalardı müşrikler yine de iman etmeyeceklerdi.
Bu hususla ilgili Yüce Allah şu ayetlerinde bilgi vermektedir: "Yahut Allah'ı
ve melekleri karşımıza getirirsin." (İsra, 17/92); "Ve dediler ki:
Allah'ın peygamberlerine verilenlerin benzerleri bize de verilmedikçe asla iman
etmeyiz." (En'am, 6/124). Evet, bütün bu istekleri yerine getirilmiş
olsaydı yine de onlar Resulullah (s.a.)'a ve Kur'an-ı Kerim'e iman
etmeyeceklerdi.
Diğer
bir ifade ile: Şayet bizler onlara melekleri indirsek ve onlar bunları
gözleriyle görseler ve meleklerin Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitliklerini
duysalar, hatta ölüler diriltilip onlarla konuşsalar ve "atalarınızı
getirin" (Duhân, 44/36) ifadesinde geçtiği şekilde istekleri üzere
melekler onlara peygamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu haber verseler,
sonuç yine değişmeyecektir. Ayrıca bizler, bütün delil ve mucizeleri toplayıp
bir araya getirsek ve bunlar da, peygamberlerin getirdikleri mesajların
doğruluğunu kendilerine haber verecek olsalar, yine iman etmeyeceklerdi; esasen
bunlarda tasdik etmek için gerekli istidad da bulunmamaktadır. Çünkü bunlar
ayet ve mucizelere dikkatle ve ibret alıcı gözle bakmıyorlar. Aksine düşmanlık
ve alaycı gözüyle bakmaktadırlar. Onlar, Allah dilemedikçe iman etmezler. Yani
onlar bu niteliklerini sürdürdükleri ve bunun üzerinde direndikleri sürece
iman etmeyeceklerdir. Ancak Allah'ın dilemesi, bu niteliklerini izale etmesi
hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah onları hidayete iletmeye de kadirdir.
Fakat Yüce Allah onlara her türlü hayır yolunu açıkça gösterdikten ve Kur"an-ı
Kerim'in hidayetiyle yararlanma imkânını verdikten sonra onları kendi
halleriyle başbaşa bırakır.
O
halde Yüce Allah'ın "... yine de inanacak değillerdi" buyruğundan
kasıt, kendi irade ve istekleriyle imana girmeyeceklerini bildirmektir.
"Allah dilemedikçe" buyruğundan kasıt ise, ihtiyarî iman etmektir,
yoksa ıztırarî (mecbur tutularak sahip olunan) iman değildir. Nitekim Razî
şöyle demektedir: Çünkü müstesna olan şeyin, kendisinden istisna yapılanın
cinsinden olması icap eder. Baskı sonucu ve mecburiyet altında gerçekleşen iman
ise ihtiyarî (kişinin tercihi ile) yapılan iman cinsinden değildir.
[19]
Fakat
iman etmenin de, küfre sapmanın da ellerinde olduğunu, diledikleri vakit iman
edip dilediklerinde küfre sapacaklarını kabul eden müşriklerin çoğunluğu
bilgisizlik göstermektedirler. Çünkü bu onların sandıkları gibi değildir.
Ancak Yüce Allah'ın hidayet verip de bu konuda kendisine başarı ihsan ettiği
kimse iman eder ve hidayete erdirme hususunda yardımını esirgeyip sapıklıkta
bıraktığı kimse de küfre sapar. Taberî'nin görüşüne göre ayetin anlamı budur.
[20]
Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.
Zemahşerî'nin
görüşü ise şöyledir: Fakat Müslümanların çoğunluğu Allah dilemedikçe bunların
imana gelmeyeceklerini bilmemektedirler. O bakımdan onların teklif ettikleri
mucize geldiği takdirde iman edeceklerini ummaktadırlar.
[21] Yani
Mutezile'nin görüşüne göre müstesna ıztırarî imandır ve Yüce Allah'ın,
"Fakat onların çoğu" ifadesindeki zamir ise Zemahşerî'nin görüşüne göre
kâfirlere değil, Müslümanlara râcidir. Mutezile der ki: Maksat şudur: Müşrikler
istedikleri ayet ve mucizelerin ortaya çıkıp gerçekleşmesi halinde de kâfir
kalmaya devam edeceklerini bilmemektedirler. Çünkü onların çoğu da bunun böyle
olacağını sanıyorlardı. Ehl-i sünnet ise şöyle demektedir: Maksat şudur: Bunlar
her şeyin Allah'tan geldiğini, onun kaza ve takdiri gereği ortaya çıktığını
bilmemektedirler.
İbn-i
Abbas der ki: Kur"an-ı Kerim ile alay edenler beş kişi idi: Mahzun
oğullarından el-Velid b. Muğîre, Sehedilenlerden kasıt, Yüce Allah'ın ezelî bilgisinde
imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.[22]
Ayet-i
kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin
eden Sen bize, Allah'ın rasulü olduğuna dair şahitlik etmek üzere melekleri
göster, yahut bizim için ölülerimizi dirilt ki onlara senin bu söylediğin hak
mıdır batıl mıdır soralım. Veya sen bize karşı Allah ve melekleri getir. Yani
senin bu iddia ettiğin şeylerin doğruluğuna kefil olmak üzere gelsinler. Bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.[23]
Daha
sonra Yüce Allah peygamberinin sıkıntısını hafifletmeyi, gönlünü hoş edip
teselli etmeyi murad ettiğinden şunu beyan etti: Allah'ın yarattıkları hakkındaki
geçerli sünneti, cinlerden olsun insanlardan olsun, peygamberlere düşmanlık
edenlerin bulunması şeklindedir. İşte Yüce Allah "İşte böylece biz her peygambere..."
diye buna işaret etmektedir. Yani ey Muhammedi Biz sana muhalefet eden, sana
karşı inatlaşan, düşmanlık eden bir takım düşmanlar var ettiğimiz gibi, senden
önceki peygamberlere de aynı şekilde düşmanlar kılmışızdır. Bu durum seni
üzmesin. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun senden önce de
bir takım peygamberler yalanlandı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet
görmelerine karşı sabrettiler." (En'âm, 6/34); "Böylece biz her bir
peygambere günahkârlardan bir düşman peyda ettik." (Furkân, 25/31). Varaka
b. Nevfel de Allah Rasulüne -Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre- şöyle
demişti: "Gerçek şu ki, bir kimse senin getirdiğinin benzerini getirmişse
mutlaka ona düşmanlık edilmiştir." Yani Yüce Allah'ın sünneti, bir takım
kimselerin peygamberlere ve onların gerçek mirasçılarına düşmanlık etmeleri
şeklinde cereyan edegel-miştir. Bunlar dinî ve toplumsal hususlarda meydana
gelen bozuklukları düzeltme daveti ile ortaya çıkan kimselere de düşmanlık
beslemişlerdir. İşte "hayatta kalma mücadelesi ve uygun olanın
kalması" diye ifade edilen durum da budur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ama köpük atılır gider, insanlara fayda verecek olan şeye
gelince, işte bu, yeryüzünde kalır..." (Râ'd, 13/17).
Düşmanlık,
ister insan şeytanlarından ister cin şeytanlarından olsun fark etmez. Mücahid,
İkrime ve Hasan-ı Basrî der ki: Cinlerden de insanlardan da biribirlerine
fisıldaşan şeytanlar vardır. Katâde de şöyle der: Bana ulaştığına göre, Ebu
Zerr bir gün namaz kılıyordu. Resulullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: "Ey Ebu
Zerr, insan ve cin şeytanlarından Allah'a sığın." Ebu Zerr, "İnsanlardan
da şeytan var mı?" diye sorunca Resulullah (s.a.), "evet" diye
buyurdu.
[24]
Bakara
suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Onlar kendi şeytanlarıyla başbaşa
kaldıklarında muhakkak biz sizinle birlikteyiz" derler." (Bakara,
2/14).
Daha
sonra Yüce Allah şeytanların peygamberlere düşmanlığının özelliğini söz konusu
etmektedir ki bu da onların Allah'ın davet ve hidayetine karşı direnmeleridir.
Yüce Allah "Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler
fısıldarlar..." diye buyurmaktadır. Yani kimi diğerine o süslü püslü,
yaldızlı sözleri telkin eder. Bu tür sözlerden kasıt, dinleyenleri, işin iç
yüzünü bilmeden aldatarak söyleyenlerin görüşlerine meylettiren, şeytanların
teşviki ve kışkırtmasıyla masiyetlere düşüren sözlerdir. Burada geçen
"fısıldamak (vahiy )"tan kasıt ise işaret etmek ve hızlı söz
söylemek demektir. Yaldız (zuhruf) ise dış görünüşü itibariyle süslü ve
aldatıcı, içi ise batıl olan demektir.
Şayet
Rabbin bu tür aldatmaları yapmamalarını dileyecek olsaydı onlar bunu
yapamazlardı. Fakat Allah onları hidayete mecbur etmeyi dilemedi. Aksine O,
insanların hayır veya şer yollarından herhangi birisini istek ve tercihleriyle
izlemelerini, seçmelerini dilemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve biz ona iki yolu gösterdik." (Beled, 90/10). Mutezile'nin görüşü
budur.
Ehl-i
sünnet ise Yüce Allah'ın, "Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı."
buyruğu hakkında şöyle demektedirler: Bütün bunlar Allah'ın kazası, kaderi,
irade ve meşieti ile olup O, her bir peygambere şeytanlardan bir düşmanın bulunmasını
dilemiştir.
O
halde onları yalan ve iftiraları ile baş başa bırak. Yani onların sana karşı
durmalarına aldırma, onlar, iftira ve yalanlarında dalıp gitsinler; aldırma
onlara. Sen risaletinin gereğini yerine getirmeye, davetini yapmaya bak ve Allah'a
dayan. Muhakkak ki Allah, sana yeter ve düşmanlarına karşı sana yardım eder.
Senin üzerine düşen tebliğ etmektir. Onların hesabı ve cezası ise bize aittir.
Yüce
Allah'ın, "Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin..."
buyruğu önceki ifadelerden anlaşılan takdiri bir fiile atfedilmiştir. Bunun takdiri
ise şöyledir: Bu şeytanların kimisi kimisine allı pullu, yaldızlı veya süslenmiş
sözleri peygamberlere uyan müminleri kandırmak ve ahirete iman etmeyen kâfir
ve fasıkların kalplerinin Hz. Muhammed'in tebliğine meylini engellemek için
telkin ederler. Çünkü onların nevalarına uygun düşen odur. İşlerin akıbeti
üzerinde durup düşünen uyanık müminler ise, onların batıl sözlerine kanmazlar.
Onların allı pullu sözleri kendilerini aldatmaz. "Ondan hoşlansınlar"
buyruğundaki zamir ile "Onu yapamazlardı" buyruğundaki zamir, sözü
geçen peygamberlere düşmanlık ile şeytanlara racidir.
"Ondan
hoşlansınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye" buyruğu ise, kendileri için
hoşlanıp ondan memnun olsunlar, buna bağlı olarak masiyet ve günahları -buna
aldandıklan ve bundan hoşlandıkları için- kazansınlar, anlamındadır.
[25]
Allah'ın
ezelden bilgisine uygun olarak kâfirler asla iman etmezler. İsterse hayret
verici her türlü mucize, peygamberlerin doğruluğuna açıkça delâlet eden eşsiz
ayetler gelmiş olsun. Faraza Yüce Allah onların tekliflerini kabul ederek
kendilerine melekleri indirse, ölüler hayata dönüp onlarla konuşsalar,
gözlerinin önünde ve kendilerine karşı bütün mucizeler önlerine konulsa yine
iman etmezler. Çünkü onlar küfürde kök salmışlar, hakka kulak verip itaat etme
istidatlarını kaybetmişler. İşte müşriklerin büyük çoğunluğu hakkı bilmeyen,
tanımayan cahillerdir.
Peygamberlere
ve peygamberlerin izinden gidenlere bir takım düşmanların ortaya çıkması,
Allah'ın varlık alemindeki kanunlarından birisidir. Çünkü hak, onun zıttı batıl
ile bilinebilir. Batıl ehli olan kimseler ise cin ve insan şeytanlarının
vesveselerine kulak verir, doğruluğu, gerçeği bulunmayan, kalıcılığı ve devamı
söz konusu olmayan aldatıcı allı-pullu sözlere inanırlar.
Mâlik
b. Dinar der ki: İnsanların şeytanı benim için cinlerin şeytanından daha zorlu
bir düşmandır. Çünkü ben Allah'a sığındığım takdirde cinlerin şeytanı yanımdan
uzaklaşır gider, fakat insanların şeytanı bana gelir ve göz göre göre beni
masiyetlere çeker.
Yüce
Allah müşrikleri mümin yapmaya kadirdir; fakat O'nun hikmeti, me-şieti ve
iradesi verilecek olan cezanın adaletli ve gerçeğe uygun düşmesi için, bu
tercihi insanlara bırakmayı gerektirmiştir.
Yüce
Allah'ın, "Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi" buyruğu,
Yüce Allah'ın onların iman etmelerini dilemediğinin delilidir. Bu bakımdan
onlar, Allah iman etmelerini dilemedikçe de iman etmezler.
Allanmış
pullanmış sözlerin ifade ettiği mana ise, bu sözlerin batıl olmasıdır. Bunun
akıbeti ise ahirete iman etmeyenlerin ona kulak vermeleri ve ona
meyletmeleridir. Onlar bu söze razı olup memnun olurlar. Bu sözler ise
masi-yetler işlemeye, kötülükleri yapmaya, günahlarda bulunmaya götürür.
İşte
isyankârların cezalandırılmaları onların günah ve kötülükleri sebebiyledir;
yoksa Yüce Allah'ın onları azaplandırmaya ve ibretli bir şekilde onları
cezalandırmaya ihtiyacı yoktur. Ceza, ancak iyilik yapan kimselerle şerli olup
kötülük işleyenlerin birbirlerinden ayırdedilmesi için mutlak adaletin gereği
olan bir husustur. İtaatten ayrılmayan ve bunun sonucunda itaata uygun işler
yapıp Allah'ın emirlerine bağlı kalan bir kimse ile masiyet işleyen, yüz
çevirip büyüklük taslayan, inatlaşan, azgınlaşan, Allah'ın emirlerine karşı
çıkan, Allah'ın yasak kıldığına aldırış etmeyip hak ve hayrın çağrısını ihmal
eden kimselerin biribirlerine eşit kılınmalarını akıl kabul etmemektedir.
[26]
114-
"Allah'tan başka bir hakem mi
arayacak mışım?" Halbuki size Kitab'ı açık açık indirmiş olan O'dur. Kendile- rine
ki*aP verdiklerimiz onun Rabbi- nin katından hak ile indirilmiş olduğu- nu
büirler> Öyleyse sakın şüpheye dü- şenlerden olma.
115-
Rabbinin sözü doğruluk ve adalet
yönünden eksiksizdir. O'nun sözlerini
değiştirebilecek yoktur. O her şeyi işi- tendir, her şeyi bilendir.
"Öyleyse
sakın şüpheye düşenlerden olma" buyruğunda hitap hamaset duygularını
harekete geçirmek ve duygularını coşturmak üzere Resulullah (s.a.)'a
yapılmıştır. Tıpkı Yüce Allah'ın, "Sakın müşriklerden olmayasm."
(En'âm, 6/14) buyruğunda olduğu gibi.
"Rabbinin
sözü... eksiksizdir" buyruğu cüz'ün ifade edilip bütünün kaste-dilmesi
kabilinden bir mürsel mecazdır. Yani onun sözü ve vahyi, o bakımlardan tam ve
eksiksizdir.
[27]
"Allah'tan
başka bir hakem" yani benimle sizin aranızda hüküm verecek bir kimse
"mi arayacak mışım" isteyecek misim? Hakem, yalnızca hak ile hüküm
veren demektir. Hâkim kelimesinden daha beliğdir. Zira hak ile hükmedenden
başkasma hakem adını vermek uygun değildir. Bu, övgü sadedinde bir tazim
sıfatıdır. Hâkim ise fiil hakkında kullanılan bir sıfattır. Hak ile hükmetmeyen
bir kimseye de bu isim verilebilir. "Açık açık indirmiş", hakkı
batılı, helâli haramı açıkça beyan etmiş... "Şüpheye düşenlerden
olma" tereddüde düşüp şüphe eden kimselerden olma.
"Rabbinin
sözü doğruluk ve adalet yönünden eksiksizdir." Eksiksizlikten kasıt burada
Yüce Allah'ın sözlerinin i'câz hususunda Allah Rasulünün doğruluğuna delâlet
bakımından yeterli geldiğidir. "Söz"den kasıt da burada Kur'an-ı
Kerim'dir. Aslında bir şeyin tamam olması, artık onun dışında ve onunla birlite
başka bir şeye gerek duymayacak şekilde nihaî noktasına ulaşması demektir.
"Doğruluk" haber vermede söz konusu olur. Vaad ve tehditler de bunlar
arasındadır. Adalet ise hükümlerde söz konusudur. "Onun sözlerini
değiştirebilecek yoktur." Değiştirmek, yerine başkasını getirip koymak
demektir. Yani Allah'ın sözlerini eksiltmek veya yerlerine başkalarını koymak
suretiyle O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.
[28]
Yüce
Allah kendilerine geldikleri takdirde mucizelere mutlaka iman edeceklerine
dair yemin eden kâfirlerin durumlarını açıklayıp kusurlarını ortaya koyarak, bu
mucizelerin gösterilmesinde bir fayda olmayacağını beyan etmektedir. Çünkü bu
mucizeleri onlara gösterecek olsa dahi yine onlar küfürleri üzere ısrar etmeye
devam edeceklerdir. İşte Yüce Allah bunu açıkladıktan sonra burada da
Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğine delâlet eden delilin iki şekilde ortaya çıktığını
açıklamaktadır:
Evvelâ
Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'e pek çok ilmî ve eksiksiz fasahati ihtiva eden,
beyan edici ve geniş açıklamalar yapan Kitab'ı indirmiştir. Bütün insanların
ona karşı koyacak bir kitap ortaya koymaktan aciz olmaları ise, onun
peygamberliğinin doğruluğunun delilleri arasındadır.
İkinci
olarak, Tevrat ve İncil de Muhammed (s.a.)'in gerçek peygamber olduğuna,
Kur'an-ı Kerim'in Allah'tan gelmiş Hak kitap olduğuna delâlet eden belgeler
ihtiva etmektedir. İşte Yüce Allah'ın "Kendilerine kitap verdiklerimiz
onun, Rabbinin katından hak ile indirilmiş olduğunu bilirler" buyruğundan
kasıt budur.
Bu
iki husus Yüce Allah'ın şu buyruğunda da söz konusu edilmiştir: "De ki:
Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın ilmi bulunan
kimseler yeterlidir." (Ra'd, 13/43).
Yüce
Allah Kur'an-ı Kerim'in mu'ciz olduğunu açıkladıktan sonra Rabbinin sözünün
yani Kur'an-ı Kerim'in tamam olduğunu, eksiksiz olduğunu zikretmektedir.
Maksat ise şudur: Kur'an-ı Kerim mucize oluşu, Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna
delâlet etmesi bakımından tam ve eksiksizdir.
[29]
Yüce
Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, Allah'a ortak koşan
müşriklere şöyle demesini emretmektedir: Benim, benimle sizin aranızda hüküm
verecek birisini isteme hakkım yoktur. Çünkü Allah'ın hükmünden daha adaletli
bir hüküm olamaz. O'nun sözünden daha doğru bir söz bulunamaz. Size Kur'an-ı
Kerim'i, içinde her şeyin hükmü açıklanmış olarak indiren O'dur. İnanç, hukukî
hükümler ve adab kabilinden her şey... Ve ben kırk yaşımı aşmış bulunuyorum.
Ben şu ana kadar ilim, marifet, geçmiş ve geleceklerin haberleri, fesahat ve
belagat yönünden ona benzer bir şeyi şu ana kadar ortaya koymuş değildim.
Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ben bundan önce aranızda
bir ömür boyu kaldım." (Yunus, 10/16). Yani sizin için Allah'tan başka
hâkim mi arayacak mışım? Oysa geniş geniş açıklayan, beyan eden, bu Kitab'ı
size indirmek suretiyle başka ayet ve mucizeleri istemek külfetine katlanmanıza
ihtiyaç bırakmamıştır.
Diğer
bir ifade ile, sizin benim peygamberliğimin doğruluğuna dair bir delil
istemenizin faydası yoktur. Ortada benim peygamberliğimin doğruluğunu
destekleyen gayet açık iki delil vardır. Bunlar ise mucize oluşuyla Allah'ın kelâmı
olduğuna delâlet eden eşsiz ve en büyük bir mucize olan Kur'an-ı Kerim ile
Tevrat ve İncil'in benim gerçekten Allah'ın rasulü olduğuma, Kur'an-ı Ke-rim'in
de Allah tarafından gelmiş Hak kitap olduğuna delâlet eden buyrukları ihtiva
etmeleridir.
Eğer
bu müşrikler Kur'an-ı Kerim'in hak oluşunu inkar edip onu yalanlayacak
olurlarsa, gerçek şu ki, Kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar onun Rab-binden
indirilmiş hak olduğunu bilirler. Çünkü onların ellerindeki kitaplarında daha
önce geçmiş peygamberler vasıtasıyla senin geleceğine dair müjdeler varit
olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitap verdiğimiz
kimseler kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanırlar. Bununla birlikte
şüphesiz onlardan bir kesim bilip durdukları halde hakkı gizlemektedirler."
(Bakara, 2/146).
O
halde ey Muhammed, sakın tereddüt eden ve şüpheye düşenlerden ol-mayasın! Bu
ise ya galeyana ve heyecana getirme üslûbu ile ya da ta'riz yoluyla
kullanılmış bir ifadedir. Yüce Allah'ın, "Sakın müşriklerden
olmayasın..." (Yunus, 10/105) buyruğu ile "Eğer sana indirdiğimizden
yana şüphe içerisinde isen, haydi senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun
sana, hak, Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olmayasın."
(Yunus, 10/94) buyruklarında olduğu gibi.
Buradaki
yasak, Peygamber (s.a.)'in şüphe ettiği anlamına gelmez. Çünkü ifade şart
kipindedir. Şart ise böyle bir şeyin meydana gelmesini gerektirmemektedir. O
bakımdan Resulullah (s.a.), "Ne şüphe ederim, ne de sorarım" buyurmuştur.
Allah'ın
sözü olan Kur'an-ı Kerim, tamam ve eksizdir. Ona başka bir şey eklemeye
ihtiyacı yoktur. İ'cazı ve kapsamı ile o artık tam ve yeterlidir. O bakımdan
Kur'an-ı Kerim ne söylerse doğru söyler, ne hükmederse adaletle hükmeder.
Gayba dair verdiği haberleri doğrudur, istekleri adildir. Her neyi haber
verdiyse tartışmasız ve şüphesiz olarak gerçeğin kendisidir. Neyi emretmiş ise
adaletin kendisidir ve onun dışında adalet olamaz. Neyi yasaklamışsa, o şey
batıldır. Kur'an-ı Kerim ancak hayır olanı emreder, ancak kötülük ve fesat olanı
yasaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara iyiliği emreder
ve kötülüğü yasaklar." (A'râf, 7/157).
Kur'an-ı
Kerim'de yer alan bütün emir, yasak, tehdit, kıssa ve haberlerden hiç bir şey
değişmez. Allah'ın sözünde değişiklik olmaz. Yüce Allah'ın hükmüne kimse karşı
çıkamaz, kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. Dünyada da ahi-rette de bu böyledir.
O, kullarının sözlerini işitendir. Onların davranışlarını, konumlarını çok iyi
bilendir. Her kişiye amelinin karşılığını verendir.
[30]
Birinci
ayet-i kerime müşriklerin kendileriyle Resulullah (s.a.) arasında istedikleri
hakeme baş vurma meselesinde kesin olarak konuyu kestirip atmaktadır ve bu,
onlara kesin ve karşı konulamayacak şekilde verilen bir cevaptır. Çünkü
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispat eden deliller, görüleceği gibi,
ortadadır:
Evvelâ,
o Kur*an-ı Kerim ile desteklenmiştir. Bu ise peygamberliğe delâlet eden ebedî
ve daimî bir mucizedir.
İkinci
olarak, Kitap Ehli, Muhammed (s.a.)'in durumunu, Kur"an-ı Ke-rim'in
gerçekliğini bilmekte ve onlara gelen peygamberler kendilerine bunun müjdesini
vermiş bulunmaktadırlar.
İkinci
ayet-i kerime olan, "Rabbinin sözü doğruluk ve adalet yönünden eksiksizdir"
buyruğu Kur"an-ı Kerim'in delillerine tabi olmanın gerekliliğini göstermektedir.
Çünkü Kur"an-ı Kerim, kendisiyle çelişen şeylerle değiştirilmesi imkânsız
olan bir gerçektir. Zira o hiç bir şeyin kendisine gizli kalmadığı, hikmeti
sonsuz Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.
"Kelimeler"den
kasıt ise -Katâde'nin de belirttiği gibi- değiştirilmesi imkânsız ve
iftiracıların ona bir şey ekleyip ondan bir şey eksiltmeleri söz konusu olmayan
Kur"an-ı Kerim'dir.
[31]
116-
Eğer yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan
saptırırlar. Onlar ancak zan-na uyarlar ve yalnız yalan söyleyip dururlar.
117-
Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidayet bulmuş
olanları da en iyi bilendir.
118-
Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin; tabiî O'nun ayetlerine
jn»Tiftnlar iseniz.
119- Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılan
şeyden yemiyorsunuz? Halbuki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali
müstesna, size haram kıldıklarını o nw" uzadıya açıklamıştır. Doğrusu bir
çokları heva ve heveslerine uyarak bilgisizce saptırıyorlar. Şüphesiz ki
Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.
120-
Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah işleyenler kazanmakta
oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır.
121-
Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu bir fısktır. Doğrusu
şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar.
Şayet onlara itaat ederseniz şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz.
"Günahın
açığını da gizlisini de bırakın" buyruğunda "açık" ile
"gizli" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
[32]
'Yeryüzünde
bulunanların çoğunluğuna" yani kâfirlere "itaat edersen seni Allah'ın
yolundan" dininden "saptırırlar."; "Onlar ancak zanna
uyarlar" meyte hususunda seninle tartışmalarında zandan başkasına
uymuyorlar. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Allah'ın öldürdüğünü yemek sizin
öldürdüğünüzü yemekten daha uygundur, "yalan söyleyip dururlar." Bu
hususta yalan söylemekte, yanlış değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.
"Artık
üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan" yani Allah adına kesilmiş
olanlardan "yiyin. Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılan
şeylerden" Allah'ın adı anılarak kesilenlerden "yemiyorsunuz?
Halbuki... uzun uzadıya" haram kılınan şeyler hususunda tereddütlerinizi
giderecek şekilde "açıklamıştır. Şüphesiz ki Rabbin, haddi aşanları"
yani helâl sınırlarını aşarak harama düşenleri "en iyi bilendir."
"Günahın
açığını da gizlisini de bırakın." Yarii günahın her türlüsünü terk edin.
Günah (ism), çirkin şey demektir. Şer'an ise Allah'ın haram kılmış olduğu zina,
hırsızlık ve bunlara benzer her türlü masiyettir. "Kazanmakta oldukları
yüzünden" ahirette "cezalandırılacaklardır."
Kendiliğinden
ölmek yahut da Allah'tan başkası adına kesilmek suretiyle "Üzerine
Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin." Yoksa Müslümanm kasten ya da
unutarak besmele çekmeden kestiği, İbni Abbas'm belirtip Şafiî'nin de kabul
ettiği üzere, helâldir. "Çünkü bu, bir fısktır." Yani böylesinden
(Allah'ın adı anılmaksızın kesilenden) yemek bir masiyettir, din dairesinden
çıkarak helâl olmayan sınırlara girmektir. "Kendi velilerine" yani
kâfir destekçilerine "sizinle mücadele etmeleri için" meyteyi helâl
kılmak hususunda sizinle tartışmaları için, "telkinde bulunurlar"
onlara vesvese verirler.
[33]
118.
ayet-i kerime olan "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin"
buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak Ebu Dâvud ve Tirmizî, İbni Abbas'tan şöyle
dediğini rivayet ederler: Bazı kimseler Resulullah'm yanına gelerek şöyle dedi:
Ey Allah'ın rasulü, bizim öldürdüğümüzden yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünü
yemiyoruz (neden)? Bunun üzerine Yüce Allah "Artık üzerine Allah'ın adı
anılmış olanlardan yiyin... Şayet onlara itaat ederseniz şüphesiz ki siz de müşriklerden
olursunuz" (En'am, 118-121) buyruklarını indirdi.
Ebu
Dâvud, Hâkim ve başkaları da İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Doğrusu
şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar..."
buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: (Müşrikler) dediler ki:
Allah'ın kestiğini yemiyorsunuz da kendi kestiklerinizi yiyorsunuz (neden)?
Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
"Üzerine
Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin..." mealindeki 121. ayet-i kerimenin
nüzulüne gelince: Müşrikler, "Ey Muhammed, şu ölen koyunun durumunu bize
bildir, onu kim öldürdü?" diye sordular ve Hz. Peygamber "Ölen koyunu
öldüren Allah'tır" deyince şöyle dediler: Sen ise "Kendinin ve
arkadaşlarının öldürdükleri helâldir; köpeğin, doğanın (avlanırken) öldürdüğü
helâldir, Allah'ın öldürdüğü ise haramdır iddiasında bulunuyorsun?" Bunun
üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi mdirdi.
[34]
Taberanî
ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: "Üzerine
Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" ayet-i kerimesi nazil olunca İranlılar,
Kureyş'e "Muhammed ile bu konuyu tartışın ve ona şöyle deyin" diye haber
gönderdiler: "Senin elindeki bıçakla kestiğin helâl oluyor da Allah'ın
altından şemşîr (Farsça kılıç demektir) ile kestiği -yani meyte- haram oluyor
öyle mi?" Bunun üzerine Yüce Allah, "Doğrusu şeytanlar sizinle
mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar" buyruğunu
indirdi. Yani burada şeytanlardan kasıt bu telkinde bulunan Farisîler, onların
dostları ise Kureyşlilerdir.
Bu
konuda İkrime'nin ifadesi ise şöyledir: Mecusi olan Farisîler, Yüce Allah
meytenin haram kılındığına dair hükmü indirince, cahiliyede dostları olan
Kureyş müşriklerine -ki aralarında mektup teatisi oluyordu- şöyle yazdılar:
Muhammed ve arkadaşları kendilerinin Allah'ın emrine uyduklarını ileri sürmektedirler.
Yine kendilerinin kestiklerinin helâl, Allah'ın kestiklerinin ise haram
olduğunu iddia etmektedirler. Bu telkinlerden dolayı bazı Müslümanların içine bazı
şüpheler düştü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[35]
Yüce
Allah kâfirlerin şüphelerine cevap verip Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin
doğruluğunu ispatladıktan sonra burada da cahillerin söylediklerine itibar
etmemek gerektiğinden söz etmektedir. Çünkü cahiller sapık yolları izlemekte,
yanlış zanlara ayak uydurmaktadırlar. Oldukça yeni bir anlatım yöntemi ile
Müslümanların tarafsızlıkları ve bağımsız kişilikleri, şahsiyetlerinin ortaya
çıkması sağlanmaktadır. Oysa diğer taraftan yeryüzü sakinlerinin önemli bir
çoğunluğu, şirkin inançlarında baskın ve etkin bir rol oynamaları sebebiyle
sapık idiler.
[36]
Sapık
ve müşrik kimselerin izledikleri yollara Hak ve Kur'an-ı Kerim şeri-atinde
iltifat edilmez. Çünkü onlar fasit zanlarma uyarak yanlış yolda yürümektedirler.
Ey Muhammed! Sen ve sana tabi olanların hepsi yeryüzünde bulunanların
çoğunluğunu teşkil eden kâfir ve müşriklere din hususunda uyarak Allah'ın sana
indirdiklerine muhalefet edecek olursan, seni Allah'ın dininden, düzeninden,
yolundan, hakkın, adaletin istikametin yolundan saptırıp uzaklaştırırlar.
Çünkü onlar ancak hevalara, batıl ve yalan zanlara tabi olmakta, ilâhî belgelere,
aklî delillere hiç bir değer ve kıymet vermemektedirler. Onlar ancak tahmin
eden, kıskanan yahut da doğru ve gerçekle hiç bir ilişkisi bulunmayan zanlarda
bulunan kimselerdir. Tıpkı meyve tutmaya başlamış hurma ağaçları ve üzüm
bağlarına ve diğer ağaçlara bakıp bunların ne kadar meyve vereceklerini tahmin
eden kimseninki gibi tahminlerde bulunuyorlar. Onların inançları bu şekilde
delilsiz sezgi ve tahminlere dayalıdır; belge ve delillere dayalı değildir.
İşte
bu da şunu göstermektedir ki, yeryüzünde bulunanların çoğunluğu itikat
bakımından sapık kimseler idiler. Bundan dolayı şirkten ayrılmadılar.
Peygamberlik hususunda da böyleydiler. O bakımdan peygamberliği inkâr ettiler.
Meyteyi helâl kabul etmek, kanı, şarabı helâl kabul etmek, davarları bahire,
sâibe ve vasile adlarıyla haram kabul etmek gibi teşriî hükümlerde de onlar
sapıklık içindeydiler. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimelerini andırmaktadır:
"Andolsun ki onlardan önce, öncekilerin çoğunluğu sapmışlardı."
(Saffat, 37/71); "Sen hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman edecek
değildir." (Yusuf, 12/103).
Şüphe
yok ki senin Rabbin, kendisinin dosdoğru yolundan sapanları bildiği gibi,
dosdoğru yolu izleyen ve hidayet bulanları da bilir. Durum müşriklerin
zannettikleri gibi değildir. Bu şekilde Yüce Allah, daha önce gelen sapık kimselerin
yolu ile şirk ehlinin nevalarının ardından gidenlerin yolunu reddetmenin
zorunlu olduğunu daha pekiştirici bir halde vurgulayarak, o yoldan
sakmdır-maktadır.
Yüce
Allah, Allah'tan başkası adına hayvan kesmeyi şirkin esaslarından kabul
ettiğinden ve insanların çoğu sapıklık ve küfür içerisinde bulunduklarından
dolayı, Allah'a inancın esaslarından olan bir hususu açıklamaktadır. O da
Allah'ın adı anılarak kesilen ve Allah adına boğazlanan hayvanların etlerinden
yemektir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık üzerine Allah'ın adı
anılmış olanlardan yiyin..." Yani putlar adına, heykellere, Allah'tan
başkası adına kesilenlerden uzak durup sakının. Üzerlerinde yalnız Allah'ın adı
anılmış olanlardan yiyin. Eğer sizler hidayete, nura, doğru akideye ileten
Allah'ın ayetlerine inanıp tasdik eden kimseler olup bunlarla çelişen şirk,
putperestlik ve sapıklığı yalanlayıp reddeden kimseler iseniz, böyle
yapacaksınız.
İşte
bu, Yüce Allah'ı mümin kullarına, üzerlerine Allah'ın adı anılarak kesilenleri
yemenin açıkça mubah kılındığını bildirmektedir. Böylelikle Allah'a inanç esası
daha bir sağlamlaştırılmakta ve kestikleri hayvanları ibadet şekillerinden,
din ve inanç esaslarından kabul edip kestikleri hayvanlarla ilâhlarına
yaklaşmaya çalışan Arap müşrikleri ile onların dışında kalan diğer müşriklerin
kanaatlerini reddetmektedir.
Ayet-i
kerimeden anlaşılan şudur: Kureyş kafirlerinin, kesilmeden ölmüş hayvan etinin
ve putları için kesilmişlerin yenmesini kendilerine mubah gördükleri gibi,
müslümanlara Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmesi mubah
değildir.
Müfessirlerin
cumhuru bu ayet-i kerimede iki şekilde anlaşılan bir hasr olduğu görüşündedir.
Birincisi, bundan önceki ayet-i kerimede söz konusu edilen sapıklara uymamak
ile ilgili ifadelerdir; ikincisi ise Yüce Allah'ın, "Tabi, onun ayetlerine
inananlar iseniz" buyruğundaki şarttan anlaşılmaktadır. Buna göre ayet-i
kerimenin manası şöyle olur: O halde sizler, yalnızca Allah'ın adı anılarak
kesilen hayvanlardan yiyiniz, bunları aşarak meyte hükmünde olanların etinden
yemeyiniz. Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın adı anılarak kesilenlerden yemeyi
teşvik etmekte, Allah'ın adı anıldığı halde onlardan yemeyi terk etmeye
kendilerini mecbur tutan bahire, sâibe ve bunlara benzer hayvanlardan
yememelerini reddederek şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor ki, üzerine
Allah'ın adı anılan şeylerden yemiyorsunuz..." İşte bunda cahiliye
âdetlerini, onların tutarsız itiraz ve kuşkularını reddetmenin zorunlu olduğuna
bir işaret vardır.
"...
size haram kıldıklarını O uzun uzadıya açıklamıştır." Yani üzerlerine
Allah'ın adı anılmış olanlardan yemenize engel olan herhangi bir şey yoktur
veya bunlardan yemenize engel olan nedir? Üstelik Yüce Allah şu buyruklarında
sizlere neyi haram kıldığını da açıklamış bulunmaktadır: "De ki: Bana
uah-yolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceği içinde ölüden, dökülen kandan,
murdar olan domuz etinden yahut Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir
fısk-tan başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum..." (En'am, 6/145). Bu
buyruğun diğer bir anlamı da şudur: Putlar, peygamberler ve salihler gibi
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler, helâl kılınanların dışında
kalmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah zaruret halini istisna ederek şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali müstesna..."
Yani size haram olduğu halde ondan yemek zorunda kaldığınız şeyler müstesnadır.
Zaruret halinde bunlardan bulduğunuzu yemek, sizin için mubahtır. İşte bu
ayet-i kerime ve benzerlerinde şu, "Zaruretler mahzurları mubah
kılar" kaidesi ile "Zaruret, miktannca takdir olunur" şeklindeki
şer"î kaideler çıkartılmıştır. Daha sonra Yüce Allah meyteler ve
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları helâl kabul etmek
şeklindeki tutarsız görüşleri hususunda müşriklerin cahilliklerini açıklayarak
şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu bir çokları heva ve heveslerine uyarak
bilgisizce saptırıyorlar." Yani kâfirlerin büyük bir çoğunluğu batıl olan
heva ve arzularına uyarak kesinlikle hiç bir bilgiye dayalı olmadan helâli
haram, haramı da helâl kılmak suretiyle insanları saptırmaktadırlar. Onların
bu yaptıkları nevalarına uymaktan başka bir şey değildir. Allah onların haddi
aştıklarını, yalan söylediklerini, iftira ettiklerini çok iyi bilir. Bu haksızlıklarından
ve hadleri aşmalarından dolayı kaçınılmaz olarak onları cezalandıracaktır.
Bahire ve şaibeleri yasalaştıran, meyte yemeyi ve bir peygamber, bir put ya da
bir heykelin adı anılarak, Allah'tan başkası adına kesilenleri, yemeyi helâl
kabul eden Amr b. Luhay ve onun kavmi bu kabildendir. Daha sonra Yüce Allah
bütün günah ve masiyetleri terk etmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır:
"Günahın açığını da gizlisini de bırakın..." Yani açığa vurduğunuzla,
gizlisiyle, azıyla, çoğuyla bütün masiyetleri ve bütün haramları işlemeyi terk
edin. Bunlar, ister fahişelerle zina gibi azalarla yapılan günahlar olsun,
isterse kin, kıskançlık, kibir, hile, tuzak gibi kalplerin fiillerinden olsun,
isterse de metres, arkadaş ve gizli dostlarla zina türünden olsun, değişen bir
şey yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda açıklanan zaruret sınırını aşmak da
masiyetlerdendir: "Kim mecbur kalırsa haddi aşmamak ve kimseye saldırıda
bulunmamak şartıyla (yiyebilir); şüphesiz Rabbin günahları bağışlayandır,
Rahîm olandır." (En'âm, 6/145); "Kim son derece aç ve çaresiz kalır
da günaha meyletmeksizin (yemeye) mecbur kalırsa, şüphesiz Allah bağışlayandır,
Rahîm'dir." (Mâide, 5/3).
Günah
(ism), sözlükte çirkin olan şey demektir. Şer'an ise Allah'ın haram kıldığıdır.
Allah, zararı olmayan hiç bir şeyi haram kılmamıştır. Doğru olan İb-ni Kesir'in
de belirttiği gibi ayet-i kerimenin bütün bu hususlarda genel olduğudur. Bu
ise sözü edilen husustur. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını da
andırmaktadır: "De ki: Rabbim açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkları
haram kılmıştır." (A'raf, 7/33). Bundan dolayı Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü günah işleyenler kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır.
" Yani onların işledikleri ister açık ister gizli olsun, şüphesiz Allah
bunun cezasını verecektir. Yani Allah, masiyet işleyenleri, tevbe etmeksizin
isyanları üzere öldükleri takdirde mutlak cezalandıracaktır. Ahmed ve
Dâ-rimî'nin hasen bir isnadla rivayet ettikleri en-Newâs b. Sem'ân yoluyla
gelen hadis-i şerifte günahın tarifi şöyle yapılmaktadır: "Günah (ism),
ruhta huzursuzluk yapan, kalpte tereddüt doğuran şeydir." Müslim'in
rivayetinde ise şöyledir: "Günah, nefsinde rahatsızlık uyandıran ve
insanların haberdar olmalarından hoşlanmadığın şeydir."
Sağlıklı
ve samimi olarak tevbe edip günahlarına pişman olan kimseye gelince, şüphesiz
ki Allah onun işlediği günahları bağışlar. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz.
Fakat bunun dışında kalanları dilediği kimselere bağışlar." (Nisa, 4/116).
Aynı şekilde kötülüğün sonrasında iyiliği işlemek de kötülüğü siler. Çünkü Yüce
Allah, "Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir." (Hud, 11/114)
buyurmaktadır. Ebu Zerr, Cündeb b. Cünâde ile Muâz b. Cebel tarafından rivayet
edilen Tirmizî'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Kötülüğün
akabinde iyilik işle ki o iyilik kötülüğü silsin."
Daha
sonra Yüce Allah bundan önceki emirden anlaşılanın zıddını açıkça yasakladığını
belirtmektedir ki, o da şudur: "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış
olanlardan yiyin." Bundan sonra burada da "Üzerine Allah'ın adı
anılmayanlardan yemeyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey müminler,
kesilmeden ve üzerine Allah'ın adı anılmadan ölenleri de, Allah'tan başkası
adına kesilenleri de yemeyiniz. Bunlar ise -müşriklerin putlarına kestikleri
gibi Allah'tan başkası adına kesmek ve bu şekilde kesilenlerden yemek- bir fısk
ve bir masiyettir. Atâ, Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı
anılmayanlardan yemeyin" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah
Kureyşlilerin putları için kestikleri bir takım kurbanlardan yemeyi yasakladığı
gibi, mecusîlerin kestiklerini yemeyi de yasaklamaktadır.
Bu
ifadelerden ilk olarak anlaşılan, Allah'ın adının anılmaması şeklindeki hususun
hayvanlara tahsis edilmesidir. Böylelikle üzerine Allah'ın adı anılmamış hayvanlardan
yemek yasaklanmaktadır. Buna göre meyte ile Allah'tan başkasının adı anılarak
kesilenlerin yenmesi haram olmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah, meytelerin haram olması hususunda müşriklerin tartışmalarına
şöylece cevap vermektedir: "Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele etmeleri
için kendi velilerine telkinde bulunurlar..." Yani ins ve cin şeytanları
velileri olan, yardımcıları olan müşriklere Muhammed ve ashabı ile az önce
geçtiği şekilde meytenin yenilmesi hususunda tartışmaları için vesveseler vermektedir.
Şüphesiz ki sizler onların ileri sürdükleri meytenin helâl oluşu hususunda
kendilerine itaat edecek olursanız, gerçekten siz de onlar gibi müşrik
olursunuz. Çünkü o takdirde sizler Allah'ın size verdiği emirlerden sizin için
ön gördüğü şeriatın yasalarından başka sözlere yönelmiş, onun emir ve buyrukları
yerine başkalarının emir ve buyruklarına öncelik vermiş olursunuz. İşte bu,
şirkin ta kendisidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar
hahamlarını, rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe,
9/31). Tirmizî, bu ayet-i kerimenin tefsirinde Adiyy b. Hâtim'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın rasulü! Onlar ilim adamlarına ibadet
etmemişlerdi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Aksine ettiler. Çünkü ilim
adamları kendilerine helâli haram, haramı da helâl kıldılar. Onlar da ilim
adamlarına uydular. İşte halkın ilim adamlarına ibadetleri buydu."
Zeccâc
der ki: Bu buyrukta şuna da delil vardır: Yüce Allah'ın haram kıldıklarından
herhangi bir şeyi helâl kabul eden, yahut helâl kıldıklarından herhangi bir
şeyi haram kabul eden bir kimse müşriktir. Çünkü bu kimse Allah'tan başka bir
şeriat ve kanun koyucu tespit etmiş demektir ki, şirk denilen şey de bizzat
budur.
Yüce
Allah'ın, "Şayet onlara itaat ederseniz..." buyruğunda bir yemin takdir
edilir. Yani, andolsun ki onlara itaat edecek olursanız, şüphesiz sizler şirk
koşmuş olursunuz. Böylelikle yeminin cevabı şartın cevabına gerek bırakmamaktadır.
[37]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları ortaya koymaktadır:
1- Müslümanın, Allah'ın adını anarak kestiği hayvanların yenilmesinin
mübahlığı.
2- İçilecek şey üzerine, kesim sırasında ve yenilecek her şey üzerine Allah'ın
adını anmanın emredilmesi.
3- Allah'ın hükümlerine iman, bu hükümleri alıp kabul etmek, aynı zamanda
onlara itaat etmeyi de ihtiva etmekte ve gerektirmektedir.
4- Meytelerin, heykellere (Kabe'nin etrafındaki taşlara) ve diğerleri
adına kesilip de üzerlerinde Allah'ın adı anılmamış olanların mubah olmamaları.
5- Şer'an zaruret kabul edilen hallerde haram olan şeylerin, o zaruretin
gerektirdiği miktarda mubah kılınması.
6- Meyteleri helâl kabul etmek, Allah'tan başkalarının adı anılarak kesilenleri
helâl kabul etmek gibi müşriklerin asılsız görüşlerine iltifat etmemek.
7- Gizli ya da açık durumlarda olsun, el, ayak gibi organların
yaptıklarında olsun, kıskançlık ve kin gibi kalbî fiillerde olsun bütün
masiyetlerin işlenmesinin haram kılınması.
8- Ceza, kıyamet gününde her türlü masiyete karşı kaçınılmazdır. İsyankâr
ve günahkârları da mutlak olarak Allah cezalandıracaktır.
9- Haramı helâl, helâli da haram kabul eden, dininde Allah'ın hükümlerinden
başkasına tabi olan herkes kâfir ve müşriktir. Çünkü o Allah'a başkasını ortak
koşmuş olur, Allah'tan başka şeriat koyucu kabul etmiş olur. Hatta ortak
koştuğu kimsenin dini konusundaki hükmünü Allah'ın hükmüne tercih etmiş olur.
10- Kimi alimler Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan
yemeyin..." buyruğunu, hayvanın, Allah adı anılmaksızın kesilmesi halinde
helâl olmayacağına delil göstermişlerdir; kesen Müslüman olsa dahi. Bu mesele
ise kasten veya yanılarak Allah'ın adının anılması terk edilmiş hayvanın
yenilmesi meselesidir. İlim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptir:
a) Davud ez-Zâhirî der ki: Eğer Müslüman kasten Allah'ın adını anmayı
terk eder veya unuttuğundan terk ederse, onun kestiği yenilmez. Çünkü ayet-i
kerimenin zahiri bunu ifade etmektedir.
b) Şafiîler ise şöyle demektedir: Allah'ın adının anılması terk edilmiş
hayvanın yenilmesi mutlak olarak helâldir. Çünkü Yüce Allah, "Size meyte,
akan kan... kestiğiniz müstesna... haram kılındı." (Mâide, 5/3) diye buyurmakta ve burada
kesilen hayvanı mubah kılmakta, Allah'ın adının anılmasından söz etmemektedir.
Allah'ın adının anılması ise, kesmekten anlaşılan anlamın bir parçasını teşkil
etmez. Çünkü sözlükte hayvan kesimi, yarmak, açmak demektir. Bu da kesim ile
gerçekleşir. Yine Şafiîler, Buharî, Ebu Dâvud, Nesaî ve İbni Mace tarafından
rivayet edilen şu hadisi de delil gösterirler: Hz. Aişe dedi ki: Ashab,
Allah'ın Rasulüne şöyle sordu: "Bizim kavmimiz henüz cahiliyeden yeni
çıktılar. Bize et getiriyorlar. Bilemiyoruz, üzerine Allah'ın adını andılar mı
anmadılar mı? Bunlardan yiyelim mi?" Resulullah (s.a.) ise şöyle buyurdu:
"Siz Allah'ın adını anın ve yiyin." Ebu Dâvud da mürsel bir hadis
rivayet etmektedir: "Müslümanın kestiği helâldir. Allah'ın adını ister
zikretsin ister etmesin." Dârakutnî de şöyle demektedir: "Allah'ın
adı her müminin kalbindedir. O adını ister ansın ister anmasın."
Şu
kadar var ki her şeyi yerken içerken besmele çekmek müstehap bir sünnettir.
Ayet-i
kerimeden maksat, putlar adına kesilendir. Bu yüzden Allah'ın adının anılması
terk edilerek kesilmiş bir kimse fasık değildir. Yüce Allah ise, "Çünkü bu
bir fisktır" diye buyurmaktadır. Ayrıca Yüce Allah putlar için kesilenlerden
yiyen ve bunlara razı olanı müşriklikle nitelendirmiştir. "Ve çünkü bu bir
fısktır" buyruğu Allah'tan başkası adı anılarak kesilmiş olanlara hastır.
Buna delil ise bir diğer ayet-i kerimedir: "Yahut Allah'tan başkasının adı
anılarak kesilmiş bulunan birfısk..." (En'âm, 6/145).
c) Cumhurun görüşüne göre ise (Ebu Hanife, Ahmed ve Mâlik) kasten Allah'ın
adını anmayı terk ederek kesilmiş olan hayvanı yemek haramdır. O hayvan yenmez
ve mevtedir. Ancak Allah'ın adının anılması unutularak terk edilmiş yahut da
kesen dilsiz bir Müslüman yahut müstekreh (zorlanmış, mecbur tutulmuş) bir
kimse ise onun (Allah'ın adını anmayı terk ederek) kestiği yenilir.
Hanbelîler
şunu da eklemektedir: Yanılarak dahi olsa av üzerinde Allah'ın adını anmayı
terk edenin bu avı yenilmez. Yani yanılarak kesilen hayvanın üzerine besmele
çekme mükellefiyeti sakıt olur ama, av hayvanından sakıt olmaz.
Cumhurun
delili Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin;
çünkü bu bir fısktır" buyruğudur. Hz. Peygamberin sahih hadisteki buyruğu
da böyledir: "Kanı akıtılan ve üzerinde Allah'ın adı anılandan ye."
Yine Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ın
adını anmak her Müslümanın kalbindedir." Unutan bir kimse ise Allah'ın
adını anmayı terk etmiş değildir. Aksine Allah'ın adı, onun kalbindedir. O
bakımdan kasdî olarak Allah'ın adı anılmadan kesilenden yemek haramdır; unutup
da terk edilerek kesilmiş hayvan ise Allah'ın adı üzerinde anılmamış olanların
kapsamına girmez. Kasten davranan bir kimse, unutarak davranan bir kimse hükmünde
değildir. Çünkü kasten Allah'ın adını anmayı terk eden bir kimse, adeta
kalbindeki zikri hatırlamayı nefyetmiş gibidir.
[38]
122-
Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine
insanlar arasında yürüyebileceği bir
nur verdiğimiz kimse, karanlıklarda
kalıp ondan çıkamayan kimse gibi midir hiç? Kâfirlere, işledikleri işte
böy-
lece süsIÜ g°sterilmi*tir-
12^' ^e böylece her kasabada oranın ^e" gelenlerini suçlular kıldık;
orada hileler yapsınlar diye. Halbuki
yalnız kendilerine hile yaparlar da
farkına varmazlar.
"Ölü
iken dirilttiğimiz ve kendisine..." ifadesi ile "bir nur verdiğimiz
kimse karanlıklarda kalıp..." ifadesinde söz konusu edilen ölüm ve hayat
ile nur ve karanlıklar istiare yoluyla kullanılmış; ölüm küfür hakkında, hayat
iman hakkında, nur hidayet hakkında ve karanlıklar da sapıklık hakkında ifade
edilmiştir.
[39]
Küfür
ile "Ölü iken"; hidayet ile "dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz bir kimse" böylelikle imanın
kendisi olan hakkı diğerinden görerek ayırabilen kişi "karanlıklarda kalıp
ondan çıkamayan" kâfir "kimse gibi midir hiç1?" Müminlere iman
süslü gösterildiği gibi "Kâfirlere, işledikleri" yaptıkları küfür ve
masiyet "işte böylece süslü" güzel "gösterilmiştir."
"Ve
böylece" Mekke'nin fasıklarını, oranın ileri gelenleri kıldığımız gibi
"her kasabada oranın ileri gelenlerini suçlular kıldık." İleri
gelenler (büyükler anlamına gelen "-ekâbir") başkanlar demektir.
Günahkârlar ise çeşitli fesatlar işleyen, zararlı fiil ve sözlerde bulunan
kimselerdir. Karye (kasaba), insanların bir araya gelip toplandıkları beldedir.
Bu kelime bazen halk ya da ümmet hakkında da kullanılır. "Orada"
imandan alıkoymak suretiyle "hileler yapsınlar diye. Halbuki yalnız
kendilerine hile yaparlar." Hile (-mekr), başkasını yapmak istediğinden
herhangi bir yolla aldatmak veya sözlü bir yanıltma yoluyla yapmak
istediğinden alıkoymak için girişilen düzen ve tertip demektir, "farkına varmazlar"
ve bunun zararı ve vebali kendi aleyhlerine ait olduğundan dolayı yaptıkları
hile de yalnız kendi aleyhlerine olur.
[40]
"Ölü
iken dirilttiğimiz..." mealindeki 122. ayet-i kerime ile ilgili olarak,
Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, İbni Abbas'tan şu sözü nakletmektedir:
"Bu ayet-i kerime Ömer ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur." İbni
Cerîr et-Tabe-rî de ed-Dahhâk'tan buna benzer bir rivayet nakletmektedir. Ebu Bekir
el-Hâ-risî ise Zeyd b. Eslem'den buna benzer bir rivayet kaydederek dedi ki:
"Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundaki kişi Ömer b. el-Hattab'dır,
"karanlıklarda kalıp ondan çıkamayan kimse" ise Ebu Cehil b.
Hişam'dır.
el-Vâhidî
en-Nisaburî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın,
"Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundan kasıt, Hamza b. Abdul-muttalib
ile Ebu Cehil'dir. Şöyle ki: Ebu Cehil Resulullah (s.a.)'a bir hayvan pisliği
attı. Bu sırada Hamza henüz iman etmemişti. Ebu Cehil'in yaptıkları ona, yenice
avdan dönüp daha yayını bile elinden bırakmadığı sırada haber verildi.
Kızgınca Ebu Cehil'in yanına kadar gitti ve elindeki yayı ile kafasına vurdu.
Ebu Cehil ise bu sırada Hamza'ya yalvaryakar şöyle diyordu: "Ey Ebu Ya'lâ
neler getirdiğini görmüyor musun; bizi beyinsizlikle itham etti, ilâhlarımıza
küfretti, atalarımıza muhalefet etti." Hz. Hamza da ona şöyle cevap verdi:
"Ya sizden daha akılsız, beyinsiz kim var! Allah'ı bırakıp taşlara ibadet
ediyorsunuz. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, O bir ve
tektir, ortağı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Muhammed de onun kulu ve
rasulüdür." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi,
[41]
Böylelikle
rivayetler kâfir ve sapık kimsenin Ebu Cehil olduğunu ittifakla belirtirken
hidayet bulan müminin ise kimi rivayette Hz. Hamza kimi rivayette de Hz. Ömer
olduğunu belirtmektedir. Doğrusu ise, İbni Kesir ve Kurtu-bî'nin belirttikleri
gibi, ayet-i kerime geneldir ve onun kapsamına her mü'min ve her kâfir
girmektedir,
[42]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimede yeryüzündeki insanların çoğunluğunun
sapık, gülünç zan ve tahminlere tabi olan kimseler olduklarını, müşriklerin
Allah'ın dini hususunda müminlerle mücadele ettiklerini dile getirmektedir.
Daha sonra ise burada hidayet bulan mümin ile sapık kâfirin durumunu açıklığa
kavuşturan bir örnek söz konusu etmektedir. Böylelikle hidayet bulan müminin
önceleri ölü iken daha sonra hayat bulan ve kendisini ilgilendiren işlerinde
yolunu aydınlatacak şekilde kendisine nur verilen bir kimse durumuna geldiğini
kâfirin ise içine gömüldüğü, asla kurtuluşu mümkün olmayan, bu sebepten de
sürekli olarak şaşkınlık içerisinde bulunan ve karanlıklarda kalmış bir kimse
durumunda olduğunu açıklamaktadır.
[43]
Bu,
Yüce Allah'ın daha önceleri ölü, yani sapıklıkta helak olmuş, şaşırmış kalmış
iken Allah'ın kendisine hayat verdiği yani kalbini iman ile diriltip hidayete
ilettiği mümin ve karanlıklarda yani bilgisizliklerde, heva ve sapıklıklar
içerisinde gömülüp kalmış kâfirin durumlarını açıklamak için verdiği bir örnektir.
İşte
bu, iman ehli ile küfür ehli arasında bir karşılaştırma veya bir muvazenedir.
Şöyle ki: Bir kişi küfür ve cahillik sebebiyle ölü durumunda iken biz onu iman
ile canlandırdık. Ona insanlar arasında yolunu aydınlatacak bir nur verdik. Bu
nur ise kesin delil ve belge ile desteklenen Kur'an nuru, hidayet ve iman
nurudur.
Bir
diğeri ise karanlıklarda, gece karanlığında* bulutların sebep olduğu
karanlıklarda, yağmur karanlıklarında yürüyen ve bunlardan bir türlü çıkamayan
kimse yani hiç bir şekilde içinde bulunduğu durumdan kendisini kurtaracak bir
çıkar yol bulamayan kimse. Bu iki kişi hiç bir olurlar mı?
Mümin
ile kâfir arasındaki karşılaştırmalara dair pek çok ayet-i kerime varit
olmuştur ki bunların bazıları şöyledir: "Yüzükoyun kapaklanmış olarak
yürüyen kimse mi daha doğru yol üzeredir, yoksa dosdoğru yol üzerinde sağa sola
sapmadan dimdik yürüyen kimse mi?" (Mülk, 67/22); "Bu iki kesimin misali
kör ile sağır ve gören ile işitene benzer. Örnek itibariyle bunlar bir olurlar
mı, hiç öğüt ve ibret almaz mısınız?" (Hûd, 11/24); "Kör ile gören
bir olmaz, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak (bir olmaz); dirilerle
ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerde olanlara
işittiremezsin. Sen ancak bir uyarıcısın." (Fatır, 35/19-23).
İmana
yol bulup hidayete ermekle küfür ve sapıklıkların karanlıklarına gömülmek
insana bağlı bir sebeple ve onun tercihi dolayısıyla olduğuna göre, elbetteki
yüce Allah müminin hayra olan başarısını artırır, küfrün uçsuz bucaksız
vadilerinde yol alan kâfirleri de kendi hallerine bırakır. Bundan dolayı Yüce
Allah ayet-i kerimeyi "Kâfirlere işledikleri işte böylece süslü
gösterilmiştir" buyruğu ile sona erdirmektedir. Yani müminlere imanı
güzel ve süslü gösterdiği gibi, kâfirlere de küfür ve masiyetleri süslü
göstermiştir. Yani her bir kesime, yaptığı işi güzel göstermiştir. Müminlerin
gözlerinde imanı güzel gösterirken kâfirlerin gözlerinde de küfür, cehalet ve
sapıklığı güzel göstermiştir. Resulullah (s.a.)'a düşmanlık, Allah'tan
başkasına kurban sunmak, Allah'ın haram kılmadıklarını haram, helâl
kılmadıklarını da helâl kılmak gibi.
İbni
Kesir der ki: Onlara içinde bulundukları cehalet ve sapıklık Allah'tan bir
kader ve sonsuz bir hikmet olmak üzere süslü gösterilmiştir. Allah'tan başka
hiç bir ilâh yoktur, O bir ve tektir, ortaksızdır. İbni Kesir daha sonra az
önce geçen mümin ile kâfir arasındaki karşılaştırmaya dair İmam Ahmed tarafından
Müsned 'inde rivayet edilen Resulullah (s.a.)'m şu hadisini de kaydetmektedir:
"Muhakkak Allah mahlûkatını bir karanlıkta yarattı. Sonra üzerlerine
nurundan serpti. Bu nurun isabet ettiği kimseler hidayet buldu, bu nurun isabet
etmediği kimseler ise sapıttı."
[44]
Daha
sonra Yüce Allah, insanlar hakkındaki değişmez sünnetine delâlet eden şu
buyruğunu irad etmektedir: 'Ve böylece her kasabada oranın ileri gelenlerini
suçlular kıldık..." Yani Mekkelilere yaptıkları işler süslü ve güzel gösterilip
Allah aynı zamanda fasık kimseleri oranın ileri gelenleri kıldığı gibi, her
kasabanın büyük suçlularını da oranın başkanları kıldı. Bunlar küfre çağıran,
Allah'ın yolundan alıkoyan kimselerdir. Ta ki bunlar Allah'ın yolundan alıkoymak
maksadıyla o kasabada türlü hile ve tuzaklar yapsınlar. Çünkü onlar bu
durumlarında düzenler kurmaya, aldatmaya ve insanlar arasında batılın revaç
bulmasını sağlamaya, nüfuzları, egemenlik ve tahakkümleri dolayısıyla daha bir
muktedirdirler.
İşte
insan toplumlarında Allah'ın sünneti budur. Hak ile batıl arasında bir
anlaşmazlık ortaya çıkar. İman ile küfür arasında mücadele gittikçe kızışır.
Her bir yolun yardımcıları, destekleyicileri vardır. Efendileri, büyükleri
vardır. Peygamberler, onların izinden giden ıslahatçılar, işte bu şekilde
çarpışan ve çatışan ortamda ortaya çıkarlar. Zayıflar onlara tabi olur. İleri
gelenler onlara karşı çıkar, inkâr eder. Orta tabakadakiler de bunlara yardımcı
olur. Islah, ilerleme, yapıcılık ve uygarlık hareketine her ortam ve toplumda
karşı çıkan, ileri gelen büyük suçlu ve günahkârlar ise, onların davetlerine
karşı durur, direnir. Fakat sonunda güzel akıbet ve zafer, ıslahtan yana
takvalılanndır. Bozgun yahut yok olmak ve yardımsız kalmak ise, fesat çıkartan
kâfirleredir. Peygamberlere düşmanlık eden bu büyük suçlular, ancak
kendilerine karşı tuzak kurarlar. Çünkü bu tuzaklarının vebali kendi
aleyhlerinedir. Çıkardıkları fesadın akıbeti onları gelip bulur, fakat onlar
geleceğe ve vakıaya bakmaktan acizdirler. Geçmişten ibret alamıyorlar. Duygu
ve hisleri yoktur. İşlerinin boyutları ile ilgili olarak doğru ve sağlıklı bir
değerlendirme yapacak şuura sahip değillerdir.
Bu
ise "hayatta kalma çatışması" veya "uygun olanın kalması"
diye ün kazanmış toplumsal kaideyi Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi
desteklemektedir: "Köpük atılır gider. İnsanlara faydalı olan şeye
gelince, işte bu, yeryüzünde kalır." (Ra'd, 23/17).
Bu
aynı şekilde önceden geçenlerde de izlenen bir sünnet (ilâhî bir yasa) halini
almıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir tuzak kurdular, biz
de onlar farkında olmaksızın bir düzen kurduk. Şimdi onların kurdukları düzenin
akıbetinin nasıl olduğuna bir bak! Şüphesiz biz onları ve kavimlerini topluca
helak ettik." (Nemi, 27/50-51). Yani nüfuz ve konumlarını korumak üzere
türlü hileler yapanlar yaptıkları bu hile ve tuzakların sonunda kendilerini de
gelip bulacağının farkında değillerdi. Çünkü onlar Allah'ın kulları hakkında belirlemiş
olduğu sünnetlerini bilmeyen cahillerdi. "Kötü düzen ancak onun sahiplerini
kuşatır." (Fatır, 35/43).
[45]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Hidayet bulan mümin, önceleri ölü iken Allah'ın dirilttiği kimseye benzer.
İşte huzurlu, olgun, dosdoğru ve sağlıklı hayat hakkına sahip olmak nimeti buna
verilir. Çünkü böyle bir kimse kendisini, amelini ve gidişini tam bir basiret
üzre yönlendirir. Dinini ve tatlı emellerle, büyük hayırlarla, ebedi nimetlerle
dolu kendisini bekleyen geleceğini bütün incelikleriyle bilir.
Sapık
kâfir ise aslında iyice yoğunlaşmış karanlıklar içerisinde yaşar. Küfür
karanlığı, yol ve yöntem karanlığı, belirsiz çeşitli azap, darlık, şaşkınlık,
huzursuzluk ve ızdıraplarla dolup taşan belirsiz gelecek karanlığı.
2- İleri gelen suçluların, fısk ve isyan önderlerinin, peygamberlere düşmanlık
besleyen her çağda ıslahat hareketlerine karşı direnen sapık kimselerin nüfuz
ve egemenlik sahibi olmaları, Allah'ın insan toplumundaki bir sünnetidir.
Fakat güzel akıbet, umduğunu elde etmek ve nihayette kurtuluş hak, iman ve
istikamet ehlinedir. Hüsran, helak olmak ve tuzakların vebali ise küfür ve
sapıklaradır. İşte bu Allah'tandır ve bu, hile ve tuzak kuranların acıklı bir
azapla cezalandırılmasıdır. Bununla birlikte onlar şu anda aşırı cahillikleri
sebebiyle bu tuzak ve hilelerinin vebalinin kendilerini gelip bulacağının
farkında değillerdir.
Müfessirler
Yüce Allah'ın, "Kâfirlere işledikleri işte böylece süslü gösterilmiştir"
buyruğu ile ilgili olarak cebir ve kader meselesini gündeme getirmişlerdir.
Ehl-i Sünnet der ki: Burada süsleyici Yüce Allah'tır. Çünkü yapılan her bir iş
yine Yüce Allah'ın yaratması ile ortaya çıkan bir itici sebebe bağlıdır. İtici
sebep veya buna davet eden husus ise yapılan işin bir fayda ve bir salah ihtiva
ettiğine dair bir bilgi, inanç veya zandan ibarettir. İşte bu itici sebep
süslemenin kendisidir. Bu itici sebebi veya bunu çağrıştıran hususu var eden
Allah olduğuna göre, amellerin süsleyicisi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi mutlak olarak Allah'tır: "Biz onlara amellerini süslü
gösterdik." (Nemi, 27/4).
Mutezile
ise der ki: Burada sözü geçen süsleyici, "Andolsun onların topunu azdırıp
saptıracağım" diye yemin eden şeytanın kendisidir. Bu görüş ise garip ve
zayıf bir görüştür. Çünkü Yüce Allah süsleyenin kendisi olduğunu açıkça ifade
etmiştir, ondan başka bir süsleyicinin varlığı söz konusu değildir.
[46]
124-
Onlara bir ayet geldiği zaman der-Içr kit "Allah'ın pşygamberlerine yerilen
gibi bize- de verilmedikçe asla iman etmeyiz." Allah risaletini nereye
vereceğini en iyi bilendir. Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık yüzünden
Allah katından bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir.
"Allah
risaletini... en iyi bilendir" buyruğu mübteda ve haberden oluşan bir
cümledir. Onların isteklerini reddetmek üzere başlanan yeni bir ifadedir.
Ayrıca Allah'ın peygamberliğe elverişli olduğunu bildiği kimselerden başkasını
seçmediğini haber vermekte ve bunlar arasından peygamberliği kime vereceğini
de en iyi bildiğini ifade etmektedir.
[47]
"Onlara"
yani Mekkelilere "bir ayet" Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu mutlak
surette ortaya koyan bir işaret, kesin bir belge ve bir delil "geldiği zaman
derler ki: Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman
etmeyiz." Onlara verilen risalet ve vahiy bize verilmedikçe... Çünkü bizim
malımız daha çok ve biz daha da yaşlıyız.
"Allah
risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir." Yani Allah risaleti nereye
vereceğini, onun için nerenin uygun olduğunu bilir ve oraya tevdi eder; bunlar
ise bu işe ehil değillerdir. "Suç işleyenlere" böyle bir söz söylemek
suretiyle suç irtikap edenlere "bir horluk" küfür ve tuğyanları
sebebiyle bir zillet ve aşağılanma "ve şiddetli bir azap" dünyada
esir edilmek, öldürülmek, ahirette de cehennem azabı "erişecektir."
[48]
Bu
ayet-i kerime Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. O şöyle demişti:
Peygamberlik hak olsaydı ben bu işe Muhammed'den daha lâyıktım. Çünkü hem benim
yaşım daha büyük, hem de benim mal ve evladım ondan daha çoktur.[49]
Yüce
Allah insanlar arasındaki sünnetini önce şu şekilde açıkladı: Her bir belde
veya toplumda suçlu ileri gelenler grubu olur. Bunlar da peygamberlerin ve
ıslah davetlerinin karşısına dururlar. Yüce Allah bu sünnetini açıkladıktan
sonra burada bu sünnetin Mekke'deki ileri gelenler hakkında da görüldüğünü
açıklamaktadır. Onların hile ve kıskançlıkları, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine
delâlet eden mutlak bir mucizenin ortaya çıkması halinde, kendilerini,
"Hayır, Allah tarafından bu makamın bir benzeri bize de verilmedikçe asla
iman etmeyeceğiz" demeye itmiştir.
[50]
"Onlara"
yani müşriklere Allah Rasulünün vahyini tebliğ etmesinde doğruluğunu ihtiva
eden Kur'an-ı Kerim'den kesin bir delil, bir belge veya bir ayet geldiği her
seferinde kıskançlıkları, inatlaşmaları, gururları, peygamberliğin dünyevî bir
makam olduğunu sanmaları dolayısıyla şöyle demişlerdir: Muhammed (a.s)'in
Allah'tan verilen bu makamının bir benzerine biz de nail olmadıkça ve bizim
vasıtamızla da Musa'nın denizi yarması, İsa'nın anadan doğma körü, alacalıları
iyileştirip ölüleri diriltmesi gibi, Allah'ın peygamberine verilen kevnî bir
ayet veya bir mucizenin benzeri de bizim vasıtamızla ortaya çıkmadıkça asla
iman etmeyeceğiz. Çünkü bunlar servetlerinin, evlatlarının daha çok, daha
güçlü, insanlar arasında daha üstün bir mevkiye sahip olduklarını
söylüyorlardı.
İbni
Kesir der ki: "Melekler Allah'tan diğer peygamberlere getirdikleri gibi
bize de peygamberlik getirmedikçe (iman etmeyeceğiz)" demek istiyorlar.
Nite-. kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayanlar
dediler ki: Üzerimize melekler indirilmeli yahut da Rabbimizi görmeli değil
miyiz?" (Fur-kân, 25/21).
Böylelikle
Mekke müşriklerinin arasında Kureyş'in ileri gelenlerinin, aralarından
birisine peygamberliğin verilmesini beklediklerini, buna göz diktiklerini
açıkça görüyoruz. Nitekim Yüce Allah onların şu sözlerini bize nakletmektedir:
'Ve dediler ki: Kur'an şu iki kasabadan büyük birisine indirilmeli değil miydi?
Rabbinin rahmetini paylaştıran onlar mıdır?" (Zuhruf, 43/31). Burada sözü
geçen iki kasaba Mekke ve Taiftir. Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle
bu-yurulmaktadır: "Hayır, onlardan her birisi kendisine açılmış sahifeler
verilmesini ister..." (Müddessir, 74/52).
Yüce
Allah onlara, "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir"
buyruğu ile cevabını vermektedir. Yani risaletini nereye vereceğini ve
insanlar arasmdan kimin bu görevi yapmaya ehil olduğunu en iyi O bilir. Risalet
özel esasları olan dinî bir mevkidir. Bu, Allah'ın bir lütfudur. O bu lütfunu
kullarından dilediğine bağışlar. Hiç bir kimse kazanç, gayret, sebep veya nesep
ya da mal, evlat, önderlik, nüfuz gibi normal dünyevî bir takım özellikler
dolayısıyla bu makamı elde edemez. Aksine bu yüce makam, fıtratının selâmeti,
kalbinin temizliği, ruhunun kuvveti, yaşayışının güzelliği, hayır ve hakka
olan sevgisi dolayısıyla ehil olana verilen bir görevdir.
Daha
sonra Yüce Allah Peygamber (s.a.)'in davetine iman etmekten geri duranları şu
buyruklanyla tehdit etmektedir: "Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık
yüzünden ... bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir." Yani bu suçlu
günahkârlara kıyamet gününde kesintisiz, sürekli bir horluk ve bir aşağılanma
verilecektir. Ayrıca oldukça çetin ve can yakıcı azap da gelip onları bulacaktır.
Bu da onların yaptıkları hilelerin, peygamberlere tabi olmayı ve getirdikleri
mesajlar hususunda onların itaatine girmeyi büyüklüklerine yediremeyişleri-nin
bir cezasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz bana ibadeti
büyüklüklerine yediremeyenler cehenneme horlanmış halde" yani küçülmüş,
zelil ve hakir halde "gireceklerdir." (Mü'min, 40/60)
Hile
ve tuzak -mekr, hile ve aldatmayı gizlice ve çaktırmadan yapmaktır-çoğunlukla
gizlice yapılan bir şey olduğu için bunu yapanlar kıyamet gününde amellerine
uygun bir ceza olmak üzere, Allah tarafından oldukça çetin bir azapla
azaplandınlarak karşılık göreceklerdir: "Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez."
(Kehf, 18/49).
Azabın
Allah'tan olmasının anlamı ise şudur: Böyle bir azabı O'nun hükmü ve adaleti
gerektirmiştir. Bu konuda ezelden beri takdiri vardır. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan öncekiler yalanladı. Bunun
üzerine azabımız onlara farkına varmadıkları yerden geldi. Böylelikle Allah
dünya hayatında kendilerine rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı da elbette ki
daha büyüktür. Eğer bilselerdi." (Zümer, 39/25-26).
[51]
Nübüvvet
veya risalet bu konuda kendisine güvenilen, onu yüklenmeye ehil olan,
sıkıntılarına katlanmaya daha muktedir olan kimselere bağışlanır. Nübüvvet,
nüfuz, sulta yahut mal mevki ya da nesep veya yardımcı ve evlat çokluğuna
dayalı olarak verilen dünya mevkilerinden herhangi bir mevki gibi değildir.
İnsanların
yapacakları tek şey ise peygamberlerin getirdiklerine iman etmektir. Çünkü
onların peygamberlikleri kesin bir delil ve olağanüstü bir mucize ile
ispatlanır.
İman
etmeyecek olurlarsa onlara küçüklük, zillet ve aşağılanma ile ahiret-te de
çetin bir ilâhî azap gelip çatar. Bu da onların günahkârlıkları, güç ve hileleri,
kıskançlık ve kinleri sebebiyledir. Bu ceza hak ve adaletin kendisidir. Çünkü
itaat edenler ile isyankârların birbirlerinden ayırt edilmesi gerekir. Burada küçüklük
azabının gelecek uhrevî azaptan önce söz konusu ediliş sebebi, Mekke
müşriklerinin güç, kuvvet ve şeref arzusuyla Muhammed (s.a.)'e itaati kabul
etmeyişlerinden dolayıdır. Allah da onların istek ve arzularının tam zıddı ile
onlara karşılık verir.
Ayet-i
kerimenin tefsiri ile ilgili olarak meşhur olan şu olur: Mekke ileri gelenleri
Muhammed (s.a.)'in nail olduğu gibi onlar da peygamberlik ve risalet elde etmek
istediler. Tabi olan değil, tabi olunan kimseler olmak istediler.
Fakat
Yüce Allah onlara kendilerinin peygamberliğe ehil kimseler olmadıklarını, aynı
şekilde küçüklüğe, horluk ve zillete düşürüleceklerini ve cehenneme atılmaya
maruz kalacaklarını da belirtti. İşte büyüklük taslayarak yeryüzünde üstünlük
sağlamak arzusuyla ve dikbaşlılık ederek peygamberlere uymaktan yüz
çevirenlerin cezası budur.
[52]
125-
Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de
saptırmak isterse onu da göğe yük-seliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar.
Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlığı çökertir.
126-
Ve işte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen
bir topluluk için uzun uzadı-ya açıkladık.
127-
Rableri katında selâm yurdu onlara aittir. İşlediklerinden ötürü Allah onların
velisidir.
128- O gün ki (Allah) onların hepsini (huzurunda)
toplayacaktır. "Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu yoldan
çıkardınız ha?" Onların velileri olan insanlar da diyecek ki:
"Rabbi-miz, kimimiz kimimizden faydalandık ve bize takdir ettiğin
ecelimize ulaştık." Buyurur ki: "Devamlı kalmak üzere durağınız
ateştir, Allah'ın diledikleri müstesna." Muhakkak ki Rabbin Hakimdir,
Alimdir.
"İnsanlardan
bir çoğunu yoldan çıkardınız ha?" buyruğunda hazf ile îcâz vardır. Yani
sizler insanları kandırıp saptırmakta çok aşırıya gittiniz. Nitekim
"kimimiz kimimizden faydalandık" buyruğunda da böyledir. Yani
insanlardan kimisi bazı cinlerden faydalandığı gibi, bazı cinler de bazı
insanlardan faydalandı.
"Durağınız
ateştir" buyruğunda, her iki kelimenin de Lam'ı tarifli (belirtili)
olarak gelmesi hasr ifade etmek içindir.
[53]
"...
onun kalbini İslâm'a açar." İman ve hayrı kabul etmesi için ona genişlik
verir veya kalbine bir nur bırakır ve bundan ötürü kalbinde iman için bir
genişlik olur ve onu kabul eder; bir hadis-i şerifte varit olduğu gibi. Maksat
ise insanın iç dünyasıyla hakkı kabule hazır hale getirilmesidir. "Göğe
yükseliyor-muş gibi", gökte yukarı doğru çıkıyor, feza boşluğunda
uçuyormuş ve adeta iman kendisine teklif edildiğinde kendisine çok ağır
geldiğinden dolayı imkânsız bir işi yapmaya kalkışıyormuş gibi olur.
"kalbini daraltır"; darlık, genişliğin zıddıdır. "sıkar",
bu da darlığın ileri bir derecesidir. "Allah iman etmeyenlerin üstüne işte
böylece murdarlığı çökertir." Yani Allah azabı veya şeytanı ona musallat
kılar. Murdarlık (er-ricz) aslında maddeten, şer'an veya aklen pis görülen,
kendisinden tiksinilen her şeydir. "İşte bu" Muhammed'in yolu ve
dini, "Rabbinin dosdoğru yoludur," yani herhangi bir eğriliği ve
sapması bulunmayan Allah'ın insanlar için beğenip seçtiği yoludur.
"Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen", öğüt alan "bir
topluluk için uzun uzadıya açıkladık." İbret alanlardan özellikle söz
edilmesi, ayetlerden yararlanan kimselerin onlar olduğundan dolayıdır.
"Selâm
yurdu" esenlik yurdu olan cennet "onlara aittir; ... Allah onların
velisidir." İşlerini üzerine alandır ve kederlendirip tasalandıran
hususlarda onlara yeter. "Ey cin topluluğu", topluluk anlamına gelen
"mahşer" yalnızca erkeklerden meydana gelen kalabalığa denilir.
"İnsanlardan bir çoğunu yoldan çıkardınız ha!" Yani onlardan bir
çoğunu saptırdınız. "Onların velileri olan insanlar" yani verdikleri
vesveselerde cinlere itaat eden insanlar; " diyecekler ki Rabbimiz:
Kimimiz kimimizden faydalandık." Yani insanlar cinlerin kendilerine
şehvet ve arzularını süslemelerinden yararlandı, cinler de insanların kendilerine
itaatinden faydalandı, "ve bize takdir ettiğin ecelimize ulaştık."
Öldükten sonra dirilişe ve amellerin karşılığının görüleceği güne veya ölüme
ulaştık. "Devamlı kalmak üzere durağınız ateştir" barınacağınız yer
orasıdır. "Allah'ın diledikleri müstesna"; Allah'ın dilediği ve
hamîm'den içmek üzere dışarıya çıkacakları zamanlar müstesna. Çünkü hamîm suyu
cehennemin dışındadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Sonra onların dönüşü elbette Cehenneme olacaktır." (Saffat, 37/68).
Veya cehennem azabından Zem-herîr azabına nakledileceklerdir. "Rabbin
Hakîm'dir" yani yaratmasında; "Alîm'dir" yarattıklarının durumu
hakkında.
[54]
Bu
ayet-i kerimeler müşriklerin inatla takındıkları tavırlarının tartışılmasının,
onlara cevap verilmesinin delil ve şüphelerinin çürütülmesinin bir devamıdır.
Bu ayetler şimdi işi kestirmekte ve bitirmektedir. Onların imana ehil olmadıklarını,
onu kabule istidatlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Tıpkı bundan önceki
ayet-i kerimede peygamberliğe ehil olmadığını açıkladıkları gibi. Durum her ne
olursa olsun hak yol artık basiret sahibi herkes için açık seçik ortadadır.
Allah'ın hoşnut olacağı istikamet yolu bütün insanlık için açıklık kazanmıştır.
Kim bu yolu kabul ederse onun için esenlik yurdu vardır. Ondan yüz çevirene ise
cehennem azabı vardır. İşte bu cezadan önce ise haşir ve hesap
gerçekleşecektir. Kâfirlere karşı delilin ortaya konulması söz konusudur.
[55]
Bundan
önceki ayet-i kerimeden müşriklerin inat ve gururlarının cezası ile
karşılaşacaklarını öğrendik. Burada ise açık ve ayırt edici sözle karşı
karşı-yayız. O da şudur: İş bütünüyle Allah'ındır. Herhangi bir kimse
müşriklerin İslâm çağrısından yüz çevirmeleri dolayısıyla üzülüp
kederlenmesin. Hakka, hayra ve İslâm'a muvaffakiyet vermek istediği ve Allah'ın
irade ve takdiri gereği Kur"an çağrısını kabule ehil kıldığı kimsenin
Allah kalbine genişlik verir. Bu iş için ona kolaylık verir, bu konuda ona bir
gayret bahşeder; Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah'ın
İslâm için kalbine genişlik verip de Rabbinden bir nur üzre olan kimse..."
(Zümer, 39/22); "Fakat Allah imanı size sevdirmiş ve kalplerinizde onu
süslemiştir..." (Hucurât, 49/7)
İbni
Abbas Yüce Allah'ın, "Onun kalbini İslâm'a açar" buyruğu ile ilgili
olarak şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Allah böylesinin kalbini tevhide
ve kendisine imana açar, bunun için kalbine genişlik verir. Bu da zahir ve
kabul gören bir açıklamadır.
Abdürrezzak'm
Ebu Ca'fer yoluyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir:
Resulullah (s.a.)'a şu "Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini
İslâm'a açar..." ayeti hakkında soru soruldu ve şöyle dediler: "Ey Allah'ın
Rasulü! Allah böyle bir kimsenin kalbini nasıl açar?" Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurdu: "Bu kalbine bıraktığı bir nurdur. Böylelikle kalbi onun
için açılır ve genişler." Ashab-ı kiram yine sordular: "Peki bunun
gerçekleştiğini kendisi vasıtasıyla bileceğimiz bir emaresi var mıdır?"
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebedîlik yurduna yönelme, aldanış
yurdundan uzaklaşma, ölümle karşılaşmadan önce ise ölüm için
hazırlanmadır."
İbni
Ebi Hatim ile İbni Cerîr et-Taberî de yine Ebu Ca'fer'den şöyle dediğini
rivayet ederler: Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerime hakkında şöyle buyurmuştur:
"İman kalbe girdi mi kalp o iman için açılır ve genişler." Ey Allah'ın
rasulü bunun için bir emare var mıdır? diye sorulunca, Resulullah (s.a.)
"Evet, ebedîlik yurduna yöneliş, aldanış yurdundan uzaklaşma, ölümden
önce de ölüm için hazırlanmadır" diye buyurdu.
[56]
Böyle bir nur ise uygun olan yerde bırakılır. Bu, fıtratı güzel, temiz kalmış,
hayra istidad ve hakka bağlanma meyli bulunan ruhtur.
Fıtratı
şirk ile bozulmuş, günahlarla kirlenmiş olan ise kalbinde kendisini imandan
uzak tutacak, hayrın içine girmesini önleyip gizleyecek ileri derecede bir
darlık bulur. Böylesinin misali atmosferin yüksek tabakalarında yukarılara,
semaya doğru yükselen kimsenin durumuna benzer. Bu kişi böyle bir durumda
oldukça ileri derecede nefes alma sıkıntısı çeker. Adeta imkânsız bir iş
yapıyormuş gibi olur. Çünkü semaya doğru yükselmek insan gücü açısından
imkânsız ve uzak görülen, kolay kolay güç yetirilemeyen şeye bir misaldir.
İmana
istidadını yitirdiği için Yüce Allah sapmasını dilediğinin kalbini dar ve
sıkıntılı yaptığı gibi, aynı şekilde böyle birisine ve onun gibi Allah'a ve
peygamberine imandan yüz çevirene şeytanları musallat kılar. Şeytan
böylele-rini azdırır ve Allah'ın yolundan alıkoyar.
[57] Rics
(murdarlık) ise, Mücahid'in de dediği gibi, "kendisinde hayır bulunmayan
her şey"dir yahut da Abdurrah-man b. Zeyd b. Eslem'in dediği gibi,
"azap"tır. Çünkü azaba götüren davranış budur. O durumda kelime
ızdırap anlamına gelen irticâz'dan gelmektedir. Ze-mahşerî der ki: Ricz,
yardımsız kalmak ve hakka muvaffakiyetin engellenmesi anlamına gelir.
"Ve
işte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur." Yani Rabbinin hidayete ulaştırmak
istediği kimsenin kalbini kendisine açtığı İslâm budur. Ve bu, Rabbinin
insanlar için beğenip seçtiği hikmetin de gerekli gördüğü yoludur. Yüce Allah,
"dosdoğru" ifadesi ile bunu tekit etmektedir. Yani onun yolu hiç bir
eğriliği bulunmayan doğru bir yoldur. Bunun tekit oluş sebebi, esasen Allah'ın
yolunun dosdoğru olmaktan başka bir şekilde olmasının düşünülememesidir. Onun
dışındaki yollar ise eğridir ve sapık yollardır. Nitekim Peygamber (s.a.),
Ahmed ve Tirmizî'nin naklettiğine göre Hz. Ali'den Kur"an-ı Kerim'in
nitelendirilmesi ile ilgili olarak şu buyruğunu nakletmektedirler: "O,
Allah'ın dosdoğru yoludur, Allah'ın sapasağlam ipidir. O hikmet dolu öğüttür ve
apaçık nurdur."
"Gerçekten
biz ayetleri ibretle düşünen bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık."
Yani biz bu ayetleri anlayışları, kavrayışları bulunan, Allah ve Rasu-lünden
gelenlere akıl erdiren bir topluluk için açıkladık, beyan ettik, vuzuha
kavuşturduk.
Bu
dosdoğru yoldan ayrılmayan kimseler için ise esenlik ve huzur yurdu olan cennet
vardır. Çünkü bunlar peygamberlerin yolundan sapmamışlardır. "Rableri
katında" yani kıyamet gününde "selâm yurdu onlara aittir."
"ve Allah onların velisidir", yani işlerini gören, onlara yeterli
olandır. Bu ise salih amellerinin bir karşılığıdır.
Ey
Muhammedi Sana anlattıklarımız ve kendisiyle onları uyaracağın şeyler arasında
hepsini insanlarıyla, cinleriyle bir araya getirip toplayacağım Haşr gününü,
onlara şöyle diyeceğimiz zamanı hatırlat: Ey cinler topluluğu! Sizler insanları
çokça saptırıp azdırdınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun sizden pek çok toplulukları saptırmıştır. Siz hiç
akıl etmiyor muydunuz?" (Yasin, 36/62). Cinlere itaat edip onların vesveselerinden
yararlanan, onları kendilerine veli ve dost edinen insanlar ise, Yüce Allah'a
cevap verirken "Her birimiz diğerinden yararlandı. İnsanlar kendilerine
şehvet ve arzularının yollarını ve bunları elde etme yollarını göstermek suretiyle
şeytanlardan yararlandıkları gibi, cinler de kendilerine itaat etmeleri sebebiyle
ve kendi maksatlarını gerçekleştirmek için yardımcı olmaları dolayısıyla
insanlardan yararlandılar" diyeceklerdir.
"Ve
bizim için tayin ettiğin süreye yani ölüme kavuştuk." Yahut onlar bununla
diriliş gününü kastedeceklerdir. Bu sözler onların şeytanlara itaat edip
nevalarına tabi olduklarını, öldükten sonra dirilişi yalanladıklarını ortaya koyan
bir itirafları olacaktır. Yani bu sözden kasıt şudur: Bizler oldukça dehşetli
bir gün olan bu diriliş ve ceza gününde günahlarımızı itiraf ediyoruz. Artık
hakkımızda dilediğin şekilde hüküm ver. Sen hakimler hakimisin. Andolsun bizler
dünyadaki kusurlarımız dolayısıyla hasret ve pişmanlığımızı işte açıkça ortaya
koyuyoruz.
Hak
Teâlâ onlara şu cevabı verecektir: Barınacağınız ve konaklayacağınız yer
cehennemdir. Sizler de onlar da, sizin veli ve dostlarınız da hepiniz orada
ebediyyen sonsuza dek kalacaksınız. Ancak Allah'ın Hamîm suyundan içmek için
cehennemden çıkmanızı dileyeceği veya cehennem azabından Zemherîr azabına geçişin
hali bundan müstesnadır. Esasen bu iki halden her birisi de bir azaptan bir
diğer azaba, geçiş olacaktır. Rivayet olunduğuna göre onlar azap içerisinde
Zemherîr vadilerinden birisine girecekler ve bundan dolayı eklemleri
biribirlerinden ayrılacak, bunun üzerine adeta uluyacaklar ve tekrar cehenneme
döndürülmelerini isteyeceklerdir. "Muhakkak ki Rabbin Hakîm'dir." Hikmetine
uygun olarak insanların amellerine karşılık verir. "Alîm'dir", her
kesimin neye lâyık olduğunu, neyi hak ettiğini çok iyi bilir.
Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar orada,
Rabbinin dilediği müstesna, gökler ve yer devam ettiği sürece ebedî kalacaklardır.
Şüphesiz Rabbin dilediği her şeyi yapandır." (Hûd, 11/107). Burada gerek
bu ayet-i kerimenin tefsiri gerekse söz konusu ettiğimiz buyruk ile ilgili
olarak îbni Cerîr et-Taberî, İbni Ebi Hatim ve İbnü'l-Münzir ile Ebu'ş-Şeyh b.
Hayyân'm İbni Abbas'tan naklettikleri şu sözü göz önünde bulundurmak yerinde
olacaktır: "Bu ayet-i kerime, herhangi bir kimsenin, Allah'a karşı
insanlar hakkında hüküm vermemesi ve onları cennet veya cehenneme göndermemesi
(yani, şu cennetliktir, ya da cehennemliktir, diye kesin hüküm vermemesi) gerektiğini
ortaya koymaktadır."
[58]
"Allah
kimi hidayete erdirmek isterse..." ayet-i kerimesi insanın hidayete
erdirilmesinde, imana hak ve hayra muvaffak kılınmasında Allah'ın irade sahibi
olduğunu ortaya koymaktadır.
Sapıklığın
ve hidayetin Allah'tan olduğunu açıklamak sadedinde ehl-i sünnet bu ayeti
kerimeyi delil gösterirler. Yani bu sapıklığı ve hidayeti yaratmak
Allah'tandır. Şu anlamda ki: Kul imana da kadirdir, küfre de kadirdir. Onun bu
iki hususa güç yetirmesi eşittir. Fakat böyle bir şeye güç yetirebilmek, ruhta buna
meyleden bir duygunun ortaya çıkmasına; kalpte ya imana veya küfre çağıran bir
davetçinin olmasına bağlıdır. İşte bu itici güç yahut davetçi onun yapacağı o
işin bir maslahat veya bir zararı ihtiva ettiğine dair bilgi olması veya buna
inanması yahut bunu zannetmesi şeklindedir. Eğer kalpte maslahat ya da menfaate
meyil oluşursa, o şeyi yapar. Eğer kalpte zarar veya mefsedet olan bir şeye
meyil oluşursa, o şeyi de terk eder. Bu meyil ve çağnştırıcı sebeplerin ortaya
çıkması ancak Yüce Allah'tandır. İnsan kudreti ile birlikte bu ilâhî
çağ-rıştıncı, o fiili yapmayı gerektirir. Buna göre kuldan imanın sadır
olabilmesi, ancak Allah'ın onun kalbinde imanın faydası ağır basan ve maslahatı
üstün olan bir iş olduğuna dair inanç ortaya çıktığı takdirde meydana gelir.
Yani bu hususta zatî kanaatin oluşmasıyla gerçekleşir. Kalpte böyle böyle bir
inanış vücuda geldi mi kalp ona meyleder ve onu elde edip kazanmayı arzu
duyar. İşte kalbin imana açılması bu demektir.
[59]
İşte
bu, ayet-i kerimenin tefsirinde zikretmiş olduğumuz Peygamber (s.a.)'in kalbin
açılması ile ilgili hadisine de uygun düşmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "O, Allah'ın müminin kalbine bıraktığı bir nurdur.
Böylelikle kalp ona açılır ve onun için genişler."
Yüce
Allah bu ayet-i kerimede bir misal vermektedir. Burada iman hususunda
tereddütlere kapılan ve İslâm'a girmeyi ağırdan alan kimsenin göğe doğru
yükselen kimse gibi olduğunu, ona benzediğini ifade etmektedir. Allah kâfiri,
imandan nefret edip imanın ona ağır gelmesi bakımından güç yetiremediği şeyi yapmaya
kalkışan kimseye benzetmektedir. Tıpkı göğe yükselmenin vasıtasız insanlar
için tahmin edilemeyen ve güç yetirilemeyen bir iş olduğu gibi. Kâfirden iman
etmesi istendiği takdirde o bundan darlanır, sıkılır ve adeta göğe doğru
yükselen kimsenin hali gibi bir hal alır. Yukarı doğru çıkıp üzerindeki hava
basıncı hafifledikçe nefesi de darlanır. Bu insanın yükseklere çıktıkça nefesinin
daralması olayı aynı zamanda yalnızca şimdilerde bilinebilen modern bilimsel
bir konudur. İşte Kur'an-ı Kerim buna işaret de etmektedir.
Kâfirin
kalbi oldukça dar ve sıkıntılı kılındığı gibi, aynı şekilde Allah dünyada da
azabını, yardımsız bırakmayı veya laneti inanmayanların üzerine bırakır.
Ahirette azap da yine Yüce Allah'ın ayetlerine iman etmeyen kimselere olacaktır.
Kesin
olarak bilinen ve kabul edilen şudur: "Ey Muhammedi Senin ve sana iman
edenlerin izlemekte olduğunuz yol, Allah'ın dosdoğru yoludur, yani hiç bir
eğriliği bulunmayan Rabbinin dinidir."
İbret
ve öğüt alacaklar için Allah'ın ayetleri vardır. Düşünenler için buna dair
akıllarıyla bildikleri burhanları vardır. İşte ayetlere iman edip onlardan
ibret alan ve yararlanan müminler için esenlik yurdu yani cennet vardır ki,
orada mümin her türlü afet ve musibetlerden yana esenliktedir. Tıpkı dünyada
iken eğrilik ve sapıklıktan kurtulduğu gibi. Yüce Allah'ın, "Rableri
katında" buyruğunun anlamı ise bunun onlar lehine, Allah'ın teminatı
altında olduğudur. O kendilerini lütfiıyla bu esenlik yurduna ulaştıracaktır.
Onların velisi yani yardımcıları ve destekleyicileri Allah'tır.
Hesap
gününde biribirlerinden yararlanmış bulunan insanlarla cinler arasındaki her
türlü bağ ve fayda paramparça olacak, kopup gidecektir. Cinlerin insanlardan
yararlanmaları insanların kendilerine itaat etmelerinden zevk ve lezzet almaları
şeklinde; insanların cinlerden yararlanmaları ise şeytanların vesveselerini
kabul ederek cinlerin kendilerini aldatıp kışktırtmaları sonunda zina edinceye,
içki içinceye kadar onlara itaat etmeyi kabul etmeleri şeklinde olur. Burada
ayet-i kerimenin ifade ettiği, sapanların ve saptıranların ahirette, herkesin
gözleri önünde azarlanmalarıdır.
Kâfirlerin
cehennemde ebedî kalışları ise Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlıdır. Benim
tercih ettiğim görüş budur. Yani onların cehennemde ebediyyen kalışları
Allah'ın meşieti ile olacaktır. "Allah'ın dilediği müstesna" buyruğu
ile ilgili istisnaya dair bir çok görüşler ortaya atılmış bulunmaktadır. Zeccâc
ve Taberî bu görüşler arasında şunu tercih ederler: Burdaki istisna, hesaba
çekilme vakitleridir. Çünkü bu hallerde onlar cehenneme girmiş
olmayacaklardır. Zira istisnanın anlamı bunun kıyamet gününde olacağı
şeklindedir. Yani onlar, kabirlerinden haşredilecekleri süre ile hesaba
çekilecekleri süre miktarından ibaret olan Allah'ın dileyeceği süre müstesna, cehennemde
ebediyyen kalacaklardır. Buna göre istisna, sürekli değil belli bir süreyi
içine almaktadır.
İkinci
görüşe göre ise maksat onların cehennem azabından Zemherîr azabına geçecekleri
vakitlerdir. Rivayet edildiğine göre onlar oldukça aşırı soğuk bir vadiye
girecekler. Burada bu aşın soğuktan cehennem sıcağına döndürül-meyi
isteyeceklerdir.
Üçüncü
görüş ise, İbni Abbas'a ait olup buradaki istisna iman ehli içindir. Allah,
ilminde ezelden beri İslâm'a gireceklerini, peygamberi tasdik edeceklerini
bildiği bir topluluğu istisna etmiştir. Bu görüşe göre ise, buradaki (mâ)nm
(men) anlamında olması ve istisnanın munkatı olmaması (yani sürekli olması)
gerekir.[60]
129- İşte böylece kazandıklarından ötürü
zalimlerden kimini kimine veli ederiz.
130-
"Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan, bu gününüzün
gelip çatacağı bilgisiyle sizi uyaran sizden peygamberler gelmedi mi?"
Derler ki: "Kendi hakkımızda şahitlik ediyoruz." Dünya hayatı onları
aldattı da gerçekten kâfirler olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
131-
Bu, Rabbinin haberleri yokken kasabalar halkını haksız yere helak edici
olmadığından dolayıdır.
132-
Her birinin işlediklerine karşılık dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından
gafil değildir.
"İçinizden
size ayetlerimi anlatan... gelmedi mi?" buyruğundaki soru azarlamak ve
başa kakmak kastıyladır.
"Her
birinin" yani amel edenlerden her birisi için... "İşledikleri sebebiyle..."
[61]
"İşte
böylece" yani insan ve cin isyankârlarının birbirlerinden faydalanmalarına
imkân tanıdığımız gibi; "kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine
veli ederiz." Yani işledikleri masiyetler sebebiyle onların bir kısmını diğer
bir kısmına veli yaparız. (Buradaki "veli etmek" ya yönetmek ve
emirlik anlamıyla kullanılmıştır yahut da birini diğerinin yardımcısı kılmak
manasınadır.) "Size ayetlerimi anlatan" yani ayetlerimi size gereği
gibi açıklayarak bildiren "... sizi uyaran, sizden" olan bir takım
"peygamberler gelmedi mi?" Sizden olmak ifadesi insanlar hakkında söz
konusudur. Çünkü peygamberler insanlardandır. Cinlerden peygamber
gönderilmemiştir. Böyle bir ifade tağlîb kabilindendir. Yüce Allah'ın, "O
ikisinden inci ve mercan çıkar" (Rahman, 55/52) buyruğunda olduğu gibi.
Oysa inci ve mercan ancak tuzlu denizlerden çıkar, tatlı sulardan çıkmaz.
"Kendi
hakkımızda şahitlik" Yani bize tebliğ yapıldığına dair şahitlik "ediyoruz."
"Dünya hayatı onları aldattı." Dünya hayatı aldatıcı süsleriyle
kendilerini kandırdığından dolayı iman etmediler. "Bu" yani
peygamberlerin gönderilmesi... "Rabbinin, haberleri yokken" yani
kendilerine ilâhî buyrukları açıklayacak bir peygamber göndermeksizin...
"... helak edici olmadığından dolayıdır."
"Her
birinin" yani amellerde bulunan her bir kimsenin "işlediklerine karşılık"
hayır ya da şer türünden olsun "dereceleri vardır." Amellerine uygun
karşılık olarak mertebeleri vardır.
[62]
Yüce
Allah cin ve insanların birbirlerini veli edindiklerini naklettikten sonra
bunun kendisinin takdir ve kazası ile meydana geldiğini beyan ederek şöyle
buyurmaktadır: "İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini
kimine veli ederiz." Yani yöneliş, araç, amaç ve amelleri itibariyle
birbirlerine benzerlikleri dolayısıyla dünya hayatında cin ve insanların
birbirlerinden yararlandıklarına dair yapılan açıklamalarda olduğu gibi, biz
zalimlerin kimisini kimisine veli kılarız. Onların bir bölümünü diğerlerine
yönetici yaparız veya destekçi kılarız.[63]
Cin
ve insanların birbirlerini veli edindikleri gibi aynı şekilde biz zalimlerin
bir bölümünü diğer bir bölümüne de veli kılarız. Bunu ise ilâhî takdir ve kevnî
sünnet gereğince onların bir bölümünü diğer bir bölümüne yardımcı kılmak
suretiyle yaparız. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Mümin erkekler
ve mümin kadınlar biribirlerinin velileridirler." (Tevbe, 9/71);
"Kâfir olanlara gelince; onlar da birbirlerinin velileridir." (Enfâl,
8/73).
Katâde
bu ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah
insanlar arasındaki velilik bağını amellerine uygun olarak tespit etmiştir.
Mümin nerede olursa olsun, hangi durumda bulunursa bulunsun müminin velisidir.
Kâfir de nerede ve ne halde olursa olsun, kâfirin velisidir. İman ise temennilerle,
hoş ve tatlı dileklerle gerçekleşmez. Taberî de bu açıklamayı tercih etmiştir.
Buna göre ayet-i kerimenin anlamı şu olur: Biz cin ve insanlardan olan bu
müşrikleri biribirlerinden yararlanacak şekilde birini diğerinin velisi
kıldığımız gibi bütün işlerde, bütün hususlarda da işledikleri masiyetleri ve
yaptıkları işlerden ötürü birbirlerine veli yaparaz.
[64]
Süyutî
de el-İklîl adlı eserinde şunları söylemektedir: Ayet-i kerime, "Nasıl
iseniz başınıza öyle veli (yönetici) tayin edilir."
[65]
hadis-i şerifinin anlamını ifade etmektedir. Fudayl b. Iyâd der ki: Bir zalimin
bir diğer zalimden intikam aldığını görürsen hayret edercesine dur ve gözetle.
Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân da Mansur b. Ebu'l-Esved'den şöyle dediğini rivayet
eder: Ben, A'meş'e Yüce Allah'ın, "İşte böylece kazandıklarından ötürü
zalimlerden kimini kimine veli ederiz" ayeti hakkında soru sordum. Dedim
ki: "Bu buyruk hakkında onların (yani sizden öncekilerin) neler
söylediğini duydunuz mu?" A'meş dedi ki: "Onların bu konuda şunları
söylediklerini işittim: İnsanlar fesada erdiler mi artık onların şerlileri
başlarına yönetici yapılır. Yani velilik (yöneticilik) ve emirlik onların
kötülerinin elinde bulunur. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Biz bir ülke halkını helak etmek istedik mi, oranın refahtan şımarmış
olanlarına emrederiz; onlarsa orada fasıklık ederler. Böylelikle o ülke
aleyhine söz (azap) hak olur; biz de orayı helak ve darmadağın ederiz."
(İsra, 16/17).
Yani
zalimler arasındaki velilik ya aralarındaki sevgi ve yardımlaşma suretiyle
yahut da onların bir kısmını diğer bir kısmının başına yönetici yapmak,
musallat kılmak suretiyle olur. Çünkü her bir zalime mutlaka bir başka zalim
musallat kılınarak belâ verilir. Zulüm umumi olur ve bizzat zalimlerin
kendilerini de kuşatır. İnsanlara yöneticilerden ve diğerlerinden olsun
zulmeden her bir kesim mutlaka ahlâk ve davranış itibariyle kendisine benzeyeni
veli edinir ve o benzerine başkasına karşı yardım edilir. İbni Abbas der ki:
"Allah bir kavimden razı olursa onların işlerinin başına hayırlı
olanlarını yönetici yapar. Bir kavme gazap ederse işlerinin başlarına da
onların kötülerini yönetici (veli) yapar."
İşte
bu yönetim, saltanat veya diğer bütün hususlarda zulmeden herkese yönelik genel
bir tehdittir.
Şanı
Yüce Allah zalimleri azarlamaya, cin ve insan kâfirlerini tehdide, kıyamet
günü durumlarını açıklamaya devam etmektedir. O, kendilerinin durumunu en iyi
bildiği halde onlara şöyle soracak: Peygamberler Allah'ın mesajlarını
kendilerine tebliğ etti mi? Böyle bir soru ise onlara doğruyu söyletmek,
azarlamak ve sitem kasdıyla sorulacaktır. Yüce Allah, "Ey cin ve insan
topluluğu..." diye soru yöneltecektir onlara. Yani, "Ey cin ve insan
cemaati, size içinizden peygamberler gelmedi mi?" Yani hepinizden sizin
cinsinizden peygamberler gelmedi mi? Halbuki peygamberler yalnızca insanlardan
gelmiştir. Cinlerden peygamber yoktur. Nitekim selefin de sonradan gelen
halefin cumhuru-nunda kabul ettiği budur. Bu şekildeki bir ifade ise tağlib
kabilindendir. Nitekim Yüce Allah, "O ikisinden (yani acı ve tatlı
sulardan) inci ve mercan çıkar" (Rahman, 55/22) diye buyurmaktadır.
Halbuki inci ve mercan, öncekilerin bilgilerine göre tatlı sulardan değil
yalnızca tuzlu sulardan çıkartılmakta idi. Daha sonra bir takım tatlı sulu
nehirlerde inci çıkartıldığı da sabit olmuştur.
Burada
maksadın insanlardan bilinen peygamberler olması da mümkündür. Cinlerin
elçilerinin ise, Peygamber (s.a.)'in sözünü dinleyip daha sonra işittiklerini
kavimlerine bildirerek uyarmak üzere giden kimseler olmaları da muhtemeldir:
"Kavimlerine uyarıcılar olarak geri döndüler." (Ahkâf, 46/29);
"De ki: Bana şu vahyolundu ki gerçekten cinlerden bir topluluk (Kur'an)
dinledi ve dediler ki: Muhakkak biz hayret verici bir Kur'an dinledik..."
(Cin, 72/1).
Bu
elçilerin görevi de şudur: Bunlar kavimlerine karşı imana, ahkâma ve adaba dair
ayetleri okurlar. Öldükten sonra diriliş gününe kavuşacaklarını, bu gündeki
hesabı ve bu günü inkâr edenler, kabul etmeyenler için de cezaların
hazırlandığını belirterek uyarır ve korkuturlar.
Kendilerine
sorulacak bu soruya cevap verecekler ve kıyamet gününde şöyle diyeceklerdir:
Peygamberlerin bizlere senin risaletini tebliğ ettiklerini ve sana kavuşup
huzuruna geleceğimizi belirterek uyardılar. Bu günün kaçınılmaz olarak
gerçekleşeceğini söylediler. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Evet, gerçekten bize uyarıcı gelmişti. Fakat biz yalanladık
ve "Allah herhangi bir şey indirmiş değildir dedik"
diyeceklerdir." (Mülk, 67/9).
Dünya
hayatı işte bu inkarcıları aldatıcı süsüyle, şehvet, mal, evlat, saltanat
sevgisi, yüksek makam sevgisi aldatıp kandırdı. O bakımdan onlar da dünya
hayatlarında kusurlu davrandılar. Sonunda kibir ve inatları dolayısıyla peygamberleri
yalanlayıp mucizeleri inkâr ettiklerinden dolayı helak oldular.
Kıyamet
gününde kendi aleyhlerine peygamberlerin kendilerine getirdikleri mesajı inkâr
eden kâfirler olduklarına da şahitlik edeceklerdir.
İşte
bu yani peygamberlerin gönderilip insanları uyarmaları, kitapların indirilmesi,
Yüce Allah'ın şu sünneti (ilâhî kanunu) dolayısıyladır: O davet kendisine
ulaşmadığı takdirde herhangi bir kimseyi zulmü dolayısıyla sorgulamak
dilememiştir. Kendilerine peygamberler gönderilmedikçe herhangi bir ümmeti
toptan helak etmeyi murad etmemiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiç bir kasaba
(halkı) yoktur." (Fâtır, 35/24); "Andolsun biz her ümmet arasında,
Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun, diyen bir rasul
göndermişizdir." (Nahl, 16/36). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler
değiliz." (İsra, 17/15).
Yüce
Allah'ın, "Haksız yere" buyruğunun Taberî'nin de ifade ettiği gibi,
iki manaya gelme ihtimali vardır: Birincisine göre şirk ve benzeri şeyler
sebebiyle. Yani burada sözü geçen haksız yere (zulüm) kâfirlerin fiili
anlamındadır. İkincisine göre ise, "haksız yere" yani gereken
şekilde uyarılmaksızın peygamberler, mucizeler ve ibretlerle hatırlatılmaksızm,
öğüt verilmeksizin haksızca helak söz konusu olmamıştır. Yani o takdirde
buradaki "haksız yere" ifadesinden kasıt, Yüce Allah'ın
uygulamasıdır. Ancak birinci açıklama şekli Taberî'nin[66] Razî
ve diğerlerinin de belirttiği gibi daha güçlüdür. Özetle söyleyecek olursak,
Allah, kullarından hiç bir kimseye zulmetmez, fakat bizzat insanlar kendilerine
zulmederler. Müslümanların basma gelmiş ve gelmekte olan her bir şey, ancak onların
kötü amelleri, dinlerini terk etmeleri sebebiyledir. Yoksa kusur ve eksiklik
onların kendilerindedir, sahip oldukları şeriatlerinin düzeninde değildir.
İster
Allah'a itaat hususunda ister ona isyan hususunda olsun amel sahibi olan
herkesin ameli dolayısıyla mertebeleri ve dereceleri vardır. Allah o kişiyi
oralara ulaştırır ve amelinin karşılığını ona verir. Hayırsa hayır, şer ise
şer.
Allah
bütün amelleri görendir, bilendir. Onlar ne yaparlarsa onu bilir. Onu onlar
için tek tek tespit eder, sayıp döker. Böylelikle huzuruna gelecekleri ve
kendisine dönecekleri vakit amellerinin karşılığını onlara versin diye. İşte
bu, mutluluk ve bedbahtlık sebebinin, insanın yaptığı işler ve meşieti veya
onun kazancı, irade ve ihtiyarı (tercihi) olduğunu göstermektedir.
[67]
"İşte
böylece..." ayet-i kerimesi raiyyenin (halkın) zalim olmaları halinde,
Allah'ın üzerlerine kendileri gibi zalim bir kimseyi musallat kılacağını göstermektedir.
Eğer bu halk bu zalim yöneticiden kurtulmak istiyorsa, kendileri de zulmü terk
etmelidirler.
Ayet-i
kerime aynı şekilde insanlar için bir emir ve bir yönetici olmasının kaçınılmaz
olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın zalimleri dahi, zalim bir
yöneticisiz bırakmadığına göre salah ehlini de kendilerini daha çok salaha ve
iyiye götürecek bir emirsiz bırakmaması öncelikle söz konusudur. Hz.Ali (r.a.)
der ki: "İnsanların işlerini çekip çevirecek adil veya zalim bir emi-rin
bulunması mutlaka gereklidir." Hz. Ali'nin, "Veya zalim"
ifadesini hayretle karşılamaları üzerine şöyle dedi: "Evet, yol emniyetini
sağlayacak, namazların kılınmasını, Beyt'in haccedilmesini gerçekleştirecek bir
yönetici gereklidir."
Ayet-i
kerime, Allah'ın insanlar hakkında uygulayageldiği sünnetlerinden birisini de
söz konusu etmektedir, o da şudur: Şanı yüce Allah müminlerin velisi, koruyucuları,
gözeticileri, yardımcıları, destekleyicileri olduğu gibi, onlar için
Daru's-Selâm (esenlik yurdu olan cennet) da yaratmıştır. Diğer taraftan cehennemliklerin
de birbirlerinin velisi olduğunu açıklamaktadır. Yani onlara yardım ve destek
olurlar; zulüm, horluk, azap ve ceza itibariyle kendilerine benzeyen
kimselerdir.
Peygamberlerin
görevi ilâhî ayetleri okumak, onları gereği gibi açıklayıp yorumlamaktır.
Ayrıca insanları kıyamet gününün azabı ile uyarıp korkutmaktır.
Kâfirler
ise bunu itiraf etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. Fakat dünya hayatı
onları aldattığından onun devam edip gideceğini sanmışlar, iman ettikleri
takdirde dünyanın ellerinden kaçacağını düşünüp korkmuşlardı; ama onlar
küfürlerini itiraf edecekler.
Allah
en ileri derecede ve en mükemmel surette adildir. Bundan dolayı kâfirlere
vereceği azap adalettir, hakkın kendisidir ve gereklidir. Çünkü O, onları
gerekli açıklamalar ve uyarıp korkutmalardan sonra azaplandırmaktadır. Kendilerine
peygamber ve nebi göndermedikçe onları cezalandırmaz. Peygamberlerin
gönderilmesi ise zorunlu ve kaçınılmaz bir haldir. Herhangi bir kasabayı ya da
ülkeyi şirkleri sebebiyle kendilerine peygamber göndermedikçe helak etmemek,
Allah'ın sıfat ve özelliklerindendir. Çünkü böyle olmasa helak edilenler,
"Bize ne müjdeleyici ne de korkutucu gelmiştir" derler.
Cinlerden
olsun insanlardan olsun amelde bulunan herkesin amellerine uygun mertebeleri
vardır. Allah'a itaat edenler için sevap itibariyle dereceler vardır. Ona isyan
edenler için ise cezalarda derekeler (aşağı doğru inen basamaklar) vardır.
Allah ise az ya da çok olsun yapılan hiç bir işten gafil değildir, başka işle
oyalandığı için onu fark etmemesi ya da yanılması söz konusu olamaz.
"Bu,
Rabbinin haberleri yokken kasaba halkını haksız yere helak edici olmadığından
dolayıdır" ayet-i kerimesi de şuna delildir: Şeriatin varid olmasından
önce mükellefiyet ve şer*î hükümler söz konusu değildir. Katıksız, saf akıl ise
hiç bir şekilde teklif ve serî hükümlere delâlet etmemektedir.
[68]
133-
Rabbin ganî ve rahmet sahibidir. İsterse sizi giderir ve arkanızdan dilediğini
yerinize getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan getirmiştir.
134-
Muhakkak size vaad olunan yerine gelecektir. Siz onu âciz bırakacaklar
değilsiniz.
135-
De ki: "Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Bu
yurdun güzel sonunun kimin olacağını bileceksiniz. Şurası muhakkak ki zalimler
felah bulamazlar."
"Muhakkak
size vaad olunan yerine gelecektir." Burada "vaad olunduğunuz"
fiilinin muzâri (geniş zaman) olarak kullanılması, devamlılığa ve yenilenip
duran hale delâlet içindir. Bu cümle öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere
cevap olsun diye iki tekit edatı ile tekit edilmiştir.
[69]
"İsterse
sizi giderir" yani ey Mekkeliler sizi helak eder, "ve arkanızdan dilediğini
yerinize getirir." Yani sizden sonra gelecek başka bir zürriyet ve nesil
var eder. "Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan getirmiştir."
Onları gidermiş fakat size rahmet olmak üzere sizi hayatta bırakmıştır,
"soyundan" buyruğu "... bir kavmin neslinden" anlamındadır.
"Siz
onu âciz bırakacaklar değilsiniz." Yani azabımızdan kurtulamazsınız. Allah
sizi yakalamaktan âciz değildir, o buna kadirdir.
"Elinizden
geleni yapın" yani haliniz üzre istediğiniz kadar devam edin; "Bu
yurdun güzel sonunun" yani güzel akıbetin yahut da ahiret yurdundaki
hayırlı akıbetin "kimin olacağını bileceksiniz". Zira kötü akıbetin
bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü Yüce Allah dünyayı ahiretin tarlası kılmıştır.
"Şurası muhakkak ki zalimler" yani kâfirler "felah
bulamazlar", mutlu olamazlar.
[70]
Yüce
Allah itaat edenlerin sevabı ile isyankârların cezasını açıklayıp her bir
kesimin özel derecesi ve muayyen mertebesi bulunduğunu söz konusu ettikten
sonra, kendisinin itaatkârların itaatine muhtaç olmadığını, günahkârların
masiyeti dolayısıyla da mülkünde hiç bir şey eksilmeyeceğini beyan etmektedir.
Çünkü o Yüce Allah, bizzat bütün âlemlere muhtaç olmayan ganîdir. Fakat aynı
zamanda O, kâmil ve genel bir rahmet sahibidir. Daha sonra Yüce Allah, bu
insanlara yahut da onların yerine gelecek yeni bir zürriyete rahmetini
indirmeye kadir olduğunu açıkladıktan sonra, işi tehdit üslûbu yönünde yine
insanlara havale ettiğini belirtmektedir.
[71]
Ey
Muhammedi Senin Rabbin bütün mahlûkata muhtaç olmayan ganîdir. O bütün
yönleriyle onların ibadetlerine muhtaç olmayandır. Fakat bütün hallerinde
mahlûkat kendisine muhtaçtır. Bununla birlikte O, onları kuşatan bir rahmet
sahibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah
insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hacc, 22/65). Ganî
oluşunu da açıklamak sadedinde şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, Allah'a
muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise ganî olandır, hamîd olandır."
(Fatır, 35/15).
"Rabbin
ganî ve rahmet sahibidir" cümlesi hasr ifade etmektedir. Yani O'ndan başka
ganî yoktur, O'ndan başkasından da rahmet gelmez. Çünkü O zatı itibariyle
vâcibul-vücud olandır. O'ndan başka bütün varlıklar ise zatı itibariyle mümkün
olan varlıklardır. Mümkün olan varlık ise muhtaç demektir. Böylelikle O'ndan
başka ganî (muhtaç olmayan) olmadığı, bütün varlıkların da O'nun tarafından
yaratıldığı ispatlanmaktadır. Aynı şekilde rahmetin O'nun hak olan zatından geldiğini
de ispatlamaktadır. O'nun dışındaki her bir şey gerek varlığında, gerek
varlığını devam ettirmekte O'na muhtaçtır. Varlık ve hayatını sürdürebilmek
için gerekli sebeplere de ihtiyacı vardır.
Ey
Mekke kâfirleri gibi inat eden kâfirler, dilerse O sizi Ad ve Semud kavmi gibi,
peygamberlere karşı inatla direnenleri helak etiği gibi helak eder ve sizden
daha faziletli, daha itaatkâr olan, sizden başka yeni nesiller getirir. O
sizden sonra dilediği kavimleri sizin yerinize getirmeye kadir olandır. Nitekim
O, bir başka kavmin zürriyetinden sizi yaratmıştır. Yani O hem helak etmeye,
hem de var etmeye gücü yetendir. Nitekim Yüce Allah bunu gerçekleştirmiştir.
İnatçı şirk önderlerini helak etmiş, onlardan sonra ise bir başka kavim olan
Muhacirleri, Ensan ve Allah'ın insanlara savaşlarında da barışlarında da rahmetinin
tecellisi olan, onlara tabi olan başka kavimleri yerlerine getirmiştir. Öyle ki
Gustave Le Bone onlar hakkında şöyle demektedir: "Tarih Müslüman
Araplardan daha adaletli ve daha merhametli fatihler görmemiştir."
Bu
şekilde dünya hayatında helake dair onlara böyle bir tehdidi yönelttikten
sonra, arkasından ahirette gerçekleşecek bir başka tehdidi şöylece söz konusu
etmektedir: "Muhakkak size vaad olunan yerine gelecektir..." Yani ey
Muhammed, haber ver onlara, tehdit olunageldikleri uhrevî ceza mutlaka gerçekleşecektir.
Siz âciz bırakabilecek kimseler değilsiniz. Yani kaçmak ve karşı durmakla onun
irade buyurduğuna engel olamaz, onu âciz bırakamazsınız. O sizi tekrar
yaratmaya kadir olandır. İsterseniz toprağa ufalanmış, parçalanmış, kemiklere
dönüşmüş olunuz. O kulları üzerine kahir olandır. İbni Ebi Hatim, Ebu Saîd
el-Hudrî (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Ey Adem oğulları, eğer sizler aklınızı kullanan kimseler iseniz,
kendinizi ölmüşlerden sayınız. Nefsim elinde olana yemin olsun ki vaad
olunageldiğiniz şey mutlaka gelecektir ve siz âciz bırakabilecek kimseler
değillersiniz."
Daha
sonra Yüce Allah bir başka şiddetli korkutma ve oldukça kesin bir tehditte
bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey kavmim, elinizden geleni
yapın..." Yani ey Muhammedi Şu sözlerinle onlara bildir: Eğer sizler hidayet
üzere olduğunuzu zanneden kimseler iseniz yolunuza ve bu halinize devam ediniz.
Ben de kendi yolumu, yöntemimi sürdürüp gideceğim. Yüce Allah'ın şu buyruğu da
buna benzemektedir: "İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni yapın.
Bizler de yapanlarız. Haydi bekleyin, şüphesiz biz de bekleyenleriz."
(Hûd, 11/121-122).
Zemahşerî
Yüce Allah'ın, "Elinizden geleni yapın...." buyruğu hakkında şunları
söylemektedir: Bunun iki manaya gelme ihtimali vardır: Sizler yapabildiğiniz
kadarıyla, bütün imkânlarınızla yapacağınızı, gücünüzün son noktasına,
imkânlarınızın son aşamasına kadar yapın. Yahut da sizler bu istikametiniz ve
bu haliniz üzere amel ediniz. Ben de halim üzre amel etmekteyim. Yani sizler
küfür ve bana düşmanlık etmek üzere sebat gösterin, şüphesiz ben de İslâm
üzere sebat edeceğim, size karşı sabırla davamı sürdürmeye devam edeceğim.
[72]
Yakında
güzel akıbetin bizim mi sizin mi olacağını bileceksiniz. Bu yurdun güzel sonu
ise, Yüce Allah'ın bu dünyada yaratmış olduğu güzel akıbet, güzel son demektir.
Bu
ise -Zemahşerî'nin de dediği gibi- oldukça incelikli bir uyan üslûbudur. Bu
ifadede son derece insaflıca sözler, güzel ve edebî kullanılmış olmakla birlikte,
oldukça ağır bir tehdit ve uyarıp korkutanın haklı olduğuna, uyarılanın ise
batıl üzere olduğuna dair kesin bir delili de ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın
şu buyrukları da bu üslûba benzemektedir: "Haydi istediğinizi
yapınız." (Fussi-let, 41/40); "Muhakkak bizler yahut sizler elbette
ya bir hidayet üzereyiz yahut da apaçık bir sapıklıktayız." (Sebe, 34/24).
Bu,
aynı zamanda ümmetlerin karşı karşıya kalacakları hallerin amellerine bağlı
olduğuna ve her bir amelin kaçınılmaz bir sonucunun bulunduğuna, hayırsa hayır,
şer ise şer bir akıbetin görüleceğine açık bir delildir.
Gerçek
şu ki zalimler iflah olmazlar. Yani zalimler Allah'ın nimetlerini inkâr
etmekle, ulûhiyyetinde O'na ortaklar edinmek suretiyle mutlu olamazlar, kendileri
adına bir başarı gerçekleştiremezler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Rableri onlara vahiyle bildirdi ki: Mutlaka bizler
zalimleri helak edeceğiz ve elbette sizleri de onların ardından yeryüzüne
yerleştireceğiz." (İbrahim, 14/14).
Kendisi
sebebiyle Allah'a hamdettiğimiz hususlardan birisi de Allah'ın peygamberine
olan vaadini yerine getirmiş olması, yeryüzünde ona iktidar verip Arap
müşriklerine karşı ona yardımcı olması, zafer ihsan etmesi, Arap yarımadasının,
Yemen'in ve Bahreyn'in o hayatta iken itaatine girmiş olmasıdır. Daha sonra
halifeleri döneminde çeşitli bölgeler, ülkeler fethedildi; İslâm yeryüzünün
doğusuna batısına yayıldı. Uzun asırlar boyunca İslâm devletleri güçlü,
kuvvetli, düşmanların saldırısına karşı kendisini koruyabilen devletler olarak
hükmetmeye devam ettiler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah şunu yazdı ki, mutlaka ben ve peygamberlerim elbette galip
geleceğim. Muhakkak Allah Kavî'dir (güçlüdür), Azîz'dir (kimse ona karşı
koyamaz)" (Mücadele, 58/21); "Muhakkak bizler peygamberlerimize ve
iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin ayağa kalkacağı günde yardım
edeceğiz. O günde zalimlere ileri sürecekleri mazeretlerinin faydası olmayacaktır.
Lanet onlaradır ve kötü yurt da onların olacaktır." (Mü'min, 40/51-52).
[73]
Ayet-i
kerimeler Yüce Allah'ın oldukça yüce sıfatlarına delâlet etmektedir. Bunlar
Allah'ın, yarattıklarından ve onların amellerinden mutlak olarak ganî
olmasıyla, yani onlara hiç bir şekilde muhtaç olmamasıyla, kullarını özellikle
de velilerini kendisine itaat eden kimseleri kuşatan rahmeti; öldürmeye, azapla
tamamen yok etmeye, diriltmeye, var etmeye, daha ideal, daha itaatkâr bir başka
nesli mevcutların yerine halife kılmaya kadir olması gibi sıfatlardır.
Mu'tezile
der ki: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın çirkin iş yapmaktan münezzeh, adaletli
ve kullarına rahim ve ihsan edici oluşuna delâlet etmektedir.
Ayet-i
kerimeler aynı şekilde Allah'ın vaadinin muhakkak tahakkuk edeceğine, başka
bir azap tehdidinin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğine, hayır ve şer ehline,
amellerine uygun karşılık vermenin gerekli olduğuna da delâlet etmektedir.
Ayet-i
kerime aynı şekilde iki uyarıyı da ihtiva etmektedir: Kesin bir azap tehdidi
ile amellerin dünyada iken tashih edilmesine dair bir uyarı, hesaptan ve ateşin
azabından korkmak için ahirette gerçekleşecek bir tehdit.
Şüphesiz
itaat ehlinin akıbetiyle isyankârların akıbeti birbirinden farklıdır. Güzel ve
övülmeye değer akıbet İslâm'a iman edip Allah'a itaat eden, uğursuz son ise
Allah'ı inkâr edip O'na isyan eden, emirlerini reddedip peygamberlerine meydan
okuyan kimseleredir.
[74]
136-
Ve onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar ve
kendi zanlarına göre "Bu Allah'ındır, bu da O'na koştuğumuz
ortakları-mızındır" dediler. Ortaklarına ait olanlar Allah'a ulaşmazdı da
Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi. Ne kötüdür hükmedegeldikleri!
137- Ve böylece onların ortakları hem onları
helake sürüklemek, hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için şirk
koşanların bir çoğuna çocuklarını öldürmelerini süslü göstermiştir.
Şayet Allah dilemiş olsaydı bunu
yapamazlardı. Artık sen onları uydurdukları o yalanları ile başbaşa bırak.
138-
Onlar batıl zanda bulunarak "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları
dilediğimizden başkası yiyemez" dediler. Bir takım hayvanların sırtlarına
binmek haram edildi. Bir kısım hayvanların üzerine de ona karşı iftira ederek
Allah'ın adını anmazlar. Allah yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları
cezalandıracaktır.
139- Bir de dediler ki: "Şu davarların
karınlarında bulunanlar yalnız erkeklerimiz içindir, kadınlarımıza haram kılınmıştır."
Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar. Onların vasıflandır-malarının
cezasını verecektir. Muhakkak O, Hakîm'dir, Alîm'dir.
140-
Bilgisizlikleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler, Allah'ın kendilerine
verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar gerçekten hüsrana
uğramışlardır. Onlar şüphesiz sapıt-mışlardır. Zaten hidayete erenlerden
olmamışlardı.
"Allah'ın
kendilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar..." Burada
ikinci olarak lafza-i celâlin açıktan zikredilmesi, onların çok ileri derecede
azgınlık ve sapıklıklarını açıklamak içindir.
[75]
"Ve
onlar" yani Mekke kâfirleri, "Allah için O'nun yarattığı" var
ettiği, meydana getirdiği "ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar."
Yani misafir ve yoksullara harcamak üzere bunlardan Allah'a bir pay
ayırdıkları gibi, Allah'a koştukları ortaklarına, hizmetkârlarına harcanmak
üzere de bir pay ayırmışlardı. "ve kendi zanlarına göre bu Allah'ındır, bu
da O'na koştuğumuz ortaklarımızın-dır, dediler." Yani kendilerine ibadet
etmek suretiyle Allah'a yakınlaşmaya çalıştıkları putlarmındır. Allah'ın payı
arasına putlarının payından herhangi bir şey düşecek olursa onu alırlardı veya
Allah'ın payından putların payına bir şey düşecek olsa bu sefer onu oradan
almaz, olduğu gibi bırakır ve şöyle derlerdi: Allah'ın buna bir ihtiyacı
yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ortaklarına ait olanlar
Allah'a ulaşmazdı da Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi." Onların
ortaklarına ayırdıkları, Allah'ın adına ayırdıkları cihete gitmezdi.
Ortaklarına ayrılan paylar ise putların hizmetkârlarına ulaşan paylardı.
"Ne kötüdür hükmedegeldikleri" bu hüküm!
"Onları
helake sürüklemek" saptırmak suretiyle helake götürmek; "hem de
dinlerini kendilerine karmakarışık etmek" içinden çıkılmayacak bir hale
sokmak "için şirk koşanlardan bir çoğuna çocuklarını" diri diri
toprağa gömmek suretiyle "öldürmelerini süslü göstermiştir." Burada
sözü geçen ortaklardan kasıt, cinlerden Allah'a koştukları ortaklardır.
"Onlar
batıl zanda bulunarak" yani bu konuda herhangi bir delilleri bulunmaksızın;
"bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır" yasaktır, kimse onlara
ilişemez "onları dilediğimizden" puta hizmet eden görevlilerden ve
diğerlerinden başkası "yiyemez, dediler" Bir takım hayvanların
sırtlarına binmek haram edildi; şaibeler ve hâmîler gibi. "Bir kısım
hayvanların üzerine de ona karşı iftira ederek Allah'ın adını anmazlar."
Onları kestikleri sırada Allah'ın adını değil de kendi putlarının adını
anarlardı. Bunu da Allah'a nispet etmişlerdi. "Şu davarların karınlarında
bulunanlar" yani sırtlarına binilmesi haram kılman davarların
karınlarında bulunanlar demek olup bunlar da şaibeler ve bahîrelerdi; 'Yalnız
erkeklerimiz için" helâldir gibi "onların vasıflandırmalarının"
Allah bu şekilde helâl ve haram ile nitelendirmelerinin "cezasını
verecektir. Muhakkak ki O" yaratmasında hikmeti sonsuz
"Hakîm'dir", yarattıklarını çok iyi bilen "Alîm'dir."
[76]
Yüce
Allah müşriklerin inançlarının kötülüğünü, tutarsızlığını açıkça ortaya koydu.
Bunlardan birisi de kıyameti inkâr etmeleri, öldükten sonra dirilişi,
amellerin karşılığının görülmesini reddetmeleridir. Burada da bir takım ekin,
meyve, davarlarla ilgili helâl ve haram hususunda uydurulmuş hükümlerinin ve
cahilliklerinin bazı çeşit ve türlerini, onların kız çocuklarını diri diri
gömmelerini söz konusu etmektedir.
[77]
Burada
müşriklerin uydurdukları nevalarından ve tutarsız görüşlerinden hareketle ve
şeytanın vesveselerinden etkilenerek ortaya attıkları İslâm öncesi Arap
cahiliyesinin bir takım hukukî hükümlerini görüyoruz.
Birinci tür:
"Ve
onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan..." Yani Allah'ın
yaratmış olduğu ekin, meyve ve davarlardan Allah'a bir pay ayırdılar. Elde edilen
mahsul, meyve ve yavrulardan O'nun için belli bir miktar ve pay tahsis ettiler.
Bir diğerini ise iftira ve uydurma yoluyla Allah'a ortak koştukları putlara,
heykellere ayırdılar.
Ayırdıkları
ilk pay ile ilgili olarak "Bu Allah'ındır, bu pay vasıtasıyla O'na
yaklaşırız dediler. İkinci pay hakkında da "Bu da O'na koştuğumuz
ortakları-mızındır, yani bu da kendisi vasıtasıyla kendilerine yaklaşmak
istediğimiz diğer mabudlanmızındır, dediler.
Allah'ın
putları onların ortakları olarak değerlendirmesi, bu putlara da mallarından
ayırdıkları belli bir payı harcamalarından, bunlara Yüce Allah'ın
özelliklerinden birisi olan helâl ve haram kılmak hususunda itaatle boyun eğdiklerinden
dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Kendi zanlarına göre" buyruğu şu demektir:
Herhangi bir delilleri, Allah'tan bu konuda kendilerine gelmiş bir bilgileri
olmaksızın gelişigüzel iddiada bulunarak, Allah'a yakınlaşmak için haram kıldıklarını
zannetmektedirler. Halbuki Allah'a yakınlaştırıcı amelin yalnızca ve halisen
O'na ait olması, O'nun izniyle olması gerekir. Çünkü bu bir dindir, din ise
yalnızca Allah'ındır ve yalnız O'ndan gelir.
Onlar
Allah'ın payını misafirlere, küçük çocuklara ikramda bulunmak ve yoksullara
tasadduk etmek için ayırırlar; putlarına, ilâhlarına ayırdıkları paylan ise,
onların hizmetlerinin görülmesi, işleri ve hizmetkârları için ayrılırdı.
Allah'a
koştukları ortaklar adına tayin ettikleri paydan herhangi bir bölüm, Allah
için ayırdıkları alanlardan birisine harcanmıyordu. Aksine onlar ortaklara
ayırdıkları payları putların hizmetkârlarına, putların hizmetine ve kurban
kesimine ayırırlardı.
"Allah
için" diye ayırdıkları pay ise, bazen o pay vasıtasıyla putlara yakınlaşmak
için harcanabiliyordu.
"Ne
kötüdür hükmedegeldikleri", yani verdikleri bu hüküm yahut da yaptıkları
bu paylaştırma ve işledikleri iş ne kadar da kötüdür! Çünkü onlar bu suretle
âciz olan yaratıkları her şeye kadir olan yaratıcıya tercih edip üstün tutuyorlardı.
Bu hem de haksızca bir hükümdü; çünkü Yüce Allah her şeyin Rabbi, mutlak mâliki
ve yaratıcısıdır. Onlar böyle bir paylaştırmaya kalkışmakla zulme saptılar ve
Allah'a ait olan hakları yerine getirmediler. Yahut bunun anlamı, daha güçsüz
ve zayıf olan türü Allah'ındır, diye O'na nispet ettiler. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onlar kızları Allah'a ait kabul ediyorlar. O münezzehtir.
Kendilerine de canlarının çektiğini." (Nahl, 16/57); "Ve ona kullarından
bir bölüm ayırdılar. Şüphesiz insan besbelli bir nankördür." (Zuhruf,
43/15). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkekler
sizin dişiler O'nun mu? O takdirde bu insafsızca bir paylaştırmadır."
(Necm, 53/21-22).
miş
oldular. O'na başkasını ortak koşmuş, O'nunla beraber bir başka ilâha tapmış
oldular. Taptıkları bu başka ilâhları Allah'a ait olanları da putlarına ait
kılmak suretiyle Allah'tan üstün tuttular, Allah'a tercih ettiler. Halbuki
verdikleri bu hükümlerinde de aklî ya da ilâhî şeriatın aydınlığından
kaynaklanan
sağlıklı
herhangi bir dayanakları da yoktur.
İbni
Abbas bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şunları söylemektedir: "Allah'ın
düşmanları şöyle yapıyorlardı: Bir ekin ektikleri ya da bir meyve mahsulü elde
ettiklerinde onun bir bölümünü Allah'a diye, bir bölümünü de puta diye
ayırırlardı. Putlara ait olan herhangi bir ekin, mahsul veya bir şeyi iyice
korur, iyice tespit ederlerdi. Şayet putlara ayırdıkları o paydan hiç bir şeye
muhtaç olmayan, Samed olan Allah'a ait ayrılan payın arasına karışacak olursa,
onu alır puta ayırdıklarının arasına koyarlardı. Eğer puta ayırdıkları su
herhangi bir şekilde Allah'a ayırdıkları bölümden bir miktarını sulayacak
olursa, bu sefer onu da puta ait kabul ederlerdi. Yine Allah'a ayırdıkları ekin
ve meyveden bir bölüm puta ayırdıkları bölümün arasına karışsa, putun ihtiyacı
vardır diyerek onu alıp Allah'ın payına geri iade etmezlerdi. Eğer Allah'a
ayırdıkları bölümün suyu zaptedilemeyip puta ait diye ayırdıkları bölümü
sulayacak olursa, onu da puta bırakırlardı.
Diğer
taraftan kendi mallarından bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi ve hâmîyi haram kabul
ediyorlar, bunları putlara ayırıyorlar ve onlar bütün bunları Yüce Allah'a
yaklaşmak için haram kıldıklarını ileri sürüyorlardı."
İkinci tür:
"Ve
böylece onların ortakları hem onları helake sürüklemek hem de dinlerini
kendilerine karmakarışık etmek için... süslü göstermiştir." Yani ekinlerin
ve davarların Allah ile putlar arasında paylaştırılması süslü gösterildiği
gibi, Allah'a ortak koştukları varlıklar olan (ilâhların hizmetkârları ve
mabedlerin bakıcıları) da müşriklere çocuklarını öldürmelerini süslü
göstermişlerdir. Müca-hid der ki: Burada "onların ortakları"ndan
kasıt, kendilerine fakirlik korkusuyla çocuklarını diri diri gömmelerini
emreden şeytanlarıdır. -Süddî de şöyle der: Şeytanlar kendilerine kız
çocuklarını öldürmelerini emretmişti. Bu, ya onları mahvedip helake süreklemek
için yahut da dinlerini kendilerine karmakarışık etmek içindi.
Bu
süslemenin sebebine gelince: Şeytanlar onları halihazırdaki durumda veya
gelecekte fakirlikle korkuttular. Nitekim Yüce Allah böyle bir işi bu
buyruğunda şöylece nitelendirmekte ve yasaklamaktadır: "Fakirlik
korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onları da sizleri de bizler
rızıklandırıyoruz." (İsra, 17/31).
Diğer
bir sebep ise utanılacak duruma düşmekten korkmalarıydı. Buna göre kız
çocuklarını, utanacak hale gelmek, fakirlik ve kendilerine denk olmayan
birisiyle evlenir korkusuyla öldürüyorlardı. Şanı yüce Allah ise şu buyruğuyla
onların yaptıkları işlerin çirkinliklerini dile getirmektedir: "Ve diri
diri gömülen kız çocuğu hangi günahtan dolayı öldürüldü diye sorulacağı zaman..."
(Tekvir, 81/8).
Kendilerine,
çocuklarını öldürmekle Allah'a yaklaşacakları vehmini verdiler. Nitekim
Abdülmuttalib de oğlu Abdullah'ı öldürmeyi adadığında aynı durumdaydı.
Resulullah (s.a.) da "Ben iki kurbanlığın oğluyum." derken buna
işaret etmektedir.
Yüce
Allah münkerlerin kendilerine süslü gösterilmesinin sebebini de şöylece
zikretmektedir: "Ve böylece onların ortakları, hem onları helake sürüklemek
hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için..." Yani bu şeytanlar
bunlara bu münkerleri süslü gösterdiler. Bunlardan birisi de çocuklarını öldürmeleridir.
Böylelikle müşrikleri aldatmak suretiyle helak etmek ve fıtratlarını bozmak,
tabi olduklarını iddia ettikleri Hz. İsmail ile Hz. İbrahim'in dinleri ile
ilgili hususları kendilerine karmakarışık etmek için böyle yaptılar.
Şayet
Allah dileseydi ebediyyen bunu böyle yapamazlardı. Bütün bunlar Allah'ın
mükemmel hikmetinin bir gereği olarak onun meşieti, iradesi ve ihtiyarı ile
olmuştur. Ehl-i sünnet der ki: İşte bu, müşriklerin bütün yaptıklarının
Allah'ın meşieti ile olduğunu göstermektedir.
Mu'tezile
ise şöyle der: Buradaki dilemek, ilcâ (mecbur etmek) yoluyla bir dilemek diye
anlaşılır. Yani Yüce Allah'ın onları kendi tercihleriyle başbaşa bırakması
anlamında bir meşiettir. Onlar da herhangi bir cebir ve baskı olmaksızın böyle
bir şeyi uygun görmeleri sonucu alıp yaparlar. Şunu da bilmek gerekir ki,
Allah onları mümin kılmaya da kadirdir. Melekler gibi onları imana istidatlı
bir karakterde yaratmak suretiyle yahut imana götürecek sebepleri onlarda
yaratarak ortaya çıkması halinde ve mücerred olarak kendilerini imanın zorunlu
olduğuna, Allah'ın varlığını, birliğini ikrar etmeye ikna edecek rasulün
gelmesi ile itaat etmelerini sağlayarak onları mümin kılmaya kadirdir.
Artık
ey Peygamber! Sen de onları din diye tutturdukları bu davranışlarıyla başbaşa
bırak! Sana düşen tebliğden ibarettir. Üçüncü tür:
"Bu
davarlar ve ekinler dokunulmazdır... dediler." Yani onlar şirkleri, çirkin
cahiliyeleri dolayısıyla davarlarını ve ekinlerini üç kısma ayırdılar:
1- Bir kısım davar ve yiyeceklerden hiç bir kimse faydalanamaz. Bunlar
kendi mabud ve putlarına tahsis edilmişti. Diyorlardı ki: Bunlar ilâhlara ayrılmıştır.
İlâhlarından başka kimse onlara dokunamaz, başkalarına verilemez. Yine
diyorlardı ki: Dilediğimizden başka kimse onlardan yiyemez. Yani onlardan ancak
putların hizmetkârları ve kadınlar müstesna olmak üzere erkekler yiyebilirdi.
Bu ise herhangi bir delil ve belgesi bulunmayan, sırf kendi mesnetsiz
iddialarından kaynaklanan bir uygulamadır.
2- Bir takım davarların sırtları haram kılınmış, bunlara binilmiyor ve
bunlara yük vurulmuyordu. Maide suresinde yer alan "Allah bahire ve
sâibe... diye bir şey kılmamıştır," (Maide, 5/103) ayeti ile tefsirinde
daha önce geçen bahire, sâibe ve hâmî diye kendilerinden söz edilenler bu
kabildendi.
3- Bir takım davarları da kesim esnasında Allah'ın adını anmaksızm keserlerdi.
Allah'ın adını ancak yerde putlarının adını anarlar ve hac döneminde dahi bu
davarlardan yararlanmazlardı.
Onlar
bu paylaştırmayı Allah'a yalan iftirada bulunarak gerçekleştirmişlerdi. Allah
onlara böyle bir şeriat indirmediği gibi, onların da Allah'ın hakkında izin
vermediği herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma hak ve yetkileri yoktu.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın size
indirip de sizin ondan bir bölümünü haram, bir bölümünü helâl kıldığınız rızık
hakkında? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftirada mı bulunuyorsunuz?"
(Yunus, 10/59).
Allah
bu iftiraları dolayısıyla lâyık oldukları şekilde onları cezalandıracaktır. Bu
ise onlara bir tehdittir.
Daha
sonra Yüce Allah, kendi gülünç iddiaları ve delilsiz kanaatlerine dayanarak
yaptıkları helâl ve haram kılmanın bir başka türünü söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır: "Şu davarların karınlarında bulunanlar yalnız erkeklerimiz
içindir..." Yani bu (kulakları yarık) bahîrelerin karınlarında bulunan
yavrular ve sütleri ile kendilerine kimsenin ilişmesinin söz konusu olmadığı,
ilâhlar adına otlaklarda serbest bırakılmış şaibeler yalnızca erkeklere
helâldir, kadınlara haramdır. Bunların sütleri erkeklere helâl, kadınlara
haramdır. Eğer bu davarlar erkek yavrulayacak olurlarsa, bunu da sırf erkeklere
helâl kabul ederlerdi. Dişiler bu yavrulardan yiyemezlerdi. Dişi doğuracak
olursa bu dişi de yavrulamak üzere bırakılır, kesilmezdi. Eğer doğan yavru ölü
doğarsa, o takdirde erkekler ve dişiler ona ortak olurdu.
Allah
bu nitelendirmelerinin yani bu hususta söyledikleri yalanların cezasını onlara
verecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a karşı yalan iftira etmek için dillerinizin yalan yere
nitelendiregel-diği şeyler hakkında şu helâldir, şu da haramdır demeyin."
(Nahl, 16/116).
Daha
sonra Yüce Allah kız çocuklarını diri diri gömmelerini, Allah'ın helâl kıldığı
şeyleri haram kılmalarını tenkit ederek şöyle buyurmaktadır: "Bilgisizlikleri
yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... gerçekten hüsrana uğramışlardır."
Yani çocuklarını öldüren, kız çocuklarını diri diri gömenler, Allah'ın
kendilerine vermiş olduğu güzel rızıkları haram kılanlar gerçekten hüsrana
uğramışlardır.
Çünkü
onlar sefihçe yani yerilecek bir hafiflik, çirkin bir ahmaklık ve gerçekle
ilgisi olmayan vehmî bir zarar olan fakirlik korkusuyla, neyin faydalı neyin
zararlı olduğunu, neyin güzel neyin çirkin olduğunu bilmeksizin çocuklarını
öldürmüşlerdir. Şüphesiz bilgisizlik ise münkerlerin ve çirkin işlerin en büyüğüdür.
Onlar Allah'a yalan iftirada bulunarak tertemiz şeyleri haram kıldılar.
Andolsun apaçık bir şekilde sapıklığa düştüler. Çünkü din ve dünya maslahatlarının
ne olduğunu bilemiyorlar, hak ve doğru olanlara hiç bir şekilde yol
bulamıyorlardı. Yüce Allah'ın, "Zaten hidayete erenlerden
olmamışlardı" buyruğunun ifade ettiği anlam ise, onların hiç bir şekilde
hidayete ulaşmadıklarını açıklamaktadır.
Buharî,
İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Eğer Arapların
bilgisizliklerini bilmek istiyor isen En'am suresinde yer alan 130. ayetten sonrasını,
"Bilgisizlikleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... zaten hidayete
erenlerden olmamışlardı" buyruğunu oku.
İbnül-Münzir
ve İbni Ebi Hatim, Katâde'den bu ayet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bu, cahiliye mensuplarının yaptığı bir işti. Onlardan herhangi bir
kimse, esir alınır ve fakir düşer korkusuyla kız çocuğunu öldürürken diğer
taraftan köpek besliyorlardı.
[78]
İşte
bunlar Arapların kapkaranlık cahiliye dönemlerindeki yasalarıdır. Bunların
kaynakları ise vehim ve gülünçlüktür; kısır akıllılık, tutarsız hevalardır.
Rivayet edildiğine göre adamın birisi Amr b. el-As'a şöyle demiş: Sizler
akıllarınızın kemaline, olgunluğunuzun yeterliliğine rağmen nasıl oldu da taşlara
ibadet ettiniz? Amr dedi ki: "İşte onlar yaratıcıları tarafından sınanmış
ve sınavı kaybetmiş akıllardı."
Yüce
Allah'ın haber verdiği Arapların bu bilgisizlikleri İslâm ile giderilen bir
husus olmuştur. Yüce Allah rasulünü göndermekle bunları iptal etmiştir. Onların
verdikleri hükümler ne kötü hükümlerdir!
İbni
Zeyd der ki: Allah adına kestiklerinde bu hayvanların üzerine de putlarının
adını anarak keserlerdi. Putlara ait olanları kestiklerinde ise onlar üzerinde
Allah'ın adını anmazlardı.
Onlar
ekin, mahsul ve davarları paylaştırmakta adeleti gözetmediler. Kendi
kanaatlerine göre Allah'ındır diye ayırdıklarını putları için harcarlardı.
Putları için ayırdıklarını da yine putlarına sunarlardı.
Kız
çocuklarını diri diri gömmek suretiyle de çok büyük bir zulüm işlemişlerdi.
Esir düşerler, kendileri de muhtaç olurlar korkusuyla kız çocuklarını diri diri
toprağa gömüyorlardı. Onları bu şekilde gömmelerinin bir diğer sebebi ise,
kızların baskınlara ve savaşlara katılamayışlarıydı.
Onların
ortakları yani putlara hizmetkârlık edenler, yahut insanların azgınları veya
şeytanları idi kendilerine kız çocuklarını öldürmeyi süslü gösterenler. Bundan
maksat ise onları helak etmekti. Bu uydurmanın kastı da, kendileri için
beğendikleri dinlerini karmakarışık etmekti. Yani ortakları bunlara batılı
emrediyor ve dinleri hakkında kendilerini şüphe ve tereddüde düşülüyorlardı.
Oysa daha önceden Araplar Hz. İsmail'in dini üzereydi.
Cahiliye
Arapları mal ve yiyeceklerini üç bölüme ayırmışlardı. Bir bölümü mabud ve
putlarına aitti. Bir diğer bölümü sırtları binilmekten ve yükten himaye altına
alınmış hayvanlardı. Bir diğer bölümünün üzerine de kesim esnasında Allah'ın
adını anmazlardı. Onlar bunu Allah'a yalan ve iftiralarda bulunarak
yapıyorlardı. Çünkü Yüce Allah onlara böyle bir şeriat ve bu kabilden hükümler
indirmiş değildi. Bu iftiralarının cezasını da göreceklerdir.
Davarların
sütlerini ve erkeklerini kendi erkeklerine tahsis ederken dişilerine haram
kılmışlardı. Ölü doğan yavruyu ise erkek ve kadınlar arasında ortak kabul
ediyorlardı. Hayvan dişi doğuracak olursa o dişi yavruyu da tekrar doğum
yapıncaya kadar bırakırlardı. Bu nitelendirmelerinin, yani yalan ve iftiralarının
karşılığını Allah onlara verecektir; yani buna karşılık Allah onları
azaplandıracaktır.
Zulüm
ve suç itibariyle hüküm ve âdetlerinin en ağır olanı ise kız çocuklarını diri
diri gömmeleri, Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmalarıydı. Buna delil ise
Allah'ın bu ayet-i kerimelerde bundan dolayı onları tekrar tekrar
azar-lamasıdır. Allah onlar hakkında yedi hüküm vermektedir[79]:
1- Hüsranda olmak: Çünkü evlat Allah'ın kullarına verdiği çok büyük bir
nimettir.
2- Sefihlik: Bu ise yerilmiş hafiflik demektir. Çünkü fakirlik korkusuyla
çocuğu öldürmek bir hafifliktir, beyinsizliktir. Fakirlik her ne kadar bir
sıkıntı ise de çocuğun öldürülmesinin zararı daha büyüktür. Diğer taraftan
fakir düşmek vehm'dir yani bundan kurtulma ihtimali her zaman vardır. Öldürmek
ise kat'î bir zarardır, geri dönülmesi imkânsızdır.
3- Bilgisizlik: Çünkü sefihlik bilgisizlikten ortaya çıkmıştır ve
şüphesiz ki bilgisizlik münker ve çirkinliklerin en büyüğüdür.
4- Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyleri haram kılmak. Bu da
ahmaklık çeşitlerinin en büyüklerindendir. Çünkü böylelikle kişi kendini bu
faydalı ve temiz şeylerden alıkoymaktadır.
5- Allah'a karşı yalan iftirada bulunmak. Bilindiği gibi Allah'a karşı
cüretkârlık etmek ve O'na iftirada bulunmak, günahların ve suçların en büyüklerindendir.
6- Dinî maslahatlar ve dünyevî menfaatler hususunda doğru yolu şaşırıp
sapıklığa düşmek.
7-
Onlar hidayet bulan kimseler
değillerdi; bu da onların daimî ve onlardan ayrılmayan bir vasıflarıdır.
Rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.)'ın ashabından bir kişi, Resulullah (s.a.)'ın
huzurunda kederli bir şekilde oturur dururdu. Bir gün ona "Ne diye üzülüp
duruyorsun?" diye soranca, şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın rasulü, gerçekten
ben cahiliyede bir günah işledim. Allah'ın onu İslâm'a girmiş olsam dahi
bağışlamayacağından korkuyorum." Hz. Peygamber (s.a) ona "Bana şu günahının
ne olduğunu haber ver" diye buyuranca, şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın
peygamberi, ben kız çocuklarını öldüren kimselerdendim. Bir kız çocuğum oldu.
Hanımım onu öldürmemem için bana yalvarıp yakardı. Ben de kız çocuğum
büyüyünceye, olgunlaşıncaya kadar bıraktım. Kadın olarak en güzel ve en olgun
bir çağına vardı. Gelip ona talip oldular. Bu sefer taassup beni kuşattı.
Kalbim onu evlendirmeye de evde kocasız bırakmaya da tahammül gösteremedi.
Hanıma şöyle dedim: Yakınlarımı ziyaret etmek üzere şu şu kabileye gitmek
istiyorum, haydi kızını benimle gönder. Bundan dolayı sevindi ve ona güzel
elbiseler giydirdi ve güzel giysilerle süsledi. Herhangi bir zarar vermemem
için de benden türlü sözler, ahitler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına
götürdüm. Kuyuya doğru baktım, kız benim onu kuyuya atmak istediğimi fark etti.
Boynuma sarıldı, ağlayarak, bana ne yapmak istiyorsun, dedi. Ona acıdım. Sonra
tekrar kuyuya baktım yine taassup beni kuşattı. Yine kız bana sarılıp,
"Babacığım annemin emanetini zayi etme" demeye koyuldu. Bense bir
kuyuya bakıyor, bir kıza bakıyor, ona acıyordum. Sonunda şeytan bana baskın
çıktı. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. O da kuyuda, "babacığım
beni öldürdün, diye bağırıyordu." Sesi kesilinceye kadar orada durdum,
daha sonra geri döndüm. Resulullah (s.a.) ve ashabı ağladı. Hz. Peygamber de
şöyle buyurdu: "Eğer cahiliye döneminde yaptıkları sebebiyle herhangi bir
kimseyi cezalandırmam emredilseydi, şüphesiz seni cezalandıracaktım."
[80]
141-
Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları, tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin
ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan, yetiştirendir. Her biri
mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin, hasat edildiği zaman da hakkını verin
ve israf etmeyin, çünkü O israf edenleri sevmez.
142- O, davarlardan yük taşıyacak ve döşek
yapılacakları da yaratandır. Allah'ın size verdiği nzıktan yiyin, şeytanın
adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.
143- Sekiz çift. Koyundan iki, keçiden iki. De ki:
"İki erkeği mi iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı
haram kıldı?" Eğer doğru söyleyenlerden iseniz bana bilgiye dayanarak
haber verin.
144-
Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: "İki erkeği mi iki dişiyi mi veya
iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı haram kıldı? Yoksa Allah size bunları
buyururken siz hazır mıydınız?" İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Muhakkak ki Allah zalimler
topluluğunu hidayete erdirmez.
'Yük
taşıyacak ve döşek yapılacakları" ifadeleri arasında tıbâk vardır. Çünkü
yük taşıyanlar büyükleri, diğerleri ise küçükleridir. "Şeytanın adımlarını"
ifadesi, şeytana itaatten sakındırmak için istiare yoluyla kullanılmıştır.
[81]
"Ve
O, çardaklı" yani çardaklar ve destekler üzerinde dallarının uzayıp
gitmesi için -asmalar gibi- yükseltilmiş "ve çardaksız" yani
yeryüzünde çardak yapılmaksızın bırakılmış yahut dalları ve gövdeleri sebebiyle
çardağa ihtiyacı bulunmayan "bağları, tadları çeşitli" yani gerek
görünüş gerekse tad bakımından meyveleri birbirinden farklı " ekin ve
hurmaları, zeytin ve narı" görünüş itibariyle "birbirine benzer ve benzemez
şekilde yaratan, yetiştirendir." Bunları tedricî bir şekilde yaratan Yüce
Allah'tır, "...hasat edildiği zaman da hakkını verin" Yani hasat
edildiği yahut toplandığı günü ya öşür ya öşrün yarısı olmak üzere zekâtını
verin, "ve israf etmeyin" hepsini vermek suretiyle ailenize ondan
bir şey bırakmayacak şekilde vererek israfa yönelmeyin; " Çünkü O israf
edenleri" kendileri için belirlenen sınırları aşanları "sevmez".
"O,
davarlardan da yük taşıyacak"; yani bunlar, yük taşıyabilen, çalışabilen,
her iki işte de kullanılabilen iri cüsseli hayvanlardır. Büyükbaş hayvanlardan
olan deve ve sığır ile benzerleri gibi. "ve döşek yapılacakları da yaratandır.
" bunlar, küçük develer ve bunlara benzer yük taşımaya ve çalışmaya elverişli
olmayan küçük davarlardır "şeytanın adımlarını izlemeyin." Yani
onların helâl ve haram kılmak hususunda gösterdiği yollardan gitmeyin.
"Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır" yani düşmanlığı açık seçik
bellidir.
"Sekiz
çift" yani sınıf; "koyundan iki, keçiden iki" biri erkek biri
dişi olmak üzere birer çift. "De ki: İki erkeği mi... haram kıldı"
ey Muhammedi Kimi zaman davarların erkeklerini kimi zaman dişilerini haram
kılan ve bunu Allah'a nispet eden kimselere de ki: Allah size iki erkeği mi
yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır? Bu soru onların bu durumlarını red ve
inkâr içindir, "veya iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı?"
Rahimlerinde bulunanlar ise ceninlerdir. "Eğer doğru söyleyenlerden
iseniz bana bilgiye dayanarak haber veriniz." Bu hususta doğru söyleyen
kimseler iseniz bunun nasıl haram kılındığını bana da haber veriniz. Bu haram
kılma hükmü nereden gelmiştir? Eğer bunlar erkek olmaları dolayısıyla haram
kılınmış ise bütün erkeklerin haram kılınmaları gerekir. Şayet dişi olmaları
dolayısıyla haram iseler, bütün dişilerin de haram olması gerekir. Eğer
rahimlerde bulunanlardan dolayı haram kılınmış iseler bu her iki kesimi de,
erkeği de dişiyi de kapsar; o halde böyle bir tahsis nereden gelmektedir?
"Yoksa
Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?" Bunları haram kılarken
siz orada mı bulunuyordunuz da buna dayanarak söz konusu hükümleri koydunuz?
Hayır, aksine sizler bu konuda yalan söyleyen kimselersiniz. "Allah'a
yalan uydurandan daha zalim kimdir?" yani sizden daha zalim hiç kimse
olamaz anlamındadır.
[82]
"...
hasat edildiği günde hakkını verin." mealindeki 141. ayetin nüzulü ile
ilgili olarak İbni Cerîr -Taberî, Ebul-Aliye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
İnsanlar zekâtın dışında bir şeyler veriyor idiler. Daha sonra bu konuda israfa
yöneldiler. Bunun üzerine şu: "Ve israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri
sevmez" buyruğu nazil oldu. Yine ondan rivayete göre o şöyle demiştir:
Hasat günü zekâtın dışında bir şeyler veriyorlardı. Daha sonra bu hususta birbirleriyle
yarışmaya koyuldular ve israfa yöneldiler. Bunun üzerine Yüce Allah "Ve
israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurdu.
Yine
Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime Sabit b.
Kays b. Şemmâs hakkında nazil olmuştur. O, bir hurma ağacının meyvelerini
topladı ve şöyle dedi: Bu gün kim gelirse mutlaka ona yedireceğim. Akşama
kadar gelene yedirdi ve yanında bir şey kalmadı. Bunun üzerine Yüce Allah
"İsraf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" diye buyurdu.[83]
Geçen
açıklamalardan anlaşılmaktadır ki Kur'an-ı Kerim'in eksenini dinin esaslarını
ispatlamak teşkil etmektedir. Bunlar ise tevhid, nübüvvet, öldükten sonra
diriliş (meâd) ve kaza ile kaderdir. Yüce Allah bunları ispatladığı gibi
bunlardan herhangi birisini inkâr edenleri de tenkit etmiştir. Bu hususta gereken
açıklamaları tamamladıktan sonra asıl maksada geri döndüğünü görüyoruz. Bu ise
Allah'ın vahdaniyetini, ulûhiyet ve rububiyetini kabul edip ispatlamak
suretiyle açıklayıp vurgulamaktır. İbadet ve teşri hakkını yalnızca O'na
vermektir. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, O'nun dışında bir rab yoktur.
O'ndan başka yaratıcı yoktur. İbadet, haram ve helâl kılma hususlarında O'ndan
başka şeriat (hüküm ve yasa) koyacak yoktur. İşte bu beyanda Yüce Allah,
"Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yetiştirendir" diye
buyurmaktadır. İlâhî kudretin tecellilerini Yüce Allah açıkça ortaya koyarken,
bu arada müşriklere de diğerlerine de elde edilmesini kolaylaştırdığı rızkını
hatırlatarak ikazda bulunmuş, Allah'a karşı iftirada bulunarak uydurdukları
şirkleri, kaza ve kadere iman etmemeleri dolayısıyla müşrikleri de ayıplamış,
tenkit etmiştir.
[84]
Yüce
Allah müşriklerin tutarsız ve asılsız görüşleriyle tasarruflarda bulunduğu ve
bu görüşlerine dayanarak paylaştırıp bir kısmını haram, bir kısmını helâl
kıldıkları ekin, mahsul ve davar türünden her şeyin yaratıcısı olduğunu beyan
ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları...
yetiştirendir."
Yani
ister çardaklar üzerinde yükselip ağaç gibi büyütülen asmalar olsun ister
bağlar ve bahçeler olsun hepsini var edip yaratan O'dur. Çardak, çatı şeklinde
yapılan ve üstlerine asma dallarının yerleştirildiği çubuklardır. Çardak-sızlar
ise yere bırakılan yahut da gövdeleri üzerine yükseldiği için çardağa ihtiyacı
bulunmayan diğer meyve ağaçlandır. Bizzat üzüm ağaçlarının kimisi çardaklıdır,
kimi çardaklı değildir. Aynı şekilde hurma ağaçlarını, tadı, rengi, kokusu ve
şekli değişik ekinleri yaratan da O'dur. Özellikle hurma ağaçlarının müstakil
olarak zikredilmesi, Araplarca bunun çokça görülmesi ve güzelliği
dolayısıyladır. Bütün parça ve bölümleriyle çokça faydalı olmasından ayrıca yaprağının
bütün mevsimlerde dökülmemesinden de kaynaklanmıştır. O kadar ki hadis-i
şerifte mümin kişi de hurma ağacına benzetilmiştir.
Şam
yüce Allah çeşitli ekin ve tadları farklı mahsulleri yaratandır. Burada tadlan
farklı (el-ukül) tabiri yenilen meyve ve mahsul demek olup Ademoğ-lunun
hayatının onlara bağlı bulunduğu yenilecek şeylerdir. Ayrıca bu, yaz kış ekilen
her şeyi kapsamına almaktadır. Hurma ve ekin gibi tadları değişik şeylerin
özellikle söz konusu edilmesi onların üstünlükleri dolayısıyladır.
Bu
yiyecek türleri, besleyicilik ve insanların temel gıda ihtiyaçlarını karşılayıcı
özellikleri bakımından diğer mahsullerden daha faydalı ve insanlar arasında
muteber yiyeceklerdir. Çünkü tahıllar temel gıda maddeleridir.
Ayrıca
Yüce Allah zeytin ve nar ağaçlarını görünüş itibariyle birbirine benzer fakat
yenmeleri ve tad itibariyle birbirinden farklı olarak yaratmıştır.
Bütün
bu çeşitler aynı su ile sulanıp aynı toprakta yetiştikleri halde her bir
türünün diğerinden tad, renk, koku ve olgunlaşma zamanı itibariyle farklılıkları
vardır. Bu farklılıklar, insanın soğuk, sıcak ve ılımlı dönemlerdeki ihtiyacına
uygundur. Bu ise yaratıcının bunlara olan kudretinin delilidir. Bütün bu
çeşitler, bunları yaratıcının yoktan var ediciliğini göstermektedir. Bütün
bunları yapan ise uygun rızkı vermek, uygun serî hükümleri, yasaları koymak
bakımından bir tek ve eşsiz olan Allah Teâlâ'dır.
Yüce
Allah bu nimetleri insanlara mubah kılmış ve onlara bu nimetleri ihsan etmek
suretiyle lütufta bulunduğunu belirterek minnet etmiştir. Yüce Allah buyuruyor
ki: "Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin." Yani Allah'ın
bitirip yetiştirdiği bu bitkilerden mahsul verdiği vakit olgunlaşmamış olsa
dahi yiyebilirsiniz. Burada "mahsul verdiği zaman" kaydının yer
almasının faydası, bunlara sahip olan kimsenin Yüce Allah'ın hakkı olan
zekâtın eda edilmesinden önce de bunları yemesinde ruhsat bulunduğunu ifade
etmesidir.
Daha
sonra ise alınan bu mahsullerde yerine getirilmesi gereken mükellefiyet
zikredilmektedir ki, bu da farz olan zekâttır. Yüce Allah bunu ifade etmek
üzere, "Hasat edildiği günde hakkını verin" diye buyurmaktadır. Yani
hasat gününde ondan, farz olan zekâtı ayırın. Bunun vakti ise,
olgunlaşmasından sonra koparılıp toplanma zamanıdır. Bunun ardından da tane ile
samanı birbirinden ayırmak için dövme vakti gelir. Üzümün toplanması,
hurmaların derilmesi, meyvelerin koparılması da "hasat edildiği zaman'
kapsamına girer. Farz olan hak, yağmur ile sulanan şeylerde öşür, nehir, kuyu
ve buna benzer kaynak sularıyla sulananlarda ise öşrün yansıdır. Şer'an
belirlenen bu hak, hak sahiplerine verilir. Bunlar ise akrabalar, yetimler ve
yoksullardır.
Mahsullerde
yerine getirilmesi gerekene hak ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü
vardır. İbni Abbas der ki: Burada kasıt farz olan zekâttır ki bu da öşür veya
öşrün yarısı (yani yirmide bir) dır.
Yine
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre -ki bu Said b. Cübeyr'in de görüşüdür-
o şöyle demiştir: Hasat günü yoksullara bu miktar sadaka olarak verilmiyordu.
Aksine bu miktar, tayin edilmeksizin vacip bir görevdi. Çünkü bu ayet-i kerime
Mekke'de inmiştir. Zekât ise Medine'de farz kılınmıştır. Böylelikle öşrün ve
öşrün yansının farz kılınması suretiyle -ki bu da zekâttır- bu vacip
neshedilmiş oldu.
Ayetin
Medine'de indiği ve doğrusunun bundan kastedilenin farz zekât olduğu da
söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: Sizler hasat günü hakkı vermeye
karar veriniz, maksadınız bu olsun ve bunun için gayret gösteriniz. Ta ki bu
verme işinin mümkün olabileceği ilk vakitten sonrasına onu bırakmayası-nız.
Daha
sonra Kur"an-ı Kerim bilinegelen yöntemine dikkat çekmektedir ki bu da
işlerde orta yolu seçmek ve her hususta itidali elden bırakmamaktır. İşte Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve israf etmeyin..." yani Allah'ın size
verdiği rızıktan yemekte aşırıya kaçarak israfta bulunmaksızın yiyiniz. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Yiyiniz, içiniz ve
israf etmeyiniz. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31). Aynı
şekilde sadaka vermekte de aşırıya giderek israf etmeyiniz. Nitekim Sabit b.
Kays b. Şammâs'tan rivayet edildiğine göre o, beşyüz hurma ağacının meyvesini
toplamış ve hepsini dağıtmıştı. Bunlardan evine hiç bir şey girmemişti. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve elini büsbütün de açıp savurma! O takdirde
kınanmış ve yaptığına pişman olarak oturup kalırsın." (İsra, 17/29).
Zührî
de der ki: Bunun anlamı şudur: Allah'a masiyet uğrunda harcamayınız. Buna
benzer bir rivayet Mücahid'den de yapılmıştır. İbni Ebi Hatim ondan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: "Mekke'deki Ebu Kubeys dağı altın olsa ve bir
kimse bunu Allah'a itaat uğrunda harcayacak olsa o israf etmiş olmaz. Bununla
birlikte Yüce Allah'a isyan uğrunda tek bir dirhem dahi harcayacak olsa israf
etmiş olur." İşte bu görüşten hareketle bazı hikmet sahibi kimseler şöyle
demiştir: "Hayırda israf yoktur, israfta da hayır yoktur."
Gerçek
ise şudur: İsraf, her hususta, hayırda olsun başka alanlarda olsun bir hatadır.
İster yemekte, ister tasaddukta olsun fark etmez. Çünkü her insanın kendisine,
aile halkına, yakınlarına, çoluk çocuğuna gereken nafakayı vermesi vaciptir.
Hatta kendi çocukları bulunmadığı halde gelirinden gelecekte ortaya çıkacak
ihtiyaçlarına harcamak için bir şeyler saklaması övülen bir iştir; ta ki
kendisi başkalarının sırtından geçinen, başkalarına yük olan bir kimse durumuna
düşmesin. Bundan dolayı savurgan, sefih kişi şer'an hacr altına alınır
(tasarrufları kısıtlanır); onun harcamaları hayır yolunda da olsa aynı şey
uygulanır. Sahih-i Buhari' de muallak olarak şöyle bir rivayet yer almaktadır:
"İsrafa sapmaksızın, büyüklenmek kastı da olmaksızın yiyiniz, içiniz ve
giyininiz."
Yüce
Allah'ın lütuf, rahmet ve nimetinin kemalindendir ki ey insanlar, O sizin için
davarları (ki bunlar deve, sığır ve koyun türleridir) yük taşımaya elverişli
büyükleriyle; henüz süt emen deve yavruları, koyun ve keçi gibi küçük-leriyle
-ki bunlar "döşek yapılacaklar" diye kendilerinden söz edilenlerdir
ve yeryüzüne kesilmeleri için yayılanlar, kıllarından, tüylerinden, yerde
yayılan döşek ve yaygılar ile giyilecek elbiseler çıkartılan küçükleridir-
yaratmış olmasidir. Bu da Yüce Allah'ın bir başka ayetteki şu buyruğunu
andırmaktadır: "Görmezler mi ki şüphesiz bizler onlar için ellerimizin
yaptığından davarlar yarattık da onlar bunlara sahiptirler. Biz bu davarları
kendilerine boyun eğdirdik, onlardan bazılarına binerler, kimisinden de
yerler. "(Yasin, 36/71-72); "Şüphesiz davarlarda sizin için bir
ibret vardır. Biz onların karınlarından dışkı ile kan arasından içenler için
içimi kolay, halis bir süt içiriyoruz." (Nahl, 16/66).
Daha
sonra Yüce Allah tıpkı ekinleri mubah kıldığı gibi davarlardan yemenin de
mubah olduğunu tekrar ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın size
verdiği rızıktan yiyin." Yani sizler ekin ve meyvelerden yediğiniz gibi,
bu davarlardan da yiyiniz. Çünkü onların hepsini yaratan Allah'tır, size
bunları rızık kılan da O'dur. Şer'an mubah olan diğer yararlanma türleriyle de
bunlardan yararlanınız.
Fakat
şeytanın adımlarına yani onun yol ve emirlerine uymayınız. Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği meyve, ekin ve davarları Allah'a iftirada
bulunarak haram kılan müşriklerin şeytanın adımlarına uyduğu gibi siz ona
uymayınız. Sakın Allah'ın size haram kılmadığı bir şeyi haram kılmaya kalkışmayınız.
Çünkü böyle bir iş şeytanın aldatmasının bir sonucudur. Allah sizlere bunları
haram kılmıştır. Teşrî, helâl ve haram kılma kaynağı ise Allah'tan gelen
buyruklardır. Çünkü bütün varlıkları yoktan var eden, yaratan O'dur; bunlarda
tasarruf hakkı O'nundur. O'ndan başka herhangi bir kimsenin kendi görüşüne
dayanarak haram ve helâl kılma selahiyeti yoktur.
Ey
insanlar! Şüphesiz ki şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Yani o, düşmanlığı
gayet açıkça görülen birisidir. O sizlere ancak kötülüğü, hayasızlığı ve
münkeri emreder. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyrukları bu anlamlan ifade eder:
"Muhakkak şeytan sizin bir düşmanınızdır. Siz de onu düşman edininiz. O
kendi taraftarlarını cehennemliklerden olsunlar diye davet eder." (Fâtır,
35/6); "O sizlere ancak kötülüğü ve hayasızlığı, Allah hakkında da
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (Bakara, 2/169).
Yük
taşıyan ve yünlerinden döşek yapılan davarlar sekiz gruptur. Yük taşıyanlar
deve veya inek cinsindendir. Yün ve kıllarından döşek yapılanlar ise ya koyun
veya keçi türündendir. İşte bu dört kısmın her birisi erkek ve dişi olmak
üzere iki tanedir. Allah koyun türünden koç ve koyun olmak üzere çift, keçi
türünden de erkek ve dişi, deve türünden de erkek ve dişi, sığır türünden de
öküz ve inek olmak üzere ikişer tür yaratmıştır.
Artık
ey Peygamber! Sen de Arap müşriklerine onların davarları bahire, sâibe, vasîle,
hâmî ve buna benzer uydurdukları şekildeki paylaştırmalarını reddeden bir
üslûpla de ki: Söyleyin bakalım, Allah koyun ve keçi türünün erkeklerini mi,
yoksa dişilerini mi haram kıldı? Yoksa bu iki türün dişilerinin gebe kaldığı
yavrularını mı haram kılmıştır? Bunun anlamı ise şudur: Rahimde erkek veya
dişiden başka tür olur mu? Siz ne diye bunların bir kısmını haram bir kısmını
helâl kılıyorsunuz? Bana kesin bir şekilde delile dayalı olarak haber veriniz,
Allah sizlere iddianız olan bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi, hâmîyi ve buna benzer
şeyleri ne şekilde haram kıldı? Allah'ın Kitabından yahut peygamherlerden
herhangi birisinin haberinden hareketle bu haram kılmaya delâlet edecek bir
belgeyi bildirin bana; eğer haram kılmak iddiasında doğru söyleyen kimseler
iseniz.
Gerçek
şu ki: İslâm'dan önce cahiliye döneminde Arapların davarlarını bu şekilde
kısımlara ayırmalarının hiç bir mantığı yoktur. Onlar hangi mantığa göre
bunların bir kısmını haram bir kısmını helâl kılıyorlardı? Eğer bu davarların
erkek olanları haram idiyse bütün erkeklerinin haram olması gerekirdi. Eğer
haram kılınanlar dişileri idiyse bütün dişilerinin de haram olması icap ederdi.
Şayet bu haram kılman davarlar dişilerin rahimlerinde bulunan ceninler ise -ki
ceninler erkek de olur dişi de olur- o takdirde doğan bütün yavruların haram
kılınması gerekirdi.
Yüce
Allah ise bu türlerde herhangi bir şeyi haram kılmış değildir. Şüphesiz bunlar
haramlık iddiasında yalan söylemektedirler. Dünyada Allah'a yalan iftirada
bulunarak Allah'ın haram kılmadığı bir şeyin haram olduğunu iddia eden,
insanları saptırmak için de Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi harama nispet
eden kimseden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Bu tür haram uygulamaları
başlatan ise bahîreleri, şaibeleri, vasîleleri, hamileri ilk olarak ortaya
koyan ve peygamberlerin dinini değiştiren Amr b. Luhay b. Kamia'dır. Şüphesiz
Allah kendilerine zulmederek, Allah'ın teşrî etmediği şeyleri teşrî edip yasa
haline getiren zalim toplulukları hakka ve hayra asla iletmez.
Daha
sonra Yüce Allah bu tavırlarına daha ağır bir tepki göstermekte ve onların bu
halleriyle alay edercesine şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa
Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?..." Sizler Rabbi-nizin
huzurunda iken mi Allah sizlere bu haramları tavsiye etti de kendiliğinizden
ortaya çıkardığınız, iftira ettiğiniz Allah'ın haram kılmadığı şeyleri haram
kılmayı emretti? Şüphesiz ki bu yaptığınız mutlak bir iftira, Allah'a karşı bir
yalandır. Mutlak bir cehaletten hareketle insanları saptırmak kasdıyla Allah'a
karşı yalan uydurup iftira edenden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Şanı yüce
Allah ise bu zulmün bir cezası olmak üzere kendisine yalan iftirada bulunanlara
doğruya ulaşma başarısını vermez, böylelerini hak ve adalete iletmez, aksine
bunları doğruyu ve insanların maslahatına olan şeyleri idrak etmekten alıkoyar.
[85]
Bu
kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah aynı zamanda bu hayatta iki temel esasın
kaynağıdır. Kendilerine pek çok nimetleri vermek suretiyle insanların bekasını
sağlayan olduğu gibi, en güzel düzeni baki kılmak ve fert ve toplum olarak
insanların maslahatlarım korumak üzere bütün zaman ve mekânlar için elverişli
olan teşrî'in (yasamaların) da kaynağı Allah'tır.
Bundan
maksat ise tevhidin kabulü ile ulûhiyetin yalnız Allah için kabul edilmesidir.
Çünkü "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yaratan, yetiştirendir.
" Bu ayet-i kerime üç türlü delili ihtiva etmektedir:
Birincisi,
değişip duran şeyleri mutlaka bir değiştiren vardır.
İkincisi,
Yüce Allah bize nimetlerini lütuf ve ihsan etmiştir. Eğer O bizi yarattığında
bize gıdalar yaratmayı dilememiş olsaydı, gıdaları yarattığında da görünüşüyle
güzel, tadıyla hoş yaratmak istemeseydi, onları bu şekilde yarattığında
toplanmaları kolay bir şekilde yaratmamış olsaydı, ta baştan beri onları bu
şekilde yapmak gibi bir mükellefiyeti olmazdı. Çünkü O'nun hakkında hiç bir
yükümlülük söz konusu değildir.
Üçüncü
husus ise, bir çok şeyde ilâhî kudretin ortaya çıkarılmasıdır. Bunlardan
birisi de sıvı olan suyun aşağıdan yukarıya doğru ağaçta yükselmesidir. Halbuki
su normalde aşağı doğru akan bir sıvıdır. Bu ilâhî kudretin tecellilerinden
birisi de meyvelerin, ağaçların, ekinlerin çok türlü ve çeşitli olması,
bunların sınıflarının, renklerinin, tad ve şekillerinin de değişik değişik
olmasıdır.
"Hasat
edildiği gün de hakkını verin" ayet-i kerimesi ise ekin ve meyvelerde
farz olan zekâtın -öşür (onda bir) ile öşrün yarısı (yirmide bir)
oranlarında-vücubunu göstermektedir.
Bir
grup ilim adamı der ki: Bu, malda zekâtın dışında bir hak olup Allah'ın mendup
olmak üzere verdiği bir emirdir.
Ebu
Hanife bu ayet-i kerimeyi ve Buharî ile Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet
ettiği hadis-i şerifin umum ifadesini delil kabul etmiştir. Söz konusu hadis
şudur: "Göğün suladığı arazi mahsullerinden onda bir, deve sırtında
taşınan suyla yahut dolap ve kova suyuyla sulanan arazilerin mahsullerinde ise
öşrün yarısı vardır." Ebu Hanife bunları ister yenecek olsun ister olmasın,
yerde biten her şeyde zekâtın farz olduğuna delil kabul etmiştir. Odun, ot,
yonca, incir, hurma dalı ve yaprakları, Hindistan'da yetişen bir çeşit kamış
ile şeker kamışı ise bunlardan istisnadır.
Cumhurun
görüşüne göre ise hadis buna delâlet etmemektedir. Ondan maksat öşrün neden
alınacağı, öşrün yarısının da neden alınacağının açıklanmasıdır.
İbni
Abdil-Berr der ki: Bildiğim kadarıyla buğday, arpa, hurma ve kuru üzümde
zekâtın farz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.
Buna göre yerden çıkan ürünlerden zekât alınması hususunda ilim adamlarının iki
görüşü vardır:
Birinci
görüş, Ebu Hanife'nin görüşü olup buna göre az önce istisna edilenler dışında
yerden çıkan bütün ürünlerde -az dahi olsa- zekât vaciptir. Delili ise ayet-i
kerimenin zahir ifadesiyle az önce geçen hadis-i şeriftir.
İkinci
görüş ise cumhurun görüşüdür. Ebu Hanife'nin iki arkadaşı (İmam Muhammed ve Ebu
Yusuf) da bunlar arasındadır. Buna göre, gıda olarak kullanılması ve
saklanılması mümkün olanlar dışında, meyve ve ekinlerde zekât vacip değildir.
Hanbelîlere göre ise kuruyan, kalıcılığı olan ve kile ile ölçülen şeylerde
zekât gerekir. İmam Şafiî ise üzüm ve hurma dışındaki şeylerde zekâtın vacip
olmadığı görüşündedir. Çünkü Resulullah (s.a.)
sadece bunlardan zekât almıştır. Diğer taraftan sebze ve meyvelerde
zekât yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.) bunları zekâttan muaf tutmuş ve Tirmizî'nin
Muaz b. Cebel yoluyla yaptığı rivayete göre sebzeler hakkında "Onlarda
bir şey (zekât) düşmez" buyurmuştur. Diğer taraftan elde edilen mahsulün
beş vesk (635 kg)'i bulması da gereklidir. Çünkü Resulullah (s.a.) Müslim'in
Hz. Cabir'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Beş veskten daha aşağı
alınan mahsulde sadaka (zekât) yoktur."
Yerden
alınan mahsuller hususunda bir senenin geçmesi şartı yoktur. Çünkü bu mahsulün
olgunlaşması, biçilmesi ve toplanması ile tamamlanır, kalması ile değil. Bunların
dışında kalan zekâtlarda bir yıl geçme şartı ise gerekli artışın gerçekleşip
kemal noktasına varması için bu kadarlık bir sürenin geçmesinin gerekli kabul
edilmesi dolayısıyladır.
Sahih
olan ise toplama zamanında zekâtın vücubunu kabul eden Ebu Ha-nife'nin
görüşüdür. Çünkü Yüce Allah "hasat edildiği gün" demiştir. Maliki
mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise olgunlaştığı gün şeklindedir. Çünkü
olgunlaşmasından önce o ancak hayvanlara yem olur, yiyecek ve gıda olamaz.
Allah 'in nimet olarak ihsan ettiği mahsul olgunlaşıp da yenme kıvamına geldi
mi artık onda Allah'ın emrettiği hakkın da yerine getirilmesi icap eder.
Şafiîlerle
Hanbelîlerce mutemed kabul edilen görüşe göre meyvelerde zekât, artık
meyvelerin selâmetli bir şekilde olgunlaşacağının görülmesi ile vacip olur.
Çünkü bu takdirde artık o, tam ve olgun bir meyve olur. Bundan önce ise bu
meyve koruktur ve olgunlaşmamıştır. Tanelerde ise tanenin sertleşmesinin görülmesiyle
birlikte zekât vacip olur. Çünkü Malikîlerin de belirttiği gibi, artık o vakit
bir yiyecek olur, bundan önce ise bir yiyecekten ziyade bir çeşit bakliyattır.
Meyvelerin
tahmin ve takdir edilmesi de olgunlaşmalarından sonra söz konusu olur. Çünkü
Dârekutnî'nin rivayet ettiği Hz. Aişe yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle
denmektedir: Resulullah (s.a.) İbni Revaha'yı Yahudilere gönderir, o da
kendisinden yenilmeye başlanmadan önce ilk meyvenin olgunlaşmaya başladığı
zamanda, onlardan alınacak hurma miktarını onlar hakkında tahmin ederdi. Sonra
Yahudileri bu tahmine göre o meyveleri almak veya kendisine o kadar miktarı
vermek arasında muhayyer bırakırdı.
Resulullah
(s.a.)'ın tahmin edilmesini emretmesi, meyvelerin yenilip dağıtılmasından önce
zekât miktarının tespit edilmesi içindir.
"O
davarlardan da yük taşıyacak..." ayeti ise Yüce Allah'ın davarları insanlara
sırtlarına binmek, yük taşımak ve çalışmak için, diğer taraftan da etlerinden,
kıllarından, tüylerinden, yünlerinden faydalanabilmek için müsahhar kılma
nimetinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Davarlar ise daha sahih kabul
edilen Ahmed b. Yahya'nın görüşüne göre Yüce Allah'ın yenilmesini haram
kıldığı her türlü hayvandır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizlere okunacak olanlar müstesna olmak üzere, dört ayaklı hayvanlar (ve)
davarlar helâl kılındı." (Mâide, 5/1).
Hayvan
türünün kalıcılığının sağlanması için de bu tür, erkek ve dişi olmak üzere iki
cinstir. Böylelikle hayvanlar yavrular, çoğalır ve olgunlaşır. İşte bundan
dolayı yalnızca dişilerin veya erkeklerin haram kılınması şeriatın hikmetine
aykırıdır.
"Sekiz
çift" ayet-i kerimesi ise, herhangi bir delile dayalı olmaksızın haram
kıldıkları bahire, sâibe, vasile, hâmî ve diğer haram kıldıkları şeyler hususunda
müşriklere karşı bir delildir. Nitekim onlar şöyle demişlerdir: "Bu, davarların
karınlarında bulunanlar yalnız erkeklerimize helâldir, kadınlarımıza ise
haramdır." (En'âm, /139).
Bu
ise ilmî konularda tartışmanın söz konusu olacağının delilidir. Çünkü Yüce
Allah bu konuda peygamberine onlarla tartışmasını ve sözlerinin tutarsızlığını
açıklamasını emretmiştir.
Bu
ayet-i kerimede kıyasa dayanarak görüş belirtilebileceğine de delil vardır.
Yine
bu ayet-i kerimede nas varit olduğu takdirde kıyas'a dayalı görüş belirtmenin
batıl olduğuna dair de delil vardır. Buradaki "nas varit olduğu" şeklindeki
ifade "hakkında nakzedici delil varit olduğu takdirde" şeklinde de
nakledilmiştir. Çünkü Yüce Allah onlara doğru ve sağlıklı kıyas yapmayı
emrettiği gibi, kıyasın illetinin benzeri bütün hususlarda söz konusu olması
gerektiğini de emretmiştir. Bu ise ayet-i kerimenin anlamından
çıkartılabilmektedir. Onlara de ki: Eğer Allah erkekleri haram kılmışsa, o
halde bütün erkekler haram olmalıdır. Eğer Allah dişileri haram kıldıysa, o
halde bütün dişiler de haram olmalıdır. Eğer Allah dişilerin rahimlerinde
bulunan ceninleri de haram kıldıysa, yani koyun ve keçi türünün yavrularını
haram kıldıysa, erkek ya da dişi olsun, doğan bütün yavruların haram olması
gerekir. Çünkü hepsi doğan yavrulardır, o halde hepsi haram olmalıdır. Çünkü
aynı illet hepsinde bulunmaktadır. Böylelikle Yüce Allah bu münazara ve
tartışma ile aleyhlerine nakzedici ve sözlerinin tutarsız olduğunu ortaya
koyan delil irad etmektedir. Çünkü onların bu kabilden yaptıkları Allah'a bir
iftiradır. İleri sürdükleri bu haram kılma nereden gelmektedir? Bu konuda
onların bir bilgisi yoktur, çünkü onlar kitap okuma-maktadırlar. Peki Allah'ın
bunu haram kılmış olduğuna da tanık olmuşluğu-nuz var mı?! Bu şekilde onlara
karşı susturucu delil ortaya konulunca, onlar iftiraya yönelerek dediler ki:
Allah böyle emretti. Allah da onların bu iddialarını şöylece reddetmektedir:
"İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha
zalim kimdir1?" Bu, onların yalan söylediklerinin de delilidir. Zira
onlar, hakkında delil getiremedikleri bir iddiada bulunmuşlardır.
[86]
145-
De ki: "Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduklarını
bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü, akmış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Allah'tan
başkasının adına kesildiğinden dolayı fısk olanlar. Kim de mecbur olursa
zulmetmemek ve haddi aşmamak şartıyla (yerse) muhakkak ki Rab-bin Gafûr'dur,
Rahîm'dir."
146-
Yahudi olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç
yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunlardan sırtlarına veya bağırsaklarına
yapışan yahut kemiğe karışan müstesnadır. Bununla biz onları zulümlerinden
dolayı cezaya çarptırdık. Biz elbette sadıklarız.
147-
Seni yalanlayacak olurlarsa de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun
azabı günahkârlar güruhundan geri çevrilemez."
"Gafûr'dur,
Rahîm'dir." Bu mübalağa sigalarındandır; yani mağfiret ve rahmeti pek çok
olandır.
"Rabbiniz
geniş rahmet sahibidir. O'nun azabı günahkârlar güruhundan geri
çevrilemez." Burada iki cümle arasında fark vardır. Birincisi isim cümlesidir,
çünkü fiil cümlesinden daha beliğdir. Böylelikle bu rahmet vasfına uygun
düşmektedir. İkinci cümle ise, "geri çevirilemez" diye başlayan bir
fiil cümlesidir. Ta ki bu da Allah'ın cezalandırma vasfının, rahmetin
genişliğine göre daha dar olduğu anlaşılsın.
[87]
"Yiyecek
kişiye" yiyeceği bir şeyin "haram olduklarını" haram kılınmış yahut
yasaklanmış olduklarını "bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü,... "Ölü" diye meali verilen "meyte"
kendiliğinden ölmüş hayvan demektir, "akmış kan" kesilen hayvandan
fışkırarak akan kan demektir. Bunun dışmda kalan ve bu nitelikte olmayan
karaciğer ve dalak (kanı) ise böyle değildir, "domuz eti -ki o
pistir"-tiksinti vericidir, çirkindir, haramdır, necistir. "ve
Allah'tan başkasının adına kesildiğinden dolayı" yani Allah'tan başkası
adına putlar adına kesilen demektir. "fısk olanlar" "İhlâl"
ise yüksek sesle adı anmak demektir. "Kim mecbur kalırsa" yani içinde
bulunduğu zaruri durum kendisini bunlardan herhangi birisini yemek
mecburiyetinde bırakırsa, aşırı açlık, aşın susuzluk yahut lokmanın boğazda
tıkanması gibi; "zulmetmemek" yani böyle bir maksat gütmemek "ve
haddi aşmamak" yani zaruret miktarını, sınırını aşmamak şartıyla
(yiyebilir).
"Yahudi
olanlara; Yahudilere bu adın veriliş sebebi '(İnnâ hüdnâ ileyke)"= Biz
sana döndük." (A'raf, 7/157) yani sana tevbe ettik, demiş olmalarıdır,
"bütün tırnaklıları" bu, deve ve devekuşu gibi parmaklan
birbirlerinden ayrılmayan hayvanları Tırnaklılar ifadesi, insan ve onun
dışında kalan avlanmayan canlılar hakkında kullanılır. Mihleb (pençe tırnağı)
ise avlanan hayvanlar hakkında kullanılır. "Sığır ve koyunun iç
yağlarını" yani iç yağı bağırsak, işkembe ve böbrek çevresinde bulunan
yağları "haram kıldık". "Bunlardan sırtlarına veya
bağırsaklarına yapışan" bunlara bitişik bulunan "yahut kemiğe karışan
müstesnadır." Yani iç yağından kemiğe karışan bölüm bunun dışındadır. Bu
ise kuyruk yağıdır. Kuyruk yağı kendilerine helâl kılınmıştı.
"Bununla" yani bunları haram kılmakla "Biz onları zulümlerinden
dolayı cezaya çarptırdık." Zulümleri sebebiyle onları böyle
cezalandırdık. "Biz elbette sadıklarız" verdiğimiz haberlerde ve
vaadlerimizde doğru olanlarız.
"Seni
yalanlayacak olurlarsa" yani getirdiğin şeyler hususunda onlara "de
ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir." Çünkü O, acilen sizleri
cezalandırmamak-tadır. Ayrıca bu ifade ile oldukça latif bir şekilde imana
çağrılmaktadırlar. "Onun azabı... geri çevirilemez" Yani azabı
geldiği takdirde kimse onu çeviremez.
[88]
"De
ki: Bana vahyolunanlar arasında..." mealindeki 145. ayet-i kerimenin
nüzulü ile ilgili olarak Abd b. Humeyd Tavus'tan şöyle dediğini riayet etmektedir:
Cahiliye dönemi insanları bazı şeyleri haram, bazı şeyleri helâl kılıyorlardı.
Bunun üzerine "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram
olduklarını duyduklarım yalnız şunlardır..." ayeti nazil oldu.
[89]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde nevalarına göre davarlardan bazılarını
haram, bazılarını helâl kılan müşriklerin kanaatlerini reddetti ve haram kılma
ile helâl kılmanın ancak vahiy ile tespit edileceğini açıkladı. Arkasından
burada müminlere haram kılman yiyeceklerin yalnızca şu dört tanesi olduğunu da
açıkladı: Ölü, akmış kan, domuz eti -çünkü o pisliktir- ve Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilmiş olan ve "fısk* diye adlandırılanlar.
[90]
Yüce
Allah Mekke'de inmiş bulunan bu surede bu dört şeyin dışında haram kılınmış
bir yiyecek olmadığını beyan etti. Yalnızca bunların haram olduğunu ifade eden
bir kip kullandı. Böylelikle bu dört şeyin dışında herhangi bir yiyeceğin haram
olmayacağını beyan etmekte mübalağa kipini kullanmadı. Nahl suresinde de bunu
pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "O sizlere ancak ölüyü, kanı, domuz etini,
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenleri haram kıldı. Her kim mecbur
kalırsa zulmetmeksizin ve haddi aşmamak şartıyla (yerse) şüphesiz Allah
Gafûr'dur, Rahîm'dir." (Nahl, 16/115)
"(innemâ)=
yalnız, ancak" kelimesi hasr ifade eder. Mekke'de inmiş bulunan bu iki
ayet-i kerimede haram kılman şeylerin bu dört yiyeceğe münhasır olduğunu
göstermektedir. Bakara suresinde yer alan Medine'de inmiş bir ayet-i kerime de
bu dört şeyin dışında haram kılınmış bir şey olmadığını göstermektedir. İşte
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size yalnız ölü, kan, domuz eti ile
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler haram kılınmıştır." (Bakara,
1/174). Burada hasr ifade eden "(innemâ)= yalnız, ancak" kelimesi
aynı şekilde Yüce Allah'ın "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek
kişiye haram olduklarını bulduklarım yalnız şunlardır..." buyruğuna uygun
düşmektdir.
Daha
sonra Yüce Allah Maide suresinde şöyle buyurmaktadır: "Size okunacak
olanlar müstesna, davarlar size helâl kılındı." (Mâide, 5/1) Müfessirler
"size okunacaklar müstesna" buyruğundan kastolunanın ise Yüce
Allah'ın hemen bu ayet-i kerimeden biraz sonra sözünü ettiği şeyler olduğunu
icma ile kabul etmişlerdir. Bunlar da şu ayet-i kerimede dile getirilmektedir:
"Size ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş
olan, vurulmuş, yüksek yerlerden yuvarlanmış, susulmuş, yırtıcı bir hayvan
tarafından yenilmiş hayvanlar -yetişip kestikleriniz müstesna olmak üzere-
haram kılındı." (Maide, 5/3). İşte bütün bunlar da meyte (ölü) türündendir.
Yüce Allah bunları tekrar söz konusu etti. Çünkü onlar bu tür ölmüşlerin de
helâl oldukları hükmünü veriyorlardı. Böylelikle şeriatın başından sonuna
kadar bu hükmü ve bu hasrı belirlemiş olduğu sabit olmaktadır.
Maksat
Arap müşriklerinin kanaatlerini reddetmektir. Çünkü helâl ve haramı bilmenin
tek yolu vahiy olduğuna ve Allah tarafından da Muhammed (s.a.)'den başkasına
vahiy gelmediği sabit olduğuna göre, ayrıca bu konuda bu ayet-i kerime ile onun
benzeri diğer ayet-i kerimelerin dışında bir emir de nazil olmadığına göre, bu
ifade, yalnızca söz konusu dört şeyin haram kılındığını göstermektedir.
Yani
Yüce Allah peygamberine emrederek şöyle buyurmaktadır: Ey Mu-hammad! Allah'ın
kendilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram kılan şu kimselere de ki:
Ben bir kimseye şu aşağıdaki dört hususun dışında kalan herhangi bir şeyin
haram kılındığını görmemekteyim:
1- Meyte (ölü): Şer*î bir
kesim olmaksızın ölen hayvandır. Bu kelime, boğulmuş, ağır bir darbe ile
vurulup öldürülmüş, yüksekten düşüp ölmüş, süsülmüş, yırtıcı bir hayvanın
yediği ve benzer şekilde ölmüş hayvanları kapsar. Böylesinin haram kılınmasının
sebebi, kanın derinin içinde pıhtılaşıp kalmasıyla hayvanın zararlı hale
gelmesidir. Bu durumdaki hayvanın zehirlenme, etinin parçalanması sırasında da
ondan yiyen bir kimsenin de bundan etkilenerek hastalanıp rahatsızlanmasına
sebep teşkil etme tehlikesi her zaman bulunmaktadır.
2- Akmış kan: Yani kesilen hayvanın damarlarından fışkırarak akan,
dökülmüş kan. İşte bu, haram kılınan kanın akan kan olduğunun delilidir. İbni
Abbas der ki: Burada henüz canlı iken davarlardan çıkan kan ile kesim esnasında
şah damarlardan çıkan kan kastedilmektedir. O bakımdan katılıkları dolayısıyla
karaciğer ve dalak gibi katı kanlar, bunun kapsamına girmediği gibi, kesilmiş
hayvana bulaşmış bulunan kan da girmemekte, damarlarda kalmış kan damlaları da
bunun kapsamına girmemektedir. Çünkü bütün bu kanlar akan kan değildir. İkrime
Yüce Allah'ın, "Akmış kan" buyruğu ile ilgili olarak şöyle der: Eğer bu ayet-i kerime olmasaydı, insanlar
Yahudilerin yaptıkları gibi damarlardaki kanı dahi tespit ederek çıkartmaya
çalışırlardı. Beyha-kî'nin Sünen'inde ve Hâkim'in (Müstedrek'inde) rivayet
ettiği İbni Ömer yoluyla gelen hadiste
şöyle demektedir: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı. îki ölü balık ve
çekirge, iki kan ise karaciğer ve dalaktır." Akmış kanın haram kılmış
sebebi ise çeşitli mikrcp ve hastalık yapıcı virüsleri ihtiva etmesidir. Çünkü
kan mikropların, hastalık yapıcı virüslerin üremesi için elverişli bir ortamdır.
3- Domuz eti: Domuz yağı ve vücudunun diğer parçalan da domuz eti
gibidir. Köpek de domuz gibidir. Bütün bunlar tıpkı meyte ve kan gibi pislik
ve tiksinti verici şeylerdir. Temiz nefisler ve sağlıklı tabiatlar bundan
tiksinir; ayrıca bunlar vücuda da zararlıdırlar. Şafiî Yüce Allah'ın, "Ki
o pistir" buyruğunu domuzun necisliğine delil göstermiştir. Çünkü oradaki
"o" zamiri domuza raci-dir; çünkü zamire en yakın olarak anılmış isim
odur.
4- Fısk: Allah'tan başkası adına kesilerek veya üzerinde
Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvandır. Yani Allah'tan başkasına ibadet
kasdıyla kesilen ve bir kimseye yaklaşmak için Allah'ın adı değil o kimsenin
adı anılarak kesilen hayvandır. Bunlar ise dikili taşların üzerinde ve putların
yanında kesilen veya fal oklarıyla yani kumar sonrası kesilen hayvanlardır.
Daha
sonra Yüce Allah zorunluluk (zaruret) halini istisna ederek, "Kim de
mecbur kalırsa..." diye buyurmaktadır. Yani her kim helâl olan bir şeyi
bulamaz da içinde bulunduğu mecburiyet hali onu haram kılınan şeylerden
birisini yemeye mecbur ederse, bu ikisi de böyle bir durumu istemediği halde bu
durumda kalmış olur ve zaruret haddini de aşmaksızın yiyecek olursa, şüphesiz
Allah hayat hakkını korumak için yaptığı bu davranışını affeder, ona merhamet eder.
Kendisini ölümden kurtaracak ve telef olmasını önleyecek kadarını yediği için
Allah onu bundan sorumlu tutmaz.
Özetle
söyleyecek olursak; bu ayet-i kerimeden maksat, tutarsız görüşlerinden hareket
ederek bahire, sâibe, vasile, hâmî vb. şeyleri kendilerine haram kılmak
şeklindeki bidat ve dinde aslı olmayan davranışlarda bulunan müşriklerin bu
tutumlarını reddetmektir. Allah, rasulüne, kendilerine Allah'ın vah-yettikleri
arasında bunların haram kılınmış olduğuna dair birşey bulmadığını haber
vermesini, bunun yerine şu dört şeyi haram kıldığını bildirmesini emretmektedir:
Ölü, akmış kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler.
Bunların haram kılmışının esas sebebi ise, bunlardaki maddî tehlikeler ya da
akideye ve Allah'a ibadete yakışmayan manevî zararları ve bunların etkilerinin
pis oluşudur. Peygamberin görevlerinden birisi ise temiz olan şeylerin mubah
kılmak, pis ve murdar şeylerin de haram olduğunu beyan etmektir: "Ve
onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis ve murdar şeyleri de haram kılar.
Sırtla-rındaki ağırlıkları indirir ve boyunlarındaki tasmalarını da
kaldırır." (A'râf, 7/157)
Fakat
bu ayetten ve benzerlerinden anlaşılan hasr ifadesi mutlak değil, nisbîdir. Bu
ayet-i kerime de bu dört şeyin dışında haram kılman hususlara delâlet eden
diğer ayet ve haberlerle de tahsis edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar." Bu
buyruk çeşitli necasetler, yerdeki haşereler gibi kendilerinden tiksinilen
bütün murdar şeylerin haram kılınmasını gerektirmektedir. Nitekim Buharî ve
Müslim Sahih' lerinde Câbir'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Resulullah (s.a.) Hayber günü evcil eşek etlerini yasakladı." Yine
bunlar Ebu Sa'lebe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah
(s.a.) yırtıcı hayvanlar arasından azı dişi olan bütün hayvanları
yasakladı." İbni Abbas yoluyla gelen rivayette ise şöyle denilmektedir:
"Ve parçalayıcı pençesi olan bütün uçan kuşları (yemeyi) yasakladı."
Yine Buharî ve Müslim Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)'m
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Canlılardan beş hayvan vardır ki
bunların hepsi de fasıktır, harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler:
Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgan köpek." İşte bunların öldürülmesine
dair verilen emir, bunları yemenin haram kılındığına da delâlet etmektedir.
Çünkü öldürmek ancak serî boğazlamanın dışındaki bir yolla olur. Böylelikle
onların etinin yenilmediği sabit olmaktadır. Diğer taraftan eti yenilebilen
hayvanın öldürülmesi nehyedilir.
Şafiîler,
ayet-i kerimeyi aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a)den gelen şu rivayetle de
tahsis etmektedirler: "Arapların kendisinden tiksindikleri şey de haramdır."
Görüşlerinin muhtevası şudur: Kendisine dair helâl ya da haram olduğu hakkında
nas varit olmamış, öldürülmesi emrolunmamış, yasak da kılınmamış herhangi bir
hayvanı yemekten Araplar hoşlanıyor ise helâldir, şayet tiksiniyor iseler o da
haramdır. Bunların delilleri ise Yüce Allah'ın, "Onlara temiz şeyleri
helâl kılar ve onlara pis ve murdar şeyleri haram kılar." (A'raf, 7/157)
buyruğu ile, "Sana kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: Size
temiz olan şeyler helâl kılındı" (Mâide, 5/4) buyruklarıdır. Derler ki:
Burada temiz olan şeyden kasıt helâl değildir. Çünkü bunun helâl diye
anlaşılmasının bir anlamı yoktur; zira bunun takdiri şöyle olur: Size helâl
olan şeyler helâl kılındı. Ancak temiz olan şeylerden kasıt Arapların hoşuna
giden şeylerdir; pis ve murdar şeylerden kasıt ise onların hoş görmedikleri,
tiksindikleri şeylerdir. Bu konuda hoşa giden ve gitmeyen hususlarda genel
âdetlerine riayet edilir, özel örflere bakılmaz. Çünkü o takdirde helâl ve
haram hakkındaki hükümlerin farklı olması sonucu ortaya çıkar.
Seleften
pek çok kimse de ayetin zahirini delil göstererek, bu ayet-i kerimede anılan
şeylerin dışında kalanları mubah kabul etmişlerdir. Ebu Davud, İbni Ömer
(r.a.)'e kirpinin yenilmesine dair soru sorulması üzerine, bu ayet-i kerimeyi
okuduğunu rivayet etmektedir.
İbni
Ebî Hatim ve başkaları da sahih bir sened ile Hz. Aişe'den rivayetine göre, ona
yırtıcı hayvanlardan azı dişliler, kuşlardan da pençeli olanların yenilmesine
dair soru sorulduğunda "De ki: Bana vahyolunanlar arasında..."
ayetini okuyordu.
İbni
Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yeryüzünde hareket eden
hayvanlardan Yüce Allah'ın Kitabında haram kıldıkları dışında haram kıldığı bir
şey yoktur deyip, "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... bulduklarım
yalnız şunlardır" ayetini okurdu. Ayrıca Yüce Mlah'ın/Yiyecek kişiye"
buyruğunu delil göstererek meyteden haram kılınanın ondan yemek olduğunu belirtmiştir.
Bu ise ona göre hayvanın tabaklanmış derisini, kılını ve benzeri kısımlarını
kapsamına almaz. Nitekim Resulullah (s.a.) da ayet-i kerimenin ifadesinden
bunu anlamıştır. Ahmed ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Şevde b. Zemaa'ya ait bir koyun öldü. Bir diğer rivayette ise bu
Sevde'ye değil de Meymune'ye aittir Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Keşke onun derisini almış olsaydınız..." Hanımı "Ölnraş bir
koyunun derisini mi alacaktık?" dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
"Yüce Allah buyurdu ki: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek
kişiye haram olduklarını bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü..." Siz bunu
alıp yemeyeceksiniz ki. Eğer o deriyi tabaklayacak olursanız ondan
yararlanırsınız."
Daha
sonra Yüce Allah özel olarak İsrailoğullarma ceza olmak üzere haram
kıldıklarını bize haber vermektedir. Böylelikle Kur'an-ı Kerim'de Müslümanlara
teşrî buyurduğu hükümler ile karşılaştırma yapılmaktadır. Allah buyuruyor ki:
"Yahudi olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldı..." Yani başkalarına
değil de yalnızca Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldı. Tırnaklı
hayvandan kasıt ise parmakları birbirinden ayrı olmayan yahut da kuş türünden
olsun, kara hayvanı türünden olsun parmakları birbirinden yarıkla ayrılmamış
olan bütün hayvanlardır. Deve, devekuşu, ördek ve kaz gibi. Nitekim İbni Abbas,
Mücahid, Katâde ve Saîd b. Cübeyr böyle demişlerdir.
Biz
onlara -başkalarına değil- inek ve koyunların kolaylıkla yerlerinden
ayrılabilen ve fazlalık olan iç yağlarını da haram kıldık. Çünkü bunlar ete ve
kemiğe bitişik bulunmamaktadır. Söz konusu yağlar ise yalnızca işkembe ve
böbrekler üzerinde bulunanlardır. Sırt ve kuyruk yağlan ise helâldir. Çünkü Yüce
Allah "Bunlardan sırtlarına... yapışan müstesna" diye buyurmaktadır.
Ayrıca bağırsaklarına yapışan ve kemiğe kansan da müstesna edilmiştir. Biz
bütün bu iç yağlan kendilerine helâl kılmıştık.
Biz
bunları kendilerine azgınlıkları sebebiyle, onlara bir ceza olsun diye haram
kıldık. Çünkü onlar haksız yere peygamberleri öldürmüş, Allah'ın yolundan
alıkoymuş, faiz yemiş, batıl yollarla insanların mallarını almayı helâl kabul
etmişlerdi.
Bu
buyruk aynı zamanda Yahudilerin, "Allah bizlere herhangi bir şeyi haram
kılmış değildir. Bunun yerine biz İsrailin kendisi için haram kıldığı şeyleri
haram kıldık" şeklindeki sözlerini yalanlamaktadır.
Bu,
Yüce Allah'ın geçmişte Yahudiler hakkında koymuş olduğu hükmü haber
verdiğinden ve bu konuda kimsenin bilgisi olmadığından, onların da "Bize
herhangi bir şey haram kılınmadı" şeklindeki sözlerine bir cevap teşkil
ettiğinden dolayı Yüce Allah, "Elbette biz sadıklarız" diye
buyurmaktadır. Taberî der ki: Yani elbette ki bizler, bizim bunları kendilerine
haram kıldığımıza dair verdiğimiz bu haberlerimizle doğru söyleyenleriz. Durum
onların iddia ettikleri şekilde bunları kendisine İsrail'in (Hz. Yakub'un
unvanı) haram kıldığı şeklinde değildir. Allah'tan daha doğru sözlü kim
vardır? İbni Kesîr der ki: Yani muhakkak bizler kendilerine vermiş olduğumuz
bu ceza ile oldukça adil hüküm verenleriz.
Mücahid
ve -Süddî'nin dediği gibi Yahudiler yahut Mekke müşrikleri ey Muhammed seni
yalanlayacak olurlarsa ... Doğrusu ey Muhammedi Sana muhalif olan müşrikler,
Yahudiler ve onlara benzeyen kimseler peygamberlik ve risalet iddianda,
hükümleri tebliğinde seni yalanlayacak olurlarsa, "De ki: Rabbiniz geniş
rahmet sahibidir." İşte bu onların Allah'ın geniş rahmetini aramalarına,
rasulüne tabi olmalarına bir teşviktir. "Onun azabı ise günahkârlar
güruhundan geri çevirilemez." Yani onun azabı hiç bir günahkârdan geri
çevrilemez. Bu ise onların son peygamber Allah rasulüne muhalefetlerine
karşılık bir korkutmadır.
Yüce
Allah Kur'an-ı Kerim'de teşvik ve korkutmayı bir arada pek çok defa zikretmektedir.
Nitekim Yüce Allah bu surenin sonunda da şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
senin Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga-fûr'dur,
Rahîm'dir."
[91]
"De
ki... bulduklarım yalnız şunlardır..." ayeti, meyte (ölü), akmış kan, domuz
eti ve ibadet kastıyla putlar için kesilmiş bulunan dört şeyin haram kılındığının
delilidir. Ayet-i kerime Mekke'de inmiş olduğundan dolayı bundan anlaşılan
haram, yalnızca bu dört şeye münhasırdır. Yani ey Muhammed! "De ki: Bana
vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduğunu duyduklarım yalnız
şunlardır..." Yani bunlar helâl hükmün dışında kalmaktadır. Yoksa haram
sizin arzularınıza göre haram kabul ettikleriniz değildir. O dönemde şeri-atte
bunların dışında herhangi bir haram söz konusu değildi. Nitekim Kurtubî de
böyle demektedir. Daha sonra Medine'de Maide suresi nazil oldu, haram kılman
şeylere meytenin kapsamına giren boğulmuş, ağır bir şey ile vurularak öldürülmüş,
yüksekten düşmüş, susulmuş ve benzeri türler de eklenmiş oldu. Şarabın haram
kılınmasında söz konusu olduğu gibi.
Resulullah
(s.a.) da Medine'de parçalayıcı azı dişi olan bütün yırtıcı hayvanlar ile
kuşların pençeli olanlarını da haram kıldı.
İlim
ehlinin çoğunluğuna göre Resulullah (s.a.)'ın haram kıldığı her bir şey yahut
da Kur"an-ı Kerim'in bu haram kılınanlara ek olarak haram kıldığı şey,
Allah tarafından Peygamberi aracılığıyla bunlara yapılmış bir ilâvedir. Meselâ,
Yüce Allah'ın, 'Ve size bunların dışında kalanlar helâl kılındı." (Nisa,
4/24) buyruğu ile birlikte, kadının halası ve teyzesi ile birlikte aynı nikâh
altında bulunmasının haram kılınması gibi. Yine Resulullah (s.a.)'ın Yüce
Allah'ın, "Eğer iki erkek bulunmazsa bir erkek ve iki kadın" (Bakara,
2/282) buyruğuna rağmen, yemin ve şahit ile hüküm vermesi gibi. "De ki...
haram olduklarını duyduklarım yalnız şunlardır" ayeti ise muayyen bir şey
hakkında soru sorana bir cevaptır. O bakımdan cevap da özel bir şekilde
verilmiştir. Malik der ki: Bu ayet-i kerimede söz konusu edilenler dışında apaçık
bir haram yoktur. O bakımdan kimi Malikîler şöyle demektedir: Yırtıcı
hayvanların etleri ile insan ve domuzun dışında kalan diğer hayvanların etleri
mubahtır.
Ayet-i
kerime aynı şekilde istisnaî bir hükme de delâlet etmektedir ki, bu da zaruret
halidir. Zaruret esnasında telef olma tehlikesini bertaraf etmek ve hayatı
korumak kasdı ile haramların haramlıkları ortadan kalkar.
"Yahudi
olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldık." ayeti de şanı yüce Allah'ın
Yahudilere bir ceza olmak üzere bir önceki ayet-i kerimede sözü geçen bu dört
şeyin dışında başka bir takım şeyleri de haram kıldığını göstermektedir. Haram
kılman bu şeyler ise iki türdür. Bunları ise Yüce Allah Müslümanlara haram
kılmamıştır.
1- Deve, devekuşu, ördek ve kaz gibi parmaklan yarık olmayan bütün tırnaklılar.
2- İnek ve koyunların iç yağları. Bunlar ise işkembe ve böbrekler
üzerinde bulunan ince yağlardır. Yüce Allah yağlardan kendilerine haram
kılmadığı üç türlüsünü de istisna etmektedir ki, bunlar sırta yapışık olanlar,
bağırsaklara yapışanlar ve kemiğe karışık bulunan yağlardır. Bu ise bütün
müfessirlerin görüşlerine göre kuyruk yağıdır. İbni Cüreyc der ki: Kemiğe
karışık yani kemiğin üstünde bulunan yağlar dışında Allah onlara bütün yağları
haram kılmıştır. Bununla birlikte onlara yan taraflarındaki yağlar ile kuyruk
yağını helâl kılmıştı. Çünkü kuyruk yağı kuskus (kuyruk sokumu) denilen
kemiğin üzerindedir. Şafiî bu ayet-i kerimeyi iç yağı yememek üzere yemin eden
kimsenin sırt yağı yemesi halinde yeminini bozmuş olacağına delil göstermiştir.
Çünkü Yüce Allah hayvanların sırtlarında bulunanları genel olarak iç yağından
istisna etmiştir.
Sahih
olan ise, genel olarak ilim adamlarının kabul ettikleri şu görüştür: Yahudiler
davarlarını keserler de, Tevrat'ta Allah'ın kendilerine helâl kıldığını yiyip
haram kıldıklarını yemeyecek olurlarsa, bu konuda onlar için bir vebal yoktur.
Şu kadar var ki onlar bize helâldir. Zira Yüce Allah İslâm ile bu konudaki
haramı kaldırmıştır. Onların bu şekildeki inançları ise bunların hükmüne etki
etmez. Çünkü bu bozuk bir inançtır. Ayrıca Resulullah (s.a.)'ın Abdullah b.
MuğafFel'in Hayber günü eline geçirdiği bir iç yağı tulumundan yemesini reddetmemiş
olması da bunu deskteklemektedir.
İmam
Malik'ten gelen bir rivayete göre bunun haram olduğu da söylenmiştir. Çünkü
onlar onu haram kabul ederek dinî bir emre riayet etmektedirler. Ayrıca onlar
hayvanlarını keserken de bu yağdan faydalanmak kasdmı gütmezler. Dolayısıyla
bu yağlardan yararlanmak da (Müslümanlar için) kandan yararlanmak gibi
haramdır. İmam Malik'in önde gelen arkadaşlarının kabul ettiği görüş de budur.
[92]
148-
Şirk koşanlar diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi biz de atalarımız da
şirk koşmazdık, hiç bir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de bizim
azabımızı tadana kadar böyle yalanladılar. De ki: "Yanınızda bize çıkartıp
gösterebileceğiniz bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece
yalan uyduruyorsunuz."
149-
De ki: "Üstün ve yeterli delil Allah'ındır. Eğer o dileseydi hepinizi birden
hidayete kavuştururdu."
150-
De ki: "Allah'ın bunu haram kıldığına dair şehadet edecek şahitlerinizi
getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse sen onlarla beraber şehadet etme!
Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların hevalanna uyma! Onlar
Rablerine (başkalarını) denk tutuyorlar.
"Ayetlerimizi
yalanlayanların... hevalanna uyma!" Burada zahir (yani açık ibare), zamir
yerine kullanılmıştır. Çünkü "onların hevalanna uyma" denilmek
suretiyle zamir kullanılabilirdi. Böyle kullanılması ise Allah'ın ayetlerini
yalanlayıp başkasını ona denk koşan kimselerin yalnızca hevasına tabi olan
kimseler olduğuna delâlet etsin diyedir. Çünkü o eğer delile tabi olan birisi
olsaydı ancak Allah'ın ayetlerini tasdik eden, Allah'ı tevhid eden birisi
olurdu.
[93]
"Eğer
Allah dileseydi biz de atalarımız da şirk koşmazdık, hiç bir şeyi de haram
kılmazdık." Yani bizim şirk koşmamız da haram kılmamız da Allah'ın
dilemesi iledir. O halde Allah bizim yaptığımız bu işlerden razıdır.
"Onlardan
öncekiler de bizim azabımızı tadana kadar" peygamberlerini
"böyle" yani bunların yalanladıkları gibi "yalanladılar."
"Yanınızda
bize çıkartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?" Yani Allah'ın
yaptığınız bu işlerden razı olduğuna dair yanınızda bir bilgi var mıdır?
"Siz ancak" bu hususta "zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan
uyduruyorsunuz." Bu kelime aslında tahminde bulunmak anlamına gelmekle
birlikte burada yalan uyduruyorsunuz anlamındadır. "Üstün ve yeterli
delil" yani apaçık ve gerçek olan eksiksiz delil, "Allah'ındır."
"Onlar
Rablerine denk tutuyorlar" O'na eş ve denk kimseler ediniyorlar. Burada
maksat şirk koştuklarını ifade etmektir.
[94]
Yüce
Allah cahiliye halkının Allah'ın dini hususunda herhangi bir delil ve belgeye
dayalı olmaksızın hüküm koymaya kalkıştıklarını naklettikten sonra, onların
yapma cesaretini gösterdikleri bütün küfür yahut şirk türleri ile ilgili olarak
ileri sürdükleri mazeretlerini de nakletmiştir. Onlar diyorlar ki: Allah bizim
kâfir olmamamızı dilemiş olsaydı bizi böyle bir küfürden alıkoyardı. Bizi
bundan alıkoymadığına göre o bunu istiyor demektir. Allah böyle davranmamızı
istediğine göre bizim bunu terk etmemize imkân yoktur. O halde biz bu hususta
mazuruz.
Bu,
onların lisan-ı hallerini yahut da böyle bir soru halinde söyleyeceklerini
nakletmektir. Çünkü Yüce Allah onlarm söyleyecekleri her şeyi bilgisiyle
kuşatmıştır. Bu, meydana gelmezden önce gaybî şeyleri haber vermesi cümlesindendir.
[95]
Bu,
müşriklerin şirk koşmalarında haram kıldıkları şeyleri haram kılmak hususunda
sıkı sıkıya yapıştıkları bir şüpheleridir. Şüphesiz Yüce Allah onların içinde
bulundukları şirke muttali olduğu gibi haram kıldıkları şeyleri de bilmektedir.
Böylelikle Yüce Allah onların söyleyeceklerini haber vermektedir.
Onlar
derler ki: Kendilerinin de şirk koşmaları, atalarının da şirk koşmaları
Allah'ın helâl kıldığı ekin ve davarları haram kılmaları da hep Allah'ın dilemesi
ve iradesi iledir. Şayet Allah'ın dilemesi olmayacak olsaydı bunların hiç
birisi olmazdı. Bu ifadeler tıpkı Cebriye mezhebinin söylediği gibidir.
Bu
ayet-i kerimenin bir başka benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi biz de, atalarımız da O'ndan
başka hiç bir şeye ibadet etmezdik. O'nun emri dışında hiç bir şeyi haram
kılmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı." (Nahl, 16/35);
"Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik (derler). Bu hususta onların
hiç bir bilgileri yoktur. Onlar ancak yalan söylüyorlar." (Zuhruf, 43/20).
Yüce
Allah onların bu şüphelerini, "Onlardan öncekiler de bizim azabımızı
tadana kadar böyle yalanladılar" buyruğu ile reddetmektedir. Yani şu Arap müşrikleri
ile Mekkelilerin peygamberi Allah'ın vahdaniyetini ve ilâhlığım ispatlaması
konusunda şeriat koymayı, helâl ve haram kılma yetkisini yalnız ona verip şirki
reddetmesi ve çürütmesi hususunda yalanladıkları gibi, bunlardan öncekiler de
kendi peygamberlerini ilim ve akla dayalı hiç bir esasa bağlı olmaksızın
yalanlamışlardı.
Bunun
sebebi ise onların, peygamberlerin getirdiklerini yalanlamaları, bunlar
üzerinde durup düşünmemeleridir; durup düşünecek yerde onlardan yüz
çevirmeleridir. Diğer taraftan, eğer onların söyledikleri o sözler doğru olsaydı,
Allah küfürleri sebebiyle onları cezalandırmazdı. Çünkü Yüce Allah adildir.
Eğer onların küfre götüren davranışları Allah'ın zorlama ve baskısı sonucu
ortaya çıkmış olsaydı, bu yaptıklarından dolayı cezalandırılmayı hak etmezlerdi.
Ayrıca Yüce Allah da Kur"an-ı Kerim'de, "Günahları sebebiyle onları
azap ile yakaladık, zulüm ve küfürleri sebebiyle onları helak ettik" gibi
buyruklarını defalarca tekrarlamazdı.
İşte
Yüce Allah'ın, "Bizim azabımızı tadana kadar" buyruğunun anlamı budur;
yani yalanlamaları sebebiyle onlar üzerine azap indirinceye kadar. Bu ise
onların küfürlerinin, şeriata aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının bizzat
kendi tercih ve iradeleri ile olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Yüce
Allah imanı ilham etmeye, kendileriyle küfür arasına engel koymak suretiyle
tavırlarını değiştirmelerine kadir idi. Onların takındıkları bu tavır da aynı
şekilde Allah'ın iradesi ile olurdu. Zira kâinatta Allah'ın meşiet ve iradesi
olmaksızın hiç bir şey meydana gelmez.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberine ileri sürdükleri iddialarına dair delil
getirmelerini istemesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Yanınızda
bize çıkartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı..." Yani sizlerce
gerçekten söylediğinize uygun delil olabilecek bilinen bir husus ve açık bir
belgeniz var mıdır? Bunu bize çıkartıp gösterebilir ve biz de onu kavrayalım
diye açıklayabilir misiniz? Böyle bir soru onlarla bir çeşit alay etmektir.
Söyledikleri bu söze delil getirmenin imkânsız olduğunu açıklamak ve iddiaları
dolayısıyla onları azarlamak içindir.
Onların
gerçek durumları ise Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Siz ancak zanna
uyuyorsunuz..." şeklindedir. Yani söylediğinize ve tabi olduğunuza dair
vehim, hayal, yanlış inanış dışında gösterebileceğiniz bir delil ve bir
belgeniz yoktur. Sizler ancak bu iddialarınızla Allah'a yalan uydurmaktasınız.
Daha
sonra Yüce Allah hak din lehine apaçık delili getirme gücünün zatına has
olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur: "De ki: Üstün ve yeterli delil
Allah'ındır..." Yani ey Peygamber! Şu cahil müşriklere ikna edici delili
getirmekten yana acze düşmelerinden ve iflas etmelerinden sonra de ki:
Dilediği gerçekleri ispatlamak ve batılı çürütüp inanç esaslarını, isabetli
şeriat ve hükümleri ispatlamak, peygamberlerini kendileriyle desteklediği pek
çok mucize ve ayetlerle şahsî kanaatiniz olan görüşleri çürütüp ortadan
kaldırmak için olan mükemmel ve eksiksiz delil, Allah'ındır.
Eğer
Yüce Allah sizi de başkalarını da bütün insanları da öğretmek, irşat etmek,
düşünmek ve istidlalde bulunmaksızın hidayete erdirmek isteseydi, elbette bunu
yapar ve sizlerin tıpkı melekler gibi fıtrî olarak iman etmenizi sağlardı.
Böylelikle sizin seçimde bulunmak hususunda herhangi bir rolünüz, bir iradeniz,
hayır ile şer, hak ile batılı ayırd etmeniz söz konusu olmaz; yine size
muhalefet edenlerin takınacakları tavır da Allah'ın dilemesi ile olurdu. O
halde bunlara düşmanlık etmeniz doğru değildir. Size düşen onları da uygun
bulmak, onlara muhalefet etmemektir. Çünkü meşiet aynı zamanda sizin üzerinde
bulunduğunuz hali de onların üzerinde bulundukları hali de bir arada istemektedir.
Bu
ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Allah dileseydi
hepsini hidayet üzere toplardı." (En'am, 6/35); "Eğer Rabbin
dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi toptan iman ederdi. Sen insanları iman
edenler oluncaya kadar zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).
Daha
sonra Yüce Allah peygamberine müşriklerden haram kıldıkları bu şeylerin Allah
tarafından haram kılındığına dair iddialarının doğruluğuna tanıklık edecek
şahitler getirmelerini istemesini emrederek, "De ki: Allah'ın bunu haram
kıldığına dair şahadet edecek şahitlerinizi getirin..." diye buyurmaktadır.
Yani Allah'a yalan uydurarak haram olduklarını iddia ettiğiniz bu şeyleri
Allah'ın haram kıldığını, gözleriyle gördüklerine dair lehinize şahitlikte bulunacak
şahitlerinizi getiriniz.
Bunların
şahitlik edecekleri var sayılsa bile, sen onları doğrulama, bu dediklerini
kabul etme, onların şahitliklerine razı olma! Çünkü onların dediklerini kabul
edecek olursa tıpkı onlarla birlikte aynı şahitlikte bulunmuş gibi olur ve o da
onlardan bir kişi durumuna gelir. Çünkü onlar durum bu iken yalan ve iftira
yoluyla şahitlik edeceklerdir. O halde onlar yalan yere şahitlik eden kimselerdir.
Ayrıca Allah'ın birliğine ve rabliğine delâlet eden Allah'ın ayetlerini
yalanlayan kimselerin nevalarına tabi olma. Ki bu ayetlerin bir kısmı, teşrî
(yasa koyma), helâl ve haram kılma hakkının yalnız Allah'a ait olduğunu ortaya
koymaktadır ve sen ayrıca ahiretin geleceğine inanmayanların, nevalarının
peşinden giden şu cahillerin ardından gitme. Bunlar ahirete inanmadıkları için
konu ile ilgili deliller kendilerine sunulduğu zaman bu delillere kulak vermezler.
Hem onlar Rablerine ortak koşanlardır. Hayır sağlamak, zararı önlemek, hesap
görmek, amellerin karşılığını almak hususunda onlar Allah'a denk ve ortaklar
koşarlar.
[96]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
Kâfirler
Cebriye'nin şu sözlerini andıran şeylerle küfürlerine mazeret göstermektedirler:
Eğer Allah bizim ortak koşmamamızı dileseydi, biz de ortak koşmazdık. Ancak
böyle bir mazeret Yüce Allah'ın kabul etmeyeceği ve reddo-lunmaya mahkûm bir
mazerettir. Çünkü şanı Yüce Allah onlara olgun akıllar ve yeterli kavrayış
kabiliyeti vermiş, hayır ve şerri yapma gücünü bahşetmiş, önlerindeki bütün
engelleri bütünüyle kaldırmıştır. Eğer dinleyecek olsalardı hayırlı işler
yapabilirlerdi. Yine istedikleri için masiyet ve münkerleri yapmaktadırlar.
Yüce
Allah kitaplar indirmek, peygamber ve rasuller göndermek, onlara yaratıklar
üzerinde düşünme kabiliyeti bahşetmek suretiyle Allah'ı tanımalarına imkân
sağlamak ve peygamberleri mucizelerle desteklemek suretiyle güzel tercihte
bulunmak için onlara yardımda bulunmuştur. İşte Yüce Allah'ın bir ve tek
olduğuna dair tam ve eksiksiz hüccet ve delil budur.
Şanı
Yüce Allah'ın ilmi, iradesi ve kelâmı bir gaybdır ve Allah'ın beğeneceği bir
rasul dışında herhangi bir insanın ona muttali olmasına imkân yoktur.
Kul,
ilâhî teklifle emrolunduğu işi yapmayı dilese yapma imkânını bulur, bunun için
engellenmez bir konumda olması yeterlidir. O takdirde böyle bir kimse iman da
edebilir, küfrü reddetme gücüne de sahiptir.
Eğer
insan Cebriyenin ileri sürdüğü şekilde esen rüzgar karşısında bir kuş tüyü gibi
küfür ve masiyete mecbur tutulan bir varlık olsaydı, ilâhî adalet gereği onun
herhangi bir şeyle mükellef tutulmaması ve ahirette de sevap ve ceza görmemesi
gerekirdi.
Bu
ayetler, kâfirlerin şüphelerinin batıl olduğunu, kesin ve ilâhî deliller
karşısında onların delillerinin çürütüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Onların
kimisi kimisinin lehine söylediklerinin doğruluğuna şahitlik edecek olsa dahi,
sen onların şahitliklerini ilâhî bir kitaptan yahut peygamber diliyle gelen bir
vahiyden çıkartılan bir delil olmadıkça doğrulama. Onların ise bu gibi delillere
sahip olmaları söz konusu değildir. Onlar, ancak haberlerinde batıl söyleyen
yalancı şahitler olabilirler.
Burada
onlardan istenen şey, gerçek ve doğruya şahitlik etmeleridir, yoksa yalan ve
batıl şahitlik değildir. Yüce Allah Peygamberine Allah'ın, haram diye iddia
ettikleri şeyleri haram kıldığına dair şahitlik edecek şahit getirmelerini
emretmekle birlikte, onlarla beraber şahitlik etmemesini emretmesi nasıl olur
diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Allah peygamberine, batıl olarak şahitlik
edenlerin şahitlerini getirmelerini istemesini emretmektedir, ta ki onlara
karşı susturucu delili ortaya koymuş ve onların şahitliklerinin gülünçlüğü
açıkça ortaya çıkmış olsun. Böylelikle hak yerini bulur, batıl da yok olur
gider.
[97]
151-
De ki: "Gelin rabbinizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım!
O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de rızkınızı veren biziz, onların da. Kötülüklerin
gizlisine de açığına da yaklaşmayın. Allah'ın haram kıldığı bir canı hak ile
olmadıkça öldürmeyin. İşte size bunları emretti; akıl edesiniz diye.
152-
Yetimin malına ergenlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir
şekilde yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman da -akraba dahi olsa-
adil olun. Allah'ın ahdini de yerini getirin. İşte size bunları emretti; iyice
düşünesiniz diye.
153-
Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uymayın
ki, sonra sizi yolundan ayırırlar. İşte size bunları emretti; sakınası-nız
diye."
"Gizlisine
de, açığına da" kelimeleri arasında tıbâk vardır.
"Biz
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz" buyruğundaki
"nefs" kelimesinin belirtisiz gelmesi, umum ifade etmesi içindir.
"Allah'ın ahdi" ndeki izafe teşvik ve tazim içindir.
[98]
"Gelin...
okuyayım." yani okuyayım, anlatayım; "fakirlik korkusuyla" fakir
düşersiniz endişesiyle; "kötülüklerin" büyük günahların yani zina
gibi büyük suç ve günah olan işlerin "gizlisine de açığına da
yaklaşmayın" açıktan da işlemeyin, gizlice de yapmayın, "...bir canı
hak ile olmadıkça" kısas, irtidat haddi, muhsan olanın recmedilmesi gibi
haller olmadıkça; "öldürmeyin".
"Yetimin
malına ergenlik çağına gelinceye kadar" ergenleşmek suretiyle yahut
büyüyünceye kadar ve erkekliği ile olgunlaşıncaya, bilgisi erinceye kadar;
"en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın!" yani onun
menfaatine uygun olan bir şekilde olmayarak el sürmeyin... "Ölçü ve
tartıyı tam ve doğru" yani adil bir şekilde eksik ölçüp tartmadan
"yapın" "Biz kimseye gücünün yettiğinden" bu husustaki
takatinden "başkasını yüklemeyiz." Eğer ölçü ve tartıda hata edecek
olursa Allah onun niyetini en iyi bilendir, takati dışında olandan dolayı onu
sorumlu tutmaz.
"Söylediğiniz
zaman da -akraba dahi olsa-" yani lehinde ya da aleyhine söz söyleyeceğiniz
kişi akrabanız dahi olsa "adil olun." Herhangi bir hüküm veya başka
bir şey hakkında söz söyleyecek olursanız, sözünüz adaletli olsun. "İyice
düşünesiniz" öğüt alasınız "diye."
"Başka
yollara uymayın" benim bu yoluma aykırı olan yollara uymayın; "ki sonra
sizi O'nun yolundan ayırır"; O'nun dininden uzaklaştırır.
[99]
Allah'ın
kendilerine haram kılmadığı şeyleri haram kılan müşriklere cevap olmak üzere
Yüce Allah haram kıldığı yiyecekleri açıkladıktan sonra, burada da sözlü ve
fiilî olarak maddî ve manevî (edebî) bakımdan haram kılınan temel hususları
açıklamaktadır.
İbni
Mes'ud der ki: Her kim Resulullah (s.a.)'ın mührünü taşıyan vasiyetini görmek
istiyorsa şu ayetleri okusun: "De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram
kıldığını ben size okuyayım..."
İbni
Abbas da der ki: En'am suresinde Kitab'ın anası olan muhkem bir takım ayet-i
kerimeler vardır. Daha sonra da "De ki: Gelin Rabbinizin neleri haram
kıldığını ben size okuyayım..." ayetlerini okudu. Hâkim de, Ubâde b.
-Sa-mit'ten şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Üç
husus üzere hanginiz bana biat eder?" Daha sonra Resulullah (s.a.)
"De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım...
" ayetinden itibaren ayetleri bitirinceye kadar okudu; sonra da şöyle
buyurdu: "Her kim bunlardan bir şey eksiltir de Allah dünyada bundan
dolayı ona bir şeyler ulaştırırsa, bu onun için bir ceza olur. Ahirete
ertelenen kimsenin ise işi Allah'a kalmıştır, dilerse ona azap eder, dilerse
onu affeder." Daha sonra Hâkim, bu isnadı sahih bir hadis olmakla
birlikte, Buharî ve Müslim bunu rivayet etmemiştir, demektedir.
[100]
Ey
Muhammed! Allah'tan başkalarına ibadet eden, Allah'ın kendilerine verdiği rızkı
haram kılıp çocuklarını öldüren, kendi hevaları ve şeytanların kendilerine
verdiği vesveselerle kendileri için helâllar ve haramlar koyan şu müşriklere de
ki: Geliniz, bana yöneliniz. Size Rabbinizin gerçekten ve fiilî olarak haram
kıldığı şeyleri haber vereyim, okuyayım, anlatayım. Benim vereceğim bu haber
O'ndan gelen vahiy ve emir iledir. Yoksa tahmin ve zanna dayalı şeyler
değildir. Çünkü yasa koyma (teşrî) ve haram kılma hakkı yalnız Allah'ındır.
Ben de, indirdiklerini O'ndan alıp tebliğ eden elçisiyim. Bunlar ise on tavsiye
(emir) dir. Beşi yasak kipiyle, beşi de emir kipiyledir.
Özellikle,
vasiyetler daha genel olmakla birlikte, haram kılmanın söz konusu ediliş
sebebi ise, haramların açıklanmasının, onların dışında kalanların helâl
olmasını gerektirmesindendir. Bunların başında Allah'a ortak koşmak söz konusu
edildi. Çünkü en büyük haram ve en büyük günah budur.
Sözü
geçen bu vasiyetler şöylece sıralanmaktadır:
1-
Allah'a şirk koşmaktan uzak
durmak:
"O'na
hiç bir şeyi ortak koşmayın." İfadede şu takdirde hazfedilmiş kelimeler
de vardır: Ve o sizlere Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamanızı da emretmektedir.
İsterse Güneş, Ay ve yıldız gibi yaratılış itibariyle büyük olsun, isterse de
melekler, peygamberler ve salih kimseler gibi kadir ve kıymeti itibariyle büyük
olsun. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yaratığıdır, Allah'ın kullarıdır:
"Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman'a kul olarak
gelecektir." (Meryem, 19/93)
O
halde sizin yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nu tazim etmeniz gerekir. Hevalara
ibadet dolayısıyla yaptığınız teşrîleri terk etmeniz gerekir.
2- Ana-babaya iyilik etmek:
"Ana-babaya
iyilik edin." Yani kalpten gelen bir şekilde, eksiksiz olarak ana babaya
iyilikte bulununuz.
Şirkin
yasaklanmasından sonra, Allah'a itaat ile birlikte anne babaya iyilik etmek,
Yüce Allah'ın Kitabında çok defa bir arada zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah
yaratan ve rızık verendir. Anne baba ise birer vasıtadır. Bunlar çocuğun
terbiye edilmesi yükünü, ona gelebilecek eziyet ve zararları da defetme
sorumluluğunu ifa ederler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemenizi, anne babaya iyilik etmenizi
hükmetti." (İsra, 17/23); "Bana ve ana babana şükret diye (emrettik);
dönüş yalnız banadır. Eğer hakkımda bilgin olmadık bir şeyi bana ortak koşman
için seninle mücadele edecek olurlarsa, onlara itaat etme! Bununla birlikte
dünya hayatında onlarla iyi geçin!" (Lokman, 31/14-15). İşte bundan dolayı
anne babaya karşı gelmek ve itaatsizlik büyük günahlardandır. Onlara iyi
davranmak ise amellerin en fazi-letlilerindendir. Buharı ve Müslim, Abdullah b.
Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a "En
faziletli amel hangisidir?" diye sordum. O, "Vaktinde kılınan
namazdır" diye buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye sordum.
"Anne babaya iyilikte bulunmaktır" dedi. "Sonra
hangisidir?" diye sordum. "Allah yolunda cihad etmektir"
dedi." Hafız İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ ve Ubâde b. -Sâmit'ten her
birisinin şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Can dostum Allah rasulü bana
şunu emretti: Anne babana itaat et, eğer sana kendileri için dünyayı feda
etmeni emredecek olurlarsa bunu dahi yap."
[101]
Anne
babaya iyilik ise onlara, -korku ile ve çekinerek değil- atıfet ve sevgiden
kaynaklanan iyi, asil bir şekilde davranmaktır. Ayrıca çocuk anne babasına
nasıl davranırsa onun çocukları da ona öyle davranır; aradan bir zaman geçmiş
olsa bile. Taberânî -Evsat' ta İbni Ömer'den Resulullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Babalarınıza iyilik yapınız ki, çocuklarınız da size
iyilik yapsın. İffetli olunuz ki, hanımlarınız da iffetli olsun."
3- Kız çocuklarının diri diri
gömülmesinin haram kılınması:
"Fakirlik
korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin." Şanı yüce Allah, anne babalara,
dede ve ninelere iyilikte bulunmayı vasiyet ettikten sonra, buna çocuklara,
torunlara da iyilikte bulunmayı atfedip şunu zikretmektedir: Rabbinizin size
vasiyet ve emrettiği şeylerden birisi de, başınıza gelecek bir fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmemenizdir. Çünkü sizleri de onları da rızıklandıran
Allah'tır. Yani size bağlı olarak Yüce Allah onları da nzıklandırır. O bakımdan
halihazırdaki fakirlikten korkmaymız. Umulan bir fakirlikten çekinmeyiniz.
Muhakkak Yüce Allah kulların rızkını üzerine alandır. Yüce Allah'ın şu buyruğu
da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz,
onları da rızıklandıran biziz, sizleri de. Muhakkak onları öldürmek büyük bir
günahtır." (İsra, 27/31). Her iki ifade arasındaki farka gelince: En'am
süresindeki tabir ile kastedilen şudur: Halihazırdaki fakirliğiniz dolayısıyla
onları öldürmeyiniz. O bakımdan önce babaların rızkının verilmesi söz konusu
edildi. Çünkü halihazırda fakirlikten etkilenen öncelikle babadır. İsra
süresindeki ifade ile anlatılmak istenen de şudur: Gelecekte ortaya çıkacak fakirlik
korkusuyla onları öldürmeyiniz. O bakımdan onlara gösterilen ihtimam
dolayısıyla önce çocukların rızkı söz konusu edildi. Yani onların rızkı
dolayısıyla siz fakir düşeceksiniz diye korkmaymız, onların rızkını vermek
Allah'a aittir. İşte bununla insan türünü korumanın zorunlu olduğuna bir
işaret vardır. Bu da usule (babalara) ve füru'a (çocuklara) eziyet etmenin
haram olması ve onların her birisinin gereken şekilde korunup gözetilmesinin
emredilmesiyle gerçekleşmektedir. Bundan sonra ise beşinci vasiyette, açıkça ve
mutlak olarak ifade edilen, insanın öldürülmesinin haram kılmışı da buna
eklenmektedir.
4- Kötülük işlemenin haram kılınması:
"Kötülüğün
gizlisine de açığına da yaklaşmayınız." Yani kötülüklere yaklaşmaktan
çokça sakınınız. Kötülükler (fevahiş) ise günahı, vebali ve çirkinliği büyük
olan her türlü söz ve fiildir. Zina, hiç bir şeyden haberi olmayan mümin ve
iffetli kadınlara iftirada bulunmak gibi. Bu kötülükler ister açık olsun, ister
gizli olsun durum aynıdır. Araplar cahiliye döneminde gizlice zina etmekte bir
mahzur görmüyorlar, açıktan işlenen zinayı çirkin sayıyorlardı. Allah her iki
türlüsünü de haram kılmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir:
"De ki: Benim Rabbim ancak açığıyla gizlisiyle kötülükleri, günahı, haksız
yere haddi aşmayı, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı
ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır."
(A'râf, 7/33). Buharî ile Müslim'de de İbni Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediği
varittir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan daha gayretli (kıskanç)
kimse yoktur.
İşte
bundan dolayı o açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkları (kötülükleri) haram
kılmıştır." Sa'd b. Ubâde de Buhari ve Müslim tarafından kaydedilen rivayette
şöyle demiştir: "Eğer hanımımı bir erkek ile birlikte görecek olursam hiç
şüphesiz sağa sola meyletmeksizin (etrafa yaymadan o anda) onu kılıçla vururum."
Bu husus Resulullah (s.a.)'a ulaşınca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Siz Sa'd'ın bu kıskançlığından hayrete mi düştünüz? Allah'a yemin ederim,
ben Sa'd'dan daha kıskancım. Allah da benden kıskançtır. Bundan dolayı açığıyla,
gizlisiyle her türlü kötülüğü, hayasızlığı haram kılmıştır."
Denildiğine
göre hayasızlığın açık olanı azaların yaptıklarıyla alâkalı olanlardır, gizli
olanı ise kibir ve kıskançlık gibi kalbî amellerle ilgili olanlardır.
Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Açıktan kasıt insanlara zulmetmektir. Gizli olandan kasıt ise zina ve hırsızlıktır.
Çünkü insanlar bu işleri gizlice yaparlar.
5- Haksız yere öldürmenin yasaklanışı:
"Allah'ın
haram kıldığı canı hak ile olmadıkça öldürmeyin." Tekit etmek ve ona önem
vermek üzere öldürme yasağı özellikle zikredilmiştir. Çünkü bu yasak esas
itibariyle açığıyla gizlisiyle kötülüklerin yasaklanmasının kapsamına
dahildir. Yani Yüce Allah sizlere İslâm dolayısıyla kendisine saldırıda bulunmanın
yasaklandığı canı öldürmeyi haram kılmıştır. Yani Müslümanlar arasındaki ahit
ile yahut dar-ı İslâmda ahit ve emana dayalı olarak ikamet eden Kitap Ehli ve
onların dışında olup ahitleri sebebiyle kendilerine saldırmanın haram
kılındığı canı öldürmeyi de Allah size haram kılmıştır.
Buharî
ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Ben insanlara Allah'tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılın-caya, zekât
verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden
kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hakkı ile (bunların
dokunulmazlığının kaldırılması hali) müstesnadır. Hesapları ise Allah'a
aittir." Tirmizî ve İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın
şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Allah'ın ve Rasulünün zimmetine
sahip olan bir andlaşmalıyı öldüren kişi Allah'ın himayesini bozmuş olur. Böyle
bir kimse cennet kokusunu alamaz ve şüphesiz cennet kokusu yetmiş yıllık
mesafeden alınır." Yine Buharî, Abdullah b. Amr (r.a.)'dan Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim bir andlaşmalıyı
öldürecek olursa, cennet kokusunu alamaz. Şüphesiz onun kokusu kırk yıllık bir
mesafeden alınır."
Hak
ile öldürmeye gelince, bunun üç hali vardır. Bunlar Buharî ile Müslim'de
rivayet edilen İbni Mesud yoluyla gelen hadis-i şerifte beyan edilmiştir.
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç
şeyden birisi ile helâl olur: Zina eden evli (muhsan), cana karşılık can ve
dinini terk edip cemaatten ayrılan." Bir diğer lafızda ise "İmandan
sonra küfür, ihsandan sonra zina ve haksız yere bir başkasını öldürmek"
şeklindedir.
Öldürmenin
bu şekilde haram kılınışı, ancak insanlığa karşı büyük bir suç ve yarattığı her
bir şeyi sapasağlam kılan, var eden yaratıcının sanatına bir saldırı oluşundan
dolayıdır.
İşte
sözü geçen bu haram kılman şeyleri Yüce Allah sizlere vermiş olduğu emir ve
yasaklarını aklınızla iyice kavrayasınız diye emretmiştir. Yani Allah'ın
verdiği emirleri yapıp yasakladıklarını terk etmek hususundaki hayır ve maslahatı
aklınızla kavrayasınız diye indirmektedir. Vasiyet (mealde: emretmek), insanın
herhangi bir hayrın işlenmesini ya da bir kötülüğün terk edilmesini bir
başkasına ahdetmesi (ondan istemesi) demektir.
Ayet-i
kerimenin bu şekilde sona ermesi, içinde bulundukları şirk ile bir takım
davarları haram kılmalarının, aklen faydalan bilinemeyen şeylerden olduğunu
göstermektedir.
6- Yetimin malını korumak:
"Yetimin
malına erginlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir şekilde
yaklaşmayın." Yani gözetiminiz altına almayı kabul ettiğiniz yetimlerin
mallarından onlar için malın korunmasında, artırılmasında, tehlikelere karşı
korunmasında faydalı olandan ve ihtiyaca göre ondan harcama kastından başka
bir suretle almayınız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, ancak karınlarında ateş yiyen
(dolduran) kimselerdirler ve onlar cehennemi boylayacaklardır." (Nisa,
4/10).
Bir
şeye yaklaşmanın yasaklanışı, bizzat o şeyin işlenmesinin yasakalan-masından
daha beliğdir. Çünkü birincisi o şeye götüren sebep ve yolların da yasaklanmasını
ihtiva ettiği gibi, o sonucu doğuracağı zannedilen şüphelerin yasaklanışını da
ihtiva etmektedir; yetimin lehine kârlı bir işi yerine getirirken malından bir
şeyler yemek gibi. Şanı yüce Allah zaruret veya ihtiyaç olma hali dışında,
yetimin malından yemeyi şu buyruğu ile yasaklamış bulunmaktadır:
"Büyüyecekler diye mallarını israfla tez elden yemeyin. Muhtaç olmayan
kimse (mallarından yemekten) çekinsin. Fakir olan ise ma'rûfbir şekilde
yesin." (Nisa, 4/6)
Reşitlik
yaşına eriştiklerinde ise yetimlere malları teslim edilir. Bundan dolayı Yüce
Allah, "Erginlik çağına erişinceye kadar" diye buyurmaktadır. Yani
yetimin malına, güç, kuvvet, melekelerinin tamamlanması ve aklî idrakinin
olgunlaşması bakımından erkeklerin seviyesine ulaşıncaya kadar yaklaşmayınız.
Bu ise eş-Şaln, Mâlik ve seleften bir topluluğun söylediği gibi
"ergenleşin-ceye kadar" demektir. Ergenleşmek ise âdeten onbeş ile
onsekiz yaş arasında tahakkuk eder: "Eğer onların ergenleştiklerini
görürseniz mallarını onlara teslim ediniz." (Nisa, 4/6).
Ayet-i
kerimeden maksat ise, yetimin bulûğuna kadar malının korunması, saçıp
savrulmaması ve zayi edilmemesidir.
7, 8 - Ölçü ile tartıların tam ve
adaletli bir şekilde yapılması:
"Ölçü
ve tartıyı da tam ve doğru yapın." İnsanlara bir şey ölçtüğünüz zaman onu
tam yapın. Kendi lehinize de bir şey ölçtüğünüz takdirde fazlasıyla ölçmeyin.
Satın aldığınız şeylerde yahut da başkalarına sattığınız şeylerde tarttığınız
takdirde, kendi lehinize fazlasıyla tartmayın. Bu tartıda fazlalık ve eksiklik
olmasın. Herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adaletlice tamı tamına
tartınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yay o eksik
ölçüp tartanlar (mutafflftn)'ın haline!"
[102]
"Onlar insanlardan ölçü ile aldıklarında tastamam alırlar da insanlara
ölçü ile verip yahut tarttıkları takdirde eksik yaparlar." (Mutaffifîn,
83/1-3). Yani alırken de satarken de hakkın eksiksiz verilip alınması söz
konusudur. Yüce Allah'ın, "Doğru (adil)" buyruğu ise, alış-veriş
hallerinde güç yettiğince adaletin araştırılmasını gerektirmektedir. İşte
bundan dolayı daha sonra şöyle buyurmaktadır:
"Biz
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Yani Allah hiç bir
kimseye gücünün üstünde herhangi bir zorluk ve meşakkat, yapabileceğinden daha
fazla bir şey yüklemez. Bunun içindir ki kişi kasdî olmaksızın hata yapacak
olursa, sorumluluk söz konusu değildir. İbni Merdûveyh, Saîd b.
el-Müsey-yeb'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.),
"Ölçü ve tartıyı da tam ve doğru yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden
başkasını yüklemeyiz" ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Her kim ölçü ve
tartıda kendi eliyle eksiksiz ölçüp tartacak olursa -ki Allah bu ikisinde
eksiksiz ölçüp tartma niyetinin sıhhatini en iyi bilendir- sorumlu olmaz. İşte
"gücünün yetmesVnin tevili budur." Bu mürsel ve garip bir hadistir.
Ölçü
ve tartılarda eksiklik yapmanın akıbeti gerçekten vahimdir. Acıklı bir azap ile
korkutulmak söz konusudur. Nitekim Yüce Allah Şuayb (a.s.) kavmi ile ilgili
olarak şunları nakletmektedir: "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adil bir
şekilde, tastamam yerine getiriniz. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyiniz,
yeryüzünde bozguncular olarak kötülük yapmayınız." (Hûd, 11/85).
9- Söz söylerken yahut hüküm verirken
adaletli davranmak:
"Söylediğiniz
zaman da -akraba dahi olsa- adil olun." Yani şahitlik halinde veya hüküm
verirken söz söyleyecek olursanız adil olunuz. İsterse lehine ya da aleyhine
söz söyleyeceğiniz kişi, sizin yakın akrabanız olsun. Çünkü toplum ve fertlerin
işi ancak adalet ile düzene girer. Adalet mülkün esası, yönetimin, hüküm
vermenin kaidesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman
edenler, Allah için şahitler olarak adaleti dimdik ayakta tutan kimseler
olunuz. İsterse kendi aleyhinize yahut anne-baba ve akrabalarınız aleyhine olsun."
(Nisa, 4/135). İşte söz ile böyle adaletli davranmak, daha önce ölçü ve tartılarda
olduğu gibi, fiilen yerine getirilmesi istenen adil olmak gibidir.
10- Ahde vefa:
"Allah'ın
ahdini de yerine getirin." Yani onu yerine getirmek, gereğini yapmak,
vermiş olduğu emir ve yasaklarda Allah'a itaat etmek, Allah'ın Kitab'ı ve
Rasulünün sünneti gereğince amel etmek suretiyle Allah'ın ahdini yerine getiriniz.
Bu ise Allah'ın peygamberler aracılığıyla onlara vermiş olduğu akıl ve selim
fıtratı da kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem
oğulları, ben sizlere şeytana ibadet etmeyeceksiniz diye ahdetmedim mi? Çünkü o
sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Yasin, 36/60). Bu, insanların Allah'a
verdikleri ahdi de kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getiriniz."
(Nahl, 16/91).Diğer taraftan insanların karşılıklı olarak birbirleriyle olan
ahitleşmelerini de kapsar. Nitekim Yüce Allah müminlerin niteliklerini
açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ahitleştikleri zaman ahitlerini
eksiksiz yerine getirenlerdir." (Bakara, 2/177).
"İşte
size bunları emretti, iyice düşünesiniz diye." Yani Allah sizlere, öğüt
alırsınız ve bundan önce içinde bulunduğunuz hallerden vaz geçersiniz umuduyla
Allah'ın, "Ve onlar hakkı birbirlerine tavsiye ederler, sabrı birbirlerine
tavsiye ederler." (Asr, 103/3) buyruğunda emretmiş olduğu üzere öğrttmek
ve tavsiye etmek hususunda birbirinize hatırlatasınız diye, bunları
emretmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah bu tavsiyeleri (emirleri), bunun hak ve dosdoğru yolunun
kendisi olduğunu açıklayarak sona erdirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Ve
şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur." Yani dosdoğru yol bu olduğu için
artık siz buna uyunuz. Türlü görüş, heva, bidat ve sapıklıklar ihtiva eden
değişik yollara uymayınız. O zaman bu yollar sizleri tefrikaya ve ayrılığa götürür;
Allah'ın hak dininden ve onun en mükemmel yolundan sapmanız sonucunu verir.
İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Başka yollara uymayın..." buyruğu hakkında
şunları söylemektedir: Yüce Allah müminlere cemaatle birlikte olmayı
emretmekte, ayrılık ve tefrikayı onlara yasaklamakta, sizden öncekilerin, ancak
Allah'ın dininde tereddüt göstermeleri ve tartışmaları dolayısıyla helak olduğunu
haber vermektedir.
Peygamber
(s.a.) sırat-ı müstakim'i açıklamış bulunmaktadır. İmam Ah-med, Nesaî,
Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân ve Hâkim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini
naklederler: Resulullah (s.a.) eliyle bir çizgi çizdikten sonra şöyle buyurdu:
"İşte bu Allah'ın dosdoğru yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve
soluna da çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: "Bu yollardan her birisinin
başında ise mutlaka o yola çağıran bir şeytan vardır." Daha sonra "Ve
şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun, başka yollara uymayın ki sonra
sizi onun yolundan ayırırlar..." ayetini okudu.
Ahmed,
Tirmizî ve Nesaî de -Nevvâs b. Sem'â'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedirler: "Allah şöyle bir misal verdi: "Dosdoğru bir
yol ve bu yolun her iki tarafında açılmış kapıları bulunan iki yüksekçe duvar
bulunmaktadır. Kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler ve bu yolun kapısında
ise şöyle diyen davetçi bulunmaktadır: Ey insanlar, haydi geliniz, hep birlikte
dosdoğru yola giriniz ve ayrılığa düşmeyiniz. Sıratın üst tarafından da herhangi
bir kimse o diğer kapılardan birisini açmak isteyecek olursa, şöyle diyen bir
davetçi vardır: Yazık sana, açma o kapıyı! Çünkü sen o kapıyı açtın mı içine dalar
girersin. Buradaki dosdoğru yol İslâm'dır. Onun sağ ve solundaki yüksekçe duvarlar
Allah'ın sınırlarıdır. Açık kapılar Allah'ın haram kıldığı şeylerdir. Dosdoğru
yolun başındaki davetçi Allah'ın Kitabıdır. Onun üst tarafında bulunan davetçi
ise her Müslümanın kalbinde Allah'ı hatırlatan öğütçüdür."
[103]
Bu
ayet-i kerimeler Allah tarafından peygamberine verilmiş emirlerdir. Bununla,
peygamberin, bütün insanları Allah'ın haram kıldığı şeyleri tebliğ ettiği
bildirisini dinlemeye, ona kulak vermeye çağırmaktadır. Ondan sonra gelecek
olan ilim adamlarına da insanlara tebliğ etmeleri ve Allah'ın kendilerine
neleri haram neleri helâl kıldığını açıklamaları bir görevdir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: 'Ve muhakkak onu siz insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz..."
(Âl-i İmran, 3/187).
Bu
on vasiyetin beşi yasak beşi de emir sigasıyla yer almıştır. Emirler yasaklarla
birlikte varit olduğundan dolayı, hepsinin başına haram kılma fiili gelmiştir
ve hepsi onun hükmünde ortaktır. Bilindiği gibi haram kılmalar zıtla-rına
racidir. Yani Allah'ın varlığını ve tevhidini ikrar (farz, onun zıddı haramdır),
anne babaya kötülük yapmak, ölçü ve tartıları eksik yapmak, söz söylerken
adaleti terk etmek ve Allah'ın ahdini bozmak... vb.
KaTb
el-Ahbâr der ki: Bu ayet-i kerimeler Tevrat'ın başlangıcıdır: "Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben
size okuyayım..."
İbni
Abbas da der ki: Allah'ın En'am suresinde sözünü ettiği bu muhkem ayetleri,
bütün şeriatler sözbirliği halinde kabul ederler ve hiç bir dinde bunlar
neshedilmiş değildir. Bunların Hz. Musa'ya indirilmiş on söz (emir) olduğu da
söylenmiştir. Allah'a şirk koşmak bütün hurafe ve batılların kaynağıdır, heva
ve arzuların çıktığı yerdir. Bunlar aklı selim ve sağlıklı düşünüşün
gereklerine taban tabana zıttır.
Anne
babaya iyilikte bulunmak fıtratın gereği olan bir görevdir. Çünkü anne baba
insan varlığının sebebidirler. Onu terbiye etmiş, küçükken de büyükken de ona
iyilikte bulunmuşlardır. Onlara sevgi beslemek, onlara bir mükâfattır,
davranışlarına uygun bir karşılıktır. Onlara kötülük etmek ise çocukların
bozulmasına sebeptir. Hayatın bütün alanlarında her türlü sapıklığın ve
kabalığın çıkmasının ve yaygınlaşmasının başlangıcıdır.
Allah'ın
tevhidinin hemen ardından anne babaya iyilik yapma emri gelmektedir. Çünkü
insan üzerindeki en büyük nimet Yüce Allah'ın nimetidir. Hemen onun ardından
ise anne-baba nimeti gelir; zira insan varlığında gerçek fail Yüce Allah'tır,
zahirdeki vasıta ise anne babadır. Anne babanın insan üzerindeki nimeti
oldukça büyüktür. Bu da terbiye, şefkat, küçük yaşta kaybolmasına, helak
olmasına karşı koruma nimetidir.
Çocukların
öldürülmesi ise oldukça kötü ve çirkin bir davranıştır. Büyük bir kabalık, bir
katı yürekliliktir. İnsanlık seviyesinden aşağılara doğru bir alçalış, bir vahşilik
ve Yüce Allah'ın iradesi ile çatışmaya girmektir.
Zahirîler,
"Çocuklarınızı öldürmeyiniz" ayetini azlin yasaklığına delil göstermişlerdir.
Çünkü çocukları diri diri gömmek var olanı ve nesli ortadan kaldırır. Meniyi
bırakılması gereken yerin dışına bırakmak suretiyle azil ise, neslin esasına
engel olmaktadır. O halde bunlar birbirine benzer. Şu kadar var ki canı
öldürmek, daha büyük bir günah ve daha çirkin bir fiildir.
Fakat
ilim adamlarının çoğunluğu Resulullah (s.a.)'ın şu hadisi dolayısıyla azli
mubah görmüşlerdir: "Azil yapmanızda sizin için bir mahzur yoktur, çünkü
her şey kader gereği tahakkuk eder."
[104]
Yani
sizin böyle bir şeyi yapmamanızda bir günah yoktur.
Malik
ve Şafiî hür kadından azlin, kadının izniyle olmasını şart koşarlar. Onun izni
olmaksızın azil yapmak caiz değildir. Çünkü inzal kadının şehvetinin
tamamlanması için gereklidir ve çocuk sahibi olmaktaki hakkının bir parçasıdır.
Hayasızlıkların
bizzat haram kılınması ile ona götüren yol ve sebeplerin haram kılınması ise
sağlık açısından insanî ve toplumsal açıdan bir zorunluluktur. Ne kadar bir
kötülük, bir haram yahut bir münker varsa mutlak bir şekilde insan sağlığına
zararlıdır. İnsan varlığını tehdit eder. Bütün hallerinde düzen ve umutlarında
topluluğu ifsat eder. Ayet-i kerimedeki hayasızlık ve kötülüklerin
işlenmesinin yasak kılınması masiyetlerin kendisi demek olan her türlü kötülük
ve hayasızlıkların yasaklığını bildiren genel bir yasaktır.
İster
mümin olsun ister andlaşmalı (zimmî) olsun şei^î bir haklı sebep olmadıkça bir
canın öldürülmesi büyük bir suçtur. Bu, yaratıcının yaratmasına karşı
girişilmiş oldukça çirkin bir saldırıdır. Kişinin öldürülmesini engelleyip
koruyan İslâm, selâm yahut eman ya da ahittir. Zekâtı vermemek, namazı terk
etmek, nefsi müdafaa, yol kesmek, kısas, irtidat ve muhsan olan kimsenin zina
etmesi gibi haller ise, öldürülmeyi haklı kılan şer^î gerekçeleri veya hak ile
öldürmeyi ifade eder. Bazı fakihler ise Lût kavminin işini yapmaktan ötürü öldürmenin
de caiz olduğunu ifade etmişlerdir. Bu konuda Ebu Davud'un İbni Abbas'tan
yaptığı şu rivayete dayanırlar: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kimi
Lût kavminin işini yapar bulursanız yapanı da yapılanı da öldürünüz."
Yetimlerin
malının yenilmesine gelince: Bu da bir zulümdür, zayıfların haklarına bir
tecavüzdür, ihtiyaçlarım ve küçüklüklerini istismar etmektir. Şu kadar varki
güzel yolla olması şartıyla yetimin malından almak caizdir. Yani yetimin malını
ıslah etmek, onu geliştirip arttırmak maksadıyla alınabilir. Bu da ana malını
korumak ve onun artışını sağlamak suretiyle olur ki, o malla ticaret yapmak ve
buna benzer diğer artırıcı yollara baş vurmak suretiyle gerçekleşir.
Yetime
malı, reşittik yaşına ulaşması ile birlikte verilir. Reşitlik ise malî
konularda gerekli bilgi ve tecrübenin oluşması halidir. Ebu Hanife, yetime malının
verilmesinin azami süresinin 25 yaş olduğunu söyler. Ayet-i kerimedeki bedenin
güçlü olması ve bilgi edinmesi demek olan ergenlik çağma ulaşmak, Nisa
suresinde yer alan bir başka ayet-i kerimede şöylece tefsir edilmektedir:
"Yetimleri nikâh çağına erecekleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir
reşittik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin." (Nisa, 4/6).
Böylelikle evlenme çağına ermek demek olan bedenî bakımdan güçlenme yaşı ile
reşitliğin tespit edilmesi demek olan bilgi gücü, bir arada zikredilmiş
olmaktadır.
Ölçü
ve tartmın adaletli bir şekilde eksiksiz olarak yerine getirilmesine yani
alışveriş esnasında adil olmaya gelince: Bu da malî hakların gereği gibi
korunmasını gerektirir. Hüküm verirken, şahitlikte bulunurken adaletli ve doğru
sözlü olmak -kişinin kendi aleyhine ve akrabaları aleyhine dahi olsa-hakkı
açığa çıkarmak, hakkı üstün tutmaktır. Bilindiği gibi İslâm hak ve adalet
dinidir.
Allah'ın
ahdini yerine getirmek, yani Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmek ise -ki
bu iki kişi arasında yapılan bütün akitleri de kapsar- yaratıcı ve nimet verici
olana şükretmenin bir gereğidir. Medenî olmanın bir gereğidir, sağlam ve
sağlıklı örfler de bunu kabul eder. Çünkü insanlar arası söz ve akitleri ilgilendiren
hususlarda bu bağlılık hayrı gerçekleştirir ve bütün topluma iyilik getirir.
Düzenin manasını ortaya çıkarır, zamana gereken saygıyı ifade eder. Ahdin
Allah'a izafe edilmesi ise onun korunmasını emretmiş olması ve ona tamı tamına
bağlı kalınmasını istemiş olması bakımındandır.
Birinci
ayet-i kerimenin "akıl edesiniz diye", ikinci ayet-i kerimenin
"iyice düşünesiniz diye" şeklinde sona ermesinin Razî'nin de
açıkladığı gibi- sebebi şudur: Birinci ayet-i kerimede haram kılınan beş şey
yani şirk, anne babaya kötü davranmak, çocukların öldürülmesi, zinaya
yaklaşmak, hak ile olması hali dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmek,
çirkinliği açık ve besbelli bir takım hususlardır. Allah onlara bunları
işlemeyi yasakladı, böylelikle bunların ne kadar çirkin olduğunu akıllarıyla
kavrasınlar ve bunları terk etsinler diye. İkinci ayet-i kerimede sözü geçen
beş yükümlülük yani yetimin malını korumak, ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmak,
hüküm ve şahitliklere dair söz söylerken adaletten uzaklaşmamak ve ahde vefa
göstermek açıkça görülmeyen ve gizli bir takım işlerdir. Onlar bütün bunları
yapar ve bu gibi niteliklere sahip olduklarından ötürü de bunlarla
övünürlerdi. Yüce Allah ise bu işleri yapmayı onlara emretti; unutacak
olurlarsa, bunları hatırlasınlar ve itidal noktasında durmaları için de
gereken şekilde gayret göstersinler, üzerinde düşünsünler diye.
Ebu
Hayyân dedi ki: Vasiyyet (emretmek)in tekrarlanması tekit için olup dosdoğru
yol bütün yükümlülükleri kapsadığından dolayıdır. Yüce Allah da ona tabi olmayı
emretmiş, onun dışında kalan yolları da nehyetmiştir. İşte bundan dolayı üçüncü
ayet-i kerimeyi de ateşten sakınmak demek olan takva (sakınma) kelimesiyle sona
erdirdi. Zira onun yoluna uyan bir kimse, ebedî kurtuluşa ulaşır ve sonsuz
mutluluğu elde eder.
[105]
İbni
Atıyye de şöyle der: Aklını kullanan bir kimse ilk haram kılman şeylere
düşmeyeceğinden dolayı ayet-i kerime "akıl edesiniz diye" şeklinde
sona ermiştir. Diğer haram şeyler şehvet ve arzuların ittiği şeylerdir. Kimi
zaman öğüt almayan akıllılar bunları işleyebilir. O bakımdan ikinci ayet-i
kerime "iyice düşünesiniz diye" şeklinde sona ermektedir. Dosdoğru
yolu izlemek, fazilet ve erdemli davranışları işlemeyi ihtiva eder. İşte takva
derecesi de budur. O bakımdan üçüncü ayet-i kerime, "şakırlasınız
diye" buyruğu ile sona ermektedir.
"Ve
şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur" ayeti de şunu göstermektedir:
Allah rasulünün İslâm dinindendir diye açıkladığı her şey, eğrisi yanlışı
olmayan dosdoğru yoldur. Aynı şekilde bu ayet-i kerime müminlerin Allah'ın
emirleri etrafında toplanmaları ve birlik olmaları gerektiğini göstermektedir.
Ayrılığa düşmekten, tefrikadan, Allah'ın yolundan başka yolları izlemekten
sa-kındırmaktadır. Allah'ın geçmiş ümmetleri (din hususunda) şüphe ve tartışmalara
düştüklerinden dolayı helak etmiş olduğunu ifade etmektedir. Aynı şekilde
ayet-i kerime hak olan her bir şeyin aynı ve hakkın bir ve tek olduğunu da ifade
etmektedir.
[106]
154-
Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı, ihsan eden kimseye nimeti tamamlamak, her şeyi
geniş geniş açıklamak, bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere verdik. Belki
Rablerine kavuşacaklarına inanırlar.
155-
İşte buda indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki
merhamet olunasımz.
156- "Kitap bizden önce iki topluluğa indi.
Bizim ise gerçekten onların okuduklarından hiç haberimiz yok"
deme-yesiniz.
157-
Veya demeyesiniz ki: "Bize de kitap indirilseydi muhakkak ki onlardan
daha fazla hidayete ererdik." İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, bir
hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Allah'ın rahmetini yalanlayan ve onlardan
yüz çevirenlerden daha zalim kimdir? Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri yüz
çevirdiklerinden dolayı azabın kötüsü ile cezalandıracağız.
"Ayetlerimizden
yüz çevirenleri"; ifadesinde "onlardan" diye zamirle ifade
edilecek yerde açıkça "ayetlerimizden" diye ifade edilmesi onların
azgınlıklarının ne kadar çirkin olduğunu açıklamak içindir.
[107]
"Sonra
biz Musa'ya o Kitab'ı" yani Tevrat'ı "ihsan eden kimseye" onun
hükümlerini uygulamak suretiyle iyi davranan kimselere, "nimeti
tamamlamak, her şeyi geniş geniş açıklamak" din hususunda gerek duyulan
şeyleri beyan etmek "... üzere verdik, belki" İsrailoğulları
"Rablerine" öldükten sonra diriltilmek suretiyle
"kavuşacaklarına inanırlar. İşte bu da" Kur"an-ı Kerim de
"indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Öyleyse" ey Mekkeliler! İçindeki
hükümler gereğince amel etmek suretiyle "ona uyun" ve küfürden
"ve sakının..."
"Kitap
bizden önce iki topluluğa" Yahudilere ve Hristiyanlara "indi. Bizim
ise gerçekten onların okuduklarından haberimiz yok, demeyesiniz." Yani
bizler onların okumalarından gafil idik, haberimiz yoktu, demeyesiniz. Yani biz
onların kitapları okuyup bilgi sahibi oldukları gibi okumadık, bilgi sahibi
olamadık. Ve o kitaplar dilimizle olmadıkları için biz onları bilemiyorduk
demeyesiniz.
"Muhakkak
ki onlardan daha fazla hidayete ererdik." Çünkü bizim zihinlerimiz daha
açık, kavrayışımız daha güçlü, Arapların önemli günlerini, vakalarını,
şiirlerini ve secilerini ümmi oluşumuza rağmen çok çok ezberlemiş bulunuyoruz
demeyesiniz. "İşte size Rabbinizden" Ona tabi olanlar için. "bir
hidayet ve bir rahmet gelmiştir." "Onlardan yüz çevirenlerden daha
zalim kimdir1?" Yani daha zalim kimse yoktur. "Yüz çevirenleri"
hem yüz çevirip hem de başkalarından onları alıkoyanları "...azabın en
kötüsü" en ağır olanı "ile cezalandıracağız."
[108]
Yüce
Allah on vasiyeti (emri) söz konusu ettikten sonra, Tevrat'ın Musa (a.s.)'ya indirilişinden
amacın ne olduğunu bize bildirmektedir. Çünkü Tevrat Arap müşrikleri arasında
yaygındı ve onlar Tevrat'ın haberlerini duymuşlardı. Daha sonra Kur"an-ı
Kerim'in konumunu, onun bir hidayet kitabı oluşunu söz konusu etmekte, ona
uymanın gereğini bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim artık hayır ve fazileti pek çok
olan mübarek bir kitap kılındıktan sonra müşriklerin mazeret özelliği taşımayan
ona uymamalarına gerekçe diye gösterdikleri mazeretlerini de reddetmektedir.
[109]
Buradaki
buyruklarda hazfedilmiş bir ifade vardır ki onun da takdiri "de ki"
sözüdür. Yani ey peygamber olarak gönderdiğim Muhammed! Şu insanlara şunları
söyle: Şüphesiz ki bizler Musa'ya Kitab'ı verdik. Bu ifade, on vasiyetin
açıklanmasına dair sözün başlangıcında yer alan buyruklara "sonra"
kelimesi ile bir atıftır. Yani sonra bu vasiyetlerden de daha büyük ve şümullü
olmak üzere biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Böylelikle bütün söylenen sözler
müşriklere hitap haline gelmektedir: Gelin sizlere Rabbinizin size neyi haram
kıldığını, neyi tavsiye ettiğini okuyayım. Bunlar ise şunlar şunlardır. Sonra
onlara söyle ki: Şüphesiz biz Musa'ya Kitab'ı verdik... Yani Allah'ın sana
vahyettiklerini de, Musa'ya bildirdiklerini de onlara haber ver.
Kur'an-ı
Kerim'de Tevrat'tan defalarca söz edilmektedir. Çünkü Tevrat, İncil ve Zebur'a
göre Kur'an-ı Kerim'e daha çok benzemektedir. Zira Tevrat da bütün teşri
hükümleri ihtiva ediyordu. Tevrat da Kur'an-ı Kerim de başlı başına birer
şeriattir, İncil ve Zebur ise böyle değildir. İncil, bir takım öğüt, misal ve
tarihî malûmatın yer aldığı bir kitaptır. Zebur ise övgü, münacaat ve okunan
bir takım parçaların toplandığı bir kitaptır. Arapların ileri akıllılarından
pek çok kimse kendilerinin de Tevrat gibi bir kitaplarının olmasını temenni
ederlerdi. Kendilerine böyle bir kitap gelse Yahudilerden daha bir hidayet
üzere olacaklarını, böyle bir kitaptan daha büyük çapta yararlanacaklarını
kabul ediyorlardı. Çünkü bunlar keskin zekâ, ileri bir akıl ve kavrayış gibi
özelliklere sahiptiler.
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'e dair 'Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yo-lumdur. Ona
uyun..." buyruğu ile haber verdikten sonra, buna Tevrat'ı ve Tevrat'ın
kendisine indirildiği peygamberi övmek suretiyle atıfta bulunarak şöyle
buyurmaktadır: "Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı... verdik." Şanı yüce
Allah az önce de açıkladığımız gibi Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'i bir arada çokça
zikretmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ondan önce ise
bir önder ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın Kitabını indirmişti. Bu ise dili
Arapça olan (önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır." (Ahkâf, 46/12).
Yüce Allah'ın bu surenin baş tarafındaki şu buyruğu da bu türdendir: "De
ki: İnsanlar için bir nur ve bir hidayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça
parça kağıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz kitabı
kim indirdi?" (En'am, 6/91).
Az
önce gördüğümüz üç ayet-i kerimede söz konusu edilen ve bir benzerleri de İsra
suresinde bulunan on vasiyet ise ibadet ve muamelâta dair hükümlerin
teşriinden önce Mekke'de indirilmiş ilk buyruklardandır. Aynı şekilde bunlar,
Hz. Musa'ya dininin esaslarına dair ilk nazil olan ayetlerdir. Yine bunlar
peygamberler vasıtasıyla tebliğ edilen dinlerin aslını teşkil etmektedir. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, Nuh'a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimi-zi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi dinden size
şeriat yaptı. Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda tefrikaya düşmeyin diye."
(Şûra, 42/13). Allah Teâlâ'nın bütün peygamberlere tavsiye ettiği dinin ortak
yönü tevhid, üstün ahlâkî değerlere sahip olmak ve kötülüklerden, hayasızlık ve
münkerlerden uzak durmaktır.
"İhsan
eden kimseye nimeti tamamlamak..." için verdik. Yani biz Musa'ya Kitab'ı
ona uyan, onunla hidayet bulan, iyi davranan kimselere nimetimizi, şeref ve değerini
tamamlamak için verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz
onları emrimizle yol gösteren önderler kıldık." (Enbiya, 21/73).
Buyruğun
anlamının şöyle olması da mümkündür: Biz Musa'ya Kitab'ı tam olarak verdik.
Yani insanların ihtiyaç duyacakları her türlü teşri hükümleri ihtiva edip
toplayan ve hitapların en güzel şekline sahip kapsayıcı, tam ve eksiksiz
olarak; yani en güzel ilahî kitaplara ait güzellikleri ve mükemmellikleri
ihtiva eder şekilde kıldık. Şu kadar var ki daha sonra gelen şu ifade bu şekilde
anlama imkânını zayıflatmaktadır: "Her şeyi geniş geniş açıklamak",
yani biz ona şeriatinde gerek duyacağı her şeyi tamam, eksiksiz ve toplayıcı
olarak Kitab'ı ona verip indirdik. Nitekim Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Ve biz ona levhalarda her şeye dair yazdık." (A'râf,
7/145).
"Bir
hidayet ve bir rahmet olmak üzere" yani o hakka ileten bir hidayet kitabıdır.
Onunla hidayet bulan ve ona uyan kimseler için de bir rahmet sebebidir. Razî
der ki: "Rahmet olma"nın anlamı, dinde nimet olmasıdır."
"Belki
Rablerine kavuşacaklarına inanırlar." Biz ona Kitab'ı sözü geçen bütün
muhtevası ile ve nitelikleriyle verdik ki, onun kavmi Rablerine kavuşacaklarına
iman etsinler. Yani Allah'ın kendilerine vaad etmiş olduğu sevap ve cezaya
kavuşacaklarına inansınlar diye. Buna iman edecek olurlarsa şüphesiz bir, tek
ve ortaksız olan Allah'a iman etmiş olurlar.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu da... bir kitaptır." Yani bu Kur'an-ı Kerim de şanı yüce ve
büyük bir kitaptır. Din ve dünyada hayır ve faydası pek çoktur. Sabit ve
değişmezdir, nes-holmaz. Daimi hidayetin, kurtuluşun, felahın bütün sebeplerini
kendi bünyesinde toplamıştır. O bakımdan bu kitabın size gösterdiği yola
uyunuz. Bu kitabın size yasakladığı, nehyettiği küfür ve ateşten sakınınız ki,
dünyada ve ahi-rette de Allah'ın geniş rahmetine nail olasınız. .
İşte
bu, ayetleri üzerinde gereği gibi düşünmek ve onunla alay etmek suretiyle
Kur'an-ı Kerim'e tabi olmaya dair yapılan açık bir çağrıdır.
Bu
indirdiğimiz bir Kitaptır; -Mekke ehline hitap olarak- kitaplar sadece bizden
önce Yahudi ve Hristiyanlara indi demeyesiniz diye. Yani bu konuda ileri
sürebileceğiniz bir mazeret kalmasın diye ve ayrıca "Biz önceki kitapları
bilmiyorduk, onlardan gafil idik, ne olduklarından haberimiz yoktu, çünkü o kitaplar
bizim dilimizde değildi ve ayrıca bizler, bizden başkalarının bilip okuduğunu
bilemeyen ümmî bir kavimdik" demeyesiniz diye.
Ve
yine şunu da demeyesiniz: Eğer onlara indirilenler bize de indirilmiş olsaydı
şüphesiz bizler kendilerine verilenler hususunda onlardan daha hidayet üzre
bulunurduk. Çünkü bizim zekâ ve kavrayışımız daha ileri, basiretimiz daha
derin ve daha bir kararlıyız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Olanca güçleriyle Allah adına yemin ederek dediler ki: Andolsun kendilerine
bir uyarıcı gelecek olsa, mutlaka o ümmetlerden birisinden daha bir hidayet
üzere olurlardı." (Fâtır, 35/42). Yani Kitap Ehli'nden kendilerine komşuluk
eden milletlerden birisinden daha bir hidayet üzere olurlardı, demektir.
İşte
yüce Allah şu buyruğu ile de her türlü mazeret ve gerekçenin önünü kesecek
şekilde bunlara cevap vermektedir: "İşte size Rabbinizden apaçık bir
delil... gelmiştir." Yani Arap soyundan gelme Peygamber Muhammed (s.a.)'in
diliyle büyük bir Kur"an gelmiştir. Onda helâl ve haram açıklanmaktadır.
Kalplerde bulunan rahatsızlıklara hidayettir, yol göstericidir. Ona uyacak,
içinde bulunan hükümlerin izinden gidecek kullan için Allah'tan bir rahmettir.
O akide, adab, hüküm ve yasalar hususunda kesin deliller ile desteklenmiş
hakkı kuşatan bir kitaptır.
Daha
sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların kötü akıbetini beyan ederek
şöyle buyurmaktadır: "Artık Allah'ın ayetlerini yalanlayan... dan daha
zalim kimdir?" Yani doğruluklarını, gerçekliklerini bilip öğrendikten sonra
yahut bu konuda imkân sahibi olduktan sonra Allah'ın ayetlerini yalanlayan,
onlardan yüz çeviren ve insanların da -Mekke şirk önderlerinin yaptığı gibi-
bu ayetler üzerinde düşünmelerini engelleyen kimseden daha zalim hiçbir kimse
yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Onlar hem ondan
alıkoyar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden başkasını
helak etmiyorlar ama farkında değiller." (En'âm, 6/26).
Daha
sonra Yüce Allah bunun ardından Kur'an-ı Kerim'den yüz çeviren herkesi tehdit
etmekte, azap ile korkutmaktadır. Nitekim hidayete ulaştıran sebeplerin
açıklanmasından sonra çoğunlukla gördüğümüz de budur. İşte Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri... cezalandıracağız."
Yani ayetlerimizden yüz çeviren kimseleri kendi akıllarını, kendilerini de
başkalarını da Allah'ın hidayetinden alıkoydukları için ve bu ayetlerden yüz
çevirdikleri için en ağır azap ile cezalandıracağız. Çünkü onlar böyle yapmakla
hem kendi günahlarını yüklenmekte, hem de haktan alıkoyup engelledikleri
kimselerin günahlarını yüklenmektedirler. Bu engelledikleri kimseler ile Allah'ın
hidayeti arasında engel teşkil etmektedirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "Küfre sapıp Allah'ın yolundan alıkoyanların fesat çıkartmaları
sebebiyle azaplarına azap katarız." (Nahl, 16/88). Yani fesat çıkartmaları,
hak yoldan başkalarını alıkoymaları sebebiyle kendi azaplarından başka bir
azap daha veririz, onlara.
[110]
Ayet-i
kerimeler Kur'an-ı Kerim'in de, -kaybolmuş ve yitirilmiş bulunan ilk doğru
şekliyle ihtiva ettiği esasları bakımından- Tevrat gibi olduğunu göstermektedir.
Daha sonra bu kitabın aslı kaybolmuş, onun yerine tahrif edilmiş, tanınmaz hale
getirilmiş başka bir kitap ortaya çıkmıştır. Bu durum ise Kur'an-ı Kerim'in
dışında insanlık için doğru bir yol ve doğru bir kitap bırakmamıştır. Tam
hidayet, Kur*an ı Kerim'dedir, aklî ve naklî delillerle, belgelerle desteklenen
apaçık beyan ondadır. Artık Muhammed (s.a.)'in, gelişinden bu yana
değiştirilmeksizin, tahrife uğratılmaksızın kalıcı ve ebedî mucize olan
Kur'an-ı Kerim ile desteklenmesinden sonra kimsenin ileri sürebileceği bir mazeret
kalmamıştır. Herhangi bir kimse onu yalanlayacak olursa, ondan daha zalim kimse
olamaz. Böyle bir kişi yüz çevirmesinin, yalanlamasının cezasını görecektir.
Yüce Allah'ın, "Artık Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onlardan yüz
çevirenlerden daha zalim kimdir?" buyruğu Allah'ın ayetlerini inkâr edip
hem kendisini hem de başkasını imandan alıkoyanların küfrünün çok büyük ve
ileri derecede olduğunu göstermektedir. Çünkü birincisi sapıklıktır, ikincisi
ise hakka gidenleri engellemek ve saptırmaktır.
[111]
158-
Onlar hâlâ kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden veya
Rab^ ayetlerinden baz,sı-
nın gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?
Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden inanmamış veya imanında
bir hayır kazanmamışsa hiç bir kimseye imanı hiç bir fayda vermez. De ki:
"Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz."
"...
mı bekliyorlar?" Burada sorunun anlamı nefiydir.
"Bekleyin",
kelimesi ise tehdit ifade eden bir emirdir. "Hiç bir kimseye imanı hiç
bir fayda vermez..." Ahmed el-İskenderî Keşşaf Haşiyesi'nde (I, 535) şunları
söylemektedir: Bu ifade beyan ve belagat ilminde lef diye bilinen anlatım
türünü ihtiva etmektedir. İfadenin aslı şöyledir: Rabbinin ayetlerinden bazısının
geldiği gün, önceden iman etmemiş hiç bir kimseye artık imanı fayda vermez.
Yine önceden imanında hayır kazanmamış bir nefse de artık bundan sonra
kazanacağı hayrın faydası olmaz. Ancak burada iki cümle lef edilerek belâğeten
ifadeyi kısaltarak ve i'câz olmak üzere tek bir ifade haline getirilmiştir.
Ehl-i sünnetin kabul ettiği ilkeye göre ayetlerin (alâmetlerin) ortaya
çıkmasından önce elde edilen imanın cehennemden ebediyyen kurtuluş için
faydası olmakla birlikte, bu ayetlerin ortaya çıkmasmdan sonra kazanılacak
hayrın faydası olmaz.
[112]
"Onlar
hâlâ kendilerine meleklerin" ruhlarını kabzetmek üzere "gelmesinden"
yahut "Rabbinin" azabı anlamında emrinin "gelmesinden veya
Rabbinin ayetlerinden" kıyametin kopacağına delâlet eden alâmetlerden
"bazısının gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?" Yani yalanlayanlar
bunlardan başkasını bekliyor değiller. "Rabbinin ayetlerinden bazısı
geldiği gün"; bugün ise Buharî ile Müslim'de yer alan hadiste olduğu gibi
güneşin batıdan doğması; "daha önceden inanmamış veya imanında bir hayır
kazanmamışsa" yani imanlı olduğu halde bir itaatte bulunmamışsa
"(imanı) hiç bir kimseye hiç bir fayda vermez" Bunun da anlamı
hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, tevbesinin kendisine fayda
vermeyeceğidir.
[113]
Bu
ayet-i kerime kâfirlere, azapla uyanlıp korkutulmalarından sonra bir başka
uyandır. Yüce Allah Kitab'ı, ileri sürülecek herhangi bir mazereti ortadan
kaldırmak ve konu ile ilgili sebepleri bertaraf etmek için indirdiğini açıkladıktan
sonra, onların hiç bir şekilde iman etmeyeceklerini yani iman etmelerinden
yana umut kalmadığını açıklamaktadır.
[114]
Yüce
Allah kâfirleri, peygamberlerine muhalefet edenleri, ayetlerini yalanlayıp
yolundan alıkoyanları tehdit etmektedir. Onlar ancak şu üç husustan birisinin
kendilerine gelmesini bekliyorlar ve ancak bunlardan birisi geldiği takdirde
iman edecekler: Meleklerin gelmesi, Rabbin bizzat gelmesi yahut Yüce Allah'tan
kahredici ayetlerin gelmesi.
Meleklerin
gelmesinin anlamı, onların canlarını almak üzere gelmeleridir. Allah'ın
gelişinin anlamı ise onun vaad ettiği dünyada dininin yardımcılarına yardım,
düşmanlarına da azap vaadidir. Allah'ın ayetlerinden bazısının gelmesi ise,
ister istemez iman etmeyi gerektirecek, oldukça baskın ve kahredici bir takım
olayların meydana gelmesi demektir.
Mekke
müşrikleri meleklerin inmesini, Allah'ın gelmesini veya onu görmeyi
istemişlerdi. Nitekim Kur'an-ı Kerim bunu bizlere şöylece nakletmektedir:
"Bize kavuşacaklarını ummayanlar üzerimize melekler indirilmeli yahut da
Rabbimizi görmeli değil miyiz? derler." (Furkân, 25/21); "Yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmeli değil mi?" (İsra, 17/92). Aynı
şekilde Allah'ın bazı ayetlerinin indirilmesini de istemişlerdi. Meselâ
"Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin."
(İsra, 17/92).
Yüce
Allah'ın "Rabbinin gelmesinden" buyruğu acaba Allah hakkında gelişin
ve kayboluşun caiz olduğuna delil midir? Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Bu
kâfirlerin kanaatlerini aktarmaktadır. Kâfirin inancı ise delil değildir ya da
bu mecazî bir ifadedir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve Allah
onların binalarına temelden geldi (onları yıktı)." (Nahl, 16/26). Bunun
böyle anlaşılmasının sebebi, Yüce Allah hakkında, ortaya çıkmanın ve kaybolmanın
imkânsız olduğuna dair delillerin ortada oluşudur.
Bu
ayet-i kerimede onların Allah'ın ayetlerini yalanlamaya ve onlara önem vermeyip
aldırış etmemeye devam ettiklerine bir işaret vardır.
Daha
sonra Hak Teâlâ şu buyruğu ile onlara son bir defa uyanda ve tehditte
bulunmaktadır: "Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün..." yani
ister istemez iman etmek zorunda bırakan ayetlerin geleceği gün, işte o vakit
imanın faydası olmayacaktır. Nitekim Firavun da boğulacağım kesin olarak
anlayınca iman etmiş ancak bu imanından istifade edememişti. Aynı şekilde can
boğaza gelip dayanmadan önceki genişlik zamanlarında yapılmamış tevbenin de
kişiye faydası olmaz.
Bu
ayetlerin (alâmetlerin) kimisinin can çıkmadan önce kıyametin belirtileri,
alâmetleri ortaya çıkacağı sırada meydana gelmesi mümkündür. Nitekim Buharî bu
ayet-i kerimenin tefsirinde kendisinin ve diğer -Tirmizî müstesna-Sünen
sahiplerinin Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette Resulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu nakletmektedirler: "Güneş battığı yerden çıkmadıkça kıyamet
kopmaz. İnsanlar artık onu gördüler mi bu sefer yeryüzünde bulunan herkes iman
eder. İşte ".... önceden inanmamış... hiç bir kimseye imanı hiç bir şekilde
fayda vermez" buyruğunun söz konusu olacağı vakit budur." Bir diğer
lafzında da şöyle demektedir: "Güneş doğup insanlar onu gördüklerinde hep
birlikte iman edecekler. İşte önceden iman etmemiş ise hiç bir kimseye imanın
fayda vermeyeceği zaman bu zamandır." Daha sonra bu ayet-i kerimeyi
okudu.
Ahmed
ve Tirmizî de Ebu Hureyre'den Peygamber Efendimize merfûan şu hadisi
naklederler: "Üç şey çıktığı takdirde eğer daha önceden iman etmemişse hiç
bir kimseye imanının faydası olmaz: Güneşin battığı yerden doğması, Dec-cal ve
Dâbbetü'l-arz'ın çıkması."
"De
ki: Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz." Yani ey Muhammed de ki
onlara: Haydi sizler İslâm'ın gerileyip yok olmasına, peygamberin öldürülmesine,
bu dinin zeval bulmasına olan umudunuzu bekleyin durun. Biz de Rabbimi-zin bize
doğru olarak vaad ettiği yardımını ve düşmanlarımız için muhakkak gerçekleşecek
olan tehdidini beklemekteyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır:
"Acaba onlar kendilerinden önce gelenlerin başlarına gelen (azap)
günlerinin benzerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin, ben de sizinle
birlikte bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/102).
Bu
ise iman ve tevbesini kendisine fayda vermeyecek bir zamana kadar erteleyip
duran kimselere kesin ve kâfirlere de oldukça ağır bir tehdittir. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar azabımızı gördüklerinde
dediler ki: Yalnızca Allah'a iman ettik. Daha önce ortak koştuklarımızı inkâr
ettik. Fakat azabımızı gördükleri vakit, imanlarının kendilerine faydası
olmadı." (Mü'min, 40/84-85).
[115]
Ayet-i
kerime üç hususa delâlet etmektedir: Birincisi, Allah'ın ayetlerinin sürekli
olarak yalanlamaya devam ettikleri için inatçı kâfirlerin iman etmelerinin
umulmayacağıdır.
İkinci
husus, dünya hayatında yahut da kıyametin bazı alâmetlerinin ortaya çıkacağı
esnada ister istemez ve mecburiyet altında kalındığından dolayı yapılan imanın
hiç bir faydasının olmayacağıdır.
Üçüncü
ise, iman etmemeleri halinde kâfirlerin tepesine azap indirmekle tehdit
edilmeleri, uyarılıp korkutulmalandır.
[116]
59-
Dinlerini parça parça edip kendi- leri bölük pörçük olanlarla senin hiç bir alâkan yoktur. Onların işi ancak ne
yaptıkla- rını kendilerine haber verecektir.
"Dinlerini
parça parça edip"; yani dinleri hakkında anlaşmazlığa düşerek onun bir
bölümünü alıp bir bölümünü terkedenler... Bir kıraette, "parça parça
edenler" anlamına gelen (ferrekû) kelimesi "ayrılanlar"
anlamında fârekû şeklinde de okunmuştur. Yani emrolunduklan dini terk edenler
anlamındadır. Bunlar ise Yahudi ve Hristiyanlardır. "bölük pörçük
olanlarla" bu hususta kısımlara, fırkalara ayrılanlarla "senin hiç
bir alâkan yoktur" yani sen onlara herhangi bir şekilde ilişme.
"Onların işi ancak Allah'a kalmıştır." O bunu üzerine almıştır.
"Sonra O, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir." Ahirette,
yaptıklarını haber verecek ve buna karşılık onları cezalandıracaktır.
[117]
Yüce
Allah kâfirleri tehdit edip azapla ve ahir zamanda beklenen korkunç hadiselerle
uyardıktan sonra, bidat ve şüphe sahibi kimselerin yaptıkları şekilde dinde
fırkalara ayrılmaktan müminleri sakındırmış, Müslümanları söz birliği
(tevhidül-kelime) etmeye teşvik etmiştir.
[118]
Ebu
Hureyre Resulullah (s.a.)'tan şu, "Dinlerini parça parça edip kendileri
bölük bölük olanlar..." ayeti hakkında, "Bunlar bu ümmetten olan
bidat, şüpheler ve dalâlet ehli kimselerdir" dediğini rivayet etmektedir.
Mücahid'in açıklaması da bu şekildedir. Ebu Ümame de Yüce Allah'ın,
"Bölük bölük olanlar" buyruğu hakkında, "Bunlar
Haricîlerdir" diye açıklamıştır.
Bir
grubun (Katâde, Dahhâk ve Süddî) ise şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bu ayet-i
kerime, Yahudilerle Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz.
İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın dinlerini parça parça ederek farklı dinler ve
değişik mezhepler haline dönüştürmüşlerdir.
Ayet-i
kerimenin bütün kâfirler hakkında genel olduğu da söylenmiştir. İbni Kesir der
ki: Zahir olan o ki, ayet-i kerime dinden ayrılan, ona muhalefet eden herkes
hakkında umumidir.
[119]
Yeni ilim adamlarının doğru gördükleri görüş de budur. Menâr" da der ki:
Doğrusu, bu konudaki iki görüşü de bir arada kabul etmektir. Şanı yüce Allah bu
surede İslâm'ın delillerini ortaya koyup şirkin şüphelerini çürüterek Kitap
Ehli'ni ve onların şeriatlerini söz konusu etti. İslâm çağrısını kabul edenleri
birliğe ve kendilerinden öncekilerin ayrılıp dağıldıkları gibi ayrılığa
düşmemeye davet etti. Nitekim Al-i İmran suresinde de şöyle buyurulmaktadır:
"Kendilerine apaçık delillerin gelmesinden sonra ayrılığa ve anlaşmazlığa
düşen kimseler gibi olmayınız. İşte böyleleri için çok büyük bir azap
vardır." (Al-i İmran, 3/105).
Ayet-i
kerimenin manası şudur: Dinlerini parça parça edip onun bir bölümüne iman
ederek kabul eden, diğer bir bölümünü de terk ederek naslarını kendi arzularına
göre tevil edip değişik fırkalara ayrılan ve her bir fırkaya, herhangi bir
görüşü kabul edip herhangi bir mezhebe taassupla bağlanan kimseler gibi
olmayınız. Ey Muhammed! Sen böylelerine ilişme. Onları kendi halleriyle başbaşa
bırak; onlarla savaşmana gerek yok. Sana düşen risaleti tebliğ etmek ve hak
dinin esaslarını zafere kavuşturmaya çalışmaktır. Sen onlardan da, onların
yaptıklarından da uzaksın. Onların mezheplerinden, söylediklerinden uzaksın;
onların işlerini, onları hesaba çekmeyi Allah üzerine alır. Sonra ahirette
onlara durumlarını bildirecek, onları cezalandıracaktır. -Razî der ki: Ayet-i
kerimeden kasıt, Müslümanların söz birliği etmelerini, dinde tefrikaya
düşmemelerini, bir takım bidatler ortaya koymamalarını bir teşviktir.
[120]
Yüce
Allah bir başka yerde bu şekilde dinlerini parça parça etmelerini kabul
etmeyerek Kitap Ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa sizler Kitab'ın bir
bölümüne iman ediyor bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?" (Bakara, 2/85)
Peygamber
(s.a.) de Müslümanları tefrikaya düşmekten sakmdırmıştır. Ebu Davud, Muaviye b.
Ebi Süfyân (r.a.)'dan şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) aramızda
kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: "Şunu bilin ki sizden önceki Kitap Ehli
olan kimseler yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Şüphesiz bu ümmet de yetmiş üç
fırkaya ayrılacaktır. Bunun yetmiş ikisi cehennemde birisi ise cennette
olacaktır; bu ise cemaatin tuttuğu yoldur."
[121]
Yine Ebu Davud ve -lafız kendisinin olmak üzere- Tirmizî, Ebu Hureyre
(r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:
"Yahudiler yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da o
şekilde bölündü; benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır."
[122]
Buna göre Yüce Allah'ın, "Dinleriniparça parça edip" buyruğundan
kasıt, Yahudi ve Hristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi dinleri hakkında
anlaşmazlığa düşenlerdir. Dinlerini parça parça ayırmalarının, bir bölümüne
iman edip bir bölümünü inkâr demek olduğu da söylenmiştir.
Ayrılığa
düşmenin sebepleri pek çoktur. Hükmedip saltanat kurma sevgisi, kavmine,
ırkına taassup göstermesi, görüş ve hevasına şiddetli bir şekilde bağlı
kalması, din düşmanlarının hile, desise ve tuzaklarına kulak verilmesi,
bilgisizlik, geri kalmışlık, gelenek ve göreneklerde başkalarına tabi olmak,
bazı devletlerin veya çoğunluğunun düşünce ve inanışta, siyaset ve yönetimde,
düzen ve yasalarda dinden ayrılmaları, dini büsbütün terk etmeleri bunların en
önemlileri arasında sayılabilir.
[123]
Şüphe
yok ki Allah'ın şeriatı birdir ve parçalanmayı kabul etmeyen bir bütündür.
Onun bir bölümünü almak, bir bölümünü terk etmek, herhangi bir hükmü işlemez
hale getirmek yahut da çağa uygun olmadığı iddiasında bulunmak doğru değildir.
Her kim bunlardan herhangi birisine inanacak olursa kâfir olur.
Dinde
ayrılığa düşmek, bidatler ortaya koymak, şüphelere, arzu ve heveslere tabi
olmak büyük bir tehlike, büyük bir günah, apaçık bir sapıklıktır. Ümmete düşen
söz birliği etmek, görüş birliğine varmak, Allah'ın ve Rasulünün ibadet ve
yasalarda izin vermediği bidat ve yeni çığırların uçurumlarına yuvarlanıp
düşmekten sakınmaktır.
Allah'ın
yasalarından uzaklaşmak, tedricî olarak bazı hükümlerden uzaklaşmakla başladı;
nihayet Allah'ın şeriatı bütünüyle hayatın dışında bırakılmış oldu.
Hatta
maalesef parçalanma ve donuklaştırma Kur*an-ı Kerim'in bir takım naslarına
kadar uzayıp gitti. Onun bir kısım buyrukları özellikle radyolarda okunmaz
oldu.
Ayet-i
kerime dinden ayrılan ve ona muhalif olan her kimse hakkında umumidir. Bu ister
Kitap Ehli'nden (Yahudi ve Hristiyanlardan) olsun, ister Müslümanlardan (bidat
ve şüphe ehli) olsun fark etmez. Bakiyye b. el-Velid senedini kaydederek Ömer
b. el-Hattâb'dan Resulullah (s.a.)'ın Hz. Aişe'ye şöyle dediğini
nakletmektedir: "Muhakkak dinlerini parça parça edip kendileri bölük bölük
olanlar, işte onlar bu ümmet arasından bidat sahibi, çeşitli heva ve heves
sahipleri ile sapık olan kimselerdir. Ey Aişe! Bid'at ve heva sahipleri dışında
her bir günahkârın bir tevbesi vardır. Bunların ise tevbesi yoktur, ben
onlardan uzağım, onlarda benden uzaktırlar."
[124]
160-
Kim bir iyilikle gelirse, ona onun on
katı vardır; kim de bir kötülükle ge- lirse ancak misliyle cezalandırılır
ve onlara haksızbk edilmez.
"İyilik"
ile "kötülük" kelimeleri arasında tıbâk vardır. Kelime ve İbareler:
"Kim
bir iyilikle gelirse ona onun on katı vardır" yani on iyiliğin mükâfatı
verilir. "Kim de bir kötülükle gelirse ancak misliyle cezalandırılır"
yani ona denk bir ceza ile cezalandırılır, "ve onlara haksızlık
edilmez" amellerinin karşılıklarından eksik bir şey verilmez.
Kimisi
der ki: İyilik lâ ilahe illallah', kötülük ise şirktir. Razî ise der ki: Bu
uzak bir ihtimaldir. Aksine bu ifadenin umuma hamledilmesi ve öyle anlaşılması
gerekmektedir.[125]
Yüce
Allah surede imanın esaslarını açıklayıp fazilet ve adaba dair on vasiyete
uyulması emrini verdikten, kâfirleri ve bidat ehlini eleştirdikten sonra burada
da amellere verilecek karşılığı açıklamaktadır. İster yapılan işler hasenat
kabilinden olsun ki bunlar iman ve salih amellerdir, isterse de seyyiat kabilinden
olsun ki bunlar da küfür, masiyetler yahut da kötülüklerdir.
[126]
Kıyamet
gününde itaat türünden olan güzel haslet ve iyi amellerle gelen kimseye bu
iyiliklerinin karşılığı olarak on misli verilecektir. Bu da Yüce Allah'ın
adaleti, kullarına lütfü ve ihsanı kabilindendir. Fakat kimi zaman yapılan
iyilik yedi yüz katına ve daha fazla pek çok katına katlanarak verilebilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda malarını harcayanların misali
her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir. Allah dilediğine
kat kat verir. Allah (bağışı) geniş olandır, en iyi bilendir." (Bakara,
2/261). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünçle
ödünç verecek kimdir? Allah da o ödüncü o kimseye pek çok misline katlayarak
verecektir." (Bakara, 2/245); "Eğer Allah'a güzel bir ödünç ile
ödünç verirseniz onu sizin için katlandırır." (Teğâbün, 61/17).
Bu
farkhlığuı esas sebebi Yüce Allah'ın bu konudaki lütfü ile amelin Allah
nezdinde yücelmesini sağlayacak şeylerle birlikte olmasıdır. Niyette ihlâs,
amelin ecrini Allah'tan beklemek, iyi ve güzel davranışın gizli yapılması, kimi
zaman da kendisine uyulsun diye açıktan yapılması, ümmetin menfaatinin
araştırılması gibi.
Her
kim bir kötülük işler yahut bir günaha irtikap ederse, onun için de kötülüğe
benzer bir kötülükle ceza söz konusudur.
"Ve
onlara haksızlık edilmez" yani bu durumda, ister iyilik yapanın ister
kötülük işleyenin amelinden bir şey eksiltilmez. İyilik yapanların sevabından
bir şey eksiltilmediği gibi, kötülük işleyenlerin de cezaları artırümaz.
Nebevi
hadis-i şerifte iyiliklerde farklılığın ölçüsü, kötülüklere de ceza yolu
açıklanmış bulunmaktadır. Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin İbni Ab-bas
(r.a.)'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz
Aziz ve Celil olan Rabbiniz çok merhametlidir. Her kim bir iyilik yapmak ister
de sonra bunu yapmazsa ona bir iyilik olarak yazılır. Eğer onu işleyecek olursa
bu sefer o iyilik ona ondan yedi yüze ve pek çok kat fazlasına kadar yazılır.
Her kim bir kötülük işlemek ister de sonra bunu işlemezse ona bir iyilik olarak
yazılır. İşleyecek olursa bu sefer ona bir (kötülük) olarak yazılır yahut Aziz
ve Celil olan Allah onu siler. Allah'ın bunca lütfuna rağmen bir kimse yine de
helak olursa işte büyük bir hayırdan mahrum kalan kişi odur."
[127]
Amellerin yazılması ise melekler aracılığıyla Allah'ın onlara emir vermesi
suretiyle gerçekleşir.
[128]
İyiliğin
mükâfatı ile kötülüğün cezası arasındaki bu farklılık, Allah'tan bir lütuf ve
bir rahmettir. Çünkü ehl-i sünnetin görüşüne göre sevap gerçekte Yüce Allah'tan
bir lütuftur. O bakımdan her kim bir iyilik yaparsa, ona alması gereken
benzeri mükâfatın on kat fazlası vardır. Bu mükâfatın katlanmasının yedi yüz
katına kadar ve daha pek çok katına kadar çıkması da mümkündür. Bu ise ilâhî
irade, meşiet ve hikmetin gereği ile, işlenen salih amelin güzel niyetle, Yüce
Allah için ihlâsla yapılması ile ilgilidir.
Kim
de bir kötü iş yapacak olursa, onun için ancak yaptığına eşit ve buna denk bir
ceza vardır. Ebu Zerr, Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Muhakkak Yüce Allah buyurdu ki: İyilik on veya daha fazla (katıyla
mükâfat görecek)dır. Kötülük ise bir (misliyle) dir veya hepten affedilir.
Artık kazandığı birleri, (mükâfat olarak hak ettiği) galip gelenin vay
haline!" Hz. Peygamber daha önce geçen hadis-i şerifte de şöyle
buyurmuştur: "Allah buyuruyor ki: Kulum bir iyilik yapmak isterse onu
işlemese dahi o iyiliğini bir iyilik olarak yazınız. Eğer onu işleyecek olursa
on misliyle yazınız. Bir kötülük yapmak isterse (ve yapmazsa) onu yazmayınız.
İşleyecek olursa ona tek bir kötülük olarak yazınız."
İlim
adamları kötülüğü işleyenle ilgili olarak konuyu etraflı bir şekilde ele alıp
şöyle derler:
Kötülüğü
işlemeyip terk eden kişi üç türlüdür:
1- Kötülüğü, bazan Allah için terk eder. İşte böylesi için o bir iyilik
olarak yazılır. Çünkü Allah için o kötülükten vazgeçmiştir. Bu da amel ile niyetin
birlikte bulunması halidir. Bundan dolayı hadis-i şerifte bunun ona bir iyilik
olarak yazılacağı belirtilmiştir. Nitekim sahih hadisin bazı lafızlarında
şöyle kaydedilmektedir: "Çünkü o, benim için onu terk etmiştir."
2- Kötülüğü bazan da unutarak ve yanılarak terk eder. Böylesi onun lehine
de, aleyhine de değildir. Çünkü bir hayır işlemeye niyet etmediği gibi, bir
kötülük de işlememiştir.
3- Kimi zaman da gerekli sebepleri gerçekleştirmeye çalıştıktan, ona
yak-laştıncı işlere başladıktan sonra acizliğinden ve tembelliğinden dolayı o
günahı terk edebilir. Böyle bir kimse bu kötülüğü işleyen kimse durumundadır.
Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İki Müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelirlerse öldüren de öldürülen
de ateştedir." Ashab: "Ey Allah'ın rasulü, öldüreni anladık,
öldürülen neden?" diye sorunca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Çünkü o da arkadaşını öldürmeye hırs gösteren birisiydi."
[129]
161-
De ki: "Şüphesiz Rabbin beni dosdoğru yola iletti; halis muvahhid olarak
İbrahim'in dosdoğru dinine. O müşriklerden olmadı."
162- De ki: "Muhakkak benim namazım,
ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir."
163-
"O'nun hiç bir ortağı yoktur. Bana böylece emrolundu ve ben Müslümanların
ilkiyim."
164- De ki: "Ben Allah'tan başka bir Rab mı
arayacağım? Her şeyin Rabbi Allah'tır. Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır.
Yük yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz; sonunda dönüşünüz Rabbinizedir.
Artık O, size hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir."
"Yük
yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz." Burada sırt üzerinde ağır
yükler taşımak, günah ve suçların ağırlıkları yerine istiare yoluyla kullanılmıştır.
[130]
"Rabbin
beni halis muvahhid olarak" yani batıl dinlerden hak din olan İslâm
dinine yönelen bir kimse "İbrahim'in dosdoğru dinine", yani dosdoğru
ve dimdik ayakta duran İbrahim'in dinine (iletti)." Bunun da anlamı, onun
dininin, dosdoğru bir din olduğunu ifade etmektir. Buradaki "(kıyamen)
kayyimen= dosdoğru" kelimesi şeddeli olarak da okunmuştur. Yani Hanif
dininin dosdoğru yolu demektir. Bütün bunlar da onun, insanların dünya ve
ahiretteki düzenlerini ayakta tutan ve dosdoğru yolun kendisi olan bir din
olduğu anlamındadır.
"De
ki: İbadetlerim" hac ve benzeri sair ibadetlerim, "hayatım ve
ölümüm" hayatımda yaptıklarım ve ölürken sahip olacağım iman ve salih amel
gibi her şey "âlemlerin Rabbi Allah içindir."
"Ben
Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?" Yani O'ndan başka hiç bir rab
istemem. "Halbuki O, her şeyin Rabbidir" yani mutlak malik'tir.
"Her nefis" bir günah kazanacak olursa "ancak kendi aleyhine
kazanır, yük yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz." Yani hiç bir
günahkâr kimse, günahkâr başka bir kimsenin yükünü taşımaz. Buradaki
"vizr"den kasıt, ağır yüktür.
[131]
Yüce
Allah bu surede tevhidin delillerini açıklayıp müşrikleri reddedip cevaplandırdıktan,
kaza ve kaderi kabul etmeyenlere cevap verdikten sonra, son olarak dosdoğru
dinin ve sırât-ı müstakimin tevhid ve Allah'a ibadet esası üzere her kişinin
başkasından değil, bizzat kendisinden sorumlu olması esası üzere yükselen
hidayetin, ancak Allah'ın lütfü ile elde edileceğini, insanın işlemiş olduğu
amellere verilecek karşılığın Allah'tan olduğunu belirten buyruklarla
açıklamalarını sona erdirdi. O kişinin amelleri onun mutluluk yahut bedbahtlığının
göstergesidir.
[132]
Yüce
Allah peygamberlerin efendisi peygamberine, kendisini, Allah'ın ihsan etmiş
olduğu hiç bir eğriliği ve sapması bulunmayan atası İbrahim'in dini olan
sırat-ı müstakime iletmiş olduğunu haber vermesini emretmektedir.
Ey
peygamber! Bütün insanlara ve bu arada senin kavmine de ki: Şüphesiz benim
Rabbim beni hiç bir eğriliği bulunmayan dosdoğru yola iletmiş, o yolu tutma
muvaffakiyetini bana ihsan etmiştir. Bu ise dünya ve ahiret mutluluğuna
götüren, hakkı ayakta tutan, esasları sapasağlam, dosdoğru dindir. Yüce Allah'a
yakanrken söylediğimiz, "Bizi dosdoğru yola ilet" buyruğu ile
kastettiğimiz de budur.
Bu,
İbrahim el-Halîl'in dinidir; siz de o dine tabi olunuz. Çünkü İbrahim (a.s.)
bütün şirk ve sapıklık türlerinden uzaklaşmış, hak dine, tevhid dinine yönelmişti.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'in dininden kendini
bilmezden başka kim yüz çevirir ki!" (Bakara, 2/130); "Şüphesiz
İbrahim tek başına bir ümmetti. Allah'a itaatkâr, şirkten uzak Hanîfbir
Müslümandı. O müşriklerden olmadı. O nimetlerine şükredendi. Rabbi onu beğenip
seçmiş, kendisini dosdoğru yola iletmişti. Biz ona dünyada bir güzellik de
verdik. Şüphesiz o, ahirette de elbette salihlerdendir. Sonra biz sana,
"Hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy ve o müşriklerden de
olmadı" diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123).
"O
müşriklerden olmadı", yani İbrahim katiyyen şirk koşmuş değildir. Aksine
o Allah'a iman eden, ibadetini yalnızca Allah'a ihlâsla yapan birisiydi.
Meleklerin
Allah'ın kızları olduğuna veya Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna veya İsa
Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inananlara gelince: İşte bunlardır müşrik
olanlar, İbrahim'in dininden uzak düşmüş olanlar. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kendisi ihsan edicilerden olduğu halde varlığını Allah'a teslim
edenden ve muvahhid Hanîf olarak İbrahim'in dinine tabi olandan dini daha güzel
olan kimdir ve Allah İbrahim'i halîl (pek yakın dost) edinmişti." (Nisa,
4/125).
İşte
hak din, ihlâs dini, yalnızca Allah'a ibadet dini budur. Bütün peygamberleri,
rasulleri bu din ile O göndermiştir. Bu ise Arap müşriklerinin kendilerini
hanîf diye adlandıran İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia eden Arap ileri
gelenlerinin izledikleri yola uygun değildir. Aynı şekilde bu, İbrahim dininin,
Musa ve İsa dininin tabileri olduğunu iddia eden Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlarm)
izlediği yola da aykırıdır Buna delil ise Yüce Allah'ın onların tutumlarını
reddeden şu buyruğudur: "İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi,
fakat o Hanîf bir Müslümandı. Hem o müşriklerden de değildi." (Âl-i İmran,
3/67).
Bundan
dolayı İslâm daveti, bütün peygamberlerin kavuşma noktasıdır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi, Allah nezdinde kabul olunacak din yalnızca yalnızca
İslâmdır: "Şüphesiz Allah nezdinde (geçerli) din İslâmdır." (Âl-i
İmran, 3/19); "Kim İslâm'dan başka bir din arayacak olursa asla ondan
kabul ulunmaz. Hem de o ahireite hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i
İmran, 3/85).
Daha
sonra Yüce Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, ondan
başkasının adına hayvan ve kurbanlarını kesin müşriklere şunu haber vermesini
emretmektedir: Bu hususta kendisi müşriklere muhaliftir, onlardan farklıdır.
Çünkü onun namazı da Allah içindi, ibadetleri de. O'na hiç şirk koş-maksızın
bir ve tek Allah'a kulluk etti. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2). Yani namazını
da, kestiğin kurbanını da Allah'a ihlâs ile takdim et! Gerçek şu ki müşrikler
putlara tapar, putlar için kurbanlarını keserlerdi. Allah ona müşriklere
muhalefet etmeyi ve niyetini yalnızca Yüce Allah'a halis kılmayı, yalnız onun
için amelde bulunmayı emretti.
"De
ki: Muhakkak benim njamazım..." yani benim bütün namazlarım, ibadetlerim,
dualarım, her türlüsüyle her bir ibadetim -çoğunlukla "her türlü ibadet"
diye çevirdiğimiz "nüsük" kelimesi kurban kesmek, hac ve umrenin ve
diğer ibadetlerin belli başlı işlerini eda etmek anlammda çokça kullanılır
hale gelmiştir- hayatımda yaptığım bütün işlerim ve ölümüme kadar sahip
olacağım imanım ve salih amelim, Aziz ve Celil olan Allah içindir. Yani amel ve
maksatlarımın hepsi yalnızca Yüce Allah'ın rızasına münhasırdır. Bu ayet-i
kerime bütün salih amelleri ihtiva eden kapsamlı bir ifadedir. Müslümana düşen
ise onun niyetinin, amelinin yaptığı her bir işin yalnızca Yüce Allah için
olmasıdır. İster hayatı esnasında yapmış olsun, isterse de ölümünden sonra
arkasından gelecek herhangi bir salih amel olsun, hepsi de Allah'a itaat
yolunda olmalıdır.
Aslında
"ibadetler (nüsük)" in kapsamına dahil olmakla birlikte, özellikle
namazın anılması, şirk fesatları ile zaman zaman kirlenebilen ibadetin ruhu,
özü oluşundan dolayıdır.
Yüce
Allah birdir, tektir, zatında da sıfatlarında da, rububiyetinde de
or-taksızdır. İbadet yalnız O'nadır. Teşrî' (kanun koyma ve yasama) yalnız
O'ndandır. İşte Rabbim bana bunu emretti ve ben O'nun emirlerine uyan, yasaklarından
kaçınan, itaat eden Müslümanların ilkiyim.
İşte
bu ulûhiyetin tevhidini ortaya koymaktadır. Hemen akabinde de ru-bubiyetin
tevhidini görüyoruz. Yüce Allah buyurmaktadır ki: "De ki: Ben Allah'tan
başka bir rab mı arayacağım..." Yani her şeyin mutlak maliki, yaratıcısı,
düzenleyicisi, yöneticisi O iken, ben Allah'tan başka rab mı arayacağım? Hem
her türlü fayda ve zarar O'ndandır. Nasıl olur da başka bir yaratığı kendime
rab kabul edebilirim!
İnsanın
yaptığı her bir işin (kötülük olması halinde) cezası mutlaka kendi aleyhinedir.
Günah kazanmış hiç bir kimse ebediyyen bir başkasının günahını yüklenmez. Her
insan kendi amelinin karşılığını görecektir: "Her kişi kazandığı
karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Tür, 52/21); "(İyilikten)
kazandıkları kendileri lehinedir, (kötülükten) yaptıkları da kendi
aleyhinedir. (Bakara, 2/286).
İster
salih, ister kötü amel olsun her bir insan, yaptığı amelinden sorumlu
olduğundan dolayı mutlaka yaptığının karşılığını görecektir; hayırsa hayır, şer
ise şer olarak. Kendilerini Hanîfler diye adlandıranlann sonunda varacakları
yer ise yalnızca Allah'ın huzuru olacaktır. O, dinler hususundaki anlaşmazlıklarınızın
mahiyetini size haber verecek ve kendi ilim ve iradesine uygun olarak sizlere
amellerinizin karşılığım gösterecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Anlaşmazlığa düştüğünüz
şeylerle ilgili olarak aranızda ben hüküm vereceğim." (Âl-i İmran, 3/55).
[133]
Çoğu
zaman birbirinin aksi olan iki cephe, hayatın çeşitli durumlarında karşı
karşıya gelebilmektedir: Dağınıklık ve birlik. Allah'ın dini de bu iki cepheden
etkilenmekten kurtulamaz. Yüce Allah kâfirlerin tefrikaya düşüp dağıldıklarını
beyan ettikten sonra, peygamberleri ve onların sonuncusu olan Haz-reti
Muhammed'i dosdoğru din olan İbrahim'in dinine (hepsine selâm olsun) ilettiğini
beyan etmektedir.
Dosdoğru
hak din, insanî-dinî bütün enerjilerin yalnızca Allah'ın emrine verilmesini
gerektirmektedir. Kul namazıyla, ibadetiyle, hac vs. kulluklarıyla, kestiği
kurbanlarıyla, Allah'a yakınlaştırıcı bütün fiilleriyle, vefatından sonraki
vasiyetleriyle yalnızca Allah'a yönelir. Çünkü kâinatın yaratıcısı, yönlendiricisi,
bütün âlem ve varlıkların yegâne Rabbi O'dur. Aklı başında her insan amel ve
itaatlerinde başkasına değil, yalnızca O'na yaklaşmaya çalışır. Çünkü bizatihi
ibadete hak kazanan ilâh O'dur. İnsanın hayrı, faydası, insana gelecek zararın
önlenmesi hep O'ndandır.
Yüce
Allah'ın, "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru yola iletti" buyruğundan
itibaren, "De ki: Muhakkak namazım... alemlerin Rabbi olan Allah içindir"
buyruğuna kadar olan ifadelerden İmam Şafiî, namaza bu ilâhî ve mübarek zikir
ile başlamanın uygun olacağına delil çıkarmıştır. Çünkü Allah peygamberine
bunu emrettiği gibi, Kitabında da indirmiş bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Ali
yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) namaza başladı mı şöyle dua
edermiş:
Yüzümü
gökleri ve yeri yoktan yaratana hanîf olarak çevirdim ve ben müşriklerden
değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin
Rabbi olan Allah'ındır. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla emro-lundum ve ben
Müslümanlardanım.
Yine
Müslim bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eder. Orada "Ve ben Müslümanlardanım"
ifadesinden sonra şu dualar da yer almaktadır:
"Allah'ım!
Sen Meliksin (mutlak egemensin), senden başka ilâh yoktur, sen benim rabbimsin
ve ben senin kulunum. Kendime zulmettim, günahımı itiraf ediyorum. Artık bütün
günahlarımı bana bağışla! Çünkü gerçek şu ki, senden başka kimse günahları
bağışlayamaz. Beni en güzel ahlâka ilet. Onun en güzel olanına senden başka
kimse iletemez. Kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Zira ahlâkın kötüsünü, senden
başka kimse uzaklaştıramaz. Buyur Rabbim, huzurunda emrine amadeyim. Hayr
bütünüyle senin elindedir, şer ise sana değildir. Mübareksin, yücesin ve
senden mağfiret dilerim, tevbe ederim sana."
Bunu
Dârakutnî de rivayet etmiş ve sonunda şöyle demiştir: "en-Nadr b.
Şumeyl'den -ki o dil ve diğer ilim dallarında ileri gelen
alimlerdendi-Resulullah (s.a.)'m "Şer sana değildir" ifadesini
"şer kendisiyle sana yaklaşılan fiillerden değildir anlamına gelir"
diye açıkladığı bize ulaşmış bulunmaktadır."
İmam
Malik, namaza bu şekilde "Veccehtu..." diye başlayan dua ile başlamanın
vacip olduğu görüşünde olmadığı gibi "sübhaneke" duasının okunmasını
da vacip görmemektedir. Onların yapması gereken tekbir getirmek, sonra da
kıraattir. Buna delil ise Resulullah (s.a.)'m kendisine namazı öğrettiği
bedeviye söylediği şu sözlerdir: "Namaza kalktın mı tekbir getir, sonra
Kur'an oku." Görülüyor ki ona Ebu Hanife'nin dediği gibi
"Sübhaneke'yi oku" da denilmedi; Şafiî'nin söylediği gibi
"veccehtu" okuması da söylenmedi. Buna karşılık Ubeyy b. KaTa'a
"Namaza başladığında nasıl okuyorsun?" diye sormuş o da "Allahu
ek-ber derim, sonra el-hamdülillahi Rabbi'l-alemin diye okurum" demiş ve
vecceh-tu'den de sübhanekeden de söz etmemiştir.
Dikkat
edilecek olursa, Muhammed (s.a.)'den başka herhangi bir kimse Müslümanların
ilki değildi. Peki, "İbrahim ve ondan önceki peygamberler de değil
mi?" diye sorulacak olursa Kurtubî bu soruya şu üç cevabı vermektedir:
Birinci
cevap: Peygamber, Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis-i şerifte olduğu gibi manen
bütün yaratılmışların ilkidir: "Bizler son gelenleriz. Kıyamet gününde
ilk olacaklarız ve bizler cennete ilk girecek olanlarız." Huzeyfe yoluyla
gelen hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizler dünya
ehli arasında sonuncular, kıyamet gününde ise bütün insanlar arasında
haklarında ilk olarak hüküm verilecekleriz."
İkinci
cevap: Hz. Peygamber yaratılış itibariyle önce olduğundan dolayı onların
ilkidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani bizler peygamberlerden
misaklarını (söz ve ahitlerini) almıştık; senden de Nuh'tan da..." (Ahzâb,
33/7).Katâde der ki: İbni Sa'd'ın rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle demiştir:
"Ben yaratılış itibariyle insanların ilki idim. Peygamber olarak
gönderilişte ise onların sonuncusuyum." İşte bundan dolayı Hz. Peygamber
burada Nuh'tan ve diğer peygamberlerden önce anılmıştır.
Üçüncü
cevap: Katade, İbnül-Arabî ve diğerlerinin de söylediği gibi, Allah'ın dinine
mensup olanlar arasında Müslümanların ilki odur.
[134]
Yüce
Allah'ın, "De ki: Ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım1? Halbuki O,
her şeyin Rabbidir" buyruğuna gelince: Bu ayetin nüzul sebebi şudur:
Kâfirler, Resulullah (s.a.)'a "Ey Muhammed, dinimize dön, ilâhlarımıza
ibadet et, tuttuğun yolu bırak. Buna karşılık bizler dünyada ve ahirette karşılaşmayı
umduğun her türlü sıkıntıyı senin yerine üstleneceğimize dair teminat
veriyoruz" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ayet-i
kerimedeki soru ise doğruyu söyletmeyi ve azarlamayı gerektiren bir ifade
tarzıdır.
Yüce
Allah'ın, "Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır" buyruğu ise şunu göstermektedir:
Kim bir masiyet işlemiş, bir günah irtikap etmişse kendisi sorumlu olur,
başkası ondan sorumlu tutulmaz.
Şafiî,
bu ayet-i kerimeyi fuzulî'nin satışının sahih olmadığına delil göstermiştir.
Malikîler
ise buna cevap verir ve şöyle derler: Ayetten maksat dünyevî hükümler değil,
sevap ve cezanın başkaları tarafından üstlemlmemesi hususudur. Çünkü Yüce
Allah bundan sonra, 'Yük yüklenen kimse, başkasının yükünü taşımaz" diye
buyurmaktadır.
Malikîler
ve Hanefîlere göre ise, fuzulî'nin satışı malikin (satılan malın asıl
sahibinin) o satışı geçerli kabul etmesine bağlı (mevkûf)dır. Eğer uygun bulursa
geçerli olur. Buna delil ise şudur: Urve el-Bârikî Resulullah (s.a.) adına
satış yapmış, satın almış ve tasarrufta bulunmuştur. O bunları peygamberin
haberi olmadığı halde yapmış, daha sonra da peygamber bunları geçerli kabul
etmişti. Hadis-i şerifte ayrıca ilim adamları arasmda ittifakla kabul edilen vekâletin
caiz oluşuna da delil vardır. Ayrıca şuna da delildir: Bir kişi meselâ
kendisine verilen bir dinar veya bir dirhem ile bir kile gibi belirlenen miktardan
fazla bir şey satın alarak belirlenen nitelikten bir değil de dört kile alsa,
bütün bunlar eğer vekâlet verenin belirlediği niteliklere ve türe uygun düşüyor
ise, vekâlet veren tarafından kabul edilmek zorundadır, çünkü vekil güzel bir
iş yapmıştır. Bu Malikîlerin ve Hanefüerden Ebu Yusuf ile Muhammed'in görüşüdür.
Ebu Hanife ise der ki: Fazlalık müşterinindir. Ancak Urve yoluyla gelen hadis-i
şerif Ebu Hanife'nin aleyhine bir delildir.
Yüce
Allah'ın, "Yük yüklenen kimse, başkasının yükünü taşımaz" buyruğu,
kişisel sorumluluk ilkesini ifade etmektedir ve bu da İslâm'ın büyük övünç
kaynaklarından birisidir. Ayet-i kerimenin başka bir çok benzeri de vardır:
"Her kişi kazandığı karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Tûr,
52/21); "Her nefis kazandığı karşılığında rehin olarak
alıkonulmuştur." (Müddessir, 74/38); "De ki: Bizim yaptığımız
cürümlerden siz sorumlu olmazsınız ve biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu
olmayız." (Sebe, 34/25) gibi. Bu ayet-i kerimelerde belirlenen bu ilke,
cahiliye döneminde Araplarda görülen kişinin, oğlunun, babasının ve kendisiyle
antlaşmah olanın işledikleri suçlar dolayısıyla sorumlu tutulması şeklindeki
uygulamayı reddetmektedir.
Bu
hususu Ebu Davud'un Ebu Rimse'den rivayet ettiği şu hadis de desteklemektedir:
Ebu Rimse dedi ki: Babamla birlikte Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gittim.
Resulullah (s.a.) babama, "Bu senin oğlun mudur?" diye sordu. O,
"Kabe'nin Rabbi hakkı için evet", deyince Resulullah (s.a.), "Gerçekten
mi?" diye tekrar sorunca o, "Evet ben buna şahitlik ederim"
dedi. Ebu Rimse dedi ki: "Peygamber gülercesine tebessüm etti. Çünkü hem
ben babama çokça benzi-yordum, hem de babam benim oğlu olduğuma yemin etmekten
geri durmamıştı." Daha sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O senin
aleyhine bir suç, bir cinayet işleyemez; sen de onun aleyhine bir suç, bir
cinayet işleyemezsin." Ve Resulullah (s.a.), "Yük yüklenen kimse
başkasının yükünü taşımaz" buyruğunu okudu.
Yüce
Allah'ın, 'Ye andolsun onlar kendi ağır yüklerini ve ağır yükleriyle birlikte
başka ağır yükleri de taşıyacaklardır. (Ankebût, 29/13) buyruğuna gelince: Bu
da bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah'ın şu buyruğu ile açıklanmaktadır:
"Ta ki kıyamet gününde eksiksiz olarak kendi günah yüklerini taşısınlar
ve bilgisizce saptırdıkları kimselerin de günahlarından." (Nahl, 16/25).
Yani saptıran kişi, aynı zamanda sapıklık hususunda kendisine uyanların günahını
da yüklenir. Buna bir kişi sapıklıkta önder olup insanları sapıklığa çağırır
da o hususta kendisine uyan insanlar olursa, bu kişi saptırdıklarının da günahını
yüklenir ve saptırılanların günahlarından da hiç bir şey eksiltilmez.
[135]
165" °' SİZİ yeryüzünün halifeleri ya-
pan ve verdikleriyle sizi denemek için
kiminizi kiminize derecelerle üstün ki- landır. Şüphesiz ki Rabbim
cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki
O, Ga- fûr'dur.Rahîm'dir.
"O
sizi yeryüzünün halifeleri" yani yeryüzünde kiminizi kiminizden sonra gelenler
"yapan ve verdikleriyle sizi denemek (sınamak) için", böylelikle
verdikleri hususunda aranızdan kimin itaat ettiğini, kimin isyan ettiğini
ortaya çıkarmak için "kiminizi kiminize derecelerle üstün kılandır."
Mal, mevki ve başka şeylerle "Şüphe yok ki Rabbim" kendisine isyan
edenlere "cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O müminlere
"Gafûr'dur" bağışlayıcıdır, onlara "Ra-hîm'dir," çok
merhametlidir.
[136]
Şanı
yüce Allah bütün insanların hesap ve ceza için Allah'ın huzuruna döneceklerini
bildirdikten sonra, sureyi oldukça göz kamaştırıcı bir emir ifadesi ile sona
erdirmektedir. O da şudur: Hayatın devam etmesi ve faydalı işlerde
bi-ribirleriyle yarışmak için, insanlar biribirlerinin ardından geliyorlar.
[137]
Yüce
Allah insanları yeryüzünde biribirlerinin halefleri kılmıştır. Onların kimisi
kimisinden sonra gelir. Onlardan önce pek çok nesilleri, ardı arkası kesilmiş
toplumları helak etmiş, daha sonra diğerlerini yeryüzünü imar için onların
yerine getirmiştir. Aynı şekilde bunları arzının halifeleri kılmıştır. Onlar
oraya sahip oluyorlar, orada tasarruf etmektedirler: "Allah'ın üzerinde
sizleri halifelik makamına getirdiği şeylerden (varlığınızdan) infak
ediniz." (Hadid, 57/7).
O
zenginlik, fakirlik, şeref, makam ve mevki, ilim, cehalet, ahlâk, akıl ve nzık
gibi hususlarda kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılmıştır. Bu farklılık
bir acizlik veya bir cahillik değil, aksine size vermiş olduğu şeyler hususunda
denemek ve sınamak içindir. O size karşı, deneyici kimsenin davranışı ile
davranmaktadır. Meselâ, zengin bir kimseyi zenginliği ile sınar, şükründen sorumlu
tutar; fakiri fakirliği ile sınar ve sabrından sorumlu tutar.
Bundan
sonra ise verilecek karşılık ameline göre olacaktır. Bazan insan mükellef
tutulduğu hususlarda veya fiilen yaptıklarında kusurlu olabilir. O bakımdan
karşılık amellere tabi olarak gelir. Kur"an-ı Kerim'de bu ayet-i kerimenin
benzeri pek çoktur. Meselâ: "Andolsun sizi sınayacağız, ta ki, sizden
kimlerin mücahid, kimlerin sabreden olduğunu ortaya çıkarıncaya kadar; ve biz
sizin haberlerinizi açıklayalım." (Muhammed, 47/31).
Müslim,
Sahih' inde Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz dünya tatlıdır. Muhakkak Allah
sizi orada halef (veya halife) kılar da nasıl amel edeceğinize bakar. Dünyaya
karşı ihtiyatlı olunuz; kadınlara karşı ihtiyatlı olunuz. Şüphesiz ki İsrail
oğullarının karşı karşıya kaldığı ilk fitne kadınlar hususunda olmuştu."
Bu
sulamadan sonra insanların karşısında onları bekleyen ya ceza ya mükâfattır:
"Şüphe yok ki Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O,
Ga-fûr'dur, Rahîm'dir." Bu buyrukta hem bir korkutma, hem bir teşvik
vardır. Şüphesiz Allah'ın hesabı ve cezası kendisine isyan edip peygamberlerine
muhalefet edenler hakkında pek çabuktur. Aynı zamanda O, azabı pek çetin olandır.
O mühlet tamsa bile ihmal etmez. Cezanın süratli olmakla nitelendirilmesinin
sebebi ise, gelecek olan her şeyin yakın oluşundandır. Ceza ise ya dünyada
kişinin canına, aklına, ırz veya malına zarar vermekle ya da ahirette cehennem
azabıyla tahakkuk eder. Bazan her ikisi birlikte de olabilir.
O
Yüce Rab, tevbe edenleri bağışlayandır. Peygamberleri getirdikleri yükümlülükler
hususunda izleyen, müminlere ihsanda bulunan, çok merhametli olandır. Çünkü
O'nun rahmeti gazabını geçmiştir; her şeyi kuşatmıştır. Bu bakımdan O, iyiliğe
on misliyle mükâfat verir. Bazan bu mükâfatı dilediği kimselere kat kat
fazlasıyla verir. Buna karşılık kötülüğe kendi misliyle ceza verir. Ondan tevbe
edene lütuf, kerem ve bağışlamasının bir tecellisi olarak, onu bağışladığı ve
dünyada o günahını örttüğü de olur.
İbni
Kesir der ki: Yüce Allah Kur*an-ı Kerim'de bu iki sıfatı yani mağfiret ve
azabı çokça bir arada zikretmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Şüphesiz
senin Rabbin zulümlerine rağmen insanlara mağfiret edicidir ve muhakkak ki
Rabbin cezası pek çetin olandır." (Ra'd, 13/6); "Haber ver kullarıma
ki şüphesiz ben Gafur ve Rahîm olanım ve muhakkak benim azabım oldukça can
yakıcı bir azaptır." (Hicr, 15/49-50). Ve buna benzer hem korkutmayı hem
teşviki ihtiva eden diğer ayet-i kerimeler kimi zaman kullarını teşvik ile
cennetin niteliklerini anlatarak kendisine çağırırken, kimi zaman da ihsan
edeceği lütuf ve rahmet ile teşvik etmekte; kimi zaman korkutarak, cehennemi
anarak, cehennemin azabını, cezasını, kıyameti ve dehşetlerini hatırlatarak
korkutmak suretiyle kendisine davet etmekte; kimi zaman da herkese kendisine
uygun şekilde etki etsin, olumlu sonuç versin diye her ikisi ile bunu yapmaktadır.
[138]
Ayet-i
kerime üç hükme delâlet etmektedir:
Birincisi:
İnsanlar yeryüzünün halifeleridir. Onların bazısı bazısının yerine geçer. Her
bir nesil kendisinden önceki toplumların ve geçmiş nesillerin halefidir.
İkincisi:
İnsanlar dünya hayatında ahlâk, nzık, güç, zayıflık, geniş imkân, lütuf ve ilim
gibi hususlarda derece derecedirler. Bu ise sınanmak yani denenmek içindir.
Böylelikle insanlar nihaî karşılığı mükâfat ve ceza olan işler ortaya
koyarlar. Bolluk içerisinde olan zenginlikle sınanır, ondan şükretmesi istenir.
Darlık içerisinde olan fakirlikle sınanır ve ona sabretmesi istenir.
Üçüncü
hüküm ise şudur: Allah cezalandırması çok çabuk olandır. Kâfirlere ve
isyankârlara azabı çok şiddetlidir; buna karşılık itaat ve tevbe edenlere karşı
Rahîm'dir. Bu ise günah işlenmesine karşı bir korkutma ve ondan sakındırma,
itaate, Allah'a dönüşe ve tevbeye de bir teşviktir.
İmam
Ahmed, Ebu Hureyre'den merfuen, Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Mümin Allah'ın nezdindeki cezayı bilseydi hiç kimse onun cennetine
umut bağlamazdı, ve eğer kâfir de Allah'ın nezdindeki rahmeti bilseydi hiç
kimse cennetten ümit kesmezdi. Allah yüz tane rahmet yarattı, onlardan bir
tanesini kulları arasında bıraktı. İşte onlar bununla biribirlerine merhametli
davranırlar. Doksan dokuzu ise Allah'ın nezdindedir." Yine Ebu Hureyre'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasululah (s.a.)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Allah mahlûkatı yarattığında Arş'ın üstünde kendi nezdinde bulunan
bir kitaba "Şüphesiz benim rahmetim gazabıma galip gelir" diye
yazdı."
[139]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/301.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/301.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/302.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/302.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/302-304.
[6] Râzî, XIII/138.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/304-305.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/306-307.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/307.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/307-308.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/308.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/308-310.
[12] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/735.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/310-311.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/315.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/315-316.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/316.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/316.
[18] Taberî, VIII/2-3.
[19] Râzî, XIII/150-152.
[20] Taberî, VIII/2.
[21] Zemahşeri, 1/524.
[22] Râzî, XIII/152.
[23] Râzî, XIII/149-150.
[24] Bunu Taberî ve İbni Kesir zikretmiş olup İbni Kesir
şöyle demektedir: Bu rivayet Katâde ilp Ebu Zer arasındaki ravi söz konusu
edilmediğinden munkatı'dır. Bir başka yoldan Ebu Zerr (r.a.)'den olmak üzere de
rivayet edilmiştir (Taberî, VIII/5; İbni Kesir,
11/166).
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/316-319.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/319-320.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/321.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/321-322.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/322.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/322-324.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/324.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/325.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/326.
[34] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/326-327.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/327.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/327-331.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/331-333.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/334.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/334-335.
[41] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.
[42] İbni Kesir, 11/172; Kurtubî, VII/78.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/335.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/335-336.
[44] İbn-i Kesir, 11/172.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/336-338.
[46] Râzî, XIII/171.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/338.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/339.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/339.
[49] Kurtubî, VII/80.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/339-340.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/340.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/340-341.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/341-342.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/343.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/344.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/344-345.
[56] Taberî, VIII/20.
[57] Taberî, VIII/24.
[58] Taberî, VIII/26.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/345-347.
[59] Razî, XIII/177-178.
[60] Bu iki edat arasındaki fark şudur: Birincisi çoğu
hallerde akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılırken, ikincisi bunun
tam aksine çoğu hallerde akıl sahibi olan varlıklar hakkında kullanılır.
(Çeviren)
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/ 347-349.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/350.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/350-351.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/351.
[64] Taberî, VIII/26; İbni Kesir, 11/176.
[65] Bu hadisi ed-Deylemî, Musnedü'l-Firdevs'te Ebu
Bekre'den, Beyhakî'de Şuabu'l-îman'da, Ebu İshak es-Subeyî'den mürsel olarak
rivayet etmiş olup zayıf bir hadistir.
[66] Taberî, VIII/28.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/351-354.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/354-355.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/356.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/356.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/357.
[72] Zemahşeri, 1/529.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/357-359.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/359.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/361.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/361.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/361-362.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/362-366.
[79] Razî, XIII/209.
[80] Kurtubî, VII/97.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/366-368.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/369.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/369-370.
[83] Taberî, VIII/45.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/370-371.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/371.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/371-375.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/375-378.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/379.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/379-380.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/380.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/380.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/381-385.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/385-387.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/388.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/388-389.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/389.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/389-391.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/391-392.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/393.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/393-394.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/394.
[101] İbni Kesir, bu iki hadisin senedinde de zayıflık
olduğunu ifade etmektedir.
[102] Tatfîf, ölçü ve tartıda eksiklik yapmaktır. Bu ya
insanlardan hakkını alırken fazlasını almak suretiyle, ya da onlara haklarım
verirken eksik vermek suretiyle olur. Nitekim ayetin bundan sonraki
bölümlerinde de böyle açıklanmıştır.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/394-401.
[104] Hadis sahihtir, bkz. Sübülü's-Selâm, III/1036,
Daru'1-Cîn, Beyrut baskısı.
[105] el-Bahru'l-Muhit, IV/254.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/401-404.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/405.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/405-406.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/406.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/406-409.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/409.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/410.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/410-411.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/411.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/411-412.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/412.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/413.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/413.
[119] İbni Kesir, VIII/214
[120] Râzi, XIV/8.
[121] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/407.
[122] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/408.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/413-415.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/415.
[125] Râzî XIV/8.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/416.
[127] Son cümlenin hadis-i şerifteki kelime kelime manası şöyledir:
"Ve Allah'a karşı ancak helak olmuş kişi helak olur." Bu şekliyle
tercüme ise, bu hadisin yer aldığı Müslim, İman, 203 v.d. numaralı hadislerde
Muhammed Fuâd Abdülbaki'nin neşrinde Kadı Iyâd'dan nakledilen açıklamalardan
yararlanılarak yapılmıştır (Çeviren).
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/416-417.
[129] İbni Kesir, 11/196 v.d.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/417-418.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/419.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/419-420.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/420.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/420-422.
[134] Kurtubî, VII/155.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/422-425.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/426.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/426.
[138] İbni Kesir, n/200.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/426-428.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/428.