Hakkı Gösteren Vahiy Ve Allah'ın Şirki Önlemeye Kudreti 4

I'râb: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Ayetler Arası İlişki 4

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması 6

I'râb: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi 7

Ayetler Arası İlişki 7

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Müşriklerin İnatlaşmaları Ve İman Etmelerinin De Umulmadığı 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Nüzul Sebebi 9

Ayetler Arası İlişki 9

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Kur'an-I Kerim Peygamber (S.A.)İn Risaletinin Doğruluğuna Delildir. 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Müşriklerin Sapıklıkları Ve Onların Kestiklerinin Yenilmesinin Yasaklanması 14

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 14

Nüzul Sebebi 15

Ayetler Arası İlişki 15

Açıklaması 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Hidayet Bulan Mumın İle Sapık Kafirin Misali 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi 19

Ayetler Arası İlişki 19

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Müşriklerin İnatlaşmaları Ve Peygamberlik İstemeleri 21

İ'rab: 21

Kelime ve İbareler: 21

Nüzul Sebebi 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

İmana İstidadı Olanlarla Olmayanlar Hakkındaki İlâhî Sünnet İle Hakkın Ve Hak Yolunun Açıklanmasından Sonra İman Ehlinin Mükâfatı, Kâfirlerin Lâyık Oldukları Ceza. 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 25

Zalimlerin Birbirlerine Veli Kılınmaları Ve Kâfirlerin İman Etmediklerinden Dolayı Azarlanmaları 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 26

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Kökten İmha Edilme Ve Kıyamet Azabıyla Tehdit Ve Korkutma. 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Ekinler, Meyveler, Davarlar Ve Çocukların Öldürülmesine Dair Cahiliye Hukuku. 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 31

Ayetler Arası İlişki 32

Açıklaması 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Allah'ın Kudretinin Apaçık Delilleri 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 36

Nüzul Sebebi 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

Müslümanlara Haram Kılınan Yiyeceklerle Yahudilere Haram Kılınanlar. 40

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 41

Nüzul Sebebi 41

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Müşriklerin, Şirki Ve Haram Kılmaya Dair Asılsız Hükümlerini Allah'a Nispet Etmeleri Ve Bu İddialarının Çürütülmesi 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki 45

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 47

Haram Kılınan On Şey Yahut On Tavsiye (Emir) 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 48

Ayetler Arası İlişki 48

Açıklaması 48

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 52

Tevrat Ve Kur'an-ı Kerimin İndiriliş Sebebi 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Kafirlerin Kötü Azap İle Son Bir Defa Daha Korkutulmaları 56

Belagat: 56

Kelime ve İbareler: 56

Ayetler Arası İlişki 56

Açıklaması 57

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Dinde Ayrılığa Düşmenin Akıbeti 58

Kelime ve İbareler: 58

Ayetler Arası İlişki 58

Açıklaması 58

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 59

İyiliğin Mükâfatı Ve Kötülüğün Cezası 59

Belagat: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Tevhid, İbadet Ve Şahsî Sorumluluk Hususlarında İbrahim'in Dinine Tabi Olmak.. 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 61

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

İnsanın Yeryüzünde Halifelik Makamına Getirilişi 64

Kelime ve İbareler: 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65


Hakkı Gösteren Vahiy Ve Allah'ın Şirki Önlemeye Kudreti

 

104-  Muhakkak size Rabbinizden basiretler (hakkı gösteren deliller) geldi. Eim görürse kendi lehinedir. Kim de

görmezse kendi aleyhinedir. Ben üze­rinizde bir bekçi değilim.

105- İşte biz ayetleri böylece çeşitli şe­killerde açıklarız. Ta ki onlar "Sen okumuşsun" desinler ve biz de onu bi­len kimselere apaçık bildirelim.

106- Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. Kendisinden başka bir ilâh yoktur ve müşriklerden yüz çevir.

107- Eğer Allah düeseydi şirk koşmaz­lardı. Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık, onların üzerine vekil de de­ğilsin.

 

I'râb:

 

"Ta ki onlar, sen okumuşsun, desinler" ifadesi takdirî bir fiile atfedilmiştir. Takdir şöyledir: Biz ayetleri çeşitli şekillerde açıklıyoruz ki inkâr etsinler ve sen okumuşsun desinler. Yani onlar nihayette inkâra ve böyle bir şeyi söyleme­ye kadar ulaşsınlar. Nitekim Yüce Allah'm "Onu Firavun hanedanı aldılar ki düşmanlık ve hüzünlerine sebep olsun." (Kasas, 28/8) buyruğunda da (liyekû-ne) deki lâm harfi böyledir. Yani onlar Hz. Musa'yı kendilerine düşman olsun diye almadılar. Kendileri için bir göz aydınlığı olsun diye aldılar, fakat sonunda onların onu alması kendileri için bir düşmanlık ve bir hüzün sebebi oldu. [1]

 

Belagat:

 

"Rabbinizden basiretler" ifadesinde mürsel bir mecaz vardır. İlişkisi sonuç itibariyledir. Yani sonuca sebep adını vermek kabilindendir. Basiretlerden ka­sıt ise, kendileri aracılığıyla gerçekleri görebildiğiniz delil ve belgelerdir.

"Görürse... görmezse" ifadeleri arasında tıbâk vardır.

"Basiretler ve görürse" kelimeleri arasında da iştikak bakımından cinas vardır. [2]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Basiretler" yani apaçık deliller, belgeler, ayetler. Basiret, bir kaç anlama gelir: Kalbin itikadı, kesin olarak sabit olan bilgi, ibret, ilmî hakikatlerin ken­disi vasıtasıyla idrak olunduğu güç gibi. Bunun zıddı ise maddî eşyanın kendi­siyle idrak olunduğu basar (görme)dır. "Kim görürse kendi lehinedir." Yani kim bu basiretleri (hakkı gösteren delileri) idrak ederse ve iman ederse bu görme­nin sevabı kendisine ait olur. "Ben üzerinizde bekçi" yani amellerinizin gözetle-yicisi "değilim", ben ancak bir uyarıcıyım.

"İşte biz... böylece" sözü geçenleri açıkladığımız gibi, "ayetleri çeşitli şekil­lerde açıklarız." Onları konuya uygun düşecek şekilde türlü türlü açıklarız ki, ibret alsınlar "ta ki, sen okumuşsun, desinler." Yani kâfirler sonunda böyle de­sinler. "Bunu ezberleyinceye kadar okumuşsun yahut da sen geçmişlerin ki­taplarım inceleyip bu Kur"an'ı da onlar arasından alıp getirdin" desinler. Bu­radaki "okumuşsun=daraste" kelimesiyle aynı kökten olmak üzere hadis-i şe­rifte de: "(Kâne yüdârisuhu el-Kur'an)= Onu ezberleyinceye kadar Kur'an-ı Kerim'i onunla karşılıklı müzakere ederdi" denilmektedir. "Müdârese" kökün­de çokça okumak suretiyle rahatça okuyabilir (seviyesine) gelmek anlamı da vardır.

"Biz seni bekçi (hafız)" amellerinin karşılığını verecek gözetleyici "kılma­dık." "Onların üzerine vekil de değilsin." İşleri sana havale edilmiş ve o bakım­dan onları imana mecbur etmek durumunda değilsin. [3]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah birliğine, kudret ve ilminin mükemmelliğine dair delilleri açık­ladıktan sonra yine İslâm daveti, risalet ve peygamberin Rabbinin vahyini tebliğ etmesi hususunu ele almaktadır. [4]

 

Açıklaması

 

Ey İnsanlar! Size basiretler gelmiş bulunuyor. Bunlar ise Kur'an'ın ihtiva ettiği apaçık delil ve belgelerle Allah Rasulünün getirdiği sizlere karşı gerçek akideyi ispatlayan, hayatın doğru düzenini ortaya koyan, toplumun genel dü­zen yasasını (anayasasını) ahlâk ve azabın esaslarını beyan eden aklî ve naklî belgelerin tümüdür.

Her kim hakkı görür de iman ederse kendi lehinedir. Kim hakka karşı kör olur, sapıtır ve hak yoldan yüz çevirirse kendi aleyhine suç işlemiş olur. Yüce Allah'ın şu ayetlerinde olduğu gibi: "Kim hidayet bulursa kendi lehine hidayet bulur, kim de sapıtırsa mutlaka kendi aleyhine sapıtır." (Yunus, 10/108); "Kim salih bir amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük işlerse aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

Yüce Allah'ın, "Kim de görmezse kendi aleyhinedir" buyruğunun anlamı, vebali kendisine aittir, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Gerçek şu ki asıl gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hacc, 22/46).

"Ben üzerinizde bir bekçi değilim." Yani ben sizin üzerinizde bir koruyucu ve bir gözetici değilim. Ben sadece bir tebliğ edici, bir uyarıcıyım. Allah da dile­diğine hidayet verir, dilediğini saptırır.

"İşte biz ayetleri böylece çeşitli şekillerde açıklarız." Bu surede tevhidini açıklayıp Allah'tan başka ilâh olmadığının delillerini ayetlerde çeşitli şekiller­de açıkladığımız gibi, işte biz ayetleri bu şekilde açıklar ve her yerde geniş ge­niş beyan ederiz. Buna sebep ise cahillerin bilgisizliğidir. Bu cahillik, müşrik ve yalancıyı kâfirlerce "Sen bunu başkasından okudun, başkasından öğrendin" ve "Ey Muhammedi Sen bu dersi senden önce Kitap Ehli'nden okudun, onlar­dan öğrendin, bu Allah tarafından gelmiş bir vahiy değildir" şeklindeki iftira ve itirazlarla ortaya konmuştur.

Yani ayetlerin etraflıca açıklanması ve konuma göre farklı şekillerde tek­rar edilmesinin belli hedefleri vardır:

1- İman istidadına sahip bulunanlar hidayet bulsunlar.

2- İnkarcı ve inatçılar, "Sen bunu ancak başkasından öğrendin ve başkası sana bunu okuttu, bu senin iddia ettiğin gibi bir vahiy değildir" desinler diye Onlar Resulullah (s.a.)'m Kur*an-ı Kerim'i Arap olmayan ve Bizanslı bir demir­ci köleden öğrendiğini iddia ediyorlardı. Bu kişi Mekke'de kılıç yapımıyla uğra­şırdı. Adı Kays idi. Nitekim Yüce Allah bunu bize şöyle bildirmektedir: "Andol-sun biz onların, "Ona ancak bir insan öğretiyor," dediklerini biliyoruz. İnkâra saparak o ileri sürdüklerinin dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arapça bir dil­dir." (Nahl, 16/103).

3- "Biz de onu bilen kimselere apaçık bildirelim", yani hakkı bilen ve ona tabi olan, batılı bilen, ondan uzak duran bir topluluğa onu açıklayalım diye. Açıklamak (beyân), ancak Kur'an'ın muhtevası ve delil olduğu şeyler üzerinde basiretlerini kullanan idrak sahibi ilim ehline faydalı olur. Üzerinde düşünmek suretiyle Kur'an-ı Kerim'in gerçek mahiyetini ve onun delillerini açıkça onlar görüp anlayabilirler. Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini anlayamayan bilgisizler ise ondan yararlanamazlar.

Daha sonra Yüce Allah, Rasulüne ve vahye uymak, müşriklerden de uzak durmak suretiyle tabi olan kimselere şu buyruğu ile şöyle bir emir vermekte­dir: "Rabbinden sana vahyolunana tabi ol..." Yani sen ona uy, onun iznini takip et, onun gereğince amel et. Rabbinden sana gelen vahiy tartışılmaz gerçeğin kendisidir. Çünkü ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Müşrikleri ise affet, eziyet­lerine katlan ve onlara karşı sabırlı ol. Ta ki Allah lehine hükmünü verip onla­ra karşı sana zafer ve yardımını versin.

Şayet Allah dileseydi müşrikler ortak koşmazlardı. Fakat dileyip seçtiği şeylerde O hikmet sahibidir ve dilediğini yapma hakkına sahiptir. Yaptığından sorgulanamaz, asıl mükelleflerdir sorumlu tutulan. Onların sapıklıkta kalma-larmdaki hikmeti kendisi bilir. Eğer O dileseydi, bütün insanlara, imana isdidatlı olarak yaratmak suretiyle hidayet verirdi. Fakat O, insanları küfre isti­datlı olarak da yaratmıştır. Bunun sonucunda da amellerinde tercihte bulunma hürriyetini onlara bağışlamıştır.

"Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık." Yani biz seni söz ve amelleri­ni belgeleyip tespit eden bir kişi kılmadığımız gibi, onların rızıklannı sağla­makla, işlerini görmekle ve meselelerinde tasarrufta bulunmakla görevli bir kimse de kılmadık.

Yani sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Emri altındakileri kahredici kralların niteliği sende yoktur. Sen müjdeleyicisin, uyarıcısın. Onları cezalan­dıracak amellerinin karşılığını verip hesaba çekecek olan ise Allah'tır. [5]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Gördüğümüz Kur'an-ı Kerim ayetleri, risaletin ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden apaçık belge ve delillerdir. Bu ayet­lerin ifadesine göre onun görevi tebliğ ve uyarmaktır. Yoksa zorlamak, baskı al­tında tutmak ve mecbur etmek değildir. İnsanların amellerinin gözetleyicisi ol­mak da değildir. Kim hakkı görür, İslâm ve Kur'an çağrısına iman ederse kendi lehine ve nefsine yararlı bir iş yapmış olur. Kim Kur'an'a karşı kör olursa, bu­nun vebali de kendisinedir ve kendisine zarar vermiş olur.

Yüce Allah'ın bu surede vaad, tehdit, öğüt ve uyarı gibi yöntemlerle ayet­leri çeşit çeşit açıkladığı gibi, başka yerlerde de yine değişik şekillerde açıkla­ması O'nun lütfudur. Böylece ibret ve öğüt almak mümkün olsun, müşrikler susturucu delillerle hakkı kabul etmek zorunda kalsınlar. Ve onlar, "Sen bunu okumuşsun" desinler diye. Yani nihayet, "Sen bunu okudun" desinler diye biz ayetleri çeşit çeşit, türlü türlü açıkladık. Diğer taraftan bilen, anlamlarını id­rak edip muhtevasını, maksadını takdir edip değerlendirebilen bir topluluk için de hakkı açıklamak maksadıyla ayetleri çeşit çeşit beyan ettik.

Allah'ın Rasulü davetini ve ilâhî risaleti tebliğ etmekle emrolunmuştur. Kâfirlerin onu, Kur'an-ı Kerim'i uydurup başkasından okumakla itham etmele­rinden sonra, böyle bir emrin verilmesinden kasıt, kalbini pekiştirip güçlendir­mek ve böyle bir itham dolayısıyla onda baş gösteren hüzün ve kederi izale et­mektir. Ta ki kâfirlerin söyledikleri sözler daveti tebliğde gevşeklik göstermesi­ne sebep teşkil etmesin.

Yine Allah Rasulü tebliğ görevini yerine getirdikten sonra müşriklerden yüz çevirmekle emrolunmuştur. Allah dileseydi onları şirk koşmayan muvah-hid ve mümin kimseler kılmaya kadirdir. Resulullah (s.a.)'ın onların amellerini gözetme görevi olmadığı gibi, din ve dünyalarında onların faydalarına olan iş­leri gerçekleştirmekle de vekil kılınmış değildir. Onun bütün görevi tebliğdir. Ta ki bunun sonucunda imanı istekle kabul etme ve kendi tercihleriyle seçme hürriyetini onlara bıraksın. Yüce Allah peygamberine şöyle diyor gibidir: Kâfir­lerin beyinsizce sözlerine iltifat etme, aldırma. Onların küfürde ısrarları sana ağır gelmesin. Çünkü ben onların küfürlerini izale etmeyi dileseydim elbette buna gücüm yeterdi, fakat ben küfürleriyle onları başbaşa bıraktım; o bakım­dan onların söyledikleri sözler senin kalbinde yer etmesin, seni uğraştırmasın.

Yüce Allah'ın, "Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı" buyruğu, Allah'ın onların zorlama, baskı ve mecburiyet sonucu imana gelmelerini dilemediği an­lamındadır. Allah'ın dilemesi de sevap kazanmayı ve övülmeyi gerektiren, ken­di istekleri ile iman etmelerini dilemek şeklinde anlaşılmalıdır. [6]

 

Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması

 

108- Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a haddi aşarak ve bilgisizce söverler. İş­te böylece her ümmete amellerini hoş gösterdik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını haber verecektir.

109- Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle ye­min ettiler: "Eğer kendilerine bir ayet gelirse andolsun ona mutlaka iman edecekler." De ki: "Ayetler ancak Al­lah'ın indindedir." O ayet geldiği za­man da ona yine iman etmeyecekleri­nin farkında değil misiniz?

110- Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini ve yüzlerini çe­viririz ve kendilerini azgınlık içinde şaşırmış oldukları halde terk ederiz.

 

I'râb:

 

"O ayet geldiği zaman da ona yine iman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?" buyruğundaki (ennehâ) kelimesi, üstün olarak okunursa bunun iki türlü açıklanması mümkündür:

İlki bunun ihtimal bildiren (la'alle) anlamına gelmesidir. O zaman takdiri şöyle olur: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Belki ayetler geldi­ği takdirde iman etmeyeceklerdir. Arapçada bu edat bu anlamda kullanılır.

İkincisi, bu kelime 'farkındasınız' kelimesiyle nasb mahallindedir. Diğer taraftan (lâ) olumsuzluk edatı zaiddir, takdiri şöyle olur: Ayetler geldiği takdir­de onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?

Söz konusu edatın hemzesi esreli okunur (innemâ) ise bu mübteda kabul edilir ve Yüce Allah'ın "ve-mâ yüş'iru küm"buyruğunun sonunda da vakıf ya­par ve oradaki (mâ) da soru edatı kabul edilir. O zaman bunun ifadesi şöyle olur: Siz imana geleceklerini nereden fark edebiliyorsunuz? Burada bu "ma" edatının şu takdirde nefiy edatı olması mümkün değildir: Allah onların iman ettiklerini size fark ettirmez. Çünkü Yüce Allah bizlere bu buyruğunda onların intan etmeyeceklerini buyurmuştur: "Eğer biz onlara gerçekten melekleri gön-derseydik, ölüler de kendileriyle konuşsalardı, her şeyi de onlara karşı getirip toplasaydık onlar -Allah dilemedikçe- yine iman etmezlerdi." (En'âm, 6/111).

"Ona ilk defa iman etmedikleri gibi" ifadesindeki ilk defadan kasıt dünya­da oldukları zamandır. [7]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'tan başka çağırdıklarına" yani Allah'tan başka dua ve ibadet ettik­leri putlarına "sövmeyin". Burada putlardan akıl sahibi varlıklar için kullanı­lan "el-lezîne" kelimesi, kâfirlerin putları hakkındaki inançları farz-ı muhal ye­rinde kabul edilerek kullanılmıştır.

"Sonra onlar da haddi aşarak" yani haksızlıkla ve zulümle, "bilgisizce" Al­lah'ı bilmedikleri halde "söverler". "İşte her ümmete böylece" yani bunlara üze­rinde bulundukları hali süslü gösterdiğimiz gibi. "Her ümmete de böylece amel­lerini hoş gösterdik." Yani hayır ve şer türünden yaptıklarını güzel gösterdik. Onlar da bu işleri bu sebeple yaptılar.

"Nihayet ahirette dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor ol­duklarını haber verecektir." Yaptıklarının karşılığını onlara verecektir. "Var kuv­vetleriyle" yani bu konuda bütün güçlerini ortaya koyarak, "Allah'a şöyle yemin ettiler." Mekke kâfirleri "bir ayet" yani gösterilmesini teklif ettikleri bir mucize; "gelirse... ona mutlaka iman edecekler." "Farkında değil misiniz?" bu ayetler gel­dikleri takdirde onların iman edeceklerini nerden biliyorsunuz? Yani siz bunu yani İman edeceklerini bilmezsiniz. Çünkü Yüce Allah'ın ilminde böyledir.

"Biz, ona ilk defa iman etmedikleri gibi" yani indirilen ayetlere ilk defa inanmadıkları gibi; "onların kalplerini ve gözlerini çeviririz." Kalplerini haktan çeviririz, onu anlayamazlar. Gözlerini de oradan kaydırırız, onu göremezler ve iman etmezler. "Ve kendilerini azgınlıkları" sapıklıkları "içinde şaşırmış olduk­ları halde" tereddüt içerisinde "terk ederiz." [8]

 

Nüzul Sebebi

 

"Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." mealindeki 108. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak Abdürrezzak şöyle demektedir: Bize Ma'mer, Katâde'den haber vererek dedi ki: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Kâfirler de buna karşılık Allah'a sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." ayetini indirdi. Vâhîdî'nin Katâde'den nak­lettiği ibare ise şöyledir: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Bu se­fer onlar da Müslümanlara karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah'ı tanımayan cahil bir topluluğun, rablerine küfretmelerine sebep teşkil etmelerini yasakladı.

İbni Abbas, el-Vâlibî'den gelen rivayete göre şöyle demektedir: Kâfirler de­diler ki: Ey Muhammed! Ya putlarımıza sövmekten vazgeçersin ya da biz de Rabbini hicvedeceğiz. Yüce Allah Müslümanlara onların putlarına sövmelerini yasaklayarak onların da bilgisizce ve hadlerini aşarak Allah'a sövmelerini ön­lemiş oldu.

"Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." mealindeki 109. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî de Muhammed b. KaTb, el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Kureyşlilerle konuştu, onlar da şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bizlere Musa ile birlikte bir asanın bu­lunduğunu ve asayı taşa vurduğunu, İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud kavmi­ne (Salih'in) dişi deveyi mucize olarak gösterdiğini söylüyorsun. Haydi sen de, seni tasdik edebilmemiz için bir takım mucizeler göster." Bunun üzerine Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlere nasıl bir mucize göstermemi arzuluyorsu­nuz?" Onlar, "Safa'yı bize altına dönüştür" deyince, Resulullah (s.a.), "Peki, bu­nu yapacak olsam beni tasdik eder misiniz?" diye sordu. Onlar, "Allah'a yemin ederiz, evet" dediler. Resulullah (s.a) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail geldi, ona şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa altın oluverir, fakat o takdirde tas­dik etmeyecek olurlarsa şüphesiz biz de onları (toptan imha edecek şekilde) azaplandıracağız. Arzu ediyorsan aralarında tevbe edecek olanlar tevbe etsin diye, onları bırak." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) "Hayır, aralarından tevbe edecekler tevbe edinceye kadar onları terk ediyorum" dedi. Yüce Allah da, "Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." buyruğundan itibaren 115. ayetin so­nuna kadar inzal buyurdu. [9]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerime, daha önce geçen müşrikerin Allah'ın peygamberine söyle­dikleri, "Sen bu Kuran-ı Kerim'i başkalarıyla okuyup öğrenmen ve onlarla mü­zakere etmen sonucunda derleyip toparladın" demeleriyle alâkalıdır. Böyle bir durumda bazı Müslümanların böyle bir şeyi işittikleri için hiddetlenmeleri ve bunun üzerine karşılık vermek üzere kâfirlerin putlarına sövmeleri uzak bir ihtimal değildir. Bunun üzerine Yüce Allah böyle bir işi burada yasaklamakta­dır. Çünkü onların tanrılarına sövüldüğü takdirde belki onlarda, Yüce Al­lah'tan yakışık olmayacak şekilde söz edebilirler. [10]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Rasulüne ve müminlere, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi -bun­da maslahat olsa dahi- yasaklamaktadır. Çünkü onlara sövmekten, bu masla­hattan daha büyük bir mefsedet ortaya çıkabilir. O da müşriklerin müminlerin ilâhına sövmek suretiyle karşılık vermeleridir. Halbuki O, "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır." Nitekim İbni Abbas da böyle demiştir.

Ey Müslümanlar! Müşriklerin Allah'ı bırakarak dua edip tapındıkları ilâhlarına sövmeyiniz. Çünkü belki bu müşriklerin, Yüce Allah'ın kadir ve aza­metini bilmediklerinden dolayı müminleri daha bir öfkelendirmek için sövmek-te haddi aşarak, haksızlığa ve zulme saparak, Yüce Allah'a sövmelerine sebep teşkil edebilir. İşte bu şunu da göstermektedir ki, itaat yahut maslahat eğer bir masiyete veya mefsedete götürüyor ise terk olunur. Yüce Allah Musa ve Ha­run'a Firavun ile konuşmaları esnasında yumuşak olmalarını emretmiştir: "Siz ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır, yahut (Allah'tan) korkar." (Tâ-Hâ, 20/44).

Yüce Allah bu topluluğa putlara sevgi beslemeyi, onların yardımına koş­mayı süslü gösterdiği gibi, her bir ümmete de küfür ve sapıklık gibi kötü emel­lerini süslü göstermiştir. Yani bu, Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünne­tidir. Onlar taklit ve bilgisizlik üzre yahut bilgileri olduğu halde ve inattan do­layı izledikleri âdet ve geleneklerini güzel görürler. Allah da böylelerini kendi halleriyle başbaşa bırakır.

Bu süslü gösterme, herhangi bir zorlama veya cebr söz konusu olmaksızın onların tercihlerinin bir neticesidir. Yoksa Allah, diğer müminlerin kalplerinde imanı ve hayrı süslü gösterdiği gibi, bunların da kalplerinde küfür ve şerri süs­lü görmeyi yarattığından dolayı böyle değildir. Aksi takdirde iman, küfür, hayır ve şer doğuştan gelen kevnî bir durum olur. Artık böyle bir durumdan sonra müşrikleri düzeltmeye yapılacak çağrı bir çeşit abes iş olur ki, Allah böylesin-den münezzehtir. Değilse, sevap, ceza, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapla­rın indirilmesi de anlamsız bir iş olur, adaletin gereği bir şey olmaktan çıkardı.

Dünya hayatında onlar kendi halleriyle başbaşa bırakılmışlardır, ancak ölümün akabinde ve diriltilecekleri vakit rablerine ve işlerinin mutlak maliki­ne döndürüleceklerdir, başkasına değil. O da amellerinin karşılıklarını onlara verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer. Bu ise bir uyarı ve tehdittir.

Bu müşrikler Allah'ın adıyla öyle tekit edilmiş yeminlerde bulundular ki, bundan daha güçlü yemin adeta olmaz: Andolsun ki eğer kendilerine maddî bir mucize ve kendilerinin teklif ettikleri kevnî ayetlerden harikulade bir mucize gelecek olursa, şüphesiz onun Allah tarafından geldiğini senin de Allah'ın rasu-lü olduğunu tasdik edeceklerdir. Bu, onların inatçı bir kavim olduklarına işa­rettir. Çünkü onlar bu Kur'an-ı Kerim'in mucize özellikli olduğunu hiç bir şekil­de görmüyorlardı. Onların hedefi ise ancak mucize talebinde bulunmak sure­tiyle tahakküm etmekten başka bir şey değildi.

Ey Muhammed! Doğru yolu bulmak ve bu yolun kendilerine gösterilmesi amacıyla değil de işi yokuşa sürmek, inat ve küfür maksadıyla senden mucize­ler isteyen şu kimselere de ki: Bu mucizeyi göstermek Allah'a aittir. Bunları göstermeye gücü yeten O'dur. Dilerse bu mucizeleri size gösterir, dilerse sizi halinize bırakır ve O, ancak hikmet gereği onları indirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın izniyle olmadıkça hiç bir peygamberin kendili­ğinden bir ayet (mucize) getirmesi mümkün değildir." (Mü'min, 40/78)

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine iman etmeleri için müşriklerin tek­lif ettiklerinden bir mucizenin getirilmesini temenni eden müminlere şöyle hi­tap etmektedir: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Yani bu muci­zelerin onlara gösterildiğini var saysak dahi, bunlar yine de kendilerine mucize geldiğinde iman etmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri onların iman etmeyeceklerini bilmektedir: Ben biliyorum ki, onlara bu ayetler geldiği takdir­de onlar iman etmeyeceklerdir, siz ise bilmiyorsunuz.

"Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini çeviririz." Kalple­rini hakkı idrak etmekten, imam kavramaktan, gözlerini de O'nu görmekten çevireceğiz. Kendileriyle o hak arasına engel olacağız, onlar da onu idrak ede­meyecekler. Onlara her türlü ayet (mucize) gelecek olsa dahi yine iman etme­yeceklerdir. Nitekim ilk defa kendilerine Kur"an-ı Kerim ve daha başka, karşı koymakta acze düştükleri bir çok mucizeler geldiği vakit de kendileriyle iman arasına engel koymuştuk. Buna sebep ise onların gerçekleri idrak etmekten büsbütün yüz çevirmiş olmalarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara gökten bir kapı açsak ve ondan yukarı çıksalar elbette "Şüphe­siz bizim gözlerimiz döndürüldü. Hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyecek­lerdir^ Hicr, 15/14-15).

Gerçek şu ki, KuVan-ı Kerim'de yer alan aklî ve ilmî delillerin ikna etme­diği bir kimseyi gözüyle göreceği maddî mucizelerde ikna etmeyecektir.

Aynı şekilde siz, onları azgınlıkları içerisinde bırakmayacağımızı nereden biliyorsunuz? Yani biz onları kendi hallerine bırakacağız. Tuğyandan, azgınlık etmekten yani hadlerini aşmaktan onları alıkoymayacağız. Onları işittikleri ve gördükleri ayetler hususunda, taşkınlıkları içerisinde şaşkın ve tereddüt içeri­sinde bırakacağız. Acaba bu apaçık bir gerçek midir, yoksa aldatıcı büyü mü­dür diye karar veremeyecekler. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Müminler kâfirlerin açtıkları yollarda yürümekten, onlarla karşılıklı sö­vüşmekten, çirkin sözler söylemekten -fesat yollarını tıkamak ve fesada düş­mekten alıkoymak kastıyla- nehyolunmuşlardır. Her ne kadar ortada umulan bir maslahat varsa ve sevap kastedilse dahi onların ilâhlarına sövmek yasak­lanmıştır. Çünkü bunun böyle olacağı ihtimali azdır. En büyük fayda dahi Al­lah'a sövmek gibi en büyük cürmün yanında daha basit kalır. Bundaki mefse-det daha büyüktür. Bu aynı zamanda ahlâkî bir güzellik, Allah'ı tanımaktan, O'nu takdis etmekten yana bomboş olan beyinsizlerin etkisine kapılmaktan uzak olurmak ve onların hidayetine müsait ortam hazırlamaktır.

İlim adamlarının belirttiği gibi bu ayet-i kerimenin hükmü, ümmet ara­sında her halükârda bu geçerliliğini korumaktadır. Kâfirler güçlü oldukları için, İslâm'ın ve Müslümanların egemenliğine boyun eğmemişlerse ve onların, İslam'a peygambere ve yüce Allah'a sövmesinden korkuluyor ise, Müslüman bir kimsenin onların haçlarına, dinlerine, mabetlerine sövmemesi, böyle bir so­nucu veren şeylere kalkışmaması gerekir. Çünkü bu masiyete teşvik edici bir fiil ayarındadır.

Bu aynı zamanda bir çeşit ateşkes gibidir. Seddü'z-zeraî (bizzat kötü ve günah olmasa da kötülüğe ve günaha giden yol açan hususların engellenmesi) gereğince, hüküm vermenin sonucudur. Yine ayet-i kerimede hak sahibinin, eğer dinde zarara götürecek olur ise, hakkı olan şeyden vazgeçebileceğine de delil vardır. Bu anlamda da Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Akrabalık bağının koparılması korkusuyla akrabalar arasında kesin ayırıcı hüküm vermeyiniz." İbnü'l-Arabî der ki: Eğer hak vacip bir hak ise onu her halükârda alır, eğer caiz bir hak ise işte o zaman onun hakkında bu söz söylenebilir. [12]

Ayet-i kerimenin medlulünü pekiştiren bir diğer delil de Resulullah (s.a.)'ın Buharî, Müslim ve Ebu Davud'un rivayetine göre Abdullah b. Amr yo­luyla bize ulaşan şu hadisidir: "Kendi anne babasına söven kişiye Allah lanet eylesin. Ey Allah'ın rasulü, kişi nasıl olur da kendi anne babasına söver? denil­di. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; bir başkasının annesine söver, o da onun annesine söver." İb­nü'l-Arabî der ki: Yüce Allah Kitab-ı Keriminde haram olan bir işe götürecek caiz bir işin yapılmasını yasaklamaktadır. Malikîler Seddü'z-zeraî'de bu hadisi delil alarak kullanmışlardır. Bu ise zahiren caiz olup haram bir şeye götüren veya harama götürmesi mümkün olan her bir akittir.

İnatçı müşrikler veya onların dışındakiler kendilerine ne kadar ayet ve mucize gelse dahi asla iman etmezler. Kureyş müşrikleri Resulullah (s.a.)'tan maddî mucizeler istemişler ve bunlar gerçekleştiği takdirde iman edeceklerine dair yemin etmişlerdir. Şanı yüce Allah ise buna dair yemin etmelerine rağ­men, onların bu mucizeler gerçekleşse dahi iman etmeyeceklerini bize açıkça ifade etmektedir. [13]

 

Müşriklerin İnatlaşmaları Ve İman Etmelerinin De Umulmadığı

 

111- Eğer biz gerçekten onlara melek indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına topla-

saydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu cahillik ediyorlar.

112- İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yap­tık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bı­rak.

113-  Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin, ondan hoşlan­sınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye.

 

Belagat:

 

"Eğer Rabbin dileseydi..." Burada Allah'ın dilemesi rububiyeti ile ilgili olarak söz konusu edilmiştir. Peygamber (s.a.)'e ait olan zamir ise, onun maka­mının şerefine, ona gösterilen değere işaret olduğu gibi, aynı zamanda gönlünü hoş tutup ona teselli vermek içindir. [14]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her şeyi karşılarına toplasaydık", karşılıklı olarak, yüz yüze ve birbirleri­ni görecek şekilde toplasaydık... "İnsan ve cin şeytanlarını düşman yaptık." Burada sözü edilen şeytanlar azgın ve isyankâr olanlardır. İbni Abbas der ki: Cin ve insanlardan azgın ve isyankâr olan herkes bir şeytandır. "Düşman" keli­mesi, "dostun" zıddı olup bir kişi için, topluluk için, erkek ve dişi için de bu şe­kilde kullanılır, "aldatmak için" yani, batıl yere kandırmak için. "yaldızlı söz­ler" hakikatleri vehimlere dönüştüren süslü püslü söz demektir. Zuhruf (yaldız ve süs) her türlü süs hakkında kullanılır. Kadınların altın kullanması, bahçe ve başka şeylerdeki gül ve çiçek vb. süs bitkileri gibi "fısıldarlar" yani şeytan o sözleri vesvese yoluyla telkin eder. Burada sözü geçen fısıldamak (vahiy), gizli­ce işaret etmek gibi hızlıca ve gizli bir şekilde bildirmek demektir. "Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak", kâfirleri kendilerine süslü püslü gösterilen küfür ve başka halleriyle başbaşa bırak. "Ahirete inanmayanların kalpleri ona mey­letsin" kulak versin, onu beğenip ona yönelsin "... diye." Burada kendisine meyledileceğinden söz edilen şey yaldızlı sözlerdir. 'Ve yapacaklarını yapsınlar" yani, ne tür şeyler kazanacaklarsa kazansınlar. [15]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mekke kâfirlerinden ve önderlerin­den bir grup Resulullah (s.a.)'m yanma gelip ona şöyle dediler: "Senin Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etmek üzere bize melekleri göster yahut da biz­den ölmüş bir takım kimselerin dirilmesini sağla ki, onlara senin söylediklerin hak mıdır, batıl mıdır diye soralım; yahut da sen Allah'ı ve melekleri karşımıza getir, gözümüzle görelim..." dediler. Bunun üzerine ayet-i kerime nazil oldu. [16]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Buradaki açıklamalar daha önce geçen Yüce Allah'ın "O ayetler geldiği za­man da onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz?" (En'am, 6/130) buyruğunda toplu olarak sözü edilen ifadelere dair bir açıklamadır. Bu­rada da Yüce Allah şunu açıklamaktadır: Şayet onların istedikleri şekilde me­lekler indirilecek ve kendileriyle konuşacak şekilde ölüler diriltilecek olsa ve hatta bundan daha da ileri bir şekilde her şey karşılarına toplanıp bir araya getirilerek Resulullah (s.a.)'m doğruluğuna tanıklık etseler dahi, sapıklıkta az-gınlaşmış oldukları için -Allah'ın dilemesi hali dışında- yine iman etmezler. [17]

 

Açıklaması

 

İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Eğer biz onlara gerçekten melekleri indirsey-dik..." buyruğu hakkında şöyle demektedir: İşte bu şekilde iman etmeyecekle­rinden söz edilen kimseler bedbaht kimselerdir. Daha sonra Yüce Allah, "Allah dilemedikçe" diye buyurmaktadır ki burada sözü edilenlerden kasıt, Yüce Al­lah'ın ezelî bilgisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.[18]

Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden ve "Andolsun kendilerine bir ayet (mucize) gelecek olsaydı mutlaka ona iman edeceklerdi" diyen bu kimselerin isteklerine olumlu karşılık vererek melekleri indirseydik ve bu melekleT kendilerine Hz. Mııhammed'in ri-saletini haber verip tasdik edecek olsalardı müşrikler yine de iman etmeyecek­lerdi. Bu hususla ilgili Yüce Allah şu ayetlerinde bilgi vermektedir: "Yahut Al­lah'ı ve melekleri karşımıza getirirsin." (İsra, 17/92); "Ve dediler ki: Allah'ın peygamberlerine verilenlerin benzerleri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz." (En'am, 6/124). Evet, bütün bu istekleri yerine getirilmiş olsaydı yine de onlar Resulullah (s.a.)'a ve Kur'an-ı Kerim'e iman etmeyeceklerdi.

Diğer bir ifade ile: Şayet bizler onlara melekleri indirsek ve onlar bunları gözleriyle görseler ve meleklerin Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlikle­rini duysalar, hatta ölüler diriltilip onlarla konuşsalar ve "atalarınızı getirin" (Duhân, 44/36) ifadesinde geçtiği şekilde istekleri üzere melekler onlara pey­gamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu haber verseler, sonuç yine değiş­meyecektir. Ayrıca bizler, bütün delil ve mucizeleri toplayıp bir araya getirsek ve bunlar da, peygamberlerin getirdikleri mesajların doğruluğunu kendilerine haber verecek olsalar, yine iman etmeyeceklerdi; esasen bunlarda tasdik etmek için gerekli istidad da bulunmamaktadır. Çünkü bunlar ayet ve mucizelere dik­katle ve ibret alıcı gözle bakmıyorlar. Aksine düşmanlık ve alaycı gözüyle bak­maktadırlar. Onlar, Allah dilemedikçe iman etmezler. Yani onlar bu nitelikleri­ni sürdürdükleri ve bunun üzerinde direndikleri sürece iman etmeyeceklerdir. Ancak Allah'ın dilemesi, bu niteliklerini izale etmesi hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah onları hidayete iletmeye de kadirdir. Fakat Yüce Allah onlara her türlü hayır yolunu açıkça gösterdikten ve Kur"an-ı Kerim'in hidayetiyle yarar­lanma imkânını verdikten sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakır.

O halde Yüce Allah'ın "... yine de inanacak değillerdi" buyruğundan kasıt, kendi irade ve istekleriyle imana girmeyeceklerini bildirmektir. "Allah dileme­dikçe" buyruğundan kasıt ise, ihtiyarî iman etmektir, yoksa ıztırarî (mecbur tutularak sahip olunan) iman değildir. Nitekim Razî şöyle demektedir: Çünkü müstesna olan şeyin, kendisinden istisna yapılanın cinsinden olması icap eder. Baskı sonucu ve mecburiyet altında gerçekleşen iman ise ihtiyarî (kişinin terci­hi ile) yapılan iman cinsinden değildir. [19]

Fakat iman etmenin de, küfre sapmanın da ellerinde olduğunu, diledikleri vakit iman edip dilediklerinde küfre sapacaklarını kabul eden müşriklerin ço­ğunluğu bilgisizlik göstermektedirler. Çünkü bu onların sandıkları gibi değil­dir. Ancak Yüce Allah'ın hidayet verip de bu konuda kendisine başarı ihsan et­tiği kimse iman eder ve hidayete erdirme hususunda yardımını esirgeyip sa­pıklıkta bıraktığı kimse de küfre sapar. Taberî'nin görüşüne göre ayetin anlamı budur. [20] Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.

Zemahşerî'nin görüşü ise şöyledir: Fakat Müslümanların çoğunluğu Allah dilemedikçe bunların imana gelmeyeceklerini bilmemektedirler. O bakımdan onların teklif ettikleri mucize geldiği takdirde iman edeceklerini ummaktadırlar. [21] Yani Mutezile'nin görüşüne göre müstesna ıztırarî imandır ve Yüce Al­lah'ın, "Fakat onların çoğu" ifadesindeki zamir ise Zemahşerî'nin görüşüne gö­re kâfirlere değil, Müslümanlara râcidir. Mutezile der ki: Maksat şudur: Müş­rikler istedikleri ayet ve mucizelerin ortaya çıkıp gerçekleşmesi halinde de kâ­fir kalmaya devam edeceklerini bilmemektedirler. Çünkü onların çoğu da bu­nun böyle olacağını sanıyorlardı. Ehl-i sünnet ise şöyle demektedir: Maksat şudur: Bunlar her şeyin Allah'tan geldiğini, onun kaza ve takdiri gereği ortaya çıktığını bilmemektedirler.

İbn-i Abbas der ki: Kur"an-ı Kerim ile alay edenler beş kişi idi: Mahzun oğullarından el-Velid b. Muğîre, Sehedilenlerden kasıt, Yüce Allah'ın ezelî bil­gisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.[22]

Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden Sen bize, Allah'ın rasulü olduğuna dair şahitlik etmek üzere melekleri göster, yahut bizim için ölülerimizi dirilt ki onlara senin bu söyledi­ğin hak mıdır batıl mıdır soralım. Veya sen bize karşı Allah ve melekleri getir. Yani senin bu iddia ettiğin şeylerin doğruluğuna kefil olmak üzere gelsinler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.[23]

Daha sonra Yüce Allah peygamberinin sıkıntısını hafifletmeyi, gönlünü hoş edip teselli etmeyi murad ettiğinden şunu beyan etti: Allah'ın yarattıkları hak­kındaki geçerli sünneti, cinlerden olsun insanlardan olsun, peygamberlere düş­manlık edenlerin bulunması şeklindedir. İşte Yüce Allah "İşte böylece biz her pey­gambere..." diye buna işaret etmektedir. Yani ey Muhammedi Biz sana muhale­fet eden, sana karşı inatlaşan, düşmanlık eden bir takım düşmanlar var ettiği­miz gibi, senden önceki peygamberlere de aynı şekilde düşmanlar kılmışızdır. Bu durum seni üzmesin. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sen­den önce de bir takım peygamberler yalanlandı. Onlar yalanlanmalarına ve ezi­yet görmelerine karşı sabrettiler." (En'âm, 6/34); "Böylece biz her bir peygambere günahkârlardan bir düşman peyda ettik." (Furkân, 25/31). Varaka b. Nevfel de Allah Rasulüne -Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre- şöyle demişti: "Ger­çek şu ki, bir kimse senin getirdiğinin benzerini getirmişse mutlaka ona düş­manlık edilmiştir." Yani Yüce Allah'ın sünneti, bir takım kimselerin peygamber­lere ve onların gerçek mirasçılarına düşmanlık etmeleri şeklinde cereyan edegel-miştir. Bunlar dinî ve toplumsal hususlarda meydana gelen bozuklukları düzelt­me daveti ile ortaya çıkan kimselere de düşmanlık beslemişlerdir. İşte "hayatta kalma mücadelesi ve uygun olanın kalması" diye ifade edilen durum da budur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama köpük atılır gider, insanlara fay­da verecek olan şeye gelince, işte bu, yeryüzünde kalır..." (Râ'd, 13/17).

Düşmanlık, ister insan şeytanlarından ister cin şeytanlarından olsun fark etmez. Mücahid, İkrime ve Hasan-ı Basrî der ki: Cinlerden de insanlardan da biribirlerine fisıldaşan şeytanlar vardır. Katâde de şöyle der: Bana ulaştığına göre, Ebu Zerr bir gün namaz kılıyordu. Resulullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: "Ey Ebu Zerr, insan ve cin şeytanlarından Allah'a sığın." Ebu Zerr, "İnsanlar­dan da şeytan var mı?" diye sorunca Resulullah (s.a.), "evet" diye buyurdu. [24]

Bakara suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Onlar kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında muhakkak biz sizinle birlikteyiz" derler." (Bakara, 2/14).

Daha sonra Yüce Allah şeytanların peygamberlere düşmanlığının özelli­ğini söz konusu etmektedir ki bu da onların Allah'ın davet ve hidayetine kar­şı direnmeleridir. Yüce Allah "Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar..." diye buyurmaktadır. Yani kimi diğerine o süslü püslü, yaldızlı sözleri telkin eder. Bu tür sözlerden kasıt, dinleyenleri, işin iç yüzü­nü bilmeden aldatarak söyleyenlerin görüşlerine meylettiren, şeytanların teşviki ve kışkırtmasıyla masiyetlere düşüren sözlerdir. Burada geçen "fısıl­damak (vahiy )"tan kasıt ise işaret etmek ve hızlı söz söylemek demektir. Yal­dız (zuhruf) ise dış görünüşü itibariyle süslü ve aldatıcı, içi ise batıl olan de­mektir.

Şayet Rabbin bu tür aldatmaları yapmamalarını dileyecek olsaydı onlar bunu yapamazlardı. Fakat Allah onları hidayete mecbur etmeyi dilemedi. Aksi­ne O, insanların hayır veya şer yollarından herhangi birisini istek ve tercihle­riyle izlemelerini, seçmelerini dilemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve biz ona iki yolu gösterdik." (Beled, 90/10). Mutezile'nin görüşü budur.

Ehl-i sünnet ise Yüce Allah'ın, "Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." buyruğu hakkında şöyle demektedirler: Bütün bunlar Allah'ın kazası, kaderi, irade ve meşieti ile olup O, her bir peygambere şeytanlardan bir düşmanın bu­lunmasını dilemiştir.

O halde onları yalan ve iftiraları ile baş başa bırak. Yani onların sana kar­şı durmalarına aldırma, onlar, iftira ve yalanlarında dalıp gitsinler; aldırma onlara. Sen risaletinin gereğini yerine getirmeye, davetini yapmaya bak ve Al­lah'a dayan. Muhakkak ki Allah, sana yeter ve düşmanlarına karşı sana yar­dım eder. Senin üzerine düşen tebliğ etmektir. Onların hesabı ve cezası ise bize aittir.

Yüce Allah'ın, "Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin..." buyruğu önceki ifadelerden anlaşılan takdiri bir fiile atfedilmiştir. Bunun tak­diri ise şöyledir: Bu şeytanların kimisi kimisine allı pullu, yaldızlı veya süslen­miş sözleri peygamberlere uyan müminleri kandırmak ve ahirete iman etme­yen kâfir ve fasıkların kalplerinin Hz. Muhammed'in tebliğine meylini engelle­mek için telkin ederler. Çünkü onların nevalarına uygun düşen odur. İşlerin akıbeti üzerinde durup düşünen uyanık müminler ise, onların batıl sözlerine kanmazlar. Onların allı pullu sözleri kendilerini aldatmaz. "Ondan hoşlansın­lar" buyruğundaki zamir ile "Onu yapamazlardı" buyruğundaki zamir, sözü geçen peygamberlere düşmanlık ile şeytanlara racidir.

"Ondan hoşlansınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye" buyruğu ise, kendi­leri için hoşlanıp ondan memnun olsunlar, buna bağlı olarak masiyet ve günah­ları -buna aldandıklan ve bundan hoşlandıkları için- kazansınlar, anlamında­dır. [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın ezelden bilgisine uygun olarak kâfirler asla iman etmezler. İsterse hayret verici her türlü mucize, peygamberlerin doğruluğuna açıkça delâlet eden eşsiz ayetler gelmiş olsun. Faraza Yüce Allah onların tekliflerini kabul ederek kendilerine melekleri indirse, ölüler hayata dönüp onlarla konuşsalar, gözlerinin önünde ve kendilerine karşı bütün mucizeler önlerine konulsa yine iman etmezler. Çünkü onlar küfürde kök salmışlar, hakka kulak verip itaat et­me istidatlarını kaybetmişler. İşte müşriklerin büyük çoğunluğu hakkı bilme­yen, tanımayan cahillerdir.

Peygamberlere ve peygamberlerin izinden gidenlere bir takım düşmanla­rın ortaya çıkması, Allah'ın varlık alemindeki kanunlarından birisidir. Çünkü hak, onun zıttı batıl ile bilinebilir. Batıl ehli olan kimseler ise cin ve insan şey­tanlarının vesveselerine kulak verir, doğruluğu, gerçeği bulunmayan, kalıcılığı ve devamı söz konusu olmayan aldatıcı allı-pullu sözlere inanırlar.

Mâlik b. Dinar der ki: İnsanların şeytanı benim için cinlerin şeytanından daha zorlu bir düşmandır. Çünkü ben Allah'a sığındığım takdirde cinlerin şey­tanı yanımdan uzaklaşır gider, fakat insanların şeytanı bana gelir ve göz göre göre beni masiyetlere çeker.

Yüce Allah müşrikleri mümin yapmaya kadirdir; fakat O'nun hikmeti, me-şieti ve iradesi verilecek olan cezanın adaletli ve gerçeğe uygun düşmesi için, bu tercihi insanlara bırakmayı gerektirmiştir.

Yüce Allah'ın, "Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi" buy­ruğu, Yüce Allah'ın onların iman etmelerini dilemediğinin delilidir. Bu bakım­dan onlar, Allah iman etmelerini dilemedikçe de iman etmezler.

Allanmış pullanmış sözlerin ifade ettiği mana ise, bu sözlerin batıl olması­dır. Bunun akıbeti ise ahirete iman etmeyenlerin ona kulak vermeleri ve ona meyletmeleridir. Onlar bu söze razı olup memnun olurlar. Bu sözler ise masi-yetler işlemeye, kötülükleri yapmaya, günahlarda bulunmaya götürür.

İşte isyankârların cezalandırılmaları onların günah ve kötülükleri sebe­biyledir; yoksa Yüce Allah'ın onları azaplandırmaya ve ibretli bir şekilde onları cezalandırmaya ihtiyacı yoktur. Ceza, ancak iyilik yapan kimselerle şerli olup kötülük işleyenlerin birbirlerinden ayırdedilmesi için mutlak adaletin gereği olan bir husustur. İtaatten ayrılmayan ve bunun sonucunda itaata uygun işler yapıp Allah'ın emirlerine bağlı kalan bir kimse ile masiyet işleyen, yüz çevirip büyüklük taslayan, inatlaşan, azgınlaşan, Allah'ın emirlerine karşı çıkan, Al­lah'ın yasak kıldığına aldırış etmeyip hak ve hayrın çağrısını ihmal eden kim­selerin biribirlerine eşit kılınmalarını akıl kabul etmemektedir. [26]

 

Kur'an-I Kerim Peygamber (S.A.)İn Risaletinin Doğruluğuna Delildir

 

114- "Allah'tan başka bir hakem mi  arayacak mışım?" Halbuki size Kitab'ı  açık açık indirmiş olan O'dur. Kendile- rine ki*aP verdiklerimiz onun Rabbi- nin katından hak ile indirilmiş olduğu- nu büirler> Öyleyse sakın şüpheye dü- şenlerden olma.

115- Rabbinin sözü doğruluk ve adalet  yönünden eksiksizdir. O'nun sözlerini  değiştirebilecek yoktur. O her şeyi işi- tendir, her şeyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Öyleyse sakın şüpheye düşenlerden olma" buyruğunda hitap hamaset duygularını harekete geçirmek ve duygularını coşturmak üzere Resulullah (s.a.)'a yapılmıştır. Tıpkı Yüce Allah'ın, "Sakın müşriklerden olmayasm." (En'âm, 6/14) buyruğunda olduğu gibi.

"Rabbinin sözü... eksiksizdir" buyruğu cüz'ün ifade edilip bütünün kaste-dilmesi kabilinden bir mürsel mecazdır. Yani onun sözü ve vahyi, o bakımlar­dan tam ve eksiksizdir. [27]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'tan başka bir hakem" yani benimle sizin aranızda hüküm verecek bir kimse "mi arayacak mışım" isteyecek misim? Hakem, yalnızca hak ile hü­küm veren demektir. Hâkim kelimesinden daha beliğdir. Zira hak ile hükme­denden başkasma hakem adını vermek uygun değildir. Bu, övgü sadedinde bir tazim sıfatıdır. Hâkim ise fiil hakkında kullanılan bir sıfattır. Hak ile hükmet­meyen bir kimseye de bu isim verilebilir. "Açık açık indirmiş", hakkı batılı, he­lâli haramı açıkça beyan etmiş... "Şüpheye düşenlerden olma" tereddüde düşüp şüphe eden kimselerden olma.

"Rabbinin sözü doğruluk ve adalet yönünden eksiksizdir." Eksiksizlikten kasıt burada Yüce Allah'ın sözlerinin i'câz hususunda Allah Rasulünün doğru­luğuna delâlet bakımından yeterli geldiğidir. "Söz"den kasıt da burada Kur'an-ı Kerim'dir. Aslında bir şeyin tamam olması, artık onun dışında ve onunla birlite başka bir şeye gerek duymayacak şekilde nihaî noktasına ulaşması demek­tir. "Doğruluk" haber vermede söz konusu olur. Vaad ve tehditler de bunlar arasındadır. Adalet ise hükümlerde söz konusudur. "Onun sözlerini değiştirebi­lecek yoktur." Değiştirmek, yerine başkasını getirip koymak demektir. Yani Al­lah'ın sözlerini eksiltmek veya yerlerine başkalarını koymak suretiyle O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kendilerine geldikleri takdirde mucizelere mutlaka iman ede­ceklerine dair yemin eden kâfirlerin durumlarını açıklayıp kusurlarını ortaya koyarak, bu mucizelerin gösterilmesinde bir fayda olmayacağını beyan etmek­tedir. Çünkü bu mucizeleri onlara gösterecek olsa dahi yine onlar küfürleri üzere ısrar etmeye devam edeceklerdir. İşte Yüce Allah bunu açıkladıktan son­ra burada da Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğine delâlet eden delilin iki şekil­de ortaya çıktığını açıklamaktadır:

Evvelâ Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'e pek çok ilmî ve eksiksiz fasahati ih­tiva eden, beyan edici ve geniş açıklamalar yapan Kitab'ı indirmiştir. Bütün in­sanların ona karşı koyacak bir kitap ortaya koymaktan aciz olmaları ise, onun peygamberliğinin doğruluğunun delilleri arasındadır.

İkinci olarak, Tevrat ve İncil de Muhammed (s.a.)'in gerçek peygamber ol­duğuna, Kur'an-ı Kerim'in Allah'tan gelmiş Hak kitap olduğuna delâlet eden belgeler ihtiva etmektedir. İşte Yüce Allah'ın "Kendilerine kitap verdiklerimiz onun, Rabbinin katından hak ile indirilmiş olduğunu bilirler" buyruğundan kasıt budur.

Bu iki husus Yüce Allah'ın şu buyruğunda da söz konusu edilmiştir: "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın ilmi bulunan kimseler yeterlidir." (Ra'd, 13/43).

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in mu'ciz olduğunu açıkladıktan sonra Rabbi­nin sözünün yani Kur'an-ı Kerim'in tamam olduğunu, eksiksiz olduğunu zik­retmektedir. Maksat ise şudur: Kur'an-ı Kerim mucize oluşu, Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna delâlet etmesi bakımından tam ve eksiksizdir. [29]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, Allah'a ortak koşan müşriklere şöyle demesini emretmektedir: Benim, benimle sizin aranız­da hüküm verecek birisini isteme hakkım yoktur. Çünkü Allah'ın hükmünden daha adaletli bir hüküm olamaz. O'nun sözünden daha doğru bir söz buluna­maz. Size Kur'an-ı Kerim'i, içinde her şeyin hükmü açıklanmış olarak indiren O'dur. İnanç, hukukî hükümler ve adab kabilinden her şey... Ve ben kırk yaşımı aşmış bulunuyorum. Ben şu ana kadar ilim, marifet, geçmiş ve geleceklerin ha­berleri, fesahat ve belagat yönünden ona benzer bir şeyi şu ana kadar ortaya koymuş değildim.

Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ben bundan önce aranızda bir ömür boyu kaldım." (Yunus, 10/16). Yani sizin için Allah'tan başka hâkim mi arayacak mışım? Oysa geniş geniş açıklayan, beyan eden, bu Kitab'ı size indirmek suretiyle başka ayet ve mucizeleri istemek külfetine kat­lanmanıza ihtiyaç bırakmamıştır.

Diğer bir ifade ile, sizin benim peygamberliğimin doğruluğuna dair bir de­lil istemenizin faydası yoktur. Ortada benim peygamberliğimin doğruluğunu destekleyen gayet açık iki delil vardır. Bunlar ise mucize oluşuyla Allah'ın ke­lâmı olduğuna delâlet eden eşsiz ve en büyük bir mucize olan Kur'an-ı Kerim ile Tevrat ve İncil'in benim gerçekten Allah'ın rasulü olduğuma, Kur'an-ı Ke-rim'in de Allah tarafından gelmiş Hak kitap olduğuna delâlet eden buyrukları ihtiva etmeleridir.

Eğer bu müşrikler Kur'an-ı Kerim'in hak oluşunu inkar edip onu yalanla­yacak olurlarsa, gerçek şu ki, Kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar onun Rab-binden indirilmiş hak olduğunu bilirler. Çünkü onların ellerindeki kitaplarında daha önce geçmiş peygamberler vasıtasıyla senin geleceğine dair müjdeler va­rit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitap ver­diğimiz kimseler kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanırlar. Bununla birlikte şüphesiz onlardan bir kesim bilip durdukları halde hakkı gizlemekte­dirler." (Bakara, 2/146).

O halde ey Muhammed, sakın tereddüt eden ve şüpheye düşenlerden ol-mayasın! Bu ise ya galeyana ve heyecana getirme üslûbu ile ya da ta'riz yoluy­la kullanılmış bir ifadedir. Yüce Allah'ın, "Sakın müşriklerden olmayasın..." (Yunus, 10/105) buyruğu ile "Eğer sana indirdiğimizden yana şüphe içerisinde isen, haydi senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun sana, hak, Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olmayasın." (Yunus, 10/94) buyruk­larında olduğu gibi.

Buradaki yasak, Peygamber (s.a.)'in şüphe ettiği anlamına gelmez. Çünkü ifade şart kipindedir. Şart ise böyle bir şeyin meydana gelmesini gerektirme­mektedir. O bakımdan Resulullah (s.a.), "Ne şüphe ederim, ne de sorarım" bu­yurmuştur.

Allah'ın sözü olan Kur'an-ı Kerim, tamam ve eksizdir. Ona başka bir şey eklemeye ihtiyacı yoktur. İ'cazı ve kapsamı ile o artık tam ve yeterlidir. O ba­kımdan Kur'an-ı Kerim ne söylerse doğru söyler, ne hükmederse adaletle hük­meder. Gayba dair verdiği haberleri doğrudur, istekleri adildir. Her neyi haber verdiyse tartışmasız ve şüphesiz olarak gerçeğin kendisidir. Neyi emretmiş ise adaletin kendisidir ve onun dışında adalet olamaz. Neyi yasaklamışsa, o şey batıldır. Kur'an-ı Kerim ancak hayır olanı emreder, ancak kötülük ve fesat ola­nı yasaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklar." (A'râf, 7/157).

Kur'an-ı Kerim'de yer alan bütün emir, yasak, tehdit, kıssa ve haberlerden hiç bir şey değişmez. Allah'ın sözünde değişiklik olmaz. Yüce Allah'ın hükmüne kimse karşı çıkamaz, kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. Dünyada da ahi-rette de bu böyledir. O, kullarının sözlerini işitendir. Onların davranışlarını, konumlarını çok iyi bilendir. Her kişiye amelinin karşılığını verendir. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet-i kerime müşriklerin kendileriyle Resulullah (s.a.) arasında istedikleri hakeme baş vurma meselesinde kesin olarak konuyu kestirip at­maktadır ve bu, onlara kesin ve karşı konulamayacak şekilde verilen bir cevap­tır. Çünkü Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispat eden deliller, görüleceği gibi, ortadadır:

Evvelâ, o Kur*an-ı Kerim ile desteklenmiştir. Bu ise peygamberliğe delâlet eden ebedî ve daimî bir mucizedir.

İkinci olarak, Kitap Ehli, Muhammed (s.a.)'in durumunu, Kur"an-ı Ke-rim'in gerçekliğini bilmekte ve onlara gelen peygamberler kendilerine bunun müjdesini vermiş bulunmaktadırlar.

İkinci ayet-i kerime olan, "Rabbinin sözü doğruluk ve adalet yönünden ek­siksizdir" buyruğu Kur"an-ı Kerim'in delillerine tabi olmanın gerekliliğini gös­termektedir. Çünkü Kur"an-ı Kerim, kendisiyle çelişen şeylerle değiştirilmesi imkânsız olan bir gerçektir. Zira o hiç bir şeyin kendisine gizli kalmadığı, hik­meti sonsuz Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.

"Kelimeler"den kasıt ise -Katâde'nin de belirttiği gibi- değiştirilmesi im­kânsız ve iftiracıların ona bir şey ekleyip ondan bir şey eksiltmeleri söz konusu olmayan Kur"an-ı Kerim'dir. [31]

 

Müşriklerin Sapıklıkları Ve Onların Kestiklerinin Yenilmesinin Yasaklanması

 

116- Eğer yeryüzünde bulunanların ço­ğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zan-na uyarlar ve yalnız yalan söyleyip du­rurlar.

117- Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidayet bulmuş olanları da en iyi bilendir.

118- Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin; tabiî O'nun ayetleri­ne jn»Tiftnlar iseniz.

119-  Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılan şeyden yemiyorsunuz? Hal­buki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali müstesna, size haram kıldıklarını o nw" uzadıya açıklamış­tır. Doğrusu bir çokları heva ve heves­lerine uyarak bilgisizce saptırıyorlar. Şüphesiz ki Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.

120- Günahın açığını da gizlisini de bı­rakın. Çünkü günah işleyenler kazan­makta oldukları yüzünden cezalandırı­lacaklardır.

121- Üzerine Allah'ın adı anılmayanlar­dan yemeyin. Çünkü bu bir fısktır. Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele et­meleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederse­niz şüphesiz ki siz de müşrikler olur­sunuz.

 

Belagat:

 

"Günahın açığını da gizlisini de bırakın" buyruğunda "açık" ile "gizli" ke­limeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

'Yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna" yani kâfirlere "itaat edersen seni Allah'ın yolundan" dininden "saptırırlar."; "Onlar ancak zanna uyarlar" meyte hususunda seninle tartışmalarında zandan başkasına uymuyorlar. Çünkü on­lar şöyle demişlerdi: Allah'ın öldürdüğünü yemek sizin öldürdüğünüzü yemek­ten daha uygundur, "yalan söyleyip dururlar." Bu hususta yalan söylemekte, yanlış değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.

"Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan" yani Allah adına kesilmiş olanlardan "yiyin. Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılan şeylerden" Al­lah'ın adı anılarak kesilenlerden "yemiyorsunuz? Halbuki... uzun uzadıya" ha­ram kılınan şeyler hususunda tereddütlerinizi giderecek şekilde "açıklamıştır. Şüphesiz ki Rabbin, haddi aşanları" yani helâl sınırlarını aşarak harama dü­şenleri "en iyi bilendir."

"Günahın açığını da gizlisini de bırakın." Yarii günahın her türlüsünü terk edin. Günah (ism), çirkin şey demektir. Şer'an ise Allah'ın haram kılmış olduğu zina, hırsızlık ve bunlara benzer her türlü masiyettir. "Kazanmakta ol­dukları yüzünden" ahirette "cezalandırılacaklardır."

Kendiliğinden ölmek yahut da Allah'tan başkası adına kesilmek suretiyle "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin." Yoksa Müslümanm kasten ya da unutarak besmele çekmeden kestiği, İbni Abbas'm belirtip Şafiî'nin de kabul ettiği üzere, helâldir. "Çünkü bu, bir fısktır." Yani böylesinden (Allah'ın adı anılmaksızın kesilenden) yemek bir masiyettir, din dairesinden çıkarak he­lâl olmayan sınırlara girmektir. "Kendi velilerine" yani kâfir destekçilerine "si­zinle mücadele etmeleri için" meyteyi helâl kılmak hususunda sizinle tartışma­ları için, "telkinde bulunurlar" onlara vesvese verirler. [33]

 

Nüzul Sebebi

 

118. ayet-i kerime olan "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yi­yin" buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak Ebu Dâvud ve Tirmizî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bazı kimseler Resulullah'm yanına gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü, bizim öldürdüğümüzden yiyoruz da Allah'ın öldürdü­ğünü yemiyoruz (neden)? Bunun üzerine Yüce Allah "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin... Şayet onlara itaat ederseniz şüphesiz ki siz de müş­riklerden olursunuz" (En'am, 118-121) buyruklarını indirdi.

Ebu Dâvud, Hâkim ve başkaları da İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Doğru­su şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunur­lar..." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: (Müşrikler) de­diler ki: Allah'ın kestiğini yemiyorsunuz da kendi kestiklerinizi yiyorsunuz (ne­den)? Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

"Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin..." mealindeki 121. ayet-i kerimenin nüzulüne gelince: Müşrikler, "Ey Muhammed, şu ölen koyunun du­rumunu bize bildir, onu kim öldürdü?" diye sordular ve Hz. Peygamber "Ölen koyunu öldüren Allah'tır" deyince şöyle dediler: Sen ise "Kendinin ve arkadaş­larının öldürdükleri helâldir; köpeğin, doğanın (avlanırken) öldürdüğü helâldir, Allah'ın öldürdüğü ise haramdır iddiasında bulunuyorsun?" Bunun üzerine Yü­ce Allah bu ayet-i kerimeyi mdirdi. [34]

Taberanî ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: "Üze­rine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" ayet-i kerimesi nazil olunca İran­lılar, Kureyş'e "Muhammed ile bu konuyu tartışın ve ona şöyle deyin" diye ha­ber gönderdiler: "Senin elindeki bıçakla kestiğin helâl oluyor da Allah'ın altın­dan şemşîr (Farsça kılıç demektir) ile kestiği -yani meyte- haram oluyor öyle mi?" Bunun üzerine Yüce Allah, "Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar" buyruğunu indirdi. Yani burada şey­tanlardan kasıt bu telkinde bulunan Farisîler, onların dostları ise Kureyşlilerdir.

Bu konuda İkrime'nin ifadesi ise şöyledir: Mecusi olan Farisîler, Yüce Al­lah meytenin haram kılındığına dair hükmü indirince, cahiliyede dostları olan Kureyş müşriklerine -ki aralarında mektup teatisi oluyordu- şöyle yazdılar: Muhammed ve arkadaşları kendilerinin Allah'ın emrine uyduklarını ileri sür­mektedirler. Yine kendilerinin kestiklerinin helâl, Allah'ın kestiklerinin ise ha­ram olduğunu iddia etmektedirler. Bu telkinlerden dolayı bazı Müslümanların içine bazı şüpheler düştü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indir­di. [35]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirlerin şüphelerine cevap verip Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğinin doğruluğunu ispatladıktan sonra burada da cahillerin söyledik­lerine itibar etmemek gerektiğinden söz etmektedir. Çünkü cahiller sapık yol­ları izlemekte, yanlış zanlara ayak uydurmaktadırlar. Oldukça yeni bir anla­tım yöntemi ile Müslümanların tarafsızlıkları ve bağımsız kişilikleri, şahsiyet­lerinin ortaya çıkması sağlanmaktadır. Oysa diğer taraftan yeryüzü sakinleri­nin önemli bir çoğunluğu, şirkin inançlarında baskın ve etkin bir rol oynamala­rı sebebiyle sapık idiler. [36]

 

Açıklaması

 

Sapık ve müşrik kimselerin izledikleri yollara Hak ve Kur'an-ı Kerim şeri-atinde iltifat edilmez. Çünkü onlar fasit zanlarma uyarak yanlış yolda yürü­mektedirler. Ey Muhammed! Sen ve sana tabi olanların hepsi yeryüzünde bu­lunanların çoğunluğunu teşkil eden kâfir ve müşriklere din hususunda uyarak Allah'ın sana indirdiklerine muhalefet edecek olursan, seni Allah'ın dininden, düzeninden, yolundan, hakkın, adaletin istikametin yolundan saptırıp uzaklaş­tırırlar. Çünkü onlar ancak hevalara, batıl ve yalan zanlara tabi olmakta, ilâhî belgelere, aklî delillere hiç bir değer ve kıymet vermemektedirler. Onlar ancak tahmin eden, kıskanan yahut da doğru ve gerçekle hiç bir ilişkisi bulunmayan zanlarda bulunan kimselerdir. Tıpkı meyve tutmaya başlamış hurma ağaçları ve üzüm bağlarına ve diğer ağaçlara bakıp bunların ne kadar meyve verecekle­rini tahmin eden kimseninki gibi tahminlerde bulunuyorlar. Onların inançları bu şekilde delilsiz sezgi ve tahminlere dayalıdır; belge ve delillere dayalı değil­dir.

İşte bu da şunu göstermektedir ki, yeryüzünde bulunanların çoğunluğu itikat bakımından sapık kimseler idiler. Bundan dolayı şirkten ayrılmadılar. Peygamberlik hususunda da böyleydiler. O bakımdan peygamberliği inkâr etti­ler. Meyteyi helâl kabul etmek, kanı, şarabı helâl kabul etmek, davarları bahi­re, sâibe ve vasile adlarıyla haram kabul etmek gibi teşriî hükümlerde de on­lar sapıklık içindeydiler. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimelerini andır­maktadır: "Andolsun ki onlardan önce, öncekilerin çoğunluğu sapmışlardı." (Saffat, 37/71); "Sen hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman edecek de­ğildir." (Yusuf, 12/103).

Şüphe yok ki senin Rabbin, kendisinin dosdoğru yolundan sapanları bildi­ği gibi, dosdoğru yolu izleyen ve hidayet bulanları da bilir. Durum müşriklerin zannettikleri gibi değildir. Bu şekilde Yüce Allah, daha önce gelen sapık kimse­lerin yolu ile şirk ehlinin nevalarının ardından gidenlerin yolunu reddetmenin zorunlu olduğunu daha pekiştirici bir halde vurgulayarak, o yoldan sakmdır-maktadır.

Yüce Allah, Allah'tan başkası adına hayvan kesmeyi şirkin esaslarından kabul ettiğinden ve insanların çoğu sapıklık ve küfür içerisinde bulundukların­dan dolayı, Allah'a inancın esaslarından olan bir hususu açıklamaktadır. O da Allah'ın adı anılarak kesilen ve Allah adına boğazlanan hayvanların etlerinden yemektir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin..." Yani putlar adına, heykellere, Allah'tan başkası adına kesilenlerden uzak durup sakının. Üzerlerinde yalnız Allah'ın adı anıl­mış olanlardan yiyin. Eğer sizler hidayete, nura, doğru akideye ileten Allah'ın ayetlerine inanıp tasdik eden kimseler olup bunlarla çelişen şirk, putperestlik ve sapıklığı yalanlayıp reddeden kimseler iseniz, böyle yapacaksınız.

İşte bu, Yüce Allah'ı mümin kullarına, üzerlerine Allah'ın adı anılarak ke­silenleri yemenin açıkça mubah kılındığını bildirmektedir. Böylelikle Allah'a inanç esası daha bir sağlamlaştırılmakta ve kestikleri hayvanları ibadet şekil­lerinden, din ve inanç esaslarından kabul edip kestikleri hayvanlarla ilâhları­na yaklaşmaya çalışan Arap müşrikleri ile onların dışında kalan diğer müşrik­lerin kanaatlerini reddetmektedir.

Ayet-i kerimeden anlaşılan şudur: Kureyş kafirlerinin, kesilmeden ölmüş hayvan etinin ve putları için kesilmişlerin yenmesini kendilerine mubah gördükleri gibi, müslümanlara Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmesi mubah değildir.

Müfessirlerin cumhuru bu ayet-i kerimede iki şekilde anlaşılan bir hasr olduğu görüşündedir. Birincisi, bundan önceki ayet-i kerimede söz konusu edi­len sapıklara uymamak ile ilgili ifadelerdir; ikincisi ise Yüce Allah'ın, "Tabi, onun ayetlerine inananlar iseniz" buyruğundaki şarttan anlaşılmaktadır. Bu­na göre ayet-i kerimenin manası şöyle olur: O halde sizler, yalnızca Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyiniz, bunları aşarak meyte hükmünde olan­ların etinden yemeyiniz. Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın adı anılarak kesilen­lerden yemeyi teşvik etmekte, Allah'ın adı anıldığı halde onlardan yemeyi terk etmeye kendilerini mecbur tutan bahire, sâibe ve bunlara benzer hayvanlar­dan yememelerini reddederek şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor ki, üzerine Allah'ın adı anılan şeylerden yemiyorsunuz..." İşte bunda cahiliye âdetlerini, onların tutarsız itiraz ve kuşkularını reddetmenin zorunlu olduğuna bir işaret vardır.

"... size haram kıldıklarını O uzun uzadıya açıklamıştır." Yani üzerlerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemenize engel olan herhangi bir şey yoktur veya bunlardan yemenize engel olan nedir? Üstelik Yüce Allah şu buyrukların­da sizlere neyi haram kıldığını da açıklamış bulunmaktadır: "De ki: Bana uah-yolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceği içinde ölüden, dökülen kandan, mur­dar olan domuz etinden yahut Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir fısk-tan başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum..." (En'am, 6/145). Bu buyruğun diğer bir anlamı da şudur: Putlar, peygamberler ve salihler gibi Allah'tan baş­kasının adı anılarak kesilenler, helâl kılınanların dışında kalmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah zaruret halini istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali müstesna..." Yani size haram olduğu halde ondan yemek zorunda kaldığınız şeyler müstesnadır. Zaru­ret halinde bunlardan bulduğunuzu yemek, sizin için mubahtır. İşte bu ayet-i kerime ve benzerlerinde şu, "Zaruretler mahzurları mubah kılar" kaidesi ile "Zaruret, miktannca takdir olunur" şeklindeki şer"î kaideler çıkartılmıştır. Da­ha sonra Yüce Allah meyteler ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hay­vanları helâl kabul etmek şeklindeki tutarsız görüşleri hususunda müşriklerin cahilliklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu bir çokları heva ve he­veslerine uyarak bilgisizce saptırıyorlar." Yani kâfirlerin büyük bir çoğunluğu batıl olan heva ve arzularına uyarak kesinlikle hiç bir bilgiye dayalı olmadan helâli haram, haramı da helâl kılmak suretiyle insanları saptırmaktadırlar. On­ların bu yaptıkları nevalarına uymaktan başka bir şey değildir. Allah onların haddi aştıklarını, yalan söylediklerini, iftira ettiklerini çok iyi bilir. Bu haksız­lıklarından ve hadleri aşmalarından dolayı kaçınılmaz olarak onları cezalandı­racaktır. Bahire ve şaibeleri yasalaştıran, meyte yemeyi ve bir peygamber, bir put ya da bir heykelin adı anılarak, Allah'tan başkası adına kesilenleri, yemeyi helâl kabul eden Amr b. Luhay ve onun kavmi bu kabildendir. Daha sonra Yüce Allah bütün günah ve masiyetleri terk etmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın..." Yani açığa vurduğunuzla, gizlisiyle, azıyla, çoğuyla bütün masiyetleri ve bütün haramları işlemeyi terk edin. Bunlar, ister fahişelerle zina gibi azalarla yapılan günahlar olsun, isterse kin, kıs­kançlık, kibir, hile, tuzak gibi kalplerin fiillerinden olsun, isterse de metres, ar­kadaş ve gizli dostlarla zina türünden olsun, değişen bir şey yoktur. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda açıklanan zaruret sınırını aşmak da masiyetlerdendir: "Kim mecbur kalırsa haddi aşmamak ve kimseye saldırıda bulunmamak şartıy­la (yiyebilir); şüphesiz Rabbin günahları bağışlayandır, Rahîm olandır." (En'âm, 6/145); "Kim son derece aç ve çaresiz kalır da günaha meyletmeksizin (yemeye) mecbur kalırsa, şüphesiz Allah bağışlayandır, Rahîm'dir." (Mâide, 5/3).

Günah (ism), sözlükte çirkin olan şey demektir. Şer'an ise Allah'ın haram kıldığıdır. Allah, zararı olmayan hiç bir şeyi haram kılmamıştır. Doğru olan İb-ni Kesir'in de belirttiği gibi ayet-i kerimenin bütün bu hususlarda genel oldu­ğudur. Bu ise sözü edilen husustur. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruk­larını da andırmaktadır: "De ki: Rabbim açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkla­rı haram kılmıştır." (A'raf, 7/33). Bundan dolayı Yüce Allah burada şöyle bu­yurmaktadır: "Çünkü günah işleyenler kazanmakta oldukları yüzünden ceza­landırılacaklardır. " Yani onların işledikleri ister açık ister gizli olsun, şüphesiz Allah bunun cezasını verecektir. Yani Allah, masiyet işleyenleri, tevbe etmeksi­zin isyanları üzere öldükleri takdirde mutlak cezalandıracaktır. Ahmed ve Dâ-rimî'nin hasen bir isnadla rivayet ettikleri en-Newâs b. Sem'ân yoluyla gelen hadis-i şerifte günahın tarifi şöyle yapılmaktadır: "Günah (ism), ruhta huzur­suzluk yapan, kalpte tereddüt doğuran şeydir." Müslim'in rivayetinde ise şöyle­dir: "Günah, nefsinde rahatsızlık uyandıran ve insanların haberdar olmaların­dan hoşlanmadığın şeydir."

Sağlıklı ve samimi olarak tevbe edip günahlarına pişman olan kimseye ge­lince, şüphesiz ki Allah onun işlediği günahları bağışlar. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz. Fakat bunun dışında kalanları dilediği kimselere bağışlar." (Nisa, 4/116). Aynı şekilde kötülüğün sonrasında iyiliği işlemek de kötülüğü siler. Çünkü Yü­ce Allah, "Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir." (Hud, 11/114) buyurmakta­dır. Ebu Zerr, Cündeb b. Cünâde ile Muâz b. Cebel tarafından rivayet edilen Tirmizî'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Kötülüğün akabinde iyilik işle ki o iyilik kötülüğü silsin."

Daha sonra Yüce Allah bundan önceki emirden anlaşılanın zıddını açıkça yasakladığını belirtmektedir ki, o da şudur: "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin." Bundan sonra burada da "Üzerine Allah'ın adı anılmayan­lardan yemeyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey müminler, kesilmeden ve üze­rine Allah'ın adı anılmadan ölenleri de, Allah'tan başkası adına kesilenleri de yemeyiniz. Bunlar ise -müşriklerin putlarına kestikleri gibi Allah'tan başkası adına kesmek ve bu şekilde kesilenlerden yemek- bir fısk ve bir masiyettir. Atâ, Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah Kureyşlilerin putları için kestikleri bir takım kurbanlardan yemeyi yasakladığı gibi, mecusîlerin kestiklerini yemeyi de yasaklamaktadır.

Bu ifadelerden ilk olarak anlaşılan, Allah'ın adının anılmaması şeklindeki hususun hayvanlara tahsis edilmesidir. Böylelikle üzerine Allah'ın adı anılma­mış hayvanlardan yemek yasaklanmaktadır. Buna göre meyte ile Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin yenmesi haram olmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah, meytelerin haram olması hususunda müşriklerin tartışmalarına şöylece cevap vermektedir: "Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar..." Yani ins ve cin şeytanları velileri olan, yardımcıları olan müşriklere Muhammed ve ashabı ile az önce geçtiği şekilde meytenin yenilmesi hususunda tartışmaları için vesveseler ver­mektedir. Şüphesiz ki sizler onların ileri sürdükleri meytenin helâl oluşu husu­sunda kendilerine itaat edecek olursanız, gerçekten siz de onlar gibi müşrik olursunuz. Çünkü o takdirde sizler Allah'ın size verdiği emirlerden sizin için ön gördüğü şeriatın yasalarından başka sözlere yönelmiş, onun emir ve buyrukla­rı yerine başkalarının emir ve buyruklarına öncelik vermiş olursunuz. İşte bu, şirkin ta kendisidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar hahamla­rını, rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31). Tirmizî, bu ayet-i kerimenin tefsirinde Adiyy b. Hâtim'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Ey Allah'ın rasulü! Onlar ilim adamlarına ibadet etmemişlerdi. Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Aksine ettiler. Çünkü ilim adamları kendilerine helâli haram, haramı da helâl kıldılar. Onlar da ilim adamlarına uydular. İşte hal­kın ilim adamlarına ibadetleri buydu."

Zeccâc der ki: Bu buyrukta şuna da delil vardır: Yüce Allah'ın haram kıl­dıklarından herhangi bir şeyi helâl kabul eden, yahut helâl kıldıklarından her­hangi bir şeyi haram kabul eden bir kimse müşriktir. Çünkü bu kimse Al­lah'tan başka bir şeriat ve kanun koyucu tespit etmiş demektir ki, şirk denilen şey de bizzat budur.

Yüce Allah'ın, "Şayet onlara itaat ederseniz..." buyruğunda bir yemin tak­dir edilir. Yani, andolsun ki onlara itaat edecek olursanız, şüphesiz sizler şirk koşmuş olursunuz. Böylelikle yeminin cevabı şartın cevabına gerek bırakma­maktadır. [37]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları ortaya koymaktadır:

1- Müslümanın, Allah'ın adını anarak kestiği hayvanların yenilmesinin mübahlığı.

2- İçilecek şey üzerine, kesim sırasında ve yenilecek her şey üzerine Al­lah'ın adını anmanın emredilmesi.

3- Allah'ın hükümlerine iman, bu hükümleri alıp kabul etmek, aynı za­manda onlara itaat etmeyi de ihtiva etmekte ve gerektirmektedir.

4- Meytelerin, heykellere (Kabe'nin etrafındaki taşlara) ve diğerleri adına kesilip de üzerlerinde Allah'ın adı anılmamış olanların mubah olmamaları.

5- Şer'an zaruret kabul edilen hallerde haram olan şeylerin, o zaruretin gerektirdiği miktarda mubah kılınması.

6- Meyteleri helâl kabul etmek, Allah'tan başkalarının adı anılarak kesi­lenleri helâl kabul etmek gibi müşriklerin asılsız görüşlerine iltifat etmemek.

7- Gizli ya da açık durumlarda olsun, el, ayak gibi organların yaptıkların­da olsun, kıskançlık ve kin gibi kalbî fiillerde olsun bütün masiyetlerin işlen­mesinin haram kılınması.

8- Ceza, kıyamet gününde her türlü masiyete karşı kaçınılmazdır. İsyan­kâr ve günahkârları da mutlak olarak Allah cezalandıracaktır.

9- Haramı helâl, helâli da haram kabul eden, dininde Allah'ın hükümle­rinden başkasına tabi olan herkes kâfir ve müşriktir. Çünkü o Allah'a başkası­nı ortak koşmuş olur, Allah'tan başka şeriat koyucu kabul etmiş olur. Hatta or­tak koştuğu kimsenin dini konusundaki hükmünü Allah'ın hükmüne tercih et­miş olur.

10- Kimi alimler Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan ye­meyin..." buyruğunu, hayvanın, Allah adı anılmaksızın kesilmesi halinde helâl olmayacağına delil göstermişlerdir; kesen Müslüman olsa dahi. Bu mesele ise kasten veya yanılarak Allah'ın adının anılması terk edilmiş hayvanın yenilme­si meselesidir. İlim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptir:

a) Davud ez-Zâhirî der ki: Eğer Müslüman kasten Allah'ın adını anmayı terk eder veya unuttuğundan terk ederse, onun kestiği yenilmez. Çünkü ayet-i kerimenin zahiri bunu ifade etmektedir.

b) Şafiîler ise şöyle demektedir: Allah'ın adının anılması terk edilmiş hay­vanın yenilmesi mutlak olarak helâldir. Çünkü Yüce Allah, "Size meyte, akan kan... kestiğiniz müstesna... haram kılındı."  (Mâide, 5/3) diye buyurmakta ve burada kesilen hayvanı mubah kılmakta, Allah'ın adının anılmasından söz et­memektedir. Allah'ın adının anılması ise, kesmekten anlaşılan anlamın bir parçasını teşkil etmez. Çünkü sözlükte hayvan kesimi, yarmak, açmak demek­tir. Bu da kesim ile gerçekleşir. Yine Şafiîler, Buharî, Ebu Dâvud, Nesaî ve İbni Mace tarafından rivayet edilen şu hadisi de delil gösterirler: Hz. Aişe dedi ki: Ashab, Allah'ın Rasulüne şöyle sordu: "Bizim kavmimiz henüz cahiliyeden yeni çıktılar. Bize et getiriyorlar. Bilemiyoruz, üzerine Allah'ın adını andılar mı an­madılar mı? Bunlardan yiyelim mi?" Resulullah (s.a.) ise şöyle buyurdu: "Siz Allah'ın adını anın ve yiyin." Ebu Dâvud da mürsel bir hadis rivayet etmekte­dir: "Müslümanın kestiği helâldir. Allah'ın adını ister zikretsin ister etmesin." Dârakutnî de şöyle demektedir: "Allah'ın adı her müminin kalbindedir. O adını ister ansın ister anmasın."

Şu kadar var ki her şeyi yerken içerken besmele çekmek müstehap bir sünnettir.

Ayet-i kerimeden maksat, putlar adına kesilendir. Bu yüzden Allah'ın adı­nın anılması terk edilerek kesilmiş bir kimse fasık değildir. Yüce Allah ise, "Çünkü bu bir fisktır" diye buyurmaktadır. Ayrıca Yüce Allah putlar için kesilenlerden yiyen ve bunlara razı olanı müşriklikle nitelendirmiştir. "Ve çünkü bu bir fısktır" buyruğu Allah'tan başkası adı anılarak kesilmiş olanlara hastır. Buna delil ise bir diğer ayet-i kerimedir: "Yahut Allah'tan başkasının adı anıla­rak kesilmiş bulunan birfısk..." (En'âm, 6/145).

c) Cumhurun görüşüne göre ise (Ebu Hanife, Ahmed ve Mâlik) kasten Al­lah'ın adını anmayı terk ederek kesilmiş olan hayvanı yemek haramdır. O hay­van yenmez ve mevtedir. Ancak Allah'ın adının anılması unutularak terk edil­miş yahut da kesen dilsiz bir Müslüman yahut müstekreh (zorlanmış, mecbur tutulmuş) bir kimse ise onun (Allah'ın adını anmayı terk ederek) kestiği yeni­lir.

Hanbelîler şunu da eklemektedir: Yanılarak dahi olsa av üzerinde Allah'ın adını anmayı terk edenin bu avı yenilmez. Yani yanılarak kesilen hayvanın üzerine besmele çekme mükellefiyeti sakıt olur ama, av hayvanından sakıt ol­maz.

Cumhurun delili Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan ye­meyin; çünkü bu bir fısktır" buyruğudur. Hz. Peygamberin sahih hadisteki buyruğu da böyledir: "Kanı akıtılan ve üzerinde Allah'ın adı anılandan ye." Yi­ne Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ın adını an­mak her Müslümanın kalbindedir." Unutan bir kimse ise Allah'ın adını anma­yı terk etmiş değildir. Aksine Allah'ın adı, onun kalbindedir. O bakımdan kasdî olarak Allah'ın adı anılmadan kesilenden yemek haramdır; unutup da terk edilerek kesilmiş hayvan ise Allah'ın adı üzerinde anılmamış olanların kapsa­mına girmez. Kasten davranan bir kimse, unutarak davranan bir kimse hük­münde değildir. Çünkü kasten Allah'ın adını anmayı terk eden bir kimse, ade­ta kalbindeki zikri hatırlamayı nefyetmiş gibidir. [38]

 

Hidayet Bulan Mumın İle Sapık Kafirin Misali

 

122- Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine  insanlar arasında yürüyebileceği bir  nur verdiğimiz kimse, karanlıklarda  kalıp ondan çıkamayan kimse gibi midir hiç? Kâfirlere, işledikleri işte böy-

 lece süsIÜ g°sterilmi*tir-

 12^' ^e böylece her kasabada oranın  ^e" gelenlerini suçlular kıldık; orada  hileler yapsınlar diye. Halbuki yalnız  kendilerine hile yaparlar da farkına  varmazlar.

 

Belagat:

 

"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine..." ifadesi ile "bir nur verdiğimiz kimse karanlıklarda kalıp..." ifadesinde söz konusu edilen ölüm ve hayat ile nur ve karanlıklar istiare yoluyla kullanılmış; ölüm küfür hakkında, hayat iman hak­kında, nur hidayet hakkında ve karanlıklar da sapıklık hakkında ifade edil­miştir. [39]

 

Kelime ve İbareler:

 

Küfür ile "Ölü iken"; hidayet ile "dirilttiğimiz ve kendisine insanlar ara­sında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz bir kimse" böylelikle imanın kendisi olan hakkı diğerinden görerek ayırabilen kişi "karanlıklarda kalıp ondan çıka­mayan" kâfir "kimse gibi midir hiç1?" Müminlere iman süslü gösterildiği gibi "Kâfirlere, işledikleri" yaptıkları küfür ve masiyet "işte böylece süslü" güzel "gösterilmiştir."

"Ve böylece" Mekke'nin fasıklarını, oranın ileri gelenleri kıldığımız gibi "her kasabada oranın ileri gelenlerini suçlular kıldık." İleri gelenler (büyükler anlamına gelen "-ekâbir") başkanlar demektir. Günahkârlar ise çeşitli fesatlar işleyen, zararlı fiil ve sözlerde bulunan kimselerdir. Karye (kasaba), insanların bir araya gelip toplandıkları beldedir. Bu kelime bazen halk ya da ümmet hak­kında da kullanılır. "Orada" imandan alıkoymak suretiyle "hileler yapsınlar diye. Halbuki yalnız kendilerine hile yaparlar." Hile (-mekr), başkasını yapmak istediğinden herhangi bir yolla aldatmak veya sözlü bir yanıltma yoluyla yap­mak istediğinden alıkoymak için girişilen düzen ve tertip demektir, "farkına varmazlar" ve bunun zararı ve vebali kendi aleyhlerine ait olduğundan dolayı yaptıkları hile de yalnız kendi aleyhlerine olur. [40]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ölü iken dirilttiğimiz..." mealindeki 122. ayet-i kerime ile ilgili olarak, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, İbni Abbas'tan şu sözü nakletmektedir: "Bu ayet-i kerime Ömer ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur." İbni Cerîr et-Tabe-rî de ed-Dahhâk'tan buna benzer bir rivayet nakletmektedir. Ebu Bekir el-Hâ-risî ise Zeyd b. Eslem'den buna benzer bir rivayet kaydederek dedi ki: "Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundaki kişi Ömer b. el-Hattab'dır, "karanlıklarda ka­lıp ondan çıkamayan kimse" ise Ebu Cehil b. Hişam'dır.

el-Vâhidî en-Nisaburî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundan kasıt, Hamza b. Abdul-muttalib ile Ebu Cehil'dir. Şöyle ki: Ebu Cehil Resulullah (s.a.)'a bir hayvan pisliği attı. Bu sırada Hamza henüz iman etmemişti. Ebu Cehil'in yaptıkları ona, yenice avdan dönüp daha yayını bile elinden bırakmadığı sırada haber ve­rildi. Kızgınca Ebu Cehil'in yanına kadar gitti ve elindeki yayı ile kafasına vur­du. Ebu Cehil ise bu sırada Hamza'ya yalvaryakar şöyle diyordu: "Ey Ebu Ya'lâ neler getirdiğini görmüyor musun; bizi beyinsizlikle itham etti, ilâhlarımıza küfretti, atalarımıza muhalefet etti." Hz. Hamza da ona şöyle cevap verdi: "Ya sizden daha akılsız, beyinsiz kim var! Allah'ı bırakıp taşlara ibadet ediyorsu­nuz. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, O bir ve tektir, orta­ğı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Muhammed de onun kulu ve rasulüdür." Bu­nun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi, [41]

Böylelikle rivayetler kâfir ve sapık kimsenin Ebu Cehil olduğunu ittifakla belirtirken hidayet bulan müminin ise kimi rivayette Hz. Hamza kimi rivayet­te de Hz. Ömer olduğunu belirtmektedir. Doğrusu ise, İbni Kesir ve Kurtu-bî'nin belirttikleri gibi, ayet-i kerime geneldir ve onun kapsamına her mü'min ve her kâfir girmektedir, [42]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede yeryüzündeki insanların çoğun­luğunun sapık, gülünç zan ve tahminlere tabi olan kimseler olduklarını, müş­riklerin Allah'ın dini hususunda müminlerle mücadele ettiklerini dile getir­mektedir. Daha sonra ise burada hidayet bulan mümin ile sapık kâfirin duru­munu açıklığa kavuşturan bir örnek söz konusu etmektedir. Böylelikle hidayet bulan müminin önceleri ölü iken daha sonra hayat bulan ve kendisini ilgilendi­ren işlerinde yolunu aydınlatacak şekilde kendisine nur verilen bir kimse du­rumuna geldiğini kâfirin ise içine gömüldüğü, asla kurtuluşu mümkün olmayan, bu sebepten de sürekli olarak şaşkınlık içerisinde bulunan ve karanlıklar­da kalmış bir kimse durumunda olduğunu açıklamaktadır. [43]

 

Açıklaması

 

Bu, Yüce Allah'ın daha önceleri ölü, yani sapıklıkta helak olmuş, şaşırmış kalmış iken Allah'ın kendisine hayat verdiği yani kalbini iman ile diriltip hida­yete ilettiği mümin ve karanlıklarda yani bilgisizliklerde, heva ve sapıklıklar içerisinde gömülüp kalmış kâfirin durumlarını açıklamak için verdiği bir ör­nektir.

İşte bu, iman ehli ile küfür ehli arasında bir karşılaştırma veya bir muva­zenedir. Şöyle ki: Bir kişi küfür ve cahillik sebebiyle ölü durumunda iken biz onu iman ile canlandırdık. Ona insanlar arasında yolunu aydınlatacak bir nur verdik. Bu nur ise kesin delil ve belge ile desteklenen Kur'an nuru, hidayet ve iman nurudur.

Bir diğeri ise karanlıklarda, gece karanlığında* bulutların sebep olduğu karanlıklarda, yağmur karanlıklarında yürüyen ve bunlardan bir türlü çıka­mayan kimse yani hiç bir şekilde içinde bulunduğu durumdan kendisini kurta­racak bir çıkar yol bulamayan kimse. Bu iki kişi hiç bir olurlar mı?

Mümin ile kâfir arasındaki karşılaştırmalara dair pek çok ayet-i kerime varit olmuştur ki bunların bazıları şöyledir: "Yüzükoyun kapaklanmış olarak yürüyen kimse mi daha doğru yol üzeredir, yoksa dosdoğru yol üzerinde sağa sola sapmadan dimdik yürüyen kimse mi?" (Mülk, 67/22); "Bu iki kesimin mi­sali kör ile sağır ve gören ile işitene benzer. Örnek itibariyle bunlar bir olurlar mı, hiç öğüt ve ibret almaz mısınız?" (Hûd, 11/24); "Kör ile gören bir olmaz, ka­ranlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak (bir olmaz); dirilerle ölüler bir olmaz. Şüp­hesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin. Sen an­cak bir uyarıcısın." (Fatır, 35/19-23).

İmana yol bulup hidayete ermekle küfür ve sapıklıkların karanlıklarına gömülmek insana bağlı bir sebeple ve onun tercihi dolayısıyla olduğuna göre, elbetteki yüce Allah müminin hayra olan başarısını artırır, küfrün uçsuz bu­caksız vadilerinde yol alan kâfirleri de kendi hallerine bırakır. Bundan dolayı Yüce Allah ayet-i kerimeyi "Kâfirlere işledikleri işte böylece süslü gösterilmiş­tir" buyruğu ile sona erdirmektedir. Yani müminlere imanı güzel ve süslü gös­terdiği gibi, kâfirlere de küfür ve masiyetleri süslü göstermiştir. Yani her bir kesime, yaptığı işi güzel göstermiştir. Müminlerin gözlerinde imanı güzel gös­terirken kâfirlerin gözlerinde de küfür, cehalet ve sapıklığı güzel göstermiştir. Resulullah (s.a.)'a düşmanlık, Allah'tan başkasına kurban sunmak, Allah'ın haram kılmadıklarını haram, helâl kılmadıklarını da helâl kılmak gibi.

İbni Kesir der ki: Onlara içinde bulundukları cehalet ve sapıklık Allah'tan bir kader ve sonsuz bir hikmet olmak üzere süslü gösterilmiştir. Allah'tan baş­ka hiç bir ilâh yoktur, O bir ve tektir, ortaksızdır. İbni Kesir daha sonra az önce geçen mümin ile kâfir arasındaki karşılaştırmaya dair İmam Ahmed tarafından Müsned 'inde rivayet edilen Resulullah (s.a.)'m şu hadisini de kaydetmek­tedir: "Muhakkak Allah mahlûkatını bir karanlıkta yarattı. Sonra üzerlerine nurundan serpti. Bu nurun isabet ettiği kimseler hidayet buldu, bu nurun isa­bet etmediği kimseler ise sapıttı." [44]

Daha sonra Yüce Allah, insanlar hakkındaki değişmez sünnetine delâlet eden şu buyruğunu irad etmektedir: 'Ve böylece her kasabada oranın ileri ge­lenlerini suçlular kıldık..." Yani Mekkelilere yaptıkları işler süslü ve güzel gös­terilip Allah aynı zamanda fasık kimseleri oranın ileri gelenleri kıldığı gibi, her kasabanın büyük suçlularını da oranın başkanları kıldı. Bunlar küfre çağıran, Allah'ın yolundan alıkoyan kimselerdir. Ta ki bunlar Allah'ın yolundan alıkoy­mak maksadıyla o kasabada türlü hile ve tuzaklar yapsınlar. Çünkü onlar bu durumlarında düzenler kurmaya, aldatmaya ve insanlar arasında batılın revaç bulmasını sağlamaya, nüfuzları, egemenlik ve tahakkümleri dolayısıyla daha bir muktedirdirler.

İşte insan toplumlarında Allah'ın sünneti budur. Hak ile batıl arasında bir anlaşmazlık ortaya çıkar. İman ile küfür arasında mücadele gittikçe kızışır. Her bir yolun yardımcıları, destekleyicileri vardır. Efendileri, büyükleri vardır. Peygamberler, onların izinden giden ıslahatçılar, işte bu şekilde çarpışan ve ça­tışan ortamda ortaya çıkarlar. Zayıflar onlara tabi olur. İleri gelenler onlara karşı çıkar, inkâr eder. Orta tabakadakiler de bunlara yardımcı olur. Islah, iler­leme, yapıcılık ve uygarlık hareketine her ortam ve toplumda karşı çıkan, ileri gelen büyük suçlu ve günahkârlar ise, onların davetlerine karşı durur, direnir. Fakat sonunda güzel akıbet ve zafer, ıslahtan yana takvalılanndır. Bozgun ya­hut yok olmak ve yardımsız kalmak ise, fesat çıkartan kâfirleredir. Peygamber­lere düşmanlık eden bu büyük suçlular, ancak kendilerine karşı tuzak kurar­lar. Çünkü bu tuzaklarının vebali kendi aleyhlerinedir. Çıkardıkları fesadın akıbeti onları gelip bulur, fakat onlar geleceğe ve vakıaya bakmaktan acizdir­ler. Geçmişten ibret alamıyorlar. Duygu ve hisleri yoktur. İşlerinin boyutları ile ilgili olarak doğru ve sağlıklı bir değerlendirme yapacak şuura sahip değiller­dir.

Bu ise "hayatta kalma çatışması" veya "uygun olanın kalması" diye ün ka­zanmış toplumsal kaideyi Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi destekle­mektedir: "Köpük atılır gider. İnsanlara faydalı olan şeye gelince, işte bu, yeryü­zünde kalır." (Ra'd, 23/17).

Bu aynı şekilde önceden geçenlerde de izlenen bir sünnet (ilâhî bir yasa) halini almıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar farkında olmaksızın bir düzen kurduk. Şimdi onların kurdukları dü­zenin akıbetinin nasıl olduğuna bir bak! Şüphesiz biz onları ve kavimlerini top­luca helak ettik." (Nemi, 27/50-51). Yani nüfuz ve konumlarını korumak üzere türlü hileler yapanlar yaptıkları bu hile ve tuzakların sonunda kendilerini de gelip bulacağının farkında değillerdi. Çünkü onlar Allah'ın kulları hakkında belirlemiş olduğu sünnetlerini bilmeyen cahillerdi. "Kötü düzen ancak onun sa­hiplerini kuşatır." (Fatır, 35/43). [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Hidayet bulan mümin, önceleri ölü iken Allah'ın dirilttiği kimseye ben­zer. İşte huzurlu, olgun, dosdoğru ve sağlıklı hayat hakkına sahip olmak nimeti buna verilir. Çünkü böyle bir kimse kendisini, amelini ve gidişini tam bir basi­ret üzre yönlendirir. Dinini ve tatlı emellerle, büyük hayırlarla, ebedi nimetler­le dolu kendisini bekleyen geleceğini bütün incelikleriyle bilir.

Sapık kâfir ise aslında iyice yoğunlaşmış karanlıklar içerisinde yaşar. Kü­für karanlığı, yol ve yöntem karanlığı, belirsiz çeşitli azap, darlık, şaşkınlık, huzursuzluk ve ızdıraplarla dolup taşan belirsiz gelecek karanlığı.

2- İleri gelen suçluların, fısk ve isyan önderlerinin, peygamberlere düş­manlık besleyen her çağda ıslahat hareketlerine karşı direnen sapık kimsele­rin nüfuz ve egemenlik sahibi olmaları, Allah'ın insan toplumundaki bir sünne­tidir. Fakat güzel akıbet, umduğunu elde etmek ve nihayette kurtuluş hak, iman ve istikamet ehlinedir. Hüsran, helak olmak ve tuzakların vebali ise kü­für ve sapıklaradır. İşte bu Allah'tandır ve bu, hile ve tuzak kuranların acıklı bir azapla cezalandırılmasıdır. Bununla birlikte onlar şu anda aşırı cahillikleri sebebiyle bu tuzak ve hilelerinin vebalinin kendilerini gelip bulacağının farkın­da değillerdir.

Müfessirler Yüce Allah'ın, "Kâfirlere işledikleri işte böylece süslü gösteril­miştir" buyruğu ile ilgili olarak cebir ve kader meselesini gündeme getirmiş­lerdir. Ehl-i Sünnet der ki: Burada süsleyici Yüce Allah'tır. Çünkü yapılan her bir iş yine Yüce Allah'ın yaratması ile ortaya çıkan bir itici sebebe bağlıdır. İtici sebep veya buna davet eden husus ise yapılan işin bir fayda ve bir salah ihtiva ettiğine dair bir bilgi, inanç veya zandan ibarettir. İşte bu itici sebep süsleme­nin kendisidir. Bu itici sebebi veya bunu çağrıştıran hususu var eden Allah ol­duğuna göre, amellerin süsleyicisi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi mutlak olarak Allah'tır: "Biz onlara amellerini süslü gösterdik." (Nemi, 27/4).

Mutezile ise der ki: Burada sözü geçen süsleyici, "Andolsun onların topunu azdırıp saptıracağım" diye yemin eden şeytanın kendisidir. Bu görüş ise garip ve zayıf bir görüştür. Çünkü Yüce Allah süsleyenin kendisi olduğunu açıkça ifade etmiştir, ondan başka bir süsleyicinin varlığı söz konusu değildir. [46]

 

Müşriklerin İnatlaşmaları Ve Peygamberlik İstemeleri

 

124- Onlara bir ayet geldiği zaman der-Içr kit "Allah'ın pşygamberlerine yeri­len gibi bize- de verilmedikçe asla iman etmeyiz." Allah risaletini nereye vere­ceğini en iyi bilendir. Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık yüzünden Al­lah katından bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir.

 

İ'rab:

 

"Allah risaletini... en iyi bilendir" buyruğu mübteda ve haberden oluşan bir cümledir. Onların isteklerini reddetmek üzere başlanan yeni bir ifadedir. Ayrıca Allah'ın peygamberliğe elverişli olduğunu bildiği kimselerden başkasını seçmediğini haber vermekte ve bunlar arasından peygamberliği kime vereceği­ni de en iyi bildiğini ifade etmektedir. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara" yani Mekkelilere "bir ayet" Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu mutlak surette ortaya koyan bir işaret, kesin bir belge ve bir delil "geldiği za­man derler ki: Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz." Onlara verilen risalet ve vahiy bize verilmedikçe... Çünkü bi­zim malımız daha çok ve biz daha da yaşlıyız.

"Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir." Yani Allah risaleti nere­ye vereceğini, onun için nerenin uygun olduğunu bilir ve oraya tevdi eder; bun­lar ise bu işe ehil değillerdir. "Suç işleyenlere" böyle bir söz söylemek suretiyle suç irtikap edenlere "bir horluk" küfür ve tuğyanları sebebiyle bir zillet ve aşa­ğılanma "ve şiddetli bir azap" dünyada esir edilmek, öldürülmek, ahirette de cehennem azabı "erişecektir." [48]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayet-i kerime Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. O şöyle demiş­ti: Peygamberlik hak olsaydı ben bu işe Muhammed'den daha lâyıktım. Çünkü hem benim yaşım daha büyük, hem de benim mal ve evladım ondan daha çoktur.[49]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah insanlar arasındaki sünnetini önce şu şekilde açıkladı: Her bir belde veya toplumda suçlu ileri gelenler grubu olur. Bunlar da peygamberlerin ve ıslah davetlerinin karşısına dururlar. Yüce Allah bu sünnetini açıkladıktan sonra burada bu sünnetin Mekke'deki ileri gelenler hakkında da görüldüğünü açıklamaktadır. Onların hile ve kıskançlıkları, Muhammed (s.a.)'in peygamber­liğine delâlet eden mutlak bir mucizenin ortaya çıkması halinde, kendilerini, "Hayır, Allah tarafından bu makamın bir benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz" demeye itmiştir. [50]

 

Açıklaması

 

"Onlara" yani müşriklere Allah Rasulünün vahyini tebliğ etmesinde doğ­ruluğunu ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'den kesin bir delil, bir belge veya bir ayet geldiği her seferinde kıskançlıkları, inatlaşmaları, gururları, peygamberliğin dünyevî bir makam olduğunu sanmaları dolayısıyla şöyle demişlerdir: Muham­med (a.s)'in Allah'tan verilen bu makamının bir benzerine biz de nail olmadık­ça ve bizim vasıtamızla da Musa'nın denizi yarması, İsa'nın anadan doğma kö­rü, alacalıları iyileştirip ölüleri diriltmesi gibi, Allah'ın peygamberine verilen kevnî bir ayet veya bir mucizenin benzeri de bizim vasıtamızla ortaya çıkma­dıkça asla iman etmeyeceğiz. Çünkü bunlar servetlerinin, evlatlarının daha çok, daha güçlü, insanlar arasında daha üstün bir mevkiye sahip olduklarını söylüyorlardı.

İbni Kesir der ki: "Melekler Allah'tan diğer peygamberlere getirdikleri gibi bize de peygamberlik getirmedikçe (iman etmeyeceğiz)" demek istiyorlar. Nite-. kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki: Üzerimize melekler indirilmeli yahut da Rabbimizi görmeli değil miyiz?" (Fur-kân, 25/21).

Böylelikle Mekke müşriklerinin arasında Kureyş'in ileri gelenlerinin, ara­larından birisine peygamberliğin verilmesini beklediklerini, buna göz diktikle­rini açıkça görüyoruz. Nitekim Yüce Allah onların şu sözlerini bize nakletmek­tedir: 'Ve dediler ki: Kur'an şu iki kasabadan büyük birisine indirilmeli değil miydi? Rabbinin rahmetini paylaştıran onlar mıdır?" (Zuhruf, 43/31). Burada sözü geçen iki kasaba Mekke ve Taiftir. Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle bu-yurulmaktadır: "Hayır, onlardan her birisi kendisine açılmış sahifeler verilme­sini ister..." (Müddessir, 74/52).

Yüce Allah onlara, "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir" buy­ruğu ile cevabını vermektedir. Yani risaletini nereye vereceğini ve insanlar arasmdan kimin bu görevi yapmaya ehil olduğunu en iyi O bilir. Risalet özel esas­ları olan dinî bir mevkidir. Bu, Allah'ın bir lütfudur. O bu lütfunu kullarından dilediğine bağışlar. Hiç bir kimse kazanç, gayret, sebep veya nesep ya da mal, evlat, önderlik, nüfuz gibi normal dünyevî bir takım özellikler dolayısıyla bu makamı elde edemez. Aksine bu yüce makam, fıtratının selâmeti, kalbinin te­mizliği, ruhunun kuvveti, yaşayışının güzelliği, hayır ve hakka olan sevgisi do­layısıyla ehil olana verilen bir görevdir.

Daha sonra Yüce Allah Peygamber (s.a.)'in davetine iman etmekten geri duranları şu buyruklanyla tehdit etmektedir: "Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık yüzünden ... bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir." Yani bu suçlu günahkârlara kıyamet gününde kesintisiz, sürekli bir horluk ve bir aşağılanma verilecektir. Ayrıca oldukça çetin ve can yakıcı azap da gelip onları bulacaktır. Bu da onların yaptıkları hilelerin, peygamberlere tabi olmayı ve getirdikleri mesajlar hususunda onların itaatine girmeyi büyüklüklerine yediremeyişleri-nin bir cezasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz bana iba­deti büyüklüklerine yediremeyenler cehenneme horlanmış halde" yani küçül­müş, zelil ve hakir halde "gireceklerdir." (Mü'min, 40/60)

Hile ve tuzak -mekr, hile ve aldatmayı gizlice ve çaktırmadan yapmaktır-çoğunlukla gizlice yapılan bir şey olduğu için bunu yapanlar kıyamet gününde amellerine uygun bir ceza olmak üzere, Allah tarafından oldukça çetin bir azapla azaplandınlarak karşılık göreceklerdir: "Rabbin hiç bir kimseye zulmet­mez." (Kehf, 18/49).

Azabın Allah'tan olmasının anlamı ise şudur: Böyle bir azabı O'nun hük­mü ve adaleti gerektirmiştir. Bu konuda ezelden beri takdiri vardır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan öncekiler yalanla­dı. Bunun üzerine azabımız onlara farkına varmadıkları yerden geldi. Böylelik­le Allah dünya hayatında kendilerine rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı da elbette ki daha büyüktür. Eğer bilselerdi." (Zümer, 39/25-26). [51]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Nübüvvet veya risalet bu konuda kendisine güvenilen, onu yüklenmeye ehil olan, sıkıntılarına katlanmaya daha muktedir olan kimselere bağışlanır. Nübüvvet, nüfuz, sulta yahut mal mevki ya da nesep veya yardımcı ve evlat çokluğuna dayalı olarak verilen dünya mevkilerinden herhangi bir mevki gibi değildir.

İnsanların yapacakları tek şey ise peygamberlerin getirdiklerine iman et­mektir. Çünkü onların peygamberlikleri kesin bir delil ve olağanüstü bir muci­ze ile ispatlanır.

İman etmeyecek olurlarsa onlara küçüklük, zillet ve aşağılanma ile ahiret-te de çetin bir ilâhî azap gelip çatar. Bu da onların günahkârlıkları, güç ve hile­leri, kıskançlık ve kinleri sebebiyledir. Bu ceza hak ve adaletin kendisidir. Çün­kü itaat edenler ile isyankârların birbirlerinden ayırt edilmesi gerekir. Burada küçüklük azabının gelecek uhrevî azaptan önce söz konusu ediliş sebebi, Mek­ke müşriklerinin güç, kuvvet ve şeref arzusuyla Muhammed (s.a.)'e itaati ka­bul etmeyişlerinden dolayıdır. Allah da onların istek ve arzularının tam zıddı ile onlara karşılık verir.

Ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak meşhur olan şu olur: Mekke ileri gelenleri Muhammed (s.a.)'in nail olduğu gibi onlar da peygamberlik ve risalet elde etmek istediler. Tabi olan değil, tabi olunan kimseler olmak istediler.

Fakat Yüce Allah onlara kendilerinin peygamberliğe ehil kimseler olma­dıklarını, aynı şekilde küçüklüğe, horluk ve zillete düşürüleceklerini ve cehen­neme atılmaya maruz kalacaklarını da belirtti. İşte büyüklük taslayarak yer­yüzünde üstünlük sağlamak arzusuyla ve dikbaşlılık ederek peygamberlere uy­maktan yüz çevirenlerin cezası budur. [52]

 

İmana İstidadı Olanlarla Olmayanlar Hakkındaki İlâhî Sünnet İle Hakkın Ve Hak Yolunun Açıklanmasından Sonra İman Ehlinin Mükâfatı, Kâfirlerin Lâyık Oldukları Ceza

 

125- Allah kimi hidayete erdirmek is­terse onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse onu da göğe yük-seliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlığı çökertir.

126- Ve işte bu, Rabbinin dosdoğru yo­ludur. Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen bir topluluk için uzun uzadı-ya açıkladık.

127- Rableri katında selâm yurdu onla­ra aittir. İşlediklerinden ötürü Allah onların velisidir.

128-  O gün ki (Allah) onların hepsini (huzurunda) toplayacaktır. "Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu yol­dan çıkardınız ha?" Onların velileri olan insanlar da diyecek ki: "Rabbi-miz, kimimiz kimimizden faydalandık ve bize takdir ettiğin ecelimize ulaş­tık." Buyurur ki: "Devamlı kalmak üze­re durağınız ateştir, Allah'ın diledikle­ri müstesna." Muhakkak ki Rabbin Ha­kimdir, Alimdir.

 

Belagat:

 

"İnsanlardan bir çoğunu yoldan çıkardınız ha?" buyruğunda hazf ile îcâz vardır. Yani sizler insanları kandırıp saptırmakta çok aşırıya gittiniz. Nitekim "kimimiz kimimizden faydalandık" buyruğunda da böyledir. Yani insanlardan kimisi bazı cinlerden faydalandığı gibi, bazı cinler de bazı insanlardan fayda­landı.

"Durağınız ateştir" buyruğunda, her iki kelimenin de Lam'ı tarifli (belir­tili) olarak gelmesi hasr ifade etmek içindir. [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... onun kalbini İslâm'a açar." İman ve hayrı kabul etmesi için ona geniş­lik verir veya kalbine bir nur bırakır ve bundan ötürü kalbinde iman için bir genişlik olur ve onu kabul eder; bir hadis-i şerifte varit olduğu gibi. Maksat ise insanın iç dünyasıyla hakkı kabule hazır hale getirilmesidir. "Göğe yükseliyor-muş gibi", gökte yukarı doğru çıkıyor, feza boşluğunda uçuyormuş ve adeta iman kendisine teklif edildiğinde kendisine çok ağır geldiğinden dolayı imkân­sız bir işi yapmaya kalkışıyormuş gibi olur. "kalbini daraltır"; darlık, genişliğin zıddıdır. "sıkar", bu da darlığın ileri bir derecesidir. "Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlığı çökertir." Yani Allah azabı veya şeytanı ona mu­sallat kılar. Murdarlık (er-ricz) aslında maddeten, şer'an veya aklen pis görü­len, kendisinden tiksinilen her şeydir. "İşte bu" Muhammed'in yolu ve dini, "Rabbinin dosdoğru yoludur," yani herhangi bir eğriliği ve sapması bulunma­yan Allah'ın insanlar için beğenip seçtiği yoludur. "Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen", öğüt alan "bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık." İbret alanlar­dan özellikle söz edilmesi, ayetlerden yararlanan kimselerin onlar olduğundan dolayıdır.

"Selâm yurdu" esenlik yurdu olan cennet "onlara aittir; ... Allah onların velisidir." İşlerini üzerine alandır ve kederlendirip tasalandıran hususlarda onlara yeter. "Ey cin topluluğu", topluluk anlamına gelen "mahşer" yalnızca erkeklerden meydana gelen kalabalığa denilir. "İnsanlardan bir çoğunu yoldan çıkardınız ha!" Yani onlardan bir çoğunu saptırdınız. "Onların velileri olan in­sanlar" yani verdikleri vesveselerde cinlere itaat eden insanlar; " diyecekler ki Rabbimiz: Kimimiz kimimizden faydalandık." Yani insanlar cinlerin kendileri­ne şehvet ve arzularını süslemelerinden yararlandı, cinler de insanların kendi­lerine itaatinden faydalandı, "ve bize takdir ettiğin ecelimize ulaştık." Öldük­ten sonra dirilişe ve amellerin karşılığının görüleceği güne veya ölüme ulaştık. "Devamlı kalmak üzere durağınız ateştir" barınacağınız yer orasıdır. "Allah'ın diledikleri müstesna"; Allah'ın dilediği ve hamîm'den içmek üzere dışarıya çı­kacakları zamanlar müstesna. Çünkü hamîm suyu cehennemin dışındadır. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra onların dönüşü elbette Cehenneme olacaktır." (Saffat, 37/68). Veya cehennem azabından Zem-herîr azabına nakledileceklerdir. "Rabbin Hakîm'dir" yani yaratmasında; "Alîm'dir" yarattıklarının durumu hakkında. [54]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler müşriklerin inatla takındıkları tavırlarının tartışılma­sının, onlara cevap verilmesinin delil ve şüphelerinin çürütülmesinin bir deva­mıdır. Bu ayetler şimdi işi kestirmekte ve bitirmektedir. Onların imana ehil ol­madıklarını, onu kabule istidatlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Tıpkı bundan önceki ayet-i kerimede peygamberliğe ehil olmadığını açıkladıkları gi­bi. Durum her ne olursa olsun hak yol artık basiret sahibi herkes için açık se­çik ortadadır. Allah'ın hoşnut olacağı istikamet yolu bütün insanlık için açıklık kazanmıştır. Kim bu yolu kabul ederse onun için esenlik yurdu vardır. Ondan yüz çevirene ise cehennem azabı vardır. İşte bu cezadan önce ise haşir ve hesap gerçekleşecektir. Kâfirlere karşı delilin ortaya konulması söz konusudur. [55]

 

Açıklaması

 

Bundan önceki ayet-i kerimeden müşriklerin inat ve gururlarının cezası ile karşılaşacaklarını öğrendik. Burada ise açık ve ayırt edici sözle karşı karşı-yayız. O da şudur: İş bütünüyle Allah'ındır. Herhangi bir kimse müşriklerin İs­lâm çağrısından yüz çevirmeleri dolayısıyla üzülüp kederlenmesin. Hakka, hayra ve İslâm'a muvaffakiyet vermek istediği ve Allah'ın irade ve takdiri ge­reği Kur"an çağrısını kabule ehil kıldığı kimsenin Allah kalbine genişlik verir. Bu iş için ona kolaylık verir, bu konuda ona bir gayret bahşeder; Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah'ın İslâm için kalbine genişlik verip de Rabbinden bir nur üzre olan kimse..." (Zümer, 39/22); "Fakat Allah imanı size sevdirmiş ve kalplerinizde onu süslemiştir..." (Hucurât, 49/7)

İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Onun kalbini İslâm'a açar" buyruğu ile ilgili olarak şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Allah böylesinin kalbini tev­hide ve kendisine imana açar, bunun için kalbine genişlik verir. Bu da zahir ve kabul gören bir açıklamadır.

Abdürrezzak'm Ebu Ca'fer yoluyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: Resulullah (s.a.)'a şu "Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..." ayeti hakkında soru soruldu ve şöyle dediler: "Ey Al­lah'ın Rasulü! Allah böyle bir kimsenin kalbini nasıl açar?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Bu kalbine bıraktığı bir nurdur. Böylelikle kalbi onun için açılır ve genişler." Ashab-ı kiram yine sordular: "Peki bunun gerçekleştiğini kendisi vasıtasıyla bileceğimiz bir emaresi var mıdır?" Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebedîlik yurduna yönelme, aldanış yurdundan uzaklaşma, ölümle karşılaşmadan önce ise ölüm için hazırlanmadır."

İbni Ebi Hatim ile İbni Cerîr et-Taberî de yine Ebu Ca'fer'den şöyle dediği­ni rivayet ederler: Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerime hakkında şöyle buyurmuş­tur: "İman kalbe girdi mi kalp o iman için açılır ve genişler." Ey Allah'ın rasu­lü bunun için bir emare var mıdır? diye sorulunca, Resulullah (s.a.) "Evet, ebe­dîlik yurduna yöneliş, aldanış yurdundan uzaklaşma, ölümden önce de ölüm için hazırlanmadır" diye buyurdu. [56] Böyle bir nur ise uygun olan yerde bıra­kılır. Bu, fıtratı güzel, temiz kalmış, hayra istidad ve hakka bağlanma meyli bulunan ruhtur.

Fıtratı şirk ile bozulmuş, günahlarla kirlenmiş olan ise kalbinde kendisini imandan uzak tutacak, hayrın içine girmesini önleyip gizleyecek ileri derecede bir darlık bulur. Böylesinin misali atmosferin yüksek tabakalarında yukarıla­ra, semaya doğru yükselen kimsenin durumuna benzer. Bu kişi böyle bir durumda oldukça ileri derecede nefes alma sıkıntısı çeker. Adeta imkânsız bir iş yapıyormuş gibi olur. Çünkü semaya doğru yükselmek insan gücü açısından imkânsız ve uzak görülen, kolay kolay güç yetirilemeyen şeye bir misaldir.

İmana istidadını yitirdiği için Yüce Allah sapmasını dilediğinin kalbini dar ve sıkıntılı yaptığı gibi, aynı şekilde böyle birisine ve onun gibi Allah'a ve peygamberine imandan yüz çevirene şeytanları musallat kılar. Şeytan böylele-rini azdırır ve Allah'ın yolundan alıkoyar. [57] Rics (murdarlık) ise, Mücahid'in de dediği gibi, "kendisinde hayır bulunmayan her şey"dir yahut da Abdurrah-man b. Zeyd b. Eslem'in dediği gibi, "azap"tır. Çünkü azaba götüren davranış budur. O durumda kelime ızdırap anlamına gelen irticâz'dan gelmektedir. Ze-mahşerî der ki: Ricz, yardımsız kalmak ve hakka muvaffakiyetin engellenmesi anlamına gelir.

"Ve işte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur." Yani Rabbinin hidayete ulaştır­mak istediği kimsenin kalbini kendisine açtığı İslâm budur. Ve bu, Rabbinin insanlar için beğenip seçtiği hikmetin de gerekli gördüğü yoludur. Yüce Allah, "dosdoğru" ifadesi ile bunu tekit etmektedir. Yani onun yolu hiç bir eğriliği bu­lunmayan doğru bir yoldur. Bunun tekit oluş sebebi, esasen Allah'ın yolunun dosdoğru olmaktan başka bir şekilde olmasının düşünülememesidir. Onun dı­şındaki yollar ise eğridir ve sapık yollardır. Nitekim Peygamber (s.a.), Ahmed ve Tirmizî'nin naklettiğine göre Hz. Ali'den Kur"an-ı Kerim'in nitelendirilmesi ile ilgili olarak şu buyruğunu nakletmektedirler: "O, Allah'ın dosdoğru yoludur, Allah'ın sapasağlam ipidir. O hikmet dolu öğüttür ve apaçık nurdur."

"Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen bir topluluk için uzun uzadıya açık­ladık." Yani biz bu ayetleri anlayışları, kavrayışları bulunan, Allah ve Rasu-lünden gelenlere akıl erdiren bir topluluk için açıkladık, beyan ettik, vuzuha kavuşturduk.

Bu dosdoğru yoldan ayrılmayan kimseler için ise esenlik ve huzur yurdu olan cennet vardır. Çünkü bunlar peygamberlerin yolundan sapmamışlardır. "Rableri katında" yani kıyamet gününde "selâm yurdu onlara aittir." "ve Allah onların velisidir", yani işlerini gören, onlara yeterli olandır. Bu ise salih amel­lerinin bir karşılığıdır.

Ey Muhammedi Sana anlattıklarımız ve kendisiyle onları uyaracağın şey­ler arasında hepsini insanlarıyla, cinleriyle bir araya getirip toplayacağım Haşr gününü, onlara şöyle diyeceğimiz zamanı hatırlat: Ey cinler topluluğu! Sizler insanları çokça saptırıp azdırdınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizden pek çok toplulukları saptırmıştır. Siz hiç akıl etmiyor muydunuz?" (Yasin, 36/62). Cinlere itaat edip onların vesvese­lerinden yararlanan, onları kendilerine veli ve dost edinen insanlar ise, Yüce Allah'a cevap verirken "Her birimiz diğerinden yararlandı. İnsanlar kendileri­ne şehvet ve arzularının yollarını ve bunları elde etme yollarını göstermek su­retiyle şeytanlardan yararlandıkları gibi, cinler de kendilerine itaat etmeleri sebebiyle ve kendi maksatlarını gerçekleştirmek için yardımcı olmaları dolayı­sıyla insanlardan yararlandılar" diyeceklerdir.

"Ve bizim için tayin ettiğin süreye yani ölüme kavuştuk." Yahut onlar bu­nunla diriliş gününü kastedeceklerdir. Bu sözler onların şeytanlara itaat edip nevalarına tabi olduklarını, öldükten sonra dirilişi yalanladıklarını ortaya ko­yan bir itirafları olacaktır. Yani bu sözden kasıt şudur: Bizler oldukça dehşetli bir gün olan bu diriliş ve ceza gününde günahlarımızı itiraf ediyoruz. Artık hakkımızda dilediğin şekilde hüküm ver. Sen hakimler hakimisin. Andolsun bizler dünyadaki kusurlarımız dolayısıyla hasret ve pişmanlığımızı işte açıkça ortaya koyuyoruz.

Hak Teâlâ onlara şu cevabı verecektir: Barınacağınız ve konaklayacağınız yer cehennemdir. Sizler de onlar da, sizin veli ve dostlarınız da hepiniz orada ebediyyen sonsuza dek kalacaksınız. Ancak Allah'ın Hamîm suyundan içmek için cehennemden çıkmanızı dileyeceği veya cehennem azabından Zemherîr azabına geçişin hali bundan müstesnadır. Esasen bu iki halden her birisi de bir azaptan bir diğer azaba, geçiş olacaktır. Rivayet olunduğuna göre onlar azap içerisinde Zemherîr vadilerinden birisine girecekler ve bundan dolayı eklemleri biribirlerinden ayrılacak, bunun üzerine adeta uluyacaklar ve tekrar cehenne­me döndürülmelerini isteyeceklerdir. "Muhakkak ki Rabbin Hakîm'dir." Hik­metine uygun olarak insanların amellerine karşılık verir. "Alîm'dir", her kesi­min neye lâyık olduğunu, neyi hak ettiğini çok iyi bilir.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar ora­da, Rabbinin dilediği müstesna, gökler ve yer devam ettiği sürece ebedî kalacak­lardır. Şüphesiz Rabbin dilediği her şeyi yapandır." (Hûd, 11/107). Burada ge­rek bu ayet-i kerimenin tefsiri gerekse söz konusu ettiğimiz buyruk ile ilgili olarak îbni Cerîr et-Taberî, İbni Ebi Hatim ve İbnü'l-Münzir ile Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân'm İbni Abbas'tan naklettikleri şu sözü göz önünde bulundurmak yerin­de olacaktır: "Bu ayet-i kerime, herhangi bir kimsenin, Allah'a karşı insanlar hakkında hüküm vermemesi ve onları cennet veya cehenneme göndermemesi (yani, şu cennetliktir, ya da cehennemliktir, diye kesin hüküm vermemesi) ge­rektiğini ortaya koymaktadır." [58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Allah kimi hidayete erdirmek isterse..." ayet-i kerimesi insanın hidayete erdirilmesinde, imana hak ve hayra muvaffak kılınmasında Allah'ın irade sa­hibi olduğunu ortaya koymaktadır.

Sapıklığın ve hidayetin Allah'tan olduğunu açıklamak sadedinde ehl-i sün­net bu ayeti kerimeyi delil gösterirler. Yani bu sapıklığı ve hidayeti yaratmak Allah'tandır. Şu anlamda ki: Kul imana da kadirdir, küfre de kadirdir. Onun bu iki hususa güç yetirmesi eşittir. Fakat böyle bir şeye güç yetirebilmek, ruhta buna meyleden bir duygunun ortaya çıkmasına; kalpte ya imana veya küfre ça­ğıran bir davetçinin olmasına bağlıdır. İşte bu itici güç yahut davetçi onun ya­pacağı o işin bir maslahat veya bir zararı ihtiva ettiğine dair bilgi olması veya buna inanması yahut bunu zannetmesi şeklindedir. Eğer kalpte maslahat ya da menfaate meyil oluşursa, o şeyi yapar. Eğer kalpte zarar veya mefsedet olan bir şeye meyil oluşursa, o şeyi de terk eder. Bu meyil ve çağnştırıcı sebeplerin ortaya çıkması ancak Yüce Allah'tandır. İnsan kudreti ile birlikte bu ilâhî çağ-rıştıncı, o fiili yapmayı gerektirir. Buna göre kuldan imanın sadır olabilmesi, ancak Allah'ın onun kalbinde imanın faydası ağır basan ve maslahatı üstün olan bir iş olduğuna dair inanç ortaya çıktığı takdirde meydana gelir. Yani bu hususta zatî kanaatin oluşmasıyla gerçekleşir. Kalpte böyle böyle bir inanış vü­cuda geldi mi kalp ona meyleder ve onu elde edip kazanmayı arzu duyar. İşte kalbin imana açılması bu demektir. [59]

İşte bu, ayet-i kerimenin tefsirinde zikretmiş olduğumuz Peygamber (s.a.)'in kalbin açılması ile ilgili hadisine de uygun düşmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "O, Allah'ın müminin kalbine bıraktığı bir nurdur. Böylelikle kalp ona açılır ve onun için genişler."

Yüce Allah bu ayet-i kerimede bir misal vermektedir. Burada iman husu­sunda tereddütlere kapılan ve İslâm'a girmeyi ağırdan alan kimsenin göğe doğ­ru yükselen kimse gibi olduğunu, ona benzediğini ifade etmektedir. Allah kâfi­ri, imandan nefret edip imanın ona ağır gelmesi bakımından güç yetiremediği şeyi yapmaya kalkışan kimseye benzetmektedir. Tıpkı göğe yükselmenin vası­tasız insanlar için tahmin edilemeyen ve güç yetirilemeyen bir iş olduğu gibi. Kâfirden iman etmesi istendiği takdirde o bundan darlanır, sıkılır ve adeta gö­ğe doğru yükselen kimsenin hali gibi bir hal alır. Yukarı doğru çıkıp üzerindeki hava basıncı hafifledikçe nefesi de darlanır. Bu insanın yükseklere çıktıkça ne­fesinin daralması olayı aynı zamanda yalnızca şimdilerde bilinebilen modern bilimsel bir konudur. İşte Kur'an-ı Kerim buna işaret de etmektedir.

Kâfirin kalbi oldukça dar ve sıkıntılı kılındığı gibi, aynı şekilde Allah dün­yada da azabını, yardımsız bırakmayı veya laneti inanmayanların üzerine bı­rakır. Ahirette azap da yine Yüce Allah'ın ayetlerine iman etmeyen kimselere olacaktır.

Kesin olarak bilinen ve kabul edilen şudur: "Ey Muhammedi Senin ve sa­na iman edenlerin izlemekte olduğunuz yol, Allah'ın dosdoğru yoludur, yani hiç bir eğriliği bulunmayan Rabbinin dinidir."

İbret ve öğüt alacaklar için Allah'ın ayetleri vardır. Düşünenler için buna dair akıllarıyla bildikleri burhanları vardır. İşte ayetlere iman edip onlardan ibret alan ve yararlanan müminler için esenlik yurdu yani cennet vardır ki, orada mümin her türlü afet ve musibetlerden yana esenliktedir. Tıpkı dünyada iken eğrilik ve sapıklıktan kurtulduğu gibi. Yüce Allah'ın, "Rableri katında" buyruğunun anlamı ise bunun onlar lehine, Allah'ın teminatı altında olduğu­dur. O kendilerini lütfiıyla bu esenlik yurduna ulaştıracaktır. Onların velisi ya­ni yardımcıları ve destekleyicileri Allah'tır.

Hesap gününde biribirlerinden yararlanmış bulunan insanlarla cinler ara­sındaki her türlü bağ ve fayda paramparça olacak, kopup gidecektir. Cinlerin insanlardan yararlanmaları insanların kendilerine itaat etmelerinden zevk ve lezzet almaları şeklinde; insanların cinlerden yararlanmaları ise şeytanların vesveselerini kabul ederek cinlerin kendilerini aldatıp kışktırtmaları sonunda zina edinceye, içki içinceye kadar onlara itaat etmeyi kabul etmeleri şeklinde olur. Burada ayet-i kerimenin ifade ettiği, sapanların ve saptıranların ahirette, herkesin gözleri önünde azarlanmalarıdır.

Kâfirlerin cehennemde ebedî kalışları ise Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlıdır. Benim tercih ettiğim görüş budur. Yani onların cehennemde ebediyyen kalışları Allah'ın meşieti ile olacaktır. "Allah'ın dilediği müstesna" buyruğu ile ilgili istisnaya dair bir çok görüşler ortaya atılmış bulunmaktadır. Zeccâc ve Taberî bu görüşler arasında şunu tercih ederler: Burdaki istisna, hesaba çekil­me vakitleridir. Çünkü bu hallerde onlar cehenneme girmiş olmayacaklardır. Zira istisnanın anlamı bunun kıyamet gününde olacağı şeklindedir. Yani onlar, kabirlerinden haşredilecekleri süre ile hesaba çekilecekleri süre miktarından ibaret olan Allah'ın dileyeceği süre müstesna, cehennemde ebediyyen kalacak­lardır. Buna göre istisna, sürekli değil belli bir süreyi içine almaktadır.

İkinci görüşe göre ise maksat onların cehennem azabından Zemherîr aza­bına geçecekleri vakitlerdir. Rivayet edildiğine göre onlar oldukça aşırı soğuk bir vadiye girecekler. Burada bu aşın soğuktan cehennem sıcağına döndürül-meyi isteyeceklerdir.

Üçüncü görüş ise, İbni Abbas'a ait olup buradaki istisna iman ehli içindir. Allah, ilminde ezelden beri İslâm'a gireceklerini, peygamberi tasdik edecekleri­ni bildiği bir topluluğu istisna etmiştir. Bu görüşe göre ise, buradaki (mâ)nm (men) anlamında olması ve istisnanın munkatı olmaması (yani sürekli olması) gerekir.[60]

 

Zalimlerin Birbirlerine Veli Kılınmaları Ve Kâfirlerin İman Etmediklerinden Dolayı Azarlanmaları

 

129-  İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz.

130- "Ey cin ve insan topluluğu! İçiniz­den size ayetlerimi anlatan, bu günü­nüzün gelip çatacağı bilgisiyle sizi uyaran sizden peygamberler gelmedi mi?" Derler ki: "Kendi hakkımızda şa­hitlik ediyoruz." Dünya hayatı onları aldattı da gerçekten kâfirler oldukları­na dair kendi aleyhlerine şahitlik etti­ler.

131- Bu, Rabbinin haberleri yokken ka­sabalar halkını haksız yere helak edici olmadığından dolayıdır.

132- Her birinin işlediklerine karşılık dereceleri vardır. Rabbin onların yap­tıklarından gafil değildir.

 

Belagat:

 

"İçinizden size ayetlerimi anlatan... gelmedi mi?" buyruğundaki soru azar­lamak ve başa kakmak kastıyladır.

"Her birinin" yani amel edenlerden her birisi için... "İşledikleri sebebiy­le..." [61]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte böylece" yani insan ve cin isyankârlarının birbirlerinden faydalan­malarına imkân tanıdığımız gibi; "kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz." Yani işledikleri masiyetler sebebiyle onların bir kısmını di­ğer bir kısmına veli yaparız. (Buradaki "veli etmek" ya yönetmek ve emirlik anlamıyla kullanılmıştır yahut da birini diğerinin yardımcısı kılmak manası­nadır.) "Size ayetlerimi anlatan" yani ayetlerimi size gereği gibi açıklayarak bildiren "... sizi uyaran, sizden" olan bir takım "peygamberler gelmedi mi?" Sizden olmak ifadesi insanlar hakkında söz konusudur. Çünkü peygamberler insanlardandır. Cinlerden peygamber gönderilmemiştir. Böyle bir ifade tağlîb kabilindendir. Yüce Allah'ın, "O ikisinden inci ve mercan çıkar" (Rahman, 55/52) buyruğunda olduğu gibi. Oysa inci ve mercan ancak tuzlu denizlerden çıkar, tatlı sulardan çıkmaz.

"Kendi hakkımızda şahitlik" Yani bize tebliğ yapıldığına dair şahitlik "edi­yoruz." "Dünya hayatı onları aldattı." Dünya hayatı aldatıcı süsleriyle kendile­rini kandırdığından dolayı iman etmediler. "Bu" yani peygamberlerin gönderil­mesi... "Rabbinin, haberleri yokken" yani kendilerine ilâhî buyrukları açıkla­yacak bir peygamber göndermeksizin... "... helak edici olmadığından dolayıdır."

"Her birinin" yani amellerde bulunan her bir kimsenin "işlediklerine kar­şılık" hayır ya da şer türünden olsun "dereceleri vardır." Amellerine uygun karşılık olarak mertebeleri vardır. [62]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah cin ve insanların birbirlerini veli edindiklerini naklettikten son­ra bunun kendisinin takdir ve kazası ile meydana geldiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz." Yani yöneliş, araç, amaç ve amelleri itibariyle birbirlerine benzerlik­leri dolayısıyla dünya hayatında cin ve insanların birbirlerinden yararlandıkları­na dair yapılan açıklamalarda olduğu gibi, biz zalimlerin kimisini kimisine veli kılarız. Onların bir bölümünü diğerlerine yönetici yaparız veya destekçi kılarız.[63]

 

Açıklaması

 

Cin ve insanların birbirlerini veli edindikleri gibi aynı şekilde biz zalimle­rin bir bölümünü diğer bir bölümüne de veli kılarız. Bunu ise ilâhî takdir ve kevnî sünnet gereğince onların bir bölümünü diğer bir bölümüne yardımcı kıl­mak suretiyle yaparız. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Mümin er­kekler ve mümin kadınlar biribirlerinin velileridirler." (Tevbe, 9/71); "Kâfir olanlara gelince; onlar da birbirlerinin velileridir." (Enfâl, 8/73).

Katâde bu ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah insanlar arasındaki velilik bağını amellerine uygun olarak tespit etmiş­tir. Mümin nerede olursa olsun, hangi durumda bulunursa bulunsun müminin velisidir. Kâfir de nerede ve ne halde olursa olsun, kâfirin velisidir. İman ise te­mennilerle, hoş ve tatlı dileklerle gerçekleşmez. Taberî de bu açıklamayı tercih etmiştir. Buna göre ayet-i kerimenin anlamı şu olur: Biz cin ve insanlardan olan bu müşrikleri biribirlerinden yararlanacak şekilde birini diğerinin velisi kıldığımız gibi bütün işlerde, bütün hususlarda da işledikleri masiyetleri ve yaptıkları işlerden ötürü birbirlerine veli yaparaz. [64]

Süyutî de el-İklîl adlı eserinde şunları söylemektedir: Ayet-i kerime, "Na­sıl iseniz başınıza öyle veli (yönetici) tayin edilir." [65] hadis-i şerifinin anlamını ifade etmektedir. Fudayl b. Iyâd der ki: Bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığını görürsen hayret edercesine dur ve gözetle. Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân da Mansur b. Ebu'l-Esved'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, A'meş'e Yüce Al­lah'ın, "İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ede­riz" ayeti hakkında soru sordum. Dedim ki: "Bu buyruk hakkında onların (yani sizden öncekilerin) neler söylediğini duydunuz mu?" A'meş dedi ki: "Onların bu konuda şunları söylediklerini işittim: İnsanlar fesada erdiler mi artık onların şerlileri başlarına yönetici yapılır. Yani velilik (yöneticilik) ve emirlik onların kötülerinin elinde bulunur. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz bir ülke halkını helak etmek istedik mi, oranın refahtan şımarmış olanları­na emrederiz; onlarsa orada fasıklık ederler. Böylelikle o ülke aleyhine söz (azap) hak olur; biz de orayı helak ve darmadağın ederiz." (İsra, 16/17).

Yani zalimler arasındaki velilik ya aralarındaki sevgi ve yardımlaşma sure­tiyle yahut da onların bir kısmını diğer bir kısmının başına yönetici yapmak, musallat kılmak suretiyle olur. Çünkü her bir zalime mutlaka bir başka zalim musallat kılınarak belâ verilir. Zulüm umumi olur ve bizzat zalimlerin kendileri­ni de kuşatır. İnsanlara yöneticilerden ve diğerlerinden olsun zulmeden her bir kesim mutlaka ahlâk ve davranış itibariyle kendisine benzeyeni veli edinir ve o benzerine başkasına karşı yardım edilir. İbni Abbas der ki: "Allah bir kavimden razı olursa onların işlerinin başına hayırlı olanlarını yönetici yapar. Bir kavme gazap ederse işlerinin başlarına da onların kötülerini yönetici (veli) yapar."

İşte bu yönetim, saltanat veya diğer bütün hususlarda zulmeden herkese yönelik genel bir tehdittir.

Şanı Yüce Allah zalimleri azarlamaya, cin ve insan kâfirlerini tehdide, kı­yamet günü durumlarını açıklamaya devam etmektedir. O, kendilerinin duru­munu en iyi bildiği halde onlara şöyle soracak: Peygamberler Allah'ın mesajla­rını kendilerine tebliğ etti mi? Böyle bir soru ise onlara doğruyu söyletmek, azarlamak ve sitem kasdıyla sorulacaktır. Yüce Allah, "Ey cin ve insan toplu­luğu..." diye soru yöneltecektir onlara. Yani, "Ey cin ve insan cemaati, size içi­nizden peygamberler gelmedi mi?" Yani hepinizden sizin cinsinizden peygam­berler gelmedi mi? Halbuki peygamberler yalnızca insanlardan gelmiştir. Cin­lerden peygamber yoktur. Nitekim selefin de sonradan gelen halefin cumhuru-nunda kabul ettiği budur. Bu şekildeki bir ifade ise tağlib kabilindendir. Nite­kim Yüce Allah, "O ikisinden (yani acı ve tatlı sulardan) inci ve mercan çıkar" (Rahman, 55/22) diye buyurmaktadır. Halbuki inci ve mercan, öncekilerin bil­gilerine göre tatlı sulardan değil yalnızca tuzlu sulardan çıkartılmakta idi. Da­ha sonra bir takım tatlı sulu nehirlerde inci çıkartıldığı da sabit olmuştur.

Burada maksadın insanlardan bilinen peygamberler olması da mümkün­dür. Cinlerin elçilerinin ise, Peygamber (s.a.)'in sözünü dinleyip daha sonra işittiklerini kavimlerine bildirerek uyarmak üzere giden kimseler olmaları da muhtemeldir: "Kavimlerine uyarıcılar olarak geri döndüler." (Ahkâf, 46/29); "De ki: Bana şu vahyolundu ki gerçekten cinlerden bir topluluk (Kur'an) dinledi ve dediler ki: Muhakkak biz hayret verici bir Kur'an dinledik..." (Cin, 72/1).

Bu elçilerin görevi de şudur: Bunlar kavimlerine karşı imana, ahkâma ve adaba dair ayetleri okurlar. Öldükten sonra diriliş gününe kavuşacaklarını, bu gündeki hesabı ve bu günü inkâr edenler, kabul etmeyenler için de cezaların hazırlandığını belirterek uyarır ve korkuturlar.

Kendilerine sorulacak bu soruya cevap verecekler ve kıyamet gününde şöyle diyeceklerdir: Peygamberlerin bizlere senin risaletini tebliğ ettiklerini ve sana kavuşup huzuruna geleceğimizi belirterek uyardılar. Bu günün kaçınıl­maz olarak gerçekleşeceğini söylediler. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Evet, gerçekten bize uyarıcı gelmişti. Fakat biz yalanladık ve "Allah herhangi bir şey indirmiş değildir dedik" diyeceklerdir." (Mülk, 67/9).

Dünya hayatı işte bu inkarcıları aldatıcı süsüyle, şehvet, mal, evlat, salta­nat sevgisi, yüksek makam sevgisi aldatıp kandırdı. O bakımdan onlar da dün­ya hayatlarında kusurlu davrandılar. Sonunda kibir ve inatları dolayısıyla pey­gamberleri yalanlayıp mucizeleri inkâr ettiklerinden dolayı helak oldular.

Kıyamet gününde kendi aleyhlerine peygamberlerin kendilerine getirdik­leri mesajı inkâr eden kâfirler olduklarına da şahitlik edeceklerdir.

İşte bu yani peygamberlerin gönderilip insanları uyarmaları, kitapların indirilmesi, Yüce Allah'ın şu sünneti (ilâhî kanunu) dolayısıyladır: O davet kendisine ulaşmadığı takdirde herhangi bir kimseyi zulmü dolayısıyla sorgula­mak dilememiştir. Kendilerine peygamberler gönderilmedikçe herhangi bir ümmeti toptan helak etmeyi murad etmemiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiç bir ka­saba (halkı) yoktur." (Fâtır, 35/24); "Andolsun biz her ümmet arasında, Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun, diyen bir rasul göndermişizdir." (Nahl, 16/36). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Biz bir peygam­ber göndermedikçe azap ediciler değiliz." (İsra, 17/15).

Yüce Allah'ın, "Haksız yere" buyruğunun Taberî'nin de ifade ettiği gibi, iki manaya gelme ihtimali vardır: Birincisine göre şirk ve benzeri şeyler sebebiyle. Yani burada sözü geçen haksız yere (zulüm) kâfirlerin fiili anlamındadır. İkin­cisine göre ise, "haksız yere" yani gereken şekilde uyarılmaksızın peygamberler, mucizeler ve ibretlerle hatırlatılmaksızm, öğüt verilmeksizin haksızca helak söz konusu olmamıştır. Yani o takdirde buradaki "haksız yere" ifadesinden kasıt, Yüce Allah'ın uygulamasıdır. Ancak birinci açıklama şekli Taberî'nin[66] Razî ve diğerlerinin de belirttiği gibi daha güçlüdür. Özetle söyleyecek olursak, Allah, kullarından hiç bir kimseye zulmetmez, fakat bizzat insanlar kendilerine zul­mederler. Müslümanların basma gelmiş ve gelmekte olan her bir şey, ancak on­ların kötü amelleri, dinlerini terk etmeleri sebebiyledir. Yoksa kusur ve eksiklik onların kendilerindedir, sahip oldukları şeriatlerinin düzeninde değildir.

İster Allah'a itaat hususunda ister ona isyan hususunda olsun amel sa­hibi olan herkesin ameli dolayısıyla mertebeleri ve dereceleri vardır. Allah o kişiyi oralara ulaştırır ve amelinin karşılığını ona verir. Hayırsa hayır, şer ise şer.

Allah bütün amelleri görendir, bilendir. Onlar ne yaparlarsa onu bilir. Onu onlar için tek tek tespit eder, sayıp döker. Böylelikle huzuruna gelecekleri ve kendisine dönecekleri vakit amellerinin karşılığını onlara versin diye. İşte bu, mutluluk ve bedbahtlık sebebinin, insanın yaptığı işler ve meşieti veya onun kazancı, irade ve ihtiyarı (tercihi) olduğunu göstermektedir. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"İşte böylece..." ayet-i kerimesi raiyyenin (halkın) zalim olmaları halinde, Allah'ın üzerlerine kendileri gibi zalim bir kimseyi musallat kılacağını göster­mektedir. Eğer bu halk bu zalim yöneticiden kurtulmak istiyorsa, kendileri de zulmü terk etmelidirler.

Ayet-i kerime aynı şekilde insanlar için bir emir ve bir yönetici olmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın zalimleri dahi, za­lim bir yöneticisiz bırakmadığına göre salah ehlini de kendilerini daha çok sa­laha ve iyiye götürecek bir emirsiz bırakmaması öncelikle söz konusudur. Hz.Ali (r.a.) der ki: "İnsanların işlerini çekip çevirecek adil veya zalim bir emi-rin bulunması mutlaka gereklidir." Hz. Ali'nin, "Veya zalim" ifadesini hayretle karşılamaları üzerine şöyle dedi: "Evet, yol emniyetini sağlayacak, namazların kılınmasını, Beyt'in haccedilmesini gerçekleştirecek bir yönetici gereklidir."

Ayet-i kerime, Allah'ın insanlar hakkında uygulayageldiği sünnetlerinden birisini de söz konusu etmektedir, o da şudur: Şanı yüce Allah müminlerin veli­si, koruyucuları, gözeticileri, yardımcıları, destekleyicileri olduğu gibi, onlar için Daru's-Selâm (esenlik yurdu olan cennet) da yaratmıştır. Diğer taraftan ce­hennemliklerin de birbirlerinin velisi olduğunu açıklamaktadır. Yani onlara yardım ve destek olurlar; zulüm, horluk, azap ve ceza itibariyle kendilerine benzeyen kimselerdir.

Peygamberlerin görevi ilâhî ayetleri okumak, onları gereği gibi açıklayıp yo­rumlamaktır. Ayrıca insanları kıyamet gününün azabı ile uyarıp korkutmaktır.

Kâfirler ise bunu itiraf etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. Fakat dünya hayatı onları aldattığından onun devam edip gideceğini sanmışlar, iman ettikleri takdirde dünyanın ellerinden kaçacağını düşünüp korkmuşlardı; ama onlar küfürlerini itiraf edecekler.

Allah en ileri derecede ve en mükemmel surette adildir. Bundan dolayı kâ­firlere vereceği azap adalettir, hakkın kendisidir ve gereklidir. Çünkü O, onları gerekli açıklamalar ve uyarıp korkutmalardan sonra azaplandırmaktadır. Ken­dilerine peygamber ve nebi göndermedikçe onları cezalandırmaz. Peygamberle­rin gönderilmesi ise zorunlu ve kaçınılmaz bir haldir. Herhangi bir kasabayı ya da ülkeyi şirkleri sebebiyle kendilerine peygamber göndermedikçe helak etme­mek, Allah'ın sıfat ve özelliklerindendir. Çünkü böyle olmasa helak edilenler, "Bize ne müjdeleyici ne de korkutucu gelmiştir" derler.

Cinlerden olsun insanlardan olsun amelde bulunan herkesin amellerine uygun mertebeleri vardır. Allah'a itaat edenler için sevap itibariyle dereceler vardır. Ona isyan edenler için ise cezalarda derekeler (aşağı doğru inen basa­maklar) vardır. Allah ise az ya da çok olsun yapılan hiç bir işten gafil değildir, başka işle oyalandığı için onu fark etmemesi ya da yanılması söz konusu ola­maz.

"Bu, Rabbinin haberleri yokken kasaba halkını haksız yere helak edici ol­madığından dolayıdır" ayet-i kerimesi de şuna delildir: Şeriatin varid olma­sından önce mükellefiyet ve şer*î hükümler söz konusu değildir. Katıksız, saf akıl ise hiç bir şekilde teklif ve serî hükümlere delâlet etmemektedir. [68]

 

Kökten İmha Edilme Ve Kıyamet Azabıyla Tehdit Ve Korkutma

 

133- Rabbin ganî ve rahmet sahibidir. İsterse sizi giderir ve arkanızdan dile­diğini yerinize getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan getirmiş­tir.

134- Muhakkak size vaad olunan yeri­ne gelecektir. Siz onu âciz bırakacak­lar değilsiniz.

135- De ki: "Ey kavmim! Elinizden gele­ni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Bu yurdun güzel sonunun kimin olaca­ğını bileceksiniz. Şurası muhakkak ki zalimler felah bulamazlar."

 

Belagat:

 

"Muhakkak size vaad olunan yerine gelecektir." Burada "vaad olunduğu­nuz" fiilinin muzâri (geniş zaman) olarak kullanılması, devamlılığa ve yenile­nip duran hale delâlet içindir. Bu cümle öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere cevap olsun diye iki tekit edatı ile tekit edilmiştir. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İsterse sizi giderir" yani ey Mekkeliler sizi helak eder, "ve arkanızdan di­lediğini yerinize getirir." Yani sizden sonra gelecek başka bir zürriyet ve nesil var eder. "Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan getirmiştir." Onları gi­dermiş fakat size rahmet olmak üzere sizi hayatta bırakmıştır, "soyundan" buyruğu "... bir kavmin neslinden" anlamındadır.

"Siz onu âciz bırakacaklar değilsiniz." Yani azabımızdan kurtulamazsınız. Allah sizi yakalamaktan âciz değildir, o buna kadirdir.

"Elinizden geleni yapın" yani haliniz üzre istediğiniz kadar devam edin; "Bu yurdun güzel sonunun" yani güzel akıbetin yahut da ahiret yurdundaki hayırlı akıbetin "kimin olacağını bileceksiniz". Zira kötü akıbetin bir ehemmi­yeti yoktur. Çünkü Yüce Allah dünyayı ahiretin tarlası kılmıştır. "Şurası mu­hakkak ki zalimler" yani kâfirler "felah bulamazlar", mutlu olamazlar. [70]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah itaat edenlerin sevabı ile isyankârların cezasını açıklayıp her bir kesimin özel derecesi ve muayyen mertebesi bulunduğunu söz konusu ettik­ten sonra, kendisinin itaatkârların itaatine muhtaç olmadığını, günahkârların masiyeti dolayısıyla da mülkünde hiç bir şey eksilmeyeceğini beyan etmekte­dir. Çünkü o Yüce Allah, bizzat bütün âlemlere muhtaç olmayan ganîdir. Fa­kat aynı zamanda O, kâmil ve genel bir rahmet sahibidir. Daha sonra Yüce Al­lah, bu insanlara yahut da onların yerine gelecek yeni bir zürriyete rahmetini indirmeye kadir olduğunu açıkladıktan sonra, işi tehdit üslûbu yönünde yine insanlara havale ettiğini belirtmektedir. [71]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Senin Rabbin bütün mahlûkata muhtaç olmayan ganîdir. O bütün yönleriyle onların ibadetlerine muhtaç olmayandır. Fakat bütün halle­rinde mahlûkat kendisine muhtaçtır. Bununla birlikte O, onları kuşatan bir rahmet sahibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hacc, 22/65). Ganî oluşunu da açıklamak sadedinde şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan­lar sizlersiniz. Allah ise ganî olandır, hamîd olandır." (Fatır, 35/15).

"Rabbin ganî ve rahmet sahibidir" cümlesi hasr ifade etmektedir. Yani O'ndan başka ganî yoktur, O'ndan başkasından da rahmet gelmez. Çünkü O zatı itibariyle vâcibul-vücud olandır. O'ndan başka bütün varlıklar ise zatı iti­bariyle mümkün olan varlıklardır. Mümkün olan varlık ise muhtaç demektir. Böylelikle O'ndan başka ganî (muhtaç olmayan) olmadığı, bütün varlıkların da O'nun tarafından yaratıldığı ispatlanmaktadır. Aynı şekilde rahmetin O'nun hak olan zatından geldiğini de ispatlamaktadır. O'nun dışındaki her bir şey ge­rek varlığında, gerek varlığını devam ettirmekte O'na muhtaçtır. Varlık ve ha­yatını sürdürebilmek için gerekli sebeplere de ihtiyacı vardır.

Ey Mekke kâfirleri gibi inat eden kâfirler, dilerse O sizi Ad ve Semud kavmi gibi, peygamberlere karşı inatla direnenleri helak etiği gibi helak eder ve sizden daha faziletli, daha itaatkâr olan, sizden başka yeni nesiller getirir. O sizden sonra dilediği kavimleri sizin yerinize getirmeye kadir olandır. Nitekim O, bir başka kavmin zürriyetinden sizi yaratmıştır. Yani O hem helak etmeye, hem de var etmeye gücü yetendir. Nitekim Yüce Allah bunu gerçekleştirmiştir. İnatçı şirk önderlerini helak etmiş, onlardan sonra ise bir başka kavim olan Muhacirleri, Ensan ve Allah'ın insanlara savaşlarında da barışlarında da rah­metinin tecellisi olan, onlara tabi olan başka kavimleri yerlerine getirmiştir. Öyle ki Gustave Le Bone onlar hakkında şöyle demektedir: "Tarih Müslüman Araplardan daha adaletli ve daha merhametli fatihler görmemiştir."

Bu şekilde dünya hayatında helake dair onlara böyle bir tehdidi yönelttik­ten sonra, arkasından ahirette gerçekleşecek bir başka tehdidi şöylece söz ko­nusu etmektedir: "Muhakkak size vaad olunan yerine gelecektir..." Yani ey Muhammed, haber ver onlara, tehdit olunageldikleri uhrevî ceza mutlaka gerçek­leşecektir. Siz âciz bırakabilecek kimseler değilsiniz. Yani kaçmak ve karşı dur­makla onun irade buyurduğuna engel olamaz, onu âciz bırakamazsınız. O sizi tekrar yaratmaya kadir olandır. İsterseniz toprağa ufalanmış, parçalanmış, ke­miklere dönüşmüş olunuz. O kulları üzerine kahir olandır. İbni Ebi Hatim, Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "Ey Adem oğulları, eğer sizler aklınızı kullanan kimseler iseniz, kendinizi ölmüşlerden sayınız. Nefsim elinde olana yemin olsun ki vaad olunageldiğiniz şey mutlaka gelecektir ve siz âciz bırakabilecek kimseler değillersiniz."

Daha sonra Yüce Allah bir başka şiddetli korkutma ve oldukça kesin bir tehditte bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey kavmim, elinizden ge­leni yapın..." Yani ey Muhammedi Şu sözlerinle onlara bildir: Eğer sizler hida­yet üzere olduğunuzu zanneden kimseler iseniz yolunuza ve bu halinize devam ediniz. Ben de kendi yolumu, yöntemimi sürdürüp gideceğim. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni ya­pın. Bizler de yapanlarız. Haydi bekleyin, şüphesiz biz de bekleyenleriz." (Hûd, 11/121-122).

Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Elinizden geleni yapın...." buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bunun iki manaya gelme ihtimali vardır: Sizler yapabil­diğiniz kadarıyla, bütün imkânlarınızla yapacağınızı, gücünüzün son noktası­na, imkânlarınızın son aşamasına kadar yapın. Yahut da sizler bu istikameti­niz ve bu haliniz üzere amel ediniz. Ben de halim üzre amel etmekteyim. Yani sizler küfür ve bana düşmanlık etmek üzere sebat gösterin, şüphesiz ben de İs­lâm üzere sebat edeceğim, size karşı sabırla davamı sürdürmeye devam edece­ğim. [72]

Yakında güzel akıbetin bizim mi sizin mi olacağını bileceksiniz. Bu yurdun güzel sonu ise, Yüce Allah'ın bu dünyada yaratmış olduğu güzel akıbet, güzel son demektir.

Bu ise -Zemahşerî'nin de dediği gibi- oldukça incelikli bir uyan üslûbudur. Bu ifadede son derece insaflıca sözler, güzel ve edebî kullanılmış olmakla bir­likte, oldukça ağır bir tehdit ve uyarıp korkutanın haklı olduğuna, uyarılanın ise batıl üzere olduğuna dair kesin bir delili de ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu üslûba benzemektedir: "Haydi istediğinizi yapınız." (Fussi-let, 41/40); "Muhakkak bizler yahut sizler elbette ya bir hidayet üzereyiz yahut da apaçık bir sapıklıktayız." (Sebe, 34/24).

Bu, aynı zamanda ümmetlerin karşı karşıya kalacakları hallerin amelleri­ne bağlı olduğuna ve her bir amelin kaçınılmaz bir sonucunun bulunduğuna, hayırsa hayır, şer ise şer bir akıbetin görüleceğine açık bir delildir.

Gerçek şu ki zalimler iflah olmazlar. Yani zalimler Allah'ın nimetlerini in­kâr etmekle, ulûhiyyetinde O'na ortaklar edinmek suretiyle mutlu olamazlar, kendileri adına bir başarı gerçekleştiremezler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu­nu andırmaktadır: "Rableri onlara vahiyle bildirdi ki: Mutlaka bizler zalimleri helak edeceğiz ve elbette sizleri de onların ardından yeryüzüne yerleştireceğiz." (İbrahim, 14/14).

Kendisi sebebiyle Allah'a hamdettiğimiz hususlardan birisi de Allah'ın peygamberine olan vaadini yerine getirmiş olması, yeryüzünde ona iktidar ve­rip Arap müşriklerine karşı ona yardımcı olması, zafer ihsan etmesi, Arap yarı­madasının, Yemen'in ve Bahreyn'in o hayatta iken itaatine girmiş olmasıdır. Daha sonra halifeleri döneminde çeşitli bölgeler, ülkeler fethedildi; İslâm yer­yüzünün doğusuna batısına yayıldı. Uzun asırlar boyunca İslâm devletleri güç­lü, kuvvetli, düşmanların saldırısına karşı kendisini koruyabilen devletler ola­rak hükmetmeye devam ettiler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Allah şunu yazdı ki, mutlaka ben ve peygamberlerim elbette ga­lip geleceğim. Muhakkak Allah Kavî'dir (güçlüdür), Azîz'dir (kimse ona karşı koyamaz)" (Mücadele, 58/21); "Muhakkak bizler peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin ayağa kalkacağı günde yar­dım edeceğiz. O günde zalimlere ileri sürecekleri mazeretlerinin faydası olmaya­caktır. Lanet onlaradır ve kötü yurt da onların olacaktır." (Mü'min, 40/51-52). [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın oldukça yüce sıfatlarına delâlet etmektedir. Bunlar Allah'ın, yarattıklarından ve onların amellerinden mutlak olarak ganî olmasıyla, yani onlara hiç bir şekilde muhtaç olmamasıyla, kullarını özellikle de velilerini kendisine itaat eden kimseleri kuşatan rahmeti; öldürmeye, azap­la tamamen yok etmeye, diriltmeye, var etmeye, daha ideal, daha itaatkâr bir başka nesli mevcutların yerine halife kılmaya kadir olması gibi sıfatlardır.

Mu'tezile der ki: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın çirkin iş yapmaktan mü­nezzeh, adaletli ve kullarına rahim ve ihsan edici oluşuna delâlet etmektedir.

Ayet-i kerimeler aynı şekilde Allah'ın vaadinin muhakkak tahakkuk ede­ceğine, başka bir azap tehdidinin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğine, hayır ve şer ehline, amellerine uygun karşılık vermenin gerekli olduğuna da delâlet et­mektedir.

Ayet-i kerime aynı şekilde iki uyarıyı da ihtiva etmektedir: Kesin bir azap tehdidi ile amellerin dünyada iken tashih edilmesine dair bir uyarı, hesaptan ve ateşin azabından korkmak için ahirette gerçekleşecek bir tehdit.

Şüphesiz itaat ehlinin akıbetiyle isyankârların akıbeti birbirinden farklı­dır. Güzel ve övülmeye değer akıbet İslâm'a iman edip Allah'a itaat eden, uğur­suz son ise Allah'ı inkâr edip O'na isyan eden, emirlerini reddedip peygamber­lerine meydan okuyan kimseleredir. [74]

 

Ekinler, Meyveler, Davarlar Ve Çocukların Öldürülmesine Dair Cahiliye Hukuku

 

136- Ve onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar ve kendi zanlarına göre "Bu Allah'ın­dır, bu da O'na koştuğumuz ortakları-mızındır" dediler. Ortaklarına ait olan­lar Allah'a ulaşmazdı da Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi. Ne kötü­dür hükmedegeldikleri!

137-  Ve böylece onların ortakları hem onları helake sürüklemek, hem de din­lerini kendilerine karmakarışık etmek için şirk koşanların bir çoğuna çocuk­larını öldürmelerini süslü göstermiş­tir. Şayet   Allah dilemiş olsaydı bunu yapamazlardı. Artık sen onları uydur­dukları o yalanları ile başbaşa bırak.

138- Onlar batıl zanda bulunarak "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları dilediğimizden başkası yiye­mez" dediler. Bir takım hayvanların sırtlarına binmek haram edildi. Bir kı­sım hayvanların üzerine de ona karşı iftira ederek Allah'ın adını anmazlar. Allah yapmakta oldukları iftiraları yü­zünden onları cezalandıracaktır.

139-  Bir de dediler ki: "Şu davarların karınlarında bulunanlar yalnız erkek­lerimiz içindir, kadınlarımıza haram kılınmıştır." Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar. Onların vasıflandır-malarının cezasını verecektir. Muhakkak O, Hakîm'dir, Alîm'dir.

140- Bilgisizlikleri yüzünden çocukları­nı beyinsizce öldürenler, Allah'ın ken­dilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ede­rek haram sayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar şüphesiz sapıt-mışlardır. Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı.

 

Belagat:

 

"Allah'ın kendilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar..." Burada ikinci olarak lafza-i celâlin açıktan zikredilmesi, onların çok ileri dere­cede azgınlık ve sapıklıklarını açıklamak içindir. [75]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ve onlar" yani Mekke kâfirleri, "Allah için O'nun yarattığı" var ettiği, meydana getirdiği "ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar." Yani misafir ve yok­sullara harcamak üzere bunlardan Allah'a bir pay ayırdıkları gibi, Allah'a koş­tukları ortaklarına, hizmetkârlarına harcanmak üzere de bir pay ayırmışlardı. "ve kendi zanlarına göre bu Allah'ındır, bu da O'na koştuğumuz ortaklarımızın-dır, dediler." Yani kendilerine ibadet etmek suretiyle Allah'a yakınlaşmaya ça­lıştıkları putlarmındır. Allah'ın payı arasına putlarının payından herhangi bir şey düşecek olursa onu alırlardı veya Allah'ın payından putların payına bir şey düşecek olsa bu sefer onu oradan almaz, olduğu gibi bırakır ve şöyle derlerdi: Allah'ın buna bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ortaklarına ait olanlar Allah'a ulaşmazdı da Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi." Onların ortaklarına ayırdıkları, Allah'ın adına ayırdıkları cihete git­mezdi. Ortaklarına ayrılan paylar ise putların hizmetkârlarına ulaşan paylar­dı. "Ne kötüdür hükmedegeldikleri" bu hüküm!

"Onları helake sürüklemek" saptırmak suretiyle helake götürmek; "hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek" içinden çıkılmayacak bir hale sokmak "için şirk koşanlardan bir çoğuna çocuklarını" diri diri toprağa göm­mek suretiyle "öldürmelerini süslü göstermiştir." Burada sözü geçen ortaklar­dan kasıt, cinlerden Allah'a koştukları ortaklardır.

"Onlar batıl zanda bulunarak" yani bu konuda herhangi bir delilleri bu­lunmaksızın; "bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır" yasaktır, kimse onlara ilişemez "onları dilediğimizden" puta hizmet eden görevlilerden ve diğerlerin­den başkası "yiyemez, dediler" Bir takım hayvanların sırtlarına binmek haram edildi; şaibeler ve hâmîler gibi. "Bir kısım hayvanların üzerine de ona karşı ifti­ra ederek Allah'ın adını anmazlar." Onları kestikleri sırada Allah'ın adını değil de kendi putlarının adını anarlardı. Bunu da Allah'a nispet etmişlerdi. "Şu da­varların karınlarında bulunanlar" yani sırtlarına binilmesi haram kılman da­varların karınlarında bulunanlar demek olup bunlar da şaibeler ve bahîrelerdi; 'Yalnız erkeklerimiz için" helâldir gibi "onların vasıflandırmalarının" Allah bu şekilde helâl ve haram ile nitelendirmelerinin "cezasını verecektir. Muhak­kak ki O" yaratmasında hikmeti sonsuz "Hakîm'dir", yarattıklarını çok iyi bi­len "Alîm'dir." [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müşriklerin inançlarının kötülüğünü, tutarsızlığını açıkça or­taya koydu. Bunlardan birisi de kıyameti inkâr etmeleri, öldükten sonra dirili­şi, amellerin karşılığının görülmesini reddetmeleridir. Burada da bir takım ekin, meyve, davarlarla ilgili helâl ve haram hususunda uydurulmuş hükümle­rinin ve cahilliklerinin bazı çeşit ve türlerini, onların kız çocuklarını diri diri gömmelerini söz konusu etmektedir. [77]

 

Açıklaması

 

Burada müşriklerin uydurdukları nevalarından ve tutarsız görüşlerinden hareketle ve şeytanın vesveselerinden etkilenerek ortaya attıkları İslâm öncesi Arap cahiliyesinin bir takım hukukî hükümlerini görüyoruz.

Birinci tür:

"Ve onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan..." Yani Allah'ın yaratmış olduğu ekin, meyve ve davarlardan Allah'a bir pay ayırdılar. Elde edi­len mahsul, meyve ve yavrulardan O'nun için belli bir miktar ve pay tahsis et­tiler. Bir diğerini ise iftira ve uydurma yoluyla Allah'a ortak koştukları putla­ra, heykellere ayırdılar.

Ayırdıkları ilk pay ile ilgili olarak "Bu Allah'ındır, bu pay vasıtasıyla O'na yaklaşırız dediler. İkinci pay hakkında da "Bu da O'na koştuğumuz ortakları-mızındır, yani bu da kendisi vasıtasıyla kendilerine yaklaşmak istediğimiz di­ğer mabudlanmızındır, dediler.

Allah'ın putları onların ortakları olarak değerlendirmesi, bu putlara da mallarından ayırdıkları belli bir payı harcamalarından, bunlara Yüce Allah'ın özelliklerinden birisi olan helâl ve haram kılmak hususunda itaatle boyun eğ­diklerinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Kendi zanlarına göre" buyruğu şu demek­tir: Herhangi bir delilleri, Allah'tan bu konuda kendilerine gelmiş bir bilgileri olmaksızın gelişigüzel iddiada bulunarak, Allah'a yakınlaşmak için haram kıl­dıklarını zannetmektedirler. Halbuki Allah'a yakınlaştırıcı amelin yalnızca ve halisen O'na ait olması, O'nun izniyle olması gerekir. Çünkü bu bir dindir, din ise yalnızca Allah'ındır ve yalnız O'ndan gelir.

Onlar Allah'ın payını misafirlere, küçük çocuklara ikramda bulunmak ve yoksullara tasadduk etmek için ayırırlar; putlarına, ilâhlarına ayırdıkları pay­lan ise, onların hizmetlerinin görülmesi, işleri ve hizmetkârları için ayrılırdı.

Allah'a koştukları ortaklar adına tayin ettikleri paydan herhangi bir bö­lüm, Allah için ayırdıkları alanlardan birisine harcanmıyordu. Aksine onlar or­taklara ayırdıkları payları putların hizmetkârlarına, putların hizmetine ve kurban kesimine ayırırlardı.

"Allah için" diye ayırdıkları pay ise, bazen o pay vasıtasıyla putlara yakın­laşmak için harcanabiliyordu.

"Ne kötüdür hükmedegeldikleri", yani verdikleri bu hüküm yahut da yap­tıkları bu paylaştırma ve işledikleri iş ne kadar da kötüdür! Çünkü onlar bu su­retle âciz olan yaratıkları her şeye kadir olan yaratıcıya tercih edip üstün tutu­yorlardı. Bu hem de haksızca bir hükümdü; çünkü Yüce Allah her şeyin Rabbi, mutlak mâliki ve yaratıcısıdır. Onlar böyle bir paylaştırmaya kalkışmakla zulme saptılar ve Allah'a ait olan hakları yerine getirmediler. Yahut bunun anlamı, daha güçsüz ve zayıf olan türü Allah'ındır, diye O'na nispet ettiler. Nitekim Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kızları Allah'a ait kabul ediyorlar. O mü­nezzehtir. Kendilerine de canlarının çektiğini." (Nahl, 16/57); "Ve ona kulların­dan bir bölüm ayırdılar. Şüphesiz insan besbelli bir nankördür." (Zuhruf, 43/15). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkekler sizin dişiler O'nun mu? O takdirde bu insafsızca bir paylaştırmadır." (Necm, 53/21-22).

miş oldular. O'na başkasını ortak koşmuş, O'nunla beraber bir başka ilâha tap­mış oldular. Taptıkları bu başka ilâhları Allah'a ait olanları da putlarına ait kılmak suretiyle Allah'tan üstün tuttular, Allah'a tercih ettiler. Halbuki verdik­leri bu hükümlerinde  de  aklî ya da ilâhî şeriatın aydınlığından kaynaklanan

sağlıklı herhangi bir dayanakları da yoktur.

İbni Abbas bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şunları söylemektedir: "Al­lah'ın düşmanları şöyle yapıyorlardı: Bir ekin ektikleri ya da bir meyve mahsu­lü elde ettiklerinde onun bir bölümünü Allah'a diye, bir bölümünü de puta diye ayırırlardı. Putlara ait olan herhangi bir ekin, mahsul veya bir şeyi iyice korur, iyice tespit ederlerdi. Şayet putlara ayırdıkları o paydan hiç bir şeye muhtaç ol­mayan, Samed olan Allah'a ait ayrılan payın arasına karışacak olursa, onu alır puta ayırdıklarının arasına koyarlardı. Eğer puta ayırdıkları su herhangi bir şekilde Allah'a ayırdıkları bölümden bir miktarını sulayacak olursa, bu sefer onu da puta ait kabul ederlerdi. Yine Allah'a ayırdıkları ekin ve meyveden bir bölüm puta ayırdıkları bölümün arasına karışsa, putun ihtiyacı vardır diyerek onu alıp Allah'ın payına geri iade etmezlerdi. Eğer Allah'a ayırdıkları bölümün suyu zaptedilemeyip puta ait diye ayırdıkları bölümü sulayacak olursa, onu da puta bırakırlardı.

Diğer taraftan kendi mallarından bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi ve hâmîyi ha­ram kabul ediyorlar, bunları putlara ayırıyorlar ve onlar bütün bunları Yüce Allah'a yaklaşmak için haram kıldıklarını ileri sürüyorlardı."

İkinci tür:

"Ve böylece onların ortakları hem onları helake sürüklemek hem de dinleri­ni kendilerine karmakarışık etmek için... süslü göstermiştir." Yani ekinlerin ve davarların Allah ile putlar arasında paylaştırılması süslü gösterildiği gibi, Al­lah'a ortak koştukları varlıklar olan (ilâhların hizmetkârları ve mabedlerin ba­kıcıları) da müşriklere çocuklarını öldürmelerini süslü göstermişlerdir. Müca-hid der ki: Burada "onların ortakları"ndan kasıt, kendilerine fakirlik korku­suyla çocuklarını diri diri gömmelerini emreden şeytanlarıdır. -Süddî de şöyle der: Şeytanlar kendilerine kız çocuklarını öldürmelerini emretmişti. Bu, ya on­ları mahvedip helake süreklemek için yahut da dinlerini kendilerine karmaka­rışık etmek içindi.

Bu süslemenin sebebine gelince: Şeytanlar onları halihazırdaki durumda veya gelecekte fakirlikle korkuttular. Nitekim Yüce Allah böyle bir işi bu buyruğunda şöylece nitelendirmekte ve yasaklamaktadır: "Fakirlik korkusuyla ço­cuklarınızı öldürmeyiniz. Onları da sizleri de bizler rızıklandırıyoruz." (İsra, 17/31).

Diğer bir sebep ise utanılacak duruma düşmekten korkmalarıydı. Buna göre kız çocuklarını, utanacak hale gelmek, fakirlik ve kendilerine denk olma­yan birisiyle evlenir korkusuyla öldürüyorlardı. Şanı yüce Allah ise şu buyru­ğuyla onların yaptıkları işlerin çirkinliklerini dile getirmektedir: "Ve diri diri gömülen kız çocuğu hangi günahtan dolayı öldürüldü diye sorulacağı zaman..." (Tekvir, 81/8).

Kendilerine, çocuklarını öldürmekle Allah'a yaklaşacakları vehmini verdi­ler. Nitekim Abdülmuttalib de oğlu Abdullah'ı öldürmeyi adadığında aynı du­rumdaydı. Resulullah (s.a.) da "Ben iki kurbanlığın oğluyum." derken buna işaret etmektedir.

Yüce Allah münkerlerin kendilerine süslü gösterilmesinin sebebini de şöy­lece zikretmektedir: "Ve böylece onların ortakları, hem onları helake sürükle­mek hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için..." Yani bu şeytanlar bunlara bu münkerleri süslü gösterdiler. Bunlardan birisi de çocuklarını öldür­meleridir. Böylelikle müşrikleri aldatmak suretiyle helak etmek ve fıtratlarını bozmak, tabi olduklarını iddia ettikleri Hz. İsmail ile Hz. İbrahim'in dinleri ile ilgili hususları kendilerine karmakarışık etmek için böyle yaptılar.

Şayet Allah dileseydi ebediyyen bunu böyle yapamazlardı. Bütün bunlar Allah'ın mükemmel hikmetinin bir gereği olarak onun meşieti, iradesi ve ihti­yarı ile olmuştur. Ehl-i sünnet der ki: İşte bu, müşriklerin bütün yaptıklarının Allah'ın meşieti ile olduğunu göstermektedir.

Mu'tezile ise şöyle der: Buradaki dilemek, ilcâ (mecbur etmek) yoluyla bir dilemek diye anlaşılır. Yani Yüce Allah'ın onları kendi tercihleriyle başbaşa bı­rakması anlamında bir meşiettir. Onlar da herhangi bir cebir ve baskı olmaksı­zın böyle bir şeyi uygun görmeleri sonucu alıp yaparlar. Şunu da bilmek gere­kir ki, Allah onları mümin kılmaya da kadirdir. Melekler gibi onları imana isti­datlı bir karakterde yaratmak suretiyle yahut imana götürecek sebepleri onlar­da yaratarak ortaya çıkması halinde ve mücerred olarak kendilerini imanın zo­runlu olduğuna, Allah'ın varlığını, birliğini ikrar etmeye ikna edecek rasulün gelmesi ile itaat etmelerini sağlayarak onları mümin kılmaya kadirdir.

Artık ey Peygamber! Sen de onları din diye tutturdukları bu davranışla­rıyla başbaşa bırak! Sana düşen tebliğden ibarettir. Üçüncü tür:

"Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır... dediler." Yani onlar şirkleri, çir­kin cahiliyeleri dolayısıyla davarlarını ve ekinlerini üç kısma ayırdılar:

1- Bir kısım davar ve yiyeceklerden hiç bir kimse faydalanamaz. Bunlar kendi mabud ve putlarına tahsis edilmişti. Diyorlardı ki: Bunlar ilâhlara ayrıl­mıştır. İlâhlarından başka kimse onlara dokunamaz, başkalarına verilemez. Yine diyorlardı ki: Dilediğimizden başka kimse onlardan yiyemez. Yani onlardan ancak putların hizmetkârları ve kadınlar müstesna olmak üzere erkekler yiyebilirdi. Bu ise herhangi bir delil ve belgesi bulunmayan, sırf kendi mesnet­siz iddialarından kaynaklanan bir uygulamadır.

2- Bir takım davarların sırtları haram kılınmış, bunlara binilmiyor ve bunlara yük vurulmuyordu. Maide suresinde yer alan "Allah bahire ve sâibe... diye bir şey kılmamıştır," (Maide, 5/103) ayeti ile tefsirinde daha önce geçen ba­hire, sâibe ve hâmî diye kendilerinden söz edilenler bu kabildendi.

3- Bir takım davarları da kesim esnasında Allah'ın adını anmaksızm ke­serlerdi. Allah'ın adını ancak yerde putlarının adını anarlar ve hac döneminde dahi bu davarlardan yararlanmazlardı.

Onlar bu paylaştırmayı Allah'a yalan iftirada bulunarak gerçekleştirmiş­lerdi. Allah onlara böyle bir şeriat indirmediği gibi, onların da Allah'ın hakkın­da izin vermediği herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma hak ve yetkileri yoktu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın size indirip de sizin ondan bir bölümünü haram, bir bölümünü helâl kıldığınız rızık hakkında? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftirada mı bu­lunuyorsunuz?" (Yunus, 10/59).

Allah bu iftiraları dolayısıyla lâyık oldukları şekilde onları cezalandıra­caktır. Bu ise onlara bir tehdittir.

Daha sonra Yüce Allah, kendi gülünç iddiaları ve delilsiz kanaatlerine da­yanarak yaptıkları helâl ve haram kılmanın bir başka türünü söz konusu ede­rek şöyle buyurmaktadır: "Şu davarların karınlarında bulunanlar yalnız er­keklerimiz içindir..." Yani bu (kulakları yarık) bahîrelerin karınlarında bulunan yavrular ve sütleri ile kendilerine kimsenin ilişmesinin söz konusu olmadığı, ilâhlar adına otlaklarda serbest bırakılmış şaibeler yalnızca erkeklere helâldir, kadınlara haramdır. Bunların sütleri erkeklere helâl, kadınlara haramdır. Eğer bu davarlar erkek yavrulayacak olurlarsa, bunu da sırf erkeklere helâl kabul ederlerdi. Dişiler bu yavrulardan yiyemezlerdi. Dişi doğuracak olursa bu dişi de yavrulamak üzere bırakılır, kesilmezdi. Eğer doğan yavru ölü doğarsa, o takdirde erkekler ve dişiler ona ortak olurdu.

Allah bu nitelendirmelerinin yani bu hususta söyledikleri yalanların ceza­sını onlara verecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmakta­dır: "Allah'a karşı yalan iftira etmek için dillerinizin yalan yere nitelendiregel-diği şeyler hakkında şu helâldir, şu da haramdır demeyin." (Nahl, 16/116).

Daha sonra Yüce Allah kız çocuklarını diri diri gömmelerini, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını tenkit ederek şöyle buyurmaktadır: "Bilgisiz­likleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... gerçekten hüsrana uğramış­lardır." Yani çocuklarını öldüren, kız çocuklarını diri diri gömenler, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu güzel rızıkları haram kılanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır.

Çünkü onlar sefihçe yani yerilecek bir hafiflik, çirkin bir ahmaklık ve ger­çekle ilgisi olmayan vehmî bir zarar olan fakirlik korkusuyla, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu, neyin güzel neyin çirkin olduğunu bilmeksizin çocukları­nı öldürmüşlerdir. Şüphesiz bilgisizlik ise münkerlerin ve çirkin işlerin en bü­yüğüdür. Onlar Allah'a yalan iftirada bulunarak tertemiz şeyleri haram kıldı­lar. Andolsun apaçık bir şekilde sapıklığa düştüler. Çünkü din ve dünya masla­hatlarının ne olduğunu bilemiyorlar, hak ve doğru olanlara hiç bir şekilde yol bulamıyorlardı. Yüce Allah'ın, "Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı" buy­ruğunun ifade ettiği anlam ise, onların hiç bir şekilde hidayete ulaşmadıklarını açıklamaktadır.

Buharî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Eğer Arapların bilgisizliklerini bilmek istiyor isen En'am suresinde yer alan 130. ayetten son­rasını, "Bilgisizlikleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... zaten hida­yete erenlerden olmamışlardı" buyruğunu oku.

İbnül-Münzir ve İbni Ebi Hatim, Katâde'den bu ayet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu, cahiliye mensuplarının yaptığı bir işti. Onlardan herhangi bir kimse, esir alınır ve fakir düşer korkusuyla kız çocuğu­nu öldürürken diğer taraftan köpek besliyorlardı. [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İşte bunlar Arapların kapkaranlık cahiliye dönemlerindeki yasalarıdır. Bunların kaynakları ise vehim ve gülünçlüktür; kısır akıllılık, tutarsız hevalardır. Rivayet edildiğine göre adamın birisi Amr b. el-As'a şöyle demiş: Sizler akıllarınızın kemaline, olgunluğunuzun yeterliliğine rağmen nasıl oldu da taş­lara ibadet ettiniz? Amr dedi ki: "İşte onlar yaratıcıları tarafından sınanmış ve sınavı kaybetmiş akıllardı."

Yüce Allah'ın haber verdiği Arapların bu bilgisizlikleri İslâm ile giderilen bir husus olmuştur. Yüce Allah rasulünü göndermekle bunları iptal etmiştir. Onların verdikleri hükümler ne kötü hükümlerdir!

İbni Zeyd der ki: Allah adına kestiklerinde bu hayvanların üzerine de put­larının adını anarak keserlerdi. Putlara ait olanları kestiklerinde ise onlar üze­rinde Allah'ın adını anmazlardı.

Onlar ekin, mahsul ve davarları paylaştırmakta adeleti gözetmediler. Kendi kanaatlerine göre Allah'ındır diye ayırdıklarını putları için harcarlardı. Putları için ayırdıklarını da yine putlarına sunarlardı.

Kız çocuklarını diri diri gömmek suretiyle de çok büyük bir zulüm işlemiş­lerdi. Esir düşerler, kendileri de muhtaç olurlar korkusuyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Onları bu şekilde gömmelerinin bir diğer sebebi ise, kızların baskınlara ve savaşlara katılamayışlarıydı.

Onların ortakları yani putlara hizmetkârlık edenler, yahut insanların az­gınları veya şeytanları idi kendilerine kız çocuklarını öldürmeyi süslü göste­renler. Bundan maksat ise onları helak etmekti. Bu uydurmanın kastı da, ken­dileri için beğendikleri dinlerini karmakarışık etmekti. Yani ortakları bunlara batılı emrediyor ve dinleri hakkında kendilerini şüphe ve tereddüde düşülü­yorlardı. Oysa daha önceden Araplar Hz. İsmail'in dini üzereydi.

Cahiliye Arapları mal ve yiyeceklerini üç bölüme ayırmışlardı. Bir bölümü mabud ve putlarına aitti. Bir diğer bölümü sırtları binilmekten ve yükten hi­maye altına alınmış hayvanlardı. Bir diğer bölümünün üzerine de kesim esna­sında Allah'ın adını anmazlardı. Onlar bunu Allah'a yalan ve iftiralarda bulu­narak yapıyorlardı. Çünkü Yüce Allah onlara böyle bir şeriat ve bu kabilden hükümler indirmiş değildi. Bu iftiralarının cezasını da göreceklerdir.

Davarların sütlerini ve erkeklerini kendi erkeklerine tahsis ederken dişi­lerine haram kılmışlardı. Ölü doğan yavruyu ise erkek ve kadınlar arasında or­tak kabul ediyorlardı. Hayvan dişi doğuracak olursa o dişi yavruyu da tekrar doğum yapıncaya kadar bırakırlardı. Bu nitelendirmelerinin, yani yalan ve ifti­ralarının karşılığını Allah onlara verecektir; yani buna karşılık Allah onları azaplandıracaktır.

Zulüm ve suç itibariyle hüküm ve âdetlerinin en ağır olanı ise kız çocukla­rını diri diri gömmeleri, Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmalarıydı. Buna delil ise Allah'ın bu ayet-i kerimelerde bundan dolayı onları tekrar tekrar azar-lamasıdır. Allah onlar hakkında yedi hüküm vermektedir[79]:

1- Hüsranda olmak: Çünkü evlat Allah'ın kullarına verdiği çok büyük bir nimettir.

2- Sefihlik: Bu ise yerilmiş hafiflik demektir. Çünkü fakirlik korkusuyla çocuğu öldürmek bir hafifliktir, beyinsizliktir. Fakirlik her ne kadar bir sıkıntı ise de çocuğun öldürülmesinin zararı daha büyüktür. Diğer taraftan fakir düş­mek vehm'dir yani bundan kurtulma ihtimali her zaman vardır. Öldürmek ise kat'î bir zarardır, geri dönülmesi imkânsızdır.

3- Bilgisizlik: Çünkü sefihlik bilgisizlikten ortaya çıkmıştır ve şüphesiz ki bilgisizlik münker ve çirkinliklerin en büyüğüdür.

4- Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyleri haram kılmak. Bu da ahmaklık çeşitlerinin en büyüklerindendir. Çünkü böylelikle kişi kendini bu faydalı ve temiz şeylerden alıkoymaktadır.

5- Allah'a karşı yalan iftirada bulunmak. Bilindiği gibi Allah'a karşı cüret­kârlık etmek ve O'na iftirada bulunmak, günahların ve suçların en büyüklerin­dendir.

6- Dinî maslahatlar ve dünyevî menfaatler hususunda doğru yolu şaşırıp sapıklığa düşmek.

7-  Onlar hidayet bulan kimseler değillerdi; bu da onların daimî ve onlar­dan ayrılmayan bir vasıflarıdır.

Rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)'ın ashabından bir kişi, Resulullah (s.a.)'ın huzurunda kederli bir şekilde oturur dururdu. Bir gün ona "Ne diye üzülüp duruyorsun?" diye soranca, şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın rasulü, ger­çekten ben cahiliyede bir günah işledim. Allah'ın onu İslâm'a girmiş olsam da­hi bağışlamayacağından korkuyorum." Hz. Peygamber (s.a) ona "Bana şu gü­nahının ne olduğunu haber ver" diye buyuranca, şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın peygamberi, ben kız çocuklarını öldüren kimselerdendim. Bir kız çocuğum ol­du. Hanımım onu öldürmemem için bana yalvarıp yakardı. Ben de kız çocuğum büyüyünceye, olgunlaşıncaya kadar bıraktım. Kadın olarak en güzel ve en ol­gun bir çağına vardı. Gelip ona talip oldular. Bu sefer taassup beni kuşattı. Kalbim onu evlendirmeye de evde kocasız bırakmaya da tahammül göstereme­di. Hanıma şöyle dedim: Yakınlarımı ziyaret etmek üzere şu şu kabileye git­mek istiyorum, haydi kızını benimle gönder. Bundan dolayı sevindi ve ona gü­zel elbiseler giydirdi ve güzel giysilerle süsledi. Herhangi bir zarar vermemem için de benden türlü sözler, ahitler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına götürdüm. Kuyuya doğru baktım, kız benim onu kuyuya atmak istediğimi fark etti. Boy­numa sarıldı, ağlayarak, bana ne yapmak istiyorsun, dedi. Ona acıdım. Sonra tekrar kuyuya baktım yine taassup beni kuşattı. Yine kız bana sarılıp, "Baba­cığım annemin emanetini zayi etme" demeye koyuldu. Bense bir kuyuya bakı­yor, bir kıza bakıyor, ona acıyordum. Sonunda şeytan bana baskın çıktı. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. O da kuyuda, "babacığım beni öldür­dün, diye bağırıyordu." Sesi kesilinceye kadar orada durdum, daha sonra geri döndüm. Resulullah (s.a.) ve ashabı ağladı. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Eğer cahiliye döneminde yaptıkları sebebiyle herhangi bir kimseyi cezalandır­mam emredilseydi, şüphesiz seni cezalandıracaktım." [80]

 

Allah'ın Kudretinin Apaçık Delilleri

 

141- Ve O, çardaklı ve çardaksız bağla­rı, tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve ben­zemez şekilde yaratan, yetiştirendir. Her biri mahsul verdiği zaman mahsu­lünden yiyin, hasat edildiği zaman da hakkını verin ve israf etmeyin, çünkü O israf edenleri sevmez.

142-  O, davarlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacakları da yaratandır. Al­lah'ın size verdiği nzıktan yiyin, şeyta­nın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, si­zin apaçık bir düşmanınızdır.

143-  Sekiz çift. Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "İki erkeği mi iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunan­ları mı haram kıldı?" Eğer doğru söyle­yenlerden iseniz bana bilgiye dayana­rak haber verin.

144- Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: "İki erkeği mi iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı haram kıldı? Yoksa Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?" İn­sanları bilgisizce saptırmak için Al­lah'a karşı yalan uydurandan daha za­lim kimdir? Muhakkak ki Allah zalim­ler topluluğunu hidayete erdirmez.

 

Belagat:

 

'Yük taşıyacak ve döşek yapılacakları" ifadeleri arasında tıbâk vardır. Çünkü yük taşıyanlar büyükleri, diğerleri ise küçükleridir. "Şeytanın adımları­nı" ifadesi, şeytana itaatten sakındırmak için istiare yoluyla kullanılmıştır. [81]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ve O, çardaklı" yani çardaklar ve destekler üzerinde dallarının uzayıp gitmesi için -asmalar gibi- yükseltilmiş "ve çardaksız" yani yeryüzünde çardak yapılmaksızın bırakılmış yahut dalları ve gövdeleri sebebiyle çardağa ihtiyacı bulunmayan "bağları, tadları çeşitli" yani gerek görünüş gerekse tad bakımın­dan meyveleri birbirinden farklı " ekin ve hurmaları, zeytin ve narı" görünüş itibariyle "birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan, yetiştirendir." Bunları tedricî bir şekilde yaratan Yüce Allah'tır, "...hasat edildiği zaman da hakkını verin" Yani hasat edildiği yahut toplandığı günü ya öşür ya öşrün yarısı olmak üzere zekâtını verin, "ve israf etmeyin" hepsini vermek suretiyle ailenize on­dan bir şey bırakmayacak şekilde vererek israfa yönelmeyin; " Çünkü O israf edenleri" kendileri için belirlenen sınırları aşanları "sevmez".

"O, davarlardan da yük taşıyacak"; yani bunlar, yük taşıyabilen, çalışabi­len, her iki işte de kullanılabilen iri cüsseli hayvanlardır. Büyükbaş hayvanlar­dan olan deve ve sığır ile benzerleri gibi. "ve döşek yapılacakları da yaratan­dır. " bunlar, küçük develer ve bunlara benzer yük taşımaya ve çalışmaya elve­rişli olmayan küçük davarlardır "şeytanın adımlarını izlemeyin." Yani onların helâl ve haram kılmak hususunda gösterdiği yollardan gitmeyin. "Çünkü o, si­zin apaçık bir düşmanınızdır" yani düşmanlığı açık seçik bellidir.

"Sekiz çift" yani sınıf; "koyundan iki, keçiden iki" biri erkek biri dişi ol­mak üzere birer çift. "De ki: İki erkeği mi... haram kıldı" ey Muhammedi Kimi zaman davarların erkeklerini kimi zaman dişilerini haram kılan ve bunu Al­lah'a nispet eden kimselere de ki: Allah size iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır? Bu soru onların bu durumlarını red ve inkâr içindir, "veya iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı?" Rahimlerinde bulunanlar ise ceninler­dir. "Eğer doğru söyleyenlerden iseniz bana bilgiye dayanarak haber veriniz." Bu hususta doğru söyleyen kimseler iseniz bunun nasıl haram kılındığını bana da haber veriniz. Bu haram kılma hükmü nereden gelmiştir? Eğer bunlar er­kek olmaları dolayısıyla haram kılınmış ise bütün erkeklerin haram kılınmala­rı gerekir. Şayet dişi olmaları dolayısıyla haram iseler, bütün dişilerin de ha­ram olması gerekir. Eğer rahimlerde bulunanlardan dolayı haram kılınmış ise­ler bu her iki kesimi de, erkeği de dişiyi de kapsar; o halde böyle bir tahsis ne­reden gelmektedir?

"Yoksa Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?" Bunları haram kılarken siz orada mı bulunuyordunuz da buna dayanarak söz konusu hüküm­leri koydunuz? Hayır, aksine sizler bu konuda yalan söyleyen kimselersiniz. "Allah'a yalan uydurandan daha zalim kimdir?" yani sizden daha zalim hiç kimse olamaz anlamındadır. [82]

 

Nüzul Sebebi

 

"... hasat edildiği günde hakkını verin." mealindeki 141. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerîr -Taberî, Ebul-Aliye'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: İnsanlar zekâtın dışında bir şeyler veriyor idiler. Daha sonra bu konuda is­rafa yöneldiler. Bunun üzerine şu: "Ve israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" buyruğu nazil oldu. Yine ondan rivayete göre o şöyle demiştir: Hasat günü zekâtın dışında bir şeyler veriyorlardı. Daha sonra bu hususta birbirleriyle yarışmaya koyuldular ve israfa yöneldiler. Bunun üzerine Yüce Allah "Ve israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurdu.

Yine Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime Sabit b. Kays b. Şemmâs hakkında nazil olmuştur. O, bir hurma ağacının mey­velerini topladı ve şöyle dedi: Bu gün kim gelirse mutlaka ona yedireceğim. Ak­şama kadar gelene yedirdi ve yanında bir şey kalmadı. Bunun üzerine Yüce Al­lah "İsraf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" diye buyurdu.[83]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Geçen açıklamalardan anlaşılmaktadır ki Kur'an-ı Kerim'in eksenini dinin esaslarını ispatlamak teşkil etmektedir. Bunlar ise tevhid, nübüvvet, öldükten sonra diriliş (meâd) ve kaza ile kaderdir. Yüce Allah bunları ispatladığı gibi bunlardan herhangi birisini inkâr edenleri de tenkit etmiştir. Bu hususta gere­ken açıklamaları tamamladıktan sonra asıl maksada geri döndüğünü görüyo­ruz. Bu ise Allah'ın vahdaniyetini, ulûhiyet ve rububiyetini kabul edip ispatla­mak suretiyle açıklayıp vurgulamaktır. İbadet ve teşri hakkını yalnızca O'na vermektir. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, O'nun dışında bir rab yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. İbadet, haram ve helâl kılma hususlarında O'ndan başka şeriat (hüküm ve yasa) koyacak yoktur. İşte bu beyanda Yüce Al­lah, "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yetiştirendir" diye buyurmaktadır. İlâhî kudretin tecellilerini Yüce Allah açıkça ortaya koyarken, bu arada müş­riklere de diğerlerine de elde edilmesini kolaylaştırdığı rızkını hatırlatarak ikazda bulunmuş, Allah'a karşı iftirada bulunarak uydurdukları şirkleri, kaza ve kadere iman etmemeleri dolayısıyla müşrikleri de ayıplamış, tenkit etmiştir. [84]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah müşriklerin tutarsız ve asılsız görüşleriyle tasarruflarda bu­lunduğu ve bu görüşlerine dayanarak paylaştırıp bir kısmını haram, bir kısmı­nı helâl kıldıkları ekin, mahsul ve davar türünden her şeyin yaratıcısı olduğu­nu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yetiştirendir."

Yani ister çardaklar üzerinde yükselip ağaç gibi büyütülen asmalar olsun ister bağlar ve bahçeler olsun hepsini var edip yaratan O'dur. Çardak, çatı şek­linde yapılan ve üstlerine asma dallarının yerleştirildiği çubuklardır. Çardak-sızlar ise yere bırakılan yahut da gövdeleri üzerine yükseldiği için çardağa ihti­yacı bulunmayan diğer meyve ağaçlandır. Bizzat üzüm ağaçlarının kimisi çar­daklıdır, kimi çardaklı değildir. Aynı şekilde hurma ağaçlarını, tadı, rengi, ko­kusu ve şekli değişik ekinleri yaratan da O'dur. Özellikle hurma ağaçlarının müstakil olarak zikredilmesi, Araplarca bunun çokça görülmesi ve güzelliği dolayısıyladır. Bütün parça ve bölümleriyle çokça faydalı olmasından ayrıca yaprağının bütün mevsimlerde dökülmemesinden de kaynaklanmıştır. O kadar ki hadis-i şerifte mümin kişi de hurma ağacına benzetilmiştir.

Şam yüce Allah çeşitli ekin ve tadları farklı mahsulleri yaratandır. Bura­da tadlan farklı (el-ukül) tabiri yenilen meyve ve mahsul demek olup Ademoğ-lunun hayatının onlara bağlı bulunduğu yenilecek şeylerdir. Ayrıca bu, yaz kış ekilen her şeyi kapsamına almaktadır. Hurma ve ekin gibi tadları değişik şey­lerin özellikle söz konusu edilmesi onların üstünlükleri dolayısıyladır.

Bu yiyecek türleri, besleyicilik ve insanların temel gıda ihtiyaçlarını karşı­layıcı özellikleri bakımından diğer mahsullerden daha faydalı ve insanlar ara­sında muteber yiyeceklerdir. Çünkü tahıllar temel gıda maddeleridir.

Ayrıca Yüce Allah zeytin ve nar ağaçlarını görünüş itibariyle birbirine benzer fakat yenmeleri ve tad itibariyle birbirinden farklı olarak yaratmıştır.

Bütün bu çeşitler aynı su ile sulanıp aynı toprakta yetiştikleri halde her bir türünün diğerinden tad, renk, koku ve olgunlaşma zamanı itibariyle farklı­lıkları vardır. Bu farklılıklar, insanın soğuk, sıcak ve ılımlı dönemlerdeki ihti­yacına uygundur. Bu ise yaratıcının bunlara olan kudretinin delilidir. Bütün bu çeşitler, bunları yaratıcının yoktan var ediciliğini göstermektedir. Bütün bunları yapan ise uygun rızkı vermek, uygun serî hükümleri, yasaları koymak bakımından bir tek ve eşsiz olan Allah Teâlâ'dır.

Yüce Allah bu nimetleri insanlara mubah kılmış ve onlara bu nimetleri ih­san etmek suretiyle lütufta bulunduğunu belirterek minnet etmiştir. Yüce Al­lah buyuruyor ki: "Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin." Yani Allah'ın bitirip yetiştirdiği bu bitkilerden mahsul verdiği vakit olgunlaşmamış olsa dahi yiyebilirsiniz. Burada "mahsul verdiği zaman" kaydının yer alması­nın faydası, bunlara sahip olan kimsenin Yüce Allah'ın hakkı olan zekâtın eda edilmesinden önce de bunları yemesinde ruhsat bulunduğunu ifade etmesidir.

Daha sonra ise alınan bu mahsullerde yerine getirilmesi gereken mükelle­fiyet zikredilmektedir ki, bu da farz olan zekâttır. Yüce Allah bunu ifade etmek üzere, "Hasat edildiği günde hakkını verin" diye buyurmaktadır. Yani hasat gü­nünde ondan, farz olan zekâtı ayırın. Bunun vakti ise, olgunlaşmasından sonra koparılıp toplanma zamanıdır. Bunun ardından da tane ile samanı birbirinden ayırmak için dövme vakti gelir. Üzümün toplanması, hurmaların derilmesi, meyvelerin koparılması da "hasat edildiği zaman' kapsamına girer. Farz olan hak, yağmur ile sulanan şeylerde öşür, nehir, kuyu ve buna benzer kaynak su­larıyla sulananlarda ise öşrün yansıdır. Şer'an belirlenen bu hak, hak sahiple­rine verilir. Bunlar ise akrabalar, yetimler ve yoksullardır.

Mahsullerde yerine getirilmesi gerekene hak ile ilgili olarak ilim adamla­rının iki görüşü vardır. İbni Abbas der ki: Burada kasıt farz olan zekâttır ki bu da öşür veya öşrün yarısı (yani yirmide bir) dır.

Yine İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre -ki bu Said b. Cübeyr'in de gö­rüşüdür- o şöyle demiştir: Hasat günü yoksullara bu miktar sadaka olarak ve­rilmiyordu. Aksine bu miktar, tayin edilmeksizin vacip bir görevdi. Çünkü bu ayet-i kerime Mekke'de inmiştir. Zekât ise Medine'de farz kılınmıştır. Böylelik­le öşrün ve öşrün yansının farz kılınması suretiyle -ki bu da zekâttır- bu vacip neshedilmiş oldu.

Ayetin Medine'de indiği ve doğrusunun bundan kastedilenin farz zekât ol­duğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: Sizler hasat günü hakkı ver­meye karar veriniz, maksadınız bu olsun ve bunun için gayret gösteriniz. Ta ki bu verme işinin mümkün olabileceği ilk vakitten sonrasına onu bırakmayası-nız.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim bilinegelen yöntemine dikkat çekmektedir ki bu da işlerde orta yolu seçmek ve her hususta itidali elden bırakmamaktır. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve israf etmeyin..." yani Allah'ın size verdiği rızıktan yemekte aşırıya kaçarak israfta bulunmaksızın yiyiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Yiyiniz, içiniz ve israf etmeyi­niz. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31). Aynı şekilde sadaka vermek­te de aşırıya giderek israf etmeyiniz. Nitekim Sabit b. Kays b. Şammâs'tan ri­vayet edildiğine göre o, beşyüz hurma ağacının meyvesini toplamış ve hepsini dağıtmıştı. Bunlardan evine hiç bir şey girmemişti. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve elini büsbütün de açıp savurma! O takdirde kınanmış ve yaptığı­na pişman olarak oturup kalırsın." (İsra, 17/29).

Zührî de der ki: Bunun anlamı şudur: Allah'a masiyet uğrunda harcama­yınız. Buna benzer bir rivayet Mücahid'den de yapılmıştır. İbni Ebi Hatim on­dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Mekke'deki Ebu Kubeys dağı altın olsa ve bir kimse bunu Allah'a itaat uğrunda harcayacak olsa o israf etmiş olmaz. Bununla birlikte Yüce Allah'a isyan uğrunda tek bir dirhem dahi harcayacak olsa israf etmiş olur." İşte bu görüşten hareketle bazı hikmet sahibi kimseler şöyle demiştir: "Hayırda israf yoktur, israfta da hayır yoktur."

Gerçek ise şudur: İsraf, her hususta, hayırda olsun başka alanlarda olsun bir hatadır. İster yemekte, ister tasaddukta olsun fark etmez. Çünkü her insa­nın kendisine, aile halkına, yakınlarına, çoluk çocuğuna gereken nafakayı ver­mesi vaciptir. Hatta kendi çocukları bulunmadığı halde gelirinden gelecekte or­taya çıkacak ihtiyaçlarına harcamak için bir şeyler saklaması övülen bir iştir; ta ki kendisi başkalarının sırtından geçinen, başkalarına yük olan bir kimse durumuna düşmesin. Bundan dolayı savurgan, sefih kişi şer'an hacr altına alı­nır (tasarrufları kısıtlanır); onun harcamaları hayır yolunda da olsa aynı şey uygulanır. Sahih-i Buhari' de muallak olarak şöyle bir rivayet yer almaktadır: "İsrafa sapmaksızın, büyüklenmek kastı da olmaksızın yiyiniz, içiniz ve giyini­niz."

Yüce Allah'ın lütuf, rahmet ve nimetinin kemalindendir ki ey insanlar, O sizin için davarları (ki bunlar deve, sığır ve koyun türleridir) yük taşımaya el­verişli büyükleriyle; henüz süt emen deve yavruları, koyun ve keçi gibi küçük-leriyle -ki bunlar "döşek yapılacaklar" diye kendilerinden söz edilenlerdir ve yeryüzüne kesilmeleri için yayılanlar, kıllarından, tüylerinden, yerde yayılan döşek ve yaygılar ile giyilecek elbiseler çıkartılan küçükleridir- yaratmış olmasidir. Bu da Yüce Allah'ın bir başka ayetteki şu buyruğunu andırmaktadır: "Görmezler mi ki şüphesiz bizler onlar için ellerimizin yaptığından davarlar ya­rattık da onlar bunlara sahiptirler. Biz bu davarları kendilerine boyun eğdir­dik, onlardan bazılarına binerler, kimisinden de yerler. "(Yasin, 36/71-72); "Şüp­hesiz davarlarda sizin için bir ibret vardır. Biz onların karınlarından dışkı ile kan arasından içenler için içimi kolay, halis bir süt içiriyoruz." (Nahl, 16/66).

Daha sonra Yüce Allah tıpkı ekinleri mubah kıldığı gibi davarlardan ye­menin de mubah olduğunu tekrar ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin." Yani sizler ekin ve meyvelerden yediğiniz gibi, bu davarlardan da yiyiniz. Çünkü onların hepsini yaratan Allah'tır, size bunları rızık kılan da O'dur. Şer'an mubah olan diğer yararlanma türleriyle de bunlar­dan yararlanınız.

Fakat şeytanın adımlarına yani onun yol ve emirlerine uymayınız. Al­lah'ın kendilerine rızık olarak verdiği meyve, ekin ve davarları Allah'a iftirada bulunarak haram kılan müşriklerin şeytanın adımlarına uyduğu gibi siz ona uymayınız. Sakın Allah'ın size haram kılmadığı bir şeyi haram kılmaya kalkış­mayınız. Çünkü böyle bir iş şeytanın aldatmasının bir sonucudur. Allah sizlere bunları haram kılmıştır. Teşrî, helâl ve haram kılma kaynağı ise Allah'tan ge­len buyruklardır. Çünkü bütün varlıkları yoktan var eden, yaratan O'dur; bun­larda tasarruf hakkı O'nundur. O'ndan başka herhangi bir kimsenin kendi gö­rüşüne dayanarak haram ve helâl kılma selahiyeti yoktur.

Ey insanlar! Şüphesiz ki şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Yani o, düşmanlığı gayet açıkça görülen birisidir. O sizlere ancak kötülüğü, hayasızlığı ve münkeri emreder. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyrukları bu anlamlan ifade eder: "Muhakkak şeytan sizin bir düşmanınızdır. Siz de onu düşman edininiz. O kendi taraftarlarını cehennemliklerden olsunlar diye davet eder." (Fâtır, 35/6); "O sizlere ancak kötülüğü ve hayasızlığı, Allah hakkında da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (Bakara, 2/169).

Yük taşıyan ve yünlerinden döşek yapılan davarlar sekiz gruptur. Yük ta­şıyanlar deve veya inek cinsindendir. Yün ve kıllarından döşek yapılanlar ise ya koyun veya keçi türündendir. İşte bu dört kısmın her birisi erkek ve dişi ol­mak üzere iki tanedir. Allah koyun türünden koç ve koyun olmak üzere çift, ke­çi türünden de erkek ve dişi, deve türünden de erkek ve dişi, sığır türünden de öküz ve inek olmak üzere ikişer tür yaratmıştır.

Artık ey Peygamber! Sen de Arap müşriklerine onların davarları bahire, sâibe, vasîle, hâmî ve buna benzer uydurdukları şekildeki paylaştırmalarını reddeden bir üslûpla de ki: Söyleyin bakalım, Allah koyun ve keçi türünün er­keklerini mi, yoksa dişilerini mi haram kıldı? Yoksa bu iki türün dişilerinin ge­be kaldığı yavrularını mı haram kılmıştır? Bunun anlamı ise şudur: Rahimde erkek veya dişiden başka tür olur mu? Siz ne diye bunların bir kısmını haram bir kısmını helâl kılıyorsunuz? Bana kesin bir şekilde delile dayalı olarak ha­ber veriniz, Allah sizlere iddianız olan bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi, hâmîyi ve bu­na benzer şeyleri ne şekilde haram kıldı? Allah'ın Kitabından yahut peygamherlerden herhangi birisinin haberinden hareketle bu haram kılmaya delâlet edecek bir belgeyi bildirin bana; eğer haram kılmak iddiasında doğru söyleyen kimseler iseniz.

Gerçek şu ki: İslâm'dan önce cahiliye döneminde Arapların davarlarını bu şekilde kısımlara ayırmalarının hiç bir mantığı yoktur. Onlar hangi mantığa göre bunların bir kısmını haram bir kısmını helâl kılıyorlardı? Eğer bu davar­ların erkek olanları haram idiyse bütün erkeklerinin haram olması gerekirdi. Eğer haram kılınanlar dişileri idiyse bütün dişilerinin de haram olması icap ederdi. Şayet bu haram kılman davarlar dişilerin rahimlerinde bulunan cenin­ler ise -ki ceninler erkek de olur dişi de olur- o takdirde doğan bütün yavrula­rın haram kılınması gerekirdi.

Yüce Allah ise bu türlerde herhangi bir şeyi haram kılmış değildir. Şüphe­siz bunlar haramlık iddiasında yalan söylemektedirler. Dünyada Allah'a yalan iftirada bulunarak Allah'ın haram kılmadığı bir şeyin haram olduğunu iddia eden, insanları saptırmak için de Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi harama nispet eden kimseden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Bu tür haram uygula­maları başlatan ise bahîreleri, şaibeleri, vasîleleri, hamileri ilk olarak ortaya koyan ve peygamberlerin dinini değiştiren Amr b. Luhay b. Kamia'dır. Şüphe­siz Allah kendilerine zulmederek, Allah'ın teşrî etmediği şeyleri teşrî edip yasa haline getiren zalim toplulukları hakka ve hayra asla iletmez.

Daha sonra Yüce Allah bu tavırlarına daha ağır bir tepki göstermekte ve onların bu halleriyle alay edercesine şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?..." Sizler Rabbi-nizin huzurunda iken mi Allah sizlere bu haramları tavsiye etti de kendiliği­nizden ortaya çıkardığınız, iftira ettiğiniz Allah'ın haram kılmadığı şeyleri ha­ram kılmayı emretti? Şüphesiz ki bu yaptığınız mutlak bir iftira, Allah'a karşı bir yalandır. Mutlak bir cehaletten hareketle insanları saptırmak kasdıyla Al­lah'a karşı yalan uydurup iftira edenden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Şanı yüce Allah ise bu zulmün bir cezası olmak üzere kendisine yalan iftirada bulu­nanlara doğruya ulaşma başarısını vermez, böylelerini hak ve adalete iletmez, aksine bunları doğruyu ve insanların maslahatına olan şeyleri idrak etmekten alıkoyar. [85]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah aynı zamanda bu hayatta iki temel esasın kaynağıdır. Kendilerine pek çok nimetleri vermek suretiyle insanların bekasını sağlayan olduğu gibi, en güzel düzeni baki kılmak ve fert ve toplum olarak insanların maslahatlarım korumak üzere bütün zaman ve mekânlar için elverişli olan teşrî'in (yasamaların) da kaynağı Allah'tır.

Bundan maksat ise tevhidin kabulü ile ulûhiyetin yalnız Allah için kabul edilmesidir. Çünkü "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yaratan, yetiştiren­dir. " Bu ayet-i kerime üç türlü delili ihtiva etmektedir:

Birincisi, değişip duran şeyleri mutlaka bir değiştiren vardır.

İkincisi, Yüce Allah bize nimetlerini lütuf ve ihsan etmiştir. Eğer O bizi yarattığında bize gıdalar yaratmayı dilememiş olsaydı, gıdaları yarattığında da görünüşüyle güzel, tadıyla hoş yaratmak istemeseydi, onları bu şekilde yarattı­ğında toplanmaları kolay bir şekilde yaratmamış olsaydı, ta baştan beri onları bu şekilde yapmak gibi bir mükellefiyeti olmazdı. Çünkü O'nun hakkında hiç bir yükümlülük söz konusu değildir.

Üçüncü husus ise, bir çok şeyde ilâhî kudretin ortaya çıkarılmasıdır. Bun­lardan birisi de sıvı olan suyun aşağıdan yukarıya doğru ağaçta yükselmesidir. Halbuki su normalde aşağı doğru akan bir sıvıdır. Bu ilâhî kudretin tecellile­rinden birisi de meyvelerin, ağaçların, ekinlerin çok türlü ve çeşitli olması, bunların sınıflarının, renklerinin, tad ve şekillerinin de değişik değişik olması­dır.

"Hasat edildiği gün de hakkını verin" ayet-i kerimesi ise ekin ve meyveler­de farz olan zekâtın -öşür (onda bir) ile öşrün yarısı (yirmide bir) oranlarında-vücubunu göstermektedir.

Bir grup ilim adamı der ki: Bu, malda zekâtın dışında bir hak olup Al­lah'ın mendup olmak üzere verdiği bir emirdir.

Ebu Hanife bu ayet-i kerimeyi ve Buharî ile Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet ettiği hadis-i şerifin umum ifadesini delil kabul etmiştir. Söz konusu hadis şudur: "Göğün suladığı arazi mahsullerinden onda bir, deve sır­tında taşınan suyla yahut dolap ve kova suyuyla sulanan arazilerin mahsulle­rinde ise öşrün yarısı vardır." Ebu Hanife bunları ister yenecek olsun ister ol­masın, yerde biten her şeyde zekâtın farz olduğuna delil kabul etmiştir. Odun, ot, yonca, incir, hurma dalı ve yaprakları, Hindistan'da yetişen bir çeşit kamış ile şeker kamışı ise bunlardan istisnadır.

Cumhurun görüşüne göre ise hadis buna delâlet etmemektedir. Ondan maksat öşrün neden alınacağı, öşrün yarısının da neden alınacağının açıklanmasıdır.

İbni Abdil-Berr der ki: Bildiğim kadarıyla buğday, arpa, hurma ve kuru üzümde zekâtın farz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Buna göre yerden çıkan ürünlerden zekât alınması hususunda ilim adamlarının iki görüşü vardır:

Birinci görüş, Ebu Hanife'nin görüşü olup buna göre az önce istisna edi­lenler dışında yerden çıkan bütün ürünlerde -az dahi olsa- zekât vaciptir. Delili ise ayet-i kerimenin zahir ifadesiyle az önce geçen hadis-i şeriftir.

İkinci görüş ise cumhurun görüşüdür. Ebu Hanife'nin iki arkadaşı (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf) da bunlar arasındadır. Buna göre, gıda olarak kulla­nılması ve saklanılması mümkün olanlar dışında, meyve ve ekinlerde zekât va­cip değildir. Hanbelîlere göre ise kuruyan, kalıcılığı olan ve kile ile ölçülen şey­lerde zekât gerekir. İmam Şafiî ise üzüm ve hurma dışındaki şeylerde zekâtın vacip olmadığı görüşündedir. Çünkü Resulullah (s.a.)  sadece bunlardan zekât almıştır. Diğer taraftan sebze ve meyvelerde zekât yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.) bunları zekâttan muaf tutmuş ve Tirmizî'nin Muaz b. Cebel yoluyla yaptı­ğı rivayete göre sebzeler hakkında "Onlarda bir şey (zekât) düşmez" buyurmuş­tur. Diğer taraftan elde edilen mahsulün beş vesk (635 kg)'i bulması da gerekli­dir. Çünkü Resulullah (s.a.) Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre şöyle bu­yurmuştur: "Beş veskten daha aşağı alınan mahsulde sadaka (zekât) yoktur."

Yerden alınan mahsuller hususunda bir senenin geçmesi şartı yoktur. Çünkü bu mahsulün olgunlaşması, biçilmesi ve toplanması ile tamamlanır, kalması ile değil. Bunların dışında kalan zekâtlarda bir yıl geçme şartı ise ge­rekli artışın gerçekleşip kemal noktasına varması için bu kadarlık bir sürenin geçmesinin gerekli kabul edilmesi dolayısıyladır.

Sahih olan ise toplama zamanında zekâtın vücubunu kabul eden Ebu Ha-nife'nin görüşüdür. Çünkü Yüce Allah "hasat edildiği gün" demiştir. Maliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise olgunlaştığı gün şeklindedir. Çünkü olgunlaşmasından önce o ancak hayvanlara yem olur, yiyecek ve gıda olamaz. Allah 'in nimet olarak ihsan ettiği mahsul olgunlaşıp da yenme kıvamına geldi mi artık onda Allah'ın emrettiği hakkın da yerine getirilmesi icap eder.

Şafiîlerle Hanbelîlerce mutemed kabul edilen görüşe göre meyvelerde zekât, artık meyvelerin selâmetli bir şekilde olgunlaşacağının görülmesi ile vacip olur. Çünkü bu takdirde artık o, tam ve olgun bir meyve olur. Bundan önce ise bu meyve koruktur ve olgunlaşmamıştır. Tanelerde ise tanenin sertleşmesinin gö­rülmesiyle birlikte zekât vacip olur. Çünkü Malikîlerin de belirttiği gibi, artık o vakit bir yiyecek olur, bundan önce ise bir yiyecekten ziyade bir çeşit bakliyattır.

Meyvelerin tahmin ve takdir edilmesi de olgunlaşmalarından sonra söz konusu olur. Çünkü Dârekutnî'nin rivayet ettiği Hz. Aişe yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle denmektedir: Resulullah (s.a.) İbni Revaha'yı Yahudilere gönderir, o da kendisinden yenilmeye başlanmadan önce ilk meyvenin olgunlaşmaya başladığı zamanda, onlardan alınacak hurma miktarını onlar hakkında tahmin ederdi. Sonra Yahudileri bu tahmine göre o meyveleri almak veya kendisine o kadar miktarı vermek arasında muhayyer bırakırdı.

Resulullah (s.a.)'ın tahmin edilmesini emretmesi, meyvelerin yenilip dağı­tılmasından önce zekât miktarının tespit edilmesi içindir.

"O davarlardan da yük taşıyacak..." ayeti ise Yüce Allah'ın davarları in­sanlara sırtlarına binmek, yük taşımak ve çalışmak için, diğer taraftan da etle­rinden, kıllarından, tüylerinden, yünlerinden faydalanabilmek için müsahhar kılma nimetinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Davarlar ise daha sahih kabul edilen Ahmed b. Yahya'nın görüşüne göre Yüce Allah'ın yenilmesi­ni haram kıldığı her türlü hayvandır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizlere okunacak olanlar müstesna olmak üzere, dört ayaklı hayvanlar (ve) da­varlar helâl kılındı." (Mâide, 5/1).

Hayvan türünün kalıcılığının sağlanması için de bu tür, erkek ve dişi ol­mak üzere iki cinstir. Böylelikle hayvanlar yavrular, çoğalır ve olgunlaşır. İşte bundan dolayı yalnızca dişilerin veya erkeklerin haram kılınması şeriatın hik­metine aykırıdır.

"Sekiz çift" ayet-i kerimesi ise, herhangi bir delile dayalı olmaksızın ha­ram kıldıkları bahire, sâibe, vasile, hâmî ve diğer haram kıldıkları şeyler husu­sunda müşriklere karşı bir delildir. Nitekim onlar şöyle demişlerdir: "Bu, da­varların karınlarında bulunanlar yalnız erkeklerimize helâldir, kadınlarımıza ise haramdır." (En'âm, /139).

Bu ise ilmî konularda tartışmanın söz konusu olacağının delilidir. Çünkü Yüce Allah bu konuda peygamberine onlarla tartışmasını ve sözlerinin tutar­sızlığını açıklamasını emretmiştir.

Bu ayet-i kerimede kıyasa dayanarak görüş belirtilebileceğine de delil var­dır.

Yine bu ayet-i kerimede nas varit olduğu takdirde kıyas'a dayalı görüş be­lirtmenin batıl olduğuna dair de delil vardır. Buradaki "nas varit olduğu" şek­lindeki ifade "hakkında nakzedici delil varit olduğu takdirde" şeklinde de nak­ledilmiştir. Çünkü Yüce Allah onlara doğru ve sağlıklı kıyas yapmayı emrettiği gibi, kıyasın illetinin benzeri bütün hususlarda söz konusu olması gerektiğini de emretmiştir. Bu ise ayet-i kerimenin anlamından çıkartılabilmektedir. Onla­ra de ki: Eğer Allah erkekleri haram kılmışsa, o halde bütün erkekler haram olmalıdır. Eğer Allah dişileri haram kıldıysa, o halde bütün dişiler de haram ol­malıdır. Eğer Allah dişilerin rahimlerinde bulunan ceninleri de haram kıldıysa, yani koyun ve keçi türünün yavrularını haram kıldıysa, erkek ya da dişi olsun, doğan bütün yavruların haram olması gerekir. Çünkü hepsi doğan yavrulardır, o halde hepsi haram olmalıdır. Çünkü aynı illet hepsinde bulunmaktadır. Böy­lelikle Yüce Allah bu münazara ve tartışma ile aleyhlerine nakzedici ve sözleri­nin tutarsız olduğunu ortaya koyan delil irad etmektedir. Çünkü onların bu ka­bilden yaptıkları Allah'a bir iftiradır. İleri sürdükleri bu haram kılma nereden gelmektedir? Bu konuda onların bir bilgisi yoktur, çünkü onlar kitap okuma-maktadırlar. Peki Allah'ın bunu haram kılmış olduğuna da tanık olmuşluğu-nuz var mı?! Bu şekilde onlara karşı susturucu delil ortaya konulunca, onlar if­tiraya yönelerek dediler ki: Allah böyle emretti. Allah da onların bu iddialarını şöylece reddetmektedir: "İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı ya­lan uydurandan daha zalim kimdir1?" Bu, onların yalan söylediklerinin de deli­lidir. Zira onlar, hakkında delil getiremedikleri bir iddiada bulunmuşlardır. [86]

 

Müslümanlara Haram Kılınan Yiyeceklerle Yahudilere Haram Kılınanlar

 

145- De ki: "Bana vahyolunanlar ara­sında yiyecek kişiye haram olduklarını bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü, ak­mış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Al­lah'tan başkasının adına kesildiğinden dolayı fısk olanlar. Kim de mecbur olursa zulmetmemek ve haddi aşma­mak şartıyla (yerse) muhakkak ki Rab-bin Gafûr'dur, Rahîm'dir."

146- Yahudi olanlara da bütün tırnaklı­ları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunlardan sırtlarına veya bağırsakla­rına yapışan yahut kemiğe karışan müstesnadır. Bununla biz onları zu­lümlerinden dolayı cezaya çarptırdık. Biz elbette sadıklarız.

147- Seni yalanlayacak olurlarsa de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun azabı günahkârlar güruhundan geri çevrilemez."

 

Belagat:

 

"Gafûr'dur, Rahîm'dir." Bu mübalağa sigalarındandır; yani mağfiret ve rahmeti pek çok olandır.

"Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. O'nun azabı günahkârlar güruhundan geri çevrilemez." Burada iki cümle arasında fark vardır. Birincisi isim cümlesi­dir, çünkü fiil cümlesinden daha beliğdir. Böylelikle bu rahmet vasfına uygun düşmektedir. İkinci cümle ise, "geri çevirilemez" diye başlayan bir fiil cümlesi­dir. Ta ki bu da Allah'ın cezalandırma vasfının, rahmetin genişliğine göre daha dar olduğu anlaşılsın. [87]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yiyecek kişiye" yiyeceği bir şeyin "haram olduklarını" haram kılınmış ya­hut yasaklanmış olduklarını "bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü,...   "Ölü" diye meali verilen "meyte" kendiliğinden ölmüş hayvan demektir, "akmış kan" kesi­len hayvandan fışkırarak akan kan demektir. Bunun dışmda kalan ve bu nitelik­te olmayan karaciğer ve dalak (kanı) ise böyle değildir, "domuz eti -ki o pistir"-tiksinti vericidir, çirkindir, haramdır, necistir. "ve Allah'tan başkasının adına ke­sildiğinden dolayı" yani Allah'tan başkası adına putlar adına kesilen demektir. "fısk olanlar" "İhlâl" ise yüksek sesle adı anmak demektir. "Kim mecbur kalırsa" yani içinde bulunduğu zaruri durum kendisini bunlardan herhangi birisini ye­mek mecburiyetinde bırakırsa, aşırı açlık, aşın susuzluk yahut lokmanın boğaz­da tıkanması gibi; "zulmetmemek" yani böyle bir maksat gütmemek "ve haddi aşmamak" yani zaruret miktarını, sınırını aşmamak şartıyla (yiyebilir).

"Yahudi olanlara; Yahudilere bu adın veriliş sebebi '(İnnâ hüdnâ ileyke)"= Biz sana döndük." (A'raf, 7/157) yani sana tevbe ettik, demiş olmalarıdır, "bü­tün tırnaklıları" bu, deve ve devekuşu gibi parmaklan birbirlerinden ayrılma­yan hayvanları Tırnaklılar ifadesi, insan ve onun dışında kalan avlanmayan canlılar hakkında kullanılır. Mihleb (pençe tırnağı) ise avlanan hayvanlar hak­kında kullanılır. "Sığır ve koyunun iç yağlarını" yani iç yağı bağırsak, işkembe ve böbrek çevresinde bulunan yağları "haram kıldık". "Bunlardan sırtlarına ve­ya bağırsaklarına yapışan" bunlara bitişik bulunan "yahut kemiğe karışan müstesnadır." Yani iç yağından kemiğe karışan bölüm bunun dışındadır. Bu ise kuyruk yağıdır. Kuyruk yağı kendilerine helâl kılınmıştı. "Bununla" yani bun­ları haram kılmakla "Biz onları zulümlerinden dolayı cezaya çarptırdık." Zu­lümleri sebebiyle onları böyle cezalandırdık. "Biz elbette sadıklarız" verdiğimiz haberlerde ve vaadlerimizde doğru olanlarız.

"Seni yalanlayacak olurlarsa" yani getirdiğin şeyler hususunda onlara "de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir." Çünkü O, acilen sizleri cezalandırmamak-tadır. Ayrıca bu ifade ile oldukça latif bir şekilde imana çağrılmaktadırlar. "Onun azabı... geri çevirilemez" Yani azabı geldiği takdirde kimse onu çeviremez. [88]

 

Nüzul Sebebi

 

"De ki: Bana vahyolunanlar arasında..." mealindeki 145. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Abd b. Humeyd Tavus'tan şöyle dediğini riayet etmekte­dir: Cahiliye dönemi insanları bazı şeyleri haram, bazı şeyleri helâl kılıyorlar­dı. Bunun üzerine "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduklarını duyduklarım yalnız şunlardır..." ayeti nazil oldu. [89]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde nevalarına göre davarlardan bazılarını haram, bazılarını helâl kılan müşriklerin kanaatlerini reddetti ve haram kılma ile helâl kılmanın ancak vahiy ile tespit edileceğini açıkladı. Ar­kasından burada müminlere haram kılman yiyeceklerin yalnızca şu dört tanesi olduğunu da açıkladı: Ölü, akmış kan, domuz eti -çünkü o pisliktir- ve Al­lah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş olan ve "fısk* diye adlandırılanlar. [90]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Mekke'de inmiş bulunan bu surede bu dört şeyin dışında ha­ram kılınmış bir yiyecek olmadığını beyan etti. Yalnızca bunların haram oldu­ğunu ifade eden bir kip kullandı. Böylelikle bu dört şeyin dışında herhangi bir yiyeceğin haram olmayacağını beyan etmekte mübalağa kipini kullanmadı. Nahl suresinde de bunu pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "O sizlere ancak ölüyü, kanı, domuz etini, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenleri haram kıldı. Her kim mecbur kalırsa zulmetmeksizin ve haddi aşmamak şartıyla (yer­se) şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." (Nahl, 16/115)

"(innemâ)= yalnız, ancak" kelimesi hasr ifade eder. Mekke'de inmiş bulu­nan bu iki ayet-i kerimede haram kılman şeylerin bu dört yiyeceğe münhasır olduğunu göstermektedir. Bakara suresinde yer alan Medine'de inmiş bir ayet-i kerime de bu dört şeyin dışında haram kılınmış bir şey olmadığını göstermek­tedir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size yalnız ölü, kan, domuz eti ile Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler haram kılınmıştır." (Bakara, 1/174). Burada hasr ifade eden "(innemâ)= yalnız, ancak" kelimesi aynı şekilde Yüce Allah'ın "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduk­larını bulduklarım yalnız şunlardır..." buyruğuna uygun düşmektdir.

Daha sonra Yüce Allah Maide suresinde şöyle buyurmaktadır: "Size oku­nacak olanlar müstesna, davarlar size helâl kılındı." (Mâide, 5/1) Müfessirler "size okunacaklar müstesna" buyruğundan kastolunanın ise Yüce Allah'ın he­men bu ayet-i kerimeden biraz sonra sözünü ettiği şeyler olduğunu icma ile ka­bul etmişlerdir. Bunlar da şu ayet-i kerimede dile getirilmektedir: "Size ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş olan, vurulmuş, yüksek yerlerden yuvarlanmış, susulmuş, yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş hayvanlar -yetişip kestikleriniz müstesna olmak üzere- haram kılındı." (Maide, 5/3). İşte bütün bunlar da meyte (ölü) türündendir. Yüce Allah bunları tekrar söz konusu etti. Çünkü onlar bu tür ölmüşlerin de helâl oldukları hükmünü ve­riyorlardı. Böylelikle şeriatın başından sonuna kadar bu hükmü ve bu hasrı be­lirlemiş olduğu sabit olmaktadır.

Maksat Arap müşriklerinin kanaatlerini reddetmektir. Çünkü helâl ve ha­ramı bilmenin tek yolu vahiy olduğuna ve Allah tarafından da Muhammed (s.a.)'den başkasına vahiy gelmediği sabit olduğuna göre, ayrıca bu konuda bu ayet-i kerime ile onun benzeri diğer ayet-i kerimelerin dışında bir emir de nazil olmadığına göre, bu ifade, yalnızca söz konusu dört şeyin haram kılındığını göstermektedir.

Yani Yüce Allah peygamberine emrederek şöyle buyurmaktadır: Ey Mu-hammad! Allah'ın kendilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram kılan şu kimselere de ki: Ben bir kimseye şu aşağıdaki dört hususun dışında kalan her­hangi bir şeyin haram kılındığını görmemekteyim:

1- Meyte (ölü): Şer*î bir kesim olmaksızın ölen hayvandır. Bu kelime, bo­ğulmuş, ağır bir darbe ile vurulup öldürülmüş, yüksekten düşüp ölmüş, süsülmüş, yırtıcı bir hayvanın yediği ve benzer şekilde ölmüş hayvanları kapsar. Böylesinin haram kılınmasının sebebi, kanın derinin içinde pıhtılaşıp kalma­sıyla hayvanın zararlı hale gelmesidir. Bu durumdaki hayvanın zehirlenme, etinin parçalanması sırasında da ondan yiyen bir kimsenin de bundan etkile­nerek hastalanıp rahatsızlanmasına sebep teşkil etme tehlikesi her zaman bu­lunmaktadır.

2- Akmış kan: Yani kesilen hayvanın damarlarından fışkırarak akan, dö­külmüş kan. İşte bu, haram kılınan kanın akan kan olduğunun delilidir. İbni Abbas der ki: Burada henüz canlı iken davarlardan çıkan kan ile kesim esna­sında şah damarlardan çıkan kan kastedilmektedir. O bakımdan katılıkları dolayısıyla karaciğer ve dalak gibi katı kanlar, bunun kapsamına girmediği gi­bi, kesilmiş hayvana bulaşmış bulunan kan da girmemekte, damarlarda kal­mış kan damlaları da bunun kapsamına girmemektedir. Çünkü bütün bu kan­lar akan kan değildir. İkrime Yüce Allah'ın, "Akmış kan" buyruğu ile ilgili ola­rak şöyle der:   Eğer bu ayet-i kerime olmasaydı, insanlar Yahudilerin yaptık­ları gibi damarlardaki kanı dahi tespit ederek çıkartmaya çalışırlardı. Beyha-kî'nin Sünen'inde ve Hâkim'in (Müstedrek'inde) rivayet ettiği İbni   Ömer yo­luyla gelen hadiste şöyle demektedir: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı. îki ölü balık ve çekirge, iki kan ise karaciğer ve dalaktır." Akmış kanın haram kı­lmış sebebi ise çeşitli mikrcp ve hastalık yapıcı virüsleri ihtiva etmesidir. Çün­kü kan mikropların, hastalık yapıcı virüslerin üremesi için elverişli bir ortam­dır.

3- Domuz eti: Domuz yağı ve vücudunun diğer parçalan da domuz eti gi­bidir. Köpek de domuz gibidir. Bütün bunlar tıpkı meyte ve kan gibi pislik ve tiksinti verici şeylerdir. Temiz nefisler ve sağlıklı tabiatlar bundan tiksinir; ay­rıca bunlar vücuda da zararlıdırlar. Şafiî Yüce Allah'ın, "Ki o pistir" buyruğunu domuzun necisliğine delil göstermiştir. Çünkü oradaki "o" zamiri domuza raci-dir; çünkü zamire en yakın olarak anılmış isim odur.

4- Fısk: Allah'tan başkası adına kesilerek veya üzerinde Allah'ın adı anıl­madan kesilen hayvandır. Yani Allah'tan başkasına ibadet kasdıyla kesilen ve bir kimseye yaklaşmak için Allah'ın adı değil o kimsenin adı anılarak kesilen hayvandır. Bunlar ise dikili taşların üzerinde ve putların yanında kesilen veya fal oklarıyla yani kumar sonrası kesilen hayvanlardır.

Daha sonra Yüce Allah zorunluluk (zaruret) halini istisna ederek, "Kim de mecbur kalırsa..." diye buyurmaktadır. Yani her kim helâl olan bir şeyi bula­maz da içinde bulunduğu mecburiyet hali onu haram kılınan şeylerden birisini yemeye mecbur ederse, bu ikisi de böyle bir durumu istemediği halde bu du­rumda kalmış olur ve zaruret haddini de aşmaksızın yiyecek olursa, şüphesiz Allah hayat hakkını korumak için yaptığı bu davranışını affeder, ona merha­met eder. Kendisini ölümden kurtaracak ve telef olmasını önleyecek kadarını yediği için Allah onu bundan sorumlu tutmaz.

Özetle söyleyecek olursak; bu ayet-i kerimeden maksat, tutarsız görüşle­rinden hareket ederek bahire, sâibe, vasile, hâmî vb. şeyleri kendilerine haram kılmak şeklindeki bidat ve dinde aslı olmayan davranışlarda bulunan müşrik­lerin bu tutumlarını reddetmektir. Allah, rasulüne, kendilerine Allah'ın vah-yettikleri arasında bunların haram kılınmış olduğuna dair birşey bulmadığını haber vermesini, bunun yerine şu dört şeyi haram kıldığını bildirmesini emret­mektedir: Ölü, akmış kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesi­lenler. Bunların haram kılmışının esas sebebi ise, bunlardaki maddî tehlikeler ya da akideye ve Allah'a ibadete yakışmayan manevî zararları ve bunların etkilerinin pis oluşudur. Peygamberin görevlerinden birisi ise temiz olan şeyle­rin mubah kılmak, pis ve murdar şeylerin de haram olduğunu beyan etmektir: "Ve onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis ve murdar şeyleri de haram kılar. Sırtla-rındaki ağırlıkları indirir ve boyunlarındaki tasmalarını da kaldırır." (A'râf, 7/157)

Fakat bu ayetten ve benzerlerinden anlaşılan hasr ifadesi mutlak değil, nisbîdir. Bu ayet-i kerime de bu dört şeyin dışında haram kılman hususlara de­lâlet eden diğer ayet ve haberlerle de tahsis edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: "Onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar." Bu buyruk çeşitli necasetler, yerdeki haşereler gibi kendilerinden tiksinilen bütün murdar şeylerin haram kılınmasını gerektirmektedir. Nitekim Buharî ve Müslim Sa­hih' lerinde Câbir'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) Hayber günü evcil eşek etlerini yasakladı." Yine bunlar Ebu Sa'lebe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) yırtıcı hayvanlar arasından azı dişi olan bütün hayvanları yasakladı." İbni Abbas yoluyla gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Ve parçalayıcı pençesi olan bütün uçan kuşları (yeme­yi) yasakladı." Yine Buharî ve Müslim Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Canlılardan beş hayvan vardır ki bunların hepsi de fasıktır, harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgan köpek." İşte bunların öldürülmesine dair verilen emir, bunları yemenin haram kılındığına da delâlet etmektedir. Çünkü öldürmek ancak serî boğazlamanın dışındaki bir yolla olur. Böylelikle onların etinin yenilmediği sabit olmaktadır. Diğer taraftan eti yeni­lebilen hayvanın öldürülmesi nehyedilir.

Şafiîler, ayet-i kerimeyi aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a)den gelen şu riva­yetle de tahsis etmektedirler: "Arapların kendisinden tiksindikleri şey de ha­ramdır." Görüşlerinin muhtevası şudur: Kendisine dair helâl ya da haram ol­duğu hakkında nas varit olmamış, öldürülmesi emrolunmamış, yasak da kılın­mamış herhangi bir hayvanı yemekten Araplar hoşlanıyor ise helâldir, şayet tiksiniyor iseler o da haramdır. Bunların delilleri ise Yüce Allah'ın, "Onlara te­miz şeyleri helâl kılar ve onlara pis ve murdar şeyleri haram kılar." (A'raf, 7/157) buyruğu ile, "Sana kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: Si­ze temiz olan şeyler helâl kılındı" (Mâide, 5/4) buyruklarıdır. Derler ki: Burada temiz olan şeyden kasıt helâl değildir. Çünkü bunun helâl diye anlaşılmasının bir anlamı yoktur; zira bunun takdiri şöyle olur: Size helâl olan şeyler helâl kı­lındı. Ancak temiz olan şeylerden kasıt Arapların hoşuna giden şeylerdir; pis ve murdar şeylerden kasıt ise onların hoş görmedikleri, tiksindikleri şeylerdir. Bu konuda hoşa giden ve gitmeyen hususlarda genel âdetlerine riayet edilir, özel örflere bakılmaz. Çünkü o takdirde helâl ve haram hakkındaki hükümle­rin farklı olması sonucu ortaya çıkar.

Seleften pek çok kimse de ayetin zahirini delil göstererek, bu ayet-i keri­mede anılan şeylerin dışında kalanları mubah kabul etmişlerdir. Ebu Davud, İbni Ömer (r.a.)'e kirpinin yenilmesine dair soru sorulması üzerine, bu ayet-i kerimeyi okuduğunu rivayet etmektedir.

İbni Ebî Hatim ve başkaları da sahih bir sened ile Hz. Aişe'den rivayetine göre, ona yırtıcı hayvanlardan azı dişliler, kuşlardan da pençeli olanların yenil­mesine dair soru sorulduğunda "De ki: Bana vahyolunanlar arasında..." ayetini okuyordu.

İbni Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yeryüzünde hareket eden hayvanlardan Yüce Allah'ın Kitabında haram kıldıkları dışında haram kıldığı bir şey yoktur deyip, "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... buldukla­rım yalnız şunlardır" ayetini okurdu. Ayrıca Yüce Mlah'ın/Yiyecek kişiye" buy­ruğunu delil göstererek meyteden haram kılınanın ondan yemek olduğunu be­lirtmiştir. Bu ise ona göre hayvanın tabaklanmış derisini, kılını ve benzeri kı­sımlarını kapsamına almaz. Nitekim Resulullah (s.a.) da ayet-i kerimenin ifa­desinden bunu anlamıştır. Ahmed ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Şevde b. Zemaa'ya ait bir koyun öldü. Bir diğer rivayette ise bu Sevde'ye değil de Meymune'ye aittir Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Keşke onun derisini almış olsaydınız..." Hanımı "Ölnraş bir koyunun derisini mi ala­caktık?" dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Yüce Allah buyurdu ki: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduklarını buldukla­rım yalnız şunlardır: Ölü..." Siz bunu alıp yemeyeceksiniz ki. Eğer o deriyi ta­baklayacak olursanız ondan yararlanırsınız."

Daha sonra Yüce Allah özel olarak İsrailoğullarma ceza olmak üzere ha­ram kıldıklarını bize haber vermektedir. Böylelikle Kur'an-ı Kerim'de Müslü­manlara teşrî buyurduğu hükümler ile karşılaştırma yapılmaktadır. Allah buyuruyor ki: "Yahudi olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldı..." Yani baş­kalarına değil de yalnızca Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldı. Tırnaklı hayvandan kasıt ise parmakları birbirinden ayrı olmayan yahut da kuş türünden olsun, kara hayvanı türünden olsun parmakları birbirinden ya­rıkla ayrılmamış olan bütün hayvanlardır. Deve, devekuşu, ördek ve kaz gibi. Nitekim İbni Abbas, Mücahid, Katâde ve Saîd b. Cübeyr böyle demişlerdir.

Biz onlara -başkalarına değil- inek ve koyunların kolaylıkla yerlerinden ayrılabilen ve fazlalık olan iç yağlarını da haram kıldık. Çünkü bunlar ete ve kemiğe bitişik bulunmamaktadır. Söz konusu yağlar ise yalnızca işkembe ve böbrekler üzerinde bulunanlardır. Sırt ve kuyruk yağlan ise helâldir. Çünkü Yüce Allah "Bunlardan sırtlarına... yapışan müstesna" diye buyurmaktadır. Ayrıca bağırsaklarına yapışan ve kemiğe kansan da müstesna edilmiştir. Biz bütün bu iç yağlan kendilerine helâl kılmıştık.

Biz bunları kendilerine azgınlıkları sebebiyle, onlara bir ceza olsun diye haram kıldık. Çünkü onlar haksız yere peygamberleri öldürmüş, Allah'ın yo­lundan alıkoymuş, faiz yemiş, batıl yollarla insanların mallarını almayı helâl kabul etmişlerdi.

Bu buyruk aynı zamanda Yahudilerin, "Allah bizlere herhangi bir şeyi ha­ram kılmış değildir. Bunun yerine biz İsrailin kendisi için haram kıldığı şeyleri haram kıldık" şeklindeki sözlerini yalanlamaktadır.

Bu, Yüce Allah'ın geçmişte Yahudiler hakkında koymuş olduğu hükmü ha­ber verdiğinden ve bu konuda kimsenin bilgisi olmadığından, onların da "Bize herhangi bir şey haram kılınmadı" şeklindeki sözlerine bir cevap teşkil ettiğin­den dolayı Yüce Allah, "Elbette biz sadıklarız" diye buyurmaktadır. Taberî der ki: Yani elbette ki bizler, bizim bunları kendilerine haram kıldığımıza dair ver­diğimiz bu haberlerimizle doğru söyleyenleriz. Durum onların iddia ettikleri şekilde bunları kendisine İsrail'in (Hz. Yakub'un unvanı) haram kıldığı şeklin­de değildir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? İbni Kesîr der ki: Yani mu­hakkak bizler kendilerine vermiş olduğumuz bu ceza ile oldukça adil hüküm verenleriz.

Mücahid ve -Süddî'nin dediği gibi Yahudiler yahut Mekke müşrikleri ey Muhammed seni yalanlayacak olurlarsa ... Doğrusu ey Muhammedi Sana mu­halif olan müşrikler, Yahudiler ve onlara benzeyen kimseler peygamberlik ve risalet iddianda, hükümleri tebliğinde seni yalanlayacak olurlarsa, "De ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir." İşte bu onların Allah'ın geniş rahmetini ara­malarına, rasulüne tabi olmalarına bir teşviktir. "Onun azabı ise günahkârlar güruhundan geri çevirilemez." Yani onun azabı hiç bir günahkârdan geri çevri­lemez. Bu ise onların son peygamber Allah rasulüne muhalefetlerine karşılık bir korkutmadır.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de teşvik ve korkutmayı bir arada pek çok defa zikretmektedir. Nitekim Yüce Allah bu surenin sonunda da şöyle buyurmakta­dır: "Muhakkak senin Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga-fûr'dur, Rahîm'dir." [91]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"De ki... bulduklarım yalnız şunlardır..." ayeti, meyte (ölü), akmış kan, do­muz eti ve ibadet kastıyla putlar için kesilmiş bulunan dört şeyin haram kılın­dığının delilidir. Ayet-i kerime Mekke'de inmiş olduğundan dolayı bundan anla­şılan haram, yalnızca bu dört şeye münhasırdır. Yani ey Muhammed! "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduğunu duyduklarım yalnız şunlardır..." Yani bunlar helâl hükmün dışında kalmaktadır. Yoksa ha­ram sizin arzularınıza göre haram kabul ettikleriniz değildir. O dönemde şeri-atte bunların dışında herhangi bir haram söz konusu değildi. Nitekim Kurtubî de böyle demektedir. Daha sonra Medine'de Maide suresi nazil oldu, haram kı­lman şeylere meytenin kapsamına giren boğulmuş, ağır bir şey ile vurularak öldürülmüş, yüksekten düşmüş, susulmuş ve benzeri türler de eklenmiş oldu. Şarabın haram kılınmasında söz konusu olduğu gibi.

Resulullah (s.a.) da Medine'de parçalayıcı azı dişi olan bütün yırtıcı hay­vanlar ile kuşların pençeli olanlarını da haram kıldı.

İlim ehlinin çoğunluğuna göre Resulullah (s.a.)'ın haram kıldığı her bir şey yahut da Kur"an-ı Kerim'in bu haram kılınanlara ek olarak haram kıldığı şey, Allah tarafından Peygamberi aracılığıyla bunlara yapılmış bir ilâvedir. Meselâ, Yüce Allah'ın, 'Ve size bunların dışında kalanlar helâl kılındı." (Nisa, 4/24) buyruğu ile birlikte, kadının halası ve teyzesi ile birlikte aynı nikâh altın­da bulunmasının haram kılınması gibi. Yine Resulullah (s.a.)'ın Yüce Allah'ın, "Eğer iki erkek bulunmazsa bir erkek ve iki kadın" (Bakara, 2/282) buyruğuna rağmen, yemin ve şahit ile hüküm vermesi gibi. "De ki... haram olduklarını duyduklarım yalnız şunlardır" ayeti ise muayyen bir şey hakkında soru sorana bir cevaptır. O bakımdan cevap da özel bir şekilde verilmiştir. Malik der ki: Bu ayet-i kerimede söz konusu edilenler dışında apaçık bir haram yoktur. O ba­kımdan kimi Malikîler şöyle demektedir: Yırtıcı hayvanların etleri ile insan ve domuzun dışında kalan diğer hayvanların etleri mubahtır.

Ayet-i kerime aynı şekilde istisnaî bir hükme de delâlet etmektedir ki, bu da zaruret halidir. Zaruret esnasında telef olma tehlikesini bertaraf etmek ve hayatı korumak kasdı ile haramların haramlıkları ortadan kalkar.

"Yahudi olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldık." ayeti de şanı yüce Allah'ın Yahudilere bir ceza olmak üzere bir önceki ayet-i kerimede sözü geçen bu dört şeyin dışında başka bir takım şeyleri de haram kıldığını göstermekte­dir. Haram kılman bu şeyler ise iki türdür. Bunları ise Yüce Allah Müslüman­lara haram kılmamıştır.

1- Deve, devekuşu, ördek ve kaz gibi parmaklan yarık olmayan bütün tır­naklılar.

2- İnek ve koyunların iç yağları. Bunlar ise işkembe ve böbrekler üzerinde bulunan ince yağlardır. Yüce Allah yağlardan kendilerine haram kılmadığı üç türlüsünü de istisna etmektedir ki, bunlar sırta yapışık olanlar, bağırsaklara yapışanlar ve kemiğe karışık bulunan yağlardır. Bu ise bütün müfessirlerin gö­rüşlerine göre kuyruk yağıdır. İbni Cüreyc der ki: Kemiğe karışık yani kemiğin üstünde bulunan yağlar dışında Allah onlara bütün yağları haram kılmıştır. Bununla birlikte onlara yan taraflarındaki yağlar ile kuyruk yağını helâl kıl­mıştı. Çünkü kuyruk yağı kuskus (kuyruk sokumu) denilen kemiğin üzerinde­dir. Şafiî bu ayet-i kerimeyi iç yağı yememek üzere yemin eden kimsenin sırt yağı yemesi halinde yeminini bozmuş olacağına delil göstermiştir. Çünkü Yüce Allah hayvanların sırtlarında bulunanları genel olarak iç yağından istisna et­miştir.

Sahih olan ise, genel olarak ilim adamlarının kabul ettikleri şu görüştür: Yahudiler davarlarını keserler de, Tevrat'ta Allah'ın kendilerine helâl kıldığını yiyip haram kıldıklarını yemeyecek olurlarsa, bu konuda onlar için bir vebal yoktur. Şu kadar var ki onlar bize helâldir. Zira Yüce Allah İslâm ile bu konu­daki haramı kaldırmıştır. Onların bu şekildeki inançları ise bunların hükmüne etki etmez. Çünkü bu bozuk bir inançtır. Ayrıca Resulullah (s.a.)'ın Abdullah b. MuğafFel'in Hayber günü eline geçirdiği bir iç yağı tulumundan yemesini red­detmemiş olması da bunu deskteklemektedir.

İmam Malik'ten gelen bir rivayete göre bunun haram olduğu da söylen­miştir. Çünkü onlar onu haram kabul ederek dinî bir emre riayet etmektedir­ler. Ayrıca onlar hayvanlarını keserken de bu yağdan faydalanmak kasdmı güt­mezler. Dolayısıyla bu yağlardan yararlanmak da (Müslümanlar için) kandan yararlanmak gibi haramdır. İmam Malik'in önde gelen arkadaşlarının kabul ettiği görüş de budur. [92]

 

Müşriklerin, Şirki Ve Haram Kılmaya Dair Asılsız Hükümlerini Allah'a Nispet Etmeleri Ve Bu İddialarının Çürütülmesi

 

148- Şirk koşanlar diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi biz de atalarımız da şirk koşmazdık, hiç bir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de bi­zim azabımızı tadana kadar böyle ya­lanladılar. De ki: "Yanınızda bize çı­kartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan uyduruyorsunuz."

149- De ki: "Üstün ve yeterli delil Al­lah'ındır. Eğer o dileseydi hepinizi bir­den hidayete kavuştururdu."

150- De ki: "Allah'ın bunu haram kıldı­ğına dair şehadet edecek şahitlerinizi getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse sen onlarla beraber şehadet etme! Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların hevalanna uyma! On­lar Rablerine (başkalarını) denk tutu­yorlar.

 

Belagat:

 

"Ayetlerimizi yalanlayanların... hevalanna uyma!" Burada zahir (yani açık ibare), zamir yerine kullanılmıştır. Çünkü "onların hevalanna uyma" de­nilmek suretiyle zamir kullanılabilirdi. Böyle kullanılması ise Allah'ın ayetleri­ni yalanlayıp başkasını ona denk koşan kimselerin yalnızca hevasına tabi olan kimseler olduğuna delâlet etsin diyedir. Çünkü o eğer delile tabi olan birisi ol­saydı ancak Allah'ın ayetlerini tasdik eden, Allah'ı tevhid eden birisi olurdu. [93]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer Allah dileseydi biz de atalarımız da şirk koşmazdık, hiç bir şeyi de haram kılmazdık." Yani bizim şirk koşmamız da haram kılmamız da Allah'ın dilemesi iledir. O halde Allah bizim yaptığımız bu işlerden razıdır.

"Onlardan öncekiler de bizim azabımızı tadana kadar" peygamberlerini "böyle" yani bunların yalanladıkları gibi "yalanladılar."

"Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?" Yani Allah'ın yaptığınız bu işlerden razı olduğuna dair yanınızda bir bilgi var mıdır? "Siz an­cak" bu hususta "zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan uyduruyorsunuz." Bu kelime aslında tahminde bulunmak anlamına gelmekle birlikte burada yalan uyduruyorsunuz anlamındadır. "Üstün ve yeterli delil" yani apaçık ve gerçek olan eksiksiz delil, "Allah'ındır."

"Onlar Rablerine denk tutuyorlar" O'na eş ve denk kimseler ediniyorlar. Burada maksat şirk koştuklarını ifade etmektir. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah cahiliye halkının Allah'ın dini hususunda herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmaksızın hüküm koymaya kalkıştıklarını naklettikten sonra, onların yapma cesaretini gösterdikleri bütün küfür yahut şirk türleri ile ilgili olarak ileri sürdükleri mazeretlerini de nakletmiştir. Onlar diyorlar ki: Allah bizim kâfir olmamamızı dilemiş olsaydı bizi böyle bir küfürden alıkoyardı. Bizi bundan alıkoymadığına göre o bunu istiyor demektir. Allah böyle davranmamı­zı istediğine göre bizim bunu terk etmemize imkân yoktur. O halde biz bu hu­susta mazuruz.

Bu, onların lisan-ı hallerini yahut da böyle bir soru halinde söyleyecekleri­ni nakletmektir. Çünkü Yüce Allah onlarm söyleyecekleri her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır. Bu, meydana gelmezden önce gaybî şeyleri haber vermesi cümlesindendir. [95]

 

Açıklaması

 

Bu, müşriklerin şirk koşmalarında haram kıldıkları şeyleri haram kıl­mak hususunda sıkı sıkıya yapıştıkları bir şüpheleridir. Şüphesiz Yüce Allah onların içinde bulundukları şirke muttali olduğu gibi haram kıldıkları şeyleri de bilmektedir. Böylelikle Yüce Allah onların söyleyeceklerini haber vermekte­dir.

Onlar derler ki: Kendilerinin de şirk koşmaları, atalarının da şirk koşma­ları Allah'ın helâl kıldığı ekin ve davarları haram kılmaları da hep Allah'ın di­lemesi ve iradesi iledir. Şayet Allah'ın dilemesi olmayacak olsaydı bunların hiç birisi olmazdı. Bu ifadeler tıpkı Cebriye mezhebinin söylediği gibidir.

Bu ayet-i kerimenin bir başka benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi biz de, atalarımız da O'ndan başka hiç bir şeye ibadet etmezdik. O'nun emri dışında hiç bir şeyi haram kılmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı." (Nahl, 16/35); "Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik (derler). Bu hususta onların hiç bir bilgileri yoktur. Onlar ancak yalan söylüyorlar." (Zuhruf, 43/20).

Yüce Allah onların bu şüphelerini, "Onlardan öncekiler de bizim azabımızı tadana kadar böyle yalanladılar" buyruğu ile reddetmektedir. Yani şu Arap müşrikleri ile Mekkelilerin peygamberi Allah'ın vahdaniyetini ve ilâhlığım is­patlaması konusunda şeriat koymayı, helâl ve haram kılma yetkisini yalnız ona verip şirki reddetmesi ve çürütmesi hususunda yalanladıkları gibi, bunlar­dan öncekiler de kendi peygamberlerini ilim ve akla dayalı hiç bir esasa bağlı olmaksızın yalanlamışlardı.

Bunun sebebi ise onların, peygamberlerin getirdiklerini yalanlamaları, bunlar üzerinde durup düşünmemeleridir; durup düşünecek yerde onlardan yüz çevirmeleridir. Diğer taraftan, eğer onların söyledikleri o sözler doğru ol­saydı, Allah küfürleri sebebiyle onları cezalandırmazdı. Çünkü Yüce Allah adil­dir. Eğer onların küfre götüren davranışları Allah'ın zorlama ve baskısı sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bu yaptıklarından dolayı cezalandırılmayı hak etmezler­di. Ayrıca Yüce Allah da Kur"an-ı Kerim'de, "Günahları sebebiyle onları azap ile yakaladık, zulüm ve küfürleri sebebiyle onları helak ettik" gibi buyruklarını defalarca tekrarlamazdı.

İşte Yüce Allah'ın, "Bizim azabımızı tadana kadar" buyruğunun anlamı budur; yani yalanlamaları sebebiyle onlar üzerine azap indirinceye kadar. Bu ise onların küfürlerinin, şeriata aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının biz­zat kendi tercih ve iradeleri ile olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Yü­ce Allah imanı ilham etmeye, kendileriyle küfür arasına engel koymak sure­tiyle tavırlarını değiştirmelerine kadir idi. Onların takındıkları bu tavır da ay­nı şekilde Allah'ın iradesi ile olurdu. Zira kâinatta Allah'ın meşiet ve iradesi ol­maksızın hiç bir şey meydana gelmez.

Daha sonra Yüce Allah peygamberine ileri sürdükleri iddialarına dair de­lil getirmelerini istemesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Yanı­nızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı..." Yani sizlerce gerçekten söylediğinize uygun delil olabilecek bilinen bir husus ve açık bir belgeniz var mıdır? Bunu bize çıkartıp gösterebilir ve biz de onu kavrayalım diye açıklaya­bilir misiniz? Böyle bir soru onlarla bir çeşit alay etmektir. Söyledikleri bu söze delil getirmenin imkânsız olduğunu açıklamak ve iddiaları dolayısıyla onları azarlamak içindir.

Onların gerçek durumları ise Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Siz ancak zanna uyuyorsunuz..." şeklindedir. Yani söylediğinize ve tabi olduğunuza dair vehim, hayal, yanlış inanış dışında gösterebileceğiniz bir delil ve bir belgeniz yoktur. Sizler ancak bu iddialarınızla Allah'a yalan uydurmaktasınız.

Daha sonra Yüce Allah hak din lehine apaçık delili getirme gücünün zatı­na has olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur: "De ki: Üstün ve yeterli delil Allah'ındır..." Yani ey Peygamber! Şu cahil müşriklere ikna edici delili getir­mekten yana acze düşmelerinden ve iflas etmelerinden sonra de ki: Dilediği gerçekleri ispatlamak ve batılı çürütüp inanç esaslarını, isabetli şeriat ve hü­kümleri ispatlamak, peygamberlerini kendileriyle desteklediği pek çok mucize ve ayetlerle şahsî kanaatiniz olan görüşleri çürütüp ortadan kaldırmak için olan mükemmel ve eksiksiz delil, Allah'ındır.

Eğer Yüce Allah sizi de başkalarını da bütün insanları da öğretmek, irşat etmek, düşünmek ve istidlalde bulunmaksızın hidayete erdirmek isteseydi, el­bette bunu yapar ve sizlerin tıpkı melekler gibi fıtrî olarak iman etmenizi sağ­lardı. Böylelikle sizin seçimde bulunmak hususunda herhangi bir rolünüz, bir iradeniz, hayır ile şer, hak ile batılı ayırd etmeniz söz konusu olmaz; yine size muhalefet edenlerin takınacakları tavır da Allah'ın dilemesi ile olurdu. O halde bunlara düşmanlık etmeniz doğru değildir. Size düşen onları da uygun bulmak, onlara muhalefet etmemektir. Çünkü meşiet aynı zamanda sizin üzerinde bu­lunduğunuz hali de onların üzerinde bulundukları hali de bir arada istemekte­dir.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Allah dileseydi hepsini hidayet üzere toplardı." (En'am, 6/35); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzün­de bulunanların hepsi toptan iman ederdi. Sen insanları iman edenler olunca­ya kadar zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).

Daha sonra Yüce Allah peygamberine müşriklerden haram kıldıkları bu şeylerin Allah tarafından haram kılındığına dair iddialarının doğruluğuna ta­nıklık edecek şahitler getirmelerini istemesini emrederek, "De ki: Allah'ın bu­nu haram kıldığına dair şahadet edecek şahitlerinizi getirin..." diye buyurmak­tadır. Yani Allah'a yalan uydurarak haram olduklarını iddia ettiğiniz bu şeyleri Allah'ın haram kıldığını, gözleriyle gördüklerine dair lehinize şahitlikte bulu­nacak şahitlerinizi getiriniz.

Bunların şahitlik edecekleri var sayılsa bile, sen onları doğrulama, bu de­diklerini kabul etme, onların şahitliklerine razı olma! Çünkü onların dedikleri­ni kabul edecek olursa tıpkı onlarla birlikte aynı şahitlikte bulunmuş gibi olur ve o da onlardan bir kişi durumuna gelir. Çünkü onlar durum bu iken yalan ve iftira yoluyla şahitlik edeceklerdir. O halde onlar yalan yere şahitlik eden kim­selerdir. Ayrıca Allah'ın birliğine ve rabliğine delâlet eden Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin nevalarına tabi olma. Ki bu ayetlerin bir kısmı, teşrî (yasa koyma), helâl ve haram kılma hakkının yalnız Allah'a ait olduğunu orta­ya koymaktadır ve sen ayrıca ahiretin geleceğine inanmayanların, nevalarının peşinden giden şu cahillerin ardından gitme. Bunlar ahirete inanmadıkları için konu ile ilgili deliller kendilerine sunulduğu zaman bu delillere kulak vermez­ler. Hem onlar Rablerine ortak koşanlardır. Hayır sağlamak, zararı önlemek, hesap görmek, amellerin karşılığını almak hususunda onlar Allah'a denk ve or­taklar koşarlar. [96]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

Kâfirler Cebriye'nin şu sözlerini andıran şeylerle küfürlerine mazeret gös­termektedirler: Eğer Allah bizim ortak koşmamamızı dileseydi, biz de ortak koşmazdık. Ancak böyle bir mazeret Yüce Allah'ın kabul etmeyeceği ve reddo-lunmaya mahkûm bir mazerettir. Çünkü şanı Yüce Allah onlara olgun akıllar ve yeterli kavrayış kabiliyeti vermiş, hayır ve şerri yapma gücünü bahşetmiş, önlerindeki bütün engelleri bütünüyle kaldırmıştır. Eğer dinleyecek olsalardı hayırlı işler yapabilirlerdi. Yine istedikleri için masiyet ve münkerleri yapmak­tadırlar.

Yüce Allah kitaplar indirmek, peygamber ve rasuller göndermek, onlara yaratıklar üzerinde düşünme kabiliyeti bahşetmek suretiyle Allah'ı tanımaları­na imkân sağlamak ve peygamberleri mucizelerle desteklemek suretiyle güzel tercihte bulunmak için onlara yardımda bulunmuştur. İşte Yüce Allah'ın bir ve tek olduğuna dair tam ve eksiksiz hüccet ve delil budur.

Şanı Yüce Allah'ın ilmi, iradesi ve kelâmı bir gaybdır ve Allah'ın beğenece­ği bir rasul dışında herhangi bir insanın ona muttali olmasına imkân yoktur.

Kul, ilâhî teklifle emrolunduğu işi yapmayı dilese yapma imkânını bulur, bunun için engellenmez bir konumda olması yeterlidir. O takdirde böyle bir kimse iman da edebilir, küfrü reddetme gücüne de sahiptir.

Eğer insan Cebriyenin ileri sürdüğü şekilde esen rüzgar karşısında bir kuş tüyü gibi küfür ve masiyete mecbur tutulan bir varlık olsaydı, ilâhî adalet gereği onun herhangi bir şeyle mükellef tutulmaması ve ahirette de sevap ve ceza görmemesi gerekirdi.

Bu ayetler, kâfirlerin şüphelerinin batıl olduğunu, kesin ve ilâhî deliller karşısında onların delillerinin çürütüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. On­ların kimisi kimisinin lehine söylediklerinin doğruluğuna şahitlik edecek olsa dahi, sen onların şahitliklerini ilâhî bir kitaptan yahut peygamber diliyle gelen bir vahiyden çıkartılan bir delil olmadıkça doğrulama. Onların ise bu gibi delil­lere sahip olmaları söz konusu değildir. Onlar, ancak haberlerinde batıl söyle­yen yalancı şahitler olabilirler.

Burada onlardan istenen şey, gerçek ve doğruya şahitlik etmeleridir, yoksa yalan ve batıl şahitlik değildir. Yüce Allah Peygamberine Allah'ın, haram diye iddia ettikleri şeyleri haram kıldığına dair şahitlik edecek şahit getirmelerini emretmekle birlikte, onlarla beraber şahitlik etmemesini emretmesi nasıl olur diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Allah peygamberine, batıl olarak şa­hitlik edenlerin şahitlerini getirmelerini istemesini emretmektedir, ta ki onlara karşı susturucu delili ortaya koymuş ve onların şahitliklerinin gülünçlüğü açıkça ortaya çıkmış olsun. Böylelikle hak yerini bulur, batıl da yok olur gider. [97]

 

Haram Kılınan On Şey Yahut On Tavsiye (Emir)

 

151- De ki: "Gelin rabbinizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım! O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana­ya babaya iyilik edin, fakirlik korku­suyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de rızkınızı veren biziz, onların da. Kö­tülüklerin gizlisine de açığına da yak­laşmayın. Allah'ın haram kıldığı bir ca­nı hak ile olmadıkça öldürmeyin. İşte size bunları emretti; akıl edesiniz diye.

152- Yetimin malına ergenlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz kimse­ye gücünün yettiğinden başkasını yük­lemeyiz. Söylediğiniz zaman da -akra­ba dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdini de yerini getirin. İşte size bunları em­retti; iyice düşünesiniz diye.

153- Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uy­mayın ki, sonra sizi yolundan ayırır­lar. İşte size bunları emretti; sakınası-nız diye."

 

Belagat:

 

"Gizlisine de, açığına da" kelimeleri arasında tıbâk vardır.

"Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz" buyruğundaki "nefs" kelimesinin belirtisiz gelmesi, umum ifade etmesi içindir. "Allah'ın ah­di" ndeki izafe teşvik ve tazim içindir. [98]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gelin... okuyayım." yani okuyayım, anlatayım; "fakirlik korkusuyla" fakir düşersiniz endişesiyle; "kötülüklerin" büyük günahların yani zina gibi büyük suç ve günah olan işlerin "gizlisine de açığına da yaklaşmayın" açıktan da işle­meyin, gizlice de yapmayın, "...bir canı hak ile olmadıkça" kısas, irtidat haddi, muhsan olanın recmedilmesi gibi haller olmadıkça; "öldürmeyin".

"Yetimin malına ergenlik çağına gelinceye kadar" ergenleşmek suretiyle yahut büyüyünceye kadar ve erkekliği ile olgunlaşıncaya, bilgisi erinceye ka­dar; "en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın!" yani onun menfaatine uygun olan bir şekilde olmayarak el sürmeyin... "Ölçü ve tartıyı tam ve doğru" yani adil bir şekilde eksik ölçüp tartmadan "yapın" "Biz kimseye gücünün yetti­ğinden" bu husustaki takatinden "başkasını yüklemeyiz." Eğer ölçü ve tartıda hata edecek olursa Allah onun niyetini en iyi bilendir, takati dışında olandan dolayı onu sorumlu tutmaz.

"Söylediğiniz zaman da -akraba dahi olsa-" yani lehinde ya da aleyhine söz söyleyeceğiniz kişi akrabanız dahi olsa "adil olun." Herhangi bir hüküm veya başka bir şey hakkında söz söyleyecek olursanız, sözünüz adaletli olsun. "İyice düşünesiniz" öğüt alasınız "diye."

"Başka yollara uymayın" benim bu yoluma aykırı olan yollara uymayın; "ki sonra sizi O'nun yolundan ayırır"; O'nun dininden uzaklaştırır. [99]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah'ın kendilerine haram kılmadığı şeyleri haram kılan müşriklere ce­vap olmak üzere Yüce Allah haram kıldığı yiyecekleri açıkladıktan sonra, bura­da da sözlü ve fiilî olarak maddî ve manevî (edebî) bakımdan haram kılınan te­mel hususları açıklamaktadır.

İbni Mes'ud der ki: Her kim Resulullah (s.a.)'ın mührünü taşıyan vasiyeti­ni görmek istiyorsa şu ayetleri okusun: "De ki: Gelin Rabbinizin size neleri ha­ram kıldığını ben size okuyayım..."

İbni Abbas da der ki: En'am suresinde Kitab'ın anası olan muhkem bir ta­kım ayet-i kerimeler vardır. Daha sonra da "De ki: Gelin Rabbinizin neleri ha­ram kıldığını ben size okuyayım..." ayetlerini okudu. Hâkim de, Ubâde b. -Sa-mit'ten şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Üç husus üze­re hanginiz bana biat eder?" Daha sonra Resulullah (s.a.) "De ki: Gelin Rabbi­nizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım... " ayetinden itibaren ayet­leri bitirinceye kadar okudu; sonra da şöyle buyurdu: "Her kim bunlardan bir şey eksiltir de Allah dünyada bundan dolayı ona bir şeyler ulaştırırsa, bu onun için bir ceza olur. Ahirete ertelenen kimsenin ise işi Allah'a kalmıştır, dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder." Daha sonra Hâkim, bu isnadı sahih bir ha­dis olmakla birlikte, Buharî ve Müslim bunu rivayet etmemiştir, demektedir. [100]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Allah'tan başkalarına ibadet eden, Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılıp çocuklarını öldüren, kendi hevaları ve şeytanların kendilerine verdiği vesveselerle kendileri için helâllar ve haramlar koyan şu müşriklere de ki: Geliniz, bana yöneliniz. Size Rabbinizin gerçekten ve fiilî ola­rak haram kıldığı şeyleri haber vereyim, okuyayım, anlatayım. Benim vereceğim bu haber O'ndan gelen vahiy ve emir iledir. Yoksa tahmin ve zanna dayalı şeyler değildir. Çünkü yasa koyma (teşrî) ve haram kılma hakkı yalnız Al­lah'ındır. Ben de, indirdiklerini O'ndan alıp tebliğ eden elçisiyim. Bunlar ise on tavsiye (emir) dir. Beşi yasak kipiyle, beşi de emir kipiyledir.

Özellikle, vasiyetler daha genel olmakla birlikte, haram kılmanın söz ko­nusu ediliş sebebi ise, haramların açıklanmasının, onların dışında kalanların helâl olmasını gerektirmesindendir. Bunların başında Allah'a ortak koşmak söz konusu edildi. Çünkü en büyük haram ve en büyük günah budur.

Sözü geçen bu vasiyetler şöylece sıralanmaktadır:

1- Allah'a şirk koşmaktan uzak durmak:

"O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın." İfadede şu takdirde hazfedilmiş kelime­ler de vardır: Ve o sizlere Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamanızı da emretmek­tedir. İsterse Güneş, Ay ve yıldız gibi yaratılış itibariyle büyük olsun, isterse de melekler, peygamberler ve salih kimseler gibi kadir ve kıymeti itibariyle büyük olsun. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yaratığıdır, Allah'ın kullarıdır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93)

O halde sizin yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nu tazim etmeniz gerekir. Hevalara ibadet dolayısıyla yaptığınız teşrîleri terk etmeniz gerekir.

2- Ana-babaya iyilik etmek:

"Ana-babaya iyilik edin." Yani kalpten gelen bir şekilde, eksiksiz olarak ana babaya iyilikte bulununuz.

Şirkin yasaklanmasından sonra, Allah'a itaat ile birlikte anne babaya iyi­lik etmek, Yüce Allah'ın Kitabında çok defa bir arada zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah yaratan ve rızık verendir. Anne baba ise birer vasıtadır. Bunlar ço­cuğun terbiye edilmesi yükünü, ona gelebilecek eziyet ve zararları da defetme sorumluluğunu ifa ederler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin kendisin­den başkasına ibadet etmemenizi, anne babaya iyilik etmenizi hükmetti." (İsra, 17/23); "Bana ve ana babana şükret diye (emrettik); dönüş yalnız banadır. Eğer hakkımda bilgin olmadık bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ede­cek olurlarsa, onlara itaat etme! Bununla birlikte dünya hayatında onlarla iyi geçin!" (Lokman, 31/14-15). İşte bundan dolayı anne babaya karşı gelmek ve itaatsizlik büyük günahlardandır. Onlara iyi davranmak ise amellerin en fazi-letlilerindendir. Buharı ve Müslim, Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a "En faziletli amel hangisidir?" diye sordum. O, "Vaktinde kılınan namazdır" diye buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye sor­dum. "Anne babaya iyilikte bulunmaktır" dedi. "Sonra hangisidir?" diye sor­dum. "Allah yolunda cihad etmektir" dedi." Hafız İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ ve Ubâde b. -Sâmit'ten her birisinin şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Can dostum Allah rasulü bana şunu emretti: Anne babana itaat et, eğer sana ken­dileri için dünyayı feda etmeni emredecek olurlarsa bunu dahi yap." [101]

Anne babaya iyilik ise onlara, -korku ile ve çekinerek değil- atıfet ve sevgi­den kaynaklanan iyi, asil bir şekilde davranmaktır. Ayrıca çocuk anne babası­na nasıl davranırsa onun çocukları da ona öyle davranır; aradan bir zaman geçmiş olsa bile. Taberânî -Evsat' ta İbni Ömer'den Resulullah (s.a)'m şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir: "Babalarınıza iyilik yapınız ki, çocuklarınız da size iyilik yapsın. İffetli olunuz ki, hanımlarınız da iffetli olsun."

3- Kız çocuklarının diri diri gömülmesinin haram kılınması:

"Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin." Şanı yüce Allah, anne ba­balara, dede ve ninelere iyilikte bulunmayı vasiyet ettikten sonra, buna çocuk­lara, torunlara da iyilikte bulunmayı atfedip şunu zikretmektedir: Rabbinizin size vasiyet ve emrettiği şeylerden birisi de, başınıza gelecek bir fakirlik korku­suyla çocuklarınızı öldürmemenizdir. Çünkü sizleri de onları da rızıklandıran Allah'tır. Yani size bağlı olarak Yüce Allah onları da nzıklandırır. O bakımdan halihazırdaki fakirlikten korkmaymız. Umulan bir fakirlikten çekinmeyiniz. Muhakkak Yüce Allah kulların rızkını üzerine alandır. Yüce Allah'ın şu buyru­ğu da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öl­dürmeyiniz, onları da rızıklandıran biziz, sizleri de. Muhakkak onları öldür­mek büyük bir günahtır." (İsra, 27/31). Her iki ifade arasındaki farka gelince: En'am süresindeki tabir ile kastedilen şudur: Halihazırdaki fakirliğiniz dolayı­sıyla onları öldürmeyiniz. O bakımdan önce babaların rızkının verilmesi söz konusu edildi. Çünkü halihazırda fakirlikten etkilenen öncelikle babadır. İsra süresindeki ifade ile anlatılmak istenen de şudur: Gelecekte ortaya çıkacak fa­kirlik korkusuyla onları öldürmeyiniz. O bakımdan onlara gösterilen ihtimam dolayısıyla önce çocukların rızkı söz konusu edildi. Yani onların rızkı dolayısıy­la siz fakir düşeceksiniz diye korkmaymız, onların rızkını vermek Allah'a ait­tir. İşte bununla insan türünü korumanın zorunlu olduğuna bir işaret vardır. Bu da usule (babalara) ve füru'a (çocuklara) eziyet etmenin haram olması ve onların her birisinin gereken şekilde korunup gözetilmesinin emredilmesiyle gerçekleşmektedir. Bundan sonra ise beşinci vasiyette, açıkça ve mutlak olarak ifade edilen, insanın öldürülmesinin haram kılmışı da buna eklenmektedir.

4- Kötülük işlemenin haram kılınması:

"Kötülüğün gizlisine de açığına da yaklaşmayınız." Yani kötülüklere yak­laşmaktan çokça sakınınız. Kötülükler (fevahiş) ise günahı, vebali ve çirkinliği büyük olan her türlü söz ve fiildir. Zina, hiç bir şeyden haberi olmayan mümin ve iffetli kadınlara iftirada bulunmak gibi. Bu kötülükler ister açık olsun, ister gizli olsun durum aynıdır. Araplar cahiliye döneminde gizlice zina etmekte bir mahzur görmüyorlar, açıktan işlenen zinayı çirkin sayıyorlardı. Allah her iki türlüsünü de haram kılmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemek­tedir: "De ki: Benim Rabbim ancak açığıyla gizlisiyle kötülükleri, günahı, hak­sız yere haddi aşmayı, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koş­manızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'râf, 7/33). Buharî ile Müslim'de de İbni Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediği varittir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan daha gayretli (kıskanç) kimse yoktur.

İşte bundan dolayı o açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkları (kötülükleri) ha­ram kılmıştır." Sa'd b. Ubâde de Buhari ve Müslim tarafından kaydedilen riva­yette şöyle demiştir: "Eğer hanımımı bir erkek ile birlikte görecek olursam hiç şüphesiz sağa sola meyletmeksizin (etrafa yaymadan o anda) onu kılıçla vuru­rum." Bu husus Resulullah (s.a.)'a ulaşınca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Siz Sa'd'ın bu kıskançlığından hayrete mi düştünüz? Allah'a yemin ederim, ben Sa'd'dan daha kıskancım. Allah da benden kıskançtır. Bundan dolayı açı­ğıyla, gizlisiyle her türlü kötülüğü, hayasızlığı haram kılmıştır."

Denildiğine göre hayasızlığın açık olanı azaların yaptıklarıyla alâkalı olanlardır, gizli olanı ise kibir ve kıskançlık gibi kalbî amellerle ilgili olanlar­dır. Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Açıktan kasıt insanlara zulmetmektir. Gizli olandan kasıt ise zina ve hır­sızlıktır. Çünkü insanlar bu işleri gizlice yaparlar.

5- Haksız yere öldürmenin yasaklanışı:

"Allah'ın haram kıldığı canı hak ile olmadıkça öldürmeyin." Tekit etmek ve ona önem vermek üzere öldürme yasağı özellikle zikredilmiştir. Çünkü bu yasak esas itibariyle açığıyla gizlisiyle kötülüklerin yasaklanmasının kapsamı­na dahildir. Yani Yüce Allah sizlere İslâm dolayısıyla kendisine saldırıda bu­lunmanın yasaklandığı canı öldürmeyi haram kılmıştır. Yani Müslümanlar arasındaki ahit ile yahut dar-ı İslâmda ahit ve emana dayalı olarak ikamet eden Kitap Ehli ve onların dışında olup ahitleri sebebiyle kendilerine saldırma­nın haram kılındığı canı öldürmeyi de Allah size haram kılmıştır.

Buharî ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ben insanlara Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına, Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılın-caya, zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hak­kı ile (bunların dokunulmazlığının kaldırılması hali) müstesnadır. Hesapları ise Allah'a aittir." Tirmizî ve İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Allah'ın ve Rasulünün zimme­tine sahip olan bir andlaşmalıyı öldüren kişi Allah'ın himayesini bozmuş olur. Böyle bir kimse cennet kokusunu alamaz ve şüphesiz cennet kokusu yetmiş yıl­lık mesafeden alınır." Yine Buharî, Abdullah b. Amr (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim bir andlaşmalıyı öldürecek olursa, cennet kokusunu alamaz. Şüphesiz onun kokusu kırk yıllık bir mesafe­den alınır."

Hak ile öldürmeye gelince, bunun üç hali vardır. Bunlar Buharî ile Müs­lim'de rivayet edilen İbni Mesud yoluyla gelen hadis-i şerifte beyan edilmiştir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl olur: Zina eden evli (muhsan), cana karşılık can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan." Bir diğer lafızda ise "İmandan sonra küfür, ihsandan sonra zina ve haksız yere bir başkasını öldürmek" şeklindedir.

Öldürmenin bu şekilde haram kılınışı, ancak insanlığa karşı büyük bir suç ve yarattığı her bir şeyi sapasağlam kılan, var eden yaratıcının sanatına bir saldırı oluşundan dolayıdır.

İşte sözü geçen bu haram kılman şeyleri Yüce Allah sizlere vermiş olduğu emir ve yasaklarını aklınızla iyice kavrayasınız diye emretmiştir. Yani Allah'ın verdiği emirleri yapıp yasakladıklarını terk etmek hususundaki hayır ve mas­lahatı aklınızla kavrayasınız diye indirmektedir. Vasiyet (mealde: emretmek), insanın herhangi bir hayrın işlenmesini ya da bir kötülüğün terk edilmesini bir başkasına ahdetmesi (ondan istemesi) demektir.

Ayet-i kerimenin bu şekilde sona ermesi, içinde bulundukları şirk ile bir takım davarları haram kılmalarının, aklen faydalan bilinemeyen şeylerden ol­duğunu göstermektedir.

6- Yetimin malını korumak:

"Yetimin malına erginlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın." Yani gözetiminiz altına almayı kabul ettiğiniz yetim­lerin mallarından onlar için malın korunmasında, artırılmasında, tehlikelere karşı korunmasında faydalı olandan ve ihtiyaca göre ondan harcama kastın­dan başka bir suretle almayınız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmak­tadır: "Haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, ancak karınlarında ateş yiyen (dolduran) kimselerdirler ve onlar cehennemi boylayacaklardır." (Nisa, 4/10).

Bir şeye yaklaşmanın yasaklanışı, bizzat o şeyin işlenmesinin yasakalan-masından daha beliğdir. Çünkü birincisi o şeye götüren sebep ve yolların da ya­saklanmasını ihtiva ettiği gibi, o sonucu doğuracağı zannedilen şüphelerin ya­saklanışını da ihtiva etmektedir; yetimin lehine kârlı bir işi yerine getirirken malından bir şeyler yemek gibi. Şanı yüce Allah zaruret veya ihtiyaç olma hali dışında, yetimin malından yemeyi şu buyruğu ile yasaklamış bulunmaktadır: "Büyüyecekler diye mallarını israfla tez elden yemeyin. Muhtaç olmayan kimse (mallarından yemekten) çekinsin. Fakir olan ise ma'rûfbir şekilde yesin." (Ni­sa, 4/6)

Reşitlik yaşına eriştiklerinde ise yetimlere malları teslim edilir. Bundan dolayı Yüce Allah, "Erginlik çağına erişinceye kadar" diye buyurmaktadır. Ya­ni yetimin malına, güç, kuvvet, melekelerinin tamamlanması ve aklî idrakinin olgunlaşması bakımından erkeklerin seviyesine ulaşıncaya kadar yaklaşmayı­nız. Bu ise eş-Şaln, Mâlik ve seleften bir topluluğun söylediği gibi "ergenleşin-ceye kadar" demektir. Ergenleşmek ise âdeten onbeş ile onsekiz yaş arasında tahakkuk eder: "Eğer onların ergenleştiklerini görürseniz mallarını onlara tes­lim ediniz." (Nisa, 4/6).

Ayet-i kerimeden maksat ise, yetimin bulûğuna kadar malının korunması, saçıp savrulmaması ve zayi edilmemesidir.

7, 8 - Ölçü ile tartıların tam ve adaletli bir şekilde yapılması:

"Ölçü ve tartıyı da tam ve doğru yapın." İnsanlara bir şey ölçtüğünüz za­man onu tam yapın. Kendi lehinize de bir şey ölçtüğünüz takdirde fazlasıyla ölçmeyin. Satın aldığınız şeylerde yahut da başkalarına sattığınız şeylerde tarttığınız takdirde, kendi lehinize fazlasıyla tartmayın. Bu tartıda fazlalık ve eksiklik olmasın. Herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adaletlice tamı tamına tartınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yay o eksik ölçüp tartanlar (mutafflftn)'ın haline!" [102] "Onlar insanlardan ölçü ile al­dıklarında tastamam alırlar da insanlara ölçü ile verip yahut tarttıkları tak­dirde eksik yaparlar." (Mutaffifîn, 83/1-3). Yani alırken de satarken de hakkın eksiksiz verilip alınması söz konusudur. Yüce Allah'ın, "Doğru (adil)" buyruğu ise, alış-veriş hallerinde güç yettiğince adaletin araştırılmasını gerektirmekte­dir. İşte bundan dolayı daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Yani Allah hiç bir kimseye gücünün üstünde herhangi bir zorluk ve meşakkat, yapabileceğinden daha fazla bir şey yüklemez. Bunun içindir ki kişi kasdî olmaksızın hata yapa­cak olursa, sorumluluk söz konusu değildir. İbni Merdûveyh, Saîd b. el-Müsey-yeb'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.), "Ölçü ve tartıyı da tam ve doğru yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz" ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Her kim ölçü ve tartıda kendi eliyle eksiksiz öl­çüp tartacak olursa -ki Allah bu ikisinde eksiksiz ölçüp tartma niyetinin sıh­hatini en iyi bilendir- sorumlu olmaz. İşte "gücünün yetmesVnin tevili budur." Bu mürsel ve garip bir hadistir.

Ölçü ve tartılarda eksiklik yapmanın akıbeti gerçekten vahimdir. Acıklı bir azap ile korkutulmak söz konusudur. Nitekim Yüce Allah Şuayb (a.s.) kav­mi ile ilgili olarak şunları nakletmektedir: "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adil bir şekilde, tastamam yerine getiriniz. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryü­zünde bozguncular olarak kötülük yapmayınız." (Hûd, 11/85).

9- Söz söylerken yahut hüküm verirken adaletli davranmak:

"Söylediğiniz zaman da -akraba dahi olsa- adil olun." Yani şahitlik halin­de veya hüküm verirken söz söyleyecek olursanız adil olunuz. İsterse lehine ya da aleyhine söz söyleyeceğiniz kişi, sizin yakın akrabanız olsun. Çünkü toplum ve fertlerin işi ancak adalet ile düzene girer. Adalet mülkün esası, yönetimin, hüküm vermenin kaidesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, Allah için şahitler olarak adaleti dimdik ayakta tutan kimseler olunuz. İsterse kendi aleyhinize yahut anne-baba ve akrabalarınız aleyhine ol­sun." (Nisa, 4/135). İşte söz ile böyle adaletli davranmak, daha önce ölçü ve tar­tılarda olduğu gibi, fiilen yerine getirilmesi istenen adil olmak gibidir.

10- Ahde vefa:

"Allah'ın ahdini de yerine getirin." Yani onu yerine getirmek, gereğini yap­mak, vermiş olduğu emir ve yasaklarda Allah'a itaat etmek, Allah'ın Kitab'ı ve Rasulünün sünneti gereğince amel etmek suretiyle Allah'ın ahdini yerine getiriniz. Bu ise Allah'ın peygamberler aracılığıyla onlara vermiş olduğu akıl ve selim fıtratı da kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem oğulları, ben sizlere şeytana ibadet etmeyeceksiniz diye ahdetmedim mi? Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Yasin, 36/60). Bu, insanların Allah'a verdikleri ahdi de kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getiriniz." (Nahl, 16/91).Diğer taraftan insanların karşılıklı olarak birbirleriyle olan ahitleşmele­rini de kapsar. Nitekim Yüce Allah müminlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ahitleştikleri zaman ahitlerini eksiksiz yerine getiren­lerdir." (Bakara, 2/177).

"İşte size bunları emretti, iyice düşünesiniz diye." Yani Allah sizlere, öğüt alırsınız ve bundan önce içinde bulunduğunuz hallerden vaz geçersiniz umu­duyla Allah'ın, "Ve onlar hakkı birbirlerine tavsiye ederler, sabrı birbirlerine tav­siye ederler." (Asr, 103/3) buyruğunda emretmiş olduğu üzere öğrttmek ve tav­siye etmek hususunda birbirinize hatırlatasınız diye, bunları emretmektedir.

Daha sonra Yüce Allah bu tavsiyeleri (emirleri), bunun hak ve dosdoğru yolunun kendisi olduğunu açıklayarak sona erdirmekte ve şöyle buyurmakta­dır: "Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur." Yani dosdoğru yol bu olduğu için artık siz buna uyunuz. Türlü görüş, heva, bidat ve sapıklıklar ihtiva eden değişik yollara uymayınız. O zaman bu yollar sizleri tefrikaya ve ayrılığa götü­rür; Allah'ın hak dininden ve onun en mükemmel yolundan sapmanız sonucu­nu verir. İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Başka yollara uymayın..." buyruğu hak­kında şunları söylemektedir: Yüce Allah müminlere cemaatle birlikte olmayı emretmekte, ayrılık ve tefrikayı onlara yasaklamakta, sizden öncekilerin, an­cak Allah'ın dininde tereddüt göstermeleri ve tartışmaları dolayısıyla helak ol­duğunu haber vermektedir.

Peygamber (s.a.) sırat-ı müstakim'i açıklamış bulunmaktadır. İmam Ah-med, Nesaî, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân ve Hâkim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini naklederler: Resulullah (s.a.) eliyle bir çizgi çizdikten sonra şöyle bu­yurdu: "İşte bu Allah'ın dosdoğru yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: "Bu yollardan her birisinin başında ise mutlaka o yola çağıran bir şeytan vardır." Daha sonra "Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun, başka yollara uymayın ki sonra sizi onun yolundan ayırırlar..." ayetini okudu.

Ahmed, Tirmizî ve Nesaî de -Nevvâs b. Sem'â'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Allah şöyle bir misal verdi: "Dosdoğru bir yol ve bu yolun her iki tarafında açılmış kapıları bulunan iki yüksekçe duvar bulunmaktadır. Kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler ve bu yolun kapısında ise şöyle diyen davetçi bulunmaktadır: Ey insanlar, haydi geliniz, hep birlikte dosdoğru yola giriniz ve ayrılığa düşmeyiniz. Sıratın üst tarafından da herhan­gi bir kimse o diğer kapılardan birisini açmak isteyecek olursa, şöyle diyen bir davetçi vardır: Yazık sana, açma o kapıyı! Çünkü sen o kapıyı açtın mı içine da­lar girersin. Buradaki dosdoğru yol İslâm'dır. Onun sağ ve solundaki yüksekçe duvarlar Allah'ın sınırlarıdır. Açık kapılar Allah'ın haram kıldığı şeylerdir. Dosdoğru yolun başındaki davetçi Allah'ın Kitabıdır. Onun üst tarafında bulu­nan davetçi ise her Müslümanın kalbinde Allah'ı hatırlatan öğütçüdür." [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler Allah tarafından peygamberine verilmiş emirlerdir. Bununla, peygamberin, bütün insanları Allah'ın haram kıldığı şeyleri tebliğ et­tiği bildirisini dinlemeye, ona kulak vermeye çağırmaktadır. Ondan sonra gele­cek olan ilim adamlarına da insanlara tebliğ etmeleri ve Allah'ın kendilerine neleri haram neleri helâl kıldığını açıklamaları bir görevdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve muhakkak onu siz insanlara açıklayacaksınız ve onu gizle­meyeceksiniz..." (Âl-i İmran, 3/187).

Bu on vasiyetin beşi yasak beşi de emir sigasıyla yer almıştır. Emirler ya­saklarla birlikte varit olduğundan dolayı, hepsinin başına haram kılma fiili gelmiştir ve hepsi onun hükmünde ortaktır. Bilindiği gibi haram kılmalar zıtla-rına racidir. Yani Allah'ın varlığını ve tevhidini ikrar (farz, onun zıddı haram­dır), anne babaya kötülük yapmak, ölçü ve tartıları eksik yapmak, söz söyler­ken adaleti terk etmek ve Allah'ın ahdini bozmak... vb.

KaTb el-Ahbâr der ki: Bu ayet-i kerimeler Tevrat'ın başlangıcıdır: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldı­ğını ben size okuyayım..."

İbni Abbas da der ki: Allah'ın En'am suresinde sözünü ettiği bu muhkem ayetleri, bütün şeriatler sözbirliği halinde kabul ederler ve hiç bir dinde bunlar neshedilmiş değildir. Bunların Hz. Musa'ya indirilmiş on söz (emir) olduğu da söylenmiştir. Allah'a şirk koşmak bütün hurafe ve batılların kaynağıdır, heva ve arzuların çıktığı yerdir. Bunlar aklı selim ve sağlıklı düşünüşün gereklerine taban tabana zıttır.

Anne babaya iyilikte bulunmak fıtratın gereği olan bir görevdir. Çünkü anne baba insan varlığının sebebidirler. Onu terbiye etmiş, küçükken de bü­yükken de ona iyilikte bulunmuşlardır. Onlara sevgi beslemek, onlara bir mü­kâfattır, davranışlarına uygun bir karşılıktır. Onlara kötülük etmek ise çocuk­ların bozulmasına sebeptir. Hayatın bütün alanlarında her türlü sapıklığın ve kabalığın çıkmasının ve yaygınlaşmasının başlangıcıdır.

Allah'ın tevhidinin hemen ardından anne babaya iyilik yapma emri gel­mektedir. Çünkü insan üzerindeki en büyük nimet Yüce Allah'ın nimetidir. He­men onun ardından ise anne-baba nimeti gelir; zira insan varlığında gerçek fail Yüce Allah'tır, zahirdeki vasıta ise anne babadır. Anne babanın insan üzerinde­ki nimeti oldukça büyüktür. Bu da terbiye, şefkat, küçük yaşta kaybolmasına, helak olmasına karşı koruma nimetidir.

Çocukların öldürülmesi ise oldukça kötü ve çirkin bir davranıştır. Büyük bir kabalık, bir katı yürekliliktir. İnsanlık seviyesinden aşağılara doğru bir al­çalış, bir vahşilik ve Yüce Allah'ın iradesi ile çatışmaya girmektir.

Zahirîler, "Çocuklarınızı öldürmeyiniz" ayetini azlin yasaklığına delil gös­termişlerdir. Çünkü çocukları diri diri gömmek var olanı ve nesli ortadan kal­dırır. Meniyi bırakılması gereken yerin dışına bırakmak suretiyle azil ise, nes­lin esasına engel olmaktadır. O halde bunlar birbirine benzer. Şu kadar var ki canı öldürmek, daha büyük bir günah ve daha çirkin bir fiildir.

Fakat ilim adamlarının çoğunluğu Resulullah (s.a.)'ın şu hadisi dolayısıyla azli mubah görmüşlerdir: "Azil yapmanızda sizin için bir mahzur yoktur, çünkü her şey kader gereği tahakkuk eder." [104]

Yani sizin böyle bir şeyi yapmamanızda bir günah yoktur.

Malik ve Şafiî hür kadından azlin, kadının izniyle olmasını şart koşarlar. Onun izni olmaksızın azil yapmak caiz değildir. Çünkü inzal kadının şehveti­nin tamamlanması için gereklidir ve çocuk sahibi olmaktaki hakkının bir par­çasıdır.

Hayasızlıkların bizzat haram kılınması ile ona götüren yol ve sebeplerin haram kılınması ise sağlık açısından insanî ve toplumsal açıdan bir zorunlu­luktur. Ne kadar bir kötülük, bir haram yahut bir münker varsa mutlak bir şe­kilde insan sağlığına zararlıdır. İnsan varlığını tehdit eder. Bütün hallerinde düzen ve umutlarında topluluğu ifsat eder. Ayet-i kerimedeki hayasızlık ve kö­tülüklerin işlenmesinin yasak kılınması masiyetlerin kendisi demek olan her türlü kötülük ve hayasızlıkların yasaklığını bildiren genel bir yasaktır.

İster mümin olsun ister andlaşmalı (zimmî) olsun şei^î bir haklı sebep ol­madıkça bir canın öldürülmesi büyük bir suçtur. Bu, yaratıcının yaratmasına karşı girişilmiş oldukça çirkin bir saldırıdır. Kişinin öldürülmesini engelleyip koruyan İslâm, selâm yahut eman ya da ahittir. Zekâtı vermemek, namazı terk etmek, nefsi müdafaa, yol kesmek, kısas, irtidat ve muhsan olan kimsenin zina etmesi gibi haller ise, öldürülmeyi haklı kılan şer^î gerekçeleri veya hak ile öl­dürmeyi ifade eder. Bazı fakihler ise Lût kavminin işini yapmaktan ötürü öl­dürmenin de caiz olduğunu ifade etmişlerdir. Bu konuda Ebu Davud'un İbni Abbas'tan yaptığı şu rivayete dayanırlar: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her ki­mi Lût kavminin işini yapar bulursanız yapanı da yapılanı da öldürünüz."

Yetimlerin malının yenilmesine gelince: Bu da bir zulümdür, zayıfların haklarına bir tecavüzdür, ihtiyaçlarım ve küçüklüklerini istismar etmektir. Şu kadar varki güzel yolla olması şartıyla yetimin malından almak caizdir. Yani yetimin malını ıslah etmek, onu geliştirip arttırmak maksadıyla alınabilir. Bu da ana malını korumak ve onun artışını sağlamak suretiyle olur ki, o malla ti­caret yapmak ve buna benzer diğer artırıcı yollara baş vurmak suretiyle ger­çekleşir.

Yetime malı, reşittik yaşına ulaşması ile birlikte verilir. Reşitlik ise malî konularda gerekli bilgi ve tecrübenin oluşması halidir. Ebu Hanife, yetime ma­lının verilmesinin azami süresinin 25 yaş olduğunu söyler. Ayet-i kerimedeki bedenin güçlü olması ve bilgi edinmesi demek olan ergenlik çağma ulaşmak, Nisa suresinde yer alan bir başka ayet-i kerimede şöylece tefsir edilmektedir: "Yetimleri nikâh çağına erecekleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir re­şittik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin." (Nisa, 4/6). Böylelikle ev­lenme çağına ermek demek olan bedenî bakımdan güçlenme yaşı ile reşitliğin tespit edilmesi demek olan bilgi gücü, bir arada zikredilmiş olmaktadır.

Ölçü ve tartmın adaletli bir şekilde eksiksiz olarak yerine getirilmesine yani alışveriş esnasında adil olmaya gelince: Bu da malî hakların gereği gibi korunmasını gerektirir. Hüküm verirken, şahitlikte bulunurken adaletli ve doğru sözlü olmak -kişinin kendi aleyhine ve akrabaları aleyhine dahi olsa-hakkı açığa çıkarmak, hakkı üstün tutmaktır. Bilindiği gibi İslâm hak ve ada­let dinidir.

Allah'ın ahdini yerine getirmek, yani Allah'ın bütün emirlerini yerine ge­tirmek ise -ki bu iki kişi arasında yapılan bütün akitleri de kapsar- yaratıcı ve nimet verici olana şükretmenin bir gereğidir. Medenî olmanın bir gereğidir, sağlam ve sağlıklı örfler de bunu kabul eder. Çünkü insanlar arası söz ve akit­leri ilgilendiren hususlarda bu bağlılık hayrı gerçekleştirir ve bütün topluma iyilik getirir. Düzenin manasını ortaya çıkarır, zamana gereken saygıyı ifade eder. Ahdin Allah'a izafe edilmesi ise onun korunmasını emretmiş olması ve ona tamı tamına bağlı kalınmasını istemiş olması bakımındandır.

Birinci ayet-i kerimenin "akıl edesiniz diye", ikinci ayet-i kerimenin "iyice düşünesiniz diye" şeklinde sona ermesinin Razî'nin de açıkladığı gibi- sebebi şudur: Birinci ayet-i kerimede haram kılınan beş şey yani şirk, anne babaya kötü davranmak, çocukların öldürülmesi, zinaya yaklaşmak, hak ile olması ha­li dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmek, çirkinliği açık ve besbelli bir takım hususlardır. Allah onlara bunları işlemeyi yasakladı, böylelikle bunların ne kadar çirkin olduğunu akıllarıyla kavrasınlar ve bunları terk etsinler diye. İkinci ayet-i kerimede sözü geçen beş yükümlülük yani yetimin malını koru­mak, ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmak, hüküm ve şahitliklere dair söz söylerken adaletten uzaklaşmamak ve ahde vefa göstermek açıkça görülmeyen ve gizli bir takım işlerdir. Onlar bütün bunları yapar ve bu gibi niteliklere sahip olduk­larından ötürü de bunlarla övünürlerdi. Yüce Allah ise bu işleri yapmayı onla­ra emretti; unutacak olurlarsa, bunları hatırlasınlar ve itidal noktasında dur­maları için de gereken şekilde gayret göstersinler, üzerinde düşünsünler diye.

Ebu Hayyân dedi ki: Vasiyyet (emretmek)in tekrarlanması tekit için olup dosdoğru yol bütün yükümlülükleri kapsadığından dolayıdır. Yüce Allah da ona tabi olmayı emretmiş, onun dışında kalan yolları da nehyetmiştir. İşte bundan dolayı üçüncü ayet-i kerimeyi de ateşten sakınmak demek olan takva (sakınma) kelimesiyle sona erdirdi. Zira onun yoluna uyan bir kimse, ebedî kurtuluşa ulaşır ve sonsuz mutluluğu elde eder. [105]

İbni Atıyye de şöyle der: Aklını kullanan bir kimse ilk haram kılman şey­lere düşmeyeceğinden dolayı ayet-i kerime "akıl edesiniz diye" şeklinde sona er­miştir. Diğer haram şeyler şehvet ve arzuların ittiği şeylerdir. Kimi zaman öğüt almayan akıllılar bunları işleyebilir. O bakımdan ikinci ayet-i kerime "iyi­ce düşünesiniz diye" şeklinde sona ermektedir. Dosdoğru yolu izlemek, fazilet ve erdemli davranışları işlemeyi ihtiva eder. İşte takva derecesi de budur. O ba­kımdan üçüncü ayet-i kerime, "şakırlasınız diye" buyruğu ile sona ermektedir.

"Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur" ayeti de şunu göstermekte­dir: Allah rasulünün İslâm dinindendir diye açıkladığı her şey, eğrisi yanlışı olmayan dosdoğru yoldur. Aynı şekilde bu ayet-i kerime müminlerin Allah'ın emirleri etrafında toplanmaları ve birlik olmaları gerektiğini göstermektedir. Ayrılığa düşmekten, tefrikadan, Allah'ın yolundan başka yolları izlemekten sa-kındırmaktadır. Allah'ın geçmiş ümmetleri (din hususunda) şüphe ve tartışma­lara düştüklerinden dolayı helak etmiş olduğunu ifade etmektedir. Aynı şekilde ayet-i kerime hak olan her bir şeyin aynı ve hakkın bir ve tek olduğunu da ifa­de etmektedir. [106]

 

Tevrat Ve Kur'an-ı Kerimin İndiriliş Sebebi

 

154- Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı, ihsan eden kimseye nimeti tamamlamak, her şeyi geniş geniş açıklamak, bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere verdik. Bel­ki Rablerine kavuşacaklarına inanır­lar.

155- İşte buda indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakı­nın ki merhamet olunasımz.

156-  "Kitap bizden önce iki topluluğa indi. Bizim ise gerçekten onların oku­duklarından hiç haberimiz yok" deme-yesiniz.

157- Veya demeyesiniz ki: "Bize de ki­tap indirilseydi muhakkak ki onlardan daha fazla hidayete ererdik." İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, bir hida­yet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Al­lah'ın rahmetini yalanlayan ve onlar­dan yüz çevirenlerden daha zalim kim­dir? Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirdiklerinden dolayı azabın kö­tüsü ile cezalandıracağız.

 

Belagat:

 

"Ayetlerimizden yüz çevirenleri"; ifadesinde "onlardan" diye zamirle ifade edilecek yerde açıkça "ayetlerimizden" diye ifade edilmesi onların azgınlıkları­nın ne kadar çirkin olduğunu açıklamak içindir. [107]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı" yani Tevrat'ı "ihsan eden kimseye" onun hü­kümlerini uygulamak suretiyle iyi davranan kimselere, "nimeti tamamlamak, her şeyi geniş geniş açıklamak" din hususunda gerek duyulan şeyleri beyan et­mek "... üzere verdik, belki" İsrailoğulları "Rablerine" öldükten sonra diriltil­mek suretiyle "kavuşacaklarına inanırlar. İşte bu da" Kur"an-ı Kerim de "indir­diğimiz mübarek bir kitaptır. Öyleyse" ey Mekkeliler! İçindeki hükümler gere­ğince amel etmek suretiyle "ona uyun" ve küfürden "ve sakının..."

"Kitap bizden önce iki topluluğa" Yahudilere ve Hristiyanlara "indi. Bizim ise gerçekten onların okuduklarından haberimiz yok, demeyesiniz." Yani bizler onların okumalarından gafil idik, haberimiz yoktu, demeyesiniz. Yani biz onla­rın kitapları okuyup bilgi sahibi oldukları gibi okumadık, bilgi sahibi olamadık. Ve o kitaplar dilimizle olmadıkları için biz onları bilemiyorduk demeyesiniz.

"Muhakkak ki onlardan daha fazla hidayete ererdik." Çünkü bizim zihin­lerimiz daha açık, kavrayışımız daha güçlü, Arapların önemli günlerini, vaka­larını, şiirlerini ve secilerini ümmi oluşumuza rağmen çok çok ezberlemiş bulu­nuyoruz demeyesiniz. "İşte size Rabbinizden" Ona tabi olanlar için. "bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir." "Onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kimdir1?" Ya­ni daha zalim kimse yoktur. "Yüz çevirenleri" hem yüz çevirip hem de başkala­rından onları alıkoyanları "...azabın en kötüsü" en ağır olanı "ile cezalandıra­cağız." [108]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah on vasiyeti (emri) söz konusu ettikten sonra, Tevrat'ın Musa (a.s.)'ya indirilişinden amacın ne olduğunu bize bildirmektedir. Çünkü Tevrat Arap müşrikleri arasında yaygındı ve onlar Tevrat'ın haberlerini duymuşlardı. Daha sonra Kur"an-ı Kerim'in konumunu, onun bir hidayet kitabı oluşunu söz konusu etmekte, ona uymanın gereğini bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim artık hayır ve fazileti pek çok olan mübarek bir kitap kılındıktan sonra müşriklerin mazeret özelliği taşımayan ona uymamalarına gerekçe diye gösterdikleri maze­retlerini de reddetmektedir. [109]

 

Açıklaması

 

Buradaki buyruklarda hazfedilmiş bir ifade vardır ki onun da takdiri "de ki" sözüdür. Yani ey peygamber olarak gönderdiğim Muhammed! Şu insanlara şunları söyle: Şüphesiz ki bizler Musa'ya Kitab'ı verdik. Bu ifade, on vasiyetin açıklanmasına dair sözün başlangıcında yer alan buyruklara "sonra" kelimesi ile bir atıftır. Yani sonra bu vasiyetlerden de daha büyük ve şümullü olmak üzere biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Böylelikle bütün söylenen sözler müşriklere hitap haline gelmektedir: Gelin sizlere Rabbinizin size neyi haram kıldığını, neyi tavsiye ettiğini okuyayım. Bunlar ise şunlar şunlardır. Sonra onlara söyle ki: Şüphesiz biz Musa'ya Kitab'ı verdik... Yani Allah'ın sana vahyettiklerini de, Musa'ya bildirdiklerini de onlara haber ver.

Kur'an-ı Kerim'de Tevrat'tan defalarca söz edilmektedir. Çünkü Tevrat, İn­cil ve Zebur'a göre Kur'an-ı Kerim'e daha çok benzemektedir. Zira Tevrat da bü­tün teşri hükümleri ihtiva ediyordu. Tevrat da Kur'an-ı Kerim de başlı başına birer şeriattir, İncil ve Zebur ise böyle değildir. İncil, bir takım öğüt, misal ve tarihî malûmatın yer aldığı bir kitaptır. Zebur ise övgü, münacaat ve okunan bir takım parçaların toplandığı bir kitaptır. Arapların ileri akıllılarından pek çok kimse kendilerinin de Tevrat gibi bir kitaplarının olmasını temenni ederlerdi. Kendilerine böyle bir kitap gelse Yahudilerden daha bir hidayet üzere olacaklarını, böyle bir kitaptan daha büyük çapta yararlanacaklarını kabul ediyorlardı. Çünkü bunlar keskin zekâ, ileri bir akıl ve kavrayış gibi özelliklere sahiptiler.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'e dair 'Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yo-lumdur. Ona uyun..." buyruğu ile haber verdikten sonra, buna Tevrat'ı ve Tev­rat'ın kendisine indirildiği peygamberi övmek suretiyle atıfta bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı... verdik." Şanı yüce Allah az önce de açıkladığımız gibi Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'i bir arada çokça zikretmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ondan önce ise bir önder ve bir rah­met olmak üzere Musa'nın Kitabını indirmişti. Bu ise dili Arapça olan (önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır." (Ahkâf, 46/12). Yüce Allah'ın bu surenin baş tarafındaki şu buyruğu da bu türdendir: "De ki: İnsanlar için bir nur ve bir hi­dayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kağıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz kitabı kim indirdi?" (En'am, 6/91).

Az önce gördüğümüz üç ayet-i kerimede söz konusu edilen ve bir benzerle­ri de İsra suresinde bulunan on vasiyet ise ibadet ve muamelâta dair hükümle­rin teşriinden önce Mekke'de indirilmiş ilk buyruklardandır. Aynı şekilde bun­lar, Hz. Musa'ya dininin esaslarına dair ilk nazil olan ayetlerdir. Yine bunlar peygamberler vasıtasıyla tebliğ edilen dinlerin aslını teşkil etmektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimi-zi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi dinden size şeriat yaptı. Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda tefrikaya düşmeyin diye." (Şûra, 42/13). Allah Teâlâ'nın bütün peygamberlere tavsiye ettiği dinin ortak yönü tevhid, üstün ahlâkî değerlere sahip olmak ve kötülüklerden, hayasızlık ve münkerlerden uzak durmaktır.

"İhsan eden kimseye nimeti tamamlamak..." için verdik. Yani biz Musa'ya Kitab'ı ona uyan, onunla hidayet bulan, iyi davranan kimselere nimetimizi, şeref ve değerini tamamlamak için verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve biz onları emrimizle yol gösteren önderler kıldık." (Enbiya, 21/73).

Buyruğun anlamının şöyle olması da mümkündür: Biz Musa'ya Kitab'ı tam olarak verdik. Yani insanların ihtiyaç duyacakları her türlü teşri hüküm­leri ihtiva edip toplayan ve hitapların en güzel şekline sahip kapsayıcı, tam ve eksiksiz olarak; yani en güzel ilahî kitaplara ait güzellikleri ve mükemmellik­leri ihtiva eder şekilde kıldık. Şu kadar var ki daha sonra gelen şu ifade bu şe­kilde anlama imkânını zayıflatmaktadır: "Her şeyi geniş geniş açıklamak", yani biz ona şeriatinde gerek duyacağı her şeyi tamam, eksiksiz ve toplayıcı olarak Kitab'ı ona verip indirdik. Nitekim Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle buyur­maktadır: "Ve biz ona levhalarda her şeye dair yazdık." (A'râf, 7/145).

"Bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere" yani o hakka ileten bir hidayet ki­tabıdır. Onunla hidayet bulan ve ona uyan kimseler için de bir rahmet sebebi­dir. Razî der ki: "Rahmet olma"nın anlamı, dinde nimet olmasıdır."

"Belki Rablerine kavuşacaklarına inanırlar." Biz ona Kitab'ı sözü geçen bütün muhtevası ile ve nitelikleriyle verdik ki, onun kavmi Rablerine kavuşa­caklarına iman etsinler. Yani Allah'ın kendilerine vaad etmiş olduğu sevap ve cezaya kavuşacaklarına inansınlar diye. Buna iman edecek olurlarsa şüphesiz bir, tek ve ortaksız olan Allah'a iman etmiş olurlar.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini açıklayarak şöyle buyurmakta­dır: "İşte bu da... bir kitaptır." Yani bu Kur'an-ı Kerim de şanı yüce ve büyük bir kitaptır. Din ve dünyada hayır ve faydası pek çoktur. Sabit ve değişmezdir, nes-holmaz. Daimi hidayetin, kurtuluşun, felahın bütün sebeplerini kendi bünye­sinde toplamıştır. O bakımdan bu kitabın size gösterdiği yola uyunuz. Bu kita­bın size yasakladığı, nehyettiği küfür ve ateşten sakınınız ki, dünyada ve ahi-rette de Allah'ın geniş rahmetine nail olasınız.   .

İşte bu, ayetleri üzerinde gereği gibi düşünmek ve onunla alay etmek su­retiyle Kur'an-ı Kerim'e tabi olmaya dair yapılan açık bir çağrıdır.

Bu indirdiğimiz bir Kitaptır; -Mekke ehline hitap olarak- kitaplar sadece bizden önce Yahudi ve Hristiyanlara indi demeyesiniz diye. Yani bu konuda ile­ri sürebileceğiniz bir mazeret kalmasın diye ve ayrıca "Biz önceki kitapları bil­miyorduk, onlardan gafil idik, ne olduklarından haberimiz yoktu, çünkü o ki­taplar bizim dilimizde değildi ve ayrıca bizler, bizden başkalarının bilip okudu­ğunu bilemeyen ümmî bir kavimdik" demeyesiniz diye.

Ve yine şunu da demeyesiniz: Eğer onlara indirilenler bize de indirilmiş ol­saydı şüphesiz bizler kendilerine verilenler hususunda onlardan daha hidayet üzre bulunurduk. Çünkü bizim zekâ ve kavrayışımız daha ileri, basiretimiz da­ha derin ve daha bir kararlıyız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmak­tadır: "Olanca güçleriyle Allah adına yemin ederek dediler ki: Andolsun kendi­lerine bir uyarıcı gelecek olsa, mutlaka o ümmetlerden birisinden daha bir hi­dayet üzere olurlardı." (Fâtır, 35/42). Yani Kitap Ehli'nden kendilerine komşu­luk eden milletlerden birisinden daha bir hidayet üzere olurlardı, demektir.

İşte yüce Allah şu buyruğu ile de her türlü mazeret ve gerekçenin önünü kesecek şekilde bunlara cevap vermektedir: "İşte size Rabbinizden apaçık bir delil... gelmiştir." Yani Arap soyundan gelme Peygamber Muhammed (s.a.)'in diliyle büyük bir Kur"an gelmiştir. Onda helâl ve haram açıklanmaktadır. Kalp­lerde bulunan rahatsızlıklara hidayettir, yol göstericidir. Ona uyacak, içinde bulunan hükümlerin izinden gidecek kullan için Allah'tan bir rahmettir. O aki­de, adab, hüküm ve yasalar hususunda kesin deliller ile desteklenmiş hakkı kuşatan bir kitaptır.

Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların kötü akıbetini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Artık Allah'ın ayetlerini yalanlayan... dan daha zalim kimdir?" Yani doğruluklarını, gerçekliklerini bilip öğrendikten son­ra yahut bu konuda imkân sahibi olduktan sonra Allah'ın ayetlerini yalanla­yan, onlardan yüz çeviren ve insanların da -Mekke şirk önderlerinin yaptığı gi­bi- bu ayetler üzerinde düşünmelerini engelleyen kimseden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Onlar hem ondan alıkoyar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden baş­kasını helak etmiyorlar ama farkında değiller." (En'âm, 6/26).

Daha sonra Yüce Allah bunun ardından Kur'an-ı Kerim'den yüz çeviren herkesi tehdit etmekte, azap ile korkutmaktadır. Nitekim hidayete ulaştıran sebeplerin açıklanmasından sonra çoğunlukla gördüğümüz de budur. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri... cezalandıraca­ğız." Yani ayetlerimizden yüz çeviren kimseleri kendi akıllarını, kendilerini de başkalarını da Allah'ın hidayetinden alıkoydukları için ve bu ayetlerden yüz çevirdikleri için en ağır azap ile cezalandıracağız. Çünkü onlar böyle yapmakla hem kendi günahlarını yüklenmekte, hem de haktan alıkoyup engelledikleri kimselerin günahlarını yüklenmektedirler. Bu engelledikleri kimseler ile Al­lah'ın hidayeti arasında engel teşkil etmektedirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Küfre sapıp Allah'ın yolundan alıkoyanların fesat çı­kartmaları sebebiyle azaplarına azap katarız." (Nahl, 16/88). Yani fesat çıkart­maları, hak yoldan başkalarını alıkoymaları sebebiyle kendi azaplarından baş­ka bir azap daha veririz, onlara. [110]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Kur'an-ı Kerim'in de, -kaybolmuş ve yitirilmiş bulunan ilk doğru şekliyle ihtiva ettiği esasları bakımından- Tevrat gibi olduğunu gös­termektedir. Daha sonra bu kitabın aslı kaybolmuş, onun yerine tahrif edilmiş, tanınmaz hale getirilmiş başka bir kitap ortaya çıkmıştır. Bu durum ise Kur'an-ı Kerim'in dışında insanlık için doğru bir yol ve doğru bir kitap bırak­mamıştır. Tam hidayet, Kur*an ı Kerim'dedir, aklî ve naklî delillerle, belgelerle desteklenen apaçık beyan ondadır. Artık Muhammed (s.a.)'in, gelişinden bu ya­na değiştirilmeksizin, tahrife uğratılmaksızın kalıcı ve ebedî mucize olan Kur'an-ı Kerim ile desteklenmesinden sonra kimsenin ileri sürebileceği bir ma­zeret kalmamıştır. Herhangi bir kimse onu yalanlayacak olursa, ondan daha zalim kimse olamaz. Böyle bir kişi yüz çevirmesinin, yalanlamasının cezasını görecektir. Yüce Allah'ın, "Artık Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kimdir?" buyruğu Allah'ın ayetlerini inkâr edip hem kendisini hem de başkasını imandan alıkoyanların küfrünün çok büyük ve ileri derecede olduğunu göstermektedir. Çünkü birincisi sapıklıktır, ikincisi ise hak­ka gidenleri engellemek ve saptırmaktır. [111]

 

Kafirlerin Kötü Azap İle Son Bir Defa Daha Korkutulmaları

 

158- Onlar hâlâ kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden veya Rab^ ayetlerinden baz,sı-

 nın gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamışsa hiç bir kimseye imanı hiç bir fayda vermez. De ki: "Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz."

 

Belagat:

 

"... mı bekliyorlar?" Burada sorunun anlamı nefiydir.

"Bekleyin", kelimesi ise tehdit ifade eden bir emirdir. "Hiç bir kimseye ima­nı hiç bir fayda vermez..." Ahmed el-İskenderî Keşşaf Haşiyesi'nde (I, 535) şun­ları söylemektedir: Bu ifade beyan ve belagat ilminde lef diye bilinen anlatım türünü ihtiva etmektedir. İfadenin aslı şöyledir: Rabbinin ayetlerinden bazısı­nın geldiği gün, önceden iman etmemiş hiç bir kimseye artık imanı fayda ver­mez. Yine önceden imanında hayır kazanmamış bir nefse de artık bundan sonra kazanacağı hayrın faydası olmaz. Ancak burada iki cümle lef edilerek belâğeten ifadeyi kısaltarak ve i'câz olmak üzere tek bir ifade haline getirilmiştir. Ehl-i sünnetin kabul ettiği ilkeye göre ayetlerin (alâmetlerin) ortaya çıkmasından ön­ce elde edilen imanın cehennemden ebediyyen kurtuluş için faydası olmakla bir­likte, bu ayetlerin ortaya çıkmasmdan sonra kazanılacak hayrın faydası olmaz. [112]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar hâlâ kendilerine meleklerin" ruhlarını kabzetmek üzere "gelmesin­den" yahut "Rabbinin" azabı anlamında emrinin "gelmesinden veya Rabbinin ayetlerinden" kıyametin kopacağına delâlet eden alâmetlerden "bazısının gel­mesinden başkasını mı bekliyorlar?" Yani yalanlayanlar bunlardan başkasını bekliyor değiller. "Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün"; bugün ise Buharî ile Müslim'de yer alan hadiste olduğu gibi güneşin batıdan doğması; "daha önceden inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamışsa" yani imanlı oldu­ğu halde bir itaatte bulunmamışsa "(imanı) hiç bir kimseye hiç bir fayda vermez" Bunun da anlamı hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, tevbesinin kendisine fayda vermeyeceğidir. [113]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime kâfirlere, azapla uyanlıp korkutulmalarından sonra bir başka uyandır. Yüce Allah Kitab'ı, ileri sürülecek herhangi bir mazereti orta­dan kaldırmak ve konu ile ilgili sebepleri bertaraf etmek için indirdiğini açıkla­dıktan sonra, onların hiç bir şekilde iman etmeyeceklerini yani iman etmele­rinden yana umut kalmadığını açıklamaktadır. [114]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kâfirleri, peygamberlerine muhalefet edenleri, ayetlerini ya­lanlayıp yolundan alıkoyanları tehdit etmektedir. Onlar ancak şu üç husustan birisinin kendilerine gelmesini bekliyorlar ve ancak bunlardan birisi geldiği takdirde iman edecekler: Meleklerin gelmesi, Rabbin bizzat gelmesi yahut Yü­ce Allah'tan kahredici ayetlerin gelmesi.

Meleklerin gelmesinin anlamı, onların canlarını almak üzere gelmeleridir. Allah'ın gelişinin anlamı ise onun vaad ettiği dünyada dininin yardımcılarına yardım, düşmanlarına da azap vaadidir. Allah'ın ayetlerinden bazısının gelme­si ise, ister istemez iman etmeyi gerektirecek, oldukça baskın ve kahredici bir takım olayların meydana gelmesi demektir.

Mekke müşrikleri meleklerin inmesini, Allah'ın gelmesini veya onu gör­meyi istemişlerdi. Nitekim Kur'an-ı Kerim bunu bizlere şöylece nakletmekte­dir: "Bize kavuşacaklarını ummayanlar üzerimize melekler indirilmeli yahut da Rabbimizi görmeli değil miyiz? derler." (Furkân, 25/21); "Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmeli değil mi?" (İsra, 17/92). Aynı şekilde Allah'ın ba­zı ayetlerinin indirilmesini de istemişlerdi. Meselâ "Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin." (İsra, 17/92).

Yüce Allah'ın "Rabbinin gelmesinden" buyruğu acaba Allah hakkında ge­lişin ve kayboluşun caiz olduğuna delil midir? Buna şu şekilde cevap verilmiş­tir: Bu kâfirlerin kanaatlerini aktarmaktadır. Kâfirin inancı ise delil değildir ya da bu mecazî bir ifadedir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve Al­lah onların binalarına temelden geldi (onları yıktı)." (Nahl, 16/26). Bunun böy­le anlaşılmasının sebebi, Yüce Allah hakkında, ortaya çıkmanın ve kaybolma­nın imkânsız olduğuna dair delillerin ortada oluşudur.

Bu ayet-i kerimede onların Allah'ın ayetlerini yalanlamaya ve onlara önem vermeyip aldırış etmemeye devam ettiklerine bir işaret vardır.

Daha sonra Hak Teâlâ şu buyruğu ile onlara son bir defa uyanda ve tehditte bulunmaktadır: "Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün..." yani ister istemez iman etmek zorunda bırakan ayetlerin geleceği gün, işte o vakit imanın faydası ol­mayacaktır. Nitekim Firavun da boğulacağım kesin olarak anlayınca iman etmiş ancak bu imanından istifade edememişti. Aynı şekilde can boğaza gelip dayanma­dan önceki genişlik zamanlarında yapılmamış tevbenin de kişiye faydası olmaz.

Bu ayetlerin (alâmetlerin) kimisinin can çıkmadan önce kıyametin belirti­leri, alâmetleri ortaya çıkacağı sırada meydana gelmesi mümkündür. Nitekim Buharî bu ayet-i kerimenin tefsirinde kendisinin ve diğer -Tirmizî müstesna-Sünen sahiplerinin Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Güneş battığı yerden çıkmadıkça kıya­met kopmaz. İnsanlar artık onu gördüler mi bu sefer yeryüzünde bulunan her­kes iman eder. İşte ".... önceden inanmamış... hiç bir kimseye imanı hiç bir şe­kilde fayda vermez" buyruğunun söz konusu olacağı vakit budur." Bir diğer laf­zında da şöyle demektedir: "Güneş doğup insanlar onu gördüklerinde hep bir­likte iman edecekler. İşte önceden iman etmemiş ise hiç bir kimseye imanın fay­da vermeyeceği zaman bu zamandır." Daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Hureyre'den Peygamber Efendimize merfûan şu hadisi naklederler: "Üç şey çıktığı takdirde eğer daha önceden iman etmemişse hiç bir kimseye imanının faydası olmaz: Güneşin battığı yerden doğması, Dec-cal ve Dâbbetü'l-arz'ın çıkması."

"De ki: Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz." Yani ey Muhammed de ki onlara: Haydi sizler İslâm'ın gerileyip yok olmasına, peygamberin öldürülmesi­ne, bu dinin zeval bulmasına olan umudunuzu bekleyin durun. Biz de Rabbimi-zin bize doğru olarak vaad ettiği yardımını ve düşmanlarımız için muhakkak gerçekleşecek olan tehdidini beklemekteyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Acaba onlar kendilerinden önce gelenlerin başlarına gelen (azap) günlerinin benzerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/102).

Bu ise iman ve tevbesini kendisine fayda vermeyecek bir zamana kadar erteleyip duran kimselere kesin ve kâfirlere de oldukça ağır bir tehdittir. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar azabımızı gör­düklerinde dediler ki: Yalnızca Allah'a iman ettik. Daha önce ortak koştukları­mızı inkâr ettik. Fakat azabımızı gördükleri vakit, imanlarının kendilerine fay­dası olmadı." (Mü'min, 40/84-85). [115]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime üç hususa delâlet etmektedir: Birincisi, Allah'ın ayetlerinin sürekli olarak yalanlamaya devam ettikleri için inatçı kâfirlerin iman etmele­rinin umulmayacağıdır.

İkinci husus, dünya hayatında yahut da kıyametin bazı alâmetlerinin or­taya çıkacağı esnada ister istemez ve mecburiyet altında kalındığından dolayı yapılan imanın hiç bir faydasının olmayacağıdır.

Üçüncü ise, iman etmemeleri halinde kâfirlerin tepesine azap indirmekle tehdit edilmeleri, uyarılıp korkutulmalandır. [116]

 

Dinde Ayrılığa Düşmenin Akıbeti

 

59- Dinlerini parça parça edip kendi- leri bölük pörçük olanlarla senin hiç  bir alâkan yoktur. Onların işi ancak ne yaptıkla- rını kendilerine haber verecektir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dinlerini parça parça edip"; yani dinleri hakkında anlaşmazlığa düşerek onun bir bölümünü alıp bir bölümünü terkedenler... Bir kıraette, "parça parça edenler" anlamına gelen (ferrekû) kelimesi "ayrılanlar" anlamında fârekû şeklinde de okunmuştur. Yani emrolunduklan dini terk edenler anla­mındadır. Bunlar ise Yahudi ve Hristiyanlardır. "bölük pörçük olanlarla" bu hususta kısımlara, fırkalara ayrılanlarla "senin hiç bir alâkan yoktur" yani sen onlara herhangi bir şekilde ilişme. "Onların işi ancak Allah'a kalmıştır." O bu­nu üzerine almıştır. "Sonra O, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir." Ahirette, yaptıklarını haber verecek ve buna karşılık onları cezalandıracaktır. [117]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirleri tehdit edip azapla ve ahir zamanda beklenen korkunç hadiselerle uyardıktan sonra, bidat ve şüphe sahibi kimselerin yaptıkları şekil­de dinde fırkalara ayrılmaktan müminleri sakındırmış, Müslümanları söz birli­ği (tevhidül-kelime) etmeye teşvik etmiştir. [118]

 

Açıklaması

 

Ebu Hureyre Resulullah (s.a.)'tan şu, "Dinlerini parça parça edip kendileri bölük bölük olanlar..." ayeti hakkında, "Bunlar bu ümmetten olan bidat, şüphe­ler ve dalâlet ehli kimselerdir" dediğini rivayet etmektedir. Mücahid'in açıkla­ması da bu şekildedir. Ebu Ümame de Yüce Allah'ın, "Bölük bölük olanlar" buyruğu hakkında, "Bunlar Haricîlerdir" diye açıklamıştır.

Bir grubun (Katâde, Dahhâk ve Süddî) ise şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bu ayet-i kerime, Yahudilerle Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü on­lar Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın dinlerini parça parça ederek farklı dinler ve değişik mezhepler haline dönüştürmüşlerdir.

Ayet-i kerimenin bütün kâfirler hakkında genel olduğu da söylenmiştir. İbni Kesir der ki: Zahir olan o ki, ayet-i kerime dinden ayrılan, ona muhalefet eden herkes hakkında umumidir. [119] Yeni ilim adamlarının doğru gördükleri gö­rüş de budur. Menâr" da der ki: Doğrusu, bu konudaki iki görüşü de bir arada kabul etmektir. Şanı yüce Allah bu surede İslâm'ın delillerini ortaya koyup şir­kin şüphelerini çürüterek Kitap Ehli'ni ve onların şeriatlerini söz konusu etti. İslâm çağrısını kabul edenleri birliğe ve kendilerinden öncekilerin ayrılıp da­ğıldıkları gibi ayrılığa düşmemeye davet etti. Nitekim Al-i İmran suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerine apaçık delillerin gelmesinden sonra ayrılı­ğa ve anlaşmazlığa düşen kimseler gibi olmayınız. İşte böyleleri için çok büyük bir azap vardır." (Al-i İmran, 3/105).

Ayet-i kerimenin manası şudur: Dinlerini parça parça edip onun bir bölü­müne iman ederek kabul eden, diğer bir bölümünü de terk ederek naslarını kendi arzularına göre tevil edip değişik fırkalara ayrılan ve her bir fırkaya, herhangi bir görüşü kabul edip herhangi bir mezhebe taassupla bağlanan kimseler gibi olmayınız. Ey Muhammed! Sen böylelerine ilişme. Onları kendi halleriyle başbaşa bırak; onlarla savaşmana gerek yok. Sana düşen risaleti tebliğ etmek ve hak dinin esaslarını zafere kavuşturmaya çalışmaktır. Sen on­lardan da, onların yaptıklarından da uzaksın. Onların mezheplerinden, söyle­diklerinden uzaksın; onların işlerini, onları hesaba çekmeyi Allah üzerine alır. Sonra ahirette onlara durumlarını bildirecek, onları cezalandıracaktır. -Razî der ki: Ayet-i kerimeden kasıt, Müslümanların söz birliği etmelerini, dinde tefrikaya düşmemelerini, bir takım bidatler ortaya koymamalarını bir teşvik­tir. [120]

Yüce Allah bir başka yerde bu şekilde dinlerini parça parça etmelerini ka­bul etmeyerek Kitap Ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa sizler Kitab'ın bir bölümüne iman ediyor bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?" (Bakara, 2/85)

Peygamber (s.a.) de Müslümanları tefrikaya düşmekten sakmdırmıştır. Ebu Davud, Muaviye b. Ebi Süfyân (r.a.)'dan şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) aramızda kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: "Şunu bilin ki siz­den önceki Kitap Ehli olan kimseler yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Şüphesiz bu ümmet de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunun yetmiş ikisi cehennemde birisi ise cennette olacaktır; bu ise cemaatin tuttuğu yoldur." [121] Yine Ebu Davud ve -lafız kendisinin olmak üzere- Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Yahudiler yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da o şekilde bölündü; benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır." [122] Buna göre Yüce Allah'ın, "Dinleriniparça parça edip" buyruğundan kasıt, Yahudi ve Hristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi dinleri hakkında anlaşmazlığa düşenlerdir. Dinlerini parça parça ayırmala­rının, bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr demek olduğu da söylenmiş­tir.

Ayrılığa düşmenin sebepleri pek çoktur. Hükmedip saltanat kurma sevgi­si, kavmine, ırkına taassup göstermesi, görüş ve hevasına şiddetli bir şekilde bağlı kalması, din düşmanlarının hile, desise ve tuzaklarına kulak verilmesi, bilgisizlik, geri kalmışlık, gelenek ve göreneklerde başkalarına tabi olmak, bazı devletlerin veya çoğunluğunun düşünce ve inanışta, siyaset ve yönetimde, dü­zen ve yasalarda dinden ayrılmaları, dini büsbütün terk etmeleri bunların en önemlileri arasında sayılabilir. [123]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şüphe yok ki Allah'ın şeriatı birdir ve parçalanmayı kabul etmeyen bir bü­tündür. Onun bir bölümünü almak, bir bölümünü terk etmek, herhangi bir hükmü işlemez hale getirmek yahut da çağa uygun olmadığı iddiasında bulun­mak doğru değildir. Her kim bunlardan herhangi birisine inanacak olursa kâfir olur.

Dinde ayrılığa düşmek, bidatler ortaya koymak, şüphelere, arzu ve heves­lere tabi olmak büyük bir tehlike, büyük bir günah, apaçık bir sapıklıktır. Üm­mete düşen söz birliği etmek, görüş birliğine varmak, Allah'ın ve Rasulünün ibadet ve yasalarda izin vermediği bidat ve yeni çığırların uçurumlarına yuvar­lanıp düşmekten sakınmaktır.

Allah'ın yasalarından uzaklaşmak, tedricî olarak bazı hükümlerden uzak­laşmakla başladı; nihayet Allah'ın şeriatı bütünüyle hayatın dışında bırakılmış oldu.

Hatta maalesef parçalanma ve donuklaştırma Kur*an-ı Kerim'in bir takım naslarına kadar uzayıp gitti. Onun bir kısım buyrukları özellikle radyolarda okunmaz oldu.

Ayet-i kerime dinden ayrılan ve ona muhalif olan her kimse hakkında umumidir. Bu ister Kitap Ehli'nden (Yahudi ve Hristiyanlardan) olsun, ister Müslümanlardan (bidat ve şüphe ehli) olsun fark etmez. Bakiyye b. el-Velid se­nedini kaydederek Ömer b. el-Hattâb'dan Resulullah (s.a.)'ın Hz. Aişe'ye şöyle dediğini nakletmektedir: "Muhakkak dinlerini parça parça edip kendileri bölük bölük olanlar, işte onlar bu ümmet arasından bidat sahibi, çeşitli heva ve heves sahipleri ile sapık olan kimselerdir. Ey Aişe! Bid'at ve heva sahipleri dışında her bir günahkârın bir tevbesi vardır. Bunların ise tevbesi yoktur, ben onlardan uzağım, onlarda benden uzaktırlar." [124]

 

İyiliğin Mükâfatı Ve Kötülüğün Cezası

 

160- Kim bir iyilikle gelirse, ona onun  on katı vardır; kim de bir kötülükle ge- lirse ancak misliyle cezalandırılır ve  onlara haksızbk edilmez.

 

Belagat:

 

"İyilik" ile "kötülük" kelimeleri arasında tıbâk vardır. Kelime ve İbareler:

"Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı vardır" yani on iyiliğin mükâfatı verilir. "Kim de bir kötülükle gelirse ancak misliyle cezalandırılır" yani ona denk bir ceza ile cezalandırılır, "ve onlara haksızlık edilmez" amellerinin karşı­lıklarından eksik bir şey verilmez.

Kimisi der ki: İyilik lâ ilahe illallah', kötülük ise şirktir. Razî ise der ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Aksine bu ifadenin umuma hamledilmesi ve öyle anla­şılması gerekmektedir.[125]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah surede imanın esaslarını açıklayıp fazilet ve adaba dair on va­siyete uyulması emrini verdikten, kâfirleri ve bidat ehlini eleştirdikten sonra burada da amellere verilecek karşılığı açıklamaktadır. İster yapılan işler hase­nat kabilinden olsun ki bunlar iman ve salih amellerdir, isterse de seyyiat ka­bilinden olsun ki bunlar da küfür, masiyetler yahut da kötülüklerdir. [126]

 

Açıklaması

 

Kıyamet gününde itaat türünden olan güzel haslet ve iyi amellerle gelen kimseye bu iyiliklerinin karşılığı olarak on misli verilecektir. Bu da Yüce Al­lah'ın adaleti, kullarına lütfü ve ihsanı kabilindendir. Fakat kimi zaman yapı­lan iyilik yedi yüz katına ve daha fazla pek çok katına katlanarak verilebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda malarını harcayanların misali her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir. Allah di­lediğine kat kat verir. Allah (bağışı) geniş olandır, en iyi bilendir." (Bakara, 2/261). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünçle ödünç verecek kimdir? Allah da o ödüncü o kimseye pek çok misline katlayarak vere­cektir." (Bakara, 2/245); "Eğer Allah'a güzel bir ödünç ile ödünç verirseniz onu sizin için katlandırır." (Teğâbün, 61/17).

Bu farkhlığuı esas sebebi Yüce Allah'ın bu konudaki lütfü ile amelin Allah nezdinde yücelmesini sağlayacak şeylerle birlikte olmasıdır. Niyette ihlâs, amelin ecrini Allah'tan beklemek, iyi ve güzel davranışın gizli yapılması, kimi zaman da kendisine uyulsun diye açıktan yapılması, ümmetin menfaatinin araştırılması gibi.

Her kim bir kötülük işler yahut bir günaha irtikap ederse, onun için de kö­tülüğe benzer bir kötülükle ceza söz konusudur.

"Ve onlara haksızlık edilmez" yani bu durumda, ister iyilik yapanın ister kötülük işleyenin amelinden bir şey eksiltilmez. İyilik yapanların sevabından bir şey eksiltilmediği gibi, kötülük işleyenlerin de cezaları artırümaz.

Nebevi hadis-i şerifte iyiliklerde farklılığın ölçüsü, kötülüklere de ceza yo­lu açıklanmış bulunmaktadır. Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin İbni Ab-bas (r.a.)'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan Rabbiniz çok merhametlidir. Her kim bir iyilik yapmak ister de sonra bunu yapmazsa ona bir iyilik olarak yazılır. Eğer onu işleyecek olursa bu sefer o iyilik ona ondan yedi yüze ve pek çok kat fazlasına kadar yazılır. Her kim bir kötülük işlemek ister de sonra bunu işlemezse ona bir iyilik olarak ya­zılır. İşleyecek olursa bu sefer ona bir (kötülük) olarak yazılır yahut Aziz ve Ce­lil olan Allah onu siler. Allah'ın bunca lütfuna rağmen bir kimse yine de helak olursa işte büyük bir hayırdan mahrum kalan kişi odur." [127] Amellerin yazıl­ması ise melekler aracılığıyla Allah'ın onlara emir vermesi suretiyle gerçekle­şir. [128]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İyiliğin mükâfatı ile kötülüğün cezası arasındaki bu farklılık, Allah'tan bir lütuf ve bir rahmettir. Çünkü ehl-i sünnetin görüşüne göre sevap gerçekte Yüce Allah'tan bir lütuftur. O bakımdan her kim bir iyilik yaparsa, ona alması gere­ken benzeri mükâfatın on kat fazlası vardır. Bu mükâfatın katlanmasının yedi yüz katına kadar ve daha pek çok katına kadar çıkması da mümkündür. Bu ise ilâhî irade, meşiet ve hikmetin gereği ile, işlenen salih amelin güzel niyetle, Yüce Allah için ihlâsla yapılması ile ilgilidir.

Kim de bir kötü iş yapacak olursa, onun için ancak yaptığına eşit ve buna denk bir ceza vardır. Ebu Zerr, Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Muhakkak Yüce Allah buyurdu ki: İyilik on veya daha fazla (ka­tıyla mükâfat görecek)dır. Kötülük ise bir (misliyle) dir veya hepten affedilir. Artık kazandığı birleri, (mükâfat olarak hak ettiği) galip gelenin vay haline!" Hz. Peygamber daha önce geçen hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: "Allah buyuruyor ki: Kulum bir iyilik yapmak isterse onu işlemese dahi o iyiliğini bir iyilik olarak yazınız. Eğer onu işleyecek olursa on misliyle yazınız. Bir kötülük yapmak isterse (ve yapmazsa) onu yazmayınız. İşleyecek olursa ona tek bir kö­tülük olarak yazınız."

İlim adamları kötülüğü işleyenle ilgili olarak konuyu etraflı bir şekilde ele alıp şöyle derler:

Kötülüğü işlemeyip terk eden kişi üç türlüdür:

1- Kötülüğü, bazan Allah için terk eder. İşte böylesi için o bir iyilik olarak yazılır. Çünkü Allah için o kötülükten vazgeçmiştir. Bu da amel ile niyetin bir­likte bulunması halidir. Bundan dolayı hadis-i şerifte bunun ona bir iyilik ola­rak yazılacağı belirtilmiştir. Nitekim sahih hadisin bazı lafızlarında şöyle kay­dedilmektedir: "Çünkü o, benim için onu terk etmiştir."

2- Kötülüğü bazan da unutarak ve yanılarak terk eder. Böylesi onun lehi­ne de, aleyhine de değildir. Çünkü bir hayır işlemeye niyet etmediği gibi, bir kötülük de işlememiştir.

3- Kimi zaman da gerekli sebepleri gerçekleştirmeye çalıştıktan, ona yak-laştıncı işlere başladıktan sonra acizliğinden ve tembelliğinden dolayı o günahı terk edebilir. Böyle bir kimse bu kötülüğü işleyen kimse durumundadır. Nite­kim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki Müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelirlerse öldüren de öldürülen de ateşte­dir." Ashab: "Ey Allah'ın rasulü, öldüreni anladık, öldürülen neden?" diye so­runca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye hırs gösteren birisiydi." [129]

 

Tevhid, İbadet Ve Şahsî Sorumluluk Hususlarında İbrahim'in Dinine Tabi Olmak

 

161- De ki: "Şüphesiz Rabbin beni dos­doğru yola iletti; halis muvahhid ola­rak İbrahim'in dosdoğru dinine. O müşriklerden olmadı."

162-  De ki: "Muhakkak benim nama­zım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir."

163- "O'nun hiç bir ortağı yoktur. Bana böylece emrolundu ve ben Müslüman­ların ilkiyim."

164-  De ki: "Ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım? Her şeyin Rabbi Allah'tır. Her nefis ancak kendi aleyhi­ne kazanır. Yük yüklenen kimse başka­sının yükünü taşımaz; sonunda dönü­şünüz Rabbinizedir. Artık O, size hak­kında ayrılığa düştüğünüz şeyleri ha­ber verecektir."

 

Belagat:

 

"Yük yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz." Burada sırt üzerinde ağır yükler taşımak, günah ve suçların ağırlıkları yerine istiare yoluyla kulla­nılmıştır. [130]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbin beni halis muvahhid olarak" yani batıl dinlerden hak din olan İs­lâm dinine yönelen bir kimse "İbrahim'in dosdoğru dinine", yani dosdoğru ve dimdik ayakta duran İbrahim'in dinine (iletti)." Bunun da anlamı, onun dini­nin, dosdoğru bir din olduğunu ifade etmektir. Buradaki "(kıyamen) kayyimen= dosdoğru" kelimesi şeddeli olarak da okunmuştur. Yani Hanif dininin dosdoğru yolu demektir. Bütün bunlar da onun, insanların dünya ve ahiretteki düzenle­rini ayakta tutan ve dosdoğru yolun kendisi olan bir din olduğu anlamındadır.

"De ki: İbadetlerim" hac ve benzeri sair ibadetlerim, "hayatım ve ölümüm" hayatımda yaptıklarım ve ölürken sahip olacağım iman ve salih amel gibi her şey "âlemlerin Rabbi Allah içindir."

"Ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?" Yani O'ndan başka hiç bir rab istemem. "Halbuki O, her şeyin Rabbidir" yani mutlak malik'tir. "Her ne­fis" bir günah kazanacak olursa "ancak kendi aleyhine kazanır, yük yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz." Yani hiç bir günahkâr kimse, günahkâr başka bir kimsenin yükünü taşımaz. Buradaki "vizr"den kasıt, ağır yüktür. [131]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bu surede tevhidin delillerini açıklayıp müşrikleri reddedip ce­vaplandırdıktan, kaza ve kaderi kabul etmeyenlere cevap verdikten sonra, son olarak dosdoğru dinin ve sırât-ı müstakimin tevhid ve Allah'a ibadet esası üze­re her kişinin başkasından değil, bizzat kendisinden sorumlu olması esası üze­re yükselen hidayetin, ancak Allah'ın lütfü ile elde edileceğini, insanın işlemiş olduğu amellere verilecek karşılığın Allah'tan olduğunu belirten buyruklarla açıklamalarını sona erdirdi. O kişinin amelleri onun mutluluk yahut bedbahtlı­ğının göstergesidir. [132]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah peygamberlerin efendisi peygamberine, kendisini, Allah'ın ih­san etmiş olduğu hiç bir eğriliği ve sapması bulunmayan atası İbrahim'in dini olan sırat-ı müstakime iletmiş olduğunu haber vermesini emretmektedir.

Ey peygamber! Bütün insanlara ve bu arada senin kavmine de ki: Şüphe­siz benim Rabbim beni hiç bir eğriliği bulunmayan dosdoğru yola iletmiş, o yo­lu tutma muvaffakiyetini bana ihsan etmiştir. Bu ise dünya ve ahiret mutlulu­ğuna götüren, hakkı ayakta tutan, esasları sapasağlam, dosdoğru dindir. Yüce Allah'a yakanrken söylediğimiz, "Bizi dosdoğru yola ilet" buyruğu ile kastetti­ğimiz de budur.

Bu, İbrahim el-Halîl'in dinidir; siz de o dine tabi olunuz. Çünkü İbrahim (a.s.) bütün şirk ve sapıklık türlerinden uzaklaşmış, hak dine, tevhid dinine yö­nelmişti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'in dininden ken­dini bilmezden başka kim yüz çevirir ki!" (Bakara, 2/130); "Şüphesiz İbrahim tek başına bir ümmetti. Allah'a itaatkâr, şirkten uzak Hanîfbir Müslümandı. O müşriklerden olmadı. O nimetlerine şükredendi. Rabbi onu beğenip seçmiş, ken­disini dosdoğru yola iletmişti. Biz ona dünyada bir güzellik de verdik. Şüphesiz o, ahirette de elbette salihlerdendir. Sonra biz sana, "Hanîf bir Müslüman ola­rak İbrahim'in dinine uy ve o müşriklerden de olmadı" diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123).

"O müşriklerden olmadı", yani İbrahim katiyyen şirk koşmuş değildir. Ak­sine o Allah'a iman eden, ibadetini yalnızca Allah'a ihlâsla yapan birisiydi.

Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna veya Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna veya İsa Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inananlara gelince: İşte bunlardır müşrik olanlar, İbrahim'in dininden uzak düşmüş olanlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisi ihsan edicilerden olduğu halde varlığını Allah'a teslim edenden ve muvahhid Hanîf olarak İbrahim'in dinine tabi olandan dini daha güzel olan kimdir ve Allah İbrahim'i halîl (pek yakın dost) edinmişti." (Nisa, 4/125).

İşte hak din, ihlâs dini, yalnızca Allah'a ibadet dini budur. Bütün peygam­berleri, rasulleri bu din ile O göndermiştir. Bu ise Arap müşriklerinin kendile­rini hanîf diye adlandıran İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia eden Arap ileri gelenlerinin izledikleri yola uygun değildir. Aynı şekilde bu, İbrahim dininin, Musa ve İsa dininin tabileri olduğunu iddia eden Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlarm) izlediği yola da aykırıdır Buna delil ise Yüce Allah'ın onların tutumlarını reddeden şu buyruğudur: "İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi, fakat o Hanîf bir Müslümandı. Hem o müşriklerden de değildi." (Âl-i İmran, 3/67).

Bundan dolayı İslâm daveti, bütün peygamberlerin kavuşma noktasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, Allah nezdinde kabul olunacak din yalnızca yalnızca İslâmdır: "Şüphesiz Allah nezdinde (geçerli) din İslâmdır." (Âl-i İmran, 3/19); "Kim İslâm'dan başka bir din arayacak olursa asla ondan kabul ulunmaz. Hem de o ahireite hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).

Daha sonra Yüce Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, on­dan başkasının adına hayvan ve kurbanlarını kesin müşriklere şunu haber vermesini emretmektedir: Bu hususta kendisi müşriklere muhaliftir, onlardan farklıdır. Çünkü onun namazı da Allah içindi, ibadetleri de. O'na hiç şirk koş-maksızın bir ve tek Allah'a kulluk etti. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2). Yani namazını da, kestiğin kurbanını da Allah'a ihlâs ile takdim et! Gerçek şu ki müşrikler putla­ra tapar, putlar için kurbanlarını keserlerdi. Allah ona müşriklere muhalefet etmeyi ve niyetini yalnızca Yüce Allah'a halis kılmayı, yalnız onun için amelde bulunmayı emretti.

"De ki: Muhakkak benim njamazım..." yani benim bütün namazlarım, iba­detlerim, dualarım, her türlüsüyle her bir ibadetim -çoğunlukla "her türlü iba­det" diye çevirdiğimiz "nüsük" kelimesi kurban kesmek, hac ve umrenin ve di­ğer ibadetlerin belli başlı işlerini eda etmek anlammda çokça kullanılır hale gelmiştir- hayatımda yaptığım bütün işlerim ve ölümüme kadar sahip olacağım imanım ve salih amelim, Aziz ve Celil olan Allah içindir. Yani amel ve maksat­larımın hepsi yalnızca Yüce Allah'ın rızasına münhasırdır. Bu ayet-i kerime bü­tün salih amelleri ihtiva eden kapsamlı bir ifadedir. Müslümana düşen ise onun niyetinin, amelinin yaptığı her bir işin yalnızca Yüce Allah için olmasıdır. İster hayatı esnasında yapmış olsun, isterse de ölümünden sonra arkasından gelecek herhangi bir salih amel olsun, hepsi de Allah'a itaat yolunda olmalıdır.

Aslında "ibadetler (nüsük)" in kapsamına dahil olmakla birlikte, özellikle namazın anılması, şirk fesatları ile zaman zaman kirlenebilen ibadetin ruhu, özü oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah birdir, tektir, zatında da sıfatlarında da, rububiyetinde de or-taksızdır. İbadet yalnız O'nadır. Teşrî' (kanun koyma ve yasama) yalnız O'ndandır. İşte Rabbim bana bunu emretti ve ben O'nun emirlerine uyan, ya­saklarından kaçınan, itaat eden Müslümanların ilkiyim.

İşte bu ulûhiyetin tevhidini ortaya koymaktadır. Hemen akabinde de ru-bubiyetin tevhidini görüyoruz. Yüce Allah buyurmaktadır ki: "De ki: Ben Al­lah'tan başka bir rab mı arayacağım..." Yani her şeyin mutlak maliki, yaratıcı­sı, düzenleyicisi, yöneticisi O iken, ben Allah'tan başka rab mı arayacağım? Hem her türlü fayda ve zarar O'ndandır. Nasıl olur da başka bir yaratığı kendi­me rab kabul edebilirim!

İnsanın yaptığı her bir işin (kötülük olması halinde) cezası mutlaka kendi aleyhinedir. Günah kazanmış hiç bir kimse ebediyyen bir başkasının günahını yüklenmez. Her insan kendi amelinin karşılığını görecektir: "Her kişi kazandı­ğı karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Tür, 52/21); "(İyilikten) kazan­dıkları kendileri lehinedir, (kötülükten) yaptıkları da kendi aleyhinedir. (Baka­ra, 2/286).

İster salih, ister kötü amel olsun her bir insan, yaptığı amelinden sorumlu olduğundan dolayı mutlaka yaptığının karşılığını görecektir; hayırsa hayır, şer ise şer olarak. Kendilerini Hanîfler diye adlandıranlann sonunda varacakları yer ise yalnızca Allah'ın huzuru olacaktır. O, dinler hususundaki anlaşmazlıkla­rınızın mahiyetini size haber verecek ve kendi ilim ve iradesine uygun olarak sizlere amellerinizin karşılığım gösterecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yer­de şöyle buyurmaktadır: "Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Anlaşmazlığa düştü­ğünüz şeylerle ilgili olarak aranızda ben hüküm vereceğim." (Âl-i İmran, 3/55). [133]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Çoğu zaman birbirinin aksi olan iki cephe, hayatın çeşitli durumlarında karşı karşıya gelebilmektedir: Dağınıklık ve birlik. Allah'ın dini de bu iki cep­heden etkilenmekten kurtulamaz. Yüce Allah kâfirlerin tefrikaya düşüp dağıl­dıklarını beyan ettikten sonra, peygamberleri ve onların sonuncusu olan Haz-reti Muhammed'i dosdoğru din olan İbrahim'in dinine (hepsine selâm olsun) ilettiğini beyan etmektedir.

Dosdoğru hak din, insanî-dinî bütün enerjilerin yalnızca Allah'ın emrine verilmesini gerektirmektedir. Kul namazıyla, ibadetiyle, hac vs. kulluklarıyla, kestiği kurbanlarıyla, Allah'a yakınlaştırıcı bütün fiilleriyle, vefatından sonra­ki vasiyetleriyle yalnızca Allah'a yönelir. Çünkü kâinatın yaratıcısı, yönlendiri­cisi, bütün âlem ve varlıkların yegâne Rabbi O'dur. Aklı başında her insan amel ve itaatlerinde başkasına değil, yalnızca O'na yaklaşmaya çalışır. Çünkü bizatihi ibadete hak kazanan ilâh O'dur. İnsanın hayrı, faydası, insana gelecek zararın önlenmesi hep O'ndandır.

Yüce Allah'ın, "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru yola iletti" buyru­ğundan itibaren, "De ki: Muhakkak namazım... alemlerin Rabbi olan Allah içindir" buyruğuna kadar olan ifadelerden İmam Şafiî, namaza bu ilâhî ve mü­barek zikir ile başlamanın uygun olacağına delil çıkarmıştır. Çünkü Allah pey­gamberine bunu emrettiği gibi, Kitabında da indirmiş bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Ali yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) namaza başladı mı şöyle dua edermiş:

Yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratana hanîf olarak çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölü­müm âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla emro-lundum ve ben Müslümanlardanım.

Yine Müslim bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eder. Orada "Ve ben Müslüman­lardanım" ifadesinden sonra şu dualar da yer almaktadır:

"Allah'ım! Sen Meliksin (mutlak egemensin), senden başka ilâh yoktur, sen benim rabbimsin ve ben senin kulunum. Kendime zulmettim, günahımı iti­raf ediyorum. Artık bütün günahlarımı bana bağışla! Çünkü gerçek şu ki, sen­den başka kimse günahları bağışlayamaz. Beni en güzel ahlâka ilet. Onun en güzel olanına senden başka kimse iletemez. Kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Zi­ra ahlâkın kötüsünü, senden başka kimse uzaklaştıramaz. Buyur Rabbim, hu­zurunda emrine amadeyim. Hayr bütünüyle senin elindedir, şer ise sana değil­dir. Mübareksin, yücesin ve senden mağfiret dilerim, tevbe ederim sana."

Bunu Dârakutnî de rivayet etmiş ve sonunda şöyle demiştir: "en-Nadr b. Şumeyl'den -ki o dil ve diğer ilim dallarında ileri gelen alimlerdendi-Resulullah (s.a.)'m "Şer sana değildir" ifadesini "şer kendisiyle sana yaklaşılan fiillerden değildir anlamına gelir" diye açıkladığı bize ulaşmış bulunmaktadır."

İmam Malik, namaza bu şekilde "Veccehtu..." diye başlayan dua ile başla­manın vacip olduğu görüşünde olmadığı gibi "sübhaneke" duasının okunmasını da vacip görmemektedir. Onların yapması gereken tekbir getirmek, sonra da kıraattir. Buna delil ise Resulullah (s.a.)'m kendisine namazı öğrettiği bedeviye söylediği şu sözlerdir: "Namaza kalktın mı tekbir getir, sonra Kur'an oku." Gö­rülüyor ki ona Ebu Hanife'nin dediği gibi "Sübhaneke'yi oku" da denilmedi; Şa­fiî'nin söylediği gibi "veccehtu" okuması da söylenmedi. Buna karşılık Ubeyy b. KaTa'a "Namaza başladığında nasıl okuyorsun?" diye sormuş o da "Allahu ek-ber derim, sonra el-hamdülillahi Rabbi'l-alemin diye okurum" demiş ve vecceh-tu'den de sübhanekeden de söz etmemiştir.

Dikkat edilecek olursa, Muhammed (s.a.)'den başka herhangi bir kimse Müslümanların ilki değildi. Peki, "İbrahim ve ondan önceki peygamberler de değil mi?" diye sorulacak olursa Kurtubî bu soruya şu üç cevabı vermektedir:

Birinci cevap: Peygamber, Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis-i şerifte oldu­ğu gibi manen bütün yaratılmışların ilkidir: "Bizler son gelenleriz. Kıyamet gü­nünde ilk olacaklarız ve bizler cennete ilk girecek olanlarız." Huzeyfe yoluyla gelen hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizler dünya ehli arasında sonuncular, kıyamet gününde ise bütün insanlar arasında haklarında ilk olarak hüküm verilecekleriz."

İkinci cevap: Hz. Peygamber yaratılış itibariyle önce olduğundan dolayı onların ilkidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani bizler peygamberlerden misaklarını (söz ve ahitlerini) almıştık; senden de Nuh'tan da..." (Ahzâb, 33/7).Katâde der ki: İbni Sa'd'ın rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle demiş­tir: "Ben yaratılış itibariyle insanların ilki idim. Peygamber olarak gönderilişte ise onların sonuncusuyum." İşte bundan dolayı Hz. Peygamber burada Nuh'tan ve diğer peygamberlerden önce anılmıştır.

Üçüncü cevap: Katade, İbnül-Arabî ve diğerlerinin de söylediği gibi, Al­lah'ın dinine mensup olanlar arasında Müslümanların ilki odur. [134]

Yüce Allah'ın, "De ki: Ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım1? Hal­buki O, her şeyin Rabbidir" buyruğuna gelince: Bu ayetin nüzul sebebi şu­dur: Kâfirler, Resulullah (s.a.)'a "Ey Muhammed, dinimize dön, ilâhlarımıza ibadet et, tuttuğun yolu bırak. Buna karşılık bizler dünyada ve ahirette kar­şılaşmayı umduğun her türlü sıkıntıyı senin yerine üstleneceğimize dair te­minat veriyoruz" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ayet-i kerimedeki soru ise doğruyu söyletmeyi ve azarlamayı gerektiren bir ifade tarzıdır.

Yüce Allah'ın, "Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır" buyruğu ise şunu göstermektedir: Kim bir masiyet işlemiş, bir günah irtikap etmişse kendisi so­rumlu olur, başkası ondan sorumlu tutulmaz.

Şafiî, bu ayet-i kerimeyi fuzulî'nin satışının sahih olmadığına delil göster­miştir.

Malikîler ise buna cevap verir ve şöyle derler: Ayetten maksat dünyevî hü­kümler değil, sevap ve cezanın başkaları tarafından üstlemlmemesi hususu­dur. Çünkü Yüce Allah bundan sonra, 'Yük yüklenen kimse, başkasının yükünü taşımaz" diye buyurmaktadır.

Malikîler ve Hanefîlere göre ise, fuzulî'nin satışı malikin (satılan malın asıl sahibinin) o satışı geçerli kabul etmesine bağlı (mevkûf)dır. Eğer uygun bu­lursa geçerli olur. Buna delil ise şudur: Urve el-Bârikî Resulullah (s.a.) adına satış yapmış, satın almış ve tasarrufta bulunmuştur. O bunları peygamberin haberi olmadığı halde yapmış, daha sonra da peygamber bunları geçerli kabul etmişti. Hadis-i şerifte ayrıca ilim adamları arasmda ittifakla kabul edilen ve­kâletin caiz oluşuna da delil vardır. Ayrıca şuna da delildir: Bir kişi meselâ kendisine verilen bir dinar veya bir dirhem ile bir kile gibi belirlenen miktar­dan fazla bir şey satın alarak belirlenen nitelikten bir değil de dört kile alsa, bütün bunlar eğer vekâlet verenin belirlediği niteliklere ve türe uygun düşüyor ise, vekâlet veren tarafından kabul edilmek zorundadır, çünkü vekil güzel bir iş yapmıştır. Bu Malikîlerin ve Hanefüerden Ebu Yusuf ile Muhammed'in görü­şüdür. Ebu Hanife ise der ki: Fazlalık müşterinindir. Ancak Urve yoluyla gelen hadis-i şerif Ebu Hanife'nin aleyhine bir delildir.

Yüce Allah'ın, "Yük yüklenen kimse, başkasının yükünü taşımaz" buyru­ğu, kişisel sorumluluk ilkesini ifade etmektedir ve bu da İslâm'ın büyük övünç kaynaklarından birisidir. Ayet-i kerimenin başka bir çok benzeri de vardır: "Her kişi kazandığı karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Tûr, 52/21); "Her nefis kazandığı karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Müddessir, 74/38); "De ki: Bizim yaptığımız cürümlerden siz sorumlu olmazsınız ve biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız." (Sebe, 34/25) gibi. Bu ayet-i kerime­lerde belirlenen bu ilke, cahiliye döneminde Araplarda görülen kişinin, oğlu­nun, babasının ve kendisiyle antlaşmah olanın işledikleri suçlar dolayısıyla so­rumlu tutulması şeklindeki uygulamayı reddetmektedir.

Bu hususu Ebu Davud'un Ebu Rimse'den rivayet ettiği şu hadis de destek­lemektedir: Ebu Rimse dedi ki: Babamla birlikte Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gittim. Resulullah (s.a.) babama, "Bu senin oğlun mudur?" diye sordu. O, "Ka­be'nin Rabbi hakkı için evet", deyince Resulullah (s.a.), "Gerçekten mi?" diye tekrar sorunca o, "Evet ben buna şahitlik ederim" dedi. Ebu Rimse dedi ki: "Peygamber gülercesine tebessüm etti. Çünkü hem ben babama çokça benzi-yordum, hem de babam benim oğlu olduğuma yemin etmekten geri durmamış­tı." Daha sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O senin aleyhine bir suç, bir ci­nayet işleyemez; sen de onun aleyhine bir suç, bir cinayet işleyemezsin." Ve Resulullah (s.a.), "Yük yüklenen kimse başkasının yükünü taşımaz" buyruğunu okudu.

Yüce Allah'ın, 'Ye andolsun onlar kendi ağır yüklerini ve ağır yükleriyle birlikte başka ağır yükleri de taşıyacaklardır. (Ankebût, 29/13) buyruğuna ge­lince: Bu da bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah'ın şu buyruğu ile açıklan­maktadır: "Ta ki kıyamet gününde eksiksiz olarak kendi günah yüklerini taşı­sınlar ve bilgisizce saptırdıkları kimselerin de günahlarından." (Nahl, 16/25). Yani saptıran kişi, aynı zamanda sapıklık hususunda kendisine uyanların gü­nahını da yüklenir. Buna bir kişi sapıklıkta önder olup insanları sapıklığa çağı­rır da o hususta kendisine uyan insanlar olursa, bu kişi saptırdıklarının da gü­nahını yüklenir ve saptırılanların günahlarından da hiç bir şey eksiltilmez. [135]

 

İnsanın Yeryüzünde Halifelik Makamına Getirilişi

 

 165" °' SİZİ yeryüzünün halifeleri ya- pan ve verdikleriyle sizi denemek için  kiminizi kiminize derecelerle üstün ki- landır. Şüphesiz ki Rabbim cezası çok  çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga- fûr'dur.Rahîm'dir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O sizi yeryüzünün halifeleri" yani yeryüzünde kiminizi kiminizden sonra gelenler "yapan ve verdikleriyle sizi denemek (sınamak) için", böylelikle verdik­leri hususunda aranızdan kimin itaat ettiğini, kimin isyan ettiğini ortaya çı­karmak için "kiminizi kiminize derecelerle üstün kılandır." Mal, mevki ve baş­ka şeylerle "Şüphe yok ki Rabbim" kendisine isyan edenlere "cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O müminlere "Gafûr'dur" bağışlayıcıdır, onlara "Ra-hîm'dir," çok merhametlidir. [136]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah bütün insanların hesap ve ceza için Allah'ın huzuruna dö­neceklerini bildirdikten sonra, sureyi oldukça göz kamaştırıcı bir emir ifadesi ile sona erdirmektedir. O da şudur: Hayatın devam etmesi ve faydalı işlerde bi-ribirleriyle yarışmak için, insanlar biribirlerinin ardından geliyorlar. [137]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah insanları yeryüzünde biribirlerinin halefleri kılmıştır. Onların kimisi kimisinden sonra gelir. Onlardan önce pek çok nesilleri, ardı arkası ke­silmiş toplumları helak etmiş, daha sonra diğerlerini yeryüzünü imar için onla­rın yerine getirmiştir. Aynı şekilde bunları arzının halifeleri kılmıştır. Onlar oraya sahip oluyorlar, orada tasarruf etmektedirler: "Allah'ın üzerinde sizleri halifelik makamına getirdiği şeylerden (varlığınızdan) infak ediniz." (Hadid, 57/7).

O zenginlik, fakirlik, şeref, makam ve mevki, ilim, cehalet, ahlâk, akıl ve nzık gibi hususlarda kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılmıştır. Bu farklı­lık bir acizlik veya bir cahillik değil, aksine size vermiş olduğu şeyler hususunda denemek ve sınamak içindir. O size karşı, deneyici kimsenin davranışı ile davranmaktadır. Meselâ, zengin bir kimseyi zenginliği ile sınar, şükründen so­rumlu tutar; fakiri fakirliği ile sınar ve sabrından sorumlu tutar.

Bundan sonra ise verilecek karşılık ameline göre olacaktır. Bazan insan mükellef tutulduğu hususlarda veya fiilen yaptıklarında kusurlu olabilir. O ba­kımdan karşılık amellere tabi olarak gelir. Kur"an-ı Kerim'de bu ayet-i kerime­nin benzeri pek çoktur. Meselâ: "Andolsun sizi sınayacağız, ta ki, sizden kimle­rin mücahid, kimlerin sabreden olduğunu ortaya çıkarıncaya kadar; ve biz si­zin haberlerinizi açıklayalım." (Muhammed, 47/31).

Müslim, Sahih' inde Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz dünya tatlıdır. Muhak­kak Allah sizi orada halef (veya halife) kılar da nasıl amel edeceğinize bakar. Dünyaya karşı ihtiyatlı olunuz; kadınlara karşı ihtiyatlı olunuz. Şüphesiz ki İsrail oğullarının karşı karşıya kaldığı ilk fitne kadınlar hususunda olmuş­tu."

Bu sulamadan sonra insanların karşısında onları bekleyen ya ceza ya mü­kâfattır: "Şüphe yok ki Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga-fûr'dur, Rahîm'dir." Bu buyrukta hem bir korkutma, hem bir teşvik vardır. Şüphesiz Allah'ın hesabı ve cezası kendisine isyan edip peygamberlerine mu­halefet edenler hakkında pek çabuktur. Aynı zamanda O, azabı pek çetin olan­dır. O mühlet tamsa bile ihmal etmez. Cezanın süratli olmakla nitelendirilme­sinin sebebi ise, gelecek olan her şeyin yakın oluşundandır. Ceza ise ya dünya­da kişinin canına, aklına, ırz veya malına zarar vermekle ya da ahirette cehen­nem azabıyla tahakkuk eder. Bazan her ikisi birlikte de olabilir.

O Yüce Rab, tevbe edenleri bağışlayandır. Peygamberleri getirdikleri yü­kümlülükler hususunda izleyen, müminlere ihsanda bulunan, çok merhametli olandır. Çünkü O'nun rahmeti gazabını geçmiştir; her şeyi kuşatmıştır. Bu ba­kımdan O, iyiliğe on misliyle mükâfat verir. Bazan bu mükâfatı dilediği kimse­lere kat kat fazlasıyla verir. Buna karşılık kötülüğe kendi misliyle ceza verir. Ondan tevbe edene lütuf, kerem ve bağışlamasının bir tecellisi olarak, onu ba­ğışladığı ve dünyada o günahını örttüğü de olur.

İbni Kesir der ki: Yüce Allah Kur*an-ı Kerim'de bu iki sıfatı yani mağfi­ret ve azabı çokça bir arada zikretmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Şüp­hesiz senin Rabbin zulümlerine rağmen insanlara mağfiret edicidir ve mu­hakkak ki Rabbin cezası pek çetin olandır." (Ra'd, 13/6); "Haber ver kulları­ma ki şüphesiz ben Gafur ve Rahîm olanım ve muhakkak benim azabım ol­dukça can yakıcı bir azaptır." (Hicr, 15/49-50). Ve buna benzer hem korkut­mayı hem teşviki ihtiva eden diğer ayet-i kerimeler kimi zaman kullarını teşvik ile cennetin niteliklerini anlatarak kendisine çağırırken, kimi zaman da ihsan edeceği lütuf ve rahmet ile teşvik etmekte; kimi zaman korkutarak, cehennemi anarak, cehennemin azabını, cezasını, kıyameti ve dehşetlerini hatırlatarak korkutmak suretiyle kendisine davet etmekte; kimi zaman da herkese kendisine uygun şekilde etki etsin, olumlu sonuç versin diye her iki­si ile bunu yapmaktadır. [138]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime üç hükme delâlet etmektedir:

Birincisi: İnsanlar yeryüzünün halifeleridir. Onların bazısı bazısının yeri­ne geçer. Her bir nesil kendisinden önceki toplumların ve geçmiş nesillerin ha­lefidir.

İkincisi: İnsanlar dünya hayatında ahlâk, nzık, güç, zayıflık, geniş imkân, lütuf ve ilim gibi hususlarda derece derecedirler. Bu ise sınanmak yani denen­mek içindir. Böylelikle insanlar nihaî karşılığı mükâfat ve ceza olan işler orta­ya koyarlar. Bolluk içerisinde olan zenginlikle sınanır, ondan şükretmesi iste­nir. Darlık içerisinde olan fakirlikle sınanır ve ona sabretmesi istenir.

Üçüncü hüküm ise şudur: Allah cezalandırması çok çabuk olandır. Kâfirle­re ve isyankârlara azabı çok şiddetlidir; buna karşılık itaat ve tevbe edenlere karşı Rahîm'dir. Bu ise günah işlenmesine karşı bir korkutma ve ondan sakın­dırma, itaate, Allah'a dönüşe ve tevbeye de bir teşviktir.

İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den merfuen, Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet eder: "Mümin Allah'ın nezdindeki cezayı bilseydi hiç kimse onun cennetine umut bağlamazdı, ve eğer kâfir de Allah'ın nezdindeki rahmeti bilseydi hiç kimse cennetten ümit kesmezdi. Allah yüz tane rahmet yarattı, on­lardan bir tanesini kulları arasında bıraktı. İşte onlar bununla biribirlerine merhametli davranırlar. Doksan dokuzu ise Allah'ın nezdindedir." Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasululah (s.a.)'ı şöyle buyurur­ken dinledim: "Allah mahlûkatı yarattığında Arş'ın üstünde kendi nezdinde bu­lunan bir kitaba "Şüphesiz benim rahmetim gazabıma galip gelir" diye yazdı." [139]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/301.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/301.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/302.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/302.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/302-304.

[6] Râzî, XIII/138.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/304-305.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/306-307.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/307.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/307-308.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/308.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/308-310.

[12] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/735.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/310-311.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/315.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/315-316.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/316.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/316.

[18] Taberî, VIII/2-3.

[19] Râzî, XIII/150-152.

[20] Taberî, VIII/2.

[21] Zemahşeri, 1/524.

[22] Râzî, XIII/152.

[23] Râzî, XIII/149-150.

[24] Bunu Taberî ve İbni Kesir zikretmiş olup İbni Kesir şöyle demektedir: Bu rivayet Katâde ilp Ebu Zer arasındaki ravi söz konusu edilmediğinden munkatı'dır. Bir başka yoldan Ebu Zerr (r.a.)'den olmak üzere de rivayet edilmiştir (Taberî, VIII/5; İbni Kesir,  11/166).

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/316-319.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/319-320.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/321.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/321-322.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/322.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/322-324.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/324.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/325.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/326.

[34] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/326-327.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/327.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/327-331.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/331-333.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/334.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/334-335.

[41] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.

[42] İbni Kesir, 11/172; Kurtubî, VII/78.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/335.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/335-336.

[44] İbn-i Kesir, 11/172.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/336-338.

[46] Râzî, XIII/171.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/338.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/339.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/339.

[49] Kurtubî, VII/80.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/339-340.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/340.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/340-341.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/341-342.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/343.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/344.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/344-345.

[56] Taberî, VIII/20.

[57] Taberî, VIII/24.

[58] Taberî, VIII/26.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/345-347.

[59] Razî, XIII/177-178.

[60] Bu iki edat arasındaki fark şudur: Birincisi çoğu hallerde akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılırken, ikincisi bunun tam aksine çoğu hallerde akıl sahibi olan varlıklar hakkında kullanılır. (Çeviren)

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/ 347-349.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/350.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/350-351.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/351.

[64] Taberî, VIII/26; İbni Kesir, 11/176.

[65] Bu hadisi ed-Deylemî, Musnedü'l-Firdevs'te Ebu Bekre'den, Beyhakî'de Şuabu'l-îman'da, Ebu İshak es-Subeyî'den mürsel olarak rivayet etmiş olup zayıf bir hadistir.

[66] Taberî, VIII/28.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/351-354.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/354-355.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/356.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/356.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/357.

[72] Zemahşeri, 1/529.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/357-359.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/359.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/361.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/361.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/361-362.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/362-366.

[79] Razî, XIII/209.

[80] Kurtubî, VII/97.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/366-368.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/369.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/369-370.

[83] Taberî, VIII/45.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/370-371.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/371.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/371-375.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/375-378.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/379.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/379-380.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/380.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/380.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/381-385.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/385-387.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/388.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/388-389.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/389.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/389-391.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/391-392.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/393.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/393-394.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/394.

[101] İbni Kesir, bu iki hadisin senedinde de zayıflık olduğunu ifade etmektedir.

[102] Tatfîf, ölçü ve tartıda eksiklik yapmaktır. Bu ya insanlardan hakkını alırken fazlasını al­mak suretiyle, ya da onlara haklarım verirken eksik vermek suretiyle olur. Nitekim aye­tin bundan sonraki bölümlerinde de böyle açıklanmıştır.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/394-401.

[104] Hadis sahihtir, bkz. Sübülü's-Selâm, III/1036, Daru'1-Cîn, Beyrut baskısı.

[105] el-Bahru'l-Muhit, IV/254.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/401-404.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/405.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/405-406.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/406.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/406-409.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/409.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/410.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/410-411.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/411.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/411-412.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/412.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/413.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/413.

[119] İbni Kesir, VIII/214

[120] Râzi, XIV/8.

[121] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/407.

[122] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/408.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/413-415.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/415.

[125] Râzî XIV/8.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416.

[127] Son cümlenin hadis-i şerifteki kelime kelime manası şöyledir: "Ve Allah'a karşı ancak he­lak olmuş kişi helak olur." Bu şekliyle tercüme ise, bu hadisin yer aldığı Müslim, İman, 203 v.d. numaralı hadislerde Muhammed Fuâd Abdülbaki'nin neşrinde Kadı Iyâd'dan nakledi­len açıklamalardan yararlanılarak yapılmıştır (Çeviren).

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416-417.

[129] İbni Kesir, 11/196 v.d.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/417-418.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/419.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/419-420.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/420.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/420-422.

[134] Kurtubî, VII/155.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/422-425.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/426.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/426.

[138] İbni Kesir, n/200.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/426-428.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/428.