A'RAF SURESİ 4

A'raf Suresi: 4

Huruf-I Mukatta'a: 4

Kitap Niçin İndirildi?. 4

Tabi Olmak: 6

Son Pişmanlık: 7

Sorgulama: 7

Sorgulama Ve Bilgilendirme: 8

Vezene Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 8

Şükürde Azlık: 9

İlk Yaratılış Ve İblîs: 10

Secde Etmeme: 11

Ceza Vermek: 12

İblisin İsteği: 12

İblise Mühlet: 12

Amacı: İnsanı Aldatmak: 13

Şeytana Uymak: 13

İblisin Âdem'i Etkilemesi: 14

Sorgulama Ve Suçun İtirafı: 15

Allah'ın Cevabı: 16

Takva Elbisesi: 17

Hz. Adem'le Eşinin Elbisesi: 18

Allah Kotuyu Emreder Mı?. 19

Allah Neyi Emreder?. 20

Allah Kulunu Saptırır Mı?. 21

Allah İsraf Edenleri Sevmez: 21

Allah'ın Helâl Kıldığını Haram Kılmak: 23

Allah'ın Haram Kıldığı Şeyler: 23

Ecel Ne One Alınır Ne De Sonraya Bırakılır: 24

Değişim Ve Hayat: 25

Daha Zalim Kimdir?. 26

Cehennemde Tartışma: 26

Mücrimlerin Durumu: 28

Cennet Kimlere Mirastır?. 30

Allah'ın Vaadi: 32

A'raftakılerin Durumu: 33

Arafe Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 34

Cehennemliklere Haram Kılınanlar: 36

İlahı Kitabın Görevi: 37

Fasıl Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 38

Son Pişmanlık: 38

Yaratmak Ve Emretmek: 39

Yaratana Dua Etmek: 41

Öldükten Sonra Dirilmeyi İspat Etmek: 42

Rîh Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 43

Eğitim Faaliyetleri İçin Bir Örnek: 44

Hz. Nuh'a Gösterilen Tepki: 45

Hz. Hud'un Gördüğü Tepki: 47

Semud Kavminin Çöküşü: 52

Hz. Lut'un Verdiği Mücadele: 56

Şuayb Peygamberin Öğütleri: 58

Toplumların Çöküş Sebepleri: 64

Yanlışlar İçinde Boğulmak: 65

Kıssaların Anlatılmasının Sebebi: 66

Hz. Musa'nın Peygamber Olarak Görevlendirilmesi: 68

Hz. Mûsâ Ve Gayesi: 69

Firavun'un Teklifi Ve Hz. Musa'nın Mucize Göstermesi: 70

Mucizelere Tepki: 71

Sihirbazlar Ve Mücadeleleri: 72

Mucizelerin Hedefi: 73

Sihirbazlara Firavun'un Tepkisi: 74

Sihirbazların Cevabı: 75

Fıravun'un Cevabı: 76

Hz. Musa'nın Teklifi Ve Kavminin Ona Cevabı: 77

Cezalar Ve Caydırıcılık: 78

Firavun'un Taraftarlarına Cevabı: 79

Ceza Şeklindeki Mucizeler: 80

Sözünde Durmama: 80

İktidar Değişimi: 81

İsrâiloğulları'nın Çok Tanrıcılığa Özentileri: 82

Tevhîd İnancına Geçiş: 83

Hz. Musa'nın Harun'u Vekil Bırakması: 84

Yerine Gelmesi Mümkün Olmayan İstek! 85

Peygamberler Ve Din: 86

Kibirlenmenin Sonuçları: 87

İnsan Ve Eylemleri: 89

Şirk Zulümdür: 90

Hz. Musa'nın Dönüşü: 92

Kusuru Kendinde Aramak: 93

Şirk Ve İftira: 93

Öfke Ve Hz. Mûsâ: 94

Musibet Ve İmtihan: 95

Allah'ın Rahmeti: 96

Peygamberlere Uyanlara Rahmet Yazılması: 98

Hz. Muhammed İnsanlığın Peygamberi: 101

İyi Bir Grup: 102

Israilogulları'nın Kendi Kendilerine Zulümleri: 103

Allah'ın Emirlerini Yerine Getirmemek: 105

Tarihten İbret Almak: 106

Din Bilginleri-Halk İlişkisi: 107

Öğüdü Unutanlar: 108

Günâhta Israr: 109

Süreli Ceza: 109

Iyı Ve Kotu İle Sınamak: 111

Af Ve Günah İlişkisi: 111

Ecri Zayi Olmayacaklar: 113

Takvaya Giden Yol: 113

Bezm-i Elest: 115

Olguları Öğretmek: 116

Kendine Zulmetmek: 119

Hidayet Ve Sapıklık: 119

İnsan-Hayvan İlişkisi: 121

Kalbin Olumsuz Halleri: 121

Kalbin İyi Halleri: 122

Allah'ın Güzel İsimleri: 124

Beklenen Toplum: 124

Allah’ın Ayetlerini Yalanlayanların Durumu: 125

Hadis Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 128

Kıyamet Ne Zaman Kopacak?. 130

İnsanın Yaratılışı Ve Şirk: 133

Şirki Önlemenin Yolları: 134

Allah İle Putlar Arasındaki Farklar: 136

Yapılması Gereken: 137

Kin-Af İlişkisi: 138

Kötüler İyileri Etkilemek İster: 139

Peygamber-Ayet İlişkisi: 140

Kur'an Okumak Ve Dinlemek: 141

Kulluk, Teşbih Ve Secde: 143

 


A'RAF SURESİ

 

A'raf Suresi:

 

Bu sûre, En'âm sûresinin devamı mahiyetindedir. En'âm sûresi, kelime-i tevhîdîn "Lâ ilahe ülallah" bolü )münü, "Muhammedün Resûîulİah" kısmı da A'râf sûre İsinin konusunu teşkil etmektedir.

I Hz. Âdem ile eşinin şeytanla olan ilişkileri ele alm­amakla, Bakara sûresinin 30-37. âyetlerinin açılımı yapıl-jrmş olmaktadır. Haram ve Allah'a iftira meselelerini ele jalması bakımından da En'âm süresindeki konulan yeni jaçıhmlarla tamamlamaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 8. âyetinde yapılan duanın kabulünün âhiretteki boyutu, İA'râf sûresinin 43. âyetinde açıklanmaktadır. Tabiat! jolaylanna dikkat çekilip Allah'ın varlığı ve kudretinim ianl atılması yönüyle hem Bakara hem de En'âm sûreleri-l jnin devamı ve açılımı mahiyetindedir                           

(Bu sûrede Hz. Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb pey-jgamberlerin başından geçen serüvenler ele alınmakla da Hûd, Kasas, Tâhâ, Sâd ve Nuri sûrelerine göndermeler-|de bulunulmaktadır. Özellikle Hz. Mûsâ soz konusu jedildiğinden. Bakara ye Mâide sûjrelejrinîn devamı duru-172 ve 189- âyetler, Nisa sûresinin 1. âyetinin açı­lımı mahiyetindedir, Anlamayı, dinleme ve gözlemleme­di önemsemesi bakımından geçmiş sûrelerle bağlılık ar-fzeimektedir. Takvanın bîr tanımını veren 201. âyet İse İashada Bakara  nıtnda yer almayan psikolojik, düşünsel ve basiret bo-jyutfannı açmaktadır. Bakma ile görmenin ayrı şeyler ol Öuğu vurgulanan sûre, adım 46 ve 48. âyetlerde geçen] [ifadelerden almaktadır.

Hıristiyanların Hz. isa'yı kutsallaşttrtp tannlaştir-jmalan gibi, müsjümanlann da Rz. Muhammed'î tann-İlaştırmamaian için İ8S. âyete yer verilmekle, şirk konusnnda En'âm sûresinin bir açılımı durumundadır. Pey Igamberin, Allah dilemedikçe kendine fayda ve zarar ve İremeyeceğini, gaybı bilmediğinden de iyiyi çoğaltama İyacağuu ve kendisine gelecek olan bir kötülüğü engelle-İyemediğini gündeme getirerek, onun görevinin sadece İuyan olduğu vurgulanmaktadır.

Mekke'de nazil olan sûre 206 âyettir.[1]

 

Huruf-u Mukatta'a:

 

1. "Elif-lâm-mîm-sâd"

Hurûf-ı mukatta'ât, yani "aynk harfler"inin ne anlama geldiği, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinin baş kısmında açıklandı. Bize göre hurûf-ı mukatta-'anın tıklanmasıyla A'râf sûresinin dosyası açılıp âyetleri önümüze konmak­tadır.[2]

 

Kitap Niçin İndirildi?

 

2. Bu, kendisiyle insanları uyarman ve insanlara öğüt olsun diye sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın.

Ayetin analizini üç konu üzerinde yapacağız.

1. Kitabın indirilmesi. Şûra sûresinin 52. âyetine göre, Hz. Peygamber kitap nedir bilmiyordu, Kasas sûresinin 86. âyetine göre de böyle bir kitabın kendisine vahyolunacağını ummuyordu.

inzal (indirme) kavramı ne anlama gelmektedir? Allah yukarıda bir yerde midir de âyetleri oradan indirmektedir? Bu durumda Allah'a mekân tayin edilmiş olmaz mı? Hem Kâf sûresinin 16. âyetine göre, Allah'ın insana şah damarından daha yakın olduğu, hem de âyetleri yukarıdan indirdiği ifa­de edilecek; bu hal bir çelişki oluşturmaz mı?

a) İnzal kelimesi, "öğretmek" anlamına gelmektedir. "Bu kitap sana in­dirildi" denirken, "Bu kitap sana öğretildi" mânası ifade edilmektedir. "Ko­runmuş levha" denen levh-i mahfuzdan Hz. Peygamber'e verilmesi, öğretil­mesi, intikal ettirilmesi demektir. O zaman inzal denen indirme eylemini me­kân itibariyle almamak, manevî, yani psikolojik bir oluşum olarak almak ge­rekir.

b) Konunun merkezî teması, Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından yazı­lıp yazılmadığı meselesidir. Allah her yerdedir. Her yerde olduğundan dola­yı mekândan münezzehtir. Burada inanılması gereken konu, Hz. Peygam-ber'in bu kitabı yazmadığıdır. Onun için "indirildi", yani "öğretildi" kelime­sine yer verilmektedir. Kur'ân'ın etrafındaki şüphelerin en önde geleni, onun Hz. Peygamber tarafından yazıldığı şüphesi idi. Kurgu ve mâna itibariyle böyle bir kitabı bir insanın hiçbir çağda yazamayacağı ortada olduğu halde, yine de şüphe etmekten kendilerini alamıyorlardı. Onun içindir ki pek çok âyette Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e nasıl öğretildiği ele alınmakta, şüpheleri giderici izahlar yapılmaktadır.

Hz. Muhammed'in kırk tane vahiy kâtibi olduğu, kendisi eline kalemi alıp hiç yazmadığı halde müşrikler şüphe etmişlerdi. Fakat ondan önceki peygamberler kitaplarını nasıl almışlardı? A'râf sûresinin 150. âyetine göre Hz. Mûsâ dönünce, yapılanları gördü ve kızıp elindeki Tevrat levhalarını ye­re attı. O, Tevrat levhalarını nereden aldı? Onları kendisi mi yazdı? Hz. İbra­him'in suhuf (sayfalar) şeklindeki kitabını nasıl aldı, kim yazdı? Geriye doğ­ru gidince bu ve benzeri sorular daha da karmaşık hale gelecektir.

Burada önemli olan, peygamberlerin gönüllerinin ilâhî öğretiye açık ol­duğunu, Cebrail kanalına bağlı bulunduklarını, bilgileri kendilerine şah da­marlarından daha yakın olan Allah'tan aldıklarını bilmek ve inanmaktır.

c) İndirme, yukarı bir mekândan aşağı bir mekâna doğru olduğunu dü­şünme yerine, yüce bir makamdan insanın gönlüne intikali olarak anlamakta yarar vardır. O zaman mekân anlayışından kurtulup, konuyu manevî yapısıy­la düşünme fırsatı bulunacaktır.

2. Şüpheler göğsü daraltıyor. Âyetin ikinci bölümünde iki önemli kav­ram yer almaktadır: Sadr ve harec. Sadr kelimesi "göğüs" anlamına, yani kalp mânasına gelmektedir. Göğüs, kalp, gönül mânaları verilebilecek bu ke­lime ile ancak "daralma" denen psikolojik oluşum ifade edilebilir.

Bir bakıma gönlün içinde bulunduğu manevî göğsün adına sadr den­mektedir "Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, lâkin göğüslerin içindeki kalpler kör olur". Bu âyete bakarsak sadr kavramıyla kalp kavramının hem ilişkilerini hem de büyüklüklerini ortaya çı­kartabiliriz. Biyolojik anlamda kalple göğüs arasındaki ilişkiyi ve farkı düşü­nelim. Kalp göğüste yer almaktadır. Hac sûresinin 46. âyetinde psikolojik an­lamda aynı şey söyleniyor. Manevî kalp, manevî göğsün içindedir. Bu açık­lamalardan sonra diyebiliriz ki, sadr denince genelde gönül anlaşılır.

İkinci kelime harecdir. Bu kelimeyi İbn Abbâs, Zemahşerî, Kâdî Bey-zâvî, Nesefî gibi müfessirler "şüphe" mânasına, Kâdî ve Râzî hem "şüphe" hem "daralma", Hâzin de sadece "daralma" anlamına almaktadır. Zemahşerî bu kelimenin "şüphe" anlamına geldiğini Yûnus sûresinin 94. âyetiyle ispat­lamaktadır "Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce kitabı (Tevrat) okuyanlara sor!"

Nisa sûresinin 65. âyetinde harec kelimesinin anlamı açıklanmıştı. Bu­rada, "darlık ve şüphe" mânasına alınabileceğini söylemekte yarar vardır. Ki­tabın ne olduğunu bilmeyen ve böyle bir kitap alacağını hiç ümit etmeyen in­sanın aldığı vahyin gerçek olup olmadığı konusunda şüphe göstermesi nor­maldir. Yûnus sûresinin 94. âyetinde bu şüphenin giderilmesi için, vahiy kül­türü olanlara sorulabileceği öğütlenmektedir.

3. Kitabın gönderilme amacı nedir? Şüphe edilmemesi emrolunan kita­bın hangi amaçla indirildiği, âyetin sonunda tesbit edilmektedir.

a) Kur'ân ile uyarmak. Hz. Peygamber'in başta gelen görevlerinden bi­ri de uyanda bulunmaktır. Ahzâb sûresinin 45. âyetinde şahit ve müjdeleyici görevinin ardından uyarıcı özelliği gelmektedir. Ama âyette ne ile uyarılaca­ğı konusuna açıklık getirilmemiştir. Bu soruya A'râf sûresinin 2. âyeti cevap vermektedir. Bu âyet, uyarının kitapla olacağını vurgulamaktadır, "Onunla insanları uyarasın diye!" "Onunla" diyerek kastedilen, Hz. Pey-gamber'e indirilen Kur'ân'dır.

b) Diğer taraftan kitabın gönderilmesinin diğer bir amacı da "İnananla­ra öğüt vermektir". Genel anlamda insanlara uyarıda bulunmak, özel anlam­da inananlara öğüt vermek olduğunu anlıyoruz. Âyetteki uyarı ile, öğüdün inananlara verilmesi anlamını çıkartamaz mıyız? Bize göre bu imkâna sahi­biz. Çünkü bihî zamiri, uyan ve öğüt için kullanılabilir. Hem uyarı hem de öğüt kitapla yapılacak anlamına gelmektedir.

Daha önce En'âm sûresinin 70. âyetindeki "Kur'ân ile öğüt ver!" ifadesinde yer aldığı gibi, öğüt yoldan çıkmış insana yapılmaktadır. Ama Kâf sûresinin 45. âyetinde, "Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver!" Demek ki Öğüt hem yoldan çıkanlara hem de inanan­lara ortaklaşa verilebiliyor.

Bu âyetten çıkanlacak en önemli ilke şudur: Hz. Peygamber uyarısını ve öğüdünü Kur'ân ile yapmak zorunda olduğuna göre, din âlimi ve görevli­leri de öğütlerini, vaaz ve uyarılarını Kur'ânla yapmaları gerekir. Kur'ân'ı bilmeyenlerin din adına öğüt vermeye, uyanda bulunmaya hakları yoktur. Çünkü A'râf sûresinin 2. âyetinde inananlara öğüt olarak gönderilen Allah'ın kitabıdır. "Müminlere öğüttür" ifadesi, Bakara sûresinin 2. âyetinde geçen "Müttakîler için bir kılavuzdur" âyetini andırmaktadır.

Diğer taraftan Kur'ân insanın düşüncesine, inancına ve yaşadığı kültü­re göre hitap etmektedir. Yoldan çıkanlara uyan, ama inananlara öğüt göre­vini yerine getirmektedir. Herkes ihtiyacı olanı Kur'ân'dan alabilir. Uyarı ge­rektiriyorsa uyan, öğüt gerektiriyorsa öğüt, müjde gerektiriyorsa müjde, teh­dit gerektiriyorsa tehdit, bilgilendirilme gerekiyorsa bilgi alabilir. Peygamherlerin en önemli görevleri kimin neye ihtiyacı olduğunu belirlemektir. Çünkü müjde verilmesi gereken şahsa uyan, öğüt verilmesi gerekene tehdit verilirse, eğitim başarısız olur.

Ayrıca bu âyetten çıkarılacak diğer bir netice de şudur: Âyet kitapla başlamaktadır. Bakara sûresinin 2. âyetinde anlatıldığı gibi, ilâhî eğitimin merkezinde kitap vardır. İlâhî eğitim, "Kitap okulu" diyebileceğimiz bir eği­tim modelini benimsemiş durumdadır. Ama burada şu soruyu sormak gere­kir: Neden eğitimin merkezine kitap konup, kitap merkezli bir eğitim benim­senmiştir? Bu sorunun cevabım kitap kavramında aramak gerekir.

Kitap kelimesi, fğ" ketebe fiilinden türetilmiş bir isimdir. Mânası "bi­riktirmek, toplamak''tır. Bu mânadan hareket edersek kitabın toplayıcı olma­sı, birlik beraberliği kurması ve tevhîd inancını tesis etmesi bakımından eği­timin merkezine alınmıştır. ektebe "yaklaşmak, yakın olmak" anlamı­nı ifade etmektedir. Demek ki kitap insanı Allah'a, insanı insana, insanı ger­çeğe, insanı bilgiye, insanı medenî olmaya yaklaştırdığı için eğitimin merke­zine konmuştur. kettebe "bir şeyi azaltmak, azalmak" mânasına gel­mektedir. Kitap insanın cehaletini, hamlığını, kabalığını azalttığı için eğiti­min merkezine konmuştur.

Demek ki Allah toplayıcı, birlik beraberliği temin edici, yaklaştıncı bir kitabı Hz. Peygamber'e indirip onu eğitiminin merkezine koymuştur. Böyle bir kitapla uyan yapılabilir ve öğüt verilebilir. Kur'ân insanlara kitap okuma alışkanlığını kazandırmak için, kitabı sûrelerin başında gündeme getirmekte ve yüce Allah onun üzerine yemin etmektedir.[3]

 

Tabi Olmak:

 

3. Rabbinizden size indirilene uyunuz! O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyiniz! Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!

Bu âyet 2. âyetin devamı olarak, uyarı ve öğüdün hangi konuda verile­ceğine ışık tutmakta, Hz. Peygamber'e uyarıyı ve öğüdü nasıl vereceğini öğ­retmektedir.

1 "Rabbinizden size indirilene uyunuz!". Buradaki "Uyunuz!" emri çoğul olduğuna göre, Kur'ân tebliğ edildiği herkesi muha­tap almaktadır. "Rabbinizden size indirilene" ifadesi, aynen 2. âyetteki "sana indirilene" ifadesine benzemektedir.

Kur'ân, Hz. Muhammed'e indirilmesine rağmen 3. âyette insanlara in­dirildiğinin söylenmesi ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber'e insanları uyarmak ve öğüt vermek için indirilmiştir. Sorunun birinci cevabı budur. Di­ğer taraftan 3. âyet, Kur'ân'ın bütün insanlığa indiğini söyleyerek kendileri­ne kitap indirilmediğini söylemelerini engellemeyi hedef almaktadır. Kur'ân'ın sadece Hz. Muhammed'in kitabı olmadığı, bütün insanlara indiril­diği vurgulanmaktadır.

2. "O'nu bırakıp da başka dostların peşinden gitmeyi­niz!" Âyetin bu kısmında yer alan min dûnihîdeki zamir nereye veya kime gidiyor? Buradaki zamir Allah'a gitmektedir.  "O'ndan başkası" denirken "Allah'tan başkası" kastedilmektedir. O zaman şöyle bir soru ile karşılaşırız: Arapça'da zamir en yakın olana gittiğine göre, buradaki zamir Allah'ın indir­diği Kur'ân'a gitmez mi? Bu sorunun cevabını aynı âyette geçen Î0JT evliya kelimesi ile verebiliriz. Daha doğrusu tanrılık sıfatı verilebilecek veya dost edinilecek biri için bu kavram kullanılmaktadır. İbn Abbâs ve Zemahşerî, za­miri Allah'a göndererek "Allah'tan başkası" şeklinde tercüme etmişlerdir. Kâdî Beyzâvî ise "Allah'ın dininden başkası" tarzında mânalandırmıştır. Kâ-dî'yi haklı bulamıyoruz, çünkü orada din kavramı yer almamaktadır.

Zemahşerî, Kâdî Beyzâvî, Hâzin, Nesefî gibi müfessirler "Allah'ın in­dirdiği" ifadesini açıklarlarken, Kur'ân'ın yanına sünneti de ilâve etmekte­dirler. Allah'ın indirdiği Kur'ân'dır, sünnet değildir; çünkü sünnetin beşerî olan bir boyutu vardır. Allah onu indirmez, onu peygamberin davranışları, sözleri ve tasvip ettiği şeyler oluşturur.

Burada Kâdî Beyzâvî'nin getirdiği delildeki yanlış anlaşılma da ortadan kaldırılmalıdır. Kâdî, iddiasına Necm sûresinin 3-4. âyetlerini delil getirmek­tedir: "Arkadaşınız, hevâsından konuşmuyor. O (bil­dirdikleri) vahy'edilenden başkası değildir". Bu âyetler ona göre Hz. Pey­gamberin sünnetinin vahiy olduğunu ispat etmektedir. Kâdî, ona vahyedilen kavramını sünnet olarak yorumlamaktadır. Onun yorumunu kabul edip açık­lama yapabiliriz.

Bir peygambere vahyetmek ayrı şeydir, kitap vermek için vahyetmek ayrı şeydir. Meselâ Nisa sûresinin 163. âyetinde Hânın peygambere vahye-dıldiğinden bahsedilmektedir, ama ona kitap verilmemiştir. A'râf sûresinin 2. Âyetinde Hz. Peygamber'e ne indirildi ise, insanlara da o indirilmiştir. Hz. Peygambere Kur'ân indirildiğine göre, 3. âyette insanlara indirilen de odur. Hz. Peygamber'e tâbi olunmasını şart koşan başka âyetler de vardır. Burada "Rabbinizden indirilen" ifadesinin içine sünneti koymak doğru değildir. İbn Abbâs, âyete böyle bir yorum getirmeyip Kur'ân mânasını vermektedir.

Yaptığı açıklamadan anlıyoruz ki Râzî, "Allah'ın indirdiği" ifadesine sünneti dahil edenleri ve özellikle Hasan-ı Basrî'yi tenkit etmektedir ve kıyas yaparak bu ifadeye sünnetin sokulamayacağını vurgulamaktadır.

Bu açıklamalardan şu neticeye varıyoruz: Bütün insanlar, kendilerine indirilen Kur'ân'a uymakla yükümlüdürler. Allah'tan başkasını dostlar edine­rek onlara uyulmaması istenirken, din adına onların fikirlerine uyulmayaca-ğı anlamı ifade edilmektedir. Başkalarının, yani şeytanî insanların felsefele­rinin din olarak kabul edilip arkasından gidilmesini doğru bulmamaktadır. Din Allah'ın indirdiği kitaptan kaynaklanmaktadır. Mâide sûresinin 3. âyetin­de Kur'ân tamamlandığında, "Dininizi de tamamladım" denmektedir. Kur'ân'dan başkasına tâbi olmak, Allah'tan başkasına dost olmak anlamına gelmektedir.

3.  "Ne kadar az öğüt alıyorsunuz". Hz Peygamber'e gelen Kur'ân'ın, 2. âyette inananlara bir öğüt olma özelliğine sahip olduğu görül­müştü. Bunun anlamı, Allah'ın Kur'ân'ını, yani dinini bırakıp başka şeyleri din edinmektesiniz. Yüce Allah'ın size verdiği öğüdü dinlememekte ve ona uymamaktasınız. Neye tutku derecesinde tâbi oluyorsanız, onu din edinmiş gibi oluyorsunuz. Allah'ın öğüdünü dinleyen, onun mesajına kulak veren in­sanlar neye din olarak uyacağını, neyi din edinmeyeceğini takdir eder ve dav­ranışlarını, düşüncesini ona göre ayarlar.

Zemahşerî'nin naklettiğine göre Mâlik b. Dinar, "Tâbi olmayınız!" em­rinin, "Aramayınız!" anlamına geldiğini söylemektedir. Çünkü Âl-i İmrân sûresinin 85. âyetinde "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa" denmektedir. Aramanın içinde doğal olarak tâbi olma amacı vardır. Tâbi olma eylemi gerçekleşmeden önce de arama eylemi gelmektedir. Tâbi olma, aramanın sonucu durumundadır. Mâlik b. Dinar'ın bu yorumunu uygun buluyoruz.

Din Allah'ın indirdiğindedir. Dini Kur 'ân'da ararız, ama peygambere tâ­bi oluruz. Çünkü Hz. Peygamber de dini Kur'ân'da aramıştır; onun sünneti budur. Peygambere tâbi olan, onun aradığı şekilde dinini arar.[4]

 

Son Pişmanlık:

 

4. Nice memleketler var ki biz onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi.

5. Azabımız onlara geldiğinde çağırışları, "Biz gerçekten zâlim kişüermişiz" demelerinden başka bir şey olmadı.

Âyetlerin analizine geçmeden önce, bu anlamdaki âyetlerin buraya neden geldiğine bir bakmak gerekir. Yüce Allah Kur'ân'ı, uyarmak ve öğüt ola­rak indirdiğini, insanlara ona tâbi olmalarını emrettiğini buyurduktan sonra, birden geçmiş milletlerin helakine geçmesi ne anlama gelmektedir?

Allah'tan başkasını dost edinip, fetvalarını, görüş ve felsefelerini din oiırak kabul edip onlara tâbi olmanın ne kadar büyük bir günâh olduğunu, öğüt almamanın tehlikesi vurgulanıp, bundan caydırmak için geçmişten ör­mek getirildiğini söyleyebiliriz.

Geçmişte öğüt almayan toplumların çöküşünü örnek göstererek, öğüt almamanın toplumları yıkan sebeplerden biri olduğunu vurgulamak için bu âyetler burada yer almıştır. Sebep-sonuç ilişkisini canlı olgularla anlatmayı hedef almaktadır. Sebep, öğüt alıp Allah'ın indirdiğine uymamak, sonuç da îopiömurı çökmesidir.

1. "Nice memleketler var ki, biz onları helak ettik!" Dik­kat edilirse ülke, yani karye kavramına yer verilmiş, topluma verilmemiştir. Ülkeden kasıt orada yaşayan halktır. Ülke, yani karye kelimesi, fizikî yapı ile sosyal yapıyı kapsayan bir anlamdadır. Dolayısıyla burada halka, yani toplu­ma yaşadığı çevrenin kanunları vasıtasıyla ceza verildiği ifade edilmektedir.

2. "Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi". Dikkat edilirse, "geldi" fiilinin sonundaki zamir dişi oldu­ğundan karyeye, âyetin sonundaki fiil ve zamirler de ülkede yaşayan insan­lara gitmektedir. Böylece hem vatan hem de orada yaşayan halk ilişkisi ele alınmaktadır. Toplumsal hayatta yaşananlar, insanların dine karşı tutumları, öğüt almamaları, fizikî çevreyi bile rahatsız etmekte, Allah tarafından tabita-tın kanunlarının değiştirilip düzenin bozulmasına sebep olmaktadır.

Âyette cezanın iki ayrı zaman diliminde geldiğine işaret edilmektedir. Gece ve gündüz uyurken azabın gelip helak oldukları söylenirken, Lût kav­minin gece, Eyke toplumunun da gündüz helak edildiğine işaret edilmiş ola­bilir. Anlatımın ana hedefi, azabın ansızın geldiğidir. Fizikî anlamda, yani ta­biat kanunları vasıtasıyla cezalandırmanın aniden olduğu vurgulanmaktadır.

3. "Azabımız onlara geldiğinde çağı­rışları: 'Biz gerçekten zâlim kişilermişiz' demelerinden başka bir şey olma-mıştır". Bunun anlamı şudur: Hatalı olduklarını ceza geldikten sonra anladı­lar. Bu anlamanın faydası olmamaktadır. Önemli olan, öğüdü önceden alıp davranışlarında gereken değişimi, ıslahatı yapmaktır. Ceza anında, pişmanlık ve hatasını görmenin faydası yoktur. Bu âyet insanlığa, son pişmanlığın fay­da vermeyeceğini, önceden tedbir alınmasını öğütlemektedir.

Âyetin sonundaki "zâlim" kelimesi ile, ülkelerin çöküşünün zulümden, hakların çiğnenmesinden kaynaklandığına, yıkılışın ana sebebinin zulüm ol­duğuna işaret edilmektedir. Zulüm olduğu yerde durmuyor, ilâhî âlemi de ra­hatsız ediyor. Zulüm yapan toplum hem halkı rahatsız ediyor hem üzerinde yaşadıkları toprak ve tabiat çevresi onlara tahammül edemiyor.

Geçmişte helak olan ülkelerin halkları, zalimliklerini helak oldukların­da anladılar. Yüce Allah, Kur'ân'ın gelişinden sonra, insanların, helak olma­dan ve ülkeleri yok olmadan önce anlamalarının öğüdünü vermektedir. Böy­lece tarihî olguların öğüt verici yönü gündeme getirilmekte ve eğitimdeki et­kinliği anlatılmaktadır.

Bir toplumun ilâhî öğüdü dinlememesi, tarihî olgulardan ibret almama­sı, verilen eğitimin etkin olmaması demektir. Eğitimin mücadele vermesi ge­reken en önemli konulardan biri, zulmü önlemektir. Zulüm, toplumun değer­lerini, ahlâkını ve siyasetini çökertmektedir. A'râf sûresinin ilk âyetleri, ki­tapla uyarı, öğüt ve toplumların çöküşünün sebepleri arasında bir bağlantı kurmaktadır.[5]

 

Sorgulama:

 

6. Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.

7. Ve onlara bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz, on­lardan habersiz değiliz.

Bu âyetlerle anlatılmak istenen şey nedir? Öncelikle diğer âyetlerle olan bağlantısının tesbit edilmesi gerekir. A'râf sûresinin 2. âyetinde ilk ola­rak olumsuz bir emir, ikinci olarak da iki görevin Hz. Peygamber'e verildiği belirtilmektedir. Olumsuz emrin şüphe etmemesi, iki görevin de insanları uyarması ve inananlara öğüt vermesi olduğu ifade edilmektedir.

Peygamber olarak gönderilenlere, Rablerinden kendilerine indirilene aymaları ve Allah'tan başkasını dost edinip onlara uymamaları emredilmek-:edır. Bunların yapılıp yapılmadığı sorgulanacaktır. Demek ki dünyada her­kesin bir görevi vardır. Bunları elde etmede Allah'ın katkısı olduğuna göre, emanetin yerine getirilip getirilmediği de elbette sorgulanacaktır. Âyetten çı­karılabilecek önemli neticeler şunlardır:

1. Mahşerde herkes istisnasız sorgulanacaktır: "Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya

çekeceğiz" (Hicr 15/92-93). Bu âyetteki "Onların hepsini" dediği kişiler, bir önceki âyette geçen Kur'ân'ı bölenlerdir. Mâide sûresinin 109. âyetinde bü­tün peygamberler mahşerde toplanıp, kendilerine halkın ne cevap verdiği so­rulacaktır. Demek ki peygamberleri sorgulama, onlarda bir suç veya günâh arama maksadıyla değil de, insanların kendilerine ne cevap verdiği, yani na­sıl tepki gösterdikleri şeklinde gerçekleşecektir.

2. Sorgulamanın bir tehdit olduğunu düşünürsek, yanlış davranıştan in­sanı caydırmayı amaç edindiğini söyleyebiliriz.

3.  Sorgulama, adaletin gerçekleşmesi için herkese yapılmalıdır.

Günümüz hukukunda insanları dokunulmazlık zırhına büründürerek hukukta istisna edinmek, sosyal statüyü hukuka karıştırmak doğru değildir. Hukuk karşısında herkes eşittir. Hukukta ayrıcalık yapmak, istisna koymak, bazıları için işletilen hukuk kurallarının diğerleri için işletilmemesi, hem hu­kuku hem toplumu hem de gelişmeyi engellemektir. Halbuki hukuk ne kadar tarafsız olursa, insanlar o kadar medenî olacaklardır.

4.  Peygamberlik müessesesinin en önemli özelliği sorgulamayı getir­miş olmasıdır. İsrâ sûresinin 15. âyetinden peygamber gönderilmeyenlerin cezalandırılmayacağı ilkesini öğreniyoruz. Peygamberlik, öğretim kurumu anlamına gelmektedir. Bilgilendirme yoksa, sorgulama da yoktur.

5. Kendilerinin günahkâr olduklarını itiraf ettikleri halde kâfirlerin ni­çin soruşturulduğunun cevabı, A'râf sûresinin 7. âyetinde şu şekilde veril­mektedir: "Ve onlara tam bir bilgi ile anlatacağız. Biz, onlardan habersiz değiliz". "Tam bir bilgi" ifadesi, kesin, hatâsı ve ih­mâli olmayan bilgi anlamına gelmektedir. İnsan unutkan olduğundan, kendi­si hakkında değerlendirme yapsa bile hata yapma ihtimali vardır. En azından amellerinin neticesinin nereye varacağını bilemez.

"Biz, onlardan habersiz değiliz" ifadesiyle, insanın dünyadaki amelle­rinin kaydedildiği, kullarına şah damarlarından daha yakın olduğu, nerede olurlarsa olsunlar onlarla beraberliği vurgulanmaktadır.

"Tam bir bilgi" ve "kullarından uzak olmama" ifadelerinin vurguladı­ğı diğer bir mâna da Allah'ın onların amellerini değerlendirirken tarafsız ola­cağıdır. Çünkü kesin ve tam bir bilgi ile bilmeyen ve meselenin yakınında ol­mayan tarafsız olamaz.

A'râf sûresinin 7. âyeti, insanlığa bilimsel araştırmalar konusunda çok önemli iki kural getirmektedir. İlmî araştırma yapan insanın öncelikle bilim­sel bir zihniyete sahip olması gerekir. Kendi emeği olmayan bir bilgiyi belirt­meden kullanmak doğru değildir.

İnsanlar hakkında değerlendirme yaparken, davranışları hakkında da bilgiye sahip olmak gerekir. Ayrıca onlara yakın olup gerçek hayatlarını bil­mek gerekir. Her insanın kendini gözlemleyip doğru değerlendirme yapması imkânsızdır. İnsan hakkında doğru ve kesin bilgiye sahip olduğu için en iyi değerlendirmeyi Allah yapacaktır. A'râf sûresinin 6. âyetindeki sorgulama, bilmemekten dolayı öğrenmek maksadıyla yapılacak olan bir sorgulama de­ğil, tam tersine doğru bilgilendirme ve değerlendirme içindir.[6]

 

Sorgulama Ve Bilgilendirme:

 

5. O tarft haktır. Kimin de tartıları ağır gelirse, iş-te onlar kurtuluşa erenlerdir.

9. Kimin tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.

Yüce Allah bu âyetlerde, âhirette gerçekleşecek önemli olgulardan bi­rini ele almakta ve amellerin nasıl değerlendirileceğine açıklık getirmektedir.

1. "O gün tartı haktır". Âyette "tartı" anlamına gelen vezn kelimesini ve Kur'ân'da ne anlama geldiğim açıklamak gerekir. Veze-ne "tartmak, dengelemek, birbirine denkleştirmek, birbirine eşit kılmak, dü­zeltmek" mânalarına gelmektedir. Vizâne, "muadil, uygun, münasip, muta­bık olmak, benzerlik, mukayese, bir modeli takip etmek"; mizan da "denge, terazi, ölçü, ağırlık, ölçme aleti, kural, metot, adalet, hakkaniyet" mânalarına gelmektedir.

 

Vezene Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Tartmak. İsrâ sûresinin 35. âyetinde emir kalıbında vezinû "Tartınız!" anlamında yer almaktadır: "Doğru terazi ile tartınız!" denirken bu kelimeye yer verilmektedir.

2) Ölçü, denge. Rahman sûresinde üç kere mîzan, bir kere de vezin şeklinde kullanılmaktadır.  Mîzan, "denge" anlamında kullanılmaktadır: "Göğü Allah yükseltti ve dengeyi o koydu" (Rahman 55/7). Buradaki denge veya ölçü, fizikî âlemdeki denge anlamına gelmekte­dir. İkinci mîzan kavramı da denge anlamına gelmektedir: "Sakın dengeyi bozmayınız!" (Rahman 55/8). Burada insanın denge ile olan ilişkisi ele alınmaktadır. Üçüncüsü vezn kalıbında ölçü mânasını ifade etmektedir. "Ölçüyü adaletle tutunuz!" (Rahman 55/9). Dördüncü de mî-zan kalıbında aynı âyette yer almaktadır. Bu âyetlerde hem soyut hem de so­mut anlamda kullanılmaktadır. Soyut anlamıyla insanın düşünsel yeteneğinin ayırt edici tarzdaki ölçülmesiyle, hukuktaki ölçüyü gündeme taşırken, aynı zamanda ekonomik anlamdaki ölçüyü de ifade etmektedir. Tabiatı kirletip dengeyi bozmak anlamında kullanıldığı gibi, âhirette amellerin ölçülüp de­ğerlendirilmesi mânasına da gelmektedir.

3) Tartı. En'âm sûresinin 152. âyetinde tartı mânasını ifade etmektedir. "Tartıyı tam olarak adaletle tutunuz!"

4) Terazi. Şûra sûresinin 17 ve Hadîd sûresinin 25. âyetinde insana doğru ile eğriyi ayırt edeceği, tartacağı bir terazi anlamına gelmektedir: "Allah odur ki, hak olarak kitabı ve ölçüyü indirdi".

A'râf sûresinin 8. âyetine dönersek, "O gün tartı haktır" ifadesindeki vezn kelimesi, "tartmak" anlamına gelmektedir. Hak kelimesi ise "tartının dosdoğru olacağı"nı ifade etmektedir. Amellerin tartılması fizikî anlamda de­ğildir. Bu dünyada insanların iyi veya kötü davranışları bir kitapta, yani halk arasındaki ifadesiyle amel defterinde kaydedilmektedir. Kaydedilen bu amel­lerin, âhirette değerlendirilirken hesaplanmaları anlamında tartılacaklardır. Enbiyâ sûresinin 47. âyeti ile buradaki vezn kelimesine, terazi mânasını ver­mek mümkündür: "Biz, kıyamet günü için adalet tera­zileri koyarız".

Burada şu soruyu sormak mümkündür: Yüce Allah âhirette neden ada­let terazileri koyup amelleri ölçmektedir? Enbiyâ sûresinin 47. âyetinin de­vamı bunu cevaplandırmaktadır. "Artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edil­mez. Bir hardal tanesi kadar dahi olsa onu getiririz".

Yüce Allah durup dururken kullarını değerlendirmeyecektir. Onların amellerini değerlendirmeden önce tartacak, kullarına objektif davrandığını göstererek zulme uğramadıklarından emin olmalarını temin edecektir. Bu uy­gulama, Allah'ın değerlendirmesini adalet üzere yaptığının bir göstergesidir.

2. "Kimin tartılan ağır gelirse, iste onlar kurtuluşa erenlerdir". Âyetin birinci bölümünde vezin, ikinci bölümünde mevâ-zîn kalıbı yer almaktadır. Âyetin bu kısmındaki "tartılar" ifadesinden kasıt iyiliklerdir. Bu mânada müfessirler ittifak halindedirler. Demek ki âyetin bu bölümünü "Kimin sevapları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir" şeklinde mânalandırmak mümkündür. İyilikleri, yani sevapları ağır basanla­rın ne olacağı konusuna Kur'ân'da üç âyet ışık tutmaktadır. Mü'minûn sûre­sinin 102. âyetinde onların kurtuluşa erecekleri, Kâri'a sûresinin 6. âyetinde "Hoşnut edici bir yaşayış içinde" olacakları beyan edilmektedir.

Demek ki En'âm sûresinin 8. âyetinde ve Mü'minûn sûresinin 102. âyetinde "kurtuluşa erecekler"; Kâri'a sûresinin 6. âyetinde "hoşnut bir ha­yatta olacaklar" denmektedir. Bu insanlar, gelirleri giderlerinden fazla olan-

lîrİT. Bunların manevî kârları ağır basmaktadır.

3. "Kimin de tartıları hafif zelırse. âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır". A'râf sûresinin 9. âyetinde de sevapları hafif gelenler ele alın­maktadır. Yüce Allah "kötü amelleri ağır basanlar" dememekte, "iyi amelle­ri hafif gelenler" ifadesine yer vermektedir.

Peki iyi amelleri hafif gelenler ne olacaktır? Bu sorunun cevabım A'râf sûresinin 9. âyetinde arayacağız. Ancak bu insanların iyi amellerinin neden hafif geldiğini cevaplandırmalıyız. "Allah'ın âyetlerine karşı haksızlık etme­leri" , onların kötü amellerinin iyi amellerinden ağır gelmesine sebep olmuş­tur veya olacaktır. Allah'ın hükümlerine, yani âyetlerine tâbi olmayıp Al­lah'tan başkalarını dost edinmeleri ve öğüdü dinlememeleri de bu sebepler arasındadır.

A'râf sûresinin 3. âyeti buna işaret etmektedir. Allah'ın âyetlerinin ge­reğini yapmayanlar, o âyetlere zulmetmiş, yani haksızlık etmişlerdir. Bu du­rum onların iyi amellerinin hafif gelmesine sebep olacaktır. Mü'minûn sûre­sinin 90 ile 102. âyetleri arasına bakıldığında, şirk denen zulmün ve iyi amel işlememenin tartıda iyiliklerin hafif gelmesine sebep olacağına dikkat çekil­diği görülecektir.

Şimdi "Amelleri hafif gelenler ne olacaktır?" sorusunu cevaplandırabi­liriz. A'râf sûresinin 9. âyetine göre, ziyana uğrayacaklardır. Mü'minûn sûresinin 103. âyetine göre de cehenmemde ebedî olarak kalacaklardır. Kâri'a sûresinin 9-11. âyetlerine göre ise kızgın ateşten oluşan "hâviye cehennemi" onların anası olacaktır. Sorguya çekildikten sonra elde edilecek olan değer­lendirme onlara haber verilecek ve böylece hüküm kesinleşecektir. Bu âyet­lerin bir önceki iki âyetle birleştirilmesi neticesinde şöyle bir neticeye varı­labilir: Yüce Allah âhiretteki bu oluşumları anlatmakla, insanları haksızlık et­mekten caydırmayı amaçlamaktadır.

Diğer taraftan dünyada işlenen amellerin hardal tanesi kadar olanının bile kaybolmadığı vurgulanarak âhirete iman davranış alanına sokulmakta­dır. Dünyada hukukun yakalayamadığı, yakaladığı takdirde cezâlandıramadı-ğı davranışların bir gün değerlendirmeye tâbi tutulacağı inancı verilerek, haksızlığa uğrayanların psikolojik bunalıma girmesi önlenmektedir. Eğitim­de en etkili metotlardan biri de budur.[7]

 

Şükürde Azlık:

 

10. Doğrusu biz sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyor­sunuz.

Âyetin ana konusu nimetin kadrini bilmek anlamına gelen "şükretmek"tir. Âyetin analizini üç bölümde yapmayı uygun buluyoruz.

1. "Doğrusu biz sizi yeryüzünde yerleştirdik". Âyetin bu kısmındaki "yerleştirme" eylemini iki mânaya alabiliriz.

a) En'âm sûresinin 165. âyetinde geçen "Sizi yeryüzünde iktidar sahip­leri yapan O'dur" ifadesinin devamı mahiyetindedir. Yeryüzünde yerleştirmek "hükümranlık vermek" anlamına gelmektedir. Bir toplumun sürü ol­maktan kurtulup devlet kurması Allah'ın takdir ettiği en önemli nimetlerden biridir.

b) Göçebelikten kurtulup bir mekânda yerleşip orasını vatan edinmek­tir. Bir toplumun yerleşik hayata geçmesi, o toplum için en büyük nimetler­dendir. Göçebe toplumda endişe, korku, çaresizlik vardır. Yerleşik hayata geçmekle olumsuzluklar en aza indirilmektedir. Yerleşik hayat demek devlet kurmak, aşiretlikten kurtulmak, sosyal müesseseler kurmak, sanatları geliş­tirmek, fizikî ve sosyal çevreyi işlemek, gelecek endişesinden kurtulmak, kültür ve medeniyetin oluşturulmasına başlamak demektir.

Bütün bunların oluşmasında ilâhî kudreti görmek, o nimetlerin kıyme-anı bilmektir. Onun içindir ki Allah, "Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik" buyu­rurken, yerleştirme işini kendisinin yaptığına dikkat çekmekte, yerleşik ha­yata geçmelerinde ilâhî kudreti, irâdeyi görmeyi tavsiye etmektedir. Bunu görmek şükürdür.

2.  "Orada size geçim vasıtaları verdik". Âyetin bu kıs­mında ekonomik nimetler gündeme getirilmektedir. Her toplumun ihtiyaç duyduğu ve çağın gerekli kıldığı geçim vasıtaları vardır. Bilginin teknoloji­ye, teknolojinin ziraata ve üretime uygulanmasıyla dev geçim vasıtaları mey­dana gelmiştir. Temel ihtiyaçları gidermek için gerekli olan geçim vasıtaları­nın yanı sıra, bir de kültür ve medeniyeti ayakta tutmak, ona gıda vermek için gerekli olan ihtiyaçlar vardır. Kültür de medeniyet de acıkır, onlar da beslen­mek, onlar da ekonomik nimetler sayesinde hayatlarını sürdürmek isterler. Ekonomik gücü olmayan toplumun siyaseti, eğitimi, sanatı ve bilimsel araş­tırmaları zayıflar. Onun için Allah yerleşik hayatı, ekonomik nimet vasıtala­rının üzerine temellendirmekte, yerleşik hayat ya da siyasî iktidarla, ekono­miyi yan yana getirmektedir.

3. "Ne kadar da az şükrediyorsunuz!" Bunun anlamı, Al­lah'ın size bahşettiği bu nimetleri çok az takdir ediyorsunuz, kıymetini az bi­liyorsunuz, demektir. Fakat buradaki şükür kelimesini farklı bir açıdan de­ğerlendirip buna destek olarak Sebe' sûresinin  13.  âyetini alabiliriz:

"Ey Dâvud ailesi! Şükretmek için çalışınız. Kullarımdan şükreden azdır". Yüce Allah bu âyette çalışmayı şükür olarak tanımlamaktadır. Çalışan adam şükrediyor demektir. "Kullarımdan şükreden azdır" buyurulurken, çalışanın az olduğuna işaret edilmektedir.

Çalışan insan nimetin kıymetini biliyor, daha fazlasını elde etmeye ça­lışıyor, onunla hayatını zenginleştiriyor ve kolaylaştırıyor. Allah'ın verdiği nimetleri elde etmek için çalışmak gerekir. Nimetin peşinden koşan, onu el­de etmek için gayret sarfeden, şükrediyor demektir. Nimetlerin Allah'tan gel­diğini bilmek de imanî bir konudur. O zaman şükrün iman etmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Böylece âyet, yerleşik hayat, siyasî iktidar, ekono­mik nimet, çalışmak ve şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.[8]

 

İlk Yaratılış Ve İblîs:

 

11. Andolsun sizi yarattık, sonra size biçim verdik ve sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Iblîs'in dışındakiler secde ettiler, o secde edenlerden olmadı.

Âyette yer alan çoğuldan tekile geçişin ne olduğunu açıklayarak yoru­mu sürdüreceğiz. Çünkü "Sizi yarattık"; "Size şekil verdik" ifadelerindeki "siz" zamiri çoğuldur. Ama daha sonra Âdem'e geçerek üçüncü tekil şahıs kullanıldı. Buradaki çoğuldan tekile intikal edişi şöyle açıklarız:

1. Âdem ismi bütün insanlık soyunu simgelemektedir. "Sizi yarattık", "Size şekil verdik" buyurulurken kastedilen Hz. Âdem'in kendisidir. Başka bir ifade ile bu âyet"Âdem'i yarattık"; "Ona şekil verdik" anlamına gelmek­tedir. Böyle bir açıklamanın delili ne olabilir? Râzî, Bakara sûresinin 63. âyetini buna delil olarak getirmektedir: "Sizden sağ­lam bir söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık". Buradaki "siz" ifadesi ço­ğuldur. Söz alınan Hz. Peygamber dönemindeki İsrâiloğulları, yani yahudiler değildi. Söz alınan onlann Hz. Mûsâ dönemindeki dedeleriydi.

Aynı şekilde Bakara sûresinin 49. âyetinde, "Firavun hanedanından si­zi kurtarmıştık" buyurulurken, kastedilen Hz. Muhammed dönemindeki ya­hudiler değil, Hz. Mûsâ dönemindeki dedeleri idi. Bakara sûresinin 72. âye-tindeki, "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de" ifadesi de aynı şekilde Hz. Mûsâ dönemindeki İsrâiloğullan'na işaret etmektedir. Bu misallerden hareket edersek, "Sizi yarattık", "Size şekil verdik" ifadelerini, Hz. Âdem'in yaratıl­ması ve ona şekil verilmesi anlamına alabiliriz.

2. Yaratma ve şekil vermekten kasıt Hz. Âdem olunca, onun yaratılışı­nın bir anda olup bitmediğim, uzun bir süreçten geçtiğini söyleme fırsatını el­de ederiz. Yâsîn sûresinin 82. âyetinde, "Allah bir şeyi yaratmak istediği za­man, O'nun yaptığı, 'ol' demekten ibarettir. Hemen oluverir" buyurulduğuna göre, buradaki safha safha yaratma şeklindeki açıklama yanlış olmaz mı? Bu sorunun cevabını Âl-i İmrân sûresinin 59. âyeti ile vermek mümkündür. "Al­lah Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona 'ol' dedi ve oluverdi". Görüldüğü gi­bi yaratılmadan sonra "ol" emri verilmektedir. Demek ki yaratma olgusu, "ol" emrinin verilmesinden önceki maddî ön hazırlığı ifade etmektedir.

Hz. Âdem'in yaratıldığı çamurun şekillendirilmesinde geçirdiği safha­lar Kur'ân'da açıklanmaktadır. Toprak safhası (Âl-i İmrân 3/59), çamur saf­hası (Secde 32/7), yapışkan çamur safhası (Sâffât 37/11), havada kurumuş çamur safhası (Hicr 15/28), şekillenmiş balçık safhası (Hicr 15/26, 28), ateş­te pişmiş çamur safhası (Rahman 55/14), ilâhî ruhun üfürülmesi (Sâd 38/72).

A'râf sûresinin 11. âyetinde geçen yaratma ile şekillenme buna işaret etmektedir. Çünkü Hz. Âdem'in yaratılmasıyla şekillenmesi, aynı anda iç içe olmuştur. Hz. Âdem'in yaratıldığı toprağın geçirmiş olduğu bu safhaların bir benzerini, insanlar annelerinin rahimlerinde geçirmektedirler. Embriyoloji biliminin tesbit ettiği bu safhalar, aynen Hac sûresinin 5. âyetindeki gibidir.

Şimdi, "A'râf sûresinin 11. âyetinin neden burada getirildiği" sorusunu yorabiliriz. A'râf sûresinin 10. âyetinde, yeryüzünde yerleştirme ve geçim vasıtalarım verme nimetinden bahsedilince, bu âyette de insanı yaratma, ya­ni var etme nimeti gündeme getirilmiştir. Bir bakıma 10. âyetin devamı du­rumundadır ve şükür ibadetinin yapılmasını teşvik etmektedir.

Başka bir ifade ile bu âyet Bakara sûresinin 28. âyetine bağlı ve onun bir açılımıdır. "Sizi yokken var eden Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" âyetiyle, "Sizi yaratıp sonra şekillendiren Allah'a ne kadar az şükrediyorsunuz?" âyeti arasında bağlantı kurulmaktadır. A'raf sûresinin 10 ve 11. âyetleri de bunu ifade etmektedir. Hz. Âdem'in yaratılıp şekillendirilmesi, şükredilmesi gereken bir olgudur. Bunu yapan Allah'a şük­retmemek, iyi amellerin hafif gelmesine sebep olacaktır.

2. "Sonra da meleklere, 'Âdem'e secde ediniz' dedik. İblîs'in dışındakiler secde ettiler, o secde eden­lerden olmadı". Âyetin bu kısmı, Bakara sûresinin 34. âyetinde geçmişti. Orada 31-34. âyetler arasında, secde etme emrinin neden verildiği anlatıldı. Yüce Allah Hz. Âdem'e isimleri öğretti. Sonra meleklerden ona öğretilenleri anlatmalarını istedi. Onlar anlatamaymca Hz. Âdem'den anlatmasını istedi. Hz. Âdem anlatınca, meleklere ona secde etmelerini emretti.

Bu konu Bakara sûresinin ilgili âyetlerinde anlatıldı. Burada sadece Al­lah'ın bu olguyu neden bize anlattığını açıklamak istiyoruz. Yüce Allah "Bi­lene boyun eğilir, secdeye kapanılır, yani saygı gösterilir" demek istiyor. "Bilgiye sahip olan, onu hayata geçiren insanlara veya toplumlara diğerleri boyun eğecektir" denmek isteniyor. Bu anlatımıyla Allah, müslümanlann bil­giyi elde etmelerine, ona değer vermelerine ve onu hayata geçirmelerine önem verdiğini vurgulamaktadır.

Câhil bir topluluğa saygı duyulmaz, onlara dünyayı idare etme yetkisi verilmez. Onlar başkalarına boyun eğerler, başkaları tarafından idare edilir­ler, kullanılırlar, secde ettirilirler. İblîs'in neden secde edenlerden olmadığı başka âyetlerde açıklanmaktadır. İnat ettiğinden ve kibirlendiğinden (Bakara 2/31); cinlerden olduğundan (Kehf 18/50). Fakat neden kibirlendiği, A'râf sûresinin devam eden âyetlerinde de açıklanacaktır.[9]

 

Secde Etmeme:

 

12. Allah buyurdu: "Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblîs:) "Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın" dedi.

Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır.

1.  Yargısız infaz yoktur. Bir önceki âyette Allah meleklere Âdem'e secde etmesini emrettiğinde, İblîs'in secde etmediği söylendi. Onun secde et­memesi, Allah'ın emrine karşı gelmesi demektir.

Kehf sûresinin 50. âyetinde İblîs'in bu hareketi, "Rabbinin emrinden dışarı çıktı" şeklinde bildirilmektedir. Allah'ın emrinden dışarı çık­masına rağmen Allah onu sorgulamadan cezâlandırmamaktadır. A'râf sûresi­nin 12. âyetinde sorgulama başlatılıyor. Âyet bu haliyle A'râf sûresinin 6. âyetinin bir devamı mahiyetinde, ya da onun bir örneği durumundadır. Sor­gulama hem dünyevî hem de uhrevî hukukta olacaktır.

Âyetin bu kısmı, modern hukuka, davranışın sebebini ortaya çıkartma­dan cezalandırmanın olamayacağı ilkesini kazandırmaktadır. Yüce Allah, so-rayu davranışın sebebini ortaya çıkartacak şekilde sormaktadır. Böylece dav­ranışın psikolojik sebebini ortaya çıkartmaktadır. Bu psikolojik sebep onun secde etmesini engellemişti. Demek ki burada bir sebep-sonuç ilişkisi vardır.

2. Davranışın sebebi ortaya çıkıyor. "Ben ondan üstünüm". Bu ifade başka âyetlerde "kibir" olarak geçmektedir. "Ben ondan üstünüm" diyerek "büyüklük taslaması" onu secdeden alıkoymuştur. Yüce Allah sorgu-lamasıyla, secde etmemesinin sebebini bizzat kendisine itiraf ettirmektedir.

3. Sebebin sebebi de ortaya çıkıyor. "Beni ateşten yarattın, onu ça­murdan yarattın, dedi". İblîs, kibirlenmesinin sebebini, yaratıldığı kaynağa bağlamaktadır. Ateşin topraktan üstün olduğu fikrinden hareketle Hz. Âdem' den üstün olduğunu itiraf etmiş ve böylece kibirlenmiştir. Böylece cinlerin kökeninin ateş, insanların kökeninin toprak olduğu ortaya çıkmaktadır. De­mek ki köken farklılığı kibirlenmesine, kibirlenmesi de secde etmemesine sebep olmuştur. İlk sebep köken farklılığıdır. Maddî sebep kibirlenmek gibi psikolojik bir sonuca, psikolojik sonuç da davranışın sebebine dönüşmektedir.

Bu âyetten çıkartılacak önemli bir ilke de şudur: Köken farklılığı göze­tenler şeytanın, yani İblîs'in yaptığını yapmaktadırlar. Köken farklılığı göze­tenler ırkçıdırlar. İnsanlar doğuştan getirdikleriyle övünmemeli, sonradan ka-zandıklarıyla iftihar etmelidirler. Doğuştan getirilenlerde kendi irâdemiz, emeğimiz ve gayretimiz yoktur. Doğuştan getirdiklerimizle övünürsek ka-dın-erkek ayırımı, üstün ırk-üstün olmayan ırk ayırımı meydana gelir, bura­dan da kibir, yani üstünlük anlayışı ortaya çıkar.

Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetinde anlatıldığı gibi, insanlar yapıp ettik­leriyle övülmeyi hak ederler, doğuştan getirdikleriyle değil. Yüce Allah ya­ratıldığı maddenin farklılığından hareketle, kendini üstün görmenin yanlışlı­ğını vurgulamak için bu âyeti bize anlatmaktadır.

Diğer taraftan Allah kıyas yapmanın doğru olmadığını da vurgulamak­tadır. İlimde kıyas yapılır, ama diğer konularda mukayese yapmak şeytan işi­dir; meselâ karının kocasını başka erkeklerle, kocanın karısını başka kadın­larla mukayese etmesi, hocanın talebesini başka talebelerle, ana-babaların da çocuklarını başka çocuklarla mukayese etmesi doğru değildir.[10]

 

Ceza Vermek:

 

13. Allah: "Öyle ise, oradan in! Orada büyüklük tasla­mak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklar- dansın" dedi. Ayetin analizinden bazı neticeler elde etmek mümkündür.

1. Yüce Allah, İblisle konuşmuştur. İblîs'i sorgulamak için onunla ko­nuşması, ona bir şeref kazandırmaz. Çünkü konuşmanın sonucu cezalandır­ma, olmuştur. Nitekim Tahrîm sûresinin 7. âyetinde de kâfirler muhatap alı-

sini: onlara hitap edilmektedir.

2. Cezanın sebebi kibirdir. "Orada büyüklük taslamak senin haddin de-i:id:r". "Orada" ifadesiyle bulunulan konum kastedilmektedir. İblîs melek­ler arasında bulunuyordu ve Allah katında bir konuma sahipti. Konumu iti-bırr. le kibir yapmaması gerekiyordu. Böylece yaratıklar arasında ilk günâ-an. »erer: kibir olarak ortaya çıkmaktadır. Kibrin sebep olduğu günâh nede-mn jc iblis., kovulmak şeklinde cezâlandınlmaktadır. Âyetin birinci bölümün­cem.'" denirken bulunduğu konumdan inmesi, yani o konumu kay-fcöimesi kastedilmektedir. Cezanın verilme şekli şöyledir: a) Konumunu kay­bettirmek, b) Oradan çıkartmak, c) Aşağılanmışlardan olmak.

Demek ki âyet bize şunu öğretmektedir: Kibirlenen fertler ve toplum­lu. Allah katındaki konumlarını kaybediyorlar. Kibirli toplumların medeni­yet ailesinde de yerleri yoktur. Zamanla bu tip fert ve toplumlar aşağılana-caklardır. Biz âyeti kendi hayatımıza bu şekilde uygulayacağız. Kibirli fert­ler ve toplumlar şeytan ahlâkı ile ardaklanmaktadırlar.

Kısaca ilk suç veya günâh Allah'ın emrinden çıkmak, yani secde etme­mek, onun da sebebi kibir, onun da sebebi köken farkı gözetmek olmuş, ce-zisı da kovulma ve aşağılanma ile gelmiştir. Konumunu kaybetme, bulundu­ğu yerden başka bir yere tehcîr edilerek mekân değişimine uğramak, ilk ce­zalardan olmaktadır. Böylece Allah, hangi suça hangi ceza verileceği konu­sunda da önemli bir örnek vermektedir.[11]

 

İblisin İsteği:

 

14. İblîs, "Bana, (insanların) diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi.

Bu âyetin tahlilinden çıkarılacak iki önemli husus vardır.

a) İblîs cezalandırıldıktan sonra Allah'tan kıyamete kadar kendisine mühlet vermesini istemiş, dolayısıyla emrine muhalefet ettiği yüce Allah'tan istekte bulunmayı ihmal etmemiştir.

b) "Diriltilecekleri güne kadar" ifadesiyle, öldükten sonra dirilmeye inandığını bildirmektedir. Zaten 12. âyette "Beni ateşten yarattın" dediğin­de, Allah'ın yaratıcılık sıfatına inandığını da belirtmektedir. Bunun anlamı şudur: İblîs hem Allah'a hem de âhirete inanıyor.

Onun bu imanı İblîs olmasına, kovulmasına mani olamadı. Yüce Allah insanlara bu olguyu şunu vurgulamak için anlatmaktadır: "Allah'a inandım, âhirete inandım" dedikten sonra, küfrü sergilemenin yanlışlığı vurgulanmak­tadır. En'âm sûresinin 158. âyetinde beyan edildiği, "imanın­da bir hayır kazanmamak" durumuna düşmemek gerekiyor.

Secde sûresinin 29. âyetinde kâfirlerin imanının fayda vermeyeceği gündeme getirilmektedir. Bir kimse imanının gereğini yerine getirmeyip, tam tersi işler yapıyorsa, imanının faydasını görmüyor demektir. Bu durum İb-lîs'in durumunu andırmaktadır. Böylece İblîs hem dua edilecek makamı bili­yor hem yaratıcısını tanıyor hem de öldükten sonra dirilme gününe inanıyor.[12]

 

İblise Mühlet:

 

75. Allah, "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin" buyurdu.

İblîs'in mühlet istemesi kabul edildi. 14. âyette İblîs zamanı belirtmesi­ne rağmen, Allah sadece mühlet verilenlerden olduğunu söylemiştir. Sâd sûresinin 8. âyetinde öldükten sonra dirilme gününe kadar, Hicr sûresinin 38. âyetinde de öldükten sonra dirilme gününe kadar mühlet verildiği belirtil­mektedir. Bu mühleti niçin istediği daha sonraki âyetlerde açıklanan İblîs, as­lında bitmek tükenmek bilmeyen bir düşmanlık içine girmiş oluyordu.[13]

 

Amacı: İnsanı Aldatmak:

 

16. İblîs dedi ki: "Öyle ise beni azdırmana karşılık, ye­min ederim ki, ben de onları saptırmak için senin doğ­ru yolunun üstüne oturacağım".

17. "Sonra onlara elbette önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın" (dedi).

Bu âyetlerin tahlilinden çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:

1. Azgınlığını Allah'a yüklemektedir. "Öyle ise, beni azdırman sebebiy­le" ifadesiyle İblîs, kendisini hataya düşürdüğü, saptırdığı ve bu sebeple sap­masına izin verdiği ithamında bulunup, suçu Allah'a yüklemektedir. ZjA ağvâ kelimesi, "umutsuzluğa sürükledi, arzuladığı şeye ulaşmasını engelle­di" mânasına da gelmektedir. İblîs'in bu ifadesi, meleklerin arasında bulun­duğu konumu kaybettiğine işaret etmektedir. Hicr sûresinin 39. âyetinde de şeytanın  ağveytenî kelimesini kullanarak, yoldan çıkmasını, azmasını AUah'a yüklediğine dikkat çekilmektedir.

2. İblîs intikam almak peşinde. Kehf sûresinin 50. âyetinde fi "Rabbinin emrinden dışarı çıktı" ifadesiyle yüce Allah, yoldan çıkma eyle­mini kendisinin gerçekleştirdiğini buyurmaktadır. Aslında İblîs "Beni yoldan çıkardın" derken Allah'a iftira etmiştir. Kendi yaptığı eylemi Allah'a mal et­mektedir. Bu iftirasına dayanarak Allah'ın kullarından nasıl intikam alacağı­nı şöyle açıklamaktadır:

a) "İnsanları saptırmak için senin yolunda otura­rak...". 16. âyetin devamında bu işi yapacağını ilân etmektedir. "Allah'ın doğru yolu" ifadesiyle, maddî anlamda bir yol kastedilmemektedir. Allah'ın doğru yolunun ne olduğu, Fatiha sûresinin 6-7. âyetlerinde açıklandı. Allah ile kul, kul ile kul arasındaki dengeli ilişkilerin tamamına doğru yol denmek­tedir. Adalet, ölçü ve denge bu yolun temellerini oluşturmaktadır. Allah'a kul­luk etmek doğru yoldur (Âl-i İmrân 3/51), doğru söz Allah'ın yoludur (Hac 22/24), haklar Allah'ın yolunu oluşturuyor, yani akıl, düşünce ve takvanın yolunu (En'âm 6/151-153).

Şeytanın kastettiği Allah'ın yolu, aklın, düşüncenin, takvanın, hakların, adaletin, imanın ve ilâhî vahyin getirdiği bütün değerlerin yoludur. İblîs'in o yola oturması, yolu kesmesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile nefis­le beynin ve gönlün yolunu kesmek; ilâhî vahyin akılla ilişkisini, bağlarını koparmaktır.

b) Şükretmelerini engellemek. A'râf sûresinin 17. âyetinde tblîs tara­fından insanın Allah'a şükretmesinin engelleneceği ifade edilmektedir. Bura­da şükretmenin iki anlama geldiğini söylemekte yarar vardır: Birisi nimetin kıymetini bilmek ve Allah'tan geldiğine inanmaktır. Şükretmemek de bunun tersidir. İkinci mânası inanmaktır. "Sen onların çoğunu şükre-denlerden bulamayacaksın" denirken, "Onların çoğunu iman eder vaziyette bulamayacaksın" demek istenmektedir. Her yönden insana gelmesinin anla­mı, insanın her an ve her şart altında şeytanın etkisine açık olduğunun ifade­sidir. İblîs'in manyetik alanının dışında kalmak çok zordur.

c) Amellerini süslemek ve azdırmak. Hicr sûresinin 39. âyetinde, şey­tanın insanı nasıl etkileyeceğinin başka bir boyutu gündeme getirilmektedir.

Sâd sûresinin 82. âyetinde de Allah'ın kudretine (şerefi) yemin ederek, ihlâs sahipleri hariç hepsim azdıracağını söylemektedir. Bu azdırma kelimesini öyle kullanıyor ki, A'râf sûresinin 16. âyetinde Allah'a "Beni azdırdın" de­mektedir. Azdırma işini kendisinin kullar üzerinde gerçekleştireceğini söy­lerken de aynı kelimeyi kullanmaktadır.

d) Tahrîk ederek (A'râf 7/200), e) vesvese vererek (Nâs 114/4-5), f) ça­ğırarak (Lokman 31/21; İsrâ 17/64), g) emrederek (Bakara/268), h) unuttura­rak (Mücâdele 58/19).

Şeytanın hangi yollarla insana yaklaşacağı ve onun etkileme silâhları­nın neler olduğu yukarıdaki âyetlerde açıklandı. İlâhî eğitimin en önemli me­totlarından biri, tehlikenin nereden geleceğini önceden haber vererek insan­ları bilgilendirmektir. Bilgilendirmenin olmadığı yerde tedbir alınamaz. Bu­ran bu anlatımların amacı, insanın şeytana karşı tedbirini alması için onu bil­gi ile donatmaktır. Eğitimin sakındırma amacına ancak bu yolla ulaşılabilir.[14]

 

Şeytana Uymak:

 

18. Allah buyurdu: "Haydi, yerilmiş ve kovulmuş ola­rak oradan çık! Andolsun ki onlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım".

Âyeti iki kısma ayırarak analizini yapacağız.

1. Şeytanın kovulması. Haydi yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık!" Âyetin bu kısmında ze'ame kelimesinden türemiş mez'ûm kelimesi yer almaktadır, "ayıplamak, hakaret etmek" demektir; ez'ame kalıbından alınınca, "korkutmak", isim kalıbından "ayıp, eksiklik" mânalarına gelmektedir. "Hor, hakir ve zelil kılmak" mânalarıyla bu kelime sadece İblîs'le ilgili olarak bu âyette kullanılmaktadır.

Âyette geçen ikinci kelime olan, dâhr kelimesi, "tardetmek, uzak­laştırmak" anlamına gelmektedir. Kur'ân'da dört âyette yer alan bu kelime "defetmek" mânasına da gelmektedir. Allah'ın emrinden çıkan şeytanın başı­na gelen halleri Allah bize niçin anlatmaktadır? Sorunun cevabı, âyetin ken­di içindedir. İnsanlara, Allah'ın emrinden çıkmanın nelere mal olacağı uyarı­sında bulunulmaktadır. İnsan için yerilmek ve kovulmak gibi, Allah katında­ki konumunu kaybetmekten daha büyük bir yıkım var mıdır? Böyle bir du­ruma sadece İblîs değil, Allah'ın emrinden çıkan herkes düşebilir.

2. Şeytana uyan onunla cehennemde buluşur. Âyetin ikinci kısmında, "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepi­nizi cehenneme dolduracağım" buyurulmaktadır. Yukarıdaki âyetlerde İblîs, insana her yönden yaklaşarak yoldan çıkaracağını itiraf etmişti. Bu etkileme­nin amacı, insanı kendine tâbi kılmaktır. Yüce Allah şeytana tâbi olanları, şeytanla beraber cehenneme dolduracağını beyan ederek, insanları yanlıştan caydırmak istemektedir.

Buradan varılacak netice şudur: Yüce Allah insanların kötü anlamda İb-lîs'in etki alanında olduklarını, bu etkilerle kime tâbi olacaklarında hata ede­bileceklerini ve İblîs'e uymanın neticesinin nereye varacağını hatırlatarak uyanda bulunmaktadır. Madem ki ilâhî eğitim bu bilgilendirmeyi ve uyarıyı önemsiyor, din eğitimi de bunu amaç edinmelidir. Kötü tanıtılmadan, iyiyi hayata geçirmek zordur.[15]

 

İblisin Âdem'i Etkilemesi:

 

19. (Allah:) "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip di­lediğiniz yerden yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız! Sonra zâlimlerden olursunuz" (buyurdu).

20. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendi­lerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: "Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlar­dan olursunuz diye yasakladı" dedi.

21. Ve onlara: "Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim" diye yemin etti.

22. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tat­tıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: "Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan si­ze apaçık bir düşmandır, demedim mi?" diye nida etti.

Bu âyetlerden birtakım neticeler çıkarılabilir. Âyetlerin açıklamasına başlarken şunun bilinmesi gerekir: İblîs secde etmediği Âdem'den dolayı huzurdan kovulmasını bir türlü hazmedemedi, Âdem'i bulunduğu konumdan çıkartması için bütün entrikalarını kullanmak üzere saldırıya geçti.

Bakara sûresinin 31. âyetinde Hz. Âdem'e ilk defa öğretim faaliyetine başlanmıştı. Oradaki "Adem'e isimlerin tamamını öğretti" ifa-desindeki "öğretme" ifadesiyle bu gerçekleştiriliyordu.

Daha sonra Bakara sûresinin 35. âyetinde eğitim faaliyetine başlandığı­nı görüyoruz. Bir yerde "Şunu yapma!" diye olumsuz bir emir varsa, orada eğitim faaliyeti başladı demektir. Bakara sûresinin 35 ile A'râf sûresinin 19. âyetleri, eğitim faaliyetinin hangi konu ile başladığına ışık tutmaktadır. "Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyiniz. Ancak şu ağa­ca yaklaşmayınız! Sonra zâlimlerden olursunuz". Bu âyet Bakara sûresinin 35. âyetinde açıklanmıştı. Biz burada sadece, ilk yasağın tabiatla ilgili oldu­ğunu ve insanın beslenmesini ilgilendirdiğini söylemekle yetineceğiz.

Âyette geçen "Zâlimlerden olursunuz" ifadesindeki zulüm kelimesi, "günâh işlemek, karanlık iş yapmak, kendine yakışan hareketi yapmamak ve­ya yakışmayan hareketi yapmak, Allah'ın emrini yerine getirmemek" mâna­larına gelmektedir. Dikkat edilirse Allah'ın emrinin tersini yapmanın ilk de­ğerlendirilmesi yapılmaktadır. Böylece Âdemoğulları tarihinde zâlim kavra­mı, ilk defa literatürdeki yerini almış oluyordu.

2. Yüce Allah'ın bu yasağının ardından İblîs hemen harekete geçti, Âdem ile eşini etkilemeye başladı.

a) "Derken şeytan, birbirlerine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi". Âyetin bu kısmından şeytanın etkileme metodunun "vesvese vermek" olduğunu anlıyo­ruz. Hz. Âdem ve eşine de bunu uygulamıştır. Diğer taraftan vesvese verme­nin amacını da yüce Allah açıklamakta ve onun Âdem'le eşinin avret yerleri­ni açmak olduğuna dikkat çekmektedir. Bu durumu biz bugün "vücut teşhi­ri" diye adlandırılan exhibition corporal hastalığı olarak görüyoruz.

Vahşî hayvanlar avlarına saldırırken onların can alıcı noktalarını bilir­ler ve ona göre saldırırlar. Şeytanın amacı da insanın avret yerlerini açmak ve ona vücudunu teşhir etme hastalığını bulaştırmaktır. Bunu yapabilmek için ilk saldırılacak yer, mideye haram lokma göndermektir. Böylece Allah bura­da şeytanın hem metodunu hem de amacını açık bir biçimde anlatmaktadır.

b) "Rabbiniz size bu amcı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz, diye yasakladı dedi". Şeytanın, Hz. Âdem'le eşini ağaçtan yedirmek için istismar ettiği ilk duygu, "ebedîlik duygusu"dur. İnsan bulunduğu yerden ayrılmak istemez. Onun içindir ki ölümü istemeyip ebedî olarak dünyada kalmak ister. "Ebedî­lik duygusu" bir silâha benzer, vurursunuz katil olursunuz; vurulursunuz ga­zi olursunuz. İnsan "ebedîlik duygusu"yla eğitildiği zaman faydalı olur. Yurt edinme, vatan edinme bu duygunun eseridir. Bu duygu olmasaydı, insanlar ne çocuk yetiştirirler ne ilim yapar ne de sanat eserleri bırakırlardı. Bunları yapanları, kendileri dünyada olmasalar bile eserleri ebedîleştirmektedir. Ama "ebedîlik duygusu", "ebedîlik tutkusu" haline gelince, fayda yerine zarar ge-irrueye başlar.

Şeytan Hz. Âdem ve eşinde bulunan bu ebedîlik duygusunu, ebedîlik rutkusuna çevirme uğraşısı içinde oldu ve bunu başardı. A'râf sûresinin 20. âyetinde "Ebedî kalanlardan olursunuz" denirken, Tâhâ sûresinin 120. âye­tinde "ebedîlik ağacı" kavramına yer verildiğine işaret edilmektedir.

A'râf sûresinin 20. âyetinde "melek olursunuz" dendiği halde Tâhâ sû­resinin 120. âyetinde, "sonu gelmeyen bir iktidar" ifadesine yer ve­rilmektedir. Her iki âyet bir araya getirildiğinde şöyle bir formül ortaya çık­maktadır: Melek olmak, ebedî kalmak, ebedîlik ağacı, tükenmeyen iktidar. Şeytan bu kavramları istismar ederek Âdem'le eşini etkilemiştir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Şeytan bunları nereden biliyor­du? Tükenmeyen iktidar, ebedî kalmak ve ebedîlik ağacı gibi kavramların bilgisini nereden elde etmişti veya öğrenmişti? Yukarıda şeytanın, öldükten sonra dirilmeyi bildiğine ve ona inandığına işaret edilmişti. Allah'ın kendisi­ni hangi cevherden yarattığını da biliyordu. İblîs bunları meleklerin arasında iken öğrenmişti. Tabii ki bu bilgileri Allah öğretmişti.

3. "Ve onlara: 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim' di­ye yemin etti". A'râf sûresinin 21. âyetinin bu ifadesinden anlıyoruz ki şey­tan, yemin ve nasihatin ne olduğunu da biliyordu. Öğüt verenler denirken, çoğul olarak kullanılınca, başka öğüt verenlerin olduğu ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan, Hz. Adem'le eşini kandırmak için yemini de kullandığı­nı bu âyetten öğreniyoruz. İnsanın hassas noktalarından olan ebedîlik tutku­sunun ardından yemini devreye sokunca durum ne oldu? Bu sorunun cevabı 22. âyette verilecektir.

4. "Böylece onları hile ile aldattı". Âyetin bu kısmında jyp gurur ile dellâ kelimeleri yer almaktadır. En'âm sûresinin 70. âye­tinde garra kelimesi açıklandı. Gurur, "aldatma" mânasına gelmektedir (Âl-i İmrân 3/185). Delle kelimesinin iki asıl mânası olduğunu Ezherî söyle­mektedir. Birisi "ayak", diğeri de "cesaretlendirmek"tir. "Kendisinde hiçbir fayda olmayan şeye heveslendirmek, teşvik etmek" mânasına gelmektedir.

İki kelime bir araya gelince âyete "Hile ile aldattı"; "Onları yanıltıcı düşüncelerle yönlendirdi" mânası da verilebilir. Ayetin bu kısmından, insa­nın psikolojik bir boyutu ortaya çıkmaktadır. Ne kadar bilgili olursa olsun in­san aldatılabilir. Hz. Âdem daha önce Allah tarafından öğretime ve eğitime tâbi tutulmasına rağmen, şeytanın hile ile aldatmasından kurtulamadı. De­mek ki kimse şeytanın aldatıcı özelliğinin kalması konusunda kendisini tez­kiye edemez. Şeytanın aldatmasının dışında kalacak olanların "ihlâs sahiple­ri" olduğunu şeytanın kendisi Sâd sûresinin 83. âyetinde itiraf etmektedir. Bunların dışında kalanların tamamını etkileyeceği de Sâd sûresinin 82. âye­tinde ifade edilmektedir.

5. "Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklanyla üzer­lerini örtmeye başladılar". Can alıcı açıklamalardan biri de budur. Haram lokma ile haya duygusu arasında bir ilişki kurulmaktadır. Maddî anlamda cinsel organları açılıp göründü mü? Yoksa birden bire çıplaklıklarının farkı­na mı vardılar? Bu durum maddî anlamda olduysa, haram lokmanın haya perdesini yırttığı neticesine ulaşıyoruz.

Eğer Hz. Âdem'le eşi elbiselerle örtülmüş idiyseler, sonradan neden cennet ağaçlarının yapraklarından örtündüler, elbiselerini giyseydiler daha iyi olmaz mıydı? Cennet yapraklarından örtünmeleri, elbisenin ne olduğunu bilmediklerine ve maddî anlamda örtündüklerine delil teşkil etmektedir. Bu noktada Muhammed Esed'in açıklamasını öne çıkartmanın doğru olacağına inanıyoruz. O zamana kadar farkında olmadıkları çıplaklıklarının farkına vardılar. İnsanoğlunun cennetten çıkarılmadan önceki saf ve masum durumu­na işaret edilerek, kendisinden etkilenip kötüye gidecek bir boyutun olduğu­nun farkında değillerdi. Haram lokma yemeleri, onların bu boyutunu ortaya :. anlamına gelmektedir.

Bu âyeti Allah bize bir hikâye olsun diye mi anlatıyor? Bizim için bun-iar neyi ifade etmektedir? Haram lokmanın haya duygusunu, haya perdesini ve böylece cinsel ahlâkı tahrip ettiği anlatılmaktatır. Cinsel ahlâksız-iğzı alenî yapılmasının yaygınlaşmanın sebeplerinden biri de haram lokma­sın: cîdcğu gerçeğini öğretmektir.

6. 'Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye nida etti". Bu âyete göre eğitimle öğretim iç içedir. Yasaklanan ağacın yasaklığına ne oldu da ondan yediler? Şeytan onları hangi sebeple etkiledi? Bu sorunun cevabını Tâhâ sûresinin 115. âyetinde bulmak mümkündür: "Andolsun buz. daha önce de Adem'e ahid (emir) vermiştik. Ne varki o, (emri) unuttu. Onda azim de bulmadık". Unutkanlık ve gayretsizlik, Hz. Âdem'in etkilen­mesine zemin hazırladı.

Âyetin bu kısmında bir sorgulama ortaya çıkmaktadır. Daha önce neyin yasak ve kimin düşman olduğu bilgisi veriliyordu. Bu bilgilendirme, sorum­luluğu doğurmaktadır. Hangi konuda bilgilendirme yapılmış ve hangi konu ihmal edilmişse, o doğrultuda sorgulama cereyan etmektedir.[16]

 

Sorgulama Ve Suçun İtirafı:

 

23. Âdem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimi­ze haksızlık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merha­met etmezsen, elbette ziyan edenlerden oluruz".

22. âyetin devamı durumunda olan bu âyette Hz. Âdem'le eşi iki soru ile sorgulanmıştı: "Ben size o ağacı yasaklamadım mı?"; "Ve 'Şeytan size apaçık bir düşmandır' demedim mi?" Bu bilgilendirmeye rağmen Hz. Âdem ve eşinin şeytanın etkisinde kalıp ağaçtan meyve yemeleri günâh işlemeleri­ne sebep olmuştur. Bu sorgulamanın ardından Hz. Âdem ve eşi dua ettiler:

1. "Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik". Bu hâdise insanlık tarihinde suçun itiraf edilerek tövbe edilmesi anlayışının ilk adımını teşkil etmektedir. Bu şekilde insan şeytandan ayrılmaktadır. A'râf sûresinin 12. âyetinde şeytana da sorgulama yapıldı, fakat suçunu itiraf edip yanlışını k&bui etmedi. İnsan günâh işlerken şeytanla beraber oluyor (Haşr 59/16), ama tövbe ve istiğfar ederek ondan ayrılmaktadır.

Hz. Âdem'le eşi kendilerine yakışmayan harekette bulunduklarını itiraf ederek suçu ne Allah'a ne de şeytana attılar. Çünkü sapık bir anlayışa göre, "Sen dikseydin ben günâh işlemezdim" (Zümer 39/57); "Bizi şeytan etkile­di, suç ondadır" diyebilirlerdi. Böyle bir yola sapmayıp suçlarını itiraf etme­leri, Hz. Âdem ve eşinin dünya insanlığına bıraktıkları bir erdem olmuştur.

Bu noktada şöyle bir soru sorabiliriz: Hz. Âdem ve eşi af dilemesini kimden öğrendi? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 37. âyetinde verildi. O âyetle bu sorunun cevabını verebiliriz: "Âdem Rabbin-den birtakım kelimeler aldı ve derhal tövbe etti". Hz. Âdem'in nasıl tövbe edeceğini Allah ona vahyetti. O da aldığı bu vahyin ardından tövbesini yap-ti. Görüldüğü gibi Hz. Âdem ve eşi, günâh işleyenlerin aslında kendi kendi­lerine haksızlık ettiklerini, kendilerine yazık ettiklerini "bütün ınsariiıgaogiel-mişlerdir.

2. "Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, elbette ziyan edenlerden oluruz". Suçlarını itiraf ettikten sonra ba­ğışlanmalarını ve merhamet edilmelerini istediler. Suçun itiraf edilmesinden sonra, Allah'ın gafur ve rahîm sıfatlarına sığınmanın önemi öne çıkmaktadır.

Hz. Âdem ve eşi bu sığınma işini olumsuz ifadelerle yapmaktadırlar. "Bağış­lamaz, merhamet etmezsen" diyerek beklentilerini ortaya koymaktadırlar.

Diğer taraftan bu yalvarma şekli, istiğfar etmenin formülü olmaktadır. Ayrıca Hz. Âdem ve eşinin, af ve merhametin yokluğunda ne olacağının bi­lincinde olduklarını da görüyoruz. "Elbette ziyan edenlerden oluruz". Affe-dilmemenin neticesinde çok vahim şeylerin olacağını söylemeleri de, bu du­alarını ne kadar gönülden yaptıklarını göstermekte ve bütün zararın kendi başlarına geleceği vurgulanmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, ilk insanın tövbe ve istiğfar etmek için yap­tıkları bu duada insanlığa çok şey öğreten bir mâna vardır. Âyetteki bu sesleniş, nsana erdemli olmanın yolunun, suçunu itiraf edip özür dilemekten geçtiğini öğretilmekte, erdemli oluşun kuralı sunulmaktadır.[17]

 

Allah'ın Cevabı:

 

24.  (Allah:) "Kiminiz kiminize düşman olarak ininiz! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve fay­dalanma vardır".

25. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve ora­dan çıkarılacaksınız" dedi.

Af dilerken sadece Hz. Âdem'le eşi varken, bu âyetlerde çoğul ifadesi­nin yer almasının sebebi, onlara şeytanın da ilâve edilmesi dolayısıyladır. A'râf sûresinin 24. âyeti, Bakara sûresinin 36. âyetinin ikinci bölümünün ay­nısıdır. Orada "Şeytan onların ayaklarını kaydırdı" ifadesinin bir uzantısı olduğu halde, burada bağımsız bir âyet kimliği kazanmıştır.

1. Kim birbirine düşman olarak inecekti? Hz. Âdem'le eşi mi? Hz. Âdem ve eşine şeytanın düşmanlığı, ilk planda sorunun cevabı olarak gözük­mektedir. Ama aslında yeryüzünde insanların birbirlerine düşmanlık göster­melerine bir işaret de vardır.

Âyette yer alan "İniniz!" emri dolayısıyla, "Hz. Âdem, eşi ve şeytan nereden ineceklerdi" sorusunu sorabiliriz. Onlar gökte bir yerde mi yaratıldı da bu dünyaya ineceklerdi? Eski anlayışa göre ise onlar öldükten sonra gide­ceğimiz cennette yaratıldı, oradan bu dünyaya indirildiler. Bu anlayışın ge­çersizliğini ispat eden âyetler Kur'ân'da vardır.

a) Hz. Âdem dünyanın toprağı ile yaratıldı: "Âdem'i toprak­tan yarattı" (Âl- i İmrân 3/59).

b) Tâhâ sûresinin 55. âyeti şöyledir: "Si­zi yerden yarattık. Tekrar oraya göndereceğiz. Ve sizi oradan bir defa daha çıkaracağız".

c) "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara 2/30). Öyle anla­şılıyor ki ilk insanın yaratıldığı yer bu dünyadır. Ama onun yaratıldığı bölge olan Mekke civarı, cenneti andıran fizikî bir özelliğe sahipti: Tıpkı Sebe' sû­resinin 15. âyetinde bahsedilen "bostan" anlamındaki cennetler gibi. Peki o zaman "inme" ne anlama gelmektedir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Birincisi Allah nazanndaki değerini kaybetmeleri, ikincisi de cenneti andıran o fizikî çevrenin çöle dönüşmesidir. Ayrıca bu bahçenin yüksek bir yerde ol­ması sebebiyle, oradan aşağıya inmeleri yorumunu da yapabiliriz. "Yeryüzün­de bir süreye kadar yerleşme"'nin anlamı, onlara ölümlü olduklarını öğret­mektedir. "Ve belli bir süreye kadar faydalanma vardır" ifadesi de bu ölüm­lü hayata işaret etmektedir.

2. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksı­nız" denirken, 24. âyetin açıklaması yapılmaktadır. "Oradan çıkarılacaksı­nız" neyi ifade etmektedir? Demek ki İbrahim sûresinin 48. âyetine göre, kı­yamet koptuğu gün "Yer başka bir yer, gökler başka gökler haline gelecek­tir" . Bu kâinatın eskiyen ve ölümlü olan kanunları, ebedî kanunlara dönüşüp aynı şekilde devam edecek, cennet ve cehennem orada kurulacaktır.

Böylece A'râf sûresinin 25. âyeti hayat, ölüm ve ölümden sonra diril­me olgularını Hz. Adem'e, eşine ve şeytana öğretmektedir. Ama İblîs 14. âye­te göre, öldükten sonra dirilme konusunu biliyordu. Kur'ân'da en önemli inanç konularından biri olan öldükten sonra dirilme meselesi, ilk insana öğ­retilmişti. Böylece o dönemden bu döneme uzanan ve asla değişmeyen inanç prensibi hâlâ devam etmektedir.[18]

 

Takva Elbisesi:

 

26. Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giy­si, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi... İşte o da­ha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir, belki dü­şünürler.

A'râf sûresinin 22. âyetindeki "Ağacın meyvesinden tattıklarında, ayıp yerleri kendilerine göründü" cümlesinden, bu konunun neden ele alındığını anlıyoruz. Allah, elbise ve insanın avret yerlerinin örtünmesi ile ilgili olguyu anlatarak, elbise yapımı konusuna açıklık getirmektedir.

1. "Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerleri­nizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik". Âyetin birinci bölümünde açıklanması gereken kavramlar vardır:

a) "İndirdi". Bu kelime "öğrettik" anlamına alınmalıdır. Çünkü ilgili kelime bu âyette "Elbise yapma tekniğini size öğrettik" anlamına gelmekte­dir. Bilgi, Allah katından beşerî âleme inmiş olmasından dolayı, "öğrettik" yerine "indirdik" ifadesi konmuştur. Nahl sûresinin 68. âyetinde, arıya bal yapma tekniği nasıl ilham edildi ise, ilk insana da elbise yapma şekli ilham edildi, yani öğretildi.

b)  "Avret yerleri". Bunun anlamı "ayıp olan yerleriniz"dir. Demek ki insanın elbise edinmesi, ya da Allah'ın Âdemoğulları'na elbise yapmayı öğ­retmesi, ayıp yerlerin örtülmesi amacına yöneliktir. Başka bir ifade ile biyo­lojik yapının görünmesiyle meydana gelecek olan psikolojik oluşumun orta­dan kaldırılmasıdır. Ayıp yerlerinin görülmesi, hem göreni hem de görüneni psikolojik oluşumlara sevketmektedir.

Ayıp yerlerini kasıtlı olarak açmak bir tür "teşhircilik" hastalığıdır. Çıp­lak insanlara kasıtlı olarak bakan da vayorist (röntgenci) hastalığına yakalan­mış demektir. Bunlar, insanda oluşan psikolojik hastalıklardır. Avret yerleri­nin kapatılmasının ana sebebi, bu tip hastalıkların ortaya çıkmasını önlemek­tir.

"Avret yeri" kavramı aslında iki kökenlidir: İnsanın içindeki haya duy­gusu ve toplu halde yaşamak. Toplu halde yaşamasaydık, haya duygusu ken­dini ortaya çıkarmayacaktı. Toplu halde yaşamak haya duygusunu ortaya çı­karıyor, ama insanın içinde böyle bir duygu yaratılıştan olmasaydı, ortaya çı­kacak bir şey de olmazdı. Böylece avret yerinin ve haya duygusunun sebep olduğu bir giyim teknolojisi ve kültürü doğmuştur.

c) "Süs". Âyette rîş kelimesi yer almaktadır. Aslında bu kelime "kuş tüyü", yani "kuşun elbisesi" anlamından hareketle mecazî bir anlatımla âyette "süs" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki, elbisenin ikinci amacı süslenmektir. Bir taraftan avret yerlerini örten elbise, diğer taraftan in­sana süs olmaktadır.

İyi giyinmek ve göze hoş gelecek elbiseler yapmak için moda sektörü­nü doğurmuştur. Herkesin ferdî ve toplumsal anlamda bir giyim zevkine sa­hip olduğunu biliyoruz. Bu beğeni ve zevk alma, ferdî farklar psikolojisinde tetikten, aym. «giyinip biçiminden zevk almayabi­lir. Bu farklılık insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Allah giysi bakımın­dan insanın süslenme duygusunu dikkate alarak, elbiseyi insanoğluna öğret­miştir.

2. "Takva elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetler indendir, belki düşünürler". Ayetin birinci kısmı ile bu kısım birlikte düşünülürse, iki çeşit elbise olduğu görülür. Avret yerlerini örten maddî elbise, insanın haya ve namus duygusunun meydana geiırdığı takva elbisesi.

Manevî elbise ne demektir, böyle bir elbise olur mu? Bunun cevabını Nahi sûresinin 112. âyetinde buluyoruz:  "Allah bir ülke örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızık her yerden bol bol îîlirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da on yaptıklarından ötürü açlık ve korku elbisesini tattırdı". Demek ki açlık ve korku elbisesi olduğu gibi takva elbisesi de olur. Bu açıklama neden ya­pıldı ve soru niye soruldu denirse, bunun cevabı, takva elbisesinin giyilen el­bise olmadığını ispat etmek için yapıldığı şeklinde olacaktır.

"Takva elbisesi"ni şu şekilde açıklamak mümkündür: İnsanlar avret yerlerini örtebilecek şekilde maddî elbiseyi mükemmel bir şekilde giyinebi­lirler, ama takva elbisileri yoksa, yani haya ve iffet elbiseleri yoksa, çirkin iş­ler yapabilirler. Maddî elbise, onların bu yanlış davranışlarını önlemeyecek­tir. Ama onların haya ve iffet denen takva elbiseleri varsa, zina gibi çirkin fi­ili işlemeyeceklerdir. Avret yerlerini örttüğü için maddî elbise önemlidir, ama daha önemlisi, insanın manevî, içindeki iman elbisesinin, yani haya, utanma ve iffet duygularının müştereken meydana getirdikleri takva elbisesidir.

Yüce Allah, takva dediği sakınma duygusu ile iffetin doğuştan gelen psikolojik özellikler olduğunu, ancak ilâhî eğitimle bunların eğitilebileceği-ni, canlandırılabileceğini ve geliştirilebileceğini bu âyette ele almaktadır. Böylece duygu eğitimi ile insanın bir takva elbisesi olduğunu ve onun değe­rinin dış giysiden daha fazla olduğunu açıklayarak duygu âleminin öne çık­masını temin etmek istemiştir. Duygu dünyası çok kaypaktır, orada yere sağ­lam basabilmek için bu âlemin eğitimden geçmesi gerekmektedir.

Yüce Allah hem maddî hem de takva elbisesinin kendi âyetlerinden ol­duğunu bildirmektedir. Bunları açıklamasının temel sebebi, insanı düşünmeye sevketmek ve öğüt almasını temin etmektir. Hz. Âdem'le eşinin başından geçenlerin anlatılmasının sebeplerinden biri de haya duygusu, elbise ve tak­va elbiselerinin öğretilmek istenmesidir. Fussılet sûresinin 53. âyetindeki in­sanın iç alemindeki âyetler kavramı, burada daha net bir şekilde anlaşılmak­tadır.[19]

 

Hz. Adem'le Eşinin Elbisesi:

 

27. Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı, ayıp yer­lerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın! Çünkü o ve yandaşları, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi gö­rürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.

Bu âyet, şeytanla insanların arasındaki ilişkiye, şeytanın önemli bir özelliğine ve şeytana kimlerin dost olacağına ışık tutmaktadır. Ayetin anali­zi şu konulan ortaya koyacaktır.

1. "Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın!" Ayetin bu kısmında açıklanması gereken kavramlar vardır:

a) "Sizi aldatmasın!" Buradaki fitne kelimesinin esas mâna­sı, "altını ateşte eritip has olanını posasından ayırmak"tır. Kur'ân'da bu kelime "mihnet, meşakkat, sıkıntı, imtihan" mânalarında geçmektedir. "Al-±nrnasın""ın mânası, "Fitneye düşürmesin!" demektir.

b) "Elbiselerini soyarak". Bu ifadede p neze'a fiili almaktadır. "Bir şeyi yerinden koparıp sökmek, elbisesini çıkarmak, so­yunmak, ölümle karşı karşıya gelmek, birini azletmek, ok atmak, elini cebin­den çıkartmak, kuyudan kovayı çıkarıp almak" mânalarına gelmektedir. Âye-nn bu kısmında şeytanın iki eyleminden bahsedilmektedir: "Aldatmak ve el­biselerini soyup çıkartmak". Her iki eylemin birincisi sebep, ikincisi de.so-aaçtur. Böylece Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde şeytanın faaliyetini an-aenaktadır. Aldatma önce, soymak da sonra olmaktadır.

Şeytanın bu eylemleri bir süreçtir, dolayısıyla bunları herkese bulaştır­maması için Allah tedbir alınmasını istemektedir. Allah şeytanın insana fitne çıkarttırması, onu aldatması meselesini, Hz. Âdem'den örnek vererek anlatı­yor ve emrini bu örnek üzerinde temellendiriyor.

Bu noktada şu soru sorulabilir: "Hz. Âdem'le eşi elbise giyiyorlar mıy­dı"" da şeytan onlara elbiselerini çıkarttırdı? Eğer elbise giyiyorlarsa, o zaman neden 22. âyette olduğu gibi cennet yapraklarından örtündüler, başka bir el­bise giyemezler miydi? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Şeytan onların takva elbisesinden, haya duygusundan soyunmalarına sebep olmuştur.

İnsanda haya duygusu kalmayınca elbisesini çıkartır. O zamana kadar Hz. Âdem'le eşi biyolojik organlarıyla birbirlerine bakmıyorlardı, haram lok­ma yiyince, bu takva, haya elbisesi ortadan kalktı, kendilerine başka bir göz­le bakmaya başladılar. "Kötü yerlerini kendilerine göstermek için" denirken, kötü taraflarını görme olarak alabiliriz. Çünkü eşler birbirle­rinin avret yerlerini görebilirler, bunda bir sakınca yoktur.

Âyetin birinci bölümüne dikkat edilirse, iki fiilin failinin de şeytan ol­duğu görülür. Aldatmayı da, elbiseyi çıkartmayı da şeytan gerçekleştirmek­tedir. Bunun anlamı insana bu eylemleri yaptıran şeytandır. Kendisi gidip on­ların elbiselerini çıkartmıyor, onlara çıkarttırıyor. Şeytan sebep, onların eylemi de sonuçtur.

2. "Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göreme­yeceğiniz yerden sizi görürler". A'râf sûresinin 12. âyetinde İblîs kendisinin ateşten yaratıldığını, enerji olduğunu ifade etmiştir. Aslı enerji olan bu var­lık, maddî bir kimliğe bürünebilmektedir. Hz. Süleyman cinleri çalıştırıyor­du (Sebe' 34/13-14), onlarla konuşuyordu (Nemi 27/39). Bu âyet, onların bi­zi görüp bizim onları göremeyeceğimiz bir boyutun bulunduğunu bildirmek­tedir. Bedene bürünmeleri halinde onlar görülebilir.

Anne karnında görünmediği için çocuğa "cenîn" denmektedir. Anne karnındaki çocuğu gösterebilecek aletler geliştirildiği gibi, cinleri gösterebi­lecek aletler de geliştirilebilir.

Âyetin ikinci bölümünde geçen başka bir kavram da "şeytanın kabile-si"dir. Demek ki cinler de topluluk halinde yaşamak, toplu halde hareket et­mektedirler. Kabile kelimesinin içinde çocukları ve avanesi mânası da vardır. Demek ki şeytan ve onun topluluğu, insanın farkedemeyeceği bir boyuttan ona yaklaşmakta ve onu etkilemektedir.

3. "Biz o şeytanları inanmayanlara dostlar yaptık". İnanmamak, ya da inkâr etmek psikolojisine sahip olan insanların en önemli özelliklerinden biri, şeytana dost olmalarıdır. Ama Allah, şeytanları onlara dost yapacağını buyurmaktadır. Demek ki şeytanla insan dost olabil­mektedir. Bu dostluk, inanmama ya da inkâr psikolojisinin temelleri üzerine kurulmaktadır.

Şeytan aslında insana düşmandır ve Allah onun bu düşmanlığını Fâtır sûresinin 6. âyetinde olduğu gibi pek çok âyette gündeme getirmektedir. İn­kâr psikolojisine bürününce, insanla şeytan arasındaki bu düşmanlık erimek­te ve yerini dostluk almaktadır. Âyetin bu bölümünde hem şeytanlar hem de inanmayanlar çoğul haldedir. Dost kelimesi de çoğul kalıbıyla getirilmiştir. Bunun anlamı, inkâr psikolojisine sahip olanların bir grup teşkil ettiği, ama Allah'ın, onların her birine şeytanı dost ettiğidir.

Bu âyete bütün olarak bakar ve bir senteze gidecek olursak şunları gö­rebiliriz:

a) Hz. Âdem ve eşine şeytanın yaptıkları anlatılarak, insanoğlunun şey. karşı aldanmamaları uyarısında bulunulmaktadır. Demek ki insanın bir âyette belirtilen takva elbisesini kuvvetlendiren güç, şeytana aldanır in beyin ve gönülün gücüdür. Aldanma bu gücü kıracak, takva elbisesi-

m yanılmasına sebep olacaktır.

b) Şeytan, anne babamızı aldatırken haram lokma yedirmişti; o haram yedirebilmek için de ebedîlik tutkusunu ve sonsuz iktidar fikrini ksILmmıştı. Bizlere de haram lokma yedirerek aldatmaması için Allah bu emri vermektedir. Çünkü haram lokma toplumun cinsel ahlâkında haya duyurusunu ortadan kaldırmaktadır.

c)  Şeytanın aldatıcılığının etkinliği, insanın onu görememesinden, onun sanı görmesinden kaynaklanmaktadır. Aldatma işini insanla yüz yüze geierek değil de insanın göğsüne vesvese vererek yaptığından dolayı etkili olmaktadır.

d) Allah şeytanı inanmayanların dostu kılmakla, dostluk kavramına farklı bir boyut kazandırmıştır. İnkâr, şeytanı insanın sürekli dostu haline ge­tirmektedir. Yüce Allah bu mesajlarıyla, din eğitiminin nasıl çalışması gerek­tiğini, hangi konular üzerinde duracağını, şeytan-insan ilişkisini nasıl anlata­cağını gündeme getirmekte, insan-Allah, insan-insan, insan-melek ve nihayet insan-şeytan ilişkisine dikkat çekmektedir.[20]

 

Allah Kotuyu Emreder Mı?

 

28. Onlar bir kötülük işlediklerinde: "Babalarımızı bu kötülük üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"

Bu âyetin analizinden birtakım mesaj ve genellemeler çıkartmak müm­kündür.

1. "Onlar bir kötülük işledikleri, yani yaptıkları za­man..." Asırlardır "Kul eyleminin yaratıcısı mıdır, değil midir?" meselesi tartışılmış, bu konuda kırıcı noktalara varan ifadeler kullanılmıştır. Aslında tartışmalar yersizdi. Çünkü Allah kötülüğü işleyenin insanın kendisi olduğu­nu bu âyette ifade etmektedir. "Onlar bir kötülük yaptıklarında" denirken, fiilin failinin kim olduğu söylenmektedir. Kötülüğü insan işler, Allah işle­mez.

2. "Babalarımızı bu kötülük üzerinde bul­duk. Allah da bize bunu emretti derler". Âyetin bu bölümünde kâfirlerin iş­ledikleri kötü fiillere mazeret aradıkları, ya da o fiillerini aklîleştirdikleri an­latılmaktadır.

a)  "Babalarımızı bu yolda bulduk". Bu ifade insanlığın yüz karası olan, insanlığı gerileten, çürüten ve yok eden en önemli hastalıklardan biridir. Geç­mişin yanlışlarını tenkit edemeyen, ölülerle kendi hayatlarına yön veren, ölü­lerin hâkimiyeti, etkisi altına giren, geçmişin anlayışını tanrılaştıran insanla­rın durumunun ne kadar kötü olduğu gözler önüne serilmektedir. Bir kimse davranışlarını, atalarının davranışları üzerine bilinçsizce bina etmemelidir.

b) "Allah da bize bunu emretti". Yanlış eylemlerini "Allah emretti" di­yerek ikinci mazeretlerini gündeme getirmektedirler. Bunun anlamı şudur: Kötüyü iyi göstermek için Allah devreye sokulmakta, kötü fiillerin temelin­de ilâhî emrin olduğu vurgulanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu fiilleri işle­yenler Allah'ı biliyorlar ve var olduğuna inanıyorlardı. Onların yanlışı, kötü­lüğün temelinde Allah'ın irâdesinin olmasını söylemiş olmalarıdır.

"Babalarımızı bu yolda bulduk" demelerinden anlıyoruz ki, babalarını öne alarak Allah'ın önüne geçirmektedirler. Bunlar bir çeşit taklitçiliğin pen­çesinde kıvrananların kullandığı ifadelerdir. Onlar da bunun yeterli olmadı­ğını biliyorlar, işi Allah'a bağlamakla davranışlarını meşrulaştırmak istiyorlardı. Böylece kendi dinini öğretmeye çalışanların karşısına, Allah'ı kendi kö­tü fiilleri için kullananların çıkacağına dikkat çekilmektedir.

3. "De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğinizi mi söylüyorsunuz?" Allah daima iyiliği emreder, kötülüğü değil. Kur'ân'ın, Allah-insan ilişkisinde koyduğu en önemli kanun­lardan biri de budur. İlâhî emirler, kötünün kaynağında olamaz ve olmamış­tır. Kötülük ırmağının kaynağında şeytan ve insan vardır. Mâide sûresinin 91. âyetine göre, kötülüğü isteyen şeytandır. Bakara sûresinin 169. âyetine göre ise, "Şeytan size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şey­leri söylemenizi emreder" buyurulmaktadır. Nûr sûresinin 21. âyeti de bu ko­nuya şöyle ışık tutmaktadır: "Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhak­kak ki o, yüz kızartıcı suçları ve kötülüğü emreder". Yûsuf sûresinin 53. âye­tinde nefsin kötüyü emrettiğine dikkat çekilmektedir: "Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder".

Bu âyetlerle A'râf sûresinin 28. âyeti yan yana getirilince, karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Kötüyü emreden şeytan ve insanın nefsidir. Kötüyü Allah emretmez. Bu tablo, kötülük konusunda Allah-insan ilişkisini; bunun yanın­da ayrıca şeytan, kötülük-insan ilişkisini aydınlatmaktadır. Allah'ın kötüyü emrettiğini söyleyenlerin bilmediklerini, Allah'a iftira attıklarını da vurgula­maktadır. Aynı konu Bakara sûresinin 169. âyetinde gündeme taşınmaktadır. Allah hakkında bilmediklerini konuşmak, söylemek, Allah'a iftiradan başka bir şey değildir.

Âyetin bu kısmı, Allah hakkında bilerek konuşulmasını emretmektedir. Allah hakkında bilmeden konuşmak, müşriklik alâmetidir. Allah hakkında bilmeden konuşan müslüman, müşrikle aynı fiili paylaşmaktadır. Böylece Allah, din âlimlerine çok önemli ve hayatî bir kanun sunmaktadır. Din eğiti­mi, eğittiği insanlara pek çok şeyi öğretme yerine, Allah hakkında bilmediği­ni söylememe ahlâkını kazandırmalıdır. Halka da bilmediğini Kur'ân'ı bile­ne sorma alışkanlığını kazandırmalıdır. Nahl sûresinin 43 ve Enbiyâ sûresi­nin 7. âyetleri, bu ahlâkın kazandırılmasını öngörmektedir. Dini tahrip eden, insanları dinden uzaklaştıran en önemli husus, bilmediği halde Allah hakkın­da konuşmaktır. Dinde Allah'ın haram, helâl demediği bir şeyi, Allah demiş gibi göstermek kadar dine yapılan bir zulüm yoktur. En'âm sûresinin 93. âye­tinde bu durum, zulüm olarak nitelendirilmektedir.[21]

 

Allah Neyi Emreder?

 

29. De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çeviriniz ve dini yalnız Allah'a has kı­larak O'na yaharınız. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.

Âyetin analizinden birtakım neticeler çıkartmak mümkündür. Ancak, âyeti bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklamak gerekir. Bir önceki âyette, Allah'ın kötüyü emrettiğini söyleyenlerin yanlış konuştuğuna dikkat çekil­mişti. Bu âyette ise, Allah'ın neyi emrettiği sorusu cevaplandırılmaktadır.

1. "De ki: 'Allah adaleti emretti". Yüce Allah burada doğ­rudan "adalet" kelimesini, "oran adaleti" anlamına gelen kist kelimesini kul­landı. Bu kelimeyi kullanmasının bir amacı, adalet kelimesine farklı bir an­lam kazandırmaktır. Bu farklı mânayı Âl-i İmrân sûresinin 18. âyetinde bu­luyoruz. Bu âyette kist kavramı, kelime-i tevhîd anlamında kullanılmıştır: "Allah kendinden başka tanrı olma­dığını tam adaletle hükmederek açıkladı...".

Bu âyetten hareket edersek, A'râf sûresinin 29. âyetindeki "Allah ada­leti emretti" ifadesini, "Allah tek Allah inancını emretti" şeklinde ifade et­mek mümkündür. Bu mânayı İbn Abbâs'ın verdiğini bize Râzî nakletmekte­dir. Hâzin de İbn Abbâs'ın bu görüşünü açarak nakletmektedir. Buradaki ada­let zâtı, sıfatı ve fiilleriyle Allah'ın bir olduğunu ve eşi olmadığını bilmektir.

Zemahşerî de tevhîd inancı olduğunu, ikinci mâna olarak vermektedir.

Lokman sûresinin 13. âyetine göre şirk zulüm olunca, tevhîd inancı da adalet olmaktadır. Kavramın açıklamasına bu açıdan yaklaşmak da mümkün­dür. Şirk zulüm, tevhîd adalettir. Tersinden hareket edersek, zulüm, şirk; adâ-iet. tevhîddir. İbn Abbâs bu formülü bize sunmaktadır.

A'râf sûresinin 29. âyetindeki "Benim Rabbim adaleti emreder" ifade­sini bir önceki âyete bağlı olarak mânalandırırsak, o zaman "adalet" fahşâ denen yüz kızartıcı davranışın zıddı olur. Mâna olarak adalet, doğru olanı yapmak mânasına gelir. O takdirde Muhammed Esed'in "Benim Rabbim doğru olanın yapılmasını emretmiştir" şeklindeki meali haklılık kazanır. Al­lah kötülüğü değil, iyiliği emreder demek gerekir. Ama bize düşen bu iki mâ--ınm ayn ve birbirine zıt olmadığını, aynı yere vardıklarını göstermektir. Bir insanın izleyeceği en doğru şey, Allah'a inanması, O'nu birlemesidir. Bundan daha doğru yapılacak bir şey var mıdır? O zaman İbn Abbâs ile Muhammed Esed'in görüşlerini bir araya getirmiş oluyoruz.

2. "Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çeviri­niz". Âyetin bu kısmını "kıbleye yönelme" olarak mânalandıranlar vardır, yani "Namaz kılarken yüzlerinizi kıbleye çeviriniz" denmektedir. Bize göre buradaki vech kavramı, "yüz" anlamına gelmekle beraber, esas anlamı "bü­tün benlik"tir. "Secde anında ya da namaz kılarken bütün benliğinizi Allah'a çeviriniz" denmektir. Burada mescid kavramı, "secde edilen yer, secde edi­len an" demektir. Bu mânadan hareketle diyebiliriz ki, buradaki secde kavra­mı, insanın bütün eylemlerini ifade etmektedir. "Her eyleminizde bütün ben­liğinizi Allah'a çeviriniz" mânasındadır. O zaman kist denen adalet tamam­lanmış olacaktır. Sadece diliyle Allah'ın varlığını ve birliğini ifade etmek de­ğil, bütün benliğini Allah'a çevirmek de gerekiyor. Her işinde bütün benliği­ni Allah'a çevirmenin hem peygamberin hem de muhsinlerin işi olduğu diğer âyetlerde de vurgulanmaktadır. "Bilâkis, kim muh-sin olarak bütün benliğini Allah'a döndürürse..." (Bakara 2/112), "Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: 'Ba­na uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim" (Âl-i İmrân 3/20). Son âyetteki "kendimi" kavramı, "benliğimi" demektir. Tevhîd inancı, inşamn bütün benliğini sarmalı, yoğurmak ve onu alıp Allah'a yöneltmelidir.

3. "Ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarınız". Âyetin bu kısmı, Allah'ın neleri emrettiğinin üçüncü merhalesini teşkil et­mektedir. Dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarmak, O'na dua ve kulluk etmek, tevhîd inancının bir boyutunu teşkil etmektedir. Din Allah'a aittir. Dua ve kulluk sadece Allah'a yapılır. Buradaki bir aksaklık, tevhîd inancını teme­linden altüst ederek yıkar. Bütün benliğini, her eyleminde Allah'a çevirmek, her işinde Allah'ı yanında hissetmek, yanında olduğunu bilmek, her işinde onun irâde ve yaratmasının müdahalesi olduğunu bilmek ve inanmak, dine beşerî düşünce karıştırmadan Allah'a ait olduğunu bilmek ve öyle yapmak, bunu duasında da gerçekleştirmek, tevhîd inancını canlı tutmak anlamına gelmektedir.

Yüce Allah, dini Allah'a tahsis ederek O'na dua etmenin ne anlama gel­diğini daha önce En'âm sûresinin 56. âyetinde şu şekilde ifade etmişti: "Deki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi'. De ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidâyete erenlerden olmam!"

Bunun anlamı, şirke bulaşmamak ve din konusunda arzulara yer ver­memektir. Dine insanın arzusu karışmamalıdır. Din alanı sadece Allah'a ait­tir. Hidâyet denen doğru yol da budur. "Dikkat et! Halis din yal­nız Allah'ındır" (Zümer 39/3) denirken, bütün yabancı maddelerden arınmış altına saf altın dendiği gibi, bütün beşerî düşüncelerden, arzulardan arınmış saf dine de Allah'ın dini denir. Zümer sûresinin 11 ve 14. âyetlerinde aynı inanca ve uygulamaya peygamberin de sahip olması emredilmektedir. Din Allah'a has kılınarak O'na ibadet edilmelidir.

4. "İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz". Bu ifade âhirete, yani öldükten sonra dirilmeye imanı anlatmakta, Allah'tan geldiğimizi ve yine ona döneceğimizi hatırlatmakta, buna inanılmasını iste­mektedir. Böylece insanın nereden geldiğini, nereye gideceğini bilmesini Al­lah emretmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki Allah kötüyü değil, tevhîd denen adaleti, eylemlerinde bütün benliğini Allah'a çevirmeyi, dini Allah'a ait kılarak O'na yalvar­mayı ve yaratıldığımız gibi O'na döneceğimizi emretmektedir. Bu dört şey, dini dört boyutuyla özetlemektedir. Tevhîd inancı, ibadet ve eylemlerinde sa­dece Allah'a yönelmeyi ve âhirete inanmayı öngören bu âyet, Allah'ın neleri emrettiğini, din bilginlerinin insanlara neleri öğretmelerinin gerekli olduğu­nu gündeme taşımakta ve programına koymaktadır.

Bu âyette, din eğitiminin programı ve üzerinde durulması gereken ko­nuların tesbiti yapılmaktadır. Günümüzün yararlı fakat karmaşık olan dinî konularından biri, "dini Allah'a has kılmamak ve O'na bu şekilde dua et-mek"tir. İnsanlar dini beşerîleştirip Allah'tan başka varlıklara dua edip yar­dım dilemektedirler. Dini Allah'a has kılıp dua etmedikçe, insanlık şirkten kurtulamayacaktır.

Sağlam din nedir? Bu sorunun cevabı verilmedikçe, bu husus din eği­timcileri tarafından halka öğretilmedikçe, görevlerini yerine getirmiş olmaz­lar. Sağlam dinin ne olduğu sorusu Beyyine sûresinin 5. âyetiyle cevaplandı­rılabilir: "Halbuki onla­ra ancak, dini yalnız Allah'a has kılarak ve hâlis müminler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur". Allah'a kulluğun nasıl yapılacağını açıklayan bu âyet, birinci merhaleye, dini Allah'a has kılmayı koymaktadır. Samimi mümin olmak, gönlünde şirkten bir iz bulunmamaktır. Böyle bir gönülle Allah'a kulluk edip namazı kılmak ve zekâtı vermek gerekir. Sağlam dinin tanımını Allah bu şe­kilde yapmaktadır.[22]

 

Allah Kulunu Saptırır Mı?

 

30. Allah bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sa­pıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğ­ru yolda olduklarını sanıyorlar.

Âyetin analizinden hem eğitim hem de kader konusunda bazı genelle­melere varmak mümkündür.

1. "Allah, bir grubu doğru yola iletti". Bu ifadede eğitici bir ey­lem yer almaktadır. Allah'ın beşerî âlemle ilişki kurmasının bir yolu da hidâ­yet, yani doğru yola iletmesidir. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, insanın doğru yolda olmasını kendi gücünün eseri olarak görmesi doğru de ile bura. yaş­tığına inanması, tehlikeli bir inanış şeklidir. Hidâyeti Allah'tan başkasına bağlamak doğru değildir ve bu inanış biçimi şirke kadar gidebilir. Tâhâ sûre­sinin 50. âyetine göre hidâyet, yani doğru yola iletme Rab sıfatının tecellî et­mesidir.

2. "Bir gruba da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler". Yüce Allah hidâyetin, yani doğru yola iletmenin, sapıklıkla olan ilişkisinin farkını ortaya koyarken, sebep-sonuç ilişkisini kullanmaktadır. İnsanın sa­pıklığı hak etmesinin sebebi, kendi eylemidir. Ayetteki sebep, şeytanı dost edinmektir. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek, sapıtmayı hak etmektir. Bu demektir ki insan yanlış bir iş yapmazsa, Allah ona yanlış gitmeyi nasip et­meyecektir.

Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek, sapıklığı kaçınılmaz hale getir­mektedir. Allah'ı bırakmayanları ve şeytanı dost edinmeyenleri Allah doğru yola iletmektedir. Demek ki hidâyetle sapıklığı getiren, insanın gönlüdür. Gönüldeki oluşumlara göre Allah müdahalesini yapmaktadır.

3. "Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar". Tedavi edilmesi mümkün olmayan boyut da burasıdır. En büyük hata, yanlışta olduğu halde doğru yolda olduğunu zannetmektir. Yanlışı doğ­ru zannetmeyi düzeltmek çok zordur. Çünkü bu konudaki "zan", gönle doğrunun ışıklarının girmesine mani olmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki, sapmanın iki sebebi vardır: Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek, yanlışta ol­duğu halde kendisinin doğru yolda olduğunu zannetmek.[23]

 

Allah İsraf Edenleri Sevmez:

 

31. Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbise­lerinizi giyiniz; yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz, çün­kü Allah israf edenleri sevmez.

Bu âyetin, kendisinden sonra gelen âyetin bir başlangıcı durumunda ol­duğu anlaşılmaktadır. Bir sonraki âyetten anlıyoruz ki, birileri süsü ve bazı yemekleri haram kılmıştı. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirmiştir. İbn Ab-bâs bunu müşriklerin hac tatbikatına bağlayarak özetle şöyle demektedir: Câhiliye döneminde Arap kabileleri Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Er­kekler gündüz, kadınlar da gece tavaf yaparlar, Mina'ya elbiselerini tama­men çıkartarak girerlerdi. Bunun sebebi, günâh işledikleri elbiselerle oralara girilmezdi. Bazıları da o ibadetlerini çıplak yapmayı uğur sayarlardı. Kureyş kabilesi tamamen çıplak değildi, yaşayacak kadar yiyor, fakat et ve iç yağı emiyorlardı. Müslümanlar da bunlar gibi yapmak isteyince bu âyet indiril­miştir.

İbn Abbâs'ın naklettiği bu uygulama, aşağıda ilişki kurulacak âyetlerin ruhuna uygun düştüğü için kabul edilebilir görünmektedir. Ama tartışılacak yönü olduğu da bir gerçektir.

1. Ayetin bağlantıları. Daha önce En'âm sûresinin 138. âyetinde şu ifa­de yer almıştı: "Onlar, saçma düşüncelerine göre dediler ki: 'Bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez'. De ki: 'Allah, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti?" (En'âm 6/143).

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, müşrik Araplar, kendi görüşlerine göre ba­zı gıdaları kendilerine yasaklamışlardı. Aslında bu yasakların, hakikatle bir alâkası yoktu. Beslenme konusunda insana hiç zararı olmayan, tam tersine gıda olan şeylerin yasaklanmasının yanlış olduğuna En'âm sûresinin 145. âyetinde dikkat çekilmişti. Hayvanî gıdalardan nelerin yasak olduğu, Mâide sûresinin 3 ve 145. âyetlerinde açıklanmıştı.

En'âm sûresinin 145. âyetinde hayvanî gıdalardan hangilerinin haram olduğunun vahiyde aranması gerektiği emredilmektedir. Diğer taraftan bu âyetin A'râf sûrenin 26. âyetiyle de alâkası vardır. Çünkü orada insanın av­ret yerlerini örten ve bir süs olan elbiseyi öğrettiğine dikkat çekilmektedir. Süs olan bir giysiyi kimsenin haram edemeyeceği, A'râf sûresinin 31. âyetin­de açıklanmaktadır.

Demek ki Hz. Peygamber döneminde insanlar geçmişten gelen gele­neklere göre, giyinme ve bazı yemekler konusunda aşın giden uygulamalar­da bulunuyorlardı. Mâide sûresinde başlanıp En'âm sûresinde devam edile­rek, A'râf sûresinde değerlendirmeleri yapılmak suretiyle, bu uygulamaların yanlışlığı gösterilmektedir. Bu da bize Kur'ân'ın girdiği bir kültürdeki gele­neklere karşı nasıl tavır takınacağını anlatmaktadır. Kur'ân'ın en önemli so­runlarından birinin, gıda ve giysi konusundaki uygulamalar olduğu gösteril­mektedir.

2. 'Ey Âdemoğullan! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!" Âyetin bu kısmı, hem A'râf sûresinin 26, hem de 29. âyetleriyle bağlantısı vardır. "Süsle" ilgilenmesi bakımından 26; "secde" ile alâkalandırılması bakımından da 29. âyetle bağlantısı vardır. "Her secde ettiğinizde" 29. âyetle 31. âyetin ortak yönlerini teşkil etmektedir. "Secde ettiğinizde" demek, namaz kıldığınızda demektir. 29. âyette "her ey­leminizde" mânasını verdiğimiz bu bölümden önce, "Bütün benliğinizi Al­lah'a çeviriniz!" emri yer almıştı. 31. âyette ise "Güzel elbiselerinizi giyi­niz!" emri yer almaktadır.

Buradaki ziynet kavramını, "elbise" anlamına alabiliriz. Âdemoğullan, camiye namaz kılmak için gittiklerinde en güzel elbiselerini giyeceklerdir. Özellikle toplu ibadetlerde güzel görünümü öne çıkaran bu âyet, Kur'ân'ın temizliğe verdiği önemi göstermektedir.

Âyetteki ziynet kavramını, "takva elbisesi" mânasına da alabiliriz. 29. âyette geçen "Bütün benliğinizi Allah'a yöneltiniz!" emrinde takva elbisesi­nin ne anlama geldiği anlatılmıştı. "Namaz anında ziynetinizi takınınız!" ifa­desi, "Bütün eylemlerinizde takva elbisesini giyiniz!" anlamına gelebilir. Bu­radaki ziynet kavramı, manevî anlamda takva elbisesini, yani iç süsü ifade et­miş olabilir. Âyetteki ziynet, yani süs kavramı, maddî anlamda iyi giyinişi, manevî anlamda da takva elbisesini ifade etmektedir. "Her secde edişinizde" her namaz vaktinde, yani her eyleminizde demektir. İnsanlar, özellikle müs-lümanlar bütün eylemlerinde iç süsü olan takva elbisesini giymelidirler. Müslüman ne dış görünüşü ne de iç yapısı itibariyle pejmürde bir görünüm arzetmelidir. Dış pejmürdelik, kısa zamanda giderilebilir, ama iç pejmürdeli­ği, yani beyin ve gönül pejmürdeliğini ortadan kaldırmak kolay olmadığı için, onun giderilmesi uzun bir zaman isteyebilir.

3. "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez". Daha önce nüzul sebebini açıklarken, müşriklerin hac görevi sırasında, bazı yemekleri yemedikleri ve yeterince gı­da almadıkları söylenmişti. Âyet, sadece tarihî bir olgunun sınırlan içinde kalamaz ve orada hapsedilemez, dolayısıyla âyette evrensel mânada yeme ve içmede savurganlığın ele alındığını görüyoruz.

Yeme içmede israf, yani savurganlık birilerinin geçiminde eksiklik an­lamına gelmektedir. Onların geçimindeki eksiklik sosyal dengelerin bozul­ması demektir. Böyle bir durum da adaleti ortadan kaldırır. A'râf sûresinin 29. âyetindeki kıstı, adalet anlamına alınca, sosyal dengeleri bozanların Al­lah'ın emrini yerine getirmedikleri ortaya çıkacaktır.

Âyetin birinci bölümünde geçtiği gibi, her eyleminizde takva elbisesi­ni giyinince, savurganlık önlenmiş olacaktır. Yüce Allah burada farklı bir metot kullanmaktadır. Önce emir vererek, yani takva elbisesini giydirerek, sonra da savurganlık yasağım koyarak konuyu bütünleştirmektedir. Demek ki insanlara bir şeyi yasaklamadan önce, onlara bazı davranışları kazandır­mak gerekir. Yapması gerekenleri bilmeden, hayata geçirmeden, yapmaması gerekenleri emretmenin anlamı yoktur. Dinî anlamda önce farzlar, sonra ha­ramlar gelmelidir. Önce iyinin bilgisi ve eğitimi yapılacak, sonra kötü olan yasaklanacaktır. Bu aynı zamanda din eğitimcilerinin metodu olmalıdır.

Âyetin sonunda ceza olarak "sevgisinin esirgenmesi" söz konusu edil­mektedir. Sevginin esirgenmesi, en önemli eğitim metotlarından biridir. Böy­lece Allah yanlışı, hukukî alanda değil de eğitim alanında tartışmaktadır. Çünkü hukukî alanda sevgiye yer yoktur. Sevginin eğitim alanında yeri oldu­ğu için, bu alanda da en etkili yol, insanı sevgiden mahrum bırakmaktır. Ço­cuk terbiyesinde ve genel eğitimde sevgiden mahrum bırakmak, bu hissin uyandırılmasında etkili olacaktır. Savurganları Allah sevmediği gibi insanlık da sevmez.[24]

 

Allah'ın Helâl Kıldığını Haram Kılmak:

 

32. De ki: "Allah'ın kullan için yarattığı süsü ve temiz azıkları kim haram kıldı?" De ki: "Onlar, dünya haya­tında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir". İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.

31. âyetin bu âyetle de bir ilgisi vardır. Birileri Allah'ın temiz rızıkları-nı haram kıldı, ki 31. âyette ziynetlerin takılması ve meşru olan her şeyin yiyilip içilmesi helâl kılınmıştı. Kimlerin, elbiseyi ve bazı hayvanî helâl gıda­ları haram kıldığı 31. âyetin tefsirinde açıklanmıştı.

1. "Allah'ın kulları için yarattığı sü­sü ve temiz azıkları kim haram kıldı?" Bunun anlamı, bu alana kimsenin ka-rışamayacağı, fetva veremeyeceğidir. Çünkü Allah'ın helâl dediği bir şeyi başkasının haram kılma yetkisi olamaz. Rızkın temizi, insana zarar vermeyen sıhhatini bozmayan gıdalardır. Mâide sûresinin 3. âyetinde belirlenen gıdala­rın ve yine Mâide sûresinin 90. âyetinde belirlenen alkollü içkilerin haram kı­lındığı, ama bunların dışında kalanların helâl olduğu ifade edilmektedir. Fer­de ve topluma zarar veren gıdalar, temiz olmadıklarından haram, ferde ve topluma faydalı olan nzıklar da temiz olduklarından helâldir.

Bir gıdanın helâl ve haram oluşu, insanla bağlantılı olarak tesbit edil­mektedir. Allah gıdaların haramlığını ve helâlliğini insanın doğasına göre be­lirlemekte, insanı merkezî değer olarak almaktadır. Aksi takdirde insanın he­lâl yemesiyle Allah'a bir fayda, haram yemesiyle de Allah'a bir zarar verme­si mümkün değildir. Allah kendi menfaatine değil, kulunun menfaatine hü­küm koyduğu için, âyetin bu kısmında ibâd (kul) kelimesinin başına  lâm harfini koymuştur.

Bu açıklamadan şu noktaya varıyoruz: Allah insana yarayacak şeyleri yaratmıştır. Önce insanın fizikî çevresini yaratmış, çevreyi onun için bir be­şik ve döşek haline getirmiş, o beşik ve döşekte ona uygun gıdaları da yarat­mıştır. En son insanı yarattığına göre, insanın vücut yapısıyla, tabiattan ala­cağı gıdalar arasında bir uyum kanunu koydu. Hava, su ve diğer gıdalarla canlılığını devam ettirecek bir uyum kanunu belirledi. Biz bu biyolojik uyu­ma, tabiata intibak kanunu diyebiliriz. İnsanın biyolojik yapısına ve dolaylı olarak psikolojik yapısına zarar vermeyen her gıda, Allah tarafından helâl kımmıştır. Haram kılması da bu gıdaların dışında olanlara aittir. Âyetin bu kıs-mndaki süs kelimesini elbise anlamına alabiliriz. Elbisenin giyilmesini ha­ram kılmak mümkün değildir. Öyle devir ve öyle mekânlar olabilir ki, elbise oymek hoş görülmez ve o ortam elbiseyi yasak edebilir. Müşrikler bunu ta-uif ve diğer seramonilerinde uyguluyorlardı. Halbuki böyle bir yasak Kzr'ina uygun değildir.

2. "De ki: 'Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir". Bu nimetlerin dünyada inanan ve inanmayanlara müşterek olduğu şeklindeki yorumu Râzî yapmaktadır. Ama Râzî bu haklı yorumunu delülendirmemektedir. Bize göre bunun delili, Bakara sûresinin 126. âyeti olabilir. Hz. îbrâhim şöyle bir dua yapmıştı.

"Ey Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret günü­ne inananları çeşitli meyvelerle besle! (Allah) buyurdu ki: 'Kim inkâr eder­se onu az bir süre faydalandırırım". Bu şunu ifade etmektedir: Hz. İbrahim iman edenler için nzık istedi, ama Allah kâfirlere de rızık vereceğini söyle­di. Böylece dünya nimetlerinin herkese açık olduğuna işaret etti. Bu âyet Râzî'nin yorumunu haklı çıkartmaktadır. Bu nimetlerin âhirette sadece iman edenlere ait olacağı da vurgulanmaktadır. İnanmayanlar âhirette cehenneme gideceklerinden, bu temiz nimetlerden istifade edemeyeceklerdir. Bu duruma Bakara sûresinin 126. âyetinde işaret edilmektedir.

3."İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açık­lıyoruz" . Buradaki bilen kelimesi, "anlayıp kavrayan" mânasına gelmektedir. Anlama kapasitesi olan insanlara bu açıklamayı yaptığını vurgulayan Allah, öğretim faaliyetinin amacının insanın anlama kapasitesini harekete geçirmek olduğuna da dikkat çekmektedir. Anlama yeteneği olmayanları muhatap al­madığına da işaret etmektedir. Ama bilen kelimesini, kendi öz anlamıyla alır­sak, Allah'ın öğrettiği bilgiyi, yine bilginin üzerine temellendirdiğine şahit oluyoruz. "Para parayı kazanır" sözü gibi, "Bilgi bilgiyi çağırır" diyebiliriz. Bir yerde alt yapıyı bilgi oluşturmuyorsa, oraya bilgi oturtmak, bilgi tohumu­nu ekmek ve gerekli değişimi gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunun an­lamı şudur: Allah doğrudan bilgiyi muhatap aldığı, bilgiyi bilgiye emanet et­tiği için bilen toplumu öne çıkarmaktadır.[25]

 

Allah'ın Haram Kıldığı Şeyler:

 

33. De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günâ­hı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil in­dirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hak­kında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır".

Bu âyet En'âm sûresinin 151 ve 152. âyetinin devamı durumundadır. O âyetlerde Hz. Peygamber'e Allah'ın haram kıldıklarını insanlara okuması ya­ni öğretmesi emredilmişti. Burada da aynı haramların devamı gündeme geti­rilmektedir.

1. Açık ve gizli kötülükleri yasakladı. Bu âyette birinci sırayı alan bu yasak, En'âm sûresinin 151. âyetinde dördüncü sırada yer almaktadır. Âyette geçen fevâhiş kavramı, fahişenin ço­ğuludur. İsrâ sûresinin 32. âyetinde zina fiiline bu ismin verildiğini okuyo­ruz. Yüz kızartıcı bütün fiiller bu kavramın içine girdiği için, sadece zina an­lamında tekil olarak getirilmemektedir. Âyetin gizli ve aşikâr olan yüz kızar­tıcı davranışları yasaklaması, toplumun ahlâkî dengelerinin bozulmasının kö­tü olduğunu vurgulamak içindir. Bu haramı çiğnemek, toplumun hakkına te­cavüz etmektir.

2. "Günâh" ı yasakladı. Buradaki ism kavramı, özel anlamda al­kolün içilmesine tahsis edilmiştir. Bakara sûresinin 219. âyetinde hem kuma­ra hem de alkole özgü kılınmıştır. " Kumarla alkolün günâhı, faydasından daha büyüktür". Bu kelimenin geçtiği bazı âyetler şun­lardır: İnsanların malını haksız yere yemek günâhtır (Bakara 2/188); günâh, benlik ve gururun insanı götüreceği davranıştır (Bakara 2/206); darda kalan insamn yasak etlerden yemesinde aşırı gitmesi de günâhtır (Mâide 5/3); yanlış söz günâhtır (Mâide 5/63); zannın bir kısmı günâhtır (Hucurât 49/12); Al­lah'a ortak koşmak Allah'a büyük bir günâhla iftira etmektir (Nisa 4/48); iş­lediği suçu başkasına yüklemek günâhtır (Nisa 4/112); vasiyeti değiştirmek günâhtır (Bakara 2/181). Allah bunların hepsini yasaklamıştır.

3. "Haksız yere sınırı aşma" yi yasakladı. Bu ifadede yer alan bağy kelimesi, "başkasının elindekine göz dikmek, isyan" mânala­rını ifade etmektedir. Kâdî Beyzâvî, Hâzin ve Zemahşerî ise bu kelimeyi, "zulüm ve kibirlenme" olarak tanımlamaktadırlar. Râzî'nin dediği gibi, bağy "bir kimsenin malına, canına ve ırzına saldırmak"tır.

4. "Hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Al­lah'a ortak koşma" yi yasaklamıştır. Buradaki "delil indirmekten" maksat, Allah'a şirk koşmanın ve O'nun eşi olmasının imkânsızlığıdır. Allah'a eş koş­mak için veya O'nun eşi olacağının bir delili olamaz. Onun içindir ki delil in­dirmekten bahsedilmiştir.

5. "Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi" haram kıldı. Bu âyette yasaklanan dördüncü eylem, Allah hakkında bilmeden konuşmaktır. Bu bir çeşit Allah'a iftiradır, bu da zulümdür. Allah hakkında ileri geri konuşma, insana ne gibi zarar getirir? Bu sorunun cevabını Hac sû­resinin 3. âyeti vermektedir: "İnsanlar­dan, bilgisi olmadığı halde Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şey­tana uyan birtakım kimseler vardır". Demek ki Allah hakkında bilgisizce ko­nuşmak, insanı şeytana uymaya götürmektedir.

Hac sûresinin 8 ve 9. âyetleri, bunun başka bir neticeye varacağını söy­lemektedir: "insanlardan bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve aydınlatıcı bir ki­tabı olmadığı halde, sırf Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik vardır, kı­yamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız".

Demek ki Allah hakkında bilmedikleri şeyleri konuşanlar, şeytana tâbi oluyor, dünyada alçaltıcı, âhirette de yakıcı azaba çarptırılıyorlar. Bu haram­ları kısaca şöyle sıralayabiliriz: Fuhuş, günâh, zulüm, şirk ve Allah hakkında yalan söylemek. Bu dört yasak, İslâm dinini teşkil eden Kur'ân'ın temel konulan arasında yer almakta ve en başta gelmektedir.[26]

 

Ecel Ne One Alınır Ne De Sonraya Bırakılır:

 

34. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince, ne bir an geri kalırlar ne de bir an öne gelebilirler.

Kur"ân'da bu âyetin içeriğini taşıyan başka âyetler vardır (Yûnus 10/49; Hıcr 15/5; Mü'minûn 23/43). Burada açıklanması gereken kavramlar vardır. Ümmet kavramının geniş şekilde anlatımı, Bakara sûresinin 144. âyetinde yapıldı. Burada başka bir açıdan bakmayı istiyoruz. Buradaki ümmet kavra­mı, dinî bir grubu, yani bir dine mensup, bir peygambere inanan insan gru­bunu ifade etmemektedir. Buradaki anlamına birkaç açıdan bakabiliriz.

1. Bütün canlı çeşitleri bir ümmet teşkil ederler. Meselâ her hayvan çe­şidi kendi arasında bir ümmettir. Gökte uçan kuşlar, yerdeki hayvanlar birer ümmet durumundadır. Bunlar da kendi içlerinde alt gruplara ayrılırlar. Onlar da birer ümmet teşkil ederler. İnsanlar ve cinler de birer ümmettirler. İnsan­lar da kendi içlerinde kabile, millet, aşîret denen ümmetlere ayrılırlar.

"Her ümmetin bir eceli vardır" denirken, her canlı grubunun bir eceli olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu âyet, hayvanların, cinlerin ve insanla­rın teşkil ettiği grupların bir eceli vardır, anlamına gelmektedir. Hayvanların da bir ümmet teşkil ettiğinin delili ne olabilir? En'âm sûresinin 38. âyeti bu­na delildir:"Yeryüzünde yürüyen hayvanlar, iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi bir ümmet­tirler" .

2. Âyette kastedilen ümmet kavramı, sosyolojik mânada bir toplumu ifade etmektedir. O zaman, "Her toplumun bir eceli vardır" şeklinde mânalandırmak mümkündür. Bize bu ve buna benzer âyetler, fert anlamındaki ecel için delil olarak getirilmektedir. Âyetin devamındaki zamir ve fiillerin çoğul olduğu görüleceğinden, buradaki ecelin toplumsal ecel olduğu ortaya çık­maktadır. Toplumların eceli, fertlerin ecelinden daha uzundur.

Âyetin ecelle ilgili olması sebebiyle En'âm sûresinin 2. âyetine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. O âyette, ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ yer al­maktadır. Geciktirilmeyen ve öne alınamayan toplumsal ecelin olduğuna dik­kat çeken bu âyet, böyle bir muhteva içinde niçin gelmiştir? Bunu cevaplan-dırabilmek için, bir önceki âyette yer alan yasaklara bakmak gerekir. Fuhuş, günâh, zulüm, şirk ve Allah'a yalan iftirada bulunmak gibi olumsuzluklar, bir toplumun ömrünü kısaltmaktadır. Ahlâk, adalet, tevhîd inancı ve doğru bilgi­ye sahip olması, bir toplumun canı demektir. Ahlâk, adalet, tevhîd inancı ve doğru bilginin bulunmadığı toplumlar, geri dönüşü olmayan bir yıkım denen ecelle karşı karşıya kalmışlar demektir.

Ferdî ecelle toplumsal ecelin farkı burada ortaya çıkmaktadır. Ölüm dö­şeğine düşen ferdin geri dönüşü yoktur (Münâfıkûn 63/11). Ecel döşeğine düşen toplumun da kurtuluşu olmadığını, yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ifade etmektedir. Ferdin bedeninden sadece ruh ayrılır, buna karşı da bir toplumdan insanlık, medeniyet ve erdemler ayrılır. Ferdin hastalığı, mikrop­lardan meydana gelirken, toplumun hastalığı ahlâksızlığın, zulmün, şirkin ve cehaletin teşkil ettiği mikroplar sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Bu âyet bir ön­ceki âyetle bağlantılandırılınca, bunun eğitim maksadıyla yapıldığını anlıyo­ruz. Burada önemli olan, toplumu medeniyet hastahanesinin yatağına düşür­memektir. Oraya düşünce, geri dönüşünün olmayacağı vurgulanmaktadır.[27]

 

Değişim Ve Hayat:

 

35.  £y Âdemoğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim sakınır ve kendini düzeltirse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.

36. Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. On­lar orada sürekli kalacaklardır.

34. âyetin sonunda, âyetin eğitim amaçlı gönderildiği söylenmişti. Âyetten bu amaç anlaşılmaktadır. Dolayısıyla âyetlerin analizi bu amacı or­taya koyacaktır.

1. "Ey Âdemoğulları! Size kendi içiniz­den âyetlerimi anlatacak peygamberler geldiğinde...". "Âdemoğulları" diye hitap edilmesinin sebebi, bütün insanlığın hedef alınmasından dolayıdır. Di­ğer taraftan insanlara orijinleri bakımından kardeş oldukları, aynı anne baba­nın çocukları oldukları hatırlatılmaktadır. Bu ifade ile, ırkçılık yaparak top­lumlar arasına nifak sokanların yanlış yaptıkları hatırlatılarak, bu anlayışa son vermelerinin eğitimi yapılmaktadır.

2. "Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler geldiğinde...". Yüce Allah, insanlara gönderdiği elçilerini on­ların içinden seçmiştir. Bu uygulamasıyla insanlara kendi içlerinden yetişen insanlara itibar etmelerini, itaat etmelerini, onlara uymalarını öğretmektedir. Çünkü köle ruhlu insanlar, kendi içlerinden yetişen insanlara tâbi olmazlar. Elmalılı Muhammed Hamdi, Kamer sûresinin 24. âyetinin tefsirinde bu ger­çeğe işaret etmiştir.

İnsanların sorunlarını çözmek için gönderilen vahiy, onlar arasından se­çilen elçiler vasıtasıyla öğretilmiştir. Onun içindir ki bu âyette elçilerin görevleri, "anlatmak, öğretmek" olarak belirlenmektedir. İnsanların, rahatsız edici davranışlarının disipline edilmesi, haram ve helâlin belirlenmesi için, insanların mutluluğunu amaç edinen mesajların iyi anlatılması ve insanlara ulaştırılması gerekir.

3. "Kim sakınır ve kendini düzeltirse!" Ayetin can alıcı nok­tası burasıdır. Peygamberin ilâhî mesajlarla donatılıp gönderilmesi, onu in­sanlara anlatmasının amacı olarak belirlenmektedir.

a) Sakınmak. Takva kelimesiyle ifade edilen bu sakınma eylemi, insa­nın kötüye, şeytana ve nefsine karşı savunma mekanizmasını ifade etmekte­dir. Yerde sürünen bir solucana düşmanı dokunmaya görsün, hemen sakınma mekanizmasını devreye sokarak kıvranmaya başlar. İnsana düşmanı olan şeytan dokunduğu zaman, bunu hissedip hemen sakınma mekanizmasını, ya­ni takvasını devreye sokmalıdır. Başka bir örnekle şöyle anlatabiliriz: Vücu­da giren bir mikroba karşı vücudun bağışıklık sisteminin harekete geçmesi gibi, kötülüklere karşı insanın manevî bağışıklık sistemi olan takvanın dev­reye girmesi gerekir. Takvanın ne olduğu Bakara sûresinin 21. âyetinde anla­tıldı.

Peygamberlerin ilâhî mesajları insanlara anlatmalarının amacı sakınma, yani takva denen bağışıklık sistemini harekete geçirmektir. Şems sûresinin 8. âyetinde ifade edildiği gibi takva, doğuştan insanın içine yerleştirilmiştir. Al­lah'ın âyetleri takvayı harekete geçirip geliştirmektedir. Aslında insanda do­ğuştan var olan sakınma duygusu onun davranışlarına yansımaktadır.

b) Islah etmek. Sakınma duygusu harekete geçince, insanda olumlu yönde bir değişim meydana gelir. Buna ahlâkta düzeltme denir. Yanlış dav­ranışlardan, düşüncelerden ve inançlardan vazgeçip iyiye, doğruya, hakikate sarılan insan, kendinde gerekli olan düzeltmeyi gerçekleştirmiş demektir.

Peygamberlerin Allah'ın âyetlerini anlatmaktaki amaçları nedir? Bu so­ruya cevap olarak, sakınma duygusunu harekete geçirmek ve gerekli olan ıs­lahatı yapmaktır, diyebiliriz. Bu da, takva boyutuyla psikolojik değişimi, ıs­lahat boyutuyla da davranışlardaki değişimi ifade etmektedir.

4. "Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler­dir" . Gerekli olan değişim gerçekleşince, korku korkusuzluğa, keder de neşeye dönüşecektir. Kötülüklerden sakınmayan insanlar kendilerini korku ve üzüntünün içinde bulacaklardır. Bu korku ve üzüntü ferdî boyutta olacağı gi­bi, toplumsal boyutta da olabilir.

Görüldüğü gibi burada bir formül kurulmaktadır: Öğretim, değişim ve korkusuzluk. Önce Allah peygamberler vasıtasıyla mesajlarını öğretiyor, bu öğretim amacına ulaştığında, sakınma ve düzeltme denen değişimi meydana getiriyor. Bu değişim de başka bir değişimin sebebi oluyor. O da korku ve üzüntüyü fertten ve toplumdan kaldırıyor. Âyete âhiret boyutuyla yaklaşır­sak, korkusuzluğun âhirette olacağını da çıkarabiliriz. Çünkü bu dünyada takva denen iyiden yana değişimin ürünleri sadece bu dünyada değil, âhiret­te de olacaktır. Herkesin tedirgin olduğu, korktuğu, endişe ettiği ve üzüldü­ğü mahşer ortamında bunlardan sıyrılmak çok önemli bir ödüldür.

5. "Âyetlerimizi ya-[anlayanlar ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlar ateş ya­ranıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır". Burada Allah, kendi âyetlerine karşı takınılan iki tavrı gündeme getirmektedir:

a) Yalanlamak. Allah'ın âyetlerini yalanlamak, onları inkâr etmek anla­mına gelmektedir. Çünkü peygamberlerin anlattıkları âyetleri inkâr etmek, o âyetlerin hedeflediği değişime mani olmaktır. İnkâr şeklindeki bu tepkinin neticesi çok ağırdır.

b) Kibirlenmek. Allah'ın âyetlerine karşı kibirlenmek, onları küçümse­mektir. Kendi inançlarını üstün görüp fikirlerini önde tutmanın ve Allah'ın âyetlerini küçümsemenin karşılığı cehennemdir. Âyetin sonunda ebedî kala­cakları cehenneme işaret edilerek, Allah'ın âyetlerini göstermenin âhirette neye dönüşeceğine dikkat çekilmektedir. Yalanlamak, yani Allah'ın âyetleri­ni inkâr etmek, onları küçümsemek, cehennem ateşini tutuşturmaktır. Bu ateş insanın gönlünden başlamaktadır, inkâr ve kibir, âhiretteki cehennem ateşi­nin bu dünyada yanmasına sebep olmaktadır.

Şimdi 36. âyetle 35. âyetteki kavramlara mâna verebiliriz. 36. âyette sa­kınmanın karşılığı bu âyette yalanlama, ıslahın karşılığı da kibirlenmektir. Demek ki "kim sakınırsa" denirken, kim inanırsa anlamı; "kim ıslâh ederse" denirken, kim kibrinden vazgeçerse anlamı ifade edilmektedir. "Sakınmak" inkârdan kaçınmak, düzeltmek de kibrinden vazgeçmektir.

Âyette eylemlerin ulaşacağı nihaî noktalar tesbit edilip, neticeleri anıl­makta ve caydırıcı olması amaçlanmaktadır. Böylece insanlara, attıkları adı­mın nereye varacağı bilinci kazandırılmaktadır. Düşünceler, inanış ve davra­nışlar oldukları yerde kalmıyorlar, âhirete uzanan bir süreci teşkil ediyorlar. Var olan bir inanç ve eylem hiçbir zaman kaybolmaz, bir gün insanın karşı­sına çıkar.[28]

 

Daha Zalim Kimdir?

 

37. Allah'a yalan iftirada bulunan, ya da O'nun âyetle­rini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Onlara kitaptan nasipleri erişir, nihayet elçilerimiz gelip canlarını alır­ken: "Hani Allah'tan başka yalvardıklarınız nerede?" dediklerinde: "Bizden kayboldular" dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik etti­ler.

Âyetin birinci bölümü daha önce Bakara sûresinin 79; Âl-i İmrân sûre­sinin 78; En'âm sûresinin 21,93,144. âyetlerinde açıklandı. Ancak burada ba­zı açıklamalarda bulunulacaktır.

1. "Allah'a yalan iftirada bulunan ya da

O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir?" Yüce Allah iki eyle­mi burada eşitlemektedir: Allah'a yalan uydurmak, Allah'ın âyetlerini yalan­lamak. İnkârla zulüm, günâh bakımından aynı anlamı ifade etmektedir. Al­lah'a yalan uydurmak ya da O'nun âyetlerini yalanlayıp inkâr etmek, zulüm tanımının kapsamına sokulmakla, zulme yeni bir tanım kazandırılmaktadır. Aynı zamanda da adalet kavramına yeni bir tanım getirilmektedir. Allah'ın âyetlerine inanmak adalettir, onları yalanlamak da zulümdür.

2. "Onların kitaptaki nasipleri kendilerine ulaşa­caktır" . Âyetin bu kısmında geçen nasîb kelimesinin neyi ifade ettiği tartı­şılmıştır. Bu tartışmaların özetini Râzî nakletmektedir. Burada tartışmaları gündeme getirmeyi uygun bulmuyoruz. Ancak âyetin bundan sonra gelen bö­lümüne bakarak "nasib"in dünyada olduğunu anlıyoruz. Bundan hareketle Râzî'nin naklettiği son açıklamayı uygun buluyoruz. Bu durumda âyetin söz konusu kısmındaki nasip kavramının, "belirlenen ömür ve rızık" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar için önceden belir­lenen ömür ve nzıktan nasiplerine düşeni elde edecek ve onu yaşayacaklar­dır, anlamına gelmektedir. Onlar ömürlerini tamamlayacaklar, rızıklanndan da istifade edeceklerdir.

3. "Sonra da elçilerimiz gelip canlarını alırken, Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede? derler". Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, "kitaptan nasip" kavramı bu dün­yada olacaktır. Allah'a yalan uyduran veya O'nun âyetlerini yalanlayanların canını ölüm melekleri alırken, sahte tanrılarının nerede olduğu sorulacaktır. Bu soru, can alma anında onlara yöneltilecektir. Âyette ölüm melekleri, "el­çiler" olarak yer almaktadır. Allah'tan başka tanrılara tapanlar, taptıkları tan­rılar konusunda sorgulanacaklardır. Bu sorgulama can çekişme anında ola­caktır.

4. "Ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler". Kendilerinin kâfir olmalarını itiraf etmelerini bu dünyada yaşam anında yapsalardı, bunu anlasalardı, doğruya, tevhîd inancına dönmüş olacaklardı. Ölüm anında olması, onları bu imkândan mahrum etmektedir.

Yûnus sûresinin 90 ve 91. âyetlerinde ölüm anında Firavun'un iman etmesi­nin fayda vermediği gündeme getirilmiştir. Bunlara da fayda vermeyecektir.[29]

 

Cehennemde Tartışma:

 

38. Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve in­san toplulukları arasında siz de ateşe giriniz!" Her ümmet girdikçe yoldaşına lanet etti. Hepsi birbiri ardın­dan orada toplanınca, sonrakiler öncelikler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onla­ra ateşten bir kat daha fazla azap ver!" diyecekler. Al­lah da: "Zaten herkes için bir kat daha fazla azap var­dır, fakat siz bilmezsiniz" diyecektir.

39.  Öncekiler de sonrakilere derler ki: "Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın".

Her iki âyeti birbiriyle ilişkili olarak ele almak gerekir. Çünkü ikincisi birincisinin devamı durumundadır. Âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır.

1. "Allah buyuracak ki: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe giriniz". Ayetin bu kısırında sorulacak iki soru vardır. Bunlardan birincisi "Giriniz!" emrini kimin verdiği, ikincisi de kime verdiğidir. "Giriniz!" emrini Allah'ın verdiği konusunda âlimlerin çoğu ittifak etmektedir. Çünkü bu emri veren tekil ol­maktadır. Bunu melekler söyleseydi, çoğul olması gerekirdi. Ancak böyle bir yorum şu soruyla karşılaşır: Hani âhirette Allah kâfirlerle konuşmayacaktı? Çünkü Âl-i İmrân sûresinin 77. âyetinde "Kıyamet günü Allah onlarla ko­nuşmayacak" diye buyurulmuştu. Bu açıdan bakınca "Giriniz!" emrini, ce­hennem bekçisi olan meleklerin vereceğini söyleyen Mukâtil haklı görün­mektedir. Mukâtil haklı olabilir mi? Mukâtil'i şu âyetler haklı çıkarmaktadır:

"O inkâr edenler bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldiklerinde kapıları açılır, bekçileri onlara: 'Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?' derler" (Zümer 39/7).  

"Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: 'Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya derler" (Zümer 39/73). Gö­rüldüğü gibi bu âyette "Giriniz!" emrini veren meleklerdir. Ama âyetin deva­mına bakıldığında, orada buluşan nesillerin bir öncekiler için Allah'a yalva­racaklarını görüyoruz. Bundan da bu emri verenin Allah olduğu ortaya çık­maktadır. Biz de bu emrin Allah tarafından verildiğini kabul ediyoruz.

Bu emrin, cin ve insanlardan sonraki nesillere verildiği, âyetten anlaşıl­maktadır. "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları" ifadesi buna dikkat çekmektedir. A'râf sûresinin 36. âyetine dönersek, bunların Allah'ın âyetleri­ni yalanlayanlar, büyüklenip onlardan yüz çevirenler, 38. âyette geçen Al­lah'a yalan uyduran ve âyetlerini yalanlayanlar olduğu görülecektir.

Öyle anlaşılıyor ki bu tarz yanlış inanç, iftira ve kibirlenme, nesilden nesle intikal etmektedir. Bir sonraki nesil bir önceki nesle âhirette dahil ola­caktır. Önceki neslin hatasını göremeyen ve aynı yanlışları takip edip hayata geçirenlerin ortak özelliği, aynı ateşin içine girmiş olmalarıdır. Sonra gelen nesillerin daha aydın, daha derinden sorgulayan, aldığı manevî mirasın kötü etkisinde kalmayan bir şahsiyette olmaları gerekmez mi?

 2. "Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecekler". Âyette geçen uht kelimesi, "kardeşine, dindaşına, yandaşlarına, aynı fikri paylaştıklarına" demektir. Demek ki dünyada aynı düşünceyi, aynı inan­cı paylaşıp grup haline gelenleri Allah orada bir grup yapacaktır, ama onlar birbirlerine lanet edip ayrılacaklardır. Bu dünyada birbirine arka çıkıp yoldaş olduklarını ileri sürenlerin orada birbirine lanet etmesi, kabahati bir önceki nesle atması anlamına gelmektedir.

Âhiretin temel özelliklerinden biri, Zuhruf sûresinin 67. âyetinde belir­lenmektedir: "O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar hariç, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler". Bu âye­te göre takva sahipleri hariç, diğerleri birbirine düşman kesilecektir. A'râf sû­resinde geçen uht kavramı ile Zuhruf sûresinin 67. âyetinde geçen ( el-ehillâu kelimesi, birbirlerine çok yakın anlam taşımaktadırlar. Biri "yandaş, kardeş", diğeri "dostlar" anlamına gelmektedir. Yüce Allah kardeşin kardeşe, dostun dosta düşman olup lanet okumasını gündeme getirerek, bu dünyada hangi grubun içine girildiğine dikkat edilmesini istemektedir.

3. "Hepsi birbiri ardından toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey Rabbimiz! Bizi iş­te bunlar saptırdılar.Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver' di­yecekler". Sonraki nesiller önceki nesilleri kendilerini yoldan çıkarmakla suçlayacaklar ve bu suçlamayı Allah'a sunacaklardır. Bundan anlıyoruz ki, "Giriniz!" emrini veren Allah'tır. Böyle bir sahnenin anlatılmasındaki hedef, bu saptırma olayını cehennemde değil, bu dünyada anlamamız gerektiğidir.

Aynı yalvarma şekli Ahzâb sûresinin 67-68. âyetlerinde de görülmektedir: "EyRabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdı­lar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rah­metinden kov!" Ahzâb sûresinin bu âyetlerinde, lanet ve iki kat azap isteği ile suçu büyüklerine atma vardır. Aynı olgu A'râf sûresinin 38. âyetinde de yer almaktadır. Bu dünyada kötülerin etkisi altında kalmanın, yanlış eğitimin, sosyal ilişkilerin ağırlığı vurgulanmakta; grup psikolojisinin ferdin psikoloji­sini nasıl devre dışı bıraktırdığı, insanların irâdelerinin ellerinden alındığı an­latılmaktadır.

Ayetin bu kısmında yer alan kelimesi, "kat kat" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin İmâm Şafii tarafından miras hukukunda kullanıl­dığını Râzî bize nakletmiştir. Bu keilme bir taraftan ceza diğer taraftan da mi-

zi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız, iman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır" (Sebe' 34/37).

Ahzâb sûresinin 30. âyetinde azabın "iki kat" verilmesinden bahsedilir­ken j*iîf dı'feyn kelimesi kullanılmaktadır. Bakara sûresinin 265. âyetinde sevabın iki kat verilmesini ifade ederken de Allah bu kelimeye yer vermek­tedir. Demek ki cehenneme giden sonraki nesiller önceki nesillere kat kat azap vermesi için Allah'a dua edeceklerdir. Onların bu duasına Allah'ın ceva­bı şu olacaktır.

4. "Allah da: 'Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz' diyecektir". Bunun anlamı şudur: Bir son­raki neslin bir önceki nesilden şikâyet edip fazla azap dilemesi, zincirleme olarak devam edecektir. Bir öncekinden şikâyet eden nesilden bir sonraki de şikâyet edecektir. Her nesil bir sonrakini yanlışa sevketmesi, yoldan çıkarma­sı, yanlış eğitim verip kötü etkide bulunması sebebiyle azap görecektir. Bu durum Nahl sûresinin 25. âyetinde şu şekilde açıklığa kavuşturulmaktadır: "Kıyamet gü-nünde kendi günâhlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta ol­dukları kimselerin günâhlarından da bir kısmını yüklenmeleri için. Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!"

Yüce Allah, onların nasıl azap göreceklerini onların bilmediklerini söy­lemektedir. Gerçi Allah kitabında bunu açıklamaktadır, ama onlar dini inkâr ettiklerinden böyle bir değerlendirmenin olacağından haberdâr olamayacak­lardır. Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, onlara karşı kibirlenip yüz çevirme­leri, Allah'a iftira etmeleri, bu bilgisizlikleri sebebiyle olacaktır.

5. "Öncekilerde sonrakilere derler ki: 'Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptık­larınıza karşı azabı tadınız!" A'râf sûresinin 39. âyetindeki bu ifadeden an­lıyoruz ki, cehennemde bile üstünlük meselesi gündeme gelecektir. Üstünlük söz konusu edildiğine göre, bu sözü konuşanların dünyada nesillere yön ve­ren yöneticiler, eğiticiler, anne babalar olması büyük ihtimaldir. Bu durumun bir benzeri, Kur'ân'ı inkâr eden ileri gelenlerle, onların yoldan çıkardığı za­yıf şahsiyetli kimselerin ele alındığı Sebe' sûresinin 31-33. âyetlerindedir.

"Sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur" ifadesine başka bir açıdan bakabi­liriz: "Aramızda hiçbir fark yoktur" mânasına aldığımızda, "Siz de günah­kârsınız, işlediğinizin azabını tadınız!" diyeceklerdir. Âyete göre onlar, yol­dan çıkarılanla yoldan çıkaranın orada bir farkı olmayacağım ifade etmekte­dir. Âyetteki üstün mânası verilen S£ fadl kelimesine, "fark" mânası vere­biliriz. Bunun başka bir anlamı da, sonraki nesil olduğunuza göre, bizden farklı olmanız gerekirdi. Sonraki nesillerin daha hür iradeli, kendi irâdesine, düşüncesine ve kimliğine sahip çıkanlar olması gerekirdi. Hür irâdenizi kul-lanmamamz da size bir yükümlülük getirmektedir. Hür irâdenizi kullanma­manız bakımından aranızda hiçbir fark yoktur, anlamında bu ifadeyi kullana­caklardır.

Demek ki bu dünyada nesillerin birbirini kötü mânada etkilemeleri, on­ların irâdesine, düşüncesine ve hayat tarzına tecavüz etmelerinin sonuçları, âhiretteki tartışmaya kadar uzanacaktır. Olumsuz eğitimin kötü sonuçları, ce­hennemde bile konu edilecektir. Kötü etki, yanlış eğitim, öteki hayatı da sar­sacak, cehennemi tartışma alanına çevirecektir. Kötü etkiler ve yanlış eğitim nesillerin sadece bu dünyasını karartmıyor, ateşe çevirmiyor, öteki dünyala­rını da ateşe çeviriyor.

A'râf sûresinin 38-39. âyetleri gönderilmekle, iki boyutlu bir eğitim gö­revi yapılmaktadır. Önceki nesillere, sonraki nesillerinin kendilerinden şikâ­yetçi olmayacakları bir etki ve eğitim alanı oluşturmaları; yeni nesillere de hür irâde, düşünce ve kararlarını kullanarak yetişkin neslin kötü etki ve yan­lış eğitiminin etkisi altında kalmamaları öğütlenmektedir. Çünkü hür irâdesini ve düşüncesini kullanıp yetişkin neslin etkilerini sorgulamayan nesiller, öteki dünyada bunun cezasını çekecektir. Hür irâdenin ve düşüncenin kulla­nılmamasının vebali çok ağır olacaktır.[30]

 

Mücrimlerin Durumu:

 

40. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibir­lenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açıl­mayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalan­dırırız.

41.  Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üzerlerine de örtüler vardır. İşte zâlimleri böyle cezalandırırız.

Bu âyet daha önce açıklandığı gibi, 36. âyetin açılımı durumundadır. Orada Yüce Allah, kendi âyetlerini yalanlayanların ve onlara karşı kibirle-nenlerin cehennemde ebedî kalacaklarını buyurmuştu. Şimdi bu âyette de on­ların cennete asla giremeyeceklerini başka bir anlatımla gündeme getirmek­tedir.

1. Mücrim kimdir? Bu âyette "suçlu" anlamına gelen mücrime bir ta­nım getirilmektedir. Buna göre "Allah'ın âyetlerini yalanlayan, yani inkâr edip onlara karşı kibirlenmek isteyenler"e mücrim denmektedir. Yûnus sûre-

tanımlanmaktadır: Allah'a karşı ya­lan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlimdir? Bile­siniz ki suçlular asla kurtuluşa eremezler". Demek ki mücrim denen suçlu, Allah'a yalan iftirada bulunan, âyetlerini inkâr eden kimsedir.

Yûnus sûresinin 50. âyetine göre, Allah'ın azabını acele isteyen kimse­ler, mücrimlerdir. Kasas sûresinin 78. âyetine göre, günâhlarından sorgulan­madan cezalandırılacak olanlar mücrimlerdir. Dünyada kendi hür irâdesini ve düşüncesini kullanamayıp kolayca etki altında kalıp haktan dönen kimse­ler mücrimlerdir (Rûm 30/55). Günahkâr olduğunu anladıktan sonra mahşer­de Allah'ın huzurunda başlarını eğip bir daha bu dünyaya gelmek isteyecek olanlar mücrimlerdir (Secde 32/12). Mahşerde diğer insanlardan ayrılıp fark­lı muamele görecek olanlardır (Yâsîn 36/59). Allah'a karşı ululuk taslayan, peygamberleri taşlayan, peygamberlere inanmayan kimselere mücrim den­mektedir (Duhân 44/19-22). Mahşerde simalarından tanınan, perçem ve ayaklarından yakalananlardır (Rahman 55/41). Suçlular, cehennemi yalanla­yanlar ve o yalanladıkları cehennemde kaynar suda dolaşanlardır (Rahman 55/43-44). Homoseksüelliği hayat tarzı edinip Allah'ın taş yağdırarak ceza­landırdığı kimselerdir (A'râf 7/82-84). Günâh işleyip Allah'tan yüz çeviren­lere denmektedir (Hûd 11/52). Yüce Allah'ın azabını asla geri çevirmeyece­ği kimselerdir (Yûsuf 12/110). Peygamberle alay edip inkarcılığını gönülle­rinin duvarlarına işleyenlerdir (Hicr 15/11-12). Mahşerde amel defterleri önüne konduğunda, o defterin her şeyi sayıp döktüğünü görünce, çok ağır pişmanlık duyacak olanlardır (Kehf 18/49). Mücrimler, peygamberlere düş­mandır (Furkan 25/31). Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve Allah'ın he­lak ettiği suçlulardır (Duhân 44/34-37). Sapıklık ve çılgınlık içinde olanlar­dır (Kamer 54/47). Toplumda bozgunculuk yapan, kendilerini aldatan ve bu­nun farkında olmayan önderlerdir (En'âm 6/123).

Bütün bu âyetler, mücrim denen suçluları anlatmakta, inanç yapılarını ve davranış biçimlerini açıklamaktadırlar. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet mücrim kavramına, Allah'ın âyetlerini yalanlayan, onlara kibirlenmek isteyen, kendilerine gök kapılan açılmayan, asla cennete giremeyen tanımını getirmektedir. Yüce Allah 41. âyette mücrimi, "cehennem döşeği ve örtüsü olan zâlim kimse" olarak tanımlamaktadır. Böylece gök kapılarının kapandı­ğı, cennetin ebediyen yasaklandığı, döşeğinin ve örtüsünün cehennem oldu­ğu, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onlara karşı kibirlenmek isteyen zâlim insanlara mücrim denmektedir.

2. Gök kapılarının açılmaması ne demektir? Mücrimlerin tanımında yer alan en önemli özelliklerinden biri, gök kapılarının onlara açılmamasıdır. Göğün kapıları mı vardır da onlara açılmayacaktır? Bu sorunun cevabını ve­rirken başka âyetlere gitmek gerekiyor.

a) Yüce Allah'ın canlılar ve özellikle insanlarla bazı ilişkiler kurduğu kanallara, "kapılar" denmektedir. Bu kanallar fizikî mânada kapı veya kana­lı ifade etmemektedir. İnsan gücünün üstünde olan her şey onun için "semâ" sayılmaktadır. İnsan elini kaldırınca parmağının ucundan yukarısı onun için maddî anlamda semâ olmaktadır.

Manevî anlamda insan aklının, yeteneklerinin ulaşamadığı noktadan ötesi, onun için psikolojik semâdır. İnsan gücünün yetmediği alandan gelen her şeye Allah "gök kapısı" adını vermektedir: "Kendilerine yapılan uyarı­ları unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık..." (En'âm 6/44). Burada "her şeyin kapısı" denirken, mutluluğa götüren her şeyi kastetmekte­dir. Rızkın, güzelliklerin, iyiliklerin ve mutluluğun kapılan anlamına gel­mektedir. İşte En'âm sûresinin 40. âyetinde kastedilen kapılar bu kapılardır.

b) Nûh tufanında Allah yağmuru şiddetli bir şekilde yağdırdığını ifade ederken, Kamer sûresinin 11. âyetinde şöyle demektedir: "Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık". Yağmurun buluttan yağdığını biliyoruz, ama çok yağmur yağınca, bir teker­leme olarak "Göğün dibi delindi"; "Gökyüzünün olukları aktı" deriz. Bu tür ifadeler benzetme yoluyla kullanılan ifadelerden ibarettir.

Onlara gök kapılarının açılmamasının A'râf sûresinin 40. âyetindeki anlamı, çözüm getiren ilâhî müdahaleler, rahmet ve nzık kapılan demektir. Dertlerini, sıkıntılannı, belâlannı Allah'a sunup çare arama kapılannın onla­rın üzerine kapandığı ifade edilmektedir. Bir bakıma Allah onlarla alâkasını tesmiş, lütuf ve ihsanını onlardan uzaklaştırmış demektir. Güzellikleri, iyilikleri, lütuf ve ihsanı ilâhî âlemden bu âleme getiren kapılarla, insanın iyi düşünce ve amellerini Allah'a götüren (Fâtır 35/10) kapılar, çıkış yolu de­mektir.

3. Onlar cennete giremezler. "Ve onlar, deve iğne deliğine girinceye ka­dar cennete giremeyeceklerdir". Âyetin bu kısmındaki "deve-iğne" ilişkisi, onların cennete girişlerinin imkânsızlığını ifade içindir. Alimler buradaki de­ve anlamına gelen cemel kelimesini "iğne" ile bağdaştırmadıklarından onu "halat" anlamına gelen cümmel şeklinde okumuşlardır. Kalın urgan, ha­lat iğnenin deliğinden geçerse, onlar da cennete girerler benzetmesini yap­mışlardır.

Âlimlerin bu konudaki açıklamasını Muhammed Esed şöyle özetle­mektedir: Cümlede geçen cemel sözcüğüne gelince, bunun, bu anlam örgüsü içinde deve olarak tercüme edilmesi, hiç şüphe yok ki yanlış olur. Zemahşe-rî'nin belirttiği (ve Râzî dahil diğer klasik müfessirlerin de desteklediği gibi) İbn Abbâs, sözcüğü "kalın urgan" ya da halat anlamına gelen cümmel şeklin­de telaffuz ederdi. Aynı okuyuş şekli, Ali b. Ebû Tâlib'e de atfedilmektedir[31]. Belirtmek gerekir ki, sözcüğün cümmel, cüml, cümul ve ni­hayet Kur'ân'ın genel kabul gören okuyuşuyla cemel şeklinde değişik lehçe telaffuzları vardır. Bunların hepsi de "kalın bükümlü urgan" anlamına gel­mektedir[32]. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayeti nakleden Zemahşerî, Al­lah'ın deve ile iğne arasındaki münasebetsiz bir mecazı kurmayacağını ifade etmektedir[33].

Bu âlimlerin ilgili kelimeyi cemel okunduğu halde cümmel okuyarak kendi istedikleri mânaya çekmelerini doğru bulmadığımızı söylemekte yarar vardır. Halat iğnenin deliğinden geçmez, ama inceltirseniz geçer. Fakat deve­yi asla inceltemez ve oradan geçiremezsiniz. Bize göre Allah iğne ile deve arasında bir ilişki kurarak onların cennete girmelerinin imkânsızlığını ifade etmektedir.

Âyetin bu kısmında geçen  yelice kelimesi velece fiilinden tü­remiştir: "Girmek, eve girmek"; evlece kalıbı "bir şeyi diğer şeye sokmak"; vellece kalıbı, "hayatında malını çocuklarına bağışlayıp başkalarının kendi­sinden bağış istemesini önlemek"; velice kalıbından alınınca, "kişinin ailesinden olmayan, ama güvendiği, sırdaşı" anlamına gelmektedir.

Kur'ân'da iğnenin deliğinden geçmek (A'râf 7/40) âyetindeki ilgili ke­lime: yerin içine giren, sızan (Sebe' 34/2); gecenin gündüze, gündüzün gece­ye girmesi, birbirini takip etmeleri (Âl-i İmrân 3/27); sırdaş (Tevbe 9/16) mâ­nalarına gelmektedir. Genelde maddî anlamda kullanılmasına rağmen, A'râf sûresinin 40 ve Tevbe sûresinin 16. âyetlerinde manevî anlamda geçmekte­dir. Âyetin bu bölümünde hem "girmek" anlamına gelen dahale kelimesi, hem de "geçmek" anlamında velece kelimeleri bir araya gelmektedir.

4. "Biz günahkârları böyle cezalandırırız". "Böyle ce­zalandırırız" buyurduğu ceza şekilleri nelerdir? Bu soruyu aym âyetlerden şöyle cevaplandırırız: a) Onlara gök kapılan açılmaz, b) Onlar cennete gire­mez, c) Onlara cehennemden döşekler ve örtüler yapılır.

A'râf sûresinin 40. âyetinde mihâd kavramı ile gavâş kavramı yer al­maktadır. Mihâd kelimesi, mühüd kelimesinin çoğuludur. Mühüd, "yatak" anlamına gelmektedir. Ezherî, mehd kelimesinin "sermek" anlamına geldiği­ni, yere yayıldığı için de döşeğe "mihâd" dendiğini söylemektedir. Gavâş, gâşiye kelimesinin çoğuludur. "İnsanı bürüyüp kaplayan her şey"e gâşiye denmektedir. Bu kelime "asık surat" mânasına da gelmektedir. Mihâd ile ga­vâş bir araya gelince, cehennem onları her tarafından saran, kaplayan, içine alan yatak, yorgan örtüleri olmaktadır.

"Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız" ifadesinden anlıyoruz ki, Allah suçlu anlamına gelen mücrim ile zâlim kelimesini aynı anlamda kullanmak­tadır. Mücrim denen zâlim, zâlim denen mücrim, Allah'ın âyetlerini yalanla­yan, inkâr eden ve onlara karşı kibirlenmek isteyenlerdir. Zâlim kavramı, kâ­fir ve müşrik mânasına da gelmektedir.[34]

 

Cennet Kimlere Mirastır?

 

42.  İnanıp iyi işler yapanlar -hiç kimseye gücünün üs­tünde bir şey yapmasını önermeyiz- işte onlar, cennet halkıdır, onlar orada sürekli kalacaklardır.

43. Onların göğüslerinde kinden ne varsa hepsini çıka­rıp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır. Lütfe­dip bizi buraya getiren Allah'a hamdolsun, Allah bizi getirmeseydi, biz bunu bulamazdık. Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler, dediler. Onlara: "İşte size cennet, yaptıklarınıza karşılık size miras verildi" diye seslenil­di.

Her iki âyet cennetin miras olarak verileceği insanların özelliklerini an­latmaktadır. Önceki iki âyette cehennemlik olan kâfir, mücrim ve zalimler anlatıldıktan hemen sonra cennetliklerin ele alınması, yani Kur'ân'ın bir şeyi zıddıyla anlatması, genel bir anlatım metodudur.

Bu anlatım tarzı, insanda bir ritim psikolojisi oluşturmaktadır. Mücrim, zâlim ve cehennem, insan psikolojisini germekte; iman, iyi amel ve cennet kavramları da insan psikolojisini rahatlatmakta, geriliminden kurtarmakta, karamsarlığını ortadan kaldırmakta ve iyiye teşvik etmektedir. Bu kötümser­likten iyimserliğe, ümitsizlikten ümide, gerilimden gevşemeye, mutsuzluk­tan mutluluğa olan geçiş, karşılaştırmalı metodun etkinliğini ifade etmekte­dir. Şimdi âyetlerin içeriğini ele alıp açıklayabiliriz:

1. İnanıp iyi işler yapanlar -hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını önerme­yiz- işte onlar, cennet halkıdır, onlar orada sürekli kalacaklardır". Genelde âlimler, "Hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını önermeyiz" cümlesini "ara cümle", yani cümle-i mu'tanza olarak nitelendir­mektedirler. Çünkü onlara göre, âyetin önü ve arkasıyla doğrudan bir alâka­sı yoktur. Oysa bu cümlenin âyetin başı ve sonuyla yakından alâkası vardır. Yüce Allah'ın teklif ettiği iman ve insanlardan istediği iyi işler, insanın gücü­ne ağır gelmeyeceğini gündeme getirmektedir. Allah'ın emrettiği yükümlü­lüklerle insanın gücü arasında bir denge vardır. Daha önce Bakara sûresinin 286. âyetinde bu konu derinlemesine açıklandı. Buradaki anlamı, insanı cen­nete götürecek amelleri yapmaya insanın gücünün yeteceğidir. İlâhî emirle­rin ve insana yüklediği sorumlulukların merkezinde insanın gücü yer almak­tadır. Her şey ona göre ayarlanmaktadır. Önemli olan insanın bu gücünü or­taya koymasıdır. Bu güç harekete geçince, gerekli olan şeyleri yapacak ve onu cennete götürecektir.

Mücrim ve zâlimlerin yeri cehennem, iman edip iyi amel işleyenlerin yeri de ebedî kalacaktan cennettir. Demek ki mücrimler, kendi potansiyel güçlerini harekete geçirip ilâhî emirleri yerine getirmediklerinden bu sıfatı almış ve cehennemlik olmuşlardır. İmanlı olarak yapılan iyi işler insanı cen­nete götürmektedir, yani insan dünyadaki davranışlarıyla cennetini hazırla­maktadır. Cennet, insanın iyi amellerinde başlamakta ve bir süreç olarak âhi-rette de devam etmektedir.

2. "Göğüslerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp at-mışızdır". Cennetin miras olarak verildiği insanların üçüncü özelliği, Al­lah'ın onların gönlünde bir operasyon yaparak kini söküp atmasıdır. Bir ön­ceki âyette geçen güç meselesinde, insanın gücünün yetmeyeceği bir alan ol­duğu bu âyetle ortaya çıkmaktadır. İnsanın gücünün yetmediği alanlardan bi­ri de, gönlündeki kini söküp atmasıdır. O zaman devreye Allah girmekte, ku­lunun gönlündeki kini söküp atmaktadır.

Haşr sûresinin 10. âyetine bakınca, gönüldeki kini söküp atıp orada kin bırakmama kudretinin Allah'a ait olduğunu görürüz: "Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!" Böyle dua etmenin altında yatan esas, insanın kendi gönlünde operasyon yaparak kinini söküp atmamasındaki acziyetidir. Demek ki gönülden kini söküp atmak çok zordur; bunu gerçekleştirmekte insan Allah'a muhtaçtır. Bu konudaki müdahale insa­nın iman ve iyi işler üretmesine bağlıdır. Yüce Allah insanın gönlünde iman­la kinin bir arada kalmasını istememektedir.

3.  "Onların altlarından ırmaklar akar...". Bu durum, cenneti mi anlatıyor, yoksa iman etmiş, iyi işler işlemiş ve gönlünden kin sö­külüp atılmış insanın bu dünyadaki durumunu mu anlatıyor? Bize göre bu so­ruya öncelikle, insanın içindeki iyilik, güzellik ırmaklarının akması anlamı­na gelmekte, ama aynı zamanda âhiretteki cennetin ırmaklarını da ifade et­mektedir, şeklinde cevap verebiliriz. Demek ki inkâr, zulüm, günâh ve kin, insanın içindeki iyilik, güzellik, iman, düşünce, sevgi ve aklını kullanma ır­maklarını kurutmakta, onların pınarını tıkamaktadır. İman edip iyi ameller iş­ledikten ve gönlünden kinin sökülüp atılmasından sonra bu pınarları açıl­makta, kuruyan nehirler akmaya başlamaktadır.

Bu dünyada insanın beyin ve gönlünde akan nehirler, âhirette de cen­netin nehirlerine dönüşmektedir. Kin, insanın içindeki pınarları, nehirleri ku­ruttuğu gibi, cennetteki ırmakları da kurutmaktadır. Gönülden kin çıkınca cennetteki ırmaklar akmaya başlıyor.

4. "Ve onlar derler ki: 'Hidâyetiyle bizi (bu nimetlere) kavuşturan Allah'a hamdol-sun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler". Kur'ân'ın ko­nuşma üslûbunda bazan gelecek zamanlar, geçmiş zaman olarak ifade edil­mektedir. Bunun ana sebeplerinden biri, gelecekte olacak olan o şeyin mut­laka gerçekleşeceğidir. Âyetteki "dediler" fiili, aslında "kesinlikle diyecek­ler" anlamına gelmektedir.

İman edip gönülden kinin sökülüp atılmasıyla insanın duası bile değiş­mekte, nimetin kaynağı konusundaki fikrinde bir değişim meydana gelmek­te, kendi kudretiyle ilâhî kudretin neler yapabileceği konusunda isabetli gö­rüş beyan etmektedir. Bu kişilerin mahşerde yapacağı duanın adını bu âyet "hamd" olarak koymaktadır. Orada kavuştuğu ve elde ettiği ödülü sebebiyle yapacağı hamdin içeriği şöyledir:

a)  "Hidâyetiyle bizi (bu nimetlere) kavuşturan Allah'a hamdolsun". Yüce Allah'ın iman edip iyi ameller işleyen ve gönlünden kini söküp attığı kişilere vereceği ödülü takdir ederek, o ödüle kavuşması için bu dünyada kendisine kılavuzluk yaptığını hatırlaması, onlara sadece kendi gü­cüyle kavuşmadığının şuuruna varmasıyla hamd ibadetini yapmaktadır. Du­anın, ya da hamdin bu bölümü, hidâyetin Allah'tan geldiğini itiraf etmektir.

b) "Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendili­ğimizden doğru yolu bulacak değildik". Yüce Allah'ın dünyada onlara yaptı-ğ; kılavuzluğun önemini takdir ettikten sonra, kendi gücüyle bunu yapama­mağını da itiraf ederek, hamdini doruk noktasına çıkarmaktadırlar. Âyet, Allah'ın kudreti karşısında kendi acziyetini anlamak ve bunu itiraf etmenin ne kadar erdemli olduğuna dikkat çekilmektedir.

c) "Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş­le'-" , Bu dünyada peygamberlerin Allah'tan alıp getirdiklerinin hak, yani ger­çek olduğunu da itiraf edeceklerdir. Allah'ın elçilerinden kasıt, Allah'ın pey-îimberleridir. Onların hakkı getirdiklerini mahşerdeki hayatlarıyla bir daha adayacaklar ve bunu söyleyeceklerdir.

5. "Onlara: İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız' diye seslenilir". Demek ki bir önceki bölümde yaptıkları hamd, cennete girmeden önce gerçekleşmiş­tir. Belki de bu dünyada yapılan bir hamd idi. Ama o zaman "onların altla-*".ndan ırmaklar akar" diye ifade edilen oluşum nerede gerçekleşmiş olacak­tır? Buradaki ırmakların akması, dünyadaki bütün mutluluk veren nimetlerin hizmetlerinde olması mânasına alınmalıdır.

Mahşerde, bu dünyada yaptıkları iyi ameller, eylemler, işler sebebiyle vâris oldukları onlara söylenecektir. Herkesin korku ve endişe için-ne teklediği bir anda insana bu şekilde seslenilmesi, ödülün başka bir boyu-3uicr. Âyetin bu kısmında geçen  bimâdaki "bâ" harfi, "sebebiyle" anla-r.a gelmektedir. Hangi sebeple cennete vâris oldukları anlatılmaktadır.

Dünyada yapılan ameller sebep, cennete vâris olmak da sonuçtur. Başka bir açıdan bakarsak ameller kaybolmamakta, mutlaka bir neticeye ulaşmaktadır.

İyi insanların dünyada yaptıkları, âhirette onları cenneti kazandırdığı için, miras kelimesi bu âyette kullanılmıştır. Çünkü bu kelime "kazandırdı, utanç getirdi" mânalarına gelmektedir. Yapılan bir eylem ya şeref kazandırır ya da utanç getirir. Bu anlamda miras kelimesinin irs, yani vâris olma kalıbı kullanılmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki A'râf sûresinin 42 ve 43. âyetleri, insanları imana ve iyi iş işlemeye teşvik eden açıklamalar getirmektedir. İman edip iyi iş işleyenlerin gönlünde Allah bir operasyon yaparak kini söküp atmakta, mutluluğu getiren bütün nimetlerini sunmakta ve onları cennetine vâris ola­rak tayin etmektedir. Önceki iki âyet ele alınınca, ortaya çıkacak olan fark, bu âyetlerin ne kadar iyiye, doğruya teşvik edici olduğunu gösterecektir.

Bu âyetler grubunda kâfirlerin âhiretteki durumu anlatılırken, orada durmayıp hemen iyilerin durumunun anlatılmasına geçilmesinin metodunu da yakalıyoruz. Dini tebliğ ederken durulacak yer cehennem değil, cennet ol­malıdır. İnsanlara cehenneme ve cennete kendi amelleri sebebiyle gidecekle­rini öğretmeli, bu dünyada yapılmayan bir şeye ne ceza ne de ödül olmaya­cağının bilinci kazandırılmalıdır. Ameller asla kaybolmadığı, âhiretteki bü­tün oluşumların ve elde edilecek olan hayat tarzının tamamen bu dünyada, beynin, gönlün çalışması ve davranışlarla elde edileceği insanlara mutlaka aşılanmalıdır. İnsanlar başkalarının amelleriyle değil, kendi amelleriyle âhi­rette bir hayat tarzı kazanacaktır. Bu bilinç, bu dünyada iken bir şeyler yapıp geriye bırakma arzusunu körükleyecektir.[35]

 

Allah'ın Vaadi:

 

44. Cennet ehli cehennem ehline: "Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenir. "Evet!" derler. Ve aralarından bir çağrıcı, "Allah'ın laneti zâ­limlerin üzerine olsun!" diye bağırır.

45. Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve o yolu eğip bük­mek isteyen zâlimlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenler­dir.

Âyet cennetliklerle cehennemliklerin arasında bazı konuşmaların geçe­ceğini ve bu konuşmaların içeriğini verirken, âhiretten bazı sahnelerin olaca­ğına işaret etmektedir. Âyetin içerdiği konulardan şu genellemelere varabili­riz:

1. Cennetle cehennem birbirine çok yakın bir mesafede olacaktır. Cen­net ehli cehennem ehline seslendiğine göre, mesafenin uzak olmaması gere­kiyor. Ama bu sesleniş, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme yerleşmesinden önce olması mümkün değil midir? Mahşerde cennetliklerin ve cehennemliklerin kimler olduğu tesbit edilip ayrıldıkları zaman bu sesle­niş gerçekleşmiş olamaz mı? Âyetten anlıyoruz ki, bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değildir. Çünkü cehenneme girince, azabı tadınca Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu anlamış olacaklardır. Âyetteki "bulmak" kelimesi bunu ifade etmektedir.

2.  Önemli olan Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bu dünyada anla­maktır. "Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" Yüce Allah gönderdiği vahiyle insanları kötü fiillerden caydırmak için ce­hennemi, iyi eylemlere teşvik etmek için de cenneti motif olarak kullanmak­ta ve vaad etmektedir.

Bu durum âhiret inancının kapsamı içine girmektedir. Bu bizi şu esasa götürmektedir: Âhireti, ceza ve mükâfatı olmayan bir felsefe, din olamaz. Dinle felsefeyi birbirinden ayıran en önemli özelliklerden biri budur. Dinle­rin âhiret inancı olduğu halde, felsefelerin böyle bir inancı yoktur ve bu se­beple felsefe, din değildir. İnsanlara cennet ve cehennem vaad edemez, ebe­dî hayattaki ceza ve ödülü getirecek, cezaya sebep olacak davranışların dü­zenlemesini de bu dünyada yapamazlar. İnsanlık iyi ve kötü adına ne değer üretmişse, bunu dinlerin mirasına borçludur. Onun için âhirete uzanmayan bir eylem biçimi dinden değildir ve olamaz. Cennetliklerin, cehennemliklere sorduğu sorudan, inananla inanmayan arasındaki farkı çıkarıyoruz.

İnanıp cennete giden insan, A'râf sûresinin 43. âyetine göre cennete vâ­ris olan ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bu dünyada anlayıp inanan in­sandır. Ama kâfir o vaadin gerçek olduğunu bu dünyada anlayıp iman etme­yen, fakat âhirette anlayacak olandır. Müslümanın beyni ve gönlü dünyanın sınırları içinde hapsolmayan, âhirete uzanan bir eylemle iman etmekte, ebe­dî hayatın olacağına yakînen inanmaktadır. İnkâr psikolojisi insanın ufkunu daraltıp dünya ile sınırlandırmaktadır. İnananla inanmayanın farkı, beyin ve gönülde başlamaktadır.

Demek ki iman, iş başa gelmeden önce onu görebilme yeteneği dediği­miz gönül gözünü oluşturmaktadır. İnkâr eden insan, böyle bir yeteneği elde edememektedir. Onun oluşmadan bir şeyi kestirmesi, düşünmesi ve inanma­sı imkânsızdır. Sonuçta âhirette cehennem azabını tadınca, ilâhî vaadin hak olduğunu anlayacaktır.

3. Kâfirlerin "Evet" demesi işe yaramayacaktır. "Cehennemlik­ler 'Evet' derler". Âhirette kâfirler azap tecrübesini tadınca, cennetliklerin sorduğu soruya "Evet" diyeceklerdir. Bu cevabın iyilik adına hiçbir işe yara­mayacağı, A'râf sûresinin 50. âyetinden anlaşılmaktadır. Âhiretteki kabulün azabı giderici bir özelliği yoktur. Önemli olan bu dünyada kabul edip inan­mak ve Allah'a karşı "Evet" demektir.

Âhirette cennetliklerle cehennemliklerin arasında geçecek olan bu ko­nuşmanın bize dünyada anlatılmasının eğitim açısından önemi, âhiret inancı­nın insanı caydırıcı ve teşvik edici bir özellik taşıdığının öğretilmesidir. İn-san hayatının dünya ile sınırlı olmadığı, onun gelecekte ebedî bir hayatı ola­cağı anlatılmaktadır. Kötülükleri işleyenlerin de yaptıkları kötülüklerin yan­larına kâr kalmayacağı bildirilmektir.

4. Zâlimlere lanet okunacaktır. Cehennemlikler, cennetliklere Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu "Evet" cevabı ile bildirince "Aralarından bir çağrıcı, 'Allah'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun' diye ba­ğırır" buyurulmaktadır.

Müfessirlerin bazısı bu çağrıda bulunanın başkası olduğunu ve onların arasında bu çağnyı yapacağını söyledikleri halde, bazıları da çağrıyı onlar­dan birinin yapacağını söylemişlerdir. Bize göre bu müezzinin, yani duyuru­cunun melek olması muhtemeldir. Bunu nasıl ispat ederiz? Hûd sûresinin 18. âyetine  bakıldığında,  bunu  net bir  şekilde  anlamak  mümkün  olur.

Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar Rablerine arze-dilecekler, şahidler de: 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir' di­yecekler. Biliniz ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir". A'râf sûresinin 44. âyetinde lanet ve zâlim kavramları yer aldığı gibi, Hûd sûresinin 18. âyetin­de de lanet ve zâlim kavramları yer almaktadır.

A'râf sûresinin 44. âyetinde müezzinin, Hûd sûresinin 18. âyetinde şa­hitlerin sesleneceği söylenmektedir. Demek ki müezzinle şahid aynı şeyin ifadesidir. Şahidin melek olduğu kesin olduğuna göre, müezzin de melektir.

5. Lanet edilen zâlimler kimlerdir? Hûd sûresinin 18. âyetinde ve bir sonraki âyette lanet edilen zâlimler açıklanırken, A'râf sûresinin 44. âyetin-deki zâlimlerin açıklaması, 45. âyette yapılmaktadır. Hûd sûresinin 18 ve 19. âyetlerinde lanet okunan zâlimlerin özellikleri şöyle açıklanmaktadır; Allah'a karşı yalan uyduran, Allah'ın yolundan alıkoyan, o yolu eğri büğrü gösteren ve âhireti inkâr edenlerdir. A'râf sûresinin 45. âyetinde ise, Allah'ın yolundan alıkoyan, onu eğri büğrü gösteren ve âhireti inkâr edenler olarak takdim edil­mektedirler. Görülüyor ki A'râf sûresinin 44 ve 45. âyetlerindeki zâlim kav­ramının açıklaması yapılmaktadır. Cehennemlikler, meleğin lanet okuduğu zâlimlerdir. Bu açıklama 44. âyette yer almaktadır. Ama zâlim kavramının açıklaması 45. âyette yapılmaktadır. Şimdi 45. âyette geçen bu özellikleri açıklayabiliriz.

a) "Onlar, Allah'ın yolundan alıkoyanlardır". Âye­tin bu bölümü ve zâlimlerin bu özelliği, onların inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olduklarını ifade etmektedir. Başka bir ifade ile din ve vicdan hürriye­tini ortadan kaldırmaya çalıştıklarını göstermektedir. Allah'ın yolu iman, iba­det, yani din yoludur.

Her pağda toplumlarda, inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olanlar çıka­caktır. Bu da Allah'ın yolunu engellemek anlamına gelmektedir. Bu insanlar zâlimdirler ve bunların âhiretteki yeri cehennemdir. Yüce Allah bunu ilân ederken amacı, inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olmaktan caydırmaktır. Yüce Allah bunu ilân etmekle hem siyasete hem hukuka ve hem de insan haklarına ve özgürlüklerine bir ilke kazandırmaktadır.

İnanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak zulüm olduğuna göre, bu zul­me uğrayanlar da kendilerini korumalı ve savunmalıdırlar. Bunun nasıl ola­cağı, Hac sûresinin 39 ve 40. âyetlerinde anlatılmaktadır. Allah'ın yolunu en­gelleyen, yani inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olanların bu davranış şekli­nin Hac sûresinin 40. âyetinde ülkelerinden çıkarmak şeklinde olacağı beyan edümektedir. "Onlar, başka değil, sa­dece 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir". Allah'a inandığı için yurtlarından çıkarılan insanlar zulme uğ­ramış, onları çıkaranlar da inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olanlar ve o öz­gürlüğü yok edenler olarak tanımlanmışlardır.

b) "Onu eğri bir hale getirmek isteyenlerdir". Bu zâlimler, Allah'ın yolunu engellemekle kalmıyor, bu yolun eğri, dolambaçlı ve yanlış olduğunu gösterme çabasına da giriyorlar. Allah'ın yolunu engellemek, inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak iken, o yolu eğri, dolambaçlı göstermek de hakikati saptırmaktır. Bütün bu işler, insanlar arasında bir mücadelenin ol­duğunu ifade etmektedir. Din, inancın bu mücadelenin dinamiklerinden, ya­nı belirleyici özelliklerinden, sebeplerinden biri olduğunu .göstermektedir.

Onun içindir ki Allah, kendi yolunun doğru (mustakîm) olduğunu söy­lemektedir. Doğru yolu eğri göstermek, öğrenim hakkına tecavüz demektir. İnsanlara doğru olanı öğretmek onların hakkı, öğretenin de görevi olmakta­dır. Allah'ın yolunun eğri olarak gösterilmesi, bu fiilin zalimlik şeklinde ni­telendirilmesi için yeterli sebeptir. Hakikati saptırmak, doğru olanın öğrenil­mesini engellemek, zulümdür.

c) "Onlar âhireti de inkâr edenlerdir". Bu özellik, on­ların kendilerini ilgilendirmektedir. Âhireti inkâr etmek de zulüm kavramının kapsamına girmektedir. Allah'ın yolunu engellemek, onu eğri gösterme çaba­sında olmak ve âhireti inkâr etmek gibi üç menfî özellik, âhirette lanet okun­mak için yeterli sebepler olmaktadır. Bunlar lanet edilecek olan zâlimlerdir.

İlk iki özellik başkalarıyla ilgili olduğu halde, sonuncusu kendileriyle alâkalıdır. Lanet edilecek olan bu zâlimler, başkalarının inanç ve ibadet öz-Ettdüğüne mani olurken, âhirete inanmamakla da kendilerine zulmetmekte­dirler. Kendi inanç özgürlüklerini de yok etmektedirler. Âyetteki zulüm hem başkasına ve hem de kendilerine yaptıkları haksızlığı ifade etmektedir.[36]

 

A'raftakılerin Durumu:

 

46.  İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A 'râf üzerinde de herkesi sımalarından ta­nıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete gireme­dikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: "Selâm size!" diye seslenirler.

47.  Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: "Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bu­lundurma!" derler.

48.  (Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de-taslamakta olduğunuz büyüklük size bir yarar sağladı".

49. Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceği-ne dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (Ve cennet ehline dönerek): "Giriniz cennete! Artık size korku yok­tur ve siz üzülecek de değilsiniz" (derler).

Bu âyetler, cennet ve cehennem ehlinin dışında, bir de A'râf ehlinin ol­duğuna işaret etmekte ve onların durumunu açıklamaktadır.

1. "Onlar arasında bir perde vardır". Burada anlatılan grup­lar, cennet ve cehennemliklerdir. Cennet ve cehennemliklerin arasında bir perde olduğundan birbirleriyle konuşma, birbirlerine seslenme imkânına sa­hip olacaklardır. Âyetin bu kısmında geçen hicâb kavramı, Hadîd sûre­sinin 13. âyetinde sûr olarak geçmektedir. Hadîd sûresinin 13. âyetinde münafık erkeklerle münafık kadınlar, inananların nurundan bir parça ışık al­ma isteğinde bulunduklarında, içinde rahmet, dışında azap bulunan bir sûrun aralarına çekilecek olduğu belirtilmektedir. A'râf sûresinin 46. âyetinde de cennet ehli ile cehennem ehli arasında bir perde olduğuna dikkat çekilmek­tedir. Yapı itibariyle perde ile sûr aynı şeyi ifade etmektedir.

2. "Ve A'râf üzerinde de herkesi simaların­dan tanıyan adamlar vardır". Bu sûre, âyetin söz konusu kısmında geçen a'râf kelimesinden ismini almaktadır. A'râf kavramı, "yüksek ve yüce olan mekân"ı ifade eden urf kelimesinin çoğuludur. Atın yelesine, horozun ibiği­ne de bu ad verilmektedir. Yüksek olması sebebiyle alçak yerlere nazaran daha iyi tanındığı için yüksek yerlere de bu ad verilmektedir.

Arafe "bilmek, idrak etmek, itiraf etmek, ikrar etmek, idare etmek" mânalarına gelmektedir. Arrafe kalıbından alınınca, "hacıların Arafat'ta dur­ması, öğretmek, bildirmek, bir şeyi süsleyip güzelleştirmek, yitik olanı ara­mak"; i'tiraf kalıbından alınınca, "günâhını itiraf etmek, bir şeye sabır ve se­bat etmek, kabul etmek"; ta'arrafe kalıbından alınınca, "bir şeyi öğrenince­ye kadar araştırmak"; te'ârafe kalıbı da "birbirini tanımak" mânalarına gel­mektedir. Urf kalıbı da "örf, ihsan, kerem, tanıma, bilme, yüksek yer" mâna­sını ifade etmektedir.

 

Arafe Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Tanımak. "Tanımak ve teşhis etmek" manasıyla Kur'ân'in pek çok âyetinde yer almaktadır. "Yûsuf un kar­deşleri gelip onun yanına girdiler. Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyor­lardı" (Yûsuf 12/58). Bu âyette insanın insanı tanıması anlamına geldiği hal­de, başka âyetlerde hakikati tanımak (Bakara 2/89); alametleri tanımak (Nemi 27/93) elçiyi tanımak (Müminûn 23/69), kitabı tanımak (Bakara 2/146) mânalarını da ifade etmektedir.

2) Anlamak. "Peygambere indirilen Kur'ân'ı işittikleri zaman, gerçeği anladıklarından gözlerinin yaş­larla dolup taştığını görürsün. ..." (Mâide 5/83). Bu âyette ilgili kelime, "in­sanın hakikati anlaması" mânasına gelmektedir.

3) Farkına varmak. "Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında in­karcı tavrı hemen fark edersin!" (Hac 22/72) İnsanın hoşnutsuzluk psikolo­jisinin yüzüne yansımasından kaynaklanan bir farkedişi ifade için söz konusu kelime bu âyette yer almaktadır.

4) Görmek. "Ve yüzlerinde nimetlerin sevincini gö­rürsün!" (Mutaffifîn 83/24). Aslında farketmekle görmek aynı mânaya gel­mekle beraber, nüansı ortaya koymak için birbirinden ayırmayı uygun bulu­yoruz. Çünkü hoşnutsuzluğu görmek istemeyiz, ama sevinci görmek isteriz. Bu yüzden hoşnutsuzluk için farketme, sevinç için de görme kullanıldı.

5)  Bildirmek. "Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" (Tahrîm 66/3). 'Arrafe kalıbında âyette yer alan bu kelime, "bir haberi birine bildirmek" anlamına gelmektedir.

6) Tanıtmak. Ashnda Muhammed sûresinin 6. âyetinde de 'arrafe kalı-6ındk geçmektedir. "Bildirmek"anlamına ge)mek)e beraber bu âyette "tanjt-mak" anlamı daha uygun düşmektedir. Tahrîm sûresinin 3. âyetinde haberle beraber geldiği halde, Muhammed sûresinin 6. âyetinde cennetle beraber gel­miştir. Haber bildirilir, ama cennet tanıtılır, tarif edilir "Ve onları kendilerine tanıttığı cennete koyacaktır".

7) Tanışmak, kaynaşmak.  "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık" (Hucurât 49/13).

8) İtiraf etmek. Gâfir sûresinin 11. âyetinde, itiraf kalıbında gelmekte ve "günâhını itiraf etmek" anlamını ifade etmektedir: "Biz de günâhımızı itiraf ettik". Günahkâr olduğunu farketmek, anlamak ve onu bil­dirmek mânalarını bir araya toplayan bir anlamı ifade etmektedir.

9) İyiliklerle peşpeşe. Mürselât sûresinin 1. âyetinde mutlak mef'ûl makamında, peşpeşe gelen bir eylemi ifade etmektedir. "Yemin ol­sun (iyiliklerle) birbiri peşinden gönderilenlere!"

10) Meşru. Kur'ân'da boşanma hukuku ile ilgili âyetlerde ma'rûf kalıbında yer almakta olan bu kavram, "meşru" anlamını ifade etmektedir. "Erkeklerin kadınlar üzerinde haklan olduğu gibi kadınla­rın da erkekler üzerinde meşru hakları vardır" (Bakara 2/228); "... Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde si­ze bir günâh yoktur" (Bakara 2/234).

11) Münasip. Bakara sûresinin 236. âyetinde "Zengin olan, durumuna göre, darlık içinde olan da gücünün yettiği nisbet-te münasip bir şey vermelidir" ifadesi yer almaktadır.

12) Güzel. Kur'ân'ın bazı âyetlerinde sözle ilgili olarak yer alan bu keli­me, "güzel" anlamını ifade etmektedir:

"Güzel söz ve bağışlama, arkasını hakaret ve gönül incitme takip eden sada­kadan daha hayırlıdır" (Bakara 2/263).

13) Uygun. Kur'ân'da yetimlerin hukuku gündeme getirildiğinde bu ke­limeye yer verilmiştir. Nisa sûresinin 6. âyetinde, yetimin geçimini üzerine alan fakir bir kişinin, o yetimin malından nasıl istifade edeceğini açıklarken Allah bu kelimeyi kullanmaktadır. Yine ma'rûf kalıbı ile âyette yer almakta­dır: "Fakir olan ise, aşırılığa kaçmadan uygun bir şekil­de yesin!"

14) Normal. "Mehirlerini de normal miktarda veriniz" (Nisa 4/25). Buradaki ma'rûf kelimesi, "güzel, mâkul, normal" an­lamına gelmektedir. Daha önce belirtildiği gibi, urf kelimesinden türeyen ve onun çoğulu olan A'râf kelimesi, "yüksek yer" anlamına gelmektedir. Çoğul kalıbında geldiğinde "burçlar" anlamını ifade etmektedir. Cennet ve cehen­nemliklerin arasında bir perde, yani bir sûr vardır. A'râf da bu surun burçla­rı anlamına gelmektedir. âyetine,"İki taraf arasında bir sûr buluna­caktır; o surun burçlarında da herkesi simalarından tanıyan kimseler bulu­nacaktır" mânâsım vermek en doğrusudur. Demek ki A'râf tek bir yer veya burç değildir, birden çok yer, birden çok burç demektir.

Âlimler a'râf takiler konusunda ihtilâf etmişlerdir. Halk arasında yayı­lan açıklama, cennet ve cehenneme gidemeyen, yani sevaba nail olanlardan daha aşağıda olanlardır. Ama bu açıklama bize göre yanlıştır. Bir diğer açık­lama da, "İtaat eden ve sevaba nail olanların en ileri gelenleridir" şeklinde­dir. Zemahşerî birinci görüşü benimsemektedir. İbn Mes'ûd, Ferrâ, Cübbâî, Huzeyfe ve Kâdî Beyzâvî de bu görüşü savunmaktadırlar. Bunlar delil olarak âyetin devamında yer alan "Bunlar henüz cen­nete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: 'Selâm size!' diye seslenirler" ifadesini vermektedirler. Bu ifadeden anlıyorlar ki, a'râf denen sûrun burçlarında, ödül bakımından en üste olanlar olamaz. Çünkü peygam­berlerin ve iyi kimselerin cennete girmemesi ve umut içinde olmamaları dü­şünülemez.

Bu görüşü savunanlar Şu'arâ sûresinin 82. âyetine bakmalıydılar. Orada Hz. İbrahim'in şöyle umut ettiğini göreceklerdi: "Ve hesap günü günâhlarımı bağışlayacağını umduğum O'dur". Hz. İbra­him, kendisini garanti görseydi "Umut ediyorum" demezdi. A'râftakilerin henüz cennete girmemiş olmaları, onların cennetliklerden aşağı olduğu anla­mına alınmamalıdır.

Râzî bu konudaki görüşünü şöyle açıklamaktadır: A'râftakiler, kıyâmettekilerin şereflileridir. Kıyamet gününde, kıyamet meydanında durdukla­rında, Allah A'râf ehlini A'rafa oturtur. Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme sevkedildiğinde, Allah A'râftakileri, cennetteki yüce makam­larına götürür[37].

Râzî'nin bu açıklamasından anlıyoruz ki, mahşerdeki hesaplaşma anın­da bu iyi insanlar A'râf denen burçlara oturtulup, hesaplaşmanın korkusunu duymayacaklardır. Böylece onların cennetliklerden aşağı değil, tam tersine daha yukarıda oldukları ortaya çıkmaktadır. Netice olarak âyetin bu kısmın­dan anlıyoruz ki, genel anlamda âhirette insanlar üç gruba ayrılacaklardır. Cennetlikler, cehennemlikler ve a'râftakiler. Şimdi a'râftakilerin bazı özel­liklerini ya da eylemlerini ele alabiliriz.

a) "Herkesi sımalarından tanırlar". Âyetin bu kısmında, 'utî kelimesi fiil ya'rifûne "tanırlar" eyle­mi, A'râf ta olmanın bir gereği olmaktadır. Herkesi simalarından tanıyama-yan insanların A'rafta yeri olmamalıdır. Cennetliklerden aşağıda olan insan­lar, herkesi simalarından nasıl tanıyacaktır?

Âyetin bu kısmında kullanılan urf kelimesi ile a'râf kelimesi bir araya getirilince, yani aynı kökten gelen isimle fiil bir araya getirilince, şu genelle­meye varmak mümkündür: Herkes bulunduğu makamın, yerin, statünün ge­reği olan davranışı sergilemelidir. Herkesin tanıdığı burçlarda olan insanlar, herkesi tanımalıdır. Yükseklerde olmak aşağıdakileri tanımamak anlamına alınmamalıdır.

b) "Cennet ehline: 'Selâm' diye seslenirler". Herkesi simalarından tanıdıklarından, cennetlik olanların hemen farkına va­rıp, onlara Allah'ın rahmetini dileyerek dua ederler. Buradan şu genellemeye varıyoruz: Yukarıda olanlar, toplumdaki iyi insanlara en azından sözle hoşnutluk vermeli, onlara iyi olduklarını hatırlatmalı, onlara iyi dilekte bulun­malı ve onları bu şekilde ödüllendirip teşvik etmelidirler. Yukarıdakiler kibir­lenerek halktan kopmamalı, onlar için dua etmelidirler. Aslında yüce Allah'ın âhiret hayatı için anlattığı bu oluşum dünyada yaşanmalıdır.

c)  "Bunlar henüz cennete girmedikleri halde, girmeyi ummaktadırlar". Buradaki umut, kesinliği ifade etmektedir. Âyetin bu kısmı, onların psikolojik durumunu da yansıtmaktadır. Bu ifadeden şu ilkeye vara­biliriz: Kendi durumlarından ziyade başkalarıyla ilgilenmektedirler. Yukarı­daki insanlar böyle olmalıdır. Kendisinden ziyade başkasının rahmetini diler, onun mutlu olmasını ve iyilik içinde olmasını ister. Onlar A'râf ta, yani burç­larda otururlar, ama daima başkalarının iyiliğini düşünürler ve bunu da haya­ta geçirirler. Yüce ruhlu insanlar, ödülü kendileri almayıp başkalarının alma­sını tercih ederler.

d) "Gözleri cehennem ehli tarafına çevrilince de: 'Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bu­lundurma!' derler". Burçlarda olan insanlar, kötülerle beraber olmak iste­mezler. Kötülerle beraber olmama konusunda Allah'tan yardım dilemek için dua ederler. Bu âyette geçen zâlimler kimlerdir? A'râf sûresinin 45. âyetinde anlatılan, Allah'ın yolundan onu uzaklaştırmak için çalışan ve âhirete inan­mayanlardır. Bunun anlamı şudur: Âhirette A'râf denen burçlarda olanların kötülerle beraber olmayı istememeleri gibi, dünyada da yukarıda olanların kötülerle beraber olmamaları gerekir. Kötülerle beraber olmamak ve onların etkisinde kalmamak için insanın irâdesi yeterli olmayabilir. İşte o zaman ilâ­hî yardımı alabilmek için dua etmek gerekiyor.

e) "A'râf ehli sıma­larından tanıdıkları birtakım insanlara seslenerek derler ki: 'Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size yarar sağladı". Bu âyet, A'râf di­ye isimlendirilen burçlarda oturanların, kötülere hangi konuda seslendikleri­ni anlatırken, aslında dünyadaki durumun açıklanmasını hedef almaktadır. Dünyada kibretmenin âhiret için fayda getirmeyeceği vurgulanmaktadır. Ma­lının çok olması insanı kibirlendirmemelidir. Eğer bunlar insanı kibirlendirirse, âhiretteki faydasını yitirmiş olur. Âyette geçen cem'uküm kelime­si, "sizin topluluklarınız, biriktirdikleriniz" anlamına gelmektedir. O zaman biriktirip cimrilik yapmakla kibir aynı şekilde ele alınmış olmaktadır.

Bu anlatımla Allah âhiret için neyin "fayda" vermeyeceğinin öğretimini yapmaktadır. Kişi dünyada âhirette fayda verecek olan eylemlere yönel­melidir. Fayda getirmeyecek olan düşünce, psikoloji ve eylemlerin ardına düşmemelidir. Diğer taraftan çoğu zaman dünyada yukarıda olanlar, aşağıdakilere karşı kibirlendiklerinden, onların doğru inançlarını ve dinlerini paylaşmamaktadırlar. İnsanı gerçek dinden uzaklaştıran bu gururun kırıl­masını amaçlayan bir eğitimi bu âyette buluyoruz.

f) "Allah'ın kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (Ve cennet ehline dönerek): 'Giriniz cennete, artık size korku yoktur ve siz üzü­lecek de değilsiniz' derler", A'râftak'ûer, maHany\a, topMuManyVa kibirle­nip insanları küçümseyen, hafife alan ve onların Allah'ın rahmetine nail ola­mayacakları konusunda yemin edecek kadar böbürlenenlere, dünyadaki bu yanlış hareketlerini hatırlatacaklardır. Bunun anlamı şudur: Toplumların ile­ri gelenleri, halkın Allah'ın rahmetinin paylaşılmasına varan bir ayırıma gir­meleri için gerekli eğitimi vermeleri lâzımdır. Bulunduğu statü ile Allah'ın rahmetine nail olmanın ilgisinin olmadığını insanlara anlatılmalıdır. Allah, kimleri rahmetine erdireceğini bilir ve bunun değer ölçüsünü kendisi koyar. İnsanların sosyal seviyesiyle rahmete erdirmesinin bir ilgisi yoktur.

"Giriniz cennete, artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" ifadesini kimin söyleyeceği konusunda ihtilâf vardır. Bunun Allah tarafından söyleneceği düşüncesi ağır basmaktadır. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah onlara bu sözü melekler vasıtasıyla söyletmektedir. Zümer sûresinin 73. âye­ti buna delil olarak gösterilebilir: "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere giriniz buraya der­ler" . Bu âyete göre cennetin bekçileri olan melekler bu sözü söyleyecektir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Mahşerde korkusuzluk ve kedersiz-lik, en büyük rahmet olmaktadır. Böylece A'râf sûresinin 46 ile 49. Âyetleri arasında yer alan önemli mesajların, dünya ile ilişkili olarak ele alınmasının önemi ortaya çıkmıştır. Üstte olanların iyilerle kötülere baktıklarında neleri demeleri gerektiğine varıncaya kadar açıklayan bu âyetler, dünya hayatı için çok ciddi mesajlar taşımaktadırlar.[38]

 

Cehennemliklere Haram Kılınanlar:

 

50.  Cehennem ehli cennet ehline: "Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize veriniz!" di­ye seslenirler. Onlar da: "Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır" derler.

51.  O kâfirler ki, kendi dinlerini eğlence ve oyun edin­diler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar bugüne ka­vuşacaklarını unutmuşlardır. Âyetlerimizi inkâr ettikleri ve bugüne kavuşacaklarını unuttukları gibi, bugün biz de onları unutuyoruz.

1. Bu iki âyet birbirini tamamlar niteliktedir. Özellikle 2. âyet 1. âyetin tefsîri durumundadır. Daha önce A'râf sûresinin 44. âyetinde, cennetlikler cehennemliklere bir soru yönelterek seslenmişlerdi. 50. âyette cehennemlik­ler cennetliklerden bir istekte bulunmak için seslenmektedirler. Şimdi onla­rın bu isteğinin neler olduğu konusunu ele alabiliriz.

a) "Üzerimize biraz su dökünüz". Âyetin bu kısmında yer alan "su" kelimesinden anlıyoruz ki, âhirette de bu dünyadaki gibi su olacak­tır. Muhammed sûresinin 15. âyetine göre bu su, bozulmayan bir su niteliğin­dedir. Bu sudan cennette ırmaklar olacaktır. Cennetliklerin sahip oldukları bu sudan, ateşler içinde kıvranan cehennemlikler isteyeceklerdir. Diğer taraftan cennetliklerden su isteyecek kadar yakında oldukları da ortaya çıkmaktadır.

b) "Yahut Allah'ın size bahsettiği azıklardan (bize de atınız)". Daha önce Bakara sûresinin 25. Âyetinde açıklandığı gibi, Allah bu dünyanın nimetlerine benzeyen nimetleri cennet ehline orada ihsan edecektir. Cehen­nemlikler bu nimetlerden istifade edebilmek için cennetliklere seslenecekler­dir. Ama dikkat edilirse, cehennem ehli o nimetleri Allah'ın verdiğinin idra­kine orada varacaktır.

2. "Cennetlikler de: 'Allah bunları kâfirlere ha­ram kılmıştır' derler". Bunun anlamı şudur: Âhirette de insanlar haram-he-lâl kavramlarını bileceklerdir. Bu bilmedir ki onları, cennet nimetlerinin ce­hennemliklere haram olduğu değerlendirmesine götürecektir. Bu dünyada Allah'ın helâl kıldığı nimetler, öteki dünyada cehennemliklere haram kılına­caktır. Demek ki haram-helâl kavramı sonsuza kadar devam edecektir. Bu dünyada inanmayan, yani gerçek imana sahip olmayan inkarcılar, âhiretin ni­metlerinden mahrum kalacaklardır. Âhiretin nimetlerinin haram edildiği bu kâfirlerin özellikleri nelerdir? Sorunun cevabını 51. âyet vermektedir.

"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onla­rı aldattı. Onlar bugüne kavuşacaklarını unutmuşlardır. Âyetlerimize karşı direniyorlardı. Bugün de biz onları unutuyoruz". Bu âyette yüce Allah kâfir­lerin beş özelliğini açıklamaktadır:

a) "Onlar kendi dinlerini eğlence ve oyun haline getirdiler". Bu âyetin benzeri En'âm sûresinin 70. âyetidir. Orada"Dinlerini bir oyuncak ve eğlence edineni bırak!" buyurulurken, dünyada onlara yapı­lacak muamele açıklanmış, A'râf sûresinin 51. âyetinde de âhirette ne olacağı gündeme getirilmiştir.

Muhammed Esed her iki âyetin bu kısmına farklı bir mana vermektedir: "Eğlenceyi ve geçici zevkleri dinleri haline getirmişlerdi" diyerek konuya çok farklı açıdan bakmaktadır. Şimdi burada hangi mânanın daha doğru olduğunun delilini bulmakz gerekir. Maide suresinin 77. Ayetine bakarsak,  dini tahrip etmenin, başka bir ifade ile eğlence edinmenin ne olduğunu görmüş oluruz. O zaman da Muhammed Esed’i değil de klasik meali almayı uygunbulacağız. Ama oyun ve eğlenceyi din haline getirenlerin olduğu gerçeğinden hareketle ona da hak vermemiz gerekiyor.

Oyunu, eğlenceyi, geçici zevkleri hayatlarının biricik hedefi haline getirenler, onları din haline getirmektedirler. Ayrıntılı olarak bakarsak Muhammed Esed’e hak vermemek mümkün değildir. Kafirin dini olmadığına göre, onu nasıl eğlence ve oyun edinecektir? Oysa ki kafirler oyun, eğlence ve geçici zevklerini dinleri haline getirebilirler. Dinlerini eğlence ve oyun edinenler, yani eğlence ve oyunu dinleri haline getiren kafirlere cennetin suyu ve rızıkları haramdır. Dünyada bunu yapanlar âhiretteki mahrumiyetlerini hazırlamaktadırlar.

b) "Dünya hayatı onları aldattı". Âyetin bu bölümünde "dünya hayatı" özne durumundadır. Sanki dünya hayatı canlı bir varlıkmış gibi, aldatma eylemini gerçekleştirmektedir. Bu aldanma ne anlama gelmektedir? İnsanın bütün ruhi, ahlaki ve dini değerleri göz ardı ederek, bir tarafa atarak, kendini geçici dünyaya vermesidir.

Dünyevi olguların insanın beynine, gönlüne ve nefsine hitap eden ve oraları etki altına alan boyutları vardır. Bu etkilerin  beyin ve gönül boyutları  çalışmaz hale geldikten sonra, nefse hitap edenleri etkilerini çoğaltır ve neticede aldatıcı nitelik kazanırlar. Çünkü beyin, gönül ve nefis arasındaki bu etkilişimin dengesi bozulmuştur. İnsan, dinini eğlence ve oyun edinince, dünya hayatının geçici zevkleri karşısında beyin ve gönül etkileşimini kaybedip, iç dengesini nefisten yana bozmuş olacak ve bunun bir aldanma olduğunun farkına varmayacaktır.

Bu ayet, dünya hayatına akılla yaklaşılmasını ve dinin tanrılık fikrini benimseyerek ona karşı tavır takınılmasını isteyerek aldanmamasını temin etmeye çalışmaktadır. Demek ki dini eğlenceye ve alaya alan insan, dünya karşısında gönlün ezilip yok olmasını gerçekleştirmektedir. İnkâr psikolojisi­nin tahrip ettiği gönle dünya tanrı olarak girecek ve insan hayatının âhiret bo­yutunu karanlıkta bırakacaktır. Bu durum aldanmadan başka bir şey değildir.

c) "Onlar, bugünleri ile karşılaşacaklarını unuttukları gibi bugün biz de onları unuttuk". Âyetin bu kısmını açıklarken iki önemli genellemeye dikkat çekmek istiyoruz. Birisi, 50. âyetin sonunda­ki kâfir kelimesinin anlamında, âhiret hayatını unutmak gibi bir psikolojik eylemin olduğunu anlıyoruz. Diğeri de Kur'ân'ın getirdiği: "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır" (Şûra 42/40) ilkesinin burada iş­letildiğini görüyoruz. Unutmaya karşılık unutma cezası verilmektedir. "Unu­tan unutulur" ifadesi burada gerçek hale gelmektedir.

Hasan-ı Basrî, Mücâhid ve Süddî, âyetteki "unutmak" kavramının "ter-ketmek" anlamına geldiğini söylemektedirler. Râzî, onların bu görüşünü bi­ze naklederken, bu âlimlerin âhireti unutmanın, onun gerekli kıldığı amelle­ri terketmek mânasına aldıklarını da söylemektedir. Zemahşerî de amelleri terketme konusunda benzer bir görüş ileri sürmektedir.

d) "Âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlar". Cen­netin suyundan ve nimetlerinden istifade edemeyecek olan kâfirlerin dördün­cü özellikleri, bilerek Allah'ın âyetlerini inkâr etmektir. Böylece yüce Allah 50. âyetin sonunda yer alan "kâfirler" kelimesini bu dört özellikle açıklamış olmaktadır. Dini eğlence ve oyun edinmek ya da eğlence ve oyun gibi geçi­ci dünya zevklerini din edinmek, dünya hayatına aldanmak, âhireti unutmak, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek eylemleri, âhiretteki mahrumiyeti ge­tirmekte, yüce Allah da bunu anlatarak bizi eğitmektedir. Âhirette gerçekle­tecek bu olumsuzluklara karşı tedbirli olmayı amaç edinen bu âyetler, inkâr psikolojisinin âhiret hayatını nasıl karartacağını, nasıl pişman edeceğini, na­sıl mahrum bırakacağını gündeme getirerek, inkârdan cayırdırma yolunu tut­maktadır. A'râf sûresinin 44. âyeti ile 51. âyeti arasında yer alan âhiret sah­neleri, insanı derinden yakalayan bir psikolojik alan oluşturmaktadır.[39]

 

İlahı Kitabın Görevi:

 

52. Yeminle teyit ederiz ki, biz inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak bilgiye dayalı ayrıntılı açık­lamalarda bulunduğumuz bir kitabı onlara ulaştırmıştık.

Bu âyetin önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklanmasında fayda var­dır. Çünkü "onlara ulaştırmıştık" denirken, A'râf sûresinin 44 ile 51. âyetle­ri arasında açıklananların cennetlikler, A'râf takiler ve cehennemlikler oldu­ğunda hiç şüphe yoktur. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz.

1. "Onlara bir kitap ulaştırmıştık". Âyette geçen "bir kitap" ifadesi, "Kur'ân" olarak mânalandınlmaktadır. Bize göre bunun sade­ce Kur'ân olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü A'râf sûresinin 44 ile 51. âyetleri arasında anlatılan cennetlikler, sadece Kur'ân'a inanıp ona göre amel edenler değildir. Buradaki cennetlikler, peygamberlere gelen kitaplara inanıp amel edenleri kapsamına almaktadır.

A'râf takiler ve cehennemlikler de aynı şekilde, Hz. Peygamber'e gelen Kur'ân'la ilişkisi olanlar değil, ondan önceki peygambere gelen kitaplarla ilişkisi olardan da kapsamına almaktadır. O zaman "bir kitap" kavramı, her peygambere gönderilen kitaba işaret etmiş olmaktadır.

Âyetin bu kısmındaki "onlara" ifadesi, çoğunlukla 52. âyette geçen dinlerini eğlence ve oyun edinen, dünya hayatına aldanan, âhiret hayatını unutan ve Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr edip mahşerde cehenneme gire­ceğinden dolayı su ve nimetlerden mahrum olan kâfirlerdir. Onların bu duru­ma düşmelerine, Allah tarafından uyanlmadıklannı, öğretilip eğitilmedikle-rini mazeret olarak getiremeyeceklerini vurgulamak için bu âyete yer veril­miştir. Onların bu cezaya çarptırılmaları, kendilerine bir kitap ulaştırıldıktan sonra olmaktadır: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15) âyeti de buna işaret etmektedir.

2. "Onu bir bilgiye dayalı olarak derinlemesine açıkladık". Âyetin bu kısmında yer alan fessale kelimesi, fesale kalıbından alının­ca, "yerinden çıkıp ayrılmak, asmanın küçük tanelerinin belirmesi"; fessale kalıbı, "açıklamak, elbiseyi biçmek, fasıllara ayırmak, hayvanı kesip parça­lara ayırmak"; iftesale kalıbı da "kadının çocuğunu sütten kesmesi, ağaç fi­danını ayrı bir yere nakletmek"; fasıl kalıbı da "kesin hüküm" mânalarına gelmektedir.

 

Fasıl Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Ayrılmak. "Tâlût askerleri ile beraber ayrılın­ca..." (Bakara 2/249); "kafile ayrılınca" (Yûsuf 12/94). Bu âyetlerde fesale kalıbında yer almakta ve fizikî mânada bir yerden ayrılmayı ifade etmekte­dir.

2) Karar vermek. "Allan> bunlar arasında, kı­yamet günü hükmünü verir" (Hac 22/17). Bunun anlamı, onlar hakkında ayı­rım yapacağıdır. Bir şey hakkında hüküm vermek, farkı ortaya çıkarmak, ona göre de ayırımı gerçekleştirmektir.

3) Açıklamak. "Zorda kalışınız dışın­da üzerinize haram kıldığını bizzat kendisi size ayrıntılı bir şekilde açıkla­mıştır" (En'âm 6/119). Kelimenin "ayırmak" manasıyla yakînen ilişkili ve yakın bir mânası vardır. Bir bilgiyi kendinden ayırıp başka birine vermek, bi­linmeyen bir şeyden bilinmezliğini ayırmak, onu açıklamak anlamına gel­mektedir. Bu mânada nelerin haram olduğunu bildiren deliller, kitabı açıkla­mak anlamında pek çok âyette yer almaktadır.

4)  Çözüm getirmek. Yüce Allah'ın sıfatı olarak En'âm sûresinin 57. âyetinde yer almaktadır, fasıl kalıbı ile bu âyette geçmektedir: "O, hakkı anlatır ve O, çözüm getirenlerin en hayırlı-sıdır". Burada doğru hüküm vermek mânasına da geldiği gibi, aynı zaman­da "ayırmak" anlamına da gelmektedir. Bir konuya çözüm getirmek, çözüm­süzlüğü ondan ayırmak demektir.

5) Sütten kesmek. "Çocuğu taşıması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer" (Ahkâf 46/15). Burada "memeden ayırmak" anlamında ve Jfc fisâl kalıbında yer almaktadır.

6) Aile. Meâric sûresinin 13. âyetinde fasile kalıbında "aile" an-lamını ifade etmektedir. "Kendisini barındıran bütün ailesini...".

7) Çeşitli kelimelerle bir tamlama meydana getirerek farklı mânalar ifa­de etmektedir. "Ayırım günü, kıyamet"  (Sâffât 37/21);   "Hakla bâtılı ayıran hüküm ilmi" (Sâd 38/20); "kesin hüküm"

(Şûra 42/21); "ayıran söz" (Tank 86/13) mânalarına gelmektedir.

Bütün bu mânaların özünde "ayırmak, ayrılmak" mânası vardır. Aile de toplumun ayn bir hücresini teşkil etmektedir, yani diğer ailelerden ayrılmak­ta ve ayn bir yapıya sahip olmaktadır. Bir şeyi açıklamak, onu bilinmezliğin­den ayırmaktır. Birinci bölümle bu bölümü birlikte düşündüğümüzde, yüce Allah kitabı göndermekle kalmamış, onu bir bilgiye dayalı olarak da açıkla­mıştır.

Âyetin ikinci bölümünde geçen fek 'alâ 'ilmin ifadesi, "bir bilgiye dayanarak" şeklinde mânalandınlacağı gibi, "bilime uygun" anlamına da alınabilir. O zaman bunun anlamı, Allah kendisine ait bir bilgi ile o kitabı açıklamıştır, demek olur. Bu şekilde açıklanan bir kitabı onlara göndermesi­ne rağmen, onlann inkâra sapmalan, onlan cennetin suyundan ve nimetlerin­den mahrum bırakacaktır.

3. "O kitap, inanan bir toplum için bir kılavuz ve bir

rahmettir". Âyetin bu kısmı, gönderilen kitabın inanan insanlara nasıl bir et­kide bulunduğunu açıklarken, bir taraftan Bakara sûresinin 2. âyeti, diğer ta­raftan da İsrâ sûresinin 82. âyetine bağlanmaktadır. Bakara sûresinin 2. âye­tinde "müttakîler için kılavuz"; İsrâ sûresinin 82. âyetinde "müminler için rahmet" özelliği gündeme getirilmektedir. Mümin ya da müttakî insanlann, imanî seviyelerini koruyabilmeleri için kitabın kılavuzluğuna ihtiyaçlan var­dır.

Kur'ân veya daha önceki peygamberlere gönderilen kitapların kılavuz ve rahmet olma etkinliklerini gerçekleştirmek için bir iman ortamının alt yapı olarak oluşması gerekiyor. Demek ki ilâhî kitabın etkisi insanın psikoloji­sine göre gerçekleşmektedir. İnanmak eğitilmeye, öğretilmeye hazır hale gel­mek demektir. Böylece yüce Allah, bilginin kılavuz olacağına işaret etmek­tedir. Demek ki bilgi, en hakiki kılavuzdur. İlâhî bilgiye ulaştıran kitap, aynı zamanda yağmur damlaları gibi inanan insanın gönlünde rahmete dönüşecek ve orada bitkilerin yeşermesine sebep olacaktır. Kitabın her harfi, her kelime­si ve her âyeti birleşerek insanın gönlüne su gibi akacaktır.[40]

 

Son Pişmanlık:

 

53. Onlar onun te'vîlinden başka bir şey mi bekliyorlar. Te'vîli geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Acaba bizim için şefaatçılar var mı ki, bize şefaat etsin­ler, yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapa­lım diye geri gönderilebilir miyiz?" Onlar cidden ken­dilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kendile­rinden kaybolup gitti.

Bu âyet de, A'râf sûresinin 50-51. âyetlerinde geçen, cennetin suyun­dan ve nimetlerinden mahrum edilen kâfirlerin durumuna açıklık getirmek­tedir. Yüce Allah, 52. âyetle onların mahşerde mazeret gösteremeyeceklerine dikkat çekmektedir. 53. âyetle de âhiretteki pişmanlıklarını anlatarak gelecek nesilleri eğitmektedir.

1. "Onlar, onun te'vîlinden başka bir şey beklemiyor­lar" . Âyetin bu kısmındaki "hel" edatını soru edatı olarak alanlar vardır. O zaman mâna şöyle oluyor: "İlle onun te'vîlini mi bekliyorlar?" Bu mâna doğru olabilir. Ama hel edatını olumsuzluk edatı olarak da alabiliriz. Çünkü âyetteki illâ edatı bu olumsuzluğu bozmaktadır: "Onlar onun te'vîlinden başka bir şey beklemiyorlar" şeklinde de mânalandmlabilir. Her iki mânanın ortak yönü âyetteki vurguyu ortaya koymaktır.

Âyetin bu kısmında yer alan te'vîl kelimesi "döndürmek, çevirmek, tef-sîr etmek, yorumlamak, gizli mânaları ortaya çıkarmak, bir yere varmak" mânasına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "bir yere var­mak" anlamım ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bir bilgiye dayanarak derinle­mesine açıklayıp gönderdiği kitabın içindeki âhiretle ilgili mesajların doğru olduğunun gerçekleşmesi mânasına gelmektedir. Kâfirler bu mesajların varıp dayanacağı nihaî noktayı bekliyorlardı. Böylece onların doğruluğu ortaya çıkmış olacaktı.

2. "Onun te'vîli geldiği gün", yani "kıyamet günü geldi­ğinde" demektir. Çünkü kıyametle ilgili mesajların gerçekleştiği an kıyamet günü olmaktadır. Böylece açıklama ve onun doğruluğu ortaya çıkmıştır.

önce onu unutanlar şöyle derler: 'Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getir­mişler. Acaba bizim için şefaatçılar var mı ki, bize şefaat etsinler, yahut da­ha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz?" Daha önce kıyameti unutanlardan kasıt, 50 ve 51. âyetlerde geçen kâfirlerdir. Çünkü onlar âhirette karşılaşacaklarını unutmuşlardır. Unuttukları âhiret gü­nünden kasıt, âhiret için gerekli olan iman ve ibadetleri terketmeleridir. Unu­tulan şeyi ya insan terkediyor ya da o şey insanı terkediyor. Âhireti onutan-lar âhirette onun gerçek olduğunu görünce, pişmanlıklarından şu sözleri söy­leyeceklerdir:

a) "Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler". Âyetin bu kısmından şu genellemeye varıyoruz: İnsanlar âhirette dün­yadaki oluşumları hatırlayacaklardır. Peygamberleri ve hakikatin ne olduğu­nu orada itiraf edeceklerdir. Âyette ifade edilen gerçek, kitabın içindeki me­sajlardır.

b) "Şimdi bizim için şefaatçılar var mıdır ki, bize şefaat etsinler?" Bunun anlamı, dünyada taptıkları canlı, cansız tanrıları ara­yacaklardır. Allah'ın yolunu engelleyip ve o yolun eğri olduğunu kabullendir-meye çalışan ve âhireti inkâr edip insanları etki altına alan zâlimler, sonradan gelenler, yani onların felsefelerini tanrılaştıran kâfirler, âhirette onların şefa­atini arayacaklardır. Aslında şefaatçi arama konusundaki bu ifadelerinden bir ümitsizlik tavrı çıkmaktadır. "Artık bize kimse şefaat edemeyecektir" anla­mında bu ifadeyi kullanacaklardır.

c) "Yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını ya­palım diye geri gönderilebilir miyiz?" Unuttukları, iman etmeyi bıraktıkları âhiret hayatı gelip gerçek ortaya çıkınca, geri dönmeyi ve bir fırsat verilme­sini derinden isteyeceklerdir. Şimdi âyetin bu kısmından şu genellemeye va­rabiliriz: Bazıları bu dünyada olgunlaşamayan ruhların, olgunlaşmcaya kadar bu dünyaya öldükten sonra tekrar tekrar gelecekler görüşündedirler. Bu âyet onların bu görüşünü çürütmektedir.

Benzer bir isteği de Secde sûresinin 12. âyetinde buluyoruz: "O günah­kârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inan­dık' diyecekleri zamanı bir görsen!" Demek ki âhirette gerçeği gördükten sonra yapılacak imanın faydası olmayacak ve bu dünyaya geri gelip iyi amel işlemek için öne sürülen istek de kabul görmeyecektir.

Onların pişmanlığı daha bu dünyada ölüm anında başlayacak ve geri dönmek isteyeceklerdir: "Nihayet müşriklerden birine ölüm gelip çattığında: 'Rabbim! Beni döndür' der" (Mü'minûn 23/99). Bütün bunları yüce Allah insanlara anlatırken amacı, âhirette bu duruma düşmeden, pişmanlık gelme­den gerçeği görüp Allah'ın mesajlarına inanmayı temin etmektir.

4. "Onlar cidden kendilerine yazık ettiler". Kendi öz benliklerini hüsrana iten bu insanlar, bu büyük yanlışı yapmaya bu dünyada baş­ladılar. Âhirete kavuşacaklarını unutmakla, Allah da onları unuttu (A'râf 7/51). Allah'ın unutması, onlar için en büyük azap olmuştur ve olacaktır. Bu da insanın kendine yazık etmesidir. İnanmayanlar kendilerine yazık etmişler­dir (En'âm 6/12). Allah'ın verdiği kitabı kendi oğulları gibi tanıdıkları halde, ona inanmamak kendine yazık etmektir (En'âm 6/20). Sevabı az gelenler kendilerine yazık etmişlerdir (A'râf 7/9). Müşrikler kendilerine yazık etmiş­lerdir (Zümer 39/15).

Yüce Allah, onların dünyada yaptıklarını "Kendilerine yazık ettiler" şeklinde değerlendirmektedir. Bundan şu sonucu çıkartabiliriz: İnsan ne ya­parsa kendine yapar. İyiliği de, kötülüğü de kendinedir. Âhirette çekeceği ce­za, dünyadaki amellerinin neticesi olacaktır. Allah kuluna ceza vermez, ku­lun kendi amelleri, ona ceza olarak döner ve onun cehennemini oluşturur.

5. "Uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitti". Uydurdukları şeyler neler olabilir? Râzî buna putlar, yardım ettikleri bâtıl dinler cevabını vermektedir. Muhammed Esed ise "boş hayalleri" de­mektedir. Güvendikleri adamlar, felsefeleri, ideolojileri, uydurdukları tanrı­lar kaybolup gitmiş olacaktır. Boş hayallerin peşinden koşmanın en büyük pişmanlığı âhirette duyulacaktır.[41]

 

Yaratmak Ve Emretmek:

 

54. Şüphesiz Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı zaman devresi içinde yarattı, sonra kâinat üzerinde hü­kümranlığını kurmuştur. O, gecenin karanlığı ile hemen arkasından kendisini kovalayan gündüzü örter. Güneş, ay ve yıldızları da daima irâdesine boyun eğmiş durum­da var etmiştir. Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!

Yüce Allah bu âyette, kendisi ile yarattığı kâinat arasındaki ilişkiyi ele alıp açıklamaktadır. Âyetin sistemine göre sırasıyla bu ilişkileri açıklayaca­ğız.

1. "Şüphesiz Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı zaman devresi içinde yarattı". Ayetin bu kısmı, kâinatın yaratılışını ele almaktadır. Burada açıklanması gereken "Altı gün içinde" ifadesidir. Âyette gün, eyyam (günler) şeklinde yer almaktadır, yani çoğul halinde gelmiştir. Bu kelimenin tekili Jj>m yevmdir. Bu anlamda, âyet­teki "gün" kavramı, bizim bildiğimiz hafta günlerini, yani yirmi dört saati mi ifade etmektedir? Kitâb-ı Mukaddes'in Tekvin kitabının bir ve ikinci babla-rında ifade edildiği gibi, "Yüce Allah gökleri altı günde yarattı ve yedinci günde istirahat etti" mi?

Bu sorulara olumsuz cevap vermek zorundayız. Âyette geçen ve Kur'ân'da bundan başka altı âyette yer alan (Yûnus 10/3; Hûd 11/7; Furkân 25/59; Secde 32/4; Kâf 50/38; Hadîd 57/4) bu kavrama iki mâna vermek ge­rekir: Yevm kelimesi, zamanın bir anını, ya da uzun bir zaman dilimini ifade etmektedir. Biz buna devir, evre, uzun bir zaman dilimi, çağ diyebiliriz. Bu­radaki "gün" kavramı, kâinatın yaratılışıyla ilgili olduğu için biz buna jeolo­jik devir de diyebiliriz.

Şu husus iyi bilinmelidir ki, Allah katındaki zaman mefhumu ile insan katındaki zaman mefhumu farklıdır. Meselâ Secde sûresinin 5. âyetinde, "Sonra sizin sayageldiğinize göre bin yıl tutan bir günde O'nun nezdine çı­kar" . Burada Allah katında bir günün, insanların takvimindeki bin yıla eşit olduğuna işaret edilmektedir. Bu hesaplamaya göre, yorumunu yapmakta ol­duğumuz âyetteki altı gün, altı bin yıl etmektedir. Her bin sene, kâinatın yaratılışındaki jeolojik değişim devresini teşkil etmektedir.

Bu altı jeolojik devrenin gök ve yere dağılımı Fussılet sûresinde yapıl­maktadır: "O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti" (Fussılet 71/10). Demek ki yeryüzünün oluşumu ve oradaki canlılar için gı­daların yaratılışı, dört jeolojik devir süresinde olmuştur. Günümüzün bilimi bunu tesbit etmiş ve Kur'ân'ın belirledikleri, jeolojik devirlere uygun düş­müştür. "Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı" (Fussılet 71/12).

Demek ki göklerin yaratılışı da iki devirde olmuştur. Böylece dört+iki =altı zaman devri ortaya çıkmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki, Tekvîn ki­tabının birinci babında bahsedilen haftanın altı günü, altı jeolojik devir (ev­re, çağ ve uzun zaman dilimi) olarak anlamak gerekir. Âyetin bu kısmından çıkarılacak başka bir ilke daha vardır. Kâinatın yaratılışını yüce Allah zaman kavramıyla anlattığına göre, önce zamanı yaratmıştır. Gece ile gündüz kav­ramı güneş sisteminin yaratılmasından sonra ortaya çıkmaktadır. Ama şu ger­çek unutulmamalıdır ki, yüce Allah insanlara bildirmek istediklerini, algıla­yacakları kavramlarla anlatmaktadır.

Diğer taraftan Yâsîn sûresinin 82. âyetine bakıldığında, yorumunu yap­makta olduğumuz âyette geçen "gün"ün çok kısa bir anı ifade ettiği anlaşılır. Âyet şöyledir: "Bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı 'ol' demekten ibarettir. Hemen oluverir". Ayrıca Rahman sûresinin 29. âyetinde de yüce Allah'ın her an yarattığına dikkat çekilmektedir. "O, her an yaratma halin­dedir" . Demek ki yüce Allah kâinatı yaratıp saat gibi kurmuş ve o da bu şe­kilde çalışmaktadır diyemeyiz. Çünkü bu âyete göre, yüce Allah her an ya­ratmakta, yani her an ona müdahale etmektedir. Rahman sûresinin 29. âye­tinde yer alan "gün" kavramı da "an"ı ifade etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah Önce zamanı yaratmış, sonra da kâinatı yaratma eylemini o zaman dilimleriyle ya da ölçüsüyle ifade etmiştir. Burada altı gün kavramı, altı an ya da altı jeolojik devir anlamında kullanıl­mıştır. Âyetin bu kısmında geçen "yaratma", "takdir etme" mânasına da gel­mektedir. Takdir edip yaratmıştır, demektir.

"Rabbiniz Allah" ifadesinden, yüce Allah kendisinin Rab sıfatının açıklamasını da yapmaktadır. Firavun Hz. Musa'ya Rabb'inin kim olduğunu sorunca, Hz. Mûsâ "Her şeyi yaratandır" cevabını verdi (Tâhâ 20/49-50). A'râf sûresinin 54. âyetinde de bu yaratma eyleminin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.

2. "Sonra arşa istiva eden..." Arşı kaplamanın ne an­lama geldiği Bakara sûresinin 255. âyetinde açıklandı. "O'nun kürsüsü gök­leri ve yeri kaplar" âyetindeki "kürsü" kavramı, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz âyette "arş" olarak geçmektedir. "Rahman arşa istiva etti" (Tâhâ 20/5), arşa kurulup oturmak anlamına alınmamalıdır. "Sonra arşa istiva etti" ifadesinin iki mânaya geldiğini söyleyebiliriz. Birincisi "arşa istiva etmek", Allah'ın yarattığı kâinatın içine kendisini koyması demektir. Allah mekândan münezzeh olduğuna göre, hem kâinatın içinde hem de dışındadır. Yarattığı kâinatın içine kendisini koyması, meselâ insana şah damarından daha yakın olmasını (Kâf 50/16), arşa istiva etmesi anlamında değerlendirebiliriz. İkin­ci anlamıyla "arşa istiva etmek", hâkim olup yönetmek demektir. Yüce Allah kâinatı ve onun içindeki varlıkları yaratıp kendi başlarına terketmemiştir. Onlara sahip çıkmakta, onları idare etmekte, onları beslemekte ve onları da­ima yenilemektedir. Rahman sûresinin 29. âyetindeki "Her an yaratmada­dır" ifadesi buna açıklık getirmektedir.

Bu iki yorum birbirini tamamlar mahiyettedir. Yüce Allah kâinatı yarat­tı, kendisini onun içine koydu ve onun her şeyi ile ilgilendi ve ilgileniyor di­yebiliriz. Peki yukarıda ikinci olarak açıklanan yoruma delil olarak Rahman sûresinin 29. âyetinden başka bir âyet getirebilir miyiz? Diğer bir delilimiz de yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamıdır: "Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de Allah'a aittir". Bu ifade "arşa istiva etmenin" ne olduğuna açıklık getirmektedir.

3. "Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır". Allah'ın kudretini anlamak için kâ­inatın içinde cereyan eden gece ile gündüzün ilişkisine, güneş, ay ve yıldız­ların Allah'ın emrine boyun eğerek kendilerine verilen görevleri hiç ihmal et­meden yerine getirmelerine bakmak yeterlidir. Bunun anlamı, kâinat kitabımn araştırılıp deşifre edilmesi, Allah'ın varlığına ve birliğine götüren bilinç­li bir imanın oluşmasını temin edecektir. Diğer taraftan "Allah'ın arşa istiva etmesi"ni de açıklamaktadır. Kâinatı nasıl idare edip hükmü altına aldığına di açıklık getirmektedir. Bu konuların daha geniş bir açıklaması, Bakara sû­resinin 164. âyetinde yapıldı.

4. "Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na aittir". Âyetin bu kısmında yer alan "yaratma" ve "hüküm verme" ifadeleri arasın­daki yakın ilişkiyi görmek gerekir. Yaratan emretmeye, hüküm vermeye hak kazanmış demektir. Onun içindir ki, doğuranın doğurduğu ile olan ilişkisi, doğurmadığı ile olan ilişkisinden farklıdır.

Bilgide yeni şeyler üretenler, yeni şeyler icat edenler insanlığa hükmet­me, siyasî erki de ellerinde bulundurma hakkını elde ederler. Bir toplum si­yasî, ilmî ve ekonomik alanlarda yeni şeyler üretecek şekilde aklım kullanı­yorsa, dünyanın siyasî erkini de eline geçirir. Yüce Allah kâinatı yarattığın­dan dolayı, emretmenin de kendisine ait olduğunu beyan etmektedir. Mutlak yaratış ve mutlak emir Allah'a ait olduğuna göre, bizimkiler izafî olmaktan öteye geçmeyecektir.

5. "ÂlemlerinRabbi Allah ne yücedir". "ÂlemlerinRab-bi" ifadesi, Fatiha sûresinin 2. âyetinde açıklandı. Bütün kâinatı yaratan, bes­leyip büyüten, terbiye eden, her an ilgilenen ve sahip çıkan varlık, "yüce ol­ma" sıfatına lâyık demektir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin başında "sizin Rabbiniz Allah" dendiği halde, âyetin sonunda "âlemlerin Rabbi Al­lah" ifadesi kullanılmaktadır. Her iki ifadenin ortak yönü, "Allah'ın Rab ol-ması"dır. Birinci ifadeden sonra Allah kendi yaptıklarını anlatmakta, ikinci­sinde de yüceliğini gündeme getirmektedir. Bu bize şu genellemeyi vermek­tedir: Nasıl ki Allah yüceliğini yaptığı işe bağlamaktadır; insanlar da yaptık­ları işe göre yücelikten pay alacaklardır.

Müslüman, üstünlüğün hem beyin hem gönül hem de iş üreten eylem­lerde olduğunu bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Gönül eylemi olan iman, yücelik için çok önemlidir: "Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstün ge­lecek olan sizsiniz" (Âl-i İmrân 3/139). Aklını kullanmayanların necis olaca­ğını bildiren Allah (Yûnus 10/100), pislik içinde olanların yücelere ermesinin mümkün olamayacağına işaret etmektedir. Düşünmek aklın, iman da gönlün eylemi olmaktadır.

Âyetin tamamına bakacak olursak, şu neticeye varabiliriz: Allah gökle­rin ve yerin yaratılışından, gece ile gündüzün ilişkisinden, güneş, ay ve yıl­dızların boyun eğişinden bahsetmekle, astronomi ve yerel bilimlerin progra­mını yapmakta ve bunların kanunlarının araştırılmasını öngörmektedir. Do­layısıyla hüküm ve yüceliği elde tutmanın bilimden geçtiğine işaret etmekte­dir. Bir bakıma yüce Allah, insanların özellikle inananların araştırmaları ge­reken bilimlerin üniversitesini kurmakta ve programlarını yapmaktadır.[42]

 

Yaratana Dua Etmek:

 

55. Rabbinize alçak gönülle ve yüreğinizin ta derinlik­lerinden gelerek dua ediniz. Doğrusu O, çizgiyi aşanla­rı sevmez.

56. Yeryüzü ıslaha kavuştuktan sonra, orada bozguncu­luk yapmayınız. O'na ürpererek ve ümit ederek dua edi­niz. Kuşkusuz Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.

54. âyette Allah'ın Rabliği, kâinatı yaratması anlatılıp, hüküm ve yüce­liğin kendisine ait olduğu vurgulanmıştı. 55 ve 56. âyetlerde de insanların Al­lah'a karşı ne yapmaları gerektiği gündeme getirilmektedir.

1.  "Rabbinize alçak gönüllüce ve yüreğinizin ta derin­liklerinden gelerek dua ediniz". Dua kavramının ne anlama geldiği, Bakara sûresinin 186. âyetinde geniş bir şekilde açıklandı. Burada şunu söylemekte yarar vardır: Dua kelimesi emir kalıbında alınınca, "tapınmak" anlamına da gelmekte ve özellikle sahte tanrılara tapınmayı yasaklamak için kullanılmak­tadır (Yûnus 10/106; Cin 72/18). Açıklamaya çalıştığımız âyette duanın na­sıl yapılacağına açıklık getirilmektedir. Dua eyleminin formülünde iki şey bulunmalıdır: Huşu ve gizlilik. Bu iki psikolojik oluşumun bulunmadığı du­anın geçerliliğinde zorluk vardır. Âyetteki ifadesiyle tazarru' kelimesi, "zil­let, huşu, gönül alçaklığı, boyun bükmek" mânalarına gelmektedir. Bunun bir anlamı da aczini ve muhtaç oluşunu ifade ederek dua etmektir.

Hufye kavramına "gizli" anlamı yanında, "gönlün derinliklerinden ge­lerek dua etmektir" mânası da verebiliriz. Hufye kelimesini sözlük mânasına aldığımızda, duanın "gizli" yapılmasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

2. "Allah, sınırı aşanları sevmez". Boyun bükerek, yani huşu içinde ve gizlice dua yapmayanın haddi aşacağı anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmında geçen mu'tedîn kelimesinin mânası, "sının aşanlar"dır. Peki ama hangi amellerle insan Allah'a karşı sının aşmış olur? Bu soruyu ce­vaplandırmak için bir önceki âyetle bu âyetin ilk kısmını bir araya getirmek gerekir. Gökleri ve yeri yaratan, geceyi gündüze bürüyüp örten, güneş, ay ve yıldızları boyun eğdiren ve kâinattaki bütün oluşumlara hükümran olan Al­lah'a huşu ile ve gizlice dua etmek lâzımdır. Bunu yapmayanlar sınırı aşmış olacaklardır. Bu durumda olanlar, Allah'ın sevgisini kaybedeceklerdir.

3. "Yeryüzü barışa kavuştuktan sonra, orada bozgunculuk yapmayınız!". "Mu'tedîn"in kim olduğu bir önceki âyete göre mânalandmlmıştı, şimdi de bir sonraki âyete göre mânalandıralım. Buna göre barışın tesis edildiği yerde bozgunculuk çıkarmak, sının aşmak, banşı ve düzeni bozmaktır.

İnsanlar, düzene kavuşan insanlığı fesada nasıl verirler? Cana, mala, nesebe, dine ve akla saldırarak bunu yaparlar. Cana, hayat hakkını kaldıra­rak, mala, mülkiyet hakkına saldırarak; nesebe, haram lokma yiyerek, zina ve homoseksüellik fiili işleyerek; dine, şirk koşarak ve Allah'ın emirlerini yeri­ne getirmeyerek, akıllı düşünmeyerek, onu yerli yerinde kullanmayarak fesat çıkarmış olurlar. Biz bunu kısaca şöyle formüle edebiliriz: Allah'ın hakkını yerine getirmemek, hayat hakkını tanımamak, nesebi bozmak, ve beynin hakkını vermemek, yeryüzünde fesat çıkarmak ve Allah'ın sevgisini kaybet­tiren sının aşmaktır.

Yüce Allah peygamberler göndererek, yeryüzünde barışı gerçekleştir­mek ve oraya bir düzen getirmek istemiştir. Bu düzenin ve barışın kurulma­sından sonra onu bozmak, fesat çıkarmaktır. Allah insanlıkta düzeni sağla­mak için dini, aklı, canı, malı ve nesebi korumayı temin etmek konusunda esaslar göndermiştir. Dinin, aklın, canın, malın ve nesebin korunmadığı top­lumlar düzeni bozmakta, barışı dinamitlemektedirler. Bunu yapanlar Allah'ın sevgi ve rahmetinden uzakta kalacaklardır. Allah'ın sevgi ve merhametinden uzakta kalan insanların durumunu açıklamaya kelimeler yetmeyecektir.

4. "Ürpererek ve ümit ederek O'na dua ediniz. Hiç kuşkusuz, Allah'ın rahmeti muhsinlere çok yakındır". Ayetin bu kısmını bir soru ile açıklayabiliriz: Kimdir muhsinler? Kısaca cevap vere­bilirsek, "iyi iş üretenler", "insanlığa güzellikler getirenler"dir. Yüce Allah muhsin kelimesine çeşitli âyetlerde farklı tanımlar getirmektedir. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde, bollukta ve darlıkta infâk etmek, kinini yut­mak ve insanları affetmek, muhsinin eylemleri olarak takdim edilmektedir.

Burada ise muhsin kavramına farklı bir mâna yüklenmektedir. Kâina­tın kanunlarını inceleyip oradaki oluşumları gözleyerek Allah'ın kudretinin farkına varıp, O'na huşu, ürperti ve ümit içinde dua edip boyun eğmek ve iba­dette bulunmak, yeryüzünün ıslahından sonra orada bozgunculuk yapma­mak, barışa sahip çıkmak muhsin olmanın basamaklarını çıkmaktır. Bunda beynin ve gönlün güzellikler üretmesi vardır. Huşu ve gizlilik ile ürperti ve ümit dengeleri içinde Allah'a dua etmek, yakarmak, istekte bulunmak gönlün güzellikleri, yani gizemliliği bilinçle tedkik edip yaratışın ve emrin Allah'a ait olduğunu kavramak ve barışı korumak beynin güzellikleridir. Bu iki gü­zellik insanı muhsin yapmaktadır. A'râf sûresinin 54-56.âyetleri, böyle bir beyin ve gönülün oluşması, yetişmesi için gerekli olan eğitimi vermektedir.[43]

 

Öldükten Sonra Dirilmeyi İspat Etmek:

 

57. Rüzgârları, rahmetinin önünden müjdeci gönderen O'dur. Nihayet rüzgârlar, ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir beldeye göndeririz, orada suyu indirir ve onun­la türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çı­karacağız. Düşünüp ibret almanız umuluyor.

Yüce Allah 54. âyette kâinatın yaratılışını açıklamıştı. 57. âyette de öl­dükten sonra dirilmenin ispatını tabiat kanunlarıyla yapmaktadır.

1. "Rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen O'dur. Nihayet rüzgârlar ağır bulutlan yüklenince, onu ölü bir beldeye göndeririz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız". Ayetin bu kısmından çıkarılabilecek bazı ilkeler vardır.

a) Yüce Allah, rüzgârla bulut ve yağmur arasındaki ilişkiye dikkat çek­mektedir. Yüksek basınçla alçak hava basıncı arasındaki hava akımına rüz­gâr diyoruz. Rüzgârların bir görevi de rahmet denen yağmuru müjdelemele­ridir.

b) Yağmurun önünden rüzgârın gelmesi, ilâhî takdire göre olmaktadır. Onun için âyette "Rüzgârları gönderen O'dur" ifadesi yer almaktadır. Bu ifade, tabiat kanunları ile yüce Allah'ın ilişkisini açıklamaktadır. Demek ki Allah kâinatı saat gibi kurup kendisi de bir kenara çekilmemiştir. Her an ona müdahele etmekte, her an onu yenilemekte ve yaratmaktadır.

c) Zamanla rüzgârlar bulutlan yüklenir. Yüce Allah yağmuru suya ihti­yacı olan ölü beldelere gönderir. Böylece ölü beldelerin yağmura ihtiyacı ol­duğu ve bu ihtiyacı gidermek için bulutların oraya sevkedildiği anlaşılmak­tadır.

d) "Onunla su indiririz de o suyla her türlü meyveyi çıkarırız". Yüce Allah burada canlanma ile su arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Demek ki su hayatın kaynağıdır. Enbiyâ sûresinin 30. âyetinde "her şeyi sudan yarattığını" buyuran Allah, canlılığın kaynağında iki hidrojenle bir oksijen atomunun olduğunu, biyoloji biliminin temeline koymuştur. Bunun anlamı, canlılığın ana unsuru sudur: H20 = hayat. Tabii ki ölü topraktaki diğer elementler olmazsa, su onları canlandıramaz.

Meyve ağaçlarının ürün vermesi için suya ihtiyaç vardır. Ölü topraklar suyla karşılaşınca, canlanma başlamaktadır. Hac sûresinin 5. âyetinin sonun­da da bu ilişkiye dikkat çekilmektedir: "Sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü ha­linde görürsün, fakat biz suyu üzerine indirdiğimizde o kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir". "Yüce Allah tabiat kanunlarını niçin an­latıyor?" sorusunun cevabı âyetin sonunda gelmektedir.

2. "işte ölüleri de böyle çıkaracağız. Düşünüp ibret almanız umuluyor". Öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için Allah ya­rattığı kanunları kullanmaktadır. Öldükten sonra dirilme gibi fizik ötesi bir olguyu, tabiat kanunları ile ispat etmekte ve delillendirmektedir. Ölü toprağa su inince nasıl canlanıyorsa, öldükten sonra dirilme de böyle gerçekleşecek­tir denirken, iki olgu arasında bir benzerlik kurulmaktadır.

Allah bu benzerliği kurarken bir amaç gütmektedir: İnsanın düşüncesi­ni harekete geçirmek, tabiattaki oluşumlardan sıçrama yaparak öldükten son­ra dirilme olgusuna şüphe etmeden inanmayı temin etmek, insanı bilimsel bilgiden, âhiret inancına sıçrayacak kadar güçlü bir düşünceye sevketmek.

Âyetin son kısmında yer alan le'alle kelimesi hem amacı hem de ihtimali belirlemektedir. Anlatılan tabiat kanunlarının insanı düşünceye sev-ketmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Fakat düşünüp ibret alacak olan in­san olduğundan, Allah kesin bir ifade kullanmıyor, ihtimalli bir ibare kullanıyor, çünkü insan düşünüp ibret almayabilir.

Hac sûresinin 5. âyetinin ilk bölümünde, öldükten sonra dirilme konu­sundaki şüpheyi gidermek için insanın anne karnında yaratılışı, orada geçir­diği safhalar ve doğduktan sonra ölümüne kadar geçirdiği evreler açıklan­maktadır. Demek ki biyoloji kanunlarıyla öldükten sonra dirilmenin ispatlan­ması, din eğitimcileri için zorunludur. Âhirete iman bu kanunların temelleri üzerine oturtulursa, daha bilinçli ve kesin bir iman olacaktır. İçinde şüpheden bir toz bulunmayan bu iman, sarsılmaz bir iman halini alacaktır.

Kur'ân'ın geneline baktığımız zaman rüzgâr denen tabiat kanununun çeşitli isimler altında, çeşitli görevler icra ettiklerini görmek mümkündür. Rüzgâr anlamına gelen rîh kavramı, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette riyâh kalıbından çoğul olarak gelmektedir. Aslında kelimenin kökü râhedir (r-v-h). Ortadaki harfi "vav"dır. Rîh kelimesindeki orta harf "yâ"dır, ama ay­nı kökten gelmektedir.

Râhe kelimesi, "geceleyin gitmek veya gelmek" anlamını ifade etmek­tedir. Günün şiddetli rüzgârlı olması anlamına da gelmektedir. "Bir şeyin ko­kusunu almak, ikram ettiği için sevinmek, lütfa nail olmak, ikram ettiği için sevinmek, elini çabuk tutarak bir işi yapmak, ağacın yaprak açması"; rüzgâr­la beraber kullanılınca, "rüzgâr dokunmakla helak olmak, nefes almak, hak sahibine hakkım vermek" anlamına gelmektedir. Aynı kelimeden türeyen ruh, "nefis, ilâhî vahiy, Kur'ân, Cebrail, Hz. îsâ, üfleme, Allah'ın hükmü" mânasını ifade etmektedir. Aynı kelimeden gelen rîh da rüzgâr demektir. Erâvîh kalıbı "koku, merhamet, kuvvet, zafer, efendilik, hâkimiyet" anlamı­nı ifade etmektedir. Rîh kelimesinin çeşitli kalıplan Kur'ân'da farklı mânala­ra gelmektedir.

 

Rîh Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Koku. "Kafile ayrı-Unca, babalan: 'Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yûsuf un koku­sunu alıyorum' dedi" (Yûsuf 12/94). Bu âyette koku anlamında rîh kalıbında gelmiştir.

2. Kuvvet. "Allah ve Resulüne itaat ediniz, birbirinizle çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız da kuvveti­niz gider" (Enfâl 8/46).

3. Mutluluk. "Rahatlık" mânası verebileceğimiz bu anlamı, Vâkı'a sû­resinin 89. âyetinde ravh kalıbında gelmektedir: "Ona mutluluk vardır".

4. Gönül rahatlığı. "Ona gönül rahatlığı vardır" (Vâkı'a 56/89). Bu anlamda reyhan kalıbından gelmektedir.

5. Rüzgâr. Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 57. âyetin­de rüzgâr mânasını ifade etmektedir.

Kur'ân'da rüzgâr kavramı azap için kullanıldığı gibi, iyi anlamda da kullanılmaktadır. Kur'ân'da on bir çeşit rüzgârdan bahsedilmektedir. Bunlar­dan beşi azap rüzgârları, altısı da rahmet rüzgârlarıdır.

1. Azap rüzgârları

a) Sır rüzgârı. Bu rüzgârın anlamı, "kavurucu rüzgâr"dır. Soğuktan ka­vurduğu g'ıbi, sıcaktan da kavurmuş olabilir. Bu rüzgânn içinde sır vardır, ya­ni sıcak veya soğuktan kavuran bir nitelik taşıdığı için bu ismi almıştır: "Onların,   bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zul­metmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup mahveden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir" (Âl-i İmrân 3/117).

b) Âsıf rüzgârı. "Şiddetli fırtına" anlamına gelmektedir. Yûnus sûresin­de geçen bu rüzgâr çeşidi, azap ifade eden bir nitelik taşır. "O ge­miye şiddetli bir fırtına gelip çatar" (Yûnus 10/22).

c)   Kâşif rüzgârı.  "Kasırga" anlamına gelmektedir: "Yahut O'nun, sizi bir defa daha oraya gönderip üzerinize bir kasırga yollayarak inkâr etmiş olmanız sebebiy­le sizi boğmayacağından emin misiniz?" (İsrâ 17/69).

d)     'Akîm   rüzgârı.    "Kasıp   kavuran"   mânasına   gelmektedir:  "Ad kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavu­ran rüzgârı göndermiştik" (Zâriyât 51/41).

e) Sarsar rüzgârı. "Uğultulu rüzgâr" demektir. "Âd kavmi ise uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler"  (Hakka 69/6).

2. Rahmet getiren rüzgârlar

a) Müjdeleyici rüzgârlar. Rûm Sûresinin 46. âyetinde mübeşşirât keli­mesi ile ifade edilmektedir. "Müjdeleyici olarak rüzgâr­ları göndermesi, Allah'ın âyetlerindendir" (Rûm 30/46).

b)  Dölleyen rüzgârlar. Hicr sûresinin 22. âyetinde "ilkah eden", yani "dölleyen" olarak yer almaktadır: "Biz, rüzgârları dölleyici olarak gönderdik" (Hicr 15/22).

c) Tatlı rüzgârı. Yûnus sûresinin 22. âyetinde tayyibe kelimesi ile ifa­de edilmektedir. "O gemiler de, içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdüler".

d)  Mürselât rüzgârları. Ç&5b$J "Yemin olsun, (iyiliklerle) birbiri pe­şinden gönderilenlere..." (Mürselât 77/1). İbn Ömer, mürselatı rüzgâr olarak mânalandırmıştır.

e)  Zâriyât rüzgârları. Yine İbn Ömer, Zâriyât sûresinin 1. âyetinde ge­çen zâriyât kavramını, rüzgâr olarak anlamlandırmaktadır: "Tozdu­rup savuranlara!"

f) Nâşirât rüzgârları. "Yaymak" anlamına gelen nâşirât, Mürselât sûre­sinin 3. âyetindedir. "Yaydıkça yayanlara yemin olsun!"[44]

 

Eğitim Faaliyetleri İçin Bir Örnek:

 

55. Temiz beldenin bitkisi Rabbinin izni ile çıkar. Pis olan beldeden ise zararlı bitkiden başkası çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.

Bu âyetin analizinden, eğitim için önemli ilkeler çıkarmak mümkündür.

1. "Temiz beldenin bitkisi Rabbinin izni ile çıkar". "Temiz belde"den kasıt, verimli topraktır. Tayyib kavramı, "güzel, hoş, be­reketli, verimli, iyi" anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmı maddî anlamda verimli bir toprağı anlatarak başka bir şeye işaret etmiş olabilir. İşaret edile­bilecek olan konuların birini Râzî'den, diğerini de Râgıb el-İsfahânî'den ala­cağız.

a) Râzî, "temiz, verimli arazi"den kasıt, "Allah'a inanan mümin kimse-ler"dir fikrini ileri sürmektedir. Ruh olgunluğuna sahip, şahsiyeti gelişmiş ve tevhîd inancına mensup insanlar, verimli toprağa benzerler. Onların ortaya koydukları fikir ve davranışlar, Allah'ın müdahalesiyle gerçekleşir.

b) "Temiz belde" kavramını İsfahânî, Tafsîlü'n-neş'eteyn ve Tahsîlü's-sa'âdeteyn adlı eserinde, helâl lokma ile büyümüş kadın olarak mânalandır-maktadır. Helâl lokma ile büyümüş, beslenmiş kadının doğurduğu çocuğun Rabbinin izni, yani müdahalesi ile büyüyeceği yorumunu yapmaktadır.

İsfahânî'nin yorumundan, eğitimde "veraset" konusuna intikal etmek daha kolaydır. Eğitimde veraset mi daha önemlidir, yoksa çevre mi; başka bir ifade ile veraset mi eğitim mi daha etkilidir konusu, eğitimcileri meşgul et­miştir. Kimileri verasetin, kimileri de çevrenin ağır bastığını savunmuştur. Ama her iki görüşe önem verenler de çıkmıştır. Meselâ Immanuel Kant, eği­timin ağır bastığını savunurken, Sa'dî Şîrâzî de verasetin ağır bastığını iddia etmektedir. İmam Gazzâlî ise veraset ve eğitime birlikte önem vermektedir.

A'râf sûresinin 58. âyetinde de verasetle eğitimin beraber işlendiğine şahit oluyoruz. Temiz belde, helâl süt ile büyümüş anneyi temsil ettiğine gö­re, bu temiz karakterin çocuğun eğitimden etkilenmesini kolaylaştıracaktır. Herkes eğitimden belli ölçüde etkilenir, ama helâl karakter, helâl süt ve helâl lokmanın ürünü olan çocuk daha kolay etkilenecektir.

Toprak verimli ise, yapılacak ziraat daha kolay yapılacak, ürün daha bereketli olacaktır. Helâl lokma ile büyüyen kadının doğuracağı çocuğun eği­timinden de iyi bir netice alınacaktır. İsfahânî'nin görüşü bize bu yorumları  inkânını verdiği için onu tercihe şâyân buluyoruz.

2. Pis beldeden ise zararlı bitkiden başkası çıkmaz". Temiz olmayan beldeden kasıt, "verimsiz, bereketsiz, çorak, çölümsü bel-de"dir. Böyle beldeden ancak zararlı bitkiler çıkar.

a) Râzî'ye göre pis araziden kasıt iman etmeyen kâfir ve müşriktir. Tev-be sûresinin 28. âyetine göre müşrikler necistir, yani pistir.

b) İsfahânî'ye göre pis beldeden kasıt, haram lokma ile yetişen kadın­dır. Onun doğuracağı çocuk toplumu rahatsız edecektir. Haram lokma, neslin asaletini bozmaktadır. Bu durum onların eğitimini zorlaştırmaktadır.

3. "İşte şükreden bir toplum için âyetleri böy­le açıklıyoruz". Ayetin tamamını, Râzî ve İsfahânî'nin yorumundan hareket ederek yaptığımız açıklamayı bir tarafa bırakıp verimli arazi ve verimsiz ara­zi anlamında alırsak, 57. âyette rüzgârları yağmurun önünde müjdeci olarak göndermesi, onların bulutlan ölü memleketlere sevketmesi, o memleketlere yağmur yağdırıp her çeşit meyveyi yeşertmesi, bu ilişkinin ölüleri diriltmeye örnek olarak gösterilmesi ve bunların amacının insanların düşünüp ibret al­maları olduğunun söylenmesi, ilâhî kanunların belirtilmesidir. Bunların hep­si birer âyettir. Daha sonra 58. âyette verimli arazi bitkisinin Allah'ın izni ile çıkacağının, verimsiz arazinin zararlı ot çıkaracağının söylenmesi de birer âyet olmaktadır.

Demek ki burada anlatılan tabiat olaylarının tamamı, kanun anlamında birer âyettir. Öldükten sonra dirilme olgusu, tabiat kanunlarıyla açıklanmak­tadır. 57. âyetin sonundaki açıklama düşünüp ibret almayı, 58. âyetin sonun­daki açıklama da şükretmek olarak belirmektedir. Bu âyetler inanan bir top­lum için açıklanmaktadır. 58. âyetin sonundaki inanmak eylemi hem ilim, hikmet ve kudret sahibi Allah'a inanmayı, hem de öldükten sonra dirilmeyi iman kapsamına almaktadır.

İsfahânî'nin düşünce tarzına getirdiğimiz yorumu ele alırsak, haram lokma ile helâl lokmanın, eğitimin etkinliği ile ilişkisinin kurulması da âyet­tir. Haram lokmanın eğitimin etkinliğini zorlaştırdığı, helâl lokmanın ise art­tırdığı konusu, üzerinde düşünülmeye değer.

A'râf sûresinin 58. âyetinin tamamına bakınca, nesillerin problem haline gelmesinin sebeplerinden biri olarak, haram lokmanın hem haya duygu­sunu hem de asaleti bozduğunu tesbit etmek mümkündür. A'râf sûresinin 22. âyetinde anlatıldığı gibi, haram lokma haya duygusunu yaralamakta ve gide­rek asaleti bozmaktadır. Bunları gündeme getirmekle yüce Allah, haram lok­ma yemekten insanları caydırma eğitimim de yaptırmaktadır. A'râf sûresinin 58. âyetini şu âyetle de yorumlayabiliriz. "Kur'ân, müminlere şifâ ve rah­mettir. Kâfirlerin ise ziyanlarını (sapıklıklarını) arttırmaktan başka bir kat­kıda bulunmaz" (İsrâ 17/82).

A'râf sûresinin 58. âyetinin son kelimesindeki şükür kavramı, "inan­mak" mânasına alınırsa, Kur'ân'ın rahmeti, inanan insanların gönüllerine ilâ­hî müdahalenin gerçekleşmesiyle faydalı oluşumlar meydana getirecek, ama kâfirlerin gönüllerinde ise dikenler bitirecektir.

Bu âyetin bir açıklaması mahiyetinde olan şu hadîsi de eğitim açısından ele alabiliriz: "Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyet, bir toprağa eri­şen bol yağmura benzer; o toprağın bir kısmı verimlidir, suyu kabul eder, ye­şilliktir ve çok ot bitirir. Toprağın bir kısmı suyu tutar, Allah onunla insanla­rı yararlandırır. Su içerler, hayvanlarını ve ekinlerini sularlar. O toprağın bir kısmı ise taşlıktır, ne su tutar ne ot bitirir". Bu benzetme Allah'ın, dininde ba­şarıya ulaştırdığı, benimle gönderdiği hidâyetten yararlandırdığı, onu öğre­nen ve öğreten insanın durumu ile, benim davetime kulak asmayan, benimle gönderilen hidâyeti kabul etmeyen insanın durumunu gösterir[45].

İsrâ sûresinin 82. âyeti ile bu hadîsi A'râf sûresinin 58. âyetiyle ilişki-lendirirsek, oradaki verimli arazi ile verimsiz arazinin ne anlama geldiği da­ha iyi anlaşılır. Verimli arazi, inanan insanın gönlü, çorak arazi de inkâr ede­nin gönlü olmaktadır. İnanan insanın gönlünde, Kur'ân'ın rahmeti ile sevgi, iman bulunurken, inanmayan insanın gönlünde haset, kin ve düşmanlık duy­guları oluşur. Demek ki Kur'ân'dan, insanlar, kendi psikolojilerine göre etki­leneceklerdir.[46]

 

Hz. Nuh'a Gösterilen Tepki:

 

59. Andolsun, Nuh'u kavmine gönderdik: "Ey kavmim!" dedi. "Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, size büyük bir günün azabının in­mesinden korkuyorum".

60. Kavminden ileri gelenler dediler ki: "Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz".

61.  Dedi ki: "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim".

62.   "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyo­rum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından sizin bil­mediğiniz şeyleri biliyorum".

63.  Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?

64. Onu yalanladılar, biz de onu ve onunla beraber ge­mide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler.

Bu âyetler, Hz. Nuh'un Allah tarafından peygamber olarak gönderildik­ten sonra, topluma verdiği mesaj ve ona karşı gösterilen tepkiyi ele almakta­dır. Ayetlerin analizini yapıp genellemelere geçebiliriz.

1. "Andolsun, Nuh'u kavmine gönderdik". Âyetin bu kısmı, Hz. Nuh'un kendi kavmine peygamber olarak gönderildiğini ifade et­tikten sonra şu kuralı gündeme getirmektedir: Bir toplum kendi içinden ye­tişmiş insanlarla eğitilmelidir. İbrahim sûresinin 4. âyetine göre, her peygam­ber kendi kavminin diliyle kavmine seslenmiştir. Buna "ana dili ile eğitim" diyoruz. A'râf sûresinin 59. âyetinden de "kendi insanı ile eğitim" yapmanın ilâhî bir ilke olduğu kuralını çıkartıyoruz. Çünkü Allah peygamberleri kendi toplumlarından çıkarıp görevlendirmiştir.

2. "Ey kavmim! dedi: 'Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, size büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum". Hz. Nûh halkına iman konusunda üç mesaj vermektedir.

a) "Allah'a kulluk ediniz". Bu mesaj, tevhîd inancının temelini oluştur­maktadır. "Allah'a iman ediniz" demiyor da "Allah'a kulluk ediniz" diyor. Bu ifadede Allah'ın varlığına ve birliğine iman vardır. Allah'ın var ve bir olduğu­na inanmak, insanlar için zor değildir. İnsanlar için zor olan tek tanrıya kul­luk etmektir. Çünkü tevhîd inancında kalarak kulluk etmek çok kere ihlâl edilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Nuh'un kavmi Allah dışındaki varlık­lara tapmaktaydı.

Nûh sûresinin 3. âyetinde bu mesaja "Allah'tan sakınmak" ve "O'na ita­at etmek" de ilâve edilmiştir. A'râf sûresinin 59. âyetinde "Allah'a kulluk ediniz" emri, Fatiha sûresinin 5. âyetindeki "Yalnız sana kulluk ederiz" ifa­desi, bu hususun bütün peygamberlerin mesajında yer aldığına işaret etmek­tedir.

2. "O'ndan başka tanrınız yoktur". Bu ifade tarzı, yalnız Allah'a kulluk etmenin sebebi durumundadır. Allah'tan başka tanrı olmadığı­nı kabul ettikten sonra O'na kulluk edilir. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: "Allah'a kulluk ediniz", çünkü O'ndan başka tanrınız yoktur. Allah'tan baş­kasını dışlamak, inkâr etmek, tevhîd inancının temelini teşkil etmektedir. Bu Bakara sûresinin 256. âyetinde görülmüştü: "O halde kim tâğutu inkâr edip Allah'a inanırsa" ifadesinde, mümin insanın önce inkâr ettiği, sonra iman et­tiği belirtilmektedir. Mü'minin tâğutu, yani Allah'tan başka varlıkların tanrı­lığını inkâr ederek iman etmesi gerekmektedir. Çünkü şirk olan gönle tevhîd inancı girmez. Zaten "lâ ilahe illallah" derken, cümlenin başındaki "lâ" inkâr etmeyi, reddetmeyi gündeme getirmektedir.

3. "Doğrusu ben, size büyük bir günün azabının in­mesinden korkuyorum". Burada âhirete iman gündeme taşınmaktadır. Âyette Allah'tan başkasına tapınmanın insanlara azap getireceği ve bunun âhirette gerçekleşeceği hatırlatılmaktadır. Hz. Nuh'un "korkuyorum" demesi, onun halkını düşündüğünü ifade etmektedir.

Bir peygamberin başkalarını düşünmesi, onların kötü amelleri yapma­ları konusunda endişe etmesi gerekir. Başka bir ifade ile bu, peygamber ah­lâkının bir gereğidir. Demek ki kâmil insan olabilmek için, başkaları adına korkmak gibi önemli bir erdeme sahip olmak gerekiyor.

Bir insan âhirette, günâhlarından dolayı azaba uğratılmasından korka­caktır, ama başkaları adına korkması, onun ileri derecede ruh olgunluğuna sahip olduğunu ve peygamber ahlâkı ile ahlâklandığını ispat edecektir. Bir müslüman, müşrikler için azaptan korkmalıdır, fakat düşmanlık duymamalı­dır. Görüldüğü gibi tek tanrı fikri, yalnız Allah'a kulluk etmek ve âhiret aza­bından korkmak, peygamberlerin öğretilerinde yer alan temel mesajlardan­dır.

4. "Kavminden ileri gelenler dediler ki: 'Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" Kur'ân'ın geneline bakıldığında peygamberlere, toplumların ileri gelenlerinin karşı çıktığı görülür. Yüce Al­lah mele' kavramı ile, toplumun ileri gelenlerini ifade etmektedir. Bu da bize gösteriyor ki, o dönemdeki toplumlarda bile sosyal tabakalaşma oluşmuş­tur. Sosyal tabakalaşmanın en üstünde olanlarına "ileri gelenler" (mele') denmektedir.

Burada şu soruyu sormak gerekir; acaba neden bütün peygamberlere toplumun ileri gelenleri karşı çıkmıştır? Bu soruya birkaç açıdan cevap ver­mek mümkündür. Birincisi statüsünü kaybetme korkusunu duyuyorlardı. Toplumda bulunduktan seviye, onlara bir sosyal güç temin ediyordu. Bu gü­cü kaybetme korkusu, tevhîd inancına gelip peygambere tâbi olmalarını en­gelliyordu.

İkincisi de kibirlenmeleriydi. Peygamberleri küçümsemeleri, onları ka­bullenip kendilerine tâbi olmalarını engellemiştir. Hemen hemen her pey­gamber, bu kibrin tepkisi ve kirliliği ile mücadele vermiş, yoğun ve ağır uğ­raşılarda bulunmuşlardır. İleri gelenlerin kibri, gönüllerinin ilâhî tebliğe kar­şı kapanmasına sebep olmuştur.

Hûd sûresinin 27. âyeti, sosyal seviye ve kibrin engelini şöyle açıkla­maktadır: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bîr insan olarak görüyoruz. Bizden basit görüşle hareket eden alt taba­kamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üs­tünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyo­ruz" . Yukarıda sorulan soruya hem sosyolojik hem de psikolojik açıdan ce­vap vermek mümkündür. Demek ki toplumdaki seviye ve kibirleri onların kaderi halini almış, yanlışta devam etmelerine sebep olmuştur.

Toplumun ileri gelenlerinin gösterdiği tepki, ağızlarından şu ifadenin dökülmesiyle ortaya çıkmıştır: "Gerçekten biz seni apaçık bir sapıklık için­de görüyoruz". Sapık insanlar, peygambere sapık olduğunu söylemektedir. Bunun psikolojik açıdan açıklaması şudur: Sapık insan, kendi durumunu kar­şısındaki iyi insanın aynasında görür ve gördüğünün o adam olduğunu zan­neder.

Hz. Nuh'un toplumundaki ileri gelenler, kendi sapıklıklarını Hz. Nuh'un vücut aynasında görmüş, ama yanlış okumuşlardır. Kendilerine sapık demek yerine, Hz. Nuh'a sapık dediler. Onlar Hz. Nuh'a sadece sapık deme­diler, Kamer sûresinin 9. âyetine göre de "deli" dediler. Sapık, deli, yalancı gibi ifadeler, sapık insanların peygamberlere attıkları çamurdur. Bu çamur kendi gönüllerinden çıkıyordu, ama farkında değillerdi. İlginçtir ki, o toplu­mun ileri gelenleri "sapık" kavramını biliyorlardı. Üstelik "apaçık" olanının da farkındaydılar. Kendilerini uyaran, tevhîd inancına çağıran birine bu sıfa­tı yakıştırıyorlardı.

5. "Hz.Nûhdediki: 'Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim!" Hz. Nuh'un bu cevabında çeşitli hikmetler vardır.

a) Hz. Nûh onlara, "Ben sapık değilim, siz sapıksınız" demedi. Onların hakaretini onlara çevirmedi. Sadece kendisinin sapık olmadığını söyledi. "Siz sapıksınız" sözünü ağzına almadı. Bu tartışma yöntemi, günümüz ve ge­leceğin din bilginlerinin metodu olmalıdır. Bir din görevlisi, "sapık, deli ve yalancı" dendiğinde, aynı kelimeleri diyenlere çevirmemelidir. Hz. Nûh ve diğer peygamberlerin sünnetinden bunu öğreniyoruz.

b) Hz.Nûh, ne olmadığını dedikten sonra ne olduğunu açıklamaktadır: "Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim". Bu ifade ile Hz. Nuh'un kendini görevlendirmediği, âlemlerin Rabbi tarafından görev­lendirildiğini açıklamaktadır. Peygamber, Allah Teâlâ'mn tayin ettiği elçidir. İlâhî âlemin beşerî âlemdeki elçisidir. Böylece Hz. Nûh, resul kavramı ile kendisini elçi olarak tanımlamaktadır. Şu'arâ sûresinin 107. âyetinde emin sıfatı kullanılarak, "güvenilir elçi" olduğu vurgulanmaktadır. Hûd sûresinin 25. âyetinde "apaçık bir uyarıcı" olduğu açıklanmaktadır. Allah'ın görevlen­dirdiği peygamber, toplumun inanç ve ahlâk yapısında kökten bir değişim başlatmakta, bu değişimin kendisi tarafından değil de Allah tarafından başla­tıldığının güvencesini vermektedir.

6. "Size Rabbimin gönderdiği ger­çekleri duyuruyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Al­lah'tan (gelen vahiyle) biliyorum". Bu âyetten şu neticelere ulaşıyoruz:

a) Peygamberlerin öncelikli görevleri, Allah'ın gönderdiği mesajı in­sanlara tebliğ etmektir. Bunun anlamı, insanlara kendi düşüncelerini din ola­rak aktaramayacağıdır. Hz. Nûh bunu gündeme getirerek insanlara tebliğ et-;iği esasları Allah'ın gönderdiğini söylüyor ve bu konuda Şu'arâ sûresinin

107. âyetinde olduğu gibi güvence veriyor. O zaman şu neticeye varıyoruz: Din bilginleri kendi fikirlerini katmadan, ilâhî mesajı olduğu gibi insanlara ulaştırmalıdırlar. Bu, Allah'ın koyduğu kural ve peygamberlerin uyduğu yol­dur.

b)  "Size nasihat ediyorum" derken, ikinci görevini gündeme getirmek­tedir. Tebliğ ve öğütte, Allah'ın indirdiği vahiyden başkası yer almamalıdır. Bu durum Hz. Muhammed için de zorunlu bir gerekliliktir. "Kur'ân ile öğüt ver" (En'âm 6/70; Kâf 50/45).

c) Peygamber elçi olarak tayin edildiği halktan daha fazlasını bilmeli­dir: "Ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiyle) biliyorum". Pey­gamberin bilgisi Allah'tan geldiği için, insanların o bilgiye sahip olması mümkün değildir. O, Allah'ın bildirmesiyle, halkın bilmediğini bilebilir. Böylece peygamberin farkının bilme alanında olduğunu gündeme getirerek, farklı bilgiye sahip olana uyulmasını istemektedir.

Buradan şu ilkeyi çıkarıyoruz: Din âlimleri halka bilmediklerini öğre­teceklerdir. Bu kural aynı zamanda öğretmen ve akademisyenlerin de uydu­ğu bir ilke olmalıdır. Halka veya öğrenciye bildiklerini anlatmamak, ilerle­meye manidir ve toplumu geriye götürür. Halka ve öğrencilere bilmedikleri­ni öğretmek, onları yaşadıkları çağa intibak ettirmektir.

7. "Korunup da merhamete uğrama­nız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?" Şimdi Hz. Nuh'un onlara verdiği bu cevabın analizinden çıkarılacak derslere geçelim.

a)  Allah onlara bir zikir, yani bir öğüt gönderdi. Daha doğrusu Hz. Nuh'a gönderdiği sahîfe şeklindeki kitabın adı "zikir" olabilir. Kur'ân'ın bir adı da zikirdir. Hz. Nuh'a gelen sahîfelerin adı da zikir olabilir. Zikir bir isim olarak alınabileceği gibi, ona öğüt mânası da verilebilir. 62. âyette geçen ger­çeklerin toplamına bu âyette zikir denebilir.

b) Hz. Nuh'un toplumu, kendi içlerinden birine böyle bir kitabın veril­mesine şaşmıştı. Aslında bu durum, psikolojik bir kompleksin ortaya çıkışı­dır. Çünkü köle ruhlu insanlar kendi içlerinden çıkan peygamberlere (büyük insanlara, liderlere) tâbi olmazlar. Onlar hep yabancıları büyük görürler ve onların kendilerini yönetmesini isterler. Semûd kavmi, Hz. Salih peygamber için de aynı şeyi söylemişti. "Aramızda bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24).

c) "Korunmanız, merhamete kavuşmanız ihtimali için sizi uyarmak üzere...". Yüce Allah, Hz. Nuh'a gönderdiği zikirle insan­ları uyarmasını istemişti. Uyan insanları sakındırmak için yapılacaktı. Bunun anlamı şudur: Din bilginleri Kur'ân vasıtasıyla takvayı esas alarak uyanda bulunacaklardır. Çünkü Kur'ân mesajından başka insanı kendi iradesiyle sa­kındıracak manevî bir güç yoktur. İnsanlan manevî mikroplardan koruyacak olan bu manevî koruyucu hekimliğin adına takva denmektedir. Uyan ve tak­va, ilâhî merhameti yeryüzüne indirmektedir. Uyan takvayı getiriyorsa, tak­va da merhameti getirecektir.

Böylece merhamete giden yolun temel taşlan verilmektedir. Bu yolu Hz. Muhammed'i takip edenler için şu şekilde formüllendirebiliriz: Kur'ân ile uyarı, takva denen ruh olgunluğunu elde etmek ve merhameti kazanmak. Merhameti elde etmek, eğitimin nihaî amacı olmaktadır. Takva ilâhî âlemi et­kilemekte, oradan merhametin gelmesini sağlamaktadır.

8. "O'nu yalanladılar, biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir toplum idi­ler" .

a) "Onu yalanladılar". 60. âyette kendisine sapık dediler, bu sefer de yalanladılar. Yalanlanmak bütün peygamberlere gösterilen bir tepki şekli ol­muştur. Şu'arâ sûresinin 117. âyetinde Hz: Nûh bunu şöyle ifade etmektedir: "Nûh: 'Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı". Bir önceki âyette belirtildiği gibi, takva merhameti, yalanlama da azabı getirmiştir.

b)  Onu ve beraberindekileri kurtardık. Hz. Nuh'un uyarısını ve ilâhî mesajı çok az kişi kabul etti. Diğerleri ona sapık, yalancı dedi, hatta onun ölümüne karar verdiler: "Dediler ki: 'Ey Nûh! Vazgeçmezsen, iyi bil ki taş­lanmışlardan olacaksın" (Şu'arâ 26/116). Mesajı getiren elçiyi yüce Allah, ona inananlarla beraber kurtardı. Bunu anlamı şudur: İyiyi savunan, insanla-nn mutluluğu için çalışan, insanlann dertleriyle dertlenen insanlara Allah yardım etmektedir.

c) "Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk; çünkü onlar kör bir kavim idiler". Allah'ın âyetlerini yalanlamanın cezası idam olmuştur. Ama bu inkâr ediş, ferdî boyut değil de toplumsal bir boyut kazanmalıdır. Onlar Allah'ın âyetlerini niçin yalanladılar? Çünkü onlar kör idiler. Buradaki kör­lük, maddî körlük değil, gönül gözü körlüğüdür. Göz hayvanlarda da vardır. İnsanın hayvandan farkı, gönül gözüne sahip olabilmesidir. Onların gönül gözü kör olduğu için yalanladılar, demektir.

Dikkat edilirse yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde bu cezalandır­mayı açıklamaktadır: Kibir, gönül gözünü kör etti; körlük, yalanlamaya se­bep oldu, yalanlama da cezanın gelmesine sebep oldu. Burada bir sebepler zincirinin olduğuna şahit oluyoruz. Kibir, nefsin işi; körlük ve yalanlama gö­nül işidir. Bütün bunlar ilâhî âlemi rahatsız ettiği kadar, tabiatı da rahatsız et­miştir. Öyle anlıyoruz ki, yüce Allah cezayı son çare olarak tatbikata koy­maktadır. Çünkü Hûd sûresinin 36. âyetinde onların asla inanmayacağına dikkat çekilmektedir.

Cezanın şekli Hûd sûresinin 40, Kamer sûresinin 11 ve 12. âyetlerinde anlatılmaktadır. Söz konusu âyetler, bulundukları sûrede açıklanacaktır. Ne­tice olarak diyebiliriz ki, gönlü tedavi etmek için bütün çareler denenmelidir, ceza en son çare olmalıdır.[47]

 

Hz. Hud'un Gördüğü Tepki:

 

65. Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan baş­ka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?"

66.  Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten se­ni yalancılardan sanıyoruz".

67.  "Ey kavmim!" dedi. "Ben akılsız değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim".

68.  "Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm".

69.   "Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşününüz ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yeri­ne getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O hal­de Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz".

70. Dediler ki: "Sen bize, tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir".

71. Dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hı­şım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmedi­ği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husu­sunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyiniz, öyleyse şüphesiz ben de sizinde beraber bekleyenlerdenim".

72. Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtar­dık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kö­künü kestik.

Bu âyetlerde Hz. Hûd ve Nuh'la ilgili bilgiler verilmektedir.

1. Hz. Nûh kendi kavmine gönderildiği halde, Âd kavmine kardeşleri Hûd'un gönderildiği anlatılmaktadır. Yüce Allah her kavme kendi içinden peygamberler göndermiştir. Dolayısıyla kendi toplumlarını iyi tanımakta, ge­leneklerini, davranış şekillerini daha iyi bilmektedir. Bir toplumun düzeltil­mesi de yine kendi içinden çıkacak insanlarla gerçekleştirilebilir^denmek is­teniyor. Bu durum insanlığa şu siyasî ve toplumsal kuralı öğretmektedir: Bo­zulan toplumları düzeltmeye niyetlenenlerin, onların içlerinden çıkması ge­rekir. Başkalarının reçetesine göre yapılacak ıslahatlar, o topluma şifa olmaz.

2. Hûd peygamber de, Hz. Nûh gibi kavmine Allah'tan başkasına kul­luk etmemelerini, O'ndan başka tanrılarının olmadığını söylemiştir. Bunun anlamı, bütün peygamberlerin ilk mesajı, tevhîd inancını insanlara iletmekle başlamasıdır. Din bilginleri dinî değerleri sıralarken, ilk sıraya tevhîd inancını koymalı ve onun önüne başka bir değeri geçirmemelidirler.

Âyette Hz. Hûd, "Hâlâ sakınmayacak mısınız?" derken, takvanın (sa­kınma) ortaya çıkmasını istemektedir. Sakınma duygusu, şirkle mücadeleyi öngörmektedir. Buradaki takva ile, ibadetlerle sonradan elde edilen takva de­ğil, Şems sûresinin 8. âyetinde insan yaratılırken onun ruhuna yerleştirilen manevî bağışıklık sistemi olan takva kastedilmektedir. Şu'arâ sûresinin 106. âyetinde Hz. Nûh da sakınma duygusuna hitap etmiştir. Hûd sûresinin 50. âyetinde, "Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz"; 52. âyette de "Ey kavmim! Rabbinizden bağış dileyiniz, sonra da O'na tövbe ediniz ... günâh iş­leyerek yüz çevirmeyiniz" demişti.

3. Hz. Hûd'un ilettiği bu mesaj, halk tarafından tepki ile karşılanmıştır. Halk onu beyinsizlik ve yalancılıkla itham etmiştir. Hz. Nuh'a kavmi "sapık, yalancı" derken, Hûd'a da "beyninden özürlü ve yalancı" demişlerdi. Sefih kelimesi Bakara sûresinin 142. âyetinde açıklandı.

Âd kavmi de Hz. Nuh'un kavmi gibi, kendi yanlışlarını, kötülüklerini Hz. Hûd'un vücut aynasında görmüş, kendilerini tanımlarken Hz. Hûd'u ta­nımladıklarını zannetmişlerdi.

4. 'Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim, dedi. Fakat ben âlemlerin Rabbi'nin gönderdiği bir elçiyim". Hûd peygamber de, Hz. Nûh gibi ne olmadığını söyledikten sonra ne olduğunu açıklamaktadır. Hz. Nûh sapık olmadığını, Hz. Hûd da beyinsiz olmadığını söylemektedir. İkisi de aynı hakareti bunu söyleyenlere yapmamaktadır. Önemli olan hakareti söyleyenlere çevirmek değil, ne olduğunu anlatmaktır.

5. "Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyo­rum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm". Aynı ifadeyi Hz. Nûh da kul­lanmıştı. Bir peygamber Allah'ın gönderdiği gerçekleri, mesajları insanlara tebliğ etmekle mükelleftir. Bunun anlamı, kendi düşüncelerini dine katama-yacağıdır. Din adma insanların ihtiyacı, Allah'ın vahyinedir; insanların dü­şüncelerine değil. Eminlik, bütün peygamberlerin temel özelliklerindendir.

6. "Sizi uyarmak için içinizde bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bize bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı?" Düşününüz ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıl­dı. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki, kurtuluşa ere siniz". Bu âye­tin analizinden şu genellemelere varabiliriz:

a)  Âd kavmi de, Hz. Nûh kavmi gibi kibirlendi, toplumda ileri gelen­ler, Hûd gibi bir adamın peygamberlikle gönderilmesine şaştılar. Böyle bir adama kitap verilip görevlendirilmesi onları şaşkına çevirdi.

b) Hûd peygamber, onlara Allah'ın verdiği nimeti hatırlatarak etkileme­ye çalıştı. Nûh kavminden sonra onları getirmiş olması, onları onlardan daha güçlü kılması, nimetlerin başında gelmektedir. Nûh kavminden sonra getir­menin anlamı, var olmaktır. Var olmak en önde gelen nimettir. Nûh kavmin­den sonra gelmeleri ve daha güçlü olmalarını düşünmeleri ve bunun gereği­ni yerine getirmelerini emretmektedir. Bunun gereği de, nimetlerinin Al­lah'tan geldiğini anlamaları ve şükrünü yapmalarıdır. Bunun şükrü de, O'ndan başka tanrıya tapmamak ve yalnız O'na kulluk etmektir.

Âyetin bu kısmında geçen halîfe kavramı, siyasî erki ifade etmektedir. Ama bir toplumun yerine diğer toplumun geçmesi mânası da vardır. Bakara sûresinin 30. âyetinde bu kavram açıklandı. Burada şu soruyu sormak gere­kir: Nûh tufanından sonra dünyada, Nuh'un gemisindeki insanlardan başka toplum kalmış mıydı da, onlar Nûh kavminin yerine geçmişlerdi? Yoksa on­lar, gemide kalanlardan mı türedi? Eğer Nûh tufanı, belli bir mekânda olmuş ve sadece Nûh kavminin batmasına sebep olmuşsa, aynı anda başka yerde bir kavim olabilir ve onlar Nûh kavminin topraklarını ele geçirmiş olabilirler. Bu böyle değilse, Âd kavminin Hz. Nuh'un gemisindeki insanlardan çoğaldığını söyleyebiliriz. Şu ana kadar kesin bir neticeye ulaşamamış olmalarına rağ­men kutsal kitapların metinlerini takip ederek bu olguyu en iyi şekilde açık­layacak olanlar tarihçilerdir.

Râzî, Hûd peygamberin nesebini şu şekilde sıralamaktadır: Hz. Nuh'un oğlu Sâm, onun oğlu Erfahşed, onun oğlu Salih, onun oğlu Hûd olmaktadır. Âd kavmi, Ahkâf adıyla bilinen, Umman ile Hadramevt arasında yer alan ge­niş çöl bölgesinde yaşamış, büyük nüfuz sahibi, büyük iktidarıyla tanınmış bir kavimdir.  Onların bu durumunu yüce Allah şöyle anlatmaktadır:

"Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine, direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratıl­mamış İrem şehrine!" (Fecr 89/6-8). Demek ki Âd kavmi siyasî iktidar ve medeniyet bakımından o zamana kadar eşi ve benzeri olmayan bir seviyede idi. Bu toplum İslâm'dan asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmesine rağ­men namı hâlâ devam eden bir toplum görünümünde idi.

c) Allah'ın nimetini hatırlamak, kurtuluşu sağlamaktadır. Yüce Allah, bir toplumun sahip olduğu siyasî, ekonomik ve sosyal nimetlerin kaynağın­da Allah'ın olduğunu bilmesi ve bunu daima hatırlayıp şükretmesinin, onu düştüğü yanlıştan ve çıkmazdan kurtaracağını söylemektedir. Bu hatırlayıp şükretmesi onun için bir çıkış kapısı olacaktır.

Bunun aksi bir mânadan hareket edersek, Allah'ın verdiği nimetleri ha­tırlamamak, O'na şükretmemek, o nimetlerin kaynağında kendini görmek ise, toplumların felahını alıp götürmektedir. Nimetin kadrini bilip şükretmemek, onu kaybetmektir. Peygamberden sonra gelen din âlimleri, toplumlara, sıkın­tıya neden dolayı düştüklerini ve nasıl bir çıkış kapısı bulabileceklerini öğ­retmelidirler. Sıkıntının sebeplerinden biri ve en önemlisi, toplumun sahip ol­duğu nimetlerin kıymetini bilmemesi ve o nimetlerin kaynağını inkâr etme­sidir. Sıkıntıya neler düşürdü ise, aynı eylemlerin tersini oluşturmakla da çı­kış kapısı bulunacaktır. Bu âyet bize bir taraftan dinî, diğer taraftan siyasî ve sosyal hayatta mutluluğu getirecek olan çözüm yollarını öğretmekte, çökü­şün sebepleri ile kurtuluşun dinamiklerini bir arada vermektedir.

7. "Dedi-ler ki: 'Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduk­larını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini bize getir!" Bu âyetin analizinden şu neticelere varmak mümkündür:

a) Âd toplumu tevhîd inancını kabul etmeyerek çözümsüzlük yolunu tuttu. Onların verdiği cevaptan taklidin ne kadar kötü bir yol olduğunu anlı­yoruz. Babalarının taptığı tanrıları terketmeleri konusundaki teklif, vücutla­rındaki acı veren çıbana dokunmak anlamına gelmektedir. Ama onlar bu çı­banla yaşamaya razı oldukları halde ameliyatla tedaviye razı olmadılar.

Âd kavmi, taklit saplantısının mazeretini farklı yerlerde aradı: "Dediler ki: 'Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz" (Hûd 11/53); "Sen tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin?" (Ahkâf 46/22).

Çok tanrılı inanç sistemi, insanlar üzerinde öylesine etkili oluyor ki, terkedilmesi imkânsız hale geliyor. Şirk, akıl denen gücün inanç alanına gir­mesine engel oluyor. Çünkü akıl sorgulamak ister. Aslında onların tepkisi Hz. Hûd'a değil tevhîd inananadır.

b) "Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" (Ahkâf 46/22). Bunun anlamı şudur: Babalarının çok tanrılı dinini tak­lit etmeleri, onları göz göre göre cehenneme götürüyordu. Zaten Lokman sû­resinin 21. âyetine göre taklit, cehenneme gitme nedenidir.

Bundan şu çıkarımı yapıyoruz: Yaşayanlar, geçmiş nesilleri sorgulama­lıdırlar. Bu sorgulama, saygısızlık anlamına alınmamalıdır. Hastamn yaka­landığı ölümcül hastalığı, ona saygı gösterelim diye hastalığın sebebini araş­tırıp teşhis etmeyelim mi? Şirk de manen ölümcül bir hastalıktır. Sorgulaya­rak bu hastalığın mikrobunu yok edecek ilâcı bulmak gerekir.

8. "(Hûd) dedi ki: 'Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiş­tir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyiniz öyley­se, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim". Bundan önceki âyet­te, Âd kavmi Hûd peygamberden delil olarak azabı getirmesini istedi. Aslın­da bu bir nevi azabı çağırmaktı.

A'râf sûresinin 71. âyetindeki rics ve .gadab kavramları­nın azap olup olmadığını açıklamak gerekir. Bazı müfessirler, ricsin azap ol­duğunu söylemektedirler. Bunun böyle olmadığını hem bu kavramların mâ­nalarından hareket ederek cevaplandıracağız, hem de Ahkâf sûresinin 24-25. âyetleriyle ispat edeceğiz.

Önce Ahkâf sûresinde Âd kavmine verilen cezayı ele almak gerekir. "Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: 'Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur' dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir, içinde acı azap bulunan bir rüzgârdır"; "O (rüzgâr) Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Nitekim (o kasırga gelince) onla­rın evlerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böy­le cezalandırırız" (Ahkâf 46/24-25).

Bu âyetlere bakıldığında, A'râf sûresinin 71. âyetinde geçen rics ve ga-dabın, bu rüzgâr, yani kasırga olmadığı anlaşılır. Rics ve gadab, bu kasırga denen azaptan önce olan ve azabın gelmesini hazırlayan toplumun durumu­nu açıklamaktadır. Âd toplumundaki insanların psikolojik yapılarını ve sos­yal ilişkilerini ifade eden iki kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Rics kav­ramı, "pislik" anlamına gelmektedir. Bu kavram, maddî anlamdaki pisliği de­ğil, manevî anlamdaki kirliliği ifade etmektedir. "Günâh, çirkin ve murdar iş, azabı gerektiren iş, işkence, gasp, lanet, küfür, şeytanın vesvesesi, pislik" mânalarına gelen bu kelime, Kur'ân'ın muhtelif âyetlerinde geçmektedir.

a) Aklım kullanıp düşünmemek, pisliktir. Aklın kullanılmaması, insa­nın hem zekâsını hem de sosyal çevresini kirletiyor. Yûnus sûresinin 100. âyetinde bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Allah akıllarını kullanmayanları murdar kılar". Bu âyetteki rics, aklın kullanılma-masından kaynaklanan beyin kirliliğidir.

b) İmansızlık da bir gönül kirliliğidir. "Allah inanmayanlara böyle murdarlık verir" (En'âm 6/125). Tevbe sûresinin 125. âyetinde  yer  alan  rics  kavramı  ise,  "inkâr"  anlamına  gelmektedir:

"Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (bu sûrenin indirilmesi) onların da pisliğini (inkâr) büsbü­tün arttırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler". Bu iki âyette geçen beyin ve gönül kirliliği, Âd kavmine azabın gelmesine sebep olmuştur.

c)  Şeytanın insana verdiği vesvese ve böylece onda oluşturduğu kötü alışkanlık da bir pisliktir. Mâide sûresinin 90. âyetinde alkol, kumar, puta tapma, fal ve şans okları, şeytanın davranışlarının pisliği olarak takdim edil­mektedir. Şeytan onlarla insan ahlâkını ve alışkanlıklarını kirletmektedir.

d) Münafıklık psikolojisi de bir ricstir: "Ama onlardan yüz çeviriniz, çünkü onlar murdardır". Murdar, rics anlamındadır. Sahte davranan, özü ile sözü birbirini tutmayan, ikili oynayan insanlar kendi erdemle­rini, insanlıklarını kirletmektedirler. Gadb kavramı, "hışım" anlamı­na gelmektedir. Rics ile gadab, gelecek olan kasırga cezasının alt yapısını oluşturmuştur. Bunların bir sebepler zinciri oluşturduğunu söylemekte yarar vardır. Ad kavminin şirk koşması ve bu konuda geçmişlerini taklit etmeleri ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlükte bulunmaları, rics ve gadabı başla­rına getirmiş ve bunu onlara Allah takdir etmiştir. Bu kirlenme ve gadab da kasırga azabını getirmiştir. Şirk, taklit ve nankörlük, kirliliğe ve gadaba, o da kasırga cezasına sebep olmuştur.

Bilindiği gibi şirk, sadece insanın gönlünü kirletmemektedir, tabiatın dengelerini de altüst etmektedir. Meselâ hıristiyanlar "Allah çocuk edindi" deyince, Allah onların bu anlayışını çirkin bir yaklaşım olarak değerlendir­miştir. Bu sözlerinden dolayı gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkıla­caktı (Meryem 19/88-90). Bu ne anlama gelmektedir? Şirk tabiatın dengele­rini bozacak kadar çok etkili ve çirkin bir inanış biçimidir. Onun için Âd kav­minin şirki, Ahkâf sûresinin 24-25. âyetlerinde belirtildiği gibi, kasırga aza­bının gelmesine sebep olmuştur.

Hûd peygamber, onların cezayı hak ettiklerini açıklarken şu cümleye yer vermiştir: "Rabbinizden üzerinize bir rics ve gazab hak oldu" demiştir. Hûd peygamberle tartışmaya başlayınca, onlara şu soruyu yöneltti: "Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hu­susunda benimle tartışıyor musunuz?" Hûd peygamberin kullandığı isim kavramı, onların tanrılarıdır. Hûd peygamber tanrı kavramını ağzına almıyor. Çünkü onların taktığı isimler, gerçekte var olmayan tanrıları idi. Râzî'ye gö­re, Necm sûresinde geçen Lât, Menât ve Uzzâ isimlerini sahte tanrılara ve­ren Âd kavmi olmuştur.

Yûsuf sûresinin 40. âyetinde, Hz. Yûsuf, hapishanedeki arkadaşlarına böyle sahte tanrılara takılan isimleri, onun döneminden öncekilerin ve o dö-nemdekilerin taktığına işaret etmektedir. Necm sûresinin 19-20. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır: "Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı". Bu soru Araplar'a mı yöneltil­miştir? Öyle anlaşılıyor ki sahte tanrılara isim vermek geleneği, Âd kavminden başlamış, Hz. Yûsuf dönemine intikal etmiş, oradan Araplar'a kadar uzanmıştır.

A'râf sûresinin 71. âyetinde geçen sultân kelimesi, "delil" anlamına gelmektedir. Böylece Âd kavminin sahte tanrılara inanmış olmalarının bir delile dayanmadığını ifade etmektedir. Delil bakımından alt yapıyı ifade et­mektedir. Delil bakımından alt yapısı olmayan bir şirk inancı olmaktadır. Hûd peygamberin soru şeklinde yöneltmesi, aslında onların sahte tanrılarını inkâr ettiğini ifade ediyor. Tevhîd inancını tebliğ etmekle görevli olan bir in­sana, sahte tanrıları savunmak için mücadele etmesinin aklî bir alt yapısı ol­madığına işaret etmektedir.

Dikkat edilirse Hûd peygamber, tartışmada Allah'ın delil gönderip gön­dermediğini ölçüt olarak ileri sürmekte, kendi mantığına dayandırma yerine, Allah'ın âyetlerine gitmektedir. Hûd sûresinin 53. âyetine göre Âd halkı, Hûd peygamberden mucize, o da onlardan delil istemişti. Ayetin son kısmında, "Bekleyiniz öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim" ifa­desi yer almaktadır.

Babalarının başlattığı şirk geleneğini bırakmamakta direnen ve bir tür­lü tevhîd inancına intibak edemeyen Âd kavmine Hz. Hûd'un bundan başka diyecek bir şeyi kalmamıştı. Sahte tanrıları savunan insanların, tevhîd inan­cına hakaret etmelerine müsaade etmenin anlamı kalmamıştı. Artık onların 70. âyette istemiş oldukları azabı beklemekten başka yapacakları bir şey kal­mamıştı. Gerçi bu arada başka konuşmalar da olmuştu. Hûd sûresinde bu ko­nuşmalar gündeme getirilmektedir: Bu âyetlerden anlıyoruz ki, iyi ile kötü­nün, tevhîd ile şirkin mücadele ırmağına Hûd ve kavmi Âd da karışmıştı. Hûd peygamberin görevinin inkıtaya uğramaması için, ona inanmayan Âd toplumu helak edilmiştir.

9. "Onu re onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik". Bu âyette bir kurtarma ve bir de kökü­nü kesme gibi iki eylem gündeme getirilmektedir. Âyetin açıklaması yapılır­ken bu eylemler ele alınacaktır.

a) "Onu ve onunla beraber olanları kurtardık", Âyetin bu kısmı, çok az ilâvelerle Hûd sûresinin 58. âyetinde de gündeme geti­rilmektedir: "Emrimiz ge­lince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kur­tardık; onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik". Dikkat edilirse, A'râf sû­resinin 72. âyetinde kurtarma eylemi ile helak etme eylemi aynı âyette geç­mesine rağmen; Hûd sûresinin 58. âyetinde kurtuluş, 59. âyetinde de helak etme eylemi ve sebepleri gündeme getirilmektedir. Ayrıca Hûd sûresinin 58. âyetinde Âd kavmine gönderilen helak edici kasırga, "ağır azap" olarak nite­lenmektedir. Hûd peygamber ve beraberindekilerin bundan korunduğuna dikkat çekilmektedir. Ayrıca Hûd sûresinin 58. âyetinde, "emrimiz gelince" ifadesine yer verildiği halde, A'râf sûresinin 72. âyetinde bu ifade yer alma­maktadır.

Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: Hûd peygamber ve onunla beraber olanların kurtarılmasının sebepleri neydi? Bunların başında Allah'a ve pey­gamberine uyup itaat etmeleri gelmektedir. Bunun anlamı, Allah'ın âyetleri­ne karşı kibirlenmediler, yalanlamadılar ve peygamberini hafife alıp küçüm-semediler, demektir. Âyetin bu kısmı ile yüce Allah'ın amacı, Hûd ve bera-berindekilere ne yaptığını anlatmak değildir, bu bilgiler verilerek yaşayan ve yaşayacak olanlara ilâhî rahmetin, yardımın ve lütfün nasıl ulaştığının mesa­jı verilmektedir. Bu ilâhî rahmet, yardım ve lütuf her çağda işlemektedir.

2. "Ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik". Âyetin bu kısmında, "köklerini kes­mek" şeklindeki helak ele alınmaktadır. Birinci bölümde iyinin durumu ele alınırken, bu bölümde kötülüğün gördüğü ilâhî muamele gündeme getiril­mektedir. Bir toplumun "kökünü kesmek", neticedir; bunun sebeplerinin ol­ması gerekir. "Bu sonucun sebepleri nedir?" sorusunun cevabı lâzımdır. Çün­kü âyetlerde yüce Allah bu olguları sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmaktadır.

a) Allah'ın âyetlerini yalanlayıp iman etmemek (A'râf 7/73; Fussılet 41/15). Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette, aslında iki sebep gösteril­mektedir: Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve inanmamak. Demek ki yalanla­mak ve inkâr etmek, Allah'ın azabını alıp toplumun üzerine getirmiştir. Baş­ka âyetlerde sebepler çoğaltılmaktadır.

b) Allah'ın peygamberlerine âsî oldular (Hûd 11/59). Peygambere âsî olmak, onu tanımamak, peygamber olduğuna inanmamak, davetinden vazgeçirmek için tehdide başvurmak ve öldürmek için teşebbüste bulunmak anlamına gelmektedir. Bu durum helakin ikinci sebebi haline gelmiştir.

c) İnatçı her zorbanın emrine uydular (Hûd 11/59). Bu ifadeden an­lıyoruz ki, Allah'ın köklerini kazıma emrini verdiğinde, Âd kavminin idare­cileri inatçı zorba durumundaydılar. Ama sadece idareciler değil, toplumda halka zulmeden mafyavari gruplar türemiş ve halk da onlara tâbi olmuştu. Sosyal ve siyasî dengeler zulümden yana bozulmuştu. Bu dengeleri bozan zorbalara tâbi olmak da, helaki hazırlayan sebepler arasında yer aldı. Halk, sosyal ve siyasî dengeleri bozup zulüm yapanlara tâbi olmamak için gereke­ni yapmalıdır. Bu zulme karşı durmanın o zamanki metodu, peygambere tâ­bi olmaktır. Çünkü peygamberler zulme karşı adaletin bayrağını açan görev­liler ya da elçilerdir.

Yüce Allah Âd kavmine peygamber göndermekle, adaletin bayrağı al­tında toplanma ve böylece zulme ve zâlimlere karşı durma fırsatını tanımış­tı. Bu fırsat onların helakini önleyecek bir çıkış kapısıydı. Onların peygam­berleri bırakıp zâlimlere uymaları, bu çıkış kapısının kapılarını bir daha aç­mamak üzere kapatmış ve köklerinin kazınmasına sebep olmuştur.

d)  Ekonomik dengeleri bozdular (Ahkâf 46/26). Yüce Allah hiçbir topluma vermediği ekonomik zenginliği Âd kavmine vermişti. "Ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehri yüksek binalara sahipti" (Fecr 89/7-8). Eko­nomik açıdan böylesine müreffeh olan, hiçbir ülkede eşine rastlanmayan baş­şehre sahip olan bu toplumda zâlimler, ekonomik dengeleri bozdular. Ekono­mik dengeleri bozmak da, zulmün başka bir çeşidini gündeme getirmişti.

e) Kabiliyetlerini iyiden yana kullanmadılar. Ahkâf sûresinin 26. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler yermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlama­dı. Zira bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi" (Ahkâf 46/26).

Bunun anlamı kulak, göz ve akıl gibi eğitimin önemli merkezleri olan yeteneklerini faydalı bir şekilde kullanmadılar. Eğitim onlara hiç fayda vermedi. Onların kabiliyetleri eğitimden nasibini almayacak şekilde kurudu. Dolayısıyla bu toplum "aklı"nı kullanmadı. Bu yüzden helak oldular. Akıllı olduğu halde aklı kullanmamak, zulümdür. Bu zulmün bedeli de helaktir. Ak­lın olmadığı yerde helak vardır. Yüce Allah bu mesajı din eğitiminin en üst noktasına koymaktadır.

Burada sorulacak diğer bir soru da şudur: "Köklerini kesmek" nasıl gerçekleşti, ya da bu ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabı, En'âm sû­resinin 45. âyetinde verildi, ama Hûd sûresinin 60. âyeti de bu soruyu şöyle cevaplandırmaktadır: "Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde la­nete tâbi tutuldular. Biliniz ki, Ad kavmi, Rablerini inkâr ettiler; biliniz ki Hûd'un kavmi Âd, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı".

Bu âyet, "köklerini kesme"nin lanete uğramak, ilâhî rahmetten uzak kalmak şeklinde gerçekleşmiş olduğunu söylemektedir. Lanet ve rahmetten uzak kalmak, hemen hemen aynı anlama gelmektedirler. Bu lanetlenme ve rahmetten uzak kalma işi hem bu dünyada olmuş hem de âhirette olacaktır. Allah'ın âyetlerini bile bile yalanlamak, Allah'ın peygamberine âsî olmak, inatçı her zorbanın emrine uymak, toplumun ekonomik dengelerini bozmak, aklını kullanmamak, lanet ve Allah'ın rahmetinden dünya ve âhirette uzak kalma gibi "köklerin kesilmesi" şeklindeki azabı getirmiş oldu. Bunlar kötü­den yana değişimin dinamikleri olmuştur.

Yüce Allah'ın gönderdiği bu kasırga, onların evlerinden başka her şeyi helak etmişti (Ahkâf 46/25). Bu durum Ahkâf sûresinin 26. âyetinde şöyle ta­nımlanmaktadır: "Alay edip durdukları §ey kendilerini kuşatıverdi". Bunun anlamı şudur: Âd kavminin başına gelenler, kendi amel­lerinin sonucudur. Amelleri kendilerini kuşattı. Kimi ameller vardır cennete, kimi ameller de cehenneme dönüşür.

"Âd kavmi, öfkeli bir kasırga ile yok olup gitti. Allah onların üzerlerin­de o kasırgayı yedi gece sekiz gün estirdi, öyle ki insanları hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün!" (Hakka 69/6-7). "O rüzgâr, in­sanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu" (Kamer 54/20). Bü­tün bu anlatılanlar, onların köklerinin nasıl kesildiğini ifade etmektedir.[48]

 

Semud Kavminin Çöküşü:

 

73. "Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönder­dik. De ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz. O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiş­tir. O da size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakınız, Allah'ın arzında yesin, ona kötülük etme­yiniz, sonra sizi elem verici bir azap yakalar".

74. Düşününüz ki, Allah, Ad kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlük­lerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontu­yorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yer­yüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayınız.

75.  Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: "Siz Sa­lih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musu­nuz? Onlar da şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse, ona inananlarız" dediler.

76. Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz de sizin inan­dığınızı inkâr edenleriz".

77. Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: "Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen, bizi tehdit et­tiğin azabı bize getir" dediler.

78' Bunun üzerine onları o gürültülü sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.

79. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettik-lerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt ve­renleri sevmiyorsunuz".

Semûd kelimesi, suyu az anlamına gelen jj semed kelimesinden tü­remiştir. Semûd kavmi, Hicaz ve Şam arasındaki Hicr bölgesinde yaşayan ve sulan az olduğundan bu ismi alan bir kavimdi. Semûd kavminin bu ismi bü­yük ataları olan Semûd'dan aldıkları da söylenmektedir. Nuh'un oğlu Sâm; Sâm'ın oğlu İrem, İrem'in oğlu Âd; Âd'm oğlu Semûd olarak şecerelendiril-mektedir. Milâttan önce 715 yılına ait Sargon kitabesi, Semûd toplumundan söz etmektedir. Semûd kavmi konusunda bu kısa bilgiyi verdikten sonra, A'râf sûresinin 73. âyetine dönebiliriz.

1. "Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönder­dik)" .A'râf sûresinin 59. âyetinde "Nuh'u kendi kavmine gönderdik" dendi­ği halde, diğer âyetlerde "Âd kavmine kardeşleri Hûd'u, Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik" denmektedir. Bunun ne anlama geldiği daha önce anlatılmıştı. Burada aynı toplumdan yetişen, çıkarılan insanları, eğitici olarak atamanın toplum için çok önemli olduğu kanunu konulmaktadır. Bir toplumu yabancılarla eğitmek doğru değildir. Ana dili ile eğitmek (İbrahim 14/4) ve kendi insanı ile eğitmek (A'râf 7/59), eğitimin altın kuralıdır.

2. "Dedi ki: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir muci­ze olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakınız topraklarında otlasın, ona kö­tülük etmeyiniz, sonra sizi elem verici bir azap yakalar". Âyetin bu kısmı Sa­lih peygamberin Semûd kavmine getirdiği mesajları gündeme getirmektedir.

a)  "Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur" şeklinde ifade edilen, tevhîd inancıdır. Tanrı olarak yalnız Allah'a inanmak ve yalnız O'na kulluk etmek, daha önce Hz. Nûh ve Hûd peygamberin tebliğ ettiği me­sajın ilk sırasında yer almıştı. Bunun anlamı, bütün peygamberlerin getirdiği evrensel kanun, tevhîd inancıdır. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar ge­len bütün peygamberler, bu inancı tebliğ etmişlerdir. Bu kanundan hareket et­tiğimiz zaman, din eğitimcileri ve din âlimlerinin insanlara ulaştırması gere­ken kanunun bu olduğu esasına varmış oluruz. Dinin diğer konulan bu ka­nundan, yani tevhîd inancından sonra gelmektedir.

b)  "Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize ola­rak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakınız, Allah'ın topraklarında otlasın. Ona kötülük etmeyiniz, sonra sizi elem verici bir azap yakalar". Tefsirlerde bu de­venin taştan çıktığı hikâyesi anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Kur'ân'da o de­veye "Allah'ın devesi" ve "âyet" denmiş olmasıdır. Mucize (âyet) denmesine karşılık, onun normal yollardan doğması değil de taştan çıkması anlatıl­mıştır. Bu hikâyeleri burada anlatmanın hiçbir anlamı yoktur.

"Allah'ın devesi" ve "sizin için bir âyet" denmesinin bize göre anlamı, herkesin ona sahip çıkması, herkesi ilgilendirmesi ve herkes için aynı değeri taşımasıdır. Tıpkı Kabe'ye "Allah'ın evi", mescidlere "Allah'ın mescidleri" denmesini andırmaktadır. Çünkü mâbedler herkes için aynı derecede önem ve değer taşımakta olduğundan onlara sahip çıkmalıdır. "Allah'ın devesi" denmesinin anlamı da budur. Âyetteki deve dişidir. Çünkü deve kelimesi bu­rada dişi olarak ifade edilmektedir. Biz bunu şu şekilde yorumluyoruz. Yüce Allah, dişiliğin önemli bir özellik olduğunu vurgulamaktadır.

Bu deve, Semûd kavmi için bir âyettir. Âyet, "kanun, delil ve mucize" demektir. Semûd kavmi Hz. Salih'ten mucize işiyordu. Yüce Allah da dişi de­veyi onlara bir mucize olarak göndermiştir. İsrâ sûresinin 59. âyetinde  mübsira kavramı ile devenin mucize olduğu beyan edilmektedir. Ama bu ke­limenin başka bir anlamı daha vardır. Semûd kavmine takdim edilen bu de­ve, İsrâ sûresinin 59. âyetine göre mübsira, yani "uyarıcı, aydınlatıcı bir be­lirti" olarak verilmiştir. Besara kelimesinden türeyen mübsira aslında "gös­terici, uyarıcı, aydınlatıcı" anlamını ifade etmektedir. Böylece A'râf sûresi­nin 73. âyetinde geçen âyetin mânasını da vermiş olmaktadır.

Kamer sûresinin 27. âyetinde, bu dişi devenin, Semûd kavmi için bir "imtihan" olduğu söylenmektedir. "Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret!" Bu âyette geçen fitne kelimesi, "imtihan" anlamına gelmektedir. Hz. Âdem'e ağacın yasaklanması ne idiyse, Semûd kavmine de devenin yasaklanması o olmuştur. Bu durum bir sınama, deneme, yani imtihandan ibarettir. Demek ki Semûd kavminden dokunulmaması istenen deve, "âyet, mübsira", yani "uyarıcı, aydınlatıcı" ve bir "imtihan" olmaktadır.

c) "Onu bırakınız, Allah'ın topraklarında yesin, ona kötülük etmeyiniz, sonra sizi elem verici bir azap yakalar". Bu âyetin bir benzeri, Hûd sûresi­nin 64. âyetinde yer almaktadır. Bir farkla ki A'râf sûresinin 73. âyetinde, âyetin sonu "elem verici bir azap" ifadesiyle biterken, Hûd sûresinin 64. âye­tinde âyetin sonu, "yakın bir azap" ifadesiyle bitmektedir.

"Allah'ın arzında yesin" denirken, "Allah'ın topraklarında yesin" mâ­nası kastedilmektedir. "Allah'ın arzı" ifadesi, yeryüzünün herkese ait oldu­ğunu, yeryüzünün bütün canlılar için bir beslenme sofrası olduğunu ve her canlının o sofra ile beslendiği vurgulanmaktadır. Şu'arâ sûresinin 155. âye­tinde aynı zamanda devenin "içme hakkı" ele alınmaktadır. "Salih: 'İşte (mucize) bu dişi devedir, onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir' dedi". Yüce Allah, Salih peygamber vasıtasıyla Semûd toplumuyla hayvanın münavebeli olarak içme haklarının olduğunu ve bunun belli günlerde yapılacağını gündeme getirmektedir. Şems sûresinin 13. âye­tinde, "Devenin su hakkına dokunmayınız!" ifadesi yer almaktadır. Böylece hayvanların da "haklan" olduğu ortaya çıkmaktadır.

"Ona kötülük etmeyiniz!" Bu ifadeden şunu anlıyoruz: İnsanlar sadece birbirlerine kötülük etmezler, hayvanlara da kötülük ederler. Hayvana nasıl kötülük yapabilirlerdi? Otlamasını ve su içmesini engelleyebilirlerdi. Onu serbest bırakmayabilirlerdi. En kötüsü onu boğazlayabilirlerdi. Onlar da bu sonuncuyu tatbikata koydular.

"Sızı elem verici azap yakalar". Böylece hayvanlarla insanlar arasında­ki ilişkilerin hukukî bir boyutunun olacağına işaret edilmektedir. Cezanın bu­lunduğu yerde hukuk, hukukun bulunduğu yerde cezanın bulunacağı bir ger­çektir. Üstelik yüce Allah, hayvanlara yapılan haksızlığın cezasını bu dünya­da hemen vermektedir.

3. "Düşününüz ki, (Allah) Ad kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağ­larda evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryü­zünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayınız".

Salih peygamber, Semûd kavmini disipline etmek için, Allah'ın onlara temin ettiği nimetler üzerinde düşünmelerini ve nankörlük etmemelerini önermektedir. Bu önerilerinde, yapmaları gerekenle, yapmamaları gerekenle­ri gündeme getirmektedir. Üzerinde düşünülecek nimetler şunlardır:

a) Âd kavminin yerine geçip devlet kurmak ve böylece siyasî erki elle­rine geçirmek. Allah Âd kavminden sonra onların yerine geçip devlet kurmalannı Allah'ın gerçekleştirdiğini bilmeleri ve bunun üzerinde düşünmelerini emretmektedir. Bir toplumun süTülükten kurtulup devlet kurması, dünyevî nimetlerin ilk sırasında yer almaktadır. Çünkü âyetteki "Sizi yeryüzünde yer­leştirdi" ifadesi, göçebelikten yerleşik düzene geçmek anlamına gelmektedir.

Göçebelikten kurtulup yerleşik düzene geçmek, bir toplum için mede­niyet adına çok büyük bir nimet olmaktadır. Hem Âd kavminden sonra dev­let kurmak hem de yerleşik düzene geçmek gibi konular üzerinde düşünül­mesi ve bu oluşumların Allah'tan geldiğinin bilinmesi, Salih peygamber tara­fından onlara bir ödev olarak verilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, siyasî erki el­de etmek ve yerleşik düzene geçmenin kaynağında ilâhî irâdenin olduğunu bilmek, konuları dinî alana çekmekte ve şükre sebep olmaktadır. Salih pey­gamber onları doğruya çekebilmek için, sahip oldukları sosyal ve siyasî ni­metler üzerinde düşünmelerini öngörmektedir.

b)  Ovalarda saraylar, dağlarında da evler yapmaları, kışlık ve yazlık oturdukları yerleri olduğuna işaret etmektedir. Saray yapmaları hem sanata, hem de ekonomik imkâna sahip olduklarını göstermektedir. Geldikleri mede­niyet seviyesi gereği durumlarını tahlil edip, medenî insan gibi davranmala­rı istenmektedir.

c)  "Allah'ın nimetlerini hatırlayınız", yani "Allah'ın nimetlerini anınız, O'na şükrediniz" anlamına gelmektedir. Şu'arâ sûresinin 147-148. âyetlerin­de başka nimetler de sayılmaktadır: "Bahçelerin, pınarların içinde ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında". Âyetin birinci bölümünde sahip oldukları nimetler üzerinde düşünmelerini, bu bölümünde de şükretmeleri emredilmekte; düşünceden şükre geçiş gündeme getirilmektedir.

d)  "Ve yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayınız". İki olum­lu emirden sonra, bir olumsuz emir yer almaktadır. Düşünmek, hatırlayıp şükretmek, olumlu emirlerle ifade edilirken, karışıklık çıkarmamak olumsuz emirle ifade edilmektedir.

Bu üç emir arasındaki bağlantılardan şu genellemeye varıyoruz: Dü­şünmek ve şükretmek, bozgunculuğu önleyecek beyin ve gönül eylemleridir. Düşünmek ve şükretmek, toplumsal düzeni bozmaktan insanları alıkoyacak­tır. Demek ki sahip olduğu nimetler üzerinde düşünmek ve onlara sahip olmaktan dolayı şükretmek, hem psikolojik hem de toplumsal yapıda düzelt­meler yapacak olan manevî ilâçlardır.

Düşüncesizlik, sahip olduğu nimetin geldiği kaynağı inkâr etmenin ve şükretmemenin neticesinde insanlar, sosyal hayatta bozgunculuk yapmaya başlamaktadırlar. Salih peygamberin Semûd halkına karşı yaptığı bu tebliğe onların gösterdikleri tepki veya verdikleri cevap, A'râf sûresinde ele alın­maktadır. Ona şöyle dediler: "Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin. Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir" (Şu'arâ 26/153-154); "Dediler ki: 'Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına tap­maktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz" (Hûd 11/62); "Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24).

Bu âyetlerin içeriğinde, babalarını şirk konusunda taklit etmek, pey­gambere hakaret etmek, peygambere uymayı sapıklık görmek, dinden şüphe­de olmak, mucizeye inanmamak gibi tepkiler yer almaktadır. Genel anlamda bu durum, Âd kavminin Hûd peygambere gösterdiği tepkilere benzemekte­dir. Biraz daha derinlemesine bakınca, toplumlar, geliştikleri dönemlerde şı­mardıkları ve bu sebeple yoldan çıktıkları, uğradıkları sosyal ve manevî has­talıkları düzeltmek için gelen peygambere de uymadıkları görülecektir.

4. "Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen insanlara dediler ki: 'Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?' Onlar da, 'Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız' dediler". Bu âyetten anlıyoruz ki, Semûd halkı sadece Salih peygambere tep­kilerini göstermemişler, ona inananlarla da alay ederek tepkilerini genişlet­mişlerdir.

a) Semûd kavminde, derin çizgilerle ayrılan sınıflaşma başlamıştı. Top­lumun ileri gelenleri denen üst sınıf ve aşağı sınıf diye bir ayırım başlamıştı. Sınıflara ayrılmanın zararlı hale geldiğine bu âyette işaret edilmektedir. Yu­karıdaki sınıf, büyüklük taslamaya başlamış, alt sınıftakileri toz kadar gör­meme gibi yanlış bir tavra bürünmüşlerdi. Peygamberler tarihinin genel kanunu, onlara uyanlar toplumun alt tabakasında bulunan mazlumlar, çaresiz­ler, ezilmişler, fakirler ve kadınların inanmaları şeklinde olmuştur. Çünkü ki­bir, üst sınıftakilerin peygambere tabi olmalarını engellemiştir.

b) Üst sınıftakiler, alt sınıfta olanların imanı ile alay etmiştir: "Siz Sa­lih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Bu soru tamamen alay doludur. "Biliyor musunuz?" şeklindeki soru, aslında iman ile bilmeyi karıştırmaktadır. Onların zayıf gördükleri insanların cevabında "İnanıyoruz" ifadesi yer almaktadır. İleri gelenlerin "Biliyor musunuz?" sorusuna "İnanı­yoruz" kelimesiyle cevap verilmesi manidardır. Böylece Allah'ın bir insanı peygamberlikle görevlendirilmesinin "bilme" ile değil, "inanma" ile karşıla­nacağı gerçeği de vurgulanmaktadır. Burada "bilme" ile "inanmanın" farkı ve kullanılma alanlarına ışık tutulmaktadır.

c) Toplumun ileri gelen kibirli insanları, aşağı gördükleri insanlardan, "Salih'e gönderilene inanıyoruz" cevabını alınca, onlara şu cevabı verdiler: "Sizin inandığınızı biz inkâr ediyoruz". Böylece sınıf farkı, inanç alanında da kendisini göstermişti. Buradan şu noktaya varıyoruz: İnsanların toplumdaki sosyal seviyeleri, onların inançlarını da etkilemektedir. Bu durum sanki de­ğişmez bir kanun halini almıştır. Toplumun üst kesimi, alt kesimin inançları­na daima olumsuz bakmışlardır.

Semûd kavminde birbiri ile çatışan grupların olduğunu Nemi sûresi an­latmaktadır: "Andolsun ki, Allah'a kulluk ediniz! (demesi için) Semûd kavmi­ne kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre olu-verdiler" (Nemi 27/45). Bu iki grubun, birbirine bakışı ve birbirlerini değer­lendirmeleri, düşmanlık derecesine varmıştı. Toplumları, Salih ve yanındaki­leri uğursuz olarak görüyorlardı. (Nemi 27/47). Bu anlayış, Hz. Salih'in ölü­münü planlamaya kadar varmıştı. Semûd ülkesinde barışa, iyiliğe ve ıslâha yanaşmayan, bozgunculuk yapan dokuz kişi türemişti (Nemi 27/48-49). Bu dokuz kişi, dokuz grubu ifade etmektedir. Gruplaşma, sınıflaşma, tefrika, Se­mûd toplumunun yıkılmasını başlatan, tedavisi mümkün olmayan sosyal ya­ralardı.

5.  "Derkeno dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çık­tılar da: 'Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir' dediler".

a) Semûd kavminin Hz. Salih'e gösterdikleri tepkinin en şiddetlisi, de­venin bu şekilde kesilmesi olmuştur. Aynı kesim şekli, Hûd sûresinin 65 ve Şu'arâ sûresinin 157. âyetlerinde geçmektedir. Kamer sûresinin 29. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Arkadaşlarını çağırdılar; o da kılıcını kaptı ve de­veyi kesti". Kur'ân'da aynı olgu başka bir yerde şu şekilde ifade edilmekte­dir: "Onların en eşkıyası atıldığında, Allah'ın Resulü onlara: 'Allah'ın deve­sine ve onun su içme hakkına dokunmayınız' dedi. Ama onlar onu yalanladı­lar ve deveyi kestiler" (Şems 91/12-14).

b) Onların şirk koşmaları, peygamberi yalanlamaları, kibirlenmeleri gi­bi kötü davranış ve inançları, deveyi kesmekle zirvesine ulaşmış oldu. "İnan­mamak, şirk koşmak, taklit yapmak ve kibirlenmek'le kendilerine karşı hata işliyorlardı. Ama deveyi kesmekle de hem Allah'ın emrine karşı geliyor hem de zararlarını başka birine zarar veriyorlardı. Hayvanların haklarını çiğniyor­lar; devenin hayatına son veriyor; diğer taraftan da Allah'ın emrine karşı ge­liyorlardı. Âyetin bu kısmında geçen (£ 'atâ kelimesi, "kibirlenip haddi aş­mak, isyan etmek, itaat etmemek" mânalarına gelmektedir. Ama burada ne­den bu kelime kullanıldı da "isyan" kelimesi kullanılmadı? Atâ kelimesinin anlamı içinde "sona ermek" mânası da vardır. Meryem sûresinin 8. âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Bu isyan şekli, sona erdiren, toplumu çökerten, helak eden bir isyan olduğu için bu kelime ile ifade edilmiştir. Bu kelimeden türeyen 'utuvv kalıbı da, "bâtıla iyice dalmak, içine girmek" anlamına gel­mektedir.

c) Deveyi kesmeleri ve Allah'ın emrine karşı gelmeleri yetmiyormuş gi­bi, bir de: "Ey Salih! 'Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir' dediler". Bir taraftan azabı getirmesi için Salih pey­gambere meydan okudular, ama diğer taraftan da "pişman oldular" (Şu'arâ 26/157).

Kibirlenmeleri ve inkâr etmeleri (A'râf 7/75-76); uyarıcıları yalanlama­ları (Kamer 54/23); peygambere tâbi olmayı sapıklık görmeleri (Kamer 54/24); peygambere büyülenmiş demeleri (Şu'arâ 26/153); şirk konusunda babalarını taklit etmeleri (Hûd 11/62); peygamberin çağırdığı şeyden şüphe etmeleri (Hûd 11/62); deveyi kesip Allah'ın emrine tecavüz etmeleri (A'râf 7/77) yetmiyormuş gibi, bir de azabı getirmesi konusunda Salih peygambere meydan okudular. Azabın gelişini, Salih'in, peygamberlerden olduğuna delil olarak kabul edeceklerini söylediler. Ama bilemediler ki, o azap geldiğinde kendileri hayatta kalmayacaklardı.

6. "Bunun üzerine onları o (gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü kaldılar". Bu âyette azabın ifade edilişinde,  recfe kelimesi kulanılmıştır. Recfe, "dehşet verici, şiddet­li herhangi bir gürültü ya da sarsıntı"yı ifade etmektedir. Bu kavram, deprem için de kullanılmaktadır. Semûd kavminin yaşadığı toprakların, volkanik bir patlamaya maruz kalma ihtimali de vardır. Günümüzde Kuzey Hicaz'da, özellikle Medâin-i Salih (Salih'in şehirleri) yöresinde geniş esmer renkli vol­kanik araziler görülmektedir. Bu sebeple recfe, "volkanik patlama" anlamına da gelebilir. Recfe, kelimesinin volkanik patlama anlamına geldiğini Müz-zemmil sûresinin 14. âyetinden anlıyoruz: "O gün yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar çöküntü (lavlar) halinde akıp gi­den kum yığınına döner". Bu âyette, yeryüzü ve dağların sarsılması, recfe ke­limesiyle ifade edilmektedir. A'râf sûresinin 155. âyetinde Hz. Musa'nın bu kavramı deprem anlamında kullandığı ifade edilmektedir. Nazi'ât sûresinin 6. âyetinde kıyamet günü kâinatın nasıl sarsılacağı anlatılırken, bu kelime hem fiil ve hem de özne olarak geçmektedir.

Âyette geçen /3 dâr kelimesi, Semûd kavminin yaşadığı ülkeyi ifade etmektedir. Bu kıyamet, yarı volkanik sarsıntının genel değil, lokal olduğuna işaret etmektedir. Fakat Hûd sûresinin 67. âyetinde dâr kelimesi çoğuldur. "Yurtlarında" deyince, Semûd kavminin yerleşik olduğu bütün şehirler an­lamına gelmektedir. Bütün şehirlerin bu volkanik patlamanın altında kaldığı­nı ifade etmektedir.

Verilen dünyevî ceza ile onların amelleri arasındaki bağlantı nedir? Yu­karıda beşinci maddede sıralanan amellere tabiatın bile tahammül edemediği anlatılmaktadır. İnsanların yaptıklarına tabiat bile dayanamamakta ve tabi­atın düzeni bozulmaktadır.

Kamer sûresinin 31. âyetinde bu ceza şu şekilde ifade edilmektedir:

"Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik.

Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler". Hûd sûresinin 68. âyetinde hem A'râf sûresinin 78, hem de Kamer sûresinin 31. âyetine bir ilâ­ve yaparak: "Sanki orada hiç oturmamışlardı" ifadesine yer ve­rilmektedir. Ayrıca bütün bu cezanın sonuç değerlendirmesi yapılarak, "Se-mûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak kılındı" (Hûd 11/68) denmektedir.

"Allah'ın rahmetinden uzak kılındı" ne demektir? Bütün kâinat ve için­deki canlılar Allah'ın rahmet ve merhametiyle yaşar ve hayatlarını devam et­tirirler. Semûd kavmi, Allah'ın rahmet ve merhametinden mahrum kalma ce­zasıyla cezalandırılınca, tabiat olaylarıyla azap edilmiş oldular. Demek ki ev­ren ve evrendeki canlılar, Allah'ın rahmet ve merhameti sayesinde hayatları­nı devam ettirmektedirler. Bu düzeni bozup insana, hayvana ve tabiata saldı­ranlar, rahmet ve merhamet alanının dışına çıkmaktadırlar.

Semûd kavminin rahmet ve merhametten uzak kalmasının sebepleri A'râf sûresinin 75-78. âyetleri arasında anlatıldıktan sonra, Şems sûresinin 11. âyetinde ilk sebebe inilmektedir: "Semûd azgınlığı yüzün­den yalanladı". Bütün davranışları tuğyan denen "azgınlık" psikolo­jisine bağlanmaktadır. Tâğıye "haddi aşan, sının öteye geçen" davranış psi­kolojisinin kaynağım göstermektedir. Tâğut da bu kelimeden türemiştir.

İnsanın tabiatında "saldırganlık içgüdüsü" vardır. Kur'ân'da bu durum tağâ kelimesi ile ifade edilmektedir. "Gerçek şu ki insan azar" ('Alâk 96/6). Demek ki, Semûd halkının nefsindeki azgınlık denen sal­dırganlık içgüdüsü taştı; Allah'a ve peygambere imanın sınırlarını geçerek taşkınlık gösterip inkâr ettiler, bu durum onların Allah'ın boğazlanmasını ya­sakladığı deveyi kesmelerine sebep oldu. Bu saldırganlıkları, onları Allah'ın rahmet ve merhametinin sınırlarının dışına çıkardı. Yüce Allah da, tabiat olaylarının dengesini değiştirerek onların üzerlerine azap olarak gönderdi. Böylece işlenen suça denk bir ceza verip, azgınlığa tabiatın azgınlığı ile kar­şılık verdi.

7. Salih onlardan yüz çevirdi de: 'Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçeği duyurdum ve size öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz' dedi". Âyeti sûrede bulunduğu yer itibariyle değerlendirisek, sanki Semûd kavmi helak olduktan sonra Salih peygamber bu konuşmayı onlara yapmak­tadır. Elbette ki bu konuşma, onların helak olmasından önce olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, Semûd halkı deveyi kesince Salih peygamber onlara bu konuş­mayı ve Hûd sûresinin 65. âyetindeki konuşmayı yapmıştır: "Fakat Semûd kavmi o deveyi ayaklarını keserek öldürdüler. Salih dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız'. Bu söz yalanlanamayan bir tehdit idi" (Hûd 11/65). Bi­ze göre A'râf sûresinin 79. âyeti, bu konuşmanın devamı durumundadır. Şim­di bu âyetin açıklamasını yapabiliriz.

1. "Onlardan yüz çevirdi". Semûd halkının işlediği zulme kar­şılık Salih peygamberin tepkisi, onlardan yüz çevirmek şeklinde olmuştur. Azgınlaşan ve Ankebût sûresinin 38. âyetine göre amellerini şeytanın süsle­diği ve bakıp görebileceği şeyi göremeyen insanların saldırısına karşı bundan başka gösterilecek bir tepki yoktu.

2. "Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rab-bimin gönderdiği gerçeği duyurdum". Bu ifadeden çıkaracağımız önemli il­keler vardır. Peygamber Allah'ın gönderdiği mesajları tebliğ ettiğine göre, din bilginleri de aynı sünneti, metodu uygulamalıdırlar. Allah'ın gönderdiği mesajlar, hiçbir şey katılmaksızın insanlara duyurulacaktır. Din âlimi ve gö­revlileri din alanına kendi düşüncelerini, felsefelerini kalmamalıdırlar.

3. "Ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz". Peygamberin yaptığı tebliğin bir adı da nasihat vermektir. Semûd halkı Salih peygamberin öğütlerine kulak vermedi. Bunun sebebini Salih peygamber, sevgisizliğe bağlamaktadır. Böylece âyetin bu kıs­mından eğitimin şu ilkesi çıkmaktadır: Sevgi, alâkayı doğurur, alâka da öğ­renmeyi gerçekleştirir. Sevgi olmayınca alâka da olmaz. Öğüt verenin sevilmemesi, öğüdüne ilgi duyulmamasma sebep olmuş, dolayısıyla da tebliğ fa­aliyetinin başarısızlığı ortaya çıkmıştır.

Semûd kavmi korkunç bir volkanik sarsıntı ile mesaja karşı sevgisizlik­leri, ilgisizlikleri, inkârları ile manevî dünyalarında volkanik bir sarsıntı geçirmişlerdi. Azgınlığın, inkârın, yalanlamanın, sevgisizliğin oluşturduğu deprem zaten onlarda manevî bir düzen bırakmamıştı. Onlar bu manevî âle­min enkazı altında kalmışlardı. Salih peygamber onları bu manevî enkazın altından kurtarmak için gönderildi, ama yıkıntı o kadar çoktu ki, onların bey­nine ve gönlüne ulaşması mümkün olmadı. Aslında o beyin ve gönüllerde bir inilti vardı, ama bu inilti çok derinden geliyor ve Salih peygamberin nasiha­ti oralara ulaşamıyordu. Bu manevî deprem, fizikî depremi çağırdı ve helak gerçekleşti.[49]

 

Hz. Lut'un Verdiği Mücadele:

 

80.  Ve Lût, toplumuna şöyle demişti: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsu nuz?"

81. "Siz, kadınları bırakıp şehvetiniz yüzünden erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz taşkınlık yapan bir toplu luksunuz" .

82.  Toplumunun cevabı sadece şunu söylemeleri oldu: "Çıkarın şunları memleketinizden. Çünkü onlar, temiz­lik tutkunu insanlardır".

83. Biz de onu ve hanımından başka aile efradını kur­tardık; çünkü hanımı geride kalanlardan idi.

84. Ve üzerlerine yağmur yağdırdık. Bak, nasıl oldu gü­nahkârların sonu.

A'râf sûresinde, Hz. Âdem'i de katarsak Hz. Lût beşinci olmaktadır. Ama Hz. Âdem'i istisna edersek, Hz. Lût'un, peygamberlerin dördüncü hal­kası olarak ele alındığı görülür. Hz. Lût, Hz. İbrahim'in kardeşi Harun'un oğ­lu, yani Hz. İbrahim'in yeğenidir. Hz. Lût, Hz. İbrahim'e inanmış, onunla be­raber Irak'tan hicret etmiş, yüce Allah onu Sodom ve çevresi halkına pey­gamber olarak göndermiştir[50]. Tarihte Sodom, Kur'ân'da Lût kavmi olarak geçen bu topluluk, insanlık için iğrenç bir toplum olarak isim yapmıştır. Yukarıda geçen âyetleri Kur'ân'in bu konuyla ilgili diğer âyetleriyle birleştirerek açıklayacağız:

1. "Sizden önce âlemlerden hiç-birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?" Bu soru şekli, Kur'ân'ın diğer âyetlerinde de; "Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı ya­pacak mısınız?" (Nemi 27/54); "Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyor­sunuz" (Ankebût 29/28) şekillerinde yer almaktadır.

Dikkat edilirse, bu âyetlerin birincisinde ve ikincisinde soru cümlesi varken, üçüncüsünde doğrudan doğruya kesin bir değerlendirme ve hüküm vardır. "Yapıyor musunuz, yapacak mısınız?" dendikten sonra, "yapıyorsu­nuz" karan yer almaktadır. İlk iki âyette, konunun daha duyum halinde oldu­ğu, böyle kötü bir fiili işleyeceklerine ihtimal verilmediği gündeme getirilir­ken, üçüncüde duyum ve ihtimal ortadan kalkmış, kötü fiil netlik kazanmış ve haberin kesin olduğu anlaşılmıştır.

Lût kavmi, yani Sodomlular'ın işlediği ve Kur'ân'm fuhuş dediği fiil, erkeğin erkekle cinsel ilişkide bulunması, yani homoseksüelliktir. Dikkat edilirse, Semûd kavmi saldırganlık içgüdüsünün ürettiği fiilleri ile öne çıkar­ken, Lût kavmi de cinsel içgüdünün işlettiği fiillerle insanlığa ilk câhiliye dö­nemini yaşatmıştır. Yüce Allah, meşru olmayan erkek kadın ilişkisine zina demiş ve bunun fuhuş olduğu değerlendirmesini (İsrâ 17/32) yapmış, ama homoseksüelliği doğrudan doğruya fuhuş olarak nitelemiştir.

Bu âyette geçen "âlemler" kelimesi ne anlama gelmektedir. Fatiha sû­resinin tefsîri yapılırken, 2. âyetinde geçen "âlemler" kavramı orada açıklan­mıştı. Bu kelimenin bir anlamının da "insanlar" olduğuna dikkat çekilmişti. "Sizden önceki milletler" ifadesi yerine, "sizden önceki insanlar" anlamına işaret edilmişti. Bu noktadan hareket edersek, Lût kavmine kadar insanlığın böyle kötü bir alışkanlıkla karşılaşmadığını söyleyebiliriz. Ama âlemler ke­limesini "toplumlar" anlamında alırsak, hiçbir toplum böylesi kötü bir dav­ranışa düşmemişti, mânasını verebiliriz. Önceki toplumlarda ferdî anlamda bunu yapanlar bulunabilirdi, ama bütün toplumun bu kötü alışkanlığı yaşa­ması olmamış olabilirdi.

2. "Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz".

a) Âyetin ilk bölümünde cinsel içgüdünün tatmininde tabiatın dışına çı­kıldığı ifade edilmektedir. Kadınları görmezlikten gelerek, cinsel içgüdüsünü erkeklerle tatmin etmeye çalışmak, fıtrata aykırı bir davranıştır. Tabiata aykı­rı olan bir şeye tabiat dayanamamaktadır. Onların bu davranışı, Kur'ân'm başka bir yerinde şöyle anlatılmaktadır: "Rabbinizin sizler için yarattığı eş­lerinizi bırakıp da, insanlardan erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir toplumsunuz" (Şu'arâ 26/165-166). Bu konudaki di­ğer bir âyet ise şöyledir: "Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve top­lantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız?" (Ankebût 29/29).

Demek ki Lût kavmi, homoseksüelliği yabancılara karşı da yapıyorlar­dı. 2. âyette geçen "yol kesme" ifadesinden bu anlaşılmaktadır. "Toplantıla­rınızda bu edepsizliği yapacak mısınız?" ifadesinden de "grup seks" yaptık­ları ortaya çıkmaktadır. Demek ki onların bu alışkanlığı, ta o dönemde başlamıştı. Diğer âyette de şu ifade yer almaktadır: "Lût, kavmine şöyle demiş­ti: 'Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? Siz ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız?" (Nemi 27/54-55). "Göz gö­re göre" ifadesinden anlaşılıyor ki, onlar bu ahlâksızlığı bilerek yapıyorlar­dı. Demek ki Lût kavmi, yüce Allah'ın fuhuş dediği, erkeğin erkeğe yaklaş­ması, yani homoseksüelliği bilerek, hatta yol keserek yapmaktaydılar.

b) Lût peygamber onların işlediği bu çirkin fiili şu şekilde değerlendir­miştir: "Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz" .Bu âyette müsrifûn kelimesi geçmektedir. Bunun anlamı, "sınır tanımayan, israfa gi­den" demektir. Aynı değerlendirme Şu'arâ sûresinin 166. âyetinde şöyledir: "Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz". Bu âyette geçen 'âdûn kelimesi, "haddi aşmak" anlamına gelmektedir. Aynı konudaki diğer bir değerlendirme de Nemi sûresinin 55. âyetindedir. "Doğru­su siz, cehalet üretmeye devam edegelen bir topluluksunuz".

Bu âyette geçen câhil kavramı, "yanlışlığını bildiği halde, göz göre gö­re bir davranışı yapmak"tır. Diğer taraftan Lût peygamber, Ankebût sûresinin 30. âyetinde bu kavmi fesatçılar olarak nitelendirmektedir. Ahlâkı bozdukla­rından onlara bu sıfatı yakıştırmaktadır. Sınır tanımamak, haddi aşmak, ceha­let üretmek, bozgunculuk yapmak gibi sıfatlar, ahlâkî kavramlardır. Aslında bu kavramlar birbirini tamamlamaktadırlar. Sınır tanımayan insan veya top­luluk, aynı zamanda haddi aşmakta, câhilce davranmakta, bozgunculuk yap­maktadır. Bu sıfatlar birbirinin mânası durumundadırlar.

Müsrif kavramı, "âdî bir davranışı yapan toplumun, Allah katındaki er­demini, insanlıktaki değerini, ve kendilerine karşı kıymetlerini israf etmesi, tüketmesi" anlamım ifade etmektedir. "Haddi aşmak" da, erkeğin kadınla cinsel ilişkide bulunması gibi doğa kanununu çiğneyip, erkekle erkeğin çift­leşmesi anlamına gelmektedir. Cehalet kavramı da "bilerek aklı devre dışı bırakmak" anlamına gelmektedir. Bozgunculuk da cinsel ahlâkın dengelerini bozup altüst etmektir. Ama özde hepsinin mânası aynıdır.

3. "Kavminin cevabı: 'Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar temizlik tutkunu insanlardır". Âyetin analizinden çıkarılacak bazı genel­lemeler şunlardır:

a) Kötüler daima iyilerden rahatsızlık hissetmiştir. Ahlâksız insanların bulunduğu grubun içine ahlâklı biri girerse, ahlâksızlar rahatsız olurlar. Bu­nu şu şekilde ifade edebiliriz: Kötüler grubuna giren iyi, onları rahatsız eder. İyinin aralarından çıkarılmasıyla kendi dünyalarında rahat edeceklerini sa­nırlar. Bu durum bütün peygamberlerin başına gelmiştir. Onun için peygam­berler ya öldürülmüşler ya da hicret etmek zorunda kalmışlardır. Peygamber­lerin öldürülüşü konusu, Nisa sûresinin 155. âyetinde açıklandı. Hz. Salih'in ölümünün planlandığı da Nemi sûresinin 49. âyetinde anlatılmıştı.

Hz. Lût ve etrafındakilerin ülkeden çıkarılması teklif edilmiştir. A'râf sûresinin 82. âyetinde "Lût ve etrafındakiler" hedef alınırken, Nemi sûresi­nin 56. âyetinde, Lût ve ailesi ülkeden çıkarılmak istenmektedir. Hz. Lût'un, onlara yaptıkları ahlâksızlıkla ilgili verdiği öğüdün karşılığı, onun ve etrafın­dakilerin ülkeden çıkarılışı şeklinde olmuştur. Bu bize kötülerin, ahlâksızla­rın baskın olduğu bir toplumda iyilerin barınmasının ne kadar zor olduğunu anlatmaktadır. Yüce Allah'ın amacı Hz. Lût'u anlatmak değil, Hz. Lût örneği ile gelecek nesillere bu mesajı vermektir.

b) Lût kavminin onları neden ükelerinden çıkardığı sorusunun cevabı da verilmektedir: "Onlar temizlik tutkunu insanlardır". Âye­tin son kelimesi olan yetetahherûn, "temizliği çok seven, temizlik düşkünü, temizlik tutkunu" anlamına gelmektedir. Lût kavminin bu kelime­yi kullanmasından anlıyoruz ki, onlar da cinsel temizlik ve kirliliğin ne de­mek olduğunu biliyorlardı. Bu durumda, onların homoseksüelliği bile bile iş­ledikleri ortaya çıkmaktadır. Kendilerinin pis fiilleri ile Hz. Lût'un temizlik tutkusunu bilen ve bu değerlendirmeyi yapan insanlar, kötü alışkanlıklarına karşı koyamadıklarını anlatmış olmaktadırlar. Pislik tutkunu insanlar, temiz­lik tutkunu insanlarla barınamaz; neticede saldırganlıkları artarak iyileri ül­kelerinden çıkarmak isterler.

Âyetin anlatımına dikkat edilirse, sebep-sonuç ilişkisi kurularak davra­nış psikolojisi yapıldığı anlaşılmaktadır. Toplumda ahlâkî davranışlar zaman­la gruplaşma haline gelirse, ahlâklılarla ahlâksızların çatışması haline dönü-şecektir. Sebep, ahlâksızlıktan ziyade ahlâk olacaktır. Lût kavmi, Lût ailesi­ni temizlik tutkunu olmaları sebebiyle ülkelerinden çıkartmak istemiştir.

Burada sorulması gereken bir soru vardır: Lût kavmi neden bu kadar saldırgan hale gelmiş de temizliği seven insanları ülkelerinden çıkartmak is­temişlerdir? Bu sorunun cevabını Hûd sûresinin 78. âyetinde buluyoruz:

"Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de, o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût: 'Ey kavmim! işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkunuz ve misafirlerimin önünde beni rezil etme­yiniz! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?' dedi".

Demek ki Lût kavminin bu kötü alışkanlığı, "aklı" devre dışı bırakmış­tır. Ayrıca Allah'tan sakınma duygusunu da tahrip etmiştir. Ahlâkı korumayı temin eden takva denen bağışıklık sistemi yok olunca, her çeşit pislik ortaya çıkacaktır. Hz. Lût "İçinizde aklı başında bir adam yok mu?" derken, aklı ve ona sahip olanı aramaktadır. Böylece kötü davranışın temel sebebi olarak, aklın devre dışı bırakılmasını göstermektedir.

4. "Biz de onu ve hanımından başka aile efradını kurtardık; çünkü hanımı ge­ride kalanlardan idi. Ve üzerlerine yağmur yağdırdık. Bak, nasıl oldu günah­kârların sonu". Hz. Lût, kendisini ziyaret eden meleklere saldırıda bulunan ahlâksız halktan dolayı şu duada bulundu: "Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim, dedi" (Hûd 11/80). Onun bu sözüne karşılık melekler ona şöyle dedi: "Ey Lût! 'Biz Rabbinin el­çileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü! Eşinden başka sizden hiçbiri geride kalmasın, çünkü onlara gelecek olan ona da isabet edecektir. Onlara vaad olunan (helak) zamanı, sabah vak­tidir. Sabah yakın değil mi?" (Hûd 11/81).

Ankebût sûresinin 30. âyetine göre Hz. Lût şöyle dua etti: "Şu fesatçı­lar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim! dedi". Hz. Lût, Allah'ın yardı­mı olmaksızın onlarla başa çıkamayacağını anladı ve bu duayı yaptı.

a) Bu yalvarmalardan sonra yüce Allah'ın kurtarma harekâtını başlatan yardımı geldi. Hanımı hariç, Lût'u ve ailesini kurtardı. O ahlâksızların baskı­sı ile değil de Allah'ın emri ile Hz. Lût, ülkesini terketti. Arkalarına dönüp bakmadan çıkıp gitmelerini emretti (Hicr 15/65; Hûd 11/81). Hz. İbrahim yü­ce Allah'a, "Ama orada Lût var" diyerek nidada bulunmuştu. Yüce Allah da onu onların arasından çıkarıp diğerlerini cezalandıracağını söyledi (Ankebût 29/32).

b) Lût kavminin işlediği o iğrenç ve yüz kızartıcı fiil, ilâhî âleme çıka­rak onlar için azap, Hz.Lût için yardım olan cezayı alıp geldi. Kur'ân'da bu ceza şekli aynı anlama gelmekte, ama farklı şekilde anlatılmaktadır. "Üzer­lerine (taş) yağmuru yağdırdık" (A'râf 7/84); "Onların altını üstüne getir­dik; ve üzerlerine pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık" (Hûd 11/82); "Son­ra diğerlerini helak ettik. Üzerlerine bir yağmur yağdırdık" (Şu'arâ 26/172-173); "Şüphesiz biz, bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına kar­şılık, gökten korkunç bir azap indireceğiz" (Ankebût 29/34); "Hemen biz on­ların gözlerini silme kör ettik" (Kamer 54/37).

Bütün bu ceza şekillerinin buluştuğu kavram, 'jt demmera fiilidir. (Şu'arâ 26/172; Sâffât 37/136). "Helak etmek, yok etmek, yere geçirmek" mânalarına gelen bu kelime, yukarıdaki ceza şekillerinin sonucunu açıkla­maktadır.

A'râf sûresinde olduğu gibi, diğer sûrelerde de bu tarihî olgunun niçin anlatıldığına cevap verilmektedir. Yüce Allah bu anlatışın amaçlarını şu şe­kilde belirlemektedir: "İşte bunda ibret alanlar için işaretler (âyetler) vardır. Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler. Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır" (Hicr 15/75-77).

Bu âyetlerde, Lût kavminin başına gelenlerin gelecek nesiller için bir ders olduğu vurgulanmaktadır. Geçmişten geleceğe ışık tutmak isteyenler, bu olgudan ders alacak ve cinsel ahlâksızlığın ne anlama geldiğini anlatacaklar­dır. Yüce Allah Hz. Lût'un hâdisesini anlatmakla, insanların akıllarını kulla­nıp düşünmelerini amaç edindiğini beyan etmektedir: "Andolsun ki biz, aklı­nı kullanacak bir kavim için orada apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır" (Ankebût 29/35); "Elbette siz de sabah ve akşam onlara uğruyorsunuz. Hâ­lâ akıllanmayacak mısınız?" (Sâffât 37/137-138).

Demek bu tarihî hâdiseye akılla yaklaşılması istenmektedir. Birinci amaç ele alınınca, şöyle bir formül ortaya çıkmaktadır. İbret alan, inanan ve aklını kullanan insanlar için bu hâdisede önemli işaretler ve neticeler vardır. Yüce Allah bu ve bundan önce anlattığı tarihî hâdiselerle bir tarih dersi ver­mektedir. Bu derste ahlâk, iman, isyan, aklı devre dışı bırakmak, cehaletin ne olduğu, ahlâkî değerlerin nasıl çiğnendiği anlatılmaktadır. Diğer taraftan, ta­rihî hâdiselerin nelere dikkat edilerek yazılıp anlatılacağına da işaret edilmektedir.

A'râf sûresinin 84. âyetinde: "Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu?" buyurmaktadır. Bunun anlamı, "Gözlem yapıp düşününüz!" demektir. Gü­nahkârların başına gelenlerin gözlenmesi ve onlar üzerinde düşünülmesi, ge­leceğe ışık tutması anlamına gelmektedir.

Gözlemden çıkarılacak diğer önemli bir netice de, homoseksüelliğin hukuken nasıl cezalandırılacağıdır. Bu yüz kızartıcı fiilin topluma yayılma­sının çok ağır ceza ile cezalandırıldığı yukarıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır. Ama az sayıda kalmasının, ölümle cezalandırılmayacağına da delil teşkil et­mektedir. Öncelikle uyarılmalı, işledikleri fiilin kötülüğü anlatılmalıdır. Bu uyarıları dikkate almayanlar, toplumda tecrit edilmelidirler. Hz. Lût'a uygu­lamak istedikleri ülkeyi terketme baskısı onlara uygulanabilir. Bu iğrenç fiil­le mücadelenin ilk basamağı eğitimdir, eğitimin fayda sağlamadığı görüldüğünde, tecrit cezası uygulanması gerekir.[51]

 

Şuayb Peygamberin Öğütleri:

 

85. Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik: "Ey kav­mim!" dedi, "Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapınız, insanların eşyalarını ek­sik vermeyiniz, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgun­culuk yapmayınız; eğer inanan insanlar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir".

86.  "Ve her yolun başına oturup da tehdid ederek ona inananları Allah yolundan çevirmeye ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayınız; düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakınız bozguncuların sonu nasıl oldu?"

87.  "Eğer içinizde bir kısmı benimle gönderilene inan­mış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah, aramızda hük-medinceye kadar sabrediniz; O, hükmedenlerin en iyisi­dir".

88. Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: "Ey Şuayb, ya mutlaka seni ve seninle beraber ina­nanları şehrimizden çıkartırız ya da dinimize dönersi­niz!" Dedi ki: "İstemesek de mi?"

89.  "Allah, bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer tekrar ona dönersek, Allah'ın üzerine yalan atmış olu­ruz. Rabbimiz Allah, dilemedikten sonra (sizin dininize) dönmemiz, bizim için olur şey değildir. Rabbimiz, bilgi­ce her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanmışız. Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasındaki işi gerçekle açığa çıkar. Muhakkak ki sen gerçekleri açığa çıkaran­ların en iy isisin!"

90.  Kavminden inkâr eden ileri gelenler dediler ki: "Eğer Şuayb'a uyarsanız, muhakkak siz ziyana uğrarsı-nızl

91. Derken o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurt­larında diz üstü çökekaldılar.

92.  Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç otur­mamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar, işte ziyana uğrayanlar onlar oldular!

93. Şuayb, onlardan öteye döndü de: "Ey kavmim!" de­di, "Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyur­dum ve size öğüt verdim, artık kâfir bir kavme nasıl acı­rım?"

Yukarıda geçen âyetlerin hepsini bir başlık altında incelemek mümkün­dür. Çünkü hepsi de Hz. Şuayb'ın getirdiği mesajı ve ona gösterilen tepkiyi anlatmaktadır.

1. Hz. Şuayb, Râzî'nin naklettiğine göre Hz. İbrahim'in soyundan gel­mektedir. Şuayb Nüveyb'in oğlu, Nüveyb Medyen'in oğlu, Medyen de İbra­him'in oğludur. Şuayb aynı zamanda Hz. Musa'nın kayınpederidir.

Hz. Şuayb'ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ülkesi, Kitâb-ı Mukaddes'de Midian bölgesi, bugünkü Akabe körfezinin kuzeyinden Sînâ yarımadasının içlerine ve Ölüdeniz'in doğusundan Moab dağına kadar uza­nıyordu. Sakinleri ise, Araplar'ın Emur (Amorite) koluna mensup kabileler­di. "Medyen'e kardeşlen Şuayb'ı gönderdik" ifadesi ile iman kardeşliği kas­tedilmekte, Şuayb'ın onların içinden geldiği ifade edilmektedir.

2. Hz. Şuayb'ın getirdiği mesajın içeriğini A'râf sûresinde bulduğumuz gibi, diğer sûrelerde de buluyoruz. Hz. Şuayb'ın öğretisinde yer alan mesaj­ların neler olduğuna gelince;

a) "Eykavmim!" dedi, Allah'akulluk

ediniz! Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur". Tevhîd inancı, bütün peygam­berlerin getirdiği mesajların ilk sırasında yer almaktadır. A'râf sûresinde ele alınan Hz. Nûh, Hûd, Salih ve Şuayb peygamberlerin ilk öğretisi, bu şekilde ifade edilen tevhîd inancıdır. Tevhîd inancını ifade eden bu cümlenin ne an­lama geldiği, A'râf sûresinin 59. âyetinde açıklandı.

"5/ze Rabbinizden açık bir delil gelmiştir". Burada­ki "beyyine" kelimesine "duyuru" anlamı verilebilir. Duyurulardan biri yu­karıda anlatılan tevhîd inancıdır, diğerleri âyetin devamında yer almaktadır.

b) "Artık ölçüyü, tartıyı tam yapınız, insanların eşya­larını eksik vermeyiniz". Öyle anlaşılıyor ki Medyen halkının öne çıkan özelliği, şirk ve ticarete hile karıştırmaları idi. Yüce Allah, bir insanın bir in­sanı hile ile kandırmasına razı olmamaktadır. Burada Medyen halkına Şuayb peygamberle ulaştırılan mesaj, insanların faydası içindir. İnsanlar arasındaki hileli ticarî ilişkiler, ilâhî âlemden bu emrin nazil olmasına sebep olmuştur. Ticarî hukuk öylesine düzenlenmelidir ki, insanların aldanmasını veya hak­sız kazanç elde etmesini ortadan kaldırsın.

Allah bu düzenlemenin temeline tevhîd inancını yerleştirmekte, caydı­rıcı güç olarak da âhiret azabını gündeme getirmektedir. "Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayınız. Zira ben sizi bolluk (hayr) içinde görüyorum. Ve ben ger­çekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum" (Hûd 11/84). Demek ki Medyen halkı, ekonomik imkânları geniş olan ve bu konuda ilâhî ihsana ulaşmış bir toplumdu. Ekonomik imkânların sağladığı doyum bilme­yen ihtiras, ticarî hayatı hileli yollara götürmüştü.

A'râf sûresinin 85. âyetinde, "Ölçüyü, tartıyı tam yapınız!" dendiği halde, Hûd sûresinin 85. âyetinde, "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapınız!" bu-yurulmaktadır. Burada kist, yani "oran adaleti" kavramına yer verilmektedir. "Ölçüyü tastamam yapınız, eksik verenlerden olmayınız, doğru terazi ile tar­tınız" (Şu'arâ 26/181-182) buyurulurken, aynı mesaj çok az bir farkla sunul­maktadır.

c) Ticarî hayata, ölçüye hile katarak getirilen dengesizlik, sosyal haya­tın dengelerini bozacaktır. Onun içindir ki âyetin devamındaki bölümünde: "Düzeltilmesindenson­ra yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır" buyurulmaktadır. Hûd sûresinin 85-86. âyetlerinde ise bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Yeryüzünde bozguncular olarak dolaş­mayınız. Eğer müminler iseniz, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sîzin için daha hayırlıdır". Şu'arâ sûresinin 183. âyetinde de, yeryüzünde bozguncu­luk yapmamaları emredilmektedir.

Bu âyetlerden şu neticeye varıyoruz: Ekonomik dengeleri hileli ka­zançla bozmak, yeryüzünde fesat çıkarmak, yani bozgunculuk yapmaktır. Hileli kazanç, haksız kazanç, haram kazanç, aynı zamanda insanların asale­tini bozmaktadır, yani manevî dengeleri de altüst etmektedir. Manevî denge­lerin bozulması, giderek sosyal dengeleri de bozmaktadır.

Yüce Allah normal kârın insanlar için daha hayırlı olduğunu anlatmak için sağlam imanı devreye sokmaktadır. Allah akla hitap ederken, neyin da­ha değerli olduğunun bilgisini vermekte ve bu bilginin iman vasıtasıyla ha­yata geçirileceğine işaret etmektedir. Demek ki ticarî dengeleri bozmadan, yeryüzünde bozgunculuk yapmadan sürdürülecek sosyal hayatta, bilgi ve imana ihtiyaç vardır. Yüce Allah bilgiyi vermekte, imanı da kulundan bekle­mektedir. "Eğer inanıyorsanız" bunun daha iyi ve değerli olduğunu anlarsı­nız denirken, bu ifade edilmektedir. Demek ki eğitimde bir şey yasaklanır­ken, o yasağın temelinde yer alan değerler belirlenmeli ve onları harekete geçirerek yasağın yerine gelmesi temin edilmelidir.

d) Hz. Şuayb insanların yapmamaları gereken diğer davranışları da sı­ralamaktadır. "Teh­dit ederek, ona inanan insanları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başına oturmayınız".

Zemahşerî bu âyetteki "Her yolun basına oturmayınız" cümlesini, A'râf sûresinin 16. âyetiyle tefsîr etmektedir. O âyette İblîs şöyle demişti: "Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım". Demek ki Medyen halkının ileri gelenleri, Allah'a giden her yolun başına oturup halkın o yola gitmesini engelliyorlardı. Halkın uyduğu manevî uygulamaların yollarını, din yollarını engelliyorlardı. Bu davranışlarıyla şeytanlaşıyor ya da şeytana yardım ediyorlardı.

Bu yolların başına otururken insanları tehditle ve Allah'ın yolunu eğri büğrü göstererek engelleme işini sürdürüyorlardı. Âyette yer alan tû'idûn kelimesi, "tehdit ederek" anlamına gelmektedir. Demek ki insanları çeşitli şekillerde tehdit etmek suretiyle Allah'ın yolundan alıkoyuyorlardı.

Toplumun ileri gelenlerinin, siyasî erki kullanarak halkın manevî doğ­rultudaki uygulamalarını tehditle engellemeleri, insanlık tarihinde devam eden bir süreç olmuştur. Yüce Allah bize Medyen halkı örneği ile bu süreci anlatmaktadır. Yoksa O'nun amacı, Medyen halkının bu durumunu hikâye et­mek değil, bununla geleceğe ışık tutmak ve insanların ilâhî yolda mesafe al­mak için manevî uygulamalarına mani olmalarını engellemektir, yani insan­ların manevî bakımdan haklarına ve özgürlüklerine engel olmanın fesatçılık olduğu bilgisini vermektir.

Medyen halkının ileri gelenleri zor kullanarak hak ve özgürlüklere ma­ni oluyorlardı. Beşerî güçle ilâhî yolu engellemeye çalışıyorlardı. Diğer ta­raftan Allah'ın yolunu eğri büğrü göstermeyi de ihmal etmiyorlardı. Bunun anlamı, öğretim vasıtasıyla insanların beynini yıkamalarıdır.

Bu tip uygulamalar gruplar arasında olduğu gibi, toplumlar arasında da olmaktadır. Siyasî erki eline geçirenler, kendi ideolojilerini insanlara kabul-lendirebilmek için zora başvurmaktadırlar. Bu durum, siyasî erkin kötüye kullanılması demektir. Haklar ve özgürlükler engellenerek devlet idaresi oli­garşiye dönüştürülmektedir.

İman edenleri korkutup tehdit ederek, zor kullanarak Allah yolundan alıkoymanın toplumun erdemini yaraladığının ve siyasî erkin geleceğini ka­rartmakta olduğunun mesajını Şuayb peygamber vermektedir.

e) A'râf sûresinin 69. âyetinde Salih peygamberin Semûd kavmine öğ­rettiklerini, Allah'ın onlara verdiği nimetleri hatırlatarak öğrettiği gibi, Şu­ayb peygamber de aynı metodu izleyip Medyen halkına Allah'ın verdiği en önemli nimeti hatırlatmaktadır: "Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı".

Âyetin bu kısmındaki "azlık", "çokluk" ne anlama gelmektedir? Azlık, çokluk, insana nüfusu hatırlatmaktadır. O zaman az olan bir toplumun, ço­ğalarak millet haline gelmesi, dünyayı ihya etmesi, medeniyete katılıp bir şeyler vermesi, devlet olması, nimetlerin başında gelmektedir.

Diğer taraftan buradaki azlık ve çokluk, ekonomik nimeti ifade etmiş olabilir. Âyette "Sizi fakirken sizi zenginleştirdi" mânası verilebilir. Azlık fakirliği, çokluk da zenginliği hatırlatabilir. Fakirken zengin olmak, toplu­mun çalışmasına bağlı olmaktan çok, ilâhî ihsana da bağlıdır.

Ayrıca azlık güçsüzlüğü, çokluk da güçlülüğü ifade etmiş olabilir. Bu­radaki güç kavramı sosyal güce, teknolojik güce işaret etmiş olabilir. Hem aynı toplumun içinde hem de toplumlar arası ilişkilerde, güçsüz iken güçlü hale gelmelerinin lütfü Allah'tan gelmiştir.

Şuayb peygamber onların, azlık ve çokluk kavramları üzerinde düşün­melerini istemiştir. Nüfusu, ekonomik imkânları ve sosyal seviyesi az iken çoğalmalarının, üzerinde düşünmeleri ve şükretmeleri gereken bir konu ol­duğunu hatırlatmaktadır. Az iken çok, fakirken zengin, güçsüzken güçlü ol­manın üzerinde düşünüp şükretmenin getireceği en önemli davranış şekli, Allah'a inanıp O'nun yolunda giden inanan insanların önüne çıkmamak, on-lan zorlamamak, böylece inanç farklılığını düşmanlığa döndürmemektir.

Âyetteki "Düşününüz!" emri "Hatırlayınız!" mânasına da alınabilir. Geçmişte ne olduğunu hatırlamayanlar, sahip oldukları imkânlar­la kibirlenip, kendi inancını paylaşmayanlara düşman kesilir ve bunu eyle­me dönüştürür.

f) Şuayb peygamber bu âyetin son bölümünde, halkın geçmişten ibret almalarını, Allah'a giden yolun başına oturarak, inananlara engel olmanın ve Allah'ın yolunu eğri büğrü olarak göstermelerinin neticesinin çok kötü ola­cağını bilmelerini istemektedir."Bakınız ki, bozgun­cuların sonu nasıl olmuştur?"

Âyetin son kelimesindeki, "bozgunculuk yapanlar"m kimler olduğuna da açıklık getirilmektedir. Fesat çıkaranlar, siyasî erki elinde bulundurup farklı inanca sahip olanlara baskı yapan ve böylece inanç özgürlüğünü orta­dan kaldıranlardır. Kendisi gibi inanmayan insanların yolunu kesen, o yolun eğri olduğunu söyleyen ve bu insanlara hayatı dar eden toplumun ileri gelen­leri, fesat çıkaranlardır.

"Bakınız ki, fesat çıkaranların sonu nice oldu" ifadesindeki "Bakı­nız!" emri, "Gözlem yapınız!" mânasına alınacağı gibi, "Dikkat ediniz!" mânasına da alınabilir. Tarihî olgulardan neticeler çıkartıp hayata ışık tutmak ve o hayatın problemlerini çözmek için bu emir verilmektedir.

g) Toplumların inananlar ve inanmayanlar diye gruplara ayrılması ve bunların birbirlerine düşman olması, çözümü imkânsız olan sosyal yaralar açmaktadır. Bu yarayı kendi döneminde Hz. Şuayb gibi bir peygamber de te­davi edememiştir. Şuayb peygamberin halka şöyle seslendiğini görüyoruz:

"Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanır, bir grup da inanmaz­sa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en iyisidir" Öyle anlaşılıyor ki Hz. Şuayb döneminde, inananlarla inanmayanlar grubu arasındaki çatışmayı önleyecek bir devlet nizamı da yoktu. Çünkü bu ayırı­ma devletin ileri gelenleri de katılıp inananlara karşı baskıcı uygulamaların yanında yer almışlardı.

Şuayb peygamber bu iki grubun birbirine savaş ilân etmesini istemi­yordu. Onun içindir ki âyetin sonunda Allah'ın hükmünü beklemelerini em­retmiştir. Devleti yönetenlerin de taraf olduğu ilişkiler sistemindeki düşman­ca tavırların çözümü Allah'a kalmış demektir. Bu çözümün Allah'tan gelme­sini Şuayb peygamber beklemekte ve bunun olacağı garantisini vermektedir.

Bu âyetten günümüzle bağlantılandırılacak yorum şudur: Toplumlarda inanan ve inanmayan gruplar oluşabilir, bu gruplar birbirlerine karşı düş­manca tavır takınabilir. Bu durumda devleti idare edenler, taraf tutmadan bu düşmanca tavrın eyleme dönüşmesini önlemelidirler. Gruplar arasında yu­muşama ve toleransın meydana gelebilmesi için emek harcamalıdırlar.

Devleti idare edenler taraf tutunca, iş çözümsüzlüğe doğru yol alır ve ilâhî müdahalenin gelmesine sebep olur. Demek ki gruplar kendi aralarında­ki problemleri yine kendileri çözmeli, en azından şemsiye görevini gören devlet bu çözümü temin etmelidir.

3. Şuayb peygamberin bu konuşmasına karşılık kavminin tepkisi şu şe­kilde olmuştur:

a) "Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şuayb! Ya sen ve seninle be­raber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız ya da dinimize dö­neceksiniz . (Şuayb), 'İstemesek de mi?' dedi"

A'râf sûresinin 85-87. âyetlerinde Şuayb peygamberin Medyen halkı­na verdiği mesajlara karşı, toplumun ileri gelen kibirli insanları ağır tepki gösterdiler. Yukarıda meali verilen A'râf sûresinin 88. âyeti, bu tepkinin bo­yutunu vermektedir. Toplumun ileri gelen kibirli insanları, Hz. Şuayb'a iki teklifte bulunuyorlar. "Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkartacağız", "Veya milletimize döneceksiniz".

Bunun anlamı ya memleketi terkedersin veya bizim milletimize döner­sin. Sana ve sana inananlara inanç özgürlüğü tanımıyoruz. Hoşgörü gibi de­ğerleri size karşı kullanmayacağız. Pek çok peygamber zorlanarak, tehdit edilerek yurdundan çıkarılmıştır. Benzer tepki ile Hz. Şuayb da karşılaşmış­tır.

Âyetteki "Milletimize döneceksiniz" ifadesindeki millet kavramını İbn Abbâs, Hâzin "din"; Kâdî Beyzâvî ve Nesefî "inkâr" olarak mânalandırmak-tadır. Bu kavramın geniş izahı için Bakara sûresinin 120. âyetine bakılabilir. Ama bu kavram, "yol, hukuk, hayat tarzı, düşünce biçimi ve insan davranış­larına yön veren arzular" anlamlarını da ifade etmektedir.

Medyen halkının ileri gelen kibirli insanları Hz. Şuayb'a "Milletimize döneceksin" derken, "Dinimize döneceksin" demeyi kastetmekteydiler. On­ların yoluna, onların hayat tarzına, düşünce biçimine dönmesini kastetmiş­lerdi.

"Senin gibi olamazsam, seni benim gibi yaparım" sözü bu zorlamada iş görmektedir. Medyen halkının ileri gelen kibirli insanları, Hz. Şuayb'ın mesajını kabullenemediler, ama kendi yollarından gitmesini zorla ona kabul ettirme yolunu seçtiler. Mesajlara uymalarını yeterli görmediler, zorla onun kendi taraflarına geçmesini temine çalıştılar.

"Ya memleketi terkedersin ya da bize uymak zorundasın" gibi zulme varan davranış şekli günümüzde ve gelecekte de devam edecektir. Farklı inançları, kavga etmeden bir arada yaşatamayan toplumlar, medenî oldukla­rını iddia edemezler. Gruplar birbirlerine farklı inançlarıyla değil, ortak akıl-lanyla muamelede bulunacaklardır. Gruplar ve fertler arası ilişkiler akıl ba­zında yürürse, düşmanlık değil hoşgörü oluşur.

Aynı inanca mensup olanlar bile, birbirleriyle ilişkilerini akıl düzeyinde yürütürlerse, birbirlerini daha inançlı, daha zayıf inançlı suçlamalarının önüne geçmiş olurlar. Onun için Kur'ân insan ilişkilerini akıl alanına çek­mektedir.

b) "(Şuayb), 'İstemesek de mi?' dedi". Şuayb peygam­berin bu ifadesi, Hz. Mûsâ'nm Firavun'a karşı kullandığı ifadeye benzemek­tedir: "Mûsâ: 'Sana apaçık bir mucize getirmiş olsamda mı?' dedi" (Şu'arâ 26/30). Her iki peygamber de zorda kalmanın şartları altında bu ifadeye yer vermişlerdir. Hz. Mûsâ Firavun tarafından hapse atılmakla tehdit edildi, Şu­ayb peygamber de ülkeden çıkarılmak ya da onların yoluna dönmekle tehdit edilmişti.

Âyetin bu bölümünde yer alan kârihîn kelimesi, "istemeyenler, uygun görmeyenler, benimsemeyenler, yani reddedenler" anlamına gelmek­tedir. Şuayb peygamber, "isteksiz" olan bir insana zorla bir şeyi kabul ettir­menin yanlışlığını bu cevabıyla ortaya koymaktadır. Bir insana isteğinin dı­şında bir inancı kabul ettirmek veya bir davranışa zorlamak hem özgürlük­lere aykırı hem de ahlâka ters düşmektedir. Bir şeyi bir insana kabul ettirme­den önce, o insanın içinde bir istek, bir ilgi uyandırmak gerekir.

c) Tepkilerini başka şekilde de dile getirdiler: "Dediler ki: 'Ey Şuayb! Babalarımı­zın taptıklarını, yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketme-mizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın" (Hûd 11/87).

Medyen halkının ileri gelen kibirli insanları, şirki bırakmayacaklarını alaylı tepkileriyle ortaya koymaktadırlar. Buradaki salât kelimesi, Şuayb peygamberin "Allah'a yalvarması" anlamına gelmektedir. "Senin tevhîd inancına dayalı olarak yaptığın dualar mı sana bu konuşmayı emrediyor?" diyerek alay ediyorlar. Yumuşak huylu ve akıllı olduğunu söylemenin altın­da da ince bir alay yatmaktadır.

d) Onların tepkisi biraz daha ileri gitmektedir:

"Dediler ki: 'Ey Şuayb! Söylediklerinin ço­ğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Sen bizden üstün değilsin" (Hûd 11/91). Anlamamak, peygamberi güçsüz görmek, verdiği mesajları kabul et­memenin ötesinde, onu öldürmeye gidecek kadar ileri gitmelerine sebep ol­maktadır.

e) Medyen halkının ileri gelen kâfirleri, Şuayb peygambere inanan mü­minlere şöyle seslenerek onları korku ve baskı altına almak istediler: "Eğer Şuayb'a uyarsanız, o takdirde siz elbette zi­yana uğrarsınız" (A'râf 7/90). İnanan ve inanmayan gruplara eşit mesafede olması gereken toplumun ileri gelen devlet adamları, inanmayanların başını çekince, inanç özgürlükleri ayaklar altına alınmaktadır. Sadece "inanıyoruz" dedikleri için insanları ülkelerinden çıkartmak, ilkelliğin en çirkin yüzünü göstermekten başka bir şey değildir.

"Onlar başka değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları (kötüleri) diğer bir kısmıyla defedip önlemeseydi, mutlak suretle, içlerinde Allah'ın is­mi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere elbette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir" (Hac 22/40).

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah iyilerin, kötülerin tahribatını önleme­lerini istiyor. İnanan insanları, sırf inandıkları için yurtlarından çıkartmak, çirkin ve önlenmesi gereken bir eylemdir. Bunu önlemek isteyenlere Allah yardım edecektir. Öncelikle bu sorunun gruplar arasında çözülmesini iste­mektedir. Sorunu yaratanların çözümü de bulması gerekiyor. Çözümü iyi ni­yetle bulmak isteyene yardım edeceğine dair söz de verilmektedir.

İnanç veya din özgürlüğü konusunda insanlık mücadele vermeli ve bu­nu ilk planda eğitim öğretim alanında vererek, insanların özgürlüğü kabul­lenmesini temin etmelidir. Bu mücadele Bakara sûresinin 193. âyetinde ol­duğu gibi, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilince­ye ve hiç kimse başka bir insana korkuyla boyun eğmek zorunda kalmayın-caya kadar devam etmelidir.

4. Devleti idare eden inançsızların desteğini alan grup Hz. Şuayb'a bu şekilde tehdit, korku ve zorlama ile tepki gösterince, onun cevabı şöyle ol­muştur: "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah istemediği sürece, sizin milletinize dönmemiz söz konusu edilemez. Rabbimiz bilgice her şeyi kuşatmıştır. Biz Rabbimiz Allah'a dayanıp güven­dik. Rabbimiz! Toplumumuzla bizim aramızda adaletle hükmet! Sen çözüm getirenlerin en hayırlısısın".

a) Şuayb peygamber, müşriklerin yolundan kendilerini Allah'ın kurtar­dığını ifade etmektedir. Yüce Allah'ın onları kurtardığı bu yola (millete) dön­melerinin, Allah'a iftira olacağına dikkat çekmektedir. Madem ki o yanlış yoldan onları Allah kurtardı, öyleyse dönüşü de O'na bırakmak gerekiyordu. Şuayb peygamber de "Ancak rabbimiz Allah dilerse" ifadesiy­le bunu yapmaktadır.

Bunun anlamı şudur: Medyen halkının ileri gelen kâfir ve kibirli insan­larının isteklerine göre dinlerini, yollarını değiştiremeyeceklerine, hatta bu değişimin kendi isteklerine göre de olamayacağına, bunun sadece Allah'a ait olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah'ın takdiri, lütfü ve iradesiyle girilen inanç sisteminden yine ancak O'nun isteği ile çıkılabilir. Kendi isteği ile çık­mak Allah'a iftira olacaktır. Bütün değişimin ilâhî takdire, lütfa ve ihsana bağlı olduğu, bu takdirin tersini yapmanın Allah'ı yalanlamak olacağına işa­ret etmektedir.

b)  Böyle bir değişimin Allah'ın bilgisi dışında kalamayacağı vurgula­nırken, "Rabbimiz bilgice her şeyi kuşatmıştır" buyurulmak-tadır. Bu ifadeden şu neticeleri çıkartıyoruz: Bizi sizin yolunuzdan kurtar­makla en iyi olanı yapmış ve bu yaptığını her şeyi kuşatan ilmi ile yapmış­tır. Tevhîd inancını ve onun gerekli kıldığı yolu bırakıp, inkâr ve şirk yolu­na sapmamız için sizin isteğinizi yerine getirirsek, bu oluşumun Allah'ın il­minin dışında kalması mümkün değildir.

Diğer neticeyi de âyetin devamından çıkartıyoruz: sadece Allah'a güvenip dayandık!" Bilgisi her şeyi kuşatan Allah'a dayanmak gerekir. Bizim, sizin saldırınıza, tehdidinize ve zarar vermenize karşılık da­yanağımız yüce Allah'tır. Böylece Şuayb peygamber hem Allah'ı tanıtmakta hem de kendisinin O'nunla olan ilişkisini anlatmaktadır. Bir bakıma onlara ilahiyat dersi vermektedir. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır ve herkes O'na da­yanır. Öyle bir Allah'a inandığının öğretimini yapmaktadır.

c)  Çözümü kendi aralarında gerçekleştiremeyince, Şuayb peygamber çözümü Allah'tan istemektedir: "Ey Rabbi-miz! Toplumumuzla bizim aramızda hak ile hükmet! Sen çözüm getirenlerin en hayırlmsın!" Aslında  iftah kelimesi, "açmak" anlamına gelmekte­dir. Toplumla aramızı hak ile aç denirken, hak ile hükmet mânası kastedil­mektedir. Aralarındaki çözümsüzlüğü gidermek için hakkı ortaya çıkarmak adına yapılan bir açılımı ifade etmektedir. Çözümsüzlükle mücadele verilir­ken çözüm getirmek, onu fethetmek anlamına gelmektedir. Onun için hüküm vermek, doğru ile yanlışı ayırmak, hakkı ortaya çıkartmak, fetih gibi bir za­ferdir.

Bu duadan anlıyoruz ki, inananla inanmayan grup arasında inanç öz­gürlüğünün aleyhinde cereyan eden ilişkilerde imansızların saldın, tehdit ve zorlamalarına karşı durulamazsa, çözümü Allah'tan istemek, O'nun yardımı için dua etmek gerekmektedir. Bu yalvarış, mazlumlar için bir çıkış kapısı­dır. Yüce Allah bu çıkış kapısına Şuayb peygamber örneği ile işaret etmek­tedir.

d)  Şuayb peygamber konuşmasına devam ederek şöyle demektedir: "Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na dönece­ğim" ; "Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir mu­sibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir" (Hûd 11/88-90); "Ey kavmim! Size göre benim ailem Allah'tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu tAllah'ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır"; "Ey kavmim! Elinizden geleni yapınız! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalan­cının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyiniz! Ben de sizinle bera­ber beklemekteyim" (Hûd 11/92-93); "Sizi ve önceki nesilleri yaratan Al­lah'tan sakınınız" (Şu'arâ 26/184).

Bütün bu konuşmalara rağmen, başka bir ifade ile Şuayb peygamberin gizli tehdidine rağmen, onlar meydan okumayı şu şekilde sürdürdüler.

 "Kavminden ileri gelen kâfirler

dediler ki: 'Eğer Şuayb'a uyarsanız, o takdirde mutlaka ziyana uğrarsınız"

(A'râf 7/90); "Onlar şöyle dediler: 'Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin"; "Sen de an­cak bizim gibi bir beşersin. Bil ki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyo­ruz"; "Şayet doğru söyleyenlerden isen, üstümüze gökten taş yağdır" (Şu'arâ 26/185-187).

5. Tartışma, meydan okuma ve çözümsüzlük, ilâhî müdahaleyi günde­me getirmiştir "Derken o şiddetli deprem onla­rı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü dona kaldılar" (A'râf 7/91). Semûd kavminin başına da aynı ceza gelmişti. Recfe ile ceseme kelimeleri A'râf sû­resinin 78. âyetinde anlatıldı. Burada dikkat çekilecek husus, depremin cüm­lenin öznesi olması, sanki depremin harekete geçip onları yakalayıvermesi-dir. Yüce Allah kendisinin, o depremi onların başına getirdiğini söylemedi de, depremin kendisi harekete geçip onları yakaladığını söyledi.

Nûh, Semûd, Âd ve Lût kavimlerinde olduğu gibi Medyen halkının ba­şına da tabiat olayları bir ceza olarak çöktü. Cezalandırmada tabiat olayları­nı kullanma usulü burada da kendini gösterdi. "Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çö-kekaldüar" (Hûd 11/94) "Kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azabı idi" (Şu'arâ 26/189). Her üç âyette hemen hemen aynı azap, farklı açılardan açıklanmaktadır. Deprem, ses ve gölge gününün azabı, aynı oluşumu farklı cephelerden ele almaktadır. "Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibiydiler. Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb'ı yalanlayanların kendi­leridir" (A'râf 7/92).

"Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular" ifadesinin anlamı, onların medeniyet adına yaptıklarından hiçbir eser kalmadı demektir. Bütün servet­leri ellerinden gitti. Akşama büyük bir zengin olarak girenler, sabahleyin if­lâs etmiş olarak hayata başlamış gibi oldu. Ülkeleri de, üzerinde hiç insan yaşamamış bir hale geldi. Medyen halkının ileri gelen kâfirleri, Şuayb pey­gambere inananlara "Mutlaka ziyana uğrarsınız" demişlerdi, bu âyetle de yüce Allah onların ziyana uğradığını bildirmektedir.

6. Onlara bu şekilde bir azap gelince Şuayb ve ona inananlara ne oldu? Bu sorunun cevabını Hûd sûresinin 94. âyetinde buluyoruz. "Emrimiz gelin­ce, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kur­tardık".

Farklı inançlara sahip olan sosyal grupların birbirine tahammül edeme­meleri, inkarcıların inananların inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmaya kal­kışmalarının getirdiği çözümsüzlük, ilâhî müdahale ile çözüme ulaştı ve in­karcılar kaybetti. Burada sorulacak bir soru vardır: Bu cezâmn Kur'ân'da yer almasının amacı nedir? Sorunun cevabını A'râf sûresinin devam eden âyet­lerinde genel, ama Şu'arâ sûresinin 190-191. âyetlerinde özel anlamda bul­maktayız:

"Doğrusu bunda büyük bir ders vardır, ama çokları iman etmezler"; "Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir". De­mek Allah gelecek nesillere, Kur'ân'ı okuyan, inanan; okumayan ve inanma­yanlara bir ders vermektedir. Gelecek nesiller bu tarihî olgulardan ders ala­cak, kendilerini ona göre disipline edeceklerdir.

Allah'ın varlığını, tekliğini, eşsiz ve ortaksız olduğunu, inanç özgürlü­ğüne karşı çıkanları, bu konuda zulüm yapanları cezalandıracağını, tevhîd inancına sahip olanlara rahmet ve merhametiyle muamele edeceğini buradan çıkaracaklardır. Mal mülk, nüfuz, şöhret gibi sahte güven veren dünyevî bağlılıkların boş ve değersiz olduklarını anlayacak, insanlık tarihinin karan­lık günlerine dönmenin insanlığı geri götüreceğinin farkına varacak, insanlı­ğı besleyen en önemli değerin özgürlükler olduğunu kavrayacak, manevî, ahlâkî değerlerin geçmişte nasıl çiğnendiğini anlayacak, yaşadığı devirde aynı olguların, aynı çatışmaların, özgürlükleri engellemenin, insanların be­yin ve gönül bakımından köleleştirme isteklerinin tekrar edildiğini görünce, onları engellemek için harekete geçecektir. Yüce Allah bunun için Kur 'ân'da bu olguyu bize anlatmaktadır.

Hakkı tebliğ eden insanların her çağda, insanların hırs, tamah, kibir, şöhret ve nüfuzlarının tepkisi ile karşılaşacağı, ruh hastası bu insanlarla mü­cadele vermek zorunda kalacakları ve bunun insanlığın değişmez kanunu ol­duğu, insanın bulunduğu her yerde bunlarla karşılaşılacağı öğretilmekte; böyle bir ortamın yaşanmasına sebep olanların ruh ve sosyal yapılarının ana­lizi yapılmakta ve gelecek nesillere ışık tutan dersler verilmektedir.

7. "Şuayban­lardan yüz çevirdi ve (içinden) dedi ki: 'Ey kavmim! Ben size Rabbimin gön­derdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım" (A'râf 7/93). Duyuru ve öğüt çare vermeyince, Şuayb peygamber onlardan ayrıldı ve onlara duyurduğu gerçeklerin Allah'tan geldiğini de söy­ledi. Bunun anlamı, duyurduğu gerçeklerin kendisi tarafından olmadığını açıklamaktır. Demek ki din bilginleri, Allah'ın gönderdiği gerçekleri insan­lara tebliğ etmelidirler.

Diğer taraftan Şuayb peygamber inanmayanlara acıyordu, ama ilâhî ceza gelince, inkarcılıkları sebebiyle acıyamayacağım söylemektedir. Bunun anlamı, inkârın acıma duygusunu ortadan kaldıracak seviyeye gelmemesinin gereğidir. İnkârın, inanç özgürlüğünü ortadan kaldıracak nitelik kazanması, gruplar arasında bunun çözümlenemez hale gelmesi anında, gelecek olan ce­zadan dolayı acımanın da bir anlamı kalmamaktadır.

Bu âyetten şu gerçeği de yakalayabiliriz. Tevhîd inancını kabulleneme­yen insanlar, aslında inanç alanında katliama gitmektedirler. Peygambere uymayıp inanç özgürlüğünü ortadan kaldıranlar, manevî alanda çok büyük haksızlıklar yapmaktadırlar. Zaten onlar bu anlamda estirdikleri tehditle, kendi başlarına gelen azaptan dolayı acımayı da katletmektedir.

İnkâr psikolojisi Medyen halkının manevî yapısında bir deprem mey­dana getirmiş ve onların gönlünden çıkıp tabiattaki depremi oluşturmuştur.

Demek ki A'râf sûresinin 91. âyetinde yer alan deprem, onların iç âleminden çıkmış, tabiatın düzenini bozup kendilerine yansımıştır. Fertlerin ve toplum­ların başına gelen olumsuzluklar, kendi iç alemindeki oluşumların bir getiri­şidir. Böylece Allah, gelecek nesillere aynı hataları yapmaktan caydırma eği­timini vermektedir. Dünyevî cezalar sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatılırken, insanlara olguları analiz etme yeteneği kazandırılmaktadır.[52]

 

Toplumların Çöküş Sebepleri:

 

94.  Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (peygambere baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.

95.   Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı" dediler. Biz de on­ları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık.

96. O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günâhtan) şakımalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları ya-kalayıverdik.

Yüce Allah, bu âyetleriyle toplumların psikolojik ve ekonomik haya­tındaki değişimlerin dinamiklerini vermektedir.

1. Yüce Allah, bir topluma yoksulluk (be'sâ); darlık (darrâ') tattırma­sının sebebini bu âyette açıklıyor. Bir taraftan yoksulluğun ve darlığın sebe­bini, diğer taraftan da amacını belirtiyor. Böylece sebep-sonuç ilişkisi içinde konuyu açıklıyor. Be'sâ ile darrânın herhangi bir toplumun başına gelmesi­nin sebebi, peygambere isyan etmeleri, ona inanmamaları, onun getirdiği mesajla alay etmeleri olarak tesbit edilmektedir. Bunun sonucu da yoksul­luk, darlık, çeşitli hastalıklar fakirlik ve değişik sıkıntılar olarak ortaya çık­maktadır. Bu sonuç başka bir şeyin sebebini belirlemektedir. Demek ki bir şeyin sonucu olan şey, diğer bir sonucun sebebi olmaktadır. Zincirleme se­bep-sonuç ilişkisi olduğunu anlıyoruz.

Peki bu yoksulluk ve sıkıntı neyin sebebi olacak, ya da sonucu ne ola­caktır? Âyetin son ifadesi bunu vermektedir: "Yalvarıp yakarsın-lar diye". Allah'a yalvarıp kibirlerinden sıyrılırlar. Allah'a yalvarıp, yakar­mak, O'na karşı tevazu göstermek, kibrinden sıyrılmak anlamına gelen iy£f yeddarra'ûn kavramı ve onun başındaki j-y le'alle edatı, amacı be­lirlemektedir.

Toplumların başına gelen maddî ve manevî sıkıntılar ve yoksulluklar kendi yapıp etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntı ve yoksulluk Allah tarafından terbiyevî bir amaçla verilmekte, bu da onun kibirden sıyrılıp te­vazu kazanmasına sebep olmaktadır. Yanlıştan belâya, belâdan hayırlı neti­celere giden bir çizgi sunulmakta ve bunun analizi yapılmaktadır.

Kibirden sıyrılmak, iyiye atılan ilk adımdır. Çünkü kibir insana kötü­lük yaptırmaktadır. Özellikle de tevhîd inancının kabullenilmesini engelle­mektedir. Kibri aradan çıkartmadan, insanı iyinin kapısından içeri almak mümkün olmayacaktır. Daha önce En'âm sûresinin 42. âyetinde de aynı amacı güden uygulamanın yapıldığı görülmüştü. En'âm sûresinin 43. âyetin­de şu ifade yer almaktadır: "Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldi­ği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi". Demek ki bozguncu kişilere eğitici olsun diye verilen cezalar, aksi tesir yaparak daha da katılaşmalarına sebep olmaktadır.

2. Bazan değişim de işe yaramamakta, iyilik de etkisini gösterememek-tedir: "Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: 'Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı' dediler. Biz de onla­rı, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık".

a) A'râf sûresinin 94. âyetinde, yokluk ve sıkıntı ile kı'6rin ortadan fcaf-dmlması ve tevazünün insana kazandırılması amaçlanmıştı. Yokluk ve sıkın-

tiyi yüce Allah o toplumların kaderi haline getirmeyip değişiklik meydana getirmiş, sıkıntıları mutluluğa, genişliğe, yoksulluğu da bolluğa dönüştür­müştü.

b) Bu değişimin amacı, "çoğalmalaradır. Âyette geçen ti£ 'afâ kavramı, "çoğalmak" anlamına geldiği gibi, "refahı tatsınlar" mânasına da alınabilir. Onlar bolluk ve refah için şükretmeleri gerekirken, tam tersine bu sıkıntıların ve refahın daha önce babaları tarafından yaşandığını söyleyerek aldırış etmediler. Kendi hallerini kötüden iyiye çevirmediler. Bunun anlamı, ilâhî irâdeyi görmeyip sosyal değişimin kendiliğinden oluştuğunu sanmala­rıdır. En'âm sûresinin 43. âyetinde onların bu halleri, "kalplerin katılaşma­sı" şeklinde karşılık bulmaktadır. Böylece kötülüğün iyiliğe dönüşüp değiş­mesi şeklinde değil, kalplerinin katılaşmasıyla sona eren bir değişimle neti­celenmiştir.

c)  İlâhî değişime paralel olarak meydana gelmesi gerektiği belirtilen beşerî değişimin gerçekleşmemesi, cezayı gerektiren bir yanlış olmaktadır.

"Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık" . Yukarıdaki oluşumlar kıyamete kadar devam edeceğinden ve bu du­rum her zaman yürürlükte olacağından, bu ceza şekli de devam edecektir. Ayet sadece geçmişe yönelik olmayıp geleceğe de ışık tutmakta, insanlara iyiden yana değişimin önemini anlatmakta ve bu değişimin olmamasının çok kötü neticeler doğuracağına işaret etmektedir. Allah bütün nesillerin ansızın yakalanmalarını istemediği için geçmişten örnekler vermektedir.

3. Toplumların ansızın yakalanmamaları için değişimi nasıl gerçekleş­tirmeleri gerekir? Bu sorunun cevabını A'râf sûresinin 96. âyeti vermekte­dir: "O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günâh­tan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapı­ları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıver-dik".

a) "O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı!" Yüce Allah burada iki önemli sebebi gündeme getirmektedir. İman ve takva denen bu değerler, toplumda çok önemli değişimler meydana getirmektedir.

b) "Elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık". Demek ki iman ve takva denen dinamikler, ilâhî lütfa, ihsana ve takdire sebep olmaktadır. İnsanların gönlü, ilâhî âleme çıkıp oradan bereketi alıp gelmektedir. Bu bilgiye inanan insanların inkâr et­meleri ve günâhla bereketleri ortadan kaldırmaları mümkün değildir.

Buradan şunu anlıyoruz, Allah "kendisine karşı sorumluluğunun bilin­cinde olmak" anlamına gelen takvayı, bereketiyle maddî imkânlara dönüş­türmektedir. Mânanın maddeye dönüşümüne şahit oluyoruz. Bu bereketin hem gökten hem de yerden olacağına dikkat çekilmektedir.

c) "Fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik". Yalanlamak da bir gönül oluşumudur, ama neticesi maddî cezadır. İman ve takva bereket getirirken, yalanlamak bere­keti kaldırmaktadır. Bereketin kalktığı toplum, ilâhî rahmetin, lütfün, ihsanın dışında kalmış ve hayat damarları kesilmiş toplum demektir. Demek ki ilâhî lütufla, ilâhî azap insanın gönlüne göre yeryüzüne inmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah toplumların hayatında meyda­na gelen dinamiklerin neler olduğunu açıklamakta, bu değişimlerin amaçla­rını tesbit etmektedir. Meselâ gök ve yerden bereket kapılarını açan Allah ol­masına rağmen, bunu insanların iman ve takvasını esas alarak yaptığını buyumaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yapılan bu açıklamalar, manevî oluşumların zamanla maddî neticelere dönüşebileceğini gündeme getirmek­tedir. Toplumsal değişimlerde ilâhî irâdenin, insanın inanç, takva ve yapıp etmelerinin ve amaçlarının yeri tesbit edilmektedir.[53]

 

Yanlışlar İçinde Boğulmak:

 

97.  Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendi­lerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?

98.  Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldu­lar?

99. Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli genellemeler şunlardır.

1. Yüce Allah bu âyetlerle geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır. Geçmiş :oplumlarda yaşanan yanlışların, işlenen günâhların ve zulme varan bölünlerin arkasındaki sebep tesbit edilmekte ve bunun Allah'ın azabının gel- eceğinden emin olma gibi bir inanç olduğuna dikkat çekilmektedir.

"Yoksa o ülkelerin halkı emin mi oldular" sorusunu soran yüce Allah, toplumların yanlış ve sahte bir güven içinde olduklarını günde­me getirmektedir. "Geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden...". Öyle anlaşılıyor ki insanlar, işledikleri yanlışlardan dolayı başlarına azap geleceğine inansalardı, o yanlışları işle­mezlerdi. Kur'ân'in bu âyeti, söz konusu mevzuda uyanda bulunmaktadır. Azabın gece vakti geleceğini akıldan çıkartmamanın eğitimi verilmektedir.

Aynı sorunun bir benzeri sabah vakti oynayanlar için de sorulmaktadır. "Kuşluk vakti eğlenirken kendilerine azabı­mızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?" "Kuşluk vakti oynamak" ifadesi, gece sabaha kadar eğlenmek demektir. Oyun, eğlence, kuşluk vakti değil ge­ce vakti olur. Gece eğlencesi, kuşluk vaktine kadar sürebilir. Yüce Allah bu şekilde eğlenenleri aniden cezalandırabileceğini, onların cezalandırılmaya­caklarından emin olmamaları gerektiğini öğütlemektedir.

"Gece vakti uyumak", geceyi çalışarak ve ibadet ederek geçirmeyip zamanını gaflet içinde harcamak; "sabah vakti oynamak" da gündüzü, gece­nin eğlencelerinden dolayı uykuyla geçirmek anlamına gelmektedir. Acısı sonra hissedilen en büyük katliam, zamanı öldürmektir. Bu katliamın ceza­sının ansızın geleceğinden kimse emin olamaz.

2. A'râf sûresinin 99. âyetinde azaptan kimlerin emin olacağı cevaplan­dırılmakta, bunlara Sj^J&i "ziyana uğrayanlar" denmektedir. Âyette geçen hâsirûn, "zamanını boşa harcayan, kötüden iyiye doğru olan değişimin ar­kasındaki ilâhî irâdeyi görmeyip Allah katındaki değerlerini heba eden­lerdir. A'râf sûresinin 99. âyetinde yer alan mekr kavramının Kur'ân'daki anlamı, Âl-i İmrân sûresinin 54. âyetinde belirtilmişti. Mekr, "Düzen, hîle, tuzak, oyun, plan, tasan, entrika, dedikodu" mânalarına gelmektedir. "Ziya­na uğrayanlardan başkası Allah'ın mekrinden emin olmaz" demek, "ziyana uğrayanlar kendilerini güvende zannederler, ancak durum onların zannettiği gibi değildir. Allah'ın tuzağından hiç kimse emin olamaz" demektir.

Bu kelimenin Allah için kullanıldığında, "tertip, tuzak" mânasına gel­diği söylenebilir. Hâsirûn kelimesine de "tükenmiş" insanlar mânasını verir­sek, ahlaken çökmüş, yok olup gitmeye mahkûm toplumların halkı denebilir. Uyuyarak veya eğlenerek zamanını geçirenler, ahlaken çürümüş, zamanı katletmiş insanlar demektir. Halkı böyle olan toplumlar, Allah'ın tertip ve tu­zağından emin olamazlar, çünkü bu tuzaklar ansızın onları uyku ve eğlence anlarında yakalayabilir. Aşın bir şekilde uyumak ve eğlenmek, aslında haya­tın güzellikleriyle, bereketiyle savaşmaktır. Bu değerlerle savaşan insanlarla da yüce Allah savaşmakta ve buna tertip, düzen, azap adını vermektedir.

Manen iflâs eden, ahlaken çöken ve kendini tüketen, hayatın güzellik­leriyle, bereketiyle savaşan insanların Allah'ın tertibiyle karşı karşıya kalma­ları, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Bu kanunun sosyal hayatın değişmeyen kuralı haline geldiği, çeşitli âyetlerde anlatılmaktadır. Meselâ bu değişme­yen kanunu şu âyetlerde buluyoruz:

a) Yüce Allah iki yüzlülerin, kalplerinde hastalık olanların, halkın ara­sında kötü haber yayanların üzerine Hz. Peygamber'i göndereceğini, onları lanetleyeceğini değişmeyen bir kanun olarak koymuştur (Ahzâb 33/60-62).

b) Uyarıcı gönderildiğinde ona uyacaklarına dair söz veren ve Allah'a yemin eden, fakat uyarıcı geldiğinde haktan uzaklaşanlar, yeryüzünde kibir-lenenler, kötü tuzak kuranlar da geçmiş toplumlar gibi batacaklardır. Bu Al­lah'ın asla değişmeyen kanunudur (Fâtır 35/42-43).

Bu âyetlerde sünnetullah kavramı yer almaktadır. Sünnetullah, "Al­lah'ın yolu, üslûbu" demektir. A'râf sûresinin 99. âyetiyle bunları birlikte dü­şünürsek, ahlâkı çökerten ve iyinin arkasındaki ilâhî irâdeyi görmeyen in­sanlara tertip ve düzenin uygulanmasının asla değişmeyecek sünnetullah ol­duğu söylenebilir.[54]

 

Kıssaların Anlatılmasının Sebebi:

 

100.  Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olan­lara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki, eğer biz dilesey-dik onları da günâhlarından dolayı musibete uğratır­dık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçek­leri) işitmezler.

101. İşte o ülkeler ... Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanla­dıkları gerçeklere iman edecek değillerdi, işte kâfirle­rin kalplerini Allah böyle mühürler.

102.  Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bu­lamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk.

Bundan önce sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alınan ve yok edilmekle cezalandırılan Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin görevlendiril­diği Nûh kavmi, Âd, Semûd, Lût ve Medyen halkının durumundan, gelecek nesiller için bazı çıkarımlar gündeme getirilmektedir.

1. "Şu gerçek belli olmadı mı?" Yüce Allah, anlattığı beş top­lumun tarihî verilerinden insanların gerçeği yakalamalarını istemektedir. Onun için "Şu gerçek belli olmadı mı?" sorusunu sormaktadır. Bu soru ile, tarihî olguların gerçeklere gebe olduğu, onlardan akılcı analizlerle geleceğe ışık tutacak çıkarımların yakalanacağı vurgulanmaktadır.

2. "Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne sahip olanlara". Bu ifade, batan toplumların yerine geçen ve daha sonra gelen ne­silleri kapsamına almaktadır. Gerçeğin kimin için ortaya çıkacağı sorusunu bu ifade cevaplandırmaktadır. Nesiller, geçmiş olgulara bakarak yapılan ha­taları görecek, onları sorgulama eylemini gerçekleştireceklerdir. "Bir musi­bet, bin nasihatten iyidir" kuralı gereğince, tarihî olgulara bakıp analizlerini yapmak gerekir.

3. "Eğer biz dikseydik, onları da günâhlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz onların kalplerini mü­hürleriz de işitmezler".

a) Hz. Peygamber'in geldiği Arap toplumunun işlediği günâhlar, bura­ya kadar anlatılan beş toplumun yaptıklarından aşağı kalır cinsten değildi. Arap toplumunun musibetlere uğratılacak nitelikte çirkin eylemleri gerçek­leştirmelerine rağmen, cezâlandınlmayıp Hz. Muhammed'in peygamber ola­rak gönderilip terbiye edilmeleri gerçeğini anlamaları gerekirdi.

Burada "işledikleri günâhlar sebebiyle" ifadesine yer verilirken, belâ denen neticenin, insanın işlediği günâh sebebiyle olacağına işaret edilmek­tedir. Toplumun veya bireyin başına gelen olumsuzlukların, kendi yapıp et­melerinden kaynaklandığını söylemekle Allah, kullarına zulmetmediğini vurgulamaktadır. Arap toplumunun yapıp ettikleriyle geçmişteki toplumların yapıp ettikleri arasında benzerlik kurulup, onların niçin yok edilmediği so­rulmalıdır. Ayetin bu kısmında bir toplumun başına gelen musibetin ya da çöküş sebebinin "günâh" olduğuna da işaret edilmektedir. Günâhlar, toplu­mun manevî havasını ve çevresini kirletip halkın boğulmasına sebep olmak­tadır. Bu manevî boğulma, toplumun helakini getirmektedir.

b)  "Kalplerine mühür basarız da işitmezler" ifadesinden, Arap toplu­munun kalplerine mühür basılmadığını anlıyoruz. Çünkü Kur'ân'ın gelme­sinden önce mühür basılmış olsaydı, kitap göndermenin bir anlamı kalmaya­caktı. O zaman da onlar ilâhî mesajdan sorumlu olmayacaklardı. Kur'ân'ın onlara duyurulmuş olmasına rağmen, ona inanmamaları kalplerinin mühür­lenmesine sebep olmuştur. Bu konu Bakara sûresinin 6 ve 7. âyetlerinde açıklandı.

Demek ki Arap toplumu ve ondan sonra gelecek diğer toplumlar, Nûh, Âd, Semûd ve Medyen kavimlerinin Kur'ân'da anlatılan olgulardan ders çı­karmalıdırlar: İşlenen günâhlar sebebiyle insanların başına, onların karşılaş­tıkları gibi belâlar gelebilir, anlatılanları dinleyemeyecek şekilde kalpleri mühürlenebilir. İşitemeyecek şekilde kalplerinin mühürlenmesi psikolojik, başlarına musibetin gelmesi de toplumsal ceza olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kendi yaptıklarıyla geçmiş toplumların yaptıklarını mukayese edince, onlara gelen belâların kendilerine de gelmesi gerekirken, gelmemesinden dolayı önemli ibretler çıkarmaları lâzımdır. Âyetin başında sorulan soru bu­nun içindir.

4. Geçmiş toplumlara neler olmuştu, onlar ne yaptı da başlarına büyük musibetler gelmişti? A'râf sûresinin 101. âyetinde, bu gerçeklerin neden an­latıldığı gündeme getirilerek soru cevaplandırılmaktadır.

a) "İşte o ülkeler ... Onların haberlerinin bir kısmını sana anlatıyoruz". Demek ki Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Medyen top­lumlarının haberlerinin tamamı değil de bir kısmı Hz. Muhammed'e anlatıl­maktadır. Buradan hareketle diğerlerinin durumu hakkında fikir elde edile­bilir. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Hz. peygamber geçmiş toplumların başından geçenleri bilmiyordu, söz konusu hâdiseler ona Allah tarafından anlatılmış­tı.

b) "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi". Yüce Allah âyetin bu kısmında, geçmiş peygamber­lerin getirdikleri şeylerin ortak noktası olarak, hakkın ne olduğunu açıklayan "belgeler, burhanlar, alâmetler, kanıtlar" mânası verilebilecek olan beyyinâ-tı getirmişti. Demek ki bütün peygamberlerin aynı esasları açıklayacak me­sajlar getirdikleri, aynı konuları vurguladıkları ortaya çıkmaktadır. Bu da on­ların eğitiminin bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın peygam­berleri vasıtasıyla onları bilgilendirdiği, öğretim ve eğitime tâbi tuttuğu an­laşılmaktadır.

c) "Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere inanacak değillerdi". Yüce Allah burada psikolojik bir tahlil yapmaktadır.

İnsanların önceden benimsediği inançları ve görüşleri terketmesinin zorluğu gündeme getirilmektedir. Kutsallaştırman, hatta tanrı haline getirilen önceki inançlar ve görüşler, yenileri kabullenmeye karşı bir isteksizlik uyandırır.

Akılda ve gönülde daha önce yerleşen yanlış bilgiler ve inançlar, doğ­ru olanlarını oraya sokmazlar. Aynı kanun, sosyal hayat için de geçerlidir. Ahlâksız insanlar, aralarına ahlâklı insanları sokmazlar. Akıl ve gönül de ay­nı kanunla çalışmaktadır. Yalanlamayı bir huy haline getiren fertler ve top­lumlar, daha sonra gelen hakikate inanmakta güçlük çeker ve bunu bir türlü gerçekleştiremezler. Yüce Allah, peygamberlerin getirmiş olduğu mesajlara neden inanmadıklarını açıklamış, inkârın sebeplerini gündeme getirmiştir.

d) "işte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mü­hürler" . İnkâr psikolojisinde, inadın kalplerin mühürlenmesine sebep oldu­ğunu görüyoruz. Yanlış inançlara ve görüşlere tutku derecesinde bağlanmak, telâfisi imkânsız olan bir alışkanlığa veya manevî hastalığa yakalanmaktır. Bu hastalık gönlün mühürlenmesine sebep olmaktadır. Ölümcül hastayı has-tahaneden çıkartmak gibi, Allah da bu insanları hakikatin dairesinden çıkart­maktadır.

5. "Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk".

İbn Mes'ûd âyette geçen ahd kavramını "iman" mânasına almıştır. Ze-rnahşerî ve Kâdî Beyzâvî, iman ve takva mânasına geldiğini söylemişlerdir. Ibn Abbâs da A'râf sûresinin 172. âyetini delil getirerek, elest bezminde kul­ların Allah'ı Rab olarak kabullenmeleri mânasına almıştır. Râzî de, ahd kav­ramını, tevhîd ve peygamberliğin doğruluğunu gösteren delillerin ortaya konması anlamına geldiğini söylemektedir. Râgıb el-İsfahânî ahde, "doğru olan şeylere olan bağlılık" mânasını verir. Reşîd Rızâ da bunu insanın eğri­yi doğruyu ayırt etme ve dolayısıyla sağduyusunun emrettiği yolu izleme ye-reneğini, bu yoldaki fıtrî yakınlığı anlamına almaktadır. Muhammed Esed'in, Bakara sûresinin 27. âyetinin açıklamasında ahd kavramına getirdiği yorum ^öyledir: İnsanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Al­lah'ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlâkî sorumluluğuna işaret eder. Bu sorumluluğun "üstlenîlme"si, akıl melekesinden kaynaklanır ki, bu doğru kullanıldığında, insanı kendi davranışlarıyla ilgili olarak Allah'ın irâ­desini tedrîcen kavramaya yöneltir.

Bu âyette sözü edilen ahd, Allah ile yaratılıştan kurulan ve O'nu insa­na şah damarından daha yakın yapan (Kâf 50/16) bir ilişkiyi ifade etmekte­dir. Bu açıklamalardan sonra İbn Mes'ûd'un verdiği iman mânasını uygun bulmaktayız. Ahde vefa, aslında yaratılışın gayesini ifade eden bir kavram olmalıdır. Zâriyât sûresinin 56. âyetine göre yaratılışın gayesi, Allah'a kul­luktur, Allah'ı bilmektir, yani Allah'a tevhîd inancı üzere inanmaktır. Bunu yerine getiren ahde vefa göstermiş, getirmeyen de ahde vefasızlık etmiş olur.

Tevhîd inancına içsel bir bağlılık anlamına gelen ahd, geçmiş toplum­larda görülmediğinden, yıkılmalarının sebebini teşkil etmiştir. Tevhîd inan­cına, ahlâkî kurallara ve doğru olana içsel bir bağlılık göstermeyen toplum­lar, fâsık toplumlar olarak nitelendirilmektedir. Şimdi bu açıklamalardan sonra A'râf sûresinin 100-102. âyetlerine göre Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Medyen toplumlarının çöküş sebeplerine dönersek, şu özet açıklamayı vere­biliriz:

a) Günâh işlediler.

b) Kalpleri bu sebeple mühürlendi ve dinlemez oldular.

c) Peygamberlerin getirdiği kanıtları kabullenmediler ve önceki yanlış inanç ve görüşlerinden kopamadılar. Tevhîd inancını ve nübüvveti inkâr et­tiklerinden kalpleri mühürlendi. Daha ileri giderek, peygamberleri ölümle tehdit ettiler, yurtlarından çıkarmak istediler. Cinsel ahlâkla ekonomik ahlâ­kın dengelerini bozdular, cinsellikteki fıtrat kanuna tecavüz ettiler.

d)  İlâhî yasaklan çiğnediler. Kibir, bütün manevî güçlerini devre dışı bıraktığından, aklın ışığından da ayrıldılar.

Allah, bu olumsuzlukların geçmiş toplumları çürüttüğünü ve neticesin­de de tarihten silinecek şekilde cezalandırıldıklarını anlatırken, peygamberin döneminde yaşayan ve gelecekteki nesiller için bir öğüt, bir uyan, bir bilgi­lendirme olsun diye onlara ışık tutmaktadır. Aslında onların yıkılış sebeple­rini verirken, yaşayan toplumlara anlatmakta ve ne yapmaları gerektiğini sistematize etmektedir.

Bu anlatım tarzından çıkarılacak eğitim ilkeleri ve metotları vardır. Tevhîd inancının ifade ve öğretim tarzı, halkın peygamberle ilişki kurma yöntemi, öğretimde bilginin önemi, taklidin toplumlara getirdiği zararlar, ahlâkî ve ekonomik değerlerin sosyal hayattaki yeri, insan-hayvan ilişkisinin düzeyi, inanç özgürlüğünün önünü kesmemek, sosyal problemleri çözmek konusunda ilâhî yardımı beklemek, bütün bunlara sırtını dönen insanların cezalandırılması, iman ve takvanın toplumlara bereket getireceği esası hep bu kıssalarda anlatılmaktadır.[55]

 

Hz. Musa'nın Peygamber Olarak Görev­lendirilmesi:

 

103. Onlardan sonra, Musa'yı mucizelerimizle Fira­vun'a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Âyet­lerimize haksızlık ettiler, fakat bak bozguncuların sonu nasıl oldu?

A'râf sûresinin 59. âyetinden 102. âyetine kadar Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Medyen toplumları anlatıldı. 103. âyette ise Hz. Mûsâ'nm peygamberliği, kardeşi Hz. Harun'un İsrâiloğullan ile olan ilişkileri söz konusu edilmekte­dir. Bu âyeti üç kısma ayırarak açıklamaya çalışacağız.

1. "Onlardan sonra, Musa'yı mucizelerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik". Âye­tin bu kısmından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:

a) Demek ki Hz. Mûsâ, Firavun ve onun ileri gelen adamlarına gönderildi. Allah böyle birkaç kişiye peygamber gönderir mi? Firavun ve onun ile­ri gelen adamları burada bir sembol olarak yer almaktadır, arka planda bü­tün toplum kastedilmektedir. "Parçayı anarak bütünü kastetmek" şeklindeki kural burada da kendini göstermektedir.

b)  O dönemde toplumun bütün dengelerini altüst edenler Firavun ve adamları olduğu için onların eğitilmeleri gerekiyordu. Yüce Allah'ın gönder­miş olduğu mesajları anlamaları neticesinde tevhîd inancını kabullenmeleri ve zulümden vazgeçmeleri oldukça önemliydi. Firavun ve adamlarının me­sajı kabul edip tevhîdi benimsemeleri, toplumun siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlâkî dengelerini kökünden değiştirecek bir özelliğe sahipti.

Firavun toplumunu etkili ve süratli bir şekilde eğitmenin yolu, Firavun ve adamlarının köklü değişiminden geçmekteydi. Devletin başından başla­mak bu işi kolaylaştıracaktı. Çünkü Firavun ve adamlarının hidâyete gelme­si, Hz. Musa'nın önündeki engellerin kolayca aşılmasını temin edecekti.

c) Âyetin başında geçen be'ase fiilinin açıklaması, Bakara sûresi­nin 129. âyetinde yapıldı. "Göndermek, atamak, kaldırmak, yeniden yarat­mak, yükseltmek, oluşturmak, öne atılmak, altını üstüne getirmek, dışarı atılmak" mânalarına gelen bu kelime, burada "göndermek" anlamındadır. "Biz gönderdik" ifadesiyle, Hz. Musa'nın kendi kendine bu görevi yüklen­mediği açıklanmaktadır.

Diğer taraftan "âyetlerimize" kelimesi ile kastedilen nedir? Hz. Mûsâ'ya verilen âyetler, hükümler mi, yoksa mucizeler midir? Âlimler burada­ki âyet kelimesini "mucize" mânasına almışlardır. Bize göre bu mâna doğ­rudur. Hz. Musa'nın peygamberliğini ispat etmek için delile ihtiyacı vardı. Elindeki asâ ve elinde meydana gelen parlama, onun ilk mucizeleri ve her şeyi aşan deliller oldu. Mucizeler, peygamberleri diğerlerinden ayıran tabiat üstü oluşumlardır. Başka türlü peygamberliğini ve getirdiği mesajı kabul et­tirme imkânı yoktu.

2. "Onlar mucizeleri inkâr ettiler". Yüce Allah "inkâr etti" diye tercüme edilen kelimenin yerine t£ zaleme kelimesini kullandı. Hal­buki kefera, kezebe, cehede fiillerini kullanmak varken neden zaleme kullanıldı? Bu kelimenin ilk anlamı, "zulmetmek"tir, ama bu âyette "reddetmek, inkâr etmek, karalamak" mânalarına gelmektedir. "Onlar o âyetlere zulmettiler" mânasına alınırsa, o âyetleri yerli yerinde koymadı­lar, onlara inanmadılar, dolayısıyla bu kelimenin anlamı, "zulüm"dür dene­bilir. Zulüm kelimesinin bir anlamı da "karanlık"tır. Fiil halinde kullanılın­ca, "karanlık bastı" mânasına gelmektedir. Onun için "Bu âyetleri karaladı­lar" mânasına da gelmektedir. Aslında bu kelime, Firavun ve adamlarının Hz. Musa'nın mucizelerine karşı gösterdikleri tepkinin şiddetini açıklamak­tadır; tepki, karalama, inkâr ve reddetme şekillerinde kendini göstermiştir.

Kelimeyi zulüm anlamına alırsak, şu açıklamayı yapabiliriz: Firavun, toplumunun bir grubuna siyasî, sosyal, ekonomik ve hukukî bakımdan zul­mediyordu. Onun bu alanlardaki zulmü bulaşıcı yapıda olduğu için, Hz. Mû-sâ'nın getirdiği mucizelere de sıçradı. Böylece onun zulmü din alanında da kendini gösterdi.

3. "Bir bak! Nasıl olmuştur bozguncuların sonu?" İnsanlara siyasî, sosyal, ekonomik ve hukukî bakımdan zulmetme­nin dinî alana sıçraması, Firavun'un kötü sonunu getirmiştir. Âyetteki "Bak!" emri, ilk planda Hz. Muhammed'e yöneliktir. Ama onun hayatta ol­mayışı sebebiyle bu emrin yaşayan nesillere yönelik olduğunu söyleyebili­riz. Bu emir, "Şimdi sana anlatacağım Hz. Mûsâ dönemindeki tarihî ve dinî olgulara dikkat et, onları iyi tetkik et!" anlamındadır. Fesat çıkaranların so­nunun nasıl olduğuna dikkat edilecek, ibret alınıp geleceğe ışık tutulacaktır.

Akıbet kelimesi ile Allah, olguların sonuçlarının incelenip çıkarımlar­da bulunulmasını istemektedir. Firavun ve ileri gelen adamlarına neden "bozguncu" anlamına gelen müfsid sıfatının verildiği, Kasas sûresinin 4.' âyetiyle açıklanabilir: "Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını gruplara ayırmıştı. Onlardan bir grubu horlayıp eziyordu. Bu grubun erkek çocuklarını doğruyor, kadın­larını hayatta bırakıyordu. O gerçekten bozgunculuk yapanlardandı".

Bir devlet başkam, halkım gruplara ayırıp birilerine zulmedip diğerle­rini tutamaz. Birilerini horlayıp ezemez. Bunu yaparsa, zâlim ve bozguncu olur. Diğer taraftan Firavun bu unvanı Allah'ın mucizelerini karalamaktan dolayı da almıştır. Gelecek âyetlerde fesat çıkaranların serüveni anlatılacağı için "Dikkat et!" emri verilmektedir.

Burada genel mânada şu soruyu sormakta yarar vardır: "On­lar o mucizeleri inkâr ettiler" ifadesindeki inkârı nasıl gerçekleştirdiler? Bu sorunun cevabını A'râf sûresinin 109 ve Şu'arâ sûresinin 34. âyetlerinde bu­luyoruz. Bu âyetlerde onların inkârı, ağızlarından "Bu çok bilgili bir sihirbazdır" ifadesi dökülmüştür. Böylece onlar Hz. Musa'yı sihir­baz, mucizelerini de sihir olarak nitelendirip inkârlarını ortaya koymuşlardır.[56]

 

Hz. Mûsâ Ve Gayesi:

 

104.  Mûsâ dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim".

105.  "Allah hakkında gerçek olandan başkasını söyle­memek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrâiloğulları'nı benimle gönder!"

Bu âyetlerde beş önemli konu gündeme getirilmektedir.

1.  "Mûsâ dedi ki: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim".

a) Hz. Mûsâ "âlemlerin Rabbi" konusunu gündeme getirmekle, Fira-vun'un Allah olmadığına işaret etmekte ve bunu ona öğretmektedir. Çünkü Firavun halkına şöyle hitap etmişti: "Ben sizin en yüce Rabbinizim dedi" (Nâzi'ât 79/24). Kendini Rab olarak insanlara tanıtan Firavun'a "âlemlerin Rabbi" ifadesini hatırlatması ve dersine bu şekilde başlaması, din eğitimcilerine çok önemli bir metot bırakmaktadır.

b) "Gönderilen bir peygamberim". Konuşmasının ikinci basamağında "elçi" olduğunu söylemektedir. Bir devlet başkanı olması sebebiyle "elçilik" kavramım biliyordu. Devletten devlete elçi gönderilirdi, ama Allah'tan in­sanlara "elçi" gönderilmesi, ilk defa karşılaşılan bir uygulama idi. İlâhî âle­min yeryüzündeki elçisi olmak, Firavun için bir deprem oluşturmuştu. Hz. Mûsâ, bunun için Allah tarafından elçi olarak gönderildiğini yumuşak bir şe­kilde açıkladı. Bu konuşmanın devamında hem Tâhâ sûresinin 49, hem de Şu'arâ sûresinin 23. âyetlerinde, "âlemlerin Rabbi" ifadesinin ne olduğu Fi­ravun tarafından sorulmakta ve Hz. Musa'nın ona nasıl cevap verdiği anla­tılmaktadır. Tâhâ sûresinin 49. âyetinde Hz. Mûsâ, Rab kavramına "yaratıcı ve hidâyet edici" olarak mâna vermektedir.

2. "Allah hakkın­da gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rab-binizden açık bir delil getirdim; artık İsrâiloğulları'nı benimle gönder!" Bu âyette üç konu işlenmektedir.

a) Hz. Musa'nın âlemlerin Rabbi tarafından elçi olarak gönderildiği meselesinde doğru konuştuğunu ispat etmek için birinci ifadeye yer veril­mektedir.  "Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime borçtur". Bu ifadeden şu eğitim ilkesini çıkartıyoruz: Herkes, özel­likle din âlimi ve görevlileri Allah hakkında konuşurlarken, gerçeği söyle­mekle yükümlüdürler, bu onların üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Âyetin ilk kelimesi olan   hakk, "borç, hak, vacip, gerekli olan" anlamlarına gel­mektedir. Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek bir tercih değil bir zorunluluktur. Bu görev insanlara dinî, ilmî ve ahlâkî bir ilke ola­rak öğretilmelidir.

b) "Size Rabbinizden açık bir delil getirdim" ifadesiyle Hz. Mûsâ, peygamber olarak gönderildiğini sadece sözle değil, mucize ile de ispat et­mektedir beyyine kelimesi ile işte bu delili, mucizeyi kastetmektedir. Peygamberlerin kendi durumlarını ispat ederken mucizeden başka sığına­cakları bir yol yoktu. Onların gösterdiği mucizelere Allah katından bakınca deney, insanlar katından bakınca mucize olmaktadır.

c) Gerçeği söylediğini ve delil getirdiğini söyledikten sonra ikinci ama­cını, ya da görevini hemen gündeme getirmektedir: "Artık İsrâiloğulları'nı benimle gönder". Bu ifade, Hz. Musa'nın peygamberlik göre­vinin içinde hürriyet mücadelesinin olduğuna işaret etmektedir. Firavun'un hukukî, sosyal ve ekonomik açıdan sömürdüğü, haklarını ellerinden aldığı İsrâiloğulları'nı esaretten kurtarmak, onun elçilik görevinin en zor aşaması­nı teşkil etmektedir.

Hz. Musa'nın peygamberliği, insanlara vurulan esaret zincirini kırıp onları hürriyetlerine kavuşturmakla öne çıkmaktadır. Zaten kendisi de esaret zincirine vurulmuş bir aile ortamında dünyaya gelmişti. Yüce Allah Hz. Mûsâ'yı düşmanının sarayında büyütmekle, köle ruhlu insanlardan peygamber olamayacağını göstermiş oldu. "Kavmimi salıver!" ifadesi, Tevrat'ta (Çıkış, 9/1) yer almaktadır. Demek ki Hz. Musa'nın birinci görevi, A'râf sûresinin 104. âyetinde belirtildiği gibi, peygamber olduğunu ilân etmek, ikinci göre­vi de İsrâiloğullan'nı esaretten kurtarmaktır.[57]

 

Firavun'un Teklifi Ve Hz. Musa'nın Mucize Göstermesi:

 

106. Firavun dedi ki: "Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, onu ortaya çıkar".

107.  Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı, o hemen apaçık bir ejderha oluverdi.

108. Ve elini çıkardı. Birdenbire o da seyredenlere bem­beyaz görünüverdi.

Bu âyetler birlikte ele alınıp tahlil edilecektir.

1. Hz. Mûsâ, A'râf sûresinin 105. âyetinde Rabb'inden bir mucize ge­tirdiğini söylemişti. Bunun üzerine Firavun doğru söylediğini ispat etmesi için "Onu getir!" dedi. Bundan şunu anlıyoruz.

a) Firavun'un kafasında mucize kavramı vardı. Onun için böyle bir şe­yin olmayacağını söylemedi de, o mucizenin ortaya konmasını istedi.

b) Doğru konuşma ile mucize arasında ilişki kurulmaktadır. Firavun'un kafasında doğru olma, doğru söyleme gibi bir değerin yeri vardı. Kendisi zâ­lim olsa da, devlet başkanı olması sebebiyle halkının, yardımcılarının kendi­sine doğru konuşmalarını ve doğru davranmalarını istemesi doğaldı.

c) Bununla beraber Hz. Musa'nın mucize getirip ortaya koyacağına hiç ihtimal vermiyordu. "Getir onu ortaya koy!" demesindeki meydan okuyuşu buradan kaynaklanıyordu.

2. "Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi".

a) Asânm ne olduğu, Tâhâ sûresinin 17-18. âyetlerinde Hz. Musa'ya sorulmuştu. Hz. Mûsâ cevabında ona dayandığını ve onunla koyunlarına yaprak silktiğini ve başka işlerde kullandığını söylemişti. Asanın diğer gö­revleri Bakara sûresinin 60. âyetinde anlatıldı.

b) Açıklamakta olduğumuz âyette "yılan"a 3tü suğbân, Tâhâ sûre­sinin 20. âyetinde hayye, Şu'arâ sûresinin 32. âyetinde suğbân, Nemi sûresinin 10. âyetinde yfc. cânn denilmekte, Kasas sûresinin 31. âyetinde de

cânn ismi ile yer almaktadır. A'râf sûresinin 107. âyetinde suğbânın sıfatı

olarak geçen mübîn kelimesi, "apaçık" anlamına gelmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki değnek gibi bir maddenin, yılan gibi canlı bir hayvana dönüşmesi insanlığa araştırılması gereken bir ödev olarak verilmekte­dir. Tâhâ sûresinin 21. âyetinde yüce Allah ondan korkmamasını ve onu es­ki haline çevireceğini söylemektedir. Demek ki değneğin yılan haline, yılan halinden değnek şekline dönüşeceğine ve dönüştüğüne dikkat çekilmektedir. Bu duruma insan psikolojisinden "nefis" uymaktadır. İnsan nefissiz olmaz. Kimi zaman nefis insan için bir yılan şeklini alır ve onun bütün erdemlerini ısırıp zehrini akıtır ve öldürür. Ama insan değneği eline alıp tuttuğu, yani ona hâkim olduğu gibi nefsine de hâkim olursa ondan istifade edebilir.

3. "Ve elini çıkardı. Birden bire o da seyredenle­re bembeyaz görünüverdi". Aynı konu Tâhâ sûresinin 22. âyetinde şöyle ifa­de edilmektedir: "Bir de elini koynuna sok, bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın" ; Nemi sûresinin 12. âyetinde de şu şekilde beyan edilmektedir: "Elini koynu­na sok da kusursuz bembeyaz çıksın!"; "Elini koynuna sok, lekesiz olarak bembeyaz çıksın ve bütün korkulardan sıyrılmış olarak kolunu kanadını in­dir'." (Kasas 28/32).

Bu dört âyetten en son gelen, yorumunu yapmakta olduğumuz sûresinin 108. âyetidir. Tâhâ sûresi 22, Nemi sûresinin 12 ve Kasas sûresi­nin 32. âyetleri, gerçekleşmeden önce verilen emri gündeme getirirlerken, A'râf sûresinin 108. âyetinde mucizenin gerçekleştiği an gösterilmektedir.

Asâ ile el beyazlığının mucize olarak Hz. Musa'ya verilmesinin sebe­bini Kasas sûresinin 32. âyetinde buluyoruz: "İşte bu ikisi (asâ ile elin par­laması), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin de­lildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır".

Bu âyet, asâ ile elin parlamasının eğitim boyutunu gündeme getirmek­tedir. Sapıtmış toplumu ancak mucizelerle eğitme imkânı vardır. Sapık in­sanlar olağan delillerle tatmin olmaz, onlar alışılmışın dışında ya da üstünde delil isterler. Çünkü onların psikolojisinde, daima üstün gelmek ve büyük görünmek vardır. O dönemde sihir ilmi ileri bir düzeyde idi. Bu yüzden an­cak bir mucize onların dikkatini çekebilirdi.

Denize vurulunca denizin açılıp kıyıya geçmeleri bakımından asâ, ak­lı; yılana dönüşmesi bakımından, nefsi temsil etmektedir. Elin bembeyaz parlaması da bilgiyi ifade etmektedir. Bilgi ışıktır, yani nurdur. Hz. Musa'nın elinin parlaması mucizesi de bilgiyi temsil etmektedir. Cehalet karanlıktır. Firavun ve kavmi cehaletin karanlığında yaşıyorlardı, onların bilgi nuruna ihtiyaçları vardı. Tevhîd inancının bilgisi, onlara Hz. Musa'nın eli ile parla­dı. İnsanın eli, kudreti ve iş yapmayı temsil etmektedir.

Elin parlaması da, bilgi nurunun büyük bir güç olduğunu anlatmakta­dır. Bilginin hayata geçirilip eyleme dönüşmesinin bir ışık olacağı, Hadîd sûresinin 12-13. âyetlerinde gündeme getirilmektedir. Hz. Musa'nın asası aklı, elinin parlaması da bilgi ve onun eylemini temsil etmektedir. Asâ, yani akıl, dünyayı değiştiriyor, değişen dünyaları da bilgi işliyor ve zenginleştiri-yor. Akıl ve bilgi, Firavun döneminin karanlığını dağıtıp aydınlık bir dünya kuracaktı. Bu dünyayı kurdurmayanlar, kendi hayatlarını kaybedecek duru­ma geldiler. Akla yol vermeyen, bilginin nurundan istifade etmeyen toplum­ların yaşama hakkı yoktur. Firavun ve kavminin batması da bundan oldu.

Akla karşı savaşma, bilgiye sırtını dönme, hayatın damarlarını kesmek­ten başka bir şey değildir. İnsanın içindeki can, aklın çalışması ve bilginin nuru ile zevk duyar, hayatiyetini sürdürür ve onunla cennette yaşamış gibi mutlu olur. Âhirete intikal etmeden cenneti bu dünyada yaşar. Ona bu cen­neti yaşatan insanın bedeninden ayrılmak istemez, ama nesiller vasıtasıyla mutluluğunu geleceğe taşır.[58]

 

Mucizelere Tepki:

 

109.  Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Bu çok bilgili bir sihirbazdır".

110.  "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursu­nuz?"

111. Dediler ki: "Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar gönder".

112.  "Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler". Bu âyetleri gruplandırmak suretiyle açıklamaya çalışalım.

1. Firavun, A'râf sûresinin 106. âyetinde Hz. Musa'dan mucize getir­mesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Mûsâ yukarıda açıklanan asâ ve elin parlaması mucizesini gösterdi. Mucizeler onlarda bir şaşkınlık meydana ge­tirdi, ama ardından Hz. Musa'nın sihirbaz olduğunu ileri sürdüler. Bunun an­lamı, mucizelerin onların gönlünde meydana getireceği değişim gerçekleş­memişti.

Öyle anlaşılıyor ki Firavun döneminde sihir ilmi zirveye ulaşmıştı. Sihri bilmeleri, mucizeleri ve Hz. Musa'yı bu şekilde değerlendirmelerine sebep oldu. Bu durum şu ilkeyi gündeme taşımaktadır: İnsanlar önlerinde cereyan eden olayları kendi bakış açılarına ve bilgi seviyelerine göre değer­lendirmektedirler. Bunun anlamı, olayları olduğu gibi görme yerine, görmek istedikleri şekilde görmeleridir, demektir. Bu da gerçeği yakalamayı gecik­tirdi, ondan uzakta kaldılar.

"Bu çok bilgili bir sihirbazdır" değerlendirmesi, mucizelerin mermer-leşmiş gönüllere çarpıp geri dönmesinin ifadesidir. Dikkat edilirse, A'râf sû­resinin 109. âyetinde "sihirbazdır" değerlendirmesini Firavun'un kavmi, Şu-'arâ sûresinin 34. âyetinde ise Firavun'un kendisi yapmaktadır. Her iki âyet bir araya getirilince, onların fikir birliğinde oldukları neticesine varabiliriz.

2. Değerlendirme burada kalmıyor. "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?" görüşüne varıyor. "Sizi yurdunuzdan çıkaracak" şeklindeki değerlendirme, artık bir iftiraya dönüş­tü. Sihri aşan bir mucizeyi sihir olarak değerlendirmek, çok az bile olsa ma­zur görülebilir, ama yurdunuzdan çıkaracak hükmü bir iftiradan ibarettir.

3. "Si­zi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz. Dediler ki: 'Onu da kar­deşini de beklet, şehirlere toplayıcılar yolla! Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler".

a) Âyetin birinci bölümünde Hz. Musa'nın amacı belirleniyor. Onun amacının, Firavun ve toplumunu ülkelerinden çıkartmak olduğu söyleniyor. Aslında Hz. Musa'nın amaçlan arasında "çıkartmak" düşüncesi vardır, ama halkı yurdundan değil, cehaletin karanlığından Allah'ın izni ile nura çıkart­mak vardır. Bakara sûresinin 85. âyetinde İsrâiloğullan ile halkım yurtların­dan çıkartmamak için misak (antlaşma) yapılmaktadır. Bu, değerlendirmele­rinin bir iftira olduğunu gösterdiği gibi, niyetlerini de açığa vurmaktadır.

A'râf sûresinin 110. âyetinde, ne ile onları ülkelerinden çıkartacağı be­lirlenmezken, Şûra sûresinin 35. âyetinde "sihri ile çıkaracağı" ifade edil­mektedir. "Sizi ülkenizden sihri ile çıkartmak istiyor" ifadesi, halka korku salmak ve korku vasıtasıyla Hz. Musa'ya karşı tepki uyandırmak istenmek­tedir. Bu tarz korkulan halka salarak rakiplerini karalayan nice siyaset adam­ları gelip geçmiştir.

Peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'ân'da bu âyetin yer almasının eğitim açısından amacı ne olabilir? Rakiplerini devre dışı bırakmak için in-sanlan kamplara ayınp onlara iftira ederek halka korku salmanın, iftirada bulunmanın ne kötü bir uygulama ya da siyaset olduğu anlatılmaktadır. Özellikle peygamberler bu iftira ve karalamalara uğradığına göre, din âlimi ve görevlilerin de kıyamete kadar bu muameleye mâruz kalacaklanna işaret edilmektedir. Müşrik bir topluma tevhîd inancını yerleştirmeye çalışan, zâ­lim idarecilere yanlış yaptıklannı söyleyen din bilginleri, hep böyle tepkiler­le karşılaşacak, iftiralarla karşı karşıya kalacaklardır.

110. âyette çözüm yollan araştırılırken, 111. âyette Hz. Mûsâ ile Ha­run'un bekletilmesi, şehirlere toplayıcılar gönderilmesi, 112. âyette de bütün bilgili sihirbazlann getirtilmesine karar verildi. Buradan şunu çıkartıyoruz: Hz. Musa'nın mucizelerinin sihir olduğunu söylemeleri, sihre sihirle karşılık verilmesi kararına ulaştı. Hz. Musa'nın sihir dedikleri mucizelerini sihirle venmek, ortadan kaldırmak istediler. Diğer taraftan Hz. Mûsâ döneminde Mısır'da sihir ilminin ileri düzeyde olduğunu da anlıyoruz. Nasıl Allah Hz. Musa'ya sihirle mücadele edecek mucizeler verdiyse, onlar da mucizelerle sihir vasıtasıyla mücadele vermek istediler.

Bundan şunu çıkarıyoruz: Peygamberlere verilen mucizenin temel be­lirleyici sebebi, dönemin önde gelen ilmî çalışmaları, dolayısıyla teknolojisi ve değer yargılan olmaktadır. Asâ ve Hz. Mûsâ'nm elinin parlaması mucize­si, sihirle mücadele için Kur'ân da dil bakımından Arap edebiyatını aşmak için mucize olarak verilmiştir.[59]

 

Sihirbazlar Ve Mücadeleleri:

 

113. Sihirbazlar Firavun'a geldi ve: "Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?" dediler.

114. Firavun, "Evet hem de siz (bana) yakınlardan ola­caksınız" dedi.

115.  Sihirbazlar: "Ey Mûsâ! Sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım" dediler.

116.  "Siz atınız" dedi. Onlar atınca, insanların gözleri­ni büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gös­terdiler.

117. Biz de Musa'ya "Asanı at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki, bu onların uydurduklarını yakalayıp yutu­yor.

118.  Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.

119. işte Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük dü­şerek geri döndüler.

Bu âyetler aynı olgunun bütününü meydana getiren parçalardır. Âyet­lerin açıklamasını merkezî konuya göre yapmayı uygun buluyoruz.

1. 113. âyette geçen ecr (ödül) ile gâlib (üstün gelmek) kavramları, merkezî konuyu oluşturmaktadır. Galibiyetten bahsedildiğine göre bir yarış, bir mücadele ve bir savaşın olduğu ortaya çıkmaktadır. Her zaferin bir kar­şılığı olmalıdır. Onun için galibiyetten sonra ödüllendirilip ödüllendirilme-yecekleri sorulmaktadır. Basanlar ödüle doğru akarlar, onunla beslenirler, onunla daha büyük basanlara doğru yol alırlar.

2. Hz. Musa'nın mucizelerine karşı elde edilecek zafer, sihirbazlann Fi-ravun'a yakın olmasını temin edecekti. Devlet başkanına yakınlık, en önde gelen ödüllerden biridir. Çünkü devlet başkanına yakın olmak, onun gözde­lerinden olmak anlamına gelmektedir. Böyle bir ödülü ilk koyan yüce Al­lah'tır. Hayırda önde olanlar, Allah'a yakın olanlardır (Vâki'a 56/10-11); Al­lah ölen insanlan üç kısma ayırmakta ve bunlardan Allah'a yakın olanlann olduğunu gündeme getirmektedir (Vâkı'a 56/88). Kanşımı tesnîmden olan içeceği, Allah'a yakın olanlar içecektir (Mütaffifîn 83/27-28).

Devlet başkanına, öğretmene, işverene, âmire yakın olma ödülünü ka­zanmak ve bunu elde edecek başarıları göstermenin başta gelen ödüllerden olması, Allah tarafından konmasına bağlıdır. Yakın olmak, insanın doğasında var olan bir duygu, bir arzu ve bir tutkudur. Toplu halde yaşamanın altın­da yatan sebeplerden biri de bu yakınlık duygusudur. Allah'a yakın olmak, insanın kendine ve diğer insanlara yakın olmasından daha sıcak ne olabilir?

3.  115. âyette geçen ifadeden sihirbazların bu yarışmayı kazanacakla­rından emin olduklarını anlıyoruz. "Sen mi atacaksın yoksa biz mi?" deme­leri, aynı zamanda yarışmanın edebini de gündeme getirmektedir. Rakibine seçenek verme erdemini göstermek, yarışmanın edebidir. Aynı âyetten anlı­yoruz ki, sihirbazlar da Hz. Musa'nın asasını atması gibi, sihir yaptıkları şey­leri atıyorlardı. Hünerlerini atma şeklinde ortaya koyuyorlardı.

4.  116. âyette Hz. Mûsâ atma sırasını onlara verdi. İnsanların gözlerini büyüleyecek derecede kuvvetli sihir yaptılar. "Gözleri büyüleme" ifadesin­den anlıyoruz ki, sihir bir göz boyamadan ibaret olup halkın korkmasına se­bep olmuş ve onları dehşete düşürmüştü. Bunun için yüce Allah "Büyük bir sihir gösterdiler" ifadesine yer vermektedir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Sihirbazlar ne attılar? Bu sorunun cevabı A'râf sûresinde yoktur, ama Şu'arâ sûresinin 44. âyetinde bu soru cevaplan­dırılmaktadır. Âyet şöyledir: "Bunun üzerine sihirbazlar iplerini ve değnek­lerini attılar ve: 'Firavun'un kudreti hakkı için elbette bizler galip geleceğiz' dediler". Demek ki onlar ip ve değnek atmışlar. Aynı cevap Tâhâ sûresinin 66. âyetinde de verilmektedir.

Burada bir soru daha sormak gerekiyor: Sihirbazların attıkları ip ve değnekler ne oldu? Bu sorunun cevabını da Tâhâ sûresinin 66. âyeti vermek­tedir: "Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızlı akıyormuş gibi göründü". İpler ve değnekler hareket edip akıyormuş gibi bir görüntü oluştu.

Bu durum büyük bir sihirdi ve halkı dehşete düşürdü, aynı zamanda Hz. Musa'yı da etkiledi. Bu durum Tâhâ sûresinin 67. âyetinde anlatılmak­tadır: "Öyle ki, bu yüzden Musa'nın içinde bir korku belir­di" . Bu korkuyu Hz. Mûsâ gideremedi de, yüce Allah ona şöyle seslendi: "Korkma! Üstün gelecek olan kesinlikle sensin, dedik!" (Tâ­hâ 20/68).

5. Yüce Allah Hz. Musa'nın korkusunu gidermek ve "üstün geleceği" olgusunu gerçekleştirme adına ona şöyle vahyetti: "Asanı at! Bir de baktılar ki, bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor". Bu âyette yer alan lakıfe, ya da lakf kelimesi, "bir şeyi yakalayıp yemek, yutmak" anlamına gelmek­tedir. İfk ise "bir şeyi olduğu durumdan çevirip değiştirerek başka şekilde göstermek"tir. Kur'ân'da "yalan"a ifk denmesinin sebebi de budur. Hakika­tin tersyüz edilmesine sebep olduğundan yalana ifk denmiştir. Onun içindir ki, Ankebût sûresinin 17. âyetinde  "Yalan üretiyorsunuz" buyuru-lurken, yalan ifk kelimesiyle ifade edilmektedir. Mü'min sûresinin 62. âye­tinde de "çevrilmek, döndürülmek" anlamında geçmektedir: "Du­rum böyle iken, nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz?"

Böylece Hz. Musa'nın ejderhaya dönüşen asası, onların uydurdukları ip ve değnekten ibaret olan sihirlerini yuttu. Tâhâ sûresinin 69. âyetinde \y& sane'û kelimesine yer verilerek, "yaptıklarını" denmektedir. "Yaptık­larını yutsun" denirken A'râf sûresinin 117. âyetinde ve Şu'arâ sûresinin 45. âyetinde uydurduklarını denmek istenmektedir.

Hz. Mûsâ ile sihirbazların yarışmasından, ya da mücadelesinden ne çıktı? Bu sorunun cevabı, A'râf sûresinin 118 ve 119. âyetlerinde verilmek­tedir: "Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti"; "İşte Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük düşerek geri döndü­ler" . Şimdi burada sorulacak olan soru şudur: Yüce Allah bu olguyu bize ni­çin anlatmaktadır? Hz. Mûsâ gelmeyeceğine ve bir asâ mucizesi olmayaca­ğına göre bu olayın anlatılması bize ne fayda temin edecektir? Hz. Musa'nın asası bir sembol olarak kullanılmaktadır. Sihirbazların ip ve değnekleri de semboldür. Hz. Musa'nın asası hak, onlarınki ise bâtıldır.

A'râf sûresinin 118. âyeti bu mânayı vermektedir. Diğer taraftan bu ol­gu günümüze şu şekilde bir ışık tutmaktadır: Her yeni teknoloji eskisini or­tadan kaldıracaktır; traktörün sabanı yutması gibi. Daha kaliteli olanın kali­tesizi, daha yeni olanın daha eskiyi, daha gelişmiş olan teknolojinin eski ola­nı ortadan kaldırması gibi. Bunun için çalışan, yeniye koşan, bilgiyi eyleme dönüştüren toplumlar buna ayak uyduramayanları yutacaktır, belki de orta­dan kaldıracaktır.

Onun içindir ki "Büyücü nereye giderse gitsin, iflah olmaz" (Tâhâ 20/69) buyururken yüce Allah, kalitesiz iş üretenlerin, eskinin peşinden ko­şanların zafere ulaşması, iflah olması mümkün değildir, denmek istenmekte­dir. Modası geçmiş, işe yaramayan, çağ dışı teknolojilerin peşinde koşanlar, sihirbazların ip ve değneğin peşinde koşmalarına benzer, kaldı ki bunlar baş­kalarının ürettiği teknolojiler tarafından yutulacaklardır.

Hz. Musa'nın asası ile sihirbazların ip ve değnekleri bu şekilde yorum­lanacağı gibi, düşünce açısından da yorumlanabilir: İnsanı geleceğe taşıyan çağdaş sorunları çözenlerle, hurafelerin, sahte fikirlerin, dedikodunun peşin­de koşanların durumuna benzetilebilir: Sorunlara çözüm üretenler, çağ dışı düşüncelerin peşinde koşanları yutacaktır. Tıpkı Hz. Musa'nın asasının sihir­bazların yaptıklarını yuttuğu gibi. Yüce Allah tevhîde inananların ileri sevi­yede, insanlığın sorunlarını çözecek fikirler üretmesini ve sahte olanların or­tadan kaldırılmasını istemektedir.

Hz. Musa'nın, atıldığında ejderha haline gelen asasını nefse benzetebi­liriz. Nefis insanın kontrolünde olduğu zaman, değnek gibi faydalı işlere ya­rar. Ama onun kontrolünden çıkarsa, bir ejderha kesilir. Sihirbazların ip ve değnekleri de sahte, işe yaramayan, içi boş, göz boyamadan ibaret olan fikir­lere benzetilebilir. Böyle bir beyin, nefis denen ejderhaya karşı duramaz; ne­fis tarafından yutulur. Böylece yüce Allah, nefis denen ejderhanın önünde durabilecek fikirler üretilmesini istemektedir.

6. Yüce Allah'ın bu deneyi ile, Hz. Musa'nın mucizesinin iki amacı ol­duğunu gelecek âyetlerden anlıyoruz. A'râf sûresinin 118. âyeti, bu neticeyi şöyle belirlemektedir: "Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta ol­dukları yok oldu gitti". Gerçek kendini göstermiş, ötekilerin yaptıklarının boş olduğu da anlaşılmış oldu. îsrâ sûresinin 81. âyetinde bunun evrensel mânada kanunu konmaktadır: "Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yı­kılmaya mahkûmdur". O zaman bu âyetten şu neticeyi çıkartabiliriz: İnsan­lar hakkı anlamalı, araştırmalı, ona yaklaşmalı, onu takip etmelidirler. Onlar bunu yapınca, bâtıl yaşayacak, ayak diretecek alan bulamayacaktır.

7. Firavun ve taraftarları yarışma alanından mağlûp olarak geri döndü­ler. Demek ki galibiyet, hakla beraber olanların; mağlûbiyet de bâtılı savu­nanların olmaktadır. Aslında Hz. Mûsâ ile sihirbazların kendi aralarında bir galibiyet, bir mağlûbiyet meselesi olmamıştır. Galibiyetle mağlûbiyet onların savunduklarının arasında, gerçekle bâtıl arasında cereyan etmiştir. Mağ­lûbiyet insanı küçük düşürdüğü için, yüce Allah sagare kelimesine yer vermiş ve ona psikolojik bir mâna yüklemiştir. "Küçük düşmek", biyolojik bir anlamda değil de manevî mânada kullanılmıştır. Galibiyetin, mağlûp ta­rafa yüklediği psikolojik eziklik için bu kelimeye yer verilmiştir.

İnsanların savundukları yok olunca, hem değer verdikleri hem de uğ­runda savaştıkları sahte değerler ellerinden gidince, geride ağır bir pişman­lık bırakır, pişmanlık halka mal olunca, psikolojik olarak küçüklük hisseder­ler. Gerçek savaşın meydana getirdiği mağlûbiyetler, sportif faaliyetlerdeki mağlûbiyetler, medeniyet minderindeki fikir, sanat, ekonomik ve siyaset mağlûbiyetleri de aynı küçülme psikolojisini doğurur. Ama bu sonuncuların doğurduğu psikolojik küçülme ötekileri ile mukayese edilemez.[60]

 

Mucizelerin Hedefi:

 

120. Sihirbazlar secdeye kapandılar.

121. Biz âlemlerin Rabbi'ne inandık.

122. Mûsâ ve Harun'un Rabbi'ne!

1. Hak kendini gerçekleştirdi, Firavun ve taraftarları küçüklük hissede­cekleri mağlûbiyeti tattılar. Bunlar mucizelerin yakın hedefleri idi. Esas amaç sihirbazların etkilenip tevhide dönmeleri idi. Aslında bu beklenmeyen bir olgu oldu. "Sihirbazların secdeye kapanması", mucizenin beklenmeyen neticesi ve beklenmeyen değiştirici özelliği olmuştu. Değişim, Firavun ve taraftarlarında olması gerekirken, bizzat yarışmada rol alan ve taraftar olan­larda gerçekleşmiş oldu.

2. Değişim başka taraftan beklenirken, neden sihirbazlarda gerçekleş­ti? Sihirbazlar Hz. Musa'nın mucizesinin gücünü takdir edebilecek durum­daydı. Sihir yapacak seviyede olanlar bu tip mucizelerin ne anlama geldiği­ni rahatlıkla idrak edebiliyor ve yapılması gereken davranışları gösterebili-yorlardı. Orada da öyle oldu. Bu durum hakkın karşısında boyun eğmek, ac­zini kabullenmek ve neticede saygı secdesinde bulunmaktır. Acziyet ve say­gı, onların ağzından şu ifadelerin dökülmesine sebep oldu: "Mûsâ ve Ha­run'un Rabbi olan âlemlerin Rabbi'ne inandık".

Beklenen değişim onların iman etmesi olmuştur. Ama bu değişim, sa­dece sihirbazlarda değil, Firavun ve onun taraftarlarında da olmalıydı. De­mek ki bir mucize herkese aynı derecede, aynı nitelikte ve aynı derinlikte et­kide bulunmuyor.

A'râf sûresinin 121 ve 122. âyetleri, Tâhâ sûresinin 70. âyetinde tek âyet haline gelmiş ve sonra Şûra sûresinin 47 ve 48. âyetlerinde iki âyet ha­lini almıştır. Fakat mâna ve kurgu değişmemiştir. Bu değişimden anlıyoruz ki, sihirbazlar "âlemlerin Rabbi" kavramını biliyorlardı. Burada şu soruyu sormak gerekir: "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" ne demek? Âlemlerin Rabbi ifadesinin yerine "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" kavramı niçin çıkmıştır? Rab, âlemlerin Rabbi'dir, sadece Mûsâ ve Harun'un Rabbi değil ki, böyle bir ifa­deye yer verilsin! Aynı ifadeye benzer konuşmayı, Yûnus sûresinin 90. âye­tinde Firavun yapmıştır: "Nihayet boğulma haline gelince gerçekten, İsrâ-iloğulları'nın, inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim". İsrâiloğulları'nın inandığı tanrı, diğer insanların inandığı tanrıdan başka bir tanrı mıdır ki, böyle bir ifade kullanılmıştır?

Bu sorulara şu şekilde cevap verilebilir: Sihirbazlar şu gerçeğin farkı­na vardılar. Kendi kafalarında bir tanrı bir de Rab anlayışı vardı. Rab anla­yışının yanlış olduğunu anladılar. Rabbin doğru anlaşılması için Mûsâ ve Harun'un anlayışına bakmak gerekiyordu. Çünkü onların inandığı Rabb'in, onlar için de doğru olduğu ortaya çıkmıştı. "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" ifa­desi bundan dolayı kullanılmıştır.

Din eğitimi açısından Hz. Musa'nın mucizesinden sonra böyle bir de­ğişimden çıkarılacak ilke şudur: Din âlimi ve görevlileri, dini tebliğ ederken genel olarak herkese hitap ederler, ama bu tebliğin etkinliğinin nerede ger-çekleşeceğini bilemezler, bunun için bir ön tahmin yürütemezler ve yürüt-memelidirler. Yaptıkları tebliğden diğer insanlar kendi bilgi, tavır ve tutum­larına göre istifade edeceklerdir. Bu durumun evrensel kanunu, İsrâ sûresi­nin 82. âyetinde konmaktadır: "Biz Kur'ân'dan, mü'mirilere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur'ân zâlimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz".

Demek ki Kur'ân'ın etkisi, insanların manevî yapısına göre bir boyut kazanmaktadır. İnanan insanlara şifa ve rahmet olurken, inkarcıların azgın­lığını arttırmaktadır. Bu durumun sebebini de İsrâ sûresinin 84. âyeti tesbit etmektedir: "De ki: 'Herkes, kendi mizaç ve karakterine göre davranmakta­dır...". Yüce Allah insanların davranış ve tutumlarındaki sebepleri onların karakterlerine bağlamaktadır. Dini tebliğ edenler insanların karakterini bile­meyeceklerine göre, kimin olumlu, kimin olumsuz tavır takınacağını da ön­ceden kestiremezler.[61]

 

Sihirbazlara Firavun'un Tepkisi:

 

123.  Firavun dedi ki: "Demek ben size izin vermeden ona inandınız ha! Bu şehirde tezgâhladığınız bir tuzak­tır ki, bununla şehir halkını oradan çıkartmak peşinde­siniz. Yakında anlayacaksınız".

124.  "Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım".

Bu âyetlerin analizinden elde edilebilecek bazı ilkeler şunlardır:

1. "Firavun dedi ki: 'Demek ben size izin verme­den ona inandınız ha!" Ayetin bu kısmından üç önemli netice çıkartıyoruz.

a) Geçmişte bazı fertler ve gruplar insanların neye inanacaklarını belir­leyip insanların inanç özgürlüklerini ellerinden alıyorlardı. Bu durum günü­müzde de devam etmektedir.

b)  "Ona inandınız" ifadesindeki üçüncü şahıs, yani "o" kimdir? Yüce Allah mı, yoksa Hz. Mûsâ mı? Bu âyetin kurgusundan bu sorulara cevap vermek zordur, ama Tâhâ sûresinin 71. âyetinde cevabı bulabiliriz: "Firavun şöyle dedi: 'Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Hakikat şu ki o, size büyü öğreten ulunuzdur". Görüldüğü gibi "Ona inandınız" ifade­sinden sonra, "O size büyü öğreten ulunuzdur" ifadesi gelince, A'râf sûresi­nin 123. âyetinde yer alan "o" zamirinin Hz. Mûsâ olduğu ortaya çıkmakta­dır. Aynı açıklamayı Şu'arâ sûresinin 49. âyetinde de buluyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki sihirbazların inandıkları tevhîd inancının yapısın­dan çok, Firavun'u ilgilendiren Hz. Musa'ya inanmaları olmuştur. İman de­ğil de şahıs onun için öne geçmiştir. Halbuki "Âlemlerin Rabbi'ne inandık" ifadesi, Firavun'u daha çok ilgilendirmeliydi. Bu duruma benzer bir olgu En'âm sûresinin 33. âyetinde geçmişti. "Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar". Bu âyeti A'râf sûresinin 123. âyetiyle birlikte ele alırsak, Firavun Hz. Musa'ya değil, tevhîd inancına tepki gösteriyordu da kendisi bunun farkında değildi.

c)  "Size izin vermeden ona iman ettiniz ha!" ifadesinden, Firavun'un otoritesinin sarsıldığını görüyoruz. Büyük bir kalabalığın önünde Firavun'un artık insanların gönlüne hâkim olamadığını anlaması, iktidarının çatırdama­ya başladığının göstergesi idi. Bu durum Firavun'dan sonra gelecek devlet başkanlarına, zorla insanların gönlüne hükmedilemeyeceğini, gönüllerdeki değişimin, siyasî iktidarın değişimine bağlı olduğu kuralını öğretmektedir. Özellikle sihirbazların şirki bırakıp tevhîde yönelmeleri, halkın da tevhîd inancına yönelmesini hızlandıracaktı. Tevhîd inancına geçişin hızlı olması, Firavun'un iktidarının da hızla elinden gideceğinin göstergesi idi. Artık Fira­vun şirke ve zulme dayalı iktidarının çöküş seslerini duymaya başlamıştı.

2.  "Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkartmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında göreceksiniz". Aslında bu ifadesiyle Firavun, en­dişesini ortaya koymaktadır. Tevhîd inancına geçmelerini tuzak olarak nite­lendirmesi, onun ne kadar şaşkın olduğunu göstermektedir. İman etmek, dî­nî; halkı şehirden çıkartmak, toplumsal bir konudur. Sihirbazların tevhîd inancını kabullenmeleri ile halkı şehirden çıkartmanın ne bağlantısı olabilir­di? Artık Firavun, oluşumlara isabetli yorum getiremeyecek durumdaydı. İmanı tuzak olarak görecek kadar sağlıklı düşünme melekesini kaybetmişti.

Halkın gözündeki otoritesini kaybetmemek için iftiradan ibaret olan umulmadık yollara başvurdu. Onlara yapacağı zulme zemin arıyordu. Top­lumları idare edenler, siyasî rakiplerinden korkmaya başlayınca, onları saf dışı bırakabilmek için aynı tarzda umulmadık iftiralar atarlar. "(Ba­şınıza gelecekleri) yakında göreceksiniz" demesi ile de, tevhîdi kabul eden­lere tehditler savurdu. Kendi inanç sisteminin dışına çıkıp halkın ilgisini çe­kenleri iktidarı için tehlikeli görüp tehdit etmek, sanki insanlığın siyasî tari­hinin değişmez bir kanunudur. Bu tip değişimler halka zulmetmek için birer bahane olmuştur.

3.  Firavun onlara ne yapacaktı? Bu sorunun cevabı, A'râf sûresinin 124. âyetinde verilmektedir:

a) "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz­lama keseceğim". Âyetin bu kısmında geçen min hilaf ifadesine Muhammed Esed "dönekliğiniz yüzünden" şeklinde anlam vermiştir. Bu ifa­de, Tâhâ sûresinin 71. âyetinde ve Şu'arâ sûresinin 49. âyetinde geçmekte­dir; âlimler bu ifadeyi "çaprazlama" anlamına almışlardır. Sağ kol, sol ba­cak, sol kol, sağ bacak şeklindeki kesilmeyi ifade etmektedir. Muhammed Esed Mâide sûresinin 33. âyetinde geçen min hilaf kavramını da "döneklik" mânasına almıştır. Birinin elini ve ayağını kesmek deyimi, birinin gücünü yok etmekle eş anlamlıdır. Hem fiziksel hem de mecazî anlamda mefluç, ya­ni kötürüm hale getirilmeyi ifade etmektedir. Arapça'da halefehû fiili, 'onunla anlaşmazlığa düştü, ona muhalefet etti, ona aykırı bir şekilde dav­randı" anlamlarına gelmektedir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Bu tür cezayı Firavun gerçekleş­tirdi mi? Bu sorunun cevabını A'râf sûresinin 127. âyetinde bulmak müm­kündür. Aslında 126. âyetin sonundaki sihirbazların duasının son kelimesi, bu soruya farklı boyutta cevap vermektedir. Sorunun cevabı olan bu âyetle­ri kendi yerlerinde açıklayacağımızdan, bu soruya daha sonra dönmek üzere şimdilik buna dair ayrıntıya girmiyoruz.

b) "Sonra da hepinizi asacağım". El ve ayaklarını çaprazlama kestikten sonra, onları asacağına dair kararını bildirdi. Öyle an­laşılıyor ki asma şeklinde verilen ceza, insanlık tarihine çok eskiden girmiş­tir. Bir hayata son vermek, ancak bir hayata karşılık olması gerekirken, inançlarını tevhide yöneltenlere uygulanması, Firavun'un zulmünün ne dere­ceye ulaştığını göstermektedir. İnanç özgürlüğü meselesinde insanlığın neler çektiğini anlatan bu âyetler, inanç özgürlüğüne saygının ne derece zor bir durum olduğunu da göstermektedir.

"İnanç özgürlüğü" ifadesinin insanlık tarihine girmesi, belki de en bü­yük devrimi teşkil etmiştir. Hukuku olmayan Firavun'un idaresinde inancını özgürce değiştirenlere "idam cezası" verilmiştir. "Çaprazlama el ve ayakla­rının kesilmesinden sonra mı bu idam cezası uygulanmıştır, ya da uygulan­mamış da istek safhasında mı kalmıştır" meselesine net bir açılım getiremi­yoruz. Âyetteki kurguya bakılırsa, önce kesme sonra da idam cezasının ve­rildiği rahatlıkla anlaşılır.[62]

 

Sihirbazların Cevabı:

 

125.  Onlar: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz".

126.  "Sen sadece, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak ca­nımız al!" dediler.

Bu âyetlerden çıkarılacak önemli neticeler vardır.

1. "Biz Rabbimize döneceğiz" ifadesiyle, müslüman olan sihirbazlar, ölümün Allah'a dönüş olduğu tanımını yapmaktadırlar. O anda böyle bir tanım yapmaları, onların kültürlü olduğuna delil teşkil etmektedir. Âyette geçen münkalibûn kelimesi, kalb ve onun türevi olan inkılâb kelimesinden türemiştir. Bir halden bir hale dönüştüğü için gönüle kalp denmiştir. Devrim mânasına gelen inkılâp da aynı kelimeden gelmektedir.

2. "Biz Rabbimize döneceğiz" ifadesiyle, tevhîd inancı uğruna hayatlarını feda edebileceklerini açıklamaktadırlar. Ölüme aldırış et­mediklerini, çünkü bir gün zaten öleceklerini vurgulamaktadırlar. Firavun'un onları ölümle tehdit etmesinin yersiz olduğuna işaret edilmektedir. Tevhîd inancı uğrunda ölmenin şehidlik olduğunu biliyor ve bunu Firavun'un huzu­runda ifade ediyorlardı.

Yüce Allah, Müslümanlığı tercih eden sihirbazların bu ifadelerini bize nakletmekle, tevhîd inancının önemini ve bu konuda yapılan değişimin yü­celiğini anlatmakta, ondan fedakârlık yapılamayacağını vurgulamaktadır. Fi­ravun kesip doğramaktan, idamdan bahsettiği halde, öbürleri Allah'a kavuş­mayı konu edinirken, zıt görüşlerin nasıl sivrilip kan akıttıracak hale geldik­lerini de Allah gündeme getirmektedir. Farklı inançlara tahammül edeme­yenlerin, ellerinde iktidar gücü varsa, bunu nasıl kötüye kullandıklarına dik­kat çekilmektedir.

3. "Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde, onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun".

a) Müslüman olan sihirbazlar, Firavun'un el ve ayalarını kesip asmak­la tehdit etmesinin sebebini açıklamaktadırlar. Hz. Musa'nın gösterdiği mu­cizeleri görüp inanmalarının kin, nefret ve düşmanlık doğurduğu analizi yapılmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi bağlamında Firavun'un sözlerinin sebebine gidilerek açıklamalar yapılmaktadır.

b) "İntikam alıyorsun" ifadesinde kâfirlerin, inanan insanlara intikam hırsı ile muamele yaptıkları ve yapacakları bilgisine ulaşıyoruz. Bu geçmiş­te böyle oldu, bundan sonra da böyle olacaktır. Mâide sûresinin 56. âyetin­de aynı intikam hırsının müslümanlara gösterildiğine şahit oluyoruz. Kitap ehlinin sadece Allah'ın indirdiğine inandıkları için müslümanlardan hoşlan­madıklarını, onlara intikam hırsıyla yaklaştıklarını görüyoruz. Bir zamanlar ateşle dolu hendeğe atılıp öldürülenlerin, sadece Allah'a inandıklarından do­layı bu işkenceye mâruz kaldıkları, Bürûc sûresinin 4-8. âyetlerinde anlatıl­maktadır. Ateistlerin, ya da müşriklerin tevhîd inancına sahip olanlara böyle davrandıklarını anlatırken yüce Allah, dünyanın nasıl kirletildiğine de dikkat çekmekte; hırs ve inkârın insanlığın yücelmesine büyük bir engel teşkil etti­ğini vurgulamaktadır.

4. "Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al!" Âyetin bu kısmında yer alan ferağa kelime­si, Kur'ân'da altı âyette geçmektedir. Kelimenin farklı kalıplarda farklı alan­lar için kullanıldığını görüyoruz: "Bir işten boş olma, bitirmek, yönelmek, kastetmek, ölmek, kap boşalmak, kanı boşa gitmek, suyu dökmek, bir şeye endişe duymak, atın süratli gitmesi, madeni kaba dökmek, Allah'ın kalplere sabır vermesi, hesaba çekmek" mânalarına gelmektedir.

Kur'ân'daki mânaları ise şunlardır:

a) Kurtulmak. İnşirah sûresinin 7. âyetinde, "kurtulmak" anlamına gel­mektedir. Buradaki kurtulmak, psikolojik mâna yüklenerek "sıkıntıdan kur­tulmak, boşalmak" anlamını ifade etmektedir: "Öyle ise (sıkın­tıdan) kurtulduğun zaman sağlam dur".

b)  Hesap sormak. Bu mânada Rahman sûresinin 31. âyetinde yer al­maktadır: "Ey insan ve cin! Bir gün sizden hesap soracağız". Aslında kelime "size döneceğiz" anlamına gelmektedir. Allah'ın dönmesi, "hesap sormak" üzere olacaktır.

c) Dökmek. "Bana ergimiş bakır getirin, bunun üzerine dökeyim, dedi" (Kehf 18/96). Kelime, ergimiş demirin üzerine, ergimiş bakın dökmek anlamını ifade ederken, maddî bir mânayı yüklenmektedir.

d) Dolup taşmak. Kasas sûresinin 10. âyetinde psikolojik bir oluşumu ifade etmek için kullanılmaktadır:  "Musa'nın annesi, yüreği acı ile dolup taşarak sabahı etti". Gönüldeki korku, endişe, tasa ve acının çokluğunu gösteren bir kelime olmaktadır.

e)  İhsan etmek. "Bol bol vermek, lütfetmek, boşaltmak" mânasında, yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 126 ve Bakara sûresinin 250. âyetinde yer almaktadır: "Ey Rabbimiz! Bize sabır ihsan et!" duasında bu mânada kullanılmaktadır.

Bu âyette de manevî anlamda geçmektedir. Ancak bu duadan şunu an­lıyoruz. Sabır denen belâlara göğüs germek gibi manevî hayatın doruk nok­tasını elde etmekte Allah'ın yardımını beklemek, bunun için dua etmek bir zorunluluktur. Öyle meseleler olur ki, onları çözmek ancak ilâhî yardımla mümkün olur. Müslüman bunun farkında olmalıdır. "Ve yürekten sana teslim olan kimseler olarak canımızı al!" Bu duadan çıkarılacak neti­celer şunlardır:

a) Müslümanlığı seçen sihirbazlar, Firavun'un önünde ölüme meydan okudular. Allah uğrunda ölmenin önemini biliyorlardı. Onlar Firavun'un de­ğil de canlarını Allah'ın alması için dua etmekteydiler; ölümü Allah'tan bek­liyorlardı.

b) Allah'a teslim olarak canlarının alınmasını istemeleri, Âl-i İmrân sû­resinin 102. âyetindeki emre uygun düşmektedir: "Ancak müslümanlar olarak can veriniz". İnsanın dünyasını değiştirirken Allah'a bağlılığını koruması, çok önemli bir manevî seviyeyi teşkil etmektedir. Bu seviyeyi muhafaza etmek, insanın irâdesini aşmakta olduğundan, sihirbazlar Allah'tan yardım istemektedirler. Kısaca diyebiliriz ki, müslüman olarak öl­mek her dinin özünde var olan çok önemli bir ilkedir.

Burada müfessirler, Firavun'un A'râf sûresinin 124. âyetinde savurdu­ğu tehdidi yerine getirip getirmediği konusunda kesin bir netice verememektedirler. Bazıları bu tehdidi yerine getirip onları öldürdüğünü, kimileri de on­ları öldürmediğini söylemektedir. Bir sonuç verebilmek için sonra gelen âyetlere bakmak gerekir. Diğer taraftan bu konuyu ele alan Şu'arâ sûresinin 50-56. âyetleri de bu bağlamda düşünülmelidir.777[63]

 

Fıravun'un Cevabı:

 

127. Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryü­zünde bozgunculuk yapsınlar diye mi bırakacaksın?" Firavun: "Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükte­yiz" dedi.

Bu âyetin açıklamasından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:

1. "Mûsâ ve kavmini bırakacak mısın?" Bu sorudan şu

neticeye varabiliriz: Firavun, müslüman olan sihirbazları öldürdü; kavminin ileri gelenleri de Musa'nın kavmini bırakması ve bırakmamasıyla ilgili ola­rak bu soruyu sormaktadırlar.

2. Bu sorunun içinde yer alan "Musa'nın kavmi" kavramı, sihirbazları da içine alıyorsa, onları öldürmediği anlaşılmaktadır.

3. "Seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar diye mi bırakacaksın?" ifadesinden de sihirbazların öldürmediği anlaşılmaktadır. Çünkü Firavun'un tanrılığını ve putları bırakıp tevhîd inancını kabul edenler sihirbazlardı. Musa'nın kavmi olan İsrâioğul-lan henüz tevhîd inancını kabul etmiş değillerdi.

4. "(Seni) ve tanrılarım" ifadesinden anlaşılıyor ki, Firavun kendisini halka tanrı olarak kabul ettirmişti: "Firavun: 'Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum" (Kasas 18/38); "Ve ona en büyük mucizeyi gösterdi. O ise hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra olan­ca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal adamlarını topladı ve bağırdı: 'Ben sizin en yüce Rabbinizim" (Nâzi'ât 79/20-24). "Seni" derken, senin tanrılığını terkettikleri anlamına gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Firavun kendisini tanrı görüyordu, ama onun tanrısı, yani tanrının da tanrıları vardı.

5. "Yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi?" Buradaki fe­sat çıkarmak, insanların çok tanrılı dinlerini bırakıp tek tanrılı inancı benim­semiş olmaları anlamına gelmektedir. Onlar da fesadın ne olduğunu biliyor­lardı; yanlış bile olsa, kurulu inanç sistemine karşı çıkmayı fesat kavramıy­la karşılıyorlardı. Yerleşik düzen kötü bile olsa, ona karşı çıkanlar bozgun­culukla itham edilmekteydi.

6. "Firavun: 'Biz onların erkekle­rini öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlük­teyiz, dedi".

a)  İslâm gelmeden Arap toplumunda kız çocukları, Firavun dönemin­de ise erkek çocukları suçsuz yere öldürülüyordu. Yüce Allah Araplar'ın bu dönemini Câhiliye diye andığına göre, Firavun'un dönemine de aynı adla an­mamız mümkündür.

b) Firavun, tamamen yok etmek yerine ezmek istiyordu. Hz. Mûsâ ve kavmini aczinden ve korkusundan dolayı bırakmadığını, istediği zaman onu ve kavmini yakalayıp cezalandırabileceğine işaret etmektedir. Bu ifadeden, Hz. Musa'nın mucizesi olan asadan korktuğunu, sihirleri yuttuğu gibi kendi­sini de yutma ihtimalinin olabileceğini düşünüp onları serbest bıraktığını da anlıyoruz. Eğer Hz. Mûsâ ve onun kavminin üzerine o anda gidebilecek ce­sareti olsaydı, derhal gidecekti. Demek ki müslüman olan sihirbazları korkusundan dolayı öldürmemişti. Fakat taraftarlarını eski inançlarında tutmak için tehdit savurmaktan da geri durmadı. "Erkeklerini öldürür, kadınlarını bırakırız, biz onları ezip geçeriz" ifadeleri, korkudan dolayı o andaki duru­ma müdahale ettirmemesini göstermektedir. Biraz daha yarışa devam etse, ya da ceza vermeye kalksa, bütün taraftarlarını kaybedecekti.[64]

 

Hz. Musa'nın Teklifi Ve Kavminin Ona Ce­vabı:

 

128. Mûsâ kavmine dedi ki: "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kulların­dan dilediğini ona vâris kılar. Sonuç Allah'tan korkup günâhtan sakınanlarındır".

129.  "Onlar da, sen bize peygamber olarak gelmeden önce de geldikten sonra da işkence edildi" dediler. Mû­sâ, "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve on­ların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar" dedi.

Firavun'un sözlerine karşı Hz. Musa'nın kavmine söyledikleri, kıyame­te kadar kalacak olan esaslardır.

1. "Allah'tan yardım isteyiniz". Hz. Mûsâ, kavmine dinî konuların en ince noktalarını öğretmektedir. Fatiha sûresinin 5. âyetinde yer alan "Yalnız senden yardım dileriz" ifadesindeki tevhîd inancı ve yardım di­leme ilkesi, Hz. Mûsâ'mn söyleminde de yer almaktadır.

Yardım için Allah'a sığınmanın önemini gündeme getiren Hz. Mûsâ, din eğitimine başlamış durumdadır. Kavmine kime sığınıp yardım dileye­ceklerini öğretmektedir. Bunun anlamını şu şekilde verebiliriz: Allah'tan yardım diler ve O'na sığınırsanız, kimsenin zararı size dokunmaz ve doku­namaz. Kalplerinizi Allah'a çeviriniz, O'ndan yardım dileyerek ümitsizliğe düşmeyiniz. Özünüzü, sözünüzü ve düşüncelerinizi Allah'ta birleştiriniz.

2.  "Sabrediniz". Âyette yer alan emirler arasında bir ilişki var­dır. Sabredebilmek için Allah'a sığınıp yardım dilemek gerekiyor. İsti'âne, yani yardım için Allah'a sığınmakla sabır arasında bir ilişki kurarken Hz. Mûsâ, inanç ve hukukî özgürlük için başlatılan mücadelenin alt yapışım öğ­retmektedir. Uzun ve çetin bir yol olan inanç ve hukukî özgürlüğün ilâhî yar­dım ve sabır olmadan tüketilemeyeceğine işaret etmektedir. Özüne işlemiş bir imana sahip olmadıkça, zafere ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır.

3. "Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ın­dır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç Allah'tan korkup günâhtan sakınanlarındır".

a) Hz. Mûsâ'mn verdiği iki emirden sonra, Allah'ın dilemesi ile siyasî iktidar arasında bir ilişki kurulduğunu görüyoruz. "Yeryüzü Allah'ındır. Kul­larından dilediğini ona vâris kılar" ifadesinin işaret ettiği şey, "siyasî ikti­dardır". Biz bu yorumu nasıl yaparız ve delilimiz ne olabilir? Bu sorunun ce­vabını verebilmek için Kasas sûresinin 5. âyetine bakmak gerekir: "Biz ise, o yerde güçsüz düşenlere lütufta bulunmak, onları vâris kılmak istiyorduk". Bundan anlıyoruz ki, ilâhî dileme ile ilâhî irâde aynı işlevde buluşmaktadır. A'râf sûresinin 128. âyetinde Hz. Mûsâ, meşîet denen ilâhî dilemeyi, Kasas sûresinin 5. âyetinde de yüce Allah, irâde denen dilemeyi gündeme getir­mektedir.

Ekonomik bakımdan sömürülen, sosyal bakımdan horlanan, hukukî bakımından köleleştirilen, siyasî bakımdan ezilen Hz. Musa'nın kavmine, bunlardan kurtulmaları için yardımda bulunmak, onlara siyasî iktidarı verip yeryüzünde vâris kılmak, kulun ilâhî dileme ile Allah'a sığınması ve sabret­mesine bağlı olduğunu anlatan bir ders olmuştur.

b) "Sonuç müttakîlerindir" hükmünü de aynı zamanda for­müle etmektedir. Âyetin birinci ve ikinci bölümleri ile "takva" kavramı ara­sında bir bağlantı kurulmakta ve takvanın tanımına yalnız Allah'tan yardım dileme ve sabır konmaktadır. Hz. Mûsâ, yanında yetiştiği Şuayb peygamber­den dinî bir kültür almıştı. Yalnız Allah'a sığınıp O'ndan yardım dilemenin ve sabretmenin getireceği siyasî iktidar gibi sonucun, takva denen ruh olgun­luğuna erenlere nasip olduğunu biliyordu. Hz. Musa'nın Firavun'un tehdidi­ne karşılık kendi kavmine verdiği tevhîd inancı sabır ve siyasetle ilgili der­se karşı kavminin tepkisi olumlu olmamıştır. Bunun anlamı, sosyal olayların insanların psikolojisine farklı etkide bulunmasıdır.

4.  "Onlar bize gelmeden önce de gel­dikten sonra da bize işkence edildi, dediler". Bu tepkiyi müslüman olan si­hirbazlar değil de Hz. Musa'nın esaretten kurtarmak istediği İsrâiloğullan gösterdi. İsrâiloğullan'nın tamamının aynı düşüncede olduğunu söylemek doğru değildir, ama çoğunluğunun böylesine bir tepki gösterdiğini söyleye­biliriz. Onların tepkisindeki merkezî konu, Hz. Musa'nın peygamberliğini ilân etmeden önce de sonra da kendilerine eziyet edilmeleri olmuştur. Onlar "Peygamber olsaydın, eziyet çekmezdik" dercesine, peygamberlikle eziyet arasında ilişki kurmaya çalışmışlardır. Şahsiyetsizlikleri sebebiyle neye na­sıl yaklaşacaklarını bilemediler. Bu bilgisizlik, içlerinden yetişen peygambe­re tepki göstermelerine sebep olmuştur.

5. "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar da na­sıl hareket edeceğinize bakar, dedi". Âyetin bu kısmı, birtakım meselelerin mesajını vermektedir.

a) "Umulur ki Rabbiniz düşmanınız helak eder". Hz. Mûsâ ilâhî takdir için konuşurken, ihtimalli konuşmaktadır. Çünkü Allah'a sığınıp yardım istemenin, belâlara karşı sabır göstermenin, sonucun takva sahiplerine ait olduğuna inanmanın, ilâhî yardımın düşmanları helak etmesi şeklinde tecellî edebileceğini öğretmektedir. Diğer taraftan külfetsiz rahmet olmayacağına da işaret etmektedir. Aynca İsrâiloğullan, Hz. Musa'ya tepki göstermelerine rağmen, Hz. Musa'nın sabredip doğruyu onlara öğretme ça­basında olduğuna şahit oluyoruz.

b) "Onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar". Hz. Mûsâ, siyasî iktidarın el değiştirebileceğine ve bunu yüce Allah'ın yapabile­ceğine dair ümidin göz ardı edilmemesini de öğütlemektedir. Yeryüzü ifade­sine "ülke" anlamı vermek gerekir. "Size ülkenin iktidarını teslim edebilir" denmek istenmektedir. Böylece siyasî iktidarı ele geçirmenin yolunu öğretir­ken, düşmanın helak olmasının ümidini de vermektedir. İsrâ sûresinin 2. âyetinde "Allah'tan başkasını vekil edinmemeleri" söylenirken, sadece O'na sığınıp yardım dilemenin ve eziyetlere karşı dayanıklı olmanın önemi vur­gulanmaktadır.

c) "Nasıl hareket edeceğinize bakar". İnsanlar başkaları­nın iktidarı döneminde ezildiklerinde, şuuraltında kompleksler oluşur. Bun­lar kimi zaman "Ben de iktidarı ele geçirirsem, onlara bu eziyetleri tattıraca­ğım" şeklinde yapılaşır, kimi zaman da "Ben iktidarı ele alırsam, onlar gibi yapmayacağım" tarzında oluşur. Hz. Mûsâ, "Yüce Allah ülkenin iktidarını size teslim ettiğinde, insanlara karşı nasıl davranacağınızı gözetleyecektir" derken, bu komplekslerin ortaya çıkışını hedeflemektedir. Ezilmişlik duygu­sunun, iktidara gelince zulme dönüşüp dönüşmediğini Allah'ın gözetleyece­ği hatırlatılmaktadır. Ezilenler daha sonra iktidarları zamanında eziyet edi­yorlarsa, onların ham oldukları, tarihten ibret almadıkları anlamına gelir.

Bu âyetten İsrâiloğulları'nın helak edileceğine işaret edilmektedir. Ay­nca istikbalde Allah'ın takdirine bağlı olarak gerçekleşecek olan değişimler konusunun nasıl konuşulacağının da dersi verilmektedir. Olumlu mânadaki değişimlerin bir deneme olduğuna da dikkat çekilmektedir. Buradaki konuş­ması ile değişimin başlangıcı da müjdelenmektedir.[65]

 

Cezalar Ve Caydırıcılık:

 

130. Andolsun ki Firavun'un halkını, ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve ürün kıtlığı ile kıskıvrak yakaladık.

131.  Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, "Bu bizim hak­kımızdır" derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki onlara gelen uğursuzluk, Allah katındandır, fakat onların çoğu bunu bilmezler.

Yüce Allah tabiat olayları vasıtasıyla Firavun ve halkına ders vermek­tedir.

1. Âyette geçen sinîn kelimesi, senenin çoğuludur. Bu kelimenin hem "yıl" hem de "kıtlık" anlamı vardır. "Kuraklık", tabiat olaylarından biridir. Kuraklık, kıtlık getirmektedir. Âyette sanki bunlar ayrı ayrı cezalar olarak takdim edilmektedir. Buradaki cezanın A'râf sûresinin 84. âyetinde ifade edilen ceza şekli olduğu da bir gerçektir. "Biz herhangi bir ülkeye peygam­ber gönderdiysek, onun halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır". Kuraklık ve ürün noksanlığı şeklindeki cezayı, gü­nümüz hukuku açısından değerlendirirsek, "hak mahrumiyeti cezası" diye­biliriz. Eğitim açısından değerlendirirsek, "gıdadan mahrum bırakma, katık­sız yemek" cezası diyebiliriz. Devletlerarası hukuk için de ambargo denebi­lir.

2. Bu ceza şeklinin eğitici olması bakımından, bollukla kıtlık durumlannı mukayese edip ders almaları amaçlanmaktadır. Âyetin sonunda yer alan "Umulur ki ders alırlar" ifadesi, cezanın helaki değil, ders almayı hedeflediğini göstermektedir. Zulümlerinden vazgeçip tövbe etme fırsatını veren bir ambargo uygulamasından ibarettir. Çünkü kuraklık, kıtlık ve ürün noksanlığı gibi tabiat olaylarını aşmak ve onları düzeltmek, insan irâdesini aşmaktadır.

Elmalılı Hamdi Yazır, ders almayı şöyle anlatmaktadır: Nimet bolluğu ve refah içinde yaşayan ve kendi üstünde hiçbir kuvvet tanımayan, tanımak istemeyen, hakka karşı savaş açmak isteyen mağrur bir kavmin iktisadî ha atına vurulan bu gibi semavî darbeler, henüz cürümlerinin cezası olmamak-la beraber, kendilerine hadlerini bildiren ve bu davranışlarına devam ettikle­ri uJtdirde başlarına gelecek sonucu ihtar eden birer ilâhî uyandır. Âyet bu Eyınyı yapan Allah'ın onları helak edebileceğini, bu sebeple yanlıştan vaz­geçmelerini ilân etmektedir. "Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olaca­ğı" esasından hareket ederek, eğitici bir boyutunun olduğu akıldan çıkarıl­mamalıdır[66].

Bu âyetten çıkarılabilecek önemli ilke şudur: Yüce Allah manevî ha-yartıki düzensizliğin ve işlenen zulmün ekonomik hayatı etkileyeceğini vur-gsümaktadır. İnsanların manevî bakımdan beyin ve gönüllerinde meydana men kıtlığın ekonomik hayatlarına sıçrayacağına işaret edilmekte ve bunun bur kanun olduğuna dikkat çekilmektedir. Manevî hayatın, maddî hayatı et­kilediği anlatılmaktadır. Aynı zamanda manevî hayattaki düzelmenin, eko-aecnık hayattaki düzelmeyi temin edeceği de gündeme getirilmektedir. İn­sanların yanlış inançları ve eylemlerinin, tabiatın düzenini bozacak nitelikte olduğu, bozulan tabiat düzeninin onlara belâ getireceği anlatılarak ders ve­rilmektedir. Bu şekildeki değişimlerin boşa gitmemesi için "ders alma"yı imaçlaması, insanın beyin ve gönlünde gerekli olan değişimi meydana ge-zrrmesi gerekir. Ekonomik düzenin bozulması, isyana değil tam tersine ders almaya götürmelidir. Buradan hareketle fakirliğin insanı manevî oluşumlara yaklaştırdığını söyleyebilir miyiz?

3. Onların bu değerlendirmesine karşılık yüce Allah şu değerlendirme­yi yapmaktadır: "Biliniz ki, onların uğursuzlukları Allah tarafındın öngörülüjmr. Ne var ki onların çoğu bunu bilmezler". Burada bizim "öngörülmüştür" diye tercüme ettiğimiz ifade, metinde "Allah katındandır" şeklinde geç­mektedir. Başkasına uğursuzluğu atmanın Kur'ân'daki değerlendirmeleri şöyledir:

a) Nemi sûresinin 47. âyetine göre uğur veya uğursuzluk, Allah katın-dadır. Ama insanlar imtihan edildiklerinden dolayı, basanlarına göre ya uğurdan alırlar ya da başlarına uğursuzluk getirirler.

b) "Elçiler şöyle cevap verdi: 'Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraber­dir" (Yâsîn 36/19). İnsanlar kendi uğursuzluklarım kendileri oluştururlar. Uğursuzca davranış, Allah katından uğursuzluğu alıp gelir. A'râf sûresinin 131. âyetinin sonunda, onların çoğunun bilmediği söylenmektedir. Demek ki kimin uğurlu kimin uğursuz olduğunu, uğurlu ve uğursuzluğun kaynağında neyin olduğunu bilmek gerekiyor. İnsanları uyarmak, onlara öğüt vermek, ne zaman uğursuzluk olmuştur? Allah, insanları iyiye, doğruya çağırmayı, bu konularda onlara öğüt vermeyi uğursuzluk olarak değerlendirmenin altında cehaletin yattığım söylemektedir. Onun içindir ki âyette yf elâ ifadesine yer verilmektedir. Bu kelime, "dikkat ediniz, biliniz, öğreniniz" anlamına gel­mektedir. Uğurun veya uğursuzluğun kaynağının bilinmesinin zorunluluğu dile getirilmektedir.

Din eğitimi açısından şu neticeye varıyoruz: Geçmişten gelen örf âdet­lere göre insanlar kuşların uçuşundan mâna çıkarmışlar ve ona göre kendile­rine uğur veya uğursuzluk tayin etmişlerdir. Kur'ân bu kavrama "amel" di­yerek herkesin kendi ameliyle uğurunu veya uğursuzluğunu meydana getir­diğini bildirmektedir.[67]

 

Firavun'un Taraftarlarına Cevabı:

 

132. Ve dediler ki: "Bizi sihirlemek için ne mucize geti-rirsen getir, biz sana inanacak değiliz".

Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. Hz. Musa'nın tebliğ ettiği tevhîd inancının öğretimine onlar sihir de­mektedirler. Buradaki sihir kelimesinin anlamı, "aldatmak"tır. "Etkilemek" anlamına da gelmektedir. Onlar da "âyet" kelimesine, konuştuklarında yer vermektedirler. Onlar "mucize" anlamında kullanmayıp "işaret" mânasında kullanmaktadırlar.

2. "Biz sana inanacak değiliz". Hz. Musa'nın gösterdiği mucizelerin amacının, onların Hz. Musa'ya inanmaları olduğunun farkına vardılar. Ama hiçbir işaretin, delilin bunu sağlamayacağım ifade ettiler. Buradan şöyle bir anlam çıkartıyoruz: Firavun ve onun taraftarlarının eğitilme imkânı kalma­mıştı. Onların gönüllerinin kapıları hakikate karşı kapanmış, açılması im­kânsız olan kilitlerle kilitlenmişti. Yüce Allah Hz. Mûsâ vasıtasıyla bütün imkânları kullanarak onların eğitilmesinin çabasmı gösterdi. Bütün bu çaba­ların boşa çıkması ve gönüllerini bir daha açılmayacak şekilde kapamaları­nın karşılığı çok ağır olmuştur.[68]

 

Ceza Şeklindeki Mucizeler:

 

133. Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yi­ne de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldu­lar.

1.  "Bizi kandırmak, yani etkilemek için ne mucize getirirsen getir, sa­na inanmayacağız" sözü, ilâhî âlemi sarsan ve tabiatın dayanamadığı ağır bir ifade olmuştu. Bunun üzerine yüce Allah, çeşitli mucizelerle onları ağır bir şekilde cezalandırdı.

2. Âyette sıralanan ayrı ayrı işaret, delil veya mucizeler, bir anda değil farklı dönemlerde ve zamanlarda gerçekleşmiştir. Önce su baskınına uğradı­lar. Allah onlara tufanı musallat etti. Tahammül edilemeyen su baskınından dolayı, iman ettiklerini ya da edeceklerini belirterek Hz. Musa'dan yardım istediler. Tufan kesilince, tekrar küfre döndüler. Bu sefer de yüce Allah çe­kirgelerle onların topraklarını istilâ ettirdi. Yine iman edeceklerini ya da et­tiklerini belirterek Hz. Musa'dan yardım istediler, bu yardımı da alınca tek­rar küfre döndüler. Bu sefer de Allah onları haşere istilâsına uğrattı. Yine yardım istediler ve iman edeceklerini belirttiler, ama yardımı alınca inkâra döndüler. Yüce Allah onların yaşadıkları yerleri kurbağalarla istilâ etti. İman ettiklerini söyleyerek tekrar Hz. Musa'dan yardım istediler. Yardımı alınca inkâra döndüler. Bu sefer de Allah onların her şeyini, özellikle sularını kana çevirdi. Tekrar yardım istediler, Hz. Mûsâ dua edip bu durumun düzelmesi­ni istedi ve ilâhî yardım aldılar.

Dikkat edilirse âyette, iman ettiklerini, yardımı alınca hemen inkârdan döndüklerini göremiyoruz. Böyle iman edip sonra inkâra, sonra imana ve sonra tekrar inkâra sapma olgusu, Nisa sûresinin 137. âyetinde açıklandı. "İman edip sonra inkâr edenleri, sonra tekrar iman edip inkâr edenleri, son­ra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir".

3. Bütün bu mucizelere rağmen sonunda kibirlenip suçlulardan oldular. Sonunda imanda değil, inkârda karar kıldılar, inkârda karar kılmalarının se­bebini yüce Allah büyüklük taslamalarına bağlamaktadır. Sebep-sonuç iliş­kisi içerisinde onların durumunu analiz eden Allah ana sebebin kibir olduğu­nu söylemektedir.

Buradaki sebep-sonuç ilişkisi şöyle formüle edilebilir: Kibir+inkâr=mücrimlik. Onların bu durumuna "istikrarsızlık" denebilir. Âni deği­şimler, imanda karar kılmalarını engellemiştir. İmandan inkâra, inkârdan imana, tekrar imandan inkâra intikal etmek, münafıklık alâmetidir. Bu şekildeki istikrarsızlığın adını yüce Allah mücrimlik, yani suçluluk, günahkârlık olarak koymaktadır.

Bu âyetten günümüze ve geleceğe nasıl bir ışık tutulabilir? Bir delille ikna olmayan insanlara çeşitli deliller getirilebilir. Gönül gözü kapalı olan­lar, iman ve inkâr arasında âni değişimler göstererek münafıkça davranacak­lardır. Bu tip insanlar peygamberler döneminde olduğuna göre, her dönem­de de olacaktır. Hz. Mûsâ'mn huzurunda dört defa değiştiklerine göre, zama­nın her diliminde, her nesilde, bu insanlara rastlayan din bilginleri sabırlı olacaklardır.[69]

 

Sözünde Durmama:

 

134. Azap üzerlerine çökünce, "Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et! Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhak­kak İsrâiloğulları'nı seninle göndereceğiz" dediler.

135. Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan aza­bı kaldırınca, hemen sözlerinden dönüverdiler.

136. Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâ-fıl kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.

133. âyette, ayrı ayrı zamanlarda, farklı mucizelerin gönderilmesi, bir bakıma uyarı anlamında bir sistem içinde olmuştu. 134. âyette ise "azabın" gönderilmesi ve onun oluşturduğu tepki ele alınmaktadır.

1. "Azap üzerlerine çökünce, Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et!"

a) Âyetin bu kısmında yer alan azab kavramı, 133. âyette geçen tufan, çekirge, haşere, kurbağa ve kan salgını olabilir. Bunlardan her biri gerçek­leştiğinde, İsrâiloğulları'nın ne yaptıklarına dikkat çekilmektedir.

b) Onların tepkisi Hz. Musa'ya yalvararak dua ettirmeleri olmaktadır. Kendileri için başkasına dua ettirmelerinden anlıyoruz ki, iman etmeleri ih­timali yoktu. Eğer kendileri inansalardı, Allah'a yalvarırlardı. Diğer taraftan bir kimsenin başkaları için Allah'a dua etme imkânının olduğu, hükme bağ­lanmaktadır. Ancak burada yer alan ahd kavramı neyi ifade etmektedir? Ze-mahşerî bu âyetin yorumunu yaparken, ahd kelimesine "peygamberlik" mâ­nasını vermektedir. Aslında onlar Hz. Musa'nın peygamberliğine inansalar­dı, ahd yerine peygamber kelimesini kullanırlardı. Ahd kelimesi, başında yer alan \t.   bimâdaki ^  be harfi sebebiyle "dayanarak" anlamına gelmekte­dir. Râzî bu be harfinin yemin olduğunu da söylemektedir. "Senin katında olan ahdine yemin ediyoruz ki" anlamına gelmektedir. Bir şeye dayanarak dua edilmesinin bilincinde oldukları da ortaya çıkmaktadır.

2. "Eğer bizden azabı kaldırır-san, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâiloğullan'nı seninle gönde­receğiz dediler".

a) İsrâiloğullan Allah'a karşı şart koşmaktadırlar. Bunun iyi niyetle yacuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız, diye dua etiler" (A'râf 7/189). Hz. Âdem ile eşinin yaptığı bu duada da sanki bir şart koşma vardır, ama bu şart koşmanın iyi niyetle olduğunu anlıyoruz.

b) Azabı kaldırma şartının öne sürülmesiyle, kabul edilebilecek bir şart olduğu, bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır. Hz. Musa'nın getirdiği mesaja ve onun peygamberliğine iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.

c) İsrâiloğullan'nı onunla beraber göndermeleri de verdikleri ikinci söz olmaktadır. A'râf sûresinin 105. âyetinde Hz. Mûsâ onlardan, İsrâiloğulla-rı'nı beraberinde göndermelerini istemişti.

3. '"Biz ulaşacakları bir süreye kadar kendilerinden azabı kaldırdığımızda, hemen sözlerinden dönüverdiler".

a) Pişmanlık psikolojisinden dolayı verdikleri sözü yerine getirip getir­meyeceklerini tesbit etmek için yüce Allah azabı bir müddet durdurdu. Söz­lerini yerine getirmedikleri takdirde azap devam edecekti. Biz buna "cezayı erteleme" şeklindeki uygulama diyoruz. Modern hukukta da aynı uygulama yapılmaktadır. Belki de yüce Allah bu tatbikatı ile modern hukukun temelle­rini atmıştı. Ama biz bundan şunu anlıyoruz, pişmanlık yasası şeklindeki uy­gulamalar doğru uygulamalardır. Bu âyetten anlıyoruz ki, Mısır halkının piş­manlığını ve bu pişmanlıkları gereği verdikleri sözleri yüce Allah dikkate al­mış ve takdirini, cezayı erteleme şeklinde kullanmıştır.

b)  "Azabı kaldırınca hemen sözlerinden dönüverdiler" şeklindeki dav­ranış, onların münafıklık denen tutarsızlık psikolojisi içinde olduklarını, şah­siyet parçalanması denen hastalığa sahip olduklarını göstermektedir. Yüce Allah onlara sözlerini yerine getirinceye kadar mühlet vermesine rağmen, onlar azap kalkar kalkmaz hemen sözlerinden caydılar. Verdiği sözden cay­mak, yeminini tutmamak, hem hukukî, hem de ahlâkî tutarsızlığın işareti ol­maktadır.

Âyetin bu kısmında yer alan gg nekese kelimesi, hem insan psiko­lojisini, hem de sosyal ve hukukî davranışlarını açıklayan bir kavram olmak­tadır. Kelimenin lügat mânası, "bozmak, iptal etmek, çözmek, izi silmek, vaadi bozmak, bir işten vazgeçip diğerine yönelmek", nekise "tabiat, huy, kuvvet, yapabileceği en son güc"ü ifade etmektedir. Kur'ân'daki mânaları da şunlardır: "Ahdini bozmak" anlamına gelmektedir. Yorumunu yapmakta ol­duğumuz âyette ve Fetih sûresinin 10. âyetinde bu mânaya gelmektedir:

"O halde kim ahdini bozarsa, yalnızca kendi aleyhine bozmuş olur". Buradaki nekes kelimesi, "İpliği çözmek, örülen ipliği çöz­mek" anlamına gelmektedir: "İpliğini iyi­ce büküp sağlamlaştırdıktan sonra çözen kadın gibi olmayınız" (Nahl 16/92). Bu benzetme, ahdini bozan insan için yapılmaktadır. "Yünün lifleri­ni iyice büküp ip haline getirdikten sonra, o ipin lirlerini bollaştırmak, birbi­rinden ayırıp bozmak ve neticede ip olmaktan çıkarmak" anlamındadır.

Şimdi açıklamasını yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 135. âyetine dönersek, Firavun'un halkı Hz. Musa'ya "Azabı üzerimizden kaldırırsa, sa­na inanacağız ve Isrâiloğuları'nı seninle göndereceğiz" demeleri, "ipi bük­mek" anlamında bir sözleşme yapmaktır. Azap kalkınca sözlerinden dönme­leri, o ipi çözmeleri anlamına gelmektedir ki, bu da sözlerinden vazgeçme­leri demektir. Aynı zamanda sözünde duran insanlar, o ip gibi bir şahsiyet bütünlüğüne sahiptirler. İpin liflerini çözmek de, şahsiyet parçalanması an­lamına gelmektedir.

4. A'râf sûresinin 136. âyetinde onların iki sebepten cezalandırıldığı bildirilmektedir: "Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve gafil kalmaları sebe­biyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk". Yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi içinde cezaları anlatmaktadır. Sebepler şunlardır:

a) Allah'ın mucizelerini, yani âyetlerini yalanlamak. İnanacaklarını söyledikleri halde inanmamaları, söz verdikleri halde sözlerinden dönmele­ri, onları cezalandırmanın sebeplerinden birini oluşmaktadır.

b) Allah'ın mucizelerinden, âyetlerinden gafil olmaları. Gafil olmanın anlamı, "ilgi duymamak, alâkadar olmamak"tır. Allah'ın âyetleri denen mu­cizelerine ilgi duymamak, aslında onlara hakaret etmektedir. Yalanlamakla ilgisizlik bir araya gelince, şu azabı çağırmış oldular; yüce Allah yaptıkları­nın karşılığı olarak onları denizde boğdu. Onlar Allah'ın âyetlerini yalanla-masalardı ve ilgisiz kalmasalardı, cezalandırılmayacaklardı. Kulun başına gelen kendi eylemlerinin sonucudur. Yalanlayan beyin ve ilgisiz kalan gönül, boğulmaya mahkûmdur.

Bu olmuş bitmiş konuyu Allah bize niçin anlatıyor? Burada günümüz­de ve gelecekte bu şekilde olayların olacağına, onların da cezaya çarpımlacağına işaret edilmektedir. Verdiği sözde durmayan insanların çoğunlukta ol­duğu toplumlar, sosyal problemlerin denizinde boğulacaklardır. Allah'ın di­nini yalanlayanların, hafife alanların, çeşitli belâların oluşturduğu denizde boğulacaklarına dikkat çekilerek caydırıcılık sağlanmaktadır. Nahl sûresinin 92. âyetinde, verdiği sözü tutmayan insanlar, bunamış kadınlara benzetil­mektedir. Bu insanlar toplumun ortak aklını alıp yerine bunaklığı getirmek­tedirler. Bunaklık da bir nevi denizde boğulmaktır.[70]

 

İktidar Değişimi:

 

137. Hor görülüp ezilen topluluğu da içini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu ve batısına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâiloğulları'na verdiği güzel söz, sabretme­leri yüzünden yerine geldi. Firavun ve kavminin yap­makta olduklarını, yapıp yükselttiklerini yerle bir ettik.

Bu âyetin analizinden önemli neticeler çıkartmak mümkündür.

1. "Hor görülüp ezilen" mânası verdiğimiz yüstad'afûn kavramını biraz daha açabiliriz. Bu kelime, "erkek çocukları kesilip öldürü­len, cizye alınan, zor işlerde çalıştırılan ve sosyal statü tanınmayıp köleleş-tirilen" mânasına gelmektedir. Bunun bir ileriki anlamında da insanî hakları ellerinden alınmış, sürü muamelesi gören İsrâiloğullan'nın durumu anlatıl­maktadır. Günümüzde böyle horlanıp ezilen grupların olduğu görülmektedir. Bu grupların durumuna ışık tutulmaktadır.

2. "İçini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu ve batısına mirasçı kıldık". Yüce Al­lah'ın "Horlanıp ezilen İsrâiloğullan'nı, Firavun'un ülkesine vâris kıldı" ifa­desi, "İktidarı onların eline verdi" anlamına gelmektedir. Doğu ve batı kav­ramlarından, ülkenin tamamına vâris olduklarını anlıyoruz, yani onların ik­tidarının ülkenin her tarafında hissedildiğine işaret edilmektedir. Siyasî erkin el değiştirmesinin ana sebebi, kaybedenler açısından zulüm olmuştur. Fira­vun ve taraftarlarının İsrâiloğulları'na uyguladıkları zulüm, değişimin ana sebebi olmuştur. Daha önceden kuraklıktan dolayı kıtlık içinde kalan ülke bereketlerlendi. Her iki ekonomik oluşumun sebebi, insan irâdesi, takdiri ve uygulaması ise ilâhî irâde ile olmuştur. Onun için "bereketli kılma" fiilinin faili yüce Allah'tır.

3. Peki bu değişimin İsrâiloğulları açısından sebebi nedir? Ayetin de­vamı bu sebebi belirlemektedir: "Sabırla­rına karşılık Rabbinin İsrâiloğulları'na verdiği güzel söz yerine geldi". Da­ha önce A'râf sûresinin 128. âyetinde Hz. Mûsâ kendi toplumuna, Allah'a sı­ğınarak yardım dileyip sabretmelerini söylemişti. Hz. Musa'nın bu öğüdünü tutup sabrettiler. Onların sabrı, iktidar değişimini gerçekleştirmiş oldu. De­mek ki bu değişimin sebebi, "sabır"dır. Buradaki sabır, "Allah için dayan­mak, gayret göstermek, ilâhî müdahaleyi beklemek" anlamına gelmektedir. Allah'ın verdiği güzel söz de yine A'râf sûresinin 128. âyetindeki iyi kulla­rını vâris kılacağını, başarılı neticenin müttakîlere ait olacağını buyurmuş ol­masıdır. İsrâiloğullan'nın sabretmesi, Allah'ın vaad ettiği bu güzel sözün ye­rine gelmesini temin etmiştir. Böylece İsrâiloğulları'nın "sabretmesi" ilâhî lütfü getirmiş, Firavun ve halkının ülkesini onlara teslim etmesine ve bere­ketin artmasına sebep olmuştur.

Yüce Allah Firavun ve kavminin yapmış oldukları sarayları yerle bir etmiştir. Zulüm bir tarafı iktidara getiriyordu. Çöküşün sebebi zulüm, vâris

Ne olup iktidarı ele almanın sebebi de sabır olmuştur. Böylece Allah bir toplu­mun çöküş sebeplerini siyasî, ekonomik ve hukukî alandaki çöküşe bağlar­ken, diğer bir toplumun yücelmesini de bu alanlardaki sabırlarına bağlamak­tadır. Bunları Allah bize anlatırken, aynı toplumdaki gruplar ya da toplumlar arası ilişkilerde insanların birbirlerine karşı davranışlarının analizini yapa­rak, geleceğin siyasîlerine ışık tutmaktadır. Bir siyaset dersi mahiyetinde olan bu açıklamalar, bizleri değişmeyen kurallara götürmektedir. Çökmek üzere olan bir toplumun siyasî erkini elinde bulunduranların, çöküşün sebep­lerini nerede arayacaklarına dair rehberlik etmektedir. Diğer taraftan yükse­lişin zirvesinde olan bir toplumun idarecilerinin, toplumun çökmemesi için neleri yapmaları gerektiğine de ışık tutmaktadır.

Yüce Allah bu dersi verirken, siyasetin bir kuralını daha ortaya koy­maktadır. Devleti idare edenler, halkı gruplara ayırarak birini tutup diğerini horlamamalıdırlar. (A'râf 7/137; Kasas 28/4). Bu kurala uymayan idareciler toplumun temeline dinamit koymaktadırlar. Diğer taraftan siyasî erki elinde bulunduranlar, halkı inanç gruplarına ayırmamalı, aynlmışlarsa onların bir­birlerine düşmanca davranmalarını önlemelidirler. İnanç özgürlüğüne kısıt­lama getirilmemelidir (A'râf 7/104-132). Meseleye başka bir açıdan bakar­sak, şöyle formüle edebiliriz: Gruplara eşit davranmak, objektif hukuku iş­letmek, inanç özgürlüğüne saygı duymak ve insan haklarını yüceltmek, siya­setin temel kurallarından birini teşkil etmektedir.[71]

 

İsrâiloğulları'nın Çok Tanrıcılığa Özen­tileri:

 

138. İsrâiloğullan'm denizden geçirdik. Özel putlarına tapan bir topluluğa rastladılar. Bunun üzerine,  "Ey Mûsâ!" dediler, "Bunların ilâhları olduğu gibi, sen de bize bir ilâh belirle!" Mûsâ dedi: "Siz cahilliği sürdür­mekte olan bir toplumsunuz".

139.  "Şu gördüklerinizin (içinde bulundukları din) çök­müştür. Yapmakta oldukları da boşa çıkacaktır".

140.  Ve söyle ekledi: "Tanrı olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım size? Halbuki O, sizi âlemlere üstün kılmıştır".

A'râf sûresinin 105. âyetinde Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na özgürlükleri­nin verilip kendisiyle beraber gönderilmelerini Firavun ve onun önde gelen­lerinden istemişti. Bu isteğin ardından sihirbazlarla yapılan yarışmanın ar­dından Allah, Hz. Musa'ya şu şekilde vahyetti: "Kullarımla birlikte gecele­yin yola çık, (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe et­meksizin onlara denizde kuru bir yol aç, diye Hz. Musa'ya vahyettik". "Bu­nun üzerine Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onla­rı gömüp boğuverdi" (Tâhâ 20/77-78).

Firavun onları takip edip yaklaşınca, Musa'nın arkadaşları şöyle dedi: "İşte yakalandık"; Mûsâ, "Asla!" dedi, "Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir"; "Bunun üzerine Musa'ya 'Asan ile denize vur' diye vah-yettik. (Vurunca, deniz) derhal yarıldı ve her bölük koca bir dağ gibi oldu" (Şu'arâ 26/61-63). İşte A'râf sûresinin 138. âyeti bundan sonrasını ele al­maktadır.

 1. "İsrâiloğullan'm denizden geçirdik". Firavun ile de­niz arasında sıkışan İsrâiloğulları'nı yüce Allah, Hz. Musa'nın mucizelerin­den olan asası ile denizden geçirdi. Aslında bu geçiş onların hayatı için kurtuluş ve özgürlüklerine kavuşmak gibi önemli nimetleri içeriyordu. Ama bu geçiş, aynı zamanda Firavun'un ülkesine vâris olma gibi önemli sosyal ve si­yasî nimetlerin de ilk adımı oluyordu. Âyetin bu kısmında geçen fiilin kalı­bına bakıldığında, onları denizden geçirenin Allah olduğu ortaya çıkmakta­dır. Yüce Allah İsrâiloğullan'na bu geçişi kendilerine mal etmemelerini, tam tersine bunun ilâhî takdir neticesinde olduğunu bilmelerini ve tarihi bu şekil­de yazmalarını istemektedir.

2.  "Orada kendi­lerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine, 'Ey Mûsâ! Bunların ilâhları olduğu gibi, sen de bize bir ilâh belirle!' dedi­ler" . Âyetin bu kısmından çıkartılacak önemli neticeler vardır.

a) Hür toplumun, daha doğrusu gelişmiş ve şahsiyetli toplumun inan­cı, şahsiyetine kavuşmamış toplumu etkiler. Başlarında peygamber olmasına rağmen köle ruhlu insanlardan oluşan İsrâiloğulları, hemen putlara tapanla­ra özendiler ve onlar gibi olmak istediler.

b) Hz. Musa'dan bir ilâh belirlemesini isterlerken, bu ilâhın put şeklin­de maddeye bürünen bir ilâh olmasını kastediyorlardı. Katâde'ye göre bu toplum, Lahm kabilesindendi. Onların taptıkları putlar buzağı şeklinde idi.

c) Âyetin bu kısmında geçen akefe kelimesi, Bakara sûre­sinin 187. âyetinde açıklandı. "Tapınmak, ikamet etmek, alıkoymak, çekil­mek" mânalarına gelen kelime, bu âyette "tapınmak" anlamına gelmektedir. Zeccâc'a göre ise "sürekli tapınma"yı ifade etmektedir. Kısacası yüce Allah burada, kimliksiz toplumların başkalarına özenti içinde olacaklarını, onların kültürlerinin etkisi altında kalacaklarını ifade etmektedir.

3. "Siz cehalet üreten bir toplumsunuz". Hz. Mûsâ onların bu teklifini cehaletle nitelendirmektedir. Bir toplumun başka bir toplumun yanlış davra­nışlarına özenip meyletmesi, cehalete yeni bir tanım kazandırmaktadır. Tek olan tanrıyı bırakıp putlara tapmak, câhil sıfatıyla nitelendirilmeye yeterli ol­maktadır. Demek ki cehalet, "bilmemek"ten ziyade bildiğini tatbik etme­mektir. Hz. Mûsâ kendilerine tek tanrı inancını öğretmesine rağmen, onu ha­fife almaları ve çok tanrılı dine meyletmeleri, cehaletin alâmeti olmaktadır.

Bunun bize tutacağı ışık şudur: Başkasına özenti, kültür emperyalizmine, dolayısıyla şahsiyet kaybına ve kimlik erozyonuna sebep olmaktadır. Bu ba­kımdan bir toplum diğer toplumu taklit etmemelidir.

4. "Şu gördüklerinizin içinde bulundukla­rı din çökmüştür. Yapmakta oldukları da boşa çıkacaktır". Hz. Mûsâ kendi kavminin değerlendirmesini yaptıktan sonra, özendikleri toplumun değer­lendirmesini de yapmaktadır. Bu değerlendirme iki temel üzerine bina edil­miştir.

a)  "Onların dini çökmüştür". Bunun anlamı, onların tuttukları yol, ya­şam biçimleri onları yokluğa doğru sürüklemektedir, demektir. Âyette geçen tebâr kelimesi, "helak olmak" anlamına, mutebber kelimesi ise, "he­lak olmuş, çökmüş, yok olmuş, imha olmuş" anlamına gelmektedir.

Hz. Mûsâ, kavminin özendiği toplumun içinde bulunduğu yolu onlara tanıtmakta, o yolun nereye gittiği konusunda onları bilgilendirmektedir. Bu­radan şu noktaya varıyoruz: Din bilginleri, halkın özentilerini yönlendirebil­mek için, özendikleri yolun, özendikleri yaşamın yapısını ve varacağı nihaî noktayı iyi bilmelidirler.

b)  "Yapmakta oldukları da bâtıldır". Bâtıl kelimesi burada "boş ve de­ğersiz" anlamına gelmektedir. Yol, helake götürünce, o yol üzerinde yapılan davranışlar da elbette bâtıl olacaktır. Hz. Mûsâ burada bir davranış değerlen­dirmesi yapmaktadır. Esasen onların puta tapınmaları boşunadır. Peki neye göre çökmüş ve boş olmaktadır? Tabii ki ilâhî değerlendirmeye göre böyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Kölelikten yeni kurtulmuş topluma neyin iyi neyin kötü olduğunu, neyin çöküşe götürdüğünü ve neyin sahte olduğunu öğretmektedir. Başkalarının yolunu ve eylemlerini tanıtarak bu bilgilendir­meyi yapmaktadır. Çünkü câhil toplum, sahte ve boş olan şeyleri tanımakta zorluk çeker. Onun için bu bir eğitim işidir.

5. Hz. Mûsâ özendikleri toplumun tapınmalarının değerlendirmesini yaptıktan sonra, onlara şu soruyu yöneltmektedir: "Tanrı olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım size?" Hz. Musa'nın konuyu soru şeklinde tak­dim etmesi çarpıcıdır. Böyle bir teklifte bulunmalarının hem yersiz olduğu hem de dikkatleri çekmek için sorulduğu belirtilmektedir. "O, sizi bütün insanlara üstün kıldığı halde" diyerek, Allah'ın toplumsal olarak onlara bah­şettiği nimeti gündeme getirmektedir. Buradaki üstünlük, bahşedilen nimet­lerden kaynaklanmaktadır, yani Firavun'un bütün iktidarını kaybedip onların yerine vâris olmaları bakımından elde ettikleri üstünlüktür.[72]

 

Tevhîd İnancına Geçiş:

 

141. Şunu da hatırlayınız: "Sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size azabın en kötüsü ile işkence ediyor­lardı. Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı diri bırakı­yorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır".

Bu âyetin bir benzeri, Bakara sûresinin 49. âyetidir. Gerekli açıklama orada yapıldı. Burada ise bulunduğu yer itibariyle, az da olsa farklı bir mesaj içerdiğini söyleyebiliriz. Bakara sûresinde nimetleri sıralama bakımından öne çıkarken, burada tevhîd inancı ile olan bağlantısıyla öne çıkmaktadır. Bu âyetten varılacak iki netice vardır.

1. Yüce Allah, İsrâiloğullan'nı, korkunç bir azap olan erkek çocukları­nın öldürülmesinden kurtarmasını büyük bir nimet olarak açıklamaktadır. Bu nimet üzerinde düşündükleri takdirde, Allah'ın birliğini ve sonsuz kudretini anlayacaklardır.

Böyle bir nimeti lütfeden Allah'tan başkasını tanrı edinmenin yanlış olacağı vurgulanmaktadır. Dikkat edilirse, erkek çocuklarının öldürülüp ka­dınların bırakılışı, azabın en kötüsü olarak nitelenmektedir. Azabın en kötü-siinden kurtulmanın arkasındaki ilâhî kudreti görmek gerekir. Bu görüş, tev-hîd inancına götürecektir.

2. Aslında bu durum büyük bir imtihandan ibaretti. Bu imtihan kız ço­cuklarının, daha doğrusu kadının önemini kavramak için yaşanan büyük bir tecrübeden ibaretti. Toplumların yaşadığı sosyal tecrübeler, kendilerine veri­len bir derstir. Bu dersin elbette imtihanı yapılacaktır. İmtihanı geçmek bir şeyler kazanmak anlamına gelmektedir. Bu âyette İsrâüoğulları'nm durumu bir çileden ibarettir. Çileler insanları veya toplumları olgunlaştıran imtihan­lardır. Yemeği ateş pişirir ve onu olgunlaştırıp bir tat verir. Çileler de insan­ları bir ateş gibi pişirir ve olgunlaştım.

Buradaki belâ kelimesi, Firavun açısından bakıldığında azabın en kö­tüsü olurken, toplum için Allah'ın onları azabın en kötüsünden kurtarması, bir nimet olmaktadır. Biz bunlardan ikincisini tercih ediyoruz. "Bunda Rab-binizden sizin için büyük bir imtihan vardır" ifadesi, "Sizin için büyük bir nimet vardır" anlamına alınmalıdır.[73]

 

Hz. Musa'nın Harun'u Vekil Bırakması:

 

142. Musa'ya otuz gece vâde verdik ve ona on gece da­ha ilâve ettik. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceyi buldu. Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmi­min içinde benim yerime geç, (onları) ıslah et, bozgun­cuların yoluna uyma!"

Bu âyetin ilk kısmı, Bakara sûresinin 51. âyetinde az bir farkla geçti.

Bakara sûresinin 51. âyetinde kırk geceliğine vedalaştığı söylenirken, A'râf sûresinin 142. âyetinde 30+10=40 şeklinde ifade edilmektedir. Bu âyetin açıklamasından varılacak neticeler şunlardır:

1. Âyetin birinci bölümünde "gece" kavramının geçmesi manidardır. Dikkat edilirse Kur'ân, Hz. Peygamber'e Kadir gecesinde inmeye başlamış­tır. Kesin olmamakla beraber Hz. Musa'ya indirilen kitap da gece vakti indi­rilmiştir. Âyette kırk gecenin zikredilmesinin sebeplerinden biri bize göre, kötülüklerin gece vaktinde daha çok olmasının yanında, ruhî arınmaları te­min eden ibadetlerin de gece vaktinde olmasının öneminin vurgulanmasıdır.

Gece zikredilmekle, aynı zamanda gündüz de kastedilmektedir. Aslın­da yirmi dört saati kapsayan zaman dilimine dikkat çekilmektedir. Yoksa ge­ce vakti Sînâ dağına çıkıp, gündüz vakti aşağıya inmiyordu. Kırk gün orada kalmıştı. Hz. Mûsâ orada niçin kırk gün kalmıştır? Bu sorunun cevabını Zemahşerî ve Râzî şu şekilde cevaplamaktadır: Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na de­nizden selâmetle çıkarlarsa, "Allah'tan yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri açıklayan bir kitap isteyeceğim" demişti. Denizden kurtulunca ve Fi­ravun boğulunca, bu sözünü yerine getirmesini Hz. Musa'dan istediler. Hz. Mûsâ bu konudaki duasını yapınca, âyette anlatılan kırk gecelik vaad ger­çekleşmiş oldu.

Kırk gecenin otuzu oruçla geçmiştir. Oruç geceleri, ruhî hazırlık safha­sını teşkil etmektedir. Hz. Muhammed'in Hira mağarasmdaki ruhî hazırlığı gibi, Hz. Mûsâ da ruhî hazırlık safhası geçirmiştir. Otuz geceyi izleyen on gecede de kitabın inişi gerçekleşmiştir. "On gece" tabiri, "on emir"e denk düşmektedir[74]. Demek ki Allah, öğ­retim faaliyetini gece sürdürmekteydi. İlâhî vahiy bir nur olduğundan dola­yı, cehaletin karanlığını gündüze çevirmektedir. Gecenin sükûnet anı oldu­ğunu dikkate alırsak, vahyin o anda almışı daha rahat olacaktır.

2. Hz. Mûsâ halkından ayrılırken yerine kardeşi Hz. Harun'u bıraktı ve ona şu şekilde nasihat etti: "Barışçı ol! Bozguncuların yolunu izleme!" Bir toplumun lideri bir yere giderken, yerini doldura­cak birini bırakmalıdır. Toplum başsız kalırsa sürüye döner. Zaten Hz. Mû­sâ. kardeşi Harun'u yüce Allah'tan yardımcı olarak istemişti (Tâhâ 20/29).

Hz. Musa'nın bu isteği, yani duası yerine getirilmiş, Hz. Harun'a da vahiy verilmişti. Onun yardımcılığının bir şekli de bu âyette gerçekleşti. Toplumu idare etmek için ağabeyisinin yerini aldı. Hz. Mûsâ kardeşi Harun'un bu gö­revi yerine getirebilmesi için iki önemli nasihatte bulundu.

a)  "Barışçı ol!" Âyette geçen ifade aslihtir. Sulh bu kelimeden gelmektedir. "Barışçı ol!" ifadesine, "Erdemli davran, dürüst ol!" mânası­nı verebiliriz. Çünkü bu kavrama sadece barış kelimesiyle mâna vermek ek­sik olur. "Dürüst ve erdemli davran!" şeklindeki mâna daha kapsayıcıdır. Buradan şu neticeye varıyoruz: Siyasî erki eline geçirenler, yani devleti ida­re edenlerin hep barıştan yana olmaları, dürüst ve erdemli davranmaları ge­rekiyor. Siyaset, halka faziletleri kazandırma sanatıdır; erdemli olmayan ida­reciler bunu gerçekleştiremezler. Hz. Mûsâ, kardeşinin daima barıştan yana tavır koymasını, bozmaktansa, düzeltici yani ıslah edici olmasını, halka dü­rüst davranmasını tembihlemişti.

b)  "Bozguncuların yoluna uyma!" Bunun anlamı şudur: Devleti idare edenler zayıf düşerse, toplumun düzenini bozmaya çalışanların etkisi altın­da kalırlar. Siyaset her şeye hâkim olmalı, her şeyi yönlendirmelidir. Kirli iş­lerle uğraşanlar siyaseti arkalarına alırlarsa, toplumda anarşi doğar. Günü­müze ve geleceğe ışık tutan âyetin bu kısmı, bir olumlu emir, bir de olum­suz emirden teşekkül etmektedir. Sokağın siyasete hâkim olmaması gerekir. Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'a verdiği bu öğütler, hâlâ tazeliğini koru­makta ve siyasetin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Yüce Allah bu öğütleri bize anlatmakla, bir eğitim yöntemi gerçekleş­tirmekte ve siyaset sanatının dayandığı temel ilkeleri öğretmektedir. Siyaset, ıslah edici, barıştan yana ve dürüst olunca, bozguncuların baskısına boyun eğmeyip onları yola getirecek gücü kendisinde görünce, gerçekten bir sanat halini alacaktır. Buradaki değerleri yitiren siyaset, başka tedbirlerle kendisi­ni düzeltemez.[75]

 

Yerine Gelmesi Mümkün Olmayan İstek!

 

143. Mûsâ, bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de ken­disiyle konuşunca, şöyle yakardı: "Rabbim! Bana ken­dini göster, seni göreyim!" dedi. Allah "Beni asla göre­mezsin. Ama şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni göreceksin" dedi. Rabbi dağa tecellî edin­ce, onu param parça etti. Ve Mûsâ baygın vaziyette ye­re yığıldı. Kendine gelince şöyle yakardı: "Teşbih ede­rim yüce varlığına, tövbe edip sana yöneldim, iman edenlerin ilkiyim ben".

142. âyetin devamı durumunda olan bu âyetten çıkarılacak önemli ne­ticeler vardır.

1. "Mûsâ bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca...". Hz. Mûsâ kırk gün kırk gece kaldığı yere, yani Tûr dağına varınca, Allah onunla konuştu. Bu âyette Rabbinin ona ne konuştuğu açıklanmamaktadır. "Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu,fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık" (Meryem 19/52). Meryem sûresinin 52. âyetinin sonu, "Onu özel konuşmak için yaklaştırdık" anlamına gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Musa'nın ruhî hazırlık safhası otuz gece sürmüştür. Bu ha­zırlık safhasından sonra yüce Allah onunla konuşmuştur. Konuşmanın mahi­yeti konusunda bazı açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların doyurucu ol-maması sebebiyle burada zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Metafizik olması bakımından üzerinde fikir yürütmenin faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Ama konuşma gerçekleşmiştir. Demek ki dağlar, peygamberlerin mesaj al­dıkları özel öğretim mekânlarındandır. Tûr dağı, Cûdi dağı ve Nûr dağı, özel öğretim okullarını andırmaktadırlar. Zaten Meryem sûresinin 52. âyetinde Hz. Musa'nın "özel konuşma" için çağrıldığı ifade edilmektedir. Bir bakıma oralar, ilâhî mesajların peygamberlerin gönül ekranına düştüğü mekânlardır.

2. "Rabbim! Bana (kendini) göster, seni göreyim de­di" . Rabbi kendisine konuşunca, böyle bir isteğe cesaret bulmuştu. Aslında bu istek, bilinç altında başkalarının isteğini dile getirmekten başka bir şey değildi. "Bir zamanlar: 'Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız' demiştiniz" (Bakara 2/55), "Bize Allah'ı apaçık göster!" (Nisa 2/153). İsrâiloğulları'nın yerine gelmesi mümkün olmayan istekleri, Hz. Mûsâ'nın bilinç altında yer etmişti. Rabbi kendisine konuşunca, samimi bir or­tam yakaladığını hissetmiş ve bunu kendi isteği olarak iletmiştir. Aslında Hz. Musa'nın dedesi olan Hz. İbrahim de ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine gös­termesini istemişti (Bakara 2/260). Bu sefer de torunu Hz. Mûsâ, Allah'ı biz­zat görmek istemiştir. Hz. İbrahim'in isteği bir deneyle cevaplandırılırken, Hz. Musa'nın isteğinin yerine gelmesinin imkânsızlığı bildirilmiştir.

Günümüzde de, "Bana Allah'ı göster inanayım!" gibi isteklerde bulu­nulmaktadır. Biz ne sevgiyi ne korkuyu ne de aklımızı görürüz, ama eserle­riyle onların var olduğuna inanırız. Allah'ı da zâtı itibariyle göremeyiz, ama eserleriyle O'nun var olduğuna inanırız.

3. "Beni asla göremezsin. Ama su dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni göreceksin. Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti!" Bu âye­te rağmen hâlâ İslâmiyet üzerine yazılmış kitapların bazılarında rü'yetullah konusu işlenmektedir. Mahşerde Allah'ın görülebileceği anlatılmaktadır. Halbuki yüce Allah Hz. Musa'ya kendisini göremeyeceğini söylerken, "Be­ni bu dünyada asla göremezsin, ama âhirette göreceksin" diyebilirdi. Hz. Musa'nın Allah'ı görme isteğine karşılık aldığı cevabın Kur'ân'da yer almasının sebebi, bu yanlış inancı ortadan kaldırmak amacına yöneliktir. Hz. Mûsâ gibi bir peygamberin Allah'ı görememesine rağmen, müslümanlara âhiretteki hayatın arkasına sığınarak Allah'ı göreceklerini söylemek, imanî bir teh­like arzetmektedir.

Yüce Allah kendisini göremeyeceğini Hz. Musa'ya anlatmaktadır. "Şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni göreceksin. Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti". Kimi dağlar mesaj alınan yer, kimi dağlar da böyle deney yeri olmaktadır. Yüce Allah'ın dağa tecelli edip, dağı param parça etmesi ile, insanın Allah'ı görmesinin imkânsızlığı beyan edil­mektedir. Bir bakıma Hz. Musa'ya kendisini dağın yerine koyup öyle istek­te bulunması önerilmektedir. İlâhî kudretin küçük bir tecellisi ile param par­ça edilen dağın yerinde onun olmasının imkânsızlığı öğretilmektedir.

4. "Ve Mûsâ baygın vaziyette yere yığıldı. Uyanıp kendine geldiği zaman şöyle dua etti: 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, tövbe ettim, ben inananların ilkiyim". Yü­ce Allah dağa tecelli edince, iki olay gerçekleşti: Dağ param parça oldu, Hz. Mûsâ şiddetle baygın düştü. Bu iki olaydan sonra Hz. Mûsâ ayıldı ve hata­sını anlayınca, şu şekilde dua etti:

a) " Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim!" Yüce Allah'ın biri­ne görünmesi, O'nun bir şekle girmesi ve bir mekânda olması demektir. Bir mekânda olması, diğer mekânlarda olmaması anlamına gelmektedir. Bu da onun noksan sıfatlardan uzak olmadığını gösterir. Hz. Mûsâ, yüce Allah'ın sübhân oluşu konusunda hata işlediğini anladı. Ayılır ayılmaz hemen bu ke­limeler ağzından döküldü.

b) "Sana tövbe ettim!" Bu yalvarışın iki mânası vardır: Birisi işlediğim hatadan döndüm, beni bağışla; diğeri, özrümü katına sunuyorum.

c)  "Ve ben inananların ilkiyim". Buradaki inanmanın ne anlama geldiğini Râzî şöyle anlatmaktadır: Senin iznin olmadan, senden bir istemenin uygun olmadığına inananların ilki benim. Ya da senin görüle­meyeceğine inananların ilki benim. Fakat Râzî, "dünyada iken" ifadesine er vererek âhirette görülebileceğine açık kapı bırakmaktadır.

Bu âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır: Başkalarının yanlış fikirleri insanın şuur altında yer etmemelidir. Sonra onların düştüğü hataya sen de düşersin. İsrâiloğulları Allah'ı görmek istedi. Aynı hataya Hz. Mûsâ da düş­tü. Bir şeyin imkânsızlığını bir deneyle ispatlamak, ilâhî bir metot olmakta­dır. Rü'yetullah (Allah'ın görülmesi) ne dünyada ne de âhirette mümkündür, çünkü Allah sübhândır. Böyle bir istekte bulunmak, tövbe edecek kadar önemli bir hatadır. Bazan peygamberler de tövbe edecek hata yaparlar.[76]

 

Peygamberler Ve Din:

 

144. Allah buyurdu: "Ey Mûsâ! Ben gönderdiğim âyet­lerimle, konuşmamla seni insanların üstüne seçip yü­celttim. Sana verdiğimi al ve sükredenlerden ol".

145.  "Öğüt ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Mûsâ için levhalarda yazdık. Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret! Ya­kında size yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim".

Bu âyetleri tahlil ederek bazı ilkeler çıkartmak mümkündür.

1. Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın 143. âyetteki tövbesini kabul ettiğine dair verdiği bir cevabı vardır. "Risâletimle ve konuşmamla seni insanlara tercih ettim, onlardan üstün kıldım" buyurarak onun hatasını işleme koymadığını açıklamaktadır. Âyette geçen "seçme" olgusunun dayanakları, âyetler ve konuşma olarak belirlenmektedir. Hz. Musa'nın seçkinliğinin kendi irade­siyle değil, Allah'ın ona bahşettikleriyle mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki onun seçkinliği doğuştan gelmiyor, sonradan Allah tarafından ve­riliyor. Kendi mesajları ve konuşmasıyla bu seçkinliği ona Allah lütfediyor.

2. Bahşedilen bu seçkinlik gereği ona bazı görevler yüklemektedir.

a)  "Sana verdiğimi al!" Bu ifade ya da emirden ne kastedilmektedir? "Sana verdiğim mesajların gereğini yerine getir!" şeklinde yorumlanabile­ceği gibi, "Sana verdiğim bu seçkinlik nimetine sarıl ve onun gereğini yap!" mânasına da alınabilir.

b) "Ve şükredenlerden ol!" Yani "Seni insanlara karşı seçmem, sana âyetlerimi göndermem ve seninle konuşmam gibi önemli nimetlerin kıyme­tini bil ve onları hiç unutma!" Bundan anlıyoruz ki peygamberler de şükretmeye muhtaç ve onunla mükelleftirler. Kendilerine bahsedilen nimetlerin şükrünü yapmakla görevlidirler. Öyle bazılarının dediği gibi, "Ariflerin dine ve şeriata ihtiyaçları yoktur" hurafesine bağımlı değillerdir. Peygamberler getirdikleri dinin bütün hükümlerini yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar da namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, kurban keser, zekât verir, infak eder, şükreder, zikreder ve haramlardan uzak durmaya itina gösterirler.

3. A'râf sûresinin 145. âyetinde dikkatimizi çeken ve soru sormaya iten konular açıklanmaktadır. rffî\i'A\32£ss>j  "Biz Mûsâ için levhalarda yaz­dık" . Demek ki Hz. Musa'ya verilen kitap levhalar halindeydi. Hz. Musa'nın vahyi yazan kâtibi veya kâtipleri yoktu. Kitap ona Kur'ân'm Hz. Muham-med'e parça parça gelmesi gibi değil bir anda vahyedilmiştir. Kitabı yazanın, âyetin başındaki kelimeden Allah olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki yüce Allah Cebrail vasıtasıyla vahyini taşa fakslamıştır. Râzî'nin Vehb'den naklet­tiği açıklamada buna işaret buluyoruz. Demek ki Hz. Mûsâ kitabını oluştu­ran levhaları yazılı olarak almıştır.

Kasas sûresinin 29. âyetinde, Tûr tarafında bir ateş gördüğünü, oradan bir haber ya da bir ateş parçası alıp getireceğini buluyoruz. Bu ateş bize gö­re bir ışıktı. Bu ışık da ilâhî mesajı taş levhalarına bir nevi fakslayan ışık du­rumundaydı. Bugün bir mesajı çok uzaklara çeşitli yollarla anında gönderebiliyoruz. Hz. Mûsâ için yüce Allah'ın levhalara yazması da aynı şekilde ce­reyan etmiştir.

4. "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa!.." Âyetin bu kısmı ile yüce Allah, Hz. Musa'ya yazdığı levhalar, ya­ni verdiği kitabın görevlerinden ikisini gündeme getirmektedir.

a) "Öğüt". Bu görev ya da sıfat bütün peygamberlere verilen ki­tapların ortak özelliğidir. Kitapların bu özelliği, peygamberlerin görevlerin­den birinin de öğüt vermek olduğuna işaret etmektedir.

b) "Her şeyi açıklayan...". Hz. Mûsâ için levhalarda Al­lah'ın yazdığı kitap, o dönemde dinî bakımdan insanların ihtiyacı olan her şeyi açıklar durumdaydı. Hz. Musa'ya gönderilen kitabın özellikleri bize ni­çin anlatılıyor? Bu sorunun cevabı, günümüzde Kur'ân adına işlenen hatala­rı ortaya koymaktadır. Hz. Musa'ya verilen kitabın din adına her şeyi açıkla­mış olması, bize de Kur'ân'ın din adına aynı görevi yaptığını ve yeterliliği­ni gündeme taşımaktadır. Kur'ân'ı din adına eksik görenler vardır ve bugün din eğitimi bu şekilde verilmektedir. Kur'ân'da olmayanı icmâ ve ictihadda arama şekli öğretilmektedir. İcmâ ve içtihadın, Kur'ân'ın eksikliğinden dolayı değil, hayat şartlarının değişmesi sebebiyle gündeme geldiği gözden uzak tutulmamalıdır. Ankebût sûresinin 50. âyetinde de Kur'ân'ın yeterliliği ele alınmaktadır. Peygamber'in ahlâkı Kur'ân ahlâkı olduğuna göre, Kur'ân'ı yeterli görmemenin, peygamber ahlâkını yetersiz görmek anlamına geleceği hiç düşünülmemektedir.

Hz. Musa'nın kitabı din adına her şeyi açıkladığına göre, Kur'ân da din adına her şeyi açıklayacak niteliktedir. Kur'ân'a bu şekilde yaklaşmak için yüce Allah bize bu âyeti göndermiştir. Din eğitimcileri halka Kur'ân'ın ek­sik tarafı olduğunu değil, tam tersine din adına onun yeterli olduğunu anla­tıp öğretmelidirler.

5. "Bunları kuvvetle tut, kavmine de en gü­zelini almalarını emret!" "Bunları kuvvetle tut!" emrinden fizikî, yani mad­dî anlamda tutmaktan çok, onları iyice anlayıp hayata tatbik etmek mânası­nı çıkartmak gerekiyor. O levhalarda yazılı olanlara sarıl, onları yaşa demektir. Sadece senin sarılman, yaşaman değil, toplumunun da aynı şeyi yapma­sı gerekiyor. Fakat onların da o levhalardaki emirlerin en güzelini alıp hayat­larına tatbik etmelerini de sen temin edeceksin. "En güzelini almalarını" ifadesi, ne anlama gelmektedir? Bu ifadeyi birkaç açıdan açıklamakta yarar vardır.

a)  Hz. Musa'ya verilen levhalardaki hükümler, açıklamalar en güzel olana götürmektedir.

b) İşlenen bir suça denk bir ceza vermek güzeldir. Ama bunun daha gü­zeli de affetmektir. Bu ne demektir? Bir kötülüğe denk bir cezayı talep edip vermek normal bir haktır, ama sevabı yoktur. Fakat affetmenin sevabı vardır (Şûra 42/40). Allah'tan indirilenin en güzeline uymakla müslümanlar da yü­kümlüdür: "Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyunuz" (Zümer 39/55). Bütün peygamberlere indirilen kitaplar bize indiril­miş gibidir. Onların içinde en güzel olan Kur'ân'dır diyebiliriz. Ama âyette kastedilen, Kur'ân'daki hükümlerin, açıklamaların, insana sunulan çeşitli al­ternatiflerin en güzeline uymaktır. Yukarıdaki Şûra sûresinin 40. âyetinde belirtilen ilke buna delil teşkil etmektedir. "Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele!" (Zümer 39/18). "Allah, sözün en güzelini indirmiştir" (Zümer 39/23) ifa­desinden sözün en güzelinin Kur'ân olduğunu anlıyoruz.

Hz. Musa'nın kitabında ve Kur'ân'da olduğu gibi, bütün peygamberle­rin kitaplarında en güzel olan kelime, kelime-i tevhîddir, yani tevhîd inancı­nı belirleyen ifadedir. Allah'ın var ve bir olduğunu ifade etmek ve ona inan­mak, diğer her hükmün üstünde güzelliğe sahiptir. Şirki bırakıp tâğutu inkâr edip tevhîd inancını kabul etmek en güzelini almaktır. Hz. Musa'nın toplu­mundan da bunu istediğine inanıyoruz. "En güzelini almalarını emret!" ifa­desi, onlara "En güzelin ne olduğunu ve onu seçmelerini öğret!" anlamına gelmektedir. "Güzeller arasından en güzelini seçme yeteneklerini geliştirip onları terbiye et!" demektir.

6. "Yakında size/âşıkların yurdunu göstereceğim". Buradaki fâsik kavramı, "yoldan çıkanlar, günahkârlar, zulmedenler" anla­mına gelmektedir. "Yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim" ifadesini bir kaç mânaya alabiliriz.

a)  "Sizi onların yurdunda iktidara getireceğim" yorumu yapılabilir. Onların yurdunu göstermek, oranın iktidarını onlara teslim etmek mânasına alınabilir. O zaman Hz. Mûsâ için Allah Teâlâ'nın yazdığı levhalara kuvvet­le sarılıp en güzelini alıp hayata geçiren insanların istikbali, yoldan çıkanla­rın ülkesinde iktidarı ele geçirmektir. Bu durum siyasî erkin el değiştirmesi­nin sebebi olmaktadır.

b) Yüce Allah İsrâiloğullan'na, "Yoldan çıkmayınız, size gönderdiğim mesaja sanlınız ve onu hayata geçiriniz. Yakında yoldan çıkanların yurdu­nun ne hale geldiğini size göstereceğim. Bunu yapmazsanız, siz de o hale ge­lirsiniz. Bir toplumu yıkan ve yapan sebeplerin ne olduğunu size öğretece­ğim, size göstereceğim" demektedir.

c) Yüce Allah gözlem yaptırarak İsrâiloğullan'nı eğitmektedir. Yoldan çıkmanın neticesinde bir toplumun nasıl çöktüğünü, geride kalan harabeleri­ni gözlemleyerek ibret almaları yolunu takip etmektedir. Gerçekte yaşanan hayatın sonuçlarım gözlemek, en iyi eğitim metotlarından biridir. Bir sonra­ki âyette çöküşün sebepleri açıklanmaktadır.

Kısaca A'râf sûresinin 145. âyetinden şu neticeleri çıkartmak müm­kündür: Hz. Musa'nın vahiy kâtibi olmadığı için levhalarını Allah yazdı. O levhalar bir öğüt idi ve her şeyi din adına açıklıyordu. Önce peygamber, ki­tabının hükümlerine sımsıkı sarılıp hayatına uygulayacak, sonra toplumuna uygulatacak. Bir eğitimci olarak onlara en güzel olanı seçip almayı öğrete­cektir. Bunlar aynı zamanda günahkârlardan iktidarı almanın sebepleri ol­maktadır. Böylece siyasetteki değişimin ana sebebinin eğitim olduğu vurgu­lanmaktadır.[77]

 

Kibirlenmenin Sonuçları:

 

146. Yeryüzünde haksız yere kibirle/tenleri âyetlerim­den uzak tutacağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu du­rum onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarından ileri gelmektedir.

Bir önceki âyette "İleride/âşıkların yurdunu size göstereceğim" buyu-rulmuştu. Bu âyette de fâsıklarm psikolojik yapılan, inanıştan, tutumlan ve davranış biçimleri ele alınıp açıklanmaktadır. Böylece bir taraftan fâsığın kim olduğu tanımlanmakta, diğer taraftan da aynı davranışta bulunanlara ay­nı şekilde muamele edileceği uyansında bulunulmaktadır. Âyeti sebep-so-nuç ilişkisi içinde ele alırsak, Allah'ın kulunu kendi âyetlerinden çevirip çe­virmeyeceği sorusunu tam anlamı ile cevaplandırabiliriz.

1. "Yeryüzünde haksız yere kibirle-nenleri âyetlerimizden uzak tutacağım". İlk bakışta insanın aklına, Allah'ın kullannı âyetlerinden uzak tutması bir zulüm olarak gözükmektedir. Ama âyetin bu kısmına sebep-sonuç ilişkisi içinde bakınca, Allah'ın uzak tutma­sının sebebinin, insanın kibir psikolojisi olduğu görülecektir. Büyüklük tas­lamak sebep, Allah'ın uzak tutması da netice olmaktadır. Bu ne demektir? Kibir, insanın iç âlemini ve sosyal çevresini kirleten psikolojik bir durumdur. Kibir ile ilâhî âyetlerin bir araya gelmesi mümkün değildir. Kibirli insan, kir­li düşüncesi ve gönlü ile her şeyi kirleteceği için onun ilâhî vahiyden uzak durması gerekiyor. Onu âyetlerden uzak tutacak güç de sadece ve sadece Al­lah'tır.

Dikkat edilirse âyetin bu bölümünde "haksız yere kibirlenenler" kav­ramı ile Allah, hak ile kibri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü kibir hakkı ta­nımayan ve hakkın olmadığı yerde üreyen bir hastalıktır. Âyetin bu kısmın­da geçen âyet kavramı ne anlama gelmektedir? Bu kavramı, A'râf sûresinin buradaki anlamına göre ele alırsak, Hz. Musa'nın getirdiği "mucizeler" mâ­nasına geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü Firavun Hz. Musa'nın mucizelerine karşı kibirlendi ve kendisini tanrı yerine koydu. "Âyetlerimizden" denirken hem mucizeler hem Hz. Musa'nın kitabındaki âyetler hem de tabiat kanun­ları kastedilmiş olabilir. Mucizelerden, kitabın âyetlerinden ve tabiat kanun­larından hareket ederek, Allah'a varmayı ve böylece tevhîde ulaşmayı ona nasip etmeyecek anlamını vermektedir. Yüce Allah haksız yere kibirlenen kişiyi âyetleriyle, beyni ile veya fizikî mânada temas kurmaması için karan­tinaya almaktadır. Bu tecrit etme işlemine "uzak tutma" demektedir.

2. "Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinir­ler" . Yüce Allah burada kibrin sebep olduğu üç neticeye dikkat çekmekte­dir. 145. âyette geçen fâsık kavramının tanımında, "haksız yere kibirlenme­yi" koymaktadır. Yüce Allah haksız yere kibirlenen insanın inanç ve davra­nışlarının açılımını da âyetin ikinci bölümünde yapmaktadır.

a) Bütün mucizeleri görseler bile iman etmezler. Kibrin sebep, olduğu neticelerden bir tanesi de budur. Mucize olarak tabiat kanunu ve kitabın âyetlerinin tamamıyla karşı karşıya gelse, onları gözlemlese, onları okusa bi­le gönlünde imandan yana hiçbir kıpırdama olmayacaktır. Kibir, onun gön­lünde imanın sızabileceği hiçbir delik bırakmamıştır. Artık iman için orada alan kalmamıştır. Mucizeleri gözlemek, onların iman etmesi için yeterli ol­mayınca, yapılacak bir iş de kalmamaktadır.

Bu psikolojide olan insanların Allah'ın âyetlerine yaklaşması doğru ol­madığından, Allah, birinci bölümde "Âyetlerimden zaten uzaklaştırılaca­ğım" buyurmaktadır. Zaten Firavun'un "Sonra olanca çabasını gös­tererek sırtını döndü" (Nâzi'ât 79/22) ifadesiyle, mucizelere karşı takındığı tavır anlatılmaktadır. Kendisi döndüğü için Allah da onu döndürmüştür.

Çünkü Firavun Hz. Musa'nın mucizelerini gözlemlediği halde haksız yere kibirlenip sırtım döndü. "Onlar (doğruluktan sapıp) eğirilince Allah da kalplerini eğriltti" Saff 61/5). Yüce Allah inancı için o mucize­leri gönderdi, ama Firavun'un gönlünde yer kalmamıştı. Tabii ki burada Al­lah, gelecekle ilgili oluşumları gündeme getirerek aynı şartların oluşmasıyla aynı neticenin doğacağını vurgulamaktadır. Yani eğer gelecekte insanların bazıları Firavun gibi haksız yere kibirlenip gönüllerinde imana yer bırak­mazlarsa, Allah'ın âyetlerinden uzak tutulacaklarını bilmelidirler.

b) Bu insanlar "doğru yolu görseler, onu yol edinmezler" ifadesiyle yüce Allah, "yol" kelimesi ile "rüşd" kavramını bir araya getirmiştir. "Rüş-dün yolu" ne anlama gelmektedir? Rüşd kelimesi, Bakara sûresinin 186. âyetinde açıklandı. Tekrar o açıklamaya dönmeden buradaki mânasını ele alacağız. Bu âyette rüşdün yolu, "selîm aklın yolu" anlamını ifade etmekte­dir; çünkü Hûd sûresinin 78. âyetinde "rüşd", "selîm akıl" mânasına gelmek­tedir. Ancak A'râf sûresinin 146. âyetinde "doğru" mânasına da alınabilir. O zaman sırât-ı müstakim (doğru yol) gibi "sebîle'r-rüşd" de "doğru yol" mâ­nasını alır. Müstakim ne ise, rüşd de odur. Müstakim ile sıratın bir araya gel­mesi gibi, rüşd ile sebîl de bir araya gelmektedir. Rüşd müstakimin, sebil de sıratın eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.

Dikkat edilirse, "doğru yolu görseler" denmektedir. İnsan doğru yolu nasıl görür? Rüşd, akıl anlamına gelince, akıl da kendi kendini görebilmek­tedir. Akıl, aklın yolunu görür. Fıtratı gereği insanın aklı, aklın yolunu göre­ceğine göre, kibirli insanın aklı da bunu görebilir. Nisa sûresinin 6. âyetinde yer alan rüşd kavramı, "düzelme, salâh, uygun durum" anlamına gelmekte­dir, yani akla dayanan, aklın idare ettiği davranış biçimi olmaktadır. O za­man "rüşdün yolu", kurtuluşun yolu demek olur. Zaten akıl da doğru yola, yani kurtuluşun yoluna götürmektedir.

Demek ki Allah'ın âyetlerinden uzakta tuttuğu kibirli insanlar aklın yo­lunu görseler, onu kurtuluş yolu edinmezler. Kendi gözlemleriyle doğru yo­lu gördükleri halde, kibirlerinden dolayı o yola girmemektedirler. Bu anlam­da kibrin, aklın yoluna engel koyduğu neticesine ulaşıyoruz. Sebep kibir, doğru yolu yol edinmemek de netice olmaktadır. Bunların neticesi de Al­lah'ın âyetlerinden onları uzak tutmasıdır. Zincirleme bir sebep-sonuç ilişkisine şahit oluyoruz.

c) "Azgınlık yolunu gördüklerinde hemen ona uyarlar". Ayetin bu kıs­mında geçen gayy kavramı, "rüşd" kavramının zıddı olmaktadır. Rüşde akıl mânası verirsek, gayy akıl dışı anlamına gelir. Rüşde doğru yol anlamını ve­rirsek, gayy da sapkınlık yolu mânasına gelir. Gayy kavramı, "azgınlık, kö­tü, yanlış" mânalarına gelmektedir, yani aklın yer almadığı yol demektir.

Dikkat edilirse, "iman etmezler", "onu yol edinmezler", "azgınlık yo­luna uyarlar" şeklindeki üç eylemin faili insandır. Akıl dışı yollara girme­nin anlamı, insanın kendi hür seçimiyle, kendi görüşünü tek ölçü görerek ilâ­hî vahyin, yani Allah'ın ahlâkî hayatı düzenleyen değerleri kenara itmesi, on­ları hafife alması ve onları küçümsemesidir. Nefsinin isteklerini vahyin üs­tünde tutması, aklın bulunmadığı yolları yol edinmesidir. Sadece yol edin­mekle kalmıyor, Allah'ın âyetlerine karşı tavır sergiliyor. Kibir böyle bir davranışın da sebebi oluyor. Çünkü kibirli insan kendini kendine yeterli gör­mektedir ('Alak 96/7). Kendini kendine yeterli gören insan başkasının fikir­lerine baş vurmaz. Bu psikoloji onu, Allah'ın âyetlerine ihtiyacı olmadığı şeklindeki bir anlayışa götürmektedir.

3. "Bu durum, onların âyetlerimizi ya­lanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir". Âyetin bu kısmındaki be harfi, sebep bildiren bir edat olmaktadır. Yüce Allah şu soruya cevap vermektedir: Neden insanlar Allah'ın mucizelerini gördükle­rinde inanmazlar, doğru yolu yol edinmezler, azgınlık yoluna saparlar?

a) Allah'ın âyetlerini yalanlamaları sebebiyle bu duruma düştüklerini söylemektedir. Yalanlamanın anlamı, inkâr etmektir. İnsan hayatında hangi yolu takip edeceğini, ancak ilâhî vahiyden öğrenebilir. İlâhî vahyi yalanla­yan insanlar, hak ile bâtılı, doğru ile yanlış; iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini öğrenip hayata tatbik etmekten mahrum kalmaktadırlar.

b) O âyetlerden gafil olmaları da yukarıdaki durumun ikinci sebebi ol­maktadır. Yalanlayan insanlar âyetleri dinlemiyor, eline alıp okumuyor, ince­lemiyorlar. Yalanlama ve gaflet, sonuçta ihanete kadar gitmektedir. Böylece âyet kibri birinci sebep, yalanlama ve uzakta kalmayı ikinci sebep olarak tes-bit etmekte; inanmama, doğru yola girmeme, sapkınlık yolunu takip etmeyi de netice olarak belirlemektedir.

Diğer taraftan yüce Allah, bu şekilde davranan insanların neden böyle davrandıklarını anlamak, sebep-sonuç ilişkisi içinde analizlerini yapmak, bu konuda eğitimcilerin işlerini kolaylaştırmak için açıklamalar yapmaktadır. Din bilginleri bu tip insanlarla karşılaşacak, âyeti bilenler analizlerini rahat­lıkla yapacaklar, iyi ve doğru aklın yolunu anlatmaya devam edeceklerdir.

İnsan psikolojisini tahrip eden, kirleten ve sağlıksız hale getiren kibir, olduğu yerde durmamakta, insanın yapacağı gözlemlerden çıkaracağı iyi ne­ticeleri engellemekte, daima doğrunun tersini yapmaya teşvik etmekte, akla isyan edip onun önerdiği yola girmemekte, böylece insanın içinde isyan psi­kolojisini oluşturmaktadır. Bu isyan psikolojisi, imanı ortadan kaldırmakta, aklı devre dışı bırakan yalan ve gaflete kadar uzanmaktadır.[78]

 

İnsan Ve Eylemleri:

 

147. Delillerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar yapmakta oldukla­rının karşılığında başka bir ceza mı göreceklerdi ki?

Dikkatle bakıldığında bu âyetin bir önceki âyette yer alan Allah'ın "Âyetlerimden uzaklaştıracağım" ifadesini sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamakta olduğu görülecektir.

1. "Âyetlerimizi (delillerimizi) ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir". "Âyetlerimizi yalanlayanlar" ifadesiyle yüce Allah, bu âyeti bir önceki âyete bağlamakta­dır. Âyetten kasıt mucizelerdir. Daha önce Allah'ın peygamberlere verdiği mucizeler, O'nun için deney, bizim için ise mucize olmaktadır. Allah'ın de­lillerini ve âhiretle karşılaşmayı inkâr etmek, bu âyette de sebep olmaktadır. Âyetin bu kısmında geçen ve "karşılaşma" anlamına gelen .lika, bu kar­şılaşmanın olacağının önceden belirlendiğini ifade etmektedir. Değişmeyen kurallardan biri de budur.

Diğer taraftan burada ceza gününe "hesap günü" denmesinin sebebi de, insanlar sadece âhirette karşılaşmaya değil, birbirleriyle de karşılaşacakları­na inanmalıdırlar. Mâide sûresinin 109. âyetine göre âhiret, "toplanma günü" anlamına gelmektedir. Demek ki lika kelimesi hem âhirette karşılaşmayı hem de insanların birbirleriyle karşılaşmalarını ifade etmektedir. Bir taraftan Allah'ın delillerini diğer taraftan bu karşılaşmayı yalanlayan insanlar, kendi­lerine zarar vermektedirler. Böylece imanın başka bir boyutu ortaya çıkmak­tadır. Amellerin boşa gitmesi, onların değerlendirmeye tâbi tutulmaması de­mektir. İman aynı zamanda amellerin boşa gitmesini önlüyor, onların Allah tarafından değerlendirilmesini temin ediyor.

2. "Onlar yapmakta olduklarının karşılığında başka bir ceza mı göreceklerdi ki?" âyeti, insanların amellerinin görecekle­ri cezayı belirleyeceğini vurgulamaktadır. Yüce Allah insana keyfî muame­lede bulunarak cezâlandırmamaktadır. İnsanın ameli hem cezayı hem de cezanın özelliğini belirlemektedir. İnsan sadece ve sadece kendi amelinin karşılığını ceza olarak görecektir. Bunun başka bir anlamı da, insan sadece kendi amelinin karşılığı olarak cezalandırılır, başkalarının ameli ile cezalan­dırılmaz.

Amellerin değerlendirmeye tâbi tutulmayıp boşa çıkması da bir nevi ceza olmaktadır. Allah'ın farzlarını yerine getirmemek, yasaklarını çiğne­mek, haramlarını yapmak karşılığında görülecek olan ceza şekli, amellerin değerlendirilmeye tâbi tutulmamasıdır. Allah'ın âyetlerini ve âhirette karşı­laşmayı inkâr etmenin sonucu da bu cezalandırma şekli olmaktadır.[79]

 

Şirk Zulümdür:

 

148. Musa'nın arkasından kavmi ziynet takımlarından böğürebilen bir buzağı heykelini edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteri­yor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldu­lar.

149. Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış ol­duklarını görünce, dediler ki: "Eğer Rabbimiz bize acı­maz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğrayanlar­dan olacağız!"

Bu âyetler analiz edilirken cevaplandırılması gereken bazı sorular ola­caktır.

1. "Musa'nın arkasından kavmi ziynet takımlarından böğürebilen bir buzağı heykelini edindiler". Ayetin bu bölümünü bir soruyu sorarak açıklamakta yarar vardır: Buzağıyı tanrı edin­me, onların aklına nereden geldi? Bunu cevaplandırabilmek için, eski Mı­sır'ın dînî kültür yapısına bakmak gerekir. Muhammed Esed bu soruyu şu şe­kilde cevaplandırmaktadır: İsrâiloğulları'nın altın buzağısı, besbelli yüzyıl­larca süren Mısır kültürünün etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis'te, Tanrı Ptah'ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, yani Apis'e tapar­lardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis'in doğduğu düşünülür ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesindeki Osiris'e hulul ettiğine ina­nılırdı. Bu iki başlı tanrıya bundan böyle Osiris-Apis, başka bir ifade ile Serapis denirdi.

Muhammed Esed'in naklettiği bu bilgi, bize Mısırlılar'ın inanç ve ta­pınmalarının, tanrı anlayışlarının etkisi altında kalan İsrâiloğulları'nın hürri­yetlerine kavuşunca, aynı uygulamayı taklit ettiklerini göstermektedir. Âyet­te geçen "edindiler" kelimesine, "Tanrı edinip tapınmaya başladılar" mâna­sını vermek mümkündür. Demek ki buzağıyı tanrı edinip tapınma âdeti, İsrâiloğulları'ndan önce var olan bir kültür ve bir inanış biçimi idi.

Âyetin bu kısmında ele alınması gereken konulardan biri de, İsrâilo-ğullan'nın, Hz. Musa'nın arkasından böyle bir işe neden teşebbüs etmiş ol­duklarıdır. Hz. Mûsâ'nm onlar üzerinde büyük bir otoritesi vardı, fakat Hz. Hânın bu otoriteyi devam ettiremedi. Vekil aslın yerini dolduramayınca, halk yanlışların peşine takılmaktadır. Köle ruhlu insanlar daima baskı ile iyi yolda yürürler. Kendi başlarına kalınca, kendilerini iyide ve doğru olanda tu­tamazlar, baş kaldırıp umulmadık işler yapmaya başlarlar. İdareci yokluğun­da İsrâiloğullan, özendikleri Mısırlılar'ın tanrısını yapmaya ve ona tapmaya başladılar.

Bir toplumda siyasî erkte boşluk olmamalıdır. Siyasî otoriteyi ellerin­de tutanlar kendi yerlerine geçecekleri iyi yetiştirmelidirler. Arkadan gelen gidenin yerini dolduramazsa, toplumda çözülme, çürüme ve yozlaşmalar baş gösterir.

Diğer taraftan Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan'na tevhîd inancını anlatarak bir eğitim faaliyeti yürütüyordu. Eğitimde kesinti olmamalıdır. Hz. Harun tev­hîd eğitimini sürdürmekte yeterli olamadı, onun bu durumu tevhîd inancın­dan sapmaya, dolayısıyla otorite boşluğuna sebep oldu. Burada otoritenin di­nî hayattaki istikrarla olan ilişkisi vurgulanmaktadır. Alanında otoriter olan din bilginlerinin yetiştirilmesi, dînî hayattaki istikrarın gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Âyetin bu kısmında, buzağıyı ziynet eşyalarından yaptıkları söylen­mektedir. Bunun anlamı, buzağının eritebilecek altın ve gümüş gibi süs eş­yalarından yapıldığıdır. İsrâiloğulları, buzağı şeklinde bir tanrı edinip tapınabilmeleri için ziynet eşyalarını bağışladılar. Demek ki ziynet eşyalarından daha değerli olan tanrıyı arıyorlardı. Bir bakıma ziynet eşyaları tanrıya dö­nüşmüştü.

Tann'yı arama fikri, gerçek Tann'ya doğru yönelmeyince, süs eşyaları Tanrı'ya çevrilerek farklı bir ivme kazanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Gü­nümüzde ve gelecekte insanlar sahip oldukları ekonomik güce tanrı olarak tapacak, kimi zaman parasını kimi zaman malını tanrı makamına koyacaktır.

Burada akla gelen soru şudur: İsrâiloğullan ziynet eşyalarını nereden aldılar? Sorunun cevabını A'râf sûresinde bulamıyoruz, ama Tâhâ sûresinin 87. âyeti bunu cevaplandırmaktadır: "Fakat biz o kavmin ziynet eşyaların­dan birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâ-mirî de atmıştı". Demek ki buzağı tanrısı haline getirdikleri süs eşyalarını Mısırlılar'ın, yani Firavun'un tuttuğu yandaşlarının süs eşyalarından aldılar.

Denizde boğulan Firavun taraftarlarının geriye bıraktıkları süs eşyala­rından yükler dolusu süs eşyalarını yanlarına almışlardı. Bu süs eşyalarını hem İsrâiloğullan hem de Sâmirî, ateşte eritip buzağı haline getirdiler.

Hz. Musa'dan hemen sonra böyle bir işe girişip puta tapmaları kendi is­teklerine, kararlarına, düşüncelerine ve güçlerine mi dayanıyordu? Hz. Mû-sâ onların bu sapkınlıklarını sorgularken, ona verdikleri cevaptan bunu anlı­yoruz. "Dediler ki: 'Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle dönmedik" (Tâhâ 20/87). Öyle anlaşılıyor ki Sâmirî, Hz. Musa'dan sonra İs-râiloğullan'nı iyice etkileyip onların puta tapmalarını sağlamıştı. İsrâiloğulları'nı şu sözleriyle etkilediğini görüyoruz: "İşte bu buzağı, sizin de Musa'nın da tanrısıdır" (Tâhâ 20/88).

Tâhâ sûresinin 87. âyetinde İsrâiloğullan, bizim "kudret ve irâde" ola­rak tercüme ettiğimiz kelimeyi £ksadüc. "melkinâ" olarak ifade etmişlerdir. Bu kelime "güç" anlamına gelmektedir. İsrâiloğulları irâde kavramını bilme­diğinden, bu kavrama yer verilmiştir. Henüz hürriyeti tadamamış, onu haya­ta geçirememiş olan bir toplumun konuşması böyle olurdu; kendi gücüne, kendi irâdesine sahip çıkamaz. Yüce Allah onlann Hz. Musa'dan sonra düş­tükleri kötü durumu, mazeret getirerek nasıl aklîleştirdiklerini, bir kişinin veya kişilerin, irâdesine sahip çıkamayan toplumları kötü mânada nasıl etki­lediklerini anlatıp aynı hataya düşülmesini önlemek istemektedir.

Âyetin bu kısmında buzağının böğürebildiğine dikkat çekilmektedir. Böğürmesinin sebebini bazı müfessirler esen rüzgârın çıkardığı ses olarak değerlendirmektedirler. Aslında buradaki böğürmeden, bir hakaretin olduğu seziliyor. İsrâiloğulları'nın "böğürtü"nün peşinden koşup tanrı diye taptıkla­rı söylenerek aşağılanmaktadırlar.

Yüce Allah'ın konuyu detaylı bir biçimde anlatmasının sebebi nedir? İsrâiloğulları'nın böğüren bir buzağıya tapınmalarını anlatmanın ne faydası vardır? Ne dediği anlaşılmayan, söylediği sözler hiçbir mâna taşımayan, bö­ğüren insanların peşinden gidilmemelidir. Onları kutsallaştırıp tapınırcasına saygı duymak, İsrâiloğulları'nın bu durumuna düşmekten başka bir şey ol­mayacaktır. Böğüren insanlar câhil oldukları için böğürürler. Yüce Allah bu tür insanların peşinden gidilmesini istemediği için bunları anlatmaktadır.

2. "Görmediler mi ki o, onlara ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) be­nimsediler ve zâlimler oldular". Yüce Allah yanlış şeyi tanrı edindiklerini anlatırken iki şeyi gündeme getirmektedir.

a)  Konuşmak. Böğürerek değil de anlaşılabilir bir şekilde konuşmak gerekir. Düşündüğünü ifade ederken insan konuşmuş oluyor. Yüce Allah in­sanlara vahiyle konuşuyor, beyin ve gönüllerine sesleniyor.

b) Rehberlik etmek. "Yola götürmek" ifadesinin anlamı, tanrı olacak varlığın iyiye ve doğruya götürecek nitelikte olması gerekir, demektir. Bun­ların anlatılmasıyla hangi insanlara saygı duyulması gerektiğine ışık tutul­maktadır. Doğruyu, iyiyi ve hakkı konuşup öğreterek insanlara rehberlik eden, onları bu yollara götürenlere saygı duyulmalıdır.

c) Fayda ve zarar vermek. Tâhâ sûresinin 89. âyetinde bu özellik gündeme getirilmektedir: (O putların) kendilerine hiçbir söz söyeyernediğini, ne bir zarar ne de bir fayda verme gücünde olmadığını görmezler mi?" Yüce Allah burada "güç" kavramını gündeme getirerek, tanrının sonsuz bir güce sahip olması gerektiğine işaret etmektedir.

Hz. Peygamber'in tannlaştınlamayacağımn belirtisi olarak da aynı özellik A'râf sûresinin 188. âyetinde gündeme getirilmektedir: "De ki, ben Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim". Peygamberlerin tanrı olmasını önleyenlerden biri de güçsüzlük olmaktadır.

Konuşamayan, fikir üretemeyen, insanlara rehberlik edip iyi yola götü-remeyenleri tanrı edinmenin zulüm olduğu, âyetin sonunda gündeme getiril­mektedir. "Onu tanrı edindiler ve zâlimler oldular" denirken, şirkin zulüm olduğu bildirilmektedir.

3. "Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce, dediler ki: 'Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğra­yanlardan olacağız".

a) Burada "pişman olmak" diye mâna verdiğimiz kavram, sukıta fî eydîhim ifadesidir. Zeccâc bu ifadeye "pişmanlık ellerine düştü", yani "kalplerine düştü" şeklinde anlam vermektedir. Zemahşerî, "derinden pişmanlık duyma" şeklinde ifade etmektedir. Pişman olan kişi üzüntüsünden elini ısırır, böylece pişmanlık sanki eline düşmüş olur, ağzı eline değmiş olur. Bu işlemde, başın elleri arasına düşmesinin ardındaki pişmanlık psiko­lojisini gündeme getiren bir ifade olmaktadır. Psikolojik durumun fizikî du­rumla anlatımı yapılmaktadır.

Bize göre ziynet eşyalarını elleriyle atıp buzağıyı elleriyle yaptılar ve ona tapındılar. Yanlış yaptıklarını anladıklarında başlan ellerine düşmüş ol­du. Başını eline teslim eden, pişmanlığında kendini o ellerin arasına bırakıerir. İnsanın içindeki pişmanlık denen psikolojik durumun, beden diliyle ifade edilmesine şahit oluyoruz. Beden dili, insanın içindeki fırtınaları oku-:an. ifade eden, anlatan bir kitap mahiyetindedir.

b) "Gerçekten sapmış olduklarını görünce" ifadesiyle, insanın kendi iuramunu görüp tarafsız olarak değerlendirebileceğine işaret edilmektedir. Önemli olan sapıtmadan yanlışı görmek, pişman olmadan pişman olacak davranışta bulunmamaktır. İsrâiloğullan'nm kendi sapkınlıklarını görebil­meleri onlar için bir erdem olmaktadır. Kendi sapkınlığını görebilmenin an­lamı kendine yönelmek, kendini duymak ve kendini değerlendirmektir.

c) "Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız, dediler". Pişmanlı­ğın, tövbe ve istiğfarları gündeme getirdiğini görüyoruz. İsrâiloğullan'nm ilâhî merhameti ve affı bildiklerini gösteren bu âyet, yanlıştan dönme ve özür dilemenin ince bir ahlâk ve sağlam bir şahsiyetle kazanıldığına işaret etmektedir. Diğer taraftan âyetin bu kısmında, ilâhî merhamet ve bağışlan­mayı kaybetmenin manen iflâs olduğuna dikkat çekilerek iflâsın tanımı ya­pılmaktadır. Allah'tan merhamet ve af dilemek gibi bir ruh olgunluğunu gös­termelerini de söylemekte yarar vardır. Bu da İsrâiloğullan'nm artık kölelik psikolojisinden kurtulduklanmn, dolayısıyla şahsiyetlerinin geliştiğinin bir delili olmaktadır.

Yüce Allah onlann bu durumunu bize niçin anlatmaktadır? Müslüman­lar pişman olacakları davranışlarda bulunmamalıdırlar. Bir işin sonunun ön­ceden nasıl gelebileceğini kestirebilmelidirler. Ahlâkî davranışlarla dinî tec­rübeler, beşerî otoriteye bağlı kalarak gerçekleştirilmemelidir. Sonra otorite ortadan kalkınca, farklı davranmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Zamanla yaptıklanndan pişmanlık duyar ve sapkınlıkta bulunduklarını görünce, ma­zilerini karanlık olarak değerlendirirler. Böyle durumlarda gerekli olan deği­şimi gösterip iyiye yönelmenin de bir erdem olduğunu insanlara öğretmeli­dir. Bu öğretimde İsrâiloğullan model olarak anlatılmaktadır.[80]

 

Hz. Musa'nın Dönüşü:

 

150. Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndü­ğünde şöyle dedi: "Benden sonra arkamdan ne kötü şeyler yaptınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz'. Levhaları yere atıp kardeşinin başını tuttu, onu kendisine doğru çekti. Kardeşi dedi ki: "Ey annem oğlu! Bu topluluk beni horlayıp hırpaladı. Neredeyse canımı alıyorlardı. Bir de sen düşmanları bana gül-dürtme! Beni şu zâlim toplulukla bir tutma!"

Bu âyetin açıklamasından çıkarılacak önemli neticeler vardır. Âyette Hz. Musa'nın Tûr dağından dönünce, kavminin yaptıkları karşısında nasıl bir tavır aldığı ele alınmaktadır.

1. "Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndüğünde şöyle dedi: 'Benden sonra arkamdan ne kötü şeyler yaptınız!" Kendisinden sonra buzağıya tapmaları sebebiyle şirke düş­melerini değerlendirmekte ve "çok kötü" şey yaptıklarını söylemektedir. Bu değerlendirmeyi üzüntü içinde ve kızgın olarak yapmıştır. Gadap ve esef ke­limelerine, insan psikolojisinin kendinden aşağıdakilere ve yukarıdakilere bakış açısına göre mâna yüklenmekte ve kullanılmaktadır.

Hz. Mûsâ kavminin şirk koşmasından dolayı onlara kızdı, öfkelendi, ama onların yaptıklarından dolayı da Allah karşısında üzüldü. Beşerî boyu­tuyla kızdı; ilâhî huzurda da üzüldü. Onun içindir ki yüce Allah, onun bu iki ruh halini burada zikretti. Allah'a şirk koşulmasına üzüldü, esef duydu, ama bu yanlışı yapanlara kızdı, öfke duydu. Demek ki Hz. Mûsâ onların bu dav­ranışlarını, bir Allah adına, bir de kendileri adına değerlendirmişti. Bir pey­gamber olmasına rağmen kızgınlıkla üzüntüyü bir arada yaşadı ve bunu ke­limelerle dışa vurdu.

2. "Rabbinizin emrinde acele mi ettiniz". Bir şeyde ivedilik göstermek, o şeyi bir kenara atmak, yüzüstü bırakmak, dikkate almamak an­lamına gelmektedir. Hz. Musa'nın Tûr dağına çıkışını dikkate alıp mâna ve­recek olursak, "Allah'ın emrini beklemeyip acele ettiniz, yani ben Tûr dağın­dan ilâhî mesajı, Allah'ın emirlerini alıp gelecektim; siz ben gelinceye kadar sabır göstermediniz" demek olur. Burada Allah'ın emirlerine uymayıp bir toplumun kendi arzularına göre davranmasının yanlış neticeler vereceği ör­nek verilerek, bir işe teşebbüs etmeden önce enine boyuna tartışılmasını ve aklın temelleri üzerinde bina edilmesi öğütlenmektedir. Davranışları arzular âleminden akıl âlemine çekebilmek için bilgi ve sabır gereklidir.

Din eğitimcileri, dinin temelleri üzerinde oluşacak bir davranış konu­sunda halkı bilinçlendirmeli, bilgilendirilmeli ve sabrı tavsiye etmelidir. İs-râiloğulları Hz. Harun'u dikkate almadan, Hz. Musa'nın yokluğundan istifa­de ederek, beklenmeyen davranışta bulunup puta tapındılar.

3. "Levhaları yere attı, kardeşinin başını tuttu, kendisine doğru çekti. Kardeşi dedi ki: 'Ey ana­mın oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördü ve neredeyse beni öldürecek­ti!"

a) Hz. Mûsâ Sînâ dağından Tevrat'ın levhalarını alıp gelmişti. O, "Lev­haları yere atıp Hz. Harun'un başını tuttu ve onu kendisine doğru çekti". Âyetin bu kısmından çıkarılacak ilke şudur: Kızgınlık ve öfke hali, kitabı dinlemeyecek hale getirebilir, kitabı bir tarafa attırabilir. Toplumdaki grup­ların birbirlerine karşı öfke ve kızgınlık duymaları da hakikatin bir tarafa atılmasına sebep olmaktadır.

b) A'râf sûresinin 150. âyetinde Hz. Musa'nın Hz. Harun'u sorgulama­sı gündeme getirilmedi, ama Tâhâ sûresinde bu sorgulama yer almaktadır: "Ey Harun! Onların saptıklarını gördüğün zaman seni ne engelledi de, be­nim ardım sıra gelmedin. Emrime isyan mı ettin?" (Tâhâ 20/92-93). Bu sor­gulama A'râf sûresinde yer almamaktadır. Bu sorgulamanın ardından onun kafasını tutup çekmeye başladı. Bu çekme anında sorunun sorulduğu kana­atindeyiz. Hz. Mûsâ ile Hz. Hânın arasında öfkenin ve kızgınlığın getirdiği bedensel bir temas olmuştur.

c) Hz. Harun bu sorgulamaya şu şekilde cevap veriyor: "Sakalımı, başımı tutma! Ben senin şöyle diyeceğinden korkmuştum: Isrâiloğulları'nın arasına ayrılık soktun, sözüme bağlı kalmadın!" (Tâhâ 20/94); "Ey annemin oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldürecek­lerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!" (A'râf 20/150). Hz. Harun'un bu cevabından ve tepkisinden çıkarı­lacak önemli dersler vardır.

Asıl olanın yerine geçen vekil, güçlü olmalıdır, otorite boşluğu doğur­mamalıdır. Otorite boşluğu, sapkınlığa ve isyana kadar götürebilir. Vekil, as­lın ona yüklemiş olduğu görevi düşünürken, toplumdaki kötü oluşumların arasında kalma ihtimali vardır. Bu durum bir çözümsüzlük örneğidir. Yükle­nilen sorumlulukla halkın istekleri çatışabilir. Otoritesi olmayan vekiller, ya­ni siyasîler ikilemde kalır, toplumun yanlış davranışına müsaade etmiş ola­bilirler. Vekîl, aslın sorgulamasına, doğru, net ve kesin cevaplar verilmelidir: Hayat tehlikesi, tefrika korkusu, verilen emirlere itaatsizlik etme ihtimali, sorgulamadaki olumsuz cevaplara gösterilen sebepleri teşkil etmektedir.

Kızgınlığa karşı kızgınlıkla tepki gösterilmemelidir. Hz. Harun, anne­sini gündeme getirerek Hz. Musa'nın öfkesini yatıştırmaya çalışmakta, nazik ve kibar bir ifade kullanmakta ve onun merhametine sığınmaktadır. Toplu­luk huzurunda bir kimseyi azarlamanın, tartaklamanın doğru olmadığını öğütlemekte ve eğitimde eskimeyen kuralı koymaktadır. Topluluk huzurun­da birini tartaklamanın doğru olmayacağı şeklindeki evrensel ilke öğretil­mektedir. Suçlu ile suçsuz bir tutulmamalıdır. Hz. Harun şirk koşanları zâ­lim olarak nitelemiştir. Çünkü şirk zulümdür; zulmü işleyen de zâlimdir. Ve­kâleten siyasî iktidarı elinde tutan birini halkın huzurunda tartaklamak, şık olmayan ve eğitime ters düşen bir davranıştır.[81]

 

Kusuru Kendinde Aramak:

 

151. Mûsâ da: "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine sok, zira sen merhametlilerin en merha-metlisisin!" dedi.

Hz. Mûsâ, Hz. Harun'u sorguladıktan sonra, Tâhâ sûresinin 95. âyetin­de Sâmirî'yi de sorguladı. Sâmirî'nin sorgulamasına geçmeden önce de, A'râf sûresinin 151. âyetindeki af dileme duasını yaptığı anlaşılmaktadır. Hz. Mûsâ neden af dileme duası yapmıştır?

1. Hz. Mûsâ, toplumun puta tapma eyleminin sorumluluğunu kendinde ve Hz. Harun'da görmektedir. Bu âyetin tefsirinde Râzî, Hz. Musa'nın öfke­lenmesi sebebiyle af dilediğini, Hz. Harun için de İsrâiloğulları'na sahip çık­mak için yeterli uyanda bulunmaması sebebiyle af dilediğini söylemektedir. Hz. Musa'nın bir öz eleştiri yaptığı söylenebilir. Ortada puta tapma eylemi var. Her iki peygamber de kendini burada suçlu görmektedir.

2.  "Beni ve kardeşimi bağışla!" ifadesinden, bir kimsenin başka biri için Allah'tan af dileyebileceği hükmünü çıkartıyoruz. Kur'ân'ın pek çok âyetinde bazı duaların bu şekilde yapıldığına şahit oluyoruz. İbrahim sûresi­nin 41. âyetindeki Hz. İbrahim'in duası, örnek verilebilir. O duada Hz. İbra­him, kendisi, ebeveyni ve bütün müminler için af dilemektedir.

3. Bu duadan çıkarılacak evrensel ilke şudur: Bir toplumu idare eden­ler halkın sapkınlığından, bozulmasından dolayı kendilerini suçlu görmeli­dirler. Halkın yoldan çıkmasının sebepleri arasında, kendilerinin oluşturdu­ğu otorite boşluğunun olabileceğini göz ardı etmemelidirler. Yüce Allah bu­nu Hz. Harun örneği ile anlatmaktadır.

4. "Bizi rahmetine sok! Zira sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin". şeklindeki dileğin af ile merhametin arasındaki ilişki üzerinde ku­rulduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın rahîm, yani merhamet etme sıfatı­na sığınmak, onu harekete geçirmek, dileğin merkezî noktasını oluşturmak­tadır. "Yüce Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir" ifadesinden de, başka merhamet edenlerin olduğunu çıkarıyoruz. Demek ki yüce Allah, ra­hîm denen merhamet etme sıfatından insanlara da vermiştir. Başkasına mer­hametli davranan kişiler, Allah'ın sıfatını yeryüzüne indirme eylemini ger­çekleştirmişlerdir.

Acıma duygusu insanda doğuştan vardır, ama bu duyguyu merhamet haline getirmek eğitimle olur. Çünkü merhamette sadece acıma değil, sevgi, saygı, bağlılık, sıcaklık vardır. Diyebiliriz ki manevî eğitim, acıma duygusu­nu merhamete çeviren bir faaliyeti gerçekleştirmektir. Hz. Musa'nın duası, af dilemenin formülünü vermekte ve af dilemek için merhametin devreye so­kulmasının öğretimini yapmaktadır. Hz. Musa'nın bu duayı yapmış olmasıy­la, onun kızgınlığının ve öfkesinin geçtiğini anlıyoruz. Kızgınlık ve öfke, ilâhî merhamete yönelince ortadan kalkacaktır.[82]

 

Şirk Ve İftira:

 

152. Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, yakında onlara Rablerinin gazabı ve dünya hayatında bir zillet ulaşa­caktır. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.

153.  Kötülükleri yaptıktan sonra tövbe edip de iman edenlere gelince, şüphesiz ki o, tövbe ve imandan son­ra Rabbin elbette bağışlayan ve esirgeyendir.

Bu âyeti A'râf sûresinin 149 âyeti ile bağlantılı olarak açıklamak gere­kir. Puta tapan İsrâiloğullan yaptıklarından pişman olup sapkınlıklarını gö­rünce, tövbe edip af dilediler. Onların bu durumuna 152-153. âyetler açıklık getirmektedir.

1. Buzağıyı tanrı edinen müşriklerin iki türlü cezalandırılacağına dikkat çekilmektedir.

a) Allah'ın gazabı onlara ulaşacaktır. Allah'ın gazabı bu dünyada olaca­ğı kadar âhirette de olabilir.

b)  Dünya hayatında bir aşağılanma olacaktır. Bu zilletin ne olacağını Tâhâ sûresinin 97. âyetinde geçen Sâmirî örneğinden alabiliriz: "Artık haya­tın boyunca sen: 'Bana dokunmayınız' diyeceksin". Bunun anlamı toplum­dan soyutlanmaktır, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmaktır.

2. Yüce Allah buzağıyı tanrı edinenleri iftiracı olarak nitelendirmekte­dir. Bu, müşriklerin Allah'a eş koşmakla iftirada bulundukları anlamına gel­mektedir. Demek ki şirk zulümdür (Lokman 31/13), aynı zamanda şirk ifti­radır (A'râf 7/152). Allah'ın dininde uydurma yapanlar da müfterîdirler. Bunlar hem Allah'ın gazabına uğrayacak hem de bütün dünyada zillete dûçâr olacaklardır. Râzî, Mâlik b. Enes'ten şunu nakletmektedir: "Her bid'atçı, başının üstünde bir zillet bulur"[83].

"Buzağıyı edinmek" kavramı, aynı zamanda din dışı beşerî bir düşün­ceyi tanrı edinme eylemini de kapsamaktadır. İnsanların ürettikleri, dönüp de kutsallaştırıp tanrılaştırdıkları fikirlerin, İsrâiloğulları'nın tapındığı buza­ğıdan farkı yoktur. İsrâiloğulları ve Sâmirî'nin süs eşyalarından ürettikleri buzağı, günümüzde süslü fikirlerden oluşturulan sahte fikir yığını anlamına gelmektedir.

Genel eğitimin ve özellikle din eğitiminin amaçlarından biri, buzağı haline gelip tanrılaştırılacak sahte fikirlerden insanı kurtarmak olmalıdır. Kur'ân'da bu konuya yer verilmesinin hedefi budur. İnanç dünyasında, in­sanların geçmişten ibret alıp sıfırdan başlamalarını önlemek ve gelinen tev-hîd inancından hareket etmeyi temin etmek, din eğitiminin görevi olmalıdır. "Biz iftira edenleri böyle cezalandırırız" denirken, nesillerin dikkati çekil­mekte ve onlar eğitilmek istenmektedir.

Allah'ın sıfatları hususunda, dinî meselelerde ve Allah'ın âyetleri ala­nında düzmece yargılarda bulunmak, aşağılama, onları beğenmeme gibi ça­baların toplamı, buzağıyı oluşturmaktadır. Sâmirî eliyle buzağı yaptı, ama insanlık her an beyninde bir buzağı doğurmaktadır. Câhiliye döneminde in­sanlar elleriyle helvadan putlar yapıp tapıyorlardı, şimdi beyinlerinde ürettikleri fikirleri tanrı edinip tapmaktadırlar. Neticesi aynı olan farklı oluşum­lar üretmektedirler. Tevhîd inancından uzaklaştıran ne varsa, hepsi buzağı durumundadır.

Sâmirî, İsrâiloğullan için bir buzağı yaptı, ama şimdi insanlar pek çok buzağı üretmektedirler. Buzağılar birbirine şirk koşmaktadır. Böylece şirk inancının da şirkini çıkarmış oldular. Sonuçta sahte tanrılar sadece Allah'a eş koşulmamaktadır, birbirlerine de eş koşulmaktadır. Allah'a iftira edenler, bir­birlerine iftira etme yoluna girmişlerdir.

3. Yüce Allah şirk koşanları affetmeyeceğini açıkladıktan sonra, onla­ra bir çıkış kapısı vermektedir: "Kötülükleri yaptıktan sonra tövbe edip de iman edenlere gelince...". Bu ifade ile, şirk koşanlara bir değişim önerilmek­tedir. Bu değişimin yönü, iman denen tevhîd inancına doğru olmalıdır. Affe­dilmez bir hata olan şirk koşmayı bırakma şeklindeki değişim, farklı bir mu­ameleyi beraberinde getirecektir. Yüce Allah bu değişim ve onun getirdiği dönüşümün adına "tövbe" demektedir. Şirki bırakıp tevhîd inancına dönmek anlamına gelen tövbe, insanın manevî yapısında meydana gelen bir devrimin adı olmaktadır. Kötülüğü işleyip ardından tövbe edip iman edene nasıl bir muamele yapılacaktır? Bu sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir.

4. "Şüphesiz ki o (tövbe ve imandan) sonra, Rab-bin elbette bağışlayan ve merhamet edendir". Yüce Allah'ın değişim göste­rene, af ve merhamet sıfatlarıyla muamele yapacağını işaret etmektedir. Bu­radaki tövbe etmenin şekli de A'râf sûresinin 149. âyetinde açıklanmaktadır: Kendilerinin hatalı olduğunu görme, pişman olup Allah'tan merhamet ve af dilemektir. İnsanın manevî alanındaki bu değişim, beraberinde Allah'ın af ve merhametini getirecektir. İsrâiloğullan örneğinden hareketle yüce Allah, ev­rensel kanunu koymaktadır. Bütün insanlık için geçerli olan bu kural, Fur-kân sûresinin 70-71. âyetlerinde de gündeme getirilmektedir. Şirk, zina ve haksız yere cana kıymak gibi üç büyük günâhı işleyene aynı çıkış kapısı su­nulmaktadır. Tövbe edip iman eden ve iyi ameller işleyenlerin kötülükleri­nin iyiliğe çevrileceği, af ve merhamet edileceği garantisi verilmektedir.

Yüce Allah'ın burada gösterdiği çıkış kapısı, insanlarda şu anlayışı oluşturmamalıdır: "Ben bütün günâhları işlemeye devam ederim, nasıl olsa sonunda bir tövbe ile onları affettiririm". Bu düşünce ansızın gelecek bir ölümle suya düşebilir.[84] 

 

Öfke Ve Hz. Mûsâ:

 

154. Öfkesi dinince, Mûsâ levhaları aldı. Onlardaki ya­zıda Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rah­met vardı.

1. Âyetin "Musa'nın öfkesi geçince" bölümünde­ki sekete kelimesi, aslında "susmak" anlamına gelen sükûttan gelmektedir; "Musa'nın öfkesi susunca" demektir. A'râf sûresinin 150. âyetinde, Hz. Mû-sâ'nın kızgınlığı, sanki ona konuşuyor ve ona emirler yağdırıyordu: "Elinde­ki levhaları yere at! Kardeşinin kafasını yakala ve onu tartakla, kavmini azarla!" Emirler yağdıran bu öfkenin 154. âyette sustuğu anlaşılmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki konuşan ve konuşması oldukça etkili olan öfkenin ilk kötü etkisi dine, sonra insana, sonra da topluma olmuştur. Yüce Allah Hz. Musa'nın öfkesinin etkilerini anlatırken, onun dinin kutsal kitabını elden çı­karacak, attıracak ve insanlar arasındaki ilişkileri bozacak nitelikte olduğu­nu gündeme getirerek, gelecek nesillere bir mesaj vermektedir. Din alanında öfkeye yer yoktur.

Konuşan ve emirler yağdıran öfkeyi susturan, Hz. Harun'un nazik ko­nuşması olmuştur. Hz. Musa'ya "Annemin oğlu" demesi, toplumun huzurun­da onu tartaklamasının terbiyeye ters düşeceğini hatırlatması, tabii ki etkili olmuştur. 154. âyete dikkat edilirse, öfkenin cümlede özne olduğu görüleçektir; susan, yani geçen, öfke olmuştur. Geçme eylemini, öfkenin bizzat kendisinin yaptığı anlaşılmaktadır. Öfke bu eylemini bir canlı varlık gibi yapmıştır. Burada istiare sanatı kullanılmıştır.

2. "Levhaları aldı". Öfkesi dinince, emirleri yağdırması du­runca, yani susunca, Hz. Mûsâ levhaları yerden aldı. Bunun anlamı, vahyin yazılı olduğu levhalarla öfkenin aynı yerde olamayacağıdır. Öfke konuşma­ya başlayınca, levhalar elden çıktı, ama öfke susunca levhalar geri geldi. Bu anlatımın günümüze ve geleceğe yönelik tutacağı ışık şudur: Öfke, insanın elinden en kıymetli şeylerini bile çıkartır. Öfke ile din bir arada olamaz. Öf­ke, insana umulmadık işler yaptırır. Konuşan, emirler yağdıran öfke, diğer melekeleri, özellikle aklı devre dışı bırakır.

Bu etkinlikleri herkese yaptıracak güçte olan öfke geçince, insan elin­den çıkardığı değerlere tekrar dönecek ve onlara sarılacaktır. İnsan ile değer­leri arasına giren öfkeyi aradan çıkartmanın önemi bu âyette vurgulanmak­ta, dolayısıyla psikolojik bir eğitim yapılarak davranışların sebepleri anlatıl­maktadır. Levhaları atmanın, kardeşini tartaklamanın ve toplumu azarlama­nın sebebi öfkedir. Onun da sebebi, halkın puta tapmasıdır. Şirk koşma öf­keye, öfke de yukarıdaki davranışlara sebep olmuş ve böylece bir sebepler zinciri ile karşı karşıya kalındığı anlaşılmıştır. Sebepler ortadan kalkınca lev­halar da olması gereken yere gelmiştir.

3. "İçinde doğru yolu gösteren öğütler ve Rablerinden korkanlara rahmet vardı". Âyetin bu kısmında nüsha keli­mesi geçmektedir. Bu kelime, "nakletmek" anlamına gelen nesh kelimesin­den türemiştir. "İptal etmek, kaydetmek, nüsha, silmek, değiştirmek" mâna­larına gelen bu kelimenin geniş açıklaması, Bakara sûresinin 106. âyetinde yapıldı. Demek ki levhaların nüshasında, yani yazısında; rehber, yani doğru yola ileten hükümler ve insanlığa rahmet olacak esaslar yer almaktaydı.

Fakat o levhalardaki yazıların rehber ve rahmet olma özelliklerinin et­kili olacağı insanların psikolojisi de âyette gündeme getirilmektedir. "Rab­lerinden korkanlar için" denirken, hangi psikolojideki insanlara etkili olaca­ğı belirlenmektedir. Korku psikolojisi, Hz. Musa'nın levhalanndaki mesajla­rın rehber ve rahmet olmalarının alt yapısını oluşturmaktadır. Ama bu korkunun yönü Allah'a doğru olmalıdır. Onun içindir ki âyette "Rableri" keli­mesi yer almaktadır. Genel mânada bu âyete bakınca, ayrıca şu neticelere ulaşmak mümkündür: Yüce Allah öfke ve korku psikolojisini ele almıştır. Öfkenin dinmesi ile neler olduğu, Allah'tan korkmanın nelere götüreceği açıklanmaktadır.

Hz. Musa'ya gönderilen vahyin iki önemli özelliğinin, rehberlik ve rah­met olduğu tesbit edilmektedir. Allah'tan çekinenler için bu özelliklerin fay­da vereceği ve onlara yansıyacağı gündeme getirilmektedir. Demek ki hak dinin mesajından etkilenecek olan insanların belli bir psikolojik olgunluğa sahip olmaları gerekiyor. Korku gönülde olduğuna göre, gönül, ilâhî mesa­jın etkinliğini belirlemektedir, diyebiliriz. Gönüldeki oluşumlar, ilâhî mesaj­dan istifade etmeyi temin etmektedir. Eğitimci öfkeli olmamalıdır. Öfke eği­timciye erdem olarak inandığı kuralları devre dışı bırakmasına, inandığı ku­rallara ve değerlere karşı kendisinin tepki göstermesine sebep olur. Hz. Mûsâ'nm levhaları yere atması gibi, eğitimciye de bütün kuralları devre dışı bı­raktırır, kuralsız bir eğitimci olup çıkmasına sebep olur.[85]

 

Musibet Ve İmtihan:

 

155. Ve Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte huzurumuzda bu­lunmak üzere kavminden yetmiş kişi seçti. Onları deh-setli bir gürültü yakalayınca, Mûsâ dedi ki: 'Ey Rab-bim! Dikseydin onları da beni de daha önce helâle ederdin, içimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yü­zünden bizi helak edecek misin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dile­diğini de doğru yola iletirsin. Bizim velîmiz sensin, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bağışlayanların en iyi-sisin" dedi.

Bu âyetin analizinden elde edilmesi mümkün olan neticeler şunlardır:

1. Âyetin ilk bölümünde yer alan mîkat, "huzurda bulunma zamanı"nı ifade etmektedir. Bu zamanı da yüce Allah belirlemiştir. Hz. Mûsâ da kav­minin ileri gelen insanlarından yetmiş kişiyi seçerek huzurda bulunmak üze­re yola çıktı. Müfessirler buradaki mîkatın, A'râf sûresinin 142. âyetindeki mîkattan farklı olup olmadığını tartışmışlardır. Burada o tartışmalara burada yer verilmeyecektir. A'râf sûresinin 142. âyetinde bahsedilen mîkat hâdise­si, Hz. Musa'nın tek başına gerçekleştirdiği bir olaydır, ama 155. âyetteki mîkat, yetmiş kişi ile birlikte olduğu mîkattır. Bu da iki ayrı mîkatın olduğu­nu göstermektedir.

A'râf sûresinin 142 ve 143. âyetlerindeki mîkat, İsrâiloğulları'nın bu­zağıya tapmalarından önce olduğu halde, 155. âyetteki mîkatın buzağıya tapmalarından sonra olduğunu görüyoruz. Müfessirler Hz. Musa'nın yetmiş kişiyi nasıl seçtiği anlatılmaktadır. Buzağıya tapınmadan sonra yüce Allah onun seçeceği yetmiş kişiye tövbe etmeleri için huzurda bulunma zamanı ta­yin etti. Allah Neden yetmiş adamı seçip getirmesini emretmiştir? Bu soru­nun cevabını verebilmek için A'râf sûresinin 151. âyetine bakmak gerekiyor. Ama 155. âyetin sonunda genel bir af dilemenin olduğuna şahit oluyoruz. İki kişi için af duası yapmak yerine, umum için af dilemenin daha doğru olaca­ğının eğitimi verilmektedir.

2. "Onları, o müthiş deprem yakalayınca ...". Daha önce Semûd kavmini (A'râf 7/78) ve Medyen halkını da (A'râf 7/91) "reefe" de­nen şiddetle sarsmıştı. Bu sefer de Hz. Musa'nın toplumunu aym deprem ya­kalamıştır. Semûd, Medyen ve İsrâiloğullan'nın benzer taraflarından biri de bu cezalandırılma şekli olmuştur. Bunun hukukî çıkanmı şudur: Benzer suç­lara benzer cezalar uygulanmaktadır. Ceza hukukunda en zor konulardan bi­ri, hangi suç veya suçlara ne kadar ceza uygulanacağıdır. Hele aynı ağırlık­ta olan suçlan tesbit etmek ve onlara aynı ceza şeklini uygulamak bu işin en zor yanı olmaktadır.

Onları recfe niye yakaladı? Recfenin karşılığı şiddetli deprem, yani yer sarsıntısıdır. Yeri sarsacak kadar ne gibi bir ağır fiilleri olmuştu? Buzağıya tapmalarının, yani şirk koşmalarının neticesi olabilir mi? Bu sorulara cevap verebilmek için Bakara sûresinin 55 ve Nisa sûresinin 153. âyetlerine bak­mak gerekir. Bu âyetlerde İsrâiloğulları'nın Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça ken­dilerine göstermesini istedikleri gündeme getirilmektedir. Bu isteklerinin ar­dından onları yıldırım çarptığına dikkat çekilmektedir. Bazı müfessirler A'râf sûresinin 155. âyetindeki recfe denen depremi bu yıldırımla aynîleştir-mektedirler. Halbuki Nisa sûresinin 153. âyetinde yıldırım çarpmasından sonra buzağıya taptıkları anlatılmaktadır. Demek ki yıldırım çarpmasının se­bebi, Allah'ı açıkça görmek istemeleridir. A'râf sûresinin 155. âyetinde Hz. Mûsâ, "beyinsizlerin işlediği yüzünden" demektedir. O zaman recfe denen deprem bir eylemin, yıldırım da bir söylemin karşılığı olmaktadır. Eylem olunca, akla gelen ilk konu buzağıya tapınmalarıdır. Allah'ı görmek isteme­lerinin karşılığı yıldırım, buzağıya tapınmalarınınki ise deprem olmuştur.

3. "Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak edecek misin?" "Daha önce helak ederdin" ifadesinden anlaşılıyor ki, burada İsrâiloğulları'nın Al­lah'ı açıkça görmek istemeleri kastedilmektedir. Çünkü Allah'ı görmek iste­mek, buzağıya tapınmaktan daha büyük bir cezayı gerektirmekte idi. "Onla­rı ve beni" demesi de kendini toplumdan ayırmadığını ifade etmektedir.

"İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak edecek misin?" ifadesinden anlıyoruz ki, İsrâiloğulları'nın tamamı buzağıya tapmadı,  "içimizden birtakım kimseler" denmesi buna işaret etmektedir. Ama Hz. Mûsâ onları beyinsizlikle vasıflandırmaktadır. Sefîh kelimesi, Ba­kara sûresinin 142. âyetinde açıklandı. Peki Hz. Mûsâ neden kendisinin de helak edilebileceğini söylemiştir? Çünkü Hz. Mûsâ da A'râf sûresinin 143. âyetine göre Allah'ı görmek istemişti. Bu bağlantı, "Acaba recfe denen dep­rem, buzağıya tapmalarından önce Allah'ı görmelerinin ardından olmuş ola­bilir mi" sorusunu akla getirmektedir. Akla gelen bu soruya hiç gerek yok­tur. Önceki helak, Allah'ı görme isteği, şimdiki de buzağıya tapınma eylemi olarak netlik kazanmaktadır.

Âyetin bu kısmında yer alan Hz. Musa'nın ifadesinde bir sebep-sonuç ilişkisi yer almaktadır. "Beyinsizlerin yaptığı iş sebebiyle" demesi, buna de­lil teşkil etmektedir. Demek ki Allah'ın bir toplumu helak etmesinin sebebi, o toplumun eylemleri olmaktadır. İnsanların eylemleri arş-ı a'laya yüksele­rek helaki alıp gelmektedir. Yoksa Allah keyfî olarak kimseyi helak etmez. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'nın, helak ile insanların eylemleri arasında kurduğu bu ilişkinin doğru olduğunu görerek bize bir eğitim uygulamakta­dır. Hz. Musa'nın yakarışının recfe denen şiddetli yer sarsıntısı anında oldu­ğunu söyleyebiliriz. Hz. Mûsâ birilerinin yaptığı yanlışlarla, diğerlerinin cezalandırılmamasını istemektedir. Birilerinin işlediği günâhın toplumun ta­mamına mal edilmemesi konusunda dilekte bulunmaktadır.

4. "Bu is senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletir­sin" . Bu kısımdan çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:

a) Âyette geçen "sarsıntı, yani deprem"in Allah'ın bir imtihanı, bir de­nemesi olduğu söylenmektedir. Böylece Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan'nın doğru yola gelip gelmeyeceğini, yanlış fikirleri ve davranışları bırakıp bırakmaya­caklarının denendiğini anlamıştır. Başlarına gelen bu sarsıntının sebebini ne­rede arayacaklarının tesbiti yapılmaktadır. Bunun yapılabilmesi için de imti­han gerekli idi.

b) Allah'ın imtihanla bazılarını saptırmasının anlamı, insanların hür ol­duğunu ortaya koymaktadır. Depremin sebebinin kendi eylemleri olduğunun farkına varamayanlar, yoldan çıkmışlardır. Allah'ın saptırması da, onların bu sapıklığını tescil etmesidir. Depremin sebebi olarak kendi eylemlerini gören­ler doğru yolu seçtiklerinden, Allah onların bu durumunu kayıt altına almak­tadır.

c) Buradaki saptırmayı "mahvetmek" anlamına alabiliriz. O zaman "doğru yola üetme"ye de "kurtarmak" mânası verilebilir. Âyetin bu kısmına da "Sen onunla dilediğini mahvedersin, dilediğini de kurtarırsın" mânası ve­rilebilir. Bu anlam âyetin önceki bölümlerine uygun düşmektedir. Ortada bir deprem vardır. Hz. Mûsâ da helakten bahsetmektedir. Bunlardan hareketle saptırmaya, "helak etmek, mahvetmek" mânası verilebilir, doğru yola ilet­meye de "kurtarmak" denebilir.

Hangi mânada alınırsa alınsın, ortada insanın hür irâdesinden kaynak­lanan bir davranış ve inanış biçimi vardır. Bunu da yüce Allah'ın hür irâde­sine, kendi dilemesine göre değerlendirme yetkisi vardır. Hür irâdenin ürü­nü olan eylemi, hür irâdeye dayanan değerlendirme karşılayacaktır. Kulun hürriyeti, Allah'ın hürriyeti; kulun eylemi, Allah'ın eylemi ile bir şekilde bu­luşacaktır. Bu buluşmanın kulun aleyhine olmaması için gerekli eğitim veri­lirken, Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları model olarak seçilmiştir.

5. "Sen bizim velîmizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en üstünüsün!" Buradaki velî kavramı Al­lah'ın bir sıfatıdır. "Dünya ve âhirette insanların bütün durumlarına yardım eden, koruyan, sığınak olan, hâkimiyeti altına alan" anlamına gelmektedir. Hz. Mûsâ velî sıfatına anlam verirken, af ve merhameti de onun kapsamına almaktadır.

Böylece Hz. Mûsâ Allah'ın velî, gafur ve rahîm sıfatlarını gündeme ge­tirmektedir. Bu sıfatlarla Allah'a yalvarmaktadır. Aslında Hz. Musa'nın yal­varış şekli bize öğretilmekle, Allah'a nasıl yalvaracağımıza yön verilmekte­dir. Hz. Musa'nın yalvarışı burada kalmayıp sonraki âyette de devam etmek­tedir. Netice olarak diyebiliriz ki bu duaların bize öğretilmesi, onların kabul edildiğine işaret etmektedir.[86]

 

Allah'ın Rahmeti:

 

156. Bize, bu dünyada iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük. (Allah) buyurdu ki: "Kimi dilersem, onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşat­mıştır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimi­ze inananlara yazacağım".

Bu âyet 155. âyetin devamı durumundadır. Hz. Musa'nın 155. âyetin sonunda başlayan duası bu âyette devam etmektedir.

1. "Bize, bu dünyada iyilik yaz, âhirette de.". Râzî âyetin bu kısmını, 155. âyette geçen velî kavramına bağlayarak açıklamaktadır. Velî denen yardımcıdan iki şey beklenir: Birisi zararı gider­mek, diğeri de fayda temin etmektir. Zararı gidermek faydayı temin etmek­ten daha önce gelmektedir. Bundan dolayı Hz. Mûsâ yüce Allah'tan bağışla­masını ve merhamet etmesini dileyerek, zararı ortadan kaldırma duasını yap­mıştır. Ardından dünya ve âhiret hayatı için iyilik ve güzellik istemiştir.

Râzî'nin bu açıklamasına katılmamak mümkün değildir. Ama neden zararın kaldırılmasının faydanın temininden önce geldiğine açıklık getirme­mektedir. Bize göre zararı gidermenin fayda temininden önce gelmesinin se­bebi şudur: Zarar içinde olan insana fayda temin etmek neye yarayacaktır? Paslı bir demire pasını gidermeden boya sürmenin ne anlamı vardır? Önce pas zımparalanıp giderilir, sonra boya sürülür; o zaman boya kalıcı olur. Ve­lî merhamet eder. Velî, daima iyilik üretir. Bu sebepledir ki, deprem ve he­lak kavramlarının bulunduğu şartlar altında Hz. Mûsâ, bu ilâhî sıfata sığın­maktadır. Bakara sûresinin 200. âyetinde sadece dünya için iyilik istemenin doğru olmadığı ve bu istekte bulunanın âhiretten hiç nasibi olmayacağı vur­gulanmıştı.

Bakara sûresinin 201. âyetinde dünya ve âhiret için iyiliğin istenmesi önerilmektedir. Onun içindir ki Hz. Mûsâ hem dünya hem de âhiret için iyi­lik istemektedir. Fakat bu iyiliği isterken "Bizim için yaz!" ifadesini kullanmaktadır. Buradaki "yaz" dileğini İbn Abbâs ve Râzî, "Bize vacip kıl!", Zemahşerî ve Nesefî "Bizim için sabit kıl!" şeklinde mânalandırmış-lardır.

Burada sorulacak soru şudur: Dünya için iyilik, âhiret için iyilik ne an­lama gelmektedir? Çünkü iyilik kavramı oldukça izafîdir. Müfessirler dünya için iyiliği şu şekilde yorumlamaktadırlar: İbn Abbâs bilgi, ibadet ve günâh­tan korunmuş olmayı, dünya hayatının iyiliği; cennetin güzelliği ve nimeti­ni de âhiretin iyiliği olarak nitelendirmektedir. Kâdî Beyzâvî ve Nesefî, iyi yaşam ve Allah'a itaati nasip etmeyi dünya hayatımn iyiliği, cenneti de âhi­ret hayatının iyiliği olarak görmüşlerdir. Hâzin dünya hayatının iyiliği ola­rak iyi amellerin ürününü, günâhlardan affolmayı da âhiretin iyiliği olarak almıştır. Bütün bu açıklamalardan dünya hayatı için iyiliğin, dünya hayatın­daki mutluluk ve bu mutluluğu getiren her şeyi ifade ettiğini, belâlardan, zorluklardan, kötülüklerden arınmış, nimetlerle, güzelliklerle, lütufla ve iyi amellerle dolu olan bir hayat anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Hz. Musa'nın bu duasından çıkarılacak diğer bir ilke de şudur: Bir in­san peygamber bile olsa, dünya ve âhiret için iyiliği, ilâhî takdir ve müdaha­le olmadan elde edemez. O iyiliği elde etmek için bütün gayretini sarfettik-den sonra ilâhî takdîri ve müdahaleyi devreye sokmak için Allah'a yalvarma-lıdır. Dünya ve âhiret hayatında mutluluğu elde etmek, insan için oldukça zordur. Âyetin başında yer alan yaz emri, "takdir et, ihsan et, lütfet" mâna­larına gelmektedir. Velî sıfatına sahip yüce Allah bu iyilikleri insana nasip etmektedir. Önemli olan bu sıfaü harekete geçirecek gerçek duayı yapabil­mektir. Âyetin ilk kelimesi olan "yaz" emrinin mânasını, Bakara sûresinin 201. âyetindeki "ver"le karşılayabiliriz. Yaz demek, ver demektir, ver de yaz demektir.

2. "Biz sana döndük". Hz. Mûsâ, A'râf sûresinin 153. âye­tindeki mesajı gündeme getirerek tövbe etmektedir. O âyette kötülük işleyip ardından tövbe edenlerin affedileceğinin ilân edilmesinden dolayı, bu âyette de "Biz sana döndük" demek suretiyle tövbe ettiği belirtilmektedir. Âyetin bu kısmındaki hüdnâ (döndük) ifadesinden çıkarılacak ilkeler şunlar­dır: Duanın yapısında çoğul bir ifade yer almaktadır. Tövbenin topluca ya­pıldığı ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, bu yakansın özünde tevhîd inancı yer almaktadır. "Sana döndük" ifadesi, "Senden başkasını tanrı edinmekten vazgeçtik" anlamını da taşımaktadır. "Biz sana döndük" ifadesi, âyetin bi­rinci kısmındaki dünya ve âhiret için iyiliği isteme dileğinin de sebebi duru­mundadır. Eğer Allah'a yönelmeselerdi, O'ndan böyle bir istekte bulunmala­rı imkânsızdı.

3. "(Allah) buyurdu ki: 'Dilediğimi azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım". Hz. Mûsâ ve beraberindekilerin duası yüce Allah tarafından ce­vaplandırılmaktadır.

a) Allah'ın azabı her şeyi kuşatmamıştır; azabı hak edene, azap edece­ğine işaret etmektedir. Yüce Allah'ın azap etme konusundaki dileği, kulun yanlış hareketine göre oluşmaktadır. Dilediğine azabı isabet edecektir, ama o dileği de kulun günâhının temelleri üzerine kurulmaktadır.

b) Azabı bazı kimselere isabet ederken, rahmeti her şeyi kapsamıştır. Hiçbir canlı O'nun rahmetinin dışında kalamaz. Zaten Allah hiçbir şeyi rah­metinin dışında bırakmaz. Yüce Allah azabı ile rahmetini mukayese ederek açıklamaktadır. Rahmetinin kapsayıcı, ama azabının hak eden bazılarına isa­bet edici olduğunu beyan ederek, cezalandırmadan yana olmadığım vurgula­maktadır. Daha önce En'âm sûresinin 54. âyetinde, "Rabbiniz merhamet et­meyi kendisine yazdı" ilkesi görülmüştü. Ama hiçbir âyette azabı kendisine yazdığını bulmak mümkün değildir. Günâh işleyip tövbe etmeyen azabı ken­disine yazdırır, ama Allah rahmeti kendine yazmıştır. Rahmet, Allah'ın zâtı­nın gereği olmasına rağmen, azap Allah'ın zâtının değil, kulun amelinin ge­reği olmaktadır. Rahmet asıl, azap ise ayrıntıdan ibarettir.

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ ve yanındakilerin tövbe edip dünya ve âhiret için iyilik istemeleri, yüce Allah'ın azapla rahmeti mukayese eden açıklamasını getirmiştir. Azabın o şekilde açıklanması, onların karamsarlığa düşmemelerini; rahmetinin her şeyi kuşatıcı olduğunu söylemekle de ümitlerini canlı tutmalarını temin etmektedir. Hz. Peygamber şu hadîsi ile Al­lah'ın gazabı ile rahmetini mukayese ettiğini söylemektedir: "Benim rahme­tim gazabımı aşar".

c) Yüce Allah âyetin son kısmında rahmetini kimlere yazacağını açık­lamaktadır. "Sakınanlara yazacağım". "Sakınan" kelimesi, takva kavramı­nın yüklem kalıbının mânası olarak alınmaktadır. Bunun anlamı, takva de­nen ruh olgunluğuna ulaşan, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan, günâhları işlemekten kendini koruyan, farzları yerine getiren demektir.

Demek ki insanın kötülüklerden sakınması, Allah'a olan sevgisinden dolayı O'nu üzmek istememesi, ilâhî âleme yücelerek Allah'ın rahmeti yaz­masını temin etmektedir. Böylece yüce Allah takvaya yeni bir tanım getir­mektedir. Takva, Allah'ın rahmetini yazmasını temin eden insanın ruh olgun­luğu ve sakınma eylemidir. Burada takva ile rahmetin arasındaki ilişkiye şahit oluyoruz. Rahmeti yazdıran, bir manevî oluşumun adı olmaktadır. De­mek ki Hz. Mûsâ ve taraftarlarına hem azap hem rahmet hem de rahmet ile takva ilişkisi konusunda bir ders verilmektedir.

"Zekâtı verene yazacağım". Zekâtı vermenin anlamı, insanın insana merhamet etmesi demektir. İnsana merhamet edene yüce Allah rahmetini ya­zacaktır. Merhamet edene Allah rahmet edecektir. Merhamet edene rahmet olunur. Fakirin derdinden anlayan, onun durumunu gönlünde hisseden ve çözmeye çalışan insanlara Allah rahmetini yazacaktır. Demek ki Allah'ın rahmeti, paylaşımın olduğu yerde kendini göstermektedir.

"Âyetlerimize inananlara yazacağım". Allah'ın peygamberlerine ver­diği mucizelere ve âyetlerine inananlar, ilâhî merhameti hak etmektedir. İman da ilâhî rahmeti çağırmaktadır. Takva denen sakınma, paylaşım denen zekâtı vermek ve Allah'ın âyetlerine inanmak gibi gönül eylemleri Allah'a yücelmekte, rahmetin yazılmasını temin etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Musa'nın dünya ve âhiret için istediği "iyilik", âyetin sonunda rahmet olarak mânalandırılmaktadır. Böylece yüce Allah, Hz. Mûsâ ve yanındakilere dünya ve âhirette iyilik isteyebilmek için bazı davranışları sergilemeleri gerektiğini söylemektedir. İman etmek, zekâ­tı vermek ve sakınma denen ruh olgunluğunu oluşturan takvaya ulaşmak, bu eylemleri meydana getirmektedir. Hz. Musa'nın iyilik dediğini, yüce Allah rahmet olarak mânalandırmaktadır.

Yağmur denen rahmetin yağması için yeryüzünden buhann yükselme­si gerekiyor. İyilik denen ilâhî rahmetin yeryüzüne inebilmesi için takva, ze­kât ve iman gibi dinî ve sosyal değerlerin buharlaşıp ilâhî âleme yükselme­si gerekiyor. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'ya verdiği bu dersle bizim nes­limize ve geleceğin insanlığına, rahmetle insanların amelleri arasındaki iliş­kiyi anlatmakta, azapla rahmetin farkını ortaya koymakta ve Allah'tan dilek­te bulunmanın şekline dair örnekler vermekte, Hz. Mûsâ modeli ile tövbe ve istekte bulunmanın metodunu öğretmektedir.[87]

 

Peygamberlere Uyanlara Rahmet Yazıl­ması:

 

157. Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları ümmî peygambere uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, güzel şeyleri onlara helâl kılar, pis şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarındaki ağırlık­larını indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. Ona inanan, onu desteleyen, ona yardım eden, onunla indirilen ışığa uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Âyetin başındaki ellezîne dikkate alındığında, bu âyetin 156. âyetin devamı olduğu anlaşılacaktır. "Sakınanlara, zekâtı verenlere, iman edenlere rahmeti yazacağı" buyurulurken, bu âyette ona bir ilâve daha ya­pılmaktadır. Şu özelliklere sahip olan peygambere tâbi olanlara da rahmet yazacağı ifade edilmektedir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Neden 156. âyetin içinde ona yer ver­medi de onu bağımsız bir âyet olarak şekillendirdi? Bu sorunun cevabı, 157. âyette yer alan Hz. Muhammed'e kimlerin tâbi olacağı meselesini de çözüm­leyecektir. Çünkü 156. âyet doğrudan doğruya Hz. Mûsâ ve onun yanında­kileri muhatap alırken, 157. âyetin onları muhatap alması mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed'den asırlar önce yaşamış olan insanların, ona tâbi ol­ma imkânı yoktur. O zaman yüce Allah, Hz. Muhammed zamanındaki İsrâ-iloğulları'nı kastetmektedir. Onun için aynı âyetin içinde değil de bağımsız bir âyet olarak ona yer verilmiştir. Çünkü 157. âyette İncil'den de bahset­mektedir. 156. âyetin içeriğine bakınca, o dönemde İncil'in de gönderilme­miş olduğunu görmek mümkündür.

Şimdi 157. âyetin analizine geçerek gerekli olan çıkarımları yapabili­riz: Âyetin tamamında Hz. Muhammed'in özelliklerinin açıklandığı da dik­kate alınması gereken bir husustur. Bütün insanlığın ve özellikle İsrâiloğul-ları'nın tâbi olmasının istendiği peygamberin özellikleri nelerdir? Dikkat edilirse bu âyet bizzat Hz. Musa'nın 155 ve 156. âyetlerindeki yakarışının cevabı olmaktadır. Âyet bizzat Hz. Musa'ya inmiş, Kur'ân'da tekrar günde­me getirilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber'in bu özelliklerini yüce Allah Hz. Musa'ya anlatmıştır.

1. Bize göre Hz. Peygamber'in resul olması onun Allah'ın emirlerini alıp insanlara aynen ulaştırması, nebîlik özelliği de bizzat kendisinin o buy­rukları tatbik etmesi, kendini onlardan sorumlu tutarak hayata geçirmesi özelliğidir.

Resul özelliği ile asla hata yapamaz; getirdiği mesaja bir harf bile ilâ­ve edemez (Hakka 69/44-46), ama nebîlik özelliği ile bazı yanlış fetva ve uygulamalarda bulunabilir. Meselâ Tahrîm sûresinin 1. âyetinde kendisine şu şekilde bir sorgulama yapılmaktadır. Burada nebî özelliğine hitap edilmek­tedir: "Ey nebî! Hanımlarının rızâsını göze­terek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" Bu âyette helâli haram kılma gibi bir hatanın, onun nebîlik özelliğinden kaynak­landığım görüyoruz. Nisa sûresinin 65. âyeti açıklanırken bu konudaki ha­dîsler gündeme getirildi. Oraya dönülürse, Hz. Peygamber'in vahyin dışında hata edileceğini söylediği görülecektir. Kısaca yüce Allah asırlar sonra İsrâ-iloğullan'ndan ve bütün insanlıktan resul ve nebî, yani elçi ve haberci olan bir peygambere tâbi olmalarım istemekte ve bu tâbi olmayı rahmetini yaz­mak için bir sebep kılmaktadır.

2. "Resul ve nebî olan o peygamber ümmî idi". Burada­ki ümmî kelimesi, "okuma yazma bilmeyen" anlamına alınmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır, "anasından doğduğu hal üzerinde kalmak, bir ümmete mensup olmak, Ümmülkurâ'ya (Mekke) mensup olmak" üzere üç mâna vermiştir. Bize göre ümmî kelimesi, "okuma yazmayı bilmeyen" anlamında değil de ahlaken "anadan doğmuş gibi günahsız" mânasına alınmalıdır. Okuma yaz­ma bilmeyen bir peygamber, vahiy kâtiplerinin yazdıklarının doğru olup ol­madığım nasıl takip edecektir? Vahiy kâtiplerinin yazdıklarını kontrol etme­miştir, iddiasım doğru kabul edebilir miyiz? Hz. Peygamber'den önce kitap verilen peygamberler de okuma yazma biliyorlardı. Hz. Musa'nın Tûr dağın­dan alıp getirdiği levhalardaki yazılan okuyamıyor idiyse, nasıl peygamber­lik yapmıştı?

Okuma yazma bilmemek, bir anaya mensup olmak anlamına alınma­malıdır. Ahlâkî temizlik bakımından anasından doğduğu gibi olmasını ifade etmektedir. Müfessirler Ankebût sûresinin 48. âyetini delil getirerek ümmî­lik kavramına okuma yazma bilmemek anlamını vermektedirler:

 "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı".

Bu âyet ilk bakışta Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğinin bir delili olarak görülmektedir. Bir kutsal metni okuyup yazmadığı anlamına alı­nsa bile, onun okuyup yazma bilmediği mânasına gelmemelidir. Âyetteki ki­tap kavramı, özel bir anlam taşımaktadır. Daha önceki peygamberlere gelen vahyin bulunduğu kitap demektir. Böyle bir kitabı ne okumuş ne de yazmış­tır. Bir kutsal kitabı okuyup yazmamak bir şey, okuma yazma bilmemek ise başka bir şeydir. Her okuma yazma bilen bir insan mutlaka kutsal kitabı oku­yup yazacak anlamına gelir mi?

3. "Onu yanlarındaki Tevrat ve İn­cil'de yazılı buluyorlar". Hz. Peygamber'in ikinci özelliği, Tevrat ve İncil'de müjdelenmiş olmasıdır. İncil'i gündeme getirmekle, Hz. Muhammed döne­mindeki İsrâiloğulları'nın hedef alındığı ispat edilmektedir. Fetih sûresinin 29. âyetine göre, Hz. Muhammed'in Tevrat'taki ismi Muhammed'dir. Sâf sû­resinin 6. âyetine göre de İncil'de Ahmed'dir. Hz. Peygamber'in geleceğine, yani zuhuruna dair günümüzün Eski Ahid kitabında da bazı âyetleri buluyo­ruz: "Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek" (Tesniye, 18/8).

Kitâb-ı Mukaddes'te geçen bu âyette yer alan "kardeşleri arasından" ifadesi, Araplar'ı işaret etmektedir. Çünkü Araplar Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'e ulaşmaktadır. Araplar ile İsrâiloğullan kardeş çocuklarıdır. Kitâb-ı Mukaddes'te kastedilen peygamber, Araplar'dan gelecek olan peygamberdir. Diğer taraftan Yuhanna İncili'nin 14. babının 16. âyetinde, "teselli edici" bi­rinin gönderilmesi için Allah'a dua edeceği bildirilmektedir. Aslında bu ke­lime Parakletos'tur. Bu kelimenin Yunanca karşılığı, "çok övülen" anlamına gelen Periklytos'tur. Arapça eş anlamlıları "övgü" anlamına gelen hamd, "övdü" anlamına gelen hamidedir, yani başka bir ifade ile Muhammed ile Ahmed'in anlamını taşımaktadır.

Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı olan peygamberin isimleri bun­lardı. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber zamanına kadar gelen Tevrat ve İn­cil'de bu isimler yer almaktaydı. Yüce Allah İsrâiloğulları'ndan, kendi kitap-lannda yazılı olan peygambere tâbi olmalarını istemiş ve bunu rahmeti için sebep kılmıştır.

4. "O, onlara iyiliği emreder, onları kötülük­lerden alıkoyar". Bundan önceki üç şey, Hz. Peygamber'in vasıflarını teşkil ederken, burada görevi belirlenmektedir. Bundan sonra âyette yer alan Hz. Peygamber'in görevleri olacaktır.  "Onlara" denirken, hem İsrâiloğulları hem de diğer insanlar kastedilmektedir. İyi ve kötü olanı kim belirlemiştir de Hz. Peygamber onları emretmekte ve yasaklamaktadır?

Hz. Peygamber'in resul ve nebîlik özellikleri gündeme getirilmişti. Bu­nun ardından neyin iyi, neyin kötü olduğunun Allah tarafından vahyedildiği gerçeğidir. Birinci derecede iyi, tevhîd inancı; kötü de şirktir. Peygamberle­rin birinci görevleri budur. Ama iyi ve kötü, ahlâkî alan için geçerli olan iyi ve kötü de olabilir. İsrâiloğulları ve dönemin Araplar'mın en önemli yanlış­ları, şirk koşmaları idi. Şirkten onları uzaklaştırıp onlara tevhîd inancını ka­zandırmak, ilâhî eğitimin ilk basamağını teşkil ediyordu.

5. "Güzel şeyleri onlara helâl kılar, pis şeyleri yasaklar". Güzel şeylerden kasıt, temiz ve hoş olan şeylerdir. Neyin temiz, neyin pis olduğunu din adına peygamber belirleyemez. Peygamber sadece Allah'ın belirlediği, temiz ve pis şeylerin neler olduğunu öğreterek helâl ve haram ilkelerini tesbit etmektir. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini öğ­retip topluma kazandırmak, peygamberlerin görevidir. İyi ile kötü daha çok ahlâkî, temiz ile pis, fikrî ve ekonomik alanda geçerli kavramlardır.

Burada sorulacak soru şudur: Hz. Peygamber'in bu özellikleri, Hz. Mû-sâ ile ilgili bir konu anlatılırken niçin zikredilmektedir? Bu sorunun cevabını Nisa sûresinin 160-161. âyetleriyle vermek mümkündür: "Yahudilerin zul­mü, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasak edildi­ği halde faiz almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık".

Bu âyetlerden anlıyoruz ki zulüm, Allah yolundan insanları çevirmek, faiz yemek, kul hakkı yemek gibi kötü eylemlerden dolayı bazı helâl şeyler yahudilere haram kılınmıştı. Hz. Peygamber, yahudilere bir ceza olarak ha-Tam kılman temiz ve hoş şeyleri helâl kıldığından dolayı konu burada gün­deme getirilmektedir. Aslında Nisa sûresinin 160. âyetinde geçen harremnâ kelimesini "yoksun bırakmak" anlamında almak daha doğru ola­caktır. Bunun anlamı îsâ'dan sonra İsrâiloğullan'nı güzel ve hoş şeylerden mahrum, yani yoksun bırakmasıdır.

Hz. îsâ'dan sonra onların aşağılanmaları, sıkıntı çekmeleri, diğer mil­letlerin yararlandığı hayatın nimetlerinden asırlar boyu yoksun bırakılmala­rı anlatılmaktadır. Hz. Muhammed'e gönderilen vahiy daha önce yahudilere yasaklanan ve yoksun bırakılan şeyleri helâl kıldı, onlardan istifade etmele­rini serbest bıraktı. Kendilerine haram kılınan ve kendilerinin yoksun bıra­kıldığı güzel şeyleri helâl kılan mesajı getiren peygambere tâbi olanlara yü­ce Allah rahmetini yazacaktı.

Mâide sûresinin 3 ve 90. âyetlerinde geçen pis şeyleri de yasaklayarak, helâl olan yiyeceklerle haram olan yiyeceklerin sınırını tesbit etti. Ayrıca ba­kara sûresinin 275, Âl-i İmrân sûresinin 130. âyetlerinde faizi, Nisa sûresi­nin 2 ve 10. âyetleri ile de yetim malını yemeyi, Bakara sûresinin 183 ve Ni­sa sûresinin 29. âyetleriyle de kul hakkını yemeyi yasakladı. Bu arada Kur'ân'm diğer âyetlerinde geçen haramları tesbit ederek pis şeylerle güzel ve hoş şeylerin alanını ve onları birbirinden ayıran çizgiyi belirlemiş oldu.

6. '''Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zin­cirleri indirir".

a) Âyetin bu kısmında iki önemli görev gündeme getirilmektedir. Yük ya da ağırlık anlamına gelen ısr, Kur'ân'da üç yerde geçmektedir. Bakara sû­resinin 286 ve A'râf sûresinin 157. âyetlerinde "yük", Âl-i İmrân sûresinin 81. âyetinde de "ahd" mânasını ifade etmektedir. "Ağırlık, şiddet, temayül, şefkat" mânalarına gelen bu kavram, daha çok yük anlamı ile bilinmektedir. Yanlış bir davranışa verilen cezanın ağırlığı, şiddeti mânasına geldiği gibi, dinî bir görevin ağırlığını da ifade etmektedir. Bu mânalardan hareket ede­rek bu yükün ne olduğuna bakabiliriz: Birisi Hz. Musa'nın getirdiği mesajda yer alan hükümlerin ağırlığı, diğeri de İsrâiloğuları'nın Hz. îsâ'dan sonra gü­zel ve hoş şeylerden mahrum bırakılmaları, çeşitli sıkıntılara uğramalarının oluşturduğu ağır yükü onlardan kaldırması anlamına gelmektedir. Bakara sû­resinin 286. âyetinde şu dua yer almaktadır: "Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme!" Hz. Peygamber öncekilere yüklenen ağır yükü indirmekteydi. Âyetin bu kısmında geçen anhüm zamiri, İsrâ-üoğullan'na gitmektedir. Yüce Allah Hz. Peygamber'in İsrâiloğulları'na yö­nelik neleri yaptığım açıklamaktadır.

b) "Üzerlerindeki zincirleri indirir". Buradaki zincir ifadesi, hürriyet­le alâkalıdır. İnsanlar arasında hor görülme, itilme ve hürriyeti elinden alın­manın bir anlamı da ayağına zincir vurulmaktır. Zincirlerin onların ayağın­dan çözülmesi görevi de Hz. Muhammed'e verilmiştir. Kur'ân'ın mesajı, in­sana insan olma onurunu vermek, tedrîcî olarak köleliği ortadan kaldırmak­ta, aklı kullanmayı, iman etmeyi öne çıkarttığı için artık İsrâiloğulllan'nın da horlanmasını yasaklayıp ayaklarındaki zinciri kırmıştır.

Diğer taraftan âyette geçen zincir ifadesi, hukukî bakımdan insanın hürriyetine vurulan zincir mânasına da gelmektedir. Düşünceye vurulan zin­cir, hukukî zincirden daha kötüdür. Hz. Muhammed, Kur'ân mesajı ile dü­şünceye vurulan zincirlerin kilidini açıyordu. Bu görevi yerine getiren bir peygambere tâbi olmaları, onlara rahmetin verilmesini temin edecekti.

Yüce Allah İsrâiloğullan'na Hz. Muhammed'in hangi konularda dev­rim yaptığını, hangi konularda faydalı olduğunu anlatarak, ona tâbi olmala­rını temin etmeye çalışmaktadır. Ekonomik, ahlâkî, hukukî ve fikrî mânada­ki düzenlemelerin tetkik edilip anlaşılması ve takdîr edilmesi, bu tâbi olma eylemini gerçekleştirecektir. Âyetin 4, 5 ve 6. kısımlarından anlıyoruz ki, in­sanoğlu tâbi olacağı insanın kendisine hangi faydayı sağladığına bakar. Çün­kü insan doğası gereği faydanın peşinde koşar. Yüce Allah Hz. Muham­med'in İsrâiloğulları'na temin ettiği faydayı anlatarak, onun peşinden gitme­lerini sağlamaktadır.

Bu hususlardan ilk üçü Hz. Peygamber'in özelliklerini, ikinci üçü de görevlerini belirlemektedir. Özellik ve görevleri burada İsrâiloğullan'nı özel olarak, insanlığı da genel olarak ilgilendirmektedir. Bu vasıf ve görevlerle donatılmış peygambere karşı nasıl bir tavır takınılacağı âyetin devamında açıklanmaktadır.

a) "O peygambere inananlar" ifadesi özel mânada İsrâilo-ğulları'na, genel mânada insanlığa hitap ederek, Hz. Peygamber'e inanılma­sını istemektedir. Ancak burada iman etme konusunda bir emir değil de bir iman etme şekli gündeme getirilmektedir. Sıla cümlesi ile "inananlar" kalı­bında getirilmektedir. İnanmanın faili, İsrâiloğuları veya genel olarak insan­lar olmaktadır. Kendi hür irâdesi ile Hz. Peygamber'e inanan insanlara ne olacağı âyetin sonunda gelmektedir.

b) "Onu destekleyip yüceltenler" ifadesi kısmında geçen if 'azzere fiilinin "yüceltmek, saygı göstermek" anlamına geldiğini söyleyen Râzî, kelimeye "menetmek, engellemek, kötülüğü işlemekten alıkoymak" anlamını veren Zemahşerî'nin verdiği mânayı da nakletmektedir. Hz. Pey­gamber'e inanmaktan hemen sonra onu yüceltmek, ona saygı göstermek ey­lemi gelmektedir. Saygı gösterip yüceltmek, Ona inanmış olmanın delili ve ispatı olmaktadır.

c) "Ona yardım edenler". Her peygambere karşı çıkıldığı, düş­manlık yapıldığı ve bu düşmanlık duygusunun uygulamaya dönüştürüldüğü gibi, Hz. Muhammed'e de ölümcül muhalefet yapılmıştır. Allah, Hz. Pey­gamber döneminde yaşayan İsrâiloğulları'ndan peygamberine yardım edil­mesini bu şekilde istemektedir. Buradaki yardım sadece o dönemde yaşayan İsrâiloğuları'nı değil, daha sonra gelen nesilleri de kapsamaktadır. Hatta sa­dece İsrâiloğullan değil, tevhîd inancına sahip olanlar da bu kapsamın içine girmektedirler. Peygambere ve onun getirdiği mesaja saldıranlara karşı yar­dım etmek, ona iman etmenin, onu yüceltmenin bir işareti ve ispatı olmak­tadır. İman edilen ve yüceltilen bir değere yardım etmek erdemli bir davra­nış olduğundan, Allah ona büyük bir değer vermektedir.

d) "Onunla indirilen nura uyanlar" .Yüce Allah âyetin bu kısmında Kur'ân'ı bir nur olarak kabul etmektedir. Bu nur, Hz. Muhammed ile beraber indirildi. Şûra sûresinin 52. âyetinde de Kur'ân'ın nur olduğu vurgulanmaktadır. Bu nur insanın önünde gidecek, insanlar da ona tâbi olacaklardır. Çünkü Kur'ân insanın önünü aydınlatarak, gelecekte onu bekleyen tehlikeleri, Allah yolunda önüne konan engelleri ona göstermektedir. Kur'ân nurdur, çünkü nefis ve cehaletin karanlığını, ışığı ile yok etmektedir. İnsanın düşüncelerindeki olumsuzlukları, kemiren kurtları ona göstermekte, böylece doğru düşünmesini temin eden ışığı vermektedir.

e) "Onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir". Yüce Al­lah felah kelimesine âyetin sonunda yer vermektedir. "Kurtuluş, mutluluk, zafer kazanmak" mânasına gelen bu kelime, cümlede ism-i fail kalıbında gelmiştir. Böylece yüce Allah dünya ve âhiretin sıkıntılarından kurtuluşa, nefisle mücadeleden zafere giden formülü vermektedir. Peygambere iman, onu yüceltmek, ona yardım etmek ve onunla indirilen ışığa tâbi olmak, kur­tuluşa giden basamaklardır. Kur'ân denen ışığı takip etmek gibi önemli bir eylem, zafere giden yolun son basamağını oluşturan dinamiklerden biridir.

Genel mânada bu âyetten birtakım neticeler çıkartılabilir. Tevrat ve İn­cil'de vasıflan yazılı olan, iyiyi emredip kötülükten sakındıran, temiz ve hoş olanları helâl kılıp pis olanları yasaklayan, insanların yükünü ve ayaklanna vurulan zincirleri indirip kıran peygambere (resul, nebî, ümmî) inanmak, onu yüceltmek, ona yardım etmek ve onunla indirilen ışığa uymak bir insan­lık borcudur.

Böylece âyet, peygamberin özelliklerini, görevlerini ve ona karşı ya­pılması gerekenleri gündeme getirmekte, bu konuda derinlemesine bir din eğitimi ve öğretimi vermektedir. İyi ve kötü, temiz ve pis, sorumluluk ve hürriyet gibi temel değerlerle peygamberin öğretimi arasındaki ilişkinin ne olduğu belirlenmekte, bu eğitimden sonra insanlara düşen görevler tesbit edilmektedir.

Kurtuluşu, zaferi ve mutluluğu elde etmekle bu görevleri yerine getir­menin ilişkisine açıklık getirilerek hem İsrâiloğulları'na hem de insanlığa ev­rensel nitelik taşıyan bir ilke sunulmaktadır. Allah-peygamber-kul ilişkisi sistemindeki değerler, eylemler ve tutumlar gündeme getirilerek, manevî hayatın dinamikleri öğretilmektedir. Allah'ın merhametinin kimler üzerine olacağı 156 ve 157. âyetlerde açıklanarak, insanın beyni, gönlü ve eylem­lerinin oluşturacağı güce açıklık getirilmektedir.[88]

 

Hz. Muhammed İnsanlığın Peygamberi:

 

158. De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur; O, diriltir ve öldürür. O halde Al­lah'a ve Peygamberi'ne iman ediniz. Allah'a ve onun sözlerine inanan o ümmîpeygambere iman edip uyunuz ki doğru yolu bulaşınız".

Bu âyet, Hz. Mûsâ ve kavmine ait kıssanın arasına sıkıştırılmış bir âyet değil, tam tersine 157. âyetin bir devamı olma özelliğini taşımakta ve orada­ki özel mânayı evrenselleştirmektedir. 157. âyet, içeriği gereği İsrâiloğulla-rı'nı ilgilendirirken, 158. âyet bütün insanlığı kapsamına almaktadır.

1. "De ki: 'Ey in-sanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim". Âyetin bu kısmının ana teması, Hz. Muhammed'in Allah'ın in­sanlığa gönderilmiş bir peygamberi olmasıdır. Ayetteki nâs (insanlar) ve cem' (hepinize) ifadeleri bunu delillendirmektedir. "Ey insanlar! Sizin hepi­nize gönderilen bir elçiyim" denmesi, Hz. Peygamber'i insanlığın peygam­beri durumuna getirmektedir. Bu kavramların dışında şu âyetler de buna de­lil teşkil etmektedir:

a) Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde, Hz. Muhammed'in bütün insanlığa, bütün dünyaya, bütün toplumlara bahşedilen bir peygamber olduğu anlaşılmaktadır. "( Ey Muhammed) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"

b) Ahzâb sûresinin 40. âyetinde, bütün peygamberlerin "hâtem"i, yani mührü veya sonuncusu olduğuna dikkat çekilmektedir. "Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur"

c) Hz. Muhammed'in evrensel bir peygamber olduğunu belirleyen, ona gelen vahyin evrensel olmasıdır. Çünkü Kur'ân, ırk ve kültürel çevreleri aşa­rak bütün insanlığa hitap etmektedir. Kimi zaman insanlara "Âdem oğulla­rı" denerek hitap edilir (A'râf 7/21; İsrâ 17/70), kimi zaman da "Ey insan­lar" ifadesine yer verilir (A'râf 7/158; Hucurât 49/13). Bunun anlamı Kur'ân'm, ırk ve kültürler üstü bir kardeşliği, düşünce biçimini, bakış açısı­nı insanlara kazandırarak, kültürlerin çatışmasını önlemek amacında olması­dır.

Bütün doğmalardan uzak, dinamik ve doğurgan metin ve âyetleriyle Kur'ân, insan aklına hitap ederek, farklılaşmaların üstüne çıkıp kavga etme­lerini önlemektedir. Kur'ân'ın hiçbir kelimesinin değişmemiş olması, evren­sel değerleri savunması, objektif hukuku öne çıkartması, haklan baş köşeye oturtması, onun evrenselliğinin delili olmaktadır. Böyle bir vahyi getiren bir peygamberin evrensel bir kimliğe sahip olmasının gerekliliği ortaya çıkmak­tadır. Demek ki Hz. Peygamber'in evrensel bir mesaj getirmesi, onun bütün insanlığın peygamberi olmasını temin etmiştir.

Yüce Allah 157. âyette Hz. Musa'nın duasına icabet ederken, rahmeti­ni yazacağı diğer kimseleri de belirtiyordu. 158. âyette ise Hz. Peygam-ber'den bütün insanlığa hitap etmesi ve insanlığın peygamberi olduğunu öğ­retmesi buyurulmuştur.

2. "Göklerin ve yerin sahibi, kendinden başka tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın elçisi ...". Yüce Allah, bir taraftan Hz. Peygamber'in bütün insanlığın pey­gamberi olduğunu ilân ederken, diğer taraftan da kendisinin tek tanrı oldu­ğunu, dirilten, öldüren, göklerin ve yerin sahibi olduğu sıfatlarını da gündeme getirmektedir. Bunlar gündeme getirilirken gene de Hz. Muhammed'in evrensel peygamberliği anlatılmaktadır. Bunu bir cümle ile şöyle özetleyebi­liriz: Hz. Muhammed, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka tan­rı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, insanların hepsine gönderdiği bir el­çidir. Allah'ın, kendi sıfatlarını burada saymasının amacı, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu açıklamaktır. Böylece âyetin ilk iki bölümünde Al­lah'ın sıfatları ve peygamberlik müessesesi anlatılarak, bir ilahiyat dersi ve­rilmektedir.

halde Allah'a ve peygamberine iman ediniz. Allah'a ve O'nun sözlerine ina­nan o ümmîpeygambere iman edip uyunuz ki doğru yolu bulaşınız". Birin­ci ve ikinci bölümdeki ilahiyat dersinden sonra, insanların ne yapacağı gün­deme getirilmektedir.

a) Âyetin bu kısmında da 157. âyette Hz. Peygamber'in üç özelliği öne çıkarılmaktadır. Resul, nebî ve ümmî olması. Bu yönüyle 157. âyetin bir de­vamı olduğu ortaya çıkmakta; Allah'a ve peygamberine iman edilmesi de emredilmektedir.

b) Hz. Muhammed de Allah'a ve O'nun sözlerine, yani onun vahyine, Kur'ân'ına inanmaktadır. "Resul, Rabb'inden kendisine indirilene inandı, mü'minler de" Bakara 2/285). Bunun anlamı, Hz. Peygamber'in de dine ihtiyacı olduğudur. O da Allah'a ve O'nun vahyi­ne inanmak mecburiyetindedir. İnsanlara "Allah'a ve Kur'ân'a, yani kitapla­rına inanınız" derken ve bu mesajı insanlara tebliğ ederken, kendisinin inan­maması mümkün müdür? Bu kuralı pedagojik bağlamda açıklayabiliriz: İnanmayan, başkasını inandıramaz; tatbik etmeyen, başkasına tatbik ettire­mez. Onun içindir ki Allah, Hz. Muhammed'in, Allah'a ve O'nun vahyine inandığını insanlara ilân etmekte, bunu kendisinin söylemesini emretmekte­dir. İnsanlar Allah'a ve O'nun vahyine inanan peygambere inanacaklardır. Demek ki Allah'a ve O'nun kelimelerine inanmayan insanlara inanılmaya­caktır. İnandırıcı olmayana inanmak mümkün değildir.

c) Böyle bir peygambere inanmak, doğru yolu bulma ihtimalini günde­me getirdiğinden, âyetin sonunda p   le'alle kelimesine yer verilmektedir.

Doğru yolu bulmak için nasıl bir Allah'a ve peygambere inanacağını bildik­ten sonra iman etmek gerekiyor.

Onun içindir ki Allah önce "nasıl"ı cevaplandırıyor, sonra da ne yapıl­ması gerektiğini gündeme getiriyor. Nasıl cevaplandırılırken, Hz. Peygam-ber'in vasıflan, Allah'ın sıfatlan anlatılıyor; ne yapılması gerektiğine de iman edilmesi emrediliyor. Amaç bölümünde de doğru yolu bulma gündeme getirilmektedir. Demek ki yüce Allah bunlan öğretirken, insanın doğru yolu bulmasını hedef almaktadır. Doğru yolu bulmanın beyin ve gönül faaliyeti ile olacağına dikkat çeken Allah, bilgiyi ve imanı ilke olarak almaktadır.[89]

 

İyi Bir Grup:

 

159. Mûsâ toplumunda hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır.

1. Bu âyeti açıklamak için öncelikle Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetine bakmak gerekir: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir grup bulunsun" denirken, genel bir kanun konuyor, bu âyette de Hz. Mû-sâ'nın toplumunda böyle bir grup vardı, anlamına getiriliyor. Bir toplumda iyiye, doğruya, hakka çağıran bir grubun olması, hem eğitimin hem sosyal hem de siyaset açısından toplumun ayakta kalmasını sağlayacaktır. Hak ile doğru yolu bulan ve o yola götüren grup, Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetinde geçen eylemi gerçekleştiren grubun aynısı anlamına gelmektedir.

2. A'râf sûresinin 159. âyetinden çıkanlacak diğer bir neticeyi de Âl-i İmrân sûresinin 113-114. âyetleriyle açıklamak gerekiyor. Hz. Musa'nın top­lumunda hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir gru­bun olmasının anlamı, Hz. Musa'nın toplumundaki insanlann hepsinin aynı olmadığı, içlerinde iyilerin de bulunduğudur.

Ancak burada kastedilen Hz. Muhammed'in dönemindeki yahudiler mi, yoksa Hz. Mûsâ dönemindeki İsrâiloğullan mıdır? Bize göre birinci de­recede Hz. Musa'nın dönemi, ikinci derecede Hz. Muhammed'e kadar gelen bütün dönemler, üçüncü olarak da kıyamete kadar uzanacak olan dönemler kastedilmektedir. Eğer "Hz. Musa'nın kavminden" kasıt, onunla çağdaş ol-maksa, belli bir zaman dilimi, yok eğer Hz. Musa'nın kavminden olmak çağ­daşlığı şart koşmuyorsa, Hz. Peygamber zamanına kadar uzanan zamanlan anlatmaktadır. "Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde doğruluk sa­hibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyet­lerini okurlar. Onlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kö­tülükten menederler, hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardır" (Âl-i İmrân 3/113-114). Bütün bu âyetlerdeki fiillerin muzârî sîgasıyla ifade edilmesi, bu tür insanların her zaman olabileceğine işaret edilmesi içindir.

Yüce Allah bu âyetlerle İsrâiloğulları'nın hem inanç hem de ahlâkî ya­pılarını gündeme getirmekte, onların arasında tevhîd inancına sahip ahlaken dürüst insanlar olduğunu vurgulamaktadır. Böylece diğer insanların, İsrâilo-ğullan'nı değerlendirirken, bazılarının tarihteki dikbaşlılıklarını, savaş ateşi yakmalarını (Mâide 5/64), yeryüzünde büyüklenip bozgunculuk yapmaları­nı genelleştirmelerine sebep teşkil etmektedir. Onların bazıları, bazı davra­nışlarıyla toplumlarını ve bütün insanlığı sıkıntıya sokmuş olmasına rağmen, toplumlarının tamamını kötülemenin doğru olmayacağına işaret etmektedir. Kimi zaman bu sıkıntılar, Hz. Üzeyir ve îsâ Allah'ın oğludur (Tevbe 9/30) diyecek kadar tevhîd inancını sarssa bile, tevhîd inancına sahip olanlarının olduğunu haber vermektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, A'râf sûresinin 159. âyetiyle Âl-i İmrân sû­resinin 104, 113 ve 114. âyetleri bir araya getirildiğinde şu gerçek yakalana­bilir. İyiye, doğruya, hakka çağıran ve kötülükten uzaklaştıran bir grubun toplumda bulunması bir güvencedir. Toplumun yozlaşmasını, çürümesini ve gerilemesini önleyen bir güvencedir. Nemelâzımcılığı ortadan kaldıran bu durum, toplumun ayakta kalmasını sağlar. Böyle bir grubun toplumda olma­sı, sorgulanmaya götüren eylemler dizisinin canlı kalmasını sağlayacaktır. Hayatın her cephesinde "Yanlış yapıyorsunuz, doğrusu, iyisi ve hak olanı budur" diye bir sesin olması, toplumun canlı olduğuna bir işarettir. Bu ses candır, ruhtur, hayattır. Damarlara temiz kanı pompalayan bir kalp gibi çalışmakta, bütün organlara can vermektedir.[90]

 

Israilogulları'nın Kendi Kendilerine Zu­lümleri:

 

İ60. Bî'z Isrâiloğulları'nı, on iki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince Musa'ya: "Asanı taşa vur!" diye vahyettik. Derhal ondan on iki pınar fışkır-dı. Her oymak su içeceği yeri belledi. Onların üzerleri­ne bulutları gölgelik yaptık, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz nzıklann temizle­rinden yiyiniz! Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendilerine zulmediyorlardı.

Bu âyet A'râf sûresini Bakara sûresine bağlayan âyetlerden biridir. Ba­kara sûresinin 57 ile 60. âyetlerinin içeriğini toplu halde bu âyette bulmak­tayız. Bu âyetin geniş açıklaması için Bakara sûresinin 57 ve 60. âyetlerine bakılabilir. Burada âyetin ilgili diğer âyetlerle ilişkisi bakımında açıklamalar yapılacaktır.

1. "Biz İsrâiloğullan'm, on iki torun kabile­ye ayırdık". Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Onları on iki torun kabileye ayıran Allah'tır. Bunun anlamı, yüce Al­lah'ın sosyal oluşumlara müdahale ettiğidir. Âyetin bu kısmını, A'râf sûresi­nin 159. âyetine bağlayabiliriz. Musa'nın kavminden bir grubun olduğunu söyleyen 159. âyetin açıklamasını, 160. âyetin bu kısmı yapmaktadır. Bura­da sorulması gereken soru şudur: Yüce Allah onları neden on iki torun ota­ğına ayırdı? Sorunun cevabı çeşitli açılardan verilebilir. Hz. Yâkub'un on iki oğlu vardı. On iki oğuldan, on iki ailenin oluşturduğu gruplar teşekkül etmiş­tir. Burada biyolojik tabanlı sosyal bir oluşuma şahit olmaktayız. Bu ayırma­nın başka bir sebebi de psikolojik tabanlı sosyal oluşum olabilir. Bu ayırım döneminde İsrâiloğulları henüz kölelik psikolojisinden kurtulmamışlardı.

Kendi içlerinde, hasetleşme, kıskanma ve bozgunculuk psikolojisi he­nüz kaybolmamıştı. Sosyal bakımdan bu duyguların topluma zarar verme­mesi için yüce Allah, onları biyolojik tabana dayalı gruplara ayırdı. Her oy­mak kendi aralarında daha yakın, daha merhametli, daha sevecen davranıp, bu değerlerin hayata geçirilmesini temin edecekti. Eğitimde ailenin etkinli­ği, manevî değerleri yaşatmadaki ağırlığı anlatılmaktadır.

b) Diğer taraftan toplum bilimine, farklılaşmanın nereden başlayıp ka­bile, kavim ve millet haline gelindiğine de ışık tutulmaktadır. Sosyolojik ba­kımdan ailenin evriminden oluşan ilk sosyal grup, sıbt denen "boy" ya da oymak olmuştur. Âyette geçen esbât, sıbtm çoğuludur. "Boy, oymak, torun­lar" mânasına gelmekte, kabile anlamına geldiği de söylenmektedir. Aynı toplumun böylesine boylara, yani oymaklara ayrılmasında, ilâhî irâde ve takdîr yer almaktadır. Böylece yüce Allah İsrâiloğulları'nı oymaklara, boyla­ra ayırarak idarelerinin daha kolay olmasını temin etti. Bir toplumu grupla­ra ayırarak kontrol ve idare etmek kolaydır. Her oymak kendi sorunlarını da­ha kolay çözecektir. Onların farklı ihtiyaç ve sorunları, oymak halinde olma­dıklarında toplumda kargaşa meydana getirebilir; merkezden idare edilmesi zorlaşır. Her milletin şehirler haline gelmesi, bazısında eyaletlerin oluşması, merkezden idarenin zor olmasından kaynaklanmaktadır. Her bölgenin ve her ilin farklı sorunları olacaktır. Bunları yerinde çözmek daha kolaydır.

Yüce Allah Hz. Musa'nın toplumu idare etmesini kolaylaştırmış oldu. Her oymağın bir idarecisinin olması ve sorunlarını kendi aralarında çözme­leri bu kolaylığı getirmişti. Allah insanlığa, siyasî açıdan bir uygulama ve dolayısıyla kural getirmişti. Toplumu illere ayırarak, idarî sorumluluğun bir paylaşımı temin edilmekte, böylece sorunların yerinde çözümü sağlanmakta ve siyasî erki dağıtmak en etkili siyaset olmaktadır. Halka, kendi sorunları ile baş etme cesaretini ve sorumluluğunu vermek, halkın idareye katılıp de­mokratikleşmesini sağlamak en modern siyasî davranış olacaktır.

2. "Kav­mi kendisinden su isteyince, Musa'ya: 'Asanı taşa vur!' diye vahyettik. Der­hal ondan on iki pınar fışkırdı". Toplumun genelinde su ihtiyacı ortaya çık­tı. Yüce Allah bu konudaki nimetini, daha önce kendisinin oymaklara ayır­ma takdirine uygun olarak taksim etti. Allah önce İsrâiloğulları'nı on iki oy­mağa ayırdı. Toplumu idare eden kişiye toplumun ihtiyaçlarını karşılama zo­runda olduğunu da öğretti. Hz. Musa'ya ekmeğini taştan çıkarmanın zarure­tini gösterdi. Taştan su çıkarması, toplumun ekonomik ihtiyaçlarım giderme­nin zorluğuna işaret etmektedir. Zorluklara rağmen halkın ihtiyaçlarını gi­dermenin, ihtiyaçlarına çare bulmamn önemi vurgulanmaktadır. Bunun an­latılmasının sebebi şudur: Sizler Hz. Mûsâ gibi mucizevî olgularla halkın ih­tiyacını temin edemezsiniz. Hz. Musa'nın asası aklı, onun çalışmasını ve in­sanın çalışmasını temsil etmektedir. Aklınızla, çalışmanızla taştan ekmeğini­zi çıkartacaksınız, demektir. Sizin liderleriniz elinde mucize değnek olmaya­cak, ama sizin hepinizde akıl ve emek olacaktır. Siz onunla dağlan taşları ya­rıp ekmeğinizi çıkartacaksınız.

"Her oymak, su içeceği yeri belledi". "Belledi" di­ye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı, "bildi"dir. Yüce Allah'ın onları oymak­lara ayırarak taştan oymak adedince su akıtması, kendilerine ayrılan imkân­ları kullanmayı, başkasının hakkına tecavüz etmemeyi, başkalarının sahip olduğu şeyler sebebiyle kıskanmamayı öğretmek içindir.

Bu uygulamadan çıkarılacak önemli neticeler vardır: Toplumdaki her gruba ekonomik dağılım açısından eşit davranmak, grupların birbirlerini kıs­kanacak kadar farklı davranmamak, siyasî uygulamaların ilkesi olmalıdır.

Ekonomik menfaatlerden istifade ederken toplumda kargaşa çıkartılmamalı­dır. Bunun temin edilebilmesi için ayrı hizmet kanalları yaratmak, ayrıca halka kendi geçim kaynaklarını öğretecek bir eğitim ve kültür geliştirmek gerekiyor.

3. "Sonra onların üzerlerine bulutları gölgelik yaptık. Kendilerine kudret hel­vası ve bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz azıkların temizlerinden yiyiniz. Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil, kendilerine zulmediyor­lardı" . Yüce Allah onların sadece su içme ihtiyaçlarını karşılamadı, çölün sı­cağından onları korumak için bulutu gölgelik olarak gönderdi. Onlara kud­ret helvası ve bıldırcın eti de vererek beslenmelerini temin etti. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, insanın ihtiyaçlarını önemli olanlardan başlayarak temin etti. Önce su, sonra barınma, sonra da beslenme. Bunlar insanların te­mel ihtiyaçlarını teşkil etmektedir. Böylece yüce Allah halkın önemini vur­gulamakta ve idarecilere de öğretmektedir.

Kitâb-ı Mukaddes'te kudret helvasıyla bıldırcın eti anlatılmaktadır: "Ve illâ ki oldu ki, akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar ve sabahle­yin ordugâhın etrafına çiğ düşmüştü. Çiğ kalkınca, çölün toprağı üzerinde kırağı gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. İsrâiloğulları bunu gördüklerinde birbirlerine dediler: 'Bu nedir?' Çünkü onun ne olduğunu bilmiyorlardı. Mû-sâ onlara dedi: 'Bu, Rabb'in yemek için size verdiği ekmektir. Rabb'in em­rettiği şey budur. Her biriniz yiyeceğine göre ondan devşirin'. İsrail evi, onun adını Man koydular; ve o kişniş tohumu gibi beyaz ve lezzeti ballı yuf­ka gibi idi" (Çıkış, 15/13-16; 31).

Yüce Allah onlara verdiği rızkının temizlerinden yemelerini emrettiği­ni buyurmaktadır. Kendi verdiği rızkın pis olanı mı vardı da, temiz olanın­dan yemeyi onlara emretmişti. Râzî'nin işaret ettiği ve Kitâb-ı Mukaddes'te yer alan ifadelere göre, verilen kudret helvası ve bıldırcınlardan herkes ihti­yacına göre alacaktı. Az ihtiyacı olan az ölçekte, çok ihtiyacı olan çok ölçek­te alacaktı. Kitâb-ı Mukaddes bunu böyle yaptıklarını söylemektedir. Fakat bu ölçülü istifadeden sonra bazıları bu dengeyi bozmaya çalıştı ve bozdu. Bunu nasıl bozdukları Kur'ân'da anlatılmamaktadır.

Kitâb-ı Mukaddes'te (Çıkış, 16/23-28) İsrâilliler'in bir kısmının dinlen­me gününde yasak olduğu halde helva toplamalarını yüce Allah kendi emir­lerine baş kaldırma olarak nitelendirmektedir. Âyette yer alan zulüm kavra­mı, onların bu tür davranışları olabilir. Herkesin payına düşenden fazlasını alabilmek için sebt, yani istirahat günü toplamaya teşebbüs etmeleri, böyle­ce ölçeği bozmaları, kendilerine zulmetmelerine sebep olmuştur.

Âyetin bu son kısmından çıkarılacak diğer bir neticede şudur: Kul Al­lah'a zulmedemez, ancak kendine zulmeder. Diğer taraftan, "Rabb'in kulla­rına zulmedici değildir" (Fussılet 41/46) âyetine göre, Allah da kullarına zulmetmemektedir, ama kul kendine zulmetmektedir. Bunun anlamı şudur: İki varlık birbirine zulmetmez. Kul, Rabbine; Rabbi de kuluna! Kulun başı­na gelen her kötülük, kendi yapıp ettiklerindendir. İsrâiloğulları'nın da bes­lenme konusundaki yanlışlıkları, kendilerine zulüm olarak dönmüştür.

Âyetin son bölümünden çıkarılacak diğer bir netice de şu olabilir: Eğer âyette zulüm kavramı, onların hırs yaparak, avlanma ve helva toplamanın yasak olduğu günde bu eylemi yapmaları anlamına geliyorsa, o zaman âye­ti günümüzün ekonomik konularına taşıyabiliriz. İş adamları başkalarının hakkına tecavüz edecek kazançlar peşinde olmamalıdırlar. Harcadıkları emek ve sermayeleri miktarmca kazanma yolunu tercih etmelidirler. O za­man Allah'ın onlara takdir ettiği rızkın temizinden yemiş olacaklardır. Ka­zançlarının dışına taşmaları ise kazançlarına haram karıştırmalarına sebep olacaktır; bu ise bir zulümdür. A'râf sûresinin 162. âyetinde geçen zulmün sebebi, başka bir eyleme bağlanmaktadır. Oradaki eylemin, 160. âyetteki zulmün sebebi olup olamayacağını bizim farketmemiz gerekir.[91]

 

Allah'ın Emirlerini Yerine Getirmemek:

 

161. Hani onlara denildi ki: "Bu ülkede yerleşiniz ve oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yararlanınız ve (bunu yaparken) bizden günâhlarımızın yükünü kaldır, diye niyaz ediniz! Ve saygıda bulunarak kapıdan giriniz ki, sizin günâhlarınızı bağışlayalım ve iyilik yapanları kat kat ödüllendirelim".

162. Ama onlardan zâlim olanlar kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zulmetmeleri sebebiyle üzerlerine gökten bir belâ, bir âfet gönderdik.

Bu âyetler aslında Bakara sûresinin 58-59. âyetlerinin bir tekrarı gibi­dir, ama metinleri açısından ele alınınca, farklılık ortaya çıkacaktır.

1. A'râf sûresinin bu iki âyeti ile Bakara sûresinin 58-59. âyetlerinin arasındaki farklar metin bakımından şunlardır:

a) Bakara sûresinin 58. âyetinde "Bu kasabaya giriniz!"

dendiği halde, A'râf sûresinin 161. âyetinde "§u kasabada yerleşiniz!" ifadesine yer verilmektedir. Bakara sûresinde "Giriniz!", A'râf sûresinde "Yerleşiniz!" emri verilmektedir.

b) Her iki âyette tyimm "Yiyiniz!" emri yer aldığı halde, bu emirlerin başına Bakara sûresinde "fâ" harfi, A'râf sûresinde "vâv" harfi getirilmiştir.

c) Bakara sûresinin 58. âyetinde rağaden, yani "bol bol" ifadesi varken, A'râf sûresinde buna yer verilmemiştir.

d) Bakara sûresinin 58. âyetinde "Kapısından eği­lerek giriniz, hıtta deyiniz!" buyurulurken; A'râf sûresinin 161. Âyetinde "Hıtta deyiniz ve kapıdan eğilerek giriniz!"

ifadeleri yer almaktadır. Bakara sûresinde önce kapıdan girme, sonra af di­leme; A'râf sûresinin 161. âyetinde önce af dileme, sonra kapıdan girme sı­rası izlenmiştir. Bunun anlamı, önce af dileyip girmekle, önce girip sonra af dilemenin arasında bir fark yoktur, demektir.

e) Bakara sûresinin 58. âyetinde "j$££. hatâyâküm denirken, A'râf sû­resinin 161. âyetinde hatî'âtiküm kalıbına yer verilmektedir. İki­si de "hatalarınızı" anlamını ifade etmektedir.

f) Bakara sûresini 59. âyetinde "Zâlimler üzerine indir­dik" ibaresi varken, A'râf sûresinin 162. âyetinde "Biz onlar üzerine gönderdik" ifadesine yer verilmiştir.

g) Bakara sûresinin 59. âyetinde "Yaptıkları kötülükler se­bebiyle" denirken, A'râf sûresinin 162. âyetinde "Yaptık­ları zulümler sebebiyle" ibaresine yer verilmektedir. Bütün bu farklar metin alanındadır, mânada herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

2. "Onlara denildi ki: 'Şu şehirde yerleşi­niz!" "Şehir" diye tercüme ettiğimiz kelime, âyette "köy" anlamına gelen karyedir. Bu kelimeye "ülke" mânası da verilebilir. Önemli olan onun köy, şehir veya ülke olup olmaması değildir. Önemli olan yerleşik bir hayat ve düzenin olduğu bir yer olmasıdır.

Yüce Allah İsrâiloğulan'nın yerleşik düzene geçerek medenî bir hayat kazanmalarını istemiştir. Bir peygamberin toplumuna medenî olmayı, göçe­be iken temin etmesi mümkün değildir. Medenî bir toplumda yaşayarak me­denî olmayı öğreneceklerdir. Çünkü medeniyet sadece bilgi vermekle ger­çekleştirilemez, o hayatı teneffüs etmek gerekir. Medenî hayatın bütün ni­metlerine, yerleşik düzende kavuşmak mümkündür. Medenî hayatın kendisi bir okul görevi yapmaktadır. Onun bu işlevi, peygamberin getirdiği mesajın hayata geçmesine yardım edecek ve onu kolaylaştıracaktır.

Bakara sûresinin 58. âyetinde bu hayata girmek, A'râf sûresinin 161. âyetinde o hayatta yerleşmek, ilâhî bir emir olarak yer almaktadır. Yüce Al­lah İsrâiloğulları'nın sosyal ve psikolojik hayatlarındaki devrimin ancak yer­leşik düzene girmekle ve medenî hayatı teneffüs etmekle gerçekleşeceğini vurgulamaktadır.

Göçebelikle ne medeniyet oluşturulabilir, ne de medenî hayata yardım­da bulunulabilir. Kültürün bütün alanlarındaki gelişmeler, yerleşik hayatta gerçekleşebilir ve teneffüs edilebilir. Sanatsal ürünlerin her çeşidi, hayatı ko­laylaştıran teknolojinin oluşması ve ahlâktaki bütün olgunlaşmaların her se­viyesi, yerleşik hayatın sağlayacağı medeniyette kendini gösterecek ve in­sanlığa sunacağı için yüce Allah onların bu ülkeye girmelerini istemiştir.

3. "Ondan (nimetler­den) dilediğiniz gibi yiyiniz, bağışlanmak istiyoruz deyiniz ve kapıdan eğile­rek giriniz!" Âyetin bu kısmı yerleşik hayatın getirdiği nimetleri ele almak­ta, onların İsrâiloğulları'na kazandırılmasının önemini vurgulamaktadır.

a)  "Nimetlerden diledikleri gibi yeme"nin anlamı, yerleşik hayatın ge­tirdiği ekonomik imkânlardır. Göçebelikte düzenli ve bereketli bir ekonomik hayat yoktur. Allah yerleşik hayatı, ekonomik faydaları bakımından İsrâilo-ğullan için cazibeli bir duruma getirmektedir. Onlar göçebelikte doyasıya beslenemedikleri için, diledikleri gibi yemeleri imkânıyla yerleşik hayata geçirilmek istenmiştir.

b)  "Bağışlanmak istiyoruz" demelerini istemenin sebebi, medenî ol­manın şartlarından biri olan "özür dileme"nin vurgulanmasıdır. Çünkü hata­sının farkına varıp Allah'tan af dilemek, insanlardan özür dilemek, hem dinî hayatta hem de sosyal hayatta medenî olmanın bir ifadesidir.

c) "Kapıdan eğilerek girmeleri"ni istemesinin sebebi de, göçebeliğin kabalığından sıyrılmalarını ve medenî hayatı benimsemelerini temin etmek içindir. Buradaki secdenin psikolojik bir anlamı vardır. İnsan ayn kaldığı vatanına tekrar döndüğü zaman eğilip toprağı öper. Bu eylem, onun içinde­ki sılaya kavuşmasının ve hürriyeti teneffüs etmesinin bir göstergesidir. Me­denî hayatın nimetlerinden uzak kalan, hürriyetin tadını ve erdemini unutan bir toplumun yeniden medeniyete girmesi, hürriyeti o hayatın içinde teneffüs etmesi, Allah'a yapılacak olan bir şükür secdesi ile karşılanmış olacaktır.

Bu secdeyi Bakara sûresinin 34. âyetinde yer alan meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleriyle bağlantılı olarak açıklamak da mümkündür. Yüce Allah orada bilmeyenin bilene boyun eğmesini vurgulamış ve bütün insanlı­ğa bilginin boyun eğilecek bir değer olduğunu öğretmişti. Burada da mede­nî hayatın üstünlüğüne boyun eğilmesi istenmekle, aynı secdenin gerçekleş­tiğine şahit oluyoruz. Gerek Hz. Âdem olgusundaki secde, gerekse İsrâilo-ğullan'mn medenî hayata geçişlerindeki secde, çalışan, bilgi üreten ve onu eyleme dönüştüren toplumlara, bunları yapamayanların boyun eğeceği şek­lindeki evrensel ilkeyi insanlığa sunmaktadır. Artık toplumlar şunu bilmeli­dir: Çalışan, bilgi üreten ve onu eyleme dönüştüren toplumlara boyun eğmek zorundalar. Eşyanın tabiatında olduğu gibi, bilginin tabiatında da bu vardır. Bilgi boyun eğdirir. Bilgili insanın kendisi bile boyun eğer. Çünkü bilgi, akıldan sonra önde gelen en büyük değerdir. Bu üç şey, medenî olmanın ön şartlarıdır. Peki bunlar insanlık adına medenî olmanın ön şartı olurken, Al­lah katında nasıl bir değerlendirmenin alt yapısını teşkil etmektedirler?

4. "Hatalarınızı bağışlayalım. İyilik ya­panlara ileride lütfumuzu daha da arttıracağız!" Yüce Allah İsrâiloğulla-n'nın medenî hayata geçmelerini, hatalarını itiraf edip af dilemelerini, secde edip şehre girmelerini değerlendirerek, iki ödülle karşılık vereceğini günde­me getirmektedir: Af dileme ve muhsin sıfatıyla sıfatlananlara istikbalde lüt-funu arttıracaktır. Âyetin bu kısmı ile önceki bölümleri arasında bir bağlan­tı kurulduğunda şu neticeye varmak mümkündür: İnsanlar ilâhî affı, Allah'ın emrettiği amelleri yerine getirmekle elde edebilirler. Böylece A'râf sûresinin 162. âyetiyle muhsin kavramının tanımına yeni oluşumlar eklenmektedir.

5. "Fakat onlardan zâlim olanlar, sö­zü kendilerine söylenenden başkalarıyla değiştirdiler". İlk bakışta onların söylenenleri değiştirmelerinin anlamı, 161. âyette verilen emirleri yerine ge­tirmemeleridir. Ama yapmamak ayrı şey, değiştirmek ayrı şeydir. Bir şeyi başkasına karşılık değiştirmek manasıyla Jjf beddele kelimesi, emri yeri­ne getirmekten farklı bir eylemi ifade etmektedir. Allah'ın emrini başka bir emirle değiştirmek, bir nevi o emre ihanet etmektir. Yüce Allah bu eylemi yapanları zâlim olarak ilân etmektedir. Zulüm, Allah'ın emirlerini değiştir­meye kadar uzanmaktadır.

Burada sorulması gereken soru şudur: Yüce Allah bunu neden Hz. Mu-hammed'e inananlara anlatmaktadır? Çünkü bu tarihî olgu anlatılarak insan­lığa mesaj verilmektedir. Emirleri ya da mesajı değiştirmek, insanlığı karan­lığa itecektir. Meseleyi aile hayatından eğitime, oradan da siyasete kadar uzatmak mümkündür. Anne babanın söylediklerini, eğitimcilerin rehberlik için öğütlerini ve nihayet idarecilerin emirlerini değiştirmek, bir ihanettir.

6. "Biz de zulmetmelerinden dolayı üzerlerine gökten bir azap gönderdik". Buradaki, ricz kelime­si, "pislik" anlamına gelmektedir. Bu kelime, "murdar" anlamını da ifade et­mektedir. Demek ki İsrâiloğulları o şehre girmedi ve murdarlık azabına uğ­radılar. Bu bir belâ ve âfet olabilir. Bu belânın murdarlık şeklinde onlara azap olarak gelmesinin sebebi zalimlikleridir. "Sözü değiştirmek, hukuku değiştirmek mânasına da gelmektedir. Bu hukuk ilâhî hukuk olabileceği gi­bi, beşerî hukuk da olabilir. Yüce Allah insanlara tarafsız olan objektif hu­kuk gönderir ve objektif hukuk yapmanın metotlarını öğretir. Çünkü insan aklına hukuk yapma alanı bırakmıştır. Toplumlarda bazı insanlar objektif hu­kuku kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirmeye kalkarlar ve onlar bunu yapacak durumda iseler yapmaktan çekinmezler. Yüce Allah objektif huku­kun, özel menfaatler uğruna değiştirilmesine zulüm demektedir.

Allah bu insanlara murdarlık azabı vermektedir. Bu durum İsrâiloğul­ları için olduğu kadar, bu fiili işleyen bütün toplumlar için de geçerlidir. Hu­kuku menfaatlerine alet eden toplumlar medenî toplumlar, arasında yer ala­mazlar ve bu onlar için bir azap olmaktadır.[92]

 

Tarihten İbret Almak:

 

163. Deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu onlara sor! Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yap­tıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezler­di, işte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onla­rı imtihan ediyorduk.

Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:

1. Hz. Peygamber döneminde yaşayan İsrâiloğullan'nın özellikle yahu-di grubuna hakikati anlatabilmek için tarihî olgulardan hareket etme metodu gündeme getirilmektedir. Hz. Peygamber'e inanmamaları sebebiyle onun peygamberliğini ispat edecek olan konulardan biri, o kasaba halkının neler yaptığının bilinmesidir. Yüce Allah vahiy yoluyla bu bilgiyi, bu sosyal olgu­yu Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Deniz kenarındaki kasaba halkının örnek verilmesinin sebebi de ora halkının deniz hayvanlarıyla olan özel ilişkisidir.

2. "Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı". Denizin kıyısındaki kasabanın ismi konusunda çeşitli ri­vayetler vardır ki bunlar Eyle, Medyen, Teberiye şeklindedir. Sebt kavramı, "rahat etmek, uyumak, cumartesiye girmek, sakin olmak, bir şeyi kesmek, başı  tıraş  etmek,   şaşırmak"  mânalarına  gelmektedir.   Bu  kelimenin Kur'ân'daki mânaları da şunlardır:

a) İsim olarak cumartesi, fiil olarak cumartesi tatili yapmak "Cumartesi tatili yapmadıkları gün" (A'râf 7/163) "İçi­nizden cumartesi günü azgınlık edip de" (Bakara 2/65).

b)  Dinlenme. Furkân sûresinin 47. ve Nebe' sûresinin 9. Âyetlerinde uykunun ne anlama geldiği ifade edilirken, bu kelimeye yer verilmiştir. "Uykunuzu dinlenme kıldık" (Nebe' 78/9). Öyle anlaşılıyor ki yüce Allah, yahudileri imtihan etmek üzere onlara avlanma yasağı diyebile­ceğimiz "avlanma örfü" koymuştu. Haftada bir gün, yani cumartesi günü ba­lık avlayamayacaklardı. Burada sorulması gereken bir soru şudur: Yüce Al­lah neden onlara cumartesi balık avlamayı yasaklamıştı? Bu sorunun ceva­bını  verebilmek  için  Nahl  sûresinin   124.   âyetine  bakmak  gerekir:

"Cumarte­si tatili ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Kıyamet günü Rabbin muhakkak onların ihtilâfa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm vere­cektir" .

Müfessirler bu âyette geçen ihtilâfın konusunun tatil günü olduğunu söylemektedirler. Muhammed Esed, hakkında ihtilâf edilenin Hz. İbrahim olduğunu öne sürmektedir. Bize göre bu âyetin bulunduğu yer itibariyle Mu­hammed Esed haklıdır. Çünkü önceki âyetlerden gelen konu bu anlamı hak­lı çıkartmaktadır. Diğer taraftan Âl-i İmrân sûresinin 65. âyetinde kitap eh­linin Hz. İbrahim hakkında çekiştiği bildirilmektedir.

Kitap ehlinin bildikleri ve bilmedikleri konularda tartıştıkları (Âl-i İm­rân 3/66); Hz. İbrahim'in yahudi ve hıristiyan olmadığı açıklanmaktadır (Âl-i İmrân 3/67). Onun hakkındaki ihtilâf, onlara cumartesi balık avlanma ya­sağını getirmiştir. Muhammed Esed'in desteği ile bunu şöyle açıklayabiliriz: Yahudilerin çoğu tevhîd dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf Hz. İbrahim gibi büyük bir peygamberin soyundan gelmiş olmalarına daya­narak, kendilerinin Allah tarafından seçilmiş kavim olduklarını ileri sürmüş­ler ve Hz. İbrahim'in dininden sapmışlardı. Onun hakkında çelişkili görüşler ileri sürüp ihtilâfa düşenler, A'râf sûresinin 163. âyetinde "sapanlar" olarak nitelendirilmektedirler. Âyette geçen ya'dûne "haddi aşmışlardı" ifadesi de bu manevî taşkınlığı göstermektedir. Bir bakıma bu "av yasağı ör­fü" onlara ilâve bir yükümlülük getiren cezadır. "Her türlü işten, alışverişten uzak durma" anlamına gelen sebt günü, balık avlanması da yasaklanmıştır.

Cumartesi balık avlama yasağına uymak, aynı zamanda bir ibadettir. Bu, aynen zihâr yapan kişiye aralıksız iki ay oruç tutma kefaretinin verilmesine benzemektedir. Oruç tutmak bir ibadet olduğundan, zihâr yapmanın da cezası durumuna gelmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, yahudilerin Hz. İbrahim hakkında ileri geri konuşmaları, ihtilâfa düşmeleri, onlara cumarte­si balık avlama yasağını getirmiştir.

3. Cumartesi tatili yaptıkları gun ba­lıklar akın akın geliyordu". Ayetin bu kısmından balıkların da alışkanlık ka­zandıklarını anlıyoruz. Yahudilerin cumartesi günü tatil yaptıklarının farkına varan balıklar karaya kadar akın akın geliyorlardı. Avlanmayacakları güven­cesine sahiptiler. Daha önce Bakara sûresinin 217. âyetinde "saldırmazlık örfü"nde bahsedilmişti. Burada da "balık avlama yasağı örfü" gündeme ge­tirilmektedir. Balıkların o gün kıyıya akın etmeleri, bir nevi bu örfü yaşanır hale getiriyorlardı.

Âyetin bu kısmında geçen ££i, şurra' kelimesi, suyun yüzünde gö­ründükleri durumu ifade etmektedir. "Bir şeye yaklaşmak" anlamına gelen bu kavram, balıkların hareketini anlatmaktadır. Cumartesi günü balıklar su­yun yüzüne çıkarak kıyıya akın ediyorlardı. Tatil yapamadıklarında ise ba­lıklar kıyıya yanaşmıyorlardı. Bunun anlamı, avlanma yasağı olan cumarte­si gününün dışındaki günlerde kıyıya akın etmiyorlardı.

Yüce Allah müslümanların kitabında bu durumu niçin anlatmaktadır? Balıkların insanlara karşı bu tavrından, insanların insanlara karşı olan tavrı­na intikal edebiliriz. Yaşamak için hayvanlar bile güvenli bir ortam aradıkla­rına göre, insanlar da güvenli ortamlar ararlar. Toplumların birbirlerine gü­venli ortamlar temin edecek kültürel gelişmeleri gerçekleştirmeleri gerekir. Balıklar avlanma yasağı örfünü içgüdüleriyle farkederlerken, insanlar akıl­ları ve gönülleriyle bunu anlayacaklardır. Âyette "Saldırmazlık örfü"nün ge­liştirilmesi, insanlığa kazandırılıp hayata geçirilmesini teşvik söz konusudur.

4. "Yoldan sapmaları yüzünden onları böyle im­tihan ederiz". Âyetin sonunda gelen "fâsıklık yapmak" ifadesi, dünya malı­na karşı ihtirasın dürtmesiyle konan ilâhî yasağı bir tarafa atmak, o yasağı delmek anlamına gelmektedir. Balıklara karşı merhamet duygusundan yok­sun olarak "avlanma yasağı örfünü" bozmak demektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah bu hâdise dolayısıyla geleceğe ışık tutmakta ve avlanma yasağı ile ilgili hukukun temellerini atmaktadır. Gele­cek nesillere böyle bir yasak örfünün konulması, hem bilgi hem de ruhsal di­siplinin oluşmasının temini içindir. Balıklar karaya yanaştığı halde onlara do­kunmamanın meydana getirdiği ruhsal disipline destek verileceğine dikkat çekilmektedir. Böyle bir örf hukukunu çiğnemenin ne kadar kötü olacağına da işaret edilmektedir.[93]

 

Din Bilginleri-Halk İlişkisi:

 

164. İçlerinden bir grup şöyle dedi: "Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı bir topluma ne diye öğüt verip duruyorsunuz?" Dediler ki: "Rabbimize karşı bir mazeret olsun diye ve bir de sakı­nırlar ümidiyle".

Bu âyetin 163. âyetle ilgisi vardır ve bu bağlamda açıklaması yapıla­caktır. Cumartesi, balık avlama yasağım çiğneyip balık avlayanlara karşı bir grubun olduğunu bu âyetten öğreniyoruz.

1. Cumartesi balık avlama yasağını tanımayıp avlayan insanlara uyan­da bulunup vaaz eden bir sâlihler ya da din bilginleri grubu vardı. Demek ki yanlış davranışta bulunup yasaklan çiğneyen insanlann durumuyla ilgilenen, onlann yanlışlannı dert edinen bir grup insan vardı. Diğer taraftan, onlann bu yanlış hareketlerine katılmayan başka bir grup daha vardı. Bu durumda cumartesi avlanma yasağını delen üç grup insan vardı: Avlanma örfünü delip cumartesi balık avlayanlar, onlara katılmayanlar, onlan bu yoldan çevirmeye çalışan din bilginleri.

2. Cumartesi avlanma yasağını çiğneyenlere katılmayanlar, onları uya­ran din bilginlerine şu soruyu sordular: "Allah'ın helak edeceği, yahut şiddet­li bir azapla cezalandıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?" Onla­rın yanlış hareketine katılmayanlar, yüce Allah'ın onlara iki şeyden birini uy­gulayacağının farkına vardılar.

a) Onları helak edecek,

b) Ya da onlara şiddetli bir azapla ceza verecektir.

Öyle anlaşılıyor ki halkın bir kısmı, onların bu cezalardan birini hak et­tikleri değerlendirmesini yapmakta ve böyle bir kültüre sahip olduklarını açı­ğa vurmaktadır. O toplumda, Allah'ın helak edebileceğini, şiddetli azapla cezalandıracağını bilen insanların olması, dinî anlayışın, bilginin ve değer­lendirmenin bir seviyesi olduğuna delil teşkil etmektedir.

İnsanların istedikleri fiilleri bu şekilde değerlendirecek bir grubun ol­ması, toplumun canlı olduğunu ifade etmektedir. Kötülere tepki göstermeyen toplumlar, komaya girmiş demektir. Ama dikkat edilirse, bu değerlendirme­yi yapanlar oldukça kötümser bir duruma gelmişlerdir. Bu kötümserliğin sos­yal hayata yansımadığı da bir gerçektir. "Bunlara niçin öğüt veriyor­sunuz?" demeleriyle, kötümserliklerini açığa vurmuş oldular.

3. Din bilginleri, ya da toplumun iyi insanları, onların yanlışını dert edi­nen ve onlara engel olmak isteyenler, onların sorusuna şu cevabı verdiler: "Rabbinize mazeret beyan edelim diye, sakınırlar ümi­diyle". Bu cevapla o toplumun iyi insanları, Öğüt vermenin iki amacını orta­ya koymuşlardır.

a) Allah'ın huzurunda kötülükleri engellemeye çalıştıklarına dair bir delil ortaya koymak. Demek ki toplumun iyi insanları, nemelâzımcılık yapa­mazlar. Çünkü bulundukları konum, onlara Allah katında sorumluluk getiren bir makamdır. Allah bu hâdiseyi anlatmakla, toplumların iyi insanlarına kö­tüleri uyarma ve kötülüklerle mücadele etme görevini vermektedir.

b) Kötü davranış sergileyenlerin düzelmeleri anlamında sakınma, de­ğişme ve düzelme ümidini yitirmemek. "Umulur ki sakınırlar" ifadesiyle buna işaret edilmektedirler. Birtakım insanların kötü davranışları, diğer insanları kötümserliğin karamsarlığına itecek olsa bile ümitsizliğe düş­memek lâzımdır. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyi­niz!" (Zümer 39/53) âyetinde de buna dikkat çekilmektedir.

Demek ki öğüt vermenin ikinci amacı, halkın sakınması anlamına ge­len değişimi gerçekleştirmektir. Başka bir ifade ile takvalarım arttırmaktır. Toplumdaki sakınma duygusu, bağışıklık sistemini oluşturmaktadır.

Söz konusu dönemin iyi insanları, takva kavramını biliyor ve bunu eği­timin amacı olarak tesbit ediyorlardı. Demek ki takva kültürünün kökleri çok eskilere dayanmakta ve o kültürün din ile mayalandığına şahitlik etmektedir. Sosyal bakımdan sakınma duygusunu harekete geçirip hayata uygulamak, gelişmiş toplumların işi olmaktadır. Vücudun herhangi bir noktasına batırı­lan iğneye karşı nasıl bir refleks gösteriliyorsa, kötülüğe karşı manevî bir ref­leksle sakınmak da takvayı oluşturmaktadır.[94]

 

Öğüdü Unutanlar:

 

165. Kendilerine verilen öğüdü unuttuklarında, kötü­lükten alıkoyanları kurtarıp zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile ya­kaladık.

Bu âyet, 164. âyetin devamı durumundadır. 164. âyette iyi insanlar, Al­lah'ın helak edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere öğüt vererek, kötü eylemlerinden caydırmaya çalışıyorlardı. Bu faaliyetlerinin amacı hem Allah'a karşı bir mazeret, hem de kötülerin sakınmasını sağla­maktı. 165. âyet onların verilen öğütlere gösterdikleri tepkiyi ele almakta ve bu tepkinin doğurduğu neticeyi gündeme getirmektedir.

1. "Kendilerine verilen öğüdü unuttular". Âyetin bu kıs­mında geçen "unutmak" ifadesi, Bakara sûresinin 106. âyetinde açıklandı. "Unutmak, ihmal etmek, gözden ırak olmak, terketmek, ertelemek" mânala­rına gelen kelime, Kur'ân'ın temel kavramları arasında yer almaktadır. Kur'ân'da on beş çeşit eylemi meydana getiren bu kavram, özellikle Allah'ı, O'nun âyetlerini, âhiret gününü, insanın kendisini ve Allah'ın insanı unutma­sı meselelerinde gündeme getirilmiştir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 165. âyetinde terketmeyi, önem vermemeyi, hiç olmamış gibi davranmayı ifade etmektedir. Ken­dilerine verilen öğüdü bir kenara atmak, Allah katında bir günâhı teşkil et­mektedir. Bunun anlamı, iyilerin kötülere söz geçirememesidir. Başka bir ifa­de ile günahkârlar beyin ve gönüllerini öğütlere kapadılar. Öyle anlaşılıyor ki beyin ve gönlün kapılarını öğüde kapamanın günâhı, olduğu gibi yerinde durmuyor, azabı getirecek kadar insanların hayatını sarsıyor ve ilâhî âleme yükselerek oradan cezayı alıp getiriyor.

Yüce Allah geçmişi anlatmakla neyi amaçlamaktadır? Allah, geleceğin özellikle eğitimcilerine ışık tutarak, dinî eğitimden etkilenmeyecek, öğütlere aldırış etmeyecek, yanlışlarına gömülü kalacak insanların olacağını ve bu tarz tepkinin her devrin insanında bulunacağını öğretmektedir. Öğüdü yapan insanlar toplum hayatına can vermeye çalışmaktadırlar, ama öğüdü bir kena­ra atıp unutanlar da bu cana kıymaktadırlar. İyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı gönüle ve beyne uzatan öğüde aldırış etmemek, bir bakıma manevî bir cina­yettir.

Eğitim açısından öğüt, vücudun mikroba karşı verdiği mücadeleyi an­dırmaktadır. Vücudun bağışıklık sisteminin mikroba karşı verdiği mücadele­de direnç, kendini ateşlenme şeklinde gösterir. Bağışıklık sistemi mücadele­de yenik düşerse, hastalık baş gösterir. Bu bağlamda iyilerin öğüdü kötülere etki etmiyorsa, sosyal çürüme başlamış demektir. Böyle bir çürüme de toplu­mun bütün dengelerini altüst eder.

2. "Kötülükten menedenleri kurtardık". Öğüt ve­rip insanları yanlış davranışlardan kurtarmaya çalışanları da Allah kurtardı; gelecekte de bu böyle olacaktır. Demek ki kötülükten alıkoymak kurtuluşa götürmektedir. Öğüt vermemek, öğüdü engellemek, günâh; öğüt vermek ise sevaptır. Bu sevabın ödülü kurtuluştur. Onun içindir ki yüce Allah o dönem­de öğüt verenleri kurtardığını söyleyerek, geleceğin insanına kurtuluşun ne­rede olduğunu öğretmektedir.

3. "Zulmedenleri de, yapmakta olduk­ları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık". Âyetin bu kısmın­da yer alan "şiddetli bir azap" ifadesindeki be'îs kelimesi, be'ise kalıbından alınırsa, "muhtaç olmak, yoksul olmak"; be'use kalıbından ise "kuvvetli, şiddetli ve cesur olmak"; bi'se kalıbı "ne kötü"; diğer bazı kalıp­larıyla "musibet, iğrenmek, harp, korku, bedbaht" anlamlarına gelmektedir.

Yüce Allah bu âyette fâsık ve zâlim kavramlarına yer vermektedir. Bu terimleri 163, 164 ve 165. âyetlerle bağlantılı olarak ele alırsak, "hukuku çiğ­neyen, yasayı delen" mânalarını vermek gerekir. Cumartesi gününe saygısız­lık yaparak balık avlayıp haddi aşanlar, kendilerine verilen öğüdü dinleme­yip kötülükleri işlemeye devam edenler, hem fâsık hem de zâlim durumuna gelmişlerdi.

Bunun anlamı, av yasağı ile ilgili hukuku çiğneyip yasayı delmektir. Böylece yüce Allah gelecek nesillere bunu anlatarak hukuku çiğnemenin, ya­sayı delmenin ne anlama geldiğini, bu davranışın azapla cezalandırılacağını öğretmektedir. Geçmişten geleceğe ışık tutan bu anlatım, tamamen caydırma anlamında bir eğitimdir. Âyetin bu kısmında geçen "Kötü bir azapla yakala­dık" ifadesi ne anlama gelmektedir, yani kötü azap nasıl gerçekleşmiştir? Bu sorunun cevabını bir sonraki âyetten öğrenebiliriz.[95]

 

Günâhta Israr:

 

166. Ve sonra da, kendilerine yasaklanan şeyleri yap­makta küstahça direttikleri zaman onlara: "Aşağılık maymunlar olun" dedik.

Âyetin analizinden elde edilebilecek neticeler şunlardır:

1. Yüce Allah, hayvan psikolojisi ile, yasaklandığı halde günâh işleme­ye devam eden insanın psikolojisi arasında bir bağlantı kurmaktadır. İnsan psikolojisinin en belirgin özelliği, yasaklanan bir davranışı yapmama konu­sunda esneklik göstermesi ve yasağa uymasıdır. Bu yasak ilâhî yasak olaca­ğı gibi, hukukî bir yasak da olabilir. İnsanî vasıflan önde olan insanlar, ya­saklanan amelleri yapmakta ısrar etmez ve kısa zaman içinde yasağa intibak ederler. Aksi takdirde yasaklandıkları kötü fiili işlemekte ısrar ederlerse, hay­van psikolojisine bürünmüş olurlar.

2. "Onlara 'Aşağılık maymunlar olun!' dedik". Onlar maddî, yani biyolojik mânada maymun oldular mı? Bunun adına mesh denmektedir. Biyolojik olarak onların maymuna dönüşüp dönüşmediği, Ba­kara sûresinin 65 ve Mâide sûresinin 60. âyetinde tartışıldı. Özellikle tabiîn­den olan Mücâhid bunun biyolojik olmayıp manevî olduğunu söylerken, Zemahşerî, Râzî, İsfahanı ve Elmalılı Hamdi Yazır da söz konusu görüşü be­nimsemişlerdir. Taberî de Bakara sûresinin 65. âyetinin tefsirinde benzer bir açıklamayı yaparken, Muhammed Abduh Menâr'mda bunun manevî bakım­dan maymunluk seviyesini ifade ettiğini söylemektedir.

Bu insanların biyolojik anlamda maymun oldukları söylenirse, çıkmaz bir yola girilmiş olur. Çünkü şu soruyu cevaplandırmak mümkün olmaz: İn­san hayvana dönüşürse, Allah katında sorumluluğu kalkmaz mı? Hayvanlar için mahşerde sorumluluk yoktur. Ancak Elmalılı Hamdi Yazır bu âyetin tef-sîrinde, biyolojik olarak dönüşümün gerçekleştiğine işaret eden bir ifade kul­lanmaktadır.

Ayetin birinci bölümü ile bağlantı kurarsak, şöyle dememiz mümkün­dür: Yasaklanan bir şeyi yapmakta ısrar etmek, hayvanî bir davranış biçimi­dir. Hayvanın yanlış bir iş yapmasını önleyebilmek için her an yanında olmak gerekir. Ama insana bir kere şu iş kötüdür deyince, onu yapmaktan kaçınır, artık onun bekçiye ihtiyacı yoktur. Bu sebeple kendine verilen öğüdü unutan ve yasaklanan şeyleri yapmakta direnen kişinin hayvandan farkı yoktur.[96]

 

Süreli Ceza:

 

167. Rabbin, kıyamet gününe kadar kendilerine azabın en kötüsünü yapacak kimseleri üzerlerine göndereceği­ni bildirmişti. Rabbin cezayı çabuk verendir. Ama çok affedici, çok merhametlidir de!

Bu âyetin analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:

1. Bir önceki âyette geçen "Aşağılık maymunlar olun!" ifadesindeki maymun olmanın, beden itibariyle olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü maymun olanın çocukları da maymun olur. Maymun olanın sorumluluğu ortadan kal­kar.

2. "Kıyamet gününe kadar" ifadesinden, gelecek nesillerinin de cezalandırıldığını ve cezalandırılacağını anlıyoruz. Dedelerinin işlediği günâhtan dolayı gelecek nesillerin cezalandırılması ne anlama gelmektedir?

O dönemde günâh nesilden nesile bir sosyal miras olarak devam ediyor mu? "Kıyamete kadar" olunca, bunların hiç düzelme fırsatı olmayacak mı­dır? Bu soruları cevaplandırmanın güçlüğü ortadadır. Ancak soruların tama­mına şu cevabı verebiliriz: Yüce Allah onların nesillerini damgalamak yeri­ne, dedelerinin davranışlarının aynısı yapanları aynı ceza ile cezalandıraca­ğına işaret etmektedir. Bu cevabın ispatını nasıl yaparız? "Onlara en kötü eziyeti yapacak kimseleri göndereceğini ilân etti" ifadesinden, eziyet edecek olanların aynı insanlar olmayacağını, değişik kişilerin olacağını anlıyoruz.

Onların nesillerinden hangileri, Allah'ın uyarısını unutup sakındırıldıklan halde kötülük işlemeye devam ederlerse, onlara kendi çağlarındaki in­sanlardan eziyet edecek olanı gönderecektir. Demek ki kıyamete kadar aynı suç veya günâha aynı cezanın uygulanacağı ortaya çıkmaktadır. Dedelerinin bu yanlış hareketini taklit eden, o davranışları bir mîrâs gibi alıp benimseyen nesiller, günâhı zaten kendi kendilerine sosyal mânada nesilden nesile intikal ettirmektedirler. Onlar bunu yapınca, ceza da aynı niteliği kazanmaktadır.

3. Azabın en kötüsünü yapacak kimseleri" ifadesin­den de, onları tabiat olaylanyla cezâlandırmayıp, insanlarla cezalandıracağı­nın ilâhî uygulamada yer aldığını anlıyoruz. "Eziyetin en kötüsü", günâhın en kötüsüne verileceğine göre, öğüdü bir tarafa atmanın, yanlışı işlemekte inat etmenin büyük günâh olduğu bu âyetlerden çıkmaktadır.

Âyette geçen le-yeb'asenne kelimesi, "göndermek" anlamına gelmektedir. En kötü cezayı onlara tattıracak olan insanlar, kendi toplumları­nın dışındaki insanlar olacağı gibi, aynı toplumun içindeki iyi insanlar da ola­bilir. Bir grup insanı başkalarının üzerine ceza için gönderilirken, onların o konuda hazırlıklı olması gerekiyor. Allah'ın onlara en kötü azabı tattıracak olan insanlann beyinlerini buna hazırlayacağı, kötüye karşı tepki gösterecek bilinci ve gücü onlara bahşedeceği anlamına gelmektedir.

4. "Şüphesiz senin Rabbin cezayı çabuk veren­dir. Ama çok affedici, çok merhametlidir de". Âyetin bu kısmından şunu an­lıyoruz: Öyle davranışlar vardır ki, Allah onlann cezasını hemen verir. Çün­kü bu suçların cezasının geciktirilmesi olmaz. Bu tip suçlan işleyenlerin ar­tık değişiklik göstereceklerinden ümit kesilmiştir. Değişim için beklenti gös­termek gerekir, ama değişimin olmayacağı görüldüğü yerde cezayı derhal vermek gerekiyor. Allah bizim içimizi bildiğinden, onlann değişme ihtimali­nin ortadan kalkması sebebiyle derhal cezâlannı vermiştir.

Cezayı çabuk verme özelliğinden hemen sonra af ve merhamet sıfatla­rını getirmesi de ilginçtir. Bunun anlamı, Allah'ın insanlara ceza vermeyi de­ğil, af ve merhameti esas aldığına işaret etmektedir. Hâlâ onların değişimini beklemekte, af ve merhameti yayma fırsatını kollamakta olduğuna dikkat çekmektedir. Yüce Allah'ın onlara takdir ettiği en kötü azap ne olabilir? Bu soruyu üç âyetle cevaplandırmak mümkündür:

a) "Yahudiler nerede bulunursa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların hi­mayesine sığınmadıkça, kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur. Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir" (Âl-i İmrân 3/112).

b) "Onları grup grup yeryüzüne dağıttık"  (A'râf 7/168). Bunun anlamı şudur: Yahudiler uyarılmalarına rağmen inatla kötü davranışlarına devam ettikçe, aynı ceza ile cezalandırılacaklardır. Yoksa burada ifade edilen, geçmiş nesle uygulanan cezanın gelecek nesillere akta­rılması söz konusu değildir.

c) "İsrâiloğulları'ndan inkâr edenler hem Davud'un hem de Meryem oğlu isa'nın diliyle lanetlendi­ler" (Mâide 5/78). Kendi içlerinden yetişen peygamberlere eziyet etmeleri ve günâhta ısrar etmeleri, onların lanetlemesine, en kötü azaba çarptırılmala­rına sebep olmuştur.

Elmalık Hamdi Yazır, yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 167. âyetinin "Rabbin kıyamet gününe kadar, kendilerine azabın en kötüsü­nü yapacak kimseleri üzerlerine elbette gönderecektir" kısmını şu şekilde yorumlamaktadır: İsrâiloğulları, Süleyman peygamberin zamanına kadar aralarındaki kötüleri terbiye eder, cezalandırır, hatta hayat hakkı tanımazlar­dı. İyilerin kötülerle verdikleri bu şekildeki mücadeleleri sayesinde büyük devletler kurup, A'râf sûresinin 129. âyetine göre yeryüzünde siyasî erki el­lerine geçirmişlerdi. Zamanla onların bu parlak dönemi sona erdi. İyi yöne­ticilerine tahammül edemez hale geldiler. Fâsık ve zâlim kimselere boyun eğdiler. Onların bu hali ilâhî azabı çağıran bir duruma büründü. Bu hal kar­şısında yüce Allah onlara azap etti, belâya sürükledi, kıyamete kadar en kö­tü azabı uygulayacak kimseleri görevlendirdi[97].

Günâh veya suçluluk, biyolojik veya psikolojik olarak nesilden nesile intikal etmez, ama sosyal miras olarak nesilden nesile intikal edebilir. Bir ne­sil kötülüklerini yanlış eğitim vasıtasıyla gelecek nesillere intikal ettirebilir, böylece gelecek nesillere, kendilerine uygulanan cezanın gelmesine sebep olurlar. Bu hal kıyamete kadar devam eden bir süreç halini alabilir.

Yahudilerin bu durumu müslümanlara niçin anlatılmaktadır? Yüce Al­lah tarihî bir olguyu anlatarak, müslümanlan eğitmekte, onların böyle du­rumlara düşmemesini ve tarihten ders almalarını temin etmek istemektedir. Tarihî olgulardan ders almak, onların canlı kalmasını sağlayacaktır.[98]

 

Iyı Ve Kotu İle Sınamak:

 

168. Ve onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. On­ların bazıları iyi kimselerdi, bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları (yanlışlarından) belki dönerler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.

1. "Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük" şek­lindeki ilâhî uygulama, bir önceki en kötü azabı ifade etmiş olabilir. Demek ki Allah onları parça parça ederek bütün dünyaya dağıttı. Çünkü onlar bir arada olunca, birbirlerini yiyorlar, dirlik ve düzenliği bozuyorlardı.

Demek ki İsrâiloğullan, birlikte yaşama kültürünü geliştiremedikleri için kötülük uğrunda bölünmüşlerdi. Yüce Allah da onları gruplara ayırarak yeryüzüne dağıttı, onları çeşitli toplulukların kontrolü altına verdi. Bir arada yaşamasını bilmeyen ve bu kültürü geliştiremeyenleri başkalarının idaresi al­tında yaşamaya mecbur bıraktı. Böylece Allah onları yeryüzünde gruplar ha­linde dağıtmakla, sosyal hayat bakımından cezalandırmış oldu. Bir bakıma onları tehcîr ederek, her ülkede bir grup halinde yaşamalarını temin etti.

2. "İçlerinde iyiler vardı, böyle olmayanlar da vardı". Demek ki onların arasında dürüst, erdemli, barışsever ve iyiliği hayata geçirenler vardı. Burada kastedilen, Hz. Mûsâ dönemindeki İsrâiloğul-ları mı, yoksa Hz. Muhammed dönemindeki İsrâiloğullan mıdır? Hz. Muhammed dönemindekilerin olduğunu söylersek veya Hz. Musa'nın dönemini

sûresinin 159. âyetine bakmamız gerekmektedir.  "Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardı". Ayrıca Al-i Imrân sûresinin 75. âyetinde bahsedilen grubun da bunlar olması gerekir. "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder". Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "iyiler" ifadesinden anlaşılan, doğru yolu bulan, âdil davranan ve emanete riâyet edenlerdir.

Allah, onların içinde erdemli, dürüst, barışsever insanların olmadığını da söylerken, bir toplumda kötülerin ürediğine dikkat çekmek istemektedir. Âl-i İmrân sûresinin 75. âyetinde ise bunlar şöylece ifade edilmektedir:

"Fakat onlardan öylesi vardır ki, ona bir dînâr emânet bıraksan, tepesine di­kilip durmazsan, onu sana iade etmez. Bu da onların, 'Ummîlere karşı yap­tıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur' demelerindendir. Allah adına bile bi­le yalan söylüyorlar".

Emanete ihanet edip Allah'a bilerek yalan uyduran, insanların cehale­tinden istifade etmeyi kollayan bu insanlar, İsrâiloğulları'nın diğer grubunu oluşturuyordu. Öğüt almayan, uyarıldığı halde günâhta ısrar eden insanlar da bu grubun içinde yer alıyordu. İyiler kötülere engel olamayınca, yüce Allah müdahale ederek onları parça parça edip yeryüzüne dağıttı; böylece bir ara­da olmanın verdiği mutluluğu tadamaz oldular.

Yüce Allah bu ikinci grubu, yani yolunu kaybetmiş olanları doğruya, iyiye, erdeme ve dürüstlüğe döndürebilmek için eğitime başvurmaktadır: "Belki dönerler diye onları iyilik ve kötü­lüklerle imtihan ettik". Onların doğru yola dönme ihtimalini takip ederek yü­ce Allah onları imtihan etmiş ve etmektedir. Geçmişte Allah onları İran ve Roma idaresi altında çeşitli ıstıraplara mâruz bırakmak suretiyle denemiş, di­ğer taraftan zaman içinde onlara servet ve refah da vermiştir.

Allah bu topluluğu kıtlık, yokluk, hürriyeti kaybetmek, sosyal ve siya­sî ıstıraplar içinde kıvranmak gibi çilelerde de denemiştir. Çeşitli kavimlerin idaresi altında hayatın çeşitli yönlerini onlara tattırarak, iyiye dönmelerini te­min etmek istemiştir. İyilik ve kötülüklerle imtihanın, insanda bir ritim psi­kolojisi ve yaşamı yaratacağı bir gerçektir. Bu ritmin, eğitici bir yönü oldu­ğuna işaret eden Allah, bunu gelecek nesillere kural olarak bırakmaktadır. Ayetin sonundaki "dönsünler" ifadesi ile, "tövbe etsinler" denmek isten­mektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, hayatın getirdiği iyilik ve kötülükler bir imtihan olarak insanın hayatında gerekli olan değişimi amaçlamaktadır.[99]

 

Af Ve Günah İlişkisi:

 

169. Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) su değersiz dünya malını alıp nasıl olsa bağışlanacağız, di­yerek kitaba vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. On­lara, ona benzer bir menfaat daha gelse, onu da alırlar. Peki kitapta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söy­lemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar kitaptakini okumamışlar mıydı? Ahiret yurdu sakı­nanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?

Ayetin analizinden çıkarılabilecek önemli neticeler şunlardır:

1. "Onların ar-dından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek kitaba vâris olan bir nesil geldi". Âyetin birin­ci kelimesi olan. halefe kavramı, Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklan­dı. Buradaki anlamı "gelmek"tir. Bir neslin ardından diğer bir neslin gelme­sini ifade etmektedir. Bu kelimeden türeyen half da "nesil" mânasına gelmektedir. Kurtubî el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde bu âyetin açıklamasını yaparken, half kelimesine şu şekilde mâna vermektedir: Half kelimesinin ortasındaki lâm harfi sakin okunursa, "çocuklar"; fetha ile oku­nursa, "bedel, onun yerine geçen" anlamını ifade ettiğini söylemektedir. Kur-tubî'nin nakli ile İbnü'l-Arabî, lâm harfinin üstün okunmasıyla başkalarının yerine geçenlerin "iyi"; sükûn okunduğunda ise onların "kötü" olduğunu söylemektedir.

Kurtubî "bayağı sözler"e half denildiğine, sükûn halinde okunan halef kalıbının ise "övmek" anlamına geldiğine işaret etmektedir. Bu mânalardan hareket edersek, iyi neslin yerini alan neslin, kötü olduğunu anlarız. Şimdi bu neslin özelliklerini sıralayabiliriz:

a) Bir önceki neslin manevî değerlerini almamış ve yanlış davranışları sergilemiş olmaları.

b) "Kitaba vâris olmaları". Allah'ın kitabını okuyup öğrendi­ler, başkalarına öğrettiler, ama hayata tatbik etmediler. Onun hükümlerine ters düşeni yaptılar. Bunun anlamı, ilâhî vahye sahip çıkmadılar.

c) "Değersiz dünya malını aldılar". Değersiz dünya malını neye karşılık aldılar? Bu ifade "Rüşvet aldılar" şeklinde mânalandın-labileceği gibi, "Kutsal kitabın âyetlerini para karşılığında değiştirdiler" an­lamında da alınabilir. Dünya malına tutku şeklinde bağlanmaları, ona düşkün olmaları sebebiyle kendilerine sunulan haksız şeyleri alıyorlardı.

d) "Nasıl olsa bağışlanacağız, diyorlardı" demeleri de, onların olumsuz yönlerinden birini teşkil ediyordu. Vâris oldukları kita­bın hükümlerini hayata geçirmelerini, onun hükümlerine muhalefet etmelerini ve rüşvet almalarını kolaylaştıran düşünceleri şuydu: "Nasıl olsa bağışla­nacağız. Günâhları işleriz, ama sonunda af dileyerek bağışlanmamızı temin ederiz" fikri onların bu işleri yapmasına sebep olmuştur.

e) "Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar". Âyetin bu kısmında geçen areda kelimesi, "dünya me-tâı", yani "menfaat"i anlamına gelmektedir. Bu insanların af dilemesi, tövbe etmeleri, başka bir dünya menfaatinin onlara gelmesine kadardır; o menfaat gelince, tövbelerini bozarlar. Onların inançlarında, ilâhî vahye karşı tutumla­rında ve yapıp sürdüregeldikleri davranışlarında istikrar yoktur, değişkendir.

Yüce Allah bu konuyu sadece geçmişteki insanların durumunu anlat­mak için mi gündeme getirmektedir? Hayır, bu konu gelecek nesillere ışık tutması için anlatılmaktadır. Özellikle müslüman olanlar için, söz verip son­radan caymanın, tövbe edip tövbesini bozmanın, istiğfar edip vazgeçmenin ne kadar kötü olduğu vurgulanmaktadır.

2. "Bunlardan, Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kitap misakı alın­mamış mıydı? O kitabın içindekileri okuyup incelemediler mi?" Âyette ge­çen kitap mîsâkının işaret ettiği şey, Tevrat'tır. Yüce Allah Tevrat'ta onlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın ana maddesi, Allah hakkında, gerçek­ten başkasını konuşmayacaklardı. Tevrat'ın içinde ne varsa onu söyleyecek­lerdi. Dinî konularda da Allah'ın dediğinden başkasını söylemeyeceklerdi. Burada şu soruyu sormadan geçemeyeceğiz: Yüce Allah neden, "ki­tap mîsâkı" ifadesine yer verdi de, Tevrat demedi?

Kitap mîsâkı genel bir kavramdır. Eğer Tevrat deseydi, bu âyetin evren­selliği ortadan kalkacak, sadece bir olgunun anlatımı olarak kalacaktı. Kitap mîsâkı demekle, hıristiyan ve müslümanlan da kapsamına almaktadır. Yüce Allah İncil ve Kur'ân ile de, bütün nesillerden kıyamete kadar hiçbir müslü­man Allah'ın vahyinin dışında dînî konularda referans göstermemelidir. Al­lah hakkında gelişigüzel konuşmamalıdır. En'âm sûresinin 93. ve benzeri âyetlerinde böyle davranmanın Allah'a iftira olduğu ve bunu yapanın en bü­yük zulmü işlediği söylenmişti. Demek ki yüce Allah sadece yahudilerin yaptıkları yanlış uygulamaları anlatmak için değil, müslümanlann gelecek nesillerine eğitim vermek için de bu açıklamayı yapmaktadır.

Burada sorulacak diğer bir soru olan, "Yahudiler Allah hakkında ger­çekten başkasını söylerken nasıl davranmışlardı?" sorusunun cevabını vere­bilmek için şu âyetlere bakmak gerekir:

a) "Allah tarafından kendilerine yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelin­ce, kitap ehlinden bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına atıp terkettiler" (Bakara 2/101). Demek ki kendi kitaplarını arka­ya atarak Allah hakkında gerçek olmayanı söylüyorlardı.

b) "Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için 'Bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların haline!" (Bakara 2/79).

c) "Kitap ehlinden bir grup, okudukları, kitaptan sa-nasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, kitap­tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katından­dır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).

d) "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklaya­caksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ar­dı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kö­tü!" (Âl-i İmrân 3/187).

e) "Onlar kelimelerin yerlerini değiştirdiler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unut­tular" (Mâide 5/13). "O kitabın içindekileri okuyup incelemediler mi?" ifa­desinden anlıyoruz ki, onlar kitabı okuyup incelemişlerdi ve kitabın mîsâkı-nı biliyorlardı. Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde buyurulduğu gibi bu işi bi­le bile yapıyorlardı.

3. "Âhiret yurdu, sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?" Âyetin bu kısmı, kitabın için­dekileri araştırıp tetkik edip oradaki antlaşmanın maddelerini öğrendikten sonra, bile bile dünya menfaati uğruna rüşvet alanın aklından zoru olduğuna dikkat çekmekte, akıl ile bu eylemin bir arada olamayacağım vurgulamakta­dır. Onun içindir ki âyetin sonunda aklın işletilmediğini gündeme getirmek­te ve böylece ahlâkî davranışla akıl arasında bağlantı kurmaktadır. Akıl çalı­şırken şu kanunu yakalamalıdır: "Âhiret yurdu, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar için daha değerlidir".

Böylece aklın çalıştırılıp, neyin daha değerli veya değersiz olduğunu anlamının önemi gündeme taşınmaktadır. Yüce Allah âyetin bu kısmmda "daha değerli", "takva" ve "aklı işlemek" gibi kavramları bir araya getirmiş­tir. Daha değerli olan, takva sahibine aittir; o da aklım işleterek bunu anlaya­caktır. Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmakla, aklım çalıştırmanın ilişkisini de vurgulamaktadır. Aklını işleterek takvaya ulaşacak ve o zaman âhiret yurdunun kendisi için daha değerli olduğunu kavrayacaktır.

Âyetin bu kısmında aklım işletmek ve sakınmak gibi iki eylem yer al­maktadır. Aklını işletmek beynin eylemi; sakınmak ise Allah'a karşı sorum­luluğun bilincinde olmaktır. Demek ki insan için neyin daha değerli olduğu meselesine, akıl ve gönül eylemleri olan düşünme ve sakınma ile yaklaşırsak, ahlâkî yapıyı korumak mümkün olacaktır.[100]

 

Ecri Zayi Olmayacaklar:

 

170. Ve kitaba sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle barışsever iyilerin ödülünü zayi etmeyiz.

Bu âyetin bir önceki âyetle alâkasını göz önünde bulundurarak açıklan­masında yarar vardır. Çünkü bir önceki âyet, "aklı işletmek"le sona ermekte­dir. Demek ki kitaba sımsıkı sarılmak, aklın gereğidir. Allah'ın kitabına sım­sıkı sanlmayanlar, aklın gereğini yerine getirmemektedirler.

1. Yüce Allah akıl ile kitabı bir araya getirmektedir. Buradaki kitap kav­ramından anlaşılacak ilk şey, Tevrat'tır. Ama neden doğrudan Tevrat demedi de kitap dedi, sorusunun cevabı, Tevrat'tan sonra gelecek olan kitapları da kapsamına almak içindir. Çünkü burada müslümanlarm Kur'ân'a sımsıkı sa­rılmalarına da işaret edilmektedir.

"Kitaba sımsıkı sarılanlar" ifadesi ile birinci derecede kastedilen ya-hudilerdir; ama âyet ellezîne kelimesiyle başladığı için umum ifade et­mektedir. O zaman müslümanlar da onun içine girmekte ve Müslümanların da kendi kitaplarına, yani Kur'ân'a sımsıkı sarılmalarına işaret edilmektedir.

Âyetteki "sarılmak" anlamını ifade eden eylemin İ£Z messeke kalı­bından şeddeli olarak gelmesi, o eylemin çokça yapılması mânasını vermek­tedir. Sımsıkı sarılmak mânası ile bu fiil, kitabın tedkik edilip öğrenilmesine ve onun hükümlerinin tam anlamıyla tatbik edilmesine dikkat çekmektedir.

Bir önceki âyetle ilişkilendirirsek, takva denen basiret, yani gönül gö­zü ve akıl ile kitaba sarılmak gerekiyor. Takva ve akim kollarıyla kitabı kav­ramak ve onu hayata tatbik etmek, kitaba sımsıkı sarılmaktır. Annenin çocu­ğunu kucağına alıp sımsıkı sarılması gibi içinden gelerek, ihlâsla kitaba yak­laşmak ve onun hükümlerini hayata indirgemeyi ifade etmektedir.

Namazın burada yer almasını bir önceki âyette geçen rüşvet alma ah­lâksızlığı ile bağlantılı olarak açıklarsak, namazın ahlâkî bakımdan olan et­kinliğini anlamış oluruz. Ayrıca Ankebût sûresinin 45. âyetinde, namazın ha­yâsızlık ve kötülüklerden sakındırıcı özelliği gündeme getirilmektedir.

Kitaba sımsıkı sarılmanın göstergelerinden biri, namaz denen ahlâkî eylemdir. Diğer taraftan namaz kelimesinin bir anlamı da "korumak"tır. Ki­taba sımsıkı sarılıp onun hükümlerini korumak, iyi insan olmanın gereğidir.

2. "Biz barış sever iyilerin ödülünü zayi etmeyiz". Âyetin son kelimesi muslihîndir. Bu kelime, "iyilik yapanlar, aralarını bulup barışı gerçekleştirenler" anlamına gelmektedir. Her iki mânayı bu­rada kullanabiliriz: Rüşvet alan yahudilerle ilgili olarak mânalandınrsak, ah­lâksızlıklarını düzeltenler, iyiliğe dönenler demek olur. Ama yine yahudiler­le ilgili olarak, bir önceki âyette yüce Allah'ın onlardan aldığı kitap misakını yerine getirip Allah ile barışı gerçekleştirenler mânasına da alınabilir. Sade­ce yahudiler değil de genel olarak alırsak, insanlık için iyiliği üretenler, barı­şı gerçekleştirmek için uğraşı verenler mânasına da gelmektedir diyebiliriz.

O zaman âyetin bu kısmım Kehf sûresinin 30. âyeti ile açıklayabiliriz: "İman edip de iyi davranışta bulunan­lar (bilmelidirler ki), biz güzel işler yapanların ödülünü zayi etmeyiz". "Za­yi etmeyiz" ifadesinden, işlenen iyi amellerin mutlaka Allah tarafından de­ğerlendirileceğini, kaydedilip bir gün insanın önüne konacağını anlıyoruz.

Yüce Allah'ın bu beyanından ortaya çıkıyor ki, insanlar da idareci ol­duklarında iyi işler üretenlerin ödülünü zayi etmemelidirler. Basanlar mutla­ka değerlendirilmeli, görmezlikten gelinmemelidir. Barış için uğraşı veren insanlar ödüllendirilmelidir. İnsanlıkta savaş ateşi yakanlarla barışın peşine koşanların farkı bilinmeli ve bu fark değerlendirilmelidir. Bu uygulama, si­yaset sanatı ile eğitim sanatının can daman durumundadır. Madem ki siyaset insanlara erdem kazandırma sanatıdır, öyle ise banş denen erdemi hayata ge­çirenlerin ödülünü vererek bu sanatı canlı tutmalıdır. Banşa giden yol akıl, takva, kitap ve ibadetten geçmektedir.[101]

 

Takvaya Giden Yol:

 

171. Bir zaman, dağı tepelerine bir gölgelik gibi çek­miştik de onu üstlerine düşüyor sanmışlardı. Size verdi ğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkar­mayın ki korunabilesiniz.

1. "Bir zaman, dağı tepelerine bir gölgelik gibi

çekmiştik" kısmında ki netk kelimesinin anlamı, "söküp atmak" anlamına gelmektedir. Bir kişi dağarcığındakini ortaya döktüğünde, kadın çocuğunu doğurduğunda, bu kelime kullanılmaktadır. Sanki "Dağı kökünden söküp on­ların üzerine tuttuk" anlamını ifade etmektedir.

Netk kelimesinin buradaki mânâsım Bakara sûresinin 63. âyeti ile ver­mek mümkündür: "Tûr'u üzerinize kaldırmıştık". Demek ki A'râf sûresinin 171. âyetindeki "çektik" anlamındaki kelime, Bakara sûresi­nin 63. âyetinde "kaldırmak" anlamında kullanılmıştır.

Bakara sûresinin 63. âyetinde "Tûr'u üzerinize kaldırdık" denirken, A'râf sûresinin 171. âyetinde "dağı" üzerlerine çektiği söylenmektedir. Bu­radaki dağdan kasıt, Bakara sûresinin 63. âyetindeki Tûr dağıdır. Ama A'râf sûresinin 171. âyetinde neden Tûr demedi de "dağ" dedi? Söz konusu kulla­nımlar bize göre Bakara sûresinin 63. âyetinde özel mânada, A'râf sûresinin 171. âyetinde evrensel mânada alınmakta ve o anlam ifade edilmektedir.

Âyetin bu bölümündeki fevka kelimesi, 5t faka kelimesinden gelmekte ve "şerefte üstünlük" anlamım ifade etmektedir. Sanki Allah Tûr dağında, ya da Hz. Muhammed'e Nûr dağmda gelen ilâhî mesajı onların üs­tüne çekerek şereflerini yükseltti ve dağ gibi yüce kıldı veya kılmak istedi.

Maddî anlamda dağı onların üzerine çekmek mânası düşünüleceği gibi, ilâhî vahiy kaynaklı sorumluluğun yerine getirilmesiyle elde edilen manevî oluşumun onların üzerine çekilmesi anlamına da alınabilir.

Bu dağ, Allah'ın Hz. Mûsâ ile konuştuğu yerdir (Meryem 195/2); İsrâ-iloğullan'na kudret helvası ve bıldırcın verildiği yerdir (Tâhâ 20/80); Mû-sâ'nın ilâhî nuru gördüğü yerdir (Kasas 28/29); gıda olan ağacın yetiştiği yer­dir (Mü'minûn 23/20); Allah Teâlâ'nın yemin ettiği önemli bir mekândır (Tûr 52/1). Bu dağı onların üzerine çekme, manevî değerleri onların hayatına sok­mak anlamına gelmektedir. Tûr dağı İsrâiloğullan için ne ise, Nûr dağı da müslümanlar için odur. Bu dağlar insanlar için birer üniversite olmaktadır.

Çünkü ilâhî öğretim faaliyeti oralarda başlamıştır.

2. "Üstlerine düşecek sandılar". Bu ifade Bakara sûresi­nin 63. âyetinde geçmektedir. Maddî anlamda böyle hissetmiş olacakları gi­bi, manevî anlamda ilâhî mesajın altında kalıp yeterince tatbik edemeyecek­leri hissini de duymuş olabilirler.

3. "Size verdiğimizi kuvvetle tutunuz ve içinde olanı hatırlayınız ki korunasınız". Âyetin bir ve ikinci bölümünden anlıyoruz ki, yüce Allah üçüncü bölümdeki emrine bir hazırlık safhası oluş­turmaktadır. Dağın onların üzerlerine düşeceğini zannetmeleri, aslında ruhen Allah'ın vereceği kitabı alıp ona sarılmalarının hazırlık safhasını oluşturmak­tadır. Yüce Allah'ın onlara verdiği kitabı alıp içindekini hatırlamak, yani için-dekinin üzerinde düşünmek ve neticede takvaya ulaşmak için ruhî bir deği­şim ya da hazırlık safhası gerekiyordu.

Dikkat edilirse, yüce Allah takvaya giden yolun kilometre taşlarını ver­mektedir. Allah'ın gönderdiği vahyi alıp ona sımsıkı sarılmak, onun içindeki­leri düşünmek yoluyla daima hatırda tutmak bu taşlan oluşturmaktadır. Tak­va denen "korunmak" için bu ilâhî vahye ihtiyaç olduğu gibi, onun üzerinde düşünmeye de ihtiyaç vardır. Allah'ın mesajını alıp sımsıkı sarılmayan her an onu hatırlayıp üzerinde düşünmeyen takvaya eremez.

Dikkat edilirse "korunma" fiilinin başına fe le'alle kelimesi gelmiş­tir. Bu kelime, takvaya erme fiiline ihtimal kavramım katmaktadır. Korunan insan olacağına göre, insanın eylemleri hakkında yüce Allah kesin konuşma­makta, ihtimalli bir ifade kullanmaktadır.

Öğretilene ciddiyetle sarılmak ve onun üzerinde derinlemesine düşün­mek, öğretim faaliyetinin en önemli amaçları arasında yer almaktadır. Bu amaçların ötesindeki nihaî amaç da, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma denen takvaya ulaşmaktır. Böylece ilâhî eğitimin amacı ile beşerî eği­timin amacı aynîleşmektedir.

A'râf sûresinin 59. âyetiyle başlayan geçmiş peygamberlerin öğretileri, karşılaştıkları engeller ve zorluklar, Allah'ın onlara olan yardımları, 171. âye­tin son kelimesi ile noktalanmaktadır. Hz. Nuh'tan Hz. Musa'ya kadar uzanan bu tarihî çizgi de Hûd, Salih ve Lût peygamberler de yer almıştır. Yüce Al­lah'ın 112. âyette anlattığı bütün bu tarihî olguların eğitici yönlerinin ibret ol­duğu bir gerçektir. Gelecek nesillere çeşitli açılardan ışık tutan bu olgular, başlı başına bir öğretim ağını kurmaktadırlar.

İyi ile kötünün mücadelesini çeşitli renk ve boyutlarıyla ele alan bu âyetler, konulan ilâhî gözlem altında abartısız ve tarafsız sunmaktadır. Top­lumların oluşturdukları kültürün insanı ne kadar derinden etkilediğini, onun etrafında ne kadar kuvvetli ve aşılmaz bir duvar ördüğünü, kibir ve cehale­tin, kötü alışkanlıkların insanla hakikat arasında nasıl aşılması zor olan dağ­lar koyduğunu öğretmektedirler. Peygamberlerin insanları eğitmek için çile­ler çektiklerini, kendi toplumları tarafından dinlenmediklerini, çaresiz kal­dıklarını, bu çaresizlik anlarında ilâhî yardımın yetiştiğini, kimi zaman tabi­at olaylarıyla cezalandırıldıklarını, ama peygamberlerin sabırdan tâviz ver­mediklerini, metaneti ve şefkati elden bırakmadıklarını anlatmaktadır.

Bütün burada geçen peygamberlerin tevhîd inancını öğretmek ve yay­makla meşgul oldukları, bunu yaparken de dünyevî menfaat gözetmedikleri­ne dikkat çekmiş, çileli faaliyetlerinin karşılığını ilâhî rıza olarak gördükleri vurgulanmıştır. İnsanlığa; insan yetiştirmenin, ona doğruyu öğretmenin, er­demleri kazandırmanın çok zor ama zor, olduğu kadar kutsal bir meslek ol­duğunu öğretmişlerdir.[102]

 

Bezm-i Elest:

 

172. Hani kıyamet gününde, "Biz bundan habersizdik" demeye siniz diye, Rabbin Âdemoğulları'ndan, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şa­hit tuttu ve dedi ki: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (Onlar da), "Evet, (buna) şahit olduk" dediler.

173.  Ya da şöyle demeyesiniz: "Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardından gelen bir soyuz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mi edecek­sin?"

174. İşte biz de âyetleri böyle açık açık dile getiriyoruz ki, (günâh işlemiş olanlar) belki (bizden yana) dönerler.

Peygamberlerle ilgili konular 171. âyette tamamlanmış ve 172. âyette de genel anlamda insanlığın eğitimi ve amacı ele alınmıştır. Genelde halk arasında bezm-i elest veya elest bezmi olarak bilinen eğitim faaliyeti burada gündeme getirilmiştir. Yukarıda zikredilen âyetlerin analizinden şu genelle­melere varıyoruz:

1. Bu zamana kadar bize anlatılan, yüce Allah'ın ruhları yarattığı zaman onları topladığı ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu, ruhların da "Evet sen bizim Rabbimizsin" diye cevap verdikleridir. Bu top­lantının adına bezm-i elest veya elest bezmi denmiştir. Anlatılan bu olgu, A'râf sûresinin 172. âyetine ters düşmektedir. Bu soru ve cevaplamanm ruh­lar âleminde değil, insan yavrusu anne karnında iken olduğunu âyetten anlı­yoruz.

Âdemoğulları'ndan, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı; onları kendi­lerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da) 'Evet (buna) şahit olduk' dediler". Âyetin bu kısmından hareket edildiği zaman, sorulan sorunun ve alınan cevabın anne karnında çocuğun ruhuna so­rulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bu soru­nun sorulduğu net bir şekilde ortada durmaktadır. "Zürriyetlerini almak" ifa­desinden çocuğun yaratıldığı anlatılmaktadır. "Onları öz benliklerine şahit tutarak" denirken, bu sorunun ruhlar âleminde değil de, bedenle ruhun birleştiği an sorulduğu ifade edilmektedir. Demek ki bezm-i elest bir anda olmuş bitmiş değil, tam tersine devam etmektedir. Her annenin karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soru sorulmaktadır. Böylece bezm-i elestin bir süreç olduğu ortaya çıkmaktadır.

Yüce Allah'ın anne karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soruyu sor­masının bir başka anlamı da, onların ruhunu Allah'a inanacak şekilde prog­ramlamış olmasıdır. Demek ki insanın aklı, tevhîd inancına göre inanacak bir şekilde programlanmış, ama dünyaya geldikten sonra yanlış düşünce ve fel­sefeler onun bu programını bir virüs gibi bozmuştur. Bu virüs onu şirke ve­ya inkâra itmekte; tevhîd inancının gönüle düşmesini engellemektedir. Aslın­da bu soruya insan ruhunun verdiği cevap, insanın Allah'ı tanıyacağına dair verdiği bir ahd, bir söz, yaptığı bir antlaşma anlamına gelmektedir.

Allah'ın ahdini yerine getirmesinin anlamı da, bezm-i elestte verdiği ce­vabı yerine getirmesidir. Bu öyle bir soru ve cevaptır ki, insanı kendi öz ben­liği üzerine şahit tutmaktadır. Başkasının şahit olmasına lüzum yoktur, insa­nı kendine şahit tutmaktadır. Demek ki insan kendini gözleyecek, kendini hissedecek ve kendini tenkit edebilecek eylemleri gösterecek nitelikte yara­tılmıştır. Meselâ Ra'd sûresinin 20. âyetinde bahsedilen ahd, buradaki itirafı ifade etmektedir. "İşte bunlardır, Allah'a verdikleri sözü yerine getirenler". Allah'ın ahdi demek, bezm-i elestte verilen sözdür. O zaman "Allah'ın ahdini yerine getirmek", O'na inanmak, demektir. Demek ki Al­lah'ın varlığına ve birliğine inanmak, ahde vefa, yani sözünde durmaktır. A'râf sûresinin 172. âyetinde "Buna tanıklık ederiz" ifadesi, bu imanı gündeme getirmektedir.

O zaman din eğitiminin ana amacı belirlenmiş olmaktadır: Bu da insa­nın fıtratında var olan inanç duygusunu tevhîd inancına ulaştırmaktır. Ayette geçen fiil ve zamirlerin çoğul olması, bezm-i elest süreci içinde bütün ruhların aynı cevabı verdiğini ve vereceğini vurgulamaktadır. Fiillerin geçmiş za­man kipi ile getirilmesi de, gelecekte kesin olacağına delil teşkil etmektedir.

2. "Kıyamet gününde, 'Biz bundan haber­sizdik' demeyesiniz diye!" Yüce Allah, insan ruhunu tevhîd inancına doğru programlamış olmasının sebebini âyetin bu bölümünde gündeme getirmekte­dir. İnsan oğlunun tevhîd inancından haberi olmadığını kıyamet günü söyle­me ihtimali vardır. Allah insanı kendi öz benliğine şahit tutarak, kendisini Al­lah'ın varlığına ve birliğine tanıklık ettirerek, bu mazereti ortadan kaldırmış­tır. "Biz bundan habersizdik" mazeretini ortadan kaldırmak için yüce Allah, insanın ruhunu ya da aklını inanç duygusuyla donatmıştır.

Bu âyetten şu neticeye varıyoruz: Yüce Allah Gâşiye sûresinin 21-22. âyetlerinde "O halde sen hatırlat, sen ancak hatır-latıcısın. Onların üzerinde bir zorba değilsin" derken, Hz. Peygamberin, bezm-i elestte Allah'a verilen sözü hatırlatma görevini yerine getirmekle yü­kümlü olduğunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber Kur'ân ile öğüt verirken (Kâf 50/45), insanlara Allah'a verdikleri sözü hatırlatmaktadır.

Demek ki din eğitimi, insanın fıtratında, yani doğasında doğuştan var olan inanç duygusunu, ulaşması gereken nihaî noktaya ulaştırmalıdır. A'râf sûresinin 172. âyetinde, bu hatırlatmanın yapıldığına işaret edilmektedir.

3. "Şöyle de demeyesiniz: 'Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardından ge­len bir nesiliz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Bu âyetin 172. âyetin devamı olduğu gerçeğinden hareket etmek gerekiyor.

a) İnsanlar, kendi hatalarını bir önceki nesle atmış olabilirler. "Bundan önce babalarımız şirke batmıştı". Böyle bir mazeretin geçerli olmadığını vur­gulayan âyet, din eğitiminin yapılmasının zorunluluğunu, insanların inanç duygularının geliştirilip tevhide yönlendirilmelerinin ilke haline getirilmesi­ni gündeme taşımaktadır.

b)  "Biz onların ardından gelen bir nesiliz" diyerek, inkâr ve şirk koş­malarına mazeret gösteremezler. İnsan kendi kendine tanık olmuş ve Allah'a söz vermişti. Allah, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk. Onların eserlerine uyarak yol alacağız" (Zuhruf 43/23) deyip, sonra da suçu onlara atarak mazeret beyan etmeyi ortadan kaldırmak için bu hatırlatmayı yapmaktadır.

c) "Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı ede-

ceksin?" dememeleri için bu hatırlatma yapılmaktadır. "Bâtılı işleyenler" ifadesini, "bâtılı ihdas eden, üreten" şeklinde anlamak daha doğru olur. "Bi­zi helak mı edeceksin?" ifadesinden anlıyoruz ki, bu söz dünyada söylen­mektedir. Bizden önceki nesil bâtılı üretti, biz de kendimizi onun içinde bul­duk, öyleyse onların cezalandırılması lâzım, bizim değil derken, işledikleri ve işleyecekleri kötülüklere mazeret bulmaya çalışmaktadırlar.

Bezm-i elest sorusunun sorulmasının ikinci sebebi bu olmaktadır. "Kı­yamette bundan haberimiz yoktu ve bizden önceki neslin etkisinde kaldık, bâtılı üretenlerin yaptıkları sebebiyle bizi helak etme!" gibi mazeretleri orta­dan kaldırmak için bu ilâhî uygulama yapılmıştır.

4. "İşte biz bu âyetleri böyle açık açık dile getiriyoruz ki, (günâh işlemiş olanlar) belki (bizden yana) dönerler". Yüce Allah insan ruhuna "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusunu sorarak on­ları öz benliklerine şahit tutarken, bir amacını bu âyette belirlemektedir. Al­lah bu âyette nihaî amacı tesbit etmektedir. İnsanların kötüden iyiye dönme­leri için Allah âyetlerini açıklamaktadır. Demek ki bezm-i elest denen uygu­lamayı Allah'ın gerçekleştirmesi, bir âyettir. Âdem'in zürriyetinin sperm ve yumurtasını alıp, onun doğasına inanç duygusunu koyması da bir âyettir. Bu yolla inşam kendi kendine şahit tutması ve onlara kendi varlığını tasdik et­tirmesi de bir âyettir. Bunu yapmadığı takdirde insanların kıyamette ve bu dünyada nasıl mazeret beyan edeceklerini anlatması da bir âyettir. Bütün bu âyetlerin derinlemesine ve açık bir biçimde anlatılmasının amacı, insanın, şirki bırakıp yalnız Allah'a yönelmesi içindir. Kısaca diyebiliriz ki insanları doğru ve iyi olana döndürebilmek için eğitim şarttır. Meseleleri açık seçik or­taya koyup insanlara öğrettikten sonra ilâhî müdahaleyi beklemek gerekiyor.[103]

 

Olguları Öğretmek:

 

175. Onlara şu adamın haberini oku! Kendine âyetleri­mizi vermiştik; fakat onlardan sıyrılıp çıktı. Ondan do­layı şeytanın kendisini takip etti ve sonunda azgınlar­dan oldu.

176. Dileseydik onu, o âyetlerle yüceltirdik. Ama o yere çakılı kaldı. İğreti arzularına uydu. Onun durumu şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan dilini sarkı­tarak solur, kendi haline bıraksan da solur. Âyetlerimizi yalanlayan toplumun örneği işte budur. Bu hikâyeyi an­lat ki düşünsünler.

Müfessirler bu âyetin yahudilerden, daha doğrusu Hz. Mûsâ zamanın­daki İsrâiloğullan'ndan birisi için indiğini söylemektedirler. Biz anlatılan bu rivayetleri âyetin içeriği için uygun bulmuyoruz. Çünkü âyet genel mânada bir örnek getirmekte ve herkesin böyle bir duruma düşeceğine dikkat çek­mektedir. Zaten bir sonraki âyet bunu açıklayacak ve o insanın kim olduğu­na ışık tutacak, olmuş olandan ziyade, olacak olanı anlatarak eğitim faaliye­tini yürütecektir. Âyetin analizini bir sonraki âyetle beraber yaparsak şu ne­ticelere varabiliriz:

1. "Onlara şu adamın haberini oku!" Dikkat edilirse, âyetin bu kısmında adam kelimesinin yerine  ellezî kelimesi yer almak­tadır. Bu kelime sıla cümlesi kurdurmaktadır. Genel bir mâna taşıdığından, onun yerine herhangi bir adamın ismini koyamıyoruz. Bu kelime cümleye evrensellik kazandırmaktadır. Böyle bir cümle kurgusunda önemli olan kişi­nin kendisi değil, onunla ilgili olarak anlatılan durumdur.

2. "Kendisine âyetlerimizi ver­miştik, fakat onlardan sıyrılıp çıktı. Ondan dolayı şeytanın takibine uğradı ve sonunda azgınlardan oldu". Yüce Allah'ın okunmasını istediği insanın habe­rinden şu özellikler ortaya çıkmaktadır:

a) Allah âyetlerini ona verdi. Bunun anlamı ilâhî eğitime tâbi tutuldu, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, hak ile bâtıl ona anlatıldı ve öğ­retildi. âteynâ fiili "vermek" anlamına gelmekle beraber, "öğretmek" anlamına da gelmektedir. O zaman bu insan peygamber olamaz mı? Burada­ki âyetlerden kasıt, bir kutsal kitabın hükümlerini ifade eden âyetler midir?

Bu insanın peygamber olmadığı bir gerçektir. Buradaki "verme", "gös­termek" anlamına alınabilir: O zaman âyetlerden kasıt, "mucizeler" olur. Bu konudaki delilimiz Tâhâ sûresinin 56. âyeti olabilir: "Andolsun biz ona (Firavun'a) bütün delillerimizi gösterdik, yine de yalan­ladı ve diretti". Yüce Allah Firavun'a âyetlerini gösterirken, onu peygamber olarak seçmedi. Buradaki âyet kavramı, "delil, mucize" anlamına gelmekte­dir. Tâhâ sûresinin 56. âyeti, A'râf sûresinin 175. âyetiyle karşılaştırılırsa, vermenin "göstermek ve öğretmek"; âyetin de "delil ve mucize" olduğu söy­lenebilir. İki âyet arasında bu bağlantı kurulursa, A'râf sûresinin 175. âyetin-deki kişinin Firavun olma ihtimali çok yüksek olur. Âyette geçen âtey­nâ (verdik) fiiline, "gönderdik" mânası verilebilir. Yüce Allah peygamberle­ri vasıtasıyla ona âyetlerini, yani mucize ve delillerini göndermiş olmaktadır.

b) Kişi o âyetlerden sıyrılıp çıktı.  inseleha kelimesi "çıktı" anla­mına gelmektedir. min harf-i cerri ile kullanılınca, "ayrıldı" mânasını ifade etmektedir. Kelimenin sözlük anlamı, "kesilmiş hayvanın derisini yü­züp çıkarmak, elbiseyi çıkarmak, yılanın derisinden soyulması, vakit geçmek, gündüzün geceden sıyrılıp çıkması "dır. Bu kişi elbiseyi çıkarır gibi, Al­lah'ın âyetlerinden çıktı gitti. İnseleha kelimesinde "kabul etmemek, iman et­memek, reddetmek, bir tarafa atmak" mânaları da vardır.

Yüce Allah'ın âyetleri, insanın ruhunu, bedeni örten elbise gibi örtmek­tedir. Elbiseyi çıkartınca, hem avret yerleri gözükür hem de havanın etkisi al­tına kalır. Allah'ın âyetleri de insanın manevî hayatı için bir örtü, bir elbise mahiyetindedir. Onları çıkartıp atınca, hem manevî kuvvetleri şeytana açık hale geliyor, hem de kötü etkilerin tesirinde kalıyor.

Buradaki "âyet" kavramı, A'râf sûresinin 172. âyetindeki insanın doğa­sına yerleştirilen inanç duygusu anlamına alındığında, o kişinin doğasından sıyrılıp çıktığı mânasını vermek mümkündür. O zaman bunun anlamı, o kişi­nin Allah'ın ona verdiği fıtratı tahrip etmesi demektir. Dolayısıyla bu kişi kendi doğası ile çatışmaktadır. Böyle bir yorumu yapma imkânı var mıdır? İnsanın doğasındaki özelliklere âyet mânası verilebilir mi? İnsanın manevî yapısındaki özelliklere âyet denebileceği Fussılet sûresinin 53. âyetinden ha­reketle Bakara sûresinin 106. âyetinde anlatılmıştı. Fussılet sûresinin 53. âyeti şöyledir:' "İnsanlara dış âlemlerde (ufuklarda) ve kendi nefislerinde (iç âlemlerinde) âyetlerimizi göstereceğiz". Demek âyetin mânaları arasında, tabiat kanunları ile insanın psikolojik özellikleri anlamı vardır. Bu insanlar kendi iç âlemlerinin kanunlarına ters düştükleri için, onlardan inseleha anlamında sıyrılıp çıktılar, buyurulmaktadır.

c) "Bu yüzden şeytanın takibine uğradı". Bunun anlamı şu şekilde verilmektedir: Râzî, "şeytan onun peşine kâfir ve azgın insanları tak­tı, yani kâfir insanları onun arkadaşı, yoldaşı yaptı"; Abdullah b. Müslim, "şeytan ona yetişti"; Ebû Ubeyde, "şeytan ona yetişinceye kadar peşini bı­rakmadı"[104] mânalarını vermişlerdir.

Fıtrat kanunundan, yani Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan, leş haline gelmektedir. Leşe vahşi hayvanlar koşuşur ve kısa zamanda ulaşırlar. Leş ha­line, yani yaşayan ölü haline gelen bu insana da şeytan koşup yetişmektedir. Artık onun şeytana karşı koyacak irâdesi kalmamıştır. Çünkü bu insan, Al­lah'ın ona verdiği âyetlerin elbisesinden sıyrılıp çıkarken, yolda eğlenmiş ol­du; kaybettiği zaman diliminde şeytan ona yetişti. Allah'a doğru yol alırken zaman kaybına yol açacak durmalar, şeytanın işine yarayacaktır. Allah'ın âyetlerinden olan doğa kanunundan sıyrılmak da uzun zaman alacağından, şeytanın yakalamasına fırsat verecektir.

Şeytan bu insanın peşine ne ile takılıyor da ona yetişebiliyor? Bu soru­nun cevabını verebilmek için İsrâ sûresinin 64. âyetine bakmak gerekir: "Onlardan gücünün yettiği kimse­leri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; malla­rına, evlâtlarına ortak ol!" Demek ki şeytanın süvari ve piyadelerden teşek­kül eden ordusu vardır; bu ordu ile insana yetişmektedir. Böyle bir anlamdan hareket ederek şu yorum yapılabilir: Allah'ın âyetleri ilerlemede insana hız kazandırmakta, şeytanın yetişemeyeceği tarzda ilerlemesini, yücelmesini ve olgunlaşmasını temin etmektedir. İnsan şeytanla savaş halindedir. Allah'ın âyetleri savaş halinde olan insana hem silâh hem de siper olmaktadır. Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan da şeytanın pençelerine yakalanmaktadır.

d) "Ve sonunda azgınlardan oldu". Râzî, me'ânî ile uğra­şanların âyetin bu kısmına şu yorumu getirdiklerini nakletmektedir: Doğru yolda iken, o yoldan çıkıp sapıklığa, nefsinin arzularına ve kötülüğün yolu­na girdi; dünyaya meylettiği için şeytanın oyuncağı haline geldi; oyuncak oluşları, onların uçuruma atılmaları anlamına geldi gibi.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, onları gör­mezlikten gelmek, onları bir tarafa atmak, onlara aldırış etmemek ve onlar­dan sıyrılıp çıkmak bir dizi oluşumu meydana getirmektedir. Bu halin ardın­dan şeytanın takibine uğramak ve azgınlardan olmak gibi çok kötü neticeler gelmektedir. Yüce Allah insanları eğitirken, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde bu şekilde konuları ele almaktadır. Âyetlerden çıkmak sebep, şeytanın taki­bine uğramak ve azgınlardan olmak da sonuçlar olmaktadır. Allah insanlara, hangi davranışın hangi neticelere varacağının bilincini vermekte, sebep-so­nuç ilişkisi analizini yaparak insanı eğitmektedir. Diğer taraftan beşerî eğiti­me, davranışların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde analiz edilmesinin gereklili­ğini kazandırmakta, davranışlardaki değişimin iyiden yana olabilmesinin bu analizlere bağlı olduğuna dikkat çekmektedir.

3. "Dikseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o yere çakılı kaldı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dili­ni çıkarıp solur; bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanla­yan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat, belki düşünürler". Bu âyet bir önceki âyetin devamı durumunda olduğundan onunla bağlantılı olarak analiz edilecektir.

a) "Dikseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik". Âyette geçen lev edatı, "dileseydik, ama dilemedik" anlamına gelmekte­dir. Allah âyetleriyle insanı yüceltmek istemiştir. "İsteseydik" ifadesiyle, is­tediğini ifade etmektedir. Bu anlamdan hareket ettiğimizde ilâhî eğitimin amacının insanı yüceltmek olduğunu söyleyebiliriz.

Yüce Allah'ın irâdesi, Kur'ân'la insanı şereflendirip yüceltmekten ya­nadır. Çünkü Enbiyâ sûresinin 10. âyetinde gönderdiği kitapta insanların şe­refinin olduğu gündeme getirilmektedir. Âyetin bu kısmında geçen j»j ra-fe'a, fiili "yükselmek, yücelere ermek" anlamına gelmektedir. Buradaki yü­celme, manevî bakımdan kâmil insan olmak, Allah'a yaklaşmak mânasını ifade etmektedir. "Dileseydik" ifadesinden, Allah'ın dilemediğini, onu inkârı ile baş başa bıraktığım anlamamak gerekir. Tam tersine onu iradesiyle baş başa bıraktığım, hürriyetine ve seçeneğine dokunmadığını anlamak lâzımdır. Bu durum aynen Yûnus sûresinin 99. âyetindeki şu ifadeye benzemektedir: "Eğer Rabbin dikseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" Şimdi bu âyetin birinci bölümünden Allah'ın insanların iman etmesini istemediğini çıkarabilir miyiz? Böyle bir neticeye varmak mümkün değildir. Âyetin ikinci bölümünde insanların iman etmeleri için zorlanmayacağı gündeme getirilmektedir. Demek ki insanlar iman etmek konusunda hürdür, irâdesine Allah bile dokunmuyor. Dileseydi bunu yapma­ya gücü yeterdi. Dolayısıyla insanları hür bıraktı; dileyen inansın, dileyen in­kâr etsin.

Eğer A'râf sûresinin 176. âyetinde kişinin irâdesine dokunulup dilemesi gerçekleştirilseydi, o insanın yere çakılıp kalması ve nefsine uyması müm­kün olmayacaktı. Allah Teâlâ, dilemesi ile kulunun hür irâdesi arasında bir denge kurarak, onun seçeneğine dokunmadığı için, o insan yanlışa gitmiştir. İnsan, Allah Teâlâ'nın onu yüceltme dileğine ters düşen hareketi yaptığı için yükümlü olmaktadır.

b) "Fakat o, yere çakılı kaldı ve hevesinin peşine düştü". "Yere çakılı kaldı" ifadesinden, "dünyaya sarıldı" mânasını çıkarmak doğru olacaktır. Yüce Allah âyetleriyle, yani kendi eğitimi ile insa­nı aşın şekilde dünyaya bağlanmaktan kurtarıp manen yücelmesini istiyor, ama insan dünyaya dört elle sarılarak yücelmeyi tercih etmiyor. İnsan bu du­ruma ne zaman düşer? Dünyayı önüne alıp, kendi aklını ve gönlünü onun ar­kasına koyarsa, dünya onu istediği yere götürür; ama insan kendi aklını ve gönlünü öne alıp dünyayı arkasına takarsa, dünyayı istediği yere götürür.

Dünya önde ise, insana hâkim olur; insan aklı önde ise, insan ona hâ­kim olur. Demek ki dünyaya aşın bir şekilde, yani tutku ile sarılmak, yücel­meyi engellemektedir. Âyetin bu kısmında yer alan "yere çakılıp kalmak" fi­ilinin faili insandır. Dünyaya tutku ile bağlanmanın ardından gelen eylem, iğ­reti heveslerin peşine düşmektir. Bu heveslerin peşine düşme eyleminin faili de insanın kendisidir.

Bu insan bütün davranışlannda dünyanın geçici faydalarını ölçü olarak almakta, iğreti arzularının peşine düşmekte, böylece kendini yüce değerler­den kopanp almaktadır. Aklı ile nefsi arasındaki çatışmanın arasında kalan bu insan, bir iç huzursuzluğu yaşadığından dolayı, iğreti arzu ve tutkularının kurbanı olmaktadır. Allah'ın âyetlerine inanan ve o âyetler sayesinde bir iç huzura, beyin benaklığına ve gönül aydınlığına sahip olan insanlardan çok farklı bir durumdadır.

c) "Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur; üzerine gitmesen de dilini çıkartıp solur". Yüce Allah âyetleriyle yüceltmek istediği insanın dün­yaya tutku ile çakılıp kalması ve iğreti heveslerinin peşine düşmesi olayını anlatırken, köpeği örnek göstermektedir. Köpeğin en önemli özelliklerinden biri, dilini çıkanp solumasıdır. Kimi zaman üzerine gidildiği zaman dilini çıkarıp solur. Fakat öyle köpekler vardır ki, üzerine gitmesen de solumaktadır.

Dünya hayatının, menfaatlerinin ve iğreti heveslerinin peşinde koşan insan da devamlı olarak solumaktadır. Durmadan koşması, dilini çıkarıp so­lumasına sebep olmaktadır. Buradaki solumasının başka bir sebebi de, dün­ya menfaatlerine başkalarının yanaşmasını önlemektir. O menfaatlere yânaş-masalar dahi, onları koruyormuşçasına devamlı solumaktadır. Demek ki dün­ya tutkusu ve nefsin işareti, arzulan öylesine peşlerinden koşturur ki, insan durmadan solumasına rağmen onları tam anlamıyla elde edemez. Allah'ın âyetlerinden kendisini çıkarıp sıyıran kişi, dünya tutkusu ve nefsin iğreti ar-zulannın denizine düşmektedir. Denizde boğulma tehlikesi geçirdiği için, di­lini çıkararak köpek gibi solumaktadır.

Yüce Allah bu benzetme ile insanın manen ne hale geldiğini anlatmak­tadır. Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan insan, şeytanın takibine uğramakta, azgınlaşmakta (A'râf 7/175), yere çakılıp kalmakta ve iğreti heveslerinin pe­şine düşmektedir (A'râf 7/176). Bu oluşumlar onu köpek seviyesine düşür­mektedir.

d) "İşte âyetlerimizi yalan­layan toplumun durumu böyledir. Kıssayı anlat, belki düşünürler". Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun durumunu bu köpeğin haline benzetmektedir. Yüce Allah bu kıssanın anlatılmasını emrediyor, çünkü amacı onların düşün­mesini temin etmektir. Böylece geçmişin olguları eğitici yönde ortaya çık­maktadır.

Yüce Allah insanların burada düşünerek varacakları neticeyi gizli de ol­sa belirlemektedir. Üzerlerine gelen veya gelmeyen kişiye saldıran, yani so­luyan köpek, onu korkutmak ister. Yaptığı iş aslında çok değersizdir. Değer­siz bir iş için hareket etmek köpeğin özelliklerindendir. Solur ama bir zaman sonra sakinleşir, neden soluduğunu da bilmez.

Allah'ın âyetlerini yalanlayan, inkâr eden toplumlar da geçici arzuların ve menfaatlerin peşinde koşarak ömrünün sonunda bir köşeye çekilip kalıcı bir şeyin olmadığını görürler. Anlatılan bu durum, onları ve diğer toplumları derinlemesine düşünceye sevketmeyi amaç edinmektedir. Düşünecek olan insan olduğundan, bunu yapması kesin değil, ihtimal dahilindedir. Onun içindir ki, yüce Allah t»]S£iivta' "Umulur ki düşünürler" ifadesine yer vermek­tedir.

Netice olarak diyebiliriz ki insanlara doğruyu anlatmak ve onları doğ­ru yolda yürütmek için, düşünmelerini sağlamak gerekiyor. Yüce Allah onla­rı düşündürmek için Öğretim faaliyetini gerçekleştirmektedir. Önemli olan insanın düşünmesini temin etmektir. Düşünmeye başlayan insan, ilâhî âyet­lerin rehberliği ile doğru yolu bulacaktır.

Öğretimle verilecek olan mesajların, sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatıl­malı, benzetmeler etkili ve ürpertici olmalıdır. Hangi davranış veya inanış bi­çimlerinin hangi sonuçlara varacağını net bir şekilde anlatmak gerekiyor. A'râf sûresinin 175 ve 176. âyetlerinde bu metot kullanılarak, öğretimi ya­pılmaktadır.

İnsanın nasıl âdîleştiğinin, hayvani davranışları nasıl sergilediğinin, bu duruma nasıl ve niçin düştüğünün analizi yapılarak, caydırma yolu takip edilmektedir. Düşünme kapasitesinin harekete geçirilip çözümlerin üretilebi­leceğine işaret edilerek, beşerî eğitimin amacına ve nereden başlanması ge­rektiğine de dikkat çekilmektedir.[105]

 

Kendine Zulmetmek:

 

177. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendine zulmede gelen güruhun durumu ne kötü misaldir.

Bu âyet, önceki iki âyetin devamı durumundadır. Yüce Allah âyetlerini inkâr eden ve kendilerine zulmedenleri bir grup, yani güruh olarak kabul et­mektedir. Demek ki Allah sosyal anlamda toplumu inanç gruplarına ayırmak- tadır. Bu inanç grubunun iki özelliği olduğunu görüyoruz.

a) Allah'ın âyetlerini yalanlıyorlar. Allah'ın âyetlerini yalanlamalarının anlamını önceki iki âyetten çıkarabiliriz. A'râf sûresinin 175. âyetinde, Al­lah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkmak, A'râf sûresinin 176. âyetinde de dilini çı­kararak solumak şeklinde mânalandınlmaktadır. Dilini çıkarıp solumak, âyetleri inkâr etmek demektir.

Eski çağlarda dilin çıkartılarak solunması eylemini, insanlar karşı kar­şıya gelerek gerçekleştiriyorlardı. Uzaktaki insanın dilini çıkartarak soluma­sını ne görebilirler ne de işitebilirlerdi. Ama şimdi kitle haberleşme vasıtala­rı öylesine gelişti ki, çok uzakta olanların Allah'ın âyetlerine karşı solumala­rını yazılarından okuyabiliyoruz. Solumanın sesi çok uzaklardan duyulmak­tadır. Çeşitli şekillerde yazıya ve görsel programlara dökülen kelime ve cüm­leler, solumanın çeşitlerini sunmaktadır. Kitaplar, makaleler ve basındaki in­sanlar dillerini öylesine uzatarak soluyorlar ki, bu solumanın sesi insanlığın beyin ve gönüllerini kirletmektedir. Ses, kelime, fikir kirliliği Allah'ın âyet­lerine kadar uzanmakta ve bu durumun ne kadar kötü olduğu A'râf sûresinin 177. âyetinde belirtilmektedir.

b) Kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah'ın âyetlerini yalanlamak, sebep; kendine zulmetmek, sonuç olmaktadır. Demek ki bunlar iki ayrı ey­lem değil, biri sebep diğeri sonuç olan tek bir eylemi ifade etmektedir. Bir in­san kendine nasıl zulmeder? Bu konu A'râf sûresinin 23. âyetinde açıklan­mıştı. Ama buradaki konunun kapsamı içinde de açıklanması gerekiyor.

A'râf sûresinin 172. âyetinde açıklandığı gibi, doğuştan insanın doğa­sına inanç duygusu yerleştirilmiştir. Bu duygunun tatmin edilmesi, yaratılışı­nın doğrultusunda geliştirilmesi, onun hakkıdır. İnsan Allah'ın âyetlerini in­kâr edince, o duygunun hakkını gaspetmektedir. İnanç duygusunun hakkını gaspeden kişi, kendi kendine zulmetmiş olmaktadır.

İnsanın kendi kendine zulmetmesine başka bir açıdan bakabiliriz: A'râf sûresinin 175. âyetinde, insana verilen âyetler, artık o insanın kendisine ait­tirler. Kendisine ait olan âyetleri yalanlayan, onlara karşı soluyan insan, ken­di öz benliğine zulmetmiş oluyor.

Onların kendilerine zulmetmelerinin başka bir anlamı da, Allah'ın onlara zulmetmediği, ne yaptılarsa kendi kendilerine yapmış olduklarıdır. A'râf sûresinin 175-177. âyetlerine bakarsak, şu eylemleri gerçekleştirdiler. Al­lah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan, onları bir tarafa atan, şeytanı peşine takan, azgınlardan olan, dünyaya çakılıp kalacak kadar tutku ile bağlanan, nefsine tâbi olan, hakikate karşı dilini çıkartıp soluyan ve Allah'ın âyetlerini yalanla­yanlar onlar olmuşlardır. Bütün bu eylemler kaybolmadı; taşa çarpar gibi kendilerine döndü. Bu dönüş de kendilerine zulüm olmuştur.

Kendilerine zulmetmelerinin diğer bir mânası da, Allah'ın âyetlerini ya­lanlayıp saçma bulanlar, aslında kendilerinin manevî şahsiyetlerine kıymak­ta, onu öldürmektedirler. Bir âyeti yalanlamak, kendi ruhuna bir mermi sık­maktır, canına kıymaktır; çünkü bu yalanlama, gönlü öldürmektedir.

Allah'ın âyetlerine inanmak, gönlün gıdası, canı ve hayatıdır. Onu bu imandan mahrum bırakmak, onu öldürecek kadar bir zulümdür. Aslında bu insanlar, Allah ile olan ilişkilerini, Allah katında olan değerlerini katletmiş­lerdir. Allah'ın âyetlerine karşı dillerini çıkarıp her solumalarında, yazdıkları her kelime ve cümlelerinde Allah'tan uzaklaşma vardır. Bu uzaklaşma da kendilerine zulüm olmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki yüce Allah âyetleriyle insanı yüceltmek is­tiyor, fakat bazı insanlar O'nun âyetlerini inkâr ederek, bu yücelmeyi kabul­lenmiyorlar. İlâhî eğitimin amacını belirleyen A'râf sûresinin 176. âyeti, bu yücelmeyi geri çeken bütün çirkinlikleri de açıklamaktadır. Yücelip Allah ka­tında değerlerinin artmasını engelleyen insanlar, aslında kendi kendilerine zulmetmektedirler. Böylece Allah zulüm kavramına farklı bir anlam kazan­dırmakta, insanları bundan kurtarmak işini de din eğitimcilerine vermektedir.[106]

 

Hidayet Ve Sapıklık:

 

178. Allah kimi doğru yola yöneltirse, o doğru yolu bul­muştur. O'nun sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelin­ce, büyük kayıp içinde olanlar da iste böyleleridir.

Bu âyetin anlaşılması konusunda âlimler arasında ciddî anlamda ihtilâf­lar meydana gelmiştir. Meselâ Kurtubî bu ihtilâflardan ikisini naklederek, bu âyetin o görüşlere reddiye olduğunu söylemektedir. "Allah Teâlâ bütün so­rumlu olan kimseleri hidâyete erdirmiştir. Onun herhangi bir insanı saptırma­sı caiz değildir" diyenler Kaderiyye'nin görüşlerini reddetmektedir. Râzî de bu âyet hakkında Mu'tezile'nin görüşünü geniş bir şekilde açıklamakta ve onları birer birer çürütmektedir.

Eski âlimlerin Allah'ın hidâyete erdirmesini ve dalâlete düşürmesini açıklamakta kamplara ayrılmaları, bu konulara çözüm getiremediklerine de­lil teşkil etmektedir. Onlardan hangisinin doğru ve yanlış olduğuna bakma­dan, âyetin diğer bağlantılarıyla ne ifade ettiğine bakmayı uygun buluyoruz.

1. "Allah kimi doğru yola yöneltirse, o, doğru yolu bulmuştur". Âyetin bu kısmını ve bundan sonraki bölümünü anlamaya çalı­şırken, Kur'ân'ın diğer âyetleriyle bağlantı kurmak gerekir. Diğer âyetlerden özellikle Ankebût sûresinin 69. âyetine bakmak gerekir. Âyet şöyledir:

 "Bizim uğrumuzda çalışanları, kendi yollarımıza

iletiriz". Demek ki Allah'ın insanı doğru yolu iletmesi için insanın gayreti ol­malıdır. Kimi zaman insanın bir böcek, bir çiçek ve ilâhî vahyin bir âyeti üze­rindeki düşünce, bu alt yapıyı teşkil edebilir. Demek ki Allah'ın hidâyetini çe­kecek olan bir beyin ve gönül gayreti, çalışması ve emeği olmalıdır. İnsan kendi gönlünün ekranına ilâhî hidâyeti düşürebilmesi için düğmeye kendi basmalıdır.

Hz. Peygamber'i öldürmeye giderken, Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini oku­ması ile Allah, Ömer'e hidâyet etmedi mi? O âyetleri okuyup anlaması, ilâhî hidâyetin alt yapısmı teşkil etmiş ve gönlünün ekranına düşmesi için düğme­ye basılmış oldu. Bu açıdan bakınca, Kur'ân'ın gönderilmesinin ana amaçla­rından birinin, ilâhî hidâyetin gelmesi için alt yapıyı hazırlaması olmuştur.

Bu konuyu açıklayabilmek için bakabileceğimiz diğer bir âyet de Ra'd sûresinin şu âyetidir: "Gerçek şu ki insanlar kendi iç dünyalarım değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez" (Ra'd 13/11). Bu âyette hem olumlu hem de olumsuz anlamdaki değişim kas­tedilmektedir. Olumlu mânadaki değişimi gündeme getirirsek, hidâyet anla­mındaki değişimi Allah'ın yapabilmesi için önce insanın kendi iç âleminde gerekli değişimi yapması gerekiyor. Hidâyet bir değişim olduğuna göre, onun öncesinde insanın iç alemindeki değişim gerekli olmaktadır.

Bu konuya uygun düşen Hz. Âdem'in durumu, Tâhâ sûresinin 122. âye­tinde anlatılmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçkin kıl­dı; tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti". Hz. Âdem önce tövbe etti, Al­lah onun tövbesini kabul ettikten sonra, onu doğru yola iletti. Onun tövbesi olmasaydı, doğru yola iletilmesi olmayacaktı.

Zümer sûresinin 17 ve 18. âyetlerine bakarsak, ilahî hidâyetin nasıl gel­diğini daha iyi anlamak mümkün olacaktır: "Tâgutakul-luk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler on­lardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır". Demek ki insan, aklını kullanıp ya­pılması gereken şeyleri yaptıktan sonra ilâhî hidâyete erecektir. Aklını ve gönlünü Allah'a çeviren insana hidâyet gelecektir. Nisa sûresinin 66-68. âyet­lerinde ise kimlere hidâyet edileceğine şu ifadelerle dikkat çekilmektedir:

"Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha ha­yırlı hem de daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimiz-den büyük mükâfat verirdik ve onları dosdoğru bir yola iletirdik".

Yüce Allah'ın hidâyeti gelmeden önce, insanın öğüde kulak vermesi ge­rekiyor. Öğüdü dinleyeni Allah doğru yola iletiyor. Tegâbün sûresinin 11. âyetinde de şöyle Duyurulmaktadır: "Kim Allah'a inanır­sa, Allah onun kalbini doğruya götürür". Bu hidâyet şekli de imandan sonra gerçekleşmektedir.

Mâide sûresinin 16. âyetinde, Allah'ın rızâsını arayan kimsenin doğru yola götürüleceği buyurulmaktadır. Demek ki hidâyet yolunda çalışanları Al­lah o yola iletir. Kulun beyni ve gönlü Allah'ın hidâyetini alabilecek nitelik­te oluşmalı, değişime uğramalıdır.

2. "Onun sapıklık içinde bıraktığı kimselere ge­lince, büyük kayıp içinde olanlar da iste böyleleridir". Yüce Allah kendili­ğinden bir kulunu dalâlet içinde bırakmaz. İnsan dalâlete, yani sapıklığa ken­di iradesiyle düşer, Allah da onu orada bırakmayı dilerse bırakır.

İmanı verip küfrü alan sapıtır (Bakara 2/108); şirk koşan sapıtmıştır (Nisa 4/116); Allah'ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gü­nünü inkâr eden sapıtmıştır (Mümtehine 60/1); başkalarının sapık arzularına uymak sapıtmaktır (En'âm 6/56); dinde haksız yere haddi aşmak sapıklıktır (Nisa 4/167); Kur'ân'ı dinleyip alaya alan ve peygamberlere büyülenmiş di­yenler sapıklardır (İsrâ 17/47-48); nevasına uyup âdil hüküm vermeyen sa­pıktır (Sâd 38/26). Yüce Allah mahşerde şu soruyu soracağına göre sapıtanın insan olduğu ortaya çıkmaktadır: "O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: 'Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa ken­dileri mi yoldan çıktılar?" (Furkân 25/17) ifadesine yer vermezdi.

Câsiye sûresinin 33. âyetinde, kendi hevesini tanrı edinen kimseyi Al­lah'ın sapıklıkta bıraktığı konusu gündeme getirilmektedir. Demek ki insan hevesini tanrı edinmeseydi, Allah onu sapıklık içinde bırakmayacaktı. İnsa­nın eylemine göre, Allah kendi saptırmasının takdirini ve eylemini devreye sokmaktadır. Nisa sûresinin 113. âyetinde insanın kendisini sapıtmasından, En'âm sûresinin 116. âyetinde de insanın insanı sapıtmasından bahsedilmek­tedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah durup dururken insanı sapıttırmaz. Allah'ın sapıttırması, kulun yapıp ettiklerine göre gerçekleşmektedir. İnsanın yaptıkları hidâyeti gerektiriyorsa, hidâyet; sapıttırmayı gerektiriyorsa, sapıt­tırma meydana gelmektedir. Yaptığı yanlış davranışlarla Allah'ın sapıttırma­sına sebep olan insan, bütün anlamıyla ziyana uğramış, yani manen iflâs et­miştir.

Bu âyeti önceki üç âyetle bağlantılı olarak açıklarsak, şu neticeye vara­biliriz: Allah'ın âyetlerini bir tarafa atan, şeytanı peşine takan, azgınlaşan; yere çakılı kalıp nefsine tâbi olan, hakikate karşı dilini çıkarıp soluyan, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve kendine zulmeden insanı Allah sapıttırmaktadır. Bü­tün bu eylemler ilâhî âleme çıkınca, oradan sapıklığın içinde kalma takdirini alıp geliyor, bunun da sonucu manevî iflâs oluyor.[107]

 

İnsan-Hayvan İlişkisi:

 

179. Andolsun ki, cin ve insanların birçoğunu cehen­nem için yarattık. Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünüp anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, ama onlarla işitmezler; bunlar hayvan gibidirler; hatta daha da aşağıdırlar. İşte gafil olanlar böyleleridir.

Bu âyetin 178. âyetle alâkası vardır. Sapık insanların manen iflâs etme­leri sebebiyle cehenneme gidecekleri söylenmekte, insanların bu duruma düşmelerinin ve 175. âyetten itibaren anlatılan olumsuz davranışların sebep­leri açıklanmaktadır. 179. âyet açıklanırken bu bağlantılar kurulacaktır.

1. "Andolsun ki, cin ve insanların birçoğunu ce­hennem için yarattık". Âyetin bu kısmıyla ilgili Ehl-i sünnet ile Mu'tezile arasında uzun tartışmalar olmuştur. Tartışmaları buraya aktarmanın bir fay­dası yoktur. Çünkü âyet sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklandığında, bu tartışmalara gerek kalmayacaktır. Tartışmaları öğrenmek isteyenler Râzî'nin bu âyete yaptığı tefsîre bakabilirler.

Tartışmaları, açıklamanın dışında tutabilmek için öncelikle bu âyetin birinci kısmını sonuç, ikinci kısmını da sebep olarak ele alacağız. O zaman Allah'ın cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yarattığından dolayı insanların ve cinlerin zorunlu olarak cehenneme gidecekleri fikri ortadan kal­kacaktır. Eğer insanlar ve cinler yaratılıştan cehennemlik iseler, Kur'ân'ın gelmesinin, peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı kalmayacaktır.

Âyetin analizinden bunun böyle olmadığını göreceğiz. Birinci bölümde yer alan fol zera'a kelimesinin anlamı, "yaratmak, çoğaltmak, tarlaya to­hum ekmek, dişleri dökülmek, baştaki yan saçların ağarması, darıltmak, kor­kutmak, kan akıtmak, muhtaç bırakmak" mânalarına gelmektedir.

Âyetin bu kısmında zera'a kelimesinin kullanılıp da f£ haleka keli­mesinin kullanmaması manidardır. Çünkü haleka olsaydı, değişmesi müm­kün olmayan doğa kanunu olacaktı. Rûm sûresinin 30. âyetinde "Allah'ın yaratmasında değişim yapılamaz" buyurulmaktadır. Halekanın kullanılmayıp zera'anın kullanılmasının sebeplerinden biri de, yaratmanın kulun irâdesine paralel olarak işlemesidir. Demek ki insanların ve cinlerin cehennem için yaratılmaları bir fıtrat kanunun değil, kulun irâdesine göre iş­leyen bir yaratma faaliyetinin sonucudur.

2. "Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünüp anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakla­rı vardır, ama onlarla işitmezler". Âyetin bu bölümü birinci kısmın sebebi durumundadır. Buradaki duyu organlarını kullanmayan cinlerin ve insanların cehennem için yaratıldığı ortaya çıkmaktadır. Âyetin bu kısmından çıkarıla­cak neticeler şunlardır:

a) Kalp, göz ve kulakları yaratan Allah, kullanma görevini cinlere ve insanlara vermiştir. Bu organları Allah yaratıyor, ama kullanmasını cinler ve insanlar gerçekleştiriyorlar.

b) Kalbini, gözünü ve kulaklarını yerli yerinde kullanmamak, cehenne­me götürmektedir. Demek ki cehennemi biz kendi içimizde başlatıyor ve ate­şini orada yakıyoruz. Âyetin bu kısmında kalp birinci, göz ikinci, kulak da üçüncü sırayı almaktadır. İsrâ sûresinin 36. âyetinde kulak, göz ve gönül sırası yer almaktadır. İsrâ sûresinin bu âyetine göre, kulak, göz ve gönül mah­şerde sorguya çekilecektir. Demek ki duyu organlarının sorumlulukları var­dır. Sorumluluklarını yerine getirmedikleri takdirde, A'râf sûresinin 179. âyetine göre cehenneme gireceklerdir.

Âyette geçen en önemli organlardan biri de anlama merkezi olan kalp­tir. Kalp "altını üstüne getirmek, geriye döndürmek, toprağı kazmak, içini dı­şına çıkarmak, öfkelenmek, dudağı dışarı döndürmek; araştırıp sonucunu dü­şünmek, devrim yapmak" mânalarına gelmektedir. Bu kavramın Kur'ân'daki mânalarıyla geniş açıklaması, Âl-i İmrân sûresinin 196. âyetinde yapıldı. Kalp kelimesinin Kur'ân'daki mânalarını aşağıda özet olarak veriyoruz.

Dönmek (Ankebût 29/21); kurmak (Tevbe 9/48); ters çevirmek (Hac 22/11); elleri oğuşturmak (Kehf 18/42); yer değiştirmek (Nûr 24/44) gerisin geri dönmek (Âl-i İmrân 3/144); kötü duruma düşmek (Âl-i İmrân 3/149); devrimle devrilmek (Şu'arâ 26/227); akıbet (Kehf 18/36); dolaşmak (Âl-i İmrân 3/196; Mü'min 40/4).

Âl-i İmrân sûresinin 196. âyetinde kalbin çeşitleri açıklanmadı. Bu ko­nuyu burada açıklayarak, A'râf sûresinin 179. âyetindeki insanların neden kalpleri ile düşünüp anlayamadıklarını gündeme taşıyacağız. Kalp halden ha­le geçip değişen manevî bir organ olduğu için, Kur'ân'da onun durumu açık­lanmaktadır. Kalbin çeşitli halleri vardır.[108]

 

Kalbin Olumsuz Halleri:

 

1. Şüphe eden kalp. Tevbe sûresinin 45. âyetinde "Kalp­leri şüpheye düşen" ifadesine yer verilmektedir.

2. Nifak dolu kalp. Tevbe sûresinin 77. âyetinde, "On­ların kalbine nifak soktu" buyurulurken, nifakın girdiği ve bulunduğu yerin kalp olduğuna işaret edilmektedir.

3. Şirkin içirildiği kalp. "İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgi­si içirildi" (Bakara 2/93). "Onların kalbine şirk doldu, kalplerin cidarına şirk işledi, nüfuz etti" anlamına gelmektedir.

4. Mühürlü kalp. Uyarılmasına rağmen hiç etkilenmeyen insanların gönüllerini yüce Allah mühürlemektedir (Bakara 2/6-7).

5. Katı kalp. Bakara sûresinin 74. âyetinde "Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı" buyurulurken, taşlaşmış kalbe işaret edil­mektedir. "Allah'ı anma hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!" (Zümer 39/22) denirken, kalbin hangi konuya kar­şı katılaştığı da söylenmektedir.

6. Kilitli kalp. "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri ki­litli midir?" (Muhammed 47/24).

7. Perdeli kalp. "(Yahudiler peygamberlerle alay ederek) 'Kalplerimiz perdelidir' dediler" (Bakara 2/88).

8. Kapalı kalp. "Ve (Ey Muhammed!) derler, kalplerimiz bizi çağırdı­ğın her şeye kapalıdır" (Fussılet 41/5).

9. Hasta kalp. Cinsel sapıkların ve vatanına ihanet eden insanların kal­binde hastalık olduğu bildirilmektedir (Mâide 5/51-52; Ahzâb 33/32).

10. Dağınık kalp. Yüce Allah, anlamayan ve aklını kullanmayan insan­ların kalplerinin dağınık olduğunu buyurmakta, münafıkları bu özellikleriy­le tanımlamaktadır (Haşr 59/14).

Şimdi buradan yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 179. âyetine dönersek; "Onların kalpleri vardır, ama onunla düşü­nüp anlamazlar" buyurulurken, hangi insanların anlamadığı anlatılmaktadır. Şüphe içinde olan, nifak dolu olan, şirk dolu bulunan, mühürlenen, katı olan, kilitli, perdeli, kapalı, hasta ve dağınık kalplerin anlayamayacağı ortaya çık­maktadır. Kalbin bütün bu halleri, düşünüp anlamaya engel olmaktadır.

Bu kalplere Allah'ın âyetleri, Kur'ân'm nuru, peygamberlerin uyanları asla girmeyecektir. İşte düşünüp anlamayacak olan bu gönüller, insanı cehen­neme götürecektir. Dinde büyük değişim, kalplerde yapılacak olan değişim­le, ilâhî nuru oraya sokmakla gerçekleşecektir.[109]

 

Kalbin İyi Halleri:

 

Kalp yeterince eğitildiği zaman, çeşitli işlevleriyle sıfatlar almaktadır.

Kur'ân bu sıfatlan söz konusu fonksiyonlarıyla birlikte vermektedir:

1. Selîm kalp. İbrahim peygamber kıyamet gününde, mal ve çocukla­rın fayda vermeyeceğini, ancak Allah'a selîm kalple gelenlerin fayda bulaca­ğını söylemektedir (Şu'arâ 26/88-89). Allah, insanlar ve kendisi ile barışık olan selîm kalptir. Selîm, "güven içinde olan, şirkten temizlenmiş olan kalp" anlamına da gelmektedir.

2. Doyuma ulaşmış kalp. Kalbin doyuma ulaşması, Allah'ı düşünmek ve anmaktır (Bakara 2/260; Ra'd 13/28).

3.  Düşünen kalp. Bu seviyede, akıl ile kalp bir araya gelmektedir, "(Sana karşı çıkanlar) hiç yer­yüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı, elbette düşünecek ve işitecek kalpleri olurdu" (Hac 22/46). A'râf sûresinin 179. âyetinde "anlayan kalp", Hac sûresinin 46. âyetinde "düşünen, akleden kalp" olmaktadır.

4. Isınan ve kaynaşan kalp. "Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi kaynaştırmıştı" (Âl-i İmrân 3/103). İnsanların sev­gi ile kaynaşmaları ve bu sayede kardeş olmaları, kalpte olan bir faaliyettir.

5.  Titreyen kalp. "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir" (Enfâl 8/2).

6. Münîb kalp. Allah'a yönelen, başka varlıklara kutsallık vermeyen kalp bu sıfatla anlatılmaktadır. "İşte size vaad edilen cennet! ki o, Allah'a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği halde Rahmân'a saygı duyan ve Allah'a münîb bir kalp getiren kimselere aittir" (Kâf 50/32-33).

7. Hidâyete eren kalp. "Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür" (Tegâbün 64/11). İman eden insanın gönlü, ilâhî rehberliğin altındadır.

8. Saygı duyan kalp. Hadîd sûresinin 16. âyetinde, bir anlamı ile ürpe­ren, bir anlamı ile de saygı duyan kalp gündeme getirilmektedir.

9. Kini giderilmiş kalp. "Ve onların kalplerinden kini gidersin" (Tevbe 9/15) buyurulurken, öfkenin kalpte olduğuna işaret edil­mektedir.

10. İmanın sevdirildiği ve süslendiği kalp.  "Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde süslemiştir" (Hucu-rât 49/7). Diğer taraftan ilâhî vahyin indiği merkez de kalptir. Yüce Allah tak­va ile kalbi imtihan etmektedir (Bakara 2/97; Hucurât 49/3).

Görüldüğü gibi kalbin hem kötü halleri hem de iyi halleri vardır. Kal­bin asıl olan hali iyidir; kötü sonradan oluşur. Barış içinde olan kalp, doyu­ma ulaşmış kalp, düşünüp anlayan kalp, kaynaşan kalp, titreyen kalp, yalnız Allah'a yönelen kalp, hidâyete eren kalp, saygı duyan kalp, imanın sevdirilip süslendiği kalp gibi kalbin çalışma biçimleri ve halleri, insanın psikolojik ya­pısını zenginleştiren ve sonsuz hale getiren durumlardır.

Bu durumun eğitim açısından önemi şudur: Günümüzde bütün millet­ler çocukların, gençlerin beyinlerini işleyen öğretim faaliyetini iyi yaptıkları halde, onların kalp, yani gönül boyutlarını nadasa bırakmaktadırlar. Gönül, yukarıda belirtilen iyi hallerini kazanıp işletemiyor; böylece kötü hallere bü­rünüyor. Yüce Allah kalbin iyi ve kötü hallerini anlatarak hem genel eğitime hem de din eğitimine ne yapması gerektiğini öğretmektedir. Bunlar öğretilir­ken de, kalbin hallerinin değişebilirliğine dikkat çekilmektedir. Onun değişe­bilir olması, eğitimcilerin işini kolaylaştırmaktadır. Kalbin hallerindeki de­ğişkenlik, onun gelişmeye de müsait olduğunu vurgulamaktadır.

Buradan tekrar yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 179. âyetine dönebiliriz. "Onların kalpleri vardır, onlarla anlayamazlar" buyuru­lurken, onların kalplerinin bütün iyi özelliklerini kaybettiğine ve kötü du­rumlara düştüğüne işaret edilmektedir.

c) "Gözlen vardır, onlarla görmezler". Anlayıp düşün­dükten sonra, gönül gözü oluşmaktadır. Âyetin bu kısmında kastedilen kafa­daki gözler değil, gönül gözüdür. Kafada göz iki tanedir ve hayvanların ço­ğunda vardır. Hayvanlar da gözleriyle bakarlar ve kendi tabiatlarına uygun olan görme eylemini gerçekleştirirler. Ama insanın bu gözlerinin dışında bir de gönül gözü boyutu vardır. Bu gözle insan kendi içini görür ve oradaki olu­şumları anlar. A'râf sûresinin 201. âyetinde takvaya erenler anlatılırken, "Şeytanın vesvesesi kendisine dokunduğunda, hemen düşünüp görürler" bu-yurulmaktadır. Buradaki görme, basîret denen içsel görmedir. İçsel görüş, gönül gözü ile olur. İnsan, iç dünyasında kopan fırtınaların rahmânî veya şey­tanî olup olmadığını hemen düşünüp görüyorsa, takvaya ermiş demektir.

A'râf sûresinin 179. âyetindeki görme olgusu hakikati görüp okuyup anlama mânasına da gelmektedir. Bir şeye bakmak maharet değil, maharet onu görebilmektir. "Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler" (A'râf 7/198) âyetinde, "bakar kör'lere dikkat çekil­mektedir. Burada şu soru sorulabilir: İnsanın gönül gözünü körelten nedir? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

İnkâr psikolojisi. İnkâr psikolojisi, insanın dalâlete, yani sapıklığa düşmesine sebep olur, dalâlet de onu körleştirir, gönül gözünü devre dışı bı­rakır. "Körleri sapıklıktan çevirip doğru yola iletemezsin"

(Nemi 27/81; Rûm 30/53). Rûm sûresinin 53. âyetinin devamı ise şöyledir: "Ancak teslimiyet göstererek âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin!" Demek ki imansızlık, yani inkâr, insanın kulaklarını tı­katmakta ve gözlerini kör etmektedir.

Münafıklık psikolojisi. Yüce Allah münafıkların ışığını giderdiğinden (Bakara 2/17); "Onlar kör haline gelirler" (Bakara 2/18); Münafık insan dö­nek, çifte standart uygulayan ve inkarcı olduğu için, Allah'ın 'kör' olarak ni­telendirdiği insandır. Onun bu körlüğü hakikate dönüşünü engelleyen sebep­lerden biri olmaktadır (Bakara 2/18); ayrıca düşünmesini, akıl yürütmesini de engellemektedir (Bakara 2/171).

Kalbin anlamaması. A'râf sûresinin 179. âyetinde "kalpleriyle anla­yamazlar" dendikten sonra "gözleriyle göremezler" denmesi, kalbin kötü hallerinin kalp gözünü körelttiğine işaret etmektedir. Düşünüp anlayan gön­lün gözü olacak ve o gözle görecektir.

İşte bu psikolojiler, gönül gözünü göremez hale getirip kör etmektedir.

d) "Kulakları vardır, onlarla işitmezler". Kulakların işitmemesi, dinlememesi anlamını da içermektedir. Yukarıda görmeyi engelle­yen sebepler, işitmemenin de sebepleri olmaktadır. Aynı âyetler işitme konu­sunu da işlemektedir. Allah inkarcıları ölü kabul ettiğinden, Nemi sûresinin 80. âyetinde "Bil ki sen ölülere işittiremez-sin; arkalarına dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın!"

İnkâr psikolojisinde olan insanlar Hz. Nuh'un davetine karşı şu şekilde tavır takınıyorlardı. "Ger­çekten de günâhlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, par­maklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler, ayak dirediler; ki-biıiendikçe kibirlendiler" (Nûh 71/7). Aynı tutumu bazı müşrikler Hz. Pey-gamber'e de göstermişlerdi. İlâhî mesajı dinlemeyen insanın gönlünde ima­nın teşekkül etmesi imkânsızdır. Dinlemeyen insan anlamaz, anlamayan da iman etmez. Öğretim faaliyetinin üç önemli öğesi vardır: Dinlemek, okumak ve anlamak. A'râf sûresinin 179. âyetinde bu üç öğe vurgulanmaktadır.

3. "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar, işte asıl gafiller onlardır". Yüce Allah anlamayan, gör­meyen ve dinlemeyen insanları hayvana benzetmektedir. Hatta hayvandan daha aşağı görmektedir. Hayvana benzetilmiş olmasının hikmeti ne olabilir? Kalbini kullanıp düşünemeyen, anlayamayan, gönül gözü ile göremeyen ve can kulağı ile dinlemeyen insanlar, iki ayak üzerinde dimdik yürüyemezler; bu bakımdan dört bacaklı hayvana benzerler. Manen insanı hayvandan ayı­ran, onu manen iki ayak üzerinde yürüten beyin, basîret ve can kulağını kul­lanmasıdır. Allah Teâlâ, bu benzetmesini psikolojik açıdan yapmaktadır. Ye­teneklerini kullanmayan insanlar, manen hayvan durumuna düşmektedirler.

Yüce Allah bu insanların daha aşağı derecede olduğunu söylemekle, hayvanın kullanacağı manevî bir kalbi, basîreti ve can kulağının olmamasını dikkate almaktadır. Hayvamn böylesine manevî özellikleri olmaması sebe­biyle sorumluluğu da yoktur. Oysa insan, sahip olduğu manevî merkezler se­bebiyle sorumludur. Bu sorumluluğu, İsrâ sûresinin 36. âyetinde gündeme getirilmektedir. "İşte asıl gafiller onlardır" ifadesi ile gaflet kavramına bir tanım getirmektedir. Kalbi ile anlamayan, gönül gözü ile göremeyen ve can kulağı ile hakikati dinlemeyenler gaflettedirler. Hayvan için gaflet söz konusu değildir, ama bu insanlar için söz konusudur.

İnsan dünya hayatında yüce Allah'ın biçtiği rolü tam anlamı ile yerine getirebilmesi için gerçeği anlamalı, görmeli ve can kulağı ile dinlemelidir. Bunu yapamayana Allah cehennemi göstermektedir. Bunu farkedemeyen in­sanlar gaflettedirler. Din eğitimcisine düşen görev, insanları gafletten uyan­dırmak, vazifelerini onlara hatırlatmaktır. Yüce Allah bu eğitimi verdiğinden, din eğitimcisi de aynı yolu izlemelidir.[110]

 

Allah'ın Güzel İsimleri:

 

180. En güzel isimler Allah'ındır. Onlarla O'na dua edi­niz! Uygun olmayan isimlerle O'nu isimlendirenleri ter-kediniz! Onlar yapmakta olduklarının cezasını yakında çekeceklerdir.

Âyetin analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:

1. "En güzel isimler Allah'ındır". Bu ifade Kur'ân'da dört yerde geçmektedir. Allah'a, Allah ve Rahman isimleriyle dua edilebileceği söylenirken, İsrâ sûresinin 110. âyetinde bu ifadeye yer verilmektedir. Yüce Allah'tan başka tanrı olmadığı buyurulurken, Tâhâ sûresinin 8. âyetinde aynı ifade geçmektedir. Göklerde ve yerde olanların Allah'ı teşbih ettikleri belir­tilirken, Haşr sûresinin 24. âyetinde geçmektedir.

2. "Onlarla O'na dua ediniz". Yüce Allah'a kendi isimleriyle dua edilirken herhangi bir ismi anılabilir:

"De ki: İster Allah diye dua ediniz, ister Rahman diye; O'nu hangi ismiyle çağırırsanız çağırınız; en güzel isimler O'nundur" (İsrâ 17/110). Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, ilâhî isimler bir iletişim ağı kurmaktadır. İnsanın Rabbi ile bir iletişim kanalı olmaktadır.

Diğer taraftan Allah, isimleriyle, kâinat ve onun içindeki canlı, cansız bütün varlıklarla olan ilişkisini insanın idrakine sunmaktadır. Bu isimlerle oluşturduğu iletişim ve ilişkiler ağı ile, insan nasıl bir tanrıya inandığının bi­lincinde olmaktadır. İnsan, ihtiyacı ve çözülmesini istediği probleme göre bu isimlerden biri ile Allah'a dua edecektir. Meselâ Allah'tan nzık isteyen kişi, Allah'a affedici sıfatı ile yalvarmaz, rezzâk sıfatı ile yalvarır. Tövbe ederken yaratma sıfatı ile değil de tevvâb sıfatı ile dua edecektir. Kul ihtiyacını Al­lah'a sunarken, o ihtiyacın ilgili olduğu isme yer verecektir.

"En güzel isimler" denirken, kusursuz nitelik ve yetkinlikler kastedil­mektedir. Âyeti, önceki âyetle ilişkilendirerek açıklarsak şöyle bir genelleme yapabiliriz. Yüce Allah insana kendi varlığını ve birliğini anlasın diye kalp verdi; kendini, kendi iç âlemini ve dıştaki tabiat kanunlarım gözlemlesin di­ye göz verdi ve ilâhî kudreti anlasın ve can kulağı dinlesin diye kulak verdi. Bütün bu organlarıyla Allah'ı tanıyıp kâinatla olan ilişkisini kavrasm ve O'nun sonsuz kudreti karşısında boyun eğsin! İnsan kalbini, gözlerini ve ku­laklarını istenilen ölçüde kullanmayınca, yüce Allah bu anlatımıyla onu gaf­letten uyandırma yolunu tutmuştur.

3. "Uygun olmayan isimlerle O'nu isimlendirenleri terkediniz". Allah'a uygun olmayan isimleri yakıştırmak nasıl olabilir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz:

a) Kendisini Allah'ın oğlu kabul ederek Allah'a babalık sıfatını yakıştı­rarak. "Yahudiler ve hıristiyanlar, biz Al­lah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler" (Mâide 5/18). Kendilerine oğulluk, Allah'a da babalık yakıştırmaktadırlar.

b) Kızların Allah'a ait olduğunu iddia edip ona doğurganlık isnat etmiş­lerdir. "Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir" (Nahl 16/57). Onun içindir ki İhlâs sûresinde ne doğurduğu ne de doğurulduğu söylenmiştir.

c) Müşrikler Allah'ın isimlerinde değişiklik yaparak bunları putlarına ad olarak veriyorlardı. Lât denen put ismini "Allah" yerine kullanıyorlar; Uz-zâ denen putun ismini azîz isminden, "Menât" ismini de "mennândan" çıka­rıyorlardı. Âyetin bu kısmında geçen ühâd kelimesi, " lehade kökünden gelmekte, "ölüyü defnetmek, kabir kazmak, bir şeye meyletmek, bir şeyden yüz çevirmek, sapmak, niza yapmak, kötü söz söyleyerek hakaret etmek, din­siz olmak, inkâr etmek" mânalarına gelmektedir.

Haktan saparak Allah'ın isimleri hakkında uygun olmayan şeyleri söy­leyenlerden ayrılmayı, onları terketmeyi emreden Allah, Allah'ın isimlerine hakaret edilmesini uygun bulmamaktadır. Onlara tavır koyarak düşünceleriy­le baş başa bırakmanın en doğru yol olacağına dikkat çekilmektedir.

4. "Onlar yapmakta olduklarının cezasını yalanda çeke­ceklerdir" . Allah'a uygun olmayan isimleri vermenin çok kötü bir amel oldu­ğu, cezalandırma ile ortaya çıkmaktadır. Onlar cezalandırılacağına göre, on­lara yaklaşmanın doğru olmayacağı da bir gerçektir. Allah'ın yetkinlik ve ku­sursuzluğa dair niteliklerini bir insana, canlıya veya nesneye vermek, cezayı gerektiren bir davranıştır.[111]

 

Beklenen Toplum:

 

181. Yarattıklarımızdan öyle bir millet var ki, daima hakka iletir ve adaleti hak ile yerine getirir.

Aslında âyetlerin geliş sırasına bakıldığında, bu âyetin önceki ve son­raki âyetlerden kopuk olduğu hissi uyanmaktadır. Fakat yüce Allah 179. âyetin sonunda yer alan "İşte asıl gafiller onlardır" ifadesindeki gafillerin tersi bu âyette ifade edilmektedir. Allah demek istiyor ki, insanların tamamı gaf­lette değildir; aklına, gönül gözüne ve can kulağına dayanarak hareket eden­ler de vardır. Aklı ile düşünüp anlayan, gönül gözü ile gören ve can kulağı ile dinleyenlerin de cennete gideceği bu âyette vurgulanmaktadır.

1. "Yarattıklarımızdan öyle bir millet var ki...". Buradaki ümmet kelimesini grup, millet mânasına alabiliriz, ama bu grup karmaşık bir grubu anlatmıyor, inancı ve aynı değerleri paylaşan insanları kapsamına alı­yor. Bu grubun aynı vatanda, aynı bayrak altında yaşaması şart değildir. Bu insanlar dünyanın her yerinde olabilir. Bütün çağlarda yaşayan ve bütün top­lumlarda bulunan, Allah'ın mesajlarını gönülden kabul eden, aklını, gönül gözünü ve can kulağını kullanan, mutlak hakikatin Allah olduğuna inanan ve O'na isimlerinin dışında isim uydurmayan gruba işaret etmektedir. Allah'ın mesajlarına göre hayatını düzenleyen her insanı bu kavram kucaklamaktadır.

Bu âyetteki ümmet kelimesi ile A'râf sûresinin 159. âyetinde geçen ümmet kelimesi, özellikleri açısından az da olsa farklılık arzetmektedir: "Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bu-

lan ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır". Görüldüğü gibi bu âyette aynı görevi yapan, Hz. Musa'nın kavminden böyle bir grubun olduğu gündeme getirilirken, A'râf sûresinin 181. âyetinde zikedilen ümmet kelime­si ile bütün insanlık için, bütün çağlar için olan ve olacak olan grup kastedil­mektedir.

Yüce Allah "yarattık" derken, "yetiştirdik" anlamını kastetmiştir. Çün­kü bu yaratma, maddî anlamda biyolojik yaratma değil, "yetiştirmek, terbiye etmek, eğitmek" anlamındaki yaratmayı ifade etmektedir. Bu kelimenin an­lamını, Hz. İbrahim'in Bakara sûresinin 129. âyetinde yaptığı duada kullan­dığı, "gönder" ve "yetiştir" mânasına gelen be'ase kelimesi vermekte­dir. Zaten Allah Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetinde böyle bir grubun olması­nı, yetiştirilmesini insanlardan, müslümanlardan istenmişti. Verdiği bu emrin gereğini bizzat kendisi daha önce İsrâiloğullan'nda yerine getirmiş (A'râf 7/159), daha sonra da bütün insanlık için müslümanların arasından yetiştirmisti (A'râf 7/181).

2. "Doğrulukla hak yoluna çağırırlar, hak ile adalet

yaparlar". Bu cümle bu ümmetin, yani grubun iki önemli özelliğini açıkla­maktadır:

a) "Doğrulukla hak yoluna çağırırlar". Bu grup bütün in­sanlığa, hak ile, yani doğrulukla rehberlik ederler. Onların rehberliği, doğru yola hak ile çağırmak şeklinde tezahür etmektedir. Onlar, insanlığa "hakk"ı kazandırmak, yaymak, yaşamlarına sokmak, hakkı yaşatmak, yolu onunla ör­mek için gayret sarfederler. Bu grup öncelikle hakta ittifak etmiş, A'râf sûre­sinin 179. âyetinde anlatılan hakkı anlamış, gönül gözü ile onu kavramış, görmüş ve can kulağı ile onu ilâhî mesajdan almıştır.

b) "Hak ile adalet yaparlar". Onlar, insanlığa hak ile ada­let yapmayı öğretir; insanlara hak ile adaleti tatbik ederler. Adalet konusun­da daima hakkı göz önünde bulundururlar. İnsanların problemlerini çözer-ken, hakkı ölçü olarak alırlar. Hukukî meselelerde, siyasette ve ekonomide hakkı ölçü alıp adaleti gerçekleştirirler.

Bu özellikler, Bakara sûresinin 143. âyetinde de verilmektedir. Bu üm­mete Allah "vasat ümmet", "mutedil millet", "orta yolu tutan millet" sıfatla­rını vermektedir. Bu milletin özelliği, insanlığa şahit olmaktır. Şahit hem ör­nek olmak hem de problemleri adaletle çözmek anlamına gelmektedir. Baka­ra sûresinin 143. âyetindeki vasat ümmet kavramı, hak ile doğru yolu göste­ren, hak ile adalet yapan şeklinde A'râf sûresinin 181. âyetinde açıklanmak­tadır. Bunu gerçekleştirmek için de 179. âyette geçen cehennemliklerin tersi­ne, ilâhî mesaja akılla yaklaşıp anlamak, gönül gözü ile hakikati görmek, ilâ­hî mesajı can kulağı ile dinlemek gerekiyor.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Hz. Muhammed'in ümmetine büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsanlığı hak ile doğru yola çağırmak, hak ile adaleti onlara tatbik etmek ağır bir sorumluluktur. Öncelikle hakkın oluştur­duğu doğru yolun eğitimi verilecek, onun bilgisi insanlara kazandırılacak, onlar hakkın oluşturduğu doğru yolun bilincini kazanacaklardır. Onlar da bu yolu siyasette, ekonomide ve aile hayatında uygulayacaklardır. Hak ile adâletin nasıl olacağını öğretecekler, bunu vicdanlara yerleştirecekler, sonra da hayata, özellikle hukuk ve sosyal yaşama yansıtacaklardır. Hz. Muham-med'in ümmeti bu sorumluluğun altındadır.

Hz. Muhammed, aldığı ilâhî mesaj gereği böyle bir ümmet, grup, mil­let yetiştirdi ve bunu insanlığa hediye etti. Nesilden nesile bu insanların ye­tiştirilmesi ve intikali kesintiye uğratılmamalıdır. Aksi takdirde insanlık, hak­kı, doğru yolu ve adaleti kaybedecektir. "Hak ile doğru yola çağıran, hak ile adalet yapan" grup, bütün insanlığın sosyal hayatının bağışıklık sistemini teşkil etmektedir. Her vücudun biyolojik olarak bağışıklık sistemi olduğu gi­bi, insanlığın da sosyal bağışıklık sistemi vardır. Bu sistemi ayakta tutan bu grup olacaktır.[112]

 

Allah’ın Ayetlerini Yalanlayanların Du­rumu:

 

182.  Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilemeyecekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız.

183.  Onlara mühlet veriyorum; benim cezam çetindir.

184. Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında delilik yoktur. O, apaçık bir uyarıcıdır.

185.  Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarat­tığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bak­madılar mı? O halde Kur'ândan sonra hangi söze ina­nacaklar?

1. İbn Abbâs'tan, buradaki yalanlayanlardan kastın Mekkeli müşrikler olduğuna dair bilgiyi Râzî nakletmektedir. Ancak İbn Abbâs tefsirinde, ya­lanlayanların Ebû Cehil ve arkadaşlarının olduğunu söylemektedir. Halbuki Râzî ve Hâzin, evrensel anlamda bütün çağlan kapsayan yalanlayacıların murat edildiğini söylemektedirler. Biz de Râzî ile Hâzin'i yorumlarında hak­lı buluyoruz. Bize göre de kıyamete kadar Allah'ın âyetlerini, dünyanın her yerinde yalanlamış, yalanlayan ve yalanlayacak olan insanları ifade etmekte­dir. Sıla cümlesi olması da buna delil teşkil etmektedir.

2. Bu âyette, Allah kendi âyetlerini yalanlayanlara farklı bir muamele­de bulunmaktadır. Bu durumu istidrâc kelimesi ifade etmektedir. Onları de­rece derece helake yaklaştırdığı gündeme getirilmektedir. Müfessirler istid­râc kelimesine, "derece derece yükseltmek veya alçaltmak" anlamını ver­mektedirler.

Bu deyim, "Bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar yavaş yavaş götürüp, haberi olmayacak bir şekilde felâkete atmak" anlamına bir deyim olmuştur. Felâkete sürüklenen kişi, o gidişi kendi yararına bir ilerleme, ha­yırlı bir gelişme zanneder. Halbuki bir felâkete, uçuruma, helake sürüklen­mektedir. Allah'ın istidrâc yapması da, uzun süre bir kimse hakkında hayırlı olmayan nimetleri, ama onun bir lütuf olarak gördüğü nimetleri vermesi ve tuttuğu yolun kendisi için hayırlı olduğunu sandırması, bundan dolayı da git­gide gurur, kibir ve taşkınlığını arttırması, sonunda da hayal kırıklığına uğra­ması, en acı ve feci bir şekilde hakkında azabın gerçekleşmesidir. Dış yüzü ile lütuf, iç yüzü ile azap dolu bir kahırdır[113].

Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman, bir kimse kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman, birbiri peşine ölüp gittikleri zaman, bu kelimenin kö­kü olan derece kullanılmaktadır.[114] Ölünün kefene sarılmasını ifade etmek için bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir.

Buradaki gibi derece derece, yavaş yavaş yalancıları helake sürükleme­yi açıklayan âyetlerden biri olan İsrâ sûresinin 16. âyeti de, bu yavaş yavaş helake gidişi anlatmaktadır: "Ama bir toplumu yok etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun refaha gömül­müş seçkinlerine son uyanlarımızı iletiriz ve (eğer) onlar günahkârca yasa­maya devam ederlerse, cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu darmadağın ederiz".

A'râf sûresinin 182. âyetindeki "âyetlerimizi yalanlayanlar" ifadesi, sadece imanî anlamda inkâr etmeye işaret etmiyor. Çünkü öyle olsaydı, ke­fere kelimesini kullanırdı. Yalanlamanın başka bir anlamı da, âyetlerin getir­diği ahlâkî değerlere aldırış etmemek, kendi doğru bildiği şekilde davranma­ya devam etmektir. Çünkü kefere, kalbi ve dili ile inkâr etmeyi, yalanlamak ise davranışları ile reddetmeyi de ifade etmektedir.

"Bilmeyecekleri yerden" buyurulurken, gelecek olan cezayı tahmin edemeyecekleri, hangi noktalardan, hangi zaman ve şekilde geleceği­ni bilmeyecekleri kastedilmektedir. Tedrîcî, yani yavaş yavaş onlar helake doğru giderlerken, durumlarının farkına varamamaktadırlar.

Yüce Allah burada bir toplumun ya da bir grubun çöküşünün hem se­bebini hem de biçimini gündeme getirmektedir. Allah'ın âyetlerini yalanla­mak, inkâr etmek, helakin sebebi olmaktadır. "Bilmedikleri noktalardan ted­rîcî olarak helak edilmeleri de" çöküşün biçimini açıklamaktadır. Sebep imansızlık ve ahlâksızlık olurken, sonuç da helak olmaktadır. Manevî sebe­bin sosyal değişimin dinamiği olduğunu görüyoruz. İnsanlar bu değişimin farkında olmamaktadırlar, çünkü zevk ve safaya dalmışlardır.

3. "Onlara mühlet veriyorum, doğrusu, benim tuzağım çetindir". İmlâ kavramı, "süre vermek, mühleti uzatmak" anlamına gel­mektedir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanları tedricen helak etmesinin bir anla­mı da, onlara mühlet tanıması, bir anlamda cezalarını ertelemesidir.

Günâh ilk işlendiğinde küçük bir kartopu halindedir, ama zamanla çığ halini alabilir. Büyüyen günâhlar karşısında Allah'ın buyruğu, "Benim tuzağım çetindir" şeklindedir. Tuzağın çetin olması, günâhların cezalandırılma­sına karşı konulamayacağı anlamına gelmektedir. Keyd, "insanın hiçbir za­man bütününü anlayamayacağı ince plan" anlamına gelmektedir.

Genelde biz insanlar şu soruyu sorarız: Zâlim insanlar, neden keyifli bir hayat sürerler, buna karşılık dürüst ve erdemli insanlar sıkıntılar içinde ya­şarlar? Bu soruya şu cevabı verebiliriz: Yüce Allah sevdiği kullarının cezala­rını bu dünyada vermektedir, kâfirlerinkini ise öteki dünyaya ertelemektedir. İnsanlar mutluluğu daima görüntüsü ile görürler; bu sebeple mutlak ve ger­çek mutluluğun nerede olduğunu bilemezler.

Diğer taraftan onlara süre tanınması, onların ceza görmeyeceği anlamı­na gelmemelidir. Çünkü bir müddet sonra Allah planını devreye sokup onla­rı cezalandıracaktır. Bu âyetten çıkarılacak netice şudur: Yüce Allah inkarcı ve günahkârlara nasıl dönmeleri için mühlet tanıyorsa, insanların eğitimcile­ri de dönme ihtimalini takip ederek öğrencilerine mühlet tanımalıdırlar. Yan­lış yolda olan öğrencilere dönmelerini temin etmek için mühlet tanımakla, tövbe edip dönmeleri sağlanabilir. Ama o manevî çıban irinleşmişse, onu ge­ri döndürmek mümkün değildir, ilâçla iyice olgunlaştırılıp deşilmelidir, ya da ameliyatla içindeki irin boşaltılmalıdır.

Bu açıdan sosyal olgular, biyolojik yapıyı andırırlar. Kanserleşen organ veya kısım erken teşhisle tedavi edilirse, kurtulma ihtimali vardır. Ama vü­cudu sararsa, ya da her tarafa yayılırsa, onu tedavi etmek zorlaşır. A'râf sû­resinin 182. âyetindeki yalanlama eylemi çoğul olduğundan, toplumu sarmış demektir. Allah'ın 183. âyette mühlet vermesi, tövbe edip geri dönmeleri, ya­ni bütün toplumu sarmadan hatalarını anlamalarına tanınan bir fırsattır, mâ­nasına da gelir.

Allah'ın âyetlerini yalanlama eyleminin, bütün toplumu ve onların ha­yatlarını kaplayacak bir manevî hastalık halini alması, insanlığın en ağır yan­lışlarından birini teşkil etmektedir. Allah ile insan arasındaki ilişkileri kopa­ran bu eylem, bir gönül eylemi olması sebebiyledir ki, Allah onların hayat ile olan bağlannı koparmaktadır. Birden helak etmeyip yavaş yavaş cezasını uy­gulayarak, her an azabı onlara yaşatmaktadır.

4. "Arkadaşlarında bir deliliğin olmadığını düşünmüyorlar mı? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır".

a) Bu âyetle Allah'ın âyetlerinin yalanlanamayacak kadar gerçek oldu­ğu gündeme getirilmektedir. Hz. Muhammed'in nasıl bir şahsiyete sahip ol­duğu üzerinde düşünmek suretiyle âyetlerin gerçekliğini yakalayabilirlerdi.

b) A'râf sûresinin 182. âyetindeki yalanlamanın sebebinin bu âyette "düşüncesizlik" olduğuna dikkat çekilmektedir. Onun için âyette "düşünmü­yorlar mı" sorusuna yer verilmiştir. Buradaki "tefekkür" denen derinlemesi­ne ve sonuca varan düşünce, akim eylemidir. Bu eylemi yukarıdaki 179. âyetle bağlantılandırırsak, kalbin anlayışının, gönül gözünün ve can kulağı­nın birlikte görev aldığı bir beyin eylemini ifade ettiği görülür.

c) Tefekkürün diğer bir çıkarımı da Hz. Peygamber'in deli olmadığının anlaşılmasıdır. Allah, "Neden peygamberleri aynı toplumdan seçip gönderi­yor?" sorusunun cevabı da buradan çıkmaktadır. Kendi çocukluğunu, gençli­ğini aralarında geçirmiş olması onu bilinir hale getiriyor ve onların arkadaşı oluyor. Bütün hayatını bildikleri birinin olması, onu bilinir hale getiriyor. Ha­yatını bildikleri birinin peygamberlik iddiasında bulunması, ona deli demele­rini önlemektedir. Aksi takdirde başka bir toplumdan biri olsaydı, tanınma­mış olacağından, ona deli demeleri ihtimali büyük olacaktı. Onun için âyet­te "arkadaşları" kelimesine yer verilmiştir. Peygamberin aynı toplumdan se­çilmesi, bu tür tepkileri, yani deli demelerini önlemeliydi. Peygambere deli diyecek kadar ağır tepki gösterenlerin, âyetleri yalanlamaları kendiliğinden gerçekleşmiştir. Çünkü delinin sözleri gerçek değil, tam tersine deli saçma­lan olacaktır. Bütün bu, âyetleri yalanlama, peygambere deli demenin sebe­bi, gönül, basiret ve can kulağının oluşturacağı düşüncenin yokluğudur.

Âyetteki cinnet kelimesi, cenne fiilinden türemiştir. Bu kelimenin ge­niş açıklaması, En'âm sûresinin 76. âyetinde yapıldı. Biz burada Hz. Pey-gamber'e nasıl "deli" dendiği konusunu biraz irdeleyeceğiz. Vaktiyle Hz. Nûh için toplumun ileri gelenleri şöyle demişti: "Bu adamda nedense bir delilik var, bir süreye kadar onu gözetim altında tu­tunuz" (Mü'minûn 23/25). Firavun da Hz. Musa'nın delilerden olduğunu söylemişti: "^iravun çevresindekilere,'Size gön­derilen peygamberiniz mutlaka delidir' dedi" (Şu'arâ 26/27). "İşte böyle, kendilerinden önce yaşamış olanlara da hangi peygamber geldiyse, mutlaka o bir göz boyayıcıdır, yahut bir delidir, dediler" (Zâriyât 51/52).

Geçmişte peygamberlere deli dendiği gibi, Hz. Muhammed'e de söy­lenmiştir. Hz. Peygamber'e "deli şair" dendi: "De­li bir şairin sözüyle biz ilâhlarımızı mı terkedeceğiz, diyorlar" (Sâffât 37/36). Demek ki müşrikler, Hz. Muhammed'in zihinsel ürünü olduğu için Kur'ân'ın şiir olduğu iddiasında bulundular. "Sonra ondan yüz çevirdiler ve: 'Bu, öğ­retilmiş bir deli' dediler" (Duhân 44/14). Hem öğretilmiş, hem de deli deme­lerinde bir tenakuz vardır. Deli öğrenir mi, ona bir şey öğretilebilir mi?

Hz. Peygamber'in deli olmadığını Kalem sûresinin 2. âyeti belirlemek­tedir. "Rabbinin nimeti sayesinde sen bir deli değilsin". İlâhî nimet Hz. Peygamber'i deli olmaktan korumuş ve bunu Allah ilân etmiştir. Hz. Peygamber'den sonra gelecek olan müslümanlara da zaman zaman deli denecektir. İnsanların birbirlerini itham etmeleri olup bitmiş değildir. Âhiret hayatına inanan insanlara, bu inanca sahip olmayanlar bu sözü hep söyleye­ceklerdir. Tekvîr sûresinin 22. âyetinde, "Bu arkadaşınız bir de­li değildir" buyurulmaktadır. Peki Hz. Muhammed'in görevi nedir? Yorumu­nu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 184. âyetinin sonu bu soruyu cevap-landırmaktadır. "O, sadece apaçık bir uyarıcıdır".

5. "Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşma ihtimaline bakmıyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacak­lar?" Bu âyette geçen "Bakmıyorlar mı?" ifadesini, "Düşünmüyor­lar mı?" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu âyette üç şey üzerinde dü­şünülmesi istenmektedir.

a) "Göklerin ve yerin hükümranlığı...". Bizim "hü­kümranlık" diye tercüme ettiğimiz kelimeyi Allah, melekût olarak belirle­miştir. Göklerin ve yerin idaresinin nasıl yürütüldüğünü görmek ve orada iş­leyen kanunların anlaşılabilmesi için ilâhî hükümranlığa bakılması gerektiği vurgulanmaktadır.

En'âm sûresinin 75. âyetinde Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekû-tunun, hükümranlığının, kanunlarının gösterildiği beyan edilmektedir. Allah Hz. İbrahim'e neden göklerin ve yerin melekûtunu gösterip Hz. Peygamber dönemindeki insanlardan göklerin ve yerin melekûtu üzerinde düşünmesini istemektedir? Bu sorunun cevabı, En'âm sûresinin 75. âyetinde verilecektir: "Kesin iman edenlerden olması için!"

Demek ki göklerin ve yerin melekûtu, hükümranlığı, kanunları üzerin­de düşünmek, insanları kesin imana götürecek olan bir yoldur ve bu yol dü­şünceden imana geçişi gerçekleştirmektedir. Tabiat kitabı üzerinde düşün­mek, insanın kesin imana sahip kılacaktır.

Bu düşünce, Mü'minûn sûresinin 88. âyetine göre, her şeyin hüküm­ranlığının kimin gücünde olduğunu bulacak, anlayacak ve öğretecektir. Bu düşünce, Yâsîn sûresinin 83. âyetine göre, Allah'ın şanının yüce olduğunu ve herkesin O'na döneceği inancını aşılayacaktır. Göklerin ve yerin kanunları, hükümranlığı üzerinde düşünmek, bir nevi okulu andırmaktadır.

b) "Allah'ın yarattığı her şeye" bakılmasını, yani onlar üzerinde düşünülmesini istemektedir. Allah'ın yarattığı her şeyden kasıtla, mikroptan, hücreden, en küçük canlıdan en büyüğüne varıncaya kadar bütün canlılar üzerinde düşünmek, onları araştırmak, onlardaki esrarengiz var olu­şun yapısını anlayıp Allah'ın kudretini kavrayıp O'nun eşsiz olduğunu düşü­nüp tevhîd inancına varma hedeflenmektedir. Yaratıklar âleminin hangi özel­liğinden nelere varacağız ve hangi davranışları sergileyeceğiz? Bu sorunun cevabını Zâriyât sûresinin 47-51. âyetleriyle vermek mümkündür.

1. Öncelikle göğün, sonra yerin, daha sonra da oradaki varlıkların ya­ratıldığı kanunu yakalamak gerekiyor, "Göğü gücümüz­le biz kurduk; şüphesiz biz onu genişletmekteyiz" (Zâriyât 51/47). Gök de bir yaratıktır. Orada Allah'ın kudretini göreceğiz ve göğün genişleme özelliğini yakalayacağız. Günümüzde "evrenin genişlemesi" anlayışının müjdesini ve­ren bu âyet, düşünceye rehberlik etmektedir.

2. "Yeryüzünü biz döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz" (Zâriyât 51/48). Yüce Allah yeryüzünde canlıları yaratmadan önce, onların yaşayabileceği bir fizikî çevre hazırlamış ve buna "döşemek" anlamını ver­miştir. Canlı organizmaların en küçüğünden en büyüğüne kadar, hayatlarını sürdürecek, bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ortamın hazırlanması gerçekten büyük bir kudretin varlığına delil teşkil etmektedir. Hayatın ol­mazsa olmazını teşkil eden su, hava ve gıdaların oluşturduğu bu müthiş sof­ranın üzerinde düşünülmesi, gerçekten çok önemli; önemli olduğu kadar da insanın erdemini yücelticidir.

3. "Her şeyden çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız" (Zâriyât 51/49). Varlıklar âleminin "çift", yani karşıtı olan varlıklar sistemi üzerine kurulduğu meselesi üzerinde düşünülmesi isten­mektedir. Allah'ın yarattıklarını gözlerken, onlar üzerinde düşünürken, onla­rın çift oluşu sistemini yakalamak gerekiyor.

Şimdi bu âyetlerde yüce Allah'ın insanın önüne büyük bir ödev koydu­ğunu görüyoruz. Bu ödev, yaratıklar hakkındaki kanunları yakalama ödevi­dir. Ödevin yapılacağı basamaklar da verilmektedir. Semavî ve arzî araştır­malarla, ayrıca organizmalarda çiftli sistemin araştırılmasıyla ilâhî kudreti anlama ve düşünce konu üzerinde yoğunlaştırılarak tevhîd inancı yakalan­maktadır.

Bu inancın davranışa yansıması ne olacaktır? Bu sorunun cevabını Zâ­riyât sûresinin 50. âyeti vermektedir: "O halde Al­lah'a koşunuz. Çünkü ben, size O'nun katından açık bir uyarıcıyım". Kâinat­ta olan bütün olgulardan hareketle, Allah'ın varlığını ve birliğini anlayınca, şirkten ve bütün kötülüklerden sıyrılıp Allah'a koşmak, O'na sığınmak, yapı­lacak en iyi eylemdir. Zâriyât sûresinin 51. âyeti de Allah'a şirk koşulmama-sını hükme bağlamaktadır.

Demek ki Allah'ın yarattığı her şeyi gözlemek, onların üzerinde düşün­mek, ilâhî kudretin, organizmaların ihtiyaçlarını karşılayan fizikî çevrenin ve canlılar alemindeki "çiftli" sistemin anlaşılmasını ve Allah'a koşulmasını, O'na sığınılmasını temin edecektir. Bu ödevde, yani düşünceden Allah'a gi­dişte, yaratıklar âleminin ayrıcalığı vurgulanmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 185. âyetine dönersek, o âyetin bu bölümünü, oradaki muhteva içinde ele alıp şu neticeye varmak mümkündür: "Doğru yola hak ile ulaştıracak ve hak ile adalet yapacak olan insan grubu"nun (A'râf 7/181) yukarıdaki bilgilere sahip olmalıdır. Diğer ta­raftan Allah'ın âyetlerini yalanlayanların bu manevî hastalıktan kurtulmaları da bu ödevi yapmalarına bağlıdır. Göklerin melekûtu ve Allah'ın yarattıkları üzerinde düşünmek, Allah'ın âyetlerini yalanlamayı önleyecek en iyi tedbir­lerden biridir. Bu düşünce, inkâr psikolojisi denen hastalıktan kurtarıcı bir beyin eylemi olmaktadır.

c) "Ecellerinin yaklaşmış olabileceğine..." .Bu­radaki ecel, ferdî mânada değil de toplumsal mânada ecel olmalıdır. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, bir grup olmaktadırlar. Bütün bu ödevlerin verildiği insanlar da grup halindedirler.

İnsanlar, gözlem yapıp düşünmeyen, peygamberlere deli diyen ve Al­lah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun ecelinin yaklaştığım, yani toplumun helake doğru yol aldığı ihtimalini yakalayarak, o konuda gerekli gözlemi ya­parak durdurmanın çarelerini aramalıdırlar. Toplumlarının çöküşü üzerinde düşünüp, onun dinamiklerini teşhis ederek çare alınması doğrultusunda ted­birler alınmalıdır.

Böylece Allah, toplumların çöküşünü araştırılmasını, sebep-sonuç iliş­kisi içerisinde çöküşün dinamiklerinin tesbit edilmesini istemektedir. "Her ümmetin bir eceli vardır" buyuran Yûnus sûresinin 49. âyeti, ferdin eceli ol­duğu gibi, toplumların da eceli olduğuna dikkat çekmektedir.

Yüce Allah, âyetlerini yalanlayıp peygamberine mecnun diyenlerin "ecellerinin yaklaştığı ihtimali" üzerinde düşünmelerinin gerekliliğini gün­deme getirmekte; ihtimali elden bırakmamalarını önermektedir. Artık onların bu inanış ve davranış biçimleri, yaşamlarını anlamsız kılmaktadır. "İnsanların hesabını görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ dalgınlık içinde yüz çeviriyorlar" (Enbiyâ 21/1). Bu âyet ve A'râf sûresinin 179-185. âyetleri, anlatılan insanların durumunu açıklar mahiyette­dir.

Toplumun çöküşünün gerçekleşeceği zaman gelince, bunun ertelenmesi mümkün değildir. "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49). Toplumlardaki kötü oluşumların o toplumun ömrü­nü kısaltacağı, giderek o kötülüklerin toplumun canını alan bir Azrail duru­muna dönüşeceği meselesi üzerinde düşünmelerini istemektedir. Toplumda kötülükler tanrı haline gelip insanları kendilerine taptırırlarsa, o tanrılar kur­ban isteyeceklerdir. O zaman kurban toplumun kendisi olacaktır.

d) "Bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Âyetin bu kısmında öne çıkan kavram hadîstir. Bu kelimenin lügat mânası şudur: Fi­il olarak "vâki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden mey­dana getirmek, icat etmek, pasını silip cilalatmak, zina etmek, büyük abdest bozmak"; haddese kalıbı "haber vermek, hadîs rivayet etmek, konuşmak"; nimetle beraber kullanılınca, "nimete şükretmek"; kalp ile kullanılınca, "gönlünü Allah'a vermek, masal, yaratılmış"; hadîs kalıbı da "haber, Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri ve takdirleri" mânasına gelmektedir.

 

Hadis Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1. Anlatmak, ortaya koymak, haber vermek. Bu anlamda kıyamet gününde yerin bütün haberleri anlatması, ortaya koyması için kullanılmakta­dır: "O gün bütün haberleri anlatır" (Zilzâl 99/4). Diğer taraf­tan insanların birbirlerine bir konuyu anlatmaları anlamında da Bakara sûre­sinin 76. âyetinde yer almaktadır: "Rabbinizin katında sizin aleyhinizde hüc­cet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz?"

2. Anmak. Duhâ sûresinin 11. âyetinde hem emir kalıbında hem de "ni­met" ile beraber gelmiştir. O zaman nimeti "anmak" mânasını ifade etmekte­dir. "Ve Rabb'inin nimetini minnet ve şükranla an!" buyu-rulurken bu mânada kullanılmıştır.

3. Açıklamak. "Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda açıklama yapıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma, dedi" (Kehf 18/70). Buradaki açıklama "bilgilendirmek, bilgi vermek" anlamına gelmektedir.

4. Meydana getirmek. "Yahut (bu kitap) onlarda yepyeni bir bilinç uyanıklığı meydana getirsin!" (Kehf 18/70) Bir hatırlatma, bir uyanma meydana getirsin. Buradaki ahdese fiili, "yeniden, ilk de­fa var etti, meydana getirdi" anlamına gelmektedir. Zikir ile bir araya getiri­lince, "akla getirmek, bilinç düzeyine çıkarması ya da çıkarılması" anlamına gelmektedir.

5. Çıkarmak. "Bilmezsin, belki Allah, onun arkasında yeni bir durum çıkarır" (Talâk 65/1). İlgili kelime burada boşan­ma meselesinde ele alındığı için, hanımına haksızlık yapmayan, bu konuda Allah'ın koyduğu sınırlara uyanlar için Allah'ın yeni bir durum meydana ge­tirebileceği gündeme getirilmektedir.

6. Mesaj. "Peki ama, onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa, kendini paralayacak mısın?" (Kehf 18/6) Burada da hadîs kalıbında geldi, ama onu "söz" anlamında almak zor oldu­ğundan, "mesaj" mânası verilmiştir.

7. Olay, olgu. Yûsuf sûresinin 6, 21 ve 101. âyetlerinde "olay", Tâhâ sûresinin 9. âyetinde olgu, Nisa sûresinin 42. âyetinde "olup biten" mânası­na gelmektedir. Bunlardan birini örnek olarak alabiliriz: "Mû-sâ'nın başından geçen olgulardan haberin var mı?" (Tâhâ 20/9).

8. Öğreti. "Allah bütün öğretilerin en güzelini indir­di" (Zümer 39/23).'

9.  Haber. "Siz bu haberleri tuhaf mı buluyorsunuz?" (Necm 53/59); Vâkı'a sûresinin 81 ve Kalem sûresinin 44. âyetinde de aynı mânayı ifade etmektedir.

10. Hakikat. "O halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakikati kavramaya yanaşmıyorlar?" (Nisa 4/78). Burada ilgili kelime, söz, mesaj anlamına gelmekle beraber, söz ve mesajın getirdiği hakikati ifade etmektedir. Çünkü söz ve mesajın içinde bir hakikat vardır; onun anlaşılmasını gündeme getirmektedir.

11.  Efsane,  masal. "Sonra biz peş peşe peygamberimizi gönderdik. Her­hangi bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygam­beri yalanladılar; biz de onları birbiri ardından yok ettik, hepsini efsaneye çevirdik. Uzak olsun inanmayanlar topluluğu!" (Mü'minûn 23/44). Burada­ki "efsane" anlamına gelen ehâdîs kelimesi, "ibret hikâyesi, masal" anlamı­na da gelmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 185. âyetinde "hadîs" kelimesi, "söz" anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın "Bundan sonra hangi söze inanacaklar" sorusu ile kastedilen, Kur'ân'dır. 182. âyette yer alan "âyetlerimiz" ifadesinin toplandığı Kur'ân demektir. Çünkü Kur'ân'ı o âyet­ler meydana getirmiştir. Neden Kur'ân'dan sonra başka bir söze inanılmaya­cak? Bu sorunun cevabını yine Kur'ân âyetleriyle vermek zorundayız.

a) O Kur'ân'ı, mesajı, sözü Allah indirmiştir. "Allah öğretilerin en güzelini indirdi" (Zümer 39/23). En güzel söz, Allah'ın sözü olduğundan, ondan başkasına iman edilemez; imana lâyık olan O'nun sözü­dür.

b) Kimse Allah'ın mesajının benzerini getiremez. &j "Eğer doğru iseler, onun benzeri bir söz getirsinler" (Tûr 52/34). Benzeri­nin getirilmesi mümkün olmayan sözden başkasına iman edilemez. Tabii ki, benzersiz olana iman edilecektir.

c) "Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabi­lir?" (Nisa 4/87). Kur'ân'dan daha doğru bir sözü başkasının söylemesi mümkün olmadığı için, ondan başkasına da inanmak mümkün değildir.

Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah gözlem ve düşünme metodunu kullanarak bazı konularda insanlara ödev vermektedir. Bu ödevlerin gözlemsiz ve düşünmeksizin yapılması mümkün değildir. Gözlem ve tefekkür, insa­nı imana götürecektir.[115]

 

Egıtılemeyecek Olanlar:

 

186. Allah'ın saptırdığını doğru yola götürecek yoktur. Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır.

Bu âyet, A'râf sûresinin 178. âyetinin devamı mahiyetindedir. 178 ile 186. âyetler arasında geçen âyetler, belli bir konuyu işlemektedir. İnsanın an­layışım, basiretini ve can kulağı ile dinlemesini, düşünmesini, gözlem yap­masını, hak ile doğruya götürmesini, Kur'ân'a inanmasını ele alan bu âyetler; bu zihnî, kalbi eylemlerin tersine de dikkat çekmektedir. Kalbi ile anlama­ması, gönül gözü ile görememesi, can kulağı ile dinlememesi, Allah'ın isim­leri ile eğri yola gitmesi, Allah'ın âyetlerini yalanlaması, peygambere deli de­mesi, göklerin ve yerin melekûtu, bütün yaratıklarının yaklaşan ecelleri ko­nusunda düşünmemesi, Kur'ân'a inanmaması da ele alınmaktadır. Böylece şerefli insan olmakla, şerefini kaybetmenin ilkeleri sunulmaktadır.

İnsanın önüne konan tabiat kitabı ile gerekeni yapmaması, ödevini ye­rine getirmemesi, tabiat olgularından hareket ederek tevhîd inancına varama­ması, onun sapıklıkta kalmasına sebep olmaktadır.

1. Âyette geçen '*&)$£& "Allah'ın saptırdığı" ifadesinden şunu anlaya­cağız: Eğer Allah kulunu saptırıyorsa, o zaman zâlim olur. Allah zâlim olma­dığına, kullarına zulmetmediğine göre (Fussılet 41/46), buradaki saptırma, insanın kendisini saptırmasının tescil edilmesidir. Kul kendisi sapıtır; bu sa­pıtmasından geri dönüşü olmayacaksa, Allah onu sapıklığında bırakır. "Allah Teâlâ'nın sapıklığını tescil ettiği kimseyi kimse doğru yola getiremez".

2.  Bunun ne anlama geldiğini âyetin ikinci bölümü açıklamaktadır. "Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır". "Az­gınlıkları" denirken, azgınlık insana mal edilmektedir. Mademki azgınlık in­sanındır, sapıklık da onun olmalıdır. Sapıtma, bu âyette azgınlık olarak ifade edilmiştir. Yüce Allah onları azgınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakırken, eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Anlamayan, derinlemesine göremeyen, can kulağı ile dinlemeyen, şirk koşan, peygambere deli diyen, düşünmeyen ve Kur'ân'a inanmayan insanı eğitmek mümkün değildir. Bunları yapan in­san sapıtmıştır, yani azgınlaşmıştır. Allah Teâlâ böylelerini kendi hallerine bırakmaktadır. Bu insanlara emek vermenin neticesiz kalacağını bizlere öğ­reterek, din eğitimcilerine, eğitilemeyecek insanların da olacağını, insanların bu açıdan farklılıklar taşıdıklarına işaret edilmektedir.[116]

 

Kıyamet Ne Zaman Kopacak?

 

187. Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi ancak Rabbimin katın-dadır. Onu zamanında açığa ancak O çıkarır. Göklerin ve yerin ağırlığını çekmeyeceği o saat ansızın size gele­cektir". Sanki, sen onu biliyormuşsun gibi sana soru­yorlar. De ki: "Onun ilmi Allah katındadır. Fakat insan­ların çoğu bu gerçeği bilmiyorlar".          :

188. De ki: "Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı (gö­rünmeyeni) bilseydim, elbette iyiliği arttırırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben sadece inanan bir toplum için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim".

Âyet sorulan bir soru üzerine inmiştir. Soruyu kimlerin sorduğuna ge­lince, bunu kitap ehlinin değil de Hz. Peygamber dönemindeki Mekke halkı­nın sorduğu bir gerçektir. Özel anlamda hangi grubun sorduğu önemli değil­dir. Soranların çoğul olduğu, âyetteki üjlli yes'elûneke fiilinden anlaşıl­maktadır.

Aslında kıyametin ne zaman kopacağı meselesi, insanların inanmasının zor olduğu konulardan biridir. İnsanlar, Allah'a daha kolay ve rahatlıkla inan­malarına rağmen, kıyamete, öldükten sonra dirilmeye inanmaları, en zor ina­nılan konulardan biridir. Kabullenilmesi ve kabul ettirilmesi, bu zorluğu ta­şımaktadır.

Onun içindir ki 185. âyette ölüm olgusu gündeme getirilerek, onun üze­rinde düşünülmesi ve kıyamet konusuna bir adım yaklaşılması istenmektedir. Kur'ân, öldükten sonra dirilme meselesini bilimsel kanunlarla açıklamakta­dır. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz.

1. "Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çata­cağını soruyorlar". Kur'ân'ın bazı âyetlerinin indirilişinin sebeplerini, bazan sorulan sorular oluşturur. Bunun öğreticilere örnek olan bir boyutu vardır. Öğrenciler yersiz sorular sorsalar bile, cevaplandırmaktan sakınılmamalıdır. Soru soranlar, konuya dikkat ettiklerini, can kulağı ile dinlediklerini göster­mektedirler, ama kasıtlı, mânâsız ve zamansız sorular da soranlar olacaktır. Fakat uyulması gereken kural şudur: Sorulan soru yerde kalmamalı, mutlaka cevaplandırılmalıdır.

Âyette geçen se'ele kelimesinin geniş açıklaması, Bakara sûresinin 186. âyetinde yapıldı. Bu kelime, "sormak, istemek, sorgulamak, araştırmak, dilenmek ve sorumluluk" mânalarına gelmektedir. Hz. Peygamber'e sorulan bu soru, günümüzde de gelecekte de sorulmaya devam edecektir. Demek ki soru tazeliğini korumaktadır. Âyet, sorulan bu tarzdaki sorulara verilecek olan cevabı da öğretmektedir.

Âyetin bu kısmında yer alan eyyâne kelimesinin "nerede" anlamı­na gelen eyneden titrediğini söyleyenler olduğu gibi, "hangi, ne?" anla­mına gelen g eyyüden türediğini söyleyenler de olmuştur. Hangi kelime­den türediğinden ziyade, anlamının meta "Ne zaman?" olduğunu bil­mek yeterlidir.

Âyetin bu kısmında yer alan diğer bir kelime de mursâhâdır. "Demir atmak, gelip dayanmak" anlamına gelen irsâdan gelmektedir. Bir şey iyice sabitleşip kuvvetlendiğinde de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu ke­lime Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde şu anlamlara gelmektedir:

a) Sağlam şekilde yerleştirmek. "Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi" (Nâzi'ât 79/32).

b) Dağ. Kur'ân'da revâsiye kalıbı pek çok âyette "dağ" anlamın­da geçmektedir (bu âyetlerden şunları örnek verebiliriz: Ra'd 13/3; Hicr 15/19; Nahl 16/15 gibi).

c) Sabit. "On­lar Süleyman'a kulelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud ailesi, şükredin!" (Sebe' 34/13).

d)  Demir atmak. "Gemiye bininiz! Onun yüzüp gitmesi de, demir atıp durması da Allah'ın adıyladır, dedi" (Hûd 11/41).

e) Gelip çatmak. Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 187. âyetinde, kıyametin gelip çatması ifade edilmektedir. Demek ki insanlar kı­yametin ne zaman gelip çatacağı konusunu sormuşlardır. Bu soru çok eski bir geçmişe sahiptir. Bu konu kesin tarih verilemediğinden, iman alanına gir­mektedir. Âyetin bu kısmında geçen saat kelimesi, kıyametin kopması anını ifade etmektedir.

2. "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu zamanında açığa ancak O çıkarır. Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeyeceği o saat ansızın size gelecektir'. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: 'Onun ilmi Allah katındadır".

a) "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır". Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi peygamberlere de verilmemiştir. Onun için insanların bu konuyu araştırmaları, ona emek sarfetmeleri lüzum­suzdur. "Kıyamet saatini yalnız Allah bilir" (Lokman 31/34). "Son saat mutlaka gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur; fakat insanların çoğu buna inanmaz" (Gâfir 40/59).

Yüce Allah kıyametin ne zaman kopacağı bilgisini neden insanlardan gizlemiştir? Bu sorunun cevabını Tâhâ sûresinin 15 ve 16. âyetlerinde bul­mak mümkündür: "Herkes uğraştığının karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir. Buna inanmayan ve iğreti hevesi­ne uyan kimse, seni ondan alıkoymasın, yoksa helak olursun!"

Tâhâ sûresinin 15. âyetindeki "Neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim" ifadesi, neredeyse Allah onun bilgisini kendinden gizleyecek­ti. Gizlemesinin sebebi, herkesin uğraştığı şeyin karşılığını görmesini temin etmektir. Demek ki kıyametin bilgisi insanlar tarafından büinseydi, dünya hayatının bir imtihan olmasının anlamı kalmayacak, iyilerle kötülerin ayırı­mı olmayacak, âdeta imtihanın sorulan önceden bilinmiş olacaktı. Önceden tedbir alanla almayanın bilinmesi ve bunun erdemi ortadan kalkacaktı.

Cebrail Hz. Peygamber'e kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır: "Kendisine kıyamet hakkında soru sorulan, bu hususta soru sorandan daha bilgili değildir"[117]

b) "Onu zamanında açığa ancak O çıkarır". Allah'tan başka kıyametin vaktini açığa vuracak kimse yoktur. Âyetin bu kısmındaki tecliye kelimesi, "bir şeyi birinin ortaya koyması" anlamına gelmektedir. Te­cellî ise, "bir şeyin kendiliğinden ortaya çıkması"dır.

Kıyamet hakkındaki bilgi Allah katında olduğu gibi, onun zamanını or­taya çıkaracak olan da sadece O'dur. Muhammed sûresinin 18. âyetinde, kı­yametin ansızın geleceğine işaret edilmektedir. Kamer sûresinin 46. Âyetinde ise, kıyametin daha belâlı ve daha acı olduğuna dikkat çekilmektedir. Demek ki ansızın belâlı ve acı bir an olacağı belirtilmekle beraber, zamanı belirlen­memiştir.

c) "Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeye-ceği o saat ansızın size gelecektir". Yüce Allah kıyameti, bizim beynimizde-ki kavrama göre anlatmakta, kıyametin bir ağırlığı olduğuna işaret ederken, bu ağırlığı göklerin ve yerin çekemeyeceğini söylemektedir.

Kıyamet Kâri'a sûresinde şöyle anlatılmaktadır: "Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın ne olduğunu bilir misin? İnsanların, ateşin etra­fını sarmış pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştü­ğü gündür" (Kâri'a 101/1-5). "Yerküre kendine has sarsıntıyla sarsıldığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan, ne oluyor buna dediği vakit, iş­te o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesi ile bütün haberleri anlatır" (Zilzâl 99/1-5). "Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı zaman..." (İnfitâr 82/1-3). "Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar döküldü­ğünde, dağlar yürütüldüğünde..." (Tekvîr 81/1-3). "Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir" (Hac 22/1).

Bütün bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, göklerle yerin şekli tamamen değişecektir. Göklerin ve yerin şeklini değiştkecek nitelikte ağır bir vuruş gerçekleşecektir. Ama bu bir yok oluş değil, tam tersine bir değişim olacak­tır. "Yer başka bir yere, gökler de (başka gökler haline getirildiği) gün" (İbrâhîm 14/48). Demek ki kıyamet anındaki vuru­şun ağırlığı, yer ve göklerin değişimini temin edecektir. Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Bu dönüşümde, ölümlü dünya ve gök­lerin kanunları, ölümsüz hale gelecektir.

Bu "ağır gelişe" başka açıdan bakabiliriz: Kıyametin bilgisi ve onun vaktinin belirlenmesi, göktekilere ve yerdekilere ağır gelir. Bu bilgi, insanla­rı ve gökleri sarsacak bir ağırlıktadır. Gökleri ve yeri tamamen değiştirecek olan kıyametin vuruşu ansızın olacaktır. Âyette geçen %£ bağte kelimesi, bu anı ifade etmektedir. Bu kelime masdar olarak, hal makamında bulunmak­tadır. Onun bilinmezliğinin işaretlerinden biri de ansızın gelmiş olmasıdır.

d) "Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyor-lar". Âyetin bu kısmında geçen hafâ fiili, "bilmek", hafi de "bilen kim­se" anlamına gelmektedir. Bu kelime soru sormakta aşırıya kaçan, son nok­taya kadar devam ettiren mânasını ifade etmektedir. Âyetin bu kısmı, soruyu sormanın bir kuralı olduğunu gündeme getirmektedir. Sorulan kişi, sorandan farklı bir bilgisi olmayınca, soru cevapsız kalacaktır. Böylece Allah, kıyamet konusunda konuşma yetkisini kendisinde tutmaktadır. Bilmeyene soru sorma geleneği hâlâ devam etmektedir. Bu gelenek, hakikat alanına pislik bulaştır­ma gayreti içindedir.

e) "De ki: 'Onun ilmi ancak Allah'ın katındadır". Aynı âyette bu ifade iki kere geçmektedir. Birincisinde "Rabbimin katında", ikin­cisinde "Allah'ın katında" denmektedir.

 3. "Fakat insanların çoğu bilmezler". Burada insan­ların bilmediği şey bize göre, kıyametin ne zaman kopacağı veya kıyametin kopuş şekli değil, kıyametin niçin insanlardan gizlendiğidir. Diğer taraftan insanların bilgisinin bu konuda yeterli olmayacağı da vurgulanmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, kıyamet ve orada gerçekleşecek olanlardan bahsedilmediği ve bahsedemediği için felsefi sistemler din olamazlar. Âhiret ve onun hakkında inancı olmayan, o hayattan bahsetmeyen, cennet ve cehen­nemi olmayan beşerî görüşler, din olamazlar. Din âhiretten bahseder, ceza ve mükâfatın varlığına imanı şart koşar, kıyametin kopacağını dinin temel ilke­leri arasına alır.

Din tevhîd inancı ile başlar, âhirete imanla son bulur. Tevhîd inancı ile âhiret arasında geçen bütün zihnî, kalbî ve nefsî temeller üzerine oturan dav­ranışlar, değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Tevhîd inancı bizim eylemlerimi­zi, konuşmalarımızı, niyetlerimizi âhirete kadar taşır ve orada değerlendir­ilmelerini temin eder. Onun içindir ki, tevhîd inancının işi çok ağırdır. Bu ağırlığını hafifletecek olan şey ihlâstır.

4. "De ki: 'Allah dilemedikçe ben kendi­me bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim". Bu âyet 187. âyetin devamı durumundadır. Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisinin, Allah'ın katın­da olduğu söylendikten sonra, bu sefer de Hz. Peygamber'in gücü ele alın­maktadır. Bunun anlamı şudur: Allah dilemedikçe Hz. Peygamber kendisine ne bir fayda sağlayabilir ne de bir zararı uzaklaştırabilir. Demek ki insanın gücü, ilâhî dileme sayesinde işlerlik kazanmaktadır. Âyetin bu kısmından çı­karılacak netice de şudur: Bir varlık kendi gücü ile faydayı temin edemiyor ve zararı defedemiyorsa, tanrı olma özelliğine sahip değildir. Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'den söylemesini emrettiği bu ifade, Hz. Peygamber'in tanrı olmadığının vurgusudur. "Doğru iseniz bu vaad (azap) ne zamandır? diyorlar. De ki: 'Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir fayda verme gücüne sahibim!" (Yûnus 10/48-49). Zararı defetme ve faydayı temin etme gücü ol­mayan varlık, vaadin ne zaman olacağını bilemez ki!

5. "Eğer, gaybı (görünmeyeni) bil­seydim, daha çok iyilik yapardım (iyiliği çoğaltırdım) ve bana kötülük de do­kunmazdı" . Yüce Allah gaybın ne olduğuna burada bir açılım getirmektedir. Gaybı bilen, iyiliği çoğaltır ve zararı önler. İyiliği çoğaltmayan ve zararı or­tadan kaldıramayan, gaybı bilmiyor demektir. Hz. Peygamber gaybı bilmedi­ğine göre, ne faydayı çoğaltabilir ne de kendinden zararı defedebilir.

Bu âyetin bulunduğu Kur'ân'a inanan bir insan, başka bir insanın ola­ğan üstü güçlere sahip olduğuna inanır mı? Bir insanın diğer bir insanı hidâ­yete getirdiğini, olağan üstü şeyleri gerçekleştirdiğini söyler mi? Eğer bir in­sanda bunları yapma gücü olsaydı, bunu Hz. Muhammed yapar ve dünyada kötülük kalmazdı. Değil yaşayan insanlardan, ölülerden bile fayda umar ha­le gelenlerin, hangi kötü neticelerle karşılaşacağı bilinmez.

6. "Ben sadece inanan bir toplum için bir uyarı­cı ve müjdeleyiciyim". Âyetin bu kısmı, Hz. Peygamber'in iki görevini gün­deme getirmektedir: "Uyarmak ve müjdelemek". Bu görevlerini, inanan bir toplum için yapacağı da vurgulanmaktadır. jx nezir, yani uyan görevi, Al­lah'ın emirlerini yerine getirmeme ve kötülüklerden uzak durmama gibi ey­lemlerin sonucunun nereye varacağı konusunda uyarı yapmak, beşîr de Allah'ın emirlerini yerine getirmenin ve günâh işlemekten uzak kalmanın ge­tireceği ödülü belirlemektir. Bu durum şunu ifade etmektedir: İnsanların ey­lemleri ya iyidir ya da kötüdür. Uyan ve müjde, insanın bunlarla olan ilişki­lerine bağh olarak gerçekleşecektir. Ama buradaki uyan ve müjdenin inanan bir toplum için olması ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber'in asıl görevi, inanmayan insanlan eğitirken uyan ve müjde vermek değil midir?

Biz bu sorulara cevap verirken Râzî'ye başvurmayı uygun buluyoruz: Râzî, inanan toplum derken, bu ifadenin inanmayanlan da içine aldığını söy­lemekte, bunu söylerken Nahl sûresinin 81. âyetini örnek getirmektedir: "Hararetten sizi koruyacak elbiseler yarattı". Ama bu elbiseler, aynı zamanda soğuktan da koruyacak, avret yerlerini örtecektir. El­bisenin görevlerinden birini zikretmekle diğerleri ifade edildiği gibi, Hz. Mu-hammed'in uyan ve müjdeleme eyleminin inananlara olacağım söylemekle, aynı zamanda inanmayanlara da olacağına işaret etmiştir. Birini zikretmek, diğerini de ifade etmektedir.

Râzî, Bakara sûresinin 2. âyetini örnek göstererek, uyan ve müjdenin sadece inananlara olduğu yorumunu da yapmaktadır: "O kitap (Kur'ân), onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler için bir yol gösterici­dir" . Bize göre âyette geçen yü'minûn kelimesine, "inanan" değil de "inanacak olan" mânasını vermekte yarar vardır.

Peygamber, potansiyel olarak inanmaya müsait olan bir toplum için, uyancı ve müjdeleyici görevini yerine getirecektir. A'râf sûresinin 179. âye­tine dönersek kalbi ile anlamaya, gönül gözü ile görmeye ve can kulağı ile dinlemeye hazır olan bir topluma karşı bu görevlerini yerine getirecektir. Di­ğer taraftan 187. âyette geçen kıyametin kopacağı zamanla ilgili soruya bağ­larsak, kıyamete inanan insanlara karşı bu görevi yapacaktır. Kıyamete inan­mayan insanlara uyan ve müjdenin etki etmeyeceğini ifade etmektedir. Kıya­metin kopacağına, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğine, insanların âhirette eylemlerinin değerlendirilip ödül ve cezanın verileceğine inanma­yanlara uyan ve müjdenin ne faydası olacaktır?

Uyan ve müjde ile inanan toplum arasındaki ilişkiye başka bir açıdan bakabiliriz: İnanan toplum, bu inancını devam ettirebilmesi ve ondan bir daha uzaklaşmaması için, uyarıya ve müjdeye ihtiyacı vardır. İnancında her zaman aynı seviyeyi, kaliteyi ve derinliği muhafaza etmek için buna ihtiyaç­ları vardır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmına başka bir açıdan da bakabiliriz: Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja, tevhîd inancına ve onun peygamberliğine inanan insanlar için bir tehlike kapıda beklemektedir. O da Hz. Muhammed'in tabiat üstü güçlere sahip olduğunu düşünerek ona tanrılık vasfını yakıştırmaktır. A'râf sûresinin 188. âyetinin ilk bölümlerinde buna dikkat çekilmektedir.

En'âm sûresinin 50. âyetinde konu daha açık bir şekilde gündeme geti­rilmektedir: Size, Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum, gaybı da bil­miyorum, size ben bir meleğim de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunana uyuyorum . De ki: 'Kör ile gören bir midir?' Düşünmüyor musunuz?"

Bununla yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 188. âyeti bir arada düşünülürse, Hz. Peygamber'in herhangi bir şekilde ilâhlaştırılmasını önlemeyi, onun daha önceki peygamberler gibi bir insan olduğu Allah'ın mesajını insanlığa iletmek için seçtiği bir kul olduğunu açıklığa kavuştur­mayı hedef almaktadır.

Hz. Peygamber'e inanmayanların değil, ona inananların tanrılık özelli­ğini ona verme ihtimali vardır. İnanmayanlar, onu peygamber kabul etmiyor­lar, tanrı olarak kabul ederler mi? Onun içindir ki uyarı ve müjde, inanan in­sanlara yapılmaktadır. Bu kişiler Hz. Peygamber'i seviyoruz diye, aşırıya ka­çıp ona tanrılık özelliği verme durumuna düşebilirler. Onun içindir ki başka âyetlerde müjde öne geçerken, bu âyette uyarı öne geçmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, 187 ve 188. âyetlerde Hz. Peygamber'in dindeki yeri belirlenmekte, hangi sorulara cevap verebileceği, bilgisinin alanı ve sınırı, iyilik ve kötülük alanı ile olan ilişkisi, gücü ile Allah'ın dilemesi arasındaki bağlantı açıklanmakta ve böylece ona tanrılık özelliklerinin yakış-tırılamayacağı dersi verilmektedir. Bu dersle Allah, Hz. Muhammed'e inananları şirkten korumakta, onların imanını muhafaza etmelerini sağlamakta, Hz. Muhammed'in görevlerini aydınlatmakta, ondan farklı beklen­tilerin olmaması uyarısında bulunmaktadır.[118]

 

İnsanın Yaratılışı Ve Şirk:

 

189. Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden var eden Allah'tır. Eşi­ne sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve onu taşıdı. Yü­kü ağırlaşınca, karı-koca, Rableri Allah'a: "Bize kusur­suz bir çocuk verirsen, and olsun, şükredenlerden ola­cağız" diye yalvardılar.

190. Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendileri­ne verdiği şeyde Allah'a ortaklar koştular. Allah onların ortak koşmalarından yücedir.

İnsanın bir cevherden yaratıldığı konusu, Nisa sûresinin 1. âyetinde açıklandı. Burada aynı açıklamaları yapmadan, âyetin başka konularına geç­meyi daha uygun buluyoruz.

1. "Sizi tek bir cevherden ya­ratan, gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden yaratan Allah'tır". İnsanın tek bir cevherden yaratılışı, Nisa sûresinin 1. âyetinde açıklandı. Bu­rada sadece liyesküne ileyhâ ifadesi açıklanacaktır. Sükûnete, "gönlü meyletsin, gönlü huzura kavuşsun, sükûnet bulsun, yani cinsellik ba­kımından doyum noktasına ulaşsın" mânası verilebilir. Ailenin temellerini oluşturan üç temel öğeden birisi, sükûnet meselesidir. Rûm sûresinin 21. âye­tinde ailenin temellerindeki üç temel öğe şu şekilde sıralanmıştır: "Sükûnet bulmanız, aranızda sevgi ve merhameti koymak için size kendi cinsinizden eşler yarattı".

Cinsel doyum, sevgi ve merhamet, ailenin temellerini oluşturmaktadır. A'râf sûresinin 189. âyetinde bunlardan bir tanesi gündeme getirilmektedir. Böylece Allah insanları çift yaratmasının amacını da belirlemektedir. Çünkü insan tek cinsli yaratılsaydı, cinsel içgüdü olmayacaktı. Karşıt cinsin yaratıl­ması, insanda doğanın doğurduğu ihtiyaçtır. Temel ihtiyaçlardan biri de cin­sel içgüdünün tatminidir.

2. "Eşi-ne sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve onu taşıdı. Yükü ağırlaşınca, karı-koca, Rableri Allah'a, 'Bize kusursuz bir çocuk verirsen, andolsun şükreden-lerden olacağız' diye yalvardılar". Ayetin bu kısmından çıkarılacak ilkeler şunlardır:

a) "Eşine sarılınca" ifadesi, "cinsel ilişkide bulununca" anla­mına gelmektedir. Hz. Âdem ile eşinin nikâhını Allah kıymıştır. Eş olmanın gereğini yerine getirince, hanımı hamile kaldı. Buradaki hamile kalmanın an­lamı, Âdemoğulları'ndan ilk defa eşeyli yaratılma gerçekleşmiştir, demektir. Eşeysiz yaratılmadan eşeyli yaratılmaya geçiş olduğu için Kur'ân'da yer al­mıştır. Sperm ile yumurtanın döllenmesi sayesinde gerçekleşen eşeyli yara­tılma olgusu, evrimin ikinci basamağını teşkil etmiştir.

Âyette geçen "ve onu taşıdı" ifadesi, eşeyli yaratılma ile gerçekleşen hamileliği taşırdı, anlamına gelmektedir. Döllenmiş çocuk, onun rahminde iken öteye beriye gidip geliyordu. Hatta belki de hamile olduğunun farkında değildi.

b) Nihayet ağırlaşmca, Allah'tan kusursuz bir evlât istemek için dua et­meye başladılar. Böyle bir evlât verdiği takdirde şükredenlerden olacakları­na söz verdiler. Buradan şu neticeleri çıkartmak mümkündür: Eğitimin temel unsurlarından biri, belki de en önemlisi, "dua"dır. Eşler dualarına gebelikten itibaren başlamalıdırlar. Bu anlamda duanın anlamı, çocuğun yetişmesinde ilâhî müdahaleyi istemektir. Âyette geçen "sâlih evlât" kavramı, bedenen ve ruhen sağlıklı olması anlamına gelmektedir. Sağlıklı bir evlât istemek, ilk ana babanın sünneti olmakta ve bunu Kur'ân anlatmaktadır.

Çocukları ve nesilleri için dua eden peygamberlerin örnekleri Kur'ân'da yer almaktadır. Meselâ Hz. İbrahim kendi çocukları için Allah'a dua etmiştir: "Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gön­der!" (Bakara 2/40). "Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri, namazı de­vamlı kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz, duamı kabul et!" (İbrâhîm 14/40).

Bunlar Hz. İbrahim'in dualarıdır. O da yetişmeleri ve ibadetlerde de­vamlı olmaları için evlâtları adına Allah'a dua etmektedir. Diğer taraftan Al­lah kullarının özelliklerini anlatırken, şöyle dua edeceklerine dikkat çekmek­tedir: "Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve nesiller bağışla ve bi­zi takva sahiplerine önder kıl, derler" (Furkân 25/74), "Benim soyuma iyilik bağışla!" (Ahkâf 46/15).

Bütün bu dualardan anlıyoruz ki, anne baba çocukları için daima Al­lah'a dua etmelidirler. Yapılan dualar ilâhî müdahaleyi devreye sokacak ve nesillerin eğitimi daha mükemmel olacaktır. Çünkü insanın eğitiminde beşe­rin gücü yetersiz kalmaktadır. Onun yeterli olmadığı yerde ilâhî müdahale devreye girecektir.

Hz. Âdem'in çocuğu için dua etme metodu, Kur'ân vasıtasıyla bütün insanlığa sunulmakta ve böyle yapılması önerilmektedir. Hz. Âdem'in du­asında, "İyi evlât verirsen, şükredenlerden olacağız" demesi, sanki pazarlık yapmakta olduğu zarınım uyandırmaktadır.

3. "Allah, onlara kusur­suz bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde Allah'a ortak koştular. Allah onların ortak koştuklarından yücedir". Bu âyetin tefsirini yapan âlimler, hep Hz. Âdem ve eşinin şirk koşma ihtimalinden kaçarak açıklama yapmışlardır. Burada şirk koşan çiftin Hz. Âdem ve eşi değil de onların neslinden gelen çiftler olduğunu söylemek için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. 189. âyette anlatılan Hz. Âdem ve eşi değil midir? Hamile kaldığında Allah'a dua edip hayırlı evlât isteyen onlar değil miydi? O zaman âyeti olduğu gibi yorumlayacağız:

a) Yüce Allah Hz. Âdem ve eşinin duasını kabul ederek onlara kusur­suz çocuk verdi. Ancak verdiği çocuk konusunda onlar Allah'a şirk koştular. Müfessirlerin bir türlü Hz. Âdem ve eşine yakıştıramadıkları bu şirkin mahi­yeti nasıldı? Bu soruya Bakara sûresinin 165. âyeti ile cevap vermek daha ye­rinde olacaktır: "İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinirler de, onları Allah'ı sever gi­bi severler".

Demek ki Hz. Âdem ve eşi çocuklarını sevme konusunda aşırı giderek şirke düşmüşlerdir. Sevgi denen duygu, yöneldiği varlığa veya objeye göre, kimi zaman yüceltici, kimi zaman da şirk olmaktadır. Neyi ne kadar sevecek­lerini bilemeyenler bu hataya düşmüşlerdir. Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 24. âyetinde hangi varlığın ve hangi objenin ne kadar sevileceğinin eğitimi verilmektedir. Câsiye sûresinin 23. âyetinde de hevesin tanrı edinilebileceği­ne dikkat çekilmektedir. Kendini tutkuya varacak şekilde seven insan, kendi­ne tapmıyor demektir.

Bütün bu âyetlerden hareket ederek yukarıdaki soruya cevap verebili­riz. Yüce Allah Hz. Âdem ile eşinin düştüğü bu hatayı bize anlatarak, çocuk­ları sevmekte aşın giderek onları tanrılaştırmanın yanlış olacağının bilgisini vermektedir. Zamanla Hz. Âdem ve eşi tövbe ederek bundan vazgeçmiş ola­bilirler. Onun için âyeti olmayacak boyutlara çekmenin anlamı yoktur.

b) Diğer taraftan Allah Teâlâ âyetin sonunda tevhîd inancının eğitimini vermektedir. "Allah onların ortak koştuğu şeyden yücedir". Böylece âyette "yücelik" kavramı öğretilmekte, Allah ile başkaları arasındaki fark ortaya konmaktadır. Tevhîd inancının olmazsa olmazlarından biri, Allah'ın diğer varlıkların hepsinden yüce olmasına inanmaktır. Allah ile varlıklar arasında bu yücelik farkını göremeyen, bilmeyen ve inanmayanın şirke düşme ihtima­li büyüktür.

Eğer bir varlık dua edilince duayı yerine getiriyorsa, diğerleri de böyle bir güce sahip değillerse, bu varlıkları birbirleriyle eşit tutmak yanlış olur. Allah'a dua ediliyor, Allah dualara icabet ediyor, yani dualarını yerine getiri­yor, ama ardından o konuda Allah'a şirk koşuluyor. İşte hatanın büyüklüğü buradadır.

Çocuk sevgisi aşırı bir tutkuya büründürülerek, insanın bütün benliğini kaplamamalıdır. Çocuk sevgisi, bütün insanlığın meselesidir. Kur'ân'da anne babaya çocuğunu sev denmez, çünkü sevgi ileri doğru doğal olarak akar. An­ne babanın gönlünde zaten bu sevgi nehri vardır; nehir tabiî mecrasında aka­caktır.

Gönül, severken çocuk sevgisine, insan sevgisine, eş sevgisine ve Al­lah, peygamber sevgisine ayıracağı paylan bilmeli, bilinçli akıtmalı ve bun­da hata yapmamalıdır. Din eğitiminin ana konularından biri, bu eğitimi in­sanlara vermektir. Onun içindir ki Kur'ân'da bu eğitim verilmekte, çareleri gösterilmektedir. Sevgi konusunda insanın ayağının kayması, tökezlemesi, sürçmesi, dengesini bozup şirke düşmesi ihtimali her zaman mümkündür.[119]

 

Şirki Önlemenin Yolları:

 

191.  Kendileri yaratılmakta olan ve bir şey yaratama­yan putları mı Allah'a ortak koşuyorlar?

192.  Oysa, putlar onlara da yardım edecek güçte değil ve kendilerine de yardım edemezler.

193-194. O putları doğru yola çağmanız, size uymaz­lar. Onları çağırsanız da sussanız da sizin için birdir. Allah'tan başka yalvardıklarınız sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler.

195. Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırınız, sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayınız".

Genel anlamda bu âyetlerde, Allah'tan başka bir varlığa kutsallık veri­lip tanrı edinilmesinin delilleri sıralanmakta, insan beynini bazı konularla karşı karşıya getirerek, şirk koşmanın ne kadar yersiz olduğunu, akıl dışı ol­duğu açıklanmaktadır.

1. Yaratma gücü. "Kendileri yaratılmakta olan ve bir şey yaratamayan varlıkları Allah'a ortak mı koşuyorlar?" Yaratılmış olup, bir şey yaratamayan şeylerin ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu varlıkların putlar olduğunu söyleyenler olduğu gibi, cinler ve insanlar olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bizim tercihimiz, tanrının özelliklerinin verilip tanrılaştırılan insanların kastedildiğidir. Çünkü putlardan yaratma beklenemez, ama yaratılmış olup kendisi bir şey yaratamayan­dan kasdın, insan olması gerekiyor. Meselâ Mâide sûresinin 116. âyetinde, İsrâiloğullan'nın hıristiyan kanadının, Hz. îsâ'yı ve annesini tanrı edindiği anlatılmaktadır. Azizlere ve farkında olmadan bazı velîlere de tanrılık vasfı verilerek şirk koşulmaktadır.

İnsanın, "yaratma" sıfatından hareket ederek hiçbir varlığın Allah'a eş koşulamayacağı, tanrılık makamı verilemeyeceği anlatılmaktadır. Üstelik sa­dece yaratamamasına bakmayınız; kendisi yaratılan bir varlık da tanrı ola­maz ve böylece Allah'a eş koşulamaz.

Bu noktadan hareketle şu neticeyi çıkartabiliriz. İnsan kendi fiilinin ya­ratıcısı değildir; ama insan ister, Allah da yaratır. Çünkü Allah kulunun zina etmesini, çalmasını, yalan söylemesini, adam öldürmesini, şirk koşmasını, inkâr etmesini, gıybet etmesini istemez; insan kendisi ister, Allah da yaratır. Fiili seçmek, istemek, karar vermek kuldan, yaratmak Allah'tandır. Onun içindir ki, bir şey yaratamayan insanlardan herhangi biri tanrı edinilemez. Peygamberler bile böyle bir niteliğe sahip olmadığına göre, normal bir insa­nın tanrılık özellikleri kalmış mıdır? Âyette bu soru sorularak, yaratma ve ya­ratılma özelliğinden hareketle şirk ortadan kaldırılmaktadır.

2. Yardım etme gücü. "Oysa, putlar on­lara da yardım edecek güçte değil ve kendilerine de yardım edemezler" Yü­ce Allah, kendisine eş koşulacak varlık veya varlıklarda aranacak ikinci özel­liğin yardım edip edemedikleri olduğunu söylüyor. Tanrı edinilen ister insan olsun, isterse put olsun, insanlara yani kendilerine tapanlara yardım edip ede­mediklerine bakmalıdırlar.

İnsanlara ve bütün canlılara verilen nimetlerin arkasındaki güç, görül­melidir. Şirk koşmasının ya da tanrılık vasfım vermenin en önemli sebeple­rinden biri, o varlıktan fayda, yardım temin etmektir. Neden insanlar bulun­dukları yerden dua ederek Allah'tan yardım dilemezler de bir yatın ziyaret ederek orada dua edip yardım isterler? Bu sorunun cevabında şu vardır: Her­kes başındaki belânın defedilmesi, ihtiyacı olan bir şeyin temin edilmesi için oralara gider. Kimi zaman farkında olmadan oradaki yatırdan yardım diler, kimi zaman onun himmeti ile Allah'tan yardım ister, ama çoğu zaman da bu yaptığının şirk olduğunun farkına varmaz. Kendisine bile yardım edemeyen âciz, ölümlü bir varlığa veya varlıklara tanrılık vererek şirk koşmanın ne ka­dar akıl dışı bir hareket olduğunun eğitimi burada verilmektedir.

İnsanlık tarihi bu akıl dışı eylemlerle kirletilmiş, Allah ile kulların ara­sındaki ilişkiler baltalanmış ve koparılmıştır. İnsanoğlu kendisine bunca ni­metler vasıtasıyla gelen yardımın kaynağını unutmuş ve bunun neticesinde şirk koşmuş ve koşmaktadır. Onun içindir ki bütün peygamberlere verilen vahyin birinci amacı ve mücadelesi, şirki ortadan kaldırmak olmuştur.

"Yardım etmek" özelliğinden hareketle şöyle bir akıl yürütme ile şirk­ten kurtulmak mümkündür: "De ki: 'Allah'ı bırakıp da bize fayda vermeyecek veya zararı defedemeyecek olan şeylere mi tapalım?" (En'âm 6/71). Demek ki insan, şirkten kurtulabilmesi için tapaca­ğı varlıkta yardım etme, fayda verme ve zararı defetme gücünü aramalıdır. Sadece başkasına yardım etmesi değil, kendi kendine yardım edip edemeye­ceğine de bakması gerekir.

3. Çağrıya cevap vermek. Genelde ibadet edilen Allah'ın dışındaki var­lıklar, puttur, yahut ölülerdir. Yüce Allah, şirk ile mücadelede düşünülmesi gereken üçüncü özelliği, çağrıya cevap verebilme gücü olarak belirtmektedir. "O putları doğru yola ça-ğırırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da sussanız da sizin için birdir". Râzî bu âyeti şöyle açıklamaktadır: Müşriklerin taptığı putların, doğruya çağrıldıklarında ona uyamayacakları da görülür. Kendilerine çağrıda buluna­nın durumunu, çağrıda bulunmayanlardan ayıramazlar. Doğruya çağrıyı du­yup da onu yapana uyacak bir beyin sistemine sahip değillerdir. Çağrıyı du­yup gereğini yapacak bir niteliğe sahip olmayan varlığa tapınmak, insanın iman boyutunu kirleten bir şirktir.

4. Kula kul olunmaz. "Al-lah'tan başka yalvardıklannız sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler". 191. âyetten itibaren anlatılanlar, kul olan insanlardır. İnsanın insana kutsallık verip tapınması ele alınmaktadır. Onun içindir ki, "Dua edilenler sizin gibi kullardır" ifadesine yer verilmek­tedir. Puttan kul olmaz, insandan kul olur.

Burada yüce Allah, insanların kendileri gibi kul olanlara dua ederek yardım beklediklerini, problemlerini sunduklarını, çare aradıklarını ve böy­lece onlara tanrılık özelliği verdiklerini gündeme getirerek, yanlışlarını anlat­maktadır. Tanrılık özelliğine sahip olan bir varlık, yapılan duaya icabet edip gereğini yerine getirebilmelidir. Bunu yapamıyorsa, onda bir eksiklik var de­mektir. Eksik olan varlık da tanrı olamaz. Hele bu varlık kendisine tapan gi­bi bir kul ise, işin vahameti şirke çıkmaktadır.

Yüce Allah kula kul olunamayacağına işaret ederek, insanların kula kul olduğunu ve olacağını vurgulamakta, insanın bu hataya düşmesini önleme amacını gütmektedir.

5. "Onların yürüyecek ayakları mı var; yoksa tutacak elleri mi, yoksa görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: 'Ortaklarınızı çağırınız, sonra bana tuzak kurunuz ve bana göz açtırmayınız!" Öyle anlaşılıyor ki, burada kastedilen putlar veya ölülerdir.

Yüce Allah burada dört organdan bahsetmektedir: Ayak, el, göz ve ku­laklar. Ayaklardan kasıt, çağrıda bulunana icabet edip yardımına koşma gü­cüdür. Tutacak eller de, istenilen yardımı yerine getirecek güçtür. Görecek gözden kasıt, kullarının hallerini müşahede etme, onları gözetleme yetişidir. İşitecek kulaklardan kasıt da, yalvaranın sesini duyacak özelliktir. Aslında Tanrı olacak varlığın sıfatlarını, insanın idrakine anlatma metodudur.

Ayakların anlamını "Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm" (Bakara 2/186) âyetiyle; ellerin anlamını da: "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" (Fetih 48/10) âye­tinde geçen "güç"; gözü de Allah'ın basîr; kulaklarını da Allah'ın semî' sıfat­lan ile açıklamak mümkündür. Onların tanrılarının, çağrıya uyamayacağına, kudretleriyle iş göremeyeceğine ve duyamayacağına işaret edilmektedir. Tanrı olan varlıkta bu dört özellik sonsuz olarak olmalıdır.

Onların şirk koştukları tanrılarında bu gücün ya da özelliklerin olmadı­ğının ispatı, onları çağırıp Hz. Peygamber'e kendilerinin tuzak kurup, göz aç­tırmamalarını temin etmelerini istemek olmuştur. Onların kuracağı tuzağa, tanrıları yardım edecek midir? Çünkü tanrı olan varlık, haksız yere kurulan tuzaklara yardım etmeyi değil, o tuzakları yıkmayı ön görmelidir. Tanrı kö­tülüklere karşı tuzak kurar, iyi olanlara değil.

Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah şirki ortadan kaldırmak için ya­ratmayı, yardımı, çağrıya cevap verip problemi çözme ve tanrılık vasıflarının sonsuzluğunu gündeme getirmekte ve böylece Allah'ın eşi olamayacağını an­latmaktadır. Ayrıca müslümanlarla kitap ehli bir araya gelip Âl-i İmrân sûre­sinin 64. âyetinde olduğu gibi şirkle mücadele vermeli, dinlerinin talî olan yönlerini değil, şirkle mücadele yönünü öne çıkarmalıdırlar.[120]

 

Allah İle Putlar Arasındaki Farklar:

 

196.  Şüphesiz ki, benim koruyanım, kitabı indiren Al­lah'tır ve o bütün sâlih kullarını görüp gözetir.

197.  Allah'ın dışında taptıklarınızın ne size yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım edebilirler.

198.  Onları doğru yola çağırmış olsanız, işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler.

A'râf sûresinin 190-195. âyetleri arasında şirk koşmanın yanlışlığı or­taya konurken, 196-198. âyetlerde de müslümanlann aynı hataya düşmeme­leri için önlem alınmaya çalışılmaktadır.

1. "Şüphesiz ki, benim koruyanım, kitabı indiren Allah'tır". Âyette geçen velî kelimesinin öne çıkan anlamlarından biri, "koru-mak"tır. Onların entrikalarına, tuzaklarına karşı Hz. Peygamber'i koruyacak olan Allah'tır. Âyetin bu kısmında "kitabı indiren" tanıtılmaktadır. Kur'ân'ı indiren Allah'ın veliliği, koruyuculuğu gündeme getirilmektedir. Bunun anla­mı şudur: Müşriklerin taptıkları tanrılar, böyle bir kitabı indiremez ve indir­meye de güçleri yetmez. Demek kitabı indirme eylemi, Allah'ın velilik sıfa­tının bir gereği olmaktadır. Allah'ın koruyuculuk sıfatı kitapla temin edilmek­te, kitap O'nun veliliğini yeryüzüne indirmektedir. Böylece kitabın koruyucu özelliği de ortaya çıkmaktadır.

2. "O, iyileri dost edinir". İyileri dost edinmesinin anlamı, onları görüp gözetmesidir. Onlara yardım eder, dualarını yerine getirir, çağ-raun; doyar ve ihtiyaçlarını giderir. İyi insanlara karşı kötülerin kurduğu tu­zakları ortadan kaldırıp onları korur. Onların vekili durumundadır. Böylece sâlih, yani iyilerle ilâhî korumanın arasında bir bağlantı kurulmaktadır.

Kitapla veliliğin arasındaki diğer bağlantı şudur: Allah'ın kitabına ina­nan, onun gereklerini yerine getiren, böylece tevhîd inancının ağacını gön­lünde diken insan, sâlih insandır. Allah da onun koruyanı ve yardım edenidir. Veliliğin kitapla, kitabın da iyi olmakla bağlantısı kurulmaktadır.

Buradaki bağlantıları önceki âyetlerde geçen şirk konusunu dikkate ala­rak kurarsak, şu neticeye varabiliriz: Kitap şirkle mücadele vermek için indi­rilmiştir. Şirkle mücadele eden kitaba katılmak, onu hayata geçirmek, iyi in­san olmanın gereklerindendir. Yüce Allah, kendi kitabım savunan, inanan ve hayata geçiren iyi insanların işlerini de üzerine almakta, onları koruyup yar­dım etmektedir.

3. "Onu bırakıp taptıkla­rınız, ne size yardıma güçleri yeter, ne de kendi kendilerine yardım edebilir­ler" . Burada Allah müslümanlan muhatap aldığı kadar, müslüman olmayan­ları da muhatap almaktadır. Size ve kendilerine yardım edemeyen varlıklara tapınmanın büyük hata olacağına dikkat çekilmektedir. Yine burada "yardım etmeyi" tanrılık vasıflarının önüne çıkarmaktadır. Bunun sebebi, insanların şirk koşarken hep tanrılarından yardım dilemeleridir. "Yardım", insanı boyun eğdiren, tapınmaya kadar götüren bir eylemdir. İhtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, kulluğun gereklerinden biri olmaktadır. Mutlak mânada ihtiyaçla­rı gidermek için yardım eden güce sadece Allah sahiptir.

Onun içindir ki, yardımdan hareketle tevhîd inancına varılabilir. İnsan­lar ihtiyaçlarına bakmalı, bu ihtiyaçları giderecek olan yardımı yapan mutlak kaynağa bakmalıdırlar. Bu zihin faaliyeti, tek tanrı olan Allah'a varacaktır.

4. "Onları doğru yola çağı­rırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oysa onlar görmezler". "Onları doğru yola çağırsanız" ifadesinden kastedilen kimlerdir? Bunların put olduğunu söyleyenler olmuş, ama biz bunu doğru bulmuyoruz. Çünkü put doğru yola çağrılamaz. Tapınılan bir insan ise, onu çağırma yerine, ona tapanları çağırmak gerekir. Her iki durumda da çağrılanların sahte tanrılara tapan müşrikler olduğu anlaşılmaktadır.

Demek ki duymayacak olanlar müşriklerdir. Ayette "doğru yol" diye tercüme ettiğimiz hudâ kelimesi, burada tevhîd inancı anlamına gelmektedir. Çünkü müşrik için "doğru yol", tevhîd inancı olmaktadır. İbn Abbâs burada­ki hudâ kelimesini, "hak" ile mânalandırmıştır. Hakkın ne olduğunu araştırır-sak, onun da onlar için tevhîd inancı olduğu ortaya çıkacaktır. Onları tevhîd inancına çağırırsanız, duymazlar ya da dinlemezler.

Onların duymaması ya da dinlememesi, maddî anlamda sağır oldukla­rını ifade etmemekte, beyinlerde tevhîd inancının gireceği bir alan olmama­sından kaynaklanmaktadır. Şirk onların gönlünü kapladı, beynin gönüle ak­taracağı bir şey olmadığı için, kulaklar manen çalışmaz hale gelmektedir.

Kendilerinin inanç bakamından doğru yolda olduklarını kabul etmele­ri, onların dinleme ihtiyacını ortadan kaldırdığı için, duyma konusunda alâ­kalarını tahrip etmiştir. Yüce Allah duyu organlarından kulak konusunda; onun psikolojik etkinliği ve eğitime yansımasının analizini yapmaktadır.

"Onları sana bakar görüyorsun, halbuki onlar görmüyorlar". Yüce Allah J& nazara (bakmak) fiili ile basara (görme) fiili arasındaki farkı da göstermektedir. İnsan bakar, ama görmeyebilir. Her bakan insan gö­rüyor anlamına gelmemelidir. Nazar ile basiretin temel farkı budur. Nazar, kafa gözleri ile olurken; basar, gönül gözüyle olmaktadır.

Hayvan da bakıp görür, ama insan gönül gözüyle görünce hayvandan farklı olduğunu ispat etmiş olur. Okuyup da anlamamak, aynı anlamı ifade etmektedir. Meselâ müslüman olmayan ilâhiyatçı bir bilim adamı, Kur'ân'ı okuyup ondaki hakikati anlamıyorsa, günümüzde yaşasa bile bu gruba gir­mektedir. Kafa gözleriyle okuyor, ama ondaki hakikati göremiyor. Burada görecek olan gönül gözüdür. A'râf sûresinin 193. âyeti ile 198. âyeti, 179. âyetin bir açıklaması durumundadır. 179. âyette insanların ve cinlerin niçin cehenneme gidecekleri açıklanırken, bunun sebebi kalp, göz ve kulakların görevlerini yapmamalarına bağlanmıştı. Bu âyetlerde söz konusu görevlerin nasıl aksadığının açılımları yapılmaktadır. Nemi sûresinin 80-81. âyetlerin­de; Rûm sûresinin 52-59. âyetlerinde bu tür insanlar, bir bakıma yaşayan ölü­ler olarak takdim edilmektedirler. Fâtır sûresinin 22. âyetinde bu yaşayan ölüler kavramı gündeme getirilmektedir.

"Dirilerle ölü-ler bir olmaz. Şüphesiz Allah dileyene işittirir. Sen kabirdekine isittiremez-sin" (Fâtır 35/22). Kabirdeki ölü duyarsa, yaşayan ölülere de duyurursun de­nirken, insan beyni ve gönlü kabre benzetilmektedir. Beyin ve gönül çalışma­yınca mezara dönüşmektedir. Aslında bu dünya, o insan için mezar olmakta­dır. İnsan sadece toprağın içinde olunca ölü kabul edilmemelidir, şirk koşup inkâr edenler de yaşasalar bile mezardadırlar.

Diğer taraftan Fâtır sûresi 19'da "Körle gören bir de­ğildir" denirken, gören körden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber'e bakıp da onu görmeyenlerin bakar kör oldukları da bu âyetle tescil edilmektedir. De­mek ki insan, biyolojik organları gereği diri ya da insan değildir. Psikolojik yeteneklerini, beyin ve gönlünü kullanarak diri olmaktadır.[121]

 

Yapılması Gereken:

 

199. Sen affetme yolunu tut! Uygun olanı emret, câhil­lerden yüz çevir!

Bu âyeti önceki âyetlerle ilgili olarak açıklamak gerekir. "Sen af yolu­nu tut!" şeklindeki emir niçin emredilmektedir? Bir önceki âyette, "Sana ba­kıyorlar, ama görmüyorlar" ifadesi açısından bakılırsa, Hz. Peygamber'in af yolunun tutulması emredilmektedir. İnsana baktığı halde onu görmemek, bir hakarettir. Bu hakaret insan olarak bir hata, peygamber olması sebebiyle de bir günâhtır. Bir başka ifade ile, peygamberin hakkını çiğnemek ve ona ha­karet etmektir. Yüce Allah Hz. Peygamber'den, onları affetmesini istemekte­dir. Yapılması gerekenin bu olduğunu ona hatırlatılmaktadır. Bu emir, bütün din bilgini ve din görevlilerinin uygulaması gereken bir metot olmaktadır.

"Af yolunu tutma"nın bir anlamı da, onlara yumuşak davran, kırıcı ol­ma demektir. Bu durum Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetinde açıklanmaktadır: "Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın". Af yolunu tutmayan, sert ve kaba davranır. Bu da insanların onun etrafından ayrılması anlamını ifade eder.

Bu ifadeyi "Affı ele al!" şeklinde mânalandınrsak, insan ilişkilerinde özellikle hoşgörü ve kolaylık tarafını al, demek olur. İnsan işlerinden, sana kolay gelecek olanları alıp işlemek gerekiyor. Kin besleyerek, sert davrana­rak düşmanlık göstermek mi daha kolay bir yoldur; hoşgörü ile, yumuşak davranarak gönül almak mı daha kolaydır? İnsanların hoşgörüden yana ter­cihini kullanması emredilmektedir.

Diğer taraftan açıklamak mümkündür: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et ve onlarla, en güzel olan ne ise, o yolla mücadele et!" (Nahl 16/125). Demek ki affı almanın anlamı, kö­tülükten sakındırmak, insanların yanlışlarına değil, iyi taraflarına bakmak de­mektir. En güzel yolla mücadele etmek, affın yolunu tutmak ve affı ele al­makla gerçekleşecektir. İyiyi emretmek de, hikmetle ve güzel öğütle davet etmek anlamını ifade etmektedir.

"Affı ele al!" ya da "Af yolunu tut!" emrinin diğer bir anlamı da Nahl sûresinin 126. âyetinde belirtildiği gibi, sabırlı olmayı ifade etmektedir. Sabirli olamayan, affetme eylemini gerçekleştiremez. Sabretmek, Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde "kinini yutmak" olarak geçmektedir. Kinini yutunca, affetme safhası gelmektedir.

Hz. Peygamber'e verilen bu iki emir, aynı zamanda birinci derecede müslümanları, ikinci derecede de bütün insanlığı ilgilendirmekte, "af ve "iyi" gibi iki evrensel değeri insanlığın ahlâkına yerleştirmektedir. Yapılan yanlış harekete karşı gösterilecek tepkilerin çeşitleri çok olmasına rağmen, affı seçmek, kâmil insan olmamn en önemli göstergelerinden biri olmaktadır. Affı seçtikten sonra, iyiyi emretme imkânını yakalayabiliriz.

Âyette verilen üçüncü emir, câhillerden yüz çevirmektir. Câhil kavra­mının anlamı, bildiği halde tatbik etmemek, kendini tanıyamamak, ahlâkî de­ğerlere ve hakikate karşı inatla kapalı kalmaktır. Aslında câhil insanlar, bu ahlâkî değerleri ve hakikati biliyor ve anlıyor, ama kendilerini onlara karşı kapalı tutuyorlar. Bunun ana sebeplerinden biri, kendini tanıyamamalarıdır.

Câhillerin bu kapalılığı, onların sözlerine ve davranışlarına yansıyarak, Hz. Peygamber'e kötü sözler ve aşağılık davranışlarda bulunmalarına sebep olmaktadır. Böyle sözleri ve davranışları sergileyen câhillerden yüz çevirme­sini yüce Allah peygamberinden isterken, bütün müslümanlardan da istemek­tedir. Bu emri başka âyetlerle açıklayabiliriz. "Onlar, boş sözlerle karşılaştıklarında, vakarla geçip giderler" (Furkân 25/72). Câ­hil insanlar kötü sözler söylerler, onların bu sözleri müslümanları asla etkile­mez, onlar câhillerin seviyesine düşmeden çekilip giderler. "İnananlar, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler" (Mü'minûn 23/3). Boş ve yararsız sözler, câhillerden çıkar. Buradaki eylemi yerine getirenler, aslın­da A'râf sûresinin 199. âyetindeki "Câhillerden yüz çevir!" emrini hayata ge­çirmektedirler.

Bu emri hayata geçirenlerin durumunun âhirette şöyle olacağı açıklan­maktadır: "Orada boş bir söz ve günâha sokan bir laf işit­mezler" (Vâki'a 56/25). Onun içindir ki Hz. Peygamber bu âyetin tefsirini şu şekilde yapmıştır: "Faziletlerin en üstünü, seninle ilişkisini keseni senin ara­yıp sorman, seni mahrum bırakana senin iyilikte bulunman, sana zulmedeni senin affetmendir"[122].

Netice olarak diyebiliriz ki affetmek, iyiyi emretmek ve câhillerden yüz çevirmek, İslâm'ın ahlâkî değer ve eylemlerini oluşturmaktadır. İslâm ahlâ­kının evrensel boyutta üç temel direğini oluşturan bu emirler hayata geçiri­lirse, nasıl bir toplum oluşacağı ortadadır. Din eğitimi bilginleri ve din görev­lileri, bu ilâhî emirleri topluma kazandırırlarsa, toplum üstün erdemlerle do­natılmış olacaktır. Câhillerden yüz çevirmek, kötüye bulaşmamak, kötülere denk olmamak, onların seviyesine düşmemek şeklinde anlaşılırsa, erdemin derunî etkinliği yakalanmış olur.[123]

 

Kin-Af İlişkisi:

 

200.  Doğrusu, şeytandan sana bir dürtü gelince, Al­lah'a sığın, çünkü O, işitir, bilir.

201.  Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp hemen görürler.

1. Bir önceki âyet gelince, Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edili­yor: "Gazap gerçekleşmiş iken bu nasıl olur ya Rabbi?"[124]. Gazap anında nasıl affedilecek, nasıl iyi emredilecek, nasıl câhillerden yüz çevrilecektir? Bu sorunun cevabı, 200. âyette verilmektedir.

Affetmeyi, iyiliği emretmeyi ve câhillerden yüz çevirmeyi engelleye­cek olan şeytanın dürtüşüdür. Bunları gerçekleştiremeyen insan, şeytanın et­kisi altındadır. Nezğ kelimesi, "vesvese, dürtü, günâhları süslü göstermek" anlamlarına gelmektedir. "Rahatsız etmek" anlamına gelen bu kelime, iki toplumun arasına fitne sokmak mânasını da ifade etmektedir.

Şeytanın buradaki vesvese vermesini, önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklayabiliriz: Tevhîd inancı anlatıldıktan sonra tepki gösterenlere karşı du­yulacak öfkenin şeytandan kaynaklandığı, burada gündeme getirilmekle, in­sanın içinde kopan öfke fırtınasının kaynağı konusunda analizler yapılmak­tadır. A'râf sûresinin 198. âyetinde tevhîde çağrıldığı halde dinlemeyen, pey­gambere baktığı halde görmeyen insanların durumunu şeytan kullanarak, peygamberi öfkelendirme yolunu tutabilir. Bu da, onun affı tercih etmesini, iyiyi emredip câhillerden yüz çevirmesini önleyebilir.

Yukarıda verilen hadîsteki "Ey Rabbim, ya (haklı) öfkenin durumu ne­dir" sorusunun cevabı, A'râf sûresinin 200. âyetindeki analiz olmuştur. Affı seçmeye, iyiyi emredip câhillerden yüz çevirmeye mani olan gözü kara öfke­nin, aklı devre dışı bırakabileceğine işaret edilmektedir.

2. "Hemen Allah'a sığın, Çünkü O, işitendir, bilen­dir" . Şeytanın vesvesesinden, insan peygamber bile olsa kurtulamaz. Bura­da Allah'a sığınmak gerekir. Çünkü yapılan duayı yüce Allah işitmektedir ve içine şeytanın soktuğu vesveseden haberdardır. Allah, insanın iç âleminde ce­reyan eden bütün oluşumları ve onların nereden kaynaklandığını bilmektedir.

3.  İnsan, şeytanın vesvese verdiğini ve içinde kopan öfke fırtınasının şeytanî olduğunu nasıl anlayacaktır? Bu soruların cevabı, A'râf sûresinin 201. âyetinde verilmektedir. Bu âyette hem takva sahiplerinin kim olduğunun tanımı yapılmakta, hem de vesvesenin şeytanî mi, rahmânî mi olduğunu an­lama metodu verilmektedir. Müttakîlerin, şeytanın vesvese vermesi ile he­men düşünüp gönül gözü ile görebilenler olduğuna dikkat çekilmektedir.

Düşünmek ve gönül gözü ile görmek, takvanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Düşünemeyen ve basîreti olmayanlar takva sahibi olamazlar. Bu­radaki düşünme ve görme faaliyeti, insanın kendi içine yönelik olarak cere­yan etmektedir. İçinde kopan fırtınalar üzerinde düşünen ve onları gören ki­li, takvaya ermiş demektir.

Düşünme ile basîret, aklın ürünleri olduğuna göre, aklı kullanmadan i seviyesine erişilemeyecektir. Bu takva elde edilince, şeytanın vesvesesi görülecek ve derhal Allah'a sığınılacaktır. Takva duygusu doğuştan insan­da vardır, ama bu potansiyeli pratiğe aktarmak, eğitim vasıtasıyla mümkün­dür. "Allah'a sığınmak" anlamın gelen isti'âze konusu, şeytanı etkileme yol­larıyla beraber Fatiha sûresinin tefsiri yapılırken geniş bir şekilde açıklan­mıştı.

201. âyette geçen tâif kavramı, "insan idrakini gölgelendiren, anlaşıl­ması I0Î Olan saplantı, sabit fikirlilik" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla şeytandan karanlık kuruntu şeklinde anlaşılabilir. "Delilik ve cinnet getir­mek" mânasına da gelmektedir. Öfkeli insanın kızgınlığı, deliliğe ve cinnet getirmeye benzediği için ilgili durum bu kelime ile ifade edilmektedir.

Demek ki insan her an için şeytanın etki alanına girmekte ve bu etkinin mağduru durumuna gelmektedir. Kur'ân yaptığı bu açıklamalarla insanı bu etki alanının dışında tutmaya çalışmaktadır. Bütün bilgilendirmelerine rağ­men insan bunu beceremeyebilir. Bunun için Allah'a sığınması ve ondan yar­dım dilemesi gerekmektedir.[125]

 

Kötüler İyileri Etkilemek İster:

 

202. Kardeşleri onları azgınlığa çekerler, hiç yakaları­nı bırakmazlar.

Bazı müfessirler âyette geçen "kardeşler" kelimesindeki zamirin şey­tana gittiğini söylemektedirler. Elmalık M. Hamdi Yazır da aynı mânadan ha­reket etmiştir. Süleyman Ateş ise bu mânayı kabul etmemektedir. Süleyman Ateş'in verdiği mânayı ve yorumunu kabul ettiğimizi söylemeliyiz. Zemah-şerî de şeytanların kardeşinin müttakîler olmadığına dikkat çekmiştir.

Mekke'de inen bu âyetler, ilk anda, Kureyş kabilesinde yetişmiş olan insanları nitelemektedir. Bunlar birbirlerinin akrabaları, aynı kabilenin insanlan idiler. Birbirlerinin kardeşleri sayılırlardı. Birbirlerinin kardeşleri sayılan bu insanlardan bir kısmı inanmış, bir kısmı da inkâr etmişti. İnananlar şeyta­nın sözüne kapılmazlar; şeytan inanmayanları azdırır. Şeytanın sözüne kapı­lanlar, inanan kardeşlerini de kendileri saptırmaya çalışırlar. Bu her zaman böyledir. İnanmayanlar, inanan arkadaşlarım da kandırmaya, sapıklığa düşür­meye çalışırlar[126].

Süleyman Ateş'e zamirler konusunda katılıyoruz, ama yaptığı tefsirde gerçeklerle bağdaşmayan görüşlerin olduğunu da söylemek gerekiyor. "Şey­tan inanan insanı etkileyemez" iddiası ne demektir? A'râf sûresinin 200. âye­tinde, şeytanın doğrudan Hz. Peygamber'i etkileyeceği söylenmiyor mu? 201. âyette takva sahiplerine şeytanın vesvese vermesi Duyurulmuyor mu? Kur'ân'ın bütününe bakıldığında, şeytanın kâfirlerden ziyade müslümanlarla uğraştığının farkında değil miyiz? Haşr sûresinin 11. âyetinde, Allah'ı inkâr eden insanlardan şeytanın uzaklaştığını, âlemlerin Rabbi'nden korktuğunu ifade ettiğini şeytan söylemiyor mu? Demek ki şeytan kâfiri terkediyor, hem işini bitirdiği hem de kendisinden daha tehlikeli hale geldiği için. Şeytanla­rın dostlarının, kardeşlerinin, kendi toplumlarındaki kardeşlerini, kendi top­lumunun insanlarını yoldan çıkarmasına işaret edilmektedir. Kötülerin iyile­ri etkileyip yoldan çıkartmasını konu edinmektedir. Birinci derecede, şeyta­nın insanı değil ikinci derecede şeytanın yoldan çıkardıklarının diğer insan­ları yoldan çıkarmasını konu edinmektedir.

Olumsuz mânada etkileşimi vurgulayan bu âyet, şeytanın etkisi altında kalanların bu kötü hastalıklarını toplumun diğer fertlerine, kendi kardeşleri­ne bulaştırdıklarına dikkat çekmektedir. Kötülükler, bu etkileşim ve bulaştır­ma yolu ile geometrik olarak yayılır. İyiliklerin yayılışı ise matematikseldir.

Toplumdaki lüzumsuz tartışmaları, kavgaları önce şeytan başlatır, son­ra geri çekilerek seyretmeye başlar, ona bulaştırdığı insanlar şeytanın yapa­cağını yapmayı sürdürür. Tartışma, kavga ve nefret gibi toplumu çürüten ey­lemler, insanların eliyle bulaşır. Âyette geçen 'JLvjJi yemüddûnehüm (yar­dım ederler) ifadesi, vesveseyi kuvvetlendirmek, yanlışa devam etmek, insan aklının yanlışı anlayıp ondan vazgeçmesini önlemek mânalarına gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da olumsuzluğu ifade eden çeşitli konular için kullanılmış­tır. Olumlu konularda "imdâd" kalıbı kullanılmaktadır.

a) "Kendilerine mal, mülk ve çocuklar vermekle, sanıyorlar mı ki!" (Mü'minûn 23/55).

b)  "Biz onlara istediklerinden meyve ve eti bolca vereceğiz" (Tür 52/22).

c) "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?" (Nemi 27/36).

d) "Gerçekte, Allah onlarla alay eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başı hoş dolaşırlar" (Bakara 2/15).

Görüldüğü gibi bu kelime "vermek, bollaştırmak" mânasından hareket­le yardımda bulunmayı ifade ettiği gibi, Bakara sûresinin 15. âyetinde "bir davranışı gerçekleştirmek için fırsat vermek" mânasına da gelmektedir. On­ların dostları, kardeşleri, onları öylesine etkileyip azgınlığa sürüklerler ki, bu durum kesintisiz devam eder. Şeytanın etkileyip yoldan çıkardığı insanlara parmağını kaptırınca, bütün vücudunu götürürler. Kötülük adına bir kere on­ların ağına düştüğünde, bir daha kurtuluşun olmayacağını Allah ıksâr keli­mesiyle açıklamaktadır. "Bir şeyden geri durmak" anlamına gelen iksar, "kötülüklerden geri durup vazgeçmek" mânasını da ifade etmektedir.

İbn Abbâs'ın bu kelimeye verdiği mânadan hareket edersek, hem saptı­rılan hem de saptıranın işine devam edeceğine işaret etmektedir, diyebiliriz. Saptıran saptırmasına, sapan da sapmasına devam etmektedir. Onun için âyetteki ıksâr kelimesinin başına olumsuzluk edatı getirilmiştir:  jxn£*i*f "Sonra da azgınlığı bırakmazlar", yani onda devam ederler.

Bu durumu fizikî bir kanunla açıklamak mümkündür. Ağır ve pis ko­kulu bir yere girince kokuyu hissederiz, ama orada bir müddet kalınca, artık onu hissetmez oluruz. O havayı hissetmemek, onun temizlendiği anlamına gelmez, tam tersine biz o ortama alışmış durumdayız. Kötülüğü ilk önce iş­leyen insan bir pişmanlık duyar, kötülüğü defalarca işledikten sonra artık piş­manlık hissini duymaz olur. İnsan insanı yoldan çıkarınca ve onun bu duru­muna devam etmesini temin edince, artık yoldan çıkan kendiliğinden ona de­vam edecektir, çünkü kötülüğünün kokusunu duymamakta, pişmanlık duy­gusu ortadan kalkmakta ve kötü fiilin farkında olma yetisini kaybetmektedir. Böylece sapıklık, o insanların karakteri haline gelir. Etle tırnağın ilişkisi ne ise, onların da sapıklıkla ilişkileri o duruma gelir. Onun içindir ki, kötü alış­kanlıklarla mücadele etmek dinlerin en zor uğraşlarından biri olmuştur. Kö­tü davranışlarının farkında olmayan, o davranışları sürekli olarak yapan ve onların kötü kokusunu duymayan insanı geri alıp onlardan vazgeçirmek, en zor uğraşlar arasında yer almaktadır.[127]

 

Peygamber-Ayet İlişkisi:

 

203. "Onlara bir âyet getirmediğin zaman, sen bir tane derleseydin ya!" derler. De ki: "Ben ancak Rabbim ta­rafından bana vahyolunana uyarım. Bu kitap, Rabbiniz-den gelen göz açıcı belgeler olup, inanmış bir topluma rehber ve rahmettir".

Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Onlara bir âyet getirmediğin zaman, sen bir tane derleseydin ya! derler". Buradaki âyet kelimesine, "mucize" anlamı ve­rilebileceği gibi, "Kur'ân âyeti" anlamı da verilebilir. Bir sonraki bölümde de mucize anlamında değil, Kur'ân âyetlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Buradan çıkarılacak netice şudur: Müşrikler öteden beri Kur'ân âyetlerini Hz. Peygamber'in derlediğini iddia ediyorlardı. Bu yüzden isteklerine uygun bir âyet gelmeyince, yeni bir âyet derlemesini istiyorlardı. Onlar Hz. Pey-gamber'den hem istedikleri âyeti hem de mucize getirmesini bekliyorlardı.

a) "İnkâr edenler: 'Bu olsa olsa, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır" (Furkân 25/4).

b) "Onlar: 'Sen, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça, sana asla inanmayacağız' dediler" (İsrâ 17/90).

c) "Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın" (İsrâ 17/91).

d) "Ya da iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın veya Allah'ı ve meleklerini gözümü­zün önüne getirmelisin" (İsrâ 17/92).

e) "Ya altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir ki­tap indirmediğin sürece, (göğe) çıktığına da asla inanmayız. De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim" (İsrâ 17/93).

f) "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı bekleyenler, 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, benim için olacak şey değildir. Ben, bana vah-yolunandan başkasına uymam" (Yûnus 10/15). Görüldüğü gibi müşrikler, Hz. Peygamber'den yeni mucizeler istemişlerdir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz A'raf sûresinin 203. âyetine dönersek, şu genellemeyi yapabiliriz: İnsanlar peygamberden kendi isteklerine göre âyet getirmesini bekliyorlardı, uyacakları bir âyet değil de, kendi hayat tarz­larına uyan âyet olmasını istiyorlardı. Hayatlarının meşruluğunu onaylayıp doğruluğunu kanıtlayacak doğrultuda olmasını bekliyorlardı. Onun içindir ki, Yûnus sûresinin 15. âyetinde, başka bir Kur'ân getirmesini veya onu de­ğiştirmesini istediler.

Yaşadıkları hayatı değiştirmek onlara ağır geliyordu. Hayatı değiştirmek yerine, âyeti değiştirmek daha kolaydı. Bu durum ilk insandan beri ilâ­hî dinlere tepki göstermenin bir sebebi olmuştur. Hz. Peygamber de aynı se­beple tepki görmüştür. Yüce Allah bunu bize anlatmakla, din âlimleri ve din görevlilerinin de aynı tepki ile karşılaşacaklarına işaret etmektedir.

2. "De ki: 'Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım". Bunun anlamı şudur:

a) "Ben kendiliğimden âyet uydurmam, buna yetkim yoktu"r. Yûnus sûresinin 15. âyetinde olduğu gibi, bunu Allah'a isyan olarak görmektedir."Benim için olacak şey değildir" demekle, âyet uydurmanın Allah'a isyan olacağına dikkat çekmektedir.

b) Hz. Peygamber kendisine indirilene uymakla yükümlü olduğuna gö­re, müslümanlar da din adına Kur'ân'a uymakla yükümlüdürler. Onun önüne herhangi bir fikri ve uygulamayı geçiremezler. Allah'ın vahyine uymak hem Allah'ın emri hem de Hz. Peygamber'in sünnetidir. Dinî konularda Kur'ân'a uymak demek, onu bütün fetvalarda referans göstermek, hayatına yön ver­mesine müsaade etmek ve kayıtsız şartsız teslim olmak demektir.

Kur'ân'da konulara nasıl açıklık getirildiğine bakmadan, mezhepleri, çeşitli âlimleri referans göstermek, Hucurât sûresinin 1. âyetini yok saymak­tır. Çünkü söz konusu yerde, Allah ve Resulü'nün önüne geçilmesi istenme­mektedir, "Allah ve Resulü'nün önüne geçmeyiniz" bu-yurulurken, "Kendilerinin ve başkalarının görüşlerini, Allah'ın vahyinin ve peygamberinin sünnetinin önüne geçilmeyiniz!" hükmü verilmektedir.

c)  "Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım" demek, "Sade­ce onu olduğu gibi tebliğ eder, ona bir harf bile ilâve etmem" demektir. Çün­kü Allah şu âyetlerle bunun böyle olmasını istemektedir: "Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydur­muş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun şah damarını ko­parırdık" (Hakka 69/44-46). Günümüzde verilen birtakım fetvalar, müslü-manların hem kendi aralarındaki sevgi bağlarının hem de Allah ile olan bağ­larının kopmasına sebep olmaktadır. "Tehdidimden kor­kanlara Kur'ân ile öğüt ver!" (Kâf 50/45).

3. "Bu (Kur'ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir, inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir". Hz. Peygamber'e anlatılan Kur'ân'ın bu özellikleri, şu sorunun cevabını vermektedir. Neden Hz. Muhammed âyet derlemeyecektir?

a) Kur'ân, insanların kalp gözlerini açar. İnsanın takva sahibi bir mü­min olmasını temin eder. Dolayısıyla doğruyu görmelerini ve bulmalarını sağlar. Besâ'ir kelimesi, basiretin çoğuludur, bu sebeple Kur'ân insanlara hakikati, doğruyu ve iyiyi kavrama yöntemi sunmaktadır.

b) İnananlara bir yol göstericidir. Âyetin bu kısmı, Bakara sûresinin 2. âyetinin son kısmına işaret etmektedir. Orada müttakîler için bir yol gösteri­ci idi, burada da inananlar için bir rehber olmaktadır. İnanan ya da takva sa­hibi için Kur'ân'ın rehber olması ne anlama gelmektedir. Şûra sûresinin 52. âyetine göre Kur'ân bir nurdur. Ondan istifade edenlerin inanmış olması ge­rekir. Kur'ân'ın ışığından istifade edebilmek için, iman ve takva gibi bir alt ruhî yapıya sahip olmak gerekir. İnananlara ve takva sahiplerine yol gösteri­ci olmasının diğer bir anlamı da, bulundukları manevî seviyeyi kaybetmeme­lerini temin etmektir.

c) Kur'ân, inanan toplum için bir rahmettir. Kur'ân'ın rahmet olmasının ne anlama geldiğini anlayabilmek için, su ile toprağın ilişkisini düşünmek gerekir. Su, toprak ile buluşunca tabiat canlanıyor, yeşilleniyor ve tabiatın yüzü gülüyor. Şûra sûresinin 52. âyetinde, Kur'ân'ın bir "ruh" olduğu ilân edilmektedir. Ruh can verir, hayat bağışlar, hareket ettirir. Kur'ân da aynı gö­revi yerine getirmektedir.

Şimdi netice olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. Muhammed'in uyduğu va­hiy, insanların gönül gözünü açan, onların önünü aydınlatan, onlara yol gös­teren ve onların gönüllerine hayat bahşeden nitelikleri' taşımaktadır. Kur'ân'ın bu özelliklerinin potansiyel halden pratiğe dönüşebilmesi etkinli­ğini gösterebilmesi için muhatabımn inanmış olması gerekir. İnsanın gönlün­deki iman, Kur'ân'ın bu özelliklerini çalıştırır hale getirmektedir. Kur'ân fer­dî anlamdaki etkinliği değil, toplumsal anlamdaki etkinliği ön görmektedir.[128]

 

Kur'an Okumak Ve Dinlemek:

 

204. Kur'ân okunduğu zaman susup onu dinleyiniz ki, size merhamet edilsin!

A'râf sûresinin 203. âyetinin sonunda Kur'ân'ın, gönülleri açma özel­liğine dikkat çekilmişti. Ona karşı nasıl davranılacağı ve nasıl saygı gösteri­leceği de 204. âyette ele alınmaktadır.

1. Kur'ân okununca onu dinlemek ve susmak Allah'ın emri olduğu için farzdır. Kur'ân beşerî bir söz olmadığı için onu normal bir kitap ve söz ola­rak görmemek gerekir. Allah'ın sözü olması sebebiyle, susup dinlemek bir saygı işaretidir. İnsanlar kendi aralarında bile, birinin konuşması sırasında susup dinlememeyi edepsizlik olarak değerlendirmektedirler. Arapça bilenler dinlediklerinde Kur'ân'ın mesajını anlayacaklardır. Arapça bilmeyenler ise, Allah kelâmını anlamasalar bile okunduğunda susup dinlemeleri bir görev ve aynı zamanda bir erdemdir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Kur'ân okunduğun­da dinleyip susmazsak ne olur? Bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:

a) Allah'ın emrini yerine getirmemek günâh işlemek demektir. Peki banttan okunan Kur'ân'ı dinlemek gerekir mi? Eski tefsirlerde bu sorunun cevabım bulmak mümkün değildir. Elmalılı Hamdi Yazır gramofon, radyo veya kasetten okunan Kur'ân'a kıraat denemeyeceği için susup dinlemenin gereksiz olduğu kanaatindedir[129]. Bu durumda mikrofondan çıkan imamın sesinin de kıraat olması mümkün değildir. Önemli olan okunan Kur'ân'ın hangi âletten geldiği değil, o ilâhî mesajın kelimelerinin kulağa ses dalgalan şeklinde gelmesidir. Kişinin kulağına Kur'ân sesinin dalgalan ge­lince susup dinlemesi gerekir, ses ister banttan, isterse radyo veya televizyon­dan gelmiş olsun!

A'râf sûresinin 204. âyetine bakıldığında, kıyamete kadar gelecek bü­tün teknolojik okuyuşlan içine aldığı görülür. Âyette bir insan Kur'ân okuduğu zaman demiyor; "Kur'ân okunduğu zaman" ifadesine yer veriliyor. Burada önemli olan kaynak değil, öne çıkarılan Kur'ân'm sesidir. Buradan şu neticeye varılabilir: İnsanların susup dinleme imkânı olamayacağı ortamlar­da kaset, radyo, televizyon veya insan okuyuşu ile Kur'ân okumak veya okutmak doğru değildir. Onu dinlemeyecek olan insanlar zor durumda kalıp günâh işlemiş olacaklardır.

b) Kur'ân okunduğunda susup dinlemeyenler, kâfirlerin dediğini yeri­ne getiren insanların durumuna düşeceklerdir. "İnkâr edenler dediler ki: Şu Kur'ân'ı dinlemeyiniz. O okunurken yaygara koparınız ki galip gelesiniz" (Fussılet 41/26). Kur'ân'a tepki göste­ren ve onun dinlenmesini ve anlaşılmasını istemeyen kâfirler, insanlara onu dinlememelerini, bu yetmiyormuş gibi yaygara koparmalarını öneriyorlardı. Böyle yaptıklarında Kur'ân'a ya da müslümanlara karşı galip geleceklerini sanıyorlardı.

2. "Umulur ki merhamet olursunuz!" Kur'ân okunduğun­da susup dinlemek, Allah'ın merhametine muhatap olmaktır. Bunun anlamı, Allah'ın vahyine saygı gösterenlere Allah merhamet edecektir, demektir. Kur'ân'ı dinlemek, ona saygı göstermek, beraberinde merhameti getirmekte­dir. Bu durumu "Saygı gösteren merhamet bulur" şeklinde ifade edebiliriz.[130]

 

Zikir:

 

205. Ve sen (ey Peygamber) gönül alçaltarak, korku ve duyarlık içinde, sesini yükseltmeden sabah akşam kendi nefsinde Rabbini an ve sakın dalgınlardan biri olma!

Âyetin temel konusu, "Allah'ı anma" şeklinde mâna verebileceğimiz zikir ibadetidir. Allah, zikrin nasıl yapılacağını anlatmaktadır:

1. "Rabbini nefsinin içinde an!" Buradaki nefis ke­limesine "öz benlik" mânası verilebilir. Bunun anlamı içinden, benliğinin de­rinliklerinden gelerek anmaktır. Sadece kurulmuş bir saat şeklinde dile geti­rilen bir söz şeklinde değil de insanın benliğinin derinliklerinden kopup ge­len bir sevgi ile anmasını ifade etmektedir.

a) Buradaki "nefis"i öz benlik anlamında alıyoruz, ama ona başka bir mâna yükleyebiliriz. Zikir denen ilâhî anışla, zikir denen Allah'ı düşünmek ve zikir denen kalbin tatmin olması arasında bir ilişki vardır. "Düşünme" an­lamındaki zikir beyinde, "tatmin olma" mânasındaki zikir gönülde, "anma" denen zikir de nefiste olmaktadır. Bunun neticesi şudur: Zikir ibadeti beyin, gönül ve nefsi bir araya getirip birleştiren bir ibadet olmaktadır. Bu ibadet in­sanı nefsi emmâre, yani kötüyü emreden nefisten kurtarmakta, Allah katında beğeni kazanan bir seviyeye getirmektedir. Nefsin bu seviyeye gelebilmesi için beyin ve gönülde de aynı gelişmelerin olması gerekir. Bu manevî mer­kez, aynı anda, aynı zikir ibadetiyle, aynı basamakları çıkarak manevî geli­şimleri gerçekleştirmelidir.

b) "Kendi nefsinde Rabbini an!" emrini başka bir açıdan ele alabiliriz. Buradaki nefis kelimesi, anmanın, yani zikrin gizli olmasını, gösterişe kaç­mamasını ifade etmektedir. Zikir, düşünme anlamıyla gizli olduğu gibi, an­ma anlamıyla da gizli olmalıdır. Çünkü zikir, insanın öz benliğini Allah'a bağlayan, kökleri nefiste olan bir ibadet şeklidir.

2. "Yalvarar ak ve ürpererek" Âyetin bu kısmında ke­limesi, "yalvararak, gönlünü alçaltarak", başka bir ifade ile "kibir yapmaksı­zın anma"yı ifade etmektedir.

"Yalvararak" anlamıyla bu kelime, zikirde duanın olduğunu göster­mektedir. Namaz dua olduğu için adına zikir denmiştir (Tâhâ 20/14). Allah yalvarma ve yakarma şeklindeki zikri emretmektedir. Böyle bir yakansın hangi ortamlarda olacağına bir örnek olarak En'âm sûresinin 63. âyeti veri­lebilir: "De ki: 'Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtardı ki? (O zaman) O'na gizli gizli yalvararak, eğer bizi bundan kurtarırsan, andolsun şükredenlerden olacağız, diye dua edersiniz". Demek ki zikir, birtakım belâ­lardan kurtarmasını ve kurtardığı takdirde şükredenlerden olacağına dair söz vermeyi ifade eden bir dua şekli olmaktadır.

A'râf sûresinin 55. âyetinde de aynı emir bütün inananlara verilmekte­dir: "Rabbinîze yalvara yakara ve gizlice dua ediniz". Ta­zarrû' kelimesi, duanın nasıl yapılacağını belirleyen bir kavramdır. Demek ki kibirle zikir bir araya gelmemektedir. Kibrin yerini tazarrû denen alçak gö­nüllülük almalıdır.

Âyetin bu kısmında hîfe kelimesi yer almaktadır; anlamı, "kor­ku, ürperme"dir. Buradaki Allah korkusunun çıkış noktası, O'nun kendisi de­ğil de, insanın kendi noksanlığının doğurduğu bir korkudur. Ödevini, yani Allah'ın verdiği görevleri tam anlamıyla yerine getirememekten kaynaklanan bir korku. Müslüman, mahşeri düşündüğünde oradaki soruşturmanın ve amel defterini okumanın neticesinin merakı, onda bir ürperti meydana getirmeli­dir. Bunu hatırlayarak dua edecek ve bu dua ile zikrini yapmış olacaktır.

3. "Yüksek olmayan bir sesle sabah aksam (Rabbini an!)" Yüce Allah zikirde sesin ayarlanmasını istemektedir. Yüksek sesle olmamasının anlamı, tamamen de gizli olmamasıdır. Yüksek sesle giz­li ses arasında bir sesin olması istenmektedir. İnsanın iç âleminde oluşan zi­kir, dile hareket vermeli, ama bu hareket gösterişe kaçacak yüksek bir tonda olmamalıdır.

Yüce Allah namaz kılarken de aynı seviyeyi tutturmayı emretmektedir.

"De ki: 'İster Allah deyiniz, ister Rahman deyiniz, (hangisini derseniz olur). Çünkü en güzel isimler O'na aittir. Namazda yüksek sesle okuma, sesini fazla da kıs­ma, ikisinin arası bir yol tut!" (İsrâ 17/110). Yüksek ve gizli olmayan oku­yuş tarzım zikir için de düşünmek mümkündür. Bunun İsrâ sûresinin 110. âyetinde, "İkisinin arasında orta bir yol tut!" şeklinde bir tanımini buluyoruz.

Sabah ve akşam vakitlerinde bu tarz zikrin yapılmasının istenmesinin sebebi nedir? Neden sabah akşam oluyor da, günün ortasında olmuyor? Bu sorulara Müzzemmil sûresinin 7-8. âyetleri ile cevap verilebilir: "Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet vardır. Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel!"

Müzzemmil sûresinin 6. âyetini de dikkate alırsak, nafile ibadetin gece vaktinde yapılmasının önerildiğini görürüz: Böylece yüce Allah ne zaman, günün hangi vaktinde hangi ibadetin yapılacağının programını vermektedir. Zikir, çalışma vaktinde değil de sabah ve akşam vakitlerinde olmalıdır. Do­layısıyla zikir, çalışmanın yerini almamalıdır.

4. "Gafillerden olma!" Yüce Allah sabah akşam Allah'ı anmamaya gaflet mânası vermektedir. Bu anlamdan hareket edersek, zikrin, gafleti gideren bir ibadet olduğu tanımını yapabiliriz. Buradaki zikir, önce­likli olarak Hz. Peygamber'i muhatap aldığına göre, Hz. Peygamber'in gaflet içinde olmaması emredilmektedir, ama bütün inananlar için düşünülürse, gafleti onlardan kaldırmak için böyle bir emrin verildiğini söyleyebiliriz.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyette zikir emredilmekte, onun nasıl ve ne zaman yapılacağı belirlenmektedir. İçten gelerek, alçak gönüllülükle yal-vararak, ürpererek, yüksek sesle olmamak şartıyla, sabah ve akşam zikir ger­çekleştirilmelidir. Böylece Allah, zikre bir disiplin getirerek yapılmasını em­retmiş olmaktadır.[131]

 

Kulluk, Teşbih Ve Secde:

 

206. Kuşkusuz, Rabbine yakın olanlar, O'na kulluk yap­maktan asla kibre kapılmazlar ve O'nu tesbîh ederler ve O'na secde ederler.

A'râf sûresinin son iki âyetinde zikir, kulluk, tesbîh ve secde konulan ele alınmaktadır:

1. "Kuşkusuz Rabbine yakın olanlar". Âyetin bu kısmın­da geçen "Rabbine yakın olanlar" ifadesini yorumlayan müfessirler, bunların melekler olduğunu söylemişlerdir. Bunların melek olduğunun ispatını Zümer sûresinin 75. âyeti vermektedir: "Melekle­ri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbîh ederek arşın etrafını kuşatmışlar­dır" . Diğer taraftan Bakara sûresinin 30. âyetinde melekler, Allah'ı tesbîh ve takdis edeceklerini söylemektedirler.

Konuya âyetteki "kibir" kavramı bağlamında bakıldığında, Rabbine ya­kın olanlar ile meleklerin değil de, Allah'a yakın olan insanların ifade edildi­ği çıkartılabilir. Allah'ın emirlerini yerine getirdikten sonra, O'nun yasakları­na uyan insanların Allah'a yakın oldukları, Vâkı'a sûresinin 88. âyetinde be­lirtilmektedir. Buradaki yakınlığı fizikî anlamda değil de manevî anlamda anlamak gerekir.

2. Allah'a yakın olan insanlar, Allah'a kulluk etme konusunda kibirlen­mezler. Onlarda alçak gönüllülük ahlâkı olduğundan, bunu Allah'a karşı kul­luklarında da göstermekte ve böylece Allah'ı tesbîh etmektedirler. Tesbîhin ne olduğu, Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklandı. Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak anlamı ile bu kavram, kâinattaki bütün varlıkların müşterek iba­deti olmaktadır. "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbîh eder. Onu övgüyle teşbih et­meyen yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız" (İsrâ 17/44). Ni­hayet insanı Allah'a en çok yaklaştıran secde ibadeti gerçekleşmektedir. Allah'a secde et ve yaklaş!" (Alak 96/19) buyurulurken, Allah'a yaklaştıran ibadetin secde olduğuna işaret edilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah, inanan insanlara bir ibadet programı sunmaktadır. Sabah akşam zikir, kibir katmadan kulluk, tesbîh ve secde etmek bu programı teşkil etmektedir. Bütün bunları bir araya getirince, sanki namaz ibadeti tanımlanmaktadır. Din eğitimcileri hangi ibadetin ne zaman, nasıl ve hangi amaçlarla yapılacağını bilmeli ve öğretmelidirler.

A'râf sûresinden genel olarak çıkarımlarımız şunlardır: A'râf sûresi ki­tapla başlayıp secde ile bitmektedir. Eğitimin merkezine kitabı yerleştiren Allah, onunla nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini insanlara öğ­retmektedir. Şimdi de A'râf sûresinin öne çıkarttığı temel konuları açıklaya­biliriz:

a) Tevhîd inancı ile ilgili getirilen ilke, Allah'tan başka tanrı olmadığı­na, kulluğun sadece Allah'a yapılacağına dair ilkedir. Bu ilke, A'râf sûresin­de geçen, geçmiş peygamberlerle ilgili olguların tamamında yer almakta ve bütün peygamberlerin getirdiği dinlerde bunun ilk sıraya alındığına dikkat çekilmektedir (âyet: 59,65,73,85). Bütün güzel isimlerin Allah'a ait olduğu, onların herhangi biri ile Allah'a dua edilebileceği de ele alınmaktadır (âyet: 180). Aynı konuda Allah, kendisinden başka hiçbir kimsenin din koyamaya­cağını, bu sebeple sadece O'nun indirdiği vahye din adına uyulacağını emret­mektedir (âyet: 3).

Din adına fetva verenlerin Allah'a iftira ederek fetva vermelerinin zul­münü gündeme getirerek, tevhîd inancının dinde fetva verme konusunda uy­gulanması hükme bağlanmaktadır (âyet: 37). Aynı konu altında gaybı kimse­nin bilemeyeceğine, onun bilgisinin sadece Allah'a ait olduğuna işaret edil­mektedir (âyet: 187-188). Allah'ın helâl kıldığının haram, haram kıldığının da helâlleştirilemeyeceğine dikkat çekilmektedir (âyet: 32-33).

b) Âhiretle ilgili konuları açıklamaktadır. Âhirete, yani öldükten sonra dirilmeye, oradaki sorgulamaya, cennet, cehennem ve A'râf ehlinin durumu­na, cennetliklerle cehennemliklerin konuşmalarına, cehennemliklerin tartış­malarına dikkat çekilmektedir (âyet: 6, 28-29; 44-50; 172-173; 179).

c) Peygamberlik müessesesi ile ilgili açıklamalar. Peygamberlerin teb­liğlerinde karşılaştıkları tepkiler ve söz konusu tepkilere karşı nasıl bir tavır takındıkları açıklanmaktadır. Bu tepkilerin toplumların kültürel yapılarına, ahlâkî anlayışlarına ve medenî durumlarına göre farklılaştığı gösterilmekte­dir (âyet: 59-163). Diğer taraftan peygamberlerin gaybı bilemeyeceği, onlann sadece uyarıcı bir görevi yerine getirdikleri hükme bağlanmaktadır (âyet: 188). Peygamberler sadece Allah'ın indirdiğine uyarlar (âyet: 203).

d) Akıl, düşünme ve anlama ile ilgili konular. Bu bağlamda anlamayan, can kulağı ile dinlemeyen, kalp gözü ile göremeyenlerin hayvanlaştığı ve on­ların cehenneme gideceği açıklanmaktadır (âyet: 179). Takvanın, iman, aklı kullanma, düşünme ve basiretle elde edileceğine işaret edilmektedir (âyet: 179, 201).

e) Elest bezmi ile ilgili açıklama. Elest bezminin, anlatıldığı gibi bir an­da olmuş bitmiş bir olgu olarak ruhlar âleminde olmadığı, tam tersine anne karnında yaratılma anında iken, ruhun programlanma durumunda gerçekleş­tiği gündeme getirilmektedir. Bunun bir eğitim olduğu da vurgulanmaktadır (âyet: 172-173).

f) Affı tercih etmeyi, iyiyi emretmeyi ve câhillerle aynı davranışı pay-laşmayıp, onlardan yüz çevirmeyi emreden âyet, insan ilişkilerine incelik getiren bir açılım gerçekleşmektedir (âyet: 199).

g) Şeytan ile insanın ilişkisi, özellikle şeytanın insanı etkilemesi işlenir­ken, Hz. Âdem'le eşi ve Hz. Peygamber'in durumu da ele alınmaktadır (âyet: 12-22; 200).[132]

 

 

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/53-54.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/55.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/55-59.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/59-62.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/62-64.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/64-66.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/67-70.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/70-72.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/72-74.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/75-76.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/76-77.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/77-78.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/78-79.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/79-81.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/81-82.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/82-87.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/87-89.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/89-91.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/91-94.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/94-97.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/97-100.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/100-103.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/103-105.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/105-108.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/108-110.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/111-113.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/113-114

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/114-118.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/118-120.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/120-125.

[31] Tâcü'1-arûs.

[32] Cevherî.

[33] Zemahşerî, age, 11,78-79; Muhammed Esed, s.278, 3. Dipnot.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/125-129.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/129-134.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/134-139.

[37] Râzî, age, X,387.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/139-147.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/147-150.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/151-154.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/154-157.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/157-162.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/162-164.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/165-169.

[45] Buhârî, "İlim", 20; Müslim, "Fezâil", 15.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/169-172.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/173-180.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/180-192.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/193-205.

[50] İbn Kesîr, Tefsir, II, 231; EskiAhid, Tekvîn, 13.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/205-212.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/212-229.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/229-233.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/233-235.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/235-241.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/241-244.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/244-246.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/246-249.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/249-252.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/252-257.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/257-259.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/259-262.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/262-266.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/266-268.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/268-271.

[66] Yazır, age, IV, 118.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/272-274.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/274-275.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/275-277.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/277-281.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/281-283.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/283-287.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/287-288.

[74] Zemahşerî, age, 11,111; Râzî, age, 11,538.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/288-290.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/291-294.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/294-298.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/298-303.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/303-304.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/305-310.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/310-313.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/313-315.

[83] Râzî, age, XI,82.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/315-318.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/318-320.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/320-324.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/324-329.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/329-337.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/338-341.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/341-343.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/343-347.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/347-352.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/352-356.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/356-358.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/358-360.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/360-362.

[97] Elmalılı, age, IV.159-160.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/362-365.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/365-367.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/367-371.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/371-373.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/373-376.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/376-380.

[104] Râzî, age, XI, 148.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/381-388.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/388-390.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/390-394.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/394-396.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/396-397.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/397-402.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/402-404.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/404-407.

[113] Yazır, age, IV, 182.

[114] Râzî, age, XI, 175.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/407-418.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/419-420.

[117] Buhârî, "İman", 37; Müslim, "İman", 1.

[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/420-429.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/429-433.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/433-438.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/438-441.

[122] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/441-444.

[124] Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, V,147.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/444-446.

[126] Ateş, age, 111,434.

[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/446-449.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/449-452.

[129] age, VI, 196-197.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/453-454.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/454-457.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/457-460.