Vezene Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Allah'ın Helâl Kıldığını Haram Kılmak:
Allah'ın Haram Kıldığı Şeyler:
Ecel Ne One Alınır Ne De Sonraya Bırakılır:
Arafe Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Cehennemliklere Haram Kılınanlar:
Fasıl Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Öldükten Sonra Dirilmeyi İspat Etmek:
Rîh Kelimesinin
Kur’an’daki Manaları:
Eğitim Faaliyetleri İçin Bir Örnek:
Kıssaların Anlatılmasının Sebebi:
Hz. Musa'nın Peygamber Olarak Görevlendirilmesi:
Firavun'un Teklifi Ve Hz. Musa'nın Mucize Göstermesi:
Sihirbazlara Firavun'un Tepkisi:
Hz. Musa'nın Teklifi Ve Kavminin Ona Cevabı:
Firavun'un Taraftarlarına Cevabı:
İsrâiloğulları'nın Çok Tanrıcılığa Özentileri:
Hz. Musa'nın Harun'u Vekil Bırakması:
Yerine Gelmesi Mümkün Olmayan İstek!
Peygamberlere Uyanlara Rahmet Yazılması:
Hz. Muhammed İnsanlığın Peygamberi:
Israilogulları'nın Kendi Kendilerine Zulümleri:
Allah'ın Emirlerini Yerine Getirmemek:
Allah’ın Ayetlerini Yalanlayanların Durumu:
Hadis Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Allah İle Putlar Arasındaki Farklar:
Kötüler İyileri Etkilemek İster:
Bu sûre, En'âm sûresinin devamı mahiyetindedir.
En'âm sûresi, kelime-i tevhîdîn "Lâ ilahe ülallah" bolü )münü,
"Muhammedün Resûîulİah" kısmı da A'râf sûre İsinin konusunu teşkil
etmektedir.
I Hz. Âdem ile eşinin şeytanla olan ilişkileri ele
almamakla, Bakara sûresinin 30-37. âyetlerinin açılımı yapıl-jrmş olmaktadır.
Haram ve Allah'a iftira meselelerini ele jalması bakımından da En'âm
süresindeki konulan yeni jaçıhmlarla tamamlamaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 8.
âyetinde yapılan duanın kabulünün âhiretteki boyutu, İA'râf sûresinin 43.
âyetinde açıklanmaktadır. Tabiat! jolaylanna dikkat çekilip Allah'ın varlığı ve
kudretinim ianl atılması yönüyle hem Bakara hem de En'âm sûreleri-l jnin devamı
ve açılımı mahiyetindedir
(Bu sûrede Hz. Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb
pey-jgamberlerin başından geçen serüvenler ele alınmakla da Hûd, Kasas, Tâhâ,
Sâd ve Nuri sûrelerine göndermeler-|de bulunulmaktadır. Özellikle Hz. Mûsâ soz
konusu jedildiğinden. Bakara ye Mâide sûjrelejrinîn devamı duru-172 ve 189-
âyetler, Nisa sûresinin 1. âyetinin açılımı mahiyetindedir, Anlamayı, dinleme
ve gözlemlemedi önemsemesi bakımından geçmiş sûrelerle bağlılık
ar-fzeimektedir. Takvanın bîr tanımını veren 201. âyet İse İashada Bakara nıtnda yer almayan psikolojik, düşünsel ve
basiret bo-jyutfannı açmaktadır. Bakma ile görmenin ayrı şeyler ol Öuğu
vurgulanan sûre, adım 46 ve 48. âyetlerde geçen] [ifadelerden almaktadır.
Hıristiyanların Hz. isa'yı kutsallaşttrtp
tannlaştir-jmalan gibi, müsjümanlann da Rz. Muhammed'î tann-İlaştırmamaian için
İ8S. âyete yer verilmekle, şirk konusnnda En'âm sûresinin bir açılımı
durumundadır. Pey Igamberin, Allah dilemedikçe kendine fayda ve zarar ve
İremeyeceğini, gaybı bilmediğinden de iyiyi çoğaltama İyacağuu ve kendisine
gelecek olan bir kötülüğü engelle-İyemediğini gündeme getirerek, onun görevinin
sadece İuyan olduğu vurgulanmaktadır.
Mekke'de nazil olan sûre 206 âyettir.[1]
1. "Elif-lâm-mîm-sâd"
Hurûf-ı mukatta'ât, yani "aynk
harfler"inin ne anlama geldiği, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinin baş
kısmında açıklandı. Bize göre hurûf-ı mukatta-'anın tıklanmasıyla A'râf
sûresinin dosyası açılıp âyetleri önümüze konmaktadır.[2]
2. Bu, kendisiyle insanları uyarman ve insanlara
öğüt olsun diye sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir
şüphe olmasın.
Ayetin analizini üç konu üzerinde yapacağız.
1. Kitabın indirilmesi. Şûra
sûresinin 52. âyetine göre, Hz. Peygamber kitap nedir bilmiyordu, Kasas
sûresinin 86. âyetine göre de böyle bir kitabın kendisine vahyolunacağını
ummuyordu.
inzal (indirme) kavramı ne anlama gelmektedir? Allah
yukarıda bir yerde midir de âyetleri oradan indirmektedir? Bu durumda Allah'a
mekân tayin edilmiş olmaz mı? Hem Kâf sûresinin 16. âyetine göre, Allah'ın
insana şah damarından daha yakın olduğu, hem de âyetleri yukarıdan indirdiği
ifade edilecek; bu hal bir çelişki oluşturmaz mı?
a) İnzal kelimesi,
"öğretmek" anlamına gelmektedir. "Bu kitap sana indirildi"
denirken, "Bu kitap sana öğretildi" mânası ifade edilmektedir.
"Korunmuş levha" denen levh-i mahfuzdan Hz. Peygamber'e verilmesi,
öğretilmesi, intikal ettirilmesi demektir. O zaman inzal denen indirme
eylemini mekân itibariyle almamak, manevî, yani psikolojik bir oluşum olarak
almak gerekir.
b) Konunun merkezî teması,
Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından yazılıp yazılmadığı meselesidir. Allah her
yerdedir. Her yerde olduğundan dolayı mekândan münezzehtir. Burada inanılması
gereken konu, Hz. Peygam-ber'in bu kitabı yazmadığıdır. Onun için
"indirildi", yani "öğretildi" kelimesine yer
verilmektedir. Kur'ân'ın etrafındaki şüphelerin en önde geleni, onun Hz.
Peygamber tarafından yazıldığı şüphesi idi. Kurgu ve mâna itibariyle böyle bir
kitabı bir insanın hiçbir çağda yazamayacağı ortada olduğu halde, yine de şüphe
etmekten kendilerini alamıyorlardı. Onun içindir ki pek çok âyette Kur'ân'ın
Hz. Peygamber'e nasıl öğretildiği ele alınmakta, şüpheleri giderici izahlar
yapılmaktadır.
Hz. Muhammed'in kırk tane vahiy kâtibi olduğu,
kendisi eline kalemi alıp hiç yazmadığı halde müşrikler şüphe etmişlerdi. Fakat
ondan önceki peygamberler kitaplarını nasıl almışlardı? A'râf sûresinin 150.
âyetine göre Hz. Mûsâ dönünce, yapılanları gördü ve kızıp elindeki Tevrat
levhalarını yere attı. O, Tevrat levhalarını nereden aldı? Onları kendisi mi
yazdı? Hz. İbrahim'in suhuf (sayfalar) şeklindeki kitabını nasıl aldı, kim
yazdı? Geriye doğru gidince bu ve benzeri sorular daha da karmaşık hale
gelecektir.
Burada önemli olan, peygamberlerin gönüllerinin ilâhî öğretiye açık olduğunu, Cebrail kanalına bağlı bulunduklarını, bilgileri kendilerine şah damarlarından daha yakın olan Allah'tan aldıklarını bilmek ve inanmaktır.
c) İndirme, yukarı bir
mekândan aşağı bir mekâna doğru olduğunu düşünme yerine, yüce bir makamdan
insanın gönlüne intikali olarak anlamakta yarar vardır. O zaman mekân
anlayışından kurtulup, konuyu manevî yapısıyla düşünme fırsatı bulunacaktır.
2. Şüpheler göğsü daraltıyor.
Âyetin ikinci bölümünde iki önemli kavram yer almaktadır: Sadr ve harec. Sadr
kelimesi "göğüs" anlamına, yani kalp mânasına gelmektedir. Göğüs,
kalp, gönül mânaları verilebilecek bu kelime ile ancak "daralma"
denen psikolojik oluşum ifade edilebilir.
Bir bakıma gönlün içinde bulunduğu manevî göğsün
adına sadr denmektedir "Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, lâkin
göğüslerin içindeki kalpler kör olur". Bu âyete bakarsak sadr kavramıyla
kalp kavramının hem ilişkilerini hem de büyüklüklerini ortaya çıkartabiliriz.
Biyolojik anlamda kalple göğüs arasındaki ilişkiyi ve farkı düşünelim. Kalp
göğüste yer almaktadır. Hac sûresinin 46. âyetinde psikolojik anlamda aynı şey
söyleniyor. Manevî kalp, manevî göğsün içindedir. Bu açıklamalardan sonra
diyebiliriz ki, sadr denince genelde gönül anlaşılır.
İkinci kelime harecdir. Bu kelimeyi İbn Abbâs,
Zemahşerî, Kâdî Bey-zâvî, Nesefî gibi müfessirler "şüphe" mânasına,
Kâdî ve Râzî hem "şüphe" hem "daralma", Hâzin de sadece
"daralma" anlamına almaktadır. Zemahşerî bu kelimenin "şüphe"
anlamına geldiğini Yûnus sûresinin 94. âyetiyle ispatlamaktadır "Eğer
sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce kitabı (Tevrat) okuyanlara
sor!"
Nisa sûresinin 65. âyetinde harec kelimesinin anlamı
açıklanmıştı. Burada, "darlık ve şüphe" mânasına alınabileceğini
söylemekte yarar vardır. Kitabın ne olduğunu bilmeyen ve böyle bir kitap
alacağını hiç ümit etmeyen insanın aldığı vahyin gerçek olup olmadığı
konusunda şüphe göstermesi normaldir. Yûnus sûresinin 94. âyetinde bu şüphenin
giderilmesi için, vahiy kültürü olanlara sorulabileceği öğütlenmektedir.
3.
Kitabın gönderilme amacı
nedir? Şüphe edilmemesi emrolunan kitabın hangi amaçla indirildiği, âyetin
sonunda tesbit edilmektedir.
a) Kur'ân ile uyarmak. Hz.
Peygamber'in başta gelen görevlerinden biri de uyanda bulunmaktır. Ahzâb sûresinin
45. âyetinde şahit ve müjdeleyici görevinin ardından uyarıcı özelliği
gelmektedir. Ama âyette ne ile uyarılacağı konusuna açıklık getirilmemiştir.
Bu soruya A'râf sûresinin 2. âyeti cevap vermektedir. Bu âyet, uyarının kitapla
olacağını vurgulamaktadır, "Onunla insanları uyarasın diye!"
"Onunla" diyerek kastedilen, Hz. Pey-gamber'e indirilen Kur'ân'dır.
b) Diğer taraftan kitabın gönderilmesinin diğer bir amacı da "İnananlara öğüt vermektir". Genel anlamda insanlara uyarıda bulunmak, özel anlamda inananlara öğüt vermek olduğunu anlıyoruz. Âyetteki uyarı ile, öğüdün inananlara verilmesi anlamını çıkartamaz mıyız? Bize göre bu imkâna sahibiz. Çünkü bihî zamiri, uyan ve öğüt için kullanılabilir. Hem uyarı hem de öğüt kitapla yapılacak anlamına gelmektedir.
Daha önce En'âm sûresinin 70. âyetindeki
"Kur'ân ile öğüt ver!" ifadesinde yer aldığı gibi, öğüt yoldan çıkmış
insana yapılmaktadır. Ama Kâf sûresinin 45. âyetinde, "Tehdidimden
korkanlara Kur'ân ile öğüt ver!" Demek ki Öğüt hem yoldan çıkanlara hem de
inananlara ortaklaşa verilebiliyor.
Bu âyetten çıkanlacak en önemli ilke şudur: Hz.
Peygamber uyarısını ve öğüdünü Kur'ân ile yapmak zorunda olduğuna göre, din
âlimi ve görevlileri de öğütlerini, vaaz ve uyarılarını Kur'ânla yapmaları
gerekir. Kur'ân'ı bilmeyenlerin din adına öğüt vermeye, uyanda bulunmaya
hakları yoktur. Çünkü A'râf sûresinin 2. âyetinde inananlara öğüt olarak
gönderilen Allah'ın kitabıdır. "Müminlere öğüttür" ifadesi, Bakara
sûresinin 2. âyetinde geçen "Müttakîler için bir kılavuzdur" âyetini
andırmaktadır.
Diğer taraftan Kur'ân insanın düşüncesine, inancına
ve yaşadığı kültüre göre hitap etmektedir. Yoldan çıkanlara uyan, ama
inananlara öğüt görevini yerine getirmektedir. Herkes ihtiyacı olanı
Kur'ân'dan alabilir. Uyarı gerektiriyorsa uyan, öğüt gerektiriyorsa öğüt,
müjde gerektiriyorsa müjde, tehdit gerektiriyorsa tehdit, bilgilendirilme
gerekiyorsa bilgi alabilir. Peygamherlerin en önemli görevleri kimin neye
ihtiyacı olduğunu belirlemektir. Çünkü müjde verilmesi gereken şahsa uyan, öğüt
verilmesi gerekene tehdit verilirse, eğitim başarısız olur.
Ayrıca bu âyetten çıkarılacak diğer bir netice de
şudur: Âyet kitapla başlamaktadır. Bakara sûresinin 2. âyetinde anlatıldığı
gibi, ilâhî eğitimin merkezinde kitap vardır. İlâhî eğitim, "Kitap
okulu" diyebileceğimiz bir eğitim modelini benimsemiş durumdadır. Ama
burada şu soruyu sormak gerekir: Neden eğitimin merkezine kitap konup, kitap
merkezli bir eğitim benimsenmiştir? Bu sorunun cevabım kitap kavramında aramak
gerekir.
Kitap kelimesi, fğ" ketebe fiilinden türetilmiş
bir isimdir. Mânası "biriktirmek, toplamak''tır. Bu mânadan hareket
edersek kitabın toplayıcı olması, birlik beraberliği kurması ve tevhîd
inancını tesis etmesi bakımından eğitimin merkezine alınmıştır. ektebe
"yaklaşmak, yakın olmak" anlamını ifade etmektedir. Demek ki kitap
insanı Allah'a, insanı insana, insanı gerçeğe, insanı bilgiye, insanı medenî
olmaya yaklaştırdığı için eğitimin merkezine konmuştur. kettebe "bir şeyi
azaltmak, azalmak" mânasına gelmektedir. Kitap insanın cehaletini,
hamlığını, kabalığını azalttığı için eğitimin merkezine konmuştur.
Demek ki Allah toplayıcı, birlik beraberliği temin
edici, yaklaştıncı bir kitabı Hz. Peygamber'e indirip onu eğitiminin merkezine
koymuştur. Böyle bir kitapla uyan yapılabilir ve öğüt verilebilir. Kur'ân
insanlara kitap okuma alışkanlığını kazandırmak için, kitabı sûrelerin başında
gündeme getirmekte ve yüce Allah onun üzerine yemin etmektedir.[3]
3. Rabbinizden size indirilene uyunuz! O'nu bırakıp
da başka dostların peşlerinden gitmeyiniz! Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!
Bu âyet 2. âyetin devamı olarak, uyarı ve öğüdün
hangi konuda verileceğine ışık tutmakta, Hz. Peygamber'e uyarıyı ve öğüdü
nasıl vereceğini öğretmektedir.
1
"Rabbinizden size indirilene
uyunuz!". Buradaki "Uyunuz!" emri çoğul olduğuna göre, Kur'ân
tebliğ edildiği herkesi muhatap almaktadır. "Rabbinizden size
indirilene" ifadesi, aynen 2. âyetteki "sana indirilene"
ifadesine benzemektedir.
Kur'ân, Hz. Muhammed'e indirilmesine rağmen 3.
âyette insanlara indirildiğinin söylenmesi ne anlama gelmektedir? Hz.
Peygamber'e insanları uyarmak ve öğüt vermek için indirilmiştir. Sorunun
birinci cevabı budur. Diğer taraftan 3. âyet, Kur'ân'ın bütün insanlığa
indiğini söyleyerek kendilerine kitap indirilmediğini söylemelerini
engellemeyi hedef almaktadır. Kur'ân'ın sadece Hz. Muhammed'in kitabı olmadığı,
bütün insanlara indirildiği vurgulanmaktadır.
2. "O'nu bırakıp da başka
dostların peşinden gitmeyiniz!" Âyetin bu kısmında yer alan min dûnihîdeki
zamir nereye veya kime gidiyor? Buradaki zamir Allah'a gitmektedir. "O'ndan başkası" denirken
"Allah'tan başkası" kastedilmektedir. O zaman şöyle bir soru ile
karşılaşırız: Arapça'da zamir en yakın olana gittiğine göre, buradaki zamir
Allah'ın indirdiği Kur'ân'a gitmez mi? Bu sorunun cevabını aynı âyette geçen
Î0JT evliya kelimesi ile verebiliriz. Daha doğrusu tanrılık sıfatı
verilebilecek veya dost edinilecek biri için bu kavram kullanılmaktadır. İbn
Abbâs ve Zemahşerî, zamiri Allah'a göndererek "Allah'tan başkası"
şeklinde tercüme etmişlerdir. Kâdî Beyzâvî ise "Allah'ın dininden
başkası" tarzında mânalandırmıştır. Kâ-dî'yi haklı bulamıyoruz, çünkü
orada din kavramı yer almamaktadır.
Zemahşerî, Kâdî Beyzâvî, Hâzin, Nesefî gibi
müfessirler "Allah'ın indirdiği" ifadesini açıklarlarken, Kur'ân'ın
yanına sünneti de ilâve etmektedirler. Allah'ın indirdiği Kur'ân'dır, sünnet
değildir; çünkü sünnetin beşerî olan bir boyutu vardır. Allah onu indirmez, onu
peygamberin davranışları, sözleri ve tasvip ettiği şeyler oluşturur.
Burada Kâdî Beyzâvî'nin getirdiği delildeki yanlış anlaşılma da ortadan kaldırılmalıdır. Kâdî, iddiasına Necm sûresinin 3-4. âyetlerini delil getirmektedir: "Arkadaşınız, hevâsından konuşmuyor. O (bildirdikleri) vahy'edilenden başkası değildir". Bu âyetler ona göre Hz. Peygamberin sünnetinin vahiy olduğunu ispat etmektedir. Kâdî, ona vahyedilen kavramını sünnet olarak yorumlamaktadır. Onun yorumunu kabul edip açıklama yapabiliriz.
Bir peygambere vahyetmek ayrı şeydir, kitap vermek
için vahyetmek ayrı şeydir. Meselâ Nisa sûresinin 163. âyetinde Hânın
peygambere vahye-dıldiğinden bahsedilmektedir, ama ona kitap verilmemiştir.
A'râf sûresinin 2. Âyetinde Hz. Peygamber'e ne indirildi ise, insanlara da o
indirilmiştir. Hz. Peygambere Kur'ân indirildiğine göre, 3. âyette insanlara
indirilen de odur. Hz. Peygamber'e tâbi olunmasını şart koşan başka âyetler de
vardır. Burada "Rabbinizden indirilen" ifadesinin içine sünneti
koymak doğru değildir. İbn Abbâs, âyete böyle bir yorum getirmeyip Kur'ân
mânasını vermektedir.
Yaptığı açıklamadan anlıyoruz ki Râzî,
"Allah'ın indirdiği" ifadesine sünneti dahil edenleri ve özellikle
Hasan-ı Basrî'yi tenkit etmektedir ve kıyas yaparak bu ifadeye sünnetin
sokulamayacağını vurgulamaktadır.
Bu açıklamalardan şu neticeye varıyoruz: Bütün
insanlar, kendilerine indirilen Kur'ân'a uymakla yükümlüdürler. Allah'tan
başkasını dostlar edinerek onlara uyulmaması istenirken, din adına onların
fikirlerine uyulmayaca-ğı anlamı ifade edilmektedir. Başkalarının, yani şeytanî
insanların felsefelerinin din olarak kabul edilip arkasından gidilmesini doğru
bulmamaktadır. Din Allah'ın indirdiği kitaptan kaynaklanmaktadır. Mâide
sûresinin 3. âyetinde Kur'ân tamamlandığında, "Dininizi de
tamamladım" denmektedir. Kur'ân'dan başkasına tâbi olmak, Allah'tan
başkasına dost olmak anlamına gelmektedir.
3.
"Ne kadar az öğüt alıyorsunuz". Hz
Peygamber'e gelen Kur'ân'ın, 2. âyette inananlara bir öğüt olma özelliğine
sahip olduğu görülmüştü. Bunun anlamı, Allah'ın Kur'ân'ını, yani dinini bırakıp
başka şeyleri din edinmektesiniz. Yüce Allah'ın size verdiği öğüdü dinlememekte
ve ona uymamaktasınız. Neye tutku derecesinde tâbi oluyorsanız, onu din edinmiş
gibi oluyorsunuz. Allah'ın öğüdünü dinleyen, onun mesajına kulak veren insanlar
neye din olarak uyacağını, neyi din edinmeyeceğini takdir eder ve davranışlarını,
düşüncesini ona göre ayarlar.
Zemahşerî'nin naklettiğine göre Mâlik b. Dinar,
"Tâbi olmayınız!" emrinin, "Aramayınız!" anlamına
geldiğini söylemektedir. Çünkü Âl-i İmrân sûresinin 85. âyetinde "Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa" denmektedir. Aramanın içinde doğal olarak
tâbi olma amacı vardır. Tâbi olma eylemi gerçekleşmeden önce de arama eylemi
gelmektedir. Tâbi olma, aramanın sonucu durumundadır. Mâlik b. Dinar'ın bu
yorumunu uygun buluyoruz.
Din Allah'ın indirdiğindedir. Dini Kur 'ân'da
ararız, ama peygambere tâbi oluruz. Çünkü Hz. Peygamber de dini Kur'ân'da
aramıştır; onun sünneti budur. Peygambere tâbi olan, onun aradığı şekilde
dinini arar.[4]
4. Nice memleketler var ki biz onları helak ettik.
Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi.
5. Azabımız onlara geldiğinde çağırışları, "Biz
gerçekten zâlim kişüermişiz" demelerinden başka bir şey olmadı.
Âyetlerin analizine geçmeden önce, bu anlamdaki
âyetlerin buraya neden geldiğine bir bakmak gerekir. Yüce Allah Kur'ân'ı,
uyarmak ve öğüt olarak indirdiğini, insanlara ona tâbi olmalarını emrettiğini
buyurduktan sonra, birden geçmiş milletlerin helakine geçmesi ne anlama
gelmektedir?
Allah'tan başkasını dost edinip, fetvalarını, görüş
ve felsefelerini din oiırak kabul edip onlara tâbi olmanın ne kadar büyük bir
günâh olduğunu, öğüt almamanın tehlikesi vurgulanıp, bundan caydırmak için
geçmişten örmek getirildiğini söyleyebiliriz.
Geçmişte öğüt almayan toplumların çöküşünü örnek
göstererek, öğüt almamanın toplumları yıkan sebeplerden biri olduğunu
vurgulamak için bu âyetler burada yer almıştır. Sebep-sonuç ilişkisini canlı
olgularla anlatmayı hedef almaktadır. Sebep, öğüt alıp Allah'ın indirdiğine
uymamak, sonuç da îopiömurı çökmesidir.
1. "Nice memleketler var
ki, biz onları helak ettik!" Dikkat edilirse ülke, yani karye kavramına
yer verilmiş, topluma verilmemiştir. Ülkeden kasıt orada yaşayan halktır. Ülke,
yani karye kelimesi, fizikî yapı ile sosyal yapıyı kapsayan bir anlamdadır.
Dolayısıyla burada halka, yani topluma yaşadığı çevrenin kanunları vasıtasıyla
ceza verildiği ifade edilmektedir.
2. "Azabımız onlara
geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi". Dikkat edilirse,
"geldi" fiilinin sonundaki zamir dişi olduğundan karyeye, âyetin
sonundaki fiil ve zamirler de ülkede yaşayan insanlara gitmektedir. Böylece
hem vatan hem de orada yaşayan halk ilişkisi ele alınmaktadır. Toplumsal
hayatta yaşananlar, insanların dine karşı tutumları, öğüt almamaları, fizikî
çevreyi bile rahatsız etmekte, Allah tarafından tabita-tın kanunlarının
değiştirilip düzenin bozulmasına sebep olmaktadır.
Âyette cezanın iki ayrı zaman diliminde geldiğine
işaret edilmektedir. Gece ve gündüz uyurken azabın gelip helak oldukları
söylenirken, Lût kavminin gece, Eyke toplumunun da gündüz helak edildiğine
işaret edilmiş olabilir. Anlatımın ana hedefi, azabın ansızın geldiğidir.
Fizikî anlamda, yani tabiat kanunları vasıtasıyla cezalandırmanın aniden
olduğu vurgulanmaktadır.
3.
"Azabımız onlara
geldiğinde çağırışları: 'Biz gerçekten zâlim kişilermişiz' demelerinden başka
bir şey olma-mıştır". Bunun anlamı şudur: Hatalı olduklarını ceza
geldikten sonra anladılar. Bu anlamanın faydası olmamaktadır. Önemli olan,
öğüdü önceden alıp davranışlarında gereken değişimi, ıslahatı yapmaktır. Ceza
anında, pişmanlık ve hatasını görmenin faydası yoktur. Bu âyet insanlığa, son
pişmanlığın fayda vermeyeceğini, önceden tedbir alınmasını öğütlemektedir.
Âyetin sonundaki "zâlim" kelimesi ile,
ülkelerin çöküşünün zulümden, hakların çiğnenmesinden kaynaklandığına,
yıkılışın ana sebebinin zulüm olduğuna işaret edilmektedir. Zulüm olduğu yerde
durmuyor, ilâhî âlemi de rahatsız ediyor. Zulüm yapan toplum hem halkı
rahatsız ediyor hem üzerinde yaşadıkları toprak ve tabiat çevresi onlara
tahammül edemiyor.
Geçmişte helak olan ülkelerin halkları,
zalimliklerini helak olduklarında anladılar. Yüce Allah, Kur'ân'ın gelişinden
sonra, insanların, helak olmadan ve ülkeleri yok olmadan önce anlamalarının
öğüdünü vermektedir. Böylece tarihî olguların öğüt verici yönü gündeme
getirilmekte ve eğitimdeki etkinliği anlatılmaktadır.
Bir toplumun ilâhî öğüdü dinlememesi, tarihî
olgulardan ibret almaması, verilen eğitimin etkin olmaması demektir. Eğitimin
mücadele vermesi gereken en önemli konulardan biri, zulmü önlemektir. Zulüm,
toplumun değerlerini, ahlâkını ve siyasetini çökertmektedir. A'râf sûresinin
ilk âyetleri, kitapla uyarı, öğüt ve toplumların çöküşünün sebepleri arasında
bir bağlantı kurmaktadır.[5]
6. Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de,
gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.
7. Ve onlara bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz,
onlardan habersiz değiliz.
Bu âyetlerle anlatılmak istenen şey nedir? Öncelikle
diğer âyetlerle olan bağlantısının tesbit edilmesi gerekir. A'râf sûresinin 2.
âyetinde ilk olarak olumsuz bir emir, ikinci olarak da iki görevin Hz.
Peygamber'e verildiği belirtilmektedir. Olumsuz emrin şüphe etmemesi, iki
görevin de insanları uyarması ve inananlara öğüt vermesi olduğu ifade
edilmektedir.
Peygamber olarak gönderilenlere, Rablerinden
kendilerine indirilene aymaları ve Allah'tan başkasını dost edinip onlara
uymamaları emredilmek-:edır. Bunların yapılıp yapılmadığı sorgulanacaktır.
Demek ki dünyada herkesin bir görevi vardır. Bunları elde etmede Allah'ın
katkısı olduğuna göre, emanetin yerine getirilip getirilmediği de elbette
sorgulanacaktır. Âyetten çıkarılabilecek önemli neticeler şunlardır:
1. Mahşerde herkes istisnasız
sorgulanacaktır: "Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini
yaptıklarından dolayı sorguya
çekeceğiz" (Hicr 15/92-93). Bu âyetteki "Onların hepsini" dediği kişiler, bir önceki âyette geçen Kur'ân'ı bölenlerdir. Mâide sûresinin 109. âyetinde bütün peygamberler mahşerde toplanıp, kendilerine halkın ne cevap verdiği sorulacaktır. Demek ki peygamberleri sorgulama, onlarda bir suç veya günâh arama maksadıyla değil de, insanların kendilerine ne cevap verdiği, yani nasıl tepki gösterdikleri şeklinde gerçekleşecektir.
2. Sorgulamanın bir tehdit
olduğunu düşünürsek, yanlış davranıştan insanı caydırmayı amaç edindiğini
söyleyebiliriz.
3.
Sorgulama, adaletin gerçekleşmesi için
herkese yapılmalıdır.
Günümüz hukukunda insanları dokunulmazlık zırhına büründürerek hukukta istisna edinmek, sosyal statüyü hukuka karıştırmak doğru değildir. Hukuk karşısında herkes eşittir. Hukukta ayrıcalık yapmak, istisna koymak, bazıları için işletilen hukuk kurallarının diğerleri için işletilmemesi, hem hukuku hem toplumu hem de gelişmeyi engellemektir. Halbuki hukuk ne kadar tarafsız olursa, insanlar o kadar medenî olacaklardır.
4.
Peygamberlik müessesesinin en önemli özelliği
sorgulamayı getirmiş olmasıdır. İsrâ sûresinin 15. âyetinden peygamber
gönderilmeyenlerin cezalandırılmayacağı ilkesini öğreniyoruz. Peygamberlik,
öğretim kurumu anlamına gelmektedir. Bilgilendirme yoksa, sorgulama da yoktur.
5. Kendilerinin günahkâr
olduklarını itiraf ettikleri halde kâfirlerin niçin soruşturulduğunun cevabı,
A'râf sûresinin 7. âyetinde şu şekilde verilmektedir: "Ve onlara tam bir
bilgi ile anlatacağız. Biz, onlardan habersiz değiliz". "Tam bir
bilgi" ifadesi, kesin, hatâsı ve ihmâli olmayan bilgi anlamına
gelmektedir. İnsan unutkan olduğundan, kendisi hakkında değerlendirme yapsa
bile hata yapma ihtimali vardır. En azından amellerinin neticesinin nereye
varacağını bilemez.
"Biz, onlardan habersiz değiliz"
ifadesiyle, insanın dünyadaki amellerinin kaydedildiği, kullarına şah
damarlarından daha yakın olduğu, nerede olurlarsa olsunlar onlarla beraberliği
vurgulanmaktadır.
"Tam bir bilgi" ve "kullarından uzak
olmama" ifadelerinin vurguladığı diğer bir mâna da Allah'ın onların
amellerini değerlendirirken tarafsız olacağıdır. Çünkü kesin ve tam bir bilgi
ile bilmeyen ve meselenin yakınında olmayan tarafsız olamaz.
A'râf sûresinin 7. âyeti, insanlığa bilimsel
araştırmalar konusunda çok önemli iki kural getirmektedir. İlmî araştırma yapan
insanın öncelikle bilimsel bir zihniyete sahip olması gerekir. Kendi emeği
olmayan bir bilgiyi belirtmeden kullanmak doğru değildir.
İnsanlar hakkında değerlendirme yaparken,
davranışları hakkında da bilgiye sahip olmak gerekir. Ayrıca onlara yakın olup
gerçek hayatlarını bilmek gerekir. Her insanın kendini gözlemleyip doğru
değerlendirme yapması imkânsızdır. İnsan hakkında doğru ve kesin bilgiye sahip
olduğu için en iyi değerlendirmeyi Allah yapacaktır. A'râf sûresinin 6.
âyetindeki sorgulama, bilmemekten dolayı öğrenmek maksadıyla yapılacak olan bir
sorgulama değil, tam tersine doğru bilgilendirme ve değerlendirme içindir.[6]
5. O tarft haktır. Kimin de tartıları ağır gelirse,
iş-te onlar kurtuluşa erenlerdir.
9. Kimin tartıları hafif gelirse, işte onlar,
âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana
sokanlardır.
Yüce Allah bu âyetlerde, âhirette gerçekleşecek
önemli olgulardan birini ele almakta ve amellerin nasıl değerlendirileceğine
açıklık getirmektedir.
1. "O gün tartı
haktır". Âyette "tartı" anlamına gelen vezn kelimesini ve
Kur'ân'da ne anlama geldiğim açıklamak gerekir. Veze-ne "tartmak,
dengelemek, birbirine denkleştirmek, birbirine eşit kılmak, düzeltmek"
mânalarına gelmektedir. Vizâne, "muadil, uygun, münasip, mutabık olmak,
benzerlik, mukayese, bir modeli takip etmek"; mizan da "denge,
terazi, ölçü, ağırlık, ölçme aleti, kural, metot, adalet, hakkaniyet"
mânalarına gelmektedir.
1) Tartmak. İsrâ sûresinin 35. âyetinde emir kalıbında vezinû
"Tartınız!" anlamında yer almaktadır: "Doğru terazi ile
tartınız!" denirken bu kelimeye yer verilmektedir.
2) Ölçü, denge. Rahman sûresinde üç kere mîzan, bir kere de vezin
şeklinde kullanılmaktadır. Mîzan,
"denge" anlamında kullanılmaktadır: "Göğü Allah yükseltti ve
dengeyi o koydu" (Rahman 55/7). Buradaki denge veya ölçü, fizikî âlemdeki
denge anlamına gelmektedir. İkinci mîzan kavramı da denge anlamına
gelmektedir: "Sakın dengeyi bozmayınız!" (Rahman 55/8). Burada
insanın denge ile olan ilişkisi ele alınmaktadır. Üçüncüsü vezn kalıbında ölçü
mânasını ifade etmektedir. "Ölçüyü adaletle tutunuz!" (Rahman 55/9).
Dördüncü de mî-zan kalıbında aynı âyette yer almaktadır. Bu âyetlerde hem soyut
hem de somut anlamda kullanılmaktadır. Soyut anlamıyla insanın düşünsel
yeteneğinin ayırt edici tarzdaki ölçülmesiyle, hukuktaki ölçüyü gündeme taşırken,
aynı zamanda ekonomik anlamdaki ölçüyü de ifade etmektedir. Tabiatı kirletip
dengeyi bozmak anlamında kullanıldığı gibi, âhirette amellerin ölçülüp değerlendirilmesi
mânasına da gelmektedir.
3) Tartı. En'âm sûresinin 152. âyetinde tartı mânasını ifade
etmektedir. "Tartıyı tam olarak adaletle tutunuz!"
4) Terazi. Şûra sûresinin 17 ve Hadîd
sûresinin 25. âyetinde insana doğru ile eğriyi ayırt edeceği, tartacağı bir
terazi anlamına gelmektedir: "Allah odur ki, hak olarak kitabı ve ölçüyü
indirdi".
A'râf sûresinin 8. âyetine dönersek, "O gün
tartı haktır" ifadesindeki vezn kelimesi, "tartmak" anlamına
gelmektedir. Hak kelimesi ise "tartının dosdoğru olacağı"nı ifade
etmektedir. Amellerin tartılması fizikî anlamda değildir. Bu dünyada
insanların iyi veya kötü davranışları bir kitapta, yani halk arasındaki
ifadesiyle amel defterinde kaydedilmektedir. Kaydedilen bu amellerin, âhirette
değerlendirilirken hesaplanmaları anlamında tartılacaklardır. Enbiyâ sûresinin
47. âyeti ile buradaki vezn kelimesine, terazi mânasını vermek mümkündür:
"Biz, kıyamet günü için adalet terazileri koyarız".
Burada şu soruyu sormak mümkündür: Yüce Allah
âhirette neden adalet terazileri koyup amelleri ölçmektedir? Enbiyâ sûresinin
47. âyetinin devamı bunu cevaplandırmaktadır. "Artık kimseye hiçbir
şekilde haksızlık edilmez. Bir hardal tanesi kadar dahi olsa onu
getiririz".
Yüce Allah durup dururken kullarını
değerlendirmeyecektir. Onların amellerini değerlendirmeden önce tartacak,
kullarına objektif davrandığını göstererek zulme uğramadıklarından emin
olmalarını temin edecektir. Bu uygulama, Allah'ın değerlendirmesini adalet
üzere yaptığının bir göstergesidir.
2.
"Kimin tartılan ağır
gelirse, iste onlar kurtuluşa erenlerdir". Âyetin birinci bölümünde vezin,
ikinci bölümünde mevâ-zîn kalıbı yer almaktadır. Âyetin bu kısmındaki
"tartılar" ifadesinden kasıt iyiliklerdir. Bu mânada müfessirler
ittifak halindedirler. Demek ki âyetin bu bölümünü "Kimin sevapları ağır
gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir" şeklinde mânalandırmak mümkündür.
İyilikleri, yani sevapları ağır basanların ne olacağı konusuna Kur'ân'da üç
âyet ışık tutmaktadır. Mü'minûn sûresinin 102. âyetinde onların kurtuluşa
erecekleri, Kâri'a sûresinin 6. âyetinde "Hoşnut edici bir yaşayış
içinde" olacakları beyan edilmektedir.
Demek ki En'âm sûresinin 8. âyetinde ve Mü'minûn
sûresinin 102. âyetinde "kurtuluşa erecekler"; Kâri'a sûresinin 6.
âyetinde "hoşnut bir hayatta olacaklar" denmektedir. Bu insanlar,
gelirleri giderlerinden fazla olan-
lîrİT. Bunların manevî kârları ağır basmaktadır.
3. "Kimin de tartıları
hafif zelırse. âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini
ziyana sokanlardır". A'râf sûresinin 9. âyetinde de sevapları hafif
gelenler ele alınmaktadır. Yüce Allah "kötü amelleri ağır basanlar"
dememekte, "iyi amelleri hafif gelenler" ifadesine yer vermektedir.
Peki iyi amelleri hafif gelenler ne olacaktır? Bu
sorunun cevabım A'râf sûresinin 9. âyetinde arayacağız. Ancak bu insanların iyi
amellerinin neden hafif geldiğini cevaplandırmalıyız. "Allah'ın âyetlerine
karşı haksızlık etmeleri" , onların kötü amellerinin iyi amellerinden
ağır gelmesine sebep olmuştur veya olacaktır. Allah'ın hükümlerine, yani
âyetlerine tâbi olmayıp Allah'tan başkalarını dost edinmeleri ve öğüdü
dinlememeleri de bu sebepler arasındadır.
A'râf sûresinin 3. âyeti buna işaret etmektedir.
Allah'ın âyetlerinin gereğini yapmayanlar, o âyetlere zulmetmiş, yani
haksızlık etmişlerdir. Bu durum onların iyi amellerinin hafif gelmesine sebep
olacaktır. Mü'minûn sûresinin 90 ile 102. âyetleri arasına bakıldığında, şirk
denen zulmün ve iyi amel işlememenin tartıda iyiliklerin hafif gelmesine sebep
olacağına dikkat çekildiği görülecektir.
Şimdi "Amelleri hafif gelenler ne
olacaktır?" sorusunu cevaplandırabiliriz. A'râf sûresinin 9. âyetine
göre, ziyana uğrayacaklardır. Mü'minûn sûresinin 103. âyetine göre de
cehenmemde ebedî olarak kalacaklardır. Kâri'a sûresinin 9-11. âyetlerine göre
ise kızgın ateşten oluşan "hâviye cehennemi" onların anası olacaktır.
Sorguya çekildikten sonra elde edilecek olan değerlendirme onlara haber
verilecek ve böylece hüküm kesinleşecektir. Bu âyetlerin bir önceki iki âyetle
birleştirilmesi neticesinde şöyle bir neticeye varılabilir: Yüce Allah
âhiretteki bu oluşumları anlatmakla, insanları haksızlık etmekten caydırmayı
amaçlamaktadır.
Diğer taraftan dünyada işlenen amellerin hardal
tanesi kadar olanının bile kaybolmadığı vurgulanarak âhirete iman davranış
alanına sokulmaktadır. Dünyada hukukun yakalayamadığı, yakaladığı takdirde
cezâlandıramadı-ğı davranışların bir gün değerlendirmeye tâbi tutulacağı inancı
verilerek, haksızlığa uğrayanların psikolojik bunalıma girmesi önlenmektedir.
Eğitimde en etkili metotlardan biri de budur.[7]
10. Doğrusu biz sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada
size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz.
Âyetin ana konusu nimetin kadrini bilmek anlamına
gelen "şükretmek"tir. Âyetin analizini üç bölümde yapmayı uygun
buluyoruz.
1.
"Doğrusu biz sizi
yeryüzünde yerleştirdik". Âyetin bu kısmındaki "yerleştirme"
eylemini iki mânaya alabiliriz.
a) En'âm sûresinin 165.
âyetinde geçen "Sizi yeryüzünde iktidar sahipleri yapan O'dur"
ifadesinin devamı mahiyetindedir. Yeryüzünde yerleştirmek "hükümranlık
vermek" anlamına gelmektedir. Bir toplumun sürü olmaktan kurtulup devlet
kurması Allah'ın takdir ettiği en önemli nimetlerden biridir.
b) Göçebelikten kurtulup bir
mekânda yerleşip orasını vatan edinmektir. Bir toplumun yerleşik hayata
geçmesi, o toplum için en büyük nimetlerdendir. Göçebe toplumda endişe, korku,
çaresizlik vardır. Yerleşik hayata geçmekle olumsuzluklar en aza
indirilmektedir. Yerleşik hayat demek devlet kurmak, aşiretlikten kurtulmak,
sosyal müesseseler kurmak, sanatları geliştirmek, fizikî ve sosyal çevreyi
işlemek, gelecek endişesinden kurtulmak, kültür ve medeniyetin oluşturulmasına
başlamak demektir.
Bütün bunların oluşmasında ilâhî kudreti görmek, o
nimetlerin kıyme-anı bilmektir. Onun içindir ki Allah, "Biz sizi
yeryüzünde yerleştirdik" buyururken, yerleştirme işini kendisinin
yaptığına dikkat çekmekte, yerleşik hayata geçmelerinde ilâhî kudreti, irâdeyi
görmeyi tavsiye etmektedir. Bunu görmek şükürdür.
2.
"Orada size geçim vasıtaları
verdik". Âyetin bu kısmında ekonomik nimetler gündeme getirilmektedir.
Her toplumun ihtiyaç duyduğu ve çağın gerekli kıldığı geçim vasıtaları vardır.
Bilginin teknolojiye, teknolojinin ziraata ve üretime uygulanmasıyla dev geçim
vasıtaları meydana gelmiştir. Temel ihtiyaçları gidermek için gerekli olan
geçim vasıtalarının yanı sıra, bir de kültür ve medeniyeti ayakta tutmak, ona
gıda vermek için gerekli olan ihtiyaçlar vardır. Kültür de medeniyet de acıkır,
onlar da beslenmek, onlar da ekonomik nimetler sayesinde hayatlarını sürdürmek
isterler. Ekonomik gücü olmayan toplumun siyaseti, eğitimi, sanatı ve bilimsel
araştırmaları zayıflar. Onun için Allah yerleşik hayatı, ekonomik nimet
vasıtalarının üzerine temellendirmekte, yerleşik hayat ya da siyasî iktidarla,
ekonomiyi yan yana getirmektedir.
3.
"Ne kadar da az
şükrediyorsunuz!" Bunun anlamı, Allah'ın size bahşettiği bu nimetleri çok
az takdir ediyorsunuz, kıymetini az biliyorsunuz, demektir. Fakat buradaki
şükür kelimesini farklı bir açıdan değerlendirip buna destek olarak Sebe'
sûresinin 13. âyetini alabiliriz:
"Ey Dâvud ailesi! Şükretmek için çalışınız. Kullarımdan şükreden azdır". Yüce Allah bu âyette çalışmayı şükür olarak tanımlamaktadır. Çalışan adam şükrediyor demektir. "Kullarımdan şükreden azdır" buyurulurken, çalışanın az olduğuna işaret edilmektedir.
Çalışan insan nimetin kıymetini biliyor, daha
fazlasını elde etmeye çalışıyor, onunla hayatını zenginleştiriyor ve
kolaylaştırıyor. Allah'ın verdiği nimetleri elde etmek için çalışmak gerekir.
Nimetin peşinden koşan, onu elde etmek için gayret sarfeden, şükrediyor
demektir. Nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmek de imanî bir konudur. O zaman
şükrün iman etmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Böylece âyet, yerleşik
hayat, siyasî iktidar, ekonomik nimet, çalışmak ve şükür arasındaki ilişkiye
dikkat çekmektedir.[8]
11. Andolsun sizi yarattık, sonra size biçim verdik
ve sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Iblîs'in
dışındakiler secde ettiler, o secde edenlerden olmadı.
Âyette yer alan çoğuldan tekile geçişin ne olduğunu
açıklayarak yorumu sürdüreceğiz. Çünkü "Sizi yarattık"; "Size
şekil verdik" ifadelerindeki "siz" zamiri çoğuldur. Ama daha
sonra Âdem'e geçerek üçüncü tekil şahıs kullanıldı. Buradaki çoğuldan tekile
intikal edişi şöyle açıklarız:
1. Âdem ismi bütün insanlık
soyunu simgelemektedir. "Sizi yarattık", "Size şekil
verdik" buyurulurken kastedilen Hz. Âdem'in kendisidir. Başka bir ifade
ile bu âyet"Âdem'i yarattık"; "Ona şekil verdik" anlamına
gelmektedir. Böyle bir açıklamanın delili ne olabilir? Râzî, Bakara sûresinin
63. âyetini buna delil olarak getirmektedir: "Sizden sağlam bir söz
almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık". Buradaki "siz" ifadesi
çoğuldur. Söz alınan Hz. Peygamber dönemindeki İsrâiloğulları, yani yahudiler
değildi. Söz alınan onlann Hz. Mûsâ dönemindeki dedeleriydi.
Aynı şekilde Bakara sûresinin 49. âyetinde,
"Firavun hanedanından sizi kurtarmıştık" buyurulurken, kastedilen
Hz. Muhammed dönemindeki yahudiler değil, Hz. Mûsâ dönemindeki dedeleri idi.
Bakara sûresinin 72. âye-tindeki, "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de"
ifadesi de aynı şekilde Hz. Mûsâ dönemindeki İsrâiloğullan'na işaret
etmektedir. Bu misallerden hareket edersek, "Sizi yarattık",
"Size şekil verdik" ifadelerini, Hz. Âdem'in yaratılması ve ona
şekil verilmesi anlamına alabiliriz.
2. Yaratma ve şekil vermekten
kasıt Hz. Âdem olunca, onun yaratılışının bir anda olup bitmediğim, uzun bir
süreçten geçtiğini söyleme fırsatını elde ederiz. Yâsîn sûresinin 82.
âyetinde, "Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman, O'nun yaptığı, 'ol'
demekten ibarettir. Hemen oluverir" buyurulduğuna göre, buradaki safha
safha yaratma şeklindeki açıklama yanlış olmaz mı? Bu sorunun cevabını Âl-i
İmrân sûresinin 59. âyeti ile vermek mümkündür. "Allah Adem'i topraktan
yarattı. Sonra ona 'ol' dedi ve oluverdi". Görüldüğü gibi yaratılmadan
sonra "ol" emri verilmektedir. Demek ki yaratma olgusu,
"ol" emrinin verilmesinden önceki maddî ön hazırlığı ifade
etmektedir.
Hz. Âdem'in yaratıldığı çamurun şekillendirilmesinde
geçirdiği safhalar Kur'ân'da açıklanmaktadır. Toprak safhası (Âl-i İmrân
3/59), çamur safhası (Secde 32/7), yapışkan çamur safhası (Sâffât 37/11),
havada kurumuş çamur safhası (Hicr 15/28), şekillenmiş balçık safhası (Hicr
15/26, 28), ateşte pişmiş çamur safhası (Rahman 55/14), ilâhî ruhun üfürülmesi
(Sâd 38/72).
A'râf sûresinin 11. âyetinde geçen yaratma ile
şekillenme buna işaret etmektedir. Çünkü Hz. Âdem'in yaratılmasıyla
şekillenmesi, aynı anda iç içe olmuştur. Hz. Âdem'in yaratıldığı toprağın
geçirmiş olduğu bu safhaların bir benzerini, insanlar annelerinin rahimlerinde
geçirmektedirler. Embriyoloji biliminin tesbit ettiği bu safhalar, aynen Hac
sûresinin 5. âyetindeki gibidir.
Şimdi, "A'râf sûresinin 11. âyetinin neden
burada getirildiği" sorusunu yorabiliriz. A'râf sûresinin 10. âyetinde,
yeryüzünde yerleştirme ve geçim vasıtalarım verme nimetinden bahsedilince, bu
âyette de insanı yaratma, yani var etme nimeti gündeme getirilmiştir. Bir
bakıma 10. âyetin devamı durumundadır ve şükür ibadetinin yapılmasını teşvik
etmektedir.
Başka bir ifade ile bu âyet Bakara sûresinin 28.
âyetine bağlı ve onun bir açılımıdır. "Sizi yokken var eden Allah'ı nasıl
inkâr ediyorsunuz?" âyetiyle, "Sizi yaratıp sonra şekillendiren
Allah'a ne kadar az şükrediyorsunuz?" âyeti arasında bağlantı
kurulmaktadır. A'raf sûresinin 10 ve 11. âyetleri de bunu ifade etmektedir. Hz.
Âdem'in yaratılıp şekillendirilmesi, şükredilmesi gereken bir olgudur. Bunu
yapan Allah'a şükretmemek, iyi amellerin hafif gelmesine sebep olacaktır.
2. "Sonra da meleklere,
'Âdem'e secde ediniz' dedik. İblîs'in dışındakiler secde ettiler, o secde edenlerden
olmadı". Âyetin bu kısmı, Bakara sûresinin 34. âyetinde geçmişti. Orada
31-34. âyetler arasında, secde etme emrinin neden verildiği anlatıldı. Yüce
Allah Hz. Âdem'e isimleri öğretti. Sonra meleklerden ona öğretilenleri
anlatmalarını istedi. Onlar anlatamaymca Hz. Âdem'den anlatmasını istedi. Hz.
Âdem anlatınca, meleklere ona secde etmelerini emretti.
Bu konu Bakara sûresinin ilgili âyetlerinde
anlatıldı. Burada sadece Allah'ın bu olguyu neden bize anlattığını açıklamak
istiyoruz. Yüce Allah "Bilene boyun eğilir, secdeye kapanılır, yani saygı
gösterilir" demek istiyor. "Bilgiye sahip olan, onu hayata geçiren
insanlara veya toplumlara diğerleri boyun eğecektir" denmek isteniyor. Bu
anlatımıyla Allah, müslümanlann bilgiyi elde etmelerine, ona değer vermelerine
ve onu hayata geçirmelerine önem verdiğini vurgulamaktadır.
Câhil bir topluluğa saygı duyulmaz, onlara dünyayı
idare etme yetkisi verilmez. Onlar başkalarına boyun eğerler, başkaları
tarafından idare edilirler, kullanılırlar, secde ettirilirler. İblîs'in neden
secde edenlerden olmadığı başka âyetlerde açıklanmaktadır. İnat ettiğinden ve
kibirlendiğinden (Bakara 2/31); cinlerden olduğundan (Kehf 18/50). Fakat neden
kibirlendiği, A'râf sûresinin devam eden âyetlerinde de açıklanacaktır.[9]
12. Allah buyurdu: "Sana emrettiğim zaman, seni
secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblîs:) "Ben ondan üstünüm, çünkü
beni ateşten, onu çamurdan yarattın" dedi.
Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler
vardır.
1. Yargısız infaz yoktur. Bir önceki âyette Allah
meleklere Âdem'e secde etmesini emrettiğinde, İblîs'in secde etmediği söylendi.
Onun secde etmemesi, Allah'ın emrine karşı gelmesi demektir.
Kehf sûresinin 50. âyetinde İblîs'in bu hareketi, "Rabbinin emrinden dışarı çıktı" şeklinde bildirilmektedir. Allah'ın emrinden dışarı çıkmasına rağmen Allah onu sorgulamadan cezâlandırmamaktadır. A'râf sûresinin 12. âyetinde sorgulama başlatılıyor. Âyet bu haliyle A'râf sûresinin 6. âyetinin bir devamı mahiyetinde, ya da onun bir örneği durumundadır. Sorgulama hem dünyevî hem de uhrevî hukukta olacaktır.
Âyetin bu kısmı, modern hukuka, davranışın sebebini
ortaya çıkartmadan cezalandırmanın olamayacağı ilkesini kazandırmaktadır. Yüce
Allah, so-rayu davranışın sebebini ortaya çıkartacak şekilde sormaktadır.
Böylece davranışın psikolojik sebebini ortaya çıkartmaktadır. Bu psikolojik
sebep onun secde etmesini engellemişti. Demek ki burada bir sebep-sonuç
ilişkisi vardır.
2. Davranışın
sebebi ortaya çıkıyor. "Ben ondan üstünüm". Bu ifade başka âyetlerde
"kibir" olarak geçmektedir. "Ben ondan üstünüm" diyerek
"büyüklük taslaması" onu secdeden alıkoymuştur. Yüce Allah
sorgu-lamasıyla, secde etmemesinin sebebini bizzat kendisine itiraf
ettirmektedir.
3. Sebebin sebebi de ortaya çıkıyor. "Beni ateşten yarattın, onu
çamurdan yarattın, dedi". İblîs, kibirlenmesinin sebebini, yaratıldığı
kaynağa bağlamaktadır. Ateşin topraktan üstün olduğu fikrinden hareketle Hz.
Âdem' den üstün olduğunu itiraf etmiş ve böylece kibirlenmiştir. Böylece
cinlerin kökeninin ateş, insanların kökeninin toprak olduğu ortaya çıkmaktadır.
Demek ki köken farklılığı kibirlenmesine, kibirlenmesi de secde etmemesine
sebep olmuştur. İlk sebep köken farklılığıdır. Maddî sebep kibirlenmek gibi
psikolojik bir sonuca, psikolojik sonuç da davranışın sebebine dönüşmektedir.
Bu âyetten çıkartılacak önemli bir ilke de şudur:
Köken farklılığı gözetenler şeytanın, yani İblîs'in yaptığını yapmaktadırlar.
Köken farklılığı gözetenler ırkçıdırlar. İnsanlar doğuştan getirdikleriyle
övünmemeli, sonradan ka-zandıklarıyla iftihar etmelidirler. Doğuştan
getirilenlerde kendi irâdemiz, emeğimiz ve gayretimiz yoktur. Doğuştan
getirdiklerimizle övünürsek ka-dın-erkek ayırımı, üstün ırk-üstün olmayan ırk
ayırımı meydana gelir, buradan da kibir, yani üstünlük anlayışı ortaya çıkar.
Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetinde anlatıldığı gibi, insanlar yapıp ettikleriyle övülmeyi hak ederler, doğuştan getirdikleriyle değil. Yüce Allah yaratıldığı maddenin farklılığından hareketle, kendini üstün görmenin yanlışlığını vurgulamak için bu âyeti bize anlatmaktadır.
Diğer taraftan Allah kıyas yapmanın doğru olmadığını
da vurgulamaktadır. İlimde kıyas yapılır, ama diğer konularda mukayese yapmak
şeytan işidir; meselâ karının kocasını başka erkeklerle, kocanın karısını
başka kadınlarla mukayese etmesi, hocanın talebesini başka talebelerle,
ana-babaların da çocuklarını başka çocuklarla mukayese etmesi doğru değildir.[10]
13. Allah: "Öyle ise, oradan in! Orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklar- dansın" dedi.
Ayetin analizinden bazı neticeler elde etmek mümkündür.
1. Yüce Allah, İblisle
konuşmuştur. İblîs'i sorgulamak için onunla konuşması, ona bir şeref
kazandırmaz. Çünkü konuşmanın sonucu cezalandırma, olmuştur. Nitekim Tahrîm
sûresinin 7. âyetinde de kâfirler muhatap alı-
sini: onlara hitap edilmektedir.
2. Cezanın sebebi kibirdir.
"Orada büyüklük taslamak senin haddin de-i:id:r". "Orada"
ifadesiyle bulunulan konum kastedilmektedir. İblîs melekler arasında
bulunuyordu ve Allah katında bir konuma sahipti. Konumu iti-bırr. le kibir
yapmaması gerekiyordu. Böylece yaratıklar arasında ilk günâ-an. »erer: kibir
olarak ortaya çıkmaktadır. Kibrin sebep olduğu günâh nede-mn jc iblis.,
kovulmak şeklinde cezâlandınlmaktadır. Âyetin birinci bölümüncem.'"
denirken bulunduğu konumdan inmesi, yani o konumu kay-fcöimesi
kastedilmektedir. Cezanın verilme şekli şöyledir: a) Konumunu kaybettirmek, b)
Oradan çıkartmak, c)
Aşağılanmışlardan olmak.
Demek ki âyet bize şunu öğretmektedir: Kibirlenen
fertler ve toplumlu. Allah katındaki konumlarını kaybediyorlar. Kibirli
toplumların medeniyet ailesinde de yerleri yoktur. Zamanla bu tip fert ve
toplumlar aşağılana-caklardır. Biz âyeti kendi hayatımıza bu şekilde uygulayacağız.
Kibirli fertler ve toplumlar şeytan ahlâkı ile ardaklanmaktadırlar.
Kısaca ilk suç veya günâh Allah'ın emrinden çıkmak,
yani secde etmemek, onun da sebebi kibir, onun da sebebi köken farkı gözetmek
olmuş, ce-zisı da kovulma ve aşağılanma ile gelmiştir. Konumunu kaybetme,
bulunduğu yerden başka bir yere tehcîr edilerek mekân değişimine uğramak, ilk
cezalardan olmaktadır. Böylece Allah, hangi suça hangi ceza verileceği konusunda
da önemli bir örnek vermektedir.[11]
14. İblîs, "Bana, (insanların) diriltilecekleri
güne kadar mühlet ver" dedi.
Bu âyetin tahlilinden çıkarılacak iki önemli husus
vardır.
a)
İblîs cezalandırıldıktan
sonra Allah'tan kıyamete kadar kendisine mühlet vermesini istemiş, dolayısıyla
emrine muhalefet ettiği yüce Allah'tan istekte bulunmayı ihmal etmemiştir.
b) "Diriltilecekleri güne
kadar" ifadesiyle, öldükten sonra dirilmeye inandığını bildirmektedir.
Zaten 12. âyette "Beni ateşten yarattın" dediğinde, Allah'ın
yaratıcılık sıfatına inandığını da belirtmektedir. Bunun anlamı şudur: İblîs
hem Allah'a hem de âhirete inanıyor.
Onun bu imanı İblîs olmasına, kovulmasına mani olamadı. Yüce Allah insanlara bu olguyu şunu vurgulamak için anlatmaktadır: "Allah'a inandım, âhirete inandım" dedikten sonra, küfrü sergilemenin yanlışlığı vurgulanmaktadır. En'âm sûresinin 158. âyetinde beyan edildiği, "imanında bir hayır kazanmamak" durumuna düşmemek gerekiyor.
Secde sûresinin 29. âyetinde kâfirlerin imanının
fayda vermeyeceği gündeme getirilmektedir. Bir kimse imanının gereğini yerine
getirmeyip, tam tersi işler yapıyorsa, imanının faydasını görmüyor demektir. Bu
durum İb-lîs'in durumunu andırmaktadır. Böylece İblîs hem dua edilecek makamı
biliyor hem yaratıcısını tanıyor hem de öldükten sonra dirilme gününe
inanıyor.[12]
75. Allah, "Haydi, sen mühlet
verilenlerdensin" buyurdu.
İblîs'in mühlet istemesi kabul edildi. 14. âyette
İblîs zamanı belirtmesine rağmen, Allah sadece mühlet verilenlerden olduğunu
söylemiştir. Sâd sûresinin 8. âyetinde öldükten sonra dirilme gününe kadar,
Hicr sûresinin 38. âyetinde de öldükten sonra dirilme gününe kadar mühlet
verildiği belirtilmektedir. Bu mühleti niçin istediği daha sonraki âyetlerde
açıklanan İblîs, aslında bitmek tükenmek bilmeyen bir düşmanlık içine girmiş
oluyordu.[13]
16. İblîs dedi ki: "Öyle ise beni azdırmana
karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun
üstüne oturacağım".
17. "Sonra onlara elbette önlerinden,
arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını
şükredenlerden bulamayacaksın" (dedi).
Bu âyetlerin tahlilinden çıkarılacak önemli
neticeler şunlardır:
1. Azgınlığını Allah'a
yüklemektedir. "Öyle ise, beni azdırman sebebiyle" ifadesiyle İblîs,
kendisini hataya düşürdüğü, saptırdığı ve bu sebeple sapmasına izin verdiği
ithamında bulunup, suçu Allah'a yüklemektedir. ZjA ağvâ kelimesi,
"umutsuzluğa sürükledi, arzuladığı şeye ulaşmasını engelledi"
mânasına da gelmektedir. İblîs'in bu ifadesi, meleklerin arasında bulunduğu
konumu kaybettiğine işaret etmektedir. Hicr sûresinin 39. âyetinde de
şeytanın ağveytenî kelimesini
kullanarak, yoldan çıkmasını, azmasını AUah'a yüklediğine dikkat çekilmektedir.
2.
İblîs intikam almak peşinde.
Kehf sûresinin 50. âyetinde fi "Rabbinin emrinden dışarı çıktı"
ifadesiyle yüce Allah, yoldan çıkma eylemini kendisinin gerçekleştirdiğini
buyurmaktadır. Aslında İblîs "Beni yoldan çıkardın" derken Allah'a
iftira etmiştir. Kendi yaptığı eylemi Allah'a mal etmektedir. Bu iftirasına
dayanarak Allah'ın kullarından nasıl intikam alacağını şöyle açıklamaktadır:
a) "İnsanları saptırmak için senin yolunda oturarak...". 16. âyetin devamında bu işi yapacağını ilân etmektedir. "Allah'ın doğru yolu" ifadesiyle, maddî anlamda bir yol kastedilmemektedir. Allah'ın doğru yolunun ne olduğu, Fatiha sûresinin 6-7. âyetlerinde açıklandı. Allah ile kul, kul ile kul arasındaki dengeli ilişkilerin tamamına doğru yol denmektedir. Adalet, ölçü ve denge bu yolun temellerini oluşturmaktadır. Allah'a kulluk etmek doğru yoldur (Âl-i İmrân 3/51), doğru söz Allah'ın yoludur (Hac 22/24), haklar Allah'ın yolunu oluşturuyor, yani akıl, düşünce ve takvanın yolunu (En'âm 6/151-153).
Şeytanın kastettiği Allah'ın yolu, aklın,
düşüncenin, takvanın, hakların, adaletin, imanın ve ilâhî vahyin getirdiği
bütün değerlerin yoludur. İblîs'in o yola oturması, yolu kesmesi anlamına
gelmektedir. Başka bir ifade ile nefisle beynin ve gönlün yolunu kesmek; ilâhî
vahyin akılla ilişkisini, bağlarını koparmaktır.
b) Şükretmelerini engellemek.
A'râf sûresinin 17. âyetinde tblîs tarafından insanın Allah'a şükretmesinin
engelleneceği ifade edilmektedir. Burada şükretmenin iki anlama geldiğini
söylemekte yarar vardır: Birisi nimetin kıymetini bilmek ve Allah'tan geldiğine
inanmaktır. Şükretmemek de bunun tersidir. İkinci mânası inanmaktır. "Sen
onların çoğunu şükre-denlerden bulamayacaksın" denirken, "Onların
çoğunu iman eder vaziyette bulamayacaksın" demek istenmektedir. Her yönden
insana gelmesinin anlamı, insanın her an ve her şart altında şeytanın etkisine
açık olduğunun ifadesidir. İblîs'in manyetik alanının dışında kalmak çok
zordur.
c) Amellerini süslemek ve
azdırmak. Hicr sûresinin 39. âyetinde, şeytanın insanı nasıl etkileyeceğinin
başka bir boyutu gündeme getirilmektedir.
Sâd sûresinin 82. âyetinde de Allah'ın kudretine (şerefi) yemin ederek, ihlâs sahipleri hariç hepsim azdıracağını söylemektedir. Bu azdırma kelimesini öyle kullanıyor ki, A'râf sûresinin 16. âyetinde Allah'a "Beni azdırdın" demektedir. Azdırma işini kendisinin kullar üzerinde gerçekleştireceğini söylerken de aynı kelimeyi kullanmaktadır.
d) Tahrîk ederek (A'râf
7/200), e) vesvese vererek (Nâs 114/4-5), f) çağırarak (Lokman 31/21; İsrâ
17/64), g) emrederek (Bakara/268), h) unutturarak (Mücâdele 58/19).
Şeytanın hangi yollarla insana yaklaşacağı ve onun
etkileme silâhlarının neler olduğu yukarıdaki âyetlerde açıklandı. İlâhî
eğitimin en önemli metotlarından biri, tehlikenin nereden geleceğini önceden
haber vererek insanları bilgilendirmektir. Bilgilendirmenin olmadığı yerde tedbir
alınamaz. Buran bu anlatımların amacı, insanın şeytana karşı tedbirini alması
için onu bilgi ile donatmaktır. Eğitimin sakındırma amacına ancak bu yolla
ulaşılabilir.[14]
18. Allah buyurdu: "Haydi, yerilmiş ve kovulmuş
olarak oradan çık! Andolsun ki onlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi
cehenneme dolduracağım".
Âyeti iki kısma ayırarak analizini yapacağız.
1. Şeytanın kovulması. Haydi
yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık!" Âyetin bu kısmında ze'ame
kelimesinden türemiş mez'ûm kelimesi yer almaktadır, "ayıplamak, hakaret
etmek" demektir; ez'ame kalıbından alınınca, "korkutmak", isim
kalıbından "ayıp, eksiklik" mânalarına gelmektedir. "Hor, hakir
ve zelil kılmak" mânalarıyla bu kelime sadece İblîs'le ilgili olarak bu
âyette kullanılmaktadır.
Âyette geçen ikinci kelime olan, dâhr kelimesi,
"tardetmek, uzaklaştırmak" anlamına gelmektedir. Kur'ân'da dört
âyette yer alan bu kelime "defetmek" mânasına da gelmektedir.
Allah'ın emrinden çıkan şeytanın başına gelen halleri Allah bize niçin anlatmaktadır?
Sorunun cevabı, âyetin kendi içindedir. İnsanlara, Allah'ın emrinden çıkmanın
nelere mal olacağı uyarısında bulunulmaktadır. İnsan için yerilmek ve kovulmak
gibi, Allah katındaki konumunu kaybetmekten daha büyük bir yıkım var mıdır?
Böyle bir duruma sadece İblîs değil, Allah'ın emrinden çıkan herkes düşebilir.
2. Şeytana uyan onunla
cehennemde buluşur. Âyetin ikinci kısmında, "Andolsun ki, onlardan kim
sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım" buyurulmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde İblîs, insana her yönden yaklaşarak yoldan çıkaracağını
itiraf etmişti. Bu etkilemenin amacı, insanı kendine tâbi kılmaktır. Yüce
Allah şeytana tâbi olanları, şeytanla beraber cehenneme dolduracağını beyan
ederek, insanları yanlıştan caydırmak istemektedir.
Buradan varılacak netice şudur: Yüce Allah
insanların kötü anlamda İb-lîs'in etki alanında olduklarını, bu etkilerle kime
tâbi olacaklarında hata edebileceklerini ve İblîs'e uymanın neticesinin nereye
varacağını hatırlatarak uyanda bulunmaktadır. Madem ki ilâhî eğitim bu
bilgilendirmeyi ve uyarıyı önemsiyor, din eğitimi de bunu amaç edinmelidir.
Kötü tanıtılmadan, iyiyi hayata geçirmek zordur.[15]
19. (Allah:) "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette
yerleşip dilediğiniz yerden yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız! Sonra
zâlimlerden olursunuz" (buyurdu).
20. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: "Rabbiniz size bu
ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye
yasakladı" dedi.
21. Ve onlara: "Ben gerçekten size öğüt
verenlerdenim" diye yemin etti.
22. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın
meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet
yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: "Ben size o
ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?"
diye nida etti.
Bu âyetlerden birtakım neticeler çıkarılabilir.
Âyetlerin açıklamasına başlarken şunun bilinmesi gerekir: İblîs secde etmediği
Âdem'den dolayı huzurdan kovulmasını bir türlü hazmedemedi, Âdem'i bulunduğu
konumdan çıkartması için bütün entrikalarını kullanmak üzere saldırıya geçti.
Bakara sûresinin 31. âyetinde Hz. Âdem'e ilk defa
öğretim faaliyetine başlanmıştı. Oradaki "Adem'e isimlerin tamamını
öğretti" ifa-desindeki "öğretme" ifadesiyle bu
gerçekleştiriliyordu.
Daha sonra Bakara sûresinin 35. âyetinde eğitim
faaliyetine başlandığını görüyoruz. Bir yerde "Şunu yapma!" diye
olumsuz bir emir varsa, orada eğitim faaliyeti başladı demektir. Bakara
sûresinin 35 ile A'râf sûresinin 19. âyetleri, eğitim faaliyetinin hangi konu
ile başladığına ışık tutmaktadır. "Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip
dilediğiniz yerden yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız! Sonra zâlimlerden
olursunuz". Bu âyet Bakara sûresinin 35. âyetinde açıklanmıştı. Biz burada
sadece, ilk yasağın tabiatla ilgili olduğunu ve insanın beslenmesini
ilgilendirdiğini söylemekle yetineceğiz.
Âyette geçen "Zâlimlerden olursunuz"
ifadesindeki zulüm kelimesi, "günâh işlemek, karanlık iş yapmak, kendine
yakışan hareketi yapmamak veya yakışmayan hareketi yapmak, Allah'ın emrini
yerine getirmemek" mânalarına gelmektedir. Dikkat edilirse Allah'ın
emrinin tersini yapmanın ilk değerlendirilmesi yapılmaktadır. Böylece
Âdemoğulları tarihinde zâlim kavramı, ilk defa literatürdeki yerini almış
oluyordu.
2. Yüce Allah'ın bu yasağının
ardından İblîs hemen harekete geçti, Âdem ile eşini etkilemeye başladı.
a) "Derken şeytan,
birbirlerine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese
verdi". Âyetin bu kısmından şeytanın etkileme metodunun "vesvese
vermek" olduğunu anlıyoruz. Hz. Âdem ve eşine de bunu uygulamıştır. Diğer
taraftan vesvese vermenin amacını da yüce Allah açıklamakta ve onun Âdem'le
eşinin avret yerlerini açmak olduğuna dikkat çekmektedir. Bu durumu biz bugün
"vücut teşhiri" diye adlandırılan exhibition corporal hastalığı
olarak görüyoruz.
Vahşî hayvanlar avlarına saldırırken onların can
alıcı noktalarını bilirler ve ona göre saldırırlar. Şeytanın amacı da insanın
avret yerlerini açmak ve ona vücudunu teşhir etme hastalığını bulaştırmaktır.
Bunu yapabilmek için ilk saldırılacak yer, mideye haram lokma göndermektir.
Böylece Allah burada şeytanın hem metodunu hem de amacını açık bir biçimde
anlatmaktadır.
b)
"Rabbiniz size bu amcı
sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz, diye yasakladı
dedi". Şeytanın, Hz. Âdem'le eşini ağaçtan yedirmek için istismar ettiği
ilk duygu, "ebedîlik duygusu"dur. İnsan bulunduğu yerden ayrılmak
istemez. Onun içindir ki ölümü istemeyip ebedî olarak dünyada kalmak ister.
"Ebedîlik duygusu" bir silâha benzer, vurursunuz katil olursunuz;
vurulursunuz gazi olursunuz. İnsan "ebedîlik duygusu"yla eğitildiği
zaman faydalı olur. Yurt edinme, vatan edinme bu duygunun eseridir. Bu duygu olmasaydı,
insanlar ne çocuk yetiştirirler ne ilim yapar ne de sanat eserleri
bırakırlardı. Bunları yapanları, kendileri dünyada olmasalar bile eserleri
ebedîleştirmektedir. Ama "ebedîlik duygusu", "ebedîlik
tutkusu" haline gelince, fayda yerine zarar ge-irrueye başlar.
Şeytan Hz. Âdem ve eşinde bulunan bu ebedîlik
duygusunu, ebedîlik rutkusuna çevirme uğraşısı içinde oldu ve bunu başardı.
A'râf sûresinin 20. âyetinde "Ebedî kalanlardan olursunuz" denirken,
Tâhâ sûresinin 120. âyetinde "ebedîlik ağacı" kavramına yer
verildiğine işaret edilmektedir.
A'râf sûresinin 20. âyetinde "melek
olursunuz" dendiği halde Tâhâ sûresinin 120. âyetinde, "sonu
gelmeyen bir iktidar" ifadesine yer verilmektedir. Her iki âyet bir araya
getirildiğinde şöyle bir formül ortaya çıkmaktadır: Melek olmak, ebedî kalmak,
ebedîlik ağacı, tükenmeyen iktidar. Şeytan bu kavramları istismar ederek
Âdem'le eşini etkilemiştir.
Burada sorulması gereken soru şudur: Şeytan bunları
nereden biliyordu? Tükenmeyen iktidar, ebedî kalmak ve ebedîlik ağacı gibi
kavramların bilgisini nereden elde etmişti veya öğrenmişti? Yukarıda şeytanın,
öldükten sonra dirilmeyi bildiğine ve ona inandığına işaret edilmişti. Allah'ın
kendisini hangi cevherden yarattığını da biliyordu. İblîs bunları meleklerin
arasında iken öğrenmişti. Tabii ki bu bilgileri Allah öğretmişti.
3. "Ve onlara: 'Ben
gerçekten size öğüt verenlerdenim' diye yemin etti". A'râf sûresinin 21.
âyetinin bu ifadesinden anlıyoruz ki şeytan, yemin ve nasihatin ne olduğunu da
biliyordu. Öğüt verenler denirken, çoğul olarak kullanılınca, başka öğüt
verenlerin olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, Hz. Adem'le eşini kandırmak için
yemini de kullandığını bu âyetten öğreniyoruz. İnsanın hassas noktalarından
olan ebedîlik tutkusunun ardından yemini devreye sokunca durum ne oldu? Bu
sorunun cevabı 22. âyette verilecektir.
4.
"Böylece onları hile
ile aldattı". Âyetin bu kısmında jyp gurur ile dellâ kelimeleri yer
almaktadır. En'âm sûresinin 70. âyetinde garra kelimesi açıklandı. Gurur,
"aldatma" mânasına gelmektedir (Âl-i İmrân 3/185). Delle kelimesinin
iki asıl mânası olduğunu Ezherî söylemektedir. Birisi "ayak", diğeri
de "cesaretlendirmek"tir. "Kendisinde hiçbir fayda olmayan şeye
heveslendirmek, teşvik etmek" mânasına gelmektedir.
İki kelime bir araya gelince âyete "Hile ile
aldattı"; "Onları yanıltıcı düşüncelerle yönlendirdi" mânası da
verilebilir. Ayetin bu kısmından, insanın psikolojik bir boyutu ortaya
çıkmaktadır. Ne kadar bilgili olursa olsun insan aldatılabilir. Hz. Âdem daha
önce Allah tarafından öğretime ve eğitime tâbi tutulmasına rağmen, şeytanın
hile ile aldatmasından kurtulamadı. Demek ki kimse şeytanın aldatıcı
özelliğinin kalması konusunda kendisini tezkiye edemez. Şeytanın aldatmasının
dışında kalacak olanların "ihlâs sahipleri" olduğunu şeytanın
kendisi Sâd sûresinin 83. âyetinde itiraf etmektedir. Bunların dışında
kalanların tamamını etkileyeceği de Sâd sûresinin 82. âyetinde ifade
edilmektedir.
5. "Ağacın meyvesini
tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklanyla üzerlerini
örtmeye başladılar". Can alıcı açıklamalardan biri de budur. Haram lokma
ile haya duygusu arasında bir ilişki kurulmaktadır. Maddî anlamda cinsel
organları açılıp göründü mü? Yoksa birden bire çıplaklıklarının farkına mı
vardılar? Bu durum maddî anlamda olduysa, haram lokmanın haya perdesini
yırttığı neticesine ulaşıyoruz.
Eğer Hz. Âdem'le eşi elbiselerle örtülmüş idiyseler,
sonradan neden cennet ağaçlarının yapraklarından örtündüler, elbiselerini
giyseydiler daha iyi olmaz mıydı? Cennet yapraklarından örtünmeleri, elbisenin
ne olduğunu bilmediklerine ve maddî anlamda örtündüklerine delil teşkil
etmektedir. Bu noktada Muhammed Esed'in açıklamasını öne çıkartmanın doğru
olacağına inanıyoruz. O zamana kadar farkında olmadıkları çıplaklıklarının
farkına vardılar. İnsanoğlunun cennetten çıkarılmadan önceki saf ve masum
durumuna işaret edilerek, kendisinden etkilenip kötüye gidecek bir boyutun
olduğunun farkında değillerdi. Haram lokma yemeleri, onların bu boyutunu
ortaya :. anlamına gelmektedir.
Bu âyeti Allah bize bir hikâye olsun diye mi anlatıyor? Bizim için bun-iar neyi ifade etmektedir? Haram lokmanın haya duygusunu, haya perdesini ve böylece cinsel ahlâkı tahrip ettiği anlatılmaktatır. Cinsel ahlâksız-iğzı alenî yapılmasının yaygınlaşmanın sebeplerinden biri de haram lokmasın: cîdcğu gerçeğini öğretmektir.
6. 'Rableri onlara: 'Ben size
o ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye
nida etti". Bu âyete göre eğitimle öğretim iç içedir. Yasaklanan ağacın yasaklığına
ne oldu da ondan yediler? Şeytan onları hangi sebeple etkiledi? Bu sorunun
cevabını Tâhâ sûresinin 115. âyetinde bulmak mümkündür: "Andolsun buz.
daha önce de Adem'e ahid (emir) vermiştik. Ne varki o, (emri) unuttu. Onda azim
de bulmadık". Unutkanlık ve gayretsizlik, Hz. Âdem'in etkilenmesine zemin
hazırladı.
Âyetin bu kısmında bir sorgulama ortaya çıkmaktadır.
Daha önce neyin yasak ve kimin düşman olduğu bilgisi veriliyordu. Bu
bilgilendirme, sorumluluğu doğurmaktadır. Hangi konuda bilgilendirme yapılmış
ve hangi konu ihmal edilmişse, o doğrultuda sorgulama cereyan etmektedir.[16]
23. Âdem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz
kendimize haksızlık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen,
elbette ziyan edenlerden oluruz".
22. âyetin devamı durumunda olan bu âyette Hz.
Âdem'le eşi iki soru ile sorgulanmıştı: "Ben size o ağacı yasaklamadım
mı?"; "Ve 'Şeytan size apaçık bir düşmandır' demedim mi?" Bu
bilgilendirmeye rağmen Hz. Âdem ve eşinin şeytanın etkisinde kalıp ağaçtan
meyve yemeleri günâh işlemelerine sebep olmuştur. Bu sorgulamanın ardından Hz.
Âdem ve eşi dua ettiler:
1. "Ey Rabbimiz! Biz
kendimize haksızlık ettik". Bu hâdise insanlık tarihinde suçun itiraf
edilerek tövbe edilmesi anlayışının ilk adımını teşkil etmektedir. Bu şekilde
insan şeytandan ayrılmaktadır. A'râf sûresinin 12. âyetinde şeytana da
sorgulama yapıldı, fakat suçunu itiraf edip yanlışını k&bui etmedi. İnsan
günâh işlerken şeytanla beraber oluyor (Haşr 59/16), ama tövbe ve istiğfar ederek
ondan ayrılmaktadır.
Hz. Âdem'le eşi kendilerine yakışmayan harekette
bulunduklarını itiraf ederek suçu ne Allah'a ne de şeytana attılar. Çünkü sapık
bir anlayışa göre, "Sen dikseydin ben günâh işlemezdim" (Zümer
39/57); "Bizi şeytan etkiledi, suç ondadır" diyebilirlerdi. Böyle
bir yola sapmayıp suçlarını itiraf etmeleri, Hz. Âdem ve eşinin dünya
insanlığına bıraktıkları bir erdem olmuştur.
Bu noktada şöyle bir soru sorabiliriz: Hz. Âdem ve
eşi af dilemesini kimden öğrendi? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 37.
âyetinde verildi. O âyetle bu sorunun cevabını verebiliriz: "Âdem
Rabbin-den birtakım kelimeler aldı ve derhal tövbe etti". Hz. Âdem'in
nasıl tövbe edeceğini Allah ona vahyetti. O da aldığı bu vahyin ardından
tövbesini yap-ti. Görüldüğü gibi Hz. Âdem ve eşi, günâh işleyenlerin aslında
kendi kendilerine haksızlık ettiklerini, kendilerine yazık ettiklerini
"bütün ınsariiıgaogiel-mişlerdir.
2. "Eğer bizi bağışlamaz
ve bize merhamet etmezsen, elbette ziyan edenlerden oluruz". Suçlarını
itiraf ettikten sonra bağışlanmalarını ve merhamet edilmelerini istediler.
Suçun itiraf edilmesinden sonra, Allah'ın gafur ve rahîm sıfatlarına sığınmanın
önemi öne çıkmaktadır.
Hz. Âdem ve eşi bu sığınma işini olumsuz ifadelerle
yapmaktadırlar. "Bağışlamaz, merhamet etmezsen" diyerek
beklentilerini ortaya koymaktadırlar.
Diğer taraftan bu yalvarma şekli, istiğfar etmenin
formülü olmaktadır. Ayrıca Hz. Âdem ve eşinin, af ve merhametin yokluğunda ne
olacağının bilincinde olduklarını da görüyoruz. "Elbette ziyan edenlerden
oluruz". Affe-dilmemenin neticesinde çok vahim şeylerin olacağını
söylemeleri de, bu dualarını ne kadar gönülden yaptıklarını göstermekte ve
bütün zararın kendi başlarına geleceği vurgulanmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, ilk insanın tövbe ve
istiğfar etmek için yaptıkları bu duada insanlığa çok şey öğreten bir mâna
vardır. Âyetteki bu sesleniş, nsana erdemli olmanın yolunun, suçunu itiraf edip
özür dilemekten geçtiğini öğretilmekte, erdemli oluşun kuralı sunulmaktadır.[17]
24. (Allah:)
"Kiminiz kiminize düşman olarak ininiz! Sizin için yeryüzünde bir süreye
kadar yerleşme ve faydalanma vardır".
25. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve
oradan çıkarılacaksınız" dedi.
Af dilerken sadece Hz. Âdem'le eşi varken, bu âyetlerde
çoğul ifadesinin yer almasının sebebi, onlara şeytanın da ilâve edilmesi
dolayısıyladır. A'râf sûresinin 24. âyeti, Bakara sûresinin 36. âyetinin ikinci
bölümünün aynısıdır. Orada "Şeytan onların ayaklarını kaydırdı"
ifadesinin bir uzantısı olduğu halde, burada bağımsız bir âyet kimliği
kazanmıştır.
1. Kim birbirine düşman olarak
inecekti? Hz. Âdem'le eşi mi? Hz. Âdem ve eşine şeytanın düşmanlığı, ilk planda
sorunun cevabı olarak gözükmektedir. Ama aslında yeryüzünde insanların
birbirlerine düşmanlık göstermelerine bir işaret de vardır.
Âyette yer alan "İniniz!" emri
dolayısıyla, "Hz. Âdem, eşi ve şeytan nereden ineceklerdi" sorusunu
sorabiliriz. Onlar gökte bir yerde mi yaratıldı da bu dünyaya ineceklerdi? Eski
anlayışa göre ise onlar öldükten sonra gideceğimiz cennette yaratıldı, oradan
bu dünyaya indirildiler. Bu anlayışın geçersizliğini ispat eden âyetler
Kur'ân'da vardır.
a) Hz. Âdem dünyanın toprağı
ile yaratıldı: "Âdem'i topraktan yarattı" (Âl- i İmrân 3/59).
b) Tâhâ sûresinin 55. âyeti
şöyledir: "Sizi yerden yarattık. Tekrar oraya göndereceğiz. Ve sizi
oradan bir defa daha çıkaracağız".
c) "Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım" (Bakara 2/30). Öyle anlaşılıyor ki ilk insanın
yaratıldığı yer bu dünyadır. Ama onun yaratıldığı bölge olan Mekke civarı,
cenneti andıran fizikî bir özelliğe sahipti: Tıpkı Sebe' sûresinin 15.
âyetinde bahsedilen "bostan" anlamındaki cennetler gibi. Peki o zaman
"inme" ne anlama gelmektedir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir:
Birincisi Allah nazanndaki değerini kaybetmeleri, ikincisi de cenneti andıran o
fizikî çevrenin çöle dönüşmesidir. Ayrıca bu bahçenin yüksek bir yerde olması
sebebiyle, oradan aşağıya inmeleri yorumunu da yapabiliriz. "Yeryüzünde
bir süreye kadar yerleşme"'nin anlamı, onlara ölümlü olduklarını öğretmektedir.
"Ve belli bir süreye kadar faydalanma vardır" ifadesi de bu ölümlü
hayata işaret etmektedir.
2. "Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız" denirken, 24. âyetin
açıklaması yapılmaktadır. "Oradan çıkarılacaksınız" neyi ifade
etmektedir? Demek ki İbrahim sûresinin 48. âyetine göre, kıyamet koptuğu gün
"Yer başka bir yer, gökler başka gökler haline gelecektir" . Bu
kâinatın eskiyen ve ölümlü olan kanunları, ebedî kanunlara dönüşüp aynı şekilde
devam edecek, cennet ve cehennem orada kurulacaktır.
Böylece A'râf sûresinin 25. âyeti hayat, ölüm ve ölümden sonra dirilme olgularını Hz. Adem'e, eşine ve şeytana öğretmektedir. Ama İblîs 14. âyete göre, öldükten sonra dirilme konusunu biliyordu. Kur'ân'da en önemli inanç konularından biri olan öldükten sonra dirilme meselesi, ilk insana öğretilmişti. Böylece o dönemden bu döneme uzanan ve asla değişmeyen inanç prensibi hâlâ devam etmektedir.[18]
26. Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek
giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi... İşte o daha hayırlıdır.
Bunlar Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünürler.
A'râf sûresinin 22. âyetindeki "Ağacın
meyvesinden tattıklarında, ayıp yerleri kendilerine göründü" cümlesinden,
bu konunun neden ele alındığını anlıyoruz. Allah, elbise ve insanın avret
yerlerinin örtünmesi ile ilgili olguyu anlatarak, elbise yapımı konusuna
açıklık getirmektedir.
1.
"Ey Âdemoğulları! Size
ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik". Âyetin
birinci bölümünde açıklanması gereken kavramlar vardır:
a) "İndirdi". Bu
kelime "öğrettik" anlamına alınmalıdır. Çünkü ilgili kelime bu âyette
"Elbise yapma tekniğini size öğrettik" anlamına gelmektedir. Bilgi,
Allah katından beşerî âleme inmiş olmasından dolayı, "öğrettik"
yerine "indirdik" ifadesi konmuştur. Nahl sûresinin 68. âyetinde,
arıya bal yapma tekniği nasıl ilham edildi ise, ilk insana da elbise yapma
şekli ilham edildi, yani öğretildi.
b)
"Avret yerleri". Bunun anlamı
"ayıp olan yerleriniz"dir. Demek ki insanın elbise edinmesi, ya da
Allah'ın Âdemoğulları'na elbise yapmayı öğretmesi, ayıp yerlerin örtülmesi
amacına yöneliktir. Başka bir ifade ile biyolojik yapının görünmesiyle meydana
gelecek olan psikolojik oluşumun ortadan kaldırılmasıdır. Ayıp yerlerinin
görülmesi, hem göreni hem de görüneni psikolojik oluşumlara sevketmektedir.
Ayıp yerlerini kasıtlı olarak açmak bir tür
"teşhircilik" hastalığıdır. Çıplak insanlara kasıtlı olarak bakan da
vayorist (röntgenci) hastalığına yakalanmış demektir. Bunlar, insanda oluşan
psikolojik hastalıklardır. Avret yerlerinin kapatılmasının ana sebebi, bu tip
hastalıkların ortaya çıkmasını önlemektir.
"Avret yeri" kavramı aslında iki
kökenlidir: İnsanın içindeki haya duygusu ve toplu halde yaşamak. Toplu halde yaşamasaydık,
haya duygusu kendini ortaya çıkarmayacaktı. Toplu halde yaşamak haya duygusunu
ortaya çıkarıyor, ama insanın içinde böyle bir duygu yaratılıştan olmasaydı,
ortaya çıkacak bir şey de olmazdı. Böylece avret yerinin ve haya duygusunun
sebep olduğu bir giyim teknolojisi ve kültürü doğmuştur.
c) "Süs". Âyette rîş
kelimesi yer almaktadır. Aslında bu kelime "kuş tüyü", yani
"kuşun elbisesi" anlamından hareketle mecazî bir anlatımla âyette
"süs" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki, elbisenin ikinci
amacı süslenmektir. Bir taraftan avret yerlerini örten elbise, diğer taraftan
insana süs olmaktadır.
İyi giyinmek ve göze hoş gelecek elbiseler yapmak
için moda sektörünü doğurmuştur. Herkesin ferdî ve toplumsal anlamda bir giyim
zevkine sahip olduğunu biliyoruz. Bu beğeni ve zevk alma, ferdî farklar
psikolojisinde tetikten, aym. «giyinip biçiminden zevk almayabilir. Bu
farklılık insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Allah giysi bakımından insanın
süslenme duygusunu dikkate alarak, elbiseyi insanoğluna öğretmiştir.
2.
"Takva elbisesi... İşte
o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetler indendir, belki düşünürler".
Ayetin birinci kısmı ile bu kısım birlikte düşünülürse, iki çeşit elbise olduğu
görülür. Avret yerlerini örten maddî elbise, insanın haya ve namus duygusunun
meydana geiırdığı takva elbisesi.
Manevî elbise ne demektir, böyle bir elbise olur mu?
Bunun cevabını Nahi sûresinin 112. âyetinde buluyoruz: "Allah bir ülke örnek verdi: Bu ülke
güvenli, huzurlu idi; ona rızık her yerden bol bol îîlirdi. Sonra onlar
Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da on yaptıklarından ötürü
açlık ve korku elbisesini tattırdı". Demek ki açlık ve korku elbisesi
olduğu gibi takva elbisesi de olur. Bu açıklama neden yapıldı ve soru niye
soruldu denirse, bunun cevabı, takva elbisesinin giyilen elbise olmadığını
ispat etmek için yapıldığı şeklinde olacaktır.
"Takva elbisesi"ni şu şekilde açıklamak
mümkündür: İnsanlar avret yerlerini örtebilecek şekilde maddî elbiseyi mükemmel
bir şekilde giyinebilirler, ama takva elbisileri yoksa, yani haya ve iffet
elbiseleri yoksa, çirkin işler yapabilirler. Maddî elbise, onların bu yanlış
davranışlarını önlemeyecektir. Ama onların haya ve iffet denen takva
elbiseleri varsa, zina gibi çirkin fiili işlemeyeceklerdir. Avret yerlerini
örttüğü için maddî elbise önemlidir, ama daha önemlisi, insanın manevî,
içindeki iman elbisesinin, yani haya, utanma ve iffet duygularının müştereken
meydana getirdikleri takva elbisesidir.
Yüce Allah, takva dediği sakınma duygusu ile iffetin
doğuştan gelen psikolojik özellikler olduğunu, ancak ilâhî eğitimle bunların
eğitilebileceği-ni, canlandırılabileceğini ve geliştirilebileceğini bu âyette
ele almaktadır. Böylece duygu eğitimi ile insanın bir takva elbisesi olduğunu
ve onun değerinin dış giysiden daha fazla olduğunu açıklayarak duygu âleminin
öne çıkmasını temin etmek istemiştir. Duygu dünyası çok kaypaktır, orada yere
sağlam basabilmek için bu âlemin eğitimden geçmesi gerekmektedir.
Yüce Allah hem maddî hem de takva elbisesinin kendi
âyetlerinden olduğunu bildirmektedir. Bunları açıklamasının temel sebebi,
insanı düşünmeye sevketmek ve öğüt almasını temin etmektir. Hz. Âdem'le eşinin
başından geçenlerin anlatılmasının sebeplerinden biri de haya duygusu, elbise
ve takva elbiselerinin öğretilmek istenmesidir. Fussılet sûresinin 53.
âyetindeki insanın iç alemindeki âyetler kavramı, burada daha net bir şekilde
anlaşılmaktadır.[19]
27. Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi
de aldatmasın! Çünkü o ve yandaşları, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
Bu âyet, şeytanla insanların arasındaki ilişkiye,
şeytanın önemli bir özelliğine ve şeytana kimlerin dost olacağına ışık
tutmaktadır. Ayetin analizi şu konulan ortaya koyacaktır.
1.
"Ey Âdemoğulları!
Şeytan, anne babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini
soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın!" Ayetin bu kısmında
açıklanması gereken kavramlar vardır:
a)
"Sizi aldatmasın!"
Buradaki fitne kelimesinin esas mânası, "altını ateşte eritip has olanını
posasından ayırmak"tır. Kur'ân'da bu kelime "mihnet, meşakkat,
sıkıntı, imtihan" mânalarında geçmektedir. "Al-±nrnasın""ın
mânası, "Fitneye düşürmesin!" demektir.
b)
"Elbiselerini
soyarak". Bu ifadede p neze'a fiili almaktadır. "Bir şeyi yerinden
koparıp sökmek, elbisesini çıkarmak, soyunmak, ölümle karşı karşıya gelmek,
birini azletmek, ok atmak, elini cebinden çıkartmak, kuyudan kovayı çıkarıp
almak" mânalarına gelmektedir. Âye-nn bu kısmında şeytanın iki eyleminden
bahsedilmektedir: "Aldatmak ve elbiselerini soyup çıkartmak". Her
iki eylemin birincisi sebep, ikincisi de.so-aaçtur. Böylece Allah sebep-sonuç
ilişkisi içerisinde şeytanın faaliyetini an-aenaktadır. Aldatma önce, soymak da
sonra olmaktadır.
Şeytanın bu eylemleri bir süreçtir, dolayısıyla
bunları herkese bulaştırmaması için Allah tedbir alınmasını istemektedir.
Allah şeytanın insana fitne çıkarttırması, onu aldatması meselesini, Hz.
Âdem'den örnek vererek anlatıyor ve emrini bu örnek üzerinde temellendiriyor.
Bu noktada şu soru sorulabilir: "Hz. Âdem'le
eşi elbise giyiyorlar mıydı"" da şeytan onlara elbiselerini
çıkarttırdı? Eğer elbise giyiyorlarsa, o zaman neden 22. âyette olduğu gibi
cennet yapraklarından örtündüler, başka bir elbise giyemezler miydi? Bu
sorulara verilecek cevap şudur: Şeytan onların takva elbisesinden, haya
duygusundan soyunmalarına sebep olmuştur.
İnsanda haya duygusu kalmayınca elbisesini çıkartır.
O zamana kadar Hz. Âdem'le eşi biyolojik organlarıyla birbirlerine
bakmıyorlardı, haram lokma yiyince, bu takva, haya elbisesi ortadan kalktı,
kendilerine başka bir gözle bakmaya başladılar. "Kötü yerlerini
kendilerine göstermek için" denirken, kötü taraflarını görme olarak
alabiliriz. Çünkü eşler birbirlerinin avret yerlerini görebilirler, bunda bir
sakınca yoktur.
Âyetin birinci bölümüne dikkat edilirse, iki fiilin
failinin de şeytan olduğu görülür. Aldatmayı da, elbiseyi çıkartmayı da şeytan
gerçekleştirmektedir. Bunun anlamı insana bu eylemleri yaptıran şeytandır.
Kendisi gidip onların elbiselerini çıkartmıyor, onlara çıkarttırıyor. Şeytan
sebep, onların eylemi de sonuçtur.
2. "Çünkü o ve
yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler". A'râf
sûresinin 12. âyetinde İblîs kendisinin ateşten yaratıldığını, enerji olduğunu
ifade etmiştir. Aslı enerji olan bu varlık, maddî bir kimliğe
bürünebilmektedir. Hz. Süleyman cinleri çalıştırıyordu (Sebe' 34/13-14),
onlarla konuşuyordu (Nemi 27/39). Bu âyet, onların bizi görüp bizim onları
göremeyeceğimiz bir boyutun bulunduğunu bildirmektedir. Bedene bürünmeleri
halinde onlar görülebilir.
Anne karnında görünmediği için çocuğa "cenîn"
denmektedir. Anne karnındaki çocuğu gösterebilecek aletler geliştirildiği gibi,
cinleri gösterebilecek aletler de geliştirilebilir.
Âyetin ikinci bölümünde geçen başka bir kavram da
"şeytanın kabile-si"dir. Demek ki cinler de topluluk halinde yaşamak,
toplu halde hareket etmektedirler. Kabile kelimesinin içinde çocukları ve
avanesi mânası da vardır. Demek ki şeytan ve onun topluluğu, insanın
farkedemeyeceği bir boyuttan ona yaklaşmakta ve onu etkilemektedir.
3. "Biz o şeytanları
inanmayanlara dostlar yaptık". İnanmamak, ya da inkâr etmek psikolojisine
sahip olan insanların en önemli özelliklerinden biri, şeytana dost olmalarıdır.
Ama Allah, şeytanları onlara dost yapacağını buyurmaktadır. Demek ki şeytanla
insan dost olabilmektedir. Bu dostluk, inanmama ya da inkâr psikolojisinin
temelleri üzerine kurulmaktadır.
Şeytan aslında insana düşmandır ve Allah onun bu
düşmanlığını Fâtır sûresinin 6. âyetinde olduğu gibi pek çok âyette gündeme
getirmektedir. İnkâr psikolojisine bürününce, insanla şeytan arasındaki bu
düşmanlık erimekte ve yerini dostluk almaktadır. Âyetin bu bölümünde hem
şeytanlar hem de inanmayanlar çoğul haldedir. Dost kelimesi de çoğul kalıbıyla
getirilmiştir. Bunun anlamı, inkâr psikolojisine sahip olanların bir grup
teşkil ettiği, ama Allah'ın, onların her birine şeytanı dost ettiğidir.
Bu âyete bütün olarak bakar ve bir senteze gidecek
olursak şunları görebiliriz:
a) Hz. Âdem ve eşine şeytanın
yaptıkları anlatılarak, insanoğlunun şey. karşı aldanmamaları uyarısında
bulunulmaktadır. Demek ki insanın bir âyette belirtilen takva elbisesini
kuvvetlendiren güç, şeytana aldanır in beyin ve gönülün gücüdür. Aldanma bu
gücü kıracak, takva elbisesi-
m yanılmasına sebep olacaktır.
b) Şeytan, anne babamızı
aldatırken haram lokma yedirmişti; o haram yedirebilmek için de ebedîlik
tutkusunu ve sonsuz iktidar fikrini ksILmmıştı. Bizlere de haram lokma
yedirerek aldatmaması için Allah bu emri vermektedir. Çünkü haram lokma
toplumun cinsel ahlâkında haya duyurusunu ortadan kaldırmaktadır.
c)
Şeytanın aldatıcılığının etkinliği, insanın
onu görememesinden, onun sanı görmesinden kaynaklanmaktadır. Aldatma işini
insanla yüz yüze geierek değil de insanın göğsüne vesvese vererek yaptığından
dolayı etkili olmaktadır.
d) Allah şeytanı
inanmayanların dostu kılmakla, dostluk kavramına farklı bir boyut
kazandırmıştır. İnkâr, şeytanı insanın sürekli dostu haline getirmektedir.
Yüce Allah bu mesajlarıyla, din eğitiminin nasıl çalışması gerektiğini, hangi
konular üzerinde duracağını, şeytan-insan ilişkisini nasıl anlatacağını
gündeme getirmekte, insan-Allah, insan-insan, insan-melek ve nihayet
insan-şeytan ilişkisine dikkat çekmektedir.[20]
28. Onlar bir kötülük işlediklerinde:
"Babalarımızı bu kötülük üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretti"
derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz?"
Bu âyetin analizinden birtakım mesaj ve genellemeler
çıkartmak mümkündür.
1. "Onlar bir kötülük
işledikleri, yani yaptıkları zaman..." Asırlardır "Kul eyleminin
yaratıcısı mıdır, değil midir?" meselesi tartışılmış, bu konuda kırıcı
noktalara varan ifadeler kullanılmıştır. Aslında tartışmalar yersizdi. Çünkü
Allah kötülüğü işleyenin insanın kendisi olduğunu bu âyette ifade etmektedir.
"Onlar bir kötülük yaptıklarında" denirken, fiilin failinin kim
olduğu söylenmektedir. Kötülüğü insan işler, Allah işlemez.
2. "Babalarımızı bu
kötülük üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretti derler". Âyetin bu
bölümünde kâfirlerin işledikleri kötü fiillere mazeret aradıkları, ya da o
fiillerini aklîleştirdikleri anlatılmaktadır.
a)
"Babalarımızı bu yolda bulduk". Bu
ifade insanlığın yüz karası olan, insanlığı gerileten, çürüten ve yok eden en
önemli hastalıklardan biridir. Geçmişin yanlışlarını tenkit edemeyen, ölülerle
kendi hayatlarına yön veren, ölülerin hâkimiyeti, etkisi altına giren,
geçmişin anlayışını tanrılaştıran insanların durumunun ne kadar kötü olduğu
gözler önüne serilmektedir. Bir kimse davranışlarını, atalarının davranışları
üzerine bilinçsizce bina etmemelidir.
b) "Allah da bize bunu
emretti". Yanlış eylemlerini "Allah emretti" diyerek ikinci
mazeretlerini gündeme getirmektedirler. Bunun anlamı şudur: Kötüyü iyi
göstermek için Allah devreye sokulmakta, kötü fiillerin temelinde ilâhî emrin
olduğu vurgulanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu fiilleri işleyenler Allah'ı
biliyorlar ve var olduğuna inanıyorlardı. Onların yanlışı, kötülüğün temelinde
Allah'ın irâdesinin olmasını söylemiş olmalarıdır.
"Babalarımızı bu yolda bulduk"
demelerinden anlıyoruz ki, babalarını öne alarak Allah'ın önüne
geçirmektedirler. Bunlar bir çeşit taklitçiliğin pençesinde kıvrananların
kullandığı ifadelerdir. Onlar da bunun yeterli olmadığını biliyorlar, işi
Allah'a bağlamakla davranışlarını meşrulaştırmak istiyorlardı. Böylece kendi
dinini öğretmeye çalışanların karşısına, Allah'ı kendi kötü fiilleri için
kullananların çıkacağına dikkat çekilmektedir.
3. "De ki: Allah kötülüğü
emretmez. Allah'a karşı bilmediğinizi mi söylüyorsunuz?" Allah daima
iyiliği emreder, kötülüğü değil. Kur'ân'ın, Allah-insan ilişkisinde koyduğu en
önemli kanunlardan biri de budur. İlâhî emirler, kötünün kaynağında olamaz ve
olmamıştır. Kötülük ırmağının kaynağında şeytan ve insan vardır. Mâide
sûresinin 91. âyetine göre, kötülüğü isteyen şeytandır. Bakara sûresinin 169.
âyetine göre ise, "Şeytan size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder" buyurulmaktadır. Nûr sûresinin
21. âyeti de bu konuya şöyle ışık tutmaktadır: "Kim şeytanın adımlarını
takip ederse, muhakkak ki o, yüz kızartıcı suçları ve kötülüğü emreder".
Yûsuf sûresinin 53. âyetinde nefsin kötüyü emrettiğine dikkat çekilmektedir:
"Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder".
Bu âyetlerle A'râf sûresinin 28. âyeti yan yana
getirilince, karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Kötüyü emreden şeytan ve insanın
nefsidir. Kötüyü Allah emretmez. Bu tablo, kötülük konusunda Allah-insan
ilişkisini; bunun yanında ayrıca şeytan, kötülük-insan ilişkisini
aydınlatmaktadır. Allah'ın kötüyü emrettiğini söyleyenlerin bilmediklerini,
Allah'a iftira attıklarını da vurgulamaktadır. Aynı konu Bakara sûresinin 169.
âyetinde gündeme taşınmaktadır. Allah hakkında bilmediklerini konuşmak,
söylemek, Allah'a iftiradan başka bir şey değildir.
Âyetin bu kısmı, Allah hakkında bilerek konuşulmasını
emretmektedir. Allah hakkında bilmeden konuşmak, müşriklik alâmetidir. Allah
hakkında bilmeden konuşan müslüman, müşrikle aynı fiili paylaşmaktadır. Böylece
Allah, din âlimlerine çok önemli ve hayatî bir kanun sunmaktadır. Din eğitimi,
eğittiği insanlara pek çok şeyi öğretme yerine, Allah hakkında bilmediğini
söylememe ahlâkını kazandırmalıdır. Halka da bilmediğini Kur'ân'ı bilene sorma
alışkanlığını kazandırmalıdır. Nahl sûresinin 43 ve Enbiyâ sûresinin 7.
âyetleri, bu ahlâkın kazandırılmasını öngörmektedir. Dini tahrip eden,
insanları dinden uzaklaştıran en önemli husus, bilmediği halde Allah hakkında
konuşmaktır. Dinde Allah'ın haram, helâl demediği bir şeyi, Allah demiş gibi
göstermek kadar dine yapılan bir zulüm yoktur. En'âm sûresinin 93. âyetinde bu
durum, zulüm olarak nitelendirilmektedir.[21]
29. De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde
ettiğinizde yüzlerinizi O'na çeviriniz ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na
yaharınız. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.
Âyetin analizinden birtakım neticeler çıkartmak
mümkündür. Ancak, âyeti bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklamak gerekir.
Bir önceki âyette, Allah'ın kötüyü emrettiğini söyleyenlerin yanlış konuştuğuna
dikkat çekilmişti. Bu âyette ise, Allah'ın neyi emrettiği sorusu
cevaplandırılmaktadır.
1. "De ki: 'Allah adaleti
emretti". Yüce Allah burada doğrudan "adalet" kelimesini,
"oran adaleti" anlamına gelen kist kelimesini kullandı. Bu kelimeyi
kullanmasının bir amacı, adalet kelimesine farklı bir anlam kazandırmaktır. Bu
farklı mânayı Âl-i İmrân sûresinin 18. âyetinde buluyoruz. Bu âyette kist
kavramı, kelime-i tevhîd anlamında kullanılmıştır: "Allah kendinden başka
tanrı olmadığını tam adaletle hükmederek açıkladı...".
Bu âyetten hareket edersek, A'râf sûresinin 29.
âyetindeki "Allah adaleti emretti" ifadesini, "Allah tek Allah
inancını emretti" şeklinde ifade etmek mümkündür. Bu mânayı İbn Abbâs'ın
verdiğini bize Râzî nakletmektedir. Hâzin de İbn Abbâs'ın bu görüşünü açarak
nakletmektedir. Buradaki adalet zâtı, sıfatı ve fiilleriyle Allah'ın bir
olduğunu ve eşi olmadığını bilmektir.
Zemahşerî de tevhîd inancı olduğunu, ikinci mâna
olarak vermektedir.
Lokman sûresinin 13. âyetine göre şirk zulüm olunca,
tevhîd inancı da adalet olmaktadır. Kavramın açıklamasına bu açıdan yaklaşmak
da mümkündür. Şirk zulüm, tevhîd adalettir. Tersinden hareket edersek, zulüm,
şirk; adâ-iet. tevhîddir. İbn Abbâs bu formülü bize sunmaktadır.
A'râf sûresinin 29. âyetindeki "Benim Rabbim
adaleti emreder" ifadesini bir önceki âyete bağlı olarak mânalandırırsak,
o zaman "adalet" fahşâ denen yüz kızartıcı davranışın zıddı olur.
Mâna olarak adalet, doğru olanı yapmak mânasına gelir. O takdirde Muhammed
Esed'in "Benim Rabbim doğru olanın yapılmasını emretmiştir" şeklindeki
meali haklılık kazanır. Allah kötülüğü değil, iyiliği emreder demek gerekir.
Ama bize düşen bu iki mâ--ınm ayn ve birbirine zıt olmadığını, aynı yere
vardıklarını göstermektir. Bir insanın izleyeceği en doğru şey, Allah'a
inanması, O'nu birlemesidir. Bundan daha doğru yapılacak bir şey var mıdır? O
zaman İbn Abbâs ile Muhammed Esed'in görüşlerini bir araya getirmiş oluyoruz.
2.
"Her secde ettiğinizde
yüzlerinizi O'na çeviriniz". Âyetin bu kısmını "kıbleye
yönelme" olarak mânalandıranlar vardır, yani "Namaz kılarken
yüzlerinizi kıbleye çeviriniz" denmektedir. Bize göre buradaki vech
kavramı, "yüz" anlamına gelmekle beraber, esas anlamı "bütün
benlik"tir. "Secde anında ya da namaz kılarken bütün benliğinizi
Allah'a çeviriniz" denmektir. Burada mescid kavramı, "secde edilen
yer, secde edilen an" demektir. Bu mânadan hareketle diyebiliriz ki,
buradaki secde kavramı, insanın bütün eylemlerini ifade etmektedir. "Her
eyleminizde bütün benliğinizi Allah'a çeviriniz" mânasındadır. O zaman
kist denen adalet tamamlanmış olacaktır. Sadece diliyle Allah'ın varlığını ve
birliğini ifade etmek değil, bütün benliğini Allah'a çevirmek de gerekiyor.
Her işinde bütün benliğini Allah'a çevirmenin hem peygamberin hem de
muhsinlerin işi olduğu diğer âyetlerde de vurgulanmaktadır. "Bilâkis, kim
muh-sin olarak bütün benliğini Allah'a döndürürse..." (Bakara 2/112),
"Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: 'Bana uyanlarla birlikte ben
kendimi Allah'a teslim ettim" (Âl-i İmrân 3/20). Son âyetteki
"kendimi" kavramı, "benliğimi" demektir. Tevhîd inancı,
inşamn bütün benliğini sarmalı, yoğurmak ve onu alıp Allah'a yöneltmelidir.
3.
"Ve dini yalnız Allah'a
has kılarak O'na yalvarınız". Âyetin bu kısmı, Allah'ın neleri
emrettiğinin üçüncü merhalesini teşkil etmektedir. Dini yalnız Allah'a has
kılarak O'na yalvarmak, O'na dua ve kulluk etmek, tevhîd inancının bir boyutunu
teşkil etmektedir. Din Allah'a aittir. Dua ve kulluk sadece Allah'a yapılır.
Buradaki bir aksaklık, tevhîd inancını temelinden altüst ederek yıkar. Bütün
benliğini, her eyleminde Allah'a çevirmek, her işinde Allah'ı yanında
hissetmek, yanında olduğunu bilmek, her işinde onun irâde ve yaratmasının
müdahalesi olduğunu bilmek ve inanmak, dine beşerî düşünce karıştırmadan
Allah'a ait olduğunu bilmek ve öyle yapmak, bunu duasında da gerçekleştirmek,
tevhîd inancını canlı tutmak anlamına gelmektedir.
Yüce Allah, dini Allah'a tahsis ederek O'na dua etmenin ne anlama geldiğini daha önce En'âm sûresinin 56. âyetinde şu şekilde ifade etmişti: "Deki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi'. De ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidâyete erenlerden olmam!"
Bunun anlamı, şirke bulaşmamak ve din konusunda
arzulara yer vermemektir. Dine insanın arzusu karışmamalıdır. Din alanı sadece
Allah'a aittir. Hidâyet denen doğru yol da budur. "Dikkat et! Halis din
yalnız Allah'ındır" (Zümer 39/3) denirken, bütün yabancı maddelerden
arınmış altına saf altın dendiği gibi, bütün beşerî düşüncelerden, arzulardan
arınmış saf dine de Allah'ın dini denir. Zümer sûresinin 11 ve 14. âyetlerinde
aynı inanca ve uygulamaya peygamberin de sahip olması emredilmektedir. Din
Allah'a has kılınarak O'na ibadet edilmelidir.
4. "İlkin sizi yarattığı
gibi (yine O'na) döneceksiniz". Bu ifade âhirete, yani öldükten sonra
dirilmeye imanı anlatmakta, Allah'tan geldiğimizi ve yine ona döneceğimizi
hatırlatmakta, buna inanılmasını istemektedir. Böylece insanın nereden
geldiğini, nereye gideceğini bilmesini Allah emretmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki Allah kötüyü değil, tevhîd
denen adaleti, eylemlerinde bütün benliğini Allah'a çevirmeyi, dini Allah'a ait
kılarak O'na yalvarmayı ve yaratıldığımız gibi O'na döneceğimizi
emretmektedir. Bu dört şey, dini dört boyutuyla özetlemektedir. Tevhîd inancı,
ibadet ve eylemlerinde sadece Allah'a yönelmeyi ve âhirete inanmayı öngören bu
âyet, Allah'ın neleri emrettiğini, din bilginlerinin insanlara neleri
öğretmelerinin gerekli olduğunu gündeme taşımakta ve programına koymaktadır.
Bu âyette, din eğitiminin programı ve üzerinde
durulması gereken konuların tesbiti yapılmaktadır. Günümüzün yararlı fakat
karmaşık olan dinî konularından biri, "dini Allah'a has kılmamak ve O'na
bu şekilde dua et-mek"tir. İnsanlar dini beşerîleştirip Allah'tan başka
varlıklara dua edip yardım dilemektedirler. Dini Allah'a has kılıp dua
etmedikçe, insanlık şirkten kurtulamayacaktır.
Sağlam din nedir? Bu sorunun cevabı verilmedikçe, bu
husus din eğitimcileri tarafından halka öğretilmedikçe, görevlerini yerine
getirmiş olmazlar. Sağlam dinin ne olduğu sorusu Beyyine sûresinin 5. âyetiyle
cevaplandırılabilir: "Halbuki onlara ancak, dini yalnız Allah'a has
kılarak ve hâlis müminler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve
zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur". Allah'a kulluğun nasıl
yapılacağını açıklayan bu âyet, birinci merhaleye, dini Allah'a has kılmayı
koymaktadır. Samimi mümin olmak, gönlünde şirkten bir iz bulunmamaktır. Böyle
bir gönülle Allah'a kulluk edip namazı kılmak ve zekâtı vermek gerekir. Sağlam
dinin tanımını Allah bu şekilde yapmaktadır.[22]
30. Allah bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da
sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost
edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.
Âyetin analizinden hem eğitim hem de kader konusunda
bazı genellemelere varmak mümkündür.
1.
"Allah, bir grubu doğru
yola iletti". Bu ifadede eğitici bir eylem yer almaktadır. Allah'ın
beşerî âlemle ilişki kurmasının bir yolu da hidâyet, yani doğru yola
iletmesidir. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, insanın doğru yolda
olmasını kendi gücünün eseri olarak görmesi doğru de ile bura. yaştığına
inanması, tehlikeli bir inanış şeklidir. Hidâyeti Allah'tan başkasına bağlamak
doğru değildir ve bu inanış biçimi şirke kadar gidebilir. Tâhâ sûresinin 50.
âyetine göre hidâyet, yani doğru yola iletme Rab sıfatının tecellî etmesidir.
2. "Bir gruba da sapıklık
hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost
edindiler". Yüce Allah hidâyetin, yani doğru yola iletmenin, sapıklıkla
olan ilişkisinin farkını ortaya koyarken, sebep-sonuç ilişkisini
kullanmaktadır. İnsanın sapıklığı hak etmesinin sebebi, kendi eylemidir.
Ayetteki sebep, şeytanı dost edinmektir. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek,
sapıtmayı hak etmektir. Bu demektir ki insan yanlış bir iş yapmazsa, Allah ona
yanlış gitmeyi nasip etmeyecektir.
Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek, sapıklığı
kaçınılmaz hale getirmektedir. Allah'ı bırakmayanları ve şeytanı dost
edinmeyenleri Allah doğru yola iletmektedir. Demek ki hidâyetle sapıklığı
getiren, insanın gönlüdür. Gönüldeki oluşumlara göre Allah müdahalesini
yapmaktadır.
3.
"Böyle iken
kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar". Tedavi edilmesi mümkün
olmayan boyut da burasıdır. En büyük hata, yanlışta olduğu halde doğru yolda
olduğunu zannetmektir. Yanlışı doğru zannetmeyi düzeltmek çok zordur. Çünkü bu
konudaki "zan", gönle doğrunun ışıklarının girmesine mani olmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, sapmanın iki sebebi vardır: Allah'ı bırakıp
şeytanı dost edinmek, yanlışta olduğu halde kendisinin doğru yolda olduğunu
zannetmek.[23]
31. Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel
elbiselerinizi giyiniz; yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah
israf edenleri sevmez.
Bu âyetin, kendisinden sonra gelen âyetin bir
başlangıcı durumunda olduğu anlaşılmaktadır. Bir sonraki âyetten anlıyoruz ki,
birileri süsü ve bazı yemekleri haram kılmıştı. Bunun üzerine Allah bu âyeti
indirmiştir. İbn Ab-bâs bunu müşriklerin hac tatbikatına bağlayarak özetle
şöyle demektedir: Câhiliye döneminde Arap kabileleri Kabe'yi çıplak olarak
tavaf ederlerdi. Erkekler gündüz, kadınlar da gece tavaf yaparlar, Mina'ya
elbiselerini tamamen çıkartarak girerlerdi. Bunun sebebi, günâh işledikleri
elbiselerle oralara girilmezdi. Bazıları da o ibadetlerini çıplak yapmayı uğur
sayarlardı. Kureyş kabilesi tamamen çıplak değildi, yaşayacak kadar yiyor,
fakat et ve iç yağı emiyorlardı. Müslümanlar da bunlar gibi yapmak isteyince bu
âyet indirilmiştir.
İbn Abbâs'ın naklettiği bu uygulama, aşağıda ilişki
kurulacak âyetlerin ruhuna uygun düştüğü için kabul edilebilir görünmektedir.
Ama tartışılacak yönü olduğu da bir gerçektir.
1. Ayetin bağlantıları. Daha
önce En'âm sûresinin 138. âyetinde şu ifade yer almıştı: "Onlar, saçma
düşüncelerine göre dediler ki: 'Bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler
haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez'. De ki: 'Allah,
bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde
bulunan yavruları mı haram etti?" (En'âm 6/143).
Bu âyetlerden anlıyoruz ki, müşrik Araplar, kendi
görüşlerine göre bazı gıdaları kendilerine yasaklamışlardı. Aslında bu
yasakların, hakikatle bir alâkası yoktu. Beslenme konusunda insana hiç zararı
olmayan, tam tersine gıda olan şeylerin yasaklanmasının yanlış olduğuna En'âm
sûresinin 145. âyetinde dikkat çekilmişti. Hayvanî gıdalardan nelerin yasak
olduğu, Mâide sûresinin 3 ve 145. âyetlerinde açıklanmıştı.
En'âm sûresinin 145. âyetinde hayvanî gıdalardan
hangilerinin haram olduğunun vahiyde aranması gerektiği emredilmektedir. Diğer
taraftan bu âyetin A'râf sûrenin 26. âyetiyle de alâkası vardır. Çünkü orada
insanın avret yerlerini örten ve bir süs olan elbiseyi öğrettiğine dikkat
çekilmektedir. Süs olan bir giysiyi kimsenin haram edemeyeceği, A'râf sûresinin
31. âyetinde açıklanmaktadır.
Demek ki Hz. Peygamber döneminde insanlar geçmişten
gelen geleneklere göre, giyinme ve bazı yemekler konusunda aşın giden
uygulamalarda bulunuyorlardı. Mâide sûresinde başlanıp En'âm sûresinde devam
edilerek, A'râf sûresinde değerlendirmeleri yapılmak suretiyle, bu
uygulamaların yanlışlığı gösterilmektedir. Bu da bize Kur'ân'ın girdiği bir
kültürdeki geleneklere karşı nasıl tavır takınacağını anlatmaktadır. Kur'ân'ın
en önemli sorunlarından birinin, gıda ve giysi konusundaki uygulamalar olduğu
gösterilmektedir.
2. 'Ey Âdemoğullan! Her secde
edişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!" Âyetin bu kısmı, hem A'râf
sûresinin 26, hem de 29. âyetleriyle bağlantısı vardır. "Süsle"
ilgilenmesi bakımından 26; "secde" ile alâkalandırılması bakımından
da 29. âyetle bağlantısı vardır. "Her secde ettiğinizde" 29. âyetle
31. âyetin ortak yönlerini teşkil etmektedir. "Secde ettiğinizde"
demek, namaz kıldığınızda demektir. 29. âyette "her eyleminizde"
mânasını verdiğimiz bu bölümden önce, "Bütün benliğinizi Allah'a
çeviriniz!" emri yer almıştı. 31. âyette ise "Güzel elbiselerinizi
giyiniz!" emri yer almaktadır.
Buradaki ziynet kavramını, "elbise"
anlamına alabiliriz. Âdemoğullan, camiye namaz kılmak için gittiklerinde en
güzel elbiselerini giyeceklerdir. Özellikle toplu ibadetlerde güzel görünümü
öne çıkaran bu âyet, Kur'ân'ın temizliğe verdiği önemi göstermektedir.
Âyetteki ziynet kavramını, "takva
elbisesi" mânasına da alabiliriz. 29. âyette geçen "Bütün benliğinizi
Allah'a yöneltiniz!" emrinde takva elbisesinin ne anlama geldiği
anlatılmıştı. "Namaz anında ziynetinizi takınınız!" ifadesi,
"Bütün eylemlerinizde takva elbisesini giyiniz!" anlamına gelebilir.
Buradaki ziynet kavramı, manevî anlamda takva elbisesini, yani iç süsü ifade
etmiş olabilir. Âyetteki ziynet, yani süs kavramı, maddî anlamda iyi giyinişi,
manevî anlamda da takva elbisesini ifade etmektedir. "Her secde
edişinizde" her namaz vaktinde, yani her eyleminizde demektir. İnsanlar,
özellikle müs-lümanlar bütün eylemlerinde iç süsü olan takva elbisesini
giymelidirler. Müslüman ne dış görünüşü ne de iç yapısı itibariyle pejmürde bir
görünüm arzetmelidir. Dış pejmürdelik, kısa zamanda giderilebilir, ama iç pejmürdeliği,
yani beyin ve gönül pejmürdeliğini ortadan kaldırmak kolay olmadığı için, onun
giderilmesi uzun bir zaman isteyebilir.
3.
"Yiyiniz, içiniz, fakat
israf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez". Daha önce nüzul
sebebini açıklarken, müşriklerin hac görevi sırasında, bazı yemekleri
yemedikleri ve yeterince gıda almadıkları söylenmişti. Âyet, sadece tarihî bir
olgunun sınırlan içinde kalamaz ve orada hapsedilemez, dolayısıyla âyette
evrensel mânada yeme ve içmede savurganlığın ele alındığını görüyoruz.
Yeme içmede israf, yani savurganlık birilerinin
geçiminde eksiklik anlamına gelmektedir. Onların geçimindeki eksiklik sosyal
dengelerin bozulması demektir. Böyle bir durum da adaleti ortadan kaldırır.
A'râf sûresinin 29. âyetindeki kıstı, adalet anlamına alınca, sosyal dengeleri
bozanların Allah'ın emrini yerine getirmedikleri ortaya çıkacaktır.
Âyetin birinci bölümünde geçtiği gibi, her
eyleminizde takva elbisesini giyinince, savurganlık önlenmiş olacaktır. Yüce
Allah burada farklı bir metot kullanmaktadır. Önce emir vererek, yani takva
elbisesini giydirerek, sonra da savurganlık yasağım koyarak konuyu
bütünleştirmektedir. Demek ki insanlara bir şeyi yasaklamadan önce, onlara bazı
davranışları kazandırmak gerekir. Yapması gerekenleri bilmeden, hayata
geçirmeden, yapmaması gerekenleri emretmenin anlamı yoktur. Dinî anlamda önce
farzlar, sonra haramlar gelmelidir. Önce iyinin bilgisi ve eğitimi yapılacak,
sonra kötü olan yasaklanacaktır. Bu aynı zamanda din eğitimcilerinin metodu
olmalıdır.
Âyetin sonunda ceza olarak "sevgisinin
esirgenmesi" söz konusu edilmektedir. Sevginin esirgenmesi, en önemli
eğitim metotlarından biridir. Böylece Allah yanlışı, hukukî alanda değil de
eğitim alanında tartışmaktadır. Çünkü hukukî alanda sevgiye yer yoktur.
Sevginin eğitim alanında yeri olduğu için, bu alanda da en etkili yol, insanı
sevgiden mahrum bırakmaktır. Çocuk terbiyesinde ve genel eğitimde sevgiden
mahrum bırakmak, bu hissin uyandırılmasında etkili olacaktır. Savurganları
Allah sevmediği gibi insanlık da sevmez.[24]
32. De ki: "Allah'ın kullan için yarattığı süsü
ve temiz azıkları kim haram kıldı?" De ki: "Onlar, dünya hayatında,
özellikle kıyamet gününde müminlerindir". İşte bilen bir topluluk için
âyetleri böyle açıklıyoruz.
31. âyetin bu âyetle de bir ilgisi vardır. Birileri
Allah'ın temiz rızıkları-nı haram kıldı, ki 31. âyette ziynetlerin takılması ve
meşru olan her şeyin yiyilip içilmesi helâl kılınmıştı. Kimlerin, elbiseyi ve
bazı hayvanî helâl gıdaları haram kıldığı 31. âyetin tefsirinde açıklanmıştı.
1. "Allah'ın kulları için
yarattığı süsü ve temiz azıkları kim haram kıldı?" Bunun anlamı, bu alana
kimsenin ka-rışamayacağı, fetva veremeyeceğidir. Çünkü Allah'ın helâl dediği
bir şeyi başkasının haram kılma yetkisi olamaz. Rızkın temizi, insana zarar
vermeyen sıhhatini bozmayan gıdalardır. Mâide sûresinin 3. âyetinde belirlenen
gıdaların ve yine Mâide sûresinin 90. âyetinde belirlenen alkollü içkilerin
haram kılındığı, ama bunların dışında kalanların helâl olduğu ifade
edilmektedir. Ferde ve topluma zarar veren gıdalar, temiz olmadıklarından
haram, ferde ve topluma faydalı olan nzıklar da temiz olduklarından helâldir.
Bir gıdanın helâl ve haram oluşu, insanla bağlantılı
olarak tesbit edilmektedir. Allah gıdaların haramlığını ve helâlliğini insanın
doğasına göre belirlemekte, insanı merkezî değer olarak almaktadır. Aksi
takdirde insanın helâl yemesiyle Allah'a bir fayda, haram yemesiyle de Allah'a
bir zarar vermesi mümkün değildir. Allah kendi menfaatine değil, kulunun
menfaatine hüküm koyduğu için, âyetin bu kısmında ibâd (kul) kelimesinin
başına lâm harfini koymuştur.
Bu açıklamadan şu noktaya varıyoruz: Allah insana
yarayacak şeyleri yaratmıştır. Önce insanın fizikî çevresini yaratmış, çevreyi onun
için bir beşik ve döşek haline getirmiş, o beşik ve döşekte ona uygun gıdaları
da yaratmıştır. En son insanı yarattığına göre, insanın vücut yapısıyla,
tabiattan alacağı gıdalar arasında bir uyum kanunu koydu. Hava, su ve diğer
gıdalarla canlılığını devam ettirecek bir uyum kanunu belirledi. Biz bu
biyolojik uyuma, tabiata intibak kanunu diyebiliriz. İnsanın biyolojik
yapısına ve dolaylı olarak psikolojik yapısına zarar vermeyen her gıda, Allah
tarafından helâl kımmıştır. Haram kılması da bu gıdaların dışında olanlara
aittir. Âyetin bu kıs-mndaki süs kelimesini elbise anlamına alabiliriz.
Elbisenin giyilmesini haram kılmak mümkün değildir. Öyle devir ve öyle
mekânlar olabilir ki, elbise oymek hoş görülmez ve o ortam elbiseyi yasak
edebilir. Müşrikler bunu ta-uif ve diğer seramonilerinde uyguluyorlardı.
Halbuki böyle bir yasak Kzr'ina uygun değildir.
2.
"De ki: 'Onlar, dünya
hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir". Bu nimetlerin dünyada
inanan ve inanmayanlara müşterek olduğu şeklindeki yorumu Râzî yapmaktadır. Ama
Râzî bu haklı yorumunu delülendirmemektedir. Bize göre bunun delili, Bakara
sûresinin 126. âyeti olabilir. Hz. îbrâhim şöyle bir dua yapmıştı.
"Ey Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle! (Allah) buyurdu ki: 'Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırırım". Bu şunu ifade etmektedir: Hz. İbrahim iman edenler için nzık istedi, ama Allah kâfirlere de rızık vereceğini söyledi. Böylece dünya nimetlerinin herkese açık olduğuna işaret etti. Bu âyet Râzî'nin yorumunu haklı çıkartmaktadır. Bu nimetlerin âhirette sadece iman edenlere ait olacağı da vurgulanmaktadır. İnanmayanlar âhirette cehenneme gideceklerinden, bu temiz nimetlerden istifade edemeyeceklerdir. Bu duruma Bakara sûresinin 126. âyetinde işaret edilmektedir.
3."İşte bilen bir
topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" . Buradaki bilen kelimesi,
"anlayıp kavrayan" mânasına gelmektedir. Anlama kapasitesi olan
insanlara bu açıklamayı yaptığını vurgulayan Allah, öğretim faaliyetinin
amacının insanın anlama kapasitesini harekete geçirmek olduğuna da dikkat
çekmektedir. Anlama yeteneği olmayanları muhatap almadığına da işaret
etmektedir. Ama bilen kelimesini, kendi öz anlamıyla alırsak, Allah'ın
öğrettiği bilgiyi, yine bilginin üzerine temellendirdiğine şahit oluyoruz.
"Para parayı kazanır" sözü gibi, "Bilgi bilgiyi çağırır"
diyebiliriz. Bir yerde alt yapıyı bilgi oluşturmuyorsa, oraya bilgi oturtmak,
bilgi tohumunu ekmek ve gerekli değişimi gerçekleştirmek mümkün değildir.
Bunun anlamı şudur: Allah doğrudan bilgiyi muhatap aldığı, bilgiyi bilgiye
emanet ettiği için bilen toplumu öne çıkarmaktadır.[25]
33. De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli
kötülükleri, günâhı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği
bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi haram kılmıştır".
Bu âyet En'âm sûresinin 151 ve 152. âyetinin devamı
durumundadır. O âyetlerde Hz. Peygamber'e Allah'ın haram kıldıklarını insanlara
okuması yani öğretmesi emredilmişti. Burada da aynı haramların devamı gündeme
getirilmektedir.
1. Açık ve gizli kötülükleri
yasakladı. Bu âyette birinci sırayı alan bu yasak, En'âm sûresinin 151.
âyetinde dördüncü sırada yer almaktadır. Âyette geçen fevâhiş kavramı,
fahişenin çoğuludur. İsrâ sûresinin 32. âyetinde zina fiiline bu ismin
verildiğini okuyoruz. Yüz kızartıcı bütün fiiller bu kavramın içine girdiği
için, sadece zina anlamında tekil olarak getirilmemektedir. Âyetin gizli ve
aşikâr olan yüz kızartıcı davranışları yasaklaması, toplumun ahlâkî
dengelerinin bozulmasının kötü olduğunu vurgulamak içindir. Bu haramı
çiğnemek, toplumun hakkına tecavüz etmektir.
2.
"Günâh" ı
yasakladı. Buradaki ism kavramı, özel anlamda alkolün içilmesine tahsis
edilmiştir. Bakara sûresinin 219. âyetinde hem kumara hem de alkole özgü
kılınmıştır. " Kumarla alkolün günâhı, faydasından daha büyüktür". Bu
kelimenin geçtiği bazı âyetler şunlardır: İnsanların malını haksız yere yemek
günâhtır (Bakara 2/188); günâh, benlik ve gururun insanı götüreceği davranıştır
(Bakara 2/206); darda kalan insamn yasak etlerden yemesinde aşırı gitmesi de
günâhtır (Mâide 5/3); yanlış söz günâhtır (Mâide 5/63); zannın bir kısmı
günâhtır (Hucurât 49/12); Allah'a ortak koşmak Allah'a büyük bir günâhla
iftira etmektir (Nisa 4/48); işlediği suçu başkasına yüklemek günâhtır (Nisa
4/112); vasiyeti değiştirmek günâhtır (Bakara 2/181). Allah bunların hepsini
yasaklamıştır.
3.
"Haksız yere sınırı
aşma" yi yasakladı. Bu ifadede yer alan bağy kelimesi, "başkasının
elindekine göz dikmek, isyan" mânalarını ifade etmektedir. Kâdî Beyzâvî,
Hâzin ve Zemahşerî ise bu kelimeyi, "zulüm ve kibirlenme" olarak
tanımlamaktadırlar. Râzî'nin dediği gibi, bağy "bir kimsenin malına, canına
ve ırzına saldırmak"tır.
4. "Hakkında hiçbir delil
indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşma" yi yasaklamıştır. Buradaki
"delil indirmekten" maksat, Allah'a şirk koşmanın ve O'nun eşi
olmasının imkânsızlığıdır. Allah'a eş koşmak için veya O'nun eşi olacağının
bir delili olamaz. Onun içindir ki delil indirmekten bahsedilmiştir.
5. "Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi" haram kıldı. Bu âyette yasaklanan
dördüncü eylem, Allah hakkında bilmeden konuşmaktır. Bu bir çeşit Allah'a
iftiradır, bu da zulümdür. Allah hakkında ileri geri konuşma, insana ne gibi
zarar getirir? Bu sorunun cevabını Hac sûresinin 3. âyeti vermektedir:
"İnsanlardan, bilgisi olmadığı halde Allah hakkında tartışmaya giren ve
her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır". Demek ki Allah
hakkında bilgisizce konuşmak, insanı şeytana uymaya götürmektedir.
Hac sûresinin 8 ve 9. âyetleri, bunun başka bir
neticeye varacağını söylemektedir: "insanlardan bazısı, bir bilgisi, bir
rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde, sırf Allah yolundan
saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için
dünyada bir rezillik vardır, kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı
tattıracağız".
Demek ki Allah hakkında bilmedikleri şeyleri
konuşanlar, şeytana tâbi oluyor, dünyada alçaltıcı, âhirette de yakıcı azaba
çarptırılıyorlar. Bu haramları kısaca şöyle sıralayabiliriz: Fuhuş, günâh,
zulüm, şirk ve Allah hakkında yalan söylemek. Bu dört yasak, İslâm dinini
teşkil eden Kur'ân'ın temel konulan arasında yer almakta ve en başta
gelmektedir.[26]
34. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince,
ne bir an geri kalırlar ne de bir an öne gelebilirler.
Kur"ân'da bu âyetin içeriğini taşıyan başka âyetler vardır (Yûnus 10/49; Hıcr 15/5; Mü'minûn 23/43). Burada açıklanması gereken kavramlar vardır. Ümmet kavramının geniş şekilde anlatımı, Bakara sûresinin 144. âyetinde yapıldı. Burada başka bir açıdan bakmayı istiyoruz. Buradaki ümmet kavramı, dinî bir grubu, yani bir dine mensup, bir peygambere inanan insan grubunu ifade etmemektedir. Buradaki anlamına birkaç açıdan bakabiliriz.
1.
Bütün canlı çeşitleri bir
ümmet teşkil ederler. Meselâ her hayvan çeşidi kendi arasında bir ümmettir.
Gökte uçan kuşlar, yerdeki hayvanlar birer ümmet durumundadır. Bunlar da kendi
içlerinde alt gruplara ayrılırlar. Onlar da birer ümmet teşkil ederler.
İnsanlar ve cinler de birer ümmettirler. İnsanlar da kendi içlerinde kabile,
millet, aşîret denen ümmetlere ayrılırlar.
"Her ümmetin bir eceli vardır" denirken,
her canlı grubunun bir eceli olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu âyet,
hayvanların, cinlerin ve insanların teşkil ettiği grupların bir eceli vardır,
anlamına gelmektedir. Hayvanların da bir ümmet teşkil ettiğinin delili ne
olabilir? En'âm sûresinin 38. âyeti buna delildir:"Yeryüzünde yürüyen
hayvanlar, iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi bir ümmettirler"
.
2.
Âyette kastedilen ümmet
kavramı, sosyolojik mânada bir toplumu ifade etmektedir. O zaman, "Her
toplumun bir eceli vardır" şeklinde mânalandırmak mümkündür. Bize bu ve
buna benzer âyetler, fert anlamındaki ecel için delil olarak getirilmektedir.
Âyetin devamındaki zamir ve fiillerin çoğul olduğu görüleceğinden, buradaki
ecelin toplumsal ecel olduğu ortaya çıkmaktadır. Toplumların eceli, fertlerin
ecelinden daha uzundur.
Âyetin ecelle ilgili olması sebebiyle En'âm
sûresinin 2. âyetine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. O âyette, ecel-i kaza ve
ecel-i müsemmâ yer almaktadır. Geciktirilmeyen ve öne alınamayan toplumsal
ecelin olduğuna dikkat çeken bu âyet, böyle bir muhteva içinde niçin
gelmiştir? Bunu cevaplan-dırabilmek için, bir önceki âyette yer alan yasaklara
bakmak gerekir. Fuhuş, günâh, zulüm, şirk ve Allah'a yalan iftirada bulunmak
gibi olumsuzluklar, bir toplumun ömrünü kısaltmaktadır. Ahlâk, adalet, tevhîd
inancı ve doğru bilgiye sahip olması, bir toplumun canı demektir. Ahlâk,
adalet, tevhîd inancı ve doğru bilginin bulunmadığı toplumlar, geri dönüşü
olmayan bir yıkım denen ecelle karşı karşıya kalmışlar demektir.
Ferdî ecelle toplumsal ecelin farkı burada ortaya
çıkmaktadır. Ölüm döşeğine düşen ferdin geri dönüşü yoktur (Münâfıkûn 63/11).
Ecel döşeğine düşen toplumun da kurtuluşu olmadığını, yorumunu yapmakta
olduğumuz âyet ifade etmektedir. Ferdin bedeninden sadece ruh ayrılır, buna
karşı da bir toplumdan insanlık, medeniyet ve erdemler ayrılır. Ferdin
hastalığı, mikroplardan meydana gelirken, toplumun hastalığı ahlâksızlığın,
zulmün, şirkin ve cehaletin teşkil ettiği mikroplar sebebiyle ortaya
çıkmaktadır. Bu âyet bir önceki âyetle bağlantılandırılınca, bunun eğitim
maksadıyla yapıldığını anlıyoruz. Burada önemli olan, toplumu medeniyet
hastahanesinin yatağına düşürmemektir. Oraya düşünce, geri dönüşünün
olmayacağı vurgulanmaktadır.[27]
35. £y Âdemoğulları!
Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim sakınır ve
kendini düzeltirse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.
36. Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenip
onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada
sürekli kalacaklardır.
34. âyetin sonunda, âyetin eğitim amaçlı
gönderildiği söylenmişti. Âyetten bu amaç anlaşılmaktadır. Dolayısıyla
âyetlerin analizi bu amacı ortaya koyacaktır.
1.
"Ey Âdemoğulları! Size
kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler geldiğinde...".
"Âdemoğulları" diye hitap edilmesinin sebebi, bütün insanlığın hedef
alınmasından dolayıdır. Diğer taraftan insanlara orijinleri bakımından kardeş
oldukları, aynı anne babanın çocukları oldukları hatırlatılmaktadır. Bu ifade
ile, ırkçılık yaparak toplumlar arasına nifak sokanların yanlış yaptıkları
hatırlatılarak, bu anlayışa son vermelerinin eğitimi yapılmaktadır.
2. "Size kendi içinizden
âyetlerimi anlatacak peygamberler geldiğinde...". Yüce Allah, insanlara
gönderdiği elçilerini onların içinden seçmiştir. Bu uygulamasıyla insanlara
kendi içlerinden yetişen insanlara itibar etmelerini, itaat etmelerini, onlara
uymalarını öğretmektedir. Çünkü köle ruhlu insanlar, kendi içlerinden yetişen
insanlara tâbi olmazlar. Elmalılı Muhammed Hamdi, Kamer sûresinin 24. âyetinin
tefsirinde bu gerçeğe işaret etmiştir.
İnsanların sorunlarını çözmek için gönderilen vahiy,
onlar arasından seçilen elçiler vasıtasıyla öğretilmiştir. Onun içindir ki bu
âyette elçilerin görevleri, "anlatmak, öğretmek" olarak
belirlenmektedir. İnsanların, rahatsız edici davranışlarının disipline
edilmesi, haram ve helâlin belirlenmesi için, insanların mutluluğunu amaç
edinen mesajların iyi anlatılması ve insanlara ulaştırılması gerekir.
3. "Kim sakınır ve
kendini düzeltirse!" Ayetin can alıcı noktası burasıdır. Peygamberin
ilâhî mesajlarla donatılıp gönderilmesi, onu insanlara anlatmasının amacı
olarak belirlenmektedir.
a) Sakınmak. Takva kelimesiyle
ifade edilen bu sakınma eylemi, insanın kötüye, şeytana ve nefsine karşı
savunma mekanizmasını ifade etmektedir. Yerde sürünen bir solucana düşmanı
dokunmaya görsün, hemen sakınma mekanizmasını devreye sokarak kıvranmaya
başlar. İnsana düşmanı olan şeytan dokunduğu zaman, bunu hissedip hemen sakınma
mekanizmasını, yani takvasını devreye sokmalıdır. Başka bir örnekle şöyle
anlatabiliriz: Vücuda giren bir mikroba karşı vücudun bağışıklık sisteminin
harekete geçmesi gibi, kötülüklere karşı insanın manevî bağışıklık sistemi olan
takvanın devreye girmesi gerekir. Takvanın ne olduğu Bakara sûresinin 21.
âyetinde anlatıldı.
Peygamberlerin ilâhî mesajları insanlara
anlatmalarının amacı sakınma, yani takva denen bağışıklık sistemini harekete
geçirmektir. Şems sûresinin 8. âyetinde ifade edildiği gibi takva, doğuştan
insanın içine yerleştirilmiştir. Allah'ın âyetleri takvayı harekete geçirip
geliştirmektedir. Aslında insanda doğuştan var olan sakınma duygusu onun
davranışlarına yansımaktadır.
b) Islah etmek. Sakınma
duygusu harekete geçince, insanda olumlu yönde bir değişim meydana gelir. Buna
ahlâkta düzeltme denir. Yanlış davranışlardan, düşüncelerden ve inançlardan
vazgeçip iyiye, doğruya, hakikate sarılan insan, kendinde gerekli olan
düzeltmeyi gerçekleştirmiş demektir.
Peygamberlerin Allah'ın âyetlerini anlatmaktaki
amaçları nedir? Bu soruya cevap olarak, sakınma duygusunu harekete geçirmek ve
gerekli olan ıslahatı yapmaktır, diyebiliriz. Bu da, takva boyutuyla
psikolojik değişimi, ıslahat boyutuyla da davranışlardaki değişimi ifade
etmektedir.
4. "Onlara korku yoktur
ve onlar üzülmeyeceklerdir" . Gerekli olan değişim gerçekleşince, korku
korkusuzluğa, keder de neşeye dönüşecektir. Kötülüklerden sakınmayan insanlar
kendilerini korku ve üzüntünün içinde bulacaklardır. Bu korku ve üzüntü ferdî
boyutta olacağı gibi, toplumsal boyutta da olabilir.
Görüldüğü gibi burada bir formül kurulmaktadır:
Öğretim, değişim ve korkusuzluk. Önce Allah peygamberler vasıtasıyla
mesajlarını öğretiyor, bu öğretim amacına ulaştığında, sakınma ve düzeltme
denen değişimi meydana getiriyor. Bu değişim de başka bir değişimin sebebi
oluyor. O da korku ve üzüntüyü fertten ve toplumdan kaldırıyor. Âyete âhiret
boyutuyla yaklaşırsak, korkusuzluğun âhirette olacağını da çıkarabiliriz.
Çünkü bu dünyada takva denen iyiden yana değişimin ürünleri sadece bu dünyada
değil, âhirette de olacaktır. Herkesin tedirgin olduğu, korktuğu, endişe
ettiği ve üzüldüğü mahşer ortamında bunlardan sıyrılmak çok önemli bir
ödüldür.
5.
"Âyetlerimizi
ya-[anlayanlar ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlar ateş yaranıdır.
Onlar orada ebedî kalacaklardır". Burada Allah, kendi âyetlerine karşı
takınılan iki tavrı gündeme getirmektedir:
a) Yalanlamak. Allah'ın
âyetlerini yalanlamak, onları inkâr etmek anlamına gelmektedir. Çünkü
peygamberlerin anlattıkları âyetleri inkâr etmek, o âyetlerin hedeflediği
değişime mani olmaktır. İnkâr şeklindeki bu tepkinin neticesi çok ağırdır.
b) Kibirlenmek. Allah'ın
âyetlerine karşı kibirlenmek, onları küçümsemektir. Kendi inançlarını üstün
görüp fikirlerini önde tutmanın ve Allah'ın âyetlerini küçümsemenin karşılığı
cehennemdir. Âyetin sonunda ebedî kalacakları cehenneme işaret edilerek,
Allah'ın âyetlerini göstermenin âhirette neye dönüşeceğine dikkat
çekilmektedir. Yalanlamak, yani Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, onları
küçümsemek, cehennem ateşini tutuşturmaktır. Bu ateş insanın gönlünden
başlamaktadır, inkâr ve kibir, âhiretteki cehennem ateşinin bu dünyada
yanmasına sebep olmaktadır.
Şimdi 36. âyetle 35. âyetteki kavramlara mâna
verebiliriz. 36. âyette sakınmanın karşılığı bu âyette yalanlama, ıslahın
karşılığı da kibirlenmektir. Demek ki "kim sakınırsa" denirken, kim
inanırsa anlamı; "kim ıslâh ederse" denirken, kim kibrinden
vazgeçerse anlamı ifade edilmektedir. "Sakınmak" inkârdan kaçınmak,
düzeltmek de kibrinden vazgeçmektir.
Âyette eylemlerin ulaşacağı nihaî noktalar tesbit
edilip, neticeleri anılmakta ve caydırıcı olması amaçlanmaktadır. Böylece
insanlara, attıkları adımın nereye varacağı bilinci kazandırılmaktadır.
Düşünceler, inanış ve davranışlar oldukları yerde kalmıyorlar, âhirete uzanan
bir süreci teşkil ediyorlar. Var olan bir inanç ve eylem hiçbir zaman
kaybolmaz, bir gün insanın karşısına çıkar.[28]
37. Allah'a yalan iftirada bulunan, ya da O'nun
âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Onlara kitaptan nasipleri erişir,
nihayet elçilerimiz gelip canlarını alırken: "Hani Allah'tan başka
yalvardıklarınız nerede?" dediklerinde: "Bizden kayboldular"
dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.
Âyetin birinci bölümü daha önce Bakara sûresinin 79;
Âl-i İmrân sûresinin 78; En'âm sûresinin 21,93,144. âyetlerinde açıklandı.
Ancak burada bazı açıklamalarda bulunulacaktır.
1.
"Allah'a yalan iftirada
bulunan ya da
O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir?" Yüce Allah iki eylemi burada eşitlemektedir: Allah'a yalan uydurmak, Allah'ın âyetlerini yalanlamak. İnkârla zulüm, günâh bakımından aynı anlamı ifade etmektedir. Allah'a yalan uydurmak ya da O'nun âyetlerini yalanlayıp inkâr etmek, zulüm tanımının kapsamına sokulmakla, zulme yeni bir tanım kazandırılmaktadır. Aynı zamanda da adalet kavramına yeni bir tanım getirilmektedir. Allah'ın âyetlerine inanmak adalettir, onları yalanlamak da zulümdür.
2. "Onların kitaptaki
nasipleri kendilerine ulaşacaktır" . Âyetin bu kısmında geçen nasîb
kelimesinin neyi ifade ettiği tartışılmıştır. Bu tartışmaların özetini Râzî
nakletmektedir. Burada tartışmaları gündeme getirmeyi uygun bulmuyoruz. Ancak
âyetin bundan sonra gelen bölümüne bakarak "nasib"in dünyada
olduğunu anlıyoruz. Bundan hareketle Râzî'nin naklettiği son açıklamayı uygun
buluyoruz. Bu durumda âyetin söz konusu kısmındaki nasip kavramının,
"belirlenen ömür ve rızık" anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar için önceden belirlenen ömür ve nzıktan
nasiplerine düşeni elde edecek ve onu yaşayacaklardır, anlamına gelmektedir.
Onlar ömürlerini tamamlayacaklar, rızıklanndan da istifade edeceklerdir.
3. "Sonra da elçilerimiz
gelip canlarını alırken, Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede?
derler". Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, "kitaptan nasip"
kavramı bu dünyada olacaktır. Allah'a yalan uyduran veya O'nun âyetlerini
yalanlayanların canını ölüm melekleri alırken, sahte tanrılarının nerede olduğu
sorulacaktır. Bu soru, can alma anında onlara yöneltilecektir. Âyette ölüm
melekleri, "elçiler" olarak yer almaktadır. Allah'tan başka
tanrılara tapanlar, taptıkları tanrılar konusunda sorgulanacaklardır. Bu
sorgulama can çekişme anında olacaktır.
4.
"Ve kâfir olduklarına
dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler". Kendilerinin kâfir olmalarını
itiraf etmelerini bu dünyada yaşam anında yapsalardı, bunu anlasalardı,
doğruya, tevhîd inancına dönmüş olacaklardı. Ölüm anında olması, onları bu imkândan
mahrum etmektedir.
Yûnus sûresinin 90 ve 91. âyetlerinde ölüm anında
Firavun'un iman etmesinin fayda vermediği gündeme getirilmiştir. Bunlara da
fayda vermeyecektir.[29]
38. Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin
ve insan toplulukları arasında siz de ateşe giriniz!" Her ümmet girdikçe
yoldaşına lanet etti. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca, sonrakiler
öncelikler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için
onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!" diyecekler. Allah da:
"Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz
bilmezsiniz" diyecektir.
39. Öncekiler
de sonrakilere derler ki: "Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de
yaptıklarınıza karşılık azabı tadın".
Her iki âyeti birbiriyle ilişkili olarak ele almak
gerekir. Çünkü ikincisi birincisinin devamı durumundadır. Âyetlerin analizinden
çıkarılacak önemli ilkeler vardır.
1. "Allah buyuracak ki:
'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe
giriniz". Ayetin bu kısırında sorulacak iki soru vardır. Bunlardan
birincisi "Giriniz!" emrini kimin verdiği, ikincisi de kime
verdiğidir. "Giriniz!" emrini Allah'ın verdiği konusunda âlimlerin
çoğu ittifak etmektedir. Çünkü bu emri veren tekil olmaktadır. Bunu melekler
söyleseydi, çoğul olması gerekirdi. Ancak böyle bir yorum şu soruyla
karşılaşır: Hani âhirette Allah kâfirlerle konuşmayacaktı? Çünkü Âl-i İmrân
sûresinin 77. âyetinde "Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak"
diye buyurulmuştu. Bu açıdan bakınca "Giriniz!" emrini, cehennem
bekçisi olan meleklerin vereceğini söyleyen Mukâtil haklı görünmektedir.
Mukâtil haklı olabilir mi? Mukâtil'i şu âyetler haklı çıkarmaktadır:
"O inkâr edenler bölük halinde cehenneme
sürülür. Nihayet oraya geldiklerinde kapıları açılır, bekçileri onlara: 'Size
içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden
peygamberler gelmedi mi?' derler" (Zümer 39/7).
"Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise,
bölük bölük cennete sevkedilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri
onlara: 'Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya
derler" (Zümer 39/73). Görüldüğü gibi bu âyette "Giriniz!"
emrini veren meleklerdir. Ama âyetin devamına bakıldığında, orada buluşan
nesillerin bir öncekiler için Allah'a yalvaracaklarını görüyoruz. Bundan da bu
emri verenin Allah olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz de bu emrin Allah tarafından
verildiğini kabul ediyoruz.
Bu emrin, cin ve insanlardan sonraki nesillere
verildiği, âyetten anlaşılmaktadır. "Sizden önce geçmiş cin ve insan
toplulukları" ifadesi buna dikkat çekmektedir. A'râf sûresinin 36. âyetine
dönersek, bunların Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, büyüklenip onlardan yüz
çevirenler, 38. âyette geçen Allah'a yalan uyduran ve âyetlerini yalanlayanlar
olduğu görülecektir.
Öyle anlaşılıyor ki bu tarz yanlış inanç, iftira ve
kibirlenme, nesilden nesle intikal etmektedir. Bir sonraki nesil bir önceki
nesle âhirette dahil olacaktır. Önceki neslin hatasını göremeyen ve aynı
yanlışları takip edip hayata geçirenlerin ortak özelliği, aynı ateşin içine
girmiş olmalarıdır. Sonra gelen nesillerin daha aydın, daha derinden
sorgulayan, aldığı manevî mirasın kötü etkisinde kalmayan bir şahsiyette
olmaları gerekmez mi?
2. "Her ümmet girdikçe
yoldaşlarına lanet edecekler". Âyette geçen uht kelimesi, "kardeşine,
dindaşına, yandaşlarına, aynı fikri paylaştıklarına" demektir. Demek ki
dünyada aynı düşünceyi, aynı inancı paylaşıp grup haline gelenleri Allah orada
bir grup yapacaktır, ama onlar birbirlerine lanet edip ayrılacaklardır. Bu
dünyada birbirine arka çıkıp yoldaş olduklarını ileri sürenlerin orada
birbirine lanet etmesi, kabahati bir önceki nesle atması anlamına gelmektedir.
Âhiretin temel özelliklerinden biri, Zuhruf sûresinin 67. âyetinde belirlenmektedir: "O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar hariç, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler". Bu âyete göre takva sahipleri hariç, diğerleri birbirine düşman kesilecektir. A'râf sûresinde geçen uht kavramı ile Zuhruf sûresinin 67. âyetinde geçen ( el-ehillâu kelimesi, birbirlerine çok yakın anlam taşımaktadırlar. Biri "yandaş, kardeş", diğeri "dostlar" anlamına gelmektedir. Yüce Allah kardeşin kardeşe, dostun dosta düşman olup lanet okumasını gündeme getirerek, bu dünyada hangi grubun içine girildiğine dikkat edilmesini istemektedir.
3. "Hepsi birbiri
ardından toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar
saptırdılar.Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver' diyecekler".
Sonraki nesiller önceki nesilleri kendilerini yoldan çıkarmakla suçlayacaklar
ve bu suçlamayı Allah'a sunacaklardır. Bundan anlıyoruz ki,
"Giriniz!" emrini veren Allah'tır. Böyle bir sahnenin
anlatılmasındaki hedef, bu saptırma olayını cehennemde değil, bu dünyada
anlamamız gerektiğidir.
Aynı yalvarma şekli Ahzâb sûresinin 67-68.
âyetlerinde de görülmektedir: "EyRabbimiz! Biz reislerimize ve
büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara
iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov!" Ahzâb
sûresinin bu âyetlerinde, lanet ve iki kat azap isteği ile suçu büyüklerine
atma vardır. Aynı olgu A'râf sûresinin 38. âyetinde de yer almaktadır. Bu
dünyada kötülerin etkisi altında kalmanın, yanlış eğitimin, sosyal ilişkilerin
ağırlığı vurgulanmakta; grup psikolojisinin ferdin psikolojisini nasıl devre
dışı bıraktırdığı, insanların irâdelerinin ellerinden alındığı anlatılmaktadır.
Ayetin bu kısmında yer alan kelimesi, "kat
kat" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin İmâm Şafii tarafından miras
hukukunda kullanıldığını Râzî bize nakletmiştir. Bu keilme bir taraftan ceza
diğer taraftan da mi-
zi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne
de evlâtlarınız, iman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının
kat kat fazlası mükâfat vardır" (Sebe' 34/37).
Ahzâb sûresinin 30. âyetinde azabın "iki
kat" verilmesinden bahsedilirken j*iîf dı'feyn kelimesi kullanılmaktadır.
Bakara sûresinin 265. âyetinde sevabın iki kat verilmesini ifade ederken de
Allah bu kelimeye yer vermektedir. Demek ki cehenneme giden sonraki nesiller
önceki nesillere kat kat azap vermesi için Allah'a dua edeceklerdir. Onların bu
duasına Allah'ın cevabı şu olacaktır.
4. "Allah da: 'Zaten
herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz'
diyecektir". Bunun anlamı şudur: Bir sonraki neslin bir önceki nesilden
şikâyet edip fazla azap dilemesi, zincirleme olarak devam edecektir. Bir
öncekinden şikâyet eden nesilden bir sonraki de şikâyet edecektir. Her nesil
bir sonrakini yanlışa sevketmesi, yoldan çıkarması, yanlış eğitim verip kötü
etkide bulunması sebebiyle azap görecektir. Bu durum Nahl sûresinin 25.
âyetinde şu şekilde açıklığa kavuşturulmaktadır: "Kıyamet gü-nünde kendi
günâhlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları
kimselerin günâhlarından da bir kısmını yüklenmeleri için. Bak ki
yüklenecekleri şey ne kötüdür!"
Yüce Allah, onların nasıl azap göreceklerini onların
bilmediklerini söylemektedir. Gerçi Allah kitabında bunu açıklamaktadır, ama
onlar dini inkâr ettiklerinden böyle bir değerlendirmenin olacağından haberdâr
olamayacaklardır. Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, onlara karşı kibirlenip
yüz çevirmeleri, Allah'a iftira etmeleri, bu bilgisizlikleri sebebiyle
olacaktır.
5. "Öncekilerde
sonrakilere derler ki: 'Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptıklarınıza
karşı azabı tadınız!" A'râf sûresinin 39. âyetindeki bu ifadeden anlıyoruz
ki, cehennemde bile üstünlük meselesi gündeme gelecektir. Üstünlük söz konusu
edildiğine göre, bu sözü konuşanların dünyada nesillere yön veren yöneticiler,
eğiticiler, anne babalar olması büyük ihtimaldir. Bu durumun bir benzeri,
Kur'ân'ı inkâr eden ileri gelenlerle, onların yoldan çıkardığı zayıf
şahsiyetli kimselerin ele alındığı Sebe' sûresinin 31-33. âyetlerindedir.
"Sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur"
ifadesine başka bir açıdan bakabiliriz: "Aramızda hiçbir fark
yoktur" mânasına aldığımızda, "Siz de günahkârsınız, işlediğinizin
azabını tadınız!" diyeceklerdir. Âyete göre onlar, yoldan çıkarılanla
yoldan çıkaranın orada bir farkı olmayacağım ifade etmektedir. Âyetteki üstün
mânası verilen S£ fadl kelimesine, "fark" mânası verebiliriz. Bunun
başka bir anlamı da, sonraki nesil olduğunuza göre, bizden farklı olmanız
gerekirdi. Sonraki nesillerin daha hür iradeli, kendi irâdesine, düşüncesine ve
kimliğine sahip çıkanlar olması gerekirdi. Hür irâdenizi kul-lanmamamz da size
bir yükümlülük getirmektedir. Hür irâdenizi kullanmamanız bakımından aranızda
hiçbir fark yoktur, anlamında bu ifadeyi kullanacaklardır.
Demek ki bu dünyada nesillerin birbirini kötü mânada
etkilemeleri, onların irâdesine, düşüncesine ve hayat tarzına tecavüz
etmelerinin sonuçları, âhiretteki tartışmaya kadar uzanacaktır. Olumsuz
eğitimin kötü sonuçları, cehennemde bile konu edilecektir. Kötü etki, yanlış
eğitim, öteki hayatı da sarsacak, cehennemi tartışma alanına çevirecektir.
Kötü etkiler ve yanlış eğitim nesillerin sadece bu dünyasını karartmıyor, ateşe
çevirmiyor, öteki dünyalarını da ateşe çeviriyor.
A'râf sûresinin 38-39. âyetleri gönderilmekle, iki
boyutlu bir eğitim görevi yapılmaktadır. Önceki nesillere, sonraki
nesillerinin kendilerinden şikâyetçi olmayacakları bir etki ve eğitim alanı
oluşturmaları; yeni nesillere de hür irâde, düşünce ve kararlarını kullanarak
yetişkin neslin kötü etki ve yanlış eğitiminin etkisi altında kalmamaları
öğütlenmektedir. Çünkü hür irâdesini ve düşüncesini kullanıp yetişkin neslin
etkilerini sorgulamayan nesiller, öteki dünyada bunun cezasını çekecektir. Hür
irâdenin ve düşüncenin kullanılmamasının vebali çok ağır olacaktır.[30]
40. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı
kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar,
deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte
böyle cezalandırırız.
41. Onlar
için cehennem ateşinden döşekler, üzerlerine de örtüler vardır. İşte zâlimleri
böyle cezalandırırız.
Bu âyet daha önce açıklandığı gibi, 36. âyetin
açılımı durumundadır. Orada Yüce Allah, kendi âyetlerini yalanlayanların ve
onlara karşı kibirle-nenlerin cehennemde ebedî kalacaklarını buyurmuştu. Şimdi
bu âyette de onların cennete asla giremeyeceklerini başka bir anlatımla
gündeme getirmektedir.
1. Mücrim kimdir? Bu âyette
"suçlu" anlamına gelen mücrime bir tanım getirilmektedir. Buna göre
"Allah'ın âyetlerini yalanlayan, yani inkâr edip onlara karşı kibirlenmek
isteyenler"e mücrim denmektedir. Yûnus sûre-
tanımlanmaktadır: Allah'a karşı yalan uydurandan
veya onun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlimdir? Bilesiniz ki suçlular
asla kurtuluşa eremezler". Demek ki mücrim denen suçlu, Allah'a yalan
iftirada bulunan, âyetlerini inkâr eden kimsedir.
Yûnus sûresinin 50. âyetine göre, Allah'ın azabını
acele isteyen kimseler, mücrimlerdir. Kasas sûresinin 78. âyetine göre,
günâhlarından sorgulanmadan cezalandırılacak olanlar mücrimlerdir. Dünyada
kendi hür irâdesini ve düşüncesini kullanamayıp kolayca etki altında kalıp
haktan dönen kimseler mücrimlerdir (Rûm 30/55). Günahkâr olduğunu anladıktan
sonra mahşerde Allah'ın huzurunda başlarını eğip bir daha bu dünyaya gelmek
isteyecek olanlar mücrimlerdir (Secde 32/12). Mahşerde diğer insanlardan
ayrılıp farklı muamele görecek olanlardır (Yâsîn 36/59). Allah'a karşı ululuk
taslayan, peygamberleri taşlayan, peygamberlere inanmayan kimselere mücrim denmektedir
(Duhân 44/19-22). Mahşerde simalarından tanınan, perçem ve ayaklarından
yakalananlardır (Rahman 55/41). Suçlular, cehennemi yalanlayanlar ve o
yalanladıkları cehennemde kaynar suda dolaşanlardır (Rahman 55/43-44).
Homoseksüelliği hayat tarzı edinip Allah'ın taş yağdırarak cezalandırdığı
kimselerdir (A'râf 7/82-84). Günâh işleyip Allah'tan yüz çevirenlere
denmektedir (Hûd 11/52). Yüce Allah'ın azabını asla geri çevirmeyeceği
kimselerdir (Yûsuf 12/110). Peygamberle alay edip inkarcılığını gönüllerinin
duvarlarına işleyenlerdir (Hicr 15/11-12). Mahşerde amel defterleri önüne
konduğunda, o defterin her şeyi sayıp döktüğünü görünce, çok ağır pişmanlık
duyacak olanlardır (Kehf 18/49). Mücrimler, peygamberlere düşmandır (Furkan
25/31). Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve Allah'ın helak ettiği
suçlulardır (Duhân 44/34-37). Sapıklık ve çılgınlık içinde olanlardır (Kamer
54/47). Toplumda bozgunculuk yapan, kendilerini aldatan ve bunun farkında
olmayan önderlerdir (En'âm 6/123).
Bütün bu âyetler, mücrim denen suçluları anlatmakta,
inanç yapılarını ve davranış biçimlerini açıklamaktadırlar. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyet mücrim kavramına, Allah'ın âyetlerini yalanlayan, onlara
kibirlenmek isteyen, kendilerine gök kapılan açılmayan, asla cennete giremeyen
tanımını getirmektedir. Yüce Allah 41. âyette mücrimi, "cehennem döşeği ve
örtüsü olan zâlim kimse" olarak tanımlamaktadır. Böylece gök kapılarının
kapandığı, cennetin ebediyen yasaklandığı, döşeğinin ve örtüsünün cehennem
olduğu, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onlara karşı kibirlenmek isteyen
zâlim insanlara mücrim denmektedir.
2. Gök kapılarının açılmaması
ne demektir? Mücrimlerin tanımında yer alan en önemli özelliklerinden biri, gök
kapılarının onlara açılmamasıdır. Göğün kapıları mı vardır da onlara açılmayacaktır?
Bu sorunun cevabını verirken başka âyetlere gitmek gerekiyor.
a) Yüce Allah'ın canlılar ve
özellikle insanlarla bazı ilişkiler kurduğu kanallara, "kapılar"
denmektedir. Bu kanallar fizikî mânada kapı veya kanalı ifade etmemektedir.
İnsan gücünün üstünde olan her şey onun için "semâ" sayılmaktadır.
İnsan elini kaldırınca parmağının ucundan yukarısı onun için maddî anlamda semâ
olmaktadır.
Manevî anlamda insan aklının, yeteneklerinin
ulaşamadığı noktadan ötesi, onun için psikolojik semâdır. İnsan gücünün
yetmediği alandan gelen her şeye Allah "gök kapısı" adını
vermektedir: "Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine
her şeyin kapılarını açtık..." (En'âm 6/44). Burada "her şeyin
kapısı" denirken, mutluluğa götüren her şeyi kastetmektedir. Rızkın,
güzelliklerin, iyiliklerin ve mutluluğun kapılan anlamına gelmektedir. İşte
En'âm sûresinin 40. âyetinde kastedilen kapılar bu kapılardır.
b) Nûh tufanında Allah yağmuru
şiddetli bir şekilde yağdırdığını ifade ederken, Kamer sûresinin 11. âyetinde
şöyle demektedir: "Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün
kapılarını açtık". Yağmurun buluttan yağdığını biliyoruz, ama çok yağmur
yağınca, bir tekerleme olarak "Göğün dibi delindi"; "Gökyüzünün
olukları aktı" deriz. Bu tür ifadeler benzetme yoluyla kullanılan
ifadelerden ibarettir.
Onlara gök kapılarının açılmamasının A'râf sûresinin 40. âyetindeki anlamı, çözüm getiren ilâhî müdahaleler, rahmet ve nzık kapılan demektir. Dertlerini, sıkıntılannı, belâlannı Allah'a sunup çare arama kapılannın onların üzerine kapandığı ifade edilmektedir. Bir bakıma Allah onlarla alâkasını tesmiş, lütuf ve ihsanını onlardan uzaklaştırmış demektir. Güzellikleri, iyilikleri, lütuf ve ihsanı ilâhî âlemden bu âleme getiren kapılarla, insanın iyi düşünce ve amellerini Allah'a götüren (Fâtır 35/10) kapılar, çıkış yolu demektir.
3. Onlar cennete giremezler.
"Ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete
giremeyeceklerdir". Âyetin bu kısmındaki "deve-iğne" ilişkisi,
onların cennete girişlerinin imkânsızlığını ifade içindir. Alimler buradaki deve
anlamına gelen cemel kelimesini "iğne" ile bağdaştırmadıklarından onu
"halat" anlamına gelen cümmel şeklinde okumuşlardır. Kalın urgan, halat
iğnenin deliğinden geçerse, onlar da cennete girerler benzetmesini yapmışlardır.
Âlimlerin bu konudaki açıklamasını Muhammed Esed
şöyle özetlemektedir: Cümlede geçen cemel sözcüğüne gelince, bunun, bu anlam
örgüsü içinde deve olarak tercüme edilmesi, hiç şüphe yok ki yanlış olur.
Zemahşe-rî'nin belirttiği (ve Râzî dahil diğer klasik müfessirlerin de
desteklediği gibi) İbn Abbâs, sözcüğü "kalın urgan" ya da halat
anlamına gelen cümmel şeklinde telaffuz ederdi. Aynı okuyuş şekli, Ali b. Ebû
Tâlib'e de atfedilmektedir[31].
Belirtmek gerekir ki, sözcüğün cümmel, cüml, cümul ve nihayet Kur'ân'ın genel
kabul gören okuyuşuyla cemel şeklinde değişik lehçe telaffuzları vardır.
Bunların hepsi de "kalın bükümlü urgan" anlamına gelmektedir[32].
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayeti nakleden Zemahşerî, Allah'ın deve ile iğne
arasındaki münasebetsiz bir mecazı kurmayacağını ifade etmektedir[33].
Bu âlimlerin ilgili kelimeyi cemel okunduğu halde
cümmel okuyarak kendi istedikleri mânaya çekmelerini doğru bulmadığımızı
söylemekte yarar vardır. Halat iğnenin deliğinden geçmez, ama inceltirseniz
geçer. Fakat deveyi asla inceltemez ve oradan geçiremezsiniz. Bize göre Allah
iğne ile deve arasında bir ilişki kurarak onların cennete girmelerinin
imkânsızlığını ifade etmektedir.
Âyetin bu kısmında geçen yelice kelimesi velece fiilinden türemiştir:
"Girmek, eve girmek"; evlece kalıbı "bir şeyi diğer şeye
sokmak"; vellece kalıbı, "hayatında malını çocuklarına bağışlayıp
başkalarının kendisinden bağış istemesini önlemek"; velice kalıbından
alınınca, "kişinin ailesinden olmayan, ama güvendiği, sırdaşı" anlamına
gelmektedir.
Kur'ân'da iğnenin deliğinden geçmek (A'râf 7/40)
âyetindeki ilgili kelime: yerin içine giren, sızan (Sebe' 34/2); gecenin
gündüze, gündüzün geceye girmesi, birbirini takip etmeleri (Âl-i İmrân 3/27);
sırdaş (Tevbe 9/16) mânalarına gelmektedir. Genelde maddî anlamda
kullanılmasına rağmen, A'râf sûresinin 40 ve Tevbe sûresinin 16. âyetlerinde
manevî anlamda geçmektedir. Âyetin bu bölümünde hem "girmek"
anlamına gelen dahale kelimesi, hem de "geçmek" anlamında velece
kelimeleri bir araya gelmektedir.
4. "Biz günahkârları
böyle cezalandırırız". "Böyle cezalandırırız" buyurduğu ceza
şekilleri nelerdir? Bu soruyu aym âyetlerden şöyle cevaplandırırız: a) Onlara gök kapılan açılmaz, b) Onlar cennete giremez, c) Onlara cehennemden döşekler ve örtüler
yapılır.
A'râf sûresinin 40. âyetinde mihâd kavramı ile gavâş
kavramı yer almaktadır. Mihâd kelimesi, mühüd kelimesinin çoğuludur. Mühüd,
"yatak" anlamına gelmektedir. Ezherî, mehd kelimesinin
"sermek" anlamına geldiğini, yere yayıldığı için de döşeğe
"mihâd" dendiğini söylemektedir. Gavâş, gâşiye kelimesinin çoğuludur.
"İnsanı bürüyüp kaplayan her şey"e gâşiye denmektedir. Bu kelime
"asık surat" mânasına da gelmektedir. Mihâd ile gavâş bir araya
gelince, cehennem onları her tarafından saran, kaplayan, içine alan yatak,
yorgan örtüleri olmaktadır.
"Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız"
ifadesinden anlıyoruz ki, Allah suçlu anlamına gelen mücrim ile zâlim
kelimesini aynı anlamda kullanmaktadır. Mücrim denen zâlim, zâlim denen
mücrim, Allah'ın âyetlerini yalanlayan, inkâr eden ve onlara karşı kibirlenmek
isteyenlerdir. Zâlim kavramı, kâfir ve müşrik mânasına da gelmektedir.[34]
42. İnanıp
iyi işler yapanlar -hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını önermeyiz-
işte onlar, cennet halkıdır, onlar orada sürekli kalacaklardır.
43. Onların göğüslerinde kinden ne varsa hepsini
çıkarıp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır. Lütfedip bizi buraya
getiren Allah'a hamdolsun, Allah bizi getirmeseydi, biz bunu bulamazdık. Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişler, dediler. Onlara: "İşte size cennet,
yaptıklarınıza karşılık size miras verildi" diye seslenildi.
Her iki âyet cennetin miras olarak verileceği
insanların özelliklerini anlatmaktadır. Önceki iki âyette cehennemlik olan
kâfir, mücrim ve zalimler anlatıldıktan hemen sonra cennetliklerin ele
alınması, yani Kur'ân'ın bir şeyi zıddıyla anlatması, genel bir anlatım
metodudur.
Bu anlatım tarzı, insanda bir ritim psikolojisi
oluşturmaktadır. Mücrim, zâlim ve cehennem, insan psikolojisini germekte; iman,
iyi amel ve cennet kavramları da insan psikolojisini rahatlatmakta,
geriliminden kurtarmakta, karamsarlığını ortadan kaldırmakta ve iyiye teşvik
etmektedir. Bu kötümserlikten iyimserliğe, ümitsizlikten ümide, gerilimden
gevşemeye, mutsuzluktan mutluluğa olan geçiş, karşılaştırmalı metodun
etkinliğini ifade etmektedir. Şimdi âyetlerin içeriğini ele alıp
açıklayabiliriz:
1.
İnanıp iyi işler yapanlar
-hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını önermeyiz- işte onlar, cennet
halkıdır, onlar orada sürekli kalacaklardır". Genelde âlimler, "Hiç
kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını önermeyiz" cümlesini "ara
cümle", yani cümle-i mu'tanza olarak nitelendirmektedirler. Çünkü onlara
göre, âyetin önü ve arkasıyla doğrudan bir alâkası yoktur. Oysa bu cümlenin
âyetin başı ve sonuyla yakından alâkası vardır. Yüce Allah'ın teklif ettiği
iman ve insanlardan istediği iyi işler, insanın gücüne ağır gelmeyeceğini
gündeme getirmektedir. Allah'ın emrettiği yükümlülüklerle insanın gücü arasında
bir denge vardır. Daha önce Bakara sûresinin 286. âyetinde bu konu
derinlemesine açıklandı. Buradaki anlamı, insanı cennete götürecek amelleri
yapmaya insanın gücünün yeteceğidir. İlâhî emirlerin ve insana yüklediği
sorumlulukların merkezinde insanın gücü yer almaktadır. Her şey ona göre
ayarlanmaktadır. Önemli olan insanın bu gücünü ortaya koymasıdır. Bu güç
harekete geçince, gerekli olan şeyleri yapacak ve onu cennete götürecektir.
Mücrim ve zâlimlerin yeri cehennem, iman edip iyi
amel işleyenlerin yeri de ebedî kalacaktan cennettir. Demek ki mücrimler, kendi
potansiyel güçlerini harekete geçirip ilâhî emirleri yerine getirmediklerinden
bu sıfatı almış ve cehennemlik olmuşlardır. İmanlı olarak yapılan iyi işler
insanı cennete götürmektedir, yani insan dünyadaki davranışlarıyla cennetini
hazırlamaktadır. Cennet, insanın iyi amellerinde başlamakta ve bir süreç
olarak âhi-rette de devam etmektedir.
2. "Göğüslerinde kinden
ne varsa hepsini çıkarıp at-mışızdır". Cennetin miras olarak verildiği
insanların üçüncü özelliği, Allah'ın onların gönlünde bir operasyon yaparak
kini söküp atmasıdır. Bir önceki âyette geçen güç meselesinde, insanın gücünün
yetmeyeceği bir alan olduğu bu âyetle ortaya çıkmaktadır. İnsanın gücünün
yetmediği alanlardan biri de, gönlündeki kini söküp atmasıdır. O zaman devreye
Allah girmekte, kulunun gönlündeki kini söküp atmaktadır.
Haşr sûresinin 10. âyetine bakınca, gönüldeki kini
söküp atıp orada kin bırakmama kudretinin Allah'a ait olduğunu görürüz:
"Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!" Böyle dua
etmenin altında yatan esas, insanın kendi gönlünde operasyon yaparak kinini
söküp atmamasındaki acziyetidir. Demek ki gönülden kini söküp atmak çok zordur;
bunu gerçekleştirmekte insan Allah'a muhtaçtır. Bu konudaki müdahale insanın
iman ve iyi işler üretmesine bağlıdır. Yüce Allah insanın gönlünde imanla
kinin bir arada kalmasını istememektedir.
3.
"Onların altlarından ırmaklar
akar...". Bu durum, cenneti mi anlatıyor, yoksa iman etmiş, iyi işler
işlemiş ve gönlünden kin sökülüp atılmış insanın bu dünyadaki durumunu mu
anlatıyor? Bize göre bu soruya öncelikle, insanın içindeki iyilik, güzellik
ırmaklarının akması anlamına gelmekte, ama aynı zamanda âhiretteki cennetin
ırmaklarını da ifade etmektedir, şeklinde cevap verebiliriz. Demek ki inkâr,
zulüm, günâh ve kin, insanın içindeki iyilik, güzellik, iman, düşünce, sevgi ve
aklını kullanma ırmaklarını kurutmakta, onların pınarını tıkamaktadır. İman
edip iyi ameller işledikten ve gönlünden kinin sökülüp atılmasından sonra bu
pınarları açılmakta, kuruyan nehirler akmaya başlamaktadır.
Bu dünyada insanın beyin ve gönlünde akan nehirler,
âhirette de cennetin nehirlerine dönüşmektedir. Kin, insanın içindeki
pınarları, nehirleri kuruttuğu gibi, cennetteki ırmakları da kurutmaktadır.
Gönülden kin çıkınca cennetteki ırmaklar akmaya başlıyor.
4. "Ve onlar derler ki:
'Hidâyetiyle bizi (bu nimetlere) kavuşturan Allah'a hamdol-sun. Allah bizi
doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten
Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler". Kur'ân'ın konuşma üslûbunda
bazan gelecek zamanlar, geçmiş zaman olarak ifade edilmektedir. Bunun ana
sebeplerinden biri, gelecekte olacak olan o şeyin mutlaka gerçekleşeceğidir.
Âyetteki "dediler" fiili, aslında "kesinlikle diyecekler"
anlamına gelmektedir.
İman edip gönülden kinin sökülüp atılmasıyla insanın
duası bile değişmekte, nimetin kaynağı konusundaki fikrinde bir değişim
meydana gelmekte, kendi kudretiyle ilâhî kudretin neler yapabileceği konusunda
isabetli görüş beyan etmektedir. Bu kişilerin mahşerde yapacağı duanın adını
bu âyet "hamd" olarak koymaktadır. Orada kavuştuğu ve elde ettiği
ödülü sebebiyle yapacağı hamdin içeriği şöyledir:
a)
"Hidâyetiyle bizi (bu nimetlere) kavuşturan
Allah'a hamdolsun". Yüce Allah'ın iman edip iyi ameller işleyen ve
gönlünden kini söküp attığı kişilere vereceği ödülü takdir ederek, o ödüle
kavuşması için bu dünyada kendisine kılavuzluk yaptığını hatırlaması, onlara
sadece kendi gücüyle kavuşmadığının şuuruna varmasıyla hamd ibadetini
yapmaktadır. Duanın, ya da hamdin bu bölümü, hidâyetin Allah'tan geldiğini
itiraf etmektir.
b)
"Allah bizi doğru yola
iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik". Yüce Allah'ın
dünyada onlara yaptı-ğ; kılavuzluğun önemini takdir ettikten sonra, kendi
gücüyle bunu yapamamağını da itiraf ederek, hamdini doruk noktasına
çıkarmaktadırlar. Âyet, Allah'ın kudreti karşısında kendi acziyetini anlamak ve
bunu itiraf etmenin ne kadar erdemli olduğuna dikkat çekilmektedir.
c) "Hakikaten Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişle'-" , Bu dünyada peygamberlerin Allah'tan alıp
getirdiklerinin hak, yani gerçek olduğunu da itiraf edeceklerdir. Allah'ın
elçilerinden kasıt, Allah'ın pey-îimberleridir. Onların hakkı getirdiklerini
mahşerdeki hayatlarıyla bir daha adayacaklar ve bunu söyleyeceklerdir.
5. "Onlara: İşte size
cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız' diye
seslenilir". Demek ki bir önceki bölümde yaptıkları hamd, cennete girmeden
önce gerçekleşmiştir. Belki de bu dünyada yapılan bir hamd idi. Ama o zaman
"onların altla-*".ndan ırmaklar akar" diye ifade edilen oluşum
nerede gerçekleşmiş olacaktır? Buradaki ırmakların akması, dünyadaki bütün
mutluluk veren nimetlerin hizmetlerinde olması mânasına alınmalıdır.
Mahşerde, bu dünyada yaptıkları iyi ameller,
eylemler, işler sebebiyle vâris oldukları onlara söylenecektir. Herkesin korku
ve endişe için-ne teklediği bir anda insana bu şekilde seslenilmesi, ödülün
başka bir boyu-3uicr. Âyetin bu kısmında geçen
bimâdaki "bâ" harfi, "sebebiyle" anla-r.a
gelmektedir. Hangi sebeple cennete vâris oldukları anlatılmaktadır.
Dünyada yapılan ameller sebep, cennete vâris olmak
da sonuçtur. Başka bir açıdan bakarsak ameller kaybolmamakta, mutlaka bir
neticeye ulaşmaktadır.
İyi insanların dünyada yaptıkları, âhirette onları
cenneti kazandırdığı için, miras kelimesi bu âyette kullanılmıştır. Çünkü bu
kelime "kazandırdı, utanç getirdi" mânalarına gelmektedir. Yapılan
bir eylem ya şeref kazandırır ya da utanç getirir. Bu anlamda miras kelimesinin
irs, yani vâris olma kalıbı kullanılmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki A'râf sûresinin 42 ve
43. âyetleri, insanları imana ve iyi iş işlemeye teşvik eden açıklamalar
getirmektedir. İman edip iyi iş işleyenlerin gönlünde Allah bir operasyon
yaparak kini söküp atmakta, mutluluğu getiren bütün nimetlerini sunmakta ve
onları cennetine vâris olarak tayin etmektedir. Önceki iki âyet ele alınınca,
ortaya çıkacak olan fark, bu âyetlerin ne kadar iyiye, doğruya teşvik edici
olduğunu gösterecektir.
Bu âyetler grubunda kâfirlerin âhiretteki durumu
anlatılırken, orada durmayıp hemen iyilerin durumunun anlatılmasına
geçilmesinin metodunu da yakalıyoruz. Dini tebliğ ederken durulacak yer
cehennem değil, cennet olmalıdır. İnsanlara cehenneme ve cennete kendi
amelleri sebebiyle gideceklerini öğretmeli, bu dünyada yapılmayan bir şeye ne
ceza ne de ödül olmayacağının bilinci kazandırılmalıdır. Ameller asla
kaybolmadığı, âhiretteki bütün oluşumların ve elde edilecek olan hayat
tarzının tamamen bu dünyada, beynin, gönlün çalışması ve davranışlarla elde
edileceği insanlara mutlaka aşılanmalıdır. İnsanlar başkalarının amelleriyle
değil, kendi amelleriyle âhirette bir hayat tarzı kazanacaktır. Bu bilinç, bu
dünyada iken bir şeyler yapıp geriye bırakma arzusunu körükleyecektir.[35]
44. Cennet ehli cehennem ehline: "Biz
Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size vaad
ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenir. "Evet!" derler. Ve
aralarından bir çağrıcı, "Allah'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun!"
diye bağırır.
45. Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve o yolu eğip
bükmek isteyen zâlimlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir.
Âyet cennetliklerle cehennemliklerin arasında bazı
konuşmaların geçeceğini ve bu konuşmaların içeriğini verirken, âhiretten bazı
sahnelerin olacağına işaret etmektedir. Âyetin içerdiği konulardan şu
genellemelere varabiliriz:
1. Cennetle cehennem birbirine
çok yakın bir mesafede olacaktır. Cennet ehli cehennem ehline seslendiğine
göre, mesafenin uzak olmaması gerekiyor. Ama bu sesleniş, cennetliklerin
cennete, cehennemliklerin cehenneme yerleşmesinden önce olması mümkün değil
midir? Mahşerde cennetliklerin ve cehennemliklerin kimler olduğu tesbit edilip
ayrıldıkları zaman bu sesleniş gerçekleşmiş olamaz mı? Âyetten anlıyoruz ki,
bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değildir. Çünkü cehenneme girince, azabı
tadınca Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu anlamış olacaklardır. Âyetteki
"bulmak" kelimesi bunu ifade etmektedir.
2.
Önemli olan Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu
bu dünyada anlamaktır. "Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk;
siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" Yüce Allah
gönderdiği vahiyle insanları kötü fiillerden caydırmak için cehennemi, iyi
eylemlere teşvik etmek için de cenneti motif olarak kullanmakta ve vaad
etmektedir.
Bu durum âhiret inancının kapsamı içine girmektedir. Bu bizi şu esasa götürmektedir: Âhireti, ceza ve mükâfatı olmayan bir felsefe, din olamaz. Dinle felsefeyi birbirinden ayıran en önemli özelliklerden biri budur. Dinlerin âhiret inancı olduğu halde, felsefelerin böyle bir inancı yoktur ve bu sebeple felsefe, din değildir. İnsanlara cennet ve cehennem vaad edemez, ebedî hayattaki ceza ve ödülü getirecek, cezaya sebep olacak davranışların düzenlemesini de bu dünyada yapamazlar. İnsanlık iyi ve kötü adına ne değer üretmişse, bunu dinlerin mirasına borçludur. Onun için âhirete uzanmayan bir eylem biçimi dinden değildir ve olamaz. Cennetliklerin, cehennemliklere sorduğu sorudan, inananla inanmayan arasındaki farkı çıkarıyoruz.
İnanıp cennete giden insan, A'râf sûresinin 43.
âyetine göre cennete vâris olan ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bu
dünyada anlayıp inanan insandır. Ama kâfir o vaadin gerçek olduğunu bu dünyada
anlayıp iman etmeyen, fakat âhirette anlayacak olandır. Müslümanın beyni ve
gönlü dünyanın sınırları içinde hapsolmayan, âhirete uzanan bir eylemle iman
etmekte, ebedî hayatın olacağına yakînen inanmaktadır. İnkâr psikolojisi
insanın ufkunu daraltıp dünya ile sınırlandırmaktadır. İnananla inanmayanın
farkı, beyin ve gönülde başlamaktadır.
Demek ki iman, iş başa gelmeden önce onu görebilme
yeteneği dediğimiz gönül gözünü oluşturmaktadır. İnkâr eden insan, böyle bir
yeteneği elde edememektedir. Onun oluşmadan bir şeyi kestirmesi, düşünmesi ve
inanması imkânsızdır. Sonuçta âhirette cehennem azabını tadınca, ilâhî vaadin
hak olduğunu anlayacaktır.
3. Kâfirlerin "Evet"
demesi işe yaramayacaktır. "Cehennemlikler 'Evet' derler". Âhirette
kâfirler azap tecrübesini tadınca, cennetliklerin sorduğu soruya
"Evet" diyeceklerdir. Bu cevabın iyilik adına hiçbir işe yaramayacağı,
A'râf sûresinin 50. âyetinden anlaşılmaktadır. Âhiretteki kabulün azabı
giderici bir özelliği yoktur. Önemli olan bu dünyada kabul edip inanmak ve
Allah'a karşı "Evet" demektir.
Âhirette cennetliklerle cehennemliklerin arasında
geçecek olan bu konuşmanın bize dünyada anlatılmasının eğitim açısından önemi,
âhiret inancının insanı caydırıcı ve teşvik edici bir özellik taşıdığının
öğretilmesidir. İn-san hayatının dünya ile sınırlı olmadığı, onun gelecekte
ebedî bir hayatı olacağı anlatılmaktadır. Kötülükleri işleyenlerin de
yaptıkları kötülüklerin yanlarına kâr kalmayacağı bildirilmektir.
4. Zâlimlere lanet
okunacaktır. Cehennemlikler, cennetliklere Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu
"Evet" cevabı ile bildirince "Aralarından bir çağrıcı, 'Allah'ın
laneti zâlimlerin üzerine olsun' diye bağırır" buyurulmaktadır.
Müfessirlerin bazısı bu çağrıda bulunanın başkası
olduğunu ve onların arasında bu çağnyı yapacağını söyledikleri halde, bazıları
da çağrıyı onlardan birinin yapacağını söylemişlerdir. Bize göre bu müezzinin,
yani duyurucunun melek olması muhtemeldir. Bunu nasıl ispat ederiz? Hûd
sûresinin 18. âyetine bakıldığında, bunu
net bir şekilde anlamak
mümkün olur.
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir?
Onlar Rablerine arze-dilecekler, şahidler de: 'İşte bunlar Rablerine karşı
yalan söyleyenlerdir' diyecekler. Biliniz ki Allah'ın laneti zâlimlerin
üzerinedir". A'râf sûresinin 44. âyetinde lanet ve zâlim kavramları yer
aldığı gibi, Hûd sûresinin 18. âyetinde de lanet ve zâlim kavramları yer
almaktadır.
A'râf sûresinin 44. âyetinde müezzinin, Hûd sûresinin 18. âyetinde şahitlerin sesleneceği söylenmektedir. Demek ki müezzinle şahid aynı şeyin ifadesidir. Şahidin melek olduğu kesin olduğuna göre, müezzin de melektir.
5. Lanet edilen zâlimler
kimlerdir? Hûd sûresinin 18. âyetinde ve bir sonraki âyette lanet edilen
zâlimler açıklanırken, A'râf sûresinin 44. âyetin-deki zâlimlerin açıklaması,
45. âyette yapılmaktadır. Hûd sûresinin 18 ve 19. âyetlerinde lanet okunan
zâlimlerin özellikleri şöyle açıklanmaktadır; Allah'a karşı yalan uyduran,
Allah'ın yolundan alıkoyan, o yolu eğri büğrü gösteren ve âhireti inkâr
edenlerdir. A'râf sûresinin 45. âyetinde ise, Allah'ın yolundan alıkoyan, onu
eğri büğrü gösteren ve âhireti inkâr edenler olarak takdim edilmektedirler.
Görülüyor ki A'râf sûresinin 44 ve 45. âyetlerindeki zâlim kavramının
açıklaması yapılmaktadır. Cehennemlikler, meleğin lanet okuduğu zâlimlerdir. Bu
açıklama 44. âyette yer almaktadır. Ama zâlim kavramının açıklaması 45. âyette
yapılmaktadır. Şimdi 45. âyette geçen bu özellikleri açıklayabiliriz.
a)
"Onlar, Allah'ın
yolundan alıkoyanlardır". Âyetin bu bölümü ve zâlimlerin bu özelliği,
onların inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olduklarını ifade etmektedir. Başka
bir ifade ile din ve vicdan hürriyetini ortadan kaldırmaya çalıştıklarını
göstermektedir. Allah'ın yolu iman, ibadet, yani din yoludur.
Her pağda toplumlarda, inanç ve ibadet özgürlüğüne
mani olanlar çıkacaktır. Bu da Allah'ın yolunu engellemek anlamına
gelmektedir. Bu insanlar zâlimdirler ve bunların âhiretteki yeri cehennemdir.
Yüce Allah bunu ilân ederken amacı, inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olmaktan
caydırmaktır. Yüce Allah bunu ilân etmekle hem siyasete hem hukuka ve hem de
insan haklarına ve özgürlüklerine bir ilke kazandırmaktadır.
İnanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak zulüm
olduğuna göre, bu zulme uğrayanlar da kendilerini korumalı ve savunmalıdırlar.
Bunun nasıl olacağı, Hac sûresinin 39 ve 40. âyetlerinde anlatılmaktadır.
Allah'ın yolunu engelleyen, yani inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olanların bu
davranış şeklinin Hac sûresinin 40. âyetinde ülkelerinden çıkarmak şeklinde
olacağı beyan edümektedir. "Onlar, başka değil, sadece 'Rabbimiz
Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir". Allah'a inandığı için yurtlarından çıkarılan insanlar zulme
uğramış, onları çıkaranlar da inanç ve ibadet özgürlüğüne engel olanlar ve o
özgürlüğü yok edenler olarak tanımlanmışlardır.
b) "Onu eğri bir hale
getirmek isteyenlerdir". Bu zâlimler, Allah'ın yolunu engellemekle
kalmıyor, bu yolun eğri, dolambaçlı ve yanlış olduğunu gösterme çabasına da
giriyorlar. Allah'ın yolunu engellemek, inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak
iken, o yolu eğri, dolambaçlı göstermek de hakikati saptırmaktır. Bütün bu
işler, insanlar arasında bir mücadelenin olduğunu ifade etmektedir. Din,
inancın bu mücadelenin dinamiklerinden, yanı belirleyici özelliklerinden,
sebeplerinden biri olduğunu .göstermektedir.
Onun içindir ki Allah, kendi yolunun doğru
(mustakîm) olduğunu söylemektedir. Doğru yolu eğri göstermek, öğrenim hakkına
tecavüz demektir. İnsanlara doğru olanı öğretmek onların hakkı, öğretenin de
görevi olmaktadır. Allah'ın yolunun eğri olarak gösterilmesi, bu fiilin
zalimlik şeklinde nitelendirilmesi için yeterli sebeptir. Hakikati saptırmak,
doğru olanın öğrenilmesini engellemek, zulümdür.
c) "Onlar âhireti de
inkâr edenlerdir". Bu özellik, onların kendilerini ilgilendirmektedir.
Âhireti inkâr etmek de zulüm kavramının kapsamına girmektedir. Allah'ın yolunu
engellemek, onu eğri gösterme çabasında olmak ve âhireti inkâr etmek gibi üç
menfî özellik, âhirette lanet okunmak için yeterli sebepler olmaktadır. Bunlar
lanet edilecek olan zâlimlerdir.
İlk iki özellik başkalarıyla ilgili olduğu halde,
sonuncusu kendileriyle alâkalıdır. Lanet edilecek olan bu zâlimler,
başkalarının inanç ve ibadet öz-Ettdüğüne mani olurken, âhirete inanmamakla da
kendilerine zulmetmektedirler. Kendi inanç özgürlüklerini de yok
etmektedirler. Âyetteki zulüm hem başkasına ve hem de kendilerine yaptıkları
haksızlığı ifade etmektedir.[36]
46. İki taraf
(cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A 'râf üzerinde de herkesi
sımalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri
halde (girmeyi) umarak cennet ehline: "Selâm size!" diye seslenirler.
47. Gözleri
cehennem ehli tarafına döndürülünce de: "Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler
topluluğu ile beraber bulundurma!" derler.
48. (Yine)
A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki:
"Ne çokluğunuz ne de-taslamakta olduğunuz büyüklük size bir yarar
sağladı".
49. Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete
erdirmeyeceği-ne dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (Ve cennet ehline
dönerek): "Giriniz cennete! Artık size korku yoktur ve siz üzülecek de
değilsiniz" (derler).
Bu âyetler, cennet ve cehennem ehlinin dışında, bir
de A'râf ehlinin olduğuna işaret etmekte ve onların durumunu açıklamaktadır.
1. "Onlar arasında bir
perde vardır". Burada anlatılan gruplar, cennet ve cehennemliklerdir.
Cennet ve cehennemliklerin arasında bir perde olduğundan birbirleriyle konuşma,
birbirlerine seslenme imkânına sahip olacaklardır. Âyetin bu kısmında geçen
hicâb kavramı, Hadîd sûresinin 13. âyetinde sûr olarak geçmektedir. Hadîd
sûresinin 13. âyetinde münafık erkeklerle münafık kadınlar, inananların
nurundan bir parça ışık alma isteğinde bulunduklarında, içinde rahmet, dışında
azap bulunan bir sûrun aralarına çekilecek olduğu belirtilmektedir. A'râf
sûresinin 46. âyetinde de cennet ehli ile cehennem ehli arasında bir perde
olduğuna dikkat çekilmektedir. Yapı itibariyle perde ile sûr aynı şeyi ifade
etmektedir.
2. "Ve A'râf üzerinde de
herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır". Bu sûre, âyetin söz konusu
kısmında geçen a'râf kelimesinden ismini almaktadır. A'râf kavramı,
"yüksek ve yüce olan mekân"ı ifade eden urf kelimesinin çoğuludur.
Atın yelesine, horozun ibiğine de bu ad verilmektedir. Yüksek olması sebebiyle
alçak yerlere nazaran daha iyi tanındığı için yüksek yerlere de bu ad
verilmektedir.
Arafe "bilmek, idrak etmek, itiraf etmek, ikrar
etmek, idare etmek" mânalarına gelmektedir. Arrafe kalıbından alınınca,
"hacıların Arafat'ta durması, öğretmek, bildirmek, bir şeyi süsleyip
güzelleştirmek, yitik olanı aramak"; i'tiraf kalıbından alınınca,
"günâhını itiraf etmek, bir şeye sabır ve sebat etmek, kabul etmek";
ta'arrafe kalıbından alınınca, "bir şeyi öğreninceye kadar
araştırmak"; te'ârafe kalıbı da "birbirini tanımak" mânalarına
gelmektedir. Urf kalıbı da "örf, ihsan, kerem, tanıma, bilme, yüksek
yer" mânasını ifade etmektedir.
1) Tanımak. "Tanımak ve teşhis etmek" manasıyla Kur'ân'in
pek çok âyetinde yer almaktadır. "Yûsuf un kardeşleri gelip onun yanına
girdiler. Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyorlardı" (Yûsuf 12/58).
Bu âyette insanın insanı tanıması anlamına geldiği halde, başka âyetlerde
hakikati tanımak (Bakara 2/89); alametleri tanımak (Nemi 27/93) elçiyi tanımak
(Müminûn 23/69), kitabı tanımak (Bakara 2/146) mânalarını da ifade etmektedir.
2) Anlamak.
"Peygambere indirilen
Kur'ân'ı işittikleri zaman, gerçeği anladıklarından gözlerinin yaşlarla dolup
taştığını görürsün. ..." (Mâide 5/83). Bu âyette ilgili kelime, "insanın
hakikati anlaması" mânasına gelmektedir.
3) Farkına
varmak.
"Âyetlerimiz
açık açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında inkarcı tavrı hemen
fark edersin!" (Hac 22/72) İnsanın hoşnutsuzluk psikolojisinin yüzüne
yansımasından kaynaklanan bir farkedişi ifade için söz konusu kelime bu âyette
yer almaktadır.
4) Görmek.
"Ve yüzlerinde
nimetlerin sevincini görürsün!" (Mutaffifîn 83/24). Aslında farketmekle
görmek aynı mânaya gelmekle beraber, nüansı ortaya koymak için birbirinden
ayırmayı uygun buluyoruz. Çünkü hoşnutsuzluğu görmek istemeyiz, ama sevinci
görmek isteriz. Bu yüzden hoşnutsuzluk için farketme, sevinç için de görme
kullanıldı.
5) Bildirmek.
"Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir
kısmından da vazgeçmişti" (Tahrîm 66/3). 'Arrafe kalıbında âyette yer alan
bu kelime, "bir haberi birine bildirmek" anlamına gelmektedir.
6) Tanıtmak. Ashnda Muhammed sûresinin
6. âyetinde de 'arrafe kalı-6ındk geçmektedir. "Bildirmek"anlamına
ge)mek)e beraber bu âyette "tanjt-mak" anlamı daha uygun düşmektedir.
Tahrîm sûresinin 3. âyetinde haberle beraber geldiği halde, Muhammed sûresinin
6. âyetinde cennetle beraber gelmiştir. Haber bildirilir, ama cennet
tanıtılır, tarif edilir "Ve onları kendilerine tanıttığı cennete
koyacaktır".
7) Tanışmak,
kaynaşmak.
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye sizi
kavimlere ve kabilelere ayırdık" (Hucurât 49/13).
8) İtiraf
etmek.
Gâfir sûresinin 11. âyetinde, itiraf kalıbında gelmekte ve "günâhını
itiraf etmek" anlamını ifade etmektedir: "Biz de günâhımızı itiraf
ettik". Günahkâr olduğunu farketmek, anlamak ve onu bildirmek mânalarını
bir araya toplayan bir anlamı ifade etmektedir.
9) İyiliklerle
peşpeşe.
Mürselât sûresinin 1. âyetinde mutlak mef'ûl makamında, peşpeşe gelen bir
eylemi ifade etmektedir. "Yemin olsun (iyiliklerle) birbiri peşinden
gönderilenlere!"
10) Meşru. Kur'ân'da boşanma hukuku
ile ilgili âyetlerde ma'rûf kalıbında yer almakta olan bu kavram, "meşru"
anlamını ifade etmektedir. "Erkeklerin kadınlar üzerinde haklan olduğu
gibi kadınların da erkekler üzerinde meşru hakları vardır" (Bakara
2/228); "... Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında
yaptıkları meşru işlerde size bir günâh yoktur" (Bakara 2/234).
11) Münasip. Bakara sûresinin 236.
âyetinde "Zengin olan, durumuna göre, darlık içinde olan da gücünün
yettiği nisbet-te münasip bir şey vermelidir" ifadesi yer almaktadır.
12) Güzel. Kur'ân'ın bazı âyetlerinde
sözle ilgili olarak yer alan bu kelime, "güzel" anlamını ifade
etmektedir:
"Güzel söz ve bağışlama, arkasını hakaret ve gönül incitme takip eden sadakadan daha hayırlıdır" (Bakara 2/263).
13) Uygun. Kur'ân'da yetimlerin hukuku gündeme getirildiğinde bu kelimeye
yer verilmiştir. Nisa sûresinin 6. âyetinde, yetimin geçimini üzerine alan
fakir bir kişinin, o yetimin malından nasıl istifade edeceğini açıklarken Allah
bu kelimeyi kullanmaktadır. Yine ma'rûf kalıbı ile âyette yer almaktadır:
"Fakir olan ise, aşırılığa kaçmadan uygun bir şekilde yesin!"
14) Normal. "Mehirlerini de normal
miktarda veriniz" (Nisa 4/25). Buradaki ma'rûf kelimesi, "güzel,
mâkul, normal" anlamına gelmektedir. Daha önce belirtildiği gibi, urf
kelimesinden türeyen ve onun çoğulu olan A'râf kelimesi, "yüksek yer"
anlamına gelmektedir. Çoğul kalıbında geldiğinde "burçlar" anlamını
ifade etmektedir. Cennet ve cehennemliklerin arasında bir perde, yani bir sûr
vardır. A'râf da bu surun burçları anlamına gelmektedir. âyetine,"İki
taraf arasında bir sûr bulunacaktır; o surun burçlarında da herkesi
simalarından tanıyan kimseler bulunacaktır" mânâsım vermek en doğrusudur.
Demek ki A'râf tek bir yer veya burç değildir, birden çok yer, birden çok burç
demektir.
Âlimler a'râf takiler konusunda ihtilâf etmişlerdir. Halk arasında yayılan açıklama, cennet ve cehenneme gidemeyen, yani sevaba nail olanlardan daha aşağıda olanlardır. Ama bu açıklama bize göre yanlıştır. Bir diğer açıklama da, "İtaat eden ve sevaba nail olanların en ileri gelenleridir" şeklindedir. Zemahşerî birinci görüşü benimsemektedir. İbn Mes'ûd, Ferrâ, Cübbâî, Huzeyfe ve Kâdî Beyzâvî de bu görüşü savunmaktadırlar. Bunlar delil olarak âyetin devamında yer alan "Bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: 'Selâm size!' diye seslenirler" ifadesini vermektedirler. Bu ifadeden anlıyorlar ki, a'râf denen sûrun burçlarında, ödül bakımından en üste olanlar olamaz. Çünkü peygamberlerin ve iyi kimselerin cennete girmemesi ve umut içinde olmamaları düşünülemez.
Bu görüşü savunanlar Şu'arâ sûresinin 82. âyetine
bakmalıydılar. Orada Hz. İbrahim'in şöyle umut ettiğini göreceklerdi: "Ve
hesap günü günâhlarımı bağışlayacağını umduğum O'dur". Hz. İbrahim,
kendisini garanti görseydi "Umut ediyorum" demezdi. A'râftakilerin
henüz cennete girmemiş olmaları, onların cennetliklerden aşağı olduğu anlamına
alınmamalıdır.
Râzî bu konudaki görüşünü şöyle açıklamaktadır:
A'râftakiler, kıyâmettekilerin şereflileridir. Kıyamet gününde, kıyamet
meydanında durduklarında, Allah A'râf ehlini A'rafa oturtur. Cennet ehli
cennete, cehennemlikler de cehenneme sevkedildiğinde, Allah A'râftakileri,
cennetteki yüce makamlarına götürür[37].
Râzî'nin bu açıklamasından anlıyoruz ki, mahşerdeki
hesaplaşma anında bu iyi insanlar A'râf denen burçlara oturtulup,
hesaplaşmanın korkusunu duymayacaklardır. Böylece onların cennetliklerden aşağı
değil, tam tersine daha yukarıda oldukları ortaya çıkmaktadır. Netice olarak
âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, genel anlamda âhirette insanlar üç gruba
ayrılacaklardır. Cennetlikler, cehennemlikler ve a'râftakiler. Şimdi
a'râftakilerin bazı özelliklerini ya da eylemlerini ele alabiliriz.
a) "Herkesi sımalarından
tanırlar". Âyetin bu kısmında, 'utî kelimesi fiil ya'rifûne
"tanırlar" eylemi, A'râf ta olmanın bir gereği olmaktadır. Herkesi
simalarından tanıyama-yan insanların A'rafta yeri olmamalıdır. Cennetliklerden
aşağıda olan insanlar, herkesi simalarından nasıl tanıyacaktır?
Âyetin bu kısmında kullanılan urf kelimesi ile a'râf
kelimesi bir araya getirilince, yani aynı kökten gelen isimle fiil bir araya
getirilince, şu genellemeye varmak mümkündür: Herkes bulunduğu makamın, yerin,
statünün gereği olan davranışı sergilemelidir. Herkesin tanıdığı burçlarda
olan insanlar, herkesi tanımalıdır. Yükseklerde olmak aşağıdakileri tanımamak
anlamına alınmamalıdır.
b) "Cennet ehline:
'Selâm' diye seslenirler". Herkesi simalarından tanıdıklarından, cennetlik
olanların hemen farkına varıp, onlara Allah'ın rahmetini dileyerek dua
ederler. Buradan şu genellemeye varıyoruz: Yukarıda olanlar, toplumdaki iyi
insanlara en azından sözle hoşnutluk vermeli, onlara iyi olduklarını
hatırlatmalı, onlara iyi dilekte bulunmalı ve onları bu şekilde ödüllendirip
teşvik etmelidirler. Yukarıdakiler kibirlenerek halktan kopmamalı, onlar için
dua etmelidirler. Aslında yüce Allah'ın âhiret hayatı için anlattığı bu oluşum
dünyada yaşanmalıdır.
c)
"Bunlar henüz cennete girmedikleri
halde, girmeyi ummaktadırlar". Buradaki umut, kesinliği ifade etmektedir.
Âyetin bu kısmı, onların psikolojik durumunu da yansıtmaktadır. Bu ifadeden şu
ilkeye varabiliriz: Kendi durumlarından ziyade başkalarıyla
ilgilenmektedirler. Yukarıdaki insanlar böyle olmalıdır. Kendisinden ziyade
başkasının rahmetini diler, onun mutlu olmasını ve iyilik içinde olmasını
ister. Onlar A'râf ta, yani burçlarda otururlar, ama daima başkalarının
iyiliğini düşünürler ve bunu da hayata geçirirler. Yüce ruhlu insanlar, ödülü
kendileri almayıp başkalarının almasını tercih ederler.
d) "Gözleri cehennem ehli
tarafına çevrilince de: 'Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma!'
derler". Burçlarda olan insanlar, kötülerle beraber olmak istemezler.
Kötülerle beraber olmama konusunda Allah'tan yardım dilemek için dua ederler.
Bu âyette geçen zâlimler kimlerdir? A'râf sûresinin 45. âyetinde anlatılan,
Allah'ın yolundan onu uzaklaştırmak için çalışan ve âhirete inanmayanlardır.
Bunun anlamı şudur: Âhirette A'râf denen burçlarda olanların kötülerle beraber
olmayı istememeleri gibi, dünyada da yukarıda olanların kötülerle beraber olmamaları
gerekir. Kötülerle beraber olmamak ve onların etkisinde kalmamak için insanın
irâdesi yeterli olmayabilir. İşte o zaman ilâhî yardımı alabilmek için dua
etmek gerekiyor.
e) "A'râf ehli sımalarından
tanıdıkları birtakım insanlara seslenerek derler ki: 'Ne çokluğunuz ne de
taslamakta olduğunuz büyüklük size yarar sağladı". Bu âyet, A'râf diye
isimlendirilen burçlarda oturanların, kötülere hangi konuda seslendiklerini
anlatırken, aslında dünyadaki durumun açıklanmasını hedef almaktadır. Dünyada
kibretmenin âhiret için fayda getirmeyeceği vurgulanmaktadır. Malının çok
olması insanı kibirlendirmemelidir. Eğer bunlar insanı kibirlendirirse,
âhiretteki faydasını yitirmiş olur. Âyette geçen cem'uküm kelimesi,
"sizin topluluklarınız, biriktirdikleriniz" anlamına gelmektedir. O
zaman biriktirip cimrilik yapmakla kibir aynı şekilde ele alınmış olmaktadır.
Bu anlatımla Allah âhiret için neyin
"fayda" vermeyeceğinin öğretimini yapmaktadır. Kişi dünyada âhirette
fayda verecek olan eylemlere yönelmelidir. Fayda getirmeyecek olan düşünce,
psikoloji ve eylemlerin ardına düşmemelidir. Diğer taraftan çoğu zaman dünyada
yukarıda olanlar, aşağıdakilere karşı kibirlendiklerinden, onların doğru
inançlarını ve dinlerini paylaşmamaktadırlar. İnsanı gerçek dinden uzaklaştıran
bu gururun kırılmasını amaçlayan bir eğitimi bu âyette buluyoruz.
f) "Allah'ın kendilerini
hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (Ve
cennet ehline dönerek): 'Giriniz cennete, artık size korku yoktur ve siz üzülecek
de değilsiniz' derler", A'râftak'ûer, maHany\a, topMuManyVa kibirlenip
insanları küçümseyen, hafife alan ve onların Allah'ın rahmetine nail olamayacakları
konusunda yemin edecek kadar böbürlenenlere, dünyadaki bu yanlış hareketlerini
hatırlatacaklardır. Bunun anlamı şudur: Toplumların ileri gelenleri, halkın
Allah'ın rahmetinin paylaşılmasına varan bir ayırıma girmeleri için gerekli
eğitimi vermeleri lâzımdır. Bulunduğu statü ile Allah'ın rahmetine nail olmanın
ilgisinin olmadığını insanlara anlatılmalıdır. Allah, kimleri rahmetine
erdireceğini bilir ve bunun değer ölçüsünü kendisi koyar. İnsanların sosyal
seviyesiyle rahmete erdirmesinin bir ilgisi yoktur.
"Giriniz cennete, artık size korku yoktur ve
siz üzülecek de değilsiniz" ifadesini kimin söyleyeceği konusunda ihtilâf
vardır. Bunun Allah tarafından söyleneceği düşüncesi ağır basmaktadır. Bunun
anlamı şudur: Yüce Allah onlara bu sözü melekler vasıtasıyla söyletmektedir.
Zümer sûresinin 73. âyeti buna delil olarak gösterilebilir: "Selâm size!
Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere giriniz buraya derler" . Bu
âyete göre cennetin bekçileri olan melekler bu sözü söyleyecektir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Mahşerde
korkusuzluk ve kedersiz-lik, en büyük rahmet olmaktadır. Böylece A'râf
sûresinin 46 ile 49. Âyetleri arasında yer alan önemli mesajların, dünya ile
ilişkili olarak ele alınmasının önemi ortaya çıkmıştır. Üstte olanların
iyilerle kötülere baktıklarında neleri demeleri gerektiğine varıncaya kadar
açıklayan bu âyetler, dünya hayatı için çok ciddi mesajlar taşımaktadırlar.[38]
50. Cehennem
ehli cennet ehline: "Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz
da bize veriniz!" diye seslenirler. Onlar da: "Allah bunları
kâfirlere haram kılmıştır" derler.
51. O
kâfirler ki, kendi dinlerini eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları
aldattı. Onlar bugüne kavuşacaklarını unutmuşlardır. Âyetlerimizi inkâr
ettikleri ve bugüne kavuşacaklarını unuttukları gibi, bugün biz de onları
unutuyoruz.
1. Bu iki âyet birbirini
tamamlar niteliktedir. Özellikle 2. âyet 1. âyetin tefsîri durumundadır. Daha
önce A'râf sûresinin 44. âyetinde, cennetlikler cehennemliklere bir soru
yönelterek seslenmişlerdi. 50. âyette cehennemlikler cennetliklerden bir
istekte bulunmak için seslenmektedirler. Şimdi onların bu isteğinin neler
olduğu konusunu ele alabiliriz.
a)
"Üzerimize biraz su
dökünüz". Âyetin bu kısmında yer alan "su" kelimesinden
anlıyoruz ki, âhirette de bu dünyadaki gibi su olacaktır. Muhammed sûresinin
15. âyetine göre bu su, bozulmayan bir su niteliğindedir. Bu sudan cennette
ırmaklar olacaktır. Cennetliklerin sahip oldukları bu sudan, ateşler içinde
kıvranan cehennemlikler isteyeceklerdir. Diğer taraftan cennetliklerden su
isteyecek kadar yakında oldukları da ortaya çıkmaktadır.
b)
"Yahut Allah'ın size
bahsettiği azıklardan (bize de atınız)". Daha önce Bakara sûresinin 25.
Âyetinde açıklandığı gibi, Allah bu dünyanın nimetlerine benzeyen nimetleri
cennet ehline orada ihsan edecektir. Cehennemlikler bu nimetlerden istifade
edebilmek için cennetliklere sesleneceklerdir. Ama dikkat edilirse, cehennem
ehli o nimetleri Allah'ın verdiğinin idrakine orada varacaktır.
2. "Cennetlikler de:
'Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır' derler". Bunun anlamı şudur:
Âhirette de insanlar haram-he-lâl kavramlarını bileceklerdir. Bu bilmedir ki
onları, cennet nimetlerinin cehennemliklere haram olduğu değerlendirmesine
götürecektir. Bu dünyada Allah'ın helâl kıldığı nimetler, öteki dünyada
cehennemliklere haram kılınacaktır. Demek ki haram-helâl kavramı sonsuza kadar
devam edecektir. Bu dünyada inanmayan, yani gerçek imana sahip olmayan
inkarcılar, âhiretin nimetlerinden mahrum kalacaklardır. Âhiretin nimetlerinin
haram edildiği bu kâfirlerin özellikleri nelerdir? Sorunun cevabını 51. âyet
vermektedir.
"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun
edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar bugüne kavuşacaklarını
unutmuşlardır. Âyetlerimize karşı direniyorlardı. Bugün de biz onları
unutuyoruz". Bu âyette yüce Allah kâfirlerin beş özelliğini
açıklamaktadır:
a) "Onlar kendi dinlerini
eğlence ve oyun haline getirdiler". Bu âyetin benzeri En'âm sûresinin 70.
âyetidir. Orada"Dinlerini bir oyuncak ve eğlence edineni bırak!"
buyurulurken, dünyada onlara yapılacak muamele açıklanmış, A'râf sûresinin 51.
âyetinde de âhirette ne olacağı gündeme getirilmiştir.
Muhammed Esed her iki âyetin bu kısmına farklı bir
mana vermektedir: "Eğlenceyi ve geçici zevkleri dinleri haline
getirmişlerdi" diyerek konuya çok farklı açıdan bakmaktadır. Şimdi burada
hangi mânanın daha doğru olduğunun delilini bulmakz gerekir. Maide suresinin
77. Ayetine bakarsak, dini tahrip
etmenin, başka bir ifade ile eğlence edinmenin ne olduğunu görmüş oluruz. O
zaman da Muhammed Esed’i değil de klasik meali almayı uygunbulacağız. Ama oyun
ve eğlenceyi din haline getirenlerin olduğu gerçeğinden hareketle ona da hak
vermemiz gerekiyor.
Oyunu, eğlenceyi, geçici zevkleri hayatlarının
biricik hedefi haline getirenler, onları din haline getirmektedirler. Ayrıntılı
olarak bakarsak Muhammed Esed’e hak vermemek mümkün değildir. Kafirin dini
olmadığına göre, onu nasıl eğlence ve oyun edinecektir? Oysa ki kafirler oyun,
eğlence ve geçici zevklerini dinleri haline getirebilirler. Dinlerini eğlence
ve oyun edinenler, yani eğlence ve oyunu dinleri haline getiren kafirlere
cennetin suyu ve rızıkları haramdır. Dünyada bunu yapanlar âhiretteki
mahrumiyetlerini hazırlamaktadırlar.
b)
"Dünya hayatı onları
aldattı". Âyetin bu bölümünde "dünya hayatı" özne durumundadır.
Sanki dünya hayatı canlı bir varlıkmış gibi, aldatma eylemini
gerçekleştirmektedir. Bu aldanma ne anlama gelmektedir? İnsanın bütün ruhi,
ahlaki ve dini değerleri göz ardı ederek, bir tarafa atarak, kendini geçici
dünyaya vermesidir.
Dünyevi olguların insanın beynine, gönlüne ve
nefsine hitap eden ve oraları etki altına alan boyutları vardır. Bu
etkilerin beyin ve gönül boyutları çalışmaz hale geldikten sonra, nefse hitap
edenleri etkilerini çoğaltır ve neticede aldatıcı nitelik kazanırlar. Çünkü
beyin, gönül ve nefis arasındaki bu etkilişimin dengesi bozulmuştur. İnsan,
dinini eğlence ve oyun edinince, dünya hayatının geçici zevkleri karşısında
beyin ve gönül etkileşimini kaybedip, iç dengesini nefisten yana bozmuş olacak
ve bunun bir aldanma olduğunun farkına varmayacaktır.
Bu ayet, dünya hayatına akılla yaklaşılmasını ve
dinin tanrılık fikrini benimseyerek ona karşı tavır takınılmasını isteyerek
aldanmamasını temin etmeye çalışmaktadır. Demek ki dini eğlenceye ve alaya alan
insan, dünya karşısında gönlün ezilip yok olmasını gerçekleştirmektedir. İnkâr
psikolojisinin tahrip ettiği gönle dünya tanrı olarak girecek ve insan
hayatının âhiret boyutunu karanlıkta bırakacaktır. Bu durum aldanmadan başka
bir şey değildir.
c) "Onlar, bugünleri ile
karşılaşacaklarını unuttukları gibi bugün biz de onları unuttuk". Âyetin
bu kısmını açıklarken iki önemli genellemeye dikkat çekmek istiyoruz. Birisi,
50. âyetin sonundaki kâfir kelimesinin anlamında, âhiret hayatını unutmak gibi
bir psikolojik eylemin olduğunu anlıyoruz. Diğeri de Kur'ân'ın getirdiği:
"Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır" (Şûra 42/40) ilkesinin
burada işletildiğini görüyoruz. Unutmaya karşılık unutma cezası verilmektedir.
"Unutan unutulur" ifadesi burada gerçek hale gelmektedir.
Hasan-ı Basrî, Mücâhid ve Süddî, âyetteki
"unutmak" kavramının "ter-ketmek" anlamına geldiğini
söylemektedirler. Râzî, onların bu görüşünü bize naklederken, bu âlimlerin
âhireti unutmanın, onun gerekli kıldığı amelleri terketmek mânasına
aldıklarını da söylemektedir. Zemahşerî de amelleri terketme konusunda benzer
bir görüş ileri sürmektedir.
d) "Âyetlerimizi bile
bile inkâr ediyorlar". Cennetin suyundan ve nimetlerinden istifade
edemeyecek olan kâfirlerin dördüncü özellikleri, bilerek Allah'ın âyetlerini
inkâr etmektir. Böylece yüce Allah 50. âyetin sonunda yer alan
"kâfirler" kelimesini bu dört özellikle açıklamış olmaktadır. Dini
eğlence ve oyun edinmek ya da eğlence ve oyun gibi geçici dünya zevklerini din
edinmek, dünya hayatına aldanmak, âhireti unutmak, bile bile Allah'ın âyetlerini
inkâr etmek eylemleri, âhiretteki mahrumiyeti getirmekte, yüce Allah da bunu
anlatarak bizi eğitmektedir. Âhirette gerçekletecek bu olumsuzluklara karşı
tedbirli olmayı amaç edinen bu âyetler, inkâr psikolojisinin âhiret hayatını
nasıl karartacağını, nasıl pişman edeceğini, nasıl mahrum bırakacağını gündeme
getirerek, inkârdan cayırdırma yolunu tutmaktadır. A'râf sûresinin 44. âyeti
ile 51. âyeti arasında yer alan âhiret sahneleri, insanı derinden yakalayan
bir psikolojik alan oluşturmaktadır.[39]
52. Yeminle teyit ederiz ki, biz inanan bir toplum
için yol gösterici ve rahmet olarak bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalarda
bulunduğumuz bir kitabı onlara ulaştırmıştık.
Bu âyetin önceki âyetlerle bağlantılı olarak
açıklanmasında fayda vardır. Çünkü "onlara ulaştırmıştık" denirken,
A'râf sûresinin 44 ile 51. âyetleri arasında açıklananların cennetlikler,
A'râf takiler ve cehennemlikler olduğunda hiç şüphe yoktur. Şimdi âyetin
analizine geçebiliriz.
1. "Onlara bir kitap
ulaştırmıştık". Âyette geçen "bir kitap" ifadesi,
"Kur'ân" olarak mânalandınlmaktadır. Bize göre bunun sadece Kur'ân
olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü A'râf sûresinin 44 ile 51. âyetleri arasında
anlatılan cennetlikler, sadece Kur'ân'a inanıp ona göre amel edenler değildir.
Buradaki cennetlikler, peygamberlere gelen kitaplara inanıp amel edenleri
kapsamına almaktadır.
A'râf takiler ve cehennemlikler de aynı şekilde, Hz.
Peygamber'e gelen Kur'ân'la ilişkisi olanlar değil, ondan önceki peygambere
gelen kitaplarla ilişkisi olardan da kapsamına almaktadır. O zaman "bir
kitap" kavramı, her peygambere gönderilen kitaba işaret etmiş olmaktadır.
Âyetin bu kısmındaki "onlara" ifadesi,
çoğunlukla 52. âyette geçen dinlerini eğlence ve oyun edinen, dünya hayatına
aldanan, âhiret hayatını unutan ve Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr edip
mahşerde cehenneme gireceğinden dolayı su ve nimetlerden mahrum olan
kâfirlerdir. Onların bu duruma düşmelerine, Allah tarafından uyanlmadıklannı,
öğretilip eğitilmedikle-rini mazeret olarak getiremeyeceklerini vurgulamak için
bu âyete yer verilmiştir. Onların bu cezaya çarptırılmaları, kendilerine bir
kitap ulaştırıldıktan sonra olmaktadır: "Biz bir peygamber göndermedikçe
azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15) âyeti de buna işaret etmektedir.
2. "Onu bir bilgiye
dayalı olarak derinlemesine açıkladık". Âyetin bu kısmında yer alan
fessale kelimesi, fesale kalıbından alınınca, "yerinden çıkıp ayrılmak,
asmanın küçük tanelerinin belirmesi"; fessale kalıbı, "açıklamak,
elbiseyi biçmek, fasıllara ayırmak, hayvanı kesip parçalara ayırmak";
iftesale kalıbı da "kadının çocuğunu sütten kesmesi, ağaç fidanını ayrı
bir yere nakletmek"; fasıl kalıbı da "kesin hüküm" mânalarına
gelmektedir.
1) Ayrılmak. "Tâlût askerleri ile
beraber ayrılınca..." (Bakara 2/249); "kafile ayrılınca" (Yûsuf
12/94). Bu âyetlerde fesale kalıbında yer almakta ve fizikî mânada bir yerden
ayrılmayı ifade etmektedir.
2) Karar
vermek.
"Allan> bunlar arasında, kıyamet günü hükmünü verir" (Hac 22/17).
Bunun anlamı, onlar hakkında ayırım yapacağıdır. Bir şey hakkında hüküm
vermek, farkı ortaya çıkarmak, ona göre de ayırımı gerçekleştirmektir.
3) Açıklamak. "Zorda kalışınız dışında
üzerinize haram kıldığını bizzat kendisi size ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır"
(En'âm 6/119). Kelimenin "ayırmak" manasıyla yakînen ilişkili ve
yakın bir mânası vardır. Bir bilgiyi kendinden ayırıp başka birine vermek, bilinmeyen
bir şeyden bilinmezliğini ayırmak, onu açıklamak anlamına gelmektedir. Bu
mânada nelerin haram olduğunu bildiren deliller, kitabı açıklamak anlamında
pek çok âyette yer almaktadır.
4) Çözüm getirmek. Yüce Allah'ın sıfatı olarak
En'âm sûresinin 57. âyetinde yer almaktadır, fasıl kalıbı ile bu âyette
geçmektedir: "O, hakkı anlatır ve O, çözüm getirenlerin en
hayırlı-sıdır". Burada doğru hüküm vermek mânasına da geldiği gibi, aynı
zamanda "ayırmak" anlamına da gelmektedir. Bir konuya çözüm
getirmek, çözümsüzlüğü ondan ayırmak demektir.
5) Sütten
kesmek.
"Çocuğu taşıması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer" (Ahkâf 46/15).
Burada "memeden ayırmak" anlamında ve Jfc fisâl kalıbında yer
almaktadır.
6) Aile. Meâric sûresinin 13.
âyetinde fasile kalıbında "aile" an-lamını ifade etmektedir.
"Kendisini barındıran bütün ailesini...".
7) Çeşitli kelimelerle bir
tamlama meydana getirerek farklı mânalar ifade etmektedir. "Ayırım günü,
kıyamet" (Sâffât 37/21); "Hakla bâtılı ayıran hüküm ilmi"
(Sâd 38/20); "kesin hüküm"
(Şûra 42/21); "ayıran söz" (Tank 86/13)
mânalarına gelmektedir.
Bütün bu mânaların özünde "ayırmak,
ayrılmak" mânası vardır. Aile de toplumun ayn bir hücresini teşkil
etmektedir, yani diğer ailelerden ayrılmakta ve ayn bir yapıya sahip
olmaktadır. Bir şeyi açıklamak, onu bilinmezliğinden ayırmaktır. Birinci
bölümle bu bölümü birlikte düşündüğümüzde, yüce Allah kitabı göndermekle
kalmamış, onu bir bilgiye dayalı olarak da açıklamıştır.
Âyetin ikinci bölümünde geçen fek 'alâ 'ilmin
ifadesi, "bir bilgiye dayanarak" şeklinde mânalandınlacağı gibi,
"bilime uygun" anlamına da alınabilir. O zaman bunun anlamı, Allah
kendisine ait bir bilgi ile o kitabı açıklamıştır, demek olur. Bu şekilde
açıklanan bir kitabı onlara göndermesine rağmen, onlann inkâra sapmalan, onlan
cennetin suyundan ve nimetlerinden mahrum bırakacaktır.
3. "O kitap, inanan bir
toplum için bir kılavuz ve bir
rahmettir". Âyetin bu kısmı, gönderilen kitabın
inanan insanlara nasıl bir etkide bulunduğunu açıklarken, bir taraftan Bakara
sûresinin 2. âyeti, diğer taraftan da İsrâ sûresinin 82. âyetine
bağlanmaktadır. Bakara sûresinin 2. âyetinde "müttakîler için
kılavuz"; İsrâ sûresinin 82. âyetinde "müminler için rahmet"
özelliği gündeme getirilmektedir. Mümin ya da müttakî insanlann, imanî
seviyelerini koruyabilmeleri için kitabın kılavuzluğuna ihtiyaçlan vardır.
Kur'ân veya daha önceki peygamberlere gönderilen
kitapların kılavuz ve rahmet olma etkinliklerini gerçekleştirmek için bir iman
ortamının alt yapı olarak oluşması gerekiyor. Demek ki ilâhî kitabın etkisi
insanın psikolojisine göre gerçekleşmektedir. İnanmak eğitilmeye, öğretilmeye
hazır hale gelmek demektir. Böylece yüce Allah, bilginin kılavuz olacağına
işaret etmektedir. Demek ki bilgi, en hakiki kılavuzdur. İlâhî bilgiye
ulaştıran kitap, aynı zamanda yağmur damlaları gibi inanan insanın gönlünde
rahmete dönüşecek ve orada bitkilerin yeşermesine sebep olacaktır. Kitabın her
harfi, her kelimesi ve her âyeti birleşerek insanın gönlüne su gibi akacaktır.[40]
53. Onlar onun te'vîlinden başka bir şey mi
bekliyorlar. Te'vîli geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki:
"Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Acaba bizim için
şefaatçılar var mı ki, bize şefaat etsinler, yahut daha önce yaptıklarımızdan
başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz?" Onlar cidden kendilerine
yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitti.
Bu âyet de, A'râf sûresinin 50-51. âyetlerinde
geçen, cennetin suyundan ve nimetlerinden mahrum edilen kâfirlerin durumuna
açıklık getirmektedir. Yüce Allah, 52. âyetle onların mahşerde mazeret gösteremeyeceklerine
dikkat çekmektedir. 53. âyetle de âhiretteki pişmanlıklarını anlatarak gelecek
nesilleri eğitmektedir.
1.
"Onlar, onun
te'vîlinden başka bir şey beklemiyorlar" . Âyetin bu kısmındaki
"hel" edatını soru edatı olarak alanlar vardır. O zaman mâna şöyle
oluyor: "İlle onun te'vîlini mi bekliyorlar?" Bu mâna doğru olabilir.
Ama hel edatını olumsuzluk edatı olarak da alabiliriz. Çünkü âyetteki illâ
edatı bu olumsuzluğu bozmaktadır: "Onlar onun te'vîlinden başka bir şey
beklemiyorlar" şeklinde de mânalandmlabilir. Her iki mânanın ortak yönü
âyetteki vurguyu ortaya koymaktır.
Âyetin bu kısmında yer alan te'vîl kelimesi
"döndürmek, çevirmek, tef-sîr etmek, yorumlamak, gizli mânaları ortaya
çıkarmak, bir yere varmak" mânasına gelmektedir. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette "bir yere varmak" anlamım ifade etmektedir. Yüce
Allah'ın bir bilgiye dayanarak derinlemesine açıklayıp gönderdiği kitabın
içindeki âhiretle ilgili mesajların doğru olduğunun gerçekleşmesi mânasına
gelmektedir. Kâfirler bu mesajların varıp dayanacağı nihaî noktayı
bekliyorlardı. Böylece onların doğruluğu ortaya çıkmış olacaktı.
2.
"Onun te'vîli geldiği
gün", yani "kıyamet günü geldiğinde" demektir. Çünkü kıyametle
ilgili mesajların gerçekleştiği an kıyamet günü olmaktadır. Böylece açıklama ve
onun doğruluğu ortaya çıkmıştır.
önce onu unutanlar şöyle derler: 'Doğrusu Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişler. Acaba bizim için şefaatçılar var mı ki, bize
şefaat etsinler, yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri
gönderilebilir miyiz?" Daha önce kıyameti unutanlardan kasıt, 50 ve 51.
âyetlerde geçen kâfirlerdir. Çünkü onlar âhirette karşılaşacaklarını
unutmuşlardır. Unuttukları âhiret gününden kasıt, âhiret için gerekli olan
iman ve ibadetleri terketmeleridir. Unutulan şeyi ya insan terkediyor ya da o
şey insanı terkediyor. Âhireti onutan-lar âhirette onun gerçek olduğunu
görünce, pişmanlıklarından şu sözleri söyleyeceklerdir:
a) "Doğrusu Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişler". Âyetin bu kısmından şu genellemeye
varıyoruz: İnsanlar âhirette dünyadaki oluşumları hatırlayacaklardır.
Peygamberleri ve hakikatin ne olduğunu orada itiraf edeceklerdir. Âyette ifade
edilen gerçek, kitabın içindeki mesajlardır.
b) "Şimdi bizim için
şefaatçılar var mıdır ki, bize şefaat etsinler?" Bunun anlamı, dünyada
taptıkları canlı, cansız tanrıları arayacaklardır. Allah'ın yolunu engelleyip
ve o yolun eğri olduğunu kabullendir-meye çalışan ve âhireti inkâr edip
insanları etki altına alan zâlimler, sonradan gelenler, yani onların felsefelerini
tanrılaştıran kâfirler, âhirette onların şefaatini arayacaklardır. Aslında
şefaatçi arama konusundaki bu ifadelerinden bir ümitsizlik tavrı çıkmaktadır.
"Artık bize kimse şefaat edemeyecektir" anlamında bu ifadeyi
kullanacaklardır.
c) "Yahut daha önce
yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz?"
Unuttukları, iman etmeyi bıraktıkları âhiret hayatı gelip gerçek ortaya
çıkınca, geri dönmeyi ve bir fırsat verilmesini derinden isteyeceklerdir.
Şimdi âyetin bu kısmından şu genellemeye varabiliriz: Bazıları bu dünyada
olgunlaşamayan ruhların, olgunlaşmcaya kadar bu dünyaya öldükten sonra tekrar
tekrar gelecekler görüşündedirler. Bu âyet onların bu görüşünü çürütmektedir.
Benzer bir isteği de Secde sûresinin 12. âyetinde
buluyoruz: "O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri,
'Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi geri gönder de, iyi işler yapalım, artık
kesin olarak inandık' diyecekleri zamanı bir görsen!" Demek ki âhirette
gerçeği gördükten sonra yapılacak imanın faydası olmayacak ve bu dünyaya geri
gelip iyi amel işlemek için öne sürülen istek de kabul görmeyecektir.
Onların pişmanlığı daha bu dünyada ölüm anında
başlayacak ve geri dönmek isteyeceklerdir: "Nihayet müşriklerden birine
ölüm gelip çattığında: 'Rabbim! Beni döndür' der" (Mü'minûn 23/99). Bütün
bunları yüce Allah insanlara anlatırken amacı, âhirette bu duruma düşmeden,
pişmanlık gelmeden gerçeği görüp Allah'ın mesajlarına inanmayı temin etmektir.
4.
"Onlar cidden
kendilerine yazık ettiler". Kendi öz benliklerini hüsrana iten bu
insanlar, bu büyük yanlışı yapmaya bu dünyada başladılar. Âhirete
kavuşacaklarını unutmakla, Allah da onları unuttu (A'râf 7/51). Allah'ın
unutması, onlar için en büyük azap olmuştur ve olacaktır. Bu da insanın kendine
yazık etmesidir. İnanmayanlar kendilerine yazık etmişlerdir (En'âm 6/12).
Allah'ın verdiği kitabı kendi oğulları gibi tanıdıkları halde, ona inanmamak
kendine yazık etmektir (En'âm 6/20). Sevabı az gelenler kendilerine yazık
etmişlerdir (A'râf 7/9). Müşrikler kendilerine yazık etmişlerdir (Zümer
39/15).
Yüce Allah, onların dünyada yaptıklarını
"Kendilerine yazık ettiler" şeklinde değerlendirmektedir. Bundan şu
sonucu çıkartabiliriz: İnsan ne yaparsa kendine yapar. İyiliği de, kötülüğü de
kendinedir. Âhirette çekeceği ceza, dünyadaki amellerinin neticesi olacaktır.
Allah kuluna ceza vermez, kulun kendi amelleri, ona ceza olarak döner ve onun
cehennemini oluşturur.
5. "Uydurdukları şeyler
de kendilerinden kaybolup gitti". Uydurdukları şeyler neler olabilir? Râzî
buna putlar, yardım ettikleri bâtıl dinler cevabını vermektedir. Muhammed Esed
ise "boş hayalleri" demektedir. Güvendikleri adamlar, felsefeleri,
ideolojileri, uydurdukları tanrılar kaybolup gitmiş olacaktır. Boş hayallerin
peşinden koşmanın en büyük pişmanlığı âhirette duyulacaktır.[41]
54. Şüphesiz Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve
yeri altı zaman devresi içinde yarattı, sonra kâinat üzerinde hükümranlığını
kurmuştur. O, gecenin karanlığı ile hemen arkasından kendisini kovalayan
gündüzü örter. Güneş, ay ve yıldızları da daima irâdesine boyun eğmiş durumda
var etmiştir. Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin
Rabbi Allah ne yücedir!
Yüce Allah bu âyette, kendisi ile yarattığı kâinat
arasındaki ilişkiyi ele alıp açıklamaktadır. Âyetin sistemine göre sırasıyla bu
ilişkileri açıklayacağız.
1. "Şüphesiz Rabbiniz o
Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı zaman devresi içinde yarattı". Ayetin
bu kısmı, kâinatın yaratılışını ele almaktadır. Burada açıklanması gereken
"Altı gün içinde" ifadesidir. Âyette gün, eyyam (günler) şeklinde yer
almaktadır, yani çoğul halinde gelmiştir. Bu kelimenin tekili Jj>m yevmdir.
Bu anlamda, âyetteki "gün" kavramı, bizim bildiğimiz hafta
günlerini, yani yirmi dört saati mi ifade etmektedir? Kitâb-ı Mukaddes'in
Tekvin kitabının bir ve ikinci babla-rında ifade edildiği gibi, "Yüce
Allah gökleri altı günde yarattı ve yedinci günde istirahat etti" mi?
Bu sorulara olumsuz cevap vermek zorundayız. Âyette
geçen ve Kur'ân'da bundan başka altı âyette yer alan (Yûnus 10/3; Hûd 11/7;
Furkân 25/59; Secde 32/4; Kâf 50/38; Hadîd 57/4) bu kavrama iki mâna vermek gerekir:
Yevm kelimesi, zamanın bir anını, ya da uzun bir zaman dilimini ifade
etmektedir. Biz buna devir, evre, uzun bir zaman dilimi, çağ diyebiliriz. Buradaki
"gün" kavramı, kâinatın yaratılışıyla ilgili olduğu için biz buna
jeolojik devir de diyebiliriz.
Şu husus iyi bilinmelidir ki, Allah katındaki zaman
mefhumu ile insan katındaki zaman mefhumu farklıdır. Meselâ Secde sûresinin 5.
âyetinde, "Sonra sizin sayageldiğinize göre bin yıl tutan bir günde O'nun
nezdine çıkar" . Burada Allah katında bir günün, insanların takvimindeki
bin yıla eşit olduğuna işaret edilmektedir. Bu hesaplamaya göre, yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetteki altı gün, altı bin yıl etmektedir. Her bin sene,
kâinatın yaratılışındaki jeolojik değişim devresini teşkil etmektedir.
Bu altı jeolojik devrenin gök ve yere dağılımı
Fussılet sûresinde yapılmaktadır: "O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.
Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark
gözetmeden gıdalar takdir etti" (Fussılet 71/10). Demek ki yeryüzünün
oluşumu ve oradaki canlılar için gıdaların yaratılışı, dört jeolojik devir
süresinde olmuştur. Günümüzün bilimi bunu tesbit etmiş ve Kur'ân'ın
belirledikleri, jeolojik devirlere uygun düşmüştür. "Böylece onları, iki
günde yedi gök olarak yarattı" (Fussılet 71/12).
Demek ki göklerin yaratılışı da iki devirde
olmuştur. Böylece dört+iki =altı zaman devri ortaya çıkmaktadır. Netice olarak
diyebiliriz ki, Tekvîn kitabının birinci babında bahsedilen haftanın altı
günü, altı jeolojik devir (evre, çağ ve uzun zaman dilimi) olarak anlamak
gerekir. Âyetin bu kısmından çıkarılacak başka bir ilke daha vardır. Kâinatın
yaratılışını yüce Allah zaman kavramıyla anlattığına göre, önce zamanı
yaratmıştır. Gece ile gündüz kavramı güneş sisteminin yaratılmasından sonra
ortaya çıkmaktadır. Ama şu gerçek unutulmamalıdır ki, yüce Allah insanlara
bildirmek istediklerini, algılayacakları kavramlarla anlatmaktadır.
Diğer taraftan Yâsîn sûresinin 82. âyetine
bakıldığında, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "gün"ün çok
kısa bir anı ifade ettiği anlaşılır. Âyet şöyledir: "Bir şey yaratmak
istediği zaman O'nun yaptığı 'ol' demekten ibarettir. Hemen oluverir".
Ayrıca Rahman sûresinin 29. âyetinde de yüce Allah'ın her an yarattığına dikkat
çekilmektedir. "O, her an yaratma halindedir" . Demek ki yüce Allah
kâinatı yaratıp saat gibi kurmuş ve o da bu şekilde çalışmaktadır diyemeyiz.
Çünkü bu âyete göre, yüce Allah her an yaratmakta, yani her an ona müdahale
etmektedir. Rahman sûresinin 29. âyetinde yer alan "gün" kavramı da
"an"ı ifade etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah Önce zamanı
yaratmış, sonra da kâinatı yaratma eylemini o zaman dilimleriyle ya da
ölçüsüyle ifade etmiştir. Burada altı gün kavramı, altı an ya da altı jeolojik
devir anlamında kullanılmıştır. Âyetin bu kısmında geçen "yaratma",
"takdir etme" mânasına da gelmektedir. Takdir edip yaratmıştır,
demektir.
"Rabbiniz Allah" ifadesinden, yüce Allah
kendisinin Rab sıfatının açıklamasını da yapmaktadır. Firavun Hz. Musa'ya
Rabb'inin kim olduğunu sorunca, Hz. Mûsâ "Her şeyi yaratandır"
cevabını verdi (Tâhâ 20/49-50). A'râf sûresinin 54. âyetinde de bu yaratma
eyleminin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.
2. "Sonra arşa istiva
eden..." Arşı kaplamanın ne anlama geldiği Bakara sûresinin 255. âyetinde
açıklandı. "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplar" âyetindeki
"kürsü" kavramı, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "arş"
olarak geçmektedir. "Rahman arşa istiva etti" (Tâhâ 20/5), arşa
kurulup oturmak anlamına alınmamalıdır. "Sonra arşa istiva etti"
ifadesinin iki mânaya geldiğini söyleyebiliriz. Birincisi "arşa istiva
etmek", Allah'ın yarattığı kâinatın içine kendisini koyması demektir. Allah
mekândan münezzeh olduğuna göre, hem kâinatın içinde hem de dışındadır.
Yarattığı kâinatın içine kendisini koyması, meselâ insana şah damarından daha
yakın olmasını (Kâf 50/16), arşa istiva etmesi anlamında değerlendirebiliriz.
İkinci anlamıyla "arşa istiva etmek", hâkim olup yönetmek demektir.
Yüce Allah kâinatı ve onun içindeki varlıkları yaratıp kendi başlarına
terketmemiştir. Onlara sahip çıkmakta, onları idare etmekte, onları beslemekte
ve onları daima yenilemektedir. Rahman sûresinin 29. âyetindeki "Her an
yaratmadadır" ifadesi buna açıklık getirmektedir.
Bu iki yorum birbirini tamamlar mahiyettedir. Yüce
Allah kâinatı yarattı, kendisini onun içine koydu ve onun her şeyi ile
ilgilendi ve ilgileniyor diyebiliriz. Peki yukarıda ikinci olarak açıklanan
yoruma delil olarak Rahman sûresinin 29. âyetinden başka bir âyet getirebilir
miyiz? Diğer bir delilimiz de yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamıdır:
"Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de Allah'a aittir". Bu ifade
"arşa istiva etmenin" ne olduğuna açıklık getirmektedir.
3. "Geceyi, durmadan
kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine
boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır". Allah'ın kudretini anlamak için kâinatın
içinde cereyan eden gece ile gündüzün ilişkisine, güneş, ay ve yıldızların
Allah'ın emrine boyun eğerek kendilerine verilen görevleri hiç ihmal etmeden
yerine getirmelerine bakmak yeterlidir. Bunun anlamı, kâinat kitabımn
araştırılıp deşifre edilmesi, Allah'ın varlığına ve birliğine götüren bilinçli
bir imanın oluşmasını temin edecektir. Diğer taraftan "Allah'ın arşa
istiva etmesi"ni de açıklamaktadır. Kâinatı nasıl idare edip hükmü altına
aldığına di açıklık getirmektedir. Bu konuların daha geniş bir açıklaması,
Bakara sûresinin 164. âyetinde yapıldı.
4. "Bilesiniz ki,
yaratmak da emretmek de O'na aittir". Âyetin bu kısmında yer alan
"yaratma" ve "hüküm verme" ifadeleri arasındaki yakın
ilişkiyi görmek gerekir. Yaratan emretmeye, hüküm vermeye hak kazanmış
demektir. Onun içindir ki, doğuranın doğurduğu ile olan ilişkisi, doğurmadığı
ile olan ilişkisinden farklıdır.
Bilgide yeni şeyler üretenler, yeni şeyler icat
edenler insanlığa hükmetme, siyasî erki de ellerinde bulundurma hakkını elde
ederler. Bir toplum siyasî, ilmî ve ekonomik alanlarda yeni şeyler üretecek
şekilde aklım kullanıyorsa, dünyanın siyasî erkini de eline geçirir. Yüce
Allah kâinatı yarattığından dolayı, emretmenin de kendisine ait olduğunu beyan
etmektedir. Mutlak yaratış ve mutlak emir Allah'a ait olduğuna göre, bizimkiler
izafî olmaktan öteye geçmeyecektir.
5. "ÂlemlerinRabbi Allah
ne yücedir". "ÂlemlerinRab-bi" ifadesi, Fatiha sûresinin 2.
âyetinde açıklandı. Bütün kâinatı yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden, her
an ilgilenen ve sahip çıkan varlık, "yüce olma" sıfatına lâyık demektir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin başında "sizin Rabbiniz Allah"
dendiği halde, âyetin sonunda "âlemlerin Rabbi Allah" ifadesi
kullanılmaktadır. Her iki ifadenin ortak yönü, "Allah'ın Rab
ol-ması"dır. Birinci ifadeden sonra Allah kendi yaptıklarını anlatmakta,
ikincisinde de yüceliğini gündeme getirmektedir. Bu bize şu genellemeyi vermektedir:
Nasıl ki Allah yüceliğini yaptığı işe bağlamaktadır; insanlar da yaptıkları
işe göre yücelikten pay alacaklardır.
Müslüman, üstünlüğün hem beyin hem gönül hem de iş
üreten eylemlerde olduğunu bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Gönül eylemi
olan iman, yücelik için çok önemlidir: "Eğer gerçekten inanıyorsanız,
üstün gelecek olan sizsiniz" (Âl-i İmrân 3/139). Aklını kullanmayanların
necis olacağını bildiren Allah (Yûnus 10/100), pislik içinde olanların
yücelere ermesinin mümkün olamayacağına işaret etmektedir. Düşünmek aklın, iman
da gönlün eylemi olmaktadır.
Âyetin tamamına bakacak olursak, şu neticeye
varabiliriz: Allah göklerin ve yerin yaratılışından, gece ile gündüzün
ilişkisinden, güneş, ay ve yıldızların boyun eğişinden bahsetmekle, astronomi
ve yerel bilimlerin programını yapmakta ve bunların kanunlarının
araştırılmasını öngörmektedir. Dolayısıyla hüküm ve yüceliği elde tutmanın
bilimden geçtiğine işaret etmektedir. Bir bakıma yüce Allah, insanların
özellikle inananların araştırmaları gereken bilimlerin üniversitesini kurmakta
ve programlarını yapmaktadır.[42]
55. Rabbinize alçak gönülle ve yüreğinizin ta
derinliklerinden gelerek dua ediniz. Doğrusu O, çizgiyi aşanları sevmez.
56. Yeryüzü ıslaha kavuştuktan sonra, orada bozgunculuk
yapmayınız. O'na ürpererek ve ümit ederek dua ediniz. Kuşkusuz Allah'ın
rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
54. âyette Allah'ın Rabliği, kâinatı yaratması
anlatılıp, hüküm ve yüceliğin kendisine ait olduğu vurgulanmıştı. 55 ve 56.
âyetlerde de insanların Allah'a karşı ne yapmaları gerektiği gündeme
getirilmektedir.
1.
"Rabbinize alçak gönüllüce ve yüreğinizin
ta derinliklerinden gelerek dua ediniz". Dua kavramının ne anlama
geldiği, Bakara sûresinin 186. âyetinde geniş bir şekilde açıklandı. Burada
şunu söylemekte yarar vardır: Dua kelimesi emir kalıbında alınınca,
"tapınmak" anlamına da gelmekte ve özellikle sahte tanrılara
tapınmayı yasaklamak için kullanılmaktadır (Yûnus 10/106; Cin 72/18).
Açıklamaya çalıştığımız âyette duanın nasıl yapılacağına açıklık
getirilmektedir. Dua eyleminin formülünde iki şey bulunmalıdır: Huşu ve
gizlilik. Bu iki psikolojik oluşumun bulunmadığı duanın geçerliliğinde zorluk
vardır. Âyetteki ifadesiyle tazarru' kelimesi, "zillet, huşu, gönül
alçaklığı, boyun bükmek" mânalarına gelmektedir. Bunun bir anlamı da
aczini ve muhtaç oluşunu ifade ederek dua etmektir.
Hufye kavramına "gizli" anlamı yanında,
"gönlün derinliklerinden gelerek dua etmektir" mânası da
verebiliriz. Hufye kelimesini sözlük mânasına aldığımızda, duanın
"gizli" yapılmasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
2. "Allah, sınırı
aşanları sevmez". Boyun bükerek, yani huşu içinde ve gizlice dua yapmayanın
haddi aşacağı anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmında geçen mu'tedîn
kelimesinin mânası, "sının aşanlar"dır. Peki ama hangi amellerle
insan Allah'a karşı sının aşmış olur? Bu soruyu cevaplandırmak için bir önceki
âyetle bu âyetin ilk kısmını bir araya getirmek gerekir. Gökleri ve yeri
yaratan, geceyi gündüze bürüyüp örten, güneş, ay ve yıldızları boyun eğdiren ve
kâinattaki bütün oluşumlara hükümran olan Allah'a huşu ile ve gizlice dua
etmek lâzımdır. Bunu yapmayanlar sınırı aşmış olacaklardır. Bu durumda olanlar,
Allah'ın sevgisini kaybedeceklerdir.
3. "Yeryüzü barışa
kavuştuktan sonra, orada bozgunculuk yapmayınız!". "Mu'tedîn"in
kim olduğu bir önceki âyete göre mânalandmlmıştı, şimdi de bir sonraki âyete
göre mânalandıralım. Buna göre barışın tesis edildiği yerde bozgunculuk
çıkarmak, sının aşmak, banşı ve düzeni bozmaktır.
İnsanlar, düzene kavuşan insanlığı fesada nasıl
verirler? Cana, mala, nesebe, dine ve akla saldırarak bunu yaparlar. Cana,
hayat hakkını kaldırarak, mala, mülkiyet hakkına saldırarak; nesebe, haram
lokma yiyerek, zina ve homoseksüellik fiili işleyerek; dine, şirk koşarak ve
Allah'ın emirlerini yerine getirmeyerek, akıllı düşünmeyerek, onu yerli
yerinde kullanmayarak fesat çıkarmış olurlar. Biz bunu kısaca şöyle formüle
edebiliriz: Allah'ın hakkını yerine getirmemek, hayat hakkını tanımamak, nesebi
bozmak, ve beynin hakkını vermemek, yeryüzünde fesat çıkarmak ve Allah'ın
sevgisini kaybettiren sının aşmaktır.
Yüce Allah peygamberler göndererek, yeryüzünde
barışı gerçekleştirmek ve oraya bir düzen getirmek istemiştir. Bu düzenin ve
barışın kurulmasından sonra onu bozmak, fesat çıkarmaktır. Allah insanlıkta
düzeni sağlamak için dini, aklı, canı, malı ve nesebi korumayı temin etmek
konusunda esaslar göndermiştir. Dinin, aklın, canın, malın ve nesebin
korunmadığı toplumlar düzeni bozmakta, barışı dinamitlemektedirler. Bunu
yapanlar Allah'ın sevgi ve rahmetinden uzakta kalacaklardır. Allah'ın sevgi ve
merhametinden uzakta kalan insanların durumunu açıklamaya kelimeler
yetmeyecektir.
4. "Ürpererek ve ümit
ederek O'na dua ediniz. Hiç kuşkusuz, Allah'ın rahmeti muhsinlere çok
yakındır". Ayetin bu kısmını bir soru ile açıklayabiliriz: Kimdir
muhsinler? Kısaca cevap verebilirsek, "iyi iş üretenler",
"insanlığa güzellikler getirenler"dir. Yüce Allah muhsin kelimesine
çeşitli âyetlerde farklı tanımlar getirmektedir. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin
134. âyetinde, bollukta ve darlıkta infâk etmek, kinini yutmak ve insanları
affetmek, muhsinin eylemleri olarak takdim edilmektedir.
Burada ise muhsin kavramına farklı bir mâna
yüklenmektedir. Kâinatın kanunlarını inceleyip oradaki oluşumları gözleyerek
Allah'ın kudretinin farkına varıp, O'na huşu, ürperti ve ümit içinde dua edip
boyun eğmek ve ibadette bulunmak, yeryüzünün ıslahından sonra orada bozgunculuk
yapmamak, barışa sahip çıkmak muhsin olmanın basamaklarını çıkmaktır. Bunda
beynin ve gönlün güzellikler üretmesi vardır. Huşu ve gizlilik ile ürperti ve
ümit dengeleri içinde Allah'a dua etmek, yakarmak, istekte bulunmak gönlün
güzellikleri, yani gizemliliği bilinçle tedkik edip yaratışın ve emrin Allah'a
ait olduğunu kavramak ve barışı korumak beynin güzellikleridir. Bu iki güzellik
insanı muhsin yapmaktadır. A'râf sûresinin 54-56.âyetleri, böyle bir beyin ve
gönülün oluşması, yetişmesi için gerekli olan eğitimi vermektedir.[43]
57. Rüzgârları, rahmetinin önünden müjdeci gönderen O'dur. Nihayet rüzgârlar, ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir beldeye göndeririz, orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Düşünüp ibret almanız umuluyor.
Yüce Allah 54. âyette kâinatın yaratılışını
açıklamıştı. 57. âyette de öldükten sonra dirilmenin ispatını tabiat
kanunlarıyla yapmaktadır.
1.
"Rüzgârları rahmetinin
önünden müjdeci olarak gönderen O'dur. Nihayet rüzgârlar ağır bulutlan
yüklenince, onu ölü bir beldeye göndeririz. Orada suyu indirir ve onunla türlü
türlü meyveler çıkarırız". Ayetin bu kısmından çıkarılabilecek bazı
ilkeler vardır.
a) Yüce Allah, rüzgârla bulut
ve yağmur arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Yüksek basınçla alçak hava
basıncı arasındaki hava akımına rüzgâr diyoruz. Rüzgârların bir görevi de
rahmet denen yağmuru müjdelemeleridir.
b) Yağmurun önünden rüzgârın
gelmesi, ilâhî takdire göre olmaktadır. Onun için âyette "Rüzgârları
gönderen O'dur" ifadesi yer almaktadır. Bu ifade, tabiat kanunları ile
yüce Allah'ın ilişkisini açıklamaktadır. Demek ki Allah kâinatı saat gibi kurup
kendisi de bir kenara çekilmemiştir. Her an ona müdahele etmekte, her an onu
yenilemekte ve yaratmaktadır.
c) Zamanla rüzgârlar bulutlan
yüklenir. Yüce Allah yağmuru suya ihtiyacı olan ölü beldelere gönderir.
Böylece ölü beldelerin yağmura ihtiyacı olduğu ve bu ihtiyacı gidermek için
bulutların oraya sevkedildiği anlaşılmaktadır.
d) "Onunla su indiririz
de o suyla her türlü meyveyi çıkarırız". Yüce Allah burada canlanma ile su
arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Demek ki su hayatın kaynağıdır. Enbiyâ
sûresinin 30. âyetinde "her şeyi sudan yarattığını" buyuran Allah,
canlılığın kaynağında iki hidrojenle bir oksijen atomunun olduğunu, biyoloji
biliminin temeline koymuştur. Bunun anlamı, canlılığın ana unsuru sudur: H20 =
hayat. Tabii ki ölü topraktaki diğer elementler olmazsa, su onları
canlandıramaz.
Meyve ağaçlarının ürün vermesi için suya ihtiyaç
vardır. Ölü topraklar suyla karşılaşınca, canlanma başlamaktadır. Hac sûresinin
5. âyetinin sonunda da bu ilişkiye dikkat çekilmektedir: "Sen, yeryüzünü
kupkuru ve ölü halinde görürsün, fakat biz suyu üzerine indirdiğimizde o
kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir". "Yüce
Allah tabiat kanunlarını niçin anlatıyor?" sorusunun cevabı âyetin
sonunda gelmektedir.
2.
"işte ölüleri de böyle
çıkaracağız. Düşünüp ibret almanız umuluyor". Öldükten sonra dirilmeyi
ispat etmek için Allah yarattığı kanunları kullanmaktadır. Öldükten sonra
dirilme gibi fizik ötesi bir olguyu, tabiat kanunları ile ispat etmekte ve
delillendirmektedir. Ölü toprağa su inince nasıl canlanıyorsa, öldükten sonra
dirilme de böyle gerçekleşecektir denirken, iki olgu arasında bir benzerlik
kurulmaktadır.
Allah bu benzerliği kurarken bir amaç gütmektedir:
İnsanın düşüncesini harekete geçirmek, tabiattaki oluşumlardan sıçrama yaparak
öldükten sonra dirilme olgusuna şüphe etmeden inanmayı temin etmek, insanı
bilimsel bilgiden, âhiret inancına sıçrayacak kadar güçlü bir düşünceye
sevketmek.
Âyetin son kısmında yer alan le'alle kelimesi hem
amacı hem de ihtimali belirlemektedir. Anlatılan tabiat kanunlarının insanı
düşünceye sev-ketmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Fakat düşünüp ibret
alacak olan insan olduğundan, Allah kesin bir ifade kullanmıyor, ihtimalli bir
ibare kullanıyor, çünkü insan düşünüp ibret almayabilir.
Hac sûresinin 5. âyetinin ilk bölümünde, öldükten
sonra dirilme konusundaki şüpheyi gidermek için insanın anne karnında
yaratılışı, orada geçirdiği safhalar ve doğduktan sonra ölümüne kadar
geçirdiği evreler açıklanmaktadır. Demek ki biyoloji kanunlarıyla öldükten
sonra dirilmenin ispatlanması, din eğitimcileri için zorunludur. Âhirete iman
bu kanunların temelleri üzerine oturtulursa, daha bilinçli ve kesin bir iman
olacaktır. İçinde şüpheden bir toz bulunmayan bu iman, sarsılmaz bir iman
halini alacaktır.
Kur'ân'ın geneline baktığımız zaman rüzgâr denen
tabiat kanununun çeşitli isimler altında, çeşitli görevler icra ettiklerini
görmek mümkündür. Rüzgâr anlamına gelen rîh kavramı, yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette riyâh kalıbından çoğul olarak gelmektedir. Aslında kelimenin
kökü râhedir (r-v-h). Ortadaki harfi "vav"dır. Rîh kelimesindeki orta
harf "yâ"dır, ama aynı kökten gelmektedir.
Râhe kelimesi, "geceleyin gitmek veya
gelmek" anlamını ifade etmektedir. Günün şiddetli rüzgârlı olması
anlamına da gelmektedir. "Bir şeyin kokusunu almak, ikram ettiği için
sevinmek, lütfa nail olmak, ikram ettiği için sevinmek, elini çabuk tutarak bir
işi yapmak, ağacın yaprak açması"; rüzgârla beraber kullanılınca,
"rüzgâr dokunmakla helak olmak, nefes almak, hak sahibine hakkım
vermek" anlamına gelmektedir. Aynı kelimeden türeyen ruh, "nefis,
ilâhî vahiy, Kur'ân, Cebrail, Hz. îsâ, üfleme, Allah'ın hükmü" mânasını
ifade etmektedir. Aynı kelimeden gelen rîh da rüzgâr demektir. Erâvîh kalıbı
"koku, merhamet, kuvvet, zafer, efendilik, hâkimiyet" anlamını ifade
etmektedir. Rîh kelimesinin çeşitli kalıplan Kur'ân'da farklı mânalara
gelmektedir.
1. Koku. "Kafile ayrı-Unca,
babalan: 'Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yûsuf un kokusunu alıyorum'
dedi" (Yûsuf 12/94). Bu âyette koku anlamında rîh kalıbında gelmiştir.
2. Kuvvet. "Allah ve Resulüne
itaat ediniz, birbirinizle çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz
gider" (Enfâl 8/46).
3. Mutluluk. "Rahatlık" mânası
verebileceğimiz bu anlamı, Vâkı'a sûresinin 89. âyetinde ravh kalıbında gelmektedir:
"Ona mutluluk vardır".
4. Gönül
rahatlığı.
"Ona gönül rahatlığı vardır" (Vâkı'a 56/89). Bu anlamda reyhan
kalıbından gelmektedir.
5. Rüzgâr. Yorumunu yapmakta olduğumuz
A'râf sûresinin 57. âyetinde rüzgâr mânasını ifade etmektedir.
Kur'ân'da rüzgâr kavramı azap için kullanıldığı
gibi, iyi anlamda da kullanılmaktadır. Kur'ân'da on bir çeşit rüzgârdan
bahsedilmektedir. Bunlardan beşi azap rüzgârları, altısı da rahmet
rüzgârlarıdır.
1. Azap
rüzgârları
a) Sır rüzgârı. Bu rüzgârın
anlamı, "kavurucu rüzgâr"dır. Soğuktan kavurduğu g'ıbi, sıcaktan da
kavurmuş olabilir. Bu rüzgânn içinde sır vardır, yani sıcak veya soğuktan
kavuran bir nitelik taşıdığı için bu ismi almıştır: "Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları
harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup
mahveden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir" (Âl-i İmrân 3/117).
b) Âsıf rüzgârı.
"Şiddetli fırtına" anlamına gelmektedir. Yûnus sûresinde geçen bu
rüzgâr çeşidi, azap ifade eden bir nitelik taşır. "O gemiye şiddetli bir
fırtına gelip çatar" (Yûnus 10/22).
c)
Kâşif rüzgârı. "Kasırga" anlamına gelmektedir:
"Yahut O'nun, sizi bir defa daha oraya gönderip üzerinize bir kasırga
yollayarak inkâr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin
misiniz?" (İsrâ 17/69).
d)
'Akîm
rüzgârı. "Kasıp kavuran" mânasına
gelmektedir: "Ad kavminde de
(ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik" (Zâriyât
51/41).
e)
Sarsar rüzgârı.
"Uğultulu rüzgâr" demektir. "Âd kavmi ise uğultulu, kasıp
kavuran bir fırtına ile mahvedildiler"
(Hakka 69/6).
2. Rahmet
getiren rüzgârlar
a) Müjdeleyici rüzgârlar. Rûm
Sûresinin 46. âyetinde mübeşşirât kelimesi ile ifade edilmektedir.
"Müjdeleyici olarak rüzgârları göndermesi, Allah'ın âyetlerindendir"
(Rûm 30/46).
b)
Dölleyen rüzgârlar. Hicr sûresinin 22.
âyetinde "ilkah eden", yani "dölleyen" olarak yer
almaktadır: "Biz, rüzgârları dölleyici olarak gönderdik" (Hicr
15/22).
c) Tatlı rüzgârı. Yûnus
sûresinin 22. âyetinde tayyibe kelimesi ile ifade edilmektedir. "O
gemiler de, içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdüler".
d)
Mürselât rüzgârları. Ç&5b$J "Yemin
olsun, (iyiliklerle) birbiri peşinden gönderilenlere..." (Mürselât 77/1).
İbn Ömer, mürselatı rüzgâr olarak mânalandırmıştır.
e)
Zâriyât rüzgârları. Yine İbn Ömer, Zâriyât
sûresinin 1. âyetinde geçen zâriyât kavramını, rüzgâr olarak
anlamlandırmaktadır: "Tozdurup savuranlara!"
f) Nâşirât rüzgârları.
"Yaymak" anlamına gelen nâşirât, Mürselât sûresinin 3. âyetindedir.
"Yaydıkça yayanlara yemin olsun!"[44]
55. Temiz beldenin bitkisi Rabbinin izni ile çıkar.
Pis olan beldeden ise zararlı bitkiden başkası çıkmaz. İşte biz, şükreden bir
kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Bu âyetin analizinden, eğitim için önemli ilkeler
çıkarmak mümkündür.
1. "Temiz beldenin
bitkisi Rabbinin izni ile çıkar". "Temiz belde"den kasıt,
verimli topraktır. Tayyib kavramı, "güzel, hoş, bereketli, verimli,
iyi" anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmı maddî anlamda verimli bir
toprağı anlatarak başka bir şeye işaret etmiş olabilir. İşaret edilebilecek
olan konuların birini Râzî'den, diğerini de Râgıb el-İsfahânî'den alacağız.
a) Râzî, "temiz, verimli
arazi"den kasıt, "Allah'a inanan mümin kimse-ler"dir fikrini
ileri sürmektedir. Ruh olgunluğuna sahip, şahsiyeti gelişmiş ve tevhîd inancına
mensup insanlar, verimli toprağa benzerler. Onların ortaya koydukları fikir ve
davranışlar, Allah'ın müdahalesiyle gerçekleşir.
b) "Temiz belde"
kavramını İsfahânî, Tafsîlü'n-neş'eteyn ve Tahsîlü's-sa'âdeteyn adlı eserinde,
helâl lokma ile büyümüş kadın olarak mânalandır-maktadır. Helâl lokma ile
büyümüş, beslenmiş kadının doğurduğu çocuğun Rabbinin izni, yani müdahalesi ile
büyüyeceği yorumunu yapmaktadır.
İsfahânî'nin yorumundan, eğitimde
"veraset" konusuna intikal etmek daha kolaydır. Eğitimde veraset mi
daha önemlidir, yoksa çevre mi; başka bir ifade ile veraset mi eğitim mi daha
etkilidir konusu, eğitimcileri meşgul etmiştir. Kimileri verasetin, kimileri
de çevrenin ağır bastığını savunmuştur. Ama her iki görüşe önem verenler de
çıkmıştır. Meselâ Immanuel Kant, eğitimin ağır bastığını savunurken, Sa'dî
Şîrâzî de verasetin ağır bastığını iddia etmektedir. İmam Gazzâlî ise veraset
ve eğitime birlikte önem vermektedir.
A'râf sûresinin 58. âyetinde de verasetle eğitimin
beraber işlendiğine şahit oluyoruz. Temiz belde, helâl süt ile büyümüş anneyi
temsil ettiğine göre, bu temiz karakterin çocuğun eğitimden etkilenmesini
kolaylaştıracaktır. Herkes eğitimden belli ölçüde etkilenir, ama helâl
karakter, helâl süt ve helâl lokmanın ürünü olan çocuk daha kolay
etkilenecektir.
Toprak verimli ise, yapılacak ziraat daha kolay
yapılacak, ürün daha bereketli olacaktır. Helâl lokma ile büyüyen kadının
doğuracağı çocuğun eğitiminden de iyi bir netice alınacaktır. İsfahânî'nin
görüşü bize bu yorumları inkânını
verdiği için onu tercihe şâyân buluyoruz.
2. Pis beldeden ise zararlı bitkiden başkası çıkmaz". Temiz olmayan beldeden kasıt, "verimsiz, bereketsiz, çorak, çölümsü bel-de"dir. Böyle beldeden ancak zararlı bitkiler çıkar.
a) Râzî'ye göre pis araziden
kasıt iman etmeyen kâfir ve müşriktir. Tev-be sûresinin 28. âyetine göre
müşrikler necistir, yani pistir.
b) İsfahânî'ye göre pis
beldeden kasıt, haram lokma ile yetişen kadındır. Onun doğuracağı çocuk
toplumu rahatsız edecektir. Haram lokma, neslin asaletini bozmaktadır. Bu durum
onların eğitimini zorlaştırmaktadır.
3. "İşte şükreden bir
toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz". Ayetin tamamını, Râzî ve
İsfahânî'nin yorumundan hareket ederek yaptığımız açıklamayı bir tarafa bırakıp
verimli arazi ve verimsiz arazi anlamında alırsak, 57. âyette rüzgârları
yağmurun önünde müjdeci olarak göndermesi, onların bulutlan ölü memleketlere
sevketmesi, o memleketlere yağmur yağdırıp her çeşit meyveyi yeşertmesi, bu
ilişkinin ölüleri diriltmeye örnek olarak gösterilmesi ve bunların amacının
insanların düşünüp ibret almaları olduğunun söylenmesi, ilâhî kanunların
belirtilmesidir. Bunların hepsi birer âyettir. Daha sonra 58. âyette verimli
arazi bitkisinin Allah'ın izni ile çıkacağının, verimsiz arazinin zararlı ot
çıkaracağının söylenmesi de birer âyet olmaktadır.
Demek ki burada anlatılan tabiat olaylarının tamamı,
kanun anlamında birer âyettir. Öldükten sonra dirilme olgusu, tabiat
kanunlarıyla açıklanmaktadır. 57. âyetin sonundaki açıklama düşünüp ibret
almayı, 58. âyetin sonundaki açıklama da şükretmek olarak belirmektedir. Bu
âyetler inanan bir toplum için açıklanmaktadır. 58. âyetin sonundaki inanmak
eylemi hem ilim, hikmet ve kudret sahibi Allah'a inanmayı, hem de öldükten
sonra dirilmeyi iman kapsamına almaktadır.
İsfahânî'nin düşünce tarzına getirdiğimiz yorumu ele
alırsak, haram lokma ile helâl lokmanın, eğitimin etkinliği ile ilişkisinin
kurulması da âyettir. Haram lokmanın eğitimin etkinliğini zorlaştırdığı, helâl
lokmanın ise arttırdığı konusu, üzerinde düşünülmeye değer.
A'râf sûresinin 58. âyetinin tamamına bakınca,
nesillerin problem haline gelmesinin sebeplerinden biri olarak, haram lokmanın
hem haya duygusunu hem de asaleti bozduğunu tesbit etmek mümkündür. A'râf
sûresinin 22. âyetinde anlatıldığı gibi, haram lokma haya duygusunu yaralamakta
ve giderek asaleti bozmaktadır. Bunları gündeme getirmekle yüce Allah, haram
lokma yemekten insanları caydırma eğitimim de yaptırmaktadır. A'râf sûresinin
58. âyetini şu âyetle de yorumlayabiliriz. "Kur'ân, müminlere şifâ ve rahmettir.
Kâfirlerin ise ziyanlarını (sapıklıklarını) arttırmaktan başka bir katkıda
bulunmaz" (İsrâ 17/82).
A'râf sûresinin 58. âyetinin son kelimesindeki şükür
kavramı, "inanmak" mânasına alınırsa, Kur'ân'ın rahmeti, inanan
insanların gönüllerine ilâhî müdahalenin gerçekleşmesiyle faydalı oluşumlar
meydana getirecek, ama kâfirlerin gönüllerinde ise dikenler bitirecektir.
Bu âyetin bir açıklaması mahiyetinde olan şu hadîsi
de eğitim açısından ele alabiliriz: "Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve
hidâyet, bir toprağa erişen bol yağmura benzer; o toprağın bir kısmı
verimlidir, suyu kabul eder, yeşilliktir ve çok ot bitirir. Toprağın bir kısmı
suyu tutar, Allah onunla insanları yararlandırır. Su içerler, hayvanlarını ve
ekinlerini sularlar. O toprağın bir kısmı ise taşlıktır, ne su tutar ne ot
bitirir". Bu benzetme Allah'ın, dininde başarıya ulaştırdığı, benimle
gönderdiği hidâyetten yararlandırdığı, onu öğrenen ve öğreten insanın durumu
ile, benim davetime kulak asmayan, benimle gönderilen hidâyeti kabul etmeyen
insanın durumunu gösterir[45].
İsrâ sûresinin 82. âyeti ile bu hadîsi A'râf
sûresinin 58. âyetiyle ilişki-lendirirsek, oradaki verimli arazi ile verimsiz
arazinin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Verimli arazi, inanan insanın
gönlü, çorak arazi de inkâr edenin gönlü olmaktadır. İnanan insanın gönlünde,
Kur'ân'ın rahmeti ile sevgi, iman bulunurken, inanmayan insanın gönlünde haset,
kin ve düşmanlık duyguları oluşur. Demek ki Kur'ân'dan, insanlar, kendi
psikolojilerine göre etkileneceklerdir.[46]
59. Andolsun, Nuh'u kavmine gönderdik: "Ey
kavmim!" dedi. "Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben, size büyük bir günün azabının inmesinden
korkuyorum".
60. Kavminden ileri gelenler dediler ki: "Biz
seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz".
61. Dedi ki:
"Ey kavmim! Bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim".
62.
"Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt
veriyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum".
63. Korunup
da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile
Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?
64. Onu yalanladılar, biz de onu ve onunla beraber
gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü onlar
kör bir kavim idiler.
Bu âyetler, Hz. Nuh'un Allah tarafından peygamber
olarak gönderildikten sonra, topluma verdiği mesaj ve ona karşı gösterilen tepkiyi
ele almaktadır. Ayetlerin analizini yapıp genellemelere geçebiliriz.
1.
"Andolsun, Nuh'u
kavmine gönderdik". Âyetin bu kısmı, Hz. Nuh'un kendi kavmine peygamber
olarak gönderildiğini ifade ettikten sonra şu kuralı gündeme getirmektedir:
Bir toplum kendi içinden yetişmiş insanlarla eğitilmelidir. İbrahim sûresinin
4. âyetine göre, her peygamber kendi kavminin diliyle kavmine seslenmiştir.
Buna "ana dili ile eğitim" diyoruz. A'râf sûresinin 59. âyetinden de
"kendi insanı ile eğitim" yapmanın ilâhî bir ilke olduğu kuralını
çıkartıyoruz. Çünkü Allah peygamberleri kendi toplumlarından çıkarıp
görevlendirmiştir.
2. "Ey kavmim! dedi:
'Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, size
büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum". Hz. Nûh halkına iman
konusunda üç mesaj vermektedir.
a) "Allah'a kulluk
ediniz". Bu mesaj, tevhîd inancının temelini oluşturmaktadır.
"Allah'a iman ediniz" demiyor da "Allah'a kulluk ediniz"
diyor. Bu ifadede Allah'ın varlığına ve birliğine iman vardır. Allah'ın var ve
bir olduğuna inanmak, insanlar için zor değildir. İnsanlar için zor olan tek
tanrıya kulluk etmektir. Çünkü tevhîd inancında kalarak kulluk etmek çok kere
ihlâl edilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Nuh'un kavmi Allah dışındaki
varlıklara tapmaktaydı.
Nûh sûresinin 3. âyetinde bu mesaja "Allah'tan
sakınmak" ve "O'na itaat etmek" de ilâve edilmiştir. A'râf
sûresinin 59. âyetinde "Allah'a kulluk ediniz" emri, Fatiha sûresinin
5. âyetindeki "Yalnız sana kulluk ederiz" ifadesi, bu hususun bütün
peygamberlerin mesajında yer aldığına işaret etmektedir.
2. "O'ndan başka tanrınız yoktur". Bu ifade tarzı, yalnız Allah'a kulluk etmenin sebebi durumundadır. Allah'tan başka tanrı olmadığını kabul ettikten sonra O'na kulluk edilir. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: "Allah'a kulluk ediniz", çünkü O'ndan başka tanrınız yoktur. Allah'tan başkasını dışlamak, inkâr etmek, tevhîd inancının temelini teşkil etmektedir. Bu Bakara sûresinin 256. âyetinde görülmüştü: "O halde kim tâğutu inkâr edip Allah'a inanırsa" ifadesinde, mümin insanın önce inkâr ettiği, sonra iman ettiği belirtilmektedir. Mü'minin tâğutu, yani Allah'tan başka varlıkların tanrılığını inkâr ederek iman etmesi gerekmektedir. Çünkü şirk olan gönle tevhîd inancı girmez. Zaten "lâ ilahe illallah" derken, cümlenin başındaki "lâ" inkâr etmeyi, reddetmeyi gündeme getirmektedir.
3. "Doğrusu ben, size
büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum". Burada âhirete iman
gündeme taşınmaktadır. Âyette Allah'tan başkasına tapınmanın insanlara azap
getireceği ve bunun âhirette gerçekleşeceği hatırlatılmaktadır. Hz. Nuh'un
"korkuyorum" demesi, onun halkını düşündüğünü ifade etmektedir.
Bir peygamberin başkalarını düşünmesi, onların kötü
amelleri yapmaları konusunda endişe etmesi gerekir. Başka bir ifade ile bu,
peygamber ahlâkının bir gereğidir. Demek ki kâmil insan olabilmek için,
başkaları adına korkmak gibi önemli bir erdeme sahip olmak gerekiyor.
Bir insan âhirette, günâhlarından dolayı azaba
uğratılmasından korkacaktır, ama başkaları adına korkması, onun ileri derecede
ruh olgunluğuna sahip olduğunu ve peygamber ahlâkı ile ahlâklandığını ispat
edecektir. Bir müslüman, müşrikler için azaptan korkmalıdır, fakat düşmanlık
duymamalıdır. Görüldüğü gibi tek tanrı fikri, yalnız Allah'a kulluk etmek ve
âhiret azabından korkmak, peygamberlerin öğretilerinde yer alan temel
mesajlardandır.
4. "Kavminden ileri
gelenler dediler ki: 'Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!"
Kur'ân'ın geneline bakıldığında peygamberlere, toplumların ileri gelenlerinin
karşı çıktığı görülür. Yüce Allah mele' kavramı ile, toplumun ileri
gelenlerini ifade etmektedir. Bu da bize gösteriyor ki, o dönemdeki toplumlarda
bile sosyal tabakalaşma oluşmuştur. Sosyal tabakalaşmanın en üstünde
olanlarına "ileri gelenler" (mele') denmektedir.
Burada şu soruyu sormak gerekir; acaba neden bütün
peygamberlere toplumun ileri gelenleri karşı çıkmıştır? Bu soruya birkaç açıdan
cevap vermek mümkündür. Birincisi statüsünü kaybetme korkusunu duyuyorlardı.
Toplumda bulunduktan seviye, onlara bir sosyal güç temin ediyordu. Bu gücü
kaybetme korkusu, tevhîd inancına gelip peygambere tâbi olmalarını engelliyordu.
İkincisi de kibirlenmeleriydi. Peygamberleri
küçümsemeleri, onları kabullenip kendilerine tâbi olmalarını engellemiştir.
Hemen hemen her peygamber, bu kibrin tepkisi ve kirliliği ile mücadele vermiş,
yoğun ve ağır uğraşılarda bulunmuşlardır. İleri gelenlerin kibri, gönüllerinin
ilâhî tebliğe karşı kapanmasına sebep olmuştur.
Hûd sûresinin 27. âyeti, sosyal seviye ve kibrin
engelini şöyle açıklamaktadır: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler
ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bîr insan olarak görüyoruz. Bizden basit
görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve
sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis sizin yalancılar
olduğunuzu düşünüyoruz" . Yukarıda sorulan soruya hem sosyolojik hem de
psikolojik açıdan cevap vermek mümkündür. Demek ki toplumdaki seviye ve
kibirleri onların kaderi halini almış, yanlışta devam etmelerine sebep olmuştur.
Toplumun ileri gelenlerinin gösterdiği tepki,
ağızlarından şu ifadenin dökülmesiyle ortaya çıkmıştır: "Gerçekten biz
seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz". Sapık insanlar, peygambere
sapık olduğunu söylemektedir. Bunun psikolojik açıdan açıklaması şudur: Sapık
insan, kendi durumunu karşısındaki iyi insanın aynasında görür ve gördüğünün o
adam olduğunu zanneder.
Hz. Nuh'un toplumundaki ileri gelenler, kendi
sapıklıklarını Hz. Nuh'un vücut aynasında görmüş, ama yanlış okumuşlardır.
Kendilerine sapık demek yerine, Hz. Nuh'a sapık dediler. Onlar Hz. Nuh'a sadece
sapık demediler, Kamer sûresinin 9. âyetine göre de "deli" dediler.
Sapık, deli, yalancı gibi ifadeler, sapık insanların peygamberlere attıkları
çamurdur. Bu çamur kendi gönüllerinden çıkıyordu, ama farkında değillerdi.
İlginçtir ki, o toplumun ileri gelenleri "sapık" kavramını
biliyorlardı. Üstelik "apaçık" olanının da farkındaydılar.
Kendilerini uyaran, tevhîd inancına çağıran birine bu sıfatı
yakıştırıyorlardı.
5. "Hz.Nûhdediki: 'Ey kavmim!
Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim!" Hz. Nuh'un bu cevabında çeşitli hikmetler
vardır.
a) Hz. Nûh onlara, "Ben
sapık değilim, siz sapıksınız" demedi. Onların hakaretini onlara
çevirmedi. Sadece kendisinin sapık olmadığını söyledi. "Siz
sapıksınız" sözünü ağzına almadı. Bu tartışma yöntemi, günümüz ve geleceğin
din bilginlerinin metodu olmalıdır. Bir din görevlisi, "sapık, deli ve
yalancı" dendiğinde, aynı kelimeleri diyenlere çevirmemelidir. Hz. Nûh ve
diğer peygamberlerin sünnetinden bunu öğreniyoruz.
b) Hz.Nûh, ne olmadığını
dedikten sonra ne olduğunu açıklamaktadır: "Fakat ben âlemlerin Rabbi
tarafından gönderilmiş bir elçiyim". Bu ifade ile Hz. Nuh'un kendini
görevlendirmediği, âlemlerin Rabbi tarafından görevlendirildiğini
açıklamaktadır. Peygamber, Allah Teâlâ'mn tayin ettiği elçidir. İlâhî âlemin
beşerî âlemdeki elçisidir. Böylece Hz. Nûh, resul kavramı ile kendisini elçi
olarak tanımlamaktadır. Şu'arâ sûresinin 107. âyetinde emin sıfatı
kullanılarak, "güvenilir elçi" olduğu vurgulanmaktadır. Hûd sûresinin
25. âyetinde "apaçık bir uyarıcı" olduğu açıklanmaktadır. Allah'ın
görevlendirdiği peygamber, toplumun inanç ve ahlâk yapısında kökten bir
değişim başlatmakta, bu değişimin kendisi tarafından değil de Allah tarafından
başlatıldığının güvencesini vermektedir.
6. "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiyle) biliyorum". Bu âyetten şu neticelere ulaşıyoruz:
a) Peygamberlerin öncelikli
görevleri, Allah'ın gönderdiği mesajı insanlara tebliğ etmektir. Bunun anlamı,
insanlara kendi düşüncelerini din olarak aktaramayacağıdır. Hz. Nûh bunu
gündeme getirerek insanlara tebliğ et-;iği esasları Allah'ın gönderdiğini
söylüyor ve bu konuda Şu'arâ sûresinin
107. âyetinde olduğu gibi güvence veriyor. O zaman
şu neticeye varıyoruz: Din bilginleri kendi fikirlerini katmadan, ilâhî mesajı
olduğu gibi insanlara ulaştırmalıdırlar. Bu, Allah'ın koyduğu kural ve
peygamberlerin uyduğu yoldur.
b)
"Size nasihat ediyorum" derken,
ikinci görevini gündeme getirmektedir. Tebliğ ve öğütte, Allah'ın indirdiği
vahiyden başkası yer almamalıdır. Bu durum Hz. Muhammed için de zorunlu bir
gerekliliktir. "Kur'ân ile öğüt ver" (En'âm 6/70; Kâf 50/45).
c) Peygamber elçi olarak tayin
edildiği halktan daha fazlasını bilmelidir: "Ve ben sizin
bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiyle) biliyorum". Peygamberin
bilgisi Allah'tan geldiği için, insanların o bilgiye sahip olması mümkün
değildir. O, Allah'ın bildirmesiyle, halkın bilmediğini bilebilir. Böylece
peygamberin farkının bilme alanında olduğunu gündeme getirerek, farklı bilgiye
sahip olana uyulmasını istemektedir.
Buradan şu ilkeyi çıkarıyoruz: Din âlimleri halka
bilmediklerini öğreteceklerdir. Bu kural aynı zamanda öğretmen ve
akademisyenlerin de uyduğu bir ilke olmalıdır. Halka veya öğrenciye
bildiklerini anlatmamak, ilerlemeye manidir ve toplumu geriye götürür. Halka
ve öğrencilere bilmediklerini öğretmek, onları yaşadıkları çağa intibak
ettirmektir.
7. "Korunup da merhamete
uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile Rabbinizden
size bir zikir gelmesine şaştınız mı?" Şimdi Hz. Nuh'un onlara verdiği bu
cevabın analizinden çıkarılacak derslere geçelim.
a)
Allah onlara bir zikir, yani bir öğüt
gönderdi. Daha doğrusu Hz. Nuh'a gönderdiği sahîfe şeklindeki kitabın adı
"zikir" olabilir. Kur'ân'ın bir adı da zikirdir. Hz. Nuh'a gelen
sahîfelerin adı da zikir olabilir. Zikir bir isim olarak alınabileceği gibi,
ona öğüt mânası da verilebilir. 62. âyette geçen gerçeklerin toplamına bu
âyette zikir denebilir.
b) Hz. Nuh'un toplumu, kendi
içlerinden birine böyle bir kitabın verilmesine şaşmıştı. Aslında bu durum,
psikolojik bir kompleksin ortaya çıkışıdır. Çünkü köle ruhlu insanlar kendi
içlerinden çıkan peygamberlere (büyük insanlara, liderlere) tâbi olmazlar.
Onlar hep yabancıları büyük görürler ve onların kendilerini yönetmesini
isterler. Semûd kavmi, Hz. Salih peygamber için de aynı şeyi söylemişti.
"Aramızda bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve
çılgınlık etmiş oluruz, dediler" (Kamer 54/24).
c) "Korunmanız, merhamete
kavuşmanız ihtimali için sizi uyarmak üzere...". Yüce Allah, Hz. Nuh'a
gönderdiği zikirle insanları uyarmasını istemişti. Uyan insanları sakındırmak
için yapılacaktı. Bunun anlamı şudur: Din bilginleri Kur'ân vasıtasıyla takvayı
esas alarak uyanda bulunacaklardır. Çünkü Kur'ân mesajından başka insanı kendi
iradesiyle sakındıracak manevî bir güç yoktur. İnsanlan manevî mikroplardan
koruyacak olan bu manevî koruyucu hekimliğin adına takva denmektedir. Uyan ve
takva, ilâhî merhameti yeryüzüne indirmektedir. Uyan takvayı getiriyorsa, takva
da merhameti getirecektir.
Böylece merhamete giden yolun temel taşlan
verilmektedir. Bu yolu Hz. Muhammed'i takip edenler için şu şekilde
formüllendirebiliriz: Kur'ân ile uyarı, takva denen ruh olgunluğunu elde etmek
ve merhameti kazanmak. Merhameti elde etmek, eğitimin nihaî amacı olmaktadır.
Takva ilâhî âlemi etkilemekte, oradan merhametin gelmesini sağlamaktadır.
8.
"O'nu yalanladılar, biz
de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi
yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir toplum idiler" .
a)
"Onu
yalanladılar". 60. âyette kendisine sapık dediler, bu sefer de yalanladılar.
Yalanlanmak bütün peygamberlere gösterilen bir tepki şekli olmuştur. Şu'arâ
sûresinin 117. âyetinde Hz: Nûh bunu şöyle ifade etmektedir: "Nûh:
'Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı". Bir önceki âyette
belirtildiği gibi, takva merhameti, yalanlama da azabı getirmiştir.
b)
Onu ve beraberindekileri kurtardık. Hz.
Nuh'un uyarısını ve ilâhî mesajı çok az kişi kabul etti. Diğerleri ona sapık,
yalancı dedi, hatta onun ölümüne karar verdiler: "Dediler ki: 'Ey Nûh!
Vazgeçmezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın" (Şu'arâ 26/116).
Mesajı getiren elçiyi yüce Allah, ona inananlarla beraber kurtardı. Bunu anlamı
şudur: İyiyi savunan, insanla-nn mutluluğu için çalışan, insanlann dertleriyle
dertlenen insanlara Allah yardım etmektedir.
c)
"Âyetlerimizi
yalanlayanları da suda boğduk; çünkü onlar kör bir kavim idiler". Allah'ın
âyetlerini yalanlamanın cezası idam olmuştur. Ama bu inkâr ediş, ferdî boyut
değil de toplumsal bir boyut kazanmalıdır. Onlar Allah'ın âyetlerini niçin
yalanladılar? Çünkü onlar kör idiler. Buradaki körlük, maddî körlük değil,
gönül gözü körlüğüdür. Göz hayvanlarda da vardır. İnsanın hayvandan farkı,
gönül gözüne sahip olabilmesidir. Onların gönül gözü kör olduğu için
yalanladılar, demektir.
Dikkat edilirse yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde bu cezalandırmayı açıklamaktadır: Kibir, gönül gözünü kör etti;
körlük, yalanlamaya sebep oldu, yalanlama da cezanın gelmesine sebep oldu.
Burada bir sebepler zincirinin olduğuna şahit oluyoruz. Kibir, nefsin işi;
körlük ve yalanlama gönül işidir. Bütün bunlar ilâhî âlemi rahatsız ettiği
kadar, tabiatı da rahatsız etmiştir. Öyle anlıyoruz ki, yüce Allah cezayı son
çare olarak tatbikata koymaktadır. Çünkü Hûd sûresinin 36. âyetinde onların
asla inanmayacağına dikkat çekilmektedir.
Cezanın şekli Hûd sûresinin 40, Kamer sûresinin 11
ve 12. âyetlerinde anlatılmaktadır. Söz konusu âyetler, bulundukları sûrede
açıklanacaktır. Netice olarak diyebiliriz ki, gönlü tedavi etmek için bütün
çareler denenmelidir, ceza en son çare olmalıdır.[47]
65. Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?"
66. Kavminden
ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni kesinlikle bir akılsızlık
içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz".
67. "Ey
kavmim!" dedi. "Ben akılsız değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin
gönderdiği bir elçiyim".
68.
"Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için
güvenilir bir öğütçüyüm".
69.
"Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size
bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşününüz ki O sizi, Nûh kavminden
sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde
Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz".
70. Dediler ki: "Sen bize, tek Allah'a kulluk
etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer
doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir".
71. Dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve
bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece
sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor
musunuz? Bekleyiniz, öyleyse şüphesiz ben de sizinde beraber
bekleyenlerdenim".
72. Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.
Bu âyetlerde Hz. Hûd ve Nuh'la ilgili bilgiler
verilmektedir.
1. Hz. Nûh kendi kavmine
gönderildiği halde, Âd kavmine kardeşleri Hûd'un gönderildiği anlatılmaktadır.
Yüce Allah her kavme kendi içinden peygamberler göndermiştir. Dolayısıyla kendi
toplumlarını iyi tanımakta, geleneklerini, davranış şekillerini daha iyi
bilmektedir. Bir toplumun düzeltilmesi de yine kendi içinden çıkacak insanlarla
gerçekleştirilebilir^denmek isteniyor. Bu durum insanlığa şu siyasî ve
toplumsal kuralı öğretmektedir: Bozulan toplumları düzeltmeye niyetlenenlerin,
onların içlerinden çıkması gerekir. Başkalarının reçetesine göre yapılacak
ıslahatlar, o topluma şifa olmaz.
2.
Hûd peygamber de, Hz. Nûh
gibi kavmine Allah'tan başkasına kulluk etmemelerini, O'ndan başka
tanrılarının olmadığını söylemiştir. Bunun anlamı, bütün peygamberlerin ilk
mesajı, tevhîd inancını insanlara iletmekle başlamasıdır. Din bilginleri dinî
değerleri sıralarken, ilk sıraya tevhîd inancını koymalı ve onun önüne başka
bir değeri geçirmemelidirler.
Âyette Hz. Hûd, "Hâlâ sakınmayacak
mısınız?" derken, takvanın (sakınma) ortaya çıkmasını istemektedir.
Sakınma duygusu, şirkle mücadeleyi öngörmektedir. Buradaki takva ile,
ibadetlerle sonradan elde edilen takva değil, Şems sûresinin 8. âyetinde insan
yaratılırken onun ruhuna yerleştirilen manevî bağışıklık sistemi olan takva
kastedilmektedir. Şu'arâ sûresinin 106. âyetinde Hz. Nûh da sakınma duygusuna
hitap etmiştir. Hûd sûresinin 50. âyetinde, "Siz yalan uyduranlardan
başkası değilsiniz"; 52. âyette de "Ey kavmim! Rabbinizden bağış
dileyiniz, sonra da O'na tövbe ediniz ... günâh işleyerek yüz
çevirmeyiniz" demişti.
3. Hz. Hûd'un ilettiği bu mesaj,
halk tarafından tepki ile karşılanmıştır. Halk onu beyinsizlik ve yalancılıkla
itham etmiştir. Hz. Nuh'a kavmi "sapık, yalancı" derken, Hûd'a da
"beyninden özürlü ve yalancı" demişlerdi. Sefih kelimesi Bakara
sûresinin 142. âyetinde açıklandı.
Âd kavmi de Hz. Nuh'un kavmi gibi, kendi
yanlışlarını, kötülüklerini Hz. Hûd'un vücut aynasında görmüş, kendilerini
tanımlarken Hz. Hûd'u tanımladıklarını zannetmişlerdi.
4. 'Ey kavmim! Ben beyinsiz
değilim, dedi. Fakat ben âlemlerin Rabbi'nin gönderdiği bir elçiyim". Hûd
peygamber de, Hz. Nûh gibi ne olmadığını söyledikten sonra ne olduğunu
açıklamaktadır. Hz. Nûh sapık olmadığını, Hz. Hûd da beyinsiz olmadığını
söylemektedir. İkisi de aynı hakareti bunu söyleyenlere yapmamaktadır. Önemli
olan hakareti söyleyenlere çevirmek değil, ne olduğunu anlatmaktır.
5. "Size Rabbimin
vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm".
Aynı ifadeyi Hz. Nûh da kullanmıştı. Bir peygamber Allah'ın gönderdiği
gerçekleri, mesajları insanlara tebliğ etmekle mükelleftir. Bunun anlamı, kendi
düşüncelerini dine katama-yacağıdır. Din adma insanların ihtiyacı, Allah'ın
vahyinedir; insanların düşüncelerine değil. Eminlik, bütün peygamberlerin
temel özelliklerindendir.
6.
"Sizi uyarmak için
içinizde bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bize bir zikir (kitap) gelmesine
şaştınız mı?" Düşününüz ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine
getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini
hatırlayınız ki, kurtuluşa ere siniz". Bu âyetin analizinden şu
genellemelere varabiliriz:
a)
Âd kavmi de, Hz. Nûh kavmi gibi kibirlendi,
toplumda ileri gelenler, Hûd gibi bir adamın peygamberlikle gönderilmesine
şaştılar. Böyle bir adama kitap verilip görevlendirilmesi onları şaşkına
çevirdi.
b) Hûd peygamber, onlara
Allah'ın verdiği nimeti hatırlatarak etkilemeye çalıştı. Nûh kavminden sonra
onları getirmiş olması, onları onlardan daha güçlü kılması, nimetlerin başında
gelmektedir. Nûh kavminden sonra getirmenin anlamı, var olmaktır. Var olmak en
önde gelen nimettir. Nûh kavminden sonra gelmeleri ve daha güçlü olmalarını
düşünmeleri ve bunun gereğini yerine getirmelerini emretmektedir. Bunun gereği
de, nimetlerinin Allah'tan geldiğini anlamaları ve şükrünü yapmalarıdır. Bunun
şükrü de, O'ndan başka tanrıya tapmamak ve yalnız O'na kulluk etmektir.
Âyetin bu kısmında geçen halîfe kavramı, siyasî erki
ifade etmektedir. Ama bir toplumun yerine diğer toplumun geçmesi mânası da
vardır. Bakara sûresinin 30. âyetinde bu kavram açıklandı. Burada şu soruyu
sormak gerekir: Nûh tufanından sonra dünyada, Nuh'un gemisindeki insanlardan
başka toplum kalmış mıydı da, onlar Nûh kavminin yerine geçmişlerdi? Yoksa onlar,
gemide kalanlardan mı türedi? Eğer Nûh tufanı, belli bir mekânda olmuş ve
sadece Nûh kavminin batmasına sebep olmuşsa, aynı anda başka yerde bir kavim
olabilir ve onlar Nûh kavminin topraklarını ele geçirmiş olabilirler. Bu böyle
değilse, Âd kavminin Hz. Nuh'un gemisindeki insanlardan çoğaldığını
söyleyebiliriz. Şu ana kadar kesin bir neticeye ulaşamamış olmalarına rağmen
kutsal kitapların metinlerini takip ederek bu olguyu en iyi şekilde açıklayacak
olanlar tarihçilerdir.
Râzî, Hûd peygamberin nesebini şu şekilde
sıralamaktadır: Hz. Nuh'un oğlu Sâm, onun oğlu Erfahşed, onun oğlu Salih, onun
oğlu Hûd olmaktadır. Âd kavmi, Ahkâf adıyla bilinen, Umman ile Hadramevt
arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış, büyük nüfuz sahibi, büyük
iktidarıyla tanınmış bir kavimdir.
Onların bu durumunu yüce Allah şöyle anlatmaktadır:
"Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine,
direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem
şehrine!" (Fecr 89/6-8). Demek ki Âd kavmi siyasî iktidar ve medeniyet
bakımından o zamana kadar eşi ve benzeri olmayan bir seviyede idi. Bu toplum
İslâm'dan asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmesine rağmen namı hâlâ devam
eden bir toplum görünümünde idi.
c) Allah'ın nimetini
hatırlamak, kurtuluşu sağlamaktadır. Yüce Allah, bir toplumun sahip olduğu
siyasî, ekonomik ve sosyal nimetlerin kaynağında Allah'ın olduğunu bilmesi ve
bunu daima hatırlayıp şükretmesinin, onu düştüğü yanlıştan ve çıkmazdan
kurtaracağını söylemektedir. Bu hatırlayıp şükretmesi onun için bir çıkış
kapısı olacaktır.
Bunun aksi bir mânadan hareket edersek, Allah'ın
verdiği nimetleri hatırlamamak, O'na şükretmemek, o nimetlerin kaynağında
kendini görmek ise, toplumların felahını alıp götürmektedir. Nimetin kadrini
bilip şükretmemek, onu kaybetmektir. Peygamberden sonra gelen din âlimleri,
toplumlara, sıkıntıya neden dolayı düştüklerini ve nasıl bir çıkış kapısı
bulabileceklerini öğretmelidirler. Sıkıntının sebeplerinden biri ve en
önemlisi, toplumun sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilmemesi ve o nimetlerin
kaynağını inkâr etmesidir. Sıkıntıya neler düşürdü ise, aynı eylemlerin
tersini oluşturmakla da çıkış kapısı bulunacaktır. Bu âyet bize bir taraftan
dinî, diğer taraftan siyasî ve sosyal hayatta mutluluğu getirecek olan çözüm
yollarını öğretmekte, çöküşün sebepleri ile kurtuluşun dinamiklerini bir arada
vermektedir.
7. "Dedi-ler ki: 'Sen
bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını
bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini bize
getir!" Bu âyetin analizinden şu neticelere varmak mümkündür:
a)
Âd toplumu tevhîd inancını
kabul etmeyerek çözümsüzlük yolunu tuttu. Onların verdiği cevaptan taklidin ne
kadar kötü bir yol olduğunu anlıyoruz. Babalarının taptığı tanrıları
terketmeleri konusundaki teklif, vücutlarındaki acı veren çıbana dokunmak
anlamına gelmektedir. Ama onlar bu çıbanla yaşamaya razı oldukları halde
ameliyatla tedaviye razı olmadılar.
Âd kavmi, taklit saplantısının mazeretini farklı yerlerde aradı: "Dediler ki: 'Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz" (Hûd 11/53); "Sen tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin?" (Ahkâf 46/22).
Çok tanrılı inanç sistemi, insanlar üzerinde
öylesine etkili oluyor ki, terkedilmesi imkânsız hale geliyor. Şirk, akıl denen
gücün inanç alanına girmesine engel oluyor. Çünkü akıl sorgulamak ister.
Aslında onların tepkisi Hz. Hûd'a değil tevhîd inananadır.
b) "Hadi, doğru
söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" (Ahkâf
46/22). Bunun anlamı şudur: Babalarının çok tanrılı dinini taklit etmeleri,
onları göz göre göre cehenneme götürüyordu. Zaten Lokman sûresinin 21. âyetine
göre taklit, cehenneme gitme nedenidir.
Bundan şu çıkarımı yapıyoruz: Yaşayanlar, geçmiş
nesilleri sorgulamalıdırlar. Bu sorgulama, saygısızlık anlamına alınmamalıdır.
Hastamn yakalandığı ölümcül hastalığı, ona saygı gösterelim diye hastalığın
sebebini araştırıp teşhis etmeyelim mi? Şirk de manen ölümcül bir hastalıktır.
Sorgulayarak bu hastalığın mikrobunu yok edecek ilâcı bulmak gerekir.
8. "(Hûd) dedi ki: 'Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyiniz öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim". Bundan önceki âyette, Âd kavmi Hûd peygamberden delil olarak azabı getirmesini istedi. Aslında bu bir nevi azabı çağırmaktı.
A'râf sûresinin 71. âyetindeki rics ve .gadab
kavramlarının azap olup olmadığını açıklamak gerekir. Bazı müfessirler, ricsin
azap olduğunu söylemektedirler. Bunun böyle olmadığını hem bu kavramların mânalarından
hareket ederek cevaplandıracağız, hem de Ahkâf sûresinin 24-25. âyetleriyle
ispat edeceğiz.
Önce Ahkâf sûresinde Âd kavmine verilen cezayı ele
almak gerekir. "Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde
görünce: 'Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur' dediler. Hayır! O,
sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir, içinde acı azap bulunan bir
rüzgârdır"; "O (rüzgâr) Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder.
Nitekim (o kasırga gelince) onların evlerinden başka bir şey görülmez oldu.
İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız" (Ahkâf 46/24-25).
Bu âyetlere bakıldığında, A'râf sûresinin 71. âyetinde geçen rics ve ga-dabın, bu rüzgâr, yani kasırga olmadığı anlaşılır. Rics ve gadab, bu kasırga denen azaptan önce olan ve azabın gelmesini hazırlayan toplumun durumunu açıklamaktadır. Âd toplumundaki insanların psikolojik yapılarını ve sosyal ilişkilerini ifade eden iki kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Rics kavramı, "pislik" anlamına gelmektedir. Bu kavram, maddî anlamdaki pisliği değil, manevî anlamdaki kirliliği ifade etmektedir. "Günâh, çirkin ve murdar iş, azabı gerektiren iş, işkence, gasp, lanet, küfür, şeytanın vesvesesi, pislik" mânalarına gelen bu kelime, Kur'ân'ın muhtelif âyetlerinde geçmektedir.
a) Aklım kullanıp düşünmemek,
pisliktir. Aklın kullanılmaması, insanın hem zekâsını hem de sosyal çevresini
kirletiyor. Yûnus sûresinin 100. âyetinde bu durum şöyle ifade edilmektedir:
"Allah akıllarını kullanmayanları murdar kılar". Bu âyetteki rics,
aklın kullanılma-masından kaynaklanan beyin kirliliğidir.
b) İmansızlık da bir gönül
kirliliğidir. "Allah inanmayanlara böyle murdarlık verir" (En'âm
6/125). Tevbe sûresinin 125. âyetinde
yer alan rics
kavramı ise, "inkâr" anlamına
gelmektedir:
"Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (bu
sûrenin indirilmesi) onların da pisliğini (inkâr) büsbütün arttırır ve onlar
artık kâfir olarak ölürler". Bu iki âyette geçen beyin ve gönül kirliliği,
Âd kavmine azabın gelmesine sebep olmuştur.
c)
Şeytanın insana verdiği vesvese ve böylece
onda oluşturduğu kötü alışkanlık da bir pisliktir. Mâide sûresinin 90. âyetinde
alkol, kumar, puta tapma, fal ve şans okları, şeytanın davranışlarının pisliği
olarak takdim edilmektedir. Şeytan onlarla insan ahlâkını ve alışkanlıklarını
kirletmektedir.
d) Münafıklık psikolojisi de
bir ricstir: "Ama onlardan yüz çeviriniz, çünkü onlar murdardır".
Murdar, rics anlamındadır. Sahte davranan, özü ile sözü birbirini tutmayan,
ikili oynayan insanlar kendi erdemlerini, insanlıklarını kirletmektedirler.
Gadb kavramı, "hışım" anlamına gelmektedir. Rics ile gadab, gelecek
olan kasırga cezasının alt yapısını oluşturmuştur. Bunların bir sebepler
zinciri oluşturduğunu söylemekte yarar vardır. Ad kavminin şirk koşması ve bu
konuda geçmişlerini taklit etmeleri ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlükte
bulunmaları, rics ve gadabı başlarına getirmiş ve bunu onlara Allah takdir
etmiştir. Bu kirlenme ve gadab da kasırga azabını getirmiştir. Şirk, taklit ve
nankörlük, kirliliğe ve gadaba, o da kasırga cezasına sebep olmuştur.
Bilindiği gibi şirk, sadece insanın gönlünü
kirletmemektedir, tabiatın dengelerini de altüst etmektedir. Meselâ
hıristiyanlar "Allah çocuk edindi" deyince, Allah onların bu
anlayışını çirkin bir yaklaşım olarak değerlendirmiştir. Bu sözlerinden dolayı
gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılacaktı (Meryem 19/88-90). Bu ne
anlama gelmektedir? Şirk tabiatın dengelerini bozacak kadar çok etkili ve
çirkin bir inanış biçimidir. Onun için Âd kavminin şirki, Ahkâf sûresinin
24-25. âyetlerinde belirtildiği gibi, kasırga azabının gelmesine sebep
olmuştur.
Hûd peygamber, onların cezayı hak ettiklerini
açıklarken şu cümleye yer vermiştir: "Rabbinizden üzerinize bir rics ve
gazab hak oldu" demiştir. Hûd peygamberle tartışmaya başlayınca, onlara şu
soruyu yöneltti: "Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve
atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?"
Hûd peygamberin kullandığı isim kavramı, onların tanrılarıdır. Hûd peygamber
tanrı kavramını ağzına almıyor. Çünkü onların taktığı isimler, gerçekte var
olmayan tanrıları idi. Râzî'ye göre, Necm sûresinde geçen Lât, Menât ve Uzzâ
isimlerini sahte tanrılara veren Âd kavmi olmuştur.
Yûsuf sûresinin 40. âyetinde, Hz. Yûsuf,
hapishanedeki arkadaşlarına böyle sahte tanrılara takılan isimleri, onun
döneminden öncekilerin ve o dö-nemdekilerin taktığına işaret etmektedir. Necm
sûresinin 19-20. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır: "Gördünüz mü o Lât ve
Uzzâ'yı ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı". Bu soru Araplar'a mı
yöneltilmiştir? Öyle anlaşılıyor ki sahte tanrılara isim vermek geleneği, Âd
kavminden başlamış, Hz. Yûsuf dönemine intikal etmiş, oradan Araplar'a kadar
uzanmıştır.
A'râf sûresinin 71. âyetinde geçen sultân kelimesi,
"delil" anlamına gelmektedir. Böylece Âd kavminin sahte tanrılara
inanmış olmalarının bir delile dayanmadığını ifade etmektedir. Delil bakımından
alt yapıyı ifade etmektedir. Delil bakımından alt yapısı olmayan bir şirk
inancı olmaktadır. Hûd peygamberin soru şeklinde yöneltmesi, aslında onların
sahte tanrılarını inkâr ettiğini ifade ediyor. Tevhîd inancını tebliğ etmekle
görevli olan bir insana, sahte tanrıları savunmak için mücadele etmesinin aklî
bir alt yapısı olmadığına işaret etmektedir.
Dikkat edilirse Hûd peygamber, tartışmada Allah'ın
delil gönderip göndermediğini ölçüt olarak ileri sürmekte, kendi mantığına
dayandırma yerine, Allah'ın âyetlerine gitmektedir. Hûd sûresinin 53. âyetine
göre Âd halkı, Hûd peygamberden mucize, o da onlardan delil istemişti. Ayetin
son kısmında, "Bekleyiniz öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim" ifadesi yer almaktadır.
Babalarının başlattığı şirk geleneğini bırakmamakta
direnen ve bir türlü tevhîd inancına intibak edemeyen Âd kavmine Hz. Hûd'un
bundan başka diyecek bir şeyi kalmamıştı. Sahte tanrıları savunan insanların,
tevhîd inancına hakaret etmelerine müsaade etmenin anlamı kalmamıştı. Artık
onların 70. âyette istemiş oldukları azabı beklemekten başka yapacakları bir
şey kalmamıştı. Gerçi bu arada başka konuşmalar da olmuştu. Hûd sûresinde bu
konuşmalar gündeme getirilmektedir: Bu âyetlerden anlıyoruz ki, iyi ile kötünün,
tevhîd ile şirkin mücadele ırmağına Hûd ve kavmi Âd da karışmıştı. Hûd
peygamberin görevinin inkıtaya uğramaması için, ona inanmayan Âd toplumu helak
edilmiştir.
9. "Onu re onunla beraber
olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin
kökünü kestik". Bu âyette bir kurtarma ve bir de kökünü kesme gibi iki
eylem gündeme getirilmektedir. Âyetin açıklaması yapılırken bu eylemler ele
alınacaktır.
a) "Onu ve onunla beraber
olanları kurtardık", Âyetin bu kısmı, çok az ilâvelerle Hûd sûresinin 58.
âyetinde de gündeme getirilmektedir: "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla
beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; onları ağır bir
azaptan kurtuluşa erdirdik". Dikkat edilirse, A'râf sûresinin 72.
âyetinde kurtarma eylemi ile helak etme eylemi aynı âyette geçmesine rağmen;
Hûd sûresinin 58. âyetinde kurtuluş, 59. âyetinde de helak etme eylemi ve
sebepleri gündeme getirilmektedir. Ayrıca Hûd sûresinin 58. âyetinde Âd kavmine
gönderilen helak edici kasırga, "ağır azap" olarak nitelenmektedir.
Hûd peygamber ve beraberindekilerin bundan korunduğuna dikkat çekilmektedir.
Ayrıca Hûd sûresinin 58. âyetinde, "emrimiz gelince" ifadesine yer
verildiği halde, A'râf sûresinin 72. âyetinde bu ifade yer almamaktadır.
Şimdi burada şu soruyu sorabiliriz: Hûd peygamber ve
onunla beraber olanların kurtarılmasının sebepleri neydi? Bunların başında
Allah'a ve peygamberine uyup itaat etmeleri gelmektedir. Bunun anlamı,
Allah'ın âyetlerine karşı kibirlenmediler, yalanlamadılar ve peygamberini
hafife alıp küçüm-semediler, demektir. Âyetin bu kısmı ile yüce Allah'ın amacı,
Hûd ve bera-berindekilere ne yaptığını anlatmak değildir, bu bilgiler verilerek
yaşayan ve yaşayacak olanlara ilâhî rahmetin, yardımın ve lütfün nasıl
ulaştığının mesajı verilmektedir. Bu ilâhî rahmet, yardım ve lütuf her çağda
işlemektedir.
2. "Ve âyetlerimizi
yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik". Âyetin bu kısmında,
"köklerini kesmek" şeklindeki helak ele alınmaktadır. Birinci
bölümde iyinin durumu ele alınırken, bu bölümde kötülüğün gördüğü ilâhî muamele
gündeme getirilmektedir. Bir toplumun "kökünü kesmek", neticedir;
bunun sebeplerinin olması gerekir. "Bu sonucun sebepleri nedir?"
sorusunun cevabı lâzımdır. Çünkü âyetlerde yüce Allah bu olguları sebep-sonuç
ilişkisi içinde anlatmaktadır.
a) Allah'ın
âyetlerini yalanlayıp iman etmemek (A'râf 7/73; Fussılet 41/15). Yorumunu yapmakta
olduğumuz bu âyette, aslında iki sebep gösterilmektedir: Allah'ın âyetlerini
yalanlamak ve inanmamak. Demek ki yalanlamak ve inkâr etmek, Allah'ın azabını
alıp toplumun üzerine getirmiştir. Başka âyetlerde sebepler çoğaltılmaktadır.
b) Allah'ın
peygamberlerine âsî oldular (Hûd 11/59). Peygambere âsî olmak, onu tanımamak, peygamber olduğuna
inanmamak, davetinden vazgeçirmek için tehdide başvurmak ve öldürmek için
teşebbüste bulunmak anlamına gelmektedir. Bu durum helakin ikinci sebebi haline
gelmiştir.
c) İnatçı her
zorbanın emrine uydular (Hûd 11/59). Bu ifadeden anlıyoruz ki, Allah'ın köklerini kazıma
emrini verdiğinde, Âd kavminin idarecileri inatçı zorba durumundaydılar. Ama
sadece idareciler değil, toplumda halka zulmeden mafyavari gruplar türemiş ve
halk da onlara tâbi olmuştu. Sosyal ve siyasî dengeler zulümden yana
bozulmuştu. Bu dengeleri bozan zorbalara tâbi olmak da, helaki hazırlayan
sebepler arasında yer aldı. Halk, sosyal ve siyasî dengeleri bozup zulüm
yapanlara tâbi olmamak için gerekeni yapmalıdır. Bu zulme karşı durmanın o
zamanki metodu, peygambere tâbi olmaktır. Çünkü peygamberler zulme karşı
adaletin bayrağını açan görevliler ya da elçilerdir.
Yüce Allah Âd kavmine peygamber göndermekle,
adaletin bayrağı altında toplanma ve böylece zulme ve zâlimlere karşı durma
fırsatını tanımıştı. Bu fırsat onların helakini önleyecek bir çıkış kapısıydı.
Onların peygamberleri bırakıp zâlimlere uymaları, bu çıkış kapısının
kapılarını bir daha açmamak üzere kapatmış ve köklerinin kazınmasına sebep
olmuştur.
d) Ekonomik dengeleri bozdular (Ahkâf 46/26). Yüce Allah
hiçbir topluma vermediği ekonomik zenginliği Âd kavmine vermişti.
"Ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehri yüksek binalara sahipti"
(Fecr 89/7-8). Ekonomik açıdan böylesine müreffeh olan, hiçbir ülkede eşine
rastlanmayan başşehre sahip olan bu toplumda zâlimler, ekonomik dengeleri
bozdular. Ekonomik dengeleri bozmak da, zulmün başka bir çeşidini gündeme
getirmişti.
e)
Kabiliyetlerini iyiden yana kullanmadılar. Ahkâf sûresinin 26. âyetinde şöyle
buyurulmaktadır: "Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler yermiştik. Fakat
kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile
Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini
kuşatıverdi" (Ahkâf 46/26).
Bunun anlamı kulak, göz ve akıl gibi eğitimin önemli
merkezleri olan yeteneklerini faydalı bir şekilde kullanmadılar. Eğitim onlara
hiç fayda vermedi. Onların kabiliyetleri eğitimden nasibini almayacak şekilde
kurudu. Dolayısıyla bu toplum "aklı"nı kullanmadı. Bu yüzden helak
oldular. Akıllı olduğu halde aklı kullanmamak, zulümdür. Bu zulmün bedeli de
helaktir. Aklın olmadığı yerde helak vardır. Yüce Allah bu mesajı din
eğitiminin en üst noktasına koymaktadır.
Burada sorulacak diğer bir soru da şudur: "Köklerini kesmek" nasıl gerçekleşti, ya da bu ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabı, En'âm sûresinin 45. âyetinde verildi, ama Hûd sûresinin 60. âyeti de bu soruyu şöyle cevaplandırmaktadır: "Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tâbi tutuldular. Biliniz ki, Ad kavmi, Rablerini inkâr ettiler; biliniz ki Hûd'un kavmi Âd, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı".
Bu âyet, "köklerini kesme"nin lanete
uğramak, ilâhî rahmetten uzak kalmak şeklinde gerçekleşmiş olduğunu
söylemektedir. Lanet ve rahmetten uzak kalmak, hemen hemen aynı anlama
gelmektedirler. Bu lanetlenme ve rahmetten uzak kalma işi hem bu dünyada olmuş
hem de âhirette olacaktır. Allah'ın âyetlerini bile bile yalanlamak, Allah'ın
peygamberine âsî olmak, inatçı her zorbanın emrine uymak, toplumun ekonomik
dengelerini bozmak, aklını kullanmamak, lanet ve Allah'ın rahmetinden dünya ve
âhirette uzak kalma gibi "köklerin kesilmesi" şeklindeki azabı
getirmiş oldu. Bunlar kötüden yana değişimin dinamikleri olmuştur.
Yüce Allah'ın gönderdiği bu kasırga, onların
evlerinden başka her şeyi helak etmişti (Ahkâf 46/25). Bu durum Ahkâf sûresinin
26. âyetinde şöyle tanımlanmaktadır: "Alay edip durdukları §ey
kendilerini kuşatıverdi". Bunun anlamı şudur: Âd kavminin başına gelenler,
kendi amellerinin sonucudur. Amelleri kendilerini kuşattı. Kimi ameller vardır
cennete, kimi ameller de cehenneme dönüşür.
"Âd kavmi, öfkeli bir kasırga ile yok olup
gitti. Allah onların üzerlerinde o kasırgayı yedi gece sekiz gün estirdi, öyle
ki insanları hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün!"
(Hakka 69/6-7). "O rüzgâr, insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere
seriyordu" (Kamer 54/20). Bütün bu anlatılanlar, onların köklerinin nasıl
kesildiğini ifade etmektedir.[48]
73. "Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik.
De ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz. O'ndan başka tanrınız yoktur.
Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mucize olarak
Allah'ın şu devesidir. Onu bırakınız, Allah'ın arzında yesin, ona kötülük etmeyiniz,
sonra sizi elem verici bir azap yakalar".
74. Düşününüz ki, Allah, Ad kavminden sonra
yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde
saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık
çıkarmayınız.
75. Kavminin
ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara
dediler ki: "Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?
Onlar da şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse, ona inananlarız" dediler.
76. Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz de
sizin inandığınızı inkâr edenleriz".
77. Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek
öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: "Ey Salih! Eğer sen
gerçekten peygamberlerdensen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir"
dediler.
78' Bunun üzerine onları o gürültülü sarsıntı
yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.
79. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle
dedi: "Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettik-lerini tebliğ
ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz".
Semûd kelimesi, suyu az anlamına gelen jj semed
kelimesinden türemiştir. Semûd kavmi, Hicaz ve Şam arasındaki Hicr bölgesinde
yaşayan ve sulan az olduğundan bu ismi alan bir kavimdi. Semûd kavminin bu ismi
büyük ataları olan Semûd'dan aldıkları da söylenmektedir. Nuh'un oğlu Sâm;
Sâm'ın oğlu İrem, İrem'in oğlu Âd; Âd'm oğlu Semûd olarak şecerelendiril-mektedir.
Milâttan önce 715 yılına ait Sargon kitabesi, Semûd toplumundan söz etmektedir.
Semûd kavmi konusunda bu kısa bilgiyi verdikten sonra, A'râf sûresinin 73.
âyetine dönebiliriz.
1. "Semûd kavmine de
kardeşleri Salih'i (gönderdik)" .A'râf sûresinin 59. âyetinde "Nuh'u
kendi kavmine gönderdik" dendiği halde, diğer âyetlerde "Âd kavmine
kardeşleri Hûd'u, Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik"
denmektedir. Bunun ne anlama geldiği daha önce anlatılmıştı. Burada aynı
toplumdan yetişen, çıkarılan insanları, eğitici olarak atamanın toplum için çok
önemli olduğu kanunu konulmaktadır. Bir toplumu yabancılarla eğitmek doğru
değildir. Ana dili ile eğitmek (İbrahim 14/4) ve kendi insanı ile eğitmek
(A'râf 7/59), eğitimin altın kuralıdır.
2.
"Dedi ki: 'Ey kavmim!
Allah'a kulluk ediniz; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden
açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir.
Onu bırakınız topraklarında otlasın, ona kötülük etmeyiniz, sonra sizi elem
verici bir azap yakalar". Âyetin bu kısmı Salih peygamberin Semûd kavmine
getirdiği mesajları gündeme getirmektedir.
a)
"Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan
başka tanrınız yoktur" şeklinde ifade edilen, tevhîd inancıdır. Tanrı
olarak yalnız Allah'a inanmak ve yalnız O'na kulluk etmek, daha önce Hz. Nûh ve
Hûd peygamberin tebliğ ettiği mesajın ilk sırasında yer almıştı. Bunun anlamı,
bütün peygamberlerin getirdiği evrensel kanun, tevhîd inancıdır. Hz. Âdem'den
Hz. Muhammed'e kadar gelen bütün peygamberler, bu inancı tebliğ etmişlerdir.
Bu kanundan hareket ettiğimiz zaman, din eğitimcileri ve din âlimlerinin
insanlara ulaştırması gereken kanunun bu olduğu esasına varmış oluruz. Dinin
diğer konulan bu kanundan, yani tevhîd inancından sonra gelmektedir.
b)
"Size Rabbinizden açık bir delil
gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakınız,
Allah'ın topraklarında otlasın. Ona kötülük etmeyiniz, sonra sizi elem verici
bir azap yakalar". Tefsirlerde bu devenin taştan çıktığı hikâyesi
anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Kur'ân'da o deveye "Allah'ın devesi"
ve "âyet" denmiş olmasıdır. Mucize (âyet) denmesine karşılık, onun
normal yollardan doğması değil de taştan çıkması anlatılmıştır. Bu hikâyeleri
burada anlatmanın hiçbir anlamı yoktur.
"Allah'ın devesi" ve "sizin için bir âyet" denmesinin bize göre anlamı, herkesin ona sahip çıkması, herkesi ilgilendirmesi ve herkes için aynı değeri taşımasıdır. Tıpkı Kabe'ye "Allah'ın evi", mescidlere "Allah'ın mescidleri" denmesini andırmaktadır. Çünkü mâbedler herkes için aynı derecede önem ve değer taşımakta olduğundan onlara sahip çıkmalıdır. "Allah'ın devesi" denmesinin anlamı da budur. Âyetteki deve dişidir. Çünkü deve kelimesi burada dişi olarak ifade edilmektedir. Biz bunu şu şekilde yorumluyoruz. Yüce Allah, dişiliğin önemli bir özellik olduğunu vurgulamaktadır.
Bu deve, Semûd kavmi için bir âyettir. Âyet,
"kanun, delil ve mucize" demektir. Semûd kavmi Hz. Salih'ten mucize
işiyordu. Yüce Allah da dişi deveyi onlara bir mucize olarak göndermiştir.
İsrâ sûresinin 59. âyetinde mübsira
kavramı ile devenin mucize olduğu beyan edilmektedir. Ama bu kelimenin başka
bir anlamı daha vardır. Semûd kavmine takdim edilen bu deve, İsrâ sûresinin
59. âyetine göre mübsira, yani "uyarıcı, aydınlatıcı bir belirti"
olarak verilmiştir. Besara kelimesinden türeyen mübsira aslında "gösterici,
uyarıcı, aydınlatıcı" anlamını ifade etmektedir. Böylece A'râf sûresinin
73. âyetinde geçen âyetin mânasını da vermiş olmaktadır.
Kamer sûresinin 27. âyetinde, bu dişi devenin, Semûd
kavmi için bir "imtihan" olduğu söylenmektedir. "Gerçekten
onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve
sabret!" Bu âyette geçen fitne kelimesi, "imtihan" anlamına
gelmektedir. Hz. Âdem'e ağacın yasaklanması ne idiyse, Semûd kavmine de devenin
yasaklanması o olmuştur. Bu durum bir sınama, deneme, yani imtihandan
ibarettir. Demek ki Semûd kavminden dokunulmaması istenen deve, "âyet,
mübsira", yani "uyarıcı, aydınlatıcı" ve bir "imtihan"
olmaktadır.
c) "Onu bırakınız,
Allah'ın topraklarında yesin, ona kötülük etmeyiniz, sonra sizi elem verici bir
azap yakalar". Bu âyetin bir benzeri, Hûd sûresinin 64. âyetinde yer
almaktadır. Bir farkla ki A'râf sûresinin 73. âyetinde, âyetin sonu "elem
verici bir azap" ifadesiyle biterken, Hûd sûresinin 64. âyetinde âyetin
sonu, "yakın bir azap" ifadesiyle bitmektedir.
"Allah'ın arzında yesin" denirken,
"Allah'ın topraklarında yesin" mânası kastedilmektedir.
"Allah'ın arzı" ifadesi, yeryüzünün herkese ait olduğunu, yeryüzünün
bütün canlılar için bir beslenme sofrası olduğunu ve her canlının o sofra ile
beslendiği vurgulanmaktadır. Şu'arâ sûresinin 155. âyetinde aynı zamanda
devenin "içme hakkı" ele alınmaktadır. "Salih: 'İşte (mucize) bu
dişi devedir, onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da
sizindir' dedi". Yüce Allah, Salih peygamber vasıtasıyla Semûd toplumuyla
hayvanın münavebeli olarak içme haklarının olduğunu ve bunun belli günlerde
yapılacağını gündeme getirmektedir. Şems sûresinin 13. âyetinde, "Devenin
su hakkına dokunmayınız!" ifadesi yer almaktadır. Böylece hayvanların da
"haklan" olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Ona kötülük etmeyiniz!" Bu ifadeden şunu
anlıyoruz: İnsanlar sadece birbirlerine kötülük etmezler, hayvanlara da kötülük
ederler. Hayvana nasıl kötülük yapabilirlerdi? Otlamasını ve su içmesini
engelleyebilirlerdi. Onu serbest bırakmayabilirlerdi. En kötüsü onu
boğazlayabilirlerdi. Onlar da bu sonuncuyu tatbikata koydular.
"Sızı elem verici azap yakalar". Böylece
hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkilerin hukukî bir boyutunun olacağına
işaret edilmektedir. Cezanın bulunduğu yerde hukuk, hukukun bulunduğu yerde
cezanın bulunacağı bir gerçektir. Üstelik yüce Allah, hayvanlara yapılan
haksızlığın cezasını bu dünyada hemen vermektedir.
3. "Düşününüz ki, (Allah)
Ad kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun
düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarda evler yontuyorsunuz. Artık
Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık
çıkarmayınız".
Salih peygamber, Semûd kavmini disipline etmek için,
Allah'ın onlara temin ettiği nimetler üzerinde düşünmelerini ve nankörlük
etmemelerini önermektedir. Bu önerilerinde, yapmaları gerekenle, yapmamaları
gerekenleri gündeme getirmektedir. Üzerinde düşünülecek nimetler şunlardır:
a) Âd kavminin yerine geçip
devlet kurmak ve böylece siyasî erki ellerine geçirmek. Allah Âd kavminden
sonra onların yerine geçip devlet kurmalannı Allah'ın gerçekleştirdiğini
bilmeleri ve bunun üzerinde düşünmelerini emretmektedir. Bir toplumun
süTülükten kurtulup devlet kurması, dünyevî nimetlerin ilk sırasında yer
almaktadır. Çünkü âyetteki "Sizi yeryüzünde yerleştirdi" ifadesi,
göçebelikten yerleşik düzene geçmek anlamına gelmektedir.
Göçebelikten kurtulup yerleşik düzene geçmek, bir toplum
için medeniyet adına çok büyük bir nimet olmaktadır. Hem Âd kavminden sonra
devlet kurmak hem de yerleşik düzene geçmek gibi konular üzerinde düşünülmesi
ve bu oluşumların Allah'tan geldiğinin bilinmesi, Salih peygamber tarafından
onlara bir ödev olarak verilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, siyasî erki elde
etmek ve yerleşik düzene geçmenin kaynağında ilâhî irâdenin olduğunu bilmek,
konuları dinî alana çekmekte ve şükre sebep olmaktadır. Salih peygamber onları
doğruya çekebilmek için, sahip oldukları sosyal ve siyasî nimetler üzerinde
düşünmelerini öngörmektedir.
b)
Ovalarda saraylar, dağlarında da evler
yapmaları, kışlık ve yazlık oturdukları yerleri olduğuna işaret etmektedir.
Saray yapmaları hem sanata, hem de ekonomik imkâna sahip olduklarını
göstermektedir. Geldikleri medeniyet seviyesi gereği durumlarını tahlil edip,
medenî insan gibi davranmaları istenmektedir.
c)
"Allah'ın nimetlerini
hatırlayınız", yani "Allah'ın nimetlerini anınız, O'na
şükrediniz" anlamına gelmektedir. Şu'arâ sûresinin 147-148. âyetlerinde
başka nimetler de sayılmaktadır: "Bahçelerin, pınarların içinde ekinlerin,
salkımları sarkmış hurmalıkların arasında". Âyetin birinci bölümünde sahip
oldukları nimetler üzerinde düşünmelerini, bu bölümünde de şükretmeleri
emredilmekte; düşünceden şükre geçiş gündeme getirilmektedir.
d)
"Ve yeryüzünde fesatçılar olarak
karışıklık çıkarmayınız". İki olumlu emirden sonra, bir olumsuz emir yer
almaktadır. Düşünmek, hatırlayıp şükretmek, olumlu emirlerle ifade edilirken,
karışıklık çıkarmamak olumsuz emirle ifade edilmektedir.
Bu üç emir arasındaki bağlantılardan şu genellemeye varıyoruz: Düşünmek ve şükretmek, bozgunculuğu önleyecek beyin ve gönül eylemleridir. Düşünmek ve şükretmek, toplumsal düzeni bozmaktan insanları alıkoyacaktır. Demek ki sahip olduğu nimetler üzerinde düşünmek ve onlara sahip olmaktan dolayı şükretmek, hem psikolojik hem de toplumsal yapıda düzeltmeler yapacak olan manevî ilâçlardır.
Düşüncesizlik, sahip olduğu nimetin geldiği kaynağı
inkâr etmenin ve şükretmemenin neticesinde insanlar, sosyal hayatta bozgunculuk
yapmaya başlamaktadırlar. Salih peygamberin Semûd halkına karşı yaptığı bu
tebliğe onların gösterdikleri tepki veya verdikleri cevap, A'râf sûresinde ele
alınmaktadır. Ona şöyle dediler: "Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin.
Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi
bize bir mucize getir" (Şu'arâ 26/153-154); "Dediler ki: 'Ey Salih!
Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına
tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden
ciddî bir şüphe içindeyiz" (Hûd 11/62); "Aramızdan bir beşere mi
uyacağız? O takdirde biz apaçık sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz,
dediler" (Kamer 54/24).
Bu âyetlerin içeriğinde, babalarını şirk konusunda
taklit etmek, peygambere hakaret etmek, peygambere uymayı sapıklık görmek,
dinden şüphede olmak, mucizeye inanmamak gibi tepkiler yer almaktadır. Genel
anlamda bu durum, Âd kavminin Hûd peygambere gösterdiği tepkilere benzemektedir.
Biraz daha derinlemesine bakınca, toplumlar, geliştikleri dönemlerde şımardıkları
ve bu sebeple yoldan çıktıkları, uğradıkları sosyal ve manevî hastalıkları
düzeltmek için gelen peygambere de uymadıkları görülecektir.
4.
"Kavminin ileri gelenlerinden
büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen insanlara dediler ki: 'Siz
Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?' Onlar da, 'Şüphesiz
biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız' dediler". Bu âyetten
anlıyoruz ki, Semûd halkı sadece Salih peygambere tepkilerini göstermemişler,
ona inananlarla da alay ederek tepkilerini genişletmişlerdir.
a) Semûd kavminde, derin
çizgilerle ayrılan sınıflaşma başlamıştı. Toplumun ileri gelenleri denen üst
sınıf ve aşağı sınıf diye bir ayırım başlamıştı. Sınıflara ayrılmanın zararlı
hale geldiğine bu âyette işaret edilmektedir. Yukarıdaki sınıf, büyüklük
taslamaya başlamış, alt sınıftakileri toz kadar görmeme gibi yanlış bir tavra
bürünmüşlerdi. Peygamberler tarihinin genel kanunu, onlara uyanlar toplumun alt
tabakasında bulunan mazlumlar, çaresizler, ezilmişler, fakirler ve kadınların
inanmaları şeklinde olmuştur. Çünkü kibir, üst sınıftakilerin peygambere tabi
olmalarını engellemiştir.
b) Üst sınıftakiler, alt
sınıfta olanların imanı ile alay etmiştir: "Siz Salih'in, Rabbi
tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Bu soru tamamen alay doludur.
"Biliyor musunuz?" şeklindeki soru, aslında iman ile bilmeyi
karıştırmaktadır. Onların zayıf gördükleri insanların cevabında
"İnanıyoruz" ifadesi yer almaktadır. İleri gelenlerin "Biliyor
musunuz?" sorusuna "İnanıyoruz" kelimesiyle cevap verilmesi
manidardır. Böylece Allah'ın bir insanı peygamberlikle görevlendirilmesinin
"bilme" ile değil, "inanma" ile karşılanacağı gerçeği de
vurgulanmaktadır. Burada "bilme" ile "inanmanın" farkı ve
kullanılma alanlarına ışık tutulmaktadır.
c) Toplumun ileri gelen
kibirli insanları, aşağı gördükleri insanlardan, "Salih'e gönderilene
inanıyoruz" cevabını alınca, onlara şu cevabı verdiler: "Sizin
inandığınızı biz inkâr ediyoruz". Böylece sınıf farkı, inanç alanında da
kendisini göstermişti. Buradan şu noktaya varıyoruz: İnsanların toplumdaki
sosyal seviyeleri, onların inançlarını da etkilemektedir. Bu durum sanki değişmez
bir kanun halini almıştır. Toplumun üst kesimi, alt kesimin inançlarına daima
olumsuz bakmışlardır.
Semûd kavminde birbiri ile çatışan grupların
olduğunu Nemi sûresi anlatmaktadır: "Andolsun ki, Allah'a kulluk ediniz!
(demesi için) Semûd kavmine kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen
iki zümre olu-verdiler" (Nemi 27/45). Bu iki grubun, birbirine bakışı ve
birbirlerini değerlendirmeleri, düşmanlık derecesine varmıştı. Toplumları,
Salih ve yanındakileri uğursuz olarak görüyorlardı. (Nemi 27/47). Bu anlayış,
Hz. Salih'in ölümünü planlamaya kadar varmıştı. Semûd ülkesinde barışa,
iyiliğe ve ıslâha yanaşmayan, bozgunculuk yapan dokuz kişi türemişti (Nemi
27/48-49). Bu dokuz kişi, dokuz grubu ifade etmektedir. Gruplaşma, sınıflaşma,
tefrika, Semûd toplumunun yıkılmasını başlatan, tedavisi mümkün olmayan sosyal
yaralardı.
5.
"Derkeno dişi deveyi ayaklarını keserek
öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: 'Ey Salih! Eğer sen
gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir'
dediler".
a) Semûd kavminin Hz. Salih'e
gösterdikleri tepkinin en şiddetlisi, devenin bu şekilde kesilmesi olmuştur.
Aynı kesim şekli, Hûd sûresinin 65 ve Şu'arâ sûresinin 157. âyetlerinde
geçmektedir. Kamer sûresinin 29. âyetinde şu ifade yer almaktadır:
"Arkadaşlarını çağırdılar; o da kılıcını kaptı ve deveyi kesti".
Kur'ân'da aynı olgu başka bir yerde şu şekilde ifade edilmektedir:
"Onların en eşkıyası atıldığında, Allah'ın Resulü onlara: 'Allah'ın devesine
ve onun su içme hakkına dokunmayınız' dedi. Ama onlar onu yalanladılar ve
deveyi kestiler" (Şems 91/12-14).
b) Onların şirk koşmaları,
peygamberi yalanlamaları, kibirlenmeleri gibi kötü davranış ve inançları,
deveyi kesmekle zirvesine ulaşmış oldu. "İnanmamak, şirk koşmak, taklit
yapmak ve kibirlenmek'le kendilerine karşı hata işliyorlardı. Ama deveyi
kesmekle de hem Allah'ın emrine karşı geliyor hem de zararlarını başka birine
zarar veriyorlardı. Hayvanların haklarını çiğniyorlar; devenin hayatına son
veriyor; diğer taraftan da Allah'ın emrine karşı geliyorlardı. Âyetin bu
kısmında geçen (£ 'atâ kelimesi, "kibirlenip haddi aşmak, isyan etmek,
itaat etmemek" mânalarına gelmektedir. Ama burada neden bu kelime
kullanıldı da "isyan" kelimesi kullanılmadı? Atâ kelimesinin anlamı
içinde "sona ermek" mânası da vardır. Meryem sûresinin 8. âyetinde bu
anlamda kullanılmıştır. Bu isyan şekli, sona erdiren, toplumu çökerten, helak
eden bir isyan olduğu için bu kelime ile ifade edilmiştir. Bu kelimeden türeyen
'utuvv kalıbı da, "bâtıla iyice dalmak, içine girmek" anlamına gelmektedir.
c) Deveyi kesmeleri ve
Allah'ın emrine karşı gelmeleri yetmiyormuş gibi, bir de: "Ey Salih!
'Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir'
dediler". Bir taraftan azabı getirmesi için Salih peygambere meydan
okudular, ama diğer taraftan da "pişman oldular" (Şu'arâ 26/157).
Kibirlenmeleri ve inkâr etmeleri (A'râf 7/75-76); uyarıcıları yalanlamaları (Kamer 54/23); peygambere tâbi olmayı sapıklık görmeleri (Kamer 54/24); peygambere büyülenmiş demeleri (Şu'arâ 26/153); şirk konusunda babalarını taklit etmeleri (Hûd 11/62); peygamberin çağırdığı şeyden şüphe etmeleri (Hûd 11/62); deveyi kesip Allah'ın emrine tecavüz etmeleri (A'râf 7/77) yetmiyormuş gibi, bir de azabı getirmesi konusunda Salih peygambere meydan okudular. Azabın gelişini, Salih'in, peygamberlerden olduğuna delil olarak kabul edeceklerini söylediler. Ama bilemediler ki, o azap geldiğinde kendileri hayatta kalmayacaklardı.
6.
"Bunun üzerine onları o
(gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü kaldılar". Bu âyette
azabın ifade edilişinde, recfe kelimesi
kulanılmıştır. Recfe, "dehşet verici, şiddetli herhangi bir gürültü ya da
sarsıntı"yı ifade etmektedir. Bu kavram, deprem için de kullanılmaktadır.
Semûd kavminin yaşadığı toprakların, volkanik bir patlamaya maruz kalma
ihtimali de vardır. Günümüzde Kuzey Hicaz'da, özellikle Medâin-i Salih
(Salih'in şehirleri) yöresinde geniş esmer renkli volkanik araziler
görülmektedir. Bu sebeple recfe, "volkanik patlama" anlamına da
gelebilir. Recfe, kelimesinin volkanik patlama anlamına geldiğini Müz-zemmil
sûresinin 14. âyetinden anlıyoruz: "O gün yeryüzü ve dağlar sarsılır,
dağlar çöküntü (lavlar) halinde akıp giden kum yığınına döner". Bu
âyette, yeryüzü ve dağların sarsılması, recfe kelimesiyle ifade edilmektedir.
A'râf sûresinin 155. âyetinde Hz. Musa'nın bu kavramı deprem anlamında
kullandığı ifade edilmektedir. Nazi'ât sûresinin 6. âyetinde kıyamet günü
kâinatın nasıl sarsılacağı anlatılırken, bu kelime hem fiil ve hem de özne
olarak geçmektedir.
Âyette geçen /3 dâr kelimesi, Semûd kavminin
yaşadığı ülkeyi ifade etmektedir. Bu kıyamet, yarı volkanik sarsıntının genel
değil, lokal olduğuna işaret etmektedir. Fakat Hûd sûresinin 67. âyetinde dâr
kelimesi çoğuldur. "Yurtlarında" deyince, Semûd kavminin yerleşik
olduğu bütün şehirler anlamına gelmektedir. Bütün şehirlerin bu volkanik
patlamanın altında kaldığını ifade etmektedir.
Verilen dünyevî ceza ile onların amelleri arasındaki
bağlantı nedir? Yukarıda beşinci maddede sıralanan amellere tabiatın bile tahammül
edemediği anlatılmaktadır. İnsanların yaptıklarına tabiat bile dayanamamakta ve
tabiatın düzeni bozulmaktadır.
Kamer sûresinin 31. âyetinde bu ceza şu şekilde
ifade edilmektedir:
"Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik.
Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi
oluverdiler". Hûd sûresinin 68. âyetinde hem A'râf sûresinin 78, hem de
Kamer sûresinin 31. âyetine bir ilâve yaparak: "Sanki orada hiç
oturmamışlardı" ifadesine yer verilmektedir. Ayrıca bütün bu cezanın
sonuç değerlendirmesi yapılarak, "Se-mûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak
kılındı" (Hûd 11/68) denmektedir.
"Allah'ın rahmetinden uzak kılındı" ne
demektir? Bütün kâinat ve içindeki canlılar Allah'ın rahmet ve merhametiyle
yaşar ve hayatlarını devam ettirirler. Semûd kavmi, Allah'ın rahmet ve
merhametinden mahrum kalma cezasıyla cezalandırılınca, tabiat olaylarıyla azap
edilmiş oldular. Demek ki evren ve evrendeki canlılar, Allah'ın rahmet ve
merhameti sayesinde hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu düzeni bozup
insana, hayvana ve tabiata saldıranlar, rahmet ve merhamet alanının dışına
çıkmaktadırlar.
Semûd kavminin rahmet ve merhametten uzak kalmasının
sebepleri A'râf sûresinin 75-78. âyetleri arasında anlatıldıktan sonra, Şems
sûresinin 11. âyetinde ilk sebebe inilmektedir: "Semûd azgınlığı yüzünden
yalanladı". Bütün davranışları tuğyan denen "azgınlık" psikolojisine
bağlanmaktadır. Tâğıye "haddi aşan, sının öteye geçen" davranış psikolojisinin
kaynağım göstermektedir. Tâğut da bu kelimeden türemiştir.
İnsanın tabiatında "saldırganlık içgüdüsü"
vardır. Kur'ân'da bu durum tağâ kelimesi ile ifade edilmektedir. "Gerçek
şu ki insan azar" ('Alâk 96/6). Demek ki, Semûd halkının nefsindeki
azgınlık denen saldırganlık içgüdüsü taştı; Allah'a ve peygambere imanın
sınırlarını geçerek taşkınlık gösterip inkâr ettiler, bu durum onların Allah'ın
boğazlanmasını yasakladığı deveyi kesmelerine sebep oldu. Bu saldırganlıkları,
onları Allah'ın rahmet ve merhametinin sınırlarının dışına çıkardı. Yüce Allah
da, tabiat olaylarının dengesini değiştirerek onların üzerlerine azap olarak
gönderdi. Böylece işlenen suça denk bir ceza verip, azgınlığa tabiatın
azgınlığı ile karşılık verdi.
7. Salih onlardan yüz çevirdi
de: 'Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçeği duyurdum ve size öğüt
verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz' dedi". Âyeti sûrede
bulunduğu yer itibariyle değerlendirisek, sanki Semûd kavmi helak olduktan
sonra Salih peygamber bu konuşmayı onlara yapmaktadır. Elbette ki bu konuşma,
onların helak olmasından önce olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, Semûd halkı deveyi
kesince Salih peygamber onlara bu konuşmayı ve Hûd sûresinin 65. âyetindeki
konuşmayı yapmıştır: "Fakat Semûd kavmi o deveyi ayaklarını keserek
öldürdüler. Salih dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız'. Bu söz yalanlanamayan
bir tehdit idi" (Hûd 11/65). Bize göre A'râf sûresinin 79. âyeti, bu
konuşmanın devamı durumundadır. Şimdi bu âyetin açıklamasını yapabiliriz.
1. "Onlardan yüz
çevirdi". Semûd halkının işlediği zulme karşılık Salih peygamberin
tepkisi, onlardan yüz çevirmek şeklinde olmuştur. Azgınlaşan ve Ankebût
sûresinin 38. âyetine göre amellerini şeytanın süslediği ve bakıp görebileceği
şeyi göremeyen insanların saldırısına karşı bundan başka gösterilecek bir tepki
yoktu.
2.
"Ey kavmim! Andolsun ki
ben size Rab-bimin gönderdiği gerçeği duyurdum". Bu ifadeden çıkaracağımız
önemli ilkeler vardır. Peygamber Allah'ın gönderdiği mesajları tebliğ ettiğine
göre, din bilginleri de aynı sünneti, metodu uygulamalıdırlar. Allah'ın
gönderdiği mesajlar, hiçbir şey katılmaksızın insanlara duyurulacaktır. Din
âlimi ve görevlileri din alanına kendi düşüncelerini, felsefelerini
kalmamalıdırlar.
3. "Ve size öğüt verdim;
fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz". Peygamberin yaptığı tebliğin bir
adı da nasihat vermektir. Semûd halkı Salih peygamberin öğütlerine kulak
vermedi. Bunun sebebini Salih peygamber, sevgisizliğe bağlamaktadır. Böylece
âyetin bu kısmından eğitimin şu ilkesi çıkmaktadır: Sevgi, alâkayı doğurur,
alâka da öğrenmeyi gerçekleştirir. Sevgi olmayınca alâka da olmaz. Öğüt
verenin sevilmemesi, öğüdüne ilgi duyulmamasma sebep olmuş, dolayısıyla da
tebliğ faaliyetinin başarısızlığı ortaya çıkmıştır.
Semûd kavmi korkunç bir volkanik sarsıntı ile mesaja
karşı sevgisizlikleri, ilgisizlikleri, inkârları ile manevî dünyalarında
volkanik bir sarsıntı geçirmişlerdi. Azgınlığın, inkârın, yalanlamanın,
sevgisizliğin oluşturduğu deprem zaten onlarda manevî bir düzen bırakmamıştı.
Onlar bu manevî âlemin enkazı altında kalmışlardı. Salih peygamber onları bu
manevî enkazın altından kurtarmak için gönderildi, ama yıkıntı o kadar çoktu
ki, onların beynine ve gönlüne ulaşması mümkün olmadı. Aslında o beyin ve
gönüllerde bir inilti vardı, ama bu inilti çok derinden geliyor ve Salih
peygamberin nasihati oralara ulaşamıyordu. Bu manevî deprem, fizikî depremi
çağırdı ve helak gerçekleşti.[49]
80. Ve Lût,
toplumuna şöyle demişti: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı
fuhşu mu yapıyorsu nuz?"
81. "Siz, kadınları bırakıp şehvetiniz yüzünden
erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz taşkınlık yapan bir toplu luksunuz" .
82.
Toplumunun cevabı sadece şunu söylemeleri oldu: "Çıkarın şunları
memleketinizden. Çünkü onlar, temizlik tutkunu insanlardır".
83. Biz de onu ve hanımından başka aile efradını kurtardık;
çünkü hanımı geride kalanlardan idi.
84. Ve üzerlerine yağmur yağdırdık. Bak, nasıl oldu
günahkârların sonu.
A'râf sûresinde, Hz. Âdem'i de katarsak Hz. Lût
beşinci olmaktadır. Ama Hz. Âdem'i istisna edersek, Hz. Lût'un, peygamberlerin
dördüncü halkası olarak ele alındığı görülür. Hz. Lût, Hz. İbrahim'in kardeşi
Harun'un oğlu, yani Hz. İbrahim'in yeğenidir. Hz. Lût, Hz. İbrahim'e inanmış,
onunla beraber Irak'tan hicret etmiş, yüce Allah onu Sodom ve çevresi halkına
peygamber olarak göndermiştir[50].
Tarihte Sodom, Kur'ân'da Lût kavmi olarak geçen bu topluluk, insanlık için
iğrenç bir toplum olarak isim yapmıştır. Yukarıda geçen âyetleri Kur'ân'in bu
konuyla ilgili diğer âyetleriyle birleştirerek açıklayacağız:
1. "Sizden önce
âlemlerden hiç-birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?" Bu soru şekli,
Kur'ân'ın diğer âyetlerinde de; "Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak
mısınız?" (Nemi 27/54); "Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin
yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz" (Ankebût 29/28) şekillerinde yer
almaktadır.
Dikkat edilirse, bu âyetlerin birincisinde ve
ikincisinde soru cümlesi varken, üçüncüsünde doğrudan doğruya kesin bir
değerlendirme ve hüküm vardır. "Yapıyor musunuz, yapacak mısınız?"
dendikten sonra, "yapıyorsunuz" karan yer almaktadır. İlk iki
âyette, konunun daha duyum halinde olduğu, böyle kötü bir fiili
işleyeceklerine ihtimal verilmediği gündeme getirilirken, üçüncüde duyum ve
ihtimal ortadan kalkmış, kötü fiil netlik kazanmış ve haberin kesin olduğu
anlaşılmıştır.
Lût kavmi, yani Sodomlular'ın işlediği ve Kur'ân'm
fuhuş dediği fiil, erkeğin erkekle cinsel ilişkide bulunması, yani
homoseksüelliktir. Dikkat edilirse, Semûd kavmi saldırganlık içgüdüsünün
ürettiği fiilleri ile öne çıkarken, Lût kavmi de cinsel içgüdünün işlettiği fiillerle
insanlığa ilk câhiliye dönemini yaşatmıştır. Yüce Allah, meşru olmayan erkek
kadın ilişkisine zina demiş ve bunun fuhuş olduğu değerlendirmesini (İsrâ
17/32) yapmış, ama homoseksüelliği doğrudan doğruya fuhuş olarak nitelemiştir.
Bu âyette geçen "âlemler" kelimesi ne
anlama gelmektedir. Fatiha sûresinin tefsîri yapılırken, 2. âyetinde geçen
"âlemler" kavramı orada açıklanmıştı. Bu kelimenin bir anlamının da
"insanlar" olduğuna dikkat çekilmişti. "Sizden önceki
milletler" ifadesi yerine, "sizden önceki insanlar" anlamına
işaret edilmişti. Bu noktadan hareket edersek, Lût kavmine kadar insanlığın
böyle kötü bir alışkanlıkla karşılaşmadığını söyleyebiliriz. Ama âlemler kelimesini
"toplumlar" anlamında alırsak, hiçbir toplum böylesi kötü bir davranışa
düşmemişti, mânasını verebiliriz. Önceki toplumlarda ferdî anlamda bunu
yapanlar bulunabilirdi, ama bütün toplumun bu kötü alışkanlığı yaşaması
olmamış olabilirdi.
2. "Çünkü siz, şehveti
tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz
taşkın bir milletsiniz".
a) Âyetin ilk bölümünde cinsel
içgüdünün tatmininde tabiatın dışına çıkıldığı ifade edilmektedir. Kadınları
görmezlikten gelerek, cinsel içgüdüsünü erkeklerle tatmin etmeye çalışmak,
fıtrata aykırı bir davranıştır. Tabiata aykırı olan bir şeye tabiat
dayanamamaktadır. Onların bu davranışı, Kur'ân'm başka bir yerinde şöyle
anlatılmaktadır: "Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da,
insanlardan erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir
toplumsunuz" (Şu'arâ 26/165-166). Bu konudaki diğer bir âyet ise
şöyledir: "Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda
edepsizlikler yapacak mısınız?" (Ankebût 29/29).
Demek ki Lût kavmi, homoseksüelliği yabancılara
karşı da yapıyorlardı. 2. âyette geçen "yol kesme" ifadesinden bu
anlaşılmaktadır. "Toplantılarınızda bu edepsizliği yapacak mısınız?"
ifadesinden de "grup seks" yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Demek ki
onların bu alışkanlığı, ta o dönemde başlamıştı. Diğer âyette de şu ifade yer
almaktadır: "Lût, kavmine şöyle demişti: 'Göz göre göre hâlâ o
hayâsızlığı yapacak mısınız? Siz ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere
yaklaşacak mısınız?" (Nemi 27/54-55). "Göz göre göre"
ifadesinden anlaşılıyor ki, onlar bu ahlâksızlığı bilerek yapıyorlardı. Demek
ki Lût kavmi, yüce Allah'ın fuhuş dediği, erkeğin erkeğe yaklaşması, yani
homoseksüelliği bilerek, hatta yol keserek yapmaktaydılar.
b) Lût peygamber onların
işlediği bu çirkin fiili şu şekilde değerlendirmiştir: "Doğrusu siz
taşkın bir milletsiniz" .Bu âyette müsrifûn kelimesi geçmektedir. Bunun
anlamı, "sınır tanımayan, israfa giden" demektir. Aynı değerlendirme
Şu'arâ sûresinin 166. âyetinde şöyledir: "Doğrusu siz haddi aşmış bir
kavimsiniz". Bu âyette geçen 'âdûn kelimesi, "haddi aşmak"
anlamına gelmektedir. Aynı konudaki diğer bir değerlendirme de Nemi sûresinin
55. âyetindedir. "Doğrusu siz, cehalet üretmeye devam edegelen bir
topluluksunuz".
Bu âyette geçen câhil kavramı, "yanlışlığını
bildiği halde, göz göre göre bir davranışı yapmak"tır. Diğer taraftan Lût
peygamber, Ankebût sûresinin 30. âyetinde bu kavmi fesatçılar olarak
nitelendirmektedir. Ahlâkı bozduklarından onlara bu sıfatı yakıştırmaktadır.
Sınır tanımamak, haddi aşmak, cehalet üretmek, bozgunculuk yapmak gibi
sıfatlar, ahlâkî kavramlardır. Aslında bu kavramlar birbirini
tamamlamaktadırlar. Sınır tanımayan insan veya topluluk, aynı zamanda haddi
aşmakta, câhilce davranmakta, bozgunculuk yapmaktadır. Bu sıfatlar birbirinin
mânası durumundadırlar.
Müsrif kavramı, "âdî bir davranışı yapan
toplumun, Allah katındaki erdemini, insanlıktaki değerini, ve kendilerine
karşı kıymetlerini israf etmesi, tüketmesi" anlamım ifade etmektedir.
"Haddi aşmak" da, erkeğin kadınla cinsel ilişkide bulunması gibi doğa
kanununu çiğneyip, erkekle erkeğin çiftleşmesi anlamına gelmektedir. Cehalet
kavramı da "bilerek aklı devre dışı bırakmak" anlamına gelmektedir.
Bozgunculuk da cinsel ahlâkın dengelerini bozup altüst etmektir. Ama özde
hepsinin mânası aynıdır.
3. "Kavminin cevabı:
'Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar temizlik
tutkunu insanlardır". Âyetin analizinden çıkarılacak bazı genellemeler
şunlardır:
a) Kötüler daima iyilerden
rahatsızlık hissetmiştir. Ahlâksız insanların bulunduğu grubun içine ahlâklı
biri girerse, ahlâksızlar rahatsız olurlar. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz:
Kötüler grubuna giren iyi, onları rahatsız eder. İyinin aralarından
çıkarılmasıyla kendi dünyalarında rahat edeceklerini sanırlar. Bu durum bütün
peygamberlerin başına gelmiştir. Onun için peygamberler ya öldürülmüşler ya da
hicret etmek zorunda kalmışlardır. Peygamberlerin öldürülüşü konusu, Nisa
sûresinin 155. âyetinde açıklandı. Hz. Salih'in ölümünün planlandığı da Nemi
sûresinin 49. âyetinde anlatılmıştı.
Hz. Lût ve etrafındakilerin ülkeden çıkarılması teklif edilmiştir. A'râf sûresinin 82. âyetinde "Lût ve etrafındakiler" hedef alınırken, Nemi sûresinin 56. âyetinde, Lût ve ailesi ülkeden çıkarılmak istenmektedir. Hz. Lût'un, onlara yaptıkları ahlâksızlıkla ilgili verdiği öğüdün karşılığı, onun ve etrafındakilerin ülkeden çıkarılışı şeklinde olmuştur. Bu bize kötülerin, ahlâksızların baskın olduğu bir toplumda iyilerin barınmasının ne kadar zor olduğunu anlatmaktadır. Yüce Allah'ın amacı Hz. Lût'u anlatmak değil, Hz. Lût örneği ile gelecek nesillere bu mesajı vermektir.
b) Lût kavminin onları neden
ükelerinden çıkardığı sorusunun cevabı da verilmektedir: "Onlar temizlik
tutkunu insanlardır". Âyetin son kelimesi olan yetetahherûn,
"temizliği çok seven, temizlik düşkünü, temizlik tutkunu" anlamına
gelmektedir. Lût kavminin bu kelimeyi kullanmasından anlıyoruz ki, onlar da
cinsel temizlik ve kirliliğin ne demek olduğunu biliyorlardı. Bu durumda,
onların homoseksüelliği bile bile işledikleri ortaya çıkmaktadır. Kendilerinin
pis fiilleri ile Hz. Lût'un temizlik tutkusunu bilen ve bu değerlendirmeyi
yapan insanlar, kötü alışkanlıklarına karşı koyamadıklarını anlatmış
olmaktadırlar. Pislik tutkunu insanlar, temizlik tutkunu insanlarla barınamaz;
neticede saldırganlıkları artarak iyileri ülkelerinden çıkarmak isterler.
Âyetin anlatımına dikkat edilirse, sebep-sonuç
ilişkisi kurularak davranış psikolojisi yapıldığı anlaşılmaktadır. Toplumda
ahlâkî davranışlar zamanla gruplaşma haline gelirse, ahlâklılarla
ahlâksızların çatışması haline dönü-şecektir. Sebep, ahlâksızlıktan ziyade
ahlâk olacaktır. Lût kavmi, Lût ailesini temizlik tutkunu olmaları sebebiyle
ülkelerinden çıkartmak istemiştir.
Burada sorulması gereken bir soru vardır: Lût kavmi
neden bu kadar saldırgan hale gelmiş de temizliği seven insanları ülkelerinden
çıkartmak istemişlerdir? Bu sorunun cevabını Hûd sûresinin 78. âyetinde
buluyoruz:
"Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler.
Daha önce de, o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût: 'Ey kavmim! işte şunlar
kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkunuz ve
misafirlerimin önünde beni rezil etmeyiniz! İçinizde aklı başında bir adam yok
mu?' dedi".
Demek ki Lût kavminin bu kötü alışkanlığı,
"aklı" devre dışı bırakmıştır. Ayrıca Allah'tan sakınma duygusunu da
tahrip etmiştir. Ahlâkı korumayı temin eden takva denen bağışıklık sistemi yok
olunca, her çeşit pislik ortaya çıkacaktır. Hz. Lût "İçinizde aklı başında
bir adam yok mu?" derken, aklı ve ona sahip olanı aramaktadır. Böylece kötü
davranışın temel sebebi olarak, aklın devre dışı bırakılmasını göstermektedir.
4.
"Biz de onu ve
hanımından başka aile efradını kurtardık; çünkü hanımı geride kalanlardan idi.
Ve üzerlerine yağmur yağdırdık. Bak, nasıl oldu günahkârların sonu". Hz.
Lût, kendisini ziyaret eden meleklere saldırıda bulunan ahlâksız halktan dolayı
şu duada bulundu: "Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya
güçlü bir kaleye sığınabilseydim, dedi" (Hûd 11/80). Onun bu sözüne
karşılık melekler ona şöyle dedi: "Ey Lût! 'Biz Rabbinin elçileriyiz.
Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü! Eşinden
başka sizden hiçbiri geride kalmasın, çünkü onlara gelecek olan ona da isabet
edecektir. Onlara vaad olunan (helak) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın
değil mi?" (Hûd 11/81).
Ankebût sûresinin 30. âyetine göre Hz. Lût şöyle dua
etti: "Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim! dedi".
Hz. Lût, Allah'ın yardımı olmaksızın onlarla başa çıkamayacağını anladı ve bu
duayı yaptı.
a) Bu yalvarmalardan sonra
yüce Allah'ın kurtarma harekâtını başlatan yardımı geldi. Hanımı hariç, Lût'u
ve ailesini kurtardı. O ahlâksızların baskısı ile değil de Allah'ın emri ile
Hz. Lût, ülkesini terketti. Arkalarına dönüp bakmadan çıkıp gitmelerini emretti
(Hicr 15/65; Hûd 11/81). Hz. İbrahim yüce Allah'a, "Ama orada Lût
var" diyerek nidada bulunmuştu. Yüce Allah da onu onların arasından
çıkarıp diğerlerini cezalandıracağını söyledi (Ankebût 29/32).
b) Lût kavminin işlediği o
iğrenç ve yüz kızartıcı fiil, ilâhî âleme çıkarak onlar için azap, Hz.Lût için
yardım olan cezayı alıp geldi. Kur'ân'da bu ceza şekli aynı anlama gelmekte,
ama farklı şekilde anlatılmaktadır. "Üzerlerine (taş) yağmuru
yağdırdık" (A'râf 7/84); "Onların altını üstüne getirdik; ve
üzerlerine pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık" (Hûd 11/82);
"Sonra diğerlerini helak ettik. Üzerlerine bir yağmur yağdırdık"
(Şu'arâ 26/172-173); "Şüphesiz biz, bu memleket halkının üzerine, yoldan
çıkmalarına karşılık, gökten korkunç bir azap indireceğiz" (Ankebût
29/34); "Hemen biz onların gözlerini silme kör ettik" (Kamer 54/37).
Bütün bu ceza şekillerinin buluştuğu kavram, 'jt
demmera fiilidir. (Şu'arâ 26/172; Sâffât 37/136). "Helak etmek, yok etmek,
yere geçirmek" mânalarına gelen bu kelime, yukarıdaki ceza şekillerinin
sonucunu açıklamaktadır.
A'râf sûresinde olduğu gibi, diğer sûrelerde de bu
tarihî olgunun niçin anlatıldığına cevap verilmektedir. Yüce Allah bu anlatışın
amaçlarını şu şekilde belirlemektedir: "İşte bunda ibret alanlar için
işaretler (âyetler) vardır. Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol
üzerindedirler. Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır" (Hicr
15/75-77).
Bu âyetlerde, Lût kavminin başına gelenlerin gelecek
nesiller için bir ders olduğu vurgulanmaktadır. Geçmişten geleceğe ışık tutmak
isteyenler, bu olgudan ders alacak ve cinsel ahlâksızlığın ne anlama geldiğini
anlatacaklardır. Yüce Allah Hz. Lût'un hâdisesini anlatmakla, insanların
akıllarını kullanıp düşünmelerini amaç edindiğini beyan etmektedir:
"Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için orada apaçık bir ibret
nişanesi bırakmışızdır" (Ankebût 29/35); "Elbette siz de sabah ve
akşam onlara uğruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Sâffât
37/137-138).
Demek bu tarihî hâdiseye akılla yaklaşılması istenmektedir.
Birinci amaç ele alınınca, şöyle bir formül ortaya çıkmaktadır. İbret alan,
inanan ve aklını kullanan insanlar için bu hâdisede önemli işaretler ve
neticeler vardır. Yüce Allah bu ve bundan önce anlattığı tarihî hâdiselerle bir
tarih dersi vermektedir. Bu derste ahlâk, iman, isyan, aklı devre dışı
bırakmak, cehaletin ne olduğu, ahlâkî değerlerin nasıl çiğnendiği
anlatılmaktadır. Diğer taraftan, tarihî hâdiselerin nelere dikkat edilerek
yazılıp anlatılacağına da işaret edilmektedir.
A'râf sûresinin 84. âyetinde: "Bak ki
günahkârların sonu nasıl oldu?" buyurmaktadır. Bunun anlamı, "Gözlem
yapıp düşününüz!" demektir. Günahkârların başına gelenlerin gözlenmesi ve
onlar üzerinde düşünülmesi, geleceğe ışık tutması anlamına gelmektedir.
Gözlemden çıkarılacak diğer önemli bir netice de,
homoseksüelliğin hukuken nasıl cezalandırılacağıdır. Bu yüz kızartıcı fiilin
topluma yayılmasının çok ağır ceza ile cezalandırıldığı yukarıdaki âyetlerden
anlaşılmaktadır. Ama az sayıda kalmasının, ölümle cezalandırılmayacağına da
delil teşkil etmektedir. Öncelikle uyarılmalı, işledikleri fiilin kötülüğü
anlatılmalıdır. Bu uyarıları dikkate almayanlar, toplumda tecrit
edilmelidirler. Hz. Lût'a uygulamak istedikleri ülkeyi terketme baskısı onlara
uygulanabilir. Bu iğrenç fiille mücadelenin ilk basamağı eğitimdir, eğitimin
fayda sağlamadığı görüldüğünde, tecrit cezası uygulanması gerekir.[51]
85. Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik:
"Ey kavmim!" dedi, "Allah'a kulluk ediniz, sizin O'ndan başka
tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam
yapınız, insanların eşyalarını eksik vermeyiniz, düzeltildikten sonra
yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız; eğer inanan insanlar iseniz, böylesi sizin
için daha iyidir".
86. "Ve
her yolun başına oturup da tehdid ederek ona inananları Allah yolundan
çevirmeye ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayınız; düşünün siz az idiniz, O
sizi çoğalttı ve bakınız bozguncuların sonu nasıl oldu?"
87.
"Eğer içinizde bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da
inanmamış ise, Allah, aramızda hük-medinceye kadar sabrediniz; O, hükmedenlerin
en iyisidir".
88. Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler
dediler ki: "Ey Şuayb, ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları
şehrimizden çıkartırız ya da dinimize dönersiniz!" Dedi ki:
"İstemesek de mi?"
89.
"Allah, bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer tekrar ona
dönersek, Allah'ın üzerine yalan atmış oluruz. Rabbimiz Allah, dilemedikten
sonra (sizin dininize) dönmemiz, bizim için olur şey değildir. Rabbimiz, bilgice
her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanmışız. Rabbimiz, bizimle
kavmimizin arasındaki işi gerçekle açığa çıkar. Muhakkak ki sen gerçekleri
açığa çıkaranların en iy isisin!"
90. Kavminden
inkâr eden ileri gelenler dediler ki: "Eğer Şuayb'a uyarsanız, muhakkak
siz ziyana uğrarsı-nızl
91. Derken o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi,
yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
92. Şuayb'ı
yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı
yalanlayanlar, işte ziyana uğrayanlar onlar oldular!
93. Şuayb, onlardan öteye döndü de: "Ey
kavmim!" dedi, "Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve
size öğüt verdim, artık kâfir bir kavme nasıl acırım?"
Yukarıda geçen âyetlerin hepsini bir başlık altında
incelemek mümkündür. Çünkü hepsi de Hz. Şuayb'ın getirdiği mesajı ve ona
gösterilen tepkiyi anlatmaktadır.
1. Hz. Şuayb, Râzî'nin
naklettiğine göre Hz. İbrahim'in soyundan gelmektedir. Şuayb Nüveyb'in oğlu,
Nüveyb Medyen'in oğlu, Medyen de İbrahim'in oğludur. Şuayb aynı zamanda Hz.
Musa'nın kayınpederidir.
Hz. Şuayb'ın peygamber olarak gönderildiği Medyen
ülkesi, Kitâb-ı Mukaddes'de Midian bölgesi, bugünkü Akabe körfezinin kuzeyinden
Sînâ yarımadasının içlerine ve Ölüdeniz'in doğusundan Moab dağına kadar uzanıyordu.
Sakinleri ise, Araplar'ın Emur (Amorite) koluna mensup kabilelerdi.
"Medyen'e kardeşlen Şuayb'ı gönderdik" ifadesi ile iman kardeşliği
kastedilmekte, Şuayb'ın onların içinden geldiği ifade edilmektedir.
2. Hz. Şuayb'ın getirdiği
mesajın içeriğini A'râf sûresinde bulduğumuz gibi, diğer sûrelerde de
buluyoruz. Hz. Şuayb'ın öğretisinde yer alan mesajların neler olduğuna
gelince;
a) "Eykavmim!" dedi,
Allah'akulluk
ediniz! Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur".
Tevhîd inancı, bütün peygamberlerin getirdiği mesajların ilk sırasında yer
almaktadır. A'râf sûresinde ele alınan Hz. Nûh, Hûd, Salih ve Şuayb
peygamberlerin ilk öğretisi, bu şekilde ifade edilen tevhîd inancıdır. Tevhîd
inancını ifade eden bu cümlenin ne anlama geldiği, A'râf sûresinin 59.
âyetinde açıklandı.
"5/ze Rabbinizden açık bir delil
gelmiştir". Buradaki "beyyine" kelimesine "duyuru"
anlamı verilebilir. Duyurulardan biri yukarıda anlatılan tevhîd inancıdır,
diğerleri âyetin devamında yer almaktadır.
b)
"Artık ölçüyü, tartıyı
tam yapınız, insanların eşyalarını eksik vermeyiniz". Öyle anlaşılıyor ki
Medyen halkının öne çıkan özelliği, şirk ve ticarete hile karıştırmaları idi.
Yüce Allah, bir insanın bir insanı hile ile kandırmasına razı olmamaktadır.
Burada Medyen halkına Şuayb peygamberle ulaştırılan mesaj, insanların faydası
içindir. İnsanlar arasındaki hileli ticarî ilişkiler, ilâhî âlemden bu emrin
nazil olmasına sebep olmuştur. Ticarî hukuk öylesine düzenlenmelidir ki,
insanların aldanmasını veya haksız kazanç elde etmesini ortadan kaldırsın.
Allah bu düzenlemenin temeline tevhîd inancını
yerleştirmekte, caydırıcı güç olarak da âhiret azabını gündeme getirmektedir.
"Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayınız. Zira ben sizi bolluk (hayr) içinde
görüyorum. Ve ben gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından
korkuyorum" (Hûd 11/84). Demek ki Medyen halkı, ekonomik imkânları geniş
olan ve bu konuda ilâhî ihsana ulaşmış bir toplumdu. Ekonomik imkânların
sağladığı doyum bilmeyen ihtiras, ticarî hayatı hileli yollara götürmüştü.
A'râf sûresinin 85. âyetinde, "Ölçüyü, tartıyı
tam yapınız!" dendiği halde, Hûd sûresinin 85. âyetinde, "Ölçüyü ve
tartıyı adaletle yapınız!" bu-yurulmaktadır. Burada kist, yani "oran
adaleti" kavramına yer verilmektedir. "Ölçüyü tastamam yapınız, eksik
verenlerden olmayınız, doğru terazi ile tartınız" (Şu'arâ 26/181-182)
buyurulurken, aynı mesaj çok az bir farkla sunulmaktadır.
c) Ticarî hayata, ölçüye hile
katarak getirilen dengesizlik, sosyal hayatın dengelerini bozacaktır. Onun
içindir ki âyetin devamındaki bölümünde: "Düzeltilmesindensonra
yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha
hayırlıdır" buyurulmaktadır. Hûd sûresinin 85-86. âyetlerinde ise bu durum
şöyle ifade edilmektedir: "Yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayınız.
Eğer müminler iseniz, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sîzin için daha
hayırlıdır". Şu'arâ sûresinin 183. âyetinde de, yeryüzünde bozgunculuk
yapmamaları emredilmektedir.
Bu âyetlerden şu neticeye varıyoruz: Ekonomik
dengeleri hileli kazançla bozmak, yeryüzünde fesat çıkarmak, yani bozgunculuk
yapmaktır. Hileli kazanç, haksız kazanç, haram kazanç, aynı zamanda insanların
asaletini bozmaktadır, yani manevî dengeleri de altüst etmektedir. Manevî
dengelerin bozulması, giderek sosyal dengeleri de bozmaktadır.
Yüce Allah normal kârın insanlar için daha hayırlı
olduğunu anlatmak için sağlam imanı devreye sokmaktadır. Allah akla hitap
ederken, neyin daha değerli olduğunun bilgisini vermekte ve bu bilginin iman
vasıtasıyla hayata geçirileceğine işaret etmektedir. Demek ki ticarî dengeleri
bozmadan, yeryüzünde bozgunculuk yapmadan sürdürülecek sosyal hayatta, bilgi ve
imana ihtiyaç vardır. Yüce Allah bilgiyi vermekte, imanı da kulundan beklemektedir.
"Eğer inanıyorsanız" bunun daha iyi ve değerli olduğunu anlarsınız
denirken, bu ifade edilmektedir. Demek ki eğitimde bir şey yasaklanırken, o
yasağın temelinde yer alan değerler belirlenmeli ve onları harekete geçirerek
yasağın yerine gelmesi temin edilmelidir.
d) Hz. Şuayb insanların
yapmamaları gereken diğer davranışları da sıralamaktadır. "Tehdit
ederek, ona inanan insanları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek
isteyerek öyle her yolun başına oturmayınız".
Zemahşerî bu âyetteki "Her yolun basına
oturmayınız" cümlesini, A'râf sûresinin 16. âyetiyle tefsîr etmektedir. O
âyette İblîs şöyle demişti: "Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim
ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstüne
oturacağım". Demek ki Medyen halkının ileri gelenleri, Allah'a giden her yolun
başına oturup halkın o yola gitmesini engelliyorlardı. Halkın uyduğu manevî
uygulamaların yollarını, din yollarını engelliyorlardı. Bu davranışlarıyla
şeytanlaşıyor ya da şeytana yardım ediyorlardı.
Bu yolların başına otururken insanları tehditle ve Allah'ın
yolunu eğri büğrü göstererek engelleme işini sürdürüyorlardı. Âyette yer alan
tû'idûn kelimesi, "tehdit ederek" anlamına gelmektedir. Demek ki
insanları çeşitli şekillerde tehdit etmek suretiyle Allah'ın yolundan
alıkoyuyorlardı.
Toplumun ileri gelenlerinin, siyasî erki kullanarak
halkın manevî doğrultudaki uygulamalarını tehditle engellemeleri, insanlık
tarihinde devam eden bir süreç olmuştur. Yüce Allah bize Medyen halkı örneği
ile bu süreci anlatmaktadır. Yoksa O'nun amacı, Medyen halkının bu durumunu
hikâye etmek değil, bununla geleceğe ışık tutmak ve insanların ilâhî yolda
mesafe almak için manevî uygulamalarına mani olmalarını engellemektir, yani
insanların manevî bakımdan haklarına ve özgürlüklerine engel olmanın
fesatçılık olduğu bilgisini vermektir.
Medyen halkının ileri gelenleri zor kullanarak hak
ve özgürlüklere mani oluyorlardı. Beşerî güçle ilâhî yolu engellemeye
çalışıyorlardı. Diğer taraftan Allah'ın yolunu eğri büğrü göstermeyi de ihmal
etmiyorlardı. Bunun anlamı, öğretim vasıtasıyla insanların beynini
yıkamalarıdır.
Bu tip uygulamalar gruplar arasında olduğu gibi,
toplumlar arasında da olmaktadır. Siyasî erki eline geçirenler, kendi
ideolojilerini insanlara kabul-lendirebilmek için zora başvurmaktadırlar. Bu
durum, siyasî erkin kötüye kullanılması demektir. Haklar ve özgürlükler
engellenerek devlet idaresi oligarşiye dönüştürülmektedir.
İman edenleri korkutup tehdit ederek, zor kullanarak
Allah yolundan alıkoymanın toplumun erdemini yaraladığının ve siyasî erkin
geleceğini karartmakta olduğunun mesajını Şuayb peygamber vermektedir.
e) A'râf sûresinin 69.
âyetinde Salih peygamberin Semûd kavmine öğrettiklerini, Allah'ın onlara
verdiği nimetleri hatırlatarak öğrettiği gibi, Şuayb peygamber de aynı metodu
izleyip Medyen halkına Allah'ın verdiği en önemli nimeti hatırlatmaktadır:
"Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı".
Âyetin bu kısmındaki "azlık",
"çokluk" ne anlama gelmektedir? Azlık, çokluk, insana nüfusu
hatırlatmaktadır. O zaman az olan bir toplumun, çoğalarak millet haline
gelmesi, dünyayı ihya etmesi, medeniyete katılıp bir şeyler vermesi, devlet
olması, nimetlerin başında gelmektedir.
Diğer taraftan buradaki azlık ve çokluk, ekonomik
nimeti ifade etmiş olabilir. Âyette "Sizi fakirken sizi
zenginleştirdi" mânası verilebilir. Azlık fakirliği, çokluk da zenginliği
hatırlatabilir. Fakirken zengin olmak, toplumun çalışmasına bağlı olmaktan
çok, ilâhî ihsana da bağlıdır.
Ayrıca azlık güçsüzlüğü, çokluk da güçlülüğü ifade
etmiş olabilir. Buradaki güç kavramı sosyal güce, teknolojik güce işaret etmiş
olabilir. Hem aynı toplumun içinde hem de toplumlar arası ilişkilerde, güçsüz
iken güçlü hale gelmelerinin lütfü Allah'tan gelmiştir.
Şuayb peygamber onların, azlık ve çokluk kavramları
üzerinde düşünmelerini istemiştir. Nüfusu, ekonomik imkânları ve sosyal
seviyesi az iken çoğalmalarının, üzerinde düşünmeleri ve şükretmeleri gereken
bir konu olduğunu hatırlatmaktadır. Az iken çok, fakirken zengin, güçsüzken
güçlü olmanın üzerinde düşünüp şükretmenin getireceği en önemli davranış
şekli, Allah'a inanıp O'nun yolunda giden inanan insanların önüne çıkmamak,
on-lan zorlamamak, böylece inanç farklılığını düşmanlığa döndürmemektir.
Âyetteki "Düşününüz!" emri
"Hatırlayınız!" mânasına da alınabilir. Geçmişte ne olduğunu
hatırlamayanlar, sahip oldukları imkânlarla kibirlenip, kendi inancını
paylaşmayanlara düşman kesilir ve bunu eyleme dönüştürür.
f) Şuayb peygamber bu âyetin
son bölümünde, halkın geçmişten ibret almalarını, Allah'a giden yolun başına
oturarak, inananlara engel olmanın ve Allah'ın yolunu eğri büğrü olarak
göstermelerinin neticesinin çok kötü olacağını bilmelerini
istemektedir."Bakınız ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur?"
Âyetin son kelimesindeki, "bozgunculuk
yapanlar"m kimler olduğuna da açıklık getirilmektedir. Fesat çıkaranlar,
siyasî erki elinde bulundurup farklı inanca sahip olanlara baskı yapan ve
böylece inanç özgürlüğünü ortadan kaldıranlardır. Kendisi gibi inanmayan
insanların yolunu kesen, o yolun eğri olduğunu söyleyen ve bu insanlara hayatı
dar eden toplumun ileri gelenleri, fesat çıkaranlardır.
"Bakınız ki, fesat çıkaranların sonu nice
oldu" ifadesindeki "Bakınız!" emri, "Gözlem yapınız!"
mânasına alınacağı gibi, "Dikkat ediniz!" mânasına da alınabilir.
Tarihî olgulardan neticeler çıkartıp hayata ışık tutmak ve o hayatın
problemlerini çözmek için bu emir verilmektedir.
g)
Toplumların inananlar ve
inanmayanlar diye gruplara ayrılması ve bunların birbirlerine düşman olması,
çözümü imkânsız olan sosyal yaralar açmaktadır. Bu yarayı kendi döneminde Hz.
Şuayb gibi bir peygamber de tedavi edememiştir. Şuayb peygamberin halka şöyle
seslendiğini görüyoruz:
"Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene
inanır, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O
hâkimlerin en iyisidir" Öyle anlaşılıyor ki Hz. Şuayb döneminde,
inananlarla inanmayanlar grubu arasındaki çatışmayı önleyecek bir devlet nizamı
da yoktu. Çünkü bu ayırıma devletin ileri gelenleri de katılıp inananlara
karşı baskıcı uygulamaların yanında yer almışlardı.
Şuayb peygamber bu iki grubun birbirine savaş ilân
etmesini istemiyordu. Onun içindir ki âyetin sonunda Allah'ın hükmünü
beklemelerini emretmiştir. Devleti yönetenlerin de taraf olduğu ilişkiler
sistemindeki düşmanca tavırların çözümü Allah'a kalmış demektir. Bu çözümün
Allah'tan gelmesini Şuayb peygamber beklemekte ve bunun olacağı garantisini
vermektedir.
Bu âyetten günümüzle bağlantılandırılacak yorum
şudur: Toplumlarda inanan ve inanmayan gruplar oluşabilir, bu gruplar
birbirlerine karşı düşmanca tavır takınabilir. Bu durumda devleti idare
edenler, taraf tutmadan bu düşmanca tavrın eyleme dönüşmesini önlemelidirler.
Gruplar arasında yumuşama ve toleransın meydana gelebilmesi için emek
harcamalıdırlar.
Devleti idare edenler taraf tutunca, iş çözümsüzlüğe
doğru yol alır ve ilâhî müdahalenin gelmesine sebep olur. Demek ki gruplar
kendi aralarındaki problemleri yine kendileri çözmeli, en azından şemsiye
görevini gören devlet bu çözümü temin etmelidir.
3. Şuayb peygamberin bu
konuşmasına karşılık kavminin tepkisi şu şekilde olmuştur:
a)
"Kavminden ileri gelen
kibirliler dediler ki: 'Ey Şuayb! Ya sen ve seninle beraber inananları
memleketimizden kesinlikle çıkaracağız ya da dinimize döneceksiniz . (Şuayb),
'İstemesek de mi?' dedi"
A'râf sûresinin 85-87. âyetlerinde Şuayb peygamberin Medyen halkına verdiği mesajlara karşı, toplumun ileri gelen kibirli insanları ağır tepki gösterdiler. Yukarıda meali verilen A'râf sûresinin 88. âyeti, bu tepkinin boyutunu vermektedir. Toplumun ileri gelen kibirli insanları, Hz. Şuayb'a iki teklifte bulunuyorlar. "Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkartacağız", "Veya milletimize döneceksiniz".
Bunun anlamı ya memleketi terkedersin veya bizim
milletimize dönersin. Sana ve sana inananlara inanç özgürlüğü tanımıyoruz.
Hoşgörü gibi değerleri size karşı kullanmayacağız. Pek çok peygamber
zorlanarak, tehdit edilerek yurdundan çıkarılmıştır. Benzer tepki ile Hz. Şuayb
da karşılaşmıştır.
Âyetteki "Milletimize döneceksiniz"
ifadesindeki millet kavramını İbn Abbâs, Hâzin "din"; Kâdî Beyzâvî ve
Nesefî "inkâr" olarak mânalandırmak-tadır. Bu kavramın geniş izahı
için Bakara sûresinin 120. âyetine bakılabilir. Ama bu kavram, "yol,
hukuk, hayat tarzı, düşünce biçimi ve insan davranışlarına yön veren
arzular" anlamlarını da ifade etmektedir.
Medyen halkının ileri gelen kibirli insanları Hz.
Şuayb'a "Milletimize döneceksin" derken, "Dinimize
döneceksin" demeyi kastetmekteydiler. Onların yoluna, onların hayat
tarzına, düşünce biçimine dönmesini kastetmişlerdi.
"Senin gibi olamazsam, seni benim gibi
yaparım" sözü bu zorlamada iş görmektedir. Medyen halkının ileri gelen
kibirli insanları, Hz. Şuayb'ın mesajını kabullenemediler, ama kendi
yollarından gitmesini zorla ona kabul ettirme yolunu seçtiler. Mesajlara
uymalarını yeterli görmediler, zorla onun kendi taraflarına geçmesini temine
çalıştılar.
"Ya memleketi terkedersin ya da bize uymak
zorundasın" gibi zulme varan davranış şekli günümüzde ve gelecekte de
devam edecektir. Farklı inançları, kavga etmeden bir arada yaşatamayan toplumlar,
medenî olduklarını iddia edemezler. Gruplar birbirlerine farklı inançlarıyla
değil, ortak akıl-lanyla muamelede bulunacaklardır. Gruplar ve fertler arası
ilişkiler akıl bazında yürürse, düşmanlık değil hoşgörü oluşur.
Aynı inanca mensup olanlar bile, birbirleriyle ilişkilerini akıl düzeyinde yürütürlerse, birbirlerini daha inançlı, daha zayıf inançlı suçlamalarının önüne geçmiş olurlar. Onun için Kur'ân insan ilişkilerini akıl alanına çekmektedir.
b) "(Şuayb), 'İstemesek
de mi?' dedi". Şuayb peygamberin bu ifadesi, Hz. Mûsâ'nm Firavun'a karşı
kullandığı ifadeye benzemektedir: "Mûsâ: 'Sana apaçık bir mucize getirmiş
olsamda mı?' dedi" (Şu'arâ 26/30). Her iki peygamber de zorda kalmanın
şartları altında bu ifadeye yer vermişlerdir. Hz. Mûsâ Firavun tarafından hapse
atılmakla tehdit edildi, Şuayb peygamber de ülkeden çıkarılmak ya da onların
yoluna dönmekle tehdit edilmişti.
Âyetin bu bölümünde yer alan kârihîn kelimesi,
"istemeyenler, uygun görmeyenler, benimsemeyenler, yani reddedenler"
anlamına gelmektedir. Şuayb peygamber, "isteksiz" olan bir insana
zorla bir şeyi kabul ettirmenin yanlışlığını bu cevabıyla ortaya koymaktadır.
Bir insana isteğinin dışında bir inancı kabul ettirmek veya bir davranışa
zorlamak hem özgürlüklere aykırı hem de ahlâka ters düşmektedir. Bir şeyi bir
insana kabul ettirmeden önce, o insanın içinde bir istek, bir ilgi uyandırmak
gerekir.
c) Tepkilerini başka şekilde
de dile getirdiler: "Dediler ki: 'Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını,
yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketme-mizi sana namazın mı
emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın" (Hûd 11/87).
Medyen halkının ileri gelen kibirli insanları, şirki
bırakmayacaklarını alaylı tepkileriyle ortaya koymaktadırlar. Buradaki salât
kelimesi, Şuayb peygamberin "Allah'a yalvarması" anlamına
gelmektedir. "Senin tevhîd inancına dayalı olarak yaptığın dualar mı sana
bu konuşmayı emrediyor?" diyerek alay ediyorlar. Yumuşak huylu ve akıllı
olduğunu söylemenin altında da ince bir alay yatmaktadır.
d) Onların tepkisi biraz daha
ileri gitmektedir:
"Dediler ki: 'Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Sen bizden üstün değilsin" (Hûd 11/91). Anlamamak, peygamberi güçsüz görmek, verdiği mesajları kabul etmemenin ötesinde, onu öldürmeye gidecek kadar ileri gitmelerine sebep olmaktadır.
e) Medyen halkının ileri gelen
kâfirleri, Şuayb peygambere inanan müminlere şöyle seslenerek onları korku ve
baskı altına almak istediler: "Eğer Şuayb'a uyarsanız, o takdirde siz
elbette ziyana uğrarsınız" (A'râf 7/90). İnanan ve inanmayan gruplara
eşit mesafede olması gereken toplumun ileri gelen devlet adamları,
inanmayanların başını çekince, inanç özgürlükleri ayaklar altına alınmaktadır.
Sadece "inanıyoruz" dedikleri için insanları ülkelerinden çıkartmak,
ilkelliğin en çirkin yüzünü göstermekten başka bir şey değildir.
"Onlar başka değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır'
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir
kısım insanları (kötüleri) diğer bir kısmıyla defedip önlemeseydi, mutlak
suretle, içlerinde Allah'ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere elbette yardım
eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir" (Hac 22/40).
Bunun anlamı şudur: Yüce Allah iyilerin, kötülerin
tahribatını önlemelerini istiyor. İnanan insanları, sırf inandıkları için
yurtlarından çıkartmak, çirkin ve önlenmesi gereken bir eylemdir. Bunu önlemek isteyenlere
Allah yardım edecektir. Öncelikle bu sorunun gruplar arasında çözülmesini istemektedir.
Sorunu yaratanların çözümü de bulması gerekiyor. Çözümü iyi niyetle bulmak
isteyene yardım edeceğine dair söz de verilmektedir.
İnanç veya din özgürlüğü konusunda insanlık mücadele
vermeli ve bunu ilk planda eğitim öğretim alanında vererek, insanların
özgürlüğü kabullenmesini temin etmelidir. Bu mücadele Bakara sûresinin 193.
âyetinde olduğu gibi, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet
edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korkuyla boyun eğmek zorunda
kalmayın-caya kadar devam etmelidir.
4. Devleti idare eden
inançsızların desteğini alan grup Hz. Şuayb'a bu şekilde tehdit, korku ve
zorlama ile tepki gösterince, onun cevabı şöyle olmuştur: "Doğrusu Allah
bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, Allah'a karşı
yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah istemediği sürece, sizin milletinize
dönmemiz söz konusu edilemez. Rabbimiz bilgice her şeyi kuşatmıştır. Biz Rabbimiz
Allah'a dayanıp güvendik. Rabbimiz! Toplumumuzla bizim aramızda adaletle
hükmet! Sen çözüm getirenlerin en hayırlısısın".
a) Şuayb peygamber,
müşriklerin yolundan kendilerini Allah'ın kurtardığını ifade etmektedir. Yüce
Allah'ın onları kurtardığı bu yola (millete) dönmelerinin, Allah'a iftira
olacağına dikkat çekmektedir. Madem ki o yanlış yoldan onları Allah kurtardı,
öyleyse dönüşü de O'na bırakmak gerekiyordu. Şuayb peygamber de "Ancak
rabbimiz Allah dilerse" ifadesiyle bunu yapmaktadır.
Bunun anlamı şudur: Medyen halkının ileri gelen
kâfir ve kibirli insanlarının isteklerine göre dinlerini, yollarını
değiştiremeyeceklerine, hatta bu değişimin kendi isteklerine göre de
olamayacağına, bunun sadece Allah'a ait olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah'ın
takdiri, lütfü ve iradesiyle girilen inanç sisteminden yine ancak O'nun isteği
ile çıkılabilir. Kendi isteği ile çıkmak Allah'a iftira olacaktır. Bütün
değişimin ilâhî takdire, lütfa ve ihsana bağlı olduğu, bu takdirin tersini
yapmanın Allah'ı yalanlamak olacağına işaret etmektedir.
b)
Böyle bir değişimin Allah'ın bilgisi dışında
kalamayacağı vurgulanırken, "Rabbimiz bilgice her şeyi kuşatmıştır"
buyurulmak-tadır. Bu ifadeden şu neticeleri çıkartıyoruz: Bizi sizin yolunuzdan
kurtarmakla en iyi olanı yapmış ve bu yaptığını her şeyi kuşatan ilmi ile
yapmıştır. Tevhîd inancını ve onun gerekli kıldığı yolu bırakıp, inkâr ve şirk
yoluna sapmamız için sizin isteğinizi yerine getirirsek, bu oluşumun Allah'ın
ilminin dışında kalması mümkün değildir.
Diğer neticeyi de âyetin devamından çıkartıyoruz:
sadece Allah'a güvenip dayandık!" Bilgisi her şeyi kuşatan Allah'a
dayanmak gerekir. Bizim, sizin saldırınıza, tehdidinize ve zarar vermenize
karşılık dayanağımız yüce Allah'tır. Böylece Şuayb peygamber hem Allah'ı tanıtmakta
hem de kendisinin O'nunla olan ilişkisini anlatmaktadır. Bir bakıma onlara
ilahiyat dersi vermektedir. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır ve herkes O'na dayanır.
Öyle bir Allah'a inandığının öğretimini yapmaktadır.
c)
Çözümü kendi aralarında gerçekleştiremeyince,
Şuayb peygamber çözümü Allah'tan istemektedir: "Ey Rabbi-miz! Toplumumuzla
bizim aramızda hak ile hükmet! Sen çözüm getirenlerin en hayırlmsın!"
Aslında iftah kelimesi,
"açmak" anlamına gelmektedir. Toplumla aramızı hak ile aç denirken,
hak ile hükmet mânası kastedilmektedir. Aralarındaki çözümsüzlüğü gidermek
için hakkı ortaya çıkarmak adına yapılan bir açılımı ifade etmektedir.
Çözümsüzlükle mücadele verilirken çözüm getirmek, onu fethetmek anlamına
gelmektedir. Onun için hüküm vermek, doğru ile yanlışı ayırmak, hakkı ortaya
çıkartmak, fetih gibi bir zaferdir.
Bu duadan anlıyoruz ki, inananla inanmayan grup
arasında inanç özgürlüğünün aleyhinde cereyan eden ilişkilerde imansızların
saldın, tehdit ve zorlamalarına karşı durulamazsa, çözümü Allah'tan istemek,
O'nun yardımı için dua etmek gerekmektedir. Bu yalvarış, mazlumlar için bir
çıkış kapısıdır. Yüce Allah bu çıkış kapısına Şuayb peygamber örneği ile
işaret etmektedir.
d)
Şuayb peygamber konuşmasına devam ederek
şöyle demektedir: "Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş)
apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna ne
dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak
istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat
başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na
döneceğim" ; "Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nûh
kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler gibi size
de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir" (Hûd
11/88-90); "Ey kavmim! Size göre benim ailem Allah'tan daha mı güçlü ve
değerli ki, onu tAllah'ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki
Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır"; "Ey kavmim!
Elinizden geleni yapınız! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın
geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyiniz!
Ben de sizinle beraber beklemekteyim" (Hûd 11/92-93); "Sizi ve
önceki nesilleri yaratan Allah'tan sakınınız" (Şu'arâ 26/184).
Bütün bu konuşmalara rağmen, başka bir ifade ile Şuayb peygamberin gizli tehdidine rağmen, onlar meydan okumayı şu şekilde sürdürdüler.
"Kavminden ileri gelen kâfirler
dediler ki: 'Eğer Şuayb'a uyarsanız, o takdirde mutlaka
ziyana uğrarsınız"
(A'râf 7/90); "Onlar şöyle dediler: 'Sen olsa
olsa iyice büyülenmiş birisin"; "Sen de ancak bizim gibi bir
beşersin. Bil ki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz";
"Şayet doğru söyleyenlerden isen, üstümüze gökten taş yağdır" (Şu'arâ
26/185-187).
5. Tartışma, meydan okuma ve
çözümsüzlük, ilâhî müdahaleyi gündeme getirmiştir "Derken o şiddetli
deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü dona kaldılar" (A'râf
7/91). Semûd kavminin başına da aynı ceza gelmişti. Recfe ile ceseme kelimeleri
A'râf sûresinin 78. âyetinde anlatıldı. Burada dikkat çekilecek husus,
depremin cümlenin öznesi olması, sanki depremin harekete geçip onları
yakalayıvermesi-dir. Yüce Allah kendisinin, o depremi onların başına
getirdiğini söylemedi de, depremin kendisi harekete geçip onları yakaladığını
söyledi.
Nûh, Semûd, Âd ve Lût kavimlerinde olduğu gibi Medyen halkının başına da tabiat olayları bir ceza olarak çöktü. Cezalandırmada tabiat olaylarını kullanma usulü burada da kendini gösterdi. "Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çö-kekaldüar" (Hûd 11/94) "Kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azabı idi" (Şu'arâ 26/189). Her üç âyette hemen hemen aynı azap, farklı açılardan açıklanmaktadır. Deprem, ses ve gölge gününün azabı, aynı oluşumu farklı cephelerden ele almaktadır. "Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibiydiler. Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb'ı yalanlayanların kendileridir" (A'râf 7/92).
"Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular"
ifadesinin anlamı, onların medeniyet adına yaptıklarından hiçbir eser kalmadı
demektir. Bütün servetleri ellerinden gitti. Akşama büyük bir zengin olarak
girenler, sabahleyin iflâs etmiş olarak hayata başlamış gibi oldu. Ülkeleri
de, üzerinde hiç insan yaşamamış bir hale geldi. Medyen halkının ileri gelen
kâfirleri, Şuayb peygambere inananlara "Mutlaka ziyana uğrarsınız"
demişlerdi, bu âyetle de yüce Allah onların ziyana uğradığını bildirmektedir.
6. Onlara bu şekilde bir azap
gelince Şuayb ve ona inananlara ne oldu? Bu sorunun cevabını Hûd sûresinin 94.
âyetinde buluyoruz. "Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman
edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık".
Farklı inançlara sahip olan sosyal grupların birbirine
tahammül edememeleri, inkarcıların inananların inanç özgürlüğünü ortadan
kaldırmaya kalkışmalarının getirdiği çözümsüzlük, ilâhî müdahale ile çözüme
ulaştı ve inkarcılar kaybetti. Burada sorulacak bir soru vardır: Bu cezâmn
Kur'ân'da yer almasının amacı nedir? Sorunun cevabını A'râf sûresinin devam
eden âyetlerinde genel, ama Şu'arâ sûresinin 190-191. âyetlerinde özel anlamda
bulmaktayız:
"Doğrusu bunda büyük bir ders vardır, ama
çokları iman etmezler"; "Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin
merhamet sahibidir". Demek Allah gelecek nesillere, Kur'ân'ı okuyan,
inanan; okumayan ve inanmayanlara bir ders vermektedir. Gelecek nesiller bu
tarihî olgulardan ders alacak, kendilerini ona göre disipline edeceklerdir.
Allah'ın varlığını, tekliğini, eşsiz ve ortaksız
olduğunu, inanç özgürlüğüne karşı çıkanları, bu konuda zulüm yapanları
cezalandıracağını, tevhîd inancına sahip olanlara rahmet ve merhametiyle
muamele edeceğini buradan çıkaracaklardır. Mal mülk, nüfuz, şöhret gibi sahte
güven veren dünyevî bağlılıkların boş ve değersiz olduklarını anlayacak,
insanlık tarihinin karanlık günlerine dönmenin insanlığı geri götüreceğinin
farkına varacak, insanlığı besleyen en önemli değerin özgürlükler olduğunu
kavrayacak, manevî, ahlâkî değerlerin geçmişte nasıl çiğnendiğini anlayacak,
yaşadığı devirde aynı olguların, aynı çatışmaların, özgürlükleri engellemenin,
insanların beyin ve gönül bakımından köleleştirme isteklerinin tekrar
edildiğini görünce, onları engellemek için harekete geçecektir. Yüce Allah
bunun için Kur 'ân'da bu olguyu bize anlatmaktadır.
Hakkı tebliğ eden insanların her çağda, insanların
hırs, tamah, kibir, şöhret ve nüfuzlarının tepkisi ile karşılaşacağı, ruh
hastası bu insanlarla mücadele vermek zorunda kalacakları ve bunun insanlığın
değişmez kanunu olduğu, insanın bulunduğu her yerde bunlarla karşılaşılacağı
öğretilmekte; böyle bir ortamın yaşanmasına sebep olanların ruh ve sosyal
yapılarının analizi yapılmakta ve gelecek nesillere ışık tutan dersler
verilmektedir.
7. "Şuaybanlardan yüz
çevirdi ve (içinden) dedi ki: 'Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği
gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl
acırım" (A'râf 7/93). Duyuru ve öğüt çare vermeyince, Şuayb peygamber
onlardan ayrıldı ve onlara duyurduğu gerçeklerin Allah'tan geldiğini de söyledi.
Bunun anlamı, duyurduğu gerçeklerin kendisi tarafından olmadığını açıklamaktır.
Demek ki din bilginleri, Allah'ın gönderdiği gerçekleri insanlara tebliğ
etmelidirler.
Diğer taraftan Şuayb peygamber inanmayanlara
acıyordu, ama ilâhî ceza gelince, inkarcılıkları sebebiyle acıyamayacağım
söylemektedir. Bunun anlamı, inkârın acıma duygusunu ortadan kaldıracak
seviyeye gelmemesinin gereğidir. İnkârın, inanç özgürlüğünü ortadan kaldıracak
nitelik kazanması, gruplar arasında bunun çözümlenemez hale gelmesi anında,
gelecek olan cezadan dolayı acımanın da bir anlamı kalmamaktadır.
Bu âyetten şu gerçeği de yakalayabiliriz. Tevhîd
inancını kabullenemeyen insanlar, aslında inanç alanında katliama
gitmektedirler. Peygambere uymayıp inanç özgürlüğünü ortadan kaldıranlar,
manevî alanda çok büyük haksızlıklar yapmaktadırlar. Zaten onlar bu anlamda
estirdikleri tehditle, kendi başlarına gelen azaptan dolayı acımayı da
katletmektedir.
İnkâr psikolojisi Medyen halkının manevî yapısında
bir deprem meydana getirmiş ve onların gönlünden çıkıp tabiattaki depremi
oluşturmuştur.
Demek ki A'râf sûresinin 91. âyetinde yer alan
deprem, onların iç âleminden çıkmış, tabiatın düzenini bozup kendilerine
yansımıştır. Fertlerin ve toplumların başına gelen olumsuzluklar, kendi iç
alemindeki oluşumların bir getirişidir. Böylece Allah, gelecek nesillere aynı
hataları yapmaktan caydırma eğitimini vermektedir. Dünyevî cezalar sebep-sonuç
ilişkisi içinde anlatılırken, insanlara olguları analiz etme yeteneği
kazandırılmaktadır.[52]
94. Biz hangi
ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (peygambere baş
kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve
darlıkla sıkmışızdır.
95. Sonra
kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet
çoğaldılar ve: "Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı"
dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık.
96. O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı
inansalar ve (günâhtan) şakımalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden
nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden
onları ya-kalayıverdik.
Yüce Allah, bu âyetleriyle toplumların psikolojik ve
ekonomik hayatındaki değişimlerin dinamiklerini vermektedir.
1.
Yüce Allah, bir topluma
yoksulluk (be'sâ); darlık (darrâ') tattırmasının sebebini bu âyette açıklıyor.
Bir taraftan yoksulluğun ve darlığın sebebini, diğer taraftan da amacını
belirtiyor. Böylece sebep-sonuç ilişkisi içinde konuyu açıklıyor. Be'sâ ile
darrânın herhangi bir toplumun başına gelmesinin sebebi, peygambere isyan
etmeleri, ona inanmamaları, onun getirdiği mesajla alay etmeleri olarak tesbit
edilmektedir. Bunun sonucu da yoksulluk, darlık, çeşitli hastalıklar fakirlik
ve değişik sıkıntılar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sonuç başka bir şeyin
sebebini belirlemektedir. Demek ki bir şeyin sonucu olan şey, diğer bir sonucun
sebebi olmaktadır. Zincirleme sebep-sonuç ilişkisi olduğunu anlıyoruz.
Peki bu yoksulluk ve sıkıntı neyin sebebi olacak, ya da sonucu ne olacaktır? Âyetin son ifadesi bunu vermektedir: "Yalvarıp yakarsın-lar diye". Allah'a yalvarıp kibirlerinden sıyrılırlar. Allah'a yalvarıp, yakarmak, O'na karşı tevazu göstermek, kibrinden sıyrılmak anlamına gelen iy£f yeddarra'ûn kavramı ve onun başındaki j-y le'alle edatı, amacı belirlemektedir.
Toplumların başına gelen maddî ve manevî sıkıntılar
ve yoksulluklar kendi yapıp etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntı ve
yoksulluk Allah tarafından terbiyevî bir amaçla verilmekte, bu da onun kibirden
sıyrılıp tevazu kazanmasına sebep olmaktadır. Yanlıştan belâya, belâdan
hayırlı neticelere giden bir çizgi sunulmakta ve bunun analizi yapılmaktadır.
Kibirden sıyrılmak, iyiye atılan ilk adımdır. Çünkü
kibir insana kötülük yaptırmaktadır. Özellikle de tevhîd inancının
kabullenilmesini engellemektedir. Kibri aradan çıkartmadan, insanı iyinin
kapısından içeri almak mümkün olmayacaktır. Daha önce En'âm sûresinin 42.
âyetinde de aynı amacı güden uygulamanın yapıldığı görülmüştü. En'âm sûresinin
43. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Hiç olmazsa, onlara bu şekilde
azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve
şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi". Demek ki bozguncu kişilere
eğitici olsun diye verilen cezalar, aksi tesir yaparak daha da katılaşmalarına
sebep olmaktadır.
2. Bazan değişim de işe
yaramamakta, iyilik de etkisini gösterememek-tedir: "Sonra kötülüğü
değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: 'Atalarımız
da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı' dediler. Biz de onları, kendileri
farkına varmadan ansızın yakaladık".
a) A'râf sûresinin 94.
âyetinde, yokluk ve sıkıntı ile kı'6rin ortadan fcaf-dmlması ve tevazünün
insana kazandırılması amaçlanmıştı. Yokluk ve sıkın-
tiyi yüce Allah o toplumların kaderi haline
getirmeyip değişiklik meydana getirmiş, sıkıntıları mutluluğa, genişliğe,
yoksulluğu da bolluğa dönüştürmüştü.
b) Bu değişimin amacı,
"çoğalmalaradır. Âyette geçen ti£ 'afâ kavramı, "çoğalmak"
anlamına geldiği gibi, "refahı tatsınlar" mânasına da alınabilir.
Onlar bolluk ve refah için şükretmeleri gerekirken, tam tersine bu sıkıntıların
ve refahın daha önce babaları tarafından yaşandığını söyleyerek aldırış
etmediler. Kendi hallerini kötüden iyiye çevirmediler. Bunun anlamı, ilâhî
irâdeyi görmeyip sosyal değişimin kendiliğinden oluştuğunu sanmalarıdır. En'âm
sûresinin 43. âyetinde onların bu halleri, "kalplerin katılaşması"
şeklinde karşılık bulmaktadır. Böylece kötülüğün iyiliğe dönüşüp değişmesi
şeklinde değil, kalplerinin katılaşmasıyla sona eren bir değişimle neticelenmiştir.
c)
İlâhî değişime paralel olarak meydana gelmesi
gerektiği belirtilen beşerî değişimin gerçekleşmemesi, cezayı gerektiren bir
yanlış olmaktadır.
"Biz de onları, kendileri farkına varmadan
ansızın yakaladık" . Yukarıdaki oluşumlar kıyamete kadar devam edeceğinden
ve bu durum her zaman yürürlükte olacağından, bu ceza şekli de devam
edecektir. Ayet sadece geçmişe yönelik olmayıp geleceğe de ışık tutmakta,
insanlara iyiden yana değişimin önemini anlatmakta ve bu değişimin olmamasının
çok kötü neticeler doğuracağına işaret etmektedir. Allah bütün nesillerin
ansızın yakalanmalarını istemediği için geçmişten örnekler vermektedir.
3. Toplumların ansızın
yakalanmamaları için değişimi nasıl gerçekleştirmeleri gerekir? Bu sorunun
cevabını A'râf sûresinin 96. âyeti vermektedir: "O (peygamberlerin
gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günâhtan) sakınsalardı, elbette
onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat
yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıver-dik".
a) "O ülkelerin halkı
inansalar ve sakınsalardı!" Yüce Allah burada iki önemli sebebi gündeme
getirmektedir. İman ve takva denen bu değerler, toplumda çok önemli değişimler
meydana getirmektedir.
b) "Elbette onların
üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık". Demek ki iman ve
takva denen dinamikler, ilâhî lütfa, ihsana ve takdire sebep olmaktadır.
İnsanların gönlü, ilâhî âleme çıkıp oradan bereketi alıp gelmektedir. Bu
bilgiye inanan insanların inkâr etmeleri ve günâhla bereketleri ortadan
kaldırmaları mümkün değildir.
Buradan şunu anlıyoruz, Allah "kendisine karşı
sorumluluğunun bilincinde olmak" anlamına gelen takvayı, bereketiyle
maddî imkânlara dönüştürmektedir. Mânanın maddeye dönüşümüne şahit oluyoruz.
Bu bereketin hem gökten hem de yerden olacağına dikkat çekilmektedir.
c) "Fakat yalanladılar,
biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik". Yalanlamak da bir gönül
oluşumudur, ama neticesi maddî cezadır. İman ve takva bereket getirirken,
yalanlamak bereketi kaldırmaktadır. Bereketin kalktığı toplum, ilâhî rahmetin,
lütfün, ihsanın dışında kalmış ve hayat damarları kesilmiş toplum demektir.
Demek ki ilâhî lütufla, ilâhî azap insanın gönlüne göre yeryüzüne inmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, yüce Allah toplumların
hayatında meydana gelen dinamiklerin neler olduğunu açıklamakta, bu
değişimlerin amaçlarını tesbit etmektedir. Meselâ gök ve yerden bereket
kapılarını açan Allah olmasına rağmen, bunu insanların iman ve takvasını esas
alarak yaptığını buyumaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yapılan bu
açıklamalar, manevî oluşumların zamanla maddî neticelere dönüşebileceğini
gündeme getirmektedir. Toplumsal değişimlerde ilâhî irâdenin, insanın inanç, takva
ve yapıp etmelerinin ve amaçlarının yeri tesbit edilmektedir.[53]
97. Yoksa o
ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden
emin mi oldular?
98. Ya da o
ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın
gelmeyeceğinden emin mi oldular?
99. Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana
uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz.
Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli
genellemeler şunlardır.
1.
Yüce Allah bu âyetlerle
geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır. Geçmiş :oplumlarda yaşanan yanlışların,
işlenen günâhların ve zulme varan bölünlerin arkasındaki sebep tesbit edilmekte
ve bunun Allah'ın azabının gel- eceğinden emin olma gibi bir inanç olduğuna
dikkat çekilmektedir.
"Yoksa o ülkelerin halkı emin mi oldular"
sorusunu soran yüce Allah, toplumların yanlış ve sahte bir güven içinde
olduklarını gündeme getirmektedir. "Geceleyin uyurlarken kendilerine
azabımızın gelmeyeceğinden...". Öyle anlaşılıyor ki insanlar, işledikleri
yanlışlardan dolayı başlarına azap geleceğine inansalardı, o yanlışları işlemezlerdi.
Kur'ân'in bu âyeti, söz konusu mevzuda uyanda bulunmaktadır. Azabın gece vakti
geleceğini akıldan çıkartmamanın eğitimi verilmektedir.
Aynı sorunun bir benzeri sabah vakti oynayanlar için
de sorulmaktadır. "Kuşluk vakti eğlenirken kendilerine azabımızın
gelmeyeceğinden emin mi oldular?" "Kuşluk vakti oynamak"
ifadesi, gece sabaha kadar eğlenmek demektir. Oyun, eğlence, kuşluk vakti değil
gece vakti olur. Gece eğlencesi, kuşluk vaktine kadar sürebilir. Yüce Allah bu
şekilde eğlenenleri aniden cezalandırabileceğini, onların cezalandırılmayacaklarından
emin olmamaları gerektiğini öğütlemektedir.
"Gece vakti uyumak", geceyi çalışarak ve
ibadet ederek geçirmeyip zamanını gaflet içinde harcamak; "sabah vakti
oynamak" da gündüzü, gecenin eğlencelerinden dolayı uykuyla geçirmek
anlamına gelmektedir. Acısı sonra hissedilen en büyük katliam, zamanı
öldürmektir. Bu katliamın cezasının ansızın geleceğinden kimse emin olamaz.
2. A'râf sûresinin 99.
âyetinde azaptan kimlerin emin olacağı cevaplandırılmakta, bunlara Sj^J&i
"ziyana uğrayanlar" denmektedir. Âyette geçen hâsirûn, "zamanını
boşa harcayan, kötüden iyiye doğru olan değişimin arkasındaki ilâhî irâdeyi
görmeyip Allah katındaki değerlerini heba edenlerdir. A'râf sûresinin 99.
âyetinde yer alan mekr kavramının Kur'ân'daki anlamı, Âl-i İmrân sûresinin 54.
âyetinde belirtilmişti. Mekr, "Düzen, hîle, tuzak, oyun, plan, tasan,
entrika, dedikodu" mânalarına gelmektedir. "Ziyana uğrayanlardan
başkası Allah'ın mekrinden emin olmaz" demek, "ziyana uğrayanlar
kendilerini güvende zannederler, ancak durum onların zannettiği gibi değildir.
Allah'ın tuzağından hiç kimse emin olamaz" demektir.
Bu kelimenin Allah için kullanıldığında, "tertip, tuzak" mânasına geldiği söylenebilir. Hâsirûn kelimesine de "tükenmiş" insanlar mânasını verirsek, ahlaken çökmüş, yok olup gitmeye mahkûm toplumların halkı denebilir. Uyuyarak veya eğlenerek zamanını geçirenler, ahlaken çürümüş, zamanı katletmiş insanlar demektir. Halkı böyle olan toplumlar, Allah'ın tertip ve tuzağından emin olamazlar, çünkü bu tuzaklar ansızın onları uyku ve eğlence anlarında yakalayabilir. Aşın bir şekilde uyumak ve eğlenmek, aslında hayatın güzellikleriyle, bereketiyle savaşmaktır. Bu değerlerle savaşan insanlarla da yüce Allah savaşmakta ve buna tertip, düzen, azap adını vermektedir.
Manen iflâs eden, ahlaken çöken ve kendini tüketen,
hayatın güzellikleriyle, bereketiyle savaşan insanların Allah'ın tertibiyle
karşı karşıya kalmaları, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Bu kanunun sosyal
hayatın değişmeyen kuralı haline geldiği, çeşitli âyetlerde anlatılmaktadır.
Meselâ bu değişmeyen kanunu şu âyetlerde buluyoruz:
a) Yüce Allah iki yüzlülerin,
kalplerinde hastalık olanların, halkın arasında kötü haber yayanların üzerine
Hz. Peygamber'i göndereceğini, onları lanetleyeceğini değişmeyen bir kanun
olarak koymuştur (Ahzâb 33/60-62).
b) Uyarıcı gönderildiğinde ona
uyacaklarına dair söz veren ve Allah'a yemin eden, fakat uyarıcı geldiğinde
haktan uzaklaşanlar, yeryüzünde kibir-lenenler, kötü tuzak kuranlar da geçmiş
toplumlar gibi batacaklardır. Bu Allah'ın asla değişmeyen kanunudur (Fâtır
35/42-43).
Bu âyetlerde sünnetullah kavramı yer almaktadır.
Sünnetullah, "Allah'ın yolu, üslûbu" demektir. A'râf sûresinin 99.
âyetiyle bunları birlikte düşünürsek, ahlâkı çökerten ve iyinin arkasındaki
ilâhî irâdeyi görmeyen insanlara tertip ve düzenin uygulanmasının asla
değişmeyecek sünnetullah olduğu söylenebilir.[54]
100. Önceki
sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı
ki, eğer biz dilesey-dik onları da günâhlarından dolayı musibete uğratırdık!
Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler.
101. İşte o ülkeler ... Onların haberlerinden bir
kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller
getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi,
işte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.
102. Onların
çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu
yoldan çıkmış bulduk.
Bundan önce sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alınan
ve yok edilmekle cezalandırılan Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin
görevlendirildiği Nûh kavmi, Âd, Semûd, Lût ve Medyen halkının durumundan,
gelecek nesiller için bazı çıkarımlar gündeme getirilmektedir.
1. "Şu gerçek belli
olmadı mı?" Yüce Allah, anlattığı beş toplumun tarihî verilerinden
insanların gerçeği yakalamalarını istemektedir. Onun için "Şu gerçek belli
olmadı mı?" sorusunu sormaktadır. Bu soru ile, tarihî olguların gerçeklere
gebe olduğu, onlardan akılcı analizlerle geleceğe ışık tutacak çıkarımların
yakalanacağı vurgulanmaktadır.
2.
"Önceki sahiplerinden sonra
yeryüzüne sahip olanlara". Bu ifade, batan toplumların yerine geçen ve
daha sonra gelen nesilleri kapsamına almaktadır. Gerçeğin kimin için ortaya
çıkacağı sorusunu bu ifade cevaplandırmaktadır. Nesiller, geçmiş olgulara
bakarak yapılan hataları görecek, onları sorgulama eylemini
gerçekleştireceklerdir. "Bir musibet, bin nasihatten iyidir" kuralı
gereğince, tarihî olgulara bakıp analizlerini yapmak gerekir.
3. "Eğer biz dikseydik,
onları da günâhlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz onların kalplerini
mühürleriz de işitmezler".
a) Hz. Peygamber'in geldiği
Arap toplumunun işlediği günâhlar, buraya kadar anlatılan beş toplumun
yaptıklarından aşağı kalır cinsten değildi. Arap toplumunun musibetlere
uğratılacak nitelikte çirkin eylemleri gerçekleştirmelerine rağmen,
cezâlandınlmayıp Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilip terbiye
edilmeleri gerçeğini anlamaları gerekirdi.
Burada "işledikleri günâhlar sebebiyle"
ifadesine yer verilirken, belâ denen neticenin, insanın işlediği günâh
sebebiyle olacağına işaret edilmektedir. Toplumun veya bireyin başına gelen
olumsuzlukların, kendi yapıp etmelerinden kaynaklandığını söylemekle Allah,
kullarına zulmetmediğini vurgulamaktadır. Arap toplumunun yapıp ettikleriyle
geçmişteki toplumların yapıp ettikleri arasında benzerlik kurulup, onların
niçin yok edilmediği sorulmalıdır. Ayetin bu kısmında bir toplumun başına
gelen musibetin ya da çöküş sebebinin "günâh" olduğuna da işaret
edilmektedir. Günâhlar, toplumun manevî havasını ve çevresini kirletip halkın
boğulmasına sebep olmaktadır. Bu manevî boğulma, toplumun helakini
getirmektedir.
b)
"Kalplerine mühür basarız da
işitmezler" ifadesinden, Arap toplumunun kalplerine mühür basılmadığını
anlıyoruz. Çünkü Kur'ân'ın gelmesinden önce mühür basılmış olsaydı, kitap
göndermenin bir anlamı kalmayacaktı. O zaman da onlar ilâhî mesajdan sorumlu
olmayacaklardı. Kur'ân'ın onlara duyurulmuş olmasına rağmen, ona inanmamaları
kalplerinin mühürlenmesine sebep olmuştur. Bu konu Bakara sûresinin 6 ve 7.
âyetlerinde açıklandı.
Demek ki Arap toplumu ve ondan sonra gelecek diğer toplumlar, Nûh, Âd, Semûd ve Medyen kavimlerinin Kur'ân'da anlatılan olgulardan ders çıkarmalıdırlar: İşlenen günâhlar sebebiyle insanların başına, onların karşılaştıkları gibi belâlar gelebilir, anlatılanları dinleyemeyecek şekilde kalpleri mühürlenebilir. İşitemeyecek şekilde kalplerinin mühürlenmesi psikolojik, başlarına musibetin gelmesi de toplumsal ceza olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kendi yaptıklarıyla geçmiş toplumların yaptıklarını
mukayese edince, onlara gelen belâların kendilerine de gelmesi gerekirken,
gelmemesinden dolayı önemli ibretler çıkarmaları lâzımdır. Âyetin başında
sorulan soru bunun içindir.
4. Geçmiş toplumlara neler
olmuştu, onlar ne yaptı da başlarına büyük musibetler gelmişti? A'râf sûresinin
101. âyetinde, bu gerçeklerin neden anlatıldığı gündeme getirilerek soru
cevaplandırılmaktadır.
a) "İşte o ülkeler ...
Onların haberlerinin bir kısmını sana anlatıyoruz". Demek ki Nûh, Âd,
Semûd, Lût ve Medyen toplumlarının haberlerinin tamamı değil de bir kısmı Hz.
Muhammed'e anlatılmaktadır. Buradan hareketle diğerlerinin durumu hakkında
fikir elde edilebilir. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Hz. peygamber geçmiş
toplumların başından geçenleri bilmiyordu, söz konusu hâdiseler ona Allah
tarafından anlatılmıştı.
b) "Andolsun ki,
peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi". Yüce Allah âyetin bu
kısmında, geçmiş peygamberlerin getirdikleri şeylerin ortak noktası olarak,
hakkın ne olduğunu açıklayan "belgeler, burhanlar, alâmetler,
kanıtlar" mânası verilebilecek olan beyyinâ-tı getirmişti. Demek ki bütün
peygamberlerin aynı esasları açıklayacak mesajlar getirdikleri, aynı konuları
vurguladıkları ortaya çıkmaktadır. Bu da onların eğitiminin bir süreç olduğunu
ifade etmektedir. Yüce Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla onları
bilgilendirdiği, öğretim ve eğitime tâbi tuttuğu anlaşılmaktadır.
c) "Fakat önceden
yalanladıkları gerçeklere inanacak değillerdi". Yüce Allah burada
psikolojik bir tahlil yapmaktadır.
İnsanların önceden benimsediği inançları ve
görüşleri terketmesinin zorluğu gündeme getirilmektedir. Kutsallaştırman, hatta
tanrı haline getirilen önceki inançlar ve görüşler, yenileri kabullenmeye karşı
bir isteksizlik uyandırır.
Akılda ve gönülde daha önce yerleşen yanlış bilgiler
ve inançlar, doğru olanlarını oraya sokmazlar. Aynı kanun, sosyal hayat için
de geçerlidir. Ahlâksız insanlar, aralarına ahlâklı insanları sokmazlar. Akıl
ve gönül de aynı kanunla çalışmaktadır. Yalanlamayı bir huy haline getiren
fertler ve toplumlar, daha sonra gelen hakikate inanmakta güçlük çeker ve bunu
bir türlü gerçekleştiremezler. Yüce Allah, peygamberlerin getirmiş olduğu
mesajlara neden inanmadıklarını açıklamış, inkârın sebeplerini gündeme
getirmiştir.
d) "işte kâfirlerin
kalplerini Allah böyle mühürler" . İnkâr psikolojisinde, inadın kalplerin
mühürlenmesine sebep olduğunu görüyoruz. Yanlış inançlara ve görüşlere tutku
derecesinde bağlanmak, telâfisi imkânsız olan bir alışkanlığa veya manevî
hastalığa yakalanmaktır. Bu hastalık gönlün mühürlenmesine sebep olmaktadır.
Ölümcül hastayı has-tahaneden çıkartmak gibi, Allah da bu insanları hakikatin
dairesinden çıkartmaktadır.
5. "Onların çoğunda,
sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan
çıkmış bulduk".
İbn Mes'ûd âyette geçen ahd kavramını
"iman" mânasına almıştır. Ze-rnahşerî ve Kâdî Beyzâvî, iman ve takva
mânasına geldiğini söylemişlerdir. Ibn Abbâs da A'râf sûresinin 172. âyetini
delil getirerek, elest bezminde kulların Allah'ı Rab olarak kabullenmeleri
mânasına almıştır. Râzî de, ahd kavramını, tevhîd ve peygamberliğin
doğruluğunu gösteren delillerin ortaya konması anlamına geldiğini
söylemektedir. Râgıb el-İsfahânî ahde, "doğru olan şeylere olan
bağlılık" mânasını verir. Reşîd Rızâ da bunu insanın eğriyi doğruyu ayırt
etme ve dolayısıyla sağduyusunun emrettiği yolu izleme ye-reneğini, bu yoldaki
fıtrî yakınlığı anlamına almaktadır. Muhammed Esed'in, Bakara sûresinin 27.
âyetinin açıklamasında ahd kavramına getirdiği yorum ^öyledir: İnsanın
kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah'ın istediği
şekilde kullanması yolundaki ahlâkî sorumluluğuna işaret eder. Bu sorumluluğun
"üstlenîlme"si, akıl melekesinden kaynaklanır ki, bu doğru
kullanıldığında, insanı kendi davranışlarıyla ilgili olarak Allah'ın irâdesini
tedrîcen kavramaya yöneltir.
Bu âyette sözü edilen ahd, Allah ile yaratılıştan
kurulan ve O'nu insana şah damarından daha yakın yapan (Kâf 50/16) bir
ilişkiyi ifade etmektedir. Bu açıklamalardan sonra İbn Mes'ûd'un verdiği iman
mânasını uygun bulmaktayız. Ahde vefa, aslında yaratılışın gayesini ifade eden
bir kavram olmalıdır. Zâriyât sûresinin 56. âyetine göre yaratılışın gayesi,
Allah'a kulluktur, Allah'ı bilmektir, yani Allah'a tevhîd inancı üzere
inanmaktır. Bunu yerine getiren ahde vefa göstermiş, getirmeyen de ahde
vefasızlık etmiş olur.
Tevhîd inancına içsel bir bağlılık anlamına gelen
ahd, geçmiş toplumlarda görülmediğinden, yıkılmalarının sebebini teşkil
etmiştir. Tevhîd inancına, ahlâkî kurallara ve doğru olana içsel bir bağlılık
göstermeyen toplumlar, fâsık toplumlar olarak nitelendirilmektedir. Şimdi bu
açıklamalardan sonra A'râf sûresinin 100-102. âyetlerine göre Nûh, Âd, Semûd,
Lût ve Medyen toplumlarının çöküş sebeplerine dönersek, şu özet açıklamayı verebiliriz:
a) Günâh işlediler.
b) Kalpleri bu sebeple
mühürlendi ve dinlemez oldular.
c) Peygamberlerin getirdiği
kanıtları kabullenmediler ve önceki yanlış inanç ve görüşlerinden kopamadılar.
Tevhîd inancını ve nübüvveti inkâr ettiklerinden kalpleri mühürlendi. Daha ileri
giderek, peygamberleri ölümle tehdit ettiler, yurtlarından çıkarmak istediler.
Cinsel ahlâkla ekonomik ahlâkın dengelerini bozdular, cinsellikteki fıtrat
kanuna tecavüz ettiler.
d)
İlâhî yasaklan çiğnediler. Kibir, bütün
manevî güçlerini devre dışı bıraktığından, aklın ışığından da ayrıldılar.
Allah, bu olumsuzlukların geçmiş toplumları
çürüttüğünü ve neticesinde de tarihten silinecek şekilde cezalandırıldıklarını
anlatırken, peygamberin döneminde yaşayan ve gelecekteki nesiller için bir
öğüt, bir uyan, bir bilgilendirme olsun diye onlara ışık tutmaktadır. Aslında
onların yıkılış sebeplerini verirken, yaşayan toplumlara anlatmakta ve ne
yapmaları gerektiğini sistematize etmektedir.
Bu anlatım tarzından çıkarılacak eğitim ilkeleri ve
metotları vardır. Tevhîd inancının ifade ve öğretim tarzı, halkın peygamberle
ilişki kurma yöntemi, öğretimde bilginin önemi, taklidin toplumlara getirdiği
zararlar, ahlâkî ve ekonomik değerlerin sosyal hayattaki yeri, insan-hayvan
ilişkisinin düzeyi, inanç özgürlüğünün önünü kesmemek, sosyal problemleri
çözmek konusunda ilâhî yardımı beklemek, bütün bunlara sırtını dönen insanların
cezalandırılması, iman ve takvanın toplumlara bereket getireceği esası hep bu
kıssalarda anlatılmaktadır.[55]
103. Onlardan sonra, Musa'yı mucizelerimizle Firavun'a
ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Âyetlerimize haksızlık ettiler,
fakat bak bozguncuların sonu nasıl oldu?
A'râf sûresinin 59. âyetinden 102. âyetine kadar Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Medyen toplumları anlatıldı. 103. âyette ise Hz. Mûsâ'nm peygamberliği, kardeşi Hz. Harun'un İsrâiloğullan ile olan ilişkileri söz konusu edilmektedir. Bu âyeti üç kısma ayırarak açıklamaya çalışacağız.
1. "Onlardan sonra,
Musa'yı mucizelerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına
gönderdik". Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:
a) Demek ki Hz. Mûsâ, Firavun
ve onun ileri gelen adamlarına gönderildi. Allah böyle birkaç kişiye peygamber
gönderir mi? Firavun ve onun ileri gelen adamları burada bir sembol olarak yer
almaktadır, arka planda bütün toplum kastedilmektedir. "Parçayı anarak
bütünü kastetmek" şeklindeki kural burada da kendini göstermektedir.
b)
O dönemde toplumun bütün dengelerini altüst
edenler Firavun ve adamları olduğu için onların eğitilmeleri gerekiyordu. Yüce
Allah'ın göndermiş olduğu mesajları anlamaları neticesinde tevhîd inancını
kabullenmeleri ve zulümden vazgeçmeleri oldukça önemliydi. Firavun ve
adamlarının mesajı kabul edip tevhîdi benimsemeleri, toplumun siyasal, sosyal,
ekonomik ve ahlâkî dengelerini kökünden değiştirecek bir özelliğe sahipti.
Firavun toplumunu etkili ve süratli bir şekilde
eğitmenin yolu, Firavun ve adamlarının köklü değişiminden geçmekteydi. Devletin
başından başlamak bu işi kolaylaştıracaktı. Çünkü Firavun ve adamlarının
hidâyete gelmesi, Hz. Musa'nın önündeki engellerin kolayca aşılmasını temin
edecekti.
c) Âyetin başında geçen be'ase
fiilinin açıklaması, Bakara sûresinin 129. âyetinde yapıldı. "Göndermek,
atamak, kaldırmak, yeniden yaratmak, yükseltmek, oluşturmak, öne atılmak,
altını üstüne getirmek, dışarı atılmak" mânalarına gelen bu kelime, burada
"göndermek" anlamındadır. "Biz gönderdik" ifadesiyle, Hz.
Musa'nın kendi kendine bu görevi yüklenmediği açıklanmaktadır.
Diğer taraftan "âyetlerimize" kelimesi ile
kastedilen nedir? Hz. Mûsâ'ya verilen âyetler, hükümler mi, yoksa mucizeler
midir? Âlimler buradaki âyet kelimesini "mucize" mânasına
almışlardır. Bize göre bu mâna doğrudur. Hz. Musa'nın peygamberliğini ispat
etmek için delile ihtiyacı vardı. Elindeki asâ ve elinde meydana gelen parlama,
onun ilk mucizeleri ve her şeyi aşan deliller oldu. Mucizeler, peygamberleri
diğerlerinden ayıran tabiat üstü oluşumlardır. Başka türlü peygamberliğini ve
getirdiği mesajı kabul ettirme imkânı yoktu.
2. "Onlar mucizeleri
inkâr ettiler". Yüce Allah "inkâr etti" diye tercüme edilen
kelimenin yerine t£ zaleme kelimesini kullandı. Halbuki kefera, kezebe, cehede
fiillerini kullanmak varken neden zaleme kullanıldı? Bu kelimenin ilk anlamı,
"zulmetmek"tir, ama bu âyette "reddetmek, inkâr etmek,
karalamak" mânalarına gelmektedir. "Onlar o âyetlere
zulmettiler" mânasına alınırsa, o âyetleri yerli yerinde koymadılar,
onlara inanmadılar, dolayısıyla bu kelimenin anlamı, "zulüm"dür denebilir.
Zulüm kelimesinin bir anlamı da "karanlık"tır. Fiil halinde
kullanılınca, "karanlık bastı" mânasına gelmektedir. Onun için
"Bu âyetleri karaladılar" mânasına da gelmektedir. Aslında bu
kelime, Firavun ve adamlarının Hz. Musa'nın mucizelerine karşı gösterdikleri
tepkinin şiddetini açıklamaktadır; tepki, karalama, inkâr ve reddetme
şekillerinde kendini göstermiştir.
Kelimeyi zulüm anlamına alırsak, şu açıklamayı
yapabiliriz: Firavun, toplumunun bir grubuna siyasî, sosyal, ekonomik ve hukukî
bakımdan zulmediyordu. Onun bu alanlardaki zulmü bulaşıcı yapıda olduğu için,
Hz. Mû-sâ'nın getirdiği mucizelere de sıçradı. Böylece onun zulmü din alanında
da kendini gösterdi.
3. "Bir bak! Nasıl
olmuştur bozguncuların sonu?" İnsanlara siyasî, sosyal, ekonomik ve hukukî
bakımdan zulmetmenin dinî alana sıçraması, Firavun'un kötü sonunu getirmiştir.
Âyetteki "Bak!" emri, ilk planda Hz. Muhammed'e yöneliktir. Ama onun
hayatta olmayışı sebebiyle bu emrin yaşayan nesillere yönelik olduğunu
söyleyebiliriz. Bu emir, "Şimdi sana anlatacağım Hz. Mûsâ dönemindeki
tarihî ve dinî olgulara dikkat et, onları iyi tetkik et!" anlamındadır.
Fesat çıkaranların sonunun nasıl olduğuna dikkat edilecek, ibret alınıp
geleceğe ışık tutulacaktır.
Akıbet kelimesi ile Allah, olguların sonuçlarının
incelenip çıkarımlarda bulunulmasını istemektedir. Firavun ve ileri gelen
adamlarına neden "bozguncu" anlamına gelen müfsid sıfatının
verildiği, Kasas sûresinin 4.' âyetiyle açıklanabilir: "Firavun, ülkesinde
gerçekten azmış, halkını gruplara ayırmıştı. Onlardan bir grubu horlayıp
eziyordu. Bu grubun erkek çocuklarını doğruyor, kadınlarını hayatta
bırakıyordu. O gerçekten bozgunculuk yapanlardandı".
Bir devlet başkam, halkım gruplara ayırıp birilerine
zulmedip diğerlerini tutamaz. Birilerini horlayıp ezemez. Bunu yaparsa, zâlim
ve bozguncu olur. Diğer taraftan Firavun bu unvanı Allah'ın mucizelerini
karalamaktan dolayı da almıştır. Gelecek âyetlerde fesat çıkaranların serüveni
anlatılacağı için "Dikkat et!" emri verilmektedir.
Burada genel mânada şu soruyu sormakta yarar vardır:
"Onlar o mucizeleri inkâr ettiler" ifadesindeki inkârı nasıl
gerçekleştirdiler? Bu sorunun cevabını A'râf sûresinin 109 ve Şu'arâ sûresinin
34. âyetlerinde buluyoruz. Bu âyetlerde onların inkârı, ağızlarından "Bu
çok bilgili bir sihirbazdır" ifadesi dökülmüştür. Böylece onlar Hz.
Musa'yı sihirbaz, mucizelerini de sihir olarak nitelendirip inkârlarını ortaya
koymuşlardır.[56]
104. Mûsâ
dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim".
105.
"Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime
borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrâiloğulları'nı
benimle gönder!"
Bu âyetlerde beş önemli konu gündeme
getirilmektedir.
1.
"Mûsâ dedi ki: Ey Firavun! Ben âlemlerin
Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim".
a) Hz. Mûsâ "âlemlerin
Rabbi" konusunu gündeme getirmekle, Fira-vun'un Allah olmadığına işaret
etmekte ve bunu ona öğretmektedir. Çünkü Firavun halkına şöyle hitap etmişti:
"Ben sizin en yüce Rabbinizim dedi" (Nâzi'ât 79/24). Kendini Rab
olarak insanlara tanıtan Firavun'a "âlemlerin Rabbi" ifadesini
hatırlatması ve dersine bu şekilde başlaması, din eğitimcilerine çok önemli bir
metot bırakmaktadır.
b) "Gönderilen bir
peygamberim". Konuşmasının ikinci basamağında "elçi" olduğunu
söylemektedir. Bir devlet başkanı olması sebebiyle "elçilik" kavramım
biliyordu. Devletten devlete elçi gönderilirdi, ama Allah'tan insanlara
"elçi" gönderilmesi, ilk defa karşılaşılan bir uygulama idi. İlâhî
âlemin yeryüzündeki elçisi olmak, Firavun için bir deprem oluşturmuştu. Hz.
Mûsâ, bunun için Allah tarafından elçi olarak gönderildiğini yumuşak bir şekilde
açıkladı. Bu konuşmanın devamında hem Tâhâ sûresinin 49, hem de Şu'arâ
sûresinin 23. âyetlerinde, "âlemlerin Rabbi" ifadesinin ne olduğu Firavun
tarafından sorulmakta ve Hz. Musa'nın ona nasıl cevap verdiği anlatılmaktadır.
Tâhâ sûresinin 49. âyetinde Hz. Mûsâ, Rab kavramına "yaratıcı ve hidâyet
edici" olarak mâna vermektedir.
2. "Allah hakkında
gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rab-binizden
açık bir delil getirdim; artık İsrâiloğulları'nı benimle gönder!" Bu
âyette üç konu işlenmektedir.
a) Hz. Musa'nın âlemlerin
Rabbi tarafından elçi olarak gönderildiği meselesinde doğru konuştuğunu ispat
etmek için birinci ifadeye yer verilmektedir.
"Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime
borçtur". Bu ifadeden şu eğitim ilkesini çıkartıyoruz: Herkes, özellikle
din âlimi ve görevlileri Allah hakkında konuşurlarken, gerçeği söylemekle
yükümlüdürler, bu onların üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Âyetin ilk kelimesi
olan hakk, "borç, hak, vacip,
gerekli olan" anlamlarına gelmektedir. Allah hakkında gerçek olandan
başkasını söylememek bir tercih değil bir zorunluluktur. Bu görev insanlara
dinî, ilmî ve ahlâkî bir ilke olarak öğretilmelidir.
b) "Size Rabbinizden açık
bir delil getirdim" ifadesiyle Hz. Mûsâ, peygamber olarak gönderildiğini
sadece sözle değil, mucize ile de ispat etmektedir beyyine kelimesi ile işte
bu delili, mucizeyi kastetmektedir. Peygamberlerin kendi durumlarını ispat
ederken mucizeden başka sığınacakları bir yol yoktu. Onların gösterdiği
mucizelere Allah katından bakınca deney, insanlar katından bakınca mucize
olmaktadır.
c) Gerçeği söylediğini ve delil
getirdiğini söyledikten sonra ikinci amacını, ya da görevini hemen gündeme
getirmektedir: "Artık İsrâiloğulları'nı benimle gönder". Bu ifade,
Hz. Musa'nın peygamberlik görevinin içinde hürriyet mücadelesinin olduğuna
işaret etmektedir. Firavun'un hukukî, sosyal ve ekonomik açıdan sömürdüğü,
haklarını ellerinden aldığı İsrâiloğulları'nı esaretten kurtarmak, onun elçilik
görevinin en zor aşamasını teşkil etmektedir.
Hz. Musa'nın peygamberliği, insanlara vurulan esaret zincirini kırıp onları hürriyetlerine kavuşturmakla öne çıkmaktadır. Zaten kendisi de esaret zincirine vurulmuş bir aile ortamında dünyaya gelmişti. Yüce Allah Hz. Mûsâ'yı düşmanının sarayında büyütmekle, köle ruhlu insanlardan peygamber olamayacağını göstermiş oldu. "Kavmimi salıver!" ifadesi, Tevrat'ta (Çıkış, 9/1) yer almaktadır. Demek ki Hz. Musa'nın birinci görevi, A'râf sûresinin 104. âyetinde belirtildiği gibi, peygamber olduğunu ilân etmek, ikinci görevi de İsrâiloğullan'nı esaretten kurtarmaktır.[57]
106. Firavun dedi ki: "Eğer bir mucize
getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, onu ortaya çıkar".
107. Bunun
üzerine Mûsâ asasını yere attı, o hemen apaçık bir ejderha oluverdi.
108. Ve elini çıkardı. Birdenbire o da seyredenlere
bembeyaz görünüverdi.
Bu âyetler birlikte ele alınıp tahlil edilecektir.
1.
Hz. Mûsâ, A'râf sûresinin
105. âyetinde Rabb'inden bir mucize getirdiğini söylemişti. Bunun üzerine
Firavun doğru söylediğini ispat etmesi için "Onu getir!" dedi. Bundan
şunu anlıyoruz.
a) Firavun'un kafasında mucize
kavramı vardı. Onun için böyle bir şeyin olmayacağını söylemedi de, o
mucizenin ortaya konmasını istedi.
b) Doğru konuşma ile mucize
arasında ilişki kurulmaktadır. Firavun'un kafasında doğru olma, doğru söyleme
gibi bir değerin yeri vardı. Kendisi zâlim olsa da, devlet başkanı olması
sebebiyle halkının, yardımcılarının kendisine doğru konuşmalarını ve doğru
davranmalarını istemesi doğaldı.
c) Bununla beraber Hz.
Musa'nın mucize getirip ortaya koyacağına hiç ihtimal vermiyordu. "Getir
onu ortaya koy!" demesindeki meydan okuyuşu buradan kaynaklanıyordu.
2. "Bunun üzerine Mûsâ
asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi".
a) Asânm ne olduğu, Tâhâ
sûresinin 17-18. âyetlerinde Hz. Musa'ya sorulmuştu. Hz. Mûsâ cevabında ona
dayandığını ve onunla koyunlarına yaprak silktiğini ve başka işlerde
kullandığını söylemişti. Asanın diğer görevleri Bakara sûresinin 60. âyetinde
anlatıldı.
b) Açıklamakta olduğumuz
âyette "yılan"a 3tü suğbân, Tâhâ sûresinin 20. âyetinde hayye,
Şu'arâ sûresinin 32. âyetinde suğbân, Nemi sûresinin 10. âyetinde yfc. cânn
denilmekte, Kasas sûresinin 31. âyetinde de
cânn ismi ile yer almaktadır. A'râf sûresinin 107.
âyetinde suğbânın sıfatı
olarak geçen mübîn kelimesi, "apaçık"
anlamına gelmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki değnek gibi bir maddenin, yılan
gibi canlı bir hayvana dönüşmesi insanlığa araştırılması gereken bir ödev
olarak verilmektedir. Tâhâ sûresinin 21. âyetinde yüce Allah ondan
korkmamasını ve onu eski haline çevireceğini söylemektedir. Demek ki değneğin
yılan haline, yılan halinden değnek şekline dönüşeceğine ve dönüştüğüne dikkat
çekilmektedir. Bu duruma insan psikolojisinden "nefis" uymaktadır.
İnsan nefissiz olmaz. Kimi zaman nefis insan için bir yılan şeklini alır ve
onun bütün erdemlerini ısırıp zehrini akıtır ve öldürür. Ama insan değneği
eline alıp tuttuğu, yani ona hâkim olduğu gibi nefsine de hâkim olursa ondan
istifade edebilir.
3. "Ve elini çıkardı.
Birden bire o da seyredenlere bembeyaz görünüverdi". Aynı konu Tâhâ sûresinin
22. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Bir de elini koynuna sok, bir
başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın" ; Nemi
sûresinin 12. âyetinde de şu şekilde beyan edilmektedir: "Elini koynuna
sok da kusursuz bembeyaz çıksın!"; "Elini koynuna sok, lekesiz olarak
bembeyaz çıksın ve bütün korkulardan sıyrılmış olarak kolunu kanadını indir'."
(Kasas 28/32).
Bu dört âyetten en son gelen, yorumunu yapmakta
olduğumuz sûresinin 108. âyetidir. Tâhâ sûresi 22, Nemi sûresinin 12 ve Kasas
sûresinin 32. âyetleri, gerçekleşmeden önce verilen emri gündeme
getirirlerken, A'râf sûresinin 108. âyetinde mucizenin gerçekleştiği an
gösterilmektedir.
Asâ ile el beyazlığının mucize olarak Hz. Musa'ya
verilmesinin sebebini Kasas sûresinin 32. âyetinde buluyoruz: "İşte bu
ikisi (asâ ile elin parlaması), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin
tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim
olmuşlardır".
Bu âyet, asâ ile elin parlamasının eğitim boyutunu
gündeme getirmektedir. Sapıtmış toplumu ancak mucizelerle eğitme imkânı
vardır. Sapık insanlar olağan delillerle tatmin olmaz, onlar alışılmışın
dışında ya da üstünde delil isterler. Çünkü onların psikolojisinde, daima üstün
gelmek ve büyük görünmek vardır. O dönemde sihir ilmi ileri bir düzeyde idi. Bu
yüzden ancak bir mucize onların dikkatini çekebilirdi.
Denize vurulunca denizin açılıp kıyıya geçmeleri
bakımından asâ, aklı; yılana dönüşmesi bakımından, nefsi temsil etmektedir.
Elin bembeyaz parlaması da bilgiyi ifade etmektedir. Bilgi ışıktır, yani
nurdur. Hz. Musa'nın elinin parlaması mucizesi de bilgiyi temsil etmektedir.
Cehalet karanlıktır. Firavun ve kavmi cehaletin karanlığında yaşıyorlardı,
onların bilgi nuruna ihtiyaçları vardı. Tevhîd inancının bilgisi, onlara Hz. Musa'nın
eli ile parladı. İnsanın eli, kudreti ve iş yapmayı temsil etmektedir.
Elin parlaması da, bilgi nurunun büyük bir güç
olduğunu anlatmaktadır. Bilginin hayata geçirilip eyleme dönüşmesinin bir ışık
olacağı, Hadîd sûresinin 12-13. âyetlerinde gündeme getirilmektedir. Hz.
Musa'nın asası aklı, elinin parlaması da bilgi ve onun eylemini temsil
etmektedir. Asâ, yani akıl, dünyayı değiştiriyor, değişen dünyaları da bilgi
işliyor ve zenginleştiri-yor. Akıl ve bilgi, Firavun döneminin karanlığını
dağıtıp aydınlık bir dünya kuracaktı. Bu dünyayı kurdurmayanlar, kendi
hayatlarını kaybedecek duruma geldiler. Akla yol vermeyen, bilginin nurundan
istifade etmeyen toplumların yaşama hakkı yoktur. Firavun ve kavminin batması
da bundan oldu.
Akla karşı savaşma, bilgiye sırtını dönme, hayatın
damarlarını kesmekten başka bir şey değildir. İnsanın içindeki can, aklın
çalışması ve bilginin nuru ile zevk duyar, hayatiyetini sürdürür ve onunla
cennette yaşamış gibi mutlu olur. Âhirete intikal etmeden cenneti bu dünyada yaşar.
Ona bu cenneti yaşatan insanın bedeninden ayrılmak istemez, ama nesiller
vasıtasıyla mutluluğunu geleceğe taşır.[58]
109.
Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Bu çok bilgili bir
sihirbazdır".
110.
"Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?"
111. Dediler ki: "Onu da kardeşini de beklet;
şehirlere toplayıcılar gönder".
112.
"Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler". Bu âyetleri
gruplandırmak suretiyle açıklamaya çalışalım.
1. Firavun, A'râf sûresinin
106. âyetinde Hz. Musa'dan mucize getirmesini istemişti. Bunun üzerine Hz.
Mûsâ yukarıda açıklanan asâ ve elin parlaması mucizesini gösterdi. Mucizeler
onlarda bir şaşkınlık meydana getirdi, ama ardından Hz. Musa'nın sihirbaz
olduğunu ileri sürdüler. Bunun anlamı, mucizelerin onların gönlünde meydana
getireceği değişim gerçekleşmemişti.
Öyle anlaşılıyor ki Firavun döneminde sihir ilmi zirveye ulaşmıştı. Sihri bilmeleri, mucizeleri ve Hz. Musa'yı bu şekilde değerlendirmelerine sebep oldu. Bu durum şu ilkeyi gündeme taşımaktadır: İnsanlar önlerinde cereyan eden olayları kendi bakış açılarına ve bilgi seviyelerine göre değerlendirmektedirler. Bunun anlamı, olayları olduğu gibi görme yerine, görmek istedikleri şekilde görmeleridir, demektir. Bu da gerçeği yakalamayı geciktirdi, ondan uzakta kaldılar.
"Bu çok bilgili bir sihirbazdır"
değerlendirmesi, mucizelerin mermer-leşmiş gönüllere çarpıp geri dönmesinin
ifadesidir. Dikkat edilirse, A'râf sûresinin 109. âyetinde
"sihirbazdır" değerlendirmesini Firavun'un kavmi, Şu-'arâ sûresinin
34. âyetinde ise Firavun'un kendisi yapmaktadır. Her iki âyet bir araya
getirilince, onların fikir birliğinde oldukları neticesine varabiliriz.
2. Değerlendirme burada
kalmıyor. "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?" görüşüne
varıyor. "Sizi yurdunuzdan çıkaracak" şeklindeki değerlendirme, artık
bir iftiraya dönüştü. Sihri aşan bir mucizeyi sihir olarak değerlendirmek, çok
az bile olsa mazur görülebilir, ama yurdunuzdan çıkaracak hükmü bir iftiradan
ibarettir.
3. "Sizi yurdunuzdan
çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz. Dediler ki: 'Onu da kardeşini de beklet,
şehirlere toplayıcılar yolla! Bütün bilgili sihirbazları sana
getirsinler".
a) Âyetin birinci bölümünde
Hz. Musa'nın amacı belirleniyor. Onun amacının, Firavun ve toplumunu
ülkelerinden çıkartmak olduğu söyleniyor. Aslında Hz. Musa'nın amaçlan arasında
"çıkartmak" düşüncesi vardır, ama halkı yurdundan değil, cehaletin
karanlığından Allah'ın izni ile nura çıkartmak vardır. Bakara sûresinin 85.
âyetinde İsrâiloğullan ile halkım yurtlarından çıkartmamak için misak
(antlaşma) yapılmaktadır. Bu, değerlendirmelerinin bir iftira olduğunu
gösterdiği gibi, niyetlerini de açığa vurmaktadır.
A'râf sûresinin 110. âyetinde, ne ile onları
ülkelerinden çıkartacağı belirlenmezken, Şûra sûresinin 35. âyetinde
"sihri ile çıkaracağı" ifade edilmektedir. "Sizi ülkenizden
sihri ile çıkartmak istiyor" ifadesi, halka korku salmak ve korku
vasıtasıyla Hz. Musa'ya karşı tepki uyandırmak istenmektedir. Bu tarz korkulan
halka salarak rakiplerini karalayan nice siyaset adamları gelip geçmiştir.
Peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'ân'da bu âyetin
yer almasının eğitim açısından amacı ne olabilir? Rakiplerini devre dışı
bırakmak için in-sanlan kamplara ayınp onlara iftira ederek halka korku salmanın,
iftirada bulunmanın ne kötü bir uygulama ya da siyaset olduğu anlatılmaktadır.
Özellikle peygamberler bu iftira ve karalamalara uğradığına göre, din âlimi ve
görevlilerin de kıyamete kadar bu muameleye mâruz kalacaklanna işaret
edilmektedir. Müşrik bir topluma tevhîd inancını yerleştirmeye çalışan, zâlim
idarecilere yanlış yaptıklannı söyleyen din bilginleri, hep böyle tepkilerle
karşılaşacak, iftiralarla karşı karşıya kalacaklardır.
110. âyette çözüm yollan araştırılırken, 111. âyette
Hz. Mûsâ ile Harun'un bekletilmesi, şehirlere toplayıcılar gönderilmesi, 112.
âyette de bütün bilgili sihirbazlann getirtilmesine karar verildi. Buradan şunu
çıkartıyoruz: Hz. Musa'nın mucizelerinin sihir olduğunu söylemeleri, sihre
sihirle karşılık verilmesi kararına ulaştı. Hz. Musa'nın sihir dedikleri
mucizelerini sihirle venmek, ortadan kaldırmak istediler. Diğer taraftan Hz.
Mûsâ döneminde Mısır'da sihir ilminin ileri düzeyde olduğunu da anlıyoruz.
Nasıl Allah Hz. Musa'ya sihirle mücadele edecek mucizeler verdiyse, onlar da
mucizelerle sihir vasıtasıyla mücadele vermek istediler.
Bundan şunu çıkarıyoruz: Peygamberlere verilen
mucizenin temel belirleyici sebebi, dönemin önde gelen ilmî çalışmaları,
dolayısıyla teknolojisi ve değer yargılan olmaktadır. Asâ ve Hz. Mûsâ'nm elinin
parlaması mucizesi, sihirle mücadele için Kur'ân da dil bakımından Arap
edebiyatını aşmak için mucize olarak verilmiştir.[59]
113. Sihirbazlar Firavun'a geldi ve: "Eğer
üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?" dediler.
114. Firavun, "Evet hem de siz (bana)
yakınlardan olacaksınız" dedi.
115.
Sihirbazlar: "Ey Mûsâ! Sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz
mi olalım" dediler.
116.
"Siz atınız" dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini
büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler.
117. Biz de Musa'ya "Asanı at!" diye
vahyettik. Bir de baktılar ki, bu onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor.
118. Böylece
gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.
119. işte Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük
düşerek geri döndüler.
Bu âyetler aynı olgunun bütününü meydana getiren
parçalardır. Âyetlerin açıklamasını merkezî konuya göre yapmayı uygun
buluyoruz.
1. 113. âyette geçen ecr
(ödül) ile gâlib (üstün gelmek) kavramları, merkezî konuyu oluşturmaktadır.
Galibiyetten bahsedildiğine göre bir yarış, bir mücadele ve bir savaşın olduğu
ortaya çıkmaktadır. Her zaferin bir karşılığı olmalıdır. Onun için
galibiyetten sonra ödüllendirilip ödüllendirilme-yecekleri sorulmaktadır.
Basanlar ödüle doğru akarlar, onunla beslenirler, onunla daha büyük basanlara
doğru yol alırlar.
2. Hz. Musa'nın mucizelerine
karşı elde edilecek zafer, sihirbazlann Fi-ravun'a yakın olmasını temin
edecekti. Devlet başkanına yakınlık, en önde gelen ödüllerden biridir. Çünkü
devlet başkanına yakın olmak, onun gözdelerinden olmak anlamına gelmektedir.
Böyle bir ödülü ilk koyan yüce Allah'tır. Hayırda önde olanlar, Allah'a yakın
olanlardır (Vâki'a 56/10-11); Allah ölen insanlan üç kısma ayırmakta ve bunlardan
Allah'a yakın olanlann olduğunu gündeme getirmektedir (Vâkı'a 56/88). Kanşımı
tesnîmden olan içeceği, Allah'a yakın olanlar içecektir (Mütaffifîn 83/27-28).
Devlet başkanına, öğretmene, işverene, âmire yakın olma ödülünü kazanmak ve bunu elde edecek başarıları göstermenin başta gelen ödüllerden olması, Allah tarafından konmasına bağlıdır. Yakın olmak, insanın doğasında var olan bir duygu, bir arzu ve bir tutkudur. Toplu halde yaşamanın altında yatan sebeplerden biri de bu yakınlık duygusudur. Allah'a yakın olmak, insanın kendine ve diğer insanlara yakın olmasından daha sıcak ne olabilir?
3.
115. âyette geçen ifadeden sihirbazların bu
yarışmayı kazanacaklarından emin olduklarını anlıyoruz. "Sen mi atacaksın
yoksa biz mi?" demeleri, aynı zamanda yarışmanın edebini de gündeme
getirmektedir. Rakibine seçenek verme erdemini göstermek, yarışmanın edebidir.
Aynı âyetten anlıyoruz ki, sihirbazlar da Hz. Musa'nın asasını atması gibi,
sihir yaptıkları şeyleri atıyorlardı. Hünerlerini atma şeklinde ortaya koyuyorlardı.
4.
116. âyette Hz. Mûsâ atma sırasını onlara
verdi. İnsanların gözlerini büyüleyecek derecede kuvvetli sihir yaptılar.
"Gözleri büyüleme" ifadesinden anlıyoruz ki, sihir bir göz boyamadan
ibaret olup halkın korkmasına sebep olmuş ve onları dehşete düşürmüştü. Bunun
için yüce Allah "Büyük bir sihir gösterdiler" ifadesine yer
vermektedir.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Sihirbazlar ne
attılar? Bu sorunun cevabı A'râf sûresinde yoktur, ama Şu'arâ sûresinin 44.
âyetinde bu soru cevaplandırılmaktadır. Âyet şöyledir: "Bunun üzerine
sihirbazlar iplerini ve değneklerini attılar ve: 'Firavun'un kudreti hakkı
için elbette bizler galip geleceğiz' dediler". Demek ki onlar ip ve değnek
atmışlar. Aynı cevap Tâhâ sûresinin 66. âyetinde de verilmektedir.
Burada bir soru daha sormak gerekiyor: Sihirbazların
attıkları ip ve değnekler ne oldu? Bu sorunun cevabını da Tâhâ sûresinin 66.
âyeti vermektedir: "Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir
marifetiyle, ona hızlı akıyormuş gibi göründü". İpler ve değnekler hareket
edip akıyormuş gibi bir görüntü oluştu.
Bu durum büyük bir sihirdi ve halkı dehşete düşürdü, aynı zamanda Hz. Musa'yı da etkiledi. Bu durum Tâhâ sûresinin 67. âyetinde anlatılmaktadır: "Öyle ki, bu yüzden Musa'nın içinde bir korku belirdi" . Bu korkuyu Hz. Mûsâ gideremedi de, yüce Allah ona şöyle seslendi: "Korkma! Üstün gelecek olan kesinlikle sensin, dedik!" (Tâhâ 20/68).
5. Yüce Allah Hz. Musa'nın
korkusunu gidermek ve "üstün geleceği" olgusunu gerçekleştirme adına
ona şöyle vahyetti: "Asanı at! Bir de baktılar ki, bu, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyor". Bu âyette yer alan lakıfe, ya da lakf
kelimesi, "bir şeyi yakalayıp yemek, yutmak" anlamına gelmektedir.
İfk ise "bir şeyi olduğu durumdan çevirip değiştirerek başka şekilde göstermek"tir.
Kur'ân'da "yalan"a ifk denmesinin sebebi de budur. Hakikatin tersyüz
edilmesine sebep olduğundan yalana ifk denmiştir. Onun içindir ki, Ankebût
sûresinin 17. âyetinde "Yalan
üretiyorsunuz" buyuru-lurken, yalan ifk kelimesiyle ifade edilmektedir.
Mü'min sûresinin 62. âyetinde de "çevrilmek, döndürülmek" anlamında
geçmektedir: "Durum böyle iken, nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz?"
Böylece Hz. Musa'nın ejderhaya dönüşen asası,
onların uydurdukları ip ve değnekten ibaret olan sihirlerini yuttu. Tâhâ
sûresinin 69. âyetinde \y& sane'û kelimesine yer verilerek,
"yaptıklarını" denmektedir. "Yaptıklarını yutsun" denirken
A'râf sûresinin 117. âyetinde ve Şu'arâ sûresinin 45. âyetinde uydurduklarını
denmek istenmektedir.
Hz. Mûsâ ile sihirbazların yarışmasından, ya da
mücadelesinden ne çıktı? Bu sorunun cevabı, A'râf sûresinin 118 ve 119.
âyetlerinde verilmektedir: "Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların
yapmakta oldukları yok olup gitti"; "İşte Firavun ve kavmi, orada
yenildi ve küçük düşerek geri döndüler" . Şimdi burada sorulacak olan
soru şudur: Yüce Allah bu olguyu bize niçin anlatmaktadır? Hz. Mûsâ
gelmeyeceğine ve bir asâ mucizesi olmayacağına göre bu olayın anlatılması bize
ne fayda temin edecektir? Hz. Musa'nın asası bir sembol olarak kullanılmaktadır.
Sihirbazların ip ve değnekleri de semboldür. Hz. Musa'nın asası hak, onlarınki
ise bâtıldır.
A'râf sûresinin 118. âyeti bu mânayı vermektedir.
Diğer taraftan bu olgu günümüze şu şekilde bir ışık tutmaktadır: Her yeni
teknoloji eskisini ortadan kaldıracaktır; traktörün sabanı yutması gibi. Daha
kaliteli olanın kalitesizi, daha yeni olanın daha eskiyi, daha gelişmiş olan
teknolojinin eski olanı ortadan kaldırması gibi. Bunun için çalışan, yeniye
koşan, bilgiyi eyleme dönüştüren toplumlar buna ayak uyduramayanları
yutacaktır, belki de ortadan kaldıracaktır.
Onun içindir ki "Büyücü nereye giderse gitsin,
iflah olmaz" (Tâhâ 20/69) buyururken yüce Allah, kalitesiz iş üretenlerin,
eskinin peşinden koşanların zafere ulaşması, iflah olması mümkün değildir,
denmek istenmektedir. Modası geçmiş, işe yaramayan, çağ dışı teknolojilerin
peşinde koşanlar, sihirbazların ip ve değneğin peşinde koşmalarına benzer,
kaldı ki bunlar başkalarının ürettiği teknolojiler tarafından yutulacaklardır.
Hz. Musa'nın asası ile sihirbazların ip ve
değnekleri bu şekilde yorumlanacağı gibi, düşünce açısından da yorumlanabilir:
İnsanı geleceğe taşıyan çağdaş sorunları çözenlerle, hurafelerin, sahte
fikirlerin, dedikodunun peşinde koşanların durumuna benzetilebilir: Sorunlara
çözüm üretenler, çağ dışı düşüncelerin peşinde koşanları yutacaktır. Tıpkı Hz.
Musa'nın asasının sihirbazların yaptıklarını yuttuğu gibi. Yüce Allah tevhîde
inananların ileri seviyede, insanlığın sorunlarını çözecek fikirler üretmesini
ve sahte olanların ortadan kaldırılmasını istemektedir.
Hz. Musa'nın, atıldığında ejderha haline gelen
asasını nefse benzetebiliriz. Nefis insanın kontrolünde olduğu zaman, değnek
gibi faydalı işlere yarar. Ama onun kontrolünden çıkarsa, bir ejderha kesilir.
Sihirbazların ip ve değnekleri de sahte, işe yaramayan, içi boş, göz boyamadan
ibaret olan fikirlere benzetilebilir. Böyle bir beyin, nefis denen ejderhaya
karşı duramaz; nefis tarafından yutulur. Böylece yüce Allah, nefis denen
ejderhanın önünde durabilecek fikirler üretilmesini istemektedir.
6. Yüce Allah'ın bu deneyi
ile, Hz. Musa'nın mucizesinin iki amacı olduğunu gelecek âyetlerden anlıyoruz.
A'râf sûresinin 118. âyeti, bu neticeyi şöyle belirlemektedir: "Böylece
gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok oldu gitti". Gerçek
kendini göstermiş, ötekilerin yaptıklarının boş olduğu da anlaşılmış oldu. îsrâ
sûresinin 81. âyetinde bunun evrensel mânada kanunu konmaktadır: "Hak
geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur". O zaman bu
âyetten şu neticeyi çıkartabiliriz: İnsanlar hakkı anlamalı, araştırmalı, ona
yaklaşmalı, onu takip etmelidirler. Onlar bunu yapınca, bâtıl yaşayacak, ayak
diretecek alan bulamayacaktır.
7. Firavun ve taraftarları
yarışma alanından mağlûp olarak geri döndüler. Demek ki galibiyet, hakla
beraber olanların; mağlûbiyet de bâtılı savunanların olmaktadır. Aslında Hz.
Mûsâ ile sihirbazların kendi aralarında bir galibiyet, bir mağlûbiyet meselesi
olmamıştır. Galibiyetle mağlûbiyet onların savunduklarının arasında, gerçekle
bâtıl arasında cereyan etmiştir. Mağlûbiyet insanı küçük düşürdüğü için, yüce
Allah sagare kelimesine yer vermiş ve ona psikolojik bir mâna yüklemiştir.
"Küçük düşmek", biyolojik bir anlamda değil de manevî mânada
kullanılmıştır. Galibiyetin, mağlûp tarafa yüklediği psikolojik eziklik için
bu kelimeye yer verilmiştir.
İnsanların savundukları yok olunca, hem değer
verdikleri hem de uğrunda savaştıkları sahte değerler ellerinden gidince,
geride ağır bir pişmanlık bırakır, pişmanlık halka mal olunca, psikolojik
olarak küçüklük hissederler. Gerçek savaşın meydana getirdiği mağlûbiyetler,
sportif faaliyetlerdeki mağlûbiyetler, medeniyet minderindeki fikir, sanat,
ekonomik ve siyaset mağlûbiyetleri de aynı küçülme psikolojisini doğurur. Ama
bu sonuncuların doğurduğu psikolojik küçülme ötekileri ile mukayese edilemez.[60]
120.
Sihirbazlar secdeye kapandılar.
121.
Biz âlemlerin Rabbi'ne inandık.
122.
Mûsâ ve Harun'un Rabbi'ne!
1. Hak kendini gerçekleştirdi, Firavun ve taraftarları küçüklük hissedecekleri
mağlûbiyeti tattılar. Bunlar mucizelerin yakın hedefleri idi. Esas amaç
sihirbazların etkilenip tevhide dönmeleri idi. Aslında bu beklenmeyen bir olgu
oldu. "Sihirbazların secdeye kapanması", mucizenin beklenmeyen
neticesi ve beklenmeyen değiştirici özelliği olmuştu. Değişim, Firavun ve
taraftarlarında olması gerekirken, bizzat yarışmada rol alan ve taraftar olanlarda
gerçekleşmiş oldu.
2. Değişim başka taraftan beklenirken, neden sihirbazlarda gerçekleşti?
Sihirbazlar Hz. Musa'nın mucizesinin gücünü takdir edebilecek durumdaydı.
Sihir yapacak seviyede olanlar bu tip mucizelerin ne anlama geldiğini
rahatlıkla idrak edebiliyor ve yapılması gereken davranışları
gösterebili-yorlardı. Orada da öyle oldu. Bu durum hakkın karşısında boyun eğmek,
aczini kabullenmek ve neticede saygı secdesinde bulunmaktır. Acziyet ve saygı,
onların ağzından şu ifadelerin dökülmesine sebep oldu: "Mûsâ ve Harun'un
Rabbi olan âlemlerin Rabbi'ne inandık".
Beklenen
değişim onların iman etmesi olmuştur. Ama bu değişim, sadece sihirbazlarda
değil, Firavun ve onun taraftarlarında da olmalıydı. Demek ki bir mucize
herkese aynı derecede, aynı nitelikte ve aynı derinlikte etkide bulunmuyor.
A'râf
sûresinin 121 ve 122. âyetleri, Tâhâ sûresinin 70. âyetinde tek âyet haline
gelmiş ve sonra Şûra sûresinin 47 ve 48. âyetlerinde iki âyet halini almıştır.
Fakat mâna ve kurgu değişmemiştir. Bu değişimden anlıyoruz ki, sihirbazlar
"âlemlerin Rabbi" kavramını biliyorlardı. Burada şu soruyu sormak
gerekir: "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" ne demek? Âlemlerin Rabbi
ifadesinin yerine "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" kavramı niçin çıkmıştır?
Rab, âlemlerin Rabbi'dir, sadece Mûsâ ve Harun'un Rabbi değil ki, böyle bir ifadeye
yer verilsin! Aynı ifadeye benzer konuşmayı, Yûnus sûresinin 90. âyetinde
Firavun yapmıştır: "Nihayet boğulma haline gelince gerçekten, İsrâ-iloğulları'nın,
inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim".
İsrâiloğulları'nın inandığı tanrı, diğer insanların inandığı tanrıdan başka bir
tanrı mıdır ki, böyle bir ifade kullanılmıştır?
Bu
sorulara şu şekilde cevap verilebilir: Sihirbazlar şu gerçeğin farkına
vardılar. Kendi kafalarında bir tanrı bir de Rab anlayışı vardı. Rab anlayışının
yanlış olduğunu anladılar. Rabbin doğru anlaşılması için Mûsâ ve Harun'un
anlayışına bakmak gerekiyordu. Çünkü onların inandığı Rabb'in, onlar için de
doğru olduğu ortaya çıkmıştı. "Mûsâ ve Harun'un Rabbi" ifadesi
bundan dolayı kullanılmıştır.
Din
eğitimi açısından Hz. Musa'nın mucizesinden sonra böyle bir değişimden
çıkarılacak ilke şudur: Din âlimi ve görevlileri, dini tebliğ ederken genel
olarak herkese hitap ederler, ama bu tebliğin etkinliğinin nerede
ger-çekleşeceğini bilemezler, bunun için bir ön tahmin yürütemezler ve
yürüt-memelidirler. Yaptıkları tebliğden diğer insanlar kendi bilgi, tavır ve
tutumlarına göre istifade edeceklerdir. Bu durumun evrensel kanunu, İsrâ
sûresinin 82. âyetinde konmaktadır: "Biz Kur'ân'dan, mü'mirilere şifa ve
rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur'ân zâlimlere ziyan artırmaktan başka
bir katkıda bulunmaz".
Demek
ki Kur'ân'ın etkisi, insanların manevî yapısına göre bir boyut kazanmaktadır.
İnanan insanlara şifa ve rahmet olurken, inkarcıların azgınlığını
arttırmaktadır. Bu durumun sebebini de İsrâ sûresinin 84. âyeti tesbit
etmektedir: "De ki: 'Herkes, kendi mizaç ve karakterine göre davranmaktadır...".
Yüce Allah insanların davranış ve tutumlarındaki sebepleri onların
karakterlerine bağlamaktadır. Dini tebliğ edenler insanların karakterini bilemeyeceklerine
göre, kimin olumlu, kimin olumsuz tavır takınacağını da önceden kestiremezler.[61]
123. Firavun dedi ki: "Demek ben size izin
vermeden ona inandınız ha! Bu şehirde tezgâhladığınız bir tuzaktır ki, bununla
şehir halkını oradan çıkartmak peşindesiniz. Yakında anlayacaksınız".
124. "Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim, sonra da hepinizi asacağım".
Bu
âyetlerin analizinden elde edilebilecek bazı ilkeler şunlardır:
1. "Firavun dedi ki: 'Demek ben size izin vermeden ona inandınız
ha!" Ayetin bu kısmından üç önemli netice çıkartıyoruz.
a) Geçmişte bazı fertler ve gruplar insanların neye inanacaklarını belirleyip
insanların inanç özgürlüklerini ellerinden alıyorlardı. Bu durum günümüzde de
devam etmektedir.
b)
"Ona inandınız"
ifadesindeki üçüncü şahıs, yani "o" kimdir? Yüce Allah mı, yoksa Hz.
Mûsâ mı? Bu âyetin kurgusundan bu sorulara cevap vermek zordur, ama Tâhâ
sûresinin 71. âyetinde cevabı bulabiliriz: "Firavun şöyle dedi: 'Ben size
izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Hakikat şu ki o, size büyü öğreten
ulunuzdur". Görüldüğü gibi "Ona inandınız" ifadesinden sonra,
"O size büyü öğreten ulunuzdur" ifadesi gelince, A'râf sûresinin
123. âyetinde yer alan "o" zamirinin Hz. Mûsâ olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aynı açıklamayı Şu'arâ sûresinin 49. âyetinde de buluyoruz.
Öyle
anlaşılıyor ki sihirbazların inandıkları tevhîd inancının yapısından çok,
Firavun'u ilgilendiren Hz. Musa'ya inanmaları olmuştur. İman değil de şahıs
onun için öne geçmiştir. Halbuki "Âlemlerin Rabbi'ne inandık"
ifadesi, Firavun'u daha çok ilgilendirmeliydi. Bu duruma benzer bir olgu En'âm
sûresinin 33. âyetinde geçmişti. "Aslında onlar seni yalanlamıyorlar,
fakat o zâlimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar". Bu âyeti
A'râf sûresinin 123. âyetiyle birlikte ele alırsak, Firavun Hz. Musa'ya değil,
tevhîd inancına tepki gösteriyordu da kendisi bunun farkında değildi.
c)
"Size izin vermeden ona
iman ettiniz ha!" ifadesinden, Firavun'un otoritesinin sarsıldığını
görüyoruz. Büyük bir kalabalığın önünde Firavun'un artık insanların gönlüne
hâkim olamadığını anlaması, iktidarının çatırdamaya başladığının göstergesi
idi. Bu durum Firavun'dan sonra gelecek devlet başkanlarına, zorla insanların
gönlüne hükmedilemeyeceğini, gönüllerdeki değişimin, siyasî iktidarın
değişimine bağlı olduğu kuralını öğretmektedir. Özellikle sihirbazların şirki
bırakıp tevhîde yönelmeleri, halkın da tevhîd inancına yönelmesini
hızlandıracaktı. Tevhîd inancına geçişin hızlı olması, Firavun'un iktidarının
da hızla elinden gideceğinin göstergesi idi. Artık Firavun şirke ve zulme
dayalı iktidarının çöküş seslerini duymaya başlamıştı.
2.
"Bu, hiç şüphesiz şehirde,
halkını oradan çıkartmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında
göreceksiniz". Aslında bu ifadesiyle Firavun, endişesini ortaya
koymaktadır. Tevhîd inancına geçmelerini tuzak olarak nitelendirmesi, onun ne
kadar şaşkın olduğunu göstermektedir. İman etmek, dînî; halkı şehirden
çıkartmak, toplumsal bir konudur. Sihirbazların tevhîd inancını kabullenmeleri
ile halkı şehirden çıkartmanın ne bağlantısı olabilirdi? Artık Firavun,
oluşumlara isabetli yorum getiremeyecek durumdaydı. İmanı tuzak olarak görecek
kadar sağlıklı düşünme melekesini kaybetmişti.
Halkın gözündeki
otoritesini kaybetmemek için iftiradan ibaret olan umulmadık yollara başvurdu.
Onlara yapacağı zulme zemin arıyordu. Toplumları idare edenler, siyasî
rakiplerinden korkmaya başlayınca, onları saf dışı bırakabilmek için aynı
tarzda umulmadık iftiralar atarlar. "(Başınıza gelecekleri) yakında
göreceksiniz" demesi ile de, tevhîdi kabul edenlere tehditler savurdu.
Kendi inanç sisteminin dışına çıkıp halkın ilgisini çekenleri iktidarı için
tehlikeli görüp tehdit etmek, sanki insanlığın siyasî tarihinin değişmez bir
kanunudur. Bu tip değişimler halka zulmetmek için birer bahane olmuştur.
3.
Firavun onlara ne yapacaktı? Bu
sorunun cevabı, A'râf sûresinin 124. âyetinde verilmektedir:
a) "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim".
Âyetin bu kısmında geçen min hilaf ifadesine Muhammed Esed "dönekliğiniz
yüzünden" şeklinde anlam vermiştir. Bu ifade, Tâhâ sûresinin 71. âyetinde
ve Şu'arâ sûresinin 49. âyetinde geçmektedir; âlimler bu ifadeyi
"çaprazlama" anlamına almışlardır. Sağ kol, sol bacak, sol kol, sağ
bacak şeklindeki kesilmeyi ifade etmektedir. Muhammed Esed Mâide sûresinin 33.
âyetinde geçen min hilaf kavramını da "döneklik" mânasına almıştır.
Birinin elini ve ayağını kesmek deyimi, birinin gücünü yok etmekle eş
anlamlıdır. Hem fiziksel hem de mecazî anlamda mefluç, yani kötürüm hale
getirilmeyi ifade etmektedir. Arapça'da halefehû fiili, 'onunla anlaşmazlığa
düştü, ona muhalefet etti, ona aykırı bir şekilde davrandı" anlamlarına
gelmektedir.
Burada
sorulması gereken soru şudur: Bu tür cezayı Firavun gerçekleştirdi mi? Bu
sorunun cevabını A'râf sûresinin 127. âyetinde bulmak mümkündür. Aslında 126.
âyetin sonundaki sihirbazların duasının son kelimesi, bu soruya farklı boyutta
cevap vermektedir. Sorunun cevabı olan bu âyetleri kendi yerlerinde
açıklayacağımızdan, bu soruya daha sonra dönmek üzere şimdilik buna dair
ayrıntıya girmiyoruz.
b) "Sonra da hepinizi asacağım". El ve ayaklarını çaprazlama
kestikten sonra, onları asacağına dair kararını bildirdi. Öyle anlaşılıyor ki
asma şeklinde verilen ceza, insanlık tarihine çok eskiden girmiştir. Bir
hayata son vermek, ancak bir hayata karşılık olması gerekirken, inançlarını
tevhide yöneltenlere uygulanması, Firavun'un zulmünün ne dereceye ulaştığını
göstermektedir. İnanç özgürlüğü meselesinde insanlığın neler çektiğini anlatan
bu âyetler, inanç özgürlüğüne saygının ne derece zor bir durum olduğunu da
göstermektedir.
"İnanç
özgürlüğü" ifadesinin insanlık tarihine girmesi, belki de en büyük
devrimi teşkil etmiştir. Hukuku olmayan Firavun'un idaresinde inancını özgürce
değiştirenlere "idam cezası" verilmiştir. "Çaprazlama el ve
ayaklarının kesilmesinden sonra mı bu idam cezası uygulanmıştır, ya da uygulanmamış
da istek safhasında mı kalmıştır" meselesine net bir açılım getiremiyoruz.
Âyetteki kurguya bakılırsa, önce kesme sonra da idam cezasının verildiği
rahatlıkla anlaşılır.[62]
125. Onlar: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz".
126. "Sen sadece, Rabbimizin âyetleri bize
geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize
bol bol sabır ver, müslüman olarak canımız al!" dediler.
Bu
âyetlerden çıkarılacak önemli neticeler vardır.
1. "Biz Rabbimize döneceğiz" ifadesiyle, müslüman olan
sihirbazlar, ölümün Allah'a dönüş olduğu tanımını yapmaktadırlar. O anda böyle
bir tanım yapmaları, onların kültürlü olduğuna delil teşkil etmektedir. Âyette
geçen münkalibûn kelimesi, kalb ve onun türevi olan inkılâb kelimesinden
türemiştir. Bir halden bir hale dönüştüğü için gönüle kalp denmiştir. Devrim
mânasına gelen inkılâp da aynı kelimeden gelmektedir.
2. "Biz Rabbimize döneceğiz" ifadesiyle, tevhîd inancı uğruna
hayatlarını feda edebileceklerini açıklamaktadırlar. Ölüme aldırış etmediklerini,
çünkü bir gün zaten öleceklerini vurgulamaktadırlar. Firavun'un onları ölümle
tehdit etmesinin yersiz olduğuna işaret edilmektedir. Tevhîd inancı uğrunda
ölmenin şehidlik olduğunu biliyor ve bunu Firavun'un huzurunda ifade
ediyorlardı.
Yüce
Allah, Müslümanlığı tercih eden sihirbazların bu ifadelerini bize nakletmekle,
tevhîd inancının önemini ve bu konuda yapılan değişimin yüceliğini anlatmakta,
ondan fedakârlık yapılamayacağını vurgulamaktadır. Firavun kesip doğramaktan,
idamdan bahsettiği halde, öbürleri Allah'a kavuşmayı konu edinirken, zıt
görüşlerin nasıl sivrilip kan akıttıracak hale geldiklerini de Allah gündeme
getirmektedir. Farklı inançlara tahammül edemeyenlerin, ellerinde iktidar gücü
varsa, bunu nasıl kötüye kullandıklarına dikkat çekilmektedir.
3. "Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde, onlara
inandığımız için bizden intikam alıyorsun".
a) Müslüman olan sihirbazlar, Firavun'un el ve ayalarını kesip asmakla
tehdit etmesinin sebebini açıklamaktadırlar. Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeleri
görüp inanmalarının kin, nefret ve düşmanlık doğurduğu analizi yapılmaktadır.
Sebep-sonuç ilişkisi bağlamında Firavun'un sözlerinin sebebine gidilerek
açıklamalar yapılmaktadır.
b) "İntikam alıyorsun" ifadesinde kâfirlerin, inanan insanlara
intikam hırsı ile muamele yaptıkları ve yapacakları bilgisine ulaşıyoruz. Bu
geçmişte böyle oldu, bundan sonra da böyle olacaktır. Mâide sûresinin 56.
âyetinde aynı intikam hırsının müslümanlara gösterildiğine şahit oluyoruz.
Kitap ehlinin sadece Allah'ın indirdiğine inandıkları için müslümanlardan
hoşlanmadıklarını, onlara intikam hırsıyla yaklaştıklarını görüyoruz. Bir
zamanlar ateşle dolu hendeğe atılıp öldürülenlerin, sadece Allah'a
inandıklarından dolayı bu işkenceye mâruz kaldıkları, Bürûc sûresinin 4-8.
âyetlerinde anlatılmaktadır. Ateistlerin, ya da müşriklerin tevhîd inancına
sahip olanlara böyle davrandıklarını anlatırken yüce Allah, dünyanın nasıl
kirletildiğine de dikkat çekmekte; hırs ve inkârın insanlığın yücelmesine büyük
bir engel teşkil ettiğini vurgulamaktadır.
4. "Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı
al!" Âyetin bu kısmında yer alan ferağa kelimesi, Kur'ân'da altı âyette
geçmektedir. Kelimenin farklı kalıplarda farklı alanlar için kullanıldığını
görüyoruz: "Bir işten boş olma, bitirmek, yönelmek, kastetmek, ölmek, kap
boşalmak, kanı boşa gitmek, suyu dökmek, bir şeye endişe duymak, atın süratli
gitmesi, madeni kaba dökmek, Allah'ın kalplere sabır vermesi, hesaba çekmek"
mânalarına gelmektedir.
Kur'ân'daki
mânaları ise şunlardır:
a) Kurtulmak. İnşirah sûresinin 7. âyetinde, "kurtulmak"
anlamına gelmektedir. Buradaki kurtulmak, psikolojik mâna yüklenerek
"sıkıntıdan kurtulmak, boşalmak" anlamını ifade etmektedir:
"Öyle ise (sıkıntıdan) kurtulduğun zaman sağlam dur".
b)
Hesap sormak. Bu mânada Rahman
sûresinin 31. âyetinde yer almaktadır: "Ey insan ve cin! Bir gün sizden
hesap soracağız". Aslında kelime "size döneceğiz" anlamına
gelmektedir. Allah'ın dönmesi, "hesap sormak" üzere olacaktır.
c) Dökmek. "Bana ergimiş bakır getirin, bunun üzerine dökeyim,
dedi" (Kehf 18/96). Kelime, ergimiş demirin üzerine, ergimiş bakın dökmek
anlamını ifade ederken, maddî bir mânayı yüklenmektedir.
d) Dolup taşmak. Kasas sûresinin 10. âyetinde psikolojik bir oluşumu
ifade etmek için kullanılmaktadır:
"Musa'nın annesi, yüreği acı ile dolup taşarak sabahı etti".
Gönüldeki korku, endişe, tasa ve acının çokluğunu gösteren bir kelime
olmaktadır.
e)
İhsan etmek. "Bol bol
vermek, lütfetmek, boşaltmak" mânasında, yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf
sûresinin 126 ve Bakara sûresinin 250. âyetinde yer almaktadır: "Ey
Rabbimiz! Bize sabır ihsan et!" duasında bu mânada kullanılmaktadır.
Bu âyette de
manevî anlamda geçmektedir. Ancak bu duadan şunu anlıyoruz. Sabır denen
belâlara göğüs germek gibi manevî hayatın doruk noktasını elde etmekte
Allah'ın yardımını beklemek, bunun için dua etmek bir zorunluluktur. Öyle
meseleler olur ki, onları çözmek ancak ilâhî yardımla mümkün olur. Müslüman
bunun farkında olmalıdır. "Ve yürekten sana teslim olan kimseler olarak
canımızı al!" Bu duadan çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Müslümanlığı seçen sihirbazlar, Firavun'un önünde ölüme meydan
okudular. Allah uğrunda ölmenin önemini biliyorlardı. Onlar Firavun'un değil
de canlarını Allah'ın alması için dua etmekteydiler; ölümü Allah'tan bekliyorlardı.
b) Allah'a teslim olarak canlarının alınmasını istemeleri, Âl-i İmrân sûresinin
102. âyetindeki emre uygun düşmektedir: "Ancak müslümanlar olarak can
veriniz". İnsanın dünyasını değiştirirken Allah'a bağlılığını koruması,
çok önemli bir manevî seviyeyi teşkil etmektedir. Bu seviyeyi muhafaza etmek,
insanın irâdesini aşmakta olduğundan, sihirbazlar Allah'tan yardım
istemektedirler. Kısaca diyebiliriz ki, müslüman olarak ölmek her dinin özünde
var olan çok önemli bir ilkedir.
Burada
müfessirler, Firavun'un A'râf sûresinin 124. âyetinde savurduğu tehdidi yerine
getirip getirmediği konusunda kesin bir netice verememektedirler. Bazıları bu
tehdidi yerine getirip onları öldürdüğünü, kimileri de onları öldürmediğini
söylemektedir. Bir sonuç verebilmek için sonra gelen âyetlere bakmak gerekir.
Diğer taraftan bu konuyu ele alan Şu'arâ sûresinin 50-56. âyetleri de bu
bağlamda düşünülmelidir.777[63]
127.
Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Musa'yı ve kavmini, seni
ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar diye mi
bırakacaksın?" Firavun: "Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını
sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz" dedi.
Bu
âyetin açıklamasından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:
1. "Mûsâ ve kavmini bırakacak mısın?" Bu sorudan şu
neticeye
varabiliriz: Firavun, müslüman olan sihirbazları öldürdü; kavminin ileri
gelenleri de Musa'nın kavmini bırakması ve bırakmamasıyla ilgili olarak bu
soruyu sormaktadırlar.
2. Bu sorunun içinde yer alan "Musa'nın kavmi" kavramı,
sihirbazları da içine alıyorsa, onları öldürmediği anlaşılmaktadır.
3. "Seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar
diye mi bırakacaksın?" ifadesinden de sihirbazların öldürmediği
anlaşılmaktadır. Çünkü Firavun'un tanrılığını ve putları bırakıp tevhîd
inancını kabul edenler sihirbazlardı. Musa'nın kavmi olan İsrâioğul-lan henüz
tevhîd inancını kabul etmiş değillerdi.
4. "(Seni) ve tanrılarım" ifadesinden anlaşılıyor ki, Firavun
kendisini halka tanrı olarak kabul ettirmişti: "Firavun: 'Ey ileri
gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum" (Kasas 18/38);
"Ve ona en büyük mucizeyi gösterdi. O ise hemen yalanladı ve isyan etti.
Sonra olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal adamlarını topladı ve
bağırdı: 'Ben sizin en yüce Rabbinizim" (Nâzi'ât 79/20-24).
"Seni" derken, senin tanrılığını terkettikleri anlamına gelmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki Firavun kendisini tanrı görüyordu, ama onun tanrısı, yani
tanrının da tanrıları vardı.
5. "Yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi?" Buradaki fesat
çıkarmak, insanların çok tanrılı dinlerini bırakıp tek tanrılı inancı benimsemiş
olmaları anlamına gelmektedir. Onlar da fesadın ne olduğunu biliyorlardı;
yanlış bile olsa, kurulu inanç sistemine karşı çıkmayı fesat kavramıyla
karşılıyorlardı. Yerleşik düzen kötü bile olsa, ona karşı çıkanlar bozgunculukla
itham edilmekteydi.
6. "Firavun: 'Biz onların erkeklerini öldürüp kadınlarını sağ
bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi".
a)
İslâm gelmeden Arap toplumunda
kız çocukları, Firavun döneminde ise erkek çocukları suçsuz yere
öldürülüyordu. Yüce Allah Araplar'ın bu dönemini Câhiliye diye andığına göre,
Firavun'un dönemine de aynı adla anmamız mümkündür.
b)
Firavun, tamamen yok etmek yerine ezmek istiyordu. Hz. Mûsâ ve kavmini
aczinden ve korkusundan dolayı bırakmadığını, istediği zaman onu ve kavmini
yakalayıp cezalandırabileceğine işaret etmektedir. Bu ifadeden, Hz. Musa'nın
mucizesi olan asadan korktuğunu, sihirleri yuttuğu gibi kendisini de yutma
ihtimalinin olabileceğini düşünüp onları serbest bıraktığını da anlıyoruz. Eğer
Hz. Mûsâ ve onun kavminin üzerine o anda gidebilecek cesareti olsaydı, derhal
gidecekti. Demek ki müslüman olan sihirbazları korkusundan dolayı öldürmemişti.
Fakat taraftarlarını eski inançlarında tutmak için tehdit savurmaktan da geri
durmadı. "Erkeklerini öldürür, kadınlarını bırakırız, biz onları ezip
geçeriz" ifadeleri, korkudan dolayı o andaki duruma müdahale
ettirmemesini göstermektedir. Biraz daha yarışa devam etse, ya da ceza vermeye
kalksa, bütün taraftarlarını kaybedecekti.[64]
128.
Mûsâ kavmine dedi ki: "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Şüphesiz
ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç
Allah'tan korkup günâhtan sakınanlarındır".
129. "Onlar da, sen bize peygamber olarak
gelmeden önce de geldikten sonra da işkence edildi" dediler. Mûsâ,
"Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi
yeryüzüne hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar" dedi.
Firavun'un
sözlerine karşı Hz. Musa'nın kavmine söyledikleri, kıyamete kadar kalacak olan
esaslardır.
1. "Allah'tan yardım isteyiniz". Hz. Mûsâ, kavmine dinî
konuların en ince noktalarını öğretmektedir. Fatiha sûresinin 5. âyetinde yer
alan "Yalnız senden yardım dileriz" ifadesindeki tevhîd inancı ve
yardım dileme ilkesi, Hz. Mûsâ'mn söyleminde de yer almaktadır.
Yardım
için Allah'a sığınmanın önemini gündeme getiren Hz. Mûsâ, din eğitimine
başlamış durumdadır. Kavmine kime sığınıp yardım dileyeceklerini
öğretmektedir. Bunun anlamını şu şekilde verebiliriz: Allah'tan yardım diler ve
O'na sığınırsanız, kimsenin zararı size dokunmaz ve dokunamaz. Kalplerinizi
Allah'a çeviriniz, O'ndan yardım dileyerek ümitsizliğe düşmeyiniz. Özünüzü,
sözünüzü ve düşüncelerinizi Allah'ta birleştiriniz.
2.
"Sabrediniz". Âyette
yer alan emirler arasında bir ilişki vardır. Sabredebilmek için Allah'a
sığınıp yardım dilemek gerekiyor. İsti'âne, yani yardım için Allah'a sığınmakla
sabır arasında bir ilişki kurarken Hz. Mûsâ, inanç ve hukukî özgürlük için
başlatılan mücadelenin alt yapışım öğretmektedir. Uzun ve çetin bir yol olan
inanç ve hukukî özgürlüğün ilâhî yardım ve sabır olmadan tüketilemeyeceğine
işaret etmektedir. Özüne işlemiş bir imana sahip olmadıkça, zafere
ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır.
3. "Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona
vâris kılar. Sonuç Allah'tan korkup günâhtan sakınanlarındır".
a) Hz. Mûsâ'mn verdiği iki emirden sonra, Allah'ın dilemesi ile siyasî
iktidar arasında bir ilişki kurulduğunu görüyoruz. "Yeryüzü Allah'ındır.
Kullarından dilediğini ona vâris kılar" ifadesinin işaret ettiği şey,
"siyasî iktidardır". Biz bu yorumu nasıl yaparız ve delilimiz ne
olabilir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Kasas sûresinin 5. âyetine
bakmak gerekir: "Biz ise, o yerde güçsüz düşenlere lütufta bulunmak,
onları vâris kılmak istiyorduk". Bundan anlıyoruz ki, ilâhî dileme ile
ilâhî irâde aynı işlevde buluşmaktadır. A'râf sûresinin 128. âyetinde Hz. Mûsâ,
meşîet denen ilâhî dilemeyi, Kasas sûresinin 5. âyetinde de yüce Allah, irâde
denen dilemeyi gündeme getirmektedir.
Ekonomik
bakımdan sömürülen, sosyal bakımdan horlanan, hukukî bakımından köleleştirilen,
siyasî bakımdan ezilen Hz. Musa'nın kavmine, bunlardan kurtulmaları için
yardımda bulunmak, onlara siyasî iktidarı verip yeryüzünde vâris kılmak, kulun
ilâhî dileme ile Allah'a sığınması ve sabretmesine bağlı olduğunu anlatan bir
ders olmuştur.
b) "Sonuç müttakîlerindir" hükmünü de aynı zamanda formüle
etmektedir. Âyetin birinci ve ikinci bölümleri ile "takva" kavramı
arasında bir bağlantı kurulmakta ve takvanın tanımına yalnız Allah'tan yardım
dileme ve sabır konmaktadır. Hz. Mûsâ, yanında yetiştiği Şuayb peygamberden
dinî bir kültür almıştı. Yalnız Allah'a sığınıp O'ndan yardım dilemenin ve
sabretmenin getireceği siyasî iktidar gibi sonucun, takva denen ruh olgunluğuna
erenlere nasip olduğunu biliyordu. Hz. Musa'nın Firavun'un tehdidine karşılık
kendi kavmine verdiği tevhîd inancı sabır ve siyasetle ilgili derse karşı
kavminin tepkisi olumlu olmamıştır. Bunun anlamı, sosyal olayların insanların
psikolojisine farklı etkide bulunmasıdır.
4.
"Onlar bize gelmeden önce
de geldikten sonra da bize işkence edildi, dediler". Bu tepkiyi müslüman
olan sihirbazlar değil de Hz. Musa'nın esaretten kurtarmak istediği
İsrâiloğullan gösterdi. İsrâiloğullan'nın tamamının aynı düşüncede olduğunu
söylemek doğru değildir, ama çoğunluğunun böylesine bir tepki gösterdiğini
söyleyebiliriz. Onların tepkisindeki merkezî konu, Hz. Musa'nın
peygamberliğini ilân etmeden önce de sonra da kendilerine eziyet edilmeleri
olmuştur. Onlar "Peygamber olsaydın, eziyet çekmezdik" dercesine,
peygamberlikle eziyet arasında ilişki kurmaya çalışmışlardır.
Şahsiyetsizlikleri sebebiyle neye nasıl yaklaşacaklarını bilemediler. Bu
bilgisizlik, içlerinden yetişen peygambere tepki göstermelerine sebep
olmuştur.
5. "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi
yeryüzüne hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar, dedi". Âyetin
bu kısmı, birtakım meselelerin mesajını vermektedir.
a) "Umulur ki Rabbiniz düşmanınız helak eder". Hz. Mûsâ ilâhî
takdir için konuşurken, ihtimalli konuşmaktadır. Çünkü Allah'a sığınıp yardım
istemenin, belâlara karşı sabır göstermenin, sonucun takva sahiplerine ait
olduğuna inanmanın, ilâhî yardımın düşmanları helak etmesi şeklinde tecellî
edebileceğini öğretmektedir. Diğer taraftan külfetsiz rahmet olmayacağına da
işaret etmektedir. Aynca İsrâiloğullan, Hz. Musa'ya tepki göstermelerine
rağmen, Hz. Musa'nın sabredip doğruyu onlara öğretme çabasında olduğuna şahit
oluyoruz.
b) "Onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar". Hz. Mûsâ,
siyasî iktidarın el değiştirebileceğine ve bunu yüce Allah'ın yapabileceğine
dair ümidin göz ardı edilmemesini de öğütlemektedir. Yeryüzü ifadesine
"ülke" anlamı vermek gerekir. "Size ülkenin iktidarını teslim
edebilir" denmek istenmektedir. Böylece siyasî iktidarı ele geçirmenin
yolunu öğretirken, düşmanın helak olmasının ümidini de vermektedir. İsrâ
sûresinin 2. âyetinde "Allah'tan başkasını vekil edinmemeleri"
söylenirken, sadece O'na sığınıp yardım dilemenin ve eziyetlere karşı dayanıklı
olmanın önemi vurgulanmaktadır.
c) "Nasıl hareket edeceğinize bakar". İnsanlar başkalarının
iktidarı döneminde ezildiklerinde, şuuraltında kompleksler oluşur. Bunlar kimi
zaman "Ben de iktidarı ele geçirirsem, onlara bu eziyetleri tattıracağım"
şeklinde yapılaşır, kimi zaman da "Ben iktidarı ele alırsam, onlar gibi yapmayacağım"
tarzında oluşur. Hz. Mûsâ, "Yüce Allah ülkenin iktidarını size teslim
ettiğinde, insanlara karşı nasıl davranacağınızı gözetleyecektir" derken,
bu komplekslerin ortaya çıkışını hedeflemektedir. Ezilmişlik duygusunun,
iktidara gelince zulme dönüşüp dönüşmediğini Allah'ın gözetleyeceği
hatırlatılmaktadır. Ezilenler daha sonra iktidarları zamanında eziyet ediyorlarsa,
onların ham oldukları, tarihten ibret almadıkları anlamına gelir.
Bu
âyetten İsrâiloğulları'nın helak edileceğine işaret edilmektedir. Aynca
istikbalde Allah'ın takdirine bağlı olarak gerçekleşecek olan değişimler
konusunun nasıl konuşulacağının da dersi verilmektedir. Olumlu mânadaki
değişimlerin bir deneme olduğuna da dikkat çekilmektedir. Buradaki konuşması
ile değişimin başlangıcı da müjdelenmektedir.[65]
130.
Andolsun ki Firavun'un halkını, ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve ürün
kıtlığı ile kıskıvrak yakaladık.
131. Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, "Bu
bizim hakkımızdır" derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ve
onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki onlara gelen
uğursuzluk, Allah katındandır, fakat onların çoğu bunu bilmezler.
Yüce
Allah tabiat olayları vasıtasıyla Firavun ve halkına ders vermektedir.
1. Âyette geçen sinîn kelimesi, senenin çoğuludur. Bu kelimenin hem
"yıl" hem de "kıtlık" anlamı vardır. "Kuraklık",
tabiat olaylarından biridir. Kuraklık, kıtlık getirmektedir. Âyette sanki
bunlar ayrı ayrı cezalar olarak takdim edilmektedir. Buradaki cezanın A'râf
sûresinin 84. âyetinde ifade edilen ceza şekli olduğu da bir gerçektir.
"Biz herhangi bir ülkeye peygamber gönderdiysek, onun halkını yalvarıp
yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır". Kuraklık ve
ürün noksanlığı şeklindeki cezayı, günümüz hukuku açısından değerlendirirsek,
"hak mahrumiyeti cezası" diyebiliriz. Eğitim açısından
değerlendirirsek, "gıdadan mahrum bırakma, katıksız yemek" cezası
diyebiliriz. Devletlerarası hukuk için de ambargo denebilir.
2. Bu ceza şeklinin eğitici olması bakımından, bollukla kıtlık durumlannı
mukayese edip ders almaları amaçlanmaktadır. Âyetin sonunda yer alan
"Umulur ki ders alırlar" ifadesi, cezanın helaki değil, ders almayı
hedeflediğini göstermektedir. Zulümlerinden vazgeçip tövbe etme fırsatını veren
bir ambargo uygulamasından ibarettir. Çünkü kuraklık, kıtlık ve ürün noksanlığı
gibi tabiat olaylarını aşmak ve onları düzeltmek, insan irâdesini aşmaktadır.
Elmalılı
Hamdi Yazır, ders almayı şöyle anlatmaktadır: Nimet bolluğu ve refah içinde
yaşayan ve kendi üstünde hiçbir kuvvet tanımayan, tanımak istemeyen, hakka
karşı savaş açmak isteyen mağrur bir kavmin iktisadî ha atına vurulan bu gibi
semavî darbeler, henüz cürümlerinin cezası olmamak-la beraber, kendilerine
hadlerini bildiren ve bu davranışlarına devam ettikleri uJtdirde başlarına
gelecek sonucu ihtar eden birer ilâhî uyandır. Âyet bu Eyınyı yapan Allah'ın
onları helak edebileceğini, bu sebeple yanlıştan vazgeçmelerini ilân
etmektedir. "Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olacağı" esasından
hareket ederek, eğitici bir boyutunun olduğu akıldan çıkarılmamalıdır[66].
Bu
âyetten çıkarılabilecek önemli ilke şudur: Yüce Allah manevî ha-yartıki
düzensizliğin ve işlenen zulmün ekonomik hayatı etkileyeceğini vur-gsümaktadır.
İnsanların manevî bakımdan beyin ve gönüllerinde meydana men kıtlığın ekonomik
hayatlarına sıçrayacağına işaret edilmekte ve bunun bur kanun olduğuna dikkat
çekilmektedir. Manevî hayatın, maddî hayatı etkilediği anlatılmaktadır. Aynı
zamanda manevî hayattaki düzelmenin, eko-aecnık hayattaki düzelmeyi temin
edeceği de gündeme getirilmektedir. İnsanların yanlış inançları ve
eylemlerinin, tabiatın düzenini bozacak nitelikte olduğu, bozulan tabiat
düzeninin onlara belâ getireceği anlatılarak ders verilmektedir. Bu şekildeki
değişimlerin boşa gitmemesi için "ders alma"yı imaçlaması, insanın
beyin ve gönlünde gerekli olan değişimi meydana ge-zrrmesi gerekir. Ekonomik
düzenin bozulması, isyana değil tam tersine ders almaya götürmelidir. Buradan
hareketle fakirliğin insanı manevî oluşumlara yaklaştırdığını söyleyebilir
miyiz?
3. Onların bu değerlendirmesine karşılık yüce Allah şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: "Biliniz ki, onların uğursuzlukları Allah tarafındın
öngörülüjmr. Ne var ki onların çoğu bunu bilmezler". Burada bizim
"öngörülmüştür" diye tercüme ettiğimiz ifade, metinde "Allah
katındandır" şeklinde geçmektedir. Başkasına uğursuzluğu atmanın
Kur'ân'daki değerlendirmeleri şöyledir:
a) Nemi sûresinin 47. âyetine göre uğur veya uğursuzluk, Allah
katın-dadır. Ama insanlar imtihan edildiklerinden dolayı, basanlarına göre ya
uğurdan alırlar ya da başlarına uğursuzluk getirirler.
b) "Elçiler şöyle cevap verdi: 'Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir"
(Yâsîn 36/19). İnsanlar kendi uğursuzluklarım kendileri oluştururlar. Uğursuzca
davranış, Allah katından uğursuzluğu alıp gelir. A'râf sûresinin 131. âyetinin
sonunda, onların çoğunun bilmediği söylenmektedir. Demek ki kimin uğurlu kimin
uğursuz olduğunu, uğurlu ve uğursuzluğun kaynağında neyin olduğunu bilmek
gerekiyor. İnsanları uyarmak, onlara öğüt vermek, ne zaman uğursuzluk olmuştur?
Allah, insanları iyiye, doğruya çağırmayı, bu konularda onlara öğüt vermeyi
uğursuzluk olarak değerlendirmenin altında cehaletin yattığım söylemektedir.
Onun içindir ki âyette yf elâ ifadesine yer verilmektedir. Bu kelime,
"dikkat ediniz, biliniz, öğreniniz" anlamına gelmektedir. Uğurun
veya uğursuzluğun kaynağının bilinmesinin zorunluluğu dile getirilmektedir.
Din
eğitimi açısından şu neticeye varıyoruz: Geçmişten gelen örf âdetlere göre
insanlar kuşların uçuşundan mâna çıkarmışlar ve ona göre kendilerine uğur veya
uğursuzluk tayin etmişlerdir. Kur'ân bu kavrama "amel" diyerek
herkesin kendi ameliyle uğurunu veya uğursuzluğunu meydana getirdiğini
bildirmektedir.[67]
132.
Ve dediler ki: "Bizi sihirlemek için ne mucize geti-rirsen getir, biz sana
inanacak değiliz".
Bu
âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. Hz. Musa'nın tebliğ ettiği tevhîd inancının öğretimine onlar sihir demektedirler.
Buradaki sihir kelimesinin anlamı, "aldatmak"tır.
"Etkilemek" anlamına da gelmektedir. Onlar da "âyet"
kelimesine, konuştuklarında yer vermektedirler. Onlar "mucize"
anlamında kullanmayıp "işaret" mânasında kullanmaktadırlar.
2. "Biz sana inanacak değiliz". Hz. Musa'nın gösterdiği
mucizelerin amacının, onların Hz. Musa'ya inanmaları olduğunun farkına
vardılar. Ama hiçbir işaretin, delilin bunu sağlamayacağım ifade ettiler.
Buradan şöyle bir anlam çıkartıyoruz: Firavun ve onun taraftarlarının eğitilme
imkânı kalmamıştı. Onların gönüllerinin kapıları hakikate karşı kapanmış,
açılması imkânsız olan kilitlerle kilitlenmişti. Yüce Allah Hz. Mûsâ
vasıtasıyla bütün imkânları kullanarak onların eğitilmesinin çabasmı gösterdi.
Bütün bu çabaların boşa çıkması ve gönüllerini bir daha açılmayacak şekilde
kapamalarının karşılığı çok ağır olmuştur.[68]
133.
Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere,
kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim
oldular.
1.
"Bizi kandırmak, yani
etkilemek için ne mucize getirirsen getir, sana inanmayacağız" sözü,
ilâhî âlemi sarsan ve tabiatın dayanamadığı ağır bir ifade olmuştu. Bunun
üzerine yüce Allah, çeşitli mucizelerle onları ağır bir şekilde cezalandırdı.
2. Âyette sıralanan ayrı ayrı işaret, delil veya mucizeler, bir anda
değil farklı dönemlerde ve zamanlarda gerçekleşmiştir. Önce su baskınına uğradılar.
Allah onlara tufanı musallat etti. Tahammül edilemeyen su baskınından dolayı,
iman ettiklerini ya da edeceklerini belirterek Hz. Musa'dan yardım istediler.
Tufan kesilince, tekrar küfre döndüler. Bu sefer de yüce Allah çekirgelerle
onların topraklarını istilâ ettirdi. Yine iman edeceklerini ya da ettiklerini
belirterek Hz. Musa'dan yardım istediler, bu yardımı da alınca tekrar küfre
döndüler. Bu sefer de Allah onları haşere istilâsına uğrattı. Yine yardım
istediler ve iman edeceklerini belirttiler, ama yardımı alınca inkâra döndüler.
Yüce Allah onların yaşadıkları yerleri kurbağalarla istilâ etti. İman ettiklerini
söyleyerek tekrar Hz. Musa'dan yardım istediler. Yardımı alınca inkâra
döndüler. Bu sefer de Allah onların her şeyini, özellikle sularını kana
çevirdi. Tekrar yardım istediler, Hz. Mûsâ dua edip bu durumun düzelmesini
istedi ve ilâhî yardım aldılar.
Dikkat edilirse
âyette, iman ettiklerini, yardımı alınca hemen inkârdan döndüklerini
göremiyoruz. Böyle iman edip sonra inkâra, sonra imana ve sonra tekrar inkâra
sapma olgusu, Nisa sûresinin 137. âyetinde açıklandı. "İman edip sonra
inkâr edenleri, sonra tekrar iman edip inkâr edenleri, sonra da inkârlarını
arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir".
3. Bütün bu mucizelere rağmen sonunda kibirlenip suçlulardan oldular.
Sonunda imanda değil, inkârda karar kıldılar, inkârda karar kılmalarının sebebini
yüce Allah büyüklük taslamalarına bağlamaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde onların durumunu analiz eden Allah ana sebebin kibir olduğunu
söylemektedir.
Buradaki
sebep-sonuç ilişkisi şöyle formüle edilebilir: Kibir+inkâr=mücrimlik. Onların
bu durumuna "istikrarsızlık" denebilir. Âni değişimler, imanda karar
kılmalarını engellemiştir. İmandan inkâra, inkârdan imana, tekrar imandan
inkâra intikal etmek, münafıklık alâmetidir. Bu şekildeki istikrarsızlığın
adını yüce Allah mücrimlik, yani suçluluk, günahkârlık olarak koymaktadır.
Bu
âyetten günümüze ve geleceğe nasıl bir ışık tutulabilir? Bir delille ikna
olmayan insanlara çeşitli deliller getirilebilir. Gönül gözü kapalı olanlar,
iman ve inkâr arasında âni değişimler göstererek münafıkça davranacaklardır.
Bu tip insanlar peygamberler döneminde olduğuna göre, her dönemde de
olacaktır. Hz. Mûsâ'mn huzurunda dört defa değiştiklerine göre, zamanın her
diliminde, her nesilde, bu insanlara rastlayan din bilginleri sabırlı olacaklardır.[69]
134. Azap
üzerlerine çökünce, "Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için
Rabbine dua et! Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak
İsrâiloğulları'nı seninle göndereceğiz" dediler.
135.
Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca, hemen
sözlerinden dönüverdiler.
136.
Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâ-fıl kalmaları sebebiyle
kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.
133.
âyette, ayrı ayrı zamanlarda, farklı mucizelerin gönderilmesi, bir bakıma uyarı
anlamında bir sistem içinde olmuştu. 134. âyette ise "azabın"
gönderilmesi ve onun oluşturduğu tepki ele alınmaktadır.
1. "Azap üzerlerine çökünce, Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine,
bizim için Rabbine dua et!"
a) Âyetin bu kısmında yer alan azab kavramı, 133. âyette geçen tufan,
çekirge, haşere, kurbağa ve kan salgını olabilir. Bunlardan her biri gerçekleştiğinde,
İsrâiloğulları'nın ne yaptıklarına dikkat çekilmektedir.
b) Onların tepkisi Hz. Musa'ya yalvararak dua ettirmeleri olmaktadır.
Kendileri için başkasına dua ettirmelerinden anlıyoruz ki, iman etmeleri ihtimali
yoktu. Eğer kendileri inansalardı, Allah'a yalvarırlardı. Diğer taraftan bir
kimsenin başkaları için Allah'a dua etme imkânının olduğu, hükme bağlanmaktadır.
Ancak burada yer alan ahd kavramı neyi ifade etmektedir? Ze-mahşerî bu âyetin
yorumunu yaparken, ahd kelimesine "peygamberlik" mânasını
vermektedir. Aslında onlar Hz. Musa'nın peygamberliğine inansalardı, ahd
yerine peygamber kelimesini kullanırlardı. Ahd kelimesi, başında yer alan
\t. bimâdaki ^ be harfi sebebiyle "dayanarak"
anlamına gelmektedir. Râzî bu be harfinin yemin olduğunu da söylemektedir.
"Senin katında olan ahdine yemin ediyoruz ki" anlamına gelmektedir.
Bir şeye dayanarak dua edilmesinin bilincinde oldukları da ortaya çıkmaktadır.
2. "Eğer bizden azabı kaldırır-san, mutlaka sana inanacağız ve
muhakkak İsrâiloğullan'nı seninle göndereceğiz dediler".
a) İsrâiloğullan Allah'a karşı şart koşmaktadırlar. Bunun iyi niyetle
yacuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız, diye dua etiler" (A'râf
7/189). Hz. Âdem ile eşinin yaptığı bu duada da sanki bir şart koşma vardır,
ama bu şart koşmanın iyi niyetle olduğunu anlıyoruz.
b) Azabı kaldırma şartının öne sürülmesiyle, kabul edilebilecek bir şart
olduğu, bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır. Hz. Musa'nın getirdiği mesaja ve
onun peygamberliğine iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.
c) İsrâiloğullan'nı onunla beraber göndermeleri de verdikleri ikinci söz
olmaktadır. A'râf sûresinin 105. âyetinde Hz. Mûsâ onlardan, İsrâiloğulla-rı'nı
beraberinde göndermelerini istemişti.
3. '"Biz ulaşacakları bir süreye kadar kendilerinden azabı
kaldırdığımızda, hemen sözlerinden dönüverdiler".
a) Pişmanlık psikolojisinden dolayı verdikleri sözü yerine getirip getirmeyeceklerini
tesbit etmek için yüce Allah azabı bir müddet durdurdu. Sözlerini yerine
getirmedikleri takdirde azap devam edecekti. Biz buna "cezayı
erteleme" şeklindeki uygulama diyoruz. Modern hukukta da aynı uygulama
yapılmaktadır. Belki de yüce Allah bu tatbikatı ile modern hukukun temellerini
atmıştı. Ama biz bundan şunu anlıyoruz, pişmanlık yasası şeklindeki uygulamalar
doğru uygulamalardır. Bu âyetten anlıyoruz ki, Mısır halkının pişmanlığını ve
bu pişmanlıkları gereği verdikleri sözleri yüce Allah dikkate almış ve
takdirini, cezayı erteleme şeklinde kullanmıştır.
b)
"Azabı kaldırınca hemen
sözlerinden dönüverdiler" şeklindeki davranış, onların münafıklık denen
tutarsızlık psikolojisi içinde olduklarını, şahsiyet parçalanması denen
hastalığa sahip olduklarını göstermektedir. Yüce Allah onlara sözlerini yerine
getirinceye kadar mühlet vermesine rağmen, onlar azap kalkar kalkmaz hemen
sözlerinden caydılar. Verdiği sözden caymak, yeminini tutmamak, hem hukukî,
hem de ahlâkî tutarsızlığın işareti olmaktadır.
Âyetin
bu kısmında yer alan gg nekese kelimesi, hem insan psikolojisini, hem de
sosyal ve hukukî davranışlarını açıklayan bir kavram olmaktadır. Kelimenin
lügat mânası, "bozmak, iptal etmek, çözmek, izi silmek, vaadi bozmak, bir
işten vazgeçip diğerine yönelmek", nekise "tabiat, huy, kuvvet,
yapabileceği en son güc"ü ifade etmektedir. Kur'ân'daki mânaları da
şunlardır: "Ahdini bozmak" anlamına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyette ve Fetih sûresinin 10. âyetinde bu mânaya gelmektedir:
"O halde kim
ahdini bozarsa, yalnızca kendi aleyhine bozmuş olur". Buradaki nekes
kelimesi, "İpliği çözmek, örülen ipliği çözmek" anlamına
gelmektedir: "İpliğini iyice büküp sağlamlaştırdıktan sonra çözen kadın
gibi olmayınız" (Nahl 16/92). Bu benzetme, ahdini bozan insan için
yapılmaktadır. "Yünün liflerini iyice büküp ip haline getirdikten sonra,
o ipin lirlerini bollaştırmak, birbirinden ayırıp bozmak ve neticede ip
olmaktan çıkarmak" anlamındadır.
Şimdi
açıklamasını yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 135. âyetine dönersek,
Firavun'un halkı Hz. Musa'ya "Azabı üzerimizden kaldırırsa, sana
inanacağız ve Isrâiloğuları'nı seninle göndereceğiz" demeleri, "ipi
bükmek" anlamında bir sözleşme yapmaktır. Azap kalkınca sözlerinden dönmeleri,
o ipi çözmeleri anlamına gelmektedir ki, bu da sözlerinden vazgeçmeleri
demektir. Aynı zamanda sözünde duran insanlar, o ip gibi bir şahsiyet
bütünlüğüne sahiptirler. İpin liflerini çözmek de, şahsiyet parçalanması anlamına
gelmektedir.
4.
A'râf sûresinin 136. âyetinde onların iki sebepten cezalandırıldığı
bildirilmektedir: "Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve gafil kalmaları
sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk". Yüce
Allah sebep-sonuç ilişkisi içinde cezaları anlatmaktadır. Sebepler şunlardır:
a) Allah'ın mucizelerini, yani âyetlerini yalanlamak. İnanacaklarını
söyledikleri halde inanmamaları, söz verdikleri halde sözlerinden dönmeleri,
onları cezalandırmanın sebeplerinden birini oluşmaktadır.
b) Allah'ın mucizelerinden, âyetlerinden gafil olmaları. Gafil olmanın
anlamı, "ilgi duymamak, alâkadar olmamak"tır. Allah'ın âyetleri denen
mucizelerine ilgi duymamak, aslında onlara hakaret etmektedir. Yalanlamakla
ilgisizlik bir araya gelince, şu azabı çağırmış oldular; yüce Allah yaptıklarının
karşılığı olarak onları denizde boğdu. Onlar Allah'ın âyetlerini
yalanla-masalardı ve ilgisiz kalmasalardı, cezalandırılmayacaklardı. Kulun
başına gelen kendi eylemlerinin sonucudur. Yalanlayan beyin ve ilgisiz kalan
gönül, boğulmaya mahkûmdur.
Bu olmuş bitmiş
konuyu Allah bize niçin anlatıyor? Burada günümüzde ve gelecekte bu şekilde
olayların olacağına, onların da cezaya çarpımlacağına işaret edilmektedir.
Verdiği sözde durmayan insanların çoğunlukta olduğu toplumlar, sosyal problemlerin
denizinde boğulacaklardır. Allah'ın dinini yalanlayanların, hafife alanların,
çeşitli belâların oluşturduğu denizde boğulacaklarına dikkat çekilerek
caydırıcılık sağlanmaktadır. Nahl sûresinin 92. âyetinde, verdiği sözü tutmayan
insanlar, bunamış kadınlara benzetilmektedir. Bu insanlar toplumun ortak
aklını alıp yerine bunaklığı getirmektedirler. Bunaklık da bir nevi denizde
boğulmaktır.[70]
137.
Hor görülüp ezilen topluluğu da içini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu
ve batısına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâiloğulları'na verdiği güzel söz,
sabretmeleri yüzünden yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını,
yapıp yükselttiklerini yerle bir ettik.
Bu
âyetin analizinden önemli neticeler çıkartmak mümkündür.
1. "Hor görülüp ezilen" mânası verdiğimiz yüstad'afûn kavramını
biraz daha açabiliriz. Bu kelime, "erkek çocukları kesilip öldürülen,
cizye alınan, zor işlerde çalıştırılan ve sosyal statü tanınmayıp
köleleş-tirilen" mânasına gelmektedir. Bunun bir ileriki anlamında da
insanî hakları ellerinden alınmış, sürü muamelesi gören İsrâiloğullan'nın
durumu anlatılmaktadır. Günümüzde böyle horlanıp ezilen grupların olduğu
görülmektedir. Bu grupların durumuna ışık tutulmaktadır.
2. "İçini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu ve batısına
mirasçı kıldık". Yüce Allah'ın "Horlanıp ezilen İsrâiloğullan'nı,
Firavun'un ülkesine vâris kıldı" ifadesi, "İktidarı onların eline
verdi" anlamına gelmektedir. Doğu ve batı kavramlarından, ülkenin
tamamına vâris olduklarını anlıyoruz, yani onların iktidarının ülkenin her
tarafında hissedildiğine işaret edilmektedir. Siyasî erkin el değiştirmesinin
ana sebebi, kaybedenler açısından zulüm olmuştur. Firavun ve taraftarlarının
İsrâiloğulları'na uyguladıkları zulüm, değişimin ana sebebi olmuştur. Daha
önceden kuraklıktan dolayı kıtlık içinde kalan ülke bereketlerlendi. Her iki
ekonomik oluşumun sebebi, insan irâdesi, takdiri ve uygulaması ise ilâhî irâde
ile olmuştur. Onun için "bereketli kılma" fiilinin faili yüce
Allah'tır.
3. Peki bu değişimin İsrâiloğulları açısından sebebi nedir? Ayetin devamı
bu sebebi belirlemektedir: "Sabırlarına karşılık Rabbinin
İsrâiloğulları'na verdiği güzel söz yerine geldi". Daha önce A'râf
sûresinin 128. âyetinde Hz. Mûsâ kendi toplumuna, Allah'a sığınarak yardım
dileyip sabretmelerini söylemişti. Hz. Musa'nın bu öğüdünü tutup sabrettiler.
Onların sabrı, iktidar değişimini gerçekleştirmiş oldu. Demek ki bu değişimin
sebebi, "sabır"dır. Buradaki sabır, "Allah için dayanmak,
gayret göstermek, ilâhî müdahaleyi beklemek" anlamına gelmektedir.
Allah'ın verdiği güzel söz de yine A'râf sûresinin 128. âyetindeki iyi kullarını
vâris kılacağını, başarılı neticenin müttakîlere ait olacağını buyurmuş olmasıdır.
İsrâiloğullan'nın sabretmesi, Allah'ın vaad ettiği bu güzel sözün yerine
gelmesini temin etmiştir. Böylece İsrâiloğulları'nın "sabretmesi"
ilâhî lütfü getirmiş, Firavun ve halkının ülkesini onlara teslim etmesine ve
bereketin artmasına sebep olmuştur.
Yüce
Allah Firavun ve kavminin yapmış oldukları sarayları yerle bir etmiştir. Zulüm
bir tarafı iktidara getiriyordu. Çöküşün sebebi zulüm, vâris
Ne
olup iktidarı ele almanın sebebi de sabır olmuştur. Böylece Allah bir toplumun
çöküş sebeplerini siyasî, ekonomik ve hukukî alandaki çöküşe bağlarken, diğer
bir toplumun yücelmesini de bu alanlardaki sabırlarına bağlamaktadır. Bunları
Allah bize anlatırken, aynı toplumdaki gruplar ya da toplumlar arası
ilişkilerde insanların birbirlerine karşı davranışlarının analizini yaparak,
geleceğin siyasîlerine ışık tutmaktadır. Bir siyaset dersi mahiyetinde olan bu
açıklamalar, bizleri değişmeyen kurallara götürmektedir. Çökmek üzere olan bir
toplumun siyasî erkini elinde bulunduranların, çöküşün sebeplerini nerede
arayacaklarına dair rehberlik etmektedir. Diğer taraftan yükselişin zirvesinde
olan bir toplumun idarecilerinin, toplumun çökmemesi için neleri yapmaları
gerektiğine de ışık tutmaktadır.
Yüce
Allah bu dersi verirken, siyasetin bir kuralını daha ortaya koymaktadır.
Devleti idare edenler, halkı gruplara ayırarak birini tutup diğerini
horlamamalıdırlar. (A'râf 7/137; Kasas 28/4). Bu kurala uymayan idareciler
toplumun temeline dinamit koymaktadırlar. Diğer taraftan siyasî erki elinde
bulunduranlar, halkı inanç gruplarına ayırmamalı, aynlmışlarsa onların birbirlerine
düşmanca davranmalarını önlemelidirler. İnanç özgürlüğüne kısıtlama
getirilmemelidir (A'râf 7/104-132). Meseleye başka bir açıdan bakarsak, şöyle
formüle edebiliriz: Gruplara eşit davranmak, objektif hukuku işletmek, inanç
özgürlüğüne saygı duymak ve insan haklarını yüceltmek, siyasetin temel
kurallarından birini teşkil etmektedir.[71]
138.
İsrâiloğullan'm denizden geçirdik. Özel putlarına tapan bir topluluğa
rastladılar. Bunun üzerine, "Ey
Mûsâ!" dediler, "Bunların ilâhları olduğu gibi, sen de bize bir ilâh
belirle!" Mûsâ dedi: "Siz cahilliği sürdürmekte olan bir
toplumsunuz".
139. "Şu gördüklerinizin (içinde bulundukları
din) çökmüştür. Yapmakta oldukları da boşa çıkacaktır".
140. Ve söyle ekledi: "Tanrı olarak Allah'tan
başkasını mı arayacakmışım size? Halbuki O, sizi âlemlere üstün
kılmıştır".
A'râf
sûresinin 105. âyetinde Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na özgürlüklerinin verilip
kendisiyle beraber gönderilmelerini Firavun ve onun önde gelenlerinden istemişti.
Bu isteğin ardından sihirbazlarla yapılan yarışmanın ardından Allah, Hz.
Musa'ya şu şekilde vahyetti: "Kullarımla birlikte geceleyin yola çık,
(size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara
denizde kuru bir yol aç, diye Hz. Musa'ya vahyettik". "Bunun üzerine
Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp
boğuverdi" (Tâhâ 20/77-78).
Firavun
onları takip edip yaklaşınca, Musa'nın arkadaşları şöyle dedi: "İşte
yakalandık"; Mûsâ, "Asla!" dedi, "Rabbim şüphesiz
benimledir, bana yol gösterecektir"; "Bunun üzerine Musa'ya 'Asan ile
denize vur' diye vah-yettik. (Vurunca, deniz) derhal yarıldı ve her bölük koca
bir dağ gibi oldu" (Şu'arâ 26/61-63). İşte A'râf sûresinin 138. âyeti
bundan sonrasını ele almaktadır.
1.
"İsrâiloğullan'm denizden geçirdik". Firavun ile deniz arasında
sıkışan İsrâiloğulları'nı yüce Allah, Hz. Musa'nın mucizelerinden olan asası
ile denizden geçirdi. Aslında bu geçiş onların hayatı için kurtuluş ve
özgürlüklerine kavuşmak gibi önemli nimetleri içeriyordu. Ama bu geçiş, aynı
zamanda Firavun'un ülkesine vâris olma gibi önemli sosyal ve siyasî nimetlerin
de ilk adımı oluyordu. Âyetin bu kısmında geçen fiilin kalıbına bakıldığında,
onları denizden geçirenin Allah olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah
İsrâiloğullan'na bu geçişi kendilerine mal etmemelerini, tam tersine bunun
ilâhî takdir neticesinde olduğunu bilmelerini ve tarihi bu şekilde yazmalarını
istemektedir.
2.
"Orada kendilerine mahsus
birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine, 'Ey Mûsâ! Bunların
ilâhları olduğu gibi, sen de bize bir ilâh belirle!' dediler" . Âyetin bu
kısmından çıkartılacak önemli neticeler vardır.
a) Hür toplumun, daha doğrusu gelişmiş ve şahsiyetli toplumun inancı,
şahsiyetine kavuşmamış toplumu etkiler. Başlarında peygamber olmasına rağmen
köle ruhlu insanlardan oluşan İsrâiloğulları, hemen putlara tapanlara
özendiler ve onlar gibi olmak istediler.
b) Hz. Musa'dan bir ilâh belirlemesini isterlerken, bu ilâhın put şeklinde
maddeye bürünen bir ilâh olmasını kastediyorlardı. Katâde'ye göre bu toplum,
Lahm kabilesindendi. Onların taptıkları putlar buzağı şeklinde idi.
c) Âyetin bu kısmında geçen akefe kelimesi, Bakara sûresinin 187.
âyetinde açıklandı. "Tapınmak, ikamet etmek, alıkoymak, çekilmek"
mânalarına gelen kelime, bu âyette "tapınmak" anlamına gelmektedir.
Zeccâc'a göre ise "sürekli tapınma"yı ifade etmektedir. Kısacası yüce
Allah burada, kimliksiz toplumların başkalarına özenti içinde olacaklarını,
onların kültürlerinin etkisi altında kalacaklarını ifade etmektedir.
3. "Siz cehalet üreten bir toplumsunuz". Hz. Mûsâ onların bu
teklifini cehaletle nitelendirmektedir. Bir toplumun başka bir toplumun yanlış
davranışlarına özenip meyletmesi, cehalete yeni bir tanım kazandırmaktadır.
Tek olan tanrıyı bırakıp putlara tapmak, câhil sıfatıyla nitelendirilmeye
yeterli olmaktadır. Demek ki cehalet, "bilmemek"ten ziyade bildiğini
tatbik etmemektir. Hz. Mûsâ kendilerine tek tanrı inancını öğretmesine rağmen,
onu hafife almaları ve çok tanrılı dine meyletmeleri, cehaletin alâmeti
olmaktadır.
Bunun
bize tutacağı ışık şudur: Başkasına özenti, kültür emperyalizmine, dolayısıyla
şahsiyet kaybına ve kimlik erozyonuna sebep olmaktadır. Bu bakımdan bir toplum
diğer toplumu taklit etmemelidir.
4. "Şu gördüklerinizin içinde bulundukları din çökmüştür. Yapmakta
oldukları da boşa çıkacaktır". Hz. Mûsâ kendi kavminin değerlendirmesini
yaptıktan sonra, özendikleri toplumun değerlendirmesini de yapmaktadır. Bu
değerlendirme iki temel üzerine bina edilmiştir.
a)
"Onların dini
çökmüştür". Bunun anlamı, onların tuttukları yol, yaşam biçimleri onları
yokluğa doğru sürüklemektedir, demektir. Âyette geçen tebâr kelimesi,
"helak olmak" anlamına, mutebber kelimesi ise, "helak olmuş,
çökmüş, yok olmuş, imha olmuş" anlamına gelmektedir.
Hz.
Mûsâ, kavminin özendiği toplumun içinde bulunduğu yolu onlara tanıtmakta, o
yolun nereye gittiği konusunda onları bilgilendirmektedir. Buradan şu noktaya
varıyoruz: Din bilginleri, halkın özentilerini yönlendirebilmek için,
özendikleri yolun, özendikleri yaşamın yapısını ve varacağı nihaî noktayı iyi
bilmelidirler.
b)
"Yapmakta oldukları da
bâtıldır". Bâtıl kelimesi burada "boş ve değersiz" anlamına
gelmektedir. Yol, helake götürünce, o yol üzerinde yapılan davranışlar da
elbette bâtıl olacaktır. Hz. Mûsâ burada bir davranış değerlendirmesi
yapmaktadır. Esasen onların puta tapınmaları boşunadır. Peki neye göre çökmüş
ve boş olmaktadır? Tabii ki ilâhî değerlendirmeye göre böyle bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. Kölelikten yeni kurtulmuş topluma neyin iyi neyin kötü olduğunu,
neyin çöküşe götürdüğünü ve neyin sahte olduğunu öğretmektedir. Başkalarının
yolunu ve eylemlerini tanıtarak bu bilgilendirmeyi yapmaktadır. Çünkü câhil
toplum, sahte ve boş olan şeyleri tanımakta zorluk çeker. Onun için bu bir
eğitim işidir.
5. Hz. Mûsâ özendikleri toplumun tapınmalarının değerlendirmesini
yaptıktan sonra, onlara şu soruyu yöneltmektedir: "Tanrı olarak Allah'tan
başkasını mı arayacakmışım size?" Hz. Musa'nın konuyu soru şeklinde takdim
etmesi çarpıcıdır. Böyle bir teklifte bulunmalarının hem yersiz olduğu hem de
dikkatleri çekmek için sorulduğu belirtilmektedir. "O, sizi bütün
insanlara üstün kıldığı halde" diyerek, Allah'ın toplumsal olarak onlara
bahşettiği nimeti gündeme getirmektedir. Buradaki üstünlük, bahşedilen nimetlerden
kaynaklanmaktadır, yani Firavun'un bütün iktidarını kaybedip onların yerine
vâris olmaları bakımından elde ettikleri üstünlüktür.[72]
141.
Şunu da hatırlayınız: "Sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size azabın
en kötüsü ile işkence ediyorlardı. Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı diri
bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan
vardır".
Bu
âyetin bir benzeri, Bakara sûresinin 49. âyetidir. Gerekli açıklama orada
yapıldı. Burada ise bulunduğu yer itibariyle, az da olsa farklı bir mesaj
içerdiğini söyleyebiliriz. Bakara sûresinde nimetleri sıralama bakımından öne
çıkarken, burada tevhîd inancı ile olan bağlantısıyla öne çıkmaktadır. Bu
âyetten varılacak iki netice vardır.
1. Yüce Allah, İsrâiloğullan'nı, korkunç bir azap olan erkek çocuklarının
öldürülmesinden kurtarmasını büyük bir nimet olarak açıklamaktadır. Bu nimet
üzerinde düşündükleri takdirde, Allah'ın birliğini ve sonsuz kudretini
anlayacaklardır.
Böyle bir nimeti
lütfeden Allah'tan başkasını tanrı edinmenin yanlış olacağı vurgulanmaktadır.
Dikkat edilirse, erkek çocuklarının öldürülüp kadınların bırakılışı, azabın en
kötüsü olarak nitelenmektedir. Azabın en kötü-siinden kurtulmanın arkasındaki
ilâhî kudreti görmek gerekir. Bu görüş, tev-hîd inancına götürecektir.
2. Aslında bu durum büyük bir imtihandan ibaretti. Bu imtihan kız çocuklarının,
daha doğrusu kadının önemini kavramak için yaşanan büyük bir tecrübeden
ibaretti. Toplumların yaşadığı sosyal tecrübeler, kendilerine verilen bir
derstir. Bu dersin elbette imtihanı yapılacaktır. İmtihanı geçmek bir şeyler
kazanmak anlamına gelmektedir. Bu âyette İsrâüoğulları'nm durumu bir çileden
ibarettir. Çileler insanları veya toplumları olgunlaştıran imtihanlardır.
Yemeği ateş pişirir ve onu olgunlaştırıp bir tat verir. Çileler de insanları
bir ateş gibi pişirir ve olgunlaştım.
Buradaki
belâ kelimesi, Firavun açısından bakıldığında azabın en kötüsü olurken, toplum
için Allah'ın onları azabın en kötüsünden kurtarması, bir nimet olmaktadır. Biz
bunlardan ikincisini tercih ediyoruz. "Bunda Rab-binizden sizin için büyük
bir imtihan vardır" ifadesi, "Sizin için büyük bir nimet vardır"
anlamına alınmalıdır.[73]
142.
Musa'ya otuz gece vâde verdik ve ona on gece daha ilâve ettik. Böylece
Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceyi buldu. Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki:
"Kavmimin içinde benim yerime geç, (onları) ıslah et, bozguncuların
yoluna uyma!"
Bu
âyetin ilk kısmı, Bakara sûresinin 51. âyetinde az bir farkla geçti.
Bakara
sûresinin 51. âyetinde kırk geceliğine vedalaştığı söylenirken, A'râf sûresinin
142. âyetinde 30+10=40 şeklinde ifade edilmektedir. Bu âyetin açıklamasından
varılacak neticeler şunlardır:
1. Âyetin birinci bölümünde "gece" kavramının geçmesi
manidardır. Dikkat edilirse Kur'ân, Hz. Peygamber'e Kadir gecesinde inmeye
başlamıştır. Kesin olmamakla beraber Hz. Musa'ya indirilen kitap da gece vakti
indirilmiştir. Âyette kırk gecenin zikredilmesinin sebeplerinden biri bize
göre, kötülüklerin gece vaktinde daha çok olmasının yanında, ruhî arınmaları temin
eden ibadetlerin de gece vaktinde olmasının öneminin vurgulanmasıdır.
Gece
zikredilmekle, aynı zamanda gündüz de kastedilmektedir. Aslında yirmi dört saati
kapsayan zaman dilimine dikkat çekilmektedir. Yoksa gece vakti Sînâ dağına
çıkıp, gündüz vakti aşağıya inmiyordu. Kırk gün orada kalmıştı. Hz. Mûsâ orada
niçin kırk gün kalmıştır? Bu sorunun cevabını Zemahşerî ve Râzî şu şekilde
cevaplamaktadır: Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na denizden selâmetle çıkarlarsa,
"Allah'tan yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri açıklayan bir kitap
isteyeceğim" demişti. Denizden kurtulunca ve Firavun boğulunca, bu sözünü
yerine getirmesini Hz. Musa'dan istediler. Hz. Mûsâ bu konudaki duasını
yapınca, âyette anlatılan kırk gecelik vaad gerçekleşmiş oldu.
Kırk
gecenin otuzu oruçla geçmiştir. Oruç geceleri, ruhî hazırlık safhasını teşkil
etmektedir. Hz. Muhammed'in Hira mağarasmdaki ruhî hazırlığı gibi, Hz. Mûsâ da
ruhî hazırlık safhası geçirmiştir. Otuz geceyi izleyen on gecede de kitabın
inişi gerçekleşmiştir. "On gece" tabiri, "on emir"e denk
düşmektedir[74]. Demek ki Allah, öğretim
faaliyetini gece sürdürmekteydi. İlâhî vahiy bir nur olduğundan dolayı,
cehaletin karanlığını gündüze çevirmektedir. Gecenin sükûnet anı olduğunu
dikkate alırsak, vahyin o anda almışı daha rahat olacaktır.
2. Hz. Mûsâ halkından ayrılırken yerine kardeşi Hz. Harun'u bıraktı ve
ona şu şekilde nasihat etti: "Barışçı ol! Bozguncuların yolunu
izleme!" Bir toplumun lideri bir yere giderken, yerini dolduracak birini
bırakmalıdır. Toplum başsız kalırsa sürüye döner. Zaten Hz. Mûsâ. kardeşi
Harun'u yüce Allah'tan yardımcı olarak istemişti (Tâhâ 20/29).
Hz.
Musa'nın bu isteği, yani duası yerine getirilmiş, Hz. Harun'a da vahiy
verilmişti. Onun yardımcılığının bir şekli de bu âyette gerçekleşti. Toplumu
idare etmek için ağabeyisinin yerini aldı. Hz. Mûsâ kardeşi Harun'un bu görevi
yerine getirebilmesi için iki önemli nasihatte bulundu.
a)
"Barışçı ol!" Âyette
geçen ifade aslihtir. Sulh bu kelimeden gelmektedir. "Barışçı ol!"
ifadesine, "Erdemli davran, dürüst ol!" mânasını verebiliriz. Çünkü
bu kavrama sadece barış kelimesiyle mâna vermek eksik olur. "Dürüst ve
erdemli davran!" şeklindeki mâna daha kapsayıcıdır. Buradan şu neticeye
varıyoruz: Siyasî erki eline geçirenler, yani devleti idare edenlerin hep
barıştan yana olmaları, dürüst ve erdemli davranmaları gerekiyor. Siyaset,
halka faziletleri kazandırma sanatıdır; erdemli olmayan idareciler bunu gerçekleştiremezler.
Hz. Mûsâ, kardeşinin daima barıştan yana tavır koymasını, bozmaktansa,
düzeltici yani ıslah edici olmasını, halka dürüst davranmasını tembihlemişti.
b)
"Bozguncuların yoluna
uyma!" Bunun anlamı şudur: Devleti idare edenler zayıf düşerse, toplumun
düzenini bozmaya çalışanların etkisi altında kalırlar. Siyaset her şeye hâkim
olmalı, her şeyi yönlendirmelidir. Kirli işlerle uğraşanlar siyaseti
arkalarına alırlarsa, toplumda anarşi doğar. Günümüze ve geleceğe ışık tutan
âyetin bu kısmı, bir olumlu emir, bir de olumsuz emirden teşekkül etmektedir.
Sokağın siyasete hâkim olmaması gerekir. Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'a
verdiği bu öğütler, hâlâ tazeliğini korumakta ve siyasetin olmazsa olmazını
teşkil etmektedir.
Yüce
Allah bu öğütleri bize anlatmakla, bir eğitim yöntemi gerçekleştirmekte ve
siyaset sanatının dayandığı temel ilkeleri öğretmektedir. Siyaset, ıslah edici,
barıştan yana ve dürüst olunca, bozguncuların baskısına boyun eğmeyip onları
yola getirecek gücü kendisinde görünce, gerçekten bir sanat halini alacaktır.
Buradaki değerleri yitiren siyaset, başka tedbirlerle kendisini düzeltemez.[75]
143.
Mûsâ, bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca, şöyle
yakardı: "Rabbim! Bana kendini göster, seni göreyim!" dedi. Allah
"Beni asla göremezsin. Ama şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen
de beni göreceksin" dedi. Rabbi dağa tecellî edince, onu param parça
etti. Ve Mûsâ baygın vaziyette yere yığıldı. Kendine gelince şöyle yakardı:
"Teşbih ederim yüce varlığına, tövbe edip sana yöneldim, iman edenlerin
ilkiyim ben".
142.
âyetin devamı durumunda olan bu âyetten çıkarılacak önemli neticeler vardır.
1. "Mûsâ bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle
konuşunca...". Hz. Mûsâ kırk gün kırk gece kaldığı yere, yani Tûr dağına
varınca, Allah onunla konuştu. Bu âyette Rabbinin ona ne konuştuğu
açıklanmamaktadır. "Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu,fısıldaşan
kimse kadar yaklaştırdık" (Meryem 19/52). Meryem sûresinin 52. âyetinin
sonu, "Onu özel konuşmak için yaklaştırdık" anlamına gelmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Musa'nın ruhî hazırlık safhası otuz gece sürmüştür. Bu
hazırlık safhasından sonra yüce Allah onunla konuşmuştur. Konuşmanın mahiyeti
konusunda bazı açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların doyurucu ol-maması
sebebiyle burada zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Metafizik olması bakımından
üzerinde fikir yürütmenin faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Ama konuşma
gerçekleşmiştir. Demek ki dağlar, peygamberlerin mesaj aldıkları özel öğretim
mekânlarındandır. Tûr dağı, Cûdi dağı ve Nûr dağı, özel öğretim okullarını
andırmaktadırlar. Zaten Meryem sûresinin 52. âyetinde Hz. Musa'nın "özel
konuşma" için çağrıldığı ifade edilmektedir. Bir bakıma oralar, ilâhî
mesajların peygamberlerin gönül ekranına düştüğü mekânlardır.
2. "Rabbim! Bana (kendini) göster, seni göreyim dedi" . Rabbi
kendisine konuşunca, böyle bir isteğe cesaret bulmuştu. Aslında bu istek,
bilinç altında başkalarının isteğini dile getirmekten başka bir şey değildi.
"Bir zamanlar: 'Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana
inanmayız' demiştiniz" (Bakara 2/55), "Bize Allah'ı apaçık
göster!" (Nisa 2/153). İsrâiloğulları'nın yerine gelmesi mümkün olmayan
istekleri, Hz. Mûsâ'nın bilinç altında yer etmişti. Rabbi kendisine konuşunca,
samimi bir ortam yakaladığını hissetmiş ve bunu kendi isteği olarak
iletmiştir. Aslında Hz. Musa'nın dedesi olan Hz. İbrahim de ölüyü nasıl
dirilttiğini kendisine göstermesini istemişti (Bakara 2/260). Bu sefer de
torunu Hz. Mûsâ, Allah'ı bizzat görmek istemiştir. Hz. İbrahim'in isteği bir
deneyle cevaplandırılırken, Hz. Musa'nın isteğinin yerine gelmesinin
imkânsızlığı bildirilmiştir.
Günümüzde
de, "Bana Allah'ı göster inanayım!" gibi isteklerde bulunulmaktadır.
Biz ne sevgiyi ne korkuyu ne de aklımızı görürüz, ama eserleriyle onların var
olduğuna inanırız. Allah'ı da zâtı itibariyle göremeyiz, ama eserleriyle O'nun
var olduğuna inanırız.
3. "Beni asla göremezsin. Ama su dağa bak! Eğer o yerinde
durabilirse, sen de beni göreceksin. Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça
etti!" Bu âyete rağmen hâlâ İslâmiyet üzerine yazılmış kitapların
bazılarında rü'yetullah konusu işlenmektedir. Mahşerde Allah'ın görülebileceği
anlatılmaktadır. Halbuki yüce Allah Hz. Musa'ya kendisini göremeyeceğini
söylerken, "Beni bu dünyada asla göremezsin, ama âhirette
göreceksin" diyebilirdi. Hz. Musa'nın Allah'ı görme isteğine karşılık
aldığı cevabın Kur'ân'da yer almasının sebebi, bu yanlış inancı ortadan
kaldırmak amacına yöneliktir. Hz. Mûsâ gibi bir peygamberin Allah'ı
görememesine rağmen, müslümanlara âhiretteki hayatın arkasına sığınarak Allah'ı
göreceklerini söylemek, imanî bir tehlike arzetmektedir.
Yüce
Allah kendisini göremeyeceğini Hz. Musa'ya anlatmaktadır. "Şu dağa bak!
Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni göreceksin. Rabbi dağa tecelli edince,
onu param parça etti". Kimi dağlar mesaj alınan yer, kimi dağlar da böyle
deney yeri olmaktadır. Yüce Allah'ın dağa tecelli edip, dağı param parça etmesi
ile, insanın Allah'ı görmesinin imkânsızlığı beyan edilmektedir. Bir bakıma
Hz. Musa'ya kendisini dağın yerine koyup öyle istekte bulunması
önerilmektedir. İlâhî kudretin küçük bir tecellisi ile param parça edilen
dağın yerinde onun olmasının imkânsızlığı öğretilmektedir.
4. "Ve Mûsâ baygın vaziyette yere yığıldı. Uyanıp kendine geldiği
zaman şöyle dua etti: 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, tövbe ettim, ben
inananların ilkiyim". Yüce Allah dağa tecelli edince, iki olay
gerçekleşti: Dağ param parça oldu, Hz. Mûsâ şiddetle baygın düştü. Bu iki
olaydan sonra Hz. Mûsâ ayıldı ve hatasını anlayınca, şu şekilde dua etti:
a) " Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim!" Yüce Allah'ın birine
görünmesi, O'nun bir şekle girmesi ve bir mekânda olması demektir. Bir mekânda
olması, diğer mekânlarda olmaması anlamına gelmektedir. Bu da onun noksan
sıfatlardan uzak olmadığını gösterir. Hz. Mûsâ, yüce Allah'ın sübhân oluşu
konusunda hata işlediğini anladı. Ayılır ayılmaz hemen bu kelimeler ağzından
döküldü.
b) "Sana tövbe ettim!" Bu yalvarışın iki mânası vardır: Birisi
işlediğim hatadan döndüm, beni bağışla; diğeri, özrümü katına sunuyorum.
c)
"Ve ben inananların
ilkiyim". Buradaki inanmanın ne anlama geldiğini Râzî şöyle anlatmaktadır:
Senin iznin olmadan, senden bir istemenin uygun olmadığına inananların ilki
benim. Ya da senin görülemeyeceğine inananların ilki benim. Fakat Râzî,
"dünyada iken" ifadesine er vererek âhirette görülebileceğine açık
kapı bırakmaktadır.
Bu
âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır: Başkalarının yanlış fikirleri insanın
şuur altında yer etmemelidir. Sonra onların düştüğü hataya sen de düşersin.
İsrâiloğulları Allah'ı görmek istedi. Aynı hataya Hz. Mûsâ da düştü. Bir şeyin
imkânsızlığını bir deneyle ispatlamak, ilâhî bir metot olmaktadır. Rü'yetullah
(Allah'ın görülmesi) ne dünyada ne de âhirette mümkündür, çünkü Allah
sübhândır. Böyle bir istekte bulunmak, tövbe edecek kadar önemli bir hatadır.
Bazan peygamberler de tövbe edecek hata yaparlar.[76]
144.
Allah buyurdu: "Ey Mûsâ! Ben gönderdiğim âyetlerimle, konuşmamla seni
insanların üstüne seçip yücelttim. Sana verdiğimi al ve sükredenlerden
ol".
145. "Öğüt ve her şeyin açıklamasına dair ne
varsa hepsini Mûsâ için levhalarda yazdık. Bunları kuvvetle tut, kavmine de
onun en güzelini almalarını emret! Yakında size yoldan çıkmışların yurdunu
göstereceğim".
Bu
âyetleri tahlil ederek bazı ilkeler çıkartmak mümkündür.
1. Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın 143. âyetteki tövbesini kabul ettiğine dair
verdiği bir cevabı vardır. "Risâletimle ve konuşmamla seni insanlara tercih
ettim, onlardan üstün kıldım" buyurarak onun hatasını işleme koymadığını
açıklamaktadır. Âyette geçen "seçme" olgusunun dayanakları, âyetler
ve konuşma olarak belirlenmektedir. Hz. Musa'nın seçkinliğinin kendi iradesiyle
değil, Allah'ın ona bahşettikleriyle mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki
onun seçkinliği doğuştan gelmiyor, sonradan Allah tarafından veriliyor. Kendi
mesajları ve konuşmasıyla bu seçkinliği ona Allah lütfediyor.
2. Bahşedilen bu seçkinlik gereği ona bazı görevler yüklemektedir.
a)
"Sana verdiğimi al!"
Bu ifade ya da emirden ne kastedilmektedir? "Sana verdiğim mesajların
gereğini yerine getir!" şeklinde yorumlanabileceği gibi, "Sana
verdiğim bu seçkinlik nimetine sarıl ve onun gereğini yap!" mânasına da
alınabilir.
b) "Ve şükredenlerden ol!" Yani "Seni insanlara karşı
seçmem, sana âyetlerimi göndermem ve seninle konuşmam gibi önemli nimetlerin
kıymetini bil ve onları hiç unutma!" Bundan anlıyoruz ki peygamberler de
şükretmeye muhtaç ve onunla mükelleftirler. Kendilerine bahsedilen nimetlerin
şükrünü yapmakla görevlidirler. Öyle bazılarının dediği gibi, "Ariflerin
dine ve şeriata ihtiyaçları yoktur" hurafesine bağımlı değillerdir.
Peygamberler getirdikleri dinin bütün hükümlerini yerine getirmekle
mükelleftirler. Onlar da namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, kurban keser,
zekât verir, infak eder, şükreder, zikreder ve haramlardan uzak durmaya itina
gösterirler.
3. A'râf sûresinin 145. âyetinde dikkatimizi çeken ve soru sormaya iten
konular açıklanmaktadır. rffî\i'A\32£ss>j
"Biz Mûsâ için levhalarda yazdık" . Demek ki Hz. Musa'ya
verilen kitap levhalar halindeydi. Hz. Musa'nın vahyi yazan kâtibi veya
kâtipleri yoktu. Kitap ona Kur'ân'm Hz. Muham-med'e parça parça gelmesi gibi
değil bir anda vahyedilmiştir. Kitabı yazanın, âyetin başındaki kelimeden Allah
olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki yüce Allah Cebrail vasıtasıyla vahyini taşa
fakslamıştır. Râzî'nin Vehb'den naklettiği açıklamada buna işaret buluyoruz.
Demek ki Hz. Mûsâ kitabını oluşturan levhaları yazılı olarak almıştır.
Kasas
sûresinin 29. âyetinde, Tûr tarafında bir ateş gördüğünü, oradan bir haber ya
da bir ateş parçası alıp getireceğini buluyoruz. Bu ateş bize göre bir ışıktı.
Bu ışık da ilâhî mesajı taş levhalarına bir nevi fakslayan ışık durumundaydı.
Bugün bir mesajı çok uzaklara çeşitli yollarla anında gönderebiliyoruz. Hz.
Mûsâ için yüce Allah'ın levhalara yazması da aynı şekilde cereyan etmiştir.
4. "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa!.." Âyetin
bu kısmı ile yüce Allah, Hz. Musa'ya yazdığı levhalar, yani verdiği kitabın
görevlerinden ikisini gündeme getirmektedir.
a) "Öğüt". Bu görev ya da sıfat bütün peygamberlere verilen kitapların
ortak özelliğidir. Kitapların bu özelliği, peygamberlerin görevlerinden
birinin de öğüt vermek olduğuna işaret etmektedir.
b) "Her şeyi açıklayan...". Hz. Mûsâ için levhalarda Allah'ın
yazdığı kitap, o dönemde dinî bakımdan insanların ihtiyacı olan her şeyi
açıklar durumdaydı. Hz. Musa'ya gönderilen kitabın özellikleri bize niçin
anlatılıyor? Bu sorunun cevabı, günümüzde Kur'ân adına işlenen hataları ortaya
koymaktadır. Hz. Musa'ya verilen kitabın din adına her şeyi açıklamış olması,
bize de Kur'ân'ın din adına aynı görevi yaptığını ve yeterliliğini gündeme
taşımaktadır. Kur'ân'ı din adına eksik görenler vardır ve bugün din eğitimi bu
şekilde verilmektedir. Kur'ân'da olmayanı icmâ ve ictihadda arama şekli
öğretilmektedir. İcmâ ve içtihadın, Kur'ân'ın eksikliğinden dolayı değil, hayat
şartlarının değişmesi sebebiyle gündeme geldiği gözden uzak tutulmamalıdır.
Ankebût sûresinin 50. âyetinde de Kur'ân'ın yeterliliği ele alınmaktadır.
Peygamber'in ahlâkı Kur'ân ahlâkı olduğuna göre, Kur'ân'ı yeterli görmemenin,
peygamber ahlâkını yetersiz görmek anlamına geleceği hiç düşünülmemektedir.
Hz.
Musa'nın kitabı din adına her şeyi açıkladığına göre, Kur'ân da din adına her
şeyi açıklayacak niteliktedir. Kur'ân'a bu şekilde yaklaşmak için yüce Allah
bize bu âyeti göndermiştir. Din eğitimcileri halka Kur'ân'ın eksik tarafı
olduğunu değil, tam tersine din adına onun yeterli olduğunu anlatıp
öğretmelidirler.
5. "Bunları kuvvetle tut, kavmine de en güzelini almalarını
emret!" "Bunları kuvvetle tut!" emrinden fizikî, yani maddî
anlamda tutmaktan çok, onları iyice anlayıp hayata tatbik etmek mânasını
çıkartmak gerekiyor. O levhalarda yazılı olanlara sarıl, onları yaşa demektir.
Sadece senin sarılman, yaşaman değil, toplumunun da aynı şeyi yapması
gerekiyor. Fakat onların da o levhalardaki emirlerin en güzelini alıp hayatlarına
tatbik etmelerini de sen temin edeceksin. "En güzelini almalarını"
ifadesi, ne anlama gelmektedir? Bu ifadeyi birkaç açıdan açıklamakta yarar
vardır.
a)
Hz. Musa'ya verilen
levhalardaki hükümler, açıklamalar en güzel olana götürmektedir.
b) İşlenen bir
suça denk bir ceza vermek güzeldir. Ama bunun daha güzeli de affetmektir. Bu
ne demektir? Bir kötülüğe denk bir cezayı talep edip vermek normal bir haktır,
ama sevabı yoktur. Fakat affetmenin sevabı vardır (Şûra 42/40). Allah'tan
indirilenin en güzeline uymakla müslümanlar da yükümlüdür: "Rabbinizden
size indirilenin en güzeline uyunuz" (Zümer 39/55). Bütün peygamberlere
indirilen kitaplar bize indirilmiş gibidir. Onların içinde en güzel olan
Kur'ân'dır diyebiliriz. Ama âyette kastedilen, Kur'ân'daki hükümlerin,
açıklamaların, insana sunulan çeşitli alternatiflerin en güzeline uymaktır.
Yukarıdaki Şûra sûresinin 40. âyetinde belirtilen ilke buna delil teşkil
etmektedir. "Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele!"
(Zümer 39/18). "Allah, sözün en güzelini indirmiştir" (Zümer 39/23) ifadesinden
sözün en güzelinin Kur'ân olduğunu anlıyoruz.
Hz.
Musa'nın kitabında ve Kur'ân'da olduğu gibi, bütün peygamberlerin kitaplarında
en güzel olan kelime, kelime-i tevhîddir, yani tevhîd inancını belirleyen
ifadedir. Allah'ın var ve bir olduğunu ifade etmek ve ona inanmak, diğer her
hükmün üstünde güzelliğe sahiptir. Şirki bırakıp tâğutu inkâr edip tevhîd
inancını kabul etmek en güzelini almaktır. Hz. Musa'nın toplumundan da bunu
istediğine inanıyoruz. "En güzelini almalarını emret!" ifadesi,
onlara "En güzelin ne olduğunu ve onu seçmelerini öğret!" anlamına
gelmektedir. "Güzeller arasından en güzelini seçme yeteneklerini
geliştirip onları terbiye et!" demektir.
6. "Yakında size/âşıkların yurdunu göstereceğim". Buradaki
fâsik kavramı, "yoldan çıkanlar, günahkârlar, zulmedenler" anlamına
gelmektedir. "Yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim" ifadesini bir
kaç mânaya alabiliriz.
a)
"Sizi onların yurdunda
iktidara getireceğim" yorumu yapılabilir. Onların yurdunu göstermek,
oranın iktidarını onlara teslim etmek mânasına alınabilir. O zaman Hz. Mûsâ
için Allah Teâlâ'nın yazdığı levhalara kuvvetle sarılıp en güzelini alıp
hayata geçiren insanların istikbali, yoldan çıkanların ülkesinde iktidarı ele
geçirmektir. Bu durum siyasî erkin el değiştirmesinin sebebi olmaktadır.
b) Yüce Allah İsrâiloğullan'na, "Yoldan çıkmayınız, size gönderdiğim
mesaja sanlınız ve onu hayata geçiriniz. Yakında yoldan çıkanların yurdunun ne
hale geldiğini size göstereceğim. Bunu yapmazsanız, siz de o hale gelirsiniz.
Bir toplumu yıkan ve yapan sebeplerin ne olduğunu size öğreteceğim, size
göstereceğim" demektedir.
c) Yüce Allah gözlem yaptırarak İsrâiloğullan'nı eğitmektedir. Yoldan
çıkmanın neticesinde bir toplumun nasıl çöktüğünü, geride kalan harabelerini
gözlemleyerek ibret almaları yolunu takip etmektedir. Gerçekte yaşanan hayatın
sonuçlarım gözlemek, en iyi eğitim metotlarından biridir. Bir sonraki âyette
çöküşün sebepleri açıklanmaktadır.
Kısaca
A'râf sûresinin 145. âyetinden şu neticeleri çıkartmak mümkündür: Hz. Musa'nın
vahiy kâtibi olmadığı için levhalarını Allah yazdı. O levhalar bir öğüt idi ve
her şeyi din adına açıklıyordu. Önce peygamber, kitabının hükümlerine sımsıkı
sarılıp hayatına uygulayacak, sonra toplumuna uygulatacak. Bir eğitimci olarak
onlara en güzel olanı seçip almayı öğretecektir. Bunlar aynı zamanda
günahkârlardan iktidarı almanın sebepleri olmaktadır. Böylece siyasetteki
değişimin ana sebebinin eğitim olduğu vurgulanmaktadır.[77]
146.
Yeryüzünde haksız yere kibirle/tenleri âyetlerimden uzak tutacağım. Onlar
bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol
edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu durum onların
âyetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarından ileri gelmektedir.
Bir
önceki âyette "İleride/âşıkların yurdunu size göstereceğim"
buyu-rulmuştu. Bu âyette de fâsıklarm psikolojik yapılan, inanıştan, tutumlan
ve davranış biçimleri ele alınıp açıklanmaktadır. Böylece bir taraftan fâsığın
kim olduğu tanımlanmakta, diğer taraftan da aynı davranışta bulunanlara aynı
şekilde muamele edileceği uyansında bulunulmaktadır. Âyeti sebep-so-nuç
ilişkisi içinde ele alırsak, Allah'ın kulunu kendi âyetlerinden çevirip çevirmeyeceği
sorusunu tam anlamı ile cevaplandırabiliriz.
1. "Yeryüzünde haksız yere kibirle-nenleri âyetlerimizden uzak
tutacağım". İlk bakışta insanın aklına, Allah'ın kullannı âyetlerinden
uzak tutması bir zulüm olarak gözükmektedir. Ama âyetin bu kısmına sebep-sonuç
ilişkisi içinde bakınca, Allah'ın uzak tutmasının sebebinin, insanın kibir
psikolojisi olduğu görülecektir. Büyüklük taslamak sebep, Allah'ın uzak
tutması da netice olmaktadır. Bu ne demektir? Kibir, insanın iç âlemini ve
sosyal çevresini kirleten psikolojik bir durumdur. Kibir ile ilâhî âyetlerin
bir araya gelmesi mümkün değildir. Kibirli insan, kirli düşüncesi ve gönlü ile
her şeyi kirleteceği için onun ilâhî vahiyden uzak durması gerekiyor. Onu
âyetlerden uzak tutacak güç de sadece ve sadece Allah'tır.
Dikkat
edilirse âyetin bu bölümünde "haksız yere kibirlenenler" kavramı ile
Allah, hak ile kibri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü kibir hakkı tanımayan ve
hakkın olmadığı yerde üreyen bir hastalıktır. Âyetin bu kısmında geçen âyet
kavramı ne anlama gelmektedir? Bu kavramı, A'râf sûresinin buradaki anlamına
göre ele alırsak, Hz. Musa'nın getirdiği "mucizeler" mânasına
geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü Firavun Hz. Musa'nın mucizelerine karşı
kibirlendi ve kendisini tanrı yerine koydu. "Âyetlerimizden" denirken
hem mucizeler hem Hz. Musa'nın kitabındaki âyetler hem de tabiat kanunları
kastedilmiş olabilir. Mucizelerden, kitabın âyetlerinden ve tabiat kanunlarından
hareket ederek, Allah'a varmayı ve böylece tevhîde ulaşmayı ona nasip etmeyecek
anlamını vermektedir. Yüce Allah haksız yere kibirlenen kişiyi âyetleriyle,
beyni ile veya fizikî mânada temas kurmaması için karantinaya almaktadır. Bu
tecrit etme işlemine "uzak tutma" demektedir.
2. "Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu
görseler, onu yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol
edinirler" . Yüce Allah burada kibrin sebep olduğu üç neticeye dikkat
çekmektedir. 145. âyette geçen fâsık kavramının tanımında, "haksız yere
kibirlenmeyi" koymaktadır. Yüce Allah haksız yere kibirlenen insanın
inanç ve davranışlarının açılımını da âyetin ikinci bölümünde yapmaktadır.
a) Bütün mucizeleri görseler bile iman etmezler. Kibrin sebep, olduğu
neticelerden bir tanesi de budur. Mucize olarak tabiat kanunu ve kitabın
âyetlerinin tamamıyla karşı karşıya gelse, onları gözlemlese, onları okusa bile
gönlünde imandan yana hiçbir kıpırdama olmayacaktır. Kibir, onun gönlünde
imanın sızabileceği hiçbir delik bırakmamıştır. Artık iman için orada alan
kalmamıştır. Mucizeleri gözlemek, onların iman etmesi için yeterli olmayınca,
yapılacak bir iş de kalmamaktadır.
Bu
psikolojide olan insanların Allah'ın âyetlerine yaklaşması doğru olmadığından,
Allah, birinci bölümde "Âyetlerimden zaten uzaklaştırılacağım"
buyurmaktadır. Zaten Firavun'un "Sonra olanca çabasını göstererek sırtını
döndü" (Nâzi'ât 79/22) ifadesiyle, mucizelere karşı takındığı tavır
anlatılmaktadır. Kendisi döndüğü için Allah da onu döndürmüştür.
Çünkü
Firavun Hz. Musa'nın mucizelerini gözlemlediği halde haksız yere kibirlenip
sırtım döndü. "Onlar (doğruluktan sapıp) eğirilince Allah da kalplerini
eğriltti" Saff 61/5). Yüce Allah inancı için o mucizeleri gönderdi, ama
Firavun'un gönlünde yer kalmamıştı. Tabii ki burada Allah, gelecekle ilgili
oluşumları gündeme getirerek aynı şartların oluşmasıyla aynı neticenin
doğacağını vurgulamaktadır. Yani eğer gelecekte insanların bazıları Firavun
gibi haksız yere kibirlenip gönüllerinde imana yer bırakmazlarsa, Allah'ın
âyetlerinden uzak tutulacaklarını bilmelidirler.
b) Bu insanlar "doğru yolu görseler, onu yol edinmezler"
ifadesiyle yüce Allah, "yol" kelimesi ile "rüşd" kavramını
bir araya getirmiştir. "Rüş-dün yolu" ne anlama gelmektedir? Rüşd
kelimesi, Bakara sûresinin 186. âyetinde açıklandı. Tekrar o açıklamaya
dönmeden buradaki mânasını ele alacağız. Bu âyette rüşdün yolu, "selîm
aklın yolu" anlamını ifade etmektedir; çünkü Hûd sûresinin 78. âyetinde
"rüşd", "selîm akıl" mânasına gelmektedir. Ancak A'râf
sûresinin 146. âyetinde "doğru" mânasına da alınabilir. O zaman
sırât-ı müstakim (doğru yol) gibi "sebîle'r-rüşd" de "doğru
yol" mânasını alır. Müstakim ne ise, rüşd de odur. Müstakim ile sıratın
bir araya gelmesi gibi, rüşd ile sebîl de bir araya gelmektedir. Rüşd
müstakimin, sebil de sıratın eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.
Dikkat edilirse,
"doğru yolu görseler" denmektedir. İnsan doğru yolu nasıl görür?
Rüşd, akıl anlamına gelince, akıl da kendi kendini görebilmektedir. Akıl,
aklın yolunu görür. Fıtratı gereği insanın aklı, aklın yolunu göreceğine göre,
kibirli insanın aklı da bunu görebilir. Nisa sûresinin 6. âyetinde yer alan
rüşd kavramı, "düzelme, salâh, uygun durum" anlamına gelmektedir,
yani akla dayanan, aklın idare ettiği davranış biçimi olmaktadır. O zaman
"rüşdün yolu", kurtuluşun yolu demek olur. Zaten akıl da doğru yola,
yani kurtuluşun yoluna götürmektedir.
Demek
ki Allah'ın âyetlerinden uzakta tuttuğu kibirli insanlar aklın yolunu
görseler, onu kurtuluş yolu edinmezler. Kendi gözlemleriyle doğru yolu
gördükleri halde, kibirlerinden dolayı o yola girmemektedirler. Bu anlamda
kibrin, aklın yoluna engel koyduğu neticesine ulaşıyoruz. Sebep kibir, doğru
yolu yol edinmemek de netice olmaktadır. Bunların neticesi de Allah'ın
âyetlerinden onları uzak tutmasıdır. Zincirleme bir sebep-sonuç ilişkisine
şahit oluyoruz.
c) "Azgınlık yolunu gördüklerinde hemen ona uyarlar". Ayetin bu
kısmında geçen gayy kavramı, "rüşd" kavramının zıddı olmaktadır.
Rüşde akıl mânası verirsek, gayy akıl dışı anlamına gelir. Rüşde doğru yol
anlamını verirsek, gayy da sapkınlık yolu mânasına gelir. Gayy kavramı,
"azgınlık, kötü, yanlış" mânalarına gelmektedir, yani aklın yer
almadığı yol demektir.
Dikkat
edilirse, "iman etmezler", "onu yol edinmezler",
"azgınlık yoluna uyarlar" şeklindeki üç eylemin faili insandır. Akıl
dışı yollara girmenin anlamı, insanın kendi hür seçimiyle, kendi görüşünü tek
ölçü görerek ilâhî vahyin, yani Allah'ın ahlâkî hayatı düzenleyen değerleri
kenara itmesi, onları hafife alması ve onları küçümsemesidir. Nefsinin
isteklerini vahyin üstünde tutması, aklın bulunmadığı yolları yol edinmesidir.
Sadece yol edinmekle kalmıyor, Allah'ın âyetlerine karşı tavır sergiliyor.
Kibir böyle bir davranışın da sebebi oluyor. Çünkü kibirli insan kendini
kendine yeterli görmektedir ('Alak 96/7). Kendini kendine yeterli gören insan
başkasının fikirlerine baş vurmaz. Bu psikoloji onu, Allah'ın âyetlerine
ihtiyacı olmadığı şeklindeki bir anlayışa götürmektedir.
3. "Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan
gafil olmalarından ileri gelmektedir". Âyetin bu kısmındaki be harfi,
sebep bildiren bir edat olmaktadır. Yüce Allah şu soruya cevap vermektedir:
Neden insanlar Allah'ın mucizelerini gördüklerinde inanmazlar, doğru yolu yol
edinmezler, azgınlık yoluna saparlar?
a) Allah'ın âyetlerini yalanlamaları sebebiyle bu duruma düştüklerini
söylemektedir. Yalanlamanın anlamı, inkâr etmektir. İnsan hayatında hangi yolu
takip edeceğini, ancak ilâhî vahiyden öğrenebilir. İlâhî vahyi yalanlayan
insanlar, hak ile bâtılı, doğru ile yanlış; iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini
öğrenip hayata tatbik etmekten mahrum kalmaktadırlar.
b) O âyetlerden gafil olmaları da yukarıdaki durumun ikinci sebebi olmaktadır.
Yalanlayan insanlar âyetleri dinlemiyor, eline alıp okumuyor, incelemiyorlar.
Yalanlama ve gaflet, sonuçta ihanete kadar gitmektedir. Böylece âyet kibri
birinci sebep, yalanlama ve uzakta kalmayı ikinci sebep olarak tes-bit etmekte;
inanmama, doğru yola girmeme, sapkınlık yolunu takip etmeyi de netice olarak
belirlemektedir.
Diğer
taraftan yüce Allah, bu şekilde davranan insanların neden böyle davrandıklarını
anlamak, sebep-sonuç ilişkisi içinde analizlerini yapmak, bu konuda
eğitimcilerin işlerini kolaylaştırmak için açıklamalar yapmaktadır. Din
bilginleri bu tip insanlarla karşılaşacak, âyeti bilenler analizlerini rahatlıkla
yapacaklar, iyi ve doğru aklın yolunu anlatmaya devam edeceklerdir.
İnsan
psikolojisini tahrip eden, kirleten ve sağlıksız hale getiren kibir, olduğu
yerde durmamakta, insanın yapacağı gözlemlerden çıkaracağı iyi neticeleri
engellemekte, daima doğrunun tersini yapmaya teşvik etmekte, akla isyan edip
onun önerdiği yola girmemekte, böylece insanın içinde isyan psikolojisini
oluşturmaktadır. Bu isyan psikolojisi, imanı ortadan kaldırmakta, aklı devre
dışı bırakan yalan ve gaflete kadar uzanmaktadır.[78]
147.
Delillerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların bütün amelleri boşa
gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarının karşılığında başka bir ceza mı
göreceklerdi ki?
Dikkatle
bakıldığında bu âyetin bir önceki âyette yer alan Allah'ın "Âyetlerimden
uzaklaştıracağım" ifadesini sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamakta
olduğu görülecektir.
1. "Âyetlerimizi (delillerimizi) ve âhirete kavuşmayı
yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir". "Âyetlerimizi
yalanlayanlar" ifadesiyle yüce Allah, bu âyeti bir önceki âyete bağlamaktadır.
Âyetten kasıt mucizelerdir. Daha önce Allah'ın peygamberlere verdiği mucizeler,
O'nun için deney, bizim için ise mucize olmaktadır. Allah'ın delillerini ve
âhiretle karşılaşmayı inkâr etmek, bu âyette de sebep olmaktadır. Âyetin bu
kısmında geçen ve "karşılaşma" anlamına gelen .lika, bu karşılaşmanın
olacağının önceden belirlendiğini ifade etmektedir. Değişmeyen kurallardan biri
de budur.
Diğer
taraftan burada ceza gününe "hesap günü" denmesinin sebebi de,
insanlar sadece âhirette karşılaşmaya değil, birbirleriyle de karşılaşacaklarına
inanmalıdırlar. Mâide sûresinin 109. âyetine göre âhiret, "toplanma
günü" anlamına gelmektedir. Demek ki lika kelimesi hem âhirette
karşılaşmayı hem de insanların birbirleriyle karşılaşmalarını ifade etmektedir.
Bir taraftan Allah'ın delillerini diğer taraftan bu karşılaşmayı yalanlayan
insanlar, kendilerine zarar vermektedirler. Böylece imanın başka bir boyutu
ortaya çıkmaktadır. Amellerin boşa gitmesi, onların değerlendirmeye tâbi
tutulmaması demektir. İman aynı zamanda amellerin boşa gitmesini önlüyor,
onların Allah tarafından değerlendirilmesini temin ediyor.
2. "Onlar yapmakta olduklarının karşılığında başka bir ceza mı
göreceklerdi ki?" âyeti, insanların amellerinin görecekleri cezayı
belirleyeceğini vurgulamaktadır. Yüce Allah insana keyfî muamelede bulunarak
cezâlandırmamaktadır. İnsanın ameli hem cezayı hem de cezanın özelliğini
belirlemektedir. İnsan sadece ve sadece kendi amelinin karşılığını ceza olarak
görecektir. Bunun başka bir anlamı da, insan sadece kendi amelinin karşılığı
olarak cezalandırılır, başkalarının ameli ile cezalandırılmaz.
Amellerin
değerlendirmeye tâbi tutulmayıp boşa çıkması da bir nevi ceza olmaktadır.
Allah'ın farzlarını yerine getirmemek, yasaklarını çiğnemek, haramlarını
yapmak karşılığında görülecek olan ceza şekli, amellerin değerlendirilmeye tâbi
tutulmamasıdır. Allah'ın âyetlerini ve âhirette karşılaşmayı inkâr etmenin
sonucu da bu cezalandırma şekli olmaktadır.[79]
148.
Musa'nın arkasından kavmi ziynet takımlarından böğürebilen bir buzağı heykelini
edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor?
Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.
149.
Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce, dediler ki:
"Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana
uğrayanlardan olacağız!"
Bu
âyetler analiz edilirken cevaplandırılması gereken bazı sorular olacaktır.
1. "Musa'nın arkasından kavmi ziynet takımlarından böğürebilen bir
buzağı heykelini edindiler". Ayetin bu bölümünü bir soruyu sorarak
açıklamakta yarar vardır: Buzağıyı tanrı edinme, onların aklına nereden geldi?
Bunu cevaplandırabilmek için, eski Mısır'ın dînî kültür yapısına bakmak
gerekir. Muhammed Esed bu soruyu şu şekilde cevaplandırmaktadır: İsrâiloğulları'nın
altın buzağısı, besbelli yüzyıllarca süren Mısır kültürünün etkisinin bir
ürünüydü. Mısırlılar Menfis'te, Tanrı Ptah'ın tecessümü olarak gördükleri
kutsal boğaya, yani Apis'e taparlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine
hemen yeni bir Apis'in doğduğu düşünülür ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesindeki
Osiris'e hulul ettiğine inanılırdı. Bu iki başlı tanrıya bundan böyle
Osiris-Apis, başka bir ifade ile Serapis denirdi.
Muhammed
Esed'in naklettiği bu bilgi, bize Mısırlılar'ın inanç ve tapınmalarının, tanrı
anlayışlarının etkisi altında kalan İsrâiloğulları'nın hürriyetlerine
kavuşunca, aynı uygulamayı taklit ettiklerini göstermektedir. Âyette geçen
"edindiler" kelimesine, "Tanrı edinip tapınmaya başladılar"
mânasını vermek mümkündür. Demek ki buzağıyı tanrı edinip tapınma âdeti,
İsrâiloğulları'ndan önce var olan bir kültür ve bir inanış biçimi idi.
Âyetin
bu kısmında ele alınması gereken konulardan biri de, İsrâilo-ğullan'nın, Hz.
Musa'nın arkasından böyle bir işe neden teşebbüs etmiş olduklarıdır. Hz.
Mûsâ'nm onlar üzerinde büyük bir otoritesi vardı, fakat Hz. Hânın bu otoriteyi
devam ettiremedi. Vekil aslın yerini dolduramayınca, halk yanlışların peşine
takılmaktadır. Köle ruhlu insanlar daima baskı ile iyi yolda yürürler. Kendi
başlarına kalınca, kendilerini iyide ve doğru olanda tutamazlar, baş kaldırıp
umulmadık işler yapmaya başlarlar. İdareci yokluğunda İsrâiloğullan,
özendikleri Mısırlılar'ın tanrısını yapmaya ve ona tapmaya başladılar.
Bir
toplumda siyasî erkte boşluk olmamalıdır. Siyasî otoriteyi ellerinde tutanlar
kendi yerlerine geçecekleri iyi yetiştirmelidirler. Arkadan gelen gidenin
yerini dolduramazsa, toplumda çözülme, çürüme ve yozlaşmalar baş gösterir.
Diğer
taraftan Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan'na tevhîd inancını anlatarak bir eğitim
faaliyeti yürütüyordu. Eğitimde kesinti olmamalıdır. Hz. Harun tevhîd
eğitimini sürdürmekte yeterli olamadı, onun bu durumu tevhîd inancından
sapmaya, dolayısıyla otorite boşluğuna sebep oldu. Burada otoritenin dinî
hayattaki istikrarla olan ilişkisi vurgulanmaktadır. Alanında otoriter olan din
bilginlerinin yetiştirilmesi, dînî hayattaki istikrarın gerekliliğini ortaya
koymaktadır.
Âyetin
bu kısmında, buzağıyı ziynet eşyalarından yaptıkları söylenmektedir. Bunun
anlamı, buzağının eritebilecek altın ve gümüş gibi süs eşyalarından
yapıldığıdır. İsrâiloğulları, buzağı şeklinde bir tanrı edinip tapınabilmeleri
için ziynet eşyalarını bağışladılar. Demek ki ziynet eşyalarından daha değerli
olan tanrıyı arıyorlardı. Bir bakıma ziynet eşyaları tanrıya dönüşmüştü.
Tann'yı
arama fikri, gerçek Tann'ya doğru yönelmeyince, süs eşyaları Tanrı'ya
çevrilerek farklı bir ivme kazanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Günümüzde ve
gelecekte insanlar sahip oldukları ekonomik güce tanrı olarak tapacak, kimi
zaman parasını kimi zaman malını tanrı makamına koyacaktır.
Burada
akla gelen soru şudur: İsrâiloğullan ziynet eşyalarını nereden aldılar? Sorunun
cevabını A'râf sûresinde bulamıyoruz, ama Tâhâ sûresinin 87. âyeti bunu
cevaplandırmaktadır: "Fakat biz o kavmin ziynet eşyalarından birtakım
ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâ-mirî de
atmıştı". Demek ki buzağı tanrısı haline getirdikleri süs eşyalarını
Mısırlılar'ın, yani Firavun'un tuttuğu yandaşlarının süs eşyalarından aldılar.
Denizde
boğulan Firavun taraftarlarının geriye bıraktıkları süs eşyalarından yükler
dolusu süs eşyalarını yanlarına almışlardı. Bu süs eşyalarını hem İsrâiloğullan
hem de Sâmirî, ateşte eritip buzağı haline getirdiler.
Hz.
Musa'dan hemen sonra böyle bir işe girişip puta tapmaları kendi isteklerine,
kararlarına, düşüncelerine ve güçlerine mi dayanıyordu? Hz. Mû-sâ onların bu
sapkınlıklarını sorgularken, ona verdikleri cevaptan bunu anlıyoruz.
"Dediler ki: 'Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle dönmedik"
(Tâhâ 20/87). Öyle anlaşılıyor ki Sâmirî, Hz. Musa'dan sonra İs-râiloğullan'nı
iyice etkileyip onların puta tapmalarını sağlamıştı. İsrâiloğulları'nı şu
sözleriyle etkilediğini görüyoruz: "İşte bu buzağı, sizin de Musa'nın da
tanrısıdır" (Tâhâ 20/88).
Tâhâ
sûresinin 87. âyetinde İsrâiloğullan, bizim "kudret ve irâde" olarak
tercüme ettiğimiz kelimeyi £ksadüc. "melkinâ" olarak ifade
etmişlerdir. Bu kelime "güç" anlamına gelmektedir. İsrâiloğulları
irâde kavramını bilmediğinden, bu kavrama yer verilmiştir. Henüz hürriyeti
tadamamış, onu hayata geçirememiş olan bir toplumun konuşması böyle olurdu;
kendi gücüne, kendi irâdesine sahip çıkamaz. Yüce Allah onlann Hz. Musa'dan
sonra düştükleri kötü durumu, mazeret getirerek nasıl aklîleştirdiklerini, bir
kişinin veya kişilerin, irâdesine sahip çıkamayan toplumları kötü mânada nasıl
etkilediklerini anlatıp aynı hataya düşülmesini önlemek istemektedir.
Âyetin
bu kısmında buzağının böğürebildiğine dikkat çekilmektedir. Böğürmesinin
sebebini bazı müfessirler esen rüzgârın çıkardığı ses olarak
değerlendirmektedirler. Aslında buradaki böğürmeden, bir hakaretin olduğu
seziliyor. İsrâiloğulları'nın "böğürtü"nün peşinden koşup tanrı diye
taptıkları söylenerek aşağılanmaktadırlar.
Yüce
Allah'ın konuyu detaylı bir biçimde anlatmasının sebebi nedir?
İsrâiloğulları'nın böğüren bir buzağıya tapınmalarını anlatmanın ne faydası
vardır? Ne dediği anlaşılmayan, söylediği sözler hiçbir mâna taşımayan, böğüren
insanların peşinden gidilmemelidir. Onları kutsallaştırıp tapınırcasına saygı
duymak, İsrâiloğulları'nın bu durumuna düşmekten başka bir şey olmayacaktır.
Böğüren insanlar câhil oldukları için böğürürler. Yüce Allah bu tür insanların
peşinden gidilmesini istemediği için bunları anlatmaktadır.
2. "Görmediler mi ki o, onlara ne konuşuyor ne de onlara yol
gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular". Yüce
Allah yanlış şeyi tanrı edindiklerini anlatırken iki şeyi gündeme
getirmektedir.
a)
Konuşmak. Böğürerek değil de anlaşılabilir bir şekilde konuşmak gerekir.
Düşündüğünü ifade ederken insan konuşmuş oluyor. Yüce Allah insanlara vahiyle
konuşuyor, beyin ve gönüllerine sesleniyor.
b) Rehberlik etmek. "Yola götürmek" ifadesinin anlamı, tanrı
olacak varlığın iyiye ve doğruya götürecek nitelikte olması gerekir, demektir.
Bunların anlatılmasıyla hangi insanlara saygı duyulması gerektiğine ışık tutulmaktadır.
Doğruyu, iyiyi ve hakkı konuşup öğreterek insanlara rehberlik eden, onları bu
yollara götürenlere saygı duyulmalıdır.
c) Fayda ve zarar vermek. Tâhâ sûresinin 89. âyetinde bu özellik gündeme
getirilmektedir: (O putların) kendilerine hiçbir söz söyeyernediğini, ne bir
zarar ne de bir fayda verme gücünde olmadığını görmezler mi?" Yüce Allah
burada "güç" kavramını gündeme getirerek, tanrının sonsuz bir güce
sahip olması gerektiğine işaret etmektedir.
Hz.
Peygamber'in tannlaştınlamayacağımn belirtisi olarak da aynı özellik A'râf
sûresinin 188. âyetinde gündeme getirilmektedir: "De ki, ben Allah'ın
dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip
değilim". Peygamberlerin tanrı olmasını önleyenlerden biri de güçsüzlük
olmaktadır.
Konuşamayan,
fikir üretemeyen, insanlara rehberlik edip iyi yola götü-remeyenleri tanrı
edinmenin zulüm olduğu, âyetin sonunda gündeme getirilmektedir. "Onu
tanrı edindiler ve zâlimler oldular" denirken, şirkin zulüm olduğu
bildirilmektedir.
3. "Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce,
dediler ki: 'Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana
uğrayanlardan olacağız".
a) Burada "pişman olmak" diye mâna verdiğimiz kavram, sukıta fî
eydîhim ifadesidir. Zeccâc bu ifadeye "pişmanlık ellerine düştü",
yani "kalplerine düştü" şeklinde anlam vermektedir. Zemahşerî,
"derinden pişmanlık duyma" şeklinde ifade etmektedir. Pişman olan
kişi üzüntüsünden elini ısırır, böylece pişmanlık sanki eline düşmüş olur, ağzı
eline değmiş olur. Bu işlemde, başın elleri arasına düşmesinin ardındaki
pişmanlık psikolojisini gündeme getiren bir ifade olmaktadır. Psikolojik
durumun fizikî durumla anlatımı yapılmaktadır.
Bize
göre ziynet eşyalarını elleriyle atıp buzağıyı elleriyle yaptılar ve ona
tapındılar. Yanlış yaptıklarını anladıklarında başlan ellerine düşmüş oldu.
Başını eline teslim eden, pişmanlığında kendini o ellerin arasına bırakıerir.
İnsanın içindeki pişmanlık denen psikolojik durumun, beden diliyle ifade
edilmesine şahit oluyoruz. Beden dili, insanın içindeki fırtınaları oku-:an.
ifade eden, anlatan bir kitap mahiyetindedir.
b) "Gerçekten sapmış olduklarını görünce" ifadesiyle, insanın
kendi iuramunu görüp tarafsız olarak değerlendirebileceğine işaret
edilmektedir. Önemli olan sapıtmadan yanlışı görmek, pişman olmadan pişman
olacak davranışta bulunmamaktır. İsrâiloğullan'nm kendi sapkınlıklarını görebilmeleri
onlar için bir erdem olmaktadır. Kendi sapkınlığını görebilmenin anlamı
kendine yönelmek, kendini duymak ve kendini değerlendirmektir.
c) "Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana
uğrayanlardan olacağız, dediler". Pişmanlığın, tövbe ve istiğfarları
gündeme getirdiğini görüyoruz. İsrâiloğullan'nm ilâhî merhameti ve affı
bildiklerini gösteren bu âyet, yanlıştan dönme ve özür dilemenin ince bir ahlâk
ve sağlam bir şahsiyetle kazanıldığına işaret etmektedir. Diğer taraftan âyetin
bu kısmında, ilâhî merhamet ve bağışlanmayı kaybetmenin manen iflâs olduğuna
dikkat çekilerek iflâsın tanımı yapılmaktadır. Allah'tan merhamet ve af
dilemek gibi bir ruh olgunluğunu göstermelerini de söylemekte yarar vardır. Bu
da İsrâiloğullan'nm artık kölelik psikolojisinden kurtulduklanmn, dolayısıyla
şahsiyetlerinin geliştiğinin bir delili olmaktadır.
Yüce
Allah onlann bu durumunu bize niçin anlatmaktadır? Müslümanlar pişman
olacakları davranışlarda bulunmamalıdırlar. Bir işin sonunun önceden nasıl
gelebileceğini kestirebilmelidirler. Ahlâkî davranışlarla dinî tecrübeler,
beşerî otoriteye bağlı kalarak gerçekleştirilmemelidir. Sonra otorite ortadan
kalkınca, farklı davranmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Zamanla yaptıklanndan
pişmanlık duyar ve sapkınlıkta bulunduklarını görünce, mazilerini karanlık
olarak değerlendirirler. Böyle durumlarda gerekli olan değişimi gösterip iyiye
yönelmenin de bir erdem olduğunu insanlara öğretmelidir. Bu öğretimde
İsrâiloğullan model olarak anlatılmaktadır.[80]
150.
Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndüğünde şöyle dedi: "Benden
sonra arkamdan ne kötü şeyler yaptınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi
ettiniz'. Levhaları yere atıp kardeşinin başını tuttu, onu kendisine doğru
çekti. Kardeşi dedi ki: "Ey annem oğlu! Bu topluluk beni horlayıp
hırpaladı. Neredeyse canımı alıyorlardı. Bir de sen düşmanları bana gül-dürtme!
Beni şu zâlim toplulukla bir tutma!"
Bu
âyetin açıklamasından çıkarılacak önemli neticeler vardır. Âyette Hz. Musa'nın
Tûr dağından dönünce, kavminin yaptıkları karşısında nasıl bir tavır aldığı ele
alınmaktadır.
1. "Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndüğünde şöyle dedi:
'Benden sonra arkamdan ne kötü şeyler yaptınız!" Kendisinden sonra
buzağıya tapmaları sebebiyle şirke düşmelerini değerlendirmekte ve "çok
kötü" şey yaptıklarını söylemektedir. Bu değerlendirmeyi üzüntü içinde ve
kızgın olarak yapmıştır. Gadap ve esef kelimelerine, insan psikolojisinin
kendinden aşağıdakilere ve yukarıdakilere bakış açısına göre mâna yüklenmekte
ve kullanılmaktadır.
Hz.
Mûsâ kavminin şirk koşmasından dolayı onlara kızdı, öfkelendi, ama onların
yaptıklarından dolayı da Allah karşısında üzüldü. Beşerî boyutuyla kızdı;
ilâhî huzurda da üzüldü. Onun içindir ki yüce Allah, onun bu iki ruh halini
burada zikretti. Allah'a şirk koşulmasına üzüldü, esef duydu, ama bu yanlışı
yapanlara kızdı, öfke duydu. Demek ki Hz. Mûsâ onların bu davranışlarını, bir
Allah adına, bir de kendileri adına değerlendirmişti. Bir peygamber olmasına
rağmen kızgınlıkla üzüntüyü bir arada yaşadı ve bunu kelimelerle dışa vurdu.
2. "Rabbinizin emrinde acele mi ettiniz". Bir şeyde ivedilik
göstermek, o şeyi bir kenara atmak, yüzüstü bırakmak, dikkate almamak anlamına
gelmektedir. Hz. Musa'nın Tûr dağına çıkışını dikkate alıp mâna verecek
olursak, "Allah'ın emrini beklemeyip acele ettiniz, yani ben Tûr dağından
ilâhî mesajı, Allah'ın emirlerini alıp gelecektim; siz ben gelinceye kadar
sabır göstermediniz" demek olur. Burada Allah'ın emirlerine uymayıp bir
toplumun kendi arzularına göre davranmasının yanlış neticeler vereceği örnek
verilerek, bir işe teşebbüs etmeden önce enine boyuna tartışılmasını ve aklın
temelleri üzerinde bina edilmesi öğütlenmektedir. Davranışları arzular
âleminden akıl âlemine çekebilmek için bilgi ve sabır gereklidir.
Din
eğitimcileri, dinin temelleri üzerinde oluşacak bir davranış konusunda halkı
bilinçlendirmeli, bilgilendirilmeli ve sabrı tavsiye etmelidir. İs-râiloğulları
Hz. Harun'u dikkate almadan, Hz. Musa'nın yokluğundan istifade ederek,
beklenmeyen davranışta bulunup puta tapındılar.
3. "Levhaları yere attı, kardeşinin başını tuttu, kendisine doğru
çekti. Kardeşi dedi ki: 'Ey anamın oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördü
ve neredeyse beni öldürecekti!"
a)
Hz. Mûsâ Sînâ dağından Tevrat'ın levhalarını alıp gelmişti. O,
"Levhaları yere atıp Hz. Harun'un başını tuttu ve onu kendisine doğru
çekti". Âyetin bu kısmından çıkarılacak ilke şudur: Kızgınlık ve öfke
hali, kitabı dinlemeyecek hale getirebilir, kitabı bir tarafa attırabilir.
Toplumdaki grupların birbirlerine karşı öfke ve kızgınlık duymaları da
hakikatin bir tarafa atılmasına sebep olmaktadır.
b) A'râf sûresinin 150. âyetinde Hz. Musa'nın Hz. Harun'u sorgulaması
gündeme getirilmedi, ama Tâhâ sûresinde bu sorgulama yer almaktadır: "Ey
Harun! Onların saptıklarını gördüğün zaman seni ne engelledi de, benim ardım
sıra gelmedin. Emrime isyan mı ettin?" (Tâhâ 20/92-93). Bu sorgulama
A'râf sûresinde yer almamaktadır. Bu sorgulamanın ardından onun kafasını tutup
çekmeye başladı. Bu çekme anında sorunun sorulduğu kanaatindeyiz. Hz. Mûsâ ile
Hz. Hânın arasında öfkenin ve kızgınlığın getirdiği bedensel bir temas
olmuştur.
c) Hz. Harun bu sorgulamaya şu şekilde cevap veriyor: "Sakalımı,
başımı tutma! Ben senin şöyle diyeceğinden korkmuştum: Isrâiloğulları'nın
arasına ayrılık soktun, sözüme bağlı kalmadın!" (Tâhâ 20/94); "Ey
annemin oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni
öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle
beraber tutma!" (A'râf 20/150). Hz. Harun'un bu cevabından ve tepkisinden
çıkarılacak önemli dersler vardır.
Asıl
olanın yerine geçen vekil, güçlü olmalıdır, otorite boşluğu doğurmamalıdır.
Otorite boşluğu, sapkınlığa ve isyana kadar götürebilir. Vekil, aslın ona
yüklemiş olduğu görevi düşünürken, toplumdaki kötü oluşumların arasında kalma
ihtimali vardır. Bu durum bir çözümsüzlük örneğidir. Yüklenilen sorumlulukla
halkın istekleri çatışabilir. Otoritesi olmayan vekiller, yani siyasîler
ikilemde kalır, toplumun yanlış davranışına müsaade etmiş olabilirler. Vekîl,
aslın sorgulamasına, doğru, net ve kesin cevaplar verilmelidir: Hayat
tehlikesi, tefrika korkusu, verilen emirlere itaatsizlik etme ihtimali,
sorgulamadaki olumsuz cevaplara gösterilen sebepleri teşkil etmektedir.
Kızgınlığa
karşı kızgınlıkla tepki gösterilmemelidir. Hz. Harun, annesini gündeme
getirerek Hz. Musa'nın öfkesini yatıştırmaya çalışmakta, nazik ve kibar bir
ifade kullanmakta ve onun merhametine sığınmaktadır. Topluluk huzurunda bir
kimseyi azarlamanın, tartaklamanın doğru olmadığını öğütlemekte ve eğitimde
eskimeyen kuralı koymaktadır. Topluluk huzurunda birini tartaklamanın doğru
olmayacağı şeklindeki evrensel ilke öğretilmektedir. Suçlu ile suçsuz bir
tutulmamalıdır. Hz. Harun şirk koşanları zâlim olarak nitelemiştir. Çünkü şirk
zulümdür; zulmü işleyen de zâlimdir. Vekâleten siyasî iktidarı elinde tutan
birini halkın huzurunda tartaklamak, şık olmayan ve eğitime ters düşen bir
davranıştır.[81]
151.
Mûsâ da: "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine sok, zira
sen merhametlilerin en merha-metlisisin!" dedi.
Hz.
Mûsâ, Hz. Harun'u sorguladıktan sonra, Tâhâ sûresinin 95. âyetinde Sâmirî'yi
de sorguladı. Sâmirî'nin sorgulamasına geçmeden önce de, A'râf sûresinin 151.
âyetindeki af dileme duasını yaptığı anlaşılmaktadır. Hz. Mûsâ neden af dileme
duası yapmıştır?
1.
Hz. Mûsâ, toplumun puta tapma eyleminin sorumluluğunu kendinde ve Hz.
Harun'da görmektedir. Bu âyetin tefsirinde Râzî, Hz. Musa'nın öfkelenmesi
sebebiyle af dilediğini, Hz. Harun için de İsrâiloğulları'na sahip çıkmak için
yeterli uyanda bulunmaması sebebiyle af dilediğini söylemektedir. Hz. Musa'nın
bir öz eleştiri yaptığı söylenebilir. Ortada puta tapma eylemi var. Her iki
peygamber de kendini burada suçlu görmektedir.
2.
"Beni ve kardeşimi
bağışla!" ifadesinden, bir kimsenin başka biri için Allah'tan af
dileyebileceği hükmünü çıkartıyoruz. Kur'ân'ın pek çok âyetinde bazı duaların
bu şekilde yapıldığına şahit oluyoruz. İbrahim sûresinin 41. âyetindeki Hz.
İbrahim'in duası, örnek verilebilir. O duada Hz. İbrahim, kendisi, ebeveyni ve
bütün müminler için af dilemektedir.
3. Bu duadan çıkarılacak evrensel ilke şudur: Bir toplumu idare edenler
halkın sapkınlığından, bozulmasından dolayı kendilerini suçlu görmelidirler.
Halkın yoldan çıkmasının sebepleri arasında, kendilerinin oluşturduğu otorite
boşluğunun olabileceğini göz ardı etmemelidirler. Yüce Allah bunu Hz. Harun
örneği ile anlatmaktadır.
4. "Bizi rahmetine sok! Zira sen merhamet edenlerin en çok merhamet
edenisin". şeklindeki dileğin af ile merhametin arasındaki ilişki üzerinde
kurulduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın rahîm, yani merhamet etme sıfatına
sığınmak, onu harekete geçirmek, dileğin merkezî noktasını oluşturmaktadır.
"Yüce Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir" ifadesinden de,
başka merhamet edenlerin olduğunu çıkarıyoruz. Demek ki yüce Allah, rahîm
denen merhamet etme sıfatından insanlara da vermiştir. Başkasına merhametli
davranan kişiler, Allah'ın sıfatını yeryüzüne indirme eylemini gerçekleştirmişlerdir.
Acıma duygusu
insanda doğuştan vardır, ama bu duyguyu merhamet haline getirmek eğitimle olur.
Çünkü merhamette sadece acıma değil, sevgi, saygı, bağlılık, sıcaklık vardır.
Diyebiliriz ki manevî eğitim, acıma duygusunu merhamete çeviren bir faaliyeti
gerçekleştirmektir. Hz. Musa'nın duası, af dilemenin formülünü vermekte ve af
dilemek için merhametin devreye sokulmasının öğretimini yapmaktadır. Hz.
Musa'nın bu duayı yapmış olmasıyla, onun kızgınlığının ve öfkesinin geçtiğini
anlıyoruz. Kızgınlık ve öfke, ilâhî merhamete yönelince ortadan kalkacaktır.[82]
152.
Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, yakında onlara Rablerinin gazabı ve dünya
hayatında bir zillet ulaşacaktır. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.
153. Kötülükleri yaptıktan sonra tövbe edip de
iman edenlere gelince, şüphesiz ki o, tövbe ve imandan sonra Rabbin elbette
bağışlayan ve esirgeyendir.
Bu
âyeti A'râf sûresinin 149 âyeti ile bağlantılı olarak açıklamak gerekir. Puta
tapan İsrâiloğullan yaptıklarından pişman olup sapkınlıklarını görünce, tövbe
edip af dilediler. Onların bu durumuna 152-153. âyetler açıklık getirmektedir.
1. Buzağıyı tanrı edinen müşriklerin iki türlü cezalandırılacağına dikkat
çekilmektedir.
a) Allah'ın gazabı onlara ulaşacaktır. Allah'ın gazabı bu dünyada olacağı
kadar âhirette de olabilir.
b)
Dünya hayatında bir aşağılanma
olacaktır. Bu zilletin ne olacağını Tâhâ sûresinin 97. âyetinde geçen Sâmirî
örneğinden alabiliriz: "Artık hayatın boyunca sen: 'Bana dokunmayınız'
diyeceksin". Bunun anlamı toplumdan soyutlanmaktır, ilâhî rahmetten
uzaklaştırılmaktır.
2. Yüce Allah buzağıyı tanrı edinenleri iftiracı olarak nitelendirmektedir.
Bu, müşriklerin Allah'a eş koşmakla iftirada bulundukları anlamına gelmektedir.
Demek ki şirk zulümdür (Lokman 31/13), aynı zamanda şirk iftiradır (A'râf
7/152). Allah'ın dininde uydurma yapanlar da müfterîdirler. Bunlar hem Allah'ın
gazabına uğrayacak hem de bütün dünyada zillete dûçâr olacaklardır. Râzî, Mâlik
b. Enes'ten şunu nakletmektedir: "Her bid'atçı, başının üstünde bir zillet
bulur"[83].
"Buzağıyı
edinmek" kavramı, aynı zamanda din dışı beşerî bir düşünceyi tanrı edinme
eylemini de kapsamaktadır. İnsanların ürettikleri, dönüp de kutsallaştırıp
tanrılaştırdıkları fikirlerin, İsrâiloğulları'nın tapındığı buzağıdan farkı
yoktur. İsrâiloğulları ve Sâmirî'nin süs eşyalarından ürettikleri buzağı,
günümüzde süslü fikirlerden oluşturulan sahte fikir yığını anlamına
gelmektedir.
Genel
eğitimin ve özellikle din eğitiminin amaçlarından biri, buzağı haline gelip
tanrılaştırılacak sahte fikirlerden insanı kurtarmak olmalıdır. Kur'ân'da bu
konuya yer verilmesinin hedefi budur. İnanç dünyasında, insanların geçmişten
ibret alıp sıfırdan başlamalarını önlemek ve gelinen tev-hîd inancından hareket
etmeyi temin etmek, din eğitiminin görevi olmalıdır. "Biz iftira edenleri
böyle cezalandırırız" denirken, nesillerin dikkati çekilmekte ve onlar
eğitilmek istenmektedir.
Allah'ın sıfatları
hususunda, dinî meselelerde ve Allah'ın âyetleri alanında düzmece yargılarda
bulunmak, aşağılama, onları beğenmeme gibi çabaların toplamı, buzağıyı
oluşturmaktadır. Sâmirî eliyle buzağı yaptı, ama insanlık her an beyninde bir
buzağı doğurmaktadır. Câhiliye döneminde insanlar elleriyle helvadan putlar
yapıp tapıyorlardı, şimdi beyinlerinde ürettikleri fikirleri tanrı edinip
tapmaktadırlar. Neticesi aynı olan farklı oluşumlar üretmektedirler. Tevhîd
inancından uzaklaştıran ne varsa, hepsi buzağı durumundadır.
Sâmirî,
İsrâiloğullan için bir buzağı yaptı, ama şimdi insanlar pek çok buzağı
üretmektedirler. Buzağılar birbirine şirk koşmaktadır. Böylece şirk inancının
da şirkini çıkarmış oldular. Sonuçta sahte tanrılar sadece Allah'a eş
koşulmamaktadır, birbirlerine de eş koşulmaktadır. Allah'a iftira edenler, birbirlerine
iftira etme yoluna girmişlerdir.
3. Yüce Allah şirk koşanları affetmeyeceğini açıkladıktan sonra, onlara
bir çıkış kapısı vermektedir: "Kötülükleri yaptıktan sonra tövbe edip de
iman edenlere gelince...". Bu ifade ile, şirk koşanlara bir değişim
önerilmektedir. Bu değişimin yönü, iman denen tevhîd inancına doğru olmalıdır.
Affedilmez bir hata olan şirk koşmayı bırakma şeklindeki değişim, farklı bir
muameleyi beraberinde getirecektir. Yüce Allah bu değişim ve onun getirdiği
dönüşümün adına "tövbe" demektedir. Şirki bırakıp tevhîd inancına dönmek
anlamına gelen tövbe, insanın manevî yapısında meydana gelen bir devrimin adı
olmaktadır. Kötülüğü işleyip ardından tövbe edip iman edene nasıl bir muamele
yapılacaktır? Bu sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir.
4. "Şüphesiz ki o (tövbe ve imandan) sonra, Rab-bin elbette
bağışlayan ve merhamet edendir". Yüce Allah'ın değişim gösterene, af ve
merhamet sıfatlarıyla muamele yapacağını işaret etmektedir. Buradaki tövbe
etmenin şekli de A'râf sûresinin 149. âyetinde açıklanmaktadır: Kendilerinin
hatalı olduğunu görme, pişman olup Allah'tan merhamet ve af dilemektir. İnsanın
manevî alanındaki bu değişim, beraberinde Allah'ın af ve merhametini
getirecektir. İsrâiloğullan örneğinden hareketle yüce Allah, evrensel kanunu
koymaktadır. Bütün insanlık için geçerli olan bu kural, Fur-kân sûresinin
70-71. âyetlerinde de gündeme getirilmektedir. Şirk, zina ve haksız yere cana
kıymak gibi üç büyük günâhı işleyene aynı çıkış kapısı sunulmaktadır. Tövbe
edip iman eden ve iyi ameller işleyenlerin kötülüklerinin iyiliğe çevrileceği,
af ve merhamet edileceği garantisi verilmektedir.
Yüce
Allah'ın burada gösterdiği çıkış kapısı, insanlarda şu anlayışı
oluşturmamalıdır: "Ben bütün günâhları işlemeye devam ederim, nasıl olsa
sonunda bir tövbe ile onları affettiririm". Bu düşünce ansızın gelecek bir
ölümle suya düşebilir.[84]
154.
Öfkesi dinince, Mûsâ levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar
için yol gösterme ve rahmet vardı.
1. Âyetin "Musa'nın öfkesi geçince" bölümündeki sekete kelimesi,
aslında "susmak" anlamına gelen sükûttan gelmektedir; "Musa'nın
öfkesi susunca" demektir. A'râf sûresinin 150. âyetinde, Hz. Mû-sâ'nın
kızgınlığı, sanki ona konuşuyor ve ona emirler yağdırıyordu: "Elindeki
levhaları yere at! Kardeşinin kafasını yakala ve onu tartakla, kavmini
azarla!" Emirler yağdıran bu öfkenin 154. âyette sustuğu anlaşılmaktadır.
Öyle
anlaşılıyor ki konuşan ve konuşması oldukça etkili olan öfkenin ilk kötü etkisi
dine, sonra insana, sonra da topluma olmuştur. Yüce Allah Hz. Musa'nın öfkesinin
etkilerini anlatırken, onun dinin kutsal kitabını elden çıkaracak, attıracak
ve insanlar arasındaki ilişkileri bozacak nitelikte olduğunu gündeme
getirerek, gelecek nesillere bir mesaj vermektedir. Din alanında öfkeye yer
yoktur.
Konuşan
ve emirler yağdıran öfkeyi susturan, Hz. Harun'un nazik konuşması olmuştur.
Hz. Musa'ya "Annemin oğlu" demesi, toplumun huzurunda onu
tartaklamasının terbiyeye ters düşeceğini hatırlatması, tabii ki etkili
olmuştur. 154. âyete dikkat edilirse, öfkenin cümlede özne olduğu görüleçektir;
susan, yani geçen, öfke olmuştur. Geçme eylemini, öfkenin bizzat kendisinin
yaptığı anlaşılmaktadır. Öfke bu eylemini bir canlı varlık gibi yapmıştır.
Burada istiare sanatı kullanılmıştır.
2. "Levhaları aldı". Öfkesi dinince, emirleri yağdırması durunca,
yani susunca, Hz. Mûsâ levhaları yerden aldı. Bunun anlamı, vahyin yazılı
olduğu levhalarla öfkenin aynı yerde olamayacağıdır. Öfke konuşmaya
başlayınca, levhalar elden çıktı, ama öfke susunca levhalar geri geldi. Bu
anlatımın günümüze ve geleceğe yönelik tutacağı ışık şudur: Öfke, insanın
elinden en kıymetli şeylerini bile çıkartır. Öfke ile din bir arada olamaz. Öfke,
insana umulmadık işler yaptırır. Konuşan, emirler yağdıran öfke, diğer
melekeleri, özellikle aklı devre dışı bırakır.
Bu
etkinlikleri herkese yaptıracak güçte olan öfke geçince, insan elinden
çıkardığı değerlere tekrar dönecek ve onlara sarılacaktır. İnsan ile değerleri
arasına giren öfkeyi aradan çıkartmanın önemi bu âyette vurgulanmakta,
dolayısıyla psikolojik bir eğitim yapılarak davranışların sebepleri anlatılmaktadır.
Levhaları atmanın, kardeşini tartaklamanın ve toplumu azarlamanın sebebi
öfkedir. Onun da sebebi, halkın puta tapmasıdır. Şirk koşma öfkeye, öfke de
yukarıdaki davranışlara sebep olmuş ve böylece bir sebepler zinciri ile karşı
karşıya kalındığı anlaşılmıştır. Sebepler ortadan kalkınca levhalar da olması
gereken yere gelmiştir.
3. "İçinde doğru yolu gösteren öğütler ve Rablerinden korkanlara
rahmet vardı". Âyetin bu kısmında nüsha kelimesi geçmektedir. Bu kelime,
"nakletmek" anlamına gelen nesh kelimesinden türemiştir. "İptal
etmek, kaydetmek, nüsha, silmek, değiştirmek" mânalarına gelen bu
kelimenin geniş açıklaması, Bakara sûresinin 106. âyetinde yapıldı. Demek ki
levhaların nüshasında, yani yazısında; rehber, yani doğru yola ileten hükümler
ve insanlığa rahmet olacak esaslar yer almaktaydı.
Fakat
o levhalardaki yazıların rehber ve rahmet olma özelliklerinin etkili olacağı
insanların psikolojisi de âyette gündeme getirilmektedir. "Rablerinden
korkanlar için" denirken, hangi psikolojideki insanlara etkili olacağı
belirlenmektedir. Korku psikolojisi, Hz. Musa'nın levhalanndaki mesajların
rehber ve rahmet olmalarının alt yapısını oluşturmaktadır. Ama bu korkunun yönü
Allah'a doğru olmalıdır. Onun içindir ki âyette "Rableri" kelimesi
yer almaktadır. Genel mânada bu âyete bakınca, ayrıca şu neticelere ulaşmak
mümkündür: Yüce Allah öfke ve korku psikolojisini ele almıştır. Öfkenin dinmesi
ile neler olduğu, Allah'tan korkmanın nelere götüreceği açıklanmaktadır.
Hz.
Musa'ya gönderilen vahyin iki önemli özelliğinin, rehberlik ve rahmet olduğu
tesbit edilmektedir. Allah'tan çekinenler için bu özelliklerin fayda vereceği
ve onlara yansıyacağı gündeme getirilmektedir. Demek ki hak dinin mesajından
etkilenecek olan insanların belli bir psikolojik olgunluğa sahip olmaları
gerekiyor. Korku gönülde olduğuna göre, gönül, ilâhî mesajın etkinliğini
belirlemektedir, diyebiliriz. Gönüldeki oluşumlar, ilâhî mesajdan istifade
etmeyi temin etmektedir. Eğitimci öfkeli olmamalıdır. Öfke eğitimciye erdem
olarak inandığı kuralları devre dışı bırakmasına, inandığı kurallara ve
değerlere karşı kendisinin tepki göstermesine sebep olur. Hz. Mûsâ'nm levhaları
yere atması gibi, eğitimciye de bütün kuralları devre dışı bıraktırır,
kuralsız bir eğitimci olup çıkmasına sebep olur.[85]
155.
Ve Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte huzurumuzda bulunmak üzere kavminden yetmiş
kişi seçti. Onları deh-setli bir gürültü yakalayınca, Mûsâ dedi ki: 'Ey
Rab-bim! Dikseydin onları da beni de daha önce helâle ederdin, içimizden
birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak edecek misin? Bu, senin
imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de
doğru yola iletirsin. Bizim velîmiz sensin, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen
bağışlayanların en iyi-sisin" dedi.
Bu
âyetin analizinden elde edilmesi mümkün olan neticeler şunlardır:
1. Âyetin ilk bölümünde yer alan mîkat, "huzurda bulunma
zamanı"nı ifade etmektedir. Bu zamanı da yüce Allah belirlemiştir. Hz.
Mûsâ da kavminin ileri gelen insanlarından yetmiş kişiyi seçerek huzurda
bulunmak üzere yola çıktı. Müfessirler buradaki mîkatın, A'râf sûresinin 142.
âyetindeki mîkattan farklı olup olmadığını tartışmışlardır. Burada o
tartışmalara burada yer verilmeyecektir. A'râf sûresinin 142. âyetinde
bahsedilen mîkat hâdisesi, Hz. Musa'nın tek başına gerçekleştirdiği bir
olaydır, ama 155. âyetteki mîkat, yetmiş kişi ile birlikte olduğu mîkattır. Bu
da iki ayrı mîkatın olduğunu göstermektedir.
A'râf
sûresinin 142 ve 143. âyetlerindeki mîkat, İsrâiloğulları'nın buzağıya
tapmalarından önce olduğu halde, 155. âyetteki mîkatın buzağıya tapmalarından
sonra olduğunu görüyoruz. Müfessirler Hz. Musa'nın yetmiş kişiyi nasıl seçtiği
anlatılmaktadır. Buzağıya tapınmadan sonra yüce Allah onun seçeceği yetmiş
kişiye tövbe etmeleri için huzurda bulunma zamanı tayin etti. Allah Neden
yetmiş adamı seçip getirmesini emretmiştir? Bu sorunun cevabını verebilmek
için A'râf sûresinin 151. âyetine bakmak gerekiyor. Ama 155. âyetin sonunda
genel bir af dilemenin olduğuna şahit oluyoruz. İki kişi için af duası yapmak
yerine, umum için af dilemenin daha doğru olacağının eğitimi verilmektedir.
2. "Onları, o müthiş deprem yakalayınca ...". Daha önce Semûd
kavmini (A'râf 7/78) ve Medyen halkını da (A'râf 7/91) "reefe" denen
şiddetle sarsmıştı. Bu sefer de Hz. Musa'nın toplumunu aym deprem yakalamıştır.
Semûd, Medyen ve İsrâiloğullan'nın benzer taraflarından biri de bu
cezalandırılma şekli olmuştur. Bunun hukukî çıkanmı şudur: Benzer suçlara
benzer cezalar uygulanmaktadır. Ceza hukukunda en zor konulardan biri, hangi
suç veya suçlara ne kadar ceza uygulanacağıdır. Hele aynı ağırlıkta olan
suçlan tesbit etmek ve onlara aynı ceza şeklini uygulamak bu işin en zor yanı
olmaktadır.
Onları
recfe niye yakaladı? Recfenin karşılığı şiddetli deprem, yani yer
sarsıntısıdır. Yeri sarsacak kadar ne gibi bir ağır fiilleri olmuştu? Buzağıya
tapmalarının, yani şirk koşmalarının neticesi olabilir mi? Bu sorulara cevap
verebilmek için Bakara sûresinin 55 ve Nisa sûresinin 153. âyetlerine bakmak
gerekir. Bu âyetlerde İsrâiloğulları'nın Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça kendilerine
göstermesini istedikleri gündeme getirilmektedir. Bu isteklerinin ardından
onları yıldırım çarptığına dikkat çekilmektedir. Bazı müfessirler A'râf
sûresinin 155. âyetindeki recfe denen depremi bu yıldırımla
aynîleştir-mektedirler. Halbuki Nisa sûresinin 153. âyetinde yıldırım
çarpmasından sonra buzağıya taptıkları anlatılmaktadır. Demek ki yıldırım
çarpmasının sebebi, Allah'ı açıkça görmek istemeleridir. A'râf sûresinin 155.
âyetinde Hz. Mûsâ, "beyinsizlerin işlediği yüzünden" demektedir. O
zaman recfe denen deprem bir eylemin, yıldırım da bir söylemin karşılığı
olmaktadır. Eylem olunca, akla gelen ilk konu buzağıya tapınmalarıdır. Allah'ı
görmek istemelerinin karşılığı yıldırım, buzağıya tapınmalarınınki ise deprem
olmuştur.
3. "Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce
helak ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak edecek
misin?" "Daha önce helak ederdin" ifadesinden anlaşılıyor ki,
burada İsrâiloğulları'nın Allah'ı açıkça görmek istemeleri kastedilmektedir.
Çünkü Allah'ı görmek istemek, buzağıya tapınmaktan daha büyük bir cezayı
gerektirmekte idi. "Onları ve beni" demesi de kendini toplumdan
ayırmadığını ifade etmektedir.
"İçimizden
birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak edecek misin?"
ifadesinden anlıyoruz ki, İsrâiloğulları'nın tamamı buzağıya tapmadı, "içimizden birtakım kimseler"
denmesi buna işaret etmektedir. Ama Hz. Mûsâ onları beyinsizlikle
vasıflandırmaktadır. Sefîh kelimesi, Bakara sûresinin 142. âyetinde açıklandı.
Peki Hz. Mûsâ neden kendisinin de helak edilebileceğini söylemiştir? Çünkü Hz.
Mûsâ da A'râf sûresinin 143. âyetine göre Allah'ı görmek istemişti. Bu
bağlantı, "Acaba recfe denen deprem, buzağıya tapmalarından önce Allah'ı
görmelerinin ardından olmuş olabilir mi" sorusunu akla getirmektedir.
Akla gelen bu soruya hiç gerek yoktur. Önceki helak, Allah'ı görme isteği,
şimdiki de buzağıya tapınma eylemi olarak netlik kazanmaktadır.
Âyetin
bu kısmında yer alan Hz. Musa'nın ifadesinde bir sebep-sonuç ilişkisi yer
almaktadır. "Beyinsizlerin yaptığı iş sebebiyle" demesi, buna delil
teşkil etmektedir. Demek ki Allah'ın bir toplumu helak etmesinin sebebi, o
toplumun eylemleri olmaktadır. İnsanların eylemleri arş-ı a'laya yükselerek
helaki alıp gelmektedir. Yoksa Allah keyfî olarak kimseyi helak etmez. Böylece
yüce Allah, Hz. Musa'nın, helak ile insanların eylemleri arasında kurduğu bu
ilişkinin doğru olduğunu görerek bize bir eğitim uygulamaktadır. Hz. Musa'nın
yakarışının recfe denen şiddetli yer sarsıntısı anında olduğunu
söyleyebiliriz. Hz. Mûsâ birilerinin yaptığı yanlışlarla, diğerlerinin
cezalandırılmamasını istemektedir. Birilerinin işlediği günâhın toplumun tamamına
mal edilmemesi konusunda dilekte bulunmaktadır.
4. "Bu is senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla
dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin" . Bu kısımdan
çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:
a) Âyette geçen "sarsıntı, yani deprem"in Allah'ın bir
imtihanı, bir denemesi olduğu söylenmektedir. Böylece Hz. Mûsâ,
İsrâiloğullan'nın doğru yola gelip gelmeyeceğini, yanlış fikirleri ve
davranışları bırakıp bırakmayacaklarının denendiğini anlamıştır. Başlarına
gelen bu sarsıntının sebebini nerede arayacaklarının tesbiti yapılmaktadır.
Bunun yapılabilmesi için de imtihan gerekli idi.
b) Allah'ın imtihanla bazılarını saptırmasının anlamı, insanların hür olduğunu
ortaya koymaktadır. Depremin sebebinin kendi eylemleri olduğunun farkına
varamayanlar, yoldan çıkmışlardır. Allah'ın saptırması da, onların bu
sapıklığını tescil etmesidir. Depremin sebebi olarak kendi eylemlerini görenler
doğru yolu seçtiklerinden, Allah onların bu durumunu kayıt altına almaktadır.
c) Buradaki saptırmayı "mahvetmek" anlamına alabiliriz. O zaman
"doğru yola üetme"ye de "kurtarmak" mânası verilebilir.
Âyetin bu kısmına da "Sen onunla dilediğini mahvedersin, dilediğini de
kurtarırsın" mânası verilebilir. Bu anlam âyetin önceki bölümlerine uygun
düşmektedir. Ortada bir deprem vardır. Hz. Mûsâ da helakten bahsetmektedir.
Bunlardan hareketle saptırmaya, "helak etmek, mahvetmek" mânası
verilebilir, doğru yola iletmeye de "kurtarmak" denebilir.
Hangi
mânada alınırsa alınsın, ortada insanın hür irâdesinden kaynaklanan bir
davranış ve inanış biçimi vardır. Bunu da yüce Allah'ın hür irâdesine, kendi
dilemesine göre değerlendirme yetkisi vardır. Hür irâdenin ürünü olan eylemi,
hür irâdeye dayanan değerlendirme karşılayacaktır. Kulun hürriyeti, Allah'ın
hürriyeti; kulun eylemi, Allah'ın eylemi ile bir şekilde buluşacaktır. Bu
buluşmanın kulun aleyhine olmaması için gerekli eğitim verilirken, Hz. Mûsâ
ile İsrâiloğulları model olarak seçilmiştir.
5. "Sen bizim velîmizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen
bağışlayanların en üstünüsün!" Buradaki velî kavramı Allah'ın bir
sıfatıdır. "Dünya ve âhirette insanların bütün durumlarına yardım eden,
koruyan, sığınak olan, hâkimiyeti altına alan" anlamına gelmektedir. Hz.
Mûsâ velî sıfatına anlam verirken, af ve merhameti de onun kapsamına
almaktadır.
Böylece
Hz. Mûsâ Allah'ın velî, gafur ve rahîm sıfatlarını gündeme getirmektedir. Bu
sıfatlarla Allah'a yalvarmaktadır. Aslında Hz. Musa'nın yalvarış şekli bize
öğretilmekle, Allah'a nasıl yalvaracağımıza yön verilmektedir. Hz. Musa'nın
yalvarışı burada kalmayıp sonraki âyette de devam etmektedir. Netice olarak
diyebiliriz ki bu duaların bize öğretilmesi, onların kabul edildiğine işaret
etmektedir.[86]
156.
Bize, bu dünyada iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük. (Allah)
buyurdu ki: "Kimi dilersem, onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi
kuşatmıştır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara
yazacağım".
Bu
âyet 155. âyetin devamı durumundadır. Hz. Musa'nın 155. âyetin sonunda başlayan
duası bu âyette devam etmektedir.
1. "Bize, bu dünyada iyilik yaz, âhirette de.". Râzî âyetin bu
kısmını, 155. âyette geçen velî kavramına bağlayarak açıklamaktadır. Velî denen
yardımcıdan iki şey beklenir: Birisi zararı gidermek, diğeri de fayda temin
etmektir. Zararı gidermek faydayı temin etmekten daha önce gelmektedir. Bundan
dolayı Hz. Mûsâ yüce Allah'tan bağışlamasını ve merhamet etmesini dileyerek,
zararı ortadan kaldırma duasını yapmıştır. Ardından dünya ve âhiret hayatı
için iyilik ve güzellik istemiştir.
Râzî'nin
bu açıklamasına katılmamak mümkün değildir. Ama neden zararın kaldırılmasının
faydanın temininden önce geldiğine açıklık getirmemektedir. Bize göre zararı
gidermenin fayda temininden önce gelmesinin sebebi şudur: Zarar içinde olan
insana fayda temin etmek neye yarayacaktır? Paslı bir demire pasını gidermeden
boya sürmenin ne anlamı vardır? Önce pas zımparalanıp giderilir, sonra boya
sürülür; o zaman boya kalıcı olur. Velî merhamet eder. Velî, daima iyilik
üretir. Bu sebepledir ki, deprem ve helak kavramlarının bulunduğu şartlar
altında Hz. Mûsâ, bu ilâhî sıfata sığınmaktadır. Bakara sûresinin 200.
âyetinde sadece dünya için iyilik istemenin doğru olmadığı ve bu istekte
bulunanın âhiretten hiç nasibi olmayacağı vurgulanmıştı.
Bakara sûresinin
201. âyetinde dünya ve âhiret için iyiliğin istenmesi önerilmektedir. Onun
içindir ki Hz. Mûsâ hem dünya hem de âhiret için iyilik istemektedir. Fakat bu
iyiliği isterken "Bizim için yaz!" ifadesini kullanmaktadır. Buradaki
"yaz" dileğini İbn Abbâs ve Râzî, "Bize vacip kıl!",
Zemahşerî ve Nesefî "Bizim için sabit kıl!" şeklinde
mânalandırmış-lardır.
Burada
sorulacak soru şudur: Dünya için iyilik, âhiret için iyilik ne anlama
gelmektedir? Çünkü iyilik kavramı oldukça izafîdir. Müfessirler dünya için
iyiliği şu şekilde yorumlamaktadırlar: İbn Abbâs bilgi, ibadet ve günâhtan
korunmuş olmayı, dünya hayatının iyiliği; cennetin güzelliği ve nimetini de
âhiretin iyiliği olarak nitelendirmektedir. Kâdî Beyzâvî ve Nesefî, iyi yaşam
ve Allah'a itaati nasip etmeyi dünya hayatımn iyiliği, cenneti de âhiret
hayatının iyiliği olarak görmüşlerdir. Hâzin dünya hayatının iyiliği olarak
iyi amellerin ürününü, günâhlardan affolmayı da âhiretin iyiliği olarak almıştır.
Bütün bu açıklamalardan dünya hayatı için iyiliğin, dünya hayatındaki mutluluk
ve bu mutluluğu getiren her şeyi ifade ettiğini, belâlardan, zorluklardan,
kötülüklerden arınmış, nimetlerle, güzelliklerle, lütufla ve iyi amellerle dolu
olan bir hayat anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Hz.
Musa'nın bu duasından çıkarılacak diğer bir ilke de şudur: Bir insan peygamber
bile olsa, dünya ve âhiret için iyiliği, ilâhî takdir ve müdahale olmadan elde
edemez. O iyiliği elde etmek için bütün gayretini sarfettik-den sonra ilâhî
takdîri ve müdahaleyi devreye sokmak için Allah'a yalvarma-lıdır. Dünya ve
âhiret hayatında mutluluğu elde etmek, insan için oldukça zordur. Âyetin
başında yer alan yaz emri, "takdir et, ihsan et, lütfet" mânalarına
gelmektedir. Velî sıfatına sahip yüce Allah bu iyilikleri insana nasip
etmektedir. Önemli olan bu sıfaü harekete geçirecek gerçek duayı yapabilmektir.
Âyetin ilk kelimesi olan "yaz" emrinin mânasını, Bakara sûresinin
201. âyetindeki "ver"le karşılayabiliriz. Yaz demek, ver demektir,
ver de yaz demektir.
2. "Biz sana döndük". Hz. Mûsâ, A'râf sûresinin 153. âyetindeki
mesajı gündeme getirerek tövbe etmektedir. O âyette kötülük işleyip ardından
tövbe edenlerin affedileceğinin ilân edilmesinden dolayı, bu âyette de
"Biz sana döndük" demek suretiyle tövbe ettiği belirtilmektedir.
Âyetin bu kısmındaki hüdnâ (döndük) ifadesinden çıkarılacak ilkeler şunlardır:
Duanın yapısında çoğul bir ifade yer almaktadır. Tövbenin topluca yapıldığı
ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, bu yakansın özünde tevhîd inancı yer
almaktadır. "Sana döndük" ifadesi, "Senden başkasını tanrı
edinmekten vazgeçtik" anlamını da taşımaktadır. "Biz sana
döndük" ifadesi, âyetin birinci kısmındaki dünya ve âhiret için iyiliği
isteme dileğinin de sebebi durumundadır. Eğer Allah'a yönelmeselerdi, O'ndan
böyle bir istekte bulunmaları imkânsızdı.
3. "(Allah) buyurdu ki: 'Dilediğimi azabıma uğratırım; rahmetim ise
her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize
inananlara yazacağım". Hz. Mûsâ ve beraberindekilerin duası yüce Allah
tarafından cevaplandırılmaktadır.
a) Allah'ın azabı her şeyi kuşatmamıştır; azabı hak edene, azap edeceğine
işaret etmektedir. Yüce Allah'ın azap etme konusundaki dileği, kulun yanlış
hareketine göre oluşmaktadır. Dilediğine azabı isabet edecektir, ama o dileği
de kulun günâhının temelleri üzerine kurulmaktadır.
b) Azabı bazı kimselere isabet ederken, rahmeti her şeyi kapsamıştır.
Hiçbir canlı O'nun rahmetinin dışında kalamaz. Zaten Allah hiçbir şeyi rahmetinin
dışında bırakmaz. Yüce Allah azabı ile rahmetini mukayese ederek
açıklamaktadır. Rahmetinin kapsayıcı, ama azabının hak eden bazılarına isabet
edici olduğunu beyan ederek, cezalandırmadan yana olmadığım vurgulamaktadır.
Daha önce En'âm sûresinin 54. âyetinde, "Rabbiniz merhamet etmeyi
kendisine yazdı" ilkesi görülmüştü. Ama hiçbir âyette azabı kendisine
yazdığını bulmak mümkün değildir. Günâh işleyip tövbe etmeyen azabı kendisine
yazdırır, ama Allah rahmeti kendine yazmıştır. Rahmet, Allah'ın zâtının gereği
olmasına rağmen, azap Allah'ın zâtının değil, kulun amelinin gereği
olmaktadır. Rahmet asıl, azap ise ayrıntıdan ibarettir.
Öyle anlaşılıyor
ki Hz. Mûsâ ve yanındakilerin tövbe edip dünya ve âhiret için iyilik
istemeleri, yüce Allah'ın azapla rahmeti mukayese eden açıklamasını
getirmiştir. Azabın o şekilde açıklanması, onların karamsarlığa düşmemelerini;
rahmetinin her şeyi kuşatıcı olduğunu söylemekle de ümitlerini canlı
tutmalarını temin etmektedir. Hz. Peygamber şu hadîsi ile Allah'ın gazabı ile
rahmetini mukayese ettiğini söylemektedir: "Benim rahmetim gazabımı
aşar".
c) Yüce Allah âyetin son kısmında rahmetini kimlere yazacağını açıklamaktadır.
"Sakınanlara yazacağım". "Sakınan" kelimesi, takva kavramının
yüklem kalıbının mânası olarak alınmaktadır. Bunun anlamı, takva denen ruh
olgunluğuna ulaşan, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan, günâhları
işlemekten kendini koruyan, farzları yerine getiren demektir.
Demek
ki insanın kötülüklerden sakınması, Allah'a olan sevgisinden dolayı O'nu üzmek
istememesi, ilâhî âleme yücelerek Allah'ın rahmeti yazmasını temin etmektedir.
Böylece yüce Allah takvaya yeni bir tanım getirmektedir. Takva, Allah'ın
rahmetini yazmasını temin eden insanın ruh olgunluğu ve sakınma eylemidir.
Burada takva ile rahmetin arasındaki ilişkiye şahit oluyoruz. Rahmeti yazdıran,
bir manevî oluşumun adı olmaktadır. Demek ki Hz. Mûsâ ve taraftarlarına hem
azap hem rahmet hem de rahmet ile takva ilişkisi konusunda bir ders
verilmektedir.
"Zekâtı
verene yazacağım". Zekâtı vermenin anlamı, insanın insana merhamet etmesi
demektir. İnsana merhamet edene yüce Allah rahmetini yazacaktır. Merhamet
edene Allah rahmet edecektir. Merhamet edene rahmet olunur. Fakirin derdinden
anlayan, onun durumunu gönlünde hisseden ve çözmeye çalışan insanlara Allah
rahmetini yazacaktır. Demek ki Allah'ın rahmeti, paylaşımın olduğu yerde
kendini göstermektedir.
"Âyetlerimize
inananlara yazacağım". Allah'ın peygamberlerine verdiği mucizelere ve
âyetlerine inananlar, ilâhî merhameti hak etmektedir. İman da ilâhî rahmeti
çağırmaktadır. Takva denen sakınma, paylaşım denen zekâtı vermek ve Allah'ın
âyetlerine inanmak gibi gönül eylemleri Allah'a yücelmekte, rahmetin
yazılmasını temin etmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, Hz. Musa'nın dünya ve âhiret için istediği
"iyilik", âyetin sonunda rahmet olarak mânalandırılmaktadır. Böylece
yüce Allah, Hz. Mûsâ ve yanındakilere dünya ve âhirette iyilik isteyebilmek
için bazı davranışları sergilemeleri gerektiğini söylemektedir. İman etmek,
zekâtı vermek ve sakınma denen ruh olgunluğunu oluşturan takvaya ulaşmak, bu
eylemleri meydana getirmektedir. Hz. Musa'nın iyilik dediğini, yüce Allah
rahmet olarak mânalandırmaktadır.
Yağmur
denen rahmetin yağması için yeryüzünden buhann yükselmesi gerekiyor. İyilik
denen ilâhî rahmetin yeryüzüne inebilmesi için takva, zekât ve iman gibi dinî
ve sosyal değerlerin buharlaşıp ilâhî âleme yükselmesi gerekiyor. Böylece yüce
Allah, Hz. Musa'ya verdiği bu dersle bizim neslimize ve geleceğin insanlığına,
rahmetle insanların amelleri arasındaki ilişkiyi anlatmakta, azapla rahmetin
farkını ortaya koymakta ve Allah'tan dilekte bulunmanın şekline dair örnekler
vermekte, Hz. Mûsâ modeli ile tövbe ve istekte bulunmanın metodunu
öğretmektedir.[87]
157.
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları ümmî peygambere
uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, güzel şeyleri onlara
helâl kılar, pis şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarındaki ağırlıklarını indirir,
üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. Ona inanan, onu desteleyen, ona
yardım eden, onunla indirilen ışığa uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir.
Âyetin
başındaki ellezîne dikkate alındığında, bu âyetin 156. âyetin devamı olduğu
anlaşılacaktır. "Sakınanlara, zekâtı verenlere, iman edenlere rahmeti
yazacağı" buyurulurken, bu âyette ona bir ilâve daha yapılmaktadır. Şu
özelliklere sahip olan peygambere tâbi olanlara da rahmet yazacağı ifade
edilmektedir.
Burada
şöyle bir soru sorulabilir: Neden 156. âyetin içinde ona yer vermedi de onu
bağımsız bir âyet olarak şekillendirdi? Bu sorunun cevabı, 157. âyette yer alan
Hz. Muhammed'e kimlerin tâbi olacağı meselesini de çözümleyecektir. Çünkü 156.
âyet doğrudan doğruya Hz. Mûsâ ve onun yanındakileri muhatap alırken, 157.
âyetin onları muhatap alması mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed'den asırlar
önce yaşamış olan insanların, ona tâbi olma imkânı yoktur. O zaman yüce Allah,
Hz. Muhammed zamanındaki İsrâ-iloğulları'nı kastetmektedir. Onun için aynı
âyetin içinde değil de bağımsız bir âyet olarak ona yer verilmiştir. Çünkü 157.
âyette İncil'den de bahsetmektedir. 156. âyetin içeriğine bakınca, o dönemde
İncil'in de gönderilmemiş olduğunu görmek mümkündür.
Şimdi
157. âyetin analizine geçerek gerekli olan çıkarımları yapabiliriz: Âyetin
tamamında Hz. Muhammed'in özelliklerinin açıklandığı da dikkate alınması
gereken bir husustur. Bütün insanlığın ve özellikle İsrâiloğul-ları'nın tâbi
olmasının istendiği peygamberin özellikleri nelerdir? Dikkat edilirse bu âyet
bizzat Hz. Musa'nın 155 ve 156. âyetlerindeki yakarışının cevabı olmaktadır.
Âyet bizzat Hz. Musa'ya inmiş, Kur'ân'da tekrar gündeme getirilmiştir. Demek
ki Hz. Peygamber'in bu özelliklerini yüce Allah Hz. Musa'ya anlatmıştır.
1. Bize göre Hz. Peygamber'in resul olması onun Allah'ın emirlerini alıp
insanlara aynen ulaştırması, nebîlik özelliği de bizzat kendisinin o buyrukları
tatbik etmesi, kendini onlardan sorumlu tutarak hayata geçirmesi özelliğidir.
Resul özelliği ile
asla hata yapamaz; getirdiği mesaja bir harf bile ilâve edemez (Hakka
69/44-46), ama nebîlik özelliği ile bazı yanlış fetva ve uygulamalarda
bulunabilir. Meselâ Tahrîm sûresinin 1. âyetinde kendisine şu şekilde bir
sorgulama yapılmaktadır. Burada nebî özelliğine hitap edilmektedir: "Ey
nebî! Hanımlarının rızâsını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun?" Bu âyette helâli haram kılma gibi bir hatanın,
onun nebîlik özelliğinden kaynaklandığım görüyoruz. Nisa sûresinin 65. âyeti
açıklanırken bu konudaki hadîsler gündeme getirildi. Oraya dönülürse, Hz.
Peygamber'in vahyin dışında hata edileceğini söylediği görülecektir. Kısaca
yüce Allah asırlar sonra İsrâ-iloğullan'ndan ve bütün insanlıktan resul ve
nebî, yani elçi ve haberci olan bir peygambere tâbi olmalarım istemekte ve bu
tâbi olmayı rahmetini yazmak için bir sebep kılmaktadır.
2. "Resul ve nebî olan o peygamber ümmî idi". Buradaki ümmî
kelimesi, "okuma yazma bilmeyen" anlamına alınmıştır. Elmalılı Hamdi
Yazır, "anasından doğduğu hal üzerinde kalmak, bir ümmete mensup olmak,
Ümmülkurâ'ya (Mekke) mensup olmak" üzere üç mâna vermiştir. Bize göre ümmî
kelimesi, "okuma yazmayı bilmeyen" anlamında değil de ahlaken
"anadan doğmuş gibi günahsız" mânasına alınmalıdır. Okuma yazma
bilmeyen bir peygamber, vahiy kâtiplerinin yazdıklarının doğru olup olmadığım
nasıl takip edecektir? Vahiy kâtiplerinin yazdıklarını kontrol etmemiştir,
iddiasım doğru kabul edebilir miyiz? Hz. Peygamber'den önce kitap verilen
peygamberler de okuma yazma biliyorlardı. Hz. Musa'nın Tûr dağından alıp
getirdiği levhalardaki yazılan okuyamıyor idiyse, nasıl peygamberlik yapmıştı?
Okuma
yazma bilmemek, bir anaya mensup olmak anlamına alınmamalıdır. Ahlâkî temizlik
bakımından anasından doğduğu gibi olmasını ifade etmektedir. Müfessirler Ankebût
sûresinin 48. âyetini delil getirerek ümmîlik kavramına okuma yazma bilmemek
anlamını vermektedirler:
"Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de
elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı".
Bu
âyet ilk bakışta Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğinin bir delili olarak
görülmektedir. Bir kutsal metni okuyup yazmadığı anlamına alınsa bile, onun
okuyup yazma bilmediği mânasına gelmemelidir. Âyetteki kitap kavramı, özel bir
anlam taşımaktadır. Daha önceki peygamberlere gelen vahyin bulunduğu kitap
demektir. Böyle bir kitabı ne okumuş ne de yazmıştır. Bir kutsal kitabı okuyup
yazmamak bir şey, okuma yazma bilmemek ise başka bir şeydir. Her okuma yazma
bilen bir insan mutlaka kutsal kitabı okuyup yazacak anlamına gelir mi?
3. "Onu yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buluyorlar".
Hz. Peygamber'in ikinci özelliği, Tevrat ve İncil'de müjdelenmiş olmasıdır.
İncil'i gündeme getirmekle, Hz. Muhammed dönemindeki İsrâiloğulları'nın hedef
alındığı ispat edilmektedir. Fetih sûresinin 29. âyetine göre, Hz. Muhammed'in
Tevrat'taki ismi Muhammed'dir. Sâf sûresinin 6. âyetine göre de İncil'de
Ahmed'dir. Hz. Peygamber'in geleceğine, yani zuhuruna dair günümüzün Eski Ahid
kitabında da bazı âyetleri buluyoruz: "Onlar için kardeşleri arasından
senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona
emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek" (Tesniye, 18/8).
Kitâb-ı
Mukaddes'te geçen bu âyette yer alan "kardeşleri arasından" ifadesi,
Araplar'ı işaret etmektedir. Çünkü Araplar Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'e
ulaşmaktadır. Araplar ile İsrâiloğullan kardeş çocuklarıdır. Kitâb-ı
Mukaddes'te kastedilen peygamber, Araplar'dan gelecek olan peygamberdir. Diğer
taraftan Yuhanna İncili'nin 14. babının 16. âyetinde, "teselli edici"
birinin gönderilmesi için Allah'a dua edeceği bildirilmektedir. Aslında bu kelime
Parakletos'tur. Bu kelimenin Yunanca karşılığı, "çok övülen" anlamına
gelen Periklytos'tur. Arapça eş anlamlıları "övgü" anlamına gelen
hamd, "övdü" anlamına gelen hamidedir, yani başka bir ifade ile
Muhammed ile Ahmed'in anlamını taşımaktadır.
Yanlarındaki
Tevrat ve İncil'de yazılı olan peygamberin isimleri bunlardı. Öyle anlaşılıyor
ki Hz. Peygamber zamanına kadar gelen Tevrat ve İncil'de bu isimler yer
almaktaydı. Yüce Allah İsrâiloğulları'ndan, kendi kitap-lannda yazılı olan
peygambere tâbi olmalarını istemiş ve bunu rahmeti için sebep kılmıştır.
4. "O, onlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden alıkoyar".
Bundan önceki üç şey, Hz. Peygamber'in vasıflarını teşkil ederken, burada
görevi belirlenmektedir. Bundan sonra âyette yer alan Hz. Peygamber'in
görevleri olacaktır. "Onlara"
denirken, hem İsrâiloğulları hem de diğer insanlar kastedilmektedir. İyi ve
kötü olanı kim belirlemiştir de Hz. Peygamber onları emretmekte ve
yasaklamaktadır?
Hz.
Peygamber'in resul ve nebîlik özellikleri gündeme getirilmişti. Bunun ardından
neyin iyi, neyin kötü olduğunun Allah tarafından vahyedildiği gerçeğidir.
Birinci derecede iyi, tevhîd inancı; kötü de şirktir. Peygamberlerin birinci görevleri
budur. Ama iyi ve kötü, ahlâkî alan için geçerli olan iyi ve kötü de olabilir.
İsrâiloğulları ve dönemin Araplar'mın en önemli yanlışları, şirk koşmaları
idi. Şirkten onları uzaklaştırıp onlara tevhîd inancını kazandırmak, ilâhî
eğitimin ilk basamağını teşkil ediyordu.
5. "Güzel şeyleri onlara helâl kılar, pis şeyleri yasaklar".
Güzel şeylerden kasıt, temiz ve hoş olan şeylerdir. Neyin temiz, neyin pis
olduğunu din adına peygamber belirleyemez. Peygamber sadece Allah'ın
belirlediği, temiz ve pis şeylerin neler olduğunu öğreterek helâl ve haram
ilkelerini tesbit etmektir. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini öğretip topluma
kazandırmak, peygamberlerin görevidir. İyi ile kötü daha çok ahlâkî, temiz ile
pis, fikrî ve ekonomik alanda geçerli kavramlardır.
Burada
sorulacak soru şudur: Hz. Peygamber'in bu özellikleri, Hz. Mû-sâ ile ilgili bir
konu anlatılırken niçin zikredilmektedir? Bu sorunun cevabını Nisa sûresinin
160-161. âyetleriyle vermek mümkündür: "Yahudilerin zulmü, bir de çok
kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasak edildiği halde faiz
almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine
(daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram
kıldık".
Bu âyetlerden
anlıyoruz ki zulüm, Allah yolundan insanları çevirmek, faiz yemek, kul hakkı
yemek gibi kötü eylemlerden dolayı bazı helâl şeyler yahudilere haram
kılınmıştı. Hz. Peygamber, yahudilere bir ceza olarak ha-Tam kılman temiz ve
hoş şeyleri helâl kıldığından dolayı konu burada gündeme getirilmektedir.
Aslında Nisa sûresinin 160. âyetinde geçen harremnâ kelimesini "yoksun
bırakmak" anlamında almak daha doğru olacaktır. Bunun anlamı îsâ'dan
sonra İsrâiloğullan'nı güzel ve hoş şeylerden mahrum, yani yoksun bırakmasıdır.
Hz.
îsâ'dan sonra onların aşağılanmaları, sıkıntı çekmeleri, diğer milletlerin
yararlandığı hayatın nimetlerinden asırlar boyu yoksun bırakılmaları
anlatılmaktadır. Hz. Muhammed'e gönderilen vahiy daha önce yahudilere
yasaklanan ve yoksun bırakılan şeyleri helâl kıldı, onlardan istifade etmelerini
serbest bıraktı. Kendilerine haram kılınan ve kendilerinin yoksun bırakıldığı
güzel şeyleri helâl kılan mesajı getiren peygambere tâbi olanlara yüce Allah
rahmetini yazacaktı.
Mâide
sûresinin 3 ve 90. âyetlerinde geçen pis şeyleri de yasaklayarak, helâl olan
yiyeceklerle haram olan yiyeceklerin sınırını tesbit etti. Ayrıca bakara
sûresinin 275, Âl-i İmrân sûresinin 130. âyetlerinde faizi, Nisa sûresinin 2
ve 10. âyetleri ile de yetim malını yemeyi, Bakara sûresinin 183 ve Nisa sûresinin
29. âyetleriyle de kul hakkını yemeyi yasakladı. Bu arada Kur'ân'm diğer
âyetlerinde geçen haramları tesbit ederek pis şeylerle güzel ve hoş şeylerin
alanını ve onları birbirinden ayıran çizgiyi belirlemiş oldu.
6. '''Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir".
a) Âyetin bu kısmında iki önemli görev gündeme getirilmektedir. Yük ya da
ağırlık anlamına gelen ısr, Kur'ân'da üç yerde geçmektedir. Bakara sûresinin
286 ve A'râf sûresinin 157. âyetlerinde "yük", Âl-i İmrân sûresinin
81. âyetinde de "ahd" mânasını ifade etmektedir. "Ağırlık,
şiddet, temayül, şefkat" mânalarına gelen bu kavram, daha çok yük anlamı
ile bilinmektedir. Yanlış bir davranışa verilen cezanın ağırlığı, şiddeti
mânasına geldiği gibi, dinî bir görevin ağırlığını da ifade etmektedir. Bu
mânalardan hareket ederek bu yükün ne olduğuna bakabiliriz: Birisi Hz.
Musa'nın getirdiği mesajda yer alan hükümlerin ağırlığı, diğeri de
İsrâiloğuları'nın Hz. îsâ'dan sonra güzel ve hoş şeylerden mahrum
bırakılmaları, çeşitli sıkıntılara uğramalarının oluşturduğu ağır yükü onlardan
kaldırması anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 286. âyetinde şu dua yer
almaktadır: "Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük
yükleme!" Hz. Peygamber öncekilere yüklenen ağır yükü indirmekteydi. Âyetin
bu kısmında geçen anhüm zamiri, İsrâ-üoğullan'na gitmektedir. Yüce Allah Hz.
Peygamber'in İsrâiloğulları'na yönelik neleri yaptığım açıklamaktadır.
b) "Üzerlerindeki zincirleri indirir". Buradaki zincir ifadesi,
hürriyetle alâkalıdır. İnsanlar arasında hor görülme, itilme ve hürriyeti
elinden alınmanın bir anlamı da ayağına zincir vurulmaktır. Zincirlerin
onların ayağından çözülmesi görevi de Hz. Muhammed'e verilmiştir. Kur'ân'ın
mesajı, insana insan olma onurunu vermek, tedrîcî olarak köleliği ortadan
kaldırmakta, aklı kullanmayı, iman etmeyi öne çıkarttığı için artık
İsrâiloğulllan'nın da horlanmasını yasaklayıp ayaklarındaki zinciri kırmıştır.
Diğer
taraftan âyette geçen zincir ifadesi, hukukî bakımdan insanın hürriyetine
vurulan zincir mânasına da gelmektedir. Düşünceye vurulan zincir, hukukî
zincirden daha kötüdür. Hz. Muhammed, Kur'ân mesajı ile düşünceye vurulan
zincirlerin kilidini açıyordu. Bu görevi yerine getiren bir peygambere tâbi
olmaları, onlara rahmetin verilmesini temin edecekti.
Yüce
Allah İsrâiloğullan'na Hz. Muhammed'in hangi konularda devrim yaptığını, hangi
konularda faydalı olduğunu anlatarak, ona tâbi olmalarını temin etmeye
çalışmaktadır. Ekonomik, ahlâkî, hukukî ve fikrî mânadaki düzenlemelerin
tetkik edilip anlaşılması ve takdîr edilmesi, bu tâbi olma eylemini
gerçekleştirecektir. Âyetin 4, 5 ve 6. kısımlarından anlıyoruz ki, insanoğlu
tâbi olacağı insanın kendisine hangi faydayı sağladığına bakar. Çünkü insan
doğası gereği faydanın peşinde koşar. Yüce Allah Hz. Muhammed'in
İsrâiloğulları'na temin ettiği faydayı anlatarak, onun peşinden gitmelerini
sağlamaktadır.
Bu
hususlardan ilk üçü Hz. Peygamber'in özelliklerini, ikinci üçü de görevlerini
belirlemektedir. Özellik ve görevleri burada İsrâiloğullan'nı özel olarak,
insanlığı da genel olarak ilgilendirmektedir. Bu vasıf ve görevlerle donatılmış
peygambere karşı nasıl bir tavır takınılacağı âyetin devamında açıklanmaktadır.
a) "O peygambere inananlar" ifadesi özel mânada
İsrâilo-ğulları'na, genel mânada insanlığa hitap ederek, Hz. Peygamber'e
inanılmasını istemektedir. Ancak burada iman etme konusunda bir emir değil de
bir iman etme şekli gündeme getirilmektedir. Sıla cümlesi ile
"inananlar" kalıbında getirilmektedir. İnanmanın faili,
İsrâiloğuları veya genel olarak insanlar olmaktadır. Kendi hür irâdesi ile Hz.
Peygamber'e inanan insanlara ne olacağı âyetin sonunda gelmektedir.
b) "Onu destekleyip yüceltenler" ifadesi kısmında geçen if
'azzere fiilinin "yüceltmek, saygı göstermek" anlamına geldiğini
söyleyen Râzî, kelimeye "menetmek, engellemek, kötülüğü işlemekten
alıkoymak" anlamını veren Zemahşerî'nin verdiği mânayı da nakletmektedir.
Hz. Peygamber'e inanmaktan hemen sonra onu yüceltmek, ona saygı göstermek eylemi
gelmektedir. Saygı gösterip yüceltmek, Ona inanmış olmanın delili ve ispatı
olmaktadır.
c) "Ona yardım edenler". Her peygambere karşı çıkıldığı, düşmanlık
yapıldığı ve bu düşmanlık duygusunun uygulamaya dönüştürüldüğü gibi, Hz.
Muhammed'e de ölümcül muhalefet yapılmıştır. Allah, Hz. Peygamber döneminde
yaşayan İsrâiloğulları'ndan peygamberine yardım edilmesini bu şekilde
istemektedir. Buradaki yardım sadece o dönemde yaşayan İsrâiloğuları'nı değil,
daha sonra gelen nesilleri de kapsamaktadır. Hatta sadece İsrâiloğullan değil,
tevhîd inancına sahip olanlar da bu kapsamın içine girmektedirler. Peygambere
ve onun getirdiği mesaja saldıranlara karşı yardım etmek, ona iman etmenin,
onu yüceltmenin bir işareti ve ispatı olmaktadır. İman edilen ve yüceltilen
bir değere yardım etmek erdemli bir davranış olduğundan, Allah ona büyük bir
değer vermektedir.
d) "Onunla indirilen nura uyanlar" .Yüce Allah âyetin bu
kısmında Kur'ân'ı bir nur olarak kabul etmektedir. Bu nur, Hz. Muhammed ile
beraber indirildi. Şûra sûresinin 52. âyetinde de Kur'ân'ın nur olduğu vurgulanmaktadır.
Bu nur insanın önünde gidecek, insanlar da ona tâbi olacaklardır. Çünkü Kur'ân
insanın önünü aydınlatarak, gelecekte onu bekleyen tehlikeleri, Allah yolunda
önüne konan engelleri ona göstermektedir. Kur'ân nurdur, çünkü nefis ve
cehaletin karanlığını, ışığı ile yok etmektedir. İnsanın düşüncelerindeki
olumsuzlukları, kemiren kurtları ona göstermekte, böylece doğru düşünmesini
temin eden ışığı vermektedir.
e) "Onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir". Yüce Allah
felah kelimesine âyetin sonunda yer vermektedir. "Kurtuluş, mutluluk,
zafer kazanmak" mânasına gelen bu kelime, cümlede ism-i fail kalıbında
gelmiştir. Böylece yüce Allah dünya ve âhiretin sıkıntılarından kurtuluşa,
nefisle mücadeleden zafere giden formülü vermektedir. Peygambere iman, onu
yüceltmek, ona yardım etmek ve onunla indirilen ışığa tâbi olmak, kurtuluşa
giden basamaklardır. Kur'ân denen ışığı takip etmek gibi önemli bir eylem,
zafere giden yolun son basamağını oluşturan dinamiklerden biridir.
Genel
mânada bu âyetten birtakım neticeler çıkartılabilir. Tevrat ve İncil'de
vasıflan yazılı olan, iyiyi emredip kötülükten sakındıran, temiz ve hoş
olanları helâl kılıp pis olanları yasaklayan, insanların yükünü ve ayaklanna
vurulan zincirleri indirip kıran peygambere (resul, nebî, ümmî) inanmak, onu
yüceltmek, ona yardım etmek ve onunla indirilen ışığa uymak bir insanlık
borcudur.
Böylece
âyet, peygamberin özelliklerini, görevlerini ve ona karşı yapılması
gerekenleri gündeme getirmekte, bu konuda derinlemesine bir din eğitimi ve öğretimi
vermektedir. İyi ve kötü, temiz ve pis, sorumluluk ve hürriyet gibi temel
değerlerle peygamberin öğretimi arasındaki ilişkinin ne olduğu belirlenmekte,
bu eğitimden sonra insanlara düşen görevler tesbit edilmektedir.
Kurtuluşu,
zaferi ve mutluluğu elde etmekle bu görevleri yerine getirmenin ilişkisine
açıklık getirilerek hem İsrâiloğulları'na hem de insanlığa evrensel nitelik
taşıyan bir ilke sunulmaktadır. Allah-peygamber-kul ilişkisi sistemindeki
değerler, eylemler ve tutumlar gündeme getirilerek, manevî hayatın dinamikleri
öğretilmektedir. Allah'ın merhametinin kimler üzerine olacağı 156 ve 157.
âyetlerde açıklanarak, insanın beyni, gönlü ve eylemlerinin oluşturacağı güce
açıklık getirilmektedir.[88]
158.
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin
sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur; O, diriltir ve
öldürür. O halde Allah'a ve Peygamberi'ne iman ediniz. Allah'a ve onun
sözlerine inanan o ümmîpeygambere iman edip uyunuz ki doğru yolu
bulaşınız".
Bu
âyet, Hz. Mûsâ ve kavmine ait kıssanın arasına sıkıştırılmış bir âyet değil,
tam tersine 157. âyetin bir devamı olma özelliğini taşımakta ve oradaki özel
mânayı evrenselleştirmektedir. 157. âyet, içeriği gereği İsrâiloğulla-rı'nı
ilgilendirirken, 158. âyet bütün insanlığı kapsamına almaktadır.
1. "De ki: 'Ey in-sanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve
yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim". Âyetin bu kısmının ana teması, Hz.
Muhammed'in Allah'ın insanlığa gönderilmiş bir peygamberi olmasıdır. Ayetteki
nâs (insanlar) ve cem' (hepinize) ifadeleri bunu delillendirmektedir. "Ey
insanlar! Sizin hepinize gönderilen bir elçiyim" denmesi, Hz. Peygamber'i
insanlığın peygamberi durumuna getirmektedir. Bu kavramların dışında şu
âyetler de buna delil teşkil etmektedir:
a) Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde, Hz. Muhammed'in bütün insanlığa, bütün
dünyaya, bütün toplumlara bahşedilen bir peygamber olduğu anlaşılmaktadır.
"( Ey Muhammed) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"
b) Ahzâb sûresinin 40. âyetinde, bütün peygamberlerin "hâtem"i,
yani mührü veya sonuncusu olduğuna dikkat çekilmektedir. "Muhammed sizin
erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin
sonuncusudur"
c) Hz. Muhammed'in evrensel bir peygamber olduğunu belirleyen, ona gelen
vahyin evrensel olmasıdır. Çünkü Kur'ân, ırk ve kültürel çevreleri aşarak
bütün insanlığa hitap etmektedir. Kimi zaman insanlara "Âdem oğulları"
denerek hitap edilir (A'râf 7/21; İsrâ 17/70), kimi zaman da "Ey insanlar"
ifadesine yer verilir (A'râf 7/158; Hucurât 49/13). Bunun anlamı Kur'ân'm, ırk
ve kültürler üstü bir kardeşliği, düşünce biçimini, bakış açısını insanlara
kazandırarak, kültürlerin çatışmasını önlemek amacında olmasıdır.
Bütün
doğmalardan uzak, dinamik ve doğurgan metin ve âyetleriyle Kur'ân, insan aklına
hitap ederek, farklılaşmaların üstüne çıkıp kavga etmelerini önlemektedir.
Kur'ân'ın hiçbir kelimesinin değişmemiş olması, evrensel değerleri savunması,
objektif hukuku öne çıkartması, haklan baş köşeye oturtması, onun
evrenselliğinin delili olmaktadır. Böyle bir vahyi getiren bir peygamberin
evrensel bir kimliğe sahip olmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Demek ki
Hz. Peygamber'in evrensel bir mesaj getirmesi, onun bütün insanlığın peygamberi
olmasını temin etmiştir.
Yüce
Allah 157. âyette Hz. Musa'nın duasına icabet ederken, rahmetini yazacağı
diğer kimseleri de belirtiyordu. 158. âyette ise Hz. Peygam-ber'den bütün
insanlığa hitap etmesi ve insanlığın peygamberi olduğunu öğretmesi
buyurulmuştur.
2. "Göklerin ve yerin sahibi, kendinden başka tanrı olmayan,
dirilten ve öldüren Allah'ın elçisi ...". Yüce Allah, bir taraftan Hz.
Peygamber'in bütün insanlığın peygamberi olduğunu ilân ederken, diğer taraftan
da kendisinin tek tanrı olduğunu, dirilten, öldüren, göklerin ve yerin sahibi
olduğu sıfatlarını da gündeme getirmektedir. Bunlar gündeme getirilirken gene
de Hz. Muhammed'in evrensel peygamberliği anlatılmaktadır. Bunu bir cümle ile
şöyle özetleyebiliriz: Hz. Muhammed, göklerin ve yerin sahibi olan,
kendisinden başka tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, insanların
hepsine gönderdiği bir elçidir. Allah'ın, kendi sıfatlarını burada saymasının
amacı, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu açıklamaktır. Böylece âyetin ilk iki
bölümünde Allah'ın sıfatları ve peygamberlik müessesesi anlatılarak, bir
ilahiyat dersi verilmektedir.
halde
Allah'a ve peygamberine iman ediniz. Allah'a ve O'nun sözlerine inanan o
ümmîpeygambere iman edip uyunuz ki doğru yolu bulaşınız". Birinci ve
ikinci bölümdeki ilahiyat dersinden sonra, insanların ne yapacağı gündeme
getirilmektedir.
a) Âyetin bu kısmında da 157. âyette Hz. Peygamber'in üç özelliği öne
çıkarılmaktadır. Resul, nebî ve ümmî olması. Bu yönüyle 157. âyetin bir devamı
olduğu ortaya çıkmakta; Allah'a ve peygamberine iman edilmesi de
emredilmektedir.
b) Hz. Muhammed de Allah'a ve O'nun sözlerine, yani onun vahyine,
Kur'ân'ına inanmaktadır. "Resul, Rabb'inden kendisine indirilene inandı,
mü'minler de" Bakara 2/285). Bunun anlamı, Hz. Peygamber'in de dine
ihtiyacı olduğudur. O da Allah'a ve O'nun vahyine inanmak mecburiyetindedir.
İnsanlara "Allah'a ve Kur'ân'a, yani kitaplarına inanınız" derken ve
bu mesajı insanlara tebliğ ederken, kendisinin inanmaması mümkün müdür? Bu
kuralı pedagojik bağlamda açıklayabiliriz: İnanmayan, başkasını inandıramaz;
tatbik etmeyen, başkasına tatbik ettiremez. Onun içindir ki Allah, Hz.
Muhammed'in, Allah'a ve O'nun vahyine inandığını insanlara ilân etmekte, bunu
kendisinin söylemesini emretmektedir. İnsanlar Allah'a ve O'nun vahyine inanan
peygambere inanacaklardır. Demek ki Allah'a ve O'nun kelimelerine inanmayan
insanlara inanılmayacaktır. İnandırıcı olmayana inanmak mümkün değildir.
c) Böyle bir peygambere inanmak, doğru yolu bulma ihtimalini gündeme
getirdiğinden, âyetin sonunda p le'alle
kelimesine yer verilmektedir.
Doğru yolu bulmak
için nasıl bir Allah'a ve peygambere inanacağını bildikten sonra iman etmek
gerekiyor.
Onun
içindir ki Allah önce "nasıl"ı cevaplandırıyor, sonra da ne yapılması
gerektiğini gündeme getiriyor. Nasıl cevaplandırılırken, Hz. Peygam-ber'in
vasıflan, Allah'ın sıfatlan anlatılıyor; ne yapılması gerektiğine de iman
edilmesi emrediliyor. Amaç bölümünde de doğru yolu bulma gündeme
getirilmektedir. Demek ki yüce Allah bunlan öğretirken, insanın doğru yolu
bulmasını hedef almaktadır. Doğru yolu bulmanın beyin ve gönül faaliyeti ile
olacağına dikkat çeken Allah, bilgiyi ve imanı ilke olarak almaktadır.[89]
159.
Mûsâ toplumunda hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir
topluluk vardır.
1. Bu âyeti açıklamak için öncelikle Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetine
bakmak gerekir: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden
bir grup bulunsun" denirken, genel bir kanun konuyor, bu âyette de Hz. Mû-sâ'nın
toplumunda böyle bir grup vardı, anlamına getiriliyor. Bir toplumda iyiye,
doğruya, hakka çağıran bir grubun olması, hem eğitimin hem sosyal hem de
siyaset açısından toplumun ayakta kalmasını sağlayacaktır. Hak ile doğru yolu
bulan ve o yola götüren grup, Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetinde geçen eylemi
gerçekleştiren grubun aynısı anlamına gelmektedir.
2. A'râf sûresinin 159. âyetinden çıkanlacak diğer bir neticeyi de Âl-i
İmrân sûresinin 113-114. âyetleriyle açıklamak gerekiyor. Hz. Musa'nın toplumunda
hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir grubun olmasının
anlamı, Hz. Musa'nın toplumundaki insanlann hepsinin aynı olmadığı, içlerinde
iyilerin de bulunduğudur.
Ancak burada
kastedilen Hz. Muhammed'in dönemindeki yahudiler mi, yoksa Hz. Mûsâ dönemindeki
İsrâiloğullan mıdır? Bize göre birinci derecede Hz. Musa'nın dönemi, ikinci
derecede Hz. Muhammed'e kadar gelen bütün dönemler, üçüncü olarak da kıyamete
kadar uzanacak olan dönemler kastedilmektedir. Eğer "Hz. Musa'nın kavminden"
kasıt, onunla çağdaş ol-maksa, belli bir zaman dilimi, yok eğer Hz. Musa'nın
kavminden olmak çağdaşlığı şart koşmuyorsa, Hz. Peygamber zamanına kadar
uzanan zamanlan anlatmaktadır. "Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin
içinde doğruluk sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye
kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Onlar Allah'a ve âhiret gününe
inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler, hayırlı işlere koşuşurlar.
İşte bunlar iyi insanlardır" (Âl-i İmrân 3/113-114). Bütün bu âyetlerdeki
fiillerin muzârî sîgasıyla ifade edilmesi, bu tür insanların her zaman
olabileceğine işaret edilmesi içindir.
Yüce
Allah bu âyetlerle İsrâiloğulları'nın hem inanç hem de ahlâkî yapılarını
gündeme getirmekte, onların arasında tevhîd inancına sahip ahlaken dürüst
insanlar olduğunu vurgulamaktadır. Böylece diğer insanların, İsrâilo-ğullan'nı
değerlendirirken, bazılarının tarihteki dikbaşlılıklarını, savaş ateşi
yakmalarını (Mâide 5/64), yeryüzünde büyüklenip bozgunculuk yapmalarını
genelleştirmelerine sebep teşkil etmektedir. Onların bazıları, bazı davranışlarıyla
toplumlarını ve bütün insanlığı sıkıntıya sokmuş olmasına rağmen, toplumlarının
tamamını kötülemenin doğru olmayacağına işaret etmektedir. Kimi zaman bu
sıkıntılar, Hz. Üzeyir ve îsâ Allah'ın oğludur (Tevbe 9/30) diyecek kadar
tevhîd inancını sarssa bile, tevhîd inancına sahip olanlarının olduğunu haber
vermektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, A'râf sûresinin 159. âyetiyle Âl-i İmrân sûresinin 104,
113 ve 114. âyetleri bir araya getirildiğinde şu gerçek yakalanabilir. İyiye,
doğruya, hakka çağıran ve kötülükten uzaklaştıran bir grubun toplumda bulunması
bir güvencedir. Toplumun yozlaşmasını, çürümesini ve gerilemesini önleyen bir
güvencedir. Nemelâzımcılığı ortadan kaldıran bu durum, toplumun ayakta
kalmasını sağlar. Böyle bir grubun toplumda olması, sorgulanmaya götüren
eylemler dizisinin canlı kalmasını sağlayacaktır. Hayatın her cephesinde
"Yanlış yapıyorsunuz, doğrusu, iyisi ve hak olanı budur" diye bir
sesin olması, toplumun canlı olduğuna bir işarettir. Bu ses candır, ruhtur,
hayattır. Damarlara temiz kanı pompalayan bir kalp gibi çalışmakta, bütün
organlara can vermektedir.[90]
İ60.
Bî'z Isrâiloğulları'nı, on iki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su
isteyince Musa'ya: "Asanı taşa vur!" diye vahyettik. Derhal ondan on
iki pınar fışkır-dı. Her oymak su içeceği yeri belledi. Onların üzerlerine
bulutları gölgelik yaptık, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın indirdik.
Size verdiğimiz nzıklann temizlerinden yiyiniz! Ama onlar (emirlerimizi
dinlememekle) bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
Bu
âyet A'râf sûresini Bakara sûresine bağlayan âyetlerden biridir. Bakara
sûresinin 57 ile 60. âyetlerinin içeriğini toplu halde bu âyette bulmaktayız.
Bu âyetin geniş açıklaması için Bakara sûresinin 57 ve 60. âyetlerine
bakılabilir. Burada âyetin ilgili diğer âyetlerle ilişkisi bakımında
açıklamalar yapılacaktır.
1. "Biz İsrâiloğullan'm, on iki torun kabileye ayırdık". Âyetin
bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Onları on iki torun kabileye ayıran Allah'tır. Bunun anlamı, yüce Allah'ın
sosyal oluşumlara müdahale ettiğidir. Âyetin bu kısmını, A'râf sûresinin 159.
âyetine bağlayabiliriz. Musa'nın kavminden bir grubun olduğunu söyleyen 159.
âyetin açıklamasını, 160. âyetin bu kısmı yapmaktadır. Burada sorulması
gereken soru şudur: Yüce Allah onları neden on iki torun otağına ayırdı?
Sorunun cevabı çeşitli açılardan verilebilir. Hz. Yâkub'un on iki oğlu vardı.
On iki oğuldan, on iki ailenin oluşturduğu gruplar teşekkül etmiştir. Burada
biyolojik tabanlı sosyal bir oluşuma şahit olmaktayız. Bu ayırmanın başka bir
sebebi de psikolojik tabanlı sosyal oluşum olabilir. Bu ayırım döneminde
İsrâiloğulları henüz kölelik psikolojisinden kurtulmamışlardı.
Kendi içlerinde,
hasetleşme, kıskanma ve bozgunculuk psikolojisi henüz kaybolmamıştı. Sosyal
bakımdan bu duyguların topluma zarar vermemesi için yüce Allah, onları
biyolojik tabana dayalı gruplara ayırdı. Her oymak kendi aralarında daha
yakın, daha merhametli, daha sevecen davranıp, bu değerlerin hayata
geçirilmesini temin edecekti. Eğitimde ailenin etkinliği, manevî değerleri
yaşatmadaki ağırlığı anlatılmaktadır.
b) Diğer taraftan toplum bilimine, farklılaşmanın nereden başlayıp kabile,
kavim ve millet haline gelindiğine de ışık tutulmaktadır. Sosyolojik bakımdan
ailenin evriminden oluşan ilk sosyal grup, sıbt denen "boy" ya da
oymak olmuştur. Âyette geçen esbât, sıbtm çoğuludur. "Boy, oymak, torunlar"
mânasına gelmekte, kabile anlamına geldiği de söylenmektedir. Aynı toplumun
böylesine boylara, yani oymaklara ayrılmasında, ilâhî irâde ve takdîr yer
almaktadır. Böylece yüce Allah İsrâiloğulları'nı oymaklara, boylara ayırarak
idarelerinin daha kolay olmasını temin etti. Bir toplumu gruplara ayırarak
kontrol ve idare etmek kolaydır. Her oymak kendi sorunlarını daha kolay
çözecektir. Onların farklı ihtiyaç ve sorunları, oymak halinde olmadıklarında
toplumda kargaşa meydana getirebilir; merkezden idare edilmesi zorlaşır. Her milletin
şehirler haline gelmesi, bazısında eyaletlerin oluşması, merkezden idarenin zor
olmasından kaynaklanmaktadır. Her bölgenin ve her ilin farklı sorunları
olacaktır. Bunları yerinde çözmek daha kolaydır.
Yüce Allah Hz.
Musa'nın toplumu idare etmesini kolaylaştırmış oldu. Her oymağın bir
idarecisinin olması ve sorunlarını kendi aralarında çözmeleri bu kolaylığı
getirmişti. Allah insanlığa, siyasî açıdan bir uygulama ve dolayısıyla kural
getirmişti. Toplumu illere ayırarak, idarî sorumluluğun bir paylaşımı temin
edilmekte, böylece sorunların yerinde çözümü sağlanmakta ve siyasî erki
dağıtmak en etkili siyaset olmaktadır. Halka, kendi sorunları ile baş etme
cesaretini ve sorumluluğunu vermek, halkın idareye katılıp demokratikleşmesini
sağlamak en modern siyasî davranış olacaktır.
2. "Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya: 'Asanı taşa vur!' diye
vahyettik. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı". Toplumun genelinde su
ihtiyacı ortaya çıktı. Yüce Allah bu konudaki nimetini, daha önce kendisinin
oymaklara ayırma takdirine uygun olarak taksim etti. Allah önce
İsrâiloğulları'nı on iki oymağa ayırdı. Toplumu idare eden kişiye toplumun
ihtiyaçlarını karşılama zorunda olduğunu da öğretti. Hz. Musa'ya ekmeğini
taştan çıkarmanın zaruretini gösterdi. Taştan su çıkarması, toplumun ekonomik
ihtiyaçlarım gidermenin zorluğuna işaret etmektedir. Zorluklara rağmen halkın
ihtiyaçlarını gidermenin, ihtiyaçlarına çare bulmamn önemi vurgulanmaktadır.
Bunun anlatılmasının sebebi şudur: Sizler Hz. Mûsâ gibi mucizevî olgularla
halkın ihtiyacını temin edemezsiniz. Hz. Musa'nın asası aklı, onun çalışmasını
ve insanın çalışmasını temsil etmektedir. Aklınızla, çalışmanızla taştan
ekmeğinizi çıkartacaksınız, demektir. Sizin liderleriniz elinde mucize değnek
olmayacak, ama sizin hepinizde akıl ve emek olacaktır. Siz onunla dağlan
taşları yarıp ekmeğinizi çıkartacaksınız.
"Her
oymak, su içeceği yeri belledi". "Belledi" diye tercüme
ettiğimiz kelimenin aslı, "bildi"dir. Yüce Allah'ın onları oymaklara
ayırarak taştan oymak adedince su akıtması, kendilerine ayrılan imkânları
kullanmayı, başkasının hakkına tecavüz etmemeyi, başkalarının sahip olduğu
şeyler sebebiyle kıskanmamayı öğretmek içindir.
Bu
uygulamadan çıkarılacak önemli neticeler vardır: Toplumdaki her gruba ekonomik
dağılım açısından eşit davranmak, grupların birbirlerini kıskanacak kadar
farklı davranmamak, siyasî uygulamaların ilkesi olmalıdır.
Ekonomik
menfaatlerden istifade ederken toplumda kargaşa çıkartılmamalıdır. Bunun temin
edilebilmesi için ayrı hizmet kanalları yaratmak, ayrıca halka kendi geçim
kaynaklarını öğretecek bir eğitim ve kültür geliştirmek gerekiyor.
3. "Sonra onların üzerlerine bulutları gölgelik yaptık. Kendilerine
kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz azıkların temizlerinden
yiyiniz. Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil, kendilerine
zulmediyorlardı" . Yüce Allah onların sadece su içme ihtiyaçlarını
karşılamadı, çölün sıcağından onları korumak için bulutu gölgelik olarak
gönderdi. Onlara kudret helvası ve bıldırcın eti de vererek beslenmelerini
temin etti. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, insanın ihtiyaçlarını önemli
olanlardan başlayarak temin etti. Önce su, sonra barınma, sonra da beslenme.
Bunlar insanların temel ihtiyaçlarını teşkil etmektedir. Böylece yüce Allah
halkın önemini vurgulamakta ve idarecilere de öğretmektedir.
Kitâb-ı
Mukaddes'te kudret helvasıyla bıldırcın eti anlatılmaktadır: "Ve illâ ki
oldu ki, akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar ve sabahleyin
ordugâhın etrafına çiğ düşmüştü. Çiğ kalkınca, çölün toprağı üzerinde kırağı
gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. İsrâiloğulları bunu gördüklerinde
birbirlerine dediler: 'Bu nedir?' Çünkü onun ne olduğunu bilmiyorlardı. Mû-sâ
onlara dedi: 'Bu, Rabb'in yemek için size verdiği ekmektir. Rabb'in emrettiği
şey budur. Her biriniz yiyeceğine göre ondan devşirin'. İsrail evi, onun adını
Man koydular; ve o kişniş tohumu gibi beyaz ve lezzeti ballı yufka gibi
idi" (Çıkış, 15/13-16; 31).
Yüce
Allah onlara verdiği rızkının temizlerinden yemelerini emrettiğini
buyurmaktadır. Kendi verdiği rızkın pis olanı mı vardı da, temiz olanından
yemeyi onlara emretmişti. Râzî'nin işaret ettiği ve Kitâb-ı Mukaddes'te yer
alan ifadelere göre, verilen kudret helvası ve bıldırcınlardan herkes ihtiyacına
göre alacaktı. Az ihtiyacı olan az ölçekte, çok ihtiyacı olan çok ölçekte
alacaktı. Kitâb-ı Mukaddes bunu böyle yaptıklarını söylemektedir. Fakat bu
ölçülü istifadeden sonra bazıları bu dengeyi bozmaya çalıştı ve bozdu. Bunu
nasıl bozdukları Kur'ân'da anlatılmamaktadır.
Kitâb-ı
Mukaddes'te (Çıkış, 16/23-28) İsrâilliler'in bir kısmının dinlenme gününde
yasak olduğu halde helva toplamalarını yüce Allah kendi emirlerine baş
kaldırma olarak nitelendirmektedir. Âyette yer alan zulüm kavramı, onların bu
tür davranışları olabilir. Herkesin payına düşenden fazlasını alabilmek için
sebt, yani istirahat günü toplamaya teşebbüs etmeleri, böylece ölçeği
bozmaları, kendilerine zulmetmelerine sebep olmuştur.
Âyetin
bu son kısmından çıkarılacak diğer bir neticede şudur: Kul Allah'a zulmedemez,
ancak kendine zulmeder. Diğer taraftan, "Rabb'in kullarına zulmedici
değildir" (Fussılet 41/46) âyetine göre, Allah da kullarına
zulmetmemektedir, ama kul kendine zulmetmektedir. Bunun anlamı şudur: İki
varlık birbirine zulmetmez. Kul, Rabbine; Rabbi de kuluna! Kulun başına gelen
her kötülük, kendi yapıp ettiklerindendir. İsrâiloğulları'nın da beslenme
konusundaki yanlışlıkları, kendilerine zulüm olarak dönmüştür.
Âyetin
son bölümünden çıkarılacak diğer bir netice de şu olabilir: Eğer âyette zulüm
kavramı, onların hırs yaparak, avlanma ve helva toplamanın yasak olduğu günde
bu eylemi yapmaları anlamına geliyorsa, o zaman âyeti günümüzün ekonomik
konularına taşıyabiliriz. İş adamları başkalarının hakkına tecavüz edecek
kazançlar peşinde olmamalıdırlar. Harcadıkları emek ve sermayeleri miktarmca
kazanma yolunu tercih etmelidirler. O zaman Allah'ın onlara takdir ettiği
rızkın temizinden yemiş olacaklardır. Kazançlarının dışına taşmaları ise
kazançlarına haram karıştırmalarına sebep olacaktır; bu ise bir zulümdür. A'râf
sûresinin 162. âyetinde geçen zulmün sebebi, başka bir eyleme bağlanmaktadır.
Oradaki eylemin, 160. âyetteki zulmün sebebi olup olamayacağını bizim
farketmemiz gerekir.[91]
161. Hani onlara
denildi ki: "Bu ülkede yerleşiniz ve oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi
yararlanınız ve (bunu yaparken) bizden günâhlarımızın yükünü kaldır, diye niyaz
ediniz! Ve saygıda bulunarak kapıdan giriniz ki, sizin günâhlarınızı
bağışlayalım ve iyilik yapanları kat kat ödüllendirelim".
162.
Ama onlardan zâlim olanlar kendilerine söylenen sözü başka bir sözle
değiştirdiler. Biz de zulmetmeleri sebebiyle üzerlerine gökten bir belâ, bir
âfet gönderdik.
Bu
âyetler aslında Bakara sûresinin 58-59. âyetlerinin bir tekrarı gibidir, ama
metinleri açısından ele alınınca, farklılık ortaya çıkacaktır.
1. A'râf sûresinin bu iki âyeti ile Bakara sûresinin 58-59. âyetlerinin
arasındaki farklar metin bakımından şunlardır:
a) Bakara sûresinin 58. âyetinde "Bu kasabaya giriniz!"
dendiği
halde, A'râf sûresinin 161. âyetinde "§u kasabada yerleşiniz!"
ifadesine yer verilmektedir. Bakara sûresinde "Giriniz!", A'râf
sûresinde "Yerleşiniz!" emri verilmektedir.
b) Her iki âyette tyimm "Yiyiniz!" emri yer aldığı halde, bu
emirlerin başına Bakara sûresinde "fâ" harfi, A'râf sûresinde
"vâv" harfi getirilmiştir.
c) Bakara sûresinin 58. âyetinde rağaden, yani "bol bol"
ifadesi varken, A'râf sûresinde buna yer verilmemiştir.
d) Bakara sûresinin 58. âyetinde "Kapısından eğilerek giriniz, hıtta
deyiniz!" buyurulurken; A'râf sûresinin 161. Âyetinde "Hıtta deyiniz
ve kapıdan eğilerek giriniz!"
ifadeleri
yer almaktadır. Bakara sûresinde önce kapıdan girme, sonra af dileme; A'râf
sûresinin 161. âyetinde önce af dileme, sonra kapıdan girme sırası izlenmiştir.
Bunun anlamı, önce af dileyip girmekle, önce girip sonra af dilemenin arasında
bir fark yoktur, demektir.
e) Bakara sûresinin 58. âyetinde "j$££. hatâyâküm denirken, A'râf sûresinin
161. âyetinde hatî'âtiküm kalıbına yer verilmektedir. İkisi de
"hatalarınızı" anlamını ifade etmektedir.
f) Bakara sûresini 59. âyetinde "Zâlimler üzerine indirdik"
ibaresi varken, A'râf sûresinin 162. âyetinde "Biz onlar üzerine
gönderdik" ifadesine yer verilmiştir.
g) Bakara sûresinin 59. âyetinde "Yaptıkları kötülükler sebebiyle"
denirken, A'râf sûresinin 162. âyetinde "Yaptıkları zulümler
sebebiyle" ibaresine yer verilmektedir. Bütün bu farklar metin
alanındadır, mânada herhangi bir farklılık söz konusu değildir.
2. "Onlara denildi ki: 'Şu şehirde yerleşiniz!"
"Şehir" diye tercüme ettiğimiz kelime, âyette "köy"
anlamına gelen karyedir. Bu kelimeye "ülke" mânası da verilebilir.
Önemli olan onun köy, şehir veya ülke olup olmaması değildir. Önemli olan
yerleşik bir hayat ve düzenin olduğu bir yer olmasıdır.
Yüce
Allah İsrâiloğulan'nın yerleşik düzene geçerek medenî bir hayat kazanmalarını
istemiştir. Bir peygamberin toplumuna medenî olmayı, göçebe iken temin etmesi
mümkün değildir. Medenî bir toplumda yaşayarak medenî olmayı öğreneceklerdir.
Çünkü medeniyet sadece bilgi vermekle gerçekleştirilemez, o hayatı teneffüs
etmek gerekir. Medenî hayatın bütün nimetlerine, yerleşik düzende kavuşmak
mümkündür. Medenî hayatın kendisi bir okul görevi yapmaktadır. Onun bu işlevi,
peygamberin getirdiği mesajın hayata geçmesine yardım edecek ve onu
kolaylaştıracaktır.
Bakara
sûresinin 58. âyetinde bu hayata girmek, A'râf sûresinin 161. âyetinde o
hayatta yerleşmek, ilâhî bir emir olarak yer almaktadır. Yüce Allah
İsrâiloğulları'nın sosyal ve psikolojik hayatlarındaki devrimin ancak yerleşik
düzene girmekle ve medenî hayatı teneffüs etmekle gerçekleşeceğini
vurgulamaktadır.
Göçebelikle
ne medeniyet oluşturulabilir, ne de medenî hayata yardımda bulunulabilir.
Kültürün bütün alanlarındaki gelişmeler, yerleşik hayatta gerçekleşebilir ve
teneffüs edilebilir. Sanatsal ürünlerin her çeşidi, hayatı kolaylaştıran
teknolojinin oluşması ve ahlâktaki bütün olgunlaşmaların her seviyesi,
yerleşik hayatın sağlayacağı medeniyette kendini gösterecek ve insanlığa
sunacağı için yüce Allah onların bu ülkeye girmelerini istemiştir.
3. "Ondan (nimetlerden) dilediğiniz gibi yiyiniz, bağışlanmak
istiyoruz deyiniz ve kapıdan eğilerek giriniz!" Âyetin bu kısmı yerleşik
hayatın getirdiği nimetleri ele almakta, onların İsrâiloğulları'na kazandırılmasının
önemini vurgulamaktadır.
a)
"Nimetlerden diledikleri
gibi yeme"nin anlamı, yerleşik hayatın getirdiği ekonomik imkânlardır.
Göçebelikte düzenli ve bereketli bir ekonomik hayat yoktur. Allah yerleşik
hayatı, ekonomik faydaları bakımından İsrâilo-ğullan için cazibeli bir duruma
getirmektedir. Onlar göçebelikte doyasıya beslenemedikleri için, diledikleri
gibi yemeleri imkânıyla yerleşik hayata geçirilmek istenmiştir.
b)
"Bağışlanmak
istiyoruz" demelerini istemenin sebebi, medenî olmanın şartlarından biri
olan "özür dileme"nin vurgulanmasıdır. Çünkü hatasının farkına varıp
Allah'tan af dilemek, insanlardan özür dilemek, hem dinî hayatta hem de sosyal
hayatta medenî olmanın bir ifadesidir.
c) "Kapıdan eğilerek girmeleri"ni istemesinin sebebi de, göçebeliğin
kabalığından sıyrılmalarını ve medenî hayatı benimsemelerini temin etmek
içindir. Buradaki secdenin psikolojik bir anlamı vardır. İnsan ayn kaldığı
vatanına tekrar döndüğü zaman eğilip toprağı öper. Bu eylem, onun içindeki
sılaya kavuşmasının ve hürriyeti teneffüs etmesinin bir göstergesidir. Medenî
hayatın nimetlerinden uzak kalan, hürriyetin tadını ve erdemini unutan bir
toplumun yeniden medeniyete girmesi, hürriyeti o hayatın içinde teneffüs
etmesi, Allah'a yapılacak olan bir şükür secdesi ile karşılanmış olacaktır.
Bu
secdeyi Bakara sûresinin 34. âyetinde yer alan meleklerin Hz. Âdem'e secde
etmeleriyle bağlantılı olarak açıklamak da mümkündür. Yüce Allah orada
bilmeyenin bilene boyun eğmesini vurgulamış ve bütün insanlığa bilginin boyun
eğilecek bir değer olduğunu öğretmişti. Burada da medenî hayatın üstünlüğüne
boyun eğilmesi istenmekle, aynı secdenin gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Gerek
Hz. Âdem olgusundaki secde, gerekse İsrâilo-ğullan'mn medenî hayata
geçişlerindeki secde, çalışan, bilgi üreten ve onu eyleme dönüştüren
toplumlara, bunları yapamayanların boyun eğeceği şeklindeki evrensel ilkeyi
insanlığa sunmaktadır. Artık toplumlar şunu bilmelidir: Çalışan, bilgi üreten
ve onu eyleme dönüştüren toplumlara boyun eğmek zorundalar. Eşyanın tabiatında
olduğu gibi, bilginin tabiatında da bu vardır. Bilgi boyun eğdirir. Bilgili
insanın kendisi bile boyun eğer. Çünkü bilgi, akıldan sonra önde gelen en büyük
değerdir. Bu üç şey, medenî olmanın ön şartlarıdır. Peki bunlar insanlık adına
medenî olmanın ön şartı olurken, Allah katında nasıl bir değerlendirmenin alt
yapısını teşkil etmektedirler?
4. "Hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara ileride lütfumuzu
daha da arttıracağız!" Yüce Allah İsrâiloğulla-n'nın medenî hayata
geçmelerini, hatalarını itiraf edip af dilemelerini, secde edip şehre
girmelerini değerlendirerek, iki ödülle karşılık vereceğini gündeme
getirmektedir: Af dileme ve muhsin sıfatıyla sıfatlananlara istikbalde lüt-funu
arttıracaktır. Âyetin bu kısmı ile önceki bölümleri arasında bir bağlantı
kurulduğunda şu neticeye varmak mümkündür: İnsanlar ilâhî affı, Allah'ın
emrettiği amelleri yerine getirmekle elde edebilirler. Böylece A'râf sûresinin
162. âyetiyle muhsin kavramının tanımına yeni oluşumlar eklenmektedir.
5. "Fakat onlardan zâlim olanlar, sözü kendilerine söylenenden
başkalarıyla değiştirdiler". İlk bakışta onların söylenenleri
değiştirmelerinin anlamı, 161. âyette verilen emirleri yerine getirmemeleridir.
Ama yapmamak ayrı şey, değiştirmek ayrı şeydir. Bir şeyi başkasına karşılık
değiştirmek manasıyla Jjf beddele kelimesi, emri yerine getirmekten farklı bir
eylemi ifade etmektedir. Allah'ın emrini başka bir emirle değiştirmek, bir nevi
o emre ihanet etmektir. Yüce Allah bu eylemi yapanları zâlim olarak ilân
etmektedir. Zulüm, Allah'ın emirlerini değiştirmeye kadar uzanmaktadır.
Burada
sorulması gereken soru şudur: Yüce Allah bunu neden Hz. Mu-hammed'e inananlara
anlatmaktadır? Çünkü bu tarihî olgu anlatılarak insanlığa mesaj verilmektedir.
Emirleri ya da mesajı değiştirmek, insanlığı karanlığa itecektir. Meseleyi
aile hayatından eğitime, oradan da siyasete kadar uzatmak mümkündür. Anne
babanın söylediklerini, eğitimcilerin rehberlik için öğütlerini ve nihayet
idarecilerin emirlerini değiştirmek, bir ihanettir.
6. "Biz de zulmetmelerinden dolayı üzerlerine gökten bir azap
gönderdik". Buradaki, ricz kelimesi, "pislik" anlamına
gelmektedir. Bu kelime, "murdar" anlamını da ifade etmektedir. Demek
ki İsrâiloğulları o şehre girmedi ve murdarlık azabına uğradılar. Bu bir belâ
ve âfet olabilir. Bu belânın murdarlık şeklinde onlara azap olarak gelmesinin
sebebi zalimlikleridir. "Sözü değiştirmek, hukuku değiştirmek mânasına da
gelmektedir. Bu hukuk ilâhî hukuk olabileceği gibi, beşerî hukuk da olabilir.
Yüce Allah insanlara tarafsız olan objektif hukuk gönderir ve objektif hukuk
yapmanın metotlarını öğretir. Çünkü insan aklına hukuk yapma alanı bırakmıştır.
Toplumlarda bazı insanlar objektif hukuku kendi menfaatleri doğrultusunda
değiştirmeye kalkarlar ve onlar bunu yapacak durumda iseler yapmaktan
çekinmezler. Yüce Allah objektif hukukun, özel menfaatler uğruna
değiştirilmesine zulüm demektedir.
Allah
bu insanlara murdarlık azabı vermektedir. Bu durum İsrâiloğulları için olduğu
kadar, bu fiili işleyen bütün toplumlar için de geçerlidir. Hukuku
menfaatlerine alet eden toplumlar medenî toplumlar, arasında yer alamazlar ve
bu onlar için bir azap olmaktadır.[92]
163.
Deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu onlara sor! Hani onlar
cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili
yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi
tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi, işte böylece biz, yoldan çıkmalarından
dolayı onları imtihan ediyorduk.
Bu
âyetin analizinden çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:
1. Hz. Peygamber döneminde yaşayan İsrâiloğullan'nın özellikle yahu-di
grubuna hakikati anlatabilmek için tarihî olgulardan hareket etme metodu
gündeme getirilmektedir. Hz. Peygamber'e inanmamaları sebebiyle onun
peygamberliğini ispat edecek olan konulardan biri, o kasaba halkının neler
yaptığının bilinmesidir. Yüce Allah vahiy yoluyla bu bilgiyi, bu sosyal olguyu
Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Deniz kenarındaki kasaba halkının örnek
verilmesinin sebebi de ora halkının deniz hayvanlarıyla olan özel ilişkisidir.
2. "Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi
aşıyorlardı". Denizin kıyısındaki kasabanın ismi konusunda çeşitli rivayetler
vardır ki bunlar Eyle, Medyen, Teberiye şeklindedir. Sebt kavramı, "rahat
etmek, uyumak, cumartesiye girmek, sakin olmak, bir şeyi kesmek, başı tıraş
etmek, şaşırmak" mânalarına
gelmektedir. Bu kelimenin Kur'ân'daki mânaları da şunlardır:
a) İsim olarak cumartesi, fiil olarak cumartesi tatili yapmak
"Cumartesi tatili yapmadıkları gün" (A'râf 7/163) "İçinizden
cumartesi günü azgınlık edip de" (Bakara 2/65).
b)
Dinlenme. Furkân sûresinin 47.
ve Nebe' sûresinin 9. Âyetlerinde uykunun ne anlama geldiği ifade edilirken, bu
kelimeye yer verilmiştir. "Uykunuzu dinlenme kıldık" (Nebe' 78/9).
Öyle anlaşılıyor ki yüce Allah, yahudileri imtihan etmek üzere onlara avlanma
yasağı diyebileceğimiz "avlanma örfü" koymuştu. Haftada bir gün,
yani cumartesi günü balık avlayamayacaklardı. Burada sorulması gereken bir
soru şudur: Yüce Allah neden onlara cumartesi balık avlamayı yasaklamıştı? Bu
sorunun cevabını verebilmek için
Nahl sûresinin 124.
âyetine bakmak gerekir:
"Cumartesi
tatili ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Kıyamet günü Rabbin muhakkak
onların ihtilâfa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir" .
Müfessirler
bu âyette geçen ihtilâfın konusunun tatil günü olduğunu söylemektedirler.
Muhammed Esed, hakkında ihtilâf edilenin Hz. İbrahim olduğunu öne sürmektedir.
Bize göre bu âyetin bulunduğu yer itibariyle Muhammed Esed haklıdır. Çünkü
önceki âyetlerden gelen konu bu anlamı haklı çıkartmaktadır. Diğer taraftan
Âl-i İmrân sûresinin 65. âyetinde kitap ehlinin Hz. İbrahim hakkında çekiştiği
bildirilmektedir.
Kitap ehlinin bildikleri
ve bilmedikleri konularda tartıştıkları (Âl-i İmrân 3/66); Hz. İbrahim'in
yahudi ve hıristiyan olmadığı açıklanmaktadır (Âl-i İmrân 3/67). Onun
hakkındaki ihtilâf, onlara cumartesi balık avlanma yasağını getirmiştir.
Muhammed Esed'in desteği ile bunu şöyle açıklayabiliriz: Yahudilerin çoğu
tevhîd dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf Hz. İbrahim gibi
büyük bir peygamberin soyundan gelmiş olmalarına dayanarak, kendilerinin Allah
tarafından seçilmiş kavim olduklarını ileri sürmüşler ve Hz. İbrahim'in
dininden sapmışlardı. Onun hakkında çelişkili görüşler ileri sürüp ihtilâfa
düşenler, A'râf sûresinin 163. âyetinde "sapanlar" olarak
nitelendirilmektedirler. Âyette geçen ya'dûne "haddi aşmışlardı"
ifadesi de bu manevî taşkınlığı göstermektedir. Bir bakıma bu "av yasağı
örfü" onlara ilâve bir yükümlülük getiren cezadır. "Her türlü işten,
alışverişten uzak durma" anlamına gelen sebt günü, balık avlanması da
yasaklanmıştır.
Cumartesi
balık avlama yasağına uymak, aynı zamanda bir ibadettir. Bu, aynen zihâr yapan
kişiye aralıksız iki ay oruç tutma kefaretinin verilmesine benzemektedir. Oruç
tutmak bir ibadet olduğundan, zihâr yapmanın da cezası durumuna gelmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, yahudilerin Hz. İbrahim hakkında ileri geri
konuşmaları, ihtilâfa düşmeleri, onlara cumartesi balık avlama yasağını
getirmiştir.
3. Cumartesi tatili yaptıkları gun balıklar akın akın geliyordu".
Ayetin bu kısmından balıkların da alışkanlık kazandıklarını anlıyoruz.
Yahudilerin cumartesi günü tatil yaptıklarının farkına varan balıklar karaya
kadar akın akın geliyorlardı. Avlanmayacakları güvencesine sahiptiler. Daha
önce Bakara sûresinin 217. âyetinde "saldırmazlık örfü"nde
bahsedilmişti. Burada da "balık avlama yasağı örfü" gündeme getirilmektedir.
Balıkların o gün kıyıya akın etmeleri, bir nevi bu örfü yaşanır hale
getiriyorlardı.
Âyetin
bu kısmında geçen ££i, şurra' kelimesi, suyun yüzünde göründükleri durumu
ifade etmektedir. "Bir şeye yaklaşmak" anlamına gelen bu kavram,
balıkların hareketini anlatmaktadır. Cumartesi günü balıklar suyun yüzüne
çıkarak kıyıya akın ediyorlardı. Tatil yapamadıklarında ise balıklar kıyıya
yanaşmıyorlardı. Bunun anlamı, avlanma yasağı olan cumartesi gününün dışındaki
günlerde kıyıya akın etmiyorlardı.
Yüce
Allah müslümanların kitabında bu durumu niçin anlatmaktadır? Balıkların
insanlara karşı bu tavrından, insanların insanlara karşı olan tavrına intikal
edebiliriz. Yaşamak için hayvanlar bile güvenli bir ortam aradıklarına göre,
insanlar da güvenli ortamlar ararlar. Toplumların birbirlerine güvenli
ortamlar temin edecek kültürel gelişmeleri gerçekleştirmeleri gerekir. Balıklar
avlanma yasağı örfünü içgüdüleriyle farkederlerken, insanlar akılları ve
gönülleriyle bunu anlayacaklardır. Âyette "Saldırmazlık örfü"nün geliştirilmesi,
insanlığa kazandırılıp hayata geçirilmesini teşvik söz konusudur.
4. "Yoldan sapmaları yüzünden onları böyle imtihan ederiz".
Âyetin sonunda gelen "fâsıklık yapmak" ifadesi, dünya malına karşı
ihtirasın dürtmesiyle konan ilâhî yasağı bir tarafa atmak, o yasağı delmek
anlamına gelmektedir. Balıklara karşı merhamet duygusundan yoksun olarak
"avlanma yasağı örfünü" bozmak demektir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, Allah bu hâdise dolayısıyla geleceğe ışık tutmakta ve
avlanma yasağı ile ilgili hukukun temellerini atmaktadır. Gelecek nesillere
böyle bir yasak örfünün konulması, hem bilgi hem de ruhsal disiplinin
oluşmasının temini içindir. Balıklar karaya yanaştığı halde onlara dokunmamanın
meydana getirdiği ruhsal disipline destek verileceğine dikkat çekilmektedir.
Böyle bir örf hukukunu çiğnemenin ne kadar kötü olacağına da işaret
edilmektedir.[93]
164.
İçlerinden bir grup şöyle dedi: "Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli
bir azapla cezalandıracağı bir topluma ne diye öğüt verip duruyorsunuz?"
Dediler ki: "Rabbimize karşı bir mazeret olsun diye ve bir de sakınırlar
ümidiyle".
Bu
âyetin 163. âyetle ilgisi vardır ve bu bağlamda açıklaması yapılacaktır.
Cumartesi, balık avlama yasağım çiğneyip balık avlayanlara karşı bir grubun
olduğunu bu âyetten öğreniyoruz.
1. Cumartesi balık avlama yasağını tanımayıp avlayan insanlara uyanda
bulunup vaaz eden bir sâlihler ya da din bilginleri grubu vardı. Demek ki
yanlış davranışta bulunup yasaklan çiğneyen insanlann durumuyla ilgilenen,
onlann yanlışlannı dert edinen bir grup insan vardı. Diğer taraftan, onlann bu
yanlış hareketlerine katılmayan başka bir grup daha vardı. Bu durumda cumartesi
avlanma yasağını delen üç grup insan vardı: Avlanma örfünü delip cumartesi balık
avlayanlar, onlara katılmayanlar, onlan bu yoldan çevirmeye çalışan din
bilginleri.
2. Cumartesi avlanma yasağını çiğneyenlere katılmayanlar, onları uyaran
din bilginlerine şu soruyu sordular: "Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli
bir azapla cezalandıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?" Onların
yanlış hareketine katılmayanlar, yüce Allah'ın onlara iki şeyden birini uygulayacağının
farkına vardılar.
a) Onları helak edecek,
b) Ya da onlara şiddetli bir azapla ceza verecektir.
Öyle anlaşılıyor
ki halkın bir kısmı, onların bu cezalardan birini hak ettikleri
değerlendirmesini yapmakta ve böyle bir kültüre sahip olduklarını açığa
vurmaktadır. O toplumda, Allah'ın helak edebileceğini, şiddetli azapla
cezalandıracağını bilen insanların olması, dinî anlayışın, bilginin ve değerlendirmenin
bir seviyesi olduğuna delil teşkil etmektedir.
İnsanların
istedikleri fiilleri bu şekilde değerlendirecek bir grubun olması, toplumun
canlı olduğunu ifade etmektedir. Kötülere tepki göstermeyen toplumlar, komaya
girmiş demektir. Ama dikkat edilirse, bu değerlendirmeyi yapanlar oldukça
kötümser bir duruma gelmişlerdir. Bu kötümserliğin sosyal hayata yansımadığı
da bir gerçektir. "Bunlara niçin öğüt veriyorsunuz?" demeleriyle,
kötümserliklerini açığa vurmuş oldular.
3. Din bilginleri, ya da toplumun iyi insanları, onların yanlışını dert
edinen ve onlara engel olmak isteyenler, onların sorusuna şu cevabı verdiler:
"Rabbinize mazeret beyan edelim diye, sakınırlar ümidiyle". Bu
cevapla o toplumun iyi insanları, Öğüt vermenin iki amacını ortaya
koymuşlardır.
a) Allah'ın huzurunda kötülükleri engellemeye çalıştıklarına dair bir
delil ortaya koymak. Demek ki toplumun iyi insanları, nemelâzımcılık yapamazlar.
Çünkü bulundukları konum, onlara Allah katında sorumluluk getiren bir makamdır.
Allah bu hâdiseyi anlatmakla, toplumların iyi insanlarına kötüleri uyarma ve
kötülüklerle mücadele etme görevini vermektedir.
b) Kötü davranış sergileyenlerin düzelmeleri anlamında sakınma, değişme
ve düzelme ümidini yitirmemek. "Umulur ki sakınırlar" ifadesiyle buna
işaret edilmektedirler. Birtakım insanların kötü davranışları, diğer insanları
kötümserliğin karamsarlığına itecek olsa bile ümitsizliğe düşmemek lâzımdır.
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!" (Zümer 39/53) âyetinde
de buna dikkat çekilmektedir.
Demek
ki öğüt vermenin ikinci amacı, halkın sakınması anlamına gelen değişimi
gerçekleştirmektir. Başka bir ifade ile takvalarım arttırmaktır. Toplumdaki
sakınma duygusu, bağışıklık sistemini oluşturmaktadır.
Söz
konusu dönemin iyi insanları, takva kavramını biliyor ve bunu eğitimin amacı
olarak tesbit ediyorlardı. Demek ki takva kültürünün kökleri çok eskilere
dayanmakta ve o kültürün din ile mayalandığına şahitlik etmektedir. Sosyal
bakımdan sakınma duygusunu harekete geçirip hayata uygulamak, gelişmiş
toplumların işi olmaktadır. Vücudun herhangi bir noktasına batırılan iğneye
karşı nasıl bir refleks gösteriliyorsa, kötülüğe karşı manevî bir refleksle
sakınmak da takvayı oluşturmaktadır.[94]
165.
Kendilerine verilen öğüdü unuttuklarında, kötülükten alıkoyanları kurtarıp
zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile
yakaladık.
Bu
âyet, 164. âyetin devamı durumundadır. 164. âyette iyi insanlar, Allah'ın
helak edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere öğüt vererek,
kötü eylemlerinden caydırmaya çalışıyorlardı. Bu faaliyetlerinin amacı hem
Allah'a karşı bir mazeret, hem de kötülerin sakınmasını sağlamaktı. 165. âyet
onların verilen öğütlere gösterdikleri tepkiyi ele almakta ve bu tepkinin
doğurduğu neticeyi gündeme getirmektedir.
1. "Kendilerine verilen öğüdü unuttular". Âyetin bu kısmında
geçen "unutmak" ifadesi, Bakara sûresinin 106. âyetinde açıklandı.
"Unutmak, ihmal etmek, gözden ırak olmak, terketmek, ertelemek"
mânalarına gelen kelime, Kur'ân'ın temel kavramları arasında yer almaktadır.
Kur'ân'da on beş çeşit eylemi meydana getiren bu kavram, özellikle Allah'ı,
O'nun âyetlerini, âhiret gününü, insanın kendisini ve Allah'ın insanı unutması
meselelerinde gündeme getirilmiştir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 165. âyetinde terketmeyi, önem vermemeyi,
hiç olmamış gibi davranmayı ifade etmektedir. Kendilerine verilen öğüdü bir
kenara atmak, Allah katında bir günâhı teşkil etmektedir. Bunun anlamı,
iyilerin kötülere söz geçirememesidir. Başka bir ifade ile günahkârlar beyin
ve gönüllerini öğütlere kapadılar. Öyle anlaşılıyor ki beyin ve gönlün
kapılarını öğüde kapamanın günâhı, olduğu gibi yerinde durmuyor, azabı
getirecek kadar insanların hayatını sarsıyor ve ilâhî âleme yükselerek oradan
cezayı alıp getiriyor.
Yüce
Allah geçmişi anlatmakla neyi amaçlamaktadır? Allah, geleceğin özellikle
eğitimcilerine ışık tutarak, dinî eğitimden etkilenmeyecek, öğütlere aldırış
etmeyecek, yanlışlarına gömülü kalacak insanların olacağını ve bu tarz tepkinin
her devrin insanında bulunacağını öğretmektedir. Öğüdü yapan insanlar toplum
hayatına can vermeye çalışmaktadırlar, ama öğüdü bir kenara atıp unutanlar da
bu cana kıymaktadırlar. İyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı gönüle ve beyne uzatan
öğüde aldırış etmemek, bir bakıma manevî bir cinayettir.
Eğitim
açısından öğüt, vücudun mikroba karşı verdiği mücadeleyi andırmaktadır.
Vücudun bağışıklık sisteminin mikroba karşı verdiği mücadelede direnç, kendini
ateşlenme şeklinde gösterir. Bağışıklık sistemi mücadelede yenik düşerse,
hastalık baş gösterir. Bu bağlamda iyilerin öğüdü kötülere etki etmiyorsa,
sosyal çürüme başlamış demektir. Böyle bir çürüme de toplumun bütün
dengelerini altüst eder.
2. "Kötülükten menedenleri kurtardık". Öğüt verip insanları
yanlış davranışlardan kurtarmaya çalışanları da Allah kurtardı; gelecekte de bu
böyle olacaktır. Demek ki kötülükten alıkoymak kurtuluşa götürmektedir. Öğüt
vermemek, öğüdü engellemek, günâh; öğüt vermek ise sevaptır. Bu sevabın ödülü
kurtuluştur. Onun içindir ki yüce Allah o dönemde öğüt verenleri kurtardığını
söyleyerek, geleceğin insanına kurtuluşun nerede olduğunu öğretmektedir.
3. "Zulmedenleri de, yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı
şiddetli bir azap ile yakaladık". Âyetin bu kısmında yer alan
"şiddetli bir azap" ifadesindeki be'îs kelimesi, be'ise kalıbından
alınırsa, "muhtaç olmak, yoksul olmak"; be'use kalıbından ise
"kuvvetli, şiddetli ve cesur olmak"; bi'se kalıbı "ne
kötü"; diğer bazı kalıplarıyla "musibet, iğrenmek, harp, korku,
bedbaht" anlamlarına gelmektedir.
Yüce
Allah bu âyette fâsık ve zâlim kavramlarına yer vermektedir. Bu terimleri 163,
164 ve 165. âyetlerle bağlantılı olarak ele alırsak, "hukuku çiğneyen,
yasayı delen" mânalarını vermek gerekir. Cumartesi gününe saygısızlık
yaparak balık avlayıp haddi aşanlar, kendilerine verilen öğüdü dinlemeyip
kötülükleri işlemeye devam edenler, hem fâsık hem de zâlim durumuna
gelmişlerdi.
Bunun
anlamı, av yasağı ile ilgili hukuku çiğneyip yasayı delmektir. Böylece yüce
Allah gelecek nesillere bunu anlatarak hukuku çiğnemenin, yasayı delmenin ne
anlama geldiğini, bu davranışın azapla cezalandırılacağını öğretmektedir.
Geçmişten geleceğe ışık tutan bu anlatım, tamamen caydırma anlamında bir
eğitimdir. Âyetin bu kısmında geçen "Kötü bir azapla yakaladık"
ifadesi ne anlama gelmektedir, yani kötü azap nasıl gerçekleşmiştir? Bu sorunun
cevabını bir sonraki âyetten öğrenebiliriz.[95]
166. Ve sonra da,
kendilerine yasaklanan şeyleri yapmakta küstahça direttikleri zaman onlara:
"Aşağılık maymunlar olun" dedik.
Âyetin
analizinden elde edilebilecek neticeler şunlardır:
1. Yüce Allah, hayvan psikolojisi ile, yasaklandığı halde günâh işlemeye
devam eden insanın psikolojisi arasında bir bağlantı kurmaktadır. İnsan
psikolojisinin en belirgin özelliği, yasaklanan bir davranışı yapmama konusunda
esneklik göstermesi ve yasağa uymasıdır. Bu yasak ilâhî yasak olacağı gibi,
hukukî bir yasak da olabilir. İnsanî vasıflan önde olan insanlar, yasaklanan amelleri
yapmakta ısrar etmez ve kısa zaman içinde yasağa intibak ederler. Aksi takdirde
yasaklandıkları kötü fiili işlemekte ısrar ederlerse, hayvan psikolojisine
bürünmüş olurlar.
2. "Onlara 'Aşağılık maymunlar olun!' dedik". Onlar maddî, yani
biyolojik mânada maymun oldular mı? Bunun adına mesh denmektedir. Biyolojik
olarak onların maymuna dönüşüp dönüşmediği, Bakara sûresinin 65 ve Mâide
sûresinin 60. âyetinde tartışıldı. Özellikle tabiînden olan Mücâhid bunun
biyolojik olmayıp manevî olduğunu söylerken, Zemahşerî, Râzî, İsfahanı ve
Elmalılı Hamdi Yazır da söz konusu görüşü benimsemişlerdir. Taberî de Bakara
sûresinin 65. âyetinin tefsirinde benzer bir açıklamayı yaparken, Muhammed
Abduh Menâr'mda bunun manevî bakımdan maymunluk seviyesini ifade ettiğini
söylemektedir.
Bu
insanların biyolojik anlamda maymun oldukları söylenirse, çıkmaz bir yola
girilmiş olur. Çünkü şu soruyu cevaplandırmak mümkün olmaz: İnsan hayvana
dönüşürse, Allah katında sorumluluğu kalkmaz mı? Hayvanlar için mahşerde
sorumluluk yoktur. Ancak Elmalılı Hamdi Yazır bu âyetin tef-sîrinde, biyolojik
olarak dönüşümün gerçekleştiğine işaret eden bir ifade kullanmaktadır.
Ayetin
birinci bölümü ile bağlantı kurarsak, şöyle dememiz mümkündür: Yasaklanan bir
şeyi yapmakta ısrar etmek, hayvanî bir davranış biçimidir. Hayvanın yanlış bir
iş yapmasını önleyebilmek için her an yanında olmak gerekir. Ama insana bir
kere şu iş kötüdür deyince, onu yapmaktan kaçınır, artık onun bekçiye ihtiyacı
yoktur. Bu sebeple kendine verilen öğüdü unutan ve yasaklanan şeyleri yapmakta
direnen kişinin hayvandan farkı yoktur.[96]
167.
Rabbin, kıyamet gününe kadar kendilerine azabın en kötüsünü yapacak kimseleri
üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Rabbin cezayı çabuk verendir. Ama çok
affedici, çok merhametlidir de!
Bu
âyetin analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:
1. Bir önceki âyette geçen "Aşağılık maymunlar olun!"
ifadesindeki maymun olmanın, beden itibariyle olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü
maymun olanın çocukları da maymun olur. Maymun olanın sorumluluğu ortadan kalkar.
2. "Kıyamet gününe kadar" ifadesinden, gelecek nesillerinin de
cezalandırıldığını ve cezalandırılacağını anlıyoruz. Dedelerinin işlediği
günâhtan dolayı gelecek nesillerin cezalandırılması ne anlama gelmektedir?
O
dönemde günâh nesilden nesile bir sosyal miras olarak devam ediyor mu?
"Kıyamete kadar" olunca, bunların hiç düzelme fırsatı olmayacak mıdır?
Bu soruları cevaplandırmanın güçlüğü ortadadır. Ancak soruların tamamına şu
cevabı verebiliriz: Yüce Allah onların nesillerini damgalamak yerine,
dedelerinin davranışlarının aynısı yapanları aynı ceza ile cezalandıracağına
işaret etmektedir. Bu cevabın ispatını nasıl yaparız? "Onlara en kötü
eziyeti yapacak kimseleri göndereceğini ilân etti" ifadesinden, eziyet
edecek olanların aynı insanlar olmayacağını, değişik kişilerin olacağını
anlıyoruz.
Onların
nesillerinden hangileri, Allah'ın uyarısını unutup sakındırıldıklan halde
kötülük işlemeye devam ederlerse, onlara kendi çağlarındaki insanlardan eziyet
edecek olanı gönderecektir. Demek ki kıyamete kadar aynı suç veya günâha aynı
cezanın uygulanacağı ortaya çıkmaktadır. Dedelerinin bu yanlış hareketini
taklit eden, o davranışları bir mîrâs gibi alıp benimseyen nesiller, günâhı
zaten kendi kendilerine sosyal mânada nesilden nesile intikal ettirmektedirler.
Onlar bunu yapınca, ceza da aynı niteliği kazanmaktadır.
3. Azabın en kötüsünü yapacak kimseleri" ifadesinden de, onları
tabiat olaylanyla cezâlandırmayıp, insanlarla cezalandıracağının ilâhî
uygulamada yer aldığını anlıyoruz. "Eziyetin en kötüsü", günâhın en
kötüsüne verileceğine göre, öğüdü bir tarafa atmanın, yanlışı işlemekte inat
etmenin büyük günâh olduğu bu âyetlerden çıkmaktadır.
Âyette
geçen le-yeb'asenne kelimesi, "göndermek" anlamına gelmektedir. En
kötü cezayı onlara tattıracak olan insanlar, kendi toplumlarının dışındaki
insanlar olacağı gibi, aynı toplumun içindeki iyi insanlar da olabilir. Bir
grup insanı başkalarının üzerine ceza için gönderilirken, onların o konuda
hazırlıklı olması gerekiyor. Allah'ın onlara en kötü azabı tattıracak olan
insanlann beyinlerini buna hazırlayacağı, kötüye karşı tepki gösterecek bilinci
ve gücü onlara bahşedeceği anlamına gelmektedir.
4. "Şüphesiz senin Rabbin cezayı çabuk verendir. Ama çok affedici,
çok merhametlidir de". Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Öyle
davranışlar vardır ki, Allah onlann cezasını hemen verir. Çünkü bu suçların
cezasının geciktirilmesi olmaz. Bu tip suçlan işleyenlerin artık değişiklik
göstereceklerinden ümit kesilmiştir. Değişim için beklenti göstermek gerekir,
ama değişimin olmayacağı görüldüğü yerde cezayı derhal vermek gerekiyor. Allah
bizim içimizi bildiğinden, onlann değişme ihtimalinin ortadan kalkması
sebebiyle derhal cezâlannı vermiştir.
Cezayı
çabuk verme özelliğinden hemen sonra af ve merhamet sıfatlarını getirmesi de
ilginçtir. Bunun anlamı, Allah'ın insanlara ceza vermeyi değil, af ve
merhameti esas aldığına işaret etmektedir. Hâlâ onların değişimini beklemekte,
af ve merhameti yayma fırsatını kollamakta olduğuna dikkat çekmektedir. Yüce
Allah'ın onlara takdir ettiği en kötü azap ne olabilir? Bu soruyu üç âyetle
cevaplandırmak mümkündür:
a) "Yahudiler nerede bulunursa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve
insanların himayesine sığınmadıkça, kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur.
Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir" (Âl-i
İmrân 3/112).
b) "Onları grup grup yeryüzüne dağıttık" (A'râf 7/168). Bunun anlamı şudur: Yahudiler
uyarılmalarına rağmen inatla kötü davranışlarına devam ettikçe, aynı ceza ile
cezalandırılacaklardır. Yoksa burada ifade edilen, geçmiş nesle uygulanan
cezanın gelecek nesillere aktarılması söz konusu değildir.
c) "İsrâiloğulları'ndan inkâr edenler hem Davud'un hem de Meryem oğlu
isa'nın diliyle lanetlendiler" (Mâide 5/78). Kendi içlerinden yetişen
peygamberlere eziyet etmeleri ve günâhta ısrar etmeleri, onların lanetlemesine,
en kötü azaba çarptırılmalarına sebep olmuştur.
Elmalık
Hamdi Yazır, yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 167. âyetinin
"Rabbin kıyamet gününe kadar, kendilerine azabın en kötüsünü yapacak
kimseleri üzerlerine elbette gönderecektir" kısmını şu şekilde
yorumlamaktadır: İsrâiloğulları, Süleyman peygamberin zamanına kadar
aralarındaki kötüleri terbiye eder, cezalandırır, hatta hayat hakkı tanımazlardı.
İyilerin kötülerle verdikleri bu şekildeki mücadeleleri sayesinde büyük
devletler kurup, A'râf sûresinin 129. âyetine göre yeryüzünde siyasî erki ellerine
geçirmişlerdi. Zamanla onların bu parlak dönemi sona erdi. İyi yöneticilerine
tahammül edemez hale geldiler. Fâsık ve zâlim kimselere boyun eğdiler. Onların
bu hali ilâhî azabı çağıran bir duruma büründü. Bu hal karşısında yüce Allah
onlara azap etti, belâya sürükledi, kıyamete kadar en kötü azabı uygulayacak
kimseleri görevlendirdi[97].
Günâh
veya suçluluk, biyolojik veya psikolojik olarak nesilden nesile intikal etmez,
ama sosyal miras olarak nesilden nesile intikal edebilir. Bir nesil
kötülüklerini yanlış eğitim vasıtasıyla gelecek nesillere intikal ettirebilir,
böylece gelecek nesillere, kendilerine uygulanan cezanın gelmesine sebep
olurlar. Bu hal kıyamete kadar devam eden bir süreç halini alabilir.
Yahudilerin
bu durumu müslümanlara niçin anlatılmaktadır? Yüce Allah tarihî bir olguyu
anlatarak, müslümanlan eğitmekte, onların böyle durumlara düşmemesini ve
tarihten ders almalarını temin etmek istemektedir. Tarihî olgulardan ders
almak, onların canlı kalmasını sağlayacaktır.[98]
168.
Ve onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. Onların bazıları iyi kimselerdi,
bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları (yanlışlarından) belki dönerler
diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
1. "Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük" şeklindeki
ilâhî uygulama, bir önceki en kötü azabı ifade etmiş olabilir. Demek ki Allah
onları parça parça ederek bütün dünyaya dağıttı. Çünkü onlar bir arada olunca,
birbirlerini yiyorlar, dirlik ve düzenliği bozuyorlardı.
Demek
ki İsrâiloğullan, birlikte yaşama kültürünü geliştiremedikleri için kötülük
uğrunda bölünmüşlerdi. Yüce Allah da onları gruplara ayırarak yeryüzüne
dağıttı, onları çeşitli toplulukların kontrolü altına verdi. Bir arada
yaşamasını bilmeyen ve bu kültürü geliştiremeyenleri başkalarının idaresi altında
yaşamaya mecbur bıraktı. Böylece Allah onları yeryüzünde gruplar halinde
dağıtmakla, sosyal hayat bakımından cezalandırmış oldu. Bir bakıma onları
tehcîr ederek, her ülkede bir grup halinde yaşamalarını temin etti.
2. "İçlerinde iyiler vardı, böyle olmayanlar da vardı". Demek ki
onların arasında dürüst, erdemli, barışsever ve iyiliği hayata geçirenler
vardı. Burada kastedilen, Hz. Mûsâ dönemindeki İsrâiloğul-ları mı, yoksa Hz.
Muhammed dönemindeki İsrâiloğullan mıdır? Hz. Muhammed dönemindekilerin
olduğunu söylersek veya Hz. Musa'nın dönemini
sûresinin
159. âyetine bakmamız gerekmektedir.
"Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil
davranan bir topluluk vardı". Ayrıca Al-i Imrân sûresinin 75. âyetinde
bahsedilen grubun da bunlar olması gerekir. "Kitap ehlinden öylesi vardır
ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder".
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "iyiler" ifadesinden
anlaşılan, doğru yolu bulan, âdil davranan ve emanete riâyet edenlerdir.
Allah,
onların içinde erdemli, dürüst, barışsever insanların olmadığını da söylerken,
bir toplumda kötülerin ürediğine dikkat çekmek istemektedir. Âl-i İmrân
sûresinin 75. âyetinde ise bunlar şöylece ifade edilmektedir:
"Fakat
onlardan öylesi vardır ki, ona bir dînâr emânet bıraksan, tepesine dikilip
durmazsan, onu sana iade etmez. Bu da onların, 'Ummîlere karşı yaptıklarımızdan
dolayı bize vebal yoktur' demelerindendir. Allah adına bile bile yalan
söylüyorlar".
Emanete
ihanet edip Allah'a bilerek yalan uyduran, insanların cehaletinden istifade
etmeyi kollayan bu insanlar, İsrâiloğulları'nın diğer grubunu oluşturuyordu.
Öğüt almayan, uyarıldığı halde günâhta ısrar eden insanlar da bu grubun içinde
yer alıyordu. İyiler kötülere engel olamayınca, yüce Allah müdahale ederek
onları parça parça edip yeryüzüne dağıttı; böylece bir arada olmanın verdiği
mutluluğu tadamaz oldular.
Yüce
Allah bu ikinci grubu, yani yolunu kaybetmiş olanları doğruya, iyiye, erdeme ve
dürüstlüğe döndürebilmek için eğitime başvurmaktadır: "Belki dönerler diye
onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik". Onların doğru yola dönme
ihtimalini takip ederek yüce Allah onları imtihan etmiş ve etmektedir.
Geçmişte Allah onları İran ve Roma idaresi altında çeşitli ıstıraplara mâruz
bırakmak suretiyle denemiş, diğer taraftan zaman içinde onlara servet ve refah
da vermiştir.
Allah
bu topluluğu kıtlık, yokluk, hürriyeti kaybetmek, sosyal ve siyasî ıstıraplar
içinde kıvranmak gibi çilelerde de denemiştir. Çeşitli kavimlerin idaresi
altında hayatın çeşitli yönlerini onlara tattırarak, iyiye dönmelerini temin
etmek istemiştir. İyilik ve kötülüklerle imtihanın, insanda bir ritim psikolojisi
ve yaşamı yaratacağı bir gerçektir. Bu ritmin, eğitici bir yönü olduğuna
işaret eden Allah, bunu gelecek nesillere kural olarak bırakmaktadır. Ayetin
sonundaki "dönsünler" ifadesi ile, "tövbe etsinler" denmek
istenmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, hayatın getirdiği iyilik ve
kötülükler bir imtihan olarak insanın hayatında gerekli olan değişimi
amaçlamaktadır.[99]
169.
Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) su değersiz dünya malını
alıp nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek kitaba vâris olan birtakım kötü
kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse, onu da alırlar.
Peki kitapta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair
onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar kitaptakini okumamışlar mıydı? Ahiret
yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?
Ayetin
analizinden çıkarılabilecek önemli neticeler şunlardır:
1. "Onların ar-dından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz
dünya malını alıp nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek kitaba vâris olan bir
nesil geldi". Âyetin birinci kelimesi olan. halefe kavramı, Bakara
sûresinin 30. âyetinde açıklandı. Buradaki anlamı "gelmek"tir. Bir
neslin ardından diğer bir neslin gelmesini ifade etmektedir. Bu kelimeden
türeyen half da "nesil" mânasına gelmektedir. Kurtubî el-Câmi'
li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde bu âyetin açıklamasını yaparken, half
kelimesine şu şekilde mâna vermektedir: Half kelimesinin ortasındaki lâm harfi
sakin okunursa, "çocuklar"; fetha ile okunursa, "bedel, onun
yerine geçen" anlamını ifade ettiğini söylemektedir. Kur-tubî'nin nakli
ile İbnü'l-Arabî, lâm harfinin üstün okunmasıyla başkalarının yerine geçenlerin
"iyi"; sükûn okunduğunda ise onların "kötü" olduğunu
söylemektedir.
Kurtubî
"bayağı sözler"e half denildiğine, sükûn halinde okunan halef
kalıbının ise "övmek" anlamına geldiğine işaret etmektedir. Bu
mânalardan hareket edersek, iyi neslin yerini alan neslin, kötü olduğunu
anlarız. Şimdi bu neslin özelliklerini sıralayabiliriz:
a) Bir önceki neslin manevî değerlerini almamış ve yanlış davranışları
sergilemiş olmaları.
b) "Kitaba vâris olmaları". Allah'ın kitabını okuyup öğrendiler,
başkalarına öğrettiler, ama hayata tatbik etmediler. Onun hükümlerine ters düşeni
yaptılar. Bunun anlamı, ilâhî vahye sahip çıkmadılar.
c) "Değersiz dünya malını aldılar". Değersiz dünya malını neye
karşılık aldılar? Bu ifade "Rüşvet aldılar" şeklinde
mânalandın-labileceği gibi, "Kutsal kitabın âyetlerini para karşılığında
değiştirdiler" anlamında da alınabilir. Dünya malına tutku şeklinde
bağlanmaları, ona düşkün olmaları sebebiyle kendilerine sunulan haksız şeyleri
alıyorlardı.
d) "Nasıl olsa bağışlanacağız, diyorlardı" demeleri de, onların
olumsuz yönlerinden birini teşkil ediyordu. Vâris oldukları kitabın
hükümlerini hayata geçirmelerini, onun hükümlerine muhalefet etmelerini ve
rüşvet almalarını kolaylaştıran düşünceleri şuydu: "Nasıl olsa bağışlanacağız.
Günâhları işleriz, ama sonunda af dileyerek bağışlanmamızı temin ederiz"
fikri onların bu işleri yapmasına sebep olmuştur.
e) "Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar".
Âyetin bu kısmında geçen areda kelimesi, "dünya me-tâı", yani
"menfaat"i anlamına gelmektedir. Bu insanların af dilemesi, tövbe
etmeleri, başka bir dünya menfaatinin onlara gelmesine kadardır; o menfaat
gelince, tövbelerini bozarlar. Onların inançlarında, ilâhî vahye karşı tutumlarında
ve yapıp sürdüregeldikleri davranışlarında istikrar yoktur, değişkendir.
Yüce
Allah bu konuyu sadece geçmişteki insanların durumunu anlatmak için mi gündeme
getirmektedir? Hayır, bu konu gelecek nesillere ışık tutması için
anlatılmaktadır. Özellikle müslüman olanlar için, söz verip sonradan caymanın,
tövbe edip tövbesini bozmanın, istiğfar edip vazgeçmenin ne kadar kötü olduğu
vurgulanmaktadır.
2. "Bunlardan, Allah hakkında gerçekten başka bir şey
söylemeyeceklerine dair kitap misakı alınmamış mıydı? O kitabın içindekileri
okuyup incelemediler mi?" Âyette geçen kitap mîsâkının işaret ettiği şey,
Tevrat'tır. Yüce Allah Tevrat'ta onlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın
ana maddesi, Allah hakkında, gerçekten başkasını konuşmayacaklardı. Tevrat'ın
içinde ne varsa onu söyleyeceklerdi. Dinî konularda da Allah'ın dediğinden
başkasını söylemeyeceklerdi. Burada şu soruyu sormadan geçemeyeceğiz: Yüce
Allah neden, "kitap mîsâkı" ifadesine yer verdi de, Tevrat demedi?
Kitap
mîsâkı genel bir kavramdır. Eğer Tevrat deseydi, bu âyetin evrenselliği
ortadan kalkacak, sadece bir olgunun anlatımı olarak kalacaktı. Kitap mîsâkı
demekle, hıristiyan ve müslümanlan da kapsamına almaktadır. Yüce Allah İncil ve
Kur'ân ile de, bütün nesillerden kıyamete kadar hiçbir müslüman Allah'ın
vahyinin dışında dînî konularda referans göstermemelidir. Allah hakkında
gelişigüzel konuşmamalıdır. En'âm sûresinin 93. ve benzeri âyetlerinde böyle
davranmanın Allah'a iftira olduğu ve bunu yapanın en büyük zulmü işlediği
söylenmişti. Demek ki yüce Allah sadece yahudilerin yaptıkları yanlış
uygulamaları anlatmak için değil, müslümanlann gelecek nesillerine eğitim
vermek için de bu açıklamayı yapmaktadır.
Burada
sorulacak diğer bir soru olan, "Yahudiler Allah hakkında gerçekten
başkasını söylerken nasıl davranmışlardı?" sorusunun cevabını verebilmek
için şu âyetlere bakmak gerekir:
a) "Allah tarafından kendilerine yanlarında bulunanı tasdik edici bir
elçi gelince, kitap ehlinden bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyorlarmış
gibi onu arkalarına atıp terkettiler" (Bakara 2/101). Demek ki kendi
kitaplarını arkaya atarak Allah hakkında gerçek olmayanı söylüyorlardı.
b) "Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında
satmak için 'Bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle
yazdıklarından ötürü vay onların haline!" (Bakara 2/79).
c) "Kitap ehlinden bir grup, okudukları, kitaptan sa-nasınız diye
kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir.
Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katındandır' derler.
Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).
d) "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu
kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları alışveriş
ne kadar kötü!" (Âl-i İmrân 3/187).
e) "Onlar kelimelerin yerlerini değiştirdiler. Kendilerine öğretilen
hükümlerin önemli bir bölümünü de unuttular" (Mâide 5/13). "O
kitabın içindekileri okuyup incelemediler mi?" ifadesinden anlıyoruz ki,
onlar kitabı okuyup incelemişlerdi ve kitabın mîsâkı-nı biliyorlardı. Âl-i
İmrân sûresinin 78. âyetinde buyurulduğu gibi bu işi bile bile yapıyorlardı.
3. "Âhiret yurdu, sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı
işletmeyecek misiniz?" Âyetin bu kısmı, kitabın içindekileri araştırıp
tetkik edip oradaki antlaşmanın maddelerini öğrendikten sonra, bile bile dünya
menfaati uğruna rüşvet alanın aklından zoru olduğuna dikkat çekmekte, akıl ile
bu eylemin bir arada olamayacağım vurgulamaktadır. Onun içindir ki âyetin
sonunda aklın işletilmediğini gündeme getirmekte ve böylece ahlâkî davranışla
akıl arasında bağlantı kurmaktadır. Akıl çalışırken şu kanunu yakalamalıdır:
"Âhiret yurdu, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar için daha
değerlidir".
Böylece
aklın çalıştırılıp, neyin daha değerli veya değersiz olduğunu anlamının önemi
gündeme taşınmaktadır. Yüce Allah âyetin bu kısmmda "daha değerli",
"takva" ve "aklı işlemek" gibi kavramları bir araya
getirmiştir. Daha değerli olan, takva sahibine aittir; o da aklım işleterek
bunu anlayacaktır. Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmakla, aklım
çalıştırmanın ilişkisini de vurgulamaktadır. Aklını işleterek takvaya ulaşacak
ve o zaman âhiret yurdunun kendisi için daha değerli olduğunu kavrayacaktır.
Âyetin
bu kısmında aklım işletmek ve sakınmak gibi iki eylem yer almaktadır. Aklını
işletmek beynin eylemi; sakınmak ise Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde
olmaktır. Demek ki insan için neyin daha değerli olduğu meselesine, akıl ve
gönül eylemleri olan düşünme ve sakınma ile yaklaşırsak, ahlâkî yapıyı korumak
mümkün olacaktır.[100]
170.
Ve kitaba sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle barışsever
iyilerin ödülünü zayi etmeyiz.
Bu âyetin bir
önceki âyetle alâkasını göz önünde bulundurarak açıklanmasında yarar vardır.
Çünkü bir önceki âyet, "aklı işletmek"le sona ermektedir. Demek ki
kitaba sımsıkı sarılmak, aklın gereğidir. Allah'ın kitabına sımsıkı
sanlmayanlar, aklın gereğini yerine getirmemektedirler.
1. Yüce Allah akıl ile kitabı bir araya getirmektedir. Buradaki kitap kavramından
anlaşılacak ilk şey, Tevrat'tır. Ama neden doğrudan Tevrat demedi de kitap
dedi, sorusunun cevabı, Tevrat'tan sonra gelecek olan kitapları da kapsamına
almak içindir. Çünkü burada müslümanlarm Kur'ân'a sımsıkı sarılmalarına da
işaret edilmektedir.
"Kitaba
sımsıkı sarılanlar" ifadesi ile birinci derecede kastedilen ya-hudilerdir;
ama âyet ellezîne kelimesiyle başladığı için umum ifade etmektedir. O zaman
müslümanlar da onun içine girmekte ve Müslümanların da kendi kitaplarına, yani
Kur'ân'a sımsıkı sarılmalarına işaret edilmektedir.
Âyetteki
"sarılmak" anlamını ifade eden eylemin İ£Z messeke kalıbından
şeddeli olarak gelmesi, o eylemin çokça yapılması mânasını vermektedir.
Sımsıkı sarılmak mânası ile bu fiil, kitabın tedkik edilip öğrenilmesine ve
onun hükümlerinin tam anlamıyla tatbik edilmesine dikkat çekmektedir.
Bir
önceki âyetle ilişkilendirirsek, takva denen basiret, yani gönül gözü ve akıl
ile kitaba sarılmak gerekiyor. Takva ve akim kollarıyla kitabı kavramak ve onu
hayata tatbik etmek, kitaba sımsıkı sarılmaktır. Annenin çocuğunu kucağına
alıp sımsıkı sarılması gibi içinden gelerek, ihlâsla kitaba yaklaşmak ve onun
hükümlerini hayata indirgemeyi ifade etmektedir.
Namazın
burada yer almasını bir önceki âyette geçen rüşvet alma ahlâksızlığı ile
bağlantılı olarak açıklarsak, namazın ahlâkî bakımdan olan etkinliğini anlamış
oluruz. Ayrıca Ankebût sûresinin 45. âyetinde, namazın hayâsızlık ve
kötülüklerden sakındırıcı özelliği gündeme getirilmektedir.
Kitaba
sımsıkı sarılmanın göstergelerinden biri, namaz denen ahlâkî eylemdir. Diğer
taraftan namaz kelimesinin bir anlamı da "korumak"tır. Kitaba
sımsıkı sarılıp onun hükümlerini korumak, iyi insan olmanın gereğidir.
2. "Biz barış sever iyilerin ödülünü zayi etmeyiz". Âyetin son
kelimesi muslihîndir. Bu kelime, "iyilik yapanlar, aralarını bulup barışı
gerçekleştirenler" anlamına gelmektedir. Her iki mânayı burada
kullanabiliriz: Rüşvet alan yahudilerle ilgili olarak mânalandınrsak, ahlâksızlıklarını
düzeltenler, iyiliğe dönenler demek olur. Ama yine yahudilerle ilgili olarak,
bir önceki âyette yüce Allah'ın onlardan aldığı kitap misakını yerine getirip
Allah ile barışı gerçekleştirenler mânasına da alınabilir. Sadece yahudiler
değil de genel olarak alırsak, insanlık için iyiliği üretenler, barışı
gerçekleştirmek için uğraşı verenler mânasına da gelmektedir diyebiliriz.
O
zaman âyetin bu kısmım Kehf sûresinin 30. âyeti ile açıklayabiliriz: "İman
edip de iyi davranışta bulunanlar (bilmelidirler ki), biz güzel işler
yapanların ödülünü zayi etmeyiz". "Zayi etmeyiz" ifadesinden,
işlenen iyi amellerin mutlaka Allah tarafından değerlendirileceğini,
kaydedilip bir gün insanın önüne konacağını anlıyoruz.
Yüce
Allah'ın bu beyanından ortaya çıkıyor ki, insanlar da idareci olduklarında iyi
işler üretenlerin ödülünü zayi etmemelidirler. Basanlar mutlaka
değerlendirilmeli, görmezlikten gelinmemelidir. Barış için uğraşı veren
insanlar ödüllendirilmelidir. İnsanlıkta savaş ateşi yakanlarla barışın peşine
koşanların farkı bilinmeli ve bu fark değerlendirilmelidir. Bu uygulama, siyaset
sanatı ile eğitim sanatının can daman durumundadır. Madem ki siyaset insanlara
erdem kazandırma sanatıdır, öyle ise banş denen erdemi hayata geçirenlerin
ödülünü vererek bu sanatı canlı tutmalıdır. Banşa giden yol akıl, takva, kitap
ve ibadetten geçmektedir.[101]
171.
Bir zaman, dağı tepelerine bir gölgelik gibi çekmiştik de onu üstlerine
düşüyor sanmışlardı. Size verdi ğimizi kuvvetle tutun ve içindekini
hatırınızdan çıkarmayın ki korunabilesiniz.
1. "Bir zaman, dağı tepelerine bir gölgelik gibi
çekmiştik"
kısmında ki netk kelimesinin anlamı, "söküp atmak" anlamına
gelmektedir. Bir kişi dağarcığındakini ortaya döktüğünde, kadın çocuğunu
doğurduğunda, bu kelime kullanılmaktadır. Sanki "Dağı kökünden söküp onların
üzerine tuttuk" anlamını ifade etmektedir.
Netk
kelimesinin buradaki mânâsım Bakara sûresinin 63. âyeti ile vermek mümkündür:
"Tûr'u üzerinize kaldırmıştık". Demek ki A'râf sûresinin 171.
âyetindeki "çektik" anlamındaki kelime, Bakara sûresinin 63.
âyetinde "kaldırmak" anlamında kullanılmıştır.
Bakara
sûresinin 63. âyetinde "Tûr'u üzerinize kaldırdık" denirken, A'râf
sûresinin 171. âyetinde "dağı" üzerlerine çektiği söylenmektedir. Buradaki
dağdan kasıt, Bakara sûresinin 63. âyetindeki Tûr dağıdır. Ama A'râf sûresinin
171. âyetinde neden Tûr demedi de "dağ" dedi? Söz konusu kullanımlar
bize göre Bakara sûresinin 63. âyetinde özel mânada, A'râf sûresinin 171.
âyetinde evrensel mânada alınmakta ve o anlam ifade edilmektedir.
Âyetin
bu bölümündeki fevka kelimesi, 5t faka kelimesinden gelmekte ve "şerefte
üstünlük" anlamım ifade etmektedir. Sanki Allah Tûr dağında, ya da Hz.
Muhammed'e Nûr dağmda gelen ilâhî mesajı onların üstüne çekerek şereflerini
yükseltti ve dağ gibi yüce kıldı veya kılmak istedi.
Maddî
anlamda dağı onların üzerine çekmek mânası düşünüleceği gibi, ilâhî vahiy
kaynaklı sorumluluğun yerine getirilmesiyle elde edilen manevî oluşumun onların
üzerine çekilmesi anlamına da alınabilir.
Bu
dağ, Allah'ın Hz. Mûsâ ile konuştuğu yerdir (Meryem 195/2); İsrâ-iloğullan'na
kudret helvası ve bıldırcın verildiği yerdir (Tâhâ 20/80); Mû-sâ'nın ilâhî nuru
gördüğü yerdir (Kasas 28/29); gıda olan ağacın yetiştiği yerdir (Mü'minûn
23/20); Allah Teâlâ'nın yemin ettiği önemli bir mekândır (Tûr 52/1). Bu dağı
onların üzerine çekme, manevî değerleri onların hayatına sokmak anlamına
gelmektedir. Tûr dağı İsrâiloğullan için ne ise, Nûr dağı da müslümanlar için
odur. Bu dağlar insanlar için birer üniversite olmaktadır.
Çünkü
ilâhî öğretim faaliyeti oralarda başlamıştır.
2. "Üstlerine düşecek sandılar". Bu ifade Bakara sûresinin 63.
âyetinde geçmektedir. Maddî anlamda böyle hissetmiş olacakları gibi, manevî
anlamda ilâhî mesajın altında kalıp yeterince tatbik edemeyecekleri hissini de
duymuş olabilirler.
3. "Size verdiğimizi kuvvetle tutunuz ve içinde olanı hatırlayınız ki
korunasınız". Âyetin bir ve ikinci bölümünden anlıyoruz ki, yüce Allah
üçüncü bölümdeki emrine bir hazırlık safhası oluşturmaktadır. Dağın onların
üzerlerine düşeceğini zannetmeleri, aslında ruhen Allah'ın vereceği kitabı alıp
ona sarılmalarının hazırlık safhasını oluşturmaktadır. Yüce Allah'ın onlara
verdiği kitabı alıp içindekini hatırlamak, yani için-dekinin üzerinde düşünmek
ve neticede takvaya ulaşmak için ruhî bir değişim ya da hazırlık safhası
gerekiyordu.
Dikkat
edilirse, yüce Allah takvaya giden yolun kilometre taşlarını vermektedir.
Allah'ın gönderdiği vahyi alıp ona sımsıkı sarılmak, onun içindekileri
düşünmek yoluyla daima hatırda tutmak bu taşlan oluşturmaktadır. Takva denen
"korunmak" için bu ilâhî vahye ihtiyaç olduğu gibi, onun üzerinde
düşünmeye de ihtiyaç vardır. Allah'ın mesajını alıp sımsıkı sarılmayan her an
onu hatırlayıp üzerinde düşünmeyen takvaya eremez.
Dikkat
edilirse "korunma" fiilinin başına fe le'alle kelimesi gelmiştir. Bu
kelime, takvaya erme fiiline ihtimal kavramım katmaktadır. Korunan insan
olacağına göre, insanın eylemleri hakkında yüce Allah kesin konuşmamakta,
ihtimalli bir ifade kullanmaktadır.
Öğretilene
ciddiyetle sarılmak ve onun üzerinde derinlemesine düşünmek, öğretim
faaliyetinin en önemli amaçları arasında yer almaktadır. Bu amaçların
ötesindeki nihaî amaç da, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma denen
takvaya ulaşmaktır. Böylece ilâhî eğitimin amacı ile beşerî eğitimin amacı
aynîleşmektedir.
A'râf
sûresinin 59. âyetiyle başlayan geçmiş peygamberlerin öğretileri,
karşılaştıkları engeller ve zorluklar, Allah'ın onlara olan yardımları, 171.
âyetin son kelimesi ile noktalanmaktadır. Hz. Nuh'tan Hz. Musa'ya kadar uzanan
bu tarihî çizgi de Hûd, Salih ve Lût peygamberler de yer almıştır. Yüce Allah'ın
112. âyette anlattığı bütün bu tarihî olguların eğitici yönlerinin ibret olduğu
bir gerçektir. Gelecek nesillere çeşitli açılardan ışık tutan bu olgular, başlı
başına bir öğretim ağını kurmaktadırlar.
İyi
ile kötünün mücadelesini çeşitli renk ve boyutlarıyla ele alan bu âyetler,
konulan ilâhî gözlem altında abartısız ve tarafsız sunmaktadır. Toplumların
oluşturdukları kültürün insanı ne kadar derinden etkilediğini, onun etrafında
ne kadar kuvvetli ve aşılmaz bir duvar ördüğünü, kibir ve cehaletin, kötü
alışkanlıkların insanla hakikat arasında nasıl aşılması zor olan dağlar
koyduğunu öğretmektedirler. Peygamberlerin insanları eğitmek için çileler
çektiklerini, kendi toplumları tarafından dinlenmediklerini, çaresiz kaldıklarını,
bu çaresizlik anlarında ilâhî yardımın yetiştiğini, kimi zaman tabiat
olaylarıyla cezalandırıldıklarını, ama peygamberlerin sabırdan tâviz vermediklerini,
metaneti ve şefkati elden bırakmadıklarını anlatmaktadır.
Bütün
burada geçen peygamberlerin tevhîd inancını öğretmek ve yaymakla meşgul
oldukları, bunu yaparken de dünyevî menfaat gözetmediklerine dikkat çekmiş,
çileli faaliyetlerinin karşılığını ilâhî rıza olarak gördükleri vurgulanmıştır.
İnsanlığa; insan yetiştirmenin, ona doğruyu öğretmenin, erdemleri
kazandırmanın çok zor ama zor, olduğu kadar kutsal bir meslek olduğunu
öğretmişlerdir.[102]
172.
Hani kıyamet gününde, "Biz bundan habersizdik" demeye siniz diye,
Rabbin Âdemoğulları'ndan, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları
kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" (Onlar da), "Evet, (buna) şahit olduk" dediler.
173. Ya da şöyle demeyesiniz: "Daha önce
atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardından gelen bir soyuz. Gerçeği
çiğneyenler yüzünden bizi helak mi edeceksin?"
174.
İşte biz de âyetleri böyle açık açık dile getiriyoruz ki, (günâh işlemiş
olanlar) belki (bizden yana) dönerler.
Peygamberlerle
ilgili konular 171. âyette tamamlanmış ve 172. âyette de genel anlamda
insanlığın eğitimi ve amacı ele alınmıştır. Genelde halk arasında bezm-i elest
veya elest bezmi olarak bilinen eğitim faaliyeti burada gündeme getirilmiştir.
Yukarıda zikredilen âyetlerin analizinden şu genellemelere varıyoruz:
1. Bu zamana kadar bize anlatılan, yüce Allah'ın ruhları yarattığı zaman
onları topladığı ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
sorduğu, ruhların da "Evet sen bizim Rabbimizsin" diye cevap
verdikleridir. Bu toplantının adına bezm-i elest veya elest bezmi denmiştir.
Anlatılan bu olgu, A'râf sûresinin 172. âyetine ters düşmektedir. Bu soru ve
cevaplamanm ruhlar âleminde değil, insan yavrusu anne karnında iken olduğunu
âyetten anlıyoruz.
Âdemoğulları'ndan,
onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı; onları kendilerine şahit tuttu ve
dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da) 'Evet (buna) şahit olduk'
dediler". Âyetin bu kısmından hareket edildiği zaman, sorulan sorunun ve
alınan cevabın anne karnında çocuğun ruhuna sorulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bu sorunun sorulduğu net bir şekilde ortada
durmaktadır. "Zürriyetlerini almak" ifadesinden çocuğun yaratıldığı
anlatılmaktadır. "Onları öz benliklerine şahit tutarak" denirken, bu
sorunun ruhlar âleminde değil de, bedenle ruhun birleştiği an sorulduğu ifade
edilmektedir. Demek ki bezm-i elest bir anda olmuş bitmiş değil, tam tersine
devam etmektedir. Her annenin karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soru
sorulmaktadır. Böylece bezm-i elestin bir süreç olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yüce
Allah'ın anne karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soruyu sormasının bir başka
anlamı da, onların ruhunu Allah'a inanacak şekilde programlamış olmasıdır.
Demek ki insanın aklı, tevhîd inancına göre inanacak bir şekilde programlanmış,
ama dünyaya geldikten sonra yanlış düşünce ve felsefeler onun bu programını
bir virüs gibi bozmuştur. Bu virüs onu şirke veya inkâra itmekte; tevhîd
inancının gönüle düşmesini engellemektedir. Aslında bu soruya insan ruhunun
verdiği cevap, insanın Allah'ı tanıyacağına dair verdiği bir ahd, bir söz,
yaptığı bir antlaşma anlamına gelmektedir.
Allah'ın
ahdini yerine getirmesinin anlamı da, bezm-i elestte verdiği cevabı yerine
getirmesidir. Bu öyle bir soru ve cevaptır ki, insanı kendi öz benliği üzerine
şahit tutmaktadır. Başkasının şahit olmasına lüzum yoktur, insanı kendine
şahit tutmaktadır. Demek ki insan kendini gözleyecek, kendini hissedecek ve
kendini tenkit edebilecek eylemleri gösterecek nitelikte yaratılmıştır. Meselâ
Ra'd sûresinin 20. âyetinde bahsedilen ahd, buradaki itirafı ifade etmektedir.
"İşte bunlardır, Allah'a verdikleri sözü yerine getirenler". Allah'ın
ahdi demek, bezm-i elestte verilen sözdür. O zaman "Allah'ın ahdini yerine
getirmek", O'na inanmak, demektir. Demek ki Allah'ın varlığına ve
birliğine inanmak, ahde vefa, yani sözünde durmaktır. A'râf sûresinin 172.
âyetinde "Buna tanıklık ederiz" ifadesi, bu imanı gündeme
getirmektedir.
O
zaman din eğitiminin ana amacı belirlenmiş olmaktadır: Bu da insanın
fıtratında var olan inanç duygusunu tevhîd inancına ulaştırmaktır. Ayette geçen
fiil ve zamirlerin çoğul olması, bezm-i elest süreci içinde bütün ruhların aynı
cevabı verdiğini ve vereceğini vurgulamaktadır. Fiillerin geçmiş zaman kipi
ile getirilmesi de, gelecekte kesin olacağına delil teşkil etmektedir.
2. "Kıyamet gününde, 'Biz bundan habersizdik' demeyesiniz
diye!" Yüce Allah, insan ruhunu tevhîd inancına doğru programlamış
olmasının sebebini âyetin bu bölümünde gündeme getirmektedir. İnsan oğlunun
tevhîd inancından haberi olmadığını kıyamet günü söyleme ihtimali vardır.
Allah insanı kendi öz benliğine şahit tutarak, kendisini Allah'ın varlığına ve
birliğine tanıklık ettirerek, bu mazereti ortadan kaldırmıştır. "Biz
bundan habersizdik" mazeretini ortadan kaldırmak için yüce Allah, insanın
ruhunu ya da aklını inanç duygusuyla donatmıştır.
Bu
âyetten şu neticeye varıyoruz: Yüce Allah Gâşiye sûresinin 21-22. âyetlerinde
"O halde sen hatırlat, sen ancak hatır-latıcısın. Onların üzerinde bir
zorba değilsin" derken, Hz. Peygamberin, bezm-i elestte Allah'a verilen
sözü hatırlatma görevini yerine getirmekle yükümlü olduğunu ifade etmektedir.
Hz. Peygamber Kur'ân ile öğüt verirken (Kâf 50/45), insanlara Allah'a
verdikleri sözü hatırlatmaktadır.
Demek
ki din eğitimi, insanın fıtratında, yani doğasında doğuştan var olan inanç
duygusunu, ulaşması gereken nihaî noktaya ulaştırmalıdır. A'râf sûresinin 172.
âyetinde, bu hatırlatmanın yapıldığına işaret edilmektedir.
3. "Şöyle de demeyesiniz: 'Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz
de onların ardından gelen bir nesiliz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak
mı edeceksin?" Bu âyetin 172. âyetin devamı olduğu gerçeğinden hareket
etmek gerekiyor.
a) İnsanlar, kendi hatalarını bir önceki nesle atmış olabilirler.
"Bundan önce babalarımız şirke batmıştı". Böyle bir mazeretin geçerli
olmadığını vurgulayan âyet, din eğitiminin yapılmasının zorunluluğunu,
insanların inanç duygularının geliştirilip tevhide yönlendirilmelerinin ilke
haline getirilmesini gündeme taşımaktadır.
b)
"Biz onların ardından
gelen bir nesiliz" diyerek, inkâr ve şirk koşmalarına mazeret
gösteremezler. İnsan kendi kendine tanık olmuş ve Allah'a söz vermişti. Allah,
"Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk. Onların eserlerine uyarak yol
alacağız" (Zuhruf 43/23) deyip, sonra da suçu onlara atarak mazeret beyan
etmeyi ortadan kaldırmak için bu hatırlatmayı yapmaktadır.
c) "Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı ede-
ceksin?"
dememeleri için bu hatırlatma yapılmaktadır. "Bâtılı işleyenler"
ifadesini, "bâtılı ihdas eden, üreten" şeklinde anlamak daha doğru
olur. "Bizi helak mı edeceksin?" ifadesinden anlıyoruz ki, bu söz
dünyada söylenmektedir. Bizden önceki nesil bâtılı üretti, biz de kendimizi
onun içinde bulduk, öyleyse onların cezalandırılması lâzım, bizim değil derken,
işledikleri ve işleyecekleri kötülüklere mazeret bulmaya çalışmaktadırlar.
Bezm-i
elest sorusunun sorulmasının ikinci sebebi bu olmaktadır. "Kıyamette
bundan haberimiz yoktu ve bizden önceki neslin etkisinde kaldık, bâtılı
üretenlerin yaptıkları sebebiyle bizi helak etme!" gibi mazeretleri ortadan
kaldırmak için bu ilâhî uygulama yapılmıştır.
4. "İşte biz bu âyetleri böyle açık açık dile getiriyoruz ki, (günâh
işlemiş olanlar) belki (bizden yana) dönerler". Yüce Allah insan ruhuna
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusunu sorarak onları öz
benliklerine şahit tutarken, bir amacını bu âyette belirlemektedir. Allah bu
âyette nihaî amacı tesbit etmektedir. İnsanların kötüden iyiye dönmeleri için
Allah âyetlerini açıklamaktadır. Demek ki bezm-i elest denen uygulamayı
Allah'ın gerçekleştirmesi, bir âyettir. Âdem'in zürriyetinin sperm ve
yumurtasını alıp, onun doğasına inanç duygusunu koyması da bir âyettir. Bu
yolla inşam kendi kendine şahit tutması ve onlara kendi varlığını tasdik ettirmesi
de bir âyettir. Bunu yapmadığı takdirde insanların kıyamette ve bu dünyada
nasıl mazeret beyan edeceklerini anlatması da bir âyettir. Bütün bu âyetlerin
derinlemesine ve açık bir biçimde anlatılmasının amacı, insanın, şirki bırakıp
yalnız Allah'a yönelmesi içindir. Kısaca diyebiliriz ki insanları doğru ve iyi
olana döndürebilmek için eğitim şarttır. Meseleleri açık seçik ortaya koyup
insanlara öğrettikten sonra ilâhî müdahaleyi beklemek gerekiyor.[103]
175.
Onlara şu adamın haberini oku! Kendine âyetlerimizi vermiştik; fakat onlardan
sıyrılıp çıktı. Ondan dolayı şeytanın kendisini takip etti ve sonunda azgınlardan
oldu.
176.
Dileseydik onu, o âyetlerle yüceltirdik. Ama o yere çakılı kaldı. İğreti
arzularına uydu. Onun durumu şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan dilini
sarkıtarak solur, kendi haline bıraksan da solur. Âyetlerimizi yalanlayan
toplumun örneği işte budur. Bu hikâyeyi anlat ki düşünsünler.
Müfessirler
bu âyetin yahudilerden, daha doğrusu Hz. Mûsâ zamanındaki İsrâiloğullan'ndan birisi
için indiğini söylemektedirler. Biz anlatılan bu rivayetleri âyetin içeriği
için uygun bulmuyoruz. Çünkü âyet genel mânada bir örnek getirmekte ve herkesin
böyle bir duruma düşeceğine dikkat çekmektedir. Zaten bir sonraki âyet bunu
açıklayacak ve o insanın kim olduğuna ışık tutacak, olmuş olandan ziyade,
olacak olanı anlatarak eğitim faaliyetini yürütecektir. Âyetin analizini bir
sonraki âyetle beraber yaparsak şu neticelere varabiliriz:
1. "Onlara şu adamın haberini oku!" Dikkat edilirse, âyetin bu
kısmında adam kelimesinin yerine ellezî
kelimesi yer almaktadır. Bu kelime sıla cümlesi kurdurmaktadır. Genel bir mâna
taşıdığından, onun yerine herhangi bir adamın ismini koyamıyoruz. Bu kelime
cümleye evrensellik kazandırmaktadır. Böyle bir cümle kurgusunda önemli olan
kişinin kendisi değil, onunla ilgili olarak anlatılan durumdur.
2. "Kendisine âyetlerimizi vermiştik, fakat onlardan sıyrılıp çıktı.
Ondan dolayı şeytanın takibine uğradı ve sonunda azgınlardan oldu". Yüce
Allah'ın okunmasını istediği insanın haberinden şu özellikler ortaya
çıkmaktadır:
a) Allah âyetlerini ona verdi. Bunun anlamı ilâhî eğitime tâbi tutuldu,
iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, hak ile bâtıl ona anlatıldı
ve öğretildi. âteynâ fiili "vermek" anlamına gelmekle beraber,
"öğretmek" anlamına da gelmektedir. O zaman bu insan peygamber olamaz
mı? Buradaki âyetlerden kasıt, bir kutsal kitabın hükümlerini ifade eden
âyetler midir?
Bu
insanın peygamber olmadığı bir gerçektir. Buradaki "verme", "göstermek"
anlamına alınabilir: O zaman âyetlerden kasıt, "mucizeler" olur. Bu
konudaki delilimiz Tâhâ sûresinin 56. âyeti olabilir: "Andolsun biz ona
(Firavun'a) bütün delillerimizi gösterdik, yine de yalanladı ve diretti".
Yüce Allah Firavun'a âyetlerini gösterirken, onu peygamber olarak seçmedi.
Buradaki âyet kavramı, "delil, mucize" anlamına gelmektedir. Tâhâ
sûresinin 56. âyeti, A'râf sûresinin 175. âyetiyle karşılaştırılırsa, vermenin
"göstermek ve öğretmek"; âyetin de "delil ve mucize" olduğu
söylenebilir. İki âyet arasında bu bağlantı kurulursa, A'râf sûresinin 175.
âyetin-deki kişinin Firavun olma ihtimali çok yüksek olur. Âyette geçen âteynâ
(verdik) fiiline, "gönderdik" mânası verilebilir. Yüce Allah
peygamberleri vasıtasıyla ona âyetlerini, yani mucize ve delillerini göndermiş
olmaktadır.
b) Kişi o âyetlerden sıyrılıp çıktı.
inseleha kelimesi "çıktı" anlamına gelmektedir. min harf-i
cerri ile kullanılınca, "ayrıldı" mânasını ifade etmektedir.
Kelimenin sözlük anlamı, "kesilmiş hayvanın derisini yüzüp çıkarmak,
elbiseyi çıkarmak, yılanın derisinden soyulması, vakit geçmek, gündüzün geceden
sıyrılıp çıkması "dır. Bu kişi elbiseyi çıkarır gibi, Allah'ın
âyetlerinden çıktı gitti. İnseleha kelimesinde "kabul etmemek, iman etmemek,
reddetmek, bir tarafa atmak" mânaları da vardır.
Yüce
Allah'ın âyetleri, insanın ruhunu, bedeni örten elbise gibi örtmektedir.
Elbiseyi çıkartınca, hem avret yerleri gözükür hem de havanın etkisi altına
kalır. Allah'ın âyetleri de insanın manevî hayatı için bir örtü, bir elbise
mahiyetindedir. Onları çıkartıp atınca, hem manevî kuvvetleri şeytana açık hale
geliyor, hem de kötü etkilerin tesirinde kalıyor.
Buradaki
"âyet" kavramı, A'râf sûresinin 172. âyetindeki insanın doğasına
yerleştirilen inanç duygusu anlamına alındığında, o kişinin doğasından sıyrılıp
çıktığı mânasını vermek mümkündür. O zaman bunun anlamı, o kişinin Allah'ın
ona verdiği fıtratı tahrip etmesi demektir. Dolayısıyla bu kişi kendi doğası
ile çatışmaktadır. Böyle bir yorumu yapma imkânı var mıdır? İnsanın doğasındaki
özelliklere âyet mânası verilebilir mi? İnsanın manevî yapısındaki özelliklere
âyet denebileceği Fussılet sûresinin 53. âyetinden hareketle Bakara sûresinin
106. âyetinde anlatılmıştı. Fussılet sûresinin 53. âyeti şöyledir:'
"İnsanlara dış âlemlerde (ufuklarda) ve kendi nefislerinde (iç
âlemlerinde) âyetlerimizi göstereceğiz". Demek âyetin mânaları arasında,
tabiat kanunları ile insanın psikolojik özellikleri anlamı vardır. Bu insanlar
kendi iç âlemlerinin kanunlarına ters düştükleri için, onlardan inseleha
anlamında sıyrılıp çıktılar, buyurulmaktadır.
c) "Bu yüzden şeytanın takibine uğradı". Bunun anlamı şu
şekilde verilmektedir: Râzî, "şeytan onun peşine kâfir ve azgın insanları
taktı, yani kâfir insanları onun arkadaşı, yoldaşı yaptı"; Abdullah b. Müslim,
"şeytan ona yetişti"; Ebû Ubeyde, "şeytan ona yetişinceye kadar
peşini bırakmadı"[104]
mânalarını vermişlerdir.
Fıtrat
kanunundan, yani Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan, leş haline gelmektedir.
Leşe vahşi hayvanlar koşuşur ve kısa zamanda ulaşırlar. Leş haline, yani
yaşayan ölü haline gelen bu insana da şeytan koşup yetişmektedir. Artık onun
şeytana karşı koyacak irâdesi kalmamıştır. Çünkü bu insan, Allah'ın ona
verdiği âyetlerin elbisesinden sıyrılıp çıkarken, yolda eğlenmiş oldu;
kaybettiği zaman diliminde şeytan ona yetişti. Allah'a doğru yol alırken zaman
kaybına yol açacak durmalar, şeytanın işine yarayacaktır. Allah'ın âyetlerinden
olan doğa kanunundan sıyrılmak da uzun zaman alacağından, şeytanın yakalamasına
fırsat verecektir.
Şeytan
bu insanın peşine ne ile takılıyor da ona yetişebiliyor? Bu sorunun cevabını
verebilmek için İsrâ sûresinin 64. âyetine bakmak gerekir: "Onlardan
gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları
yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol!" Demek ki şeytanın süvari
ve piyadelerden teşekkül eden ordusu vardır; bu ordu ile insana yetişmektedir.
Böyle bir anlamdan hareket ederek şu yorum yapılabilir: Allah'ın âyetleri
ilerlemede insana hız kazandırmakta, şeytanın yetişemeyeceği tarzda
ilerlemesini, yücelmesini ve olgunlaşmasını temin etmektedir. İnsan şeytanla
savaş halindedir. Allah'ın âyetleri savaş halinde olan insana hem silâh hem de
siper olmaktadır. Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkan da şeytanın pençelerine
yakalanmaktadır.
d) "Ve sonunda azgınlardan oldu". Râzî, me'ânî ile uğraşanların
âyetin bu kısmına şu yorumu getirdiklerini nakletmektedir: Doğru yolda iken, o
yoldan çıkıp sapıklığa, nefsinin arzularına ve kötülüğün yoluna girdi; dünyaya
meylettiği için şeytanın oyuncağı haline geldi; oyuncak oluşları, onların
uçuruma atılmaları anlamına geldi gibi.
Netice olarak
diyebiliriz ki Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, onları görmezlikten gelmek,
onları bir tarafa atmak, onlara aldırış etmemek ve onlardan sıyrılıp çıkmak
bir dizi oluşumu meydana getirmektedir. Bu halin ardından şeytanın takibine
uğramak ve azgınlardan olmak gibi çok kötü neticeler gelmektedir. Yüce Allah
insanları eğitirken, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde bu şekilde konuları ele
almaktadır. Âyetlerden çıkmak sebep, şeytanın takibine uğramak ve azgınlardan
olmak da sonuçlar olmaktadır. Allah insanlara, hangi davranışın hangi
neticelere varacağının bilincini vermekte, sebep-sonuç ilişkisi analizini
yaparak insanı eğitmektedir. Diğer taraftan beşerî eğitime, davranışların
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde analiz edilmesinin gerekliliğini
kazandırmakta, davranışlardaki değişimin iyiden yana olabilmesinin bu
analizlere bağlı olduğuna dikkat çekmektedir.
3. "Dikseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o
yere çakılı kaldı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna
benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur; bıraksan da dilini sarkıtıp
solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat,
belki düşünürler". Bu âyet bir önceki âyetin devamı durumunda olduğundan
onunla bağlantılı olarak analiz edilecektir.
a) "Dikseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik".
Âyette geçen lev edatı, "dileseydik, ama dilemedik" anlamına gelmektedir.
Allah âyetleriyle insanı yüceltmek istemiştir. "İsteseydik"
ifadesiyle, istediğini ifade etmektedir. Bu anlamdan hareket ettiğimizde ilâhî
eğitimin amacının insanı yüceltmek olduğunu söyleyebiliriz.
Yüce
Allah'ın irâdesi, Kur'ân'la insanı şereflendirip yüceltmekten yanadır. Çünkü
Enbiyâ sûresinin 10. âyetinde gönderdiği kitapta insanların şerefinin olduğu
gündeme getirilmektedir. Âyetin bu kısmında geçen j»j ra-fe'a, fiili
"yükselmek, yücelere ermek" anlamına gelmektedir. Buradaki yücelme,
manevî bakımdan kâmil insan olmak, Allah'a yaklaşmak mânasını ifade etmektedir.
"Dileseydik" ifadesinden, Allah'ın dilemediğini, onu inkârı ile baş
başa bıraktığım anlamamak gerekir. Tam tersine onu iradesiyle baş başa
bıraktığım, hürriyetine ve seçeneğine dokunmadığını anlamak lâzımdır. Bu durum
aynen Yûnus sûresinin 99. âyetindeki şu ifadeye benzemektedir: "Eğer
Rabbin dikseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen,
inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" Şimdi bu âyetin birinci
bölümünden Allah'ın insanların iman etmesini istemediğini çıkarabilir miyiz?
Böyle bir neticeye varmak mümkün değildir. Âyetin ikinci bölümünde insanların
iman etmeleri için zorlanmayacağı gündeme getirilmektedir. Demek ki insanlar
iman etmek konusunda hürdür, irâdesine Allah bile dokunmuyor. Dileseydi bunu
yapmaya gücü yeterdi. Dolayısıyla insanları hür bıraktı; dileyen inansın,
dileyen inkâr etsin.
Eğer
A'râf sûresinin 176. âyetinde kişinin irâdesine dokunulup dilemesi
gerçekleştirilseydi, o insanın yere çakılıp kalması ve nefsine uyması mümkün
olmayacaktı. Allah Teâlâ, dilemesi ile kulunun hür irâdesi arasında bir denge
kurarak, onun seçeneğine dokunmadığı için, o insan yanlışa gitmiştir. İnsan,
Allah Teâlâ'nın onu yüceltme dileğine ters düşen hareketi yaptığı için yükümlü
olmaktadır.
b) "Fakat o, yere çakılı kaldı ve hevesinin peşine düştü".
"Yere çakılı kaldı" ifadesinden, "dünyaya sarıldı" mânasını
çıkarmak doğru olacaktır. Yüce Allah âyetleriyle, yani kendi eğitimi ile insanı
aşın şekilde dünyaya bağlanmaktan kurtarıp manen yücelmesini istiyor, ama insan
dünyaya dört elle sarılarak yücelmeyi tercih etmiyor. İnsan bu duruma ne zaman
düşer? Dünyayı önüne alıp, kendi aklını ve gönlünü onun arkasına koyarsa,
dünya onu istediği yere götürür; ama insan kendi aklını ve gönlünü öne alıp
dünyayı arkasına takarsa, dünyayı istediği yere götürür.
Dünya
önde ise, insana hâkim olur; insan aklı önde ise, insan ona hâkim olur. Demek
ki dünyaya aşın bir şekilde, yani tutku ile sarılmak, yücelmeyi
engellemektedir. Âyetin bu kısmında yer alan "yere çakılıp kalmak" fiilinin
faili insandır. Dünyaya tutku ile bağlanmanın ardından gelen eylem, iğreti
heveslerin peşine düşmektir. Bu heveslerin peşine düşme eyleminin faili de
insanın kendisidir.
Bu
insan bütün davranışlannda dünyanın geçici faydalarını ölçü olarak almakta,
iğreti arzularının peşine düşmekte, böylece kendini yüce değerlerden kopanp
almaktadır. Aklı ile nefsi arasındaki çatışmanın arasında kalan bu insan, bir
iç huzursuzluğu yaşadığından dolayı, iğreti arzu ve tutkularının kurbanı olmaktadır.
Allah'ın âyetlerine inanan ve o âyetler sayesinde bir iç huzura, beyin
benaklığına ve gönül aydınlığına sahip olan insanlardan çok farklı bir
durumdadır.
c) "Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da
dilini çıkarıp solur; üzerine gitmesen de dilini çıkartıp solur". Yüce
Allah âyetleriyle yüceltmek istediği insanın dünyaya tutku ile çakılıp kalması
ve iğreti heveslerinin peşine düşmesi olayını anlatırken, köpeği örnek
göstermektedir. Köpeğin en önemli özelliklerinden biri, dilini çıkanp
solumasıdır. Kimi zaman üzerine gidildiği zaman dilini çıkarıp solur. Fakat
öyle köpekler vardır ki, üzerine gitmesen de solumaktadır.
Dünya
hayatının, menfaatlerinin ve iğreti heveslerinin peşinde koşan insan da devamlı
olarak solumaktadır. Durmadan koşması, dilini çıkarıp solumasına sebep
olmaktadır. Buradaki solumasının başka bir sebebi de, dünya menfaatlerine
başkalarının yanaşmasını önlemektir. O menfaatlere yânaş-masalar dahi, onları
koruyormuşçasına devamlı solumaktadır. Demek ki dünya tutkusu ve nefsin
işareti, arzulan öylesine peşlerinden koşturur ki, insan durmadan solumasına
rağmen onları tam anlamıyla elde edemez. Allah'ın âyetlerinden kendisini
çıkarıp sıyıran kişi, dünya tutkusu ve nefsin iğreti ar-zulannın denizine
düşmektedir. Denizde boğulma tehlikesi geçirdiği için, dilini çıkararak köpek
gibi solumaktadır.
Yüce
Allah bu benzetme ile insanın manen ne hale geldiğini anlatmaktadır. Allah'ın
âyetlerinden sıyrılıp çıkan insan, şeytanın takibine uğramakta, azgınlaşmakta
(A'râf 7/175), yere çakılıp kalmakta ve iğreti heveslerinin peşine düşmektedir
(A'râf 7/176). Bu oluşumlar onu köpek seviyesine düşürmektedir.
d) "İşte âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumu böyledir. Kıssayı
anlat, belki düşünürler". Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun durumunu
bu köpeğin haline benzetmektedir. Yüce Allah bu kıssanın anlatılmasını
emrediyor, çünkü amacı onların düşünmesini temin etmektir. Böylece geçmişin
olguları eğitici yönde ortaya çıkmaktadır.
Yüce
Allah insanların burada düşünerek varacakları neticeyi gizli de olsa
belirlemektedir. Üzerlerine gelen veya gelmeyen kişiye saldıran, yani soluyan
köpek, onu korkutmak ister. Yaptığı iş aslında çok değersizdir. Değersiz bir
iş için hareket etmek köpeğin özelliklerindendir. Solur ama bir zaman sonra
sakinleşir, neden soluduğunu da bilmez.
Allah'ın
âyetlerini yalanlayan, inkâr eden toplumlar da geçici arzuların ve menfaatlerin
peşinde koşarak ömrünün sonunda bir köşeye çekilip kalıcı bir şeyin olmadığını
görürler. Anlatılan bu durum, onları ve diğer toplumları derinlemesine
düşünceye sevketmeyi amaç edinmektedir. Düşünecek olan insan olduğundan, bunu
yapması kesin değil, ihtimal dahilindedir. Onun içindir ki, yüce Allah
t»]S£iivta' "Umulur ki düşünürler" ifadesine yer vermektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki insanlara doğruyu anlatmak ve onları doğru yolda
yürütmek için, düşünmelerini sağlamak gerekiyor. Yüce Allah onları düşündürmek
için Öğretim faaliyetini gerçekleştirmektedir. Önemli olan insanın düşünmesini
temin etmektir. Düşünmeye başlayan insan, ilâhî âyetlerin rehberliği ile doğru
yolu bulacaktır.
Öğretimle
verilecek olan mesajların, sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatılmalı,
benzetmeler etkili ve ürpertici olmalıdır. Hangi davranış veya inanış biçimlerinin
hangi sonuçlara varacağını net bir şekilde anlatmak gerekiyor. A'râf sûresinin
175 ve 176. âyetlerinde bu metot kullanılarak, öğretimi yapılmaktadır.
İnsanın
nasıl âdîleştiğinin, hayvani davranışları nasıl sergilediğinin, bu duruma nasıl
ve niçin düştüğünün analizi yapılarak, caydırma yolu takip edilmektedir.
Düşünme kapasitesinin harekete geçirilip çözümlerin üretilebileceğine işaret
edilerek, beşerî eğitimin amacına ve nereden başlanması gerektiğine de dikkat
çekilmektedir.[105]
177.
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendine zulmede gelen güruhun durumu ne kötü
misaldir.
Bu
âyet, önceki iki âyetin devamı durumundadır. Yüce Allah âyetlerini inkâr eden
ve kendilerine zulmedenleri bir grup, yani güruh olarak kabul etmektedir.
Demek ki Allah sosyal anlamda toplumu inanç gruplarına ayırmak- tadır. Bu inanç
grubunun iki özelliği olduğunu görüyoruz.
a) Allah'ın âyetlerini yalanlıyorlar. Allah'ın âyetlerini
yalanlamalarının anlamını önceki iki âyetten çıkarabiliriz. A'râf sûresinin
175. âyetinde, Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkmak, A'râf sûresinin 176.
âyetinde de dilini çıkararak solumak şeklinde mânalandınlmaktadır. Dilini
çıkarıp solumak, âyetleri inkâr etmek demektir.
Eski çağlarda
dilin çıkartılarak solunması eylemini, insanlar karşı karşıya gelerek
gerçekleştiriyorlardı. Uzaktaki insanın dilini çıkartarak solumasını ne
görebilirler ne de işitebilirlerdi. Ama şimdi kitle haberleşme vasıtaları
öylesine gelişti ki, çok uzakta olanların Allah'ın âyetlerine karşı solumalarını
yazılarından okuyabiliyoruz. Solumanın sesi çok uzaklardan duyulmaktadır.
Çeşitli şekillerde yazıya ve görsel programlara dökülen kelime ve cümleler,
solumanın çeşitlerini sunmaktadır. Kitaplar, makaleler ve basındaki insanlar
dillerini öylesine uzatarak soluyorlar ki, bu solumanın sesi insanlığın beyin
ve gönüllerini kirletmektedir. Ses, kelime, fikir kirliliği Allah'ın âyetlerine
kadar uzanmakta ve bu durumun ne kadar kötü olduğu A'râf sûresinin 177.
âyetinde belirtilmektedir.
b) Kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah'ın âyetlerini yalanlamak,
sebep; kendine zulmetmek, sonuç olmaktadır. Demek ki bunlar iki ayrı eylem
değil, biri sebep diğeri sonuç olan tek bir eylemi ifade etmektedir. Bir insan
kendine nasıl zulmeder? Bu konu A'râf sûresinin 23. âyetinde açıklanmıştı. Ama
buradaki konunun kapsamı içinde de açıklanması gerekiyor.
A'râf sûresinin
172. âyetinde açıklandığı gibi, doğuştan insanın doğasına inanç duygusu
yerleştirilmiştir. Bu duygunun tatmin edilmesi, yaratılışının doğrultusunda
geliştirilmesi, onun hakkıdır. İnsan Allah'ın âyetlerini inkâr edince, o
duygunun hakkını gaspetmektedir. İnanç duygusunun hakkını gaspeden kişi, kendi
kendine zulmetmiş olmaktadır.
İnsanın
kendi kendine zulmetmesine başka bir açıdan bakabiliriz: A'râf sûresinin 175.
âyetinde, insana verilen âyetler, artık o insanın kendisine aittirler.
Kendisine ait olan âyetleri yalanlayan, onlara karşı soluyan insan, kendi öz
benliğine zulmetmiş oluyor.
Onların
kendilerine zulmetmelerinin başka bir anlamı da, Allah'ın onlara zulmetmediği,
ne yaptılarsa kendi kendilerine yapmış olduklarıdır. A'râf sûresinin 175-177.
âyetlerine bakarsak, şu eylemleri gerçekleştirdiler. Allah'ın âyetlerinden
sıyrılıp çıkan, onları bir tarafa atan, şeytanı peşine takan, azgınlardan olan,
dünyaya çakılıp kalacak kadar tutku ile bağlanan, nefsine tâbi olan, hakikate
karşı dilini çıkartıp soluyan ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar onlar
olmuşlardır. Bütün bu eylemler kaybolmadı; taşa çarpar gibi kendilerine döndü.
Bu dönüş de kendilerine zulüm olmuştur.
Kendilerine
zulmetmelerinin diğer bir mânası da, Allah'ın âyetlerini yalanlayıp saçma
bulanlar, aslında kendilerinin manevî şahsiyetlerine kıymakta, onu
öldürmektedirler. Bir âyeti yalanlamak, kendi ruhuna bir mermi sıkmaktır,
canına kıymaktır; çünkü bu yalanlama, gönlü öldürmektedir.
Allah'ın
âyetlerine inanmak, gönlün gıdası, canı ve hayatıdır. Onu bu imandan mahrum
bırakmak, onu öldürecek kadar bir zulümdür. Aslında bu insanlar, Allah ile olan
ilişkilerini, Allah katında olan değerlerini katletmişlerdir. Allah'ın
âyetlerine karşı dillerini çıkarıp her solumalarında, yazdıkları her kelime ve
cümlelerinde Allah'tan uzaklaşma vardır. Bu uzaklaşma da kendilerine zulüm
olmuştur.
Netice
olarak diyebiliriz ki yüce Allah âyetleriyle insanı yüceltmek istiyor, fakat
bazı insanlar O'nun âyetlerini inkâr ederek, bu yücelmeyi kabullenmiyorlar.
İlâhî eğitimin amacını belirleyen A'râf sûresinin 176. âyeti, bu yücelmeyi geri
çeken bütün çirkinlikleri de açıklamaktadır. Yücelip Allah katında
değerlerinin artmasını engelleyen insanlar, aslında kendi kendilerine
zulmetmektedirler. Böylece Allah zulüm kavramına farklı bir anlam kazandırmakta,
insanları bundan kurtarmak işini de din eğitimcilerine vermektedir.[106]
178.
Allah kimi doğru yola yöneltirse, o doğru yolu bulmuştur. O'nun sapıklık
içinde bıraktığı kimselere gelince, büyük kayıp içinde olanlar da iste
böyleleridir.
Bu
âyetin anlaşılması konusunda âlimler arasında ciddî anlamda ihtilâflar meydana
gelmiştir. Meselâ Kurtubî bu ihtilâflardan ikisini naklederek, bu âyetin o görüşlere
reddiye olduğunu söylemektedir. "Allah Teâlâ bütün sorumlu olan kimseleri
hidâyete erdirmiştir. Onun herhangi bir insanı saptırması caiz değildir"
diyenler Kaderiyye'nin görüşlerini reddetmektedir. Râzî de bu âyet hakkında
Mu'tezile'nin görüşünü geniş bir şekilde açıklamakta ve onları birer birer
çürütmektedir.
Eski
âlimlerin Allah'ın hidâyete erdirmesini ve dalâlete düşürmesini açıklamakta
kamplara ayrılmaları, bu konulara çözüm getiremediklerine delil teşkil
etmektedir. Onlardan hangisinin doğru ve yanlış olduğuna bakmadan, âyetin
diğer bağlantılarıyla ne ifade ettiğine bakmayı uygun buluyoruz.
1. "Allah kimi doğru yola yöneltirse, o, doğru yolu bulmuştur".
Âyetin bu kısmını ve bundan sonraki bölümünü anlamaya çalışırken, Kur'ân'ın
diğer âyetleriyle bağlantı kurmak gerekir. Diğer âyetlerden özellikle Ankebût
sûresinin 69. âyetine bakmak gerekir. Âyet şöyledir:
"Bizim uğrumuzda çalışanları, kendi
yollarımıza
iletiriz".
Demek ki Allah'ın insanı doğru yolu iletmesi için insanın gayreti olmalıdır.
Kimi zaman insanın bir böcek, bir çiçek ve ilâhî vahyin bir âyeti üzerindeki
düşünce, bu alt yapıyı teşkil edebilir. Demek ki Allah'ın hidâyetini çekecek
olan bir beyin ve gönül gayreti, çalışması ve emeği olmalıdır. İnsan kendi
gönlünün ekranına ilâhî hidâyeti düşürebilmesi için düğmeye kendi basmalıdır.
Hz.
Peygamber'i öldürmeye giderken, Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini okuması ile
Allah, Ömer'e hidâyet etmedi mi? O âyetleri okuyup anlaması, ilâhî hidâyetin
alt yapısmı teşkil etmiş ve gönlünün ekranına düşmesi için düğmeye basılmış
oldu. Bu açıdan bakınca, Kur'ân'ın gönderilmesinin ana amaçlarından birinin,
ilâhî hidâyetin gelmesi için alt yapıyı hazırlaması olmuştur.
Bu
konuyu açıklayabilmek için bakabileceğimiz diğer bir âyet de Ra'd sûresinin şu
âyetidir: "Gerçek şu ki insanlar kendi iç dünyalarım değiştirmeden Allah
onların durumunu değiştirmez" (Ra'd 13/11). Bu âyette hem olumlu hem de
olumsuz anlamdaki değişim kastedilmektedir. Olumlu mânadaki değişimi gündeme
getirirsek, hidâyet anlamındaki değişimi Allah'ın yapabilmesi için önce
insanın kendi iç âleminde gerekli değişimi yapması gerekiyor. Hidâyet bir
değişim olduğuna göre, onun öncesinde insanın iç alemindeki değişim gerekli
olmaktadır.
Bu
konuya uygun düşen Hz. Âdem'in durumu, Tâhâ sûresinin 122. âyetinde
anlatılmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve
doğru yola iletti". Hz. Âdem önce tövbe etti, Allah onun tövbesini kabul
ettikten sonra, onu doğru yola iletti. Onun tövbesi olmasaydı, doğru yola
iletilmesi olmayacaktı.
Zümer
sûresinin 17 ve 18. âyetlerine bakarsak, ilahî hidâyetin nasıl geldiğini daha
iyi anlamak mümkün olacaktır: "Tâgutakul-luk etmekten kaçınıp Allah'a
yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele!
İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de
onlardır". Demek ki insan, aklını kullanıp yapılması gereken şeyleri
yaptıktan sonra ilâhî hidâyete erecektir. Aklını ve gönlünü Allah'a çeviren
insana hidâyet gelecektir. Nisa sûresinin 66-68. âyetlerinde ise kimlere
hidâyet edileceğine şu ifadelerle dikkat çekilmektedir:
"Eğer
kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem
de daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimiz-den büyük
mükâfat verirdik ve onları dosdoğru bir yola iletirdik".
Yüce
Allah'ın hidâyeti gelmeden önce, insanın öğüde kulak vermesi gerekiyor. Öğüdü
dinleyeni Allah doğru yola iletiyor. Tegâbün sûresinin 11. âyetinde de şöyle
Duyurulmaktadır: "Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya
götürür". Bu hidâyet şekli de imandan sonra gerçekleşmektedir.
Mâide
sûresinin 16. âyetinde, Allah'ın rızâsını arayan kimsenin doğru yola
götürüleceği buyurulmaktadır. Demek ki hidâyet yolunda çalışanları Allah o
yola iletir. Kulun beyni ve gönlü Allah'ın hidâyetini alabilecek nitelikte
oluşmalı, değişime uğramalıdır.
2. "Onun sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelince, büyük kayıp
içinde olanlar da iste böyleleridir". Yüce Allah kendiliğinden bir kulunu
dalâlet içinde bırakmaz. İnsan dalâlete, yani sapıklığa kendi iradesiyle
düşer, Allah da onu orada bırakmayı dilerse bırakır.
İmanı
verip küfrü alan sapıtır (Bakara 2/108); şirk koşan sapıtmıştır (Nisa 4/116);
Allah'ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden
sapıtmıştır (Mümtehine 60/1); başkalarının sapık arzularına uymak sapıtmaktır
(En'âm 6/56); dinde haksız yere haddi aşmak sapıklıktır (Nisa 4/167); Kur'ân'ı
dinleyip alaya alan ve peygamberlere büyülenmiş diyenler sapıklardır (İsrâ
17/47-48); nevasına uyup âdil hüküm vermeyen sapıktır (Sâd 38/26). Yüce Allah
mahşerde şu soruyu soracağına göre sapıtanın insan olduğu ortaya çıkmaktadır:
"O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der
ki: 'Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan
çıktılar?" (Furkân 25/17) ifadesine yer vermezdi.
Câsiye
sûresinin 33. âyetinde, kendi hevesini tanrı edinen kimseyi Allah'ın
sapıklıkta bıraktığı konusu gündeme getirilmektedir. Demek ki insan hevesini
tanrı edinmeseydi, Allah onu sapıklık içinde bırakmayacaktı. İnsanın eylemine
göre, Allah kendi saptırmasının takdirini ve eylemini devreye sokmaktadır. Nisa
sûresinin 113. âyetinde insanın kendisini sapıtmasından, En'âm sûresinin 116.
âyetinde de insanın insanı sapıtmasından bahsedilmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, Allah durup dururken insanı sapıttırmaz. Allah'ın
sapıttırması, kulun yapıp ettiklerine göre gerçekleşmektedir. İnsanın
yaptıkları hidâyeti gerektiriyorsa, hidâyet; sapıttırmayı gerektiriyorsa, sapıttırma
meydana gelmektedir. Yaptığı yanlış davranışlarla Allah'ın sapıttırmasına
sebep olan insan, bütün anlamıyla ziyana uğramış, yani manen iflâs etmiştir.
Bu
âyeti önceki üç âyetle bağlantılı olarak açıklarsak, şu neticeye varabiliriz:
Allah'ın âyetlerini bir tarafa atan, şeytanı peşine takan, azgınlaşan; yere
çakılı kalıp nefsine tâbi olan, hakikate karşı dilini çıkarıp soluyan, Allah'ın
âyetlerini yalanlayan ve kendine zulmeden insanı Allah sapıttırmaktadır. Bütün
bu eylemler ilâhî âleme çıkınca, oradan sapıklığın içinde kalma takdirini alıp
geliyor, bunun da sonucu manevî iflâs oluyor.[107]
179.
Andolsun ki, cin ve insanların birçoğunu cehennem için yarattık. Onların
kalpleri vardır, ama onunla düşünüp anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler;
kulakları vardır, ama onlarla işitmezler; bunlar hayvan gibidirler; hatta daha
da aşağıdırlar. İşte gafil olanlar böyleleridir.
Bu
âyetin 178. âyetle alâkası vardır. Sapık insanların manen iflâs etmeleri
sebebiyle cehenneme gidecekleri söylenmekte, insanların bu duruma düşmelerinin
ve 175. âyetten itibaren anlatılan olumsuz davranışların sebepleri
açıklanmaktadır. 179. âyet açıklanırken bu bağlantılar kurulacaktır.
1. "Andolsun ki, cin ve insanların birçoğunu cehennem için
yarattık". Âyetin bu kısmıyla ilgili Ehl-i sünnet ile Mu'tezile arasında
uzun tartışmalar olmuştur. Tartışmaları buraya aktarmanın bir faydası yoktur.
Çünkü âyet sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklandığında, bu tartışmalara
gerek kalmayacaktır. Tartışmaları öğrenmek isteyenler Râzî'nin bu âyete yaptığı
tefsîre bakabilirler.
Tartışmaları,
açıklamanın dışında tutabilmek için öncelikle bu âyetin birinci kısmını sonuç,
ikinci kısmını da sebep olarak ele alacağız. O zaman Allah'ın cinlerin ve
insanların birçoğunu cehennem için yarattığından dolayı insanların ve cinlerin
zorunlu olarak cehenneme gidecekleri fikri ortadan kalkacaktır. Eğer insanlar
ve cinler yaratılıştan cehennemlik iseler, Kur'ân'ın gelmesinin, peygamberlerin
gönderilmesinin bir anlamı kalmayacaktır.
Âyetin
analizinden bunun böyle olmadığını göreceğiz. Birinci bölümde yer alan fol
zera'a kelimesinin anlamı, "yaratmak, çoğaltmak, tarlaya tohum ekmek,
dişleri dökülmek, baştaki yan saçların ağarması, darıltmak, korkutmak, kan
akıtmak, muhtaç bırakmak" mânalarına gelmektedir.
Âyetin
bu kısmında zera'a kelimesinin kullanılıp da f£ haleka kelimesinin
kullanmaması manidardır. Çünkü haleka olsaydı, değişmesi mümkün olmayan doğa
kanunu olacaktı. Rûm sûresinin 30. âyetinde "Allah'ın yaratmasında değişim
yapılamaz" buyurulmaktadır. Halekanın kullanılmayıp zera'anın
kullanılmasının sebeplerinden biri de, yaratmanın kulun irâdesine paralel
olarak işlemesidir. Demek ki insanların ve cinlerin cehennem için yaratılmaları
bir fıtrat kanunun değil, kulun irâdesine göre işleyen bir yaratma
faaliyetinin sonucudur.
2. "Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünüp anlamazlar; gözleri
vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, ama onlarla işitmezler".
Âyetin bu bölümü birinci kısmın sebebi durumundadır. Buradaki duyu organlarını
kullanmayan cinlerin ve insanların cehennem için yaratıldığı ortaya
çıkmaktadır. Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Kalp, göz ve kulakları yaratan Allah, kullanma görevini cinlere ve
insanlara vermiştir. Bu organları Allah yaratıyor, ama kullanmasını cinler ve
insanlar gerçekleştiriyorlar.
b) Kalbini, gözünü ve kulaklarını yerli yerinde kullanmamak, cehenneme
götürmektedir. Demek ki cehennemi biz kendi içimizde başlatıyor ve ateşini
orada yakıyoruz. Âyetin bu kısmında kalp birinci, göz ikinci, kulak da üçüncü
sırayı almaktadır. İsrâ sûresinin 36. âyetinde kulak, göz ve gönül sırası yer
almaktadır. İsrâ sûresinin bu âyetine göre, kulak, göz ve gönül mahşerde
sorguya çekilecektir. Demek ki duyu organlarının sorumlulukları vardır.
Sorumluluklarını yerine getirmedikleri takdirde, A'râf sûresinin 179. âyetine
göre cehenneme gireceklerdir.
Âyette
geçen en önemli organlardan biri de anlama merkezi olan kalptir. Kalp
"altını üstüne getirmek, geriye döndürmek, toprağı kazmak, içini dışına
çıkarmak, öfkelenmek, dudağı dışarı döndürmek; araştırıp sonucunu düşünmek,
devrim yapmak" mânalarına gelmektedir. Bu kavramın Kur'ân'daki mânalarıyla
geniş açıklaması, Âl-i İmrân sûresinin 196. âyetinde yapıldı. Kalp kelimesinin
Kur'ân'daki mânalarını aşağıda özet olarak veriyoruz.
Dönmek (Ankebût
29/21); kurmak (Tevbe 9/48); ters çevirmek (Hac 22/11); elleri oğuşturmak (Kehf
18/42); yer değiştirmek (Nûr 24/44) gerisin geri dönmek (Âl-i İmrân 3/144);
kötü duruma düşmek (Âl-i İmrân 3/149); devrimle devrilmek (Şu'arâ 26/227);
akıbet (Kehf 18/36); dolaşmak (Âl-i İmrân 3/196; Mü'min 40/4).
Âl-i
İmrân sûresinin 196. âyetinde kalbin çeşitleri açıklanmadı. Bu konuyu burada
açıklayarak, A'râf sûresinin 179. âyetindeki insanların neden kalpleri ile
düşünüp anlayamadıklarını gündeme taşıyacağız. Kalp halden hale geçip değişen
manevî bir organ olduğu için, Kur'ân'da onun durumu açıklanmaktadır. Kalbin
çeşitli halleri vardır.[108]
1. Şüphe eden kalp. Tevbe sûresinin 45. âyetinde "Kalpleri şüpheye
düşen" ifadesine yer verilmektedir.
2. Nifak dolu kalp. Tevbe sûresinin 77. âyetinde, "Onların kalbine
nifak soktu" buyurulurken, nifakın girdiği ve bulunduğu yerin kalp
olduğuna işaret edilmektedir.
3. Şirkin içirildiği kalp. "İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi
içirildi" (Bakara 2/93). "Onların kalbine şirk doldu, kalplerin
cidarına şirk işledi, nüfuz etti" anlamına gelmektedir.
4. Mühürlü kalp. Uyarılmasına rağmen hiç etkilenmeyen insanların
gönüllerini yüce Allah mühürlemektedir (Bakara 2/6-7).
5. Katı kalp. Bakara sûresinin 74. âyetinde "Bunlardan sonra
yine kalpleriniz katılaştı" buyurulurken, taşlaşmış kalbe işaret edilmektedir.
"Allah'ı anma hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!"
(Zümer 39/22) denirken, kalbin hangi konuya karşı katılaştığı da
söylenmektedir.
6. Kilitli kalp. "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri
kilitli midir?" (Muhammed 47/24).
7. Perdeli kalp. "(Yahudiler peygamberlerle alay ederek)
'Kalplerimiz perdelidir' dediler" (Bakara 2/88).
8. Kapalı kalp. "Ve (Ey Muhammed!) derler, kalplerimiz bizi
çağırdığın her şeye kapalıdır" (Fussılet 41/5).
9. Hasta kalp. Cinsel sapıkların ve vatanına ihanet eden insanların
kalbinde hastalık olduğu bildirilmektedir (Mâide 5/51-52; Ahzâb 33/32).
10. Dağınık kalp. Yüce Allah, anlamayan ve aklını kullanmayan insanların
kalplerinin dağınık olduğunu buyurmakta, münafıkları bu özellikleriyle
tanımlamaktadır (Haşr 59/14).
Şimdi
buradan yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 179. âyetine dönersek;
"Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünüp anlamazlar"
buyurulurken, hangi insanların anlamadığı anlatılmaktadır. Şüphe içinde olan,
nifak dolu olan, şirk dolu bulunan, mühürlenen, katı olan, kilitli, perdeli,
kapalı, hasta ve dağınık kalplerin anlayamayacağı ortaya çıkmaktadır. Kalbin
bütün bu halleri, düşünüp anlamaya engel olmaktadır.
Bu
kalplere Allah'ın âyetleri, Kur'ân'm nuru, peygamberlerin uyanları asla
girmeyecektir. İşte düşünüp anlamayacak olan bu gönüller, insanı cehenneme
götürecektir. Dinde büyük değişim, kalplerde yapılacak olan değişimle, ilâhî
nuru oraya sokmakla gerçekleşecektir.[109]
Kalp
yeterince eğitildiği zaman, çeşitli işlevleriyle sıfatlar almaktadır.
Kur'ân
bu sıfatlan söz konusu fonksiyonlarıyla birlikte vermektedir:
1. Selîm kalp. İbrahim peygamber kıyamet gününde, mal ve çocukların
fayda vermeyeceğini, ancak Allah'a selîm kalple gelenlerin fayda bulacağını
söylemektedir (Şu'arâ 26/88-89). Allah, insanlar ve kendisi ile barışık olan
selîm kalptir. Selîm, "güven içinde olan, şirkten temizlenmiş olan
kalp" anlamına da gelmektedir.
2. Doyuma ulaşmış kalp. Kalbin doyuma ulaşması, Allah'ı düşünmek ve anmaktır
(Bakara 2/260; Ra'd 13/28).
3.
Düşünen kalp. Bu seviyede,
akıl ile kalp bir araya gelmektedir, "(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde
dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı, elbette düşünecek ve işitecek kalpleri
olurdu" (Hac 22/46). A'râf sûresinin 179. âyetinde "anlayan
kalp", Hac sûresinin 46. âyetinde "düşünen, akleden kalp"
olmaktadır.
4. Isınan ve kaynaşan kalp. "Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız; hani
siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi kaynaştırmıştı"
(Âl-i İmrân 3/103). İnsanların sevgi ile kaynaşmaları ve bu sayede kardeş
olmaları, kalpte olan bir faaliyettir.
5.
Titreyen kalp. "Müminler ancak,
Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir" (Enfâl 8/2).
6. Münîb kalp. Allah'a yönelen, başka varlıklara kutsallık vermeyen
kalp bu sıfatla anlatılmaktadır. "İşte size vaad edilen cennet! ki o,
Allah'a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği halde Rahmân'a saygı duyan
ve Allah'a münîb bir kalp getiren kimselere aittir" (Kâf 50/32-33).
7. Hidâyete eren kalp. "Kim Allah'a inanırsa, Allah onun
kalbini doğruya götürür" (Tegâbün 64/11). İman eden insanın gönlü, ilâhî
rehberliğin altındadır.
8. Saygı duyan kalp. Hadîd sûresinin 16. âyetinde, bir anlamı ile ürperen,
bir anlamı ile de saygı duyan kalp gündeme getirilmektedir.
9. Kini giderilmiş kalp. "Ve onların kalplerinden kini gidersin"
(Tevbe 9/15) buyurulurken, öfkenin kalpte olduğuna işaret edilmektedir.
10. İmanın sevdirildiği ve süslendiği
kalp.
"Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde
süslemiştir" (Hucu-rât 49/7). Diğer taraftan ilâhî vahyin indiği merkez de
kalptir. Yüce Allah takva ile kalbi imtihan etmektedir (Bakara 2/97; Hucurât
49/3).
Görüldüğü
gibi kalbin hem kötü halleri hem de iyi halleri vardır. Kalbin asıl olan hali
iyidir; kötü sonradan oluşur. Barış içinde olan kalp, doyuma ulaşmış kalp,
düşünüp anlayan kalp, kaynaşan kalp, titreyen kalp, yalnız Allah'a yönelen kalp,
hidâyete eren kalp, saygı duyan kalp, imanın sevdirilip süslendiği kalp gibi
kalbin çalışma biçimleri ve halleri, insanın psikolojik yapısını
zenginleştiren ve sonsuz hale getiren durumlardır.
Bu
durumun eğitim açısından önemi şudur: Günümüzde bütün milletler çocukların,
gençlerin beyinlerini işleyen öğretim faaliyetini iyi yaptıkları halde, onların
kalp, yani gönül boyutlarını nadasa bırakmaktadırlar. Gönül, yukarıda
belirtilen iyi hallerini kazanıp işletemiyor; böylece kötü hallere bürünüyor.
Yüce Allah kalbin iyi ve kötü hallerini anlatarak hem genel eğitime hem de din
eğitimine ne yapması gerektiğini öğretmektedir. Bunlar öğretilirken de, kalbin
hallerinin değişebilirliğine dikkat çekilmektedir. Onun değişebilir olması,
eğitimcilerin işini kolaylaştırmaktadır. Kalbin hallerindeki değişkenlik, onun
gelişmeye de müsait olduğunu vurgulamaktadır.
Buradan
tekrar yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 179. âyetine dönebiliriz.
"Onların kalpleri vardır, onlarla anlayamazlar" buyurulurken,
onların kalplerinin bütün iyi özelliklerini kaybettiğine ve kötü durumlara
düştüğüne işaret edilmektedir.
c) "Gözlen vardır, onlarla görmezler". Anlayıp düşündükten
sonra, gönül gözü oluşmaktadır. Âyetin bu kısmında kastedilen kafadaki gözler
değil, gönül gözüdür. Kafada göz iki tanedir ve hayvanların çoğunda vardır.
Hayvanlar da gözleriyle bakarlar ve kendi tabiatlarına uygun olan görme
eylemini gerçekleştirirler. Ama insanın bu gözlerinin dışında bir de gönül gözü
boyutu vardır. Bu gözle insan kendi içini görür ve oradaki oluşumları anlar.
A'râf sûresinin 201. âyetinde takvaya erenler anlatılırken, "Şeytanın
vesvesesi kendisine dokunduğunda, hemen düşünüp görürler"
bu-yurulmaktadır. Buradaki görme, basîret denen içsel görmedir. İçsel görüş,
gönül gözü ile olur. İnsan, iç dünyasında kopan fırtınaların rahmânî veya şeytanî
olup olmadığını hemen düşünüp görüyorsa, takvaya ermiş demektir.
A'râf
sûresinin 179. âyetindeki görme olgusu hakikati görüp okuyup anlama mânasına da
gelmektedir. Bir şeye bakmak maharet değil, maharet onu görebilmektir. "Ve
onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler" (A'râf 7/198) âyetinde,
"bakar kör'lere dikkat çekilmektedir. Burada şu soru sorulabilir: İnsanın
gönül gözünü körelten nedir? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
İnkâr psikolojisi. İnkâr psikolojisi, insanın dalâlete, yani sapıklığa
düşmesine sebep olur, dalâlet de onu körleştirir, gönül gözünü devre dışı bırakır.
"Körleri sapıklıktan çevirip doğru yola iletemezsin"
(Nemi
27/81; Rûm 30/53). Rûm sûresinin 53. âyetinin devamı ise şöyledir: "Ancak
teslimiyet göstererek âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin!" Demek ki
imansızlık, yani inkâr, insanın kulaklarını tıkatmakta ve gözlerini kör
etmektedir.
Münafıklık psikolojisi. Yüce Allah münafıkların ışığını giderdiğinden (Bakara
2/17); "Onlar kör haline gelirler" (Bakara 2/18); Münafık insan dönek,
çifte standart uygulayan ve inkarcı olduğu için, Allah'ın 'kör' olarak nitelendirdiği
insandır. Onun bu körlüğü hakikate dönüşünü engelleyen sebeplerden biri olmaktadır
(Bakara 2/18); ayrıca düşünmesini, akıl yürütmesini de engellemektedir (Bakara
2/171).
Kalbin anlamaması. A'râf sûresinin 179. âyetinde "kalpleriyle anlayamazlar"
dendikten sonra "gözleriyle göremezler" denmesi, kalbin kötü
hallerinin kalp gözünü körelttiğine işaret etmektedir. Düşünüp anlayan gönlün
gözü olacak ve o gözle görecektir.
İşte bu
psikolojiler, gönül gözünü göremez hale getirip kör etmektedir.
d) "Kulakları vardır, onlarla işitmezler". Kulakların
işitmemesi, dinlememesi anlamını da içermektedir. Yukarıda görmeyi engelleyen
sebepler, işitmemenin de sebepleri olmaktadır. Aynı âyetler işitme konusunu da
işlemektedir. Allah inkarcıları ölü kabul ettiğinden, Nemi sûresinin 80.
âyetinde "Bil ki sen ölülere işittiremez-sin; arkalarına dönüp giderlerken
sağırlara da daveti duyuramazsın!"
İnkâr
psikolojisinde olan insanlar Hz. Nuh'un davetine karşı şu şekilde tavır
takınıyorlardı. "Gerçekten de günâhlarını bağışlaman için onları ne zaman
davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler,
ayak dirediler; ki-biıiendikçe kibirlendiler" (Nûh 71/7). Aynı tutumu bazı
müşrikler Hz. Pey-gamber'e de göstermişlerdi. İlâhî mesajı dinlemeyen insanın
gönlünde imanın teşekkül etmesi imkânsızdır. Dinlemeyen insan anlamaz,
anlamayan da iman etmez. Öğretim faaliyetinin üç önemli öğesi vardır: Dinlemek,
okumak ve anlamak. A'râf sûresinin 179. âyetinde bu üç öğe vurgulanmaktadır.
3. "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar, işte
asıl gafiller onlardır". Yüce Allah anlamayan, görmeyen ve dinlemeyen
insanları hayvana benzetmektedir. Hatta hayvandan daha aşağı görmektedir.
Hayvana benzetilmiş olmasının hikmeti ne olabilir? Kalbini kullanıp
düşünemeyen, anlayamayan, gönül gözü ile göremeyen ve can kulağı ile dinlemeyen
insanlar, iki ayak üzerinde dimdik yürüyemezler; bu bakımdan dört bacaklı
hayvana benzerler. Manen insanı hayvandan ayıran, onu manen iki ayak üzerinde
yürüten beyin, basîret ve can kulağını kullanmasıdır. Allah Teâlâ, bu
benzetmesini psikolojik açıdan yapmaktadır. Yeteneklerini kullanmayan
insanlar, manen hayvan durumuna düşmektedirler.
Yüce
Allah bu insanların daha aşağı derecede olduğunu söylemekle, hayvanın
kullanacağı manevî bir kalbi, basîreti ve can kulağının olmamasını dikkate
almaktadır. Hayvamn böylesine manevî özellikleri olmaması sebebiyle
sorumluluğu da yoktur. Oysa insan, sahip olduğu manevî merkezler sebebiyle
sorumludur. Bu sorumluluğu, İsrâ sûresinin 36. âyetinde gündeme
getirilmektedir. "İşte asıl gafiller onlardır" ifadesi ile gaflet
kavramına bir tanım getirmektedir. Kalbi ile anlamayan, gönül gözü ile
göremeyen ve can kulağı ile hakikati dinlemeyenler gaflettedirler. Hayvan için
gaflet söz konusu değildir, ama bu insanlar için söz konusudur.
İnsan
dünya hayatında yüce Allah'ın biçtiği rolü tam anlamı ile yerine getirebilmesi
için gerçeği anlamalı, görmeli ve can kulağı ile dinlemelidir. Bunu yapamayana
Allah cehennemi göstermektedir. Bunu farkedemeyen insanlar gaflettedirler. Din
eğitimcisine düşen görev, insanları gafletten uyandırmak, vazifelerini onlara
hatırlatmaktır. Yüce Allah bu eğitimi verdiğinden, din eğitimcisi de aynı yolu
izlemelidir.[110]
180.
En güzel isimler Allah'ındır. Onlarla O'na dua ediniz! Uygun olmayan isimlerle
O'nu isimlendirenleri ter-kediniz! Onlar yapmakta olduklarının cezasını yakında
çekeceklerdir.
Âyetin
analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:
1. "En güzel isimler Allah'ındır". Bu ifade Kur'ân'da dört
yerde geçmektedir. Allah'a, Allah ve Rahman isimleriyle dua edilebileceği söylenirken,
İsrâ sûresinin 110. âyetinde bu ifadeye yer verilmektedir. Yüce Allah'tan başka
tanrı olmadığı buyurulurken, Tâhâ sûresinin 8. âyetinde aynı ifade geçmektedir.
Göklerde ve yerde olanların Allah'ı teşbih ettikleri belirtilirken, Haşr
sûresinin 24. âyetinde geçmektedir.
2. "Onlarla O'na dua ediniz". Yüce Allah'a kendi isimleriyle
dua edilirken herhangi bir ismi anılabilir:
"De
ki: İster Allah diye dua ediniz, ister Rahman diye; O'nu hangi ismiyle
çağırırsanız çağırınız; en güzel isimler O'nundur" (İsrâ 17/110). Âyetin
bu kısmından anlıyoruz ki, ilâhî isimler bir iletişim ağı kurmaktadır. İnsanın
Rabbi ile bir iletişim kanalı olmaktadır.
Diğer
taraftan Allah, isimleriyle, kâinat ve onun içindeki canlı, cansız bütün
varlıklarla olan ilişkisini insanın idrakine sunmaktadır. Bu isimlerle
oluşturduğu iletişim ve ilişkiler ağı ile, insan nasıl bir tanrıya inandığının
bilincinde olmaktadır. İnsan, ihtiyacı ve çözülmesini istediği probleme göre
bu isimlerden biri ile Allah'a dua edecektir. Meselâ Allah'tan nzık isteyen
kişi, Allah'a affedici sıfatı ile yalvarmaz, rezzâk sıfatı ile yalvarır. Tövbe
ederken yaratma sıfatı ile değil de tevvâb sıfatı ile dua edecektir. Kul
ihtiyacını Allah'a sunarken, o ihtiyacın ilgili olduğu isme yer verecektir.
"En
güzel isimler" denirken, kusursuz nitelik ve yetkinlikler kastedilmektedir.
Âyeti, önceki âyetle ilişkilendirerek açıklarsak şöyle bir genelleme
yapabiliriz. Yüce Allah insana kendi varlığını ve birliğini anlasın diye kalp
verdi; kendini, kendi iç âlemini ve dıştaki tabiat kanunlarım gözlemlesin diye
göz verdi ve ilâhî kudreti anlasın ve can kulağı dinlesin diye kulak verdi.
Bütün bu organlarıyla Allah'ı tanıyıp kâinatla olan ilişkisini kavrasm ve O'nun
sonsuz kudreti karşısında boyun eğsin! İnsan kalbini, gözlerini ve kulaklarını
istenilen ölçüde kullanmayınca, yüce Allah bu anlatımıyla onu gafletten
uyandırma yolunu tutmuştur.
3. "Uygun olmayan isimlerle O'nu isimlendirenleri terkediniz".
Allah'a uygun olmayan isimleri yakıştırmak nasıl olabilir? Bu sorunun cevabını
şöyle verebiliriz:
a) Kendisini Allah'ın oğlu kabul ederek Allah'a babalık sıfatını yakıştırarak.
"Yahudiler ve hıristiyanlar, biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz,
dediler" (Mâide 5/18). Kendilerine oğulluk, Allah'a da babalık
yakıştırmaktadırlar.
b) Kızların Allah'a ait olduğunu iddia edip ona doğurganlık isnat etmişlerdir.
"Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan
münezzehtir" (Nahl 16/57). Onun içindir ki İhlâs sûresinde ne doğurduğu ne
de doğurulduğu söylenmiştir.
c) Müşrikler Allah'ın isimlerinde değişiklik yaparak bunları putlarına ad
olarak veriyorlardı. Lât denen put ismini "Allah" yerine
kullanıyorlar; Uz-zâ denen putun ismini azîz isminden, "Menât" ismini
de "mennândan" çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmında geçen ühâd
kelimesi, " lehade kökünden gelmekte, "ölüyü defnetmek, kabir kazmak,
bir şeye meyletmek, bir şeyden yüz çevirmek, sapmak, niza yapmak, kötü söz
söyleyerek hakaret etmek, dinsiz olmak, inkâr etmek" mânalarına
gelmektedir.
Haktan
saparak Allah'ın isimleri hakkında uygun olmayan şeyleri söyleyenlerden
ayrılmayı, onları terketmeyi emreden Allah, Allah'ın isimlerine hakaret
edilmesini uygun bulmamaktadır. Onlara tavır koyarak düşünceleriyle baş başa
bırakmanın en doğru yol olacağına dikkat çekilmektedir.
4. "Onlar yapmakta olduklarının cezasını yalanda çekeceklerdir"
. Allah'a uygun olmayan isimleri vermenin çok kötü bir amel olduğu,
cezalandırma ile ortaya çıkmaktadır. Onlar cezalandırılacağına göre, onlara
yaklaşmanın doğru olmayacağı da bir gerçektir. Allah'ın yetkinlik ve kusursuzluğa
dair niteliklerini bir insana, canlıya veya nesneye vermek, cezayı gerektiren
bir davranıştır.[111]
181.
Yarattıklarımızdan öyle bir millet var ki, daima hakka iletir ve adaleti hak
ile yerine getirir.
Aslında
âyetlerin geliş sırasına bakıldığında, bu âyetin önceki ve sonraki âyetlerden
kopuk olduğu hissi uyanmaktadır. Fakat yüce Allah 179. âyetin sonunda yer alan
"İşte asıl gafiller onlardır" ifadesindeki gafillerin tersi bu âyette
ifade edilmektedir. Allah demek istiyor ki, insanların tamamı gaflette
değildir; aklına, gönül gözüne ve can kulağına dayanarak hareket edenler de
vardır. Aklı ile düşünüp anlayan, gönül gözü ile gören ve can kulağı ile
dinleyenlerin de cennete gideceği bu âyette vurgulanmaktadır.
1. "Yarattıklarımızdan öyle bir millet var ki...". Buradaki
ümmet kelimesini grup, millet mânasına alabiliriz, ama bu grup karmaşık bir
grubu anlatmıyor, inancı ve aynı değerleri paylaşan insanları kapsamına alıyor.
Bu grubun aynı vatanda, aynı bayrak altında yaşaması şart değildir. Bu insanlar
dünyanın her yerinde olabilir. Bütün çağlarda yaşayan ve bütün toplumlarda
bulunan, Allah'ın mesajlarını gönülden kabul eden, aklını, gönül gözünü ve can
kulağını kullanan, mutlak hakikatin Allah olduğuna inanan ve O'na isimlerinin
dışında isim uydurmayan gruba işaret etmektedir. Allah'ın mesajlarına göre
hayatını düzenleyen her insanı bu kavram kucaklamaktadır.
Bu âyetteki ümmet
kelimesi ile A'râf sûresinin 159. âyetinde geçen ümmet kelimesi, özellikleri
açısından az da olsa farklılık arzetmektedir: "Musa'nın kavminden hak ile
doğru yolu bu-
lan
ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır". Görüldüğü gibi bu
âyette aynı görevi yapan, Hz. Musa'nın kavminden böyle bir grubun olduğu
gündeme getirilirken, A'râf sûresinin 181. âyetinde zikedilen ümmet kelimesi
ile bütün insanlık için, bütün çağlar için olan ve olacak olan grup kastedilmektedir.
Yüce
Allah "yarattık" derken, "yetiştirdik" anlamını
kastetmiştir. Çünkü bu yaratma, maddî anlamda biyolojik yaratma değil,
"yetiştirmek, terbiye etmek, eğitmek" anlamındaki yaratmayı ifade
etmektedir. Bu kelimenin anlamını, Hz. İbrahim'in Bakara sûresinin 129.
âyetinde yaptığı duada kullandığı, "gönder" ve "yetiştir"
mânasına gelen be'ase kelimesi vermektedir. Zaten Allah Âl-i İmrân sûresinin
104. âyetinde böyle bir grubun olmasını, yetiştirilmesini insanlardan,
müslümanlardan istenmişti. Verdiği bu emrin gereğini bizzat kendisi daha önce
İsrâiloğullan'nda yerine getirmiş (A'râf 7/159), daha sonra da bütün insanlık
için müslümanların arasından yetiştirmisti (A'râf 7/181).
2. "Doğrulukla hak yoluna çağırırlar, hak ile adalet
yaparlar".
Bu cümle bu ümmetin, yani grubun iki önemli özelliğini açıklamaktadır:
a) "Doğrulukla hak yoluna çağırırlar". Bu grup bütün insanlığa,
hak ile, yani doğrulukla rehberlik ederler. Onların rehberliği, doğru yola hak
ile çağırmak şeklinde tezahür etmektedir. Onlar, insanlığa "hakk"ı
kazandırmak, yaymak, yaşamlarına sokmak, hakkı yaşatmak, yolu onunla örmek
için gayret sarfederler. Bu grup öncelikle hakta ittifak etmiş, A'râf sûresinin
179. âyetinde anlatılan hakkı anlamış, gönül gözü ile onu kavramış, görmüş ve
can kulağı ile onu ilâhî mesajdan almıştır.
b) "Hak ile adalet yaparlar". Onlar, insanlığa hak ile adalet
yapmayı öğretir; insanlara hak ile adaleti tatbik ederler. Adalet konusunda
daima hakkı göz önünde bulundururlar. İnsanların problemlerini çözer-ken, hakkı
ölçü olarak alırlar. Hukukî meselelerde, siyasette ve ekonomide hakkı ölçü alıp
adaleti gerçekleştirirler.
Bu
özellikler, Bakara sûresinin 143. âyetinde de verilmektedir. Bu ümmete Allah
"vasat ümmet", "mutedil millet", "orta yolu tutan
millet" sıfatlarını vermektedir. Bu milletin özelliği, insanlığa şahit
olmaktır. Şahit hem örnek olmak hem de problemleri adaletle çözmek anlamına
gelmektedir. Bakara sûresinin 143. âyetindeki vasat ümmet kavramı, hak ile
doğru yolu gösteren, hak ile adalet yapan şeklinde A'râf sûresinin 181.
âyetinde açıklanmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de 179. âyette geçen
cehennemliklerin tersine, ilâhî mesaja akılla yaklaşıp anlamak, gönül gözü ile
hakikati görmek, ilâhî mesajı can kulağı ile dinlemek gerekiyor.
Netice
olarak diyebiliriz ki, Allah Hz. Muhammed'in ümmetine büyük bir sorumluluk
yüklemektedir. İnsanlığı hak ile doğru yola çağırmak, hak ile adaleti onlara
tatbik etmek ağır bir sorumluluktur. Öncelikle hakkın oluşturduğu doğru yolun
eğitimi verilecek, onun bilgisi insanlara kazandırılacak, onlar hakkın
oluşturduğu doğru yolun bilincini kazanacaklardır. Onlar da bu yolu siyasette,
ekonomide ve aile hayatında uygulayacaklardır. Hak ile adâletin nasıl olacağını
öğretecekler, bunu vicdanlara yerleştirecekler, sonra da hayata, özellikle
hukuk ve sosyal yaşama yansıtacaklardır. Hz. Muham-med'in ümmeti bu
sorumluluğun altındadır.
Hz.
Muhammed, aldığı ilâhî mesaj gereği böyle bir ümmet, grup, millet yetiştirdi
ve bunu insanlığa hediye etti. Nesilden nesile bu insanların yetiştirilmesi ve
intikali kesintiye uğratılmamalıdır. Aksi takdirde insanlık, hakkı, doğru yolu
ve adaleti kaybedecektir. "Hak ile doğru yola çağıran, hak ile adalet
yapan" grup, bütün insanlığın sosyal hayatının bağışıklık sistemini teşkil
etmektedir. Her vücudun biyolojik olarak bağışıklık sistemi olduğu gibi,
insanlığın da sosyal bağışıklık sistemi vardır. Bu sistemi ayakta tutan bu grup
olacaktır.[112]
182. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç
bilemeyecekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız.
183. Onlara mühlet veriyorum; benim cezam
çetindir.
184.
Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında delilik yoktur. O, apaçık bir uyarıcıdır.
185. Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın
yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O
halde Kur'ândan sonra hangi söze inanacaklar?
1. İbn Abbâs'tan, buradaki yalanlayanlardan kastın Mekkeli müşrikler
olduğuna dair bilgiyi Râzî nakletmektedir. Ancak İbn Abbâs tefsirinde, yalanlayanların
Ebû Cehil ve arkadaşlarının olduğunu söylemektedir. Halbuki Râzî ve Hâzin,
evrensel anlamda bütün çağlan kapsayan yalanlayacıların murat edildiğini
söylemektedirler. Biz de Râzî ile Hâzin'i yorumlarında haklı buluyoruz. Bize
göre de kıyamete kadar Allah'ın âyetlerini, dünyanın her yerinde yalanlamış,
yalanlayan ve yalanlayacak olan insanları ifade etmektedir. Sıla cümlesi
olması da buna delil teşkil etmektedir.
2. Bu âyette, Allah kendi âyetlerini yalanlayanlara farklı bir muamelede
bulunmaktadır. Bu durumu istidrâc kelimesi ifade etmektedir. Onları derece
derece helake yaklaştırdığı gündeme getirilmektedir. Müfessirler istidrâc
kelimesine, "derece derece yükseltmek veya alçaltmak" anlamını vermektedirler.
Bu
deyim, "Bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar yavaş yavaş götürüp,
haberi olmayacak bir şekilde felâkete atmak" anlamına bir deyim olmuştur.
Felâkete sürüklenen kişi, o gidişi kendi yararına bir ilerleme, hayırlı bir
gelişme zanneder. Halbuki bir felâkete, uçuruma, helake sürüklenmektedir.
Allah'ın istidrâc yapması da, uzun süre bir kimse hakkında hayırlı olmayan
nimetleri, ama onun bir lütuf olarak gördüğü nimetleri vermesi ve tuttuğu yolun
kendisi için hayırlı olduğunu sandırması, bundan dolayı da gitgide gurur,
kibir ve taşkınlığını arttırması, sonunda da hayal kırıklığına uğraması, en
acı ve feci bir şekilde hakkında azabın gerçekleşmesidir. Dış yüzü ile lütuf,
iç yüzü ile azap dolu bir kahırdır[113].
Çocuk yavaş yavaş
yürümeye başladığı zaman, bir kimse kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman, birbiri
peşine ölüp gittikleri zaman, bu kelimenin kökü olan derece kullanılmaktadır.[114]
Ölünün kefene sarılmasını ifade etmek için bu kelimenin kullanıldığı
görülmektedir.
Buradaki
gibi derece derece, yavaş yavaş yalancıları helake sürüklemeyi açıklayan
âyetlerden biri olan İsrâ sûresinin 16. âyeti de, bu yavaş yavaş helake gidişi
anlatmaktadır: "Ama bir toplumu yok etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun
refaha gömülmüş seçkinlerine son uyanlarımızı iletiriz ve (eğer) onlar
günahkârca yasamaya devam ederlerse, cezalandırıcı yargı artık o toplum için
kaçınılmaz olur ve biz de onu darmadağın ederiz".
A'râf
sûresinin 182. âyetindeki "âyetlerimizi yalanlayanlar" ifadesi,
sadece imanî anlamda inkâr etmeye işaret etmiyor. Çünkü öyle olsaydı, kefere
kelimesini kullanırdı. Yalanlamanın başka bir anlamı da, âyetlerin getirdiği
ahlâkî değerlere aldırış etmemek, kendi doğru bildiği şekilde davranmaya devam
etmektir. Çünkü kefere, kalbi ve dili ile inkâr etmeyi, yalanlamak ise
davranışları ile reddetmeyi de ifade etmektedir.
"Bilmeyecekleri
yerden" buyurulurken, gelecek olan cezayı tahmin edemeyecekleri, hangi
noktalardan, hangi zaman ve şekilde geleceğini bilmeyecekleri
kastedilmektedir. Tedrîcî, yani yavaş yavaş onlar helake doğru giderlerken,
durumlarının farkına varamamaktadırlar.
Yüce
Allah burada bir toplumun ya da bir grubun çöküşünün hem sebebini hem de
biçimini gündeme getirmektedir. Allah'ın âyetlerini yalanlamak, inkâr etmek,
helakin sebebi olmaktadır. "Bilmedikleri noktalardan tedrîcî olarak helak
edilmeleri de" çöküşün biçimini açıklamaktadır. Sebep imansızlık ve
ahlâksızlık olurken, sonuç da helak olmaktadır. Manevî sebebin sosyal
değişimin dinamiği olduğunu görüyoruz. İnsanlar bu değişimin farkında
olmamaktadırlar, çünkü zevk ve safaya dalmışlardır.
3. "Onlara mühlet veriyorum, doğrusu, benim tuzağım çetindir".
İmlâ kavramı, "süre vermek, mühleti uzatmak" anlamına gelmektedir.
Allah'ın âyetlerini yalanlayanları tedricen helak etmesinin bir anlamı da,
onlara mühlet tanıması, bir anlamda cezalarını ertelemesidir.
Günâh
ilk işlendiğinde küçük bir kartopu halindedir, ama zamanla çığ halini alabilir.
Büyüyen günâhlar karşısında Allah'ın buyruğu, "Benim tuzağım
çetindir" şeklindedir. Tuzağın çetin olması, günâhların cezalandırılmasına
karşı konulamayacağı anlamına gelmektedir. Keyd, "insanın hiçbir zaman
bütününü anlayamayacağı ince plan" anlamına gelmektedir.
Genelde
biz insanlar şu soruyu sorarız: Zâlim insanlar, neden keyifli bir hayat
sürerler, buna karşılık dürüst ve erdemli insanlar sıkıntılar içinde yaşarlar?
Bu soruya şu cevabı verebiliriz: Yüce Allah sevdiği kullarının cezalarını bu
dünyada vermektedir, kâfirlerinkini ise öteki dünyaya ertelemektedir. İnsanlar
mutluluğu daima görüntüsü ile görürler; bu sebeple mutlak ve gerçek mutluluğun
nerede olduğunu bilemezler.
Diğer
taraftan onlara süre tanınması, onların ceza görmeyeceği anlamına
gelmemelidir. Çünkü bir müddet sonra Allah planını devreye sokup onları
cezalandıracaktır. Bu âyetten çıkarılacak netice şudur: Yüce Allah inkarcı ve
günahkârlara nasıl dönmeleri için mühlet tanıyorsa, insanların eğitimcileri de
dönme ihtimalini takip ederek öğrencilerine mühlet tanımalıdırlar. Yanlış
yolda olan öğrencilere dönmelerini temin etmek için mühlet tanımakla, tövbe
edip dönmeleri sağlanabilir. Ama o manevî çıban irinleşmişse, onu geri
döndürmek mümkün değildir, ilâçla iyice olgunlaştırılıp deşilmelidir, ya da ameliyatla
içindeki irin boşaltılmalıdır.
Bu
açıdan sosyal olgular, biyolojik yapıyı andırırlar. Kanserleşen organ veya
kısım erken teşhisle tedavi edilirse, kurtulma ihtimali vardır. Ama vücudu
sararsa, ya da her tarafa yayılırsa, onu tedavi etmek zorlaşır. A'râf sûresinin
182. âyetindeki yalanlama eylemi çoğul olduğundan, toplumu sarmış demektir.
Allah'ın 183. âyette mühlet vermesi, tövbe edip geri dönmeleri, yani bütün
toplumu sarmadan hatalarını anlamalarına tanınan bir fırsattır, mânasına da
gelir.
Allah'ın
âyetlerini yalanlama eyleminin, bütün toplumu ve onların hayatlarını
kaplayacak bir manevî hastalık halini alması, insanlığın en ağır yanlışlarından
birini teşkil etmektedir. Allah ile insan arasındaki ilişkileri koparan bu
eylem, bir gönül eylemi olması sebebiyledir ki, Allah onların hayat ile olan
bağlannı koparmaktadır. Birden helak etmeyip yavaş yavaş cezasını uygulayarak,
her an azabı onlara yaşatmaktadır.
4. "Arkadaşlarında bir deliliğin olmadığını düşünmüyorlar mı? O,
ancak apaçık bir uyarıcıdır".
a) Bu âyetle Allah'ın âyetlerinin yalanlanamayacak kadar gerçek olduğu
gündeme getirilmektedir. Hz. Muhammed'in nasıl bir şahsiyete sahip olduğu
üzerinde düşünmek suretiyle âyetlerin gerçekliğini yakalayabilirlerdi.
b) A'râf sûresinin 182. âyetindeki yalanlamanın sebebinin bu âyette
"düşüncesizlik" olduğuna dikkat çekilmektedir. Onun için âyette
"düşünmüyorlar mı" sorusuna yer verilmiştir. Buradaki
"tefekkür" denen derinlemesine ve sonuca varan düşünce, akim
eylemidir. Bu eylemi yukarıdaki 179. âyetle bağlantılandırırsak, kalbin
anlayışının, gönül gözünün ve can kulağının birlikte görev aldığı bir beyin
eylemini ifade ettiği görülür.
c) Tefekkürün diğer bir çıkarımı da Hz. Peygamber'in deli olmadığının
anlaşılmasıdır. Allah, "Neden peygamberleri aynı toplumdan seçip gönderiyor?"
sorusunun cevabı da buradan çıkmaktadır. Kendi çocukluğunu, gençliğini
aralarında geçirmiş olması onu bilinir hale getiriyor ve onların arkadaşı
oluyor. Bütün hayatını bildikleri birinin olması, onu bilinir hale getiriyor.
Hayatını bildikleri birinin peygamberlik iddiasında bulunması, ona deli demelerini
önlemektedir. Aksi takdirde başka bir toplumdan biri olsaydı, tanınmamış
olacağından, ona deli demeleri ihtimali büyük olacaktı. Onun için âyette
"arkadaşları" kelimesine yer verilmiştir. Peygamberin aynı toplumdan
seçilmesi, bu tür tepkileri, yani deli demelerini önlemeliydi. Peygambere deli
diyecek kadar ağır tepki gösterenlerin, âyetleri yalanlamaları kendiliğinden
gerçekleşmiştir. Çünkü delinin sözleri gerçek değil, tam tersine deli saçmalan
olacaktır. Bütün bu, âyetleri yalanlama, peygambere deli demenin sebebi,
gönül, basiret ve can kulağının oluşturacağı düşüncenin yokluğudur.
Âyetteki
cinnet kelimesi, cenne fiilinden türemiştir. Bu kelimenin geniş açıklaması,
En'âm sûresinin 76. âyetinde yapıldı. Biz burada Hz. Pey-gamber'e nasıl
"deli" dendiği konusunu biraz irdeleyeceğiz. Vaktiyle Hz. Nûh için
toplumun ileri gelenleri şöyle demişti: "Bu adamda nedense bir delilik
var, bir süreye kadar onu gözetim altında tutunuz" (Mü'minûn 23/25).
Firavun da Hz. Musa'nın delilerden olduğunu söylemişti: "^iravun
çevresindekilere,'Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir' dedi"
(Şu'arâ 26/27). "İşte böyle, kendilerinden önce yaşamış olanlara da hangi
peygamber geldiyse, mutlaka o bir göz boyayıcıdır, yahut bir delidir,
dediler" (Zâriyât 51/52).
Geçmişte
peygamberlere deli dendiği gibi, Hz. Muhammed'e de söylenmiştir. Hz.
Peygamber'e "deli şair" dendi: "Deli bir şairin sözüyle biz
ilâhlarımızı mı terkedeceğiz, diyorlar" (Sâffât 37/36). Demek ki
müşrikler, Hz. Muhammed'in zihinsel ürünü olduğu için Kur'ân'ın şiir olduğu
iddiasında bulundular. "Sonra ondan yüz çevirdiler ve: 'Bu, öğretilmiş
bir deli' dediler" (Duhân 44/14). Hem öğretilmiş, hem de deli demelerinde
bir tenakuz vardır. Deli öğrenir mi, ona bir şey öğretilebilir mi?
Hz.
Peygamber'in deli olmadığını Kalem sûresinin 2. âyeti belirlemektedir.
"Rabbinin nimeti sayesinde sen bir deli değilsin". İlâhî nimet Hz.
Peygamber'i deli olmaktan korumuş ve bunu Allah ilân etmiştir. Hz.
Peygamber'den sonra gelecek olan müslümanlara da zaman zaman deli denecektir.
İnsanların birbirlerini itham etmeleri olup bitmiş değildir. Âhiret hayatına
inanan insanlara, bu inanca sahip olmayanlar bu sözü hep söyleyeceklerdir.
Tekvîr sûresinin 22. âyetinde, "Bu arkadaşınız bir deli değildir"
buyurulmaktadır. Peki Hz. Muhammed'in görevi nedir? Yorumunu yapmakta
olduğumuz A'râf sûresinin 184. âyetinin sonu bu soruyu cevap-landırmaktadır.
"O, sadece apaçık bir uyarıcıdır".
5. "Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve
ecellerinin yaklaşma ihtimaline bakmıyorlar mı? Bundan sonra hangi söze
inanacaklar?" Bu âyette geçen "Bakmıyorlar mı?" ifadesini,
"Düşünmüyorlar mı?" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu âyette üç
şey üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
a) "Göklerin ve yerin hükümranlığı...". Bizim "hükümranlık"
diye tercüme ettiğimiz kelimeyi Allah, melekût olarak belirlemiştir. Göklerin
ve yerin idaresinin nasıl yürütüldüğünü görmek ve orada işleyen kanunların
anlaşılabilmesi için ilâhî hükümranlığa bakılması gerektiği vurgulanmaktadır.
En'âm
sûresinin 75. âyetinde Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekû-tunun,
hükümranlığının, kanunlarının gösterildiği beyan edilmektedir. Allah Hz.
İbrahim'e neden göklerin ve yerin melekûtunu gösterip Hz. Peygamber dönemindeki
insanlardan göklerin ve yerin melekûtu üzerinde düşünmesini istemektedir? Bu
sorunun cevabı, En'âm sûresinin 75. âyetinde verilecektir: "Kesin iman
edenlerden olması için!"
Demek
ki göklerin ve yerin melekûtu, hükümranlığı, kanunları üzerinde düşünmek,
insanları kesin imana götürecek olan bir yoldur ve bu yol düşünceden imana
geçişi gerçekleştirmektedir. Tabiat kitabı üzerinde düşünmek, insanın kesin
imana sahip kılacaktır.
Bu
düşünce, Mü'minûn sûresinin 88. âyetine göre, her şeyin hükümranlığının kimin
gücünde olduğunu bulacak, anlayacak ve öğretecektir. Bu düşünce, Yâsîn
sûresinin 83. âyetine göre, Allah'ın şanının yüce olduğunu ve herkesin O'na
döneceği inancını aşılayacaktır. Göklerin ve yerin kanunları, hükümranlığı
üzerinde düşünmek, bir nevi okulu andırmaktadır.
b) "Allah'ın yarattığı her şeye" bakılmasını, yani onlar
üzerinde düşünülmesini istemektedir. Allah'ın yarattığı her şeyden kasıtla,
mikroptan, hücreden, en küçük canlıdan en büyüğüne varıncaya kadar bütün
canlılar üzerinde düşünmek, onları araştırmak, onlardaki esrarengiz var oluşun
yapısını anlayıp Allah'ın kudretini kavrayıp O'nun eşsiz olduğunu düşünüp
tevhîd inancına varma hedeflenmektedir. Yaratıklar âleminin hangi özelliğinden
nelere varacağız ve hangi davranışları sergileyeceğiz? Bu sorunun cevabını
Zâriyât sûresinin 47-51. âyetleriyle vermek mümkündür.
1. Öncelikle göğün, sonra yerin, daha sonra da oradaki varlıkların yaratıldığı
kanunu yakalamak gerekiyor, "Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu
genişletmekteyiz" (Zâriyât 51/47). Gök de bir yaratıktır. Orada Allah'ın
kudretini göreceğiz ve göğün genişleme özelliğini yakalayacağız. Günümüzde
"evrenin genişlemesi" anlayışının müjdesini veren bu âyet, düşünceye
rehberlik etmektedir.
2. "Yeryüzünü biz döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz" (Zâriyât
51/48). Yüce Allah yeryüzünde canlıları yaratmadan önce, onların yaşayabileceği
bir fizikî çevre hazırlamış ve buna "döşemek" anlamını vermiştir.
Canlı organizmaların en küçüğünden en büyüğüne kadar, hayatlarını sürdürecek,
bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ortamın hazırlanması gerçekten büyük
bir kudretin varlığına delil teşkil etmektedir. Hayatın olmazsa olmazını
teşkil eden su, hava ve gıdaların oluşturduğu bu müthiş sofranın üzerinde
düşünülmesi, gerçekten çok önemli; önemli olduğu kadar da insanın erdemini
yücelticidir.
3. "Her şeyden çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız"
(Zâriyât 51/49). Varlıklar âleminin "çift", yani karşıtı olan
varlıklar sistemi üzerine kurulduğu meselesi üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
Allah'ın yarattıklarını gözlerken, onlar üzerinde düşünürken, onların çift
oluşu sistemini yakalamak gerekiyor.
Şimdi
bu âyetlerde yüce Allah'ın insanın önüne büyük bir ödev koyduğunu görüyoruz.
Bu ödev, yaratıklar hakkındaki kanunları yakalama ödevidir. Ödevin yapılacağı
basamaklar da verilmektedir. Semavî ve arzî araştırmalarla, ayrıca
organizmalarda çiftli sistemin araştırılmasıyla ilâhî kudreti anlama ve düşünce
konu üzerinde yoğunlaştırılarak tevhîd inancı yakalanmaktadır.
Bu
inancın davranışa yansıması ne olacaktır? Bu sorunun cevabını Zâriyât
sûresinin 50. âyeti vermektedir: "O halde Allah'a koşunuz. Çünkü ben,
size O'nun katından açık bir uyarıcıyım". Kâinatta olan bütün olgulardan
hareketle, Allah'ın varlığını ve birliğini anlayınca, şirkten ve bütün
kötülüklerden sıyrılıp Allah'a koşmak, O'na sığınmak, yapılacak en iyi
eylemdir. Zâriyât sûresinin 51. âyeti de Allah'a şirk koşulmama-sını hükme
bağlamaktadır.
Demek
ki Allah'ın yarattığı her şeyi gözlemek, onların üzerinde düşünmek, ilâhî
kudretin, organizmaların ihtiyaçlarını karşılayan fizikî çevrenin ve canlılar
alemindeki "çiftli" sistemin anlaşılmasını ve Allah'a koşulmasını,
O'na sığınılmasını temin edecektir. Bu ödevde, yani düşünceden Allah'a gidişte,
yaratıklar âleminin ayrıcalığı vurgulanmaktadır.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 185. âyetine dönersek, o âyetin bu bölümünü,
oradaki muhteva içinde ele alıp şu neticeye varmak mümkündür: "Doğru yola
hak ile ulaştıracak ve hak ile adalet yapacak olan insan grubu"nun (A'râf
7/181) yukarıdaki bilgilere sahip olmalıdır. Diğer taraftan Allah'ın
âyetlerini yalanlayanların bu manevî hastalıktan kurtulmaları da bu ödevi
yapmalarına bağlıdır. Göklerin melekûtu ve Allah'ın yarattıkları üzerinde
düşünmek, Allah'ın âyetlerini yalanlamayı önleyecek en iyi tedbirlerden
biridir. Bu düşünce, inkâr psikolojisi denen hastalıktan kurtarıcı bir beyin
eylemi olmaktadır.
c) "Ecellerinin yaklaşmış olabileceğine..." .Buradaki ecel,
ferdî mânada değil de toplumsal mânada ecel olmalıdır. Allah'ın âyetlerini
yalanlayanlar, bir grup olmaktadırlar. Bütün bu ödevlerin verildiği insanlar da
grup halindedirler.
İnsanlar,
gözlem yapıp düşünmeyen, peygamberlere deli diyen ve Allah'ın âyetlerini
yalanlayan toplumun ecelinin yaklaştığım, yani toplumun helake doğru yol aldığı
ihtimalini yakalayarak, o konuda gerekli gözlemi yaparak durdurmanın
çarelerini aramalıdırlar. Toplumlarının çöküşü üzerinde düşünüp, onun
dinamiklerini teşhis ederek çare alınması doğrultusunda tedbirler alınmalıdır.
Böylece
Allah, toplumların çöküşünü araştırılmasını, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde
çöküşün dinamiklerinin tesbit edilmesini istemektedir. "Her ümmetin bir
eceli vardır" buyuran Yûnus sûresinin 49. âyeti, ferdin eceli olduğu gibi,
toplumların da eceli olduğuna dikkat çekmektedir.
Yüce
Allah, âyetlerini yalanlayıp peygamberine mecnun diyenlerin "ecellerinin
yaklaştığı ihtimali" üzerinde düşünmelerinin gerekliliğini gündeme
getirmekte; ihtimali elden bırakmamalarını önermektedir. Artık onların bu
inanış ve davranış biçimleri, yaşamlarını anlamsız kılmaktadır.
"İnsanların hesabını görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ dalgınlık
içinde yüz çeviriyorlar" (Enbiyâ 21/1). Bu âyet ve A'râf sûresinin
179-185. âyetleri, anlatılan insanların durumunu açıklar mahiyettedir.
Toplumun
çöküşünün gerçekleşeceği zaman gelince, bunun ertelenmesi mümkün değildir.
"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat
geri kalırlar ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49). Toplumlardaki kötü
oluşumların o toplumun ömrünü kısaltacağı, giderek o kötülüklerin toplumun
canını alan bir Azrail durumuna dönüşeceği meselesi üzerinde düşünmelerini
istemektedir. Toplumda kötülükler tanrı haline gelip insanları kendilerine
taptırırlarsa, o tanrılar kurban isteyeceklerdir. O zaman kurban toplumun
kendisi olacaktır.
d) "Bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Âyetin bu kısmında
öne çıkan kavram hadîstir. Bu kelimenin lügat mânası şudur: Fiil olarak
"vâki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden meydana
getirmek, icat etmek, pasını silip cilalatmak, zina etmek, büyük abdest
bozmak"; haddese kalıbı "haber vermek, hadîs rivayet etmek,
konuşmak"; nimetle beraber kullanılınca, "nimete şükretmek";
kalp ile kullanılınca, "gönlünü Allah'a vermek, masal, yaratılmış";
hadîs kalıbı da "haber, Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri ve
takdirleri" mânasına gelmektedir.
1. Anlatmak, ortaya koymak, haber
vermek. Bu anlamda kıyamet gününde
yerin bütün haberleri anlatması, ortaya koyması için kullanılmaktadır: "O
gün bütün haberleri anlatır" (Zilzâl 99/4). Diğer taraftan insanların
birbirlerine bir konuyu anlatmaları anlamında da Bakara sûresinin 76. âyetinde
yer almaktadır: "Rabbinizin katında sizin aleyhinizde hüccet getirmeleri
için mi onlara anlatıyorsunuz?"
2. Anmak. Duhâ sûresinin 11. âyetinde hem emir kalıbında hem de
"nimet" ile beraber gelmiştir. O zaman nimeti "anmak"
mânasını ifade etmektedir. "Ve Rabb'inin nimetini minnet ve şükranla
an!" buyu-rulurken bu mânada kullanılmıştır.
3. Açıklamak. "Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda açıklama
yapıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma, dedi" (Kehf 18/70).
Buradaki açıklama "bilgilendirmek, bilgi vermek" anlamına
gelmektedir.
4. Meydana getirmek. "Yahut (bu kitap) onlarda yepyeni bir bilinç
uyanıklığı meydana getirsin!" (Kehf 18/70) Bir hatırlatma, bir uyanma
meydana getirsin. Buradaki ahdese fiili, "yeniden, ilk defa var etti,
meydana getirdi" anlamına gelmektedir. Zikir ile bir araya getirilince,
"akla getirmek, bilinç düzeyine çıkarması ya da çıkarılması" anlamına
gelmektedir.
5. Çıkarmak. "Bilmezsin, belki Allah, onun arkasında yeni bir
durum çıkarır" (Talâk 65/1). İlgili kelime burada boşanma meselesinde ele
alındığı için, hanımına haksızlık yapmayan, bu konuda Allah'ın koyduğu
sınırlara uyanlar için Allah'ın yeni bir durum meydana getirebileceği gündeme
getirilmektedir.
6. Mesaj. "Peki ama, onlar bu mesaja inanmak
istemiyorlarsa, kendini paralayacak mısın?" (Kehf 18/6) Burada da hadîs
kalıbında geldi, ama onu "söz" anlamında almak zor olduğundan,
"mesaj" mânası verilmiştir.
7. Olay, olgu. Yûsuf sûresinin 6, 21 ve 101. âyetlerinde
"olay", Tâhâ sûresinin 9. âyetinde olgu, Nisa sûresinin 42. âyetinde
"olup biten" mânasına gelmektedir. Bunlardan birini örnek olarak
alabiliriz: "Mû-sâ'nın başından geçen olgulardan haberin var mı?"
(Tâhâ 20/9).
8. Öğreti. "Allah bütün öğretilerin en güzelini indirdi"
(Zümer 39/23).'
9.
Haber. "Siz bu haberleri
tuhaf mı buluyorsunuz?" (Necm 53/59); Vâkı'a sûresinin 81 ve Kalem
sûresinin 44. âyetinde de aynı mânayı ifade etmektedir.
10. Hakikat. "O halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine
bildirilen hakikati kavramaya yanaşmıyorlar?" (Nisa 4/78). Burada ilgili
kelime, söz, mesaj anlamına gelmekle beraber, söz ve mesajın getirdiği hakikati
ifade etmektedir. Çünkü söz ve mesajın içinde bir hakikat vardır; onun
anlaşılmasını gündeme getirmektedir.
11.
Efsane, masal. "Sonra biz peş peşe peygamberimizi gönderdik. Herhangi
bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygamberi
yalanladılar; biz de onları birbiri ardından yok ettik, hepsini efsaneye
çevirdik. Uzak olsun inanmayanlar topluluğu!" (Mü'minûn 23/44). Buradaki
"efsane" anlamına gelen ehâdîs kelimesi, "ibret hikâyesi,
masal" anlamına da gelmektedir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 185. âyetinde "hadîs" kelimesi,
"söz" anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın "Bundan sonra hangi
söze inanacaklar" sorusu ile kastedilen, Kur'ân'dır. 182. âyette yer alan
"âyetlerimiz" ifadesinin toplandığı Kur'ân demektir. Çünkü Kur'ân'ı o
âyetler meydana getirmiştir. Neden Kur'ân'dan sonra başka bir söze inanılmayacak?
Bu sorunun cevabını yine Kur'ân âyetleriyle vermek zorundayız.
a) O Kur'ân'ı, mesajı, sözü Allah indirmiştir. "Allah öğretilerin en
güzelini indirdi" (Zümer 39/23). En güzel söz, Allah'ın sözü olduğundan,
ondan başkasına iman edilemez; imana lâyık olan O'nun sözüdür.
b) Kimse Allah'ın mesajının benzerini getiremez. &j "Eğer doğru
iseler, onun benzeri bir söz getirsinler" (Tûr 52/34). Benzerinin
getirilmesi mümkün olmayan sözden başkasına iman edilemez. Tabii ki, benzersiz
olana iman edilecektir.
c) "Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir?" (Nisa
4/87). Kur'ân'dan daha doğru bir sözü başkasının söylemesi mümkün olmadığı
için, ondan başkasına da inanmak mümkün değildir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, yüce Allah gözlem ve düşünme metodunu kullanarak bazı
konularda insanlara ödev vermektedir. Bu ödevlerin gözlemsiz ve düşünmeksizin
yapılması mümkün değildir. Gözlem ve tefekkür, insanı imana götürecektir.[115]
Egıtılemeyecek Olanlar:
186.
Allah'ın saptırdığını doğru yola götürecek yoktur. Ve onları azgınlıkları
içinde şaşkın olarak bırakır.
Bu
âyet, A'râf sûresinin 178. âyetinin devamı mahiyetindedir. 178 ile 186. âyetler
arasında geçen âyetler, belli bir konuyu işlemektedir. İnsanın anlayışım,
basiretini ve can kulağı ile dinlemesini, düşünmesini, gözlem yapmasını, hak
ile doğruya götürmesini, Kur'ân'a inanmasını ele alan bu âyetler; bu zihnî,
kalbi eylemlerin tersine de dikkat çekmektedir. Kalbi ile anlamaması, gönül
gözü ile görememesi, can kulağı ile dinlememesi, Allah'ın isimleri ile eğri
yola gitmesi, Allah'ın âyetlerini yalanlaması, peygambere deli demesi,
göklerin ve yerin melekûtu, bütün yaratıklarının yaklaşan ecelleri konusunda
düşünmemesi, Kur'ân'a inanmaması da ele alınmaktadır. Böylece şerefli insan
olmakla, şerefini kaybetmenin ilkeleri sunulmaktadır.
İnsanın
önüne konan tabiat kitabı ile gerekeni yapmaması, ödevini yerine getirmemesi,
tabiat olgularından hareket ederek tevhîd inancına varamaması, onun sapıklıkta
kalmasına sebep olmaktadır.
1. Âyette geçen '*&)$£& "Allah'ın saptırdığı"
ifadesinden şunu anlayacağız: Eğer Allah kulunu saptırıyorsa, o zaman zâlim
olur. Allah zâlim olmadığına, kullarına zulmetmediğine göre (Fussılet 41/46),
buradaki saptırma, insanın kendisini saptırmasının tescil edilmesidir. Kul
kendisi sapıtır; bu sapıtmasından geri dönüşü olmayacaksa, Allah onu
sapıklığında bırakır. "Allah Teâlâ'nın sapıklığını tescil ettiği kimseyi
kimse doğru yola getiremez".
2.
Bunun ne anlama geldiğini
âyetin ikinci bölümü açıklamaktadır. "Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın
olarak bırakır". "Azgınlıkları" denirken, azgınlık insana mal
edilmektedir. Mademki azgınlık insanındır, sapıklık da onun olmalıdır. Sapıtma,
bu âyette azgınlık olarak ifade edilmiştir. Yüce Allah onları azgınlıkları
içinde şaşkın bir halde bırakırken, eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir.
Anlamayan, derinlemesine göremeyen, can kulağı ile dinlemeyen, şirk koşan,
peygambere deli diyen, düşünmeyen ve Kur'ân'a inanmayan insanı eğitmek mümkün
değildir. Bunları yapan insan sapıtmıştır, yani azgınlaşmıştır. Allah Teâlâ
böylelerini kendi hallerine bırakmaktadır. Bu insanlara emek vermenin neticesiz
kalacağını bizlere öğreterek, din eğitimcilerine, eğitilemeyecek insanların da
olacağını, insanların bu açıdan farklılıklar taşıdıklarına işaret edilmektedir.[116]
187.
Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: "Onun
bilgisi ancak Rabbimin katın-dadır. Onu zamanında açığa ancak O çıkarır.
Göklerin ve yerin ağırlığını çekmeyeceği o saat ansızın size gelecektir".
Sanki, sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: "Onun ilmi
Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyorlar". :
188.
De ki: "Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar verecek güce
sahip değilim. Eğer gaybı (görünmeyeni) bilseydim, elbette iyiliği arttırırdım
ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben sadece inanan bir toplum için bir uyarıcı ve
müjdeleyiciyim".
Âyet
sorulan bir soru üzerine inmiştir. Soruyu kimlerin sorduğuna gelince, bunu
kitap ehlinin değil de Hz. Peygamber dönemindeki Mekke halkının sorduğu bir
gerçektir. Özel anlamda hangi grubun sorduğu önemli değildir. Soranların çoğul
olduğu, âyetteki üjlli yes'elûneke fiilinden anlaşılmaktadır.
Aslında
kıyametin ne zaman kopacağı meselesi, insanların inanmasının zor olduğu
konulardan biridir. İnsanlar, Allah'a daha kolay ve rahatlıkla inanmalarına
rağmen, kıyamete, öldükten sonra dirilmeye inanmaları, en zor inanılan
konulardan biridir. Kabullenilmesi ve kabul ettirilmesi, bu zorluğu taşımaktadır.
Onun
içindir ki 185. âyette ölüm olgusu gündeme getirilerek, onun üzerinde
düşünülmesi ve kıyamet konusuna bir adım yaklaşılması istenmektedir. Kur'ân, öldükten
sonra dirilme meselesini bilimsel kanunlarla açıklamaktadır. Şimdi âyetin
analizine geçebiliriz.
1. "Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar". Kur'ân'ın bazı âyetlerinin indirilişinin sebeplerini, bazan
sorulan sorular oluşturur. Bunun öğreticilere örnek olan bir boyutu vardır.
Öğrenciler yersiz sorular sorsalar bile, cevaplandırmaktan sakınılmamalıdır.
Soru soranlar, konuya dikkat ettiklerini, can kulağı ile dinlediklerini göstermektedirler,
ama kasıtlı, mânâsız ve zamansız sorular da soranlar olacaktır. Fakat uyulması
gereken kural şudur: Sorulan soru yerde kalmamalı, mutlaka
cevaplandırılmalıdır.
Âyette
geçen se'ele kelimesinin geniş açıklaması, Bakara sûresinin 186. âyetinde
yapıldı. Bu kelime, "sormak, istemek, sorgulamak, araştırmak, dilenmek ve
sorumluluk" mânalarına gelmektedir. Hz. Peygamber'e sorulan bu soru,
günümüzde de gelecekte de sorulmaya devam edecektir. Demek ki soru tazeliğini
korumaktadır. Âyet, sorulan bu tarzdaki sorulara verilecek olan cevabı da öğretmektedir.
Âyetin
bu kısmında yer alan eyyâne kelimesinin "nerede" anlamına gelen
eyneden titrediğini söyleyenler olduğu gibi, "hangi, ne?" anlamına
gelen g eyyüden türediğini söyleyenler de olmuştur. Hangi kelimeden
türediğinden ziyade, anlamının meta "Ne zaman?" olduğunu bilmek
yeterlidir.
Âyetin
bu kısmında yer alan diğer bir kelime de mursâhâdır. "Demir atmak, gelip
dayanmak" anlamına gelen irsâdan gelmektedir. Bir şey iyice sabitleşip
kuvvetlendiğinde de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelime Kur'ân'ın
çeşitli âyetlerinde şu anlamlara gelmektedir:
a) Sağlam şekilde yerleştirmek. "Dağları sağlam bir şekilde
yerleştirdi" (Nâzi'ât 79/32).
b) Dağ. Kur'ân'da revâsiye kalıbı pek çok âyette "dağ" anlamında
geçmektedir (bu âyetlerden şunları örnek verebiliriz: Ra'd 13/3; Hicr 15/19;
Nahl 16/15 gibi).
c) Sabit. "Onlar Süleyman'a kulelerden, heykellerden, havuzlar
kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud
ailesi, şükredin!" (Sebe' 34/13).
d)
Demir atmak. "Gemiye
bininiz! Onun yüzüp gitmesi de, demir atıp durması da Allah'ın adıyladır,
dedi" (Hûd 11/41).
e) Gelip çatmak. Yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 187.
âyetinde, kıyametin gelip çatması ifade edilmektedir. Demek ki insanlar kıyametin
ne zaman gelip çatacağı konusunu sormuşlardır. Bu soru çok eski bir geçmişe
sahiptir. Bu konu kesin tarih verilemediğinden, iman alanına girmektedir.
Âyetin bu kısmında geçen saat kelimesi, kıyametin kopması anını ifade
etmektedir.
2. "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu zamanında
açığa ancak O çıkarır. Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeyeceği o saat ansızın
size gelecektir'. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki:
'Onun ilmi Allah katındadır".
a) "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır". Kıyametin
ne zaman kopacağına dair bilgi peygamberlere de verilmemiştir. Onun için
insanların bu konuyu araştırmaları, ona emek sarfetmeleri lüzumsuzdur.
"Kıyamet saatini yalnız Allah bilir" (Lokman 31/34). "Son saat
mutlaka gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur; fakat insanların çoğu buna
inanmaz" (Gâfir 40/59).
Yüce
Allah kıyametin ne zaman kopacağı bilgisini neden insanlardan gizlemiştir? Bu
sorunun cevabını Tâhâ sûresinin 15 ve 16. âyetlerinde bulmak mümkündür:
"Herkes uğraştığının karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum
kıyamet mutlaka gelecektir. Buna inanmayan ve iğreti hevesine uyan kimse, seni
ondan alıkoymasın, yoksa helak olursun!"
Tâhâ
sûresinin 15. âyetindeki "Neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim"
ifadesi, neredeyse Allah onun bilgisini kendinden gizleyecekti. Gizlemesinin
sebebi, herkesin uğraştığı şeyin karşılığını görmesini temin etmektir. Demek ki
kıyametin bilgisi insanlar tarafından büinseydi, dünya hayatının bir imtihan
olmasının anlamı kalmayacak, iyilerle kötülerin ayırımı olmayacak, âdeta
imtihanın sorulan önceden bilinmiş olacaktı. Önceden tedbir alanla almayanın
bilinmesi ve bunun erdemi ortadan kalkacaktı.
Cebrail
Hz. Peygamber'e kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır:
"Kendisine kıyamet hakkında soru sorulan, bu hususta soru sorandan daha
bilgili değildir"[117]
b) "Onu zamanında açığa ancak O çıkarır". Allah'tan başka
kıyametin vaktini açığa vuracak kimse yoktur. Âyetin bu kısmındaki tecliye
kelimesi, "bir şeyi birinin ortaya koyması" anlamına gelmektedir. Tecellî
ise, "bir şeyin kendiliğinden ortaya çıkması"dır.
Kıyamet
hakkındaki bilgi Allah katında olduğu gibi, onun zamanını ortaya çıkaracak
olan da sadece O'dur. Muhammed sûresinin 18. âyetinde, kıyametin ansızın
geleceğine işaret edilmektedir. Kamer sûresinin 46. Âyetinde ise, kıyametin
daha belâlı ve daha acı olduğuna dikkat çekilmektedir. Demek ki ansızın belâlı
ve acı bir an olacağı belirtilmekle beraber, zamanı belirlenmemiştir.
c) "Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeye-ceği o saat ansızın size
gelecektir". Yüce Allah kıyameti, bizim beynimizde-ki kavrama göre
anlatmakta, kıyametin bir ağırlığı olduğuna işaret ederken, bu ağırlığı
göklerin ve yerin çekemeyeceğini söylemektedir.
Kıyamet
Kâri'a sûresinde şöyle anlatılmaktadır: "Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O
kapı çalanın ne olduğunu bilir misin? İnsanların, ateşin etrafını sarmış
pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştüğü gündür"
(Kâri'a 101/1-5). "Yerküre kendine has sarsıntıyla sarsıldığı, toprak
ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan, ne oluyor buna dediği vakit, işte o
gün (yer) Rabbinin ona bildirmesi ile bütün haberleri anlatır" (Zilzâl
99/1-5). "Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine
katıldığı zaman..." (İnfitâr 82/1-3). "Güneş katlanıp dürüldüğünde,
yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde..." (Tekvîr 81/1-3).
"Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir" (Hac 22/1).
Bütün
bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, göklerle yerin şekli tamamen değişecektir.
Göklerin ve yerin şeklini değiştkecek nitelikte ağır bir vuruş
gerçekleşecektir. Ama bu bir yok oluş değil, tam tersine bir değişim olacaktır.
"Yer başka bir yere, gökler de (başka gökler haline getirildiği) gün"
(İbrâhîm 14/48). Demek ki kıyamet anındaki vuruşun ağırlığı, yer ve göklerin
değişimini temin edecektir. Yer başka bir yere, gökler de başka göklere
dönüşecektir. Bu dönüşümde, ölümlü dünya ve göklerin kanunları, ölümsüz hale
gelecektir.
Bu
"ağır gelişe" başka açıdan bakabiliriz: Kıyametin bilgisi ve onun
vaktinin belirlenmesi, göktekilere ve yerdekilere ağır gelir. Bu bilgi, insanları
ve gökleri sarsacak bir ağırlıktadır. Gökleri ve yeri tamamen değiştirecek olan
kıyametin vuruşu ansızın olacaktır. Âyette geçen %£ bağte kelimesi, bu anı
ifade etmektedir. Bu kelime masdar olarak, hal makamında bulunmaktadır. Onun
bilinmezliğinin işaretlerinden biri de ansızın gelmiş olmasıdır.
d) "Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyor-lar". Âyetin
bu kısmında geçen hafâ fiili, "bilmek", hafi de "bilen kimse"
anlamına gelmektedir. Bu kelime soru sormakta aşırıya kaçan, son noktaya kadar
devam ettiren mânasını ifade etmektedir. Âyetin bu kısmı, soruyu sormanın bir
kuralı olduğunu gündeme getirmektedir. Sorulan kişi, sorandan farklı bir
bilgisi olmayınca, soru cevapsız kalacaktır. Böylece Allah, kıyamet konusunda
konuşma yetkisini kendisinde tutmaktadır. Bilmeyene soru sorma geleneği hâlâ
devam etmektedir. Bu gelenek, hakikat alanına pislik bulaştırma gayreti
içindedir.
e) "De ki: 'Onun ilmi ancak Allah'ın katındadır". Aynı âyette
bu ifade iki kere geçmektedir. Birincisinde "Rabbimin katında", ikincisinde
"Allah'ın katında" denmektedir.
3. "Fakat
insanların çoğu bilmezler". Burada insanların bilmediği şey bize göre,
kıyametin ne zaman kopacağı veya kıyametin kopuş şekli değil, kıyametin niçin
insanlardan gizlendiğidir. Diğer taraftan insanların bilgisinin bu konuda
yeterli olmayacağı da vurgulanmaktadır.
Netice
olarak diyebiliriz ki, kıyamet ve orada gerçekleşecek olanlardan bahsedilmediği
ve bahsedemediği için felsefi sistemler din olamazlar. Âhiret ve onun hakkında
inancı olmayan, o hayattan bahsetmeyen, cennet ve cehennemi olmayan beşerî
görüşler, din olamazlar. Din âhiretten bahseder, ceza ve mükâfatın varlığına
imanı şart koşar, kıyametin kopacağını dinin temel ilkeleri arasına alır.
Din
tevhîd inancı ile başlar, âhirete imanla son bulur. Tevhîd inancı ile âhiret
arasında geçen bütün zihnî, kalbî ve nefsî temeller üzerine oturan davranışlar,
değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Tevhîd inancı bizim eylemlerimizi,
konuşmalarımızı, niyetlerimizi âhirete kadar taşır ve orada değerlendirilmelerini
temin eder. Onun içindir ki, tevhîd inancının işi çok ağırdır. Bu ağırlığını
hafifletecek olan şey ihlâstır.
4. "De ki: 'Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar
verecek güce sahip değilim". Bu âyet 187. âyetin devamı durumundadır.
Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisinin, Allah'ın katında olduğu söylendikten
sonra, bu sefer de Hz. Peygamber'in gücü ele alınmaktadır. Bunun anlamı şudur:
Allah dilemedikçe Hz. Peygamber kendisine ne bir fayda sağlayabilir ne de bir
zararı uzaklaştırabilir. Demek ki insanın gücü, ilâhî dileme sayesinde işlerlik
kazanmaktadır. Âyetin bu kısmından çıkarılacak netice de şudur: Bir varlık
kendi gücü ile faydayı temin edemiyor ve zararı defedemiyorsa, tanrı olma
özelliğine sahip değildir. Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'den söylemesini
emrettiği bu ifade, Hz. Peygamber'in tanrı olmadığının vurgusudur. "Doğru
iseniz bu vaad (azap) ne zamandır? diyorlar. De ki: 'Ben kendime bile Allah'ın
dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir fayda verme gücüne sahibim!"
(Yûnus 10/48-49). Zararı defetme ve faydayı temin etme gücü olmayan varlık,
vaadin ne zaman olacağını bilemez ki!
5. "Eğer, gaybı (görünmeyeni) bilseydim, daha çok iyilik yapardım
(iyiliği çoğaltırdım) ve bana kötülük de dokunmazdı" . Yüce Allah gaybın
ne olduğuna burada bir açılım getirmektedir. Gaybı bilen, iyiliği çoğaltır ve
zararı önler. İyiliği çoğaltmayan ve zararı ortadan kaldıramayan, gaybı
bilmiyor demektir. Hz. Peygamber gaybı bilmediğine göre, ne faydayı çoğaltabilir
ne de kendinden zararı defedebilir.
Bu
âyetin bulunduğu Kur'ân'a inanan bir insan, başka bir insanın olağan üstü
güçlere sahip olduğuna inanır mı? Bir insanın diğer bir insanı hidâyete
getirdiğini, olağan üstü şeyleri gerçekleştirdiğini söyler mi? Eğer bir insanda
bunları yapma gücü olsaydı, bunu Hz. Muhammed yapar ve dünyada kötülük
kalmazdı. Değil yaşayan insanlardan, ölülerden bile fayda umar hale
gelenlerin, hangi kötü neticelerle karşılaşacağı bilinmez.
6. "Ben sadece inanan bir toplum için bir uyarıcı ve
müjdeleyiciyim". Âyetin bu kısmı, Hz. Peygamber'in iki görevini gündeme
getirmektedir: "Uyarmak ve müjdelemek". Bu görevlerini, inanan bir
toplum için yapacağı da vurgulanmaktadır. jx nezir, yani uyan görevi, Allah'ın
emirlerini yerine getirmeme ve kötülüklerden uzak durmama gibi eylemlerin
sonucunun nereye varacağı konusunda uyarı yapmak, beşîr de Allah'ın emirlerini
yerine getirmenin ve günâh işlemekten uzak kalmanın getireceği ödülü
belirlemektir. Bu durum şunu ifade etmektedir: İnsanların eylemleri ya iyidir
ya da kötüdür. Uyan ve müjde, insanın bunlarla olan ilişkilerine bağh olarak
gerçekleşecektir. Ama buradaki uyan ve müjdenin inanan bir toplum için olması
ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber'in asıl görevi, inanmayan insanlan eğitirken
uyan ve müjde vermek değil midir?
Biz
bu sorulara cevap verirken Râzî'ye başvurmayı uygun buluyoruz: Râzî, inanan
toplum derken, bu ifadenin inanmayanlan da içine aldığını söylemekte, bunu
söylerken Nahl sûresinin 81. âyetini örnek getirmektedir: "Hararetten sizi
koruyacak elbiseler yarattı". Ama bu elbiseler, aynı zamanda soğuktan da
koruyacak, avret yerlerini örtecektir. Elbisenin görevlerinden birini
zikretmekle diğerleri ifade edildiği gibi, Hz. Mu-hammed'in uyan ve müjdeleme
eyleminin inananlara olacağım söylemekle, aynı zamanda inanmayanlara da
olacağına işaret etmiştir. Birini zikretmek, diğerini de ifade etmektedir.
Râzî,
Bakara sûresinin 2. âyetini örnek göstererek, uyan ve müjdenin sadece
inananlara olduğu yorumunu da yapmaktadır: "O kitap (Kur'ân), onda asla
şüphe yoktur. O, müttakîler için bir yol göstericidir" . Bize göre âyette
geçen yü'minûn kelimesine, "inanan" değil de "inanacak
olan" mânasını vermekte yarar vardır.
Peygamber,
potansiyel olarak inanmaya müsait olan bir toplum için, uyancı ve müjdeleyici
görevini yerine getirecektir. A'râf sûresinin 179. âyetine dönersek kalbi ile
anlamaya, gönül gözü ile görmeye ve can kulağı ile dinlemeye hazır olan bir
topluma karşı bu görevlerini yerine getirecektir. Diğer taraftan 187. âyette
geçen kıyametin kopacağı zamanla ilgili soruya bağlarsak, kıyamete inanan
insanlara karşı bu görevi yapacaktır. Kıyamete inanmayan insanlara uyan ve
müjdenin etki etmeyeceğini ifade etmektedir. Kıyametin kopacağına, öldükten
sonra dirilmenin gerçekleşeceğine, insanların âhirette eylemlerinin
değerlendirilip ödül ve cezanın verileceğine inanmayanlara uyan ve müjdenin ne
faydası olacaktır?
Uyan
ve müjde ile inanan toplum arasındaki ilişkiye başka bir açıdan bakabiliriz:
İnanan toplum, bu inancını devam ettirebilmesi ve ondan bir daha uzaklaşmaması
için, uyarıya ve müjdeye ihtiyacı vardır. İnancında her zaman aynı seviyeyi,
kaliteyi ve derinliği muhafaza etmek için buna ihtiyaçları vardır.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmına başka bir açıdan da bakabiliriz: Hz.
Muhammed'in getirdiği mesaja, tevhîd inancına ve onun peygamberliğine inanan
insanlar için bir tehlike kapıda beklemektedir. O da Hz. Muhammed'in tabiat
üstü güçlere sahip olduğunu düşünerek ona tanrılık vasfını yakıştırmaktır.
A'râf sûresinin 188. âyetinin ilk bölümlerinde buna dikkat çekilmektedir.
En'âm
sûresinin 50. âyetinde konu daha açık bir şekilde gündeme getirilmektedir:
Size, Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum, gaybı da bilmiyorum, size ben
bir meleğim de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunana uyuyorum . De ki: 'Kör
ile gören bir midir?' Düşünmüyor musunuz?"
Bununla
yorumunu yapmakta olduğumuz A'râf sûresinin 188. âyeti bir arada düşünülürse,
Hz. Peygamber'in herhangi bir şekilde ilâhlaştırılmasını önlemeyi, onun daha
önceki peygamberler gibi bir insan olduğu Allah'ın mesajını insanlığa iletmek
için seçtiği bir kul olduğunu açıklığa kavuşturmayı hedef almaktadır.
Hz.
Peygamber'e inanmayanların değil, ona inananların tanrılık özelliğini ona
verme ihtimali vardır. İnanmayanlar, onu peygamber kabul etmiyorlar, tanrı
olarak kabul ederler mi? Onun içindir ki uyarı ve müjde, inanan insanlara
yapılmaktadır. Bu kişiler Hz. Peygamber'i seviyoruz diye, aşırıya kaçıp ona
tanrılık özelliği verme durumuna düşebilirler. Onun içindir ki başka âyetlerde
müjde öne geçerken, bu âyette uyarı öne geçmiştir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, 187 ve 188. âyetlerde Hz. Peygamber'in dindeki yeri
belirlenmekte, hangi sorulara cevap verebileceği, bilgisinin alanı ve sınırı,
iyilik ve kötülük alanı ile olan ilişkisi, gücü ile Allah'ın dilemesi
arasındaki bağlantı açıklanmakta ve böylece ona tanrılık özelliklerinin
yakış-tırılamayacağı dersi verilmektedir. Bu dersle Allah, Hz. Muhammed'e
inananları şirkten korumakta, onların imanını muhafaza etmelerini sağlamakta,
Hz. Muhammed'in görevlerini aydınlatmakta, ondan farklı beklentilerin olmaması
uyarısında bulunmaktadır.[118]
189.
Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o
cevherden var eden Allah'tır. Eşine sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve
onu taşıdı. Yükü ağırlaşınca, karı-koca, Rableri Allah'a: "Bize kusursuz
bir çocuk verirsen, and olsun, şükredenlerden olacağız" diye yalvardılar.
190.
Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde Allah'a
ortaklar koştular. Allah onların ortak koşmalarından yücedir.
İnsanın
bir cevherden yaratıldığı konusu, Nisa sûresinin 1. âyetinde açıklandı. Burada
aynı açıklamaları yapmadan, âyetin başka konularına geçmeyi daha uygun
buluyoruz.
1. "Sizi tek bir cevherden yaratan, gönlünün huzura kavuşacağı eşini
de o cevherden yaratan Allah'tır". İnsanın tek bir cevherden yaratılışı,
Nisa sûresinin 1. âyetinde açıklandı. Burada sadece liyesküne ileyhâ ifadesi
açıklanacaktır. Sükûnete, "gönlü meyletsin, gönlü huzura kavuşsun, sükûnet
bulsun, yani cinsellik bakımından doyum noktasına ulaşsın" mânası
verilebilir. Ailenin temellerini oluşturan üç temel öğeden birisi, sükûnet
meselesidir. Rûm sûresinin 21. âyetinde ailenin temellerindeki üç temel öğe şu
şekilde sıralanmıştır: "Sükûnet bulmanız, aranızda sevgi ve merhameti
koymak için size kendi cinsinizden eşler yarattı".
Cinsel
doyum, sevgi ve merhamet, ailenin temellerini oluşturmaktadır. A'râf sûresinin
189. âyetinde bunlardan bir tanesi gündeme getirilmektedir. Böylece Allah
insanları çift yaratmasının amacını da belirlemektedir. Çünkü insan tek cinsli
yaratılsaydı, cinsel içgüdü olmayacaktı. Karşıt cinsin yaratılması, insanda
doğanın doğurduğu ihtiyaçtır. Temel ihtiyaçlardan biri de cinsel içgüdünün
tatminidir.
2. "Eşi-ne sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve onu taşıdı. Yükü
ağırlaşınca, karı-koca, Rableri Allah'a, 'Bize kusursuz bir çocuk verirsen,
andolsun şükreden-lerden olacağız' diye yalvardılar". Ayetin bu kısmından
çıkarılacak ilkeler şunlardır:
a) "Eşine sarılınca" ifadesi, "cinsel ilişkide
bulununca" anlamına gelmektedir. Hz. Âdem ile eşinin nikâhını Allah
kıymıştır. Eş olmanın gereğini yerine getirince, hanımı hamile kaldı. Buradaki
hamile kalmanın anlamı, Âdemoğulları'ndan ilk defa eşeyli yaratılma
gerçekleşmiştir, demektir. Eşeysiz yaratılmadan eşeyli yaratılmaya geçiş olduğu
için Kur'ân'da yer almıştır. Sperm ile yumurtanın döllenmesi sayesinde
gerçekleşen eşeyli yaratılma olgusu, evrimin ikinci basamağını teşkil
etmiştir.
Âyette
geçen "ve onu taşıdı" ifadesi, eşeyli yaratılma ile gerçekleşen
hamileliği taşırdı, anlamına gelmektedir. Döllenmiş çocuk, onun rahminde iken
öteye beriye gidip geliyordu. Hatta belki de hamile olduğunun farkında değildi.
b) Nihayet ağırlaşmca, Allah'tan kusursuz bir evlât istemek için dua etmeye
başladılar. Böyle bir evlât verdiği takdirde şükredenlerden olacaklarına söz
verdiler. Buradan şu neticeleri çıkartmak mümkündür: Eğitimin temel
unsurlarından biri, belki de en önemlisi, "dua"dır. Eşler dualarına
gebelikten itibaren başlamalıdırlar. Bu anlamda duanın anlamı, çocuğun
yetişmesinde ilâhî müdahaleyi istemektir. Âyette geçen "sâlih evlât"
kavramı, bedenen ve ruhen sağlıklı olması anlamına gelmektedir. Sağlıklı bir
evlât istemek, ilk ana babanın sünneti olmakta ve bunu Kur'ân anlatmaktadır.
Çocukları
ve nesilleri için dua eden peygamberlerin örnekleri Kur'ân'da yer almaktadır.
Meselâ Hz. İbrahim kendi çocukları için Allah'a dua etmiştir: "Ey
Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti
öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder!" (Bakara 2/40).
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan
eyle! Ey Rabbimiz, duamı kabul et!" (İbrâhîm 14/40).
Bunlar Hz.
İbrahim'in dualarıdır. O da yetişmeleri ve ibadetlerde devamlı olmaları için
evlâtları adına Allah'a dua etmektedir. Diğer taraftan Allah kullarının
özelliklerini anlatırken, şöyle dua edeceklerine dikkat çekmektedir:
"Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve nesiller bağışla ve bizi
takva sahiplerine önder kıl, derler" (Furkân 25/74), "Benim soyuma
iyilik bağışla!" (Ahkâf 46/15).
Bütün
bu dualardan anlıyoruz ki, anne baba çocukları için daima Allah'a dua
etmelidirler. Yapılan dualar ilâhî müdahaleyi devreye sokacak ve nesillerin
eğitimi daha mükemmel olacaktır. Çünkü insanın eğitiminde beşerin gücü
yetersiz kalmaktadır. Onun yeterli olmadığı yerde ilâhî müdahale devreye
girecektir.
Hz.
Âdem'in çocuğu için dua etme metodu, Kur'ân vasıtasıyla bütün insanlığa
sunulmakta ve böyle yapılması önerilmektedir. Hz. Âdem'in duasında, "İyi
evlât verirsen, şükredenlerden olacağız" demesi, sanki pazarlık yapmakta
olduğu zarınım uyandırmaktadır.
3. "Allah, onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği
şeyde Allah'a ortak koştular. Allah onların ortak koştuklarından yücedir".
Bu âyetin tefsirini yapan âlimler, hep Hz. Âdem ve eşinin şirk koşma
ihtimalinden kaçarak açıklama yapmışlardır. Burada şirk koşan çiftin Hz. Âdem
ve eşi değil de onların neslinden gelen çiftler olduğunu söylemek için
ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. 189. âyette anlatılan Hz. Âdem ve
eşi değil midir? Hamile kaldığında Allah'a dua edip hayırlı evlât isteyen onlar
değil miydi? O zaman âyeti olduğu gibi yorumlayacağız:
a) Yüce Allah Hz. Âdem ve eşinin duasını kabul ederek onlara kusursuz
çocuk verdi. Ancak verdiği çocuk konusunda onlar Allah'a şirk koştular.
Müfessirlerin bir türlü Hz. Âdem ve eşine yakıştıramadıkları bu şirkin mahiyeti
nasıldı? Bu soruya Bakara sûresinin 165. âyeti ile cevap vermek daha yerinde
olacaktır: "İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar
edinirler de, onları Allah'ı sever gibi severler".
Demek
ki Hz. Âdem ve eşi çocuklarını sevme konusunda aşırı giderek şirke
düşmüşlerdir. Sevgi denen duygu, yöneldiği varlığa veya objeye göre, kimi zaman
yüceltici, kimi zaman da şirk olmaktadır. Neyi ne kadar seveceklerini
bilemeyenler bu hataya düşmüşlerdir. Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 24.
âyetinde hangi varlığın ve hangi objenin ne kadar sevileceğinin eğitimi verilmektedir.
Câsiye sûresinin 23. âyetinde de hevesin tanrı edinilebileceğine dikkat
çekilmektedir. Kendini tutkuya varacak şekilde seven insan, kendine tapmıyor
demektir.
Bütün
bu âyetlerden hareket ederek yukarıdaki soruya cevap verebiliriz. Yüce Allah Hz.
Âdem ile eşinin düştüğü bu hatayı bize anlatarak, çocukları sevmekte aşın
giderek onları tanrılaştırmanın yanlış olacağının bilgisini vermektedir.
Zamanla Hz. Âdem ve eşi tövbe ederek bundan vazgeçmiş olabilirler. Onun için
âyeti olmayacak boyutlara çekmenin anlamı yoktur.
b) Diğer taraftan Allah Teâlâ âyetin sonunda tevhîd inancının eğitimini
vermektedir. "Allah onların ortak koştuğu şeyden yücedir". Böylece
âyette "yücelik" kavramı öğretilmekte, Allah ile başkaları arasındaki
fark ortaya konmaktadır. Tevhîd inancının olmazsa olmazlarından biri, Allah'ın
diğer varlıkların hepsinden yüce olmasına inanmaktır. Allah ile varlıklar
arasında bu yücelik farkını göremeyen, bilmeyen ve inanmayanın şirke düşme
ihtimali büyüktür.
Eğer
bir varlık dua edilince duayı yerine getiriyorsa, diğerleri de böyle bir güce
sahip değillerse, bu varlıkları birbirleriyle eşit tutmak yanlış olur. Allah'a
dua ediliyor, Allah dualara icabet ediyor, yani dualarını yerine getiriyor,
ama ardından o konuda Allah'a şirk koşuluyor. İşte hatanın büyüklüğü buradadır.
Çocuk
sevgisi aşırı bir tutkuya büründürülerek, insanın bütün benliğini
kaplamamalıdır. Çocuk sevgisi, bütün insanlığın meselesidir. Kur'ân'da anne
babaya çocuğunu sev denmez, çünkü sevgi ileri doğru doğal olarak akar. Anne babanın
gönlünde zaten bu sevgi nehri vardır; nehir tabiî mecrasında akacaktır.
Gönül,
severken çocuk sevgisine, insan sevgisine, eş sevgisine ve Allah, peygamber
sevgisine ayıracağı paylan bilmeli, bilinçli akıtmalı ve bunda hata
yapmamalıdır. Din eğitiminin ana konularından biri, bu eğitimi insanlara
vermektir. Onun içindir ki Kur'ân'da bu eğitim verilmekte, çareleri
gösterilmektedir. Sevgi konusunda insanın ayağının kayması, tökezlemesi,
sürçmesi, dengesini bozup şirke düşmesi ihtimali her zaman mümkündür.[119]
191. Kendileri yaratılmakta olan ve bir şey
yaratamayan putları mı Allah'a ortak koşuyorlar?
192. Oysa, putlar onlara da yardım edecek güçte
değil ve kendilerine de yardım edemezler.
193-194.
O putları doğru yola çağmanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da sussanız da
sizin için birdir. Allah'tan başka yalvardıklarınız sizin gibi kullardır. Eğer
doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler.
195.
Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek
gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı
çağırınız, sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayınız".
Genel
anlamda bu âyetlerde, Allah'tan başka bir varlığa kutsallık verilip tanrı
edinilmesinin delilleri sıralanmakta, insan beynini bazı konularla karşı
karşıya getirerek, şirk koşmanın ne kadar yersiz olduğunu, akıl dışı olduğu
açıklanmaktadır.
1. Yaratma gücü. "Kendileri yaratılmakta olan ve bir şey yaratamayan
varlıkları Allah'a ortak mı koşuyorlar?" Yaratılmış olup, bir şey
yaratamayan şeylerin ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu
varlıkların putlar olduğunu söyleyenler olduğu gibi, cinler ve insanlar
olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bizim tercihimiz, tanrının özelliklerinin
verilip tanrılaştırılan insanların kastedildiğidir. Çünkü putlardan yaratma
beklenemez, ama yaratılmış olup kendisi bir şey yaratamayandan kasdın, insan
olması gerekiyor. Meselâ Mâide sûresinin 116. âyetinde, İsrâiloğullan'nın
hıristiyan kanadının, Hz. îsâ'yı ve annesini tanrı edindiği anlatılmaktadır.
Azizlere ve farkında olmadan bazı velîlere de tanrılık vasfı verilerek şirk
koşulmaktadır.
İnsanın,
"yaratma" sıfatından hareket ederek hiçbir varlığın Allah'a eş
koşulamayacağı, tanrılık makamı verilemeyeceği anlatılmaktadır. Üstelik sadece
yaratamamasına bakmayınız; kendisi yaratılan bir varlık da tanrı olamaz ve
böylece Allah'a eş koşulamaz.
Bu
noktadan hareketle şu neticeyi çıkartabiliriz. İnsan kendi fiilinin yaratıcısı
değildir; ama insan ister, Allah da yaratır. Çünkü Allah kulunun zina etmesini,
çalmasını, yalan söylemesini, adam öldürmesini, şirk koşmasını, inkâr etmesini,
gıybet etmesini istemez; insan kendisi ister, Allah da yaratır. Fiili seçmek,
istemek, karar vermek kuldan, yaratmak Allah'tandır. Onun içindir ki, bir şey
yaratamayan insanlardan herhangi biri tanrı edinilemez. Peygamberler bile böyle
bir niteliğe sahip olmadığına göre, normal bir insanın tanrılık özellikleri
kalmış mıdır? Âyette bu soru sorularak, yaratma ve yaratılma özelliğinden hareketle
şirk ortadan kaldırılmaktadır.
2. Yardım etme gücü. "Oysa, putlar onlara da yardım edecek güçte
değil ve kendilerine de yardım edemezler" Yüce Allah, kendisine eş
koşulacak varlık veya varlıklarda aranacak ikinci özelliğin yardım edip
edemedikleri olduğunu söylüyor. Tanrı edinilen ister insan olsun, isterse put
olsun, insanlara yani kendilerine tapanlara yardım edip edemediklerine
bakmalıdırlar.
İnsanlara
ve bütün canlılara verilen nimetlerin arkasındaki güç, görülmelidir. Şirk
koşmasının ya da tanrılık vasfım vermenin en önemli sebeplerinden biri, o
varlıktan fayda, yardım temin etmektir. Neden insanlar bulundukları yerden dua
ederek Allah'tan yardım dilemezler de bir yatın ziyaret ederek orada dua edip
yardım isterler? Bu sorunun cevabında şu vardır: Herkes başındaki belânın
defedilmesi, ihtiyacı olan bir şeyin temin edilmesi için oralara gider. Kimi
zaman farkında olmadan oradaki yatırdan yardım diler, kimi zaman onun himmeti
ile Allah'tan yardım ister, ama çoğu zaman da bu yaptığının şirk olduğunun
farkına varmaz. Kendisine bile yardım edemeyen âciz, ölümlü bir varlığa veya
varlıklara tanrılık vererek şirk koşmanın ne kadar akıl dışı bir hareket
olduğunun eğitimi burada verilmektedir.
İnsanlık
tarihi bu akıl dışı eylemlerle kirletilmiş, Allah ile kulların arasındaki
ilişkiler baltalanmış ve koparılmıştır. İnsanoğlu kendisine bunca nimetler
vasıtasıyla gelen yardımın kaynağını unutmuş ve bunun neticesinde şirk koşmuş
ve koşmaktadır. Onun içindir ki bütün peygamberlere verilen vahyin birinci
amacı ve mücadelesi, şirki ortadan kaldırmak olmuştur.
"Yardım
etmek" özelliğinden hareketle şöyle bir akıl yürütme ile şirkten
kurtulmak mümkündür: "De ki: 'Allah'ı bırakıp da bize fayda vermeyecek
veya zararı defedemeyecek olan şeylere mi tapalım?" (En'âm 6/71). Demek ki
insan, şirkten kurtulabilmesi için tapacağı varlıkta yardım etme, fayda verme
ve zararı defetme gücünü aramalıdır. Sadece başkasına yardım etmesi değil,
kendi kendine yardım edip edemeyeceğine de bakması gerekir.
3. Çağrıya cevap vermek. Genelde ibadet edilen Allah'ın dışındaki varlıklar,
puttur, yahut ölülerdir. Yüce Allah, şirk ile mücadelede düşünülmesi gereken
üçüncü özelliği, çağrıya cevap verebilme gücü olarak belirtmektedir. "O
putları doğru yola ça-ğırırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da sussanız
da sizin için birdir". Râzî bu âyeti şöyle açıklamaktadır: Müşriklerin
taptığı putların, doğruya çağrıldıklarında ona uyamayacakları da görülür.
Kendilerine çağrıda bulunanın durumunu, çağrıda bulunmayanlardan ayıramazlar.
Doğruya çağrıyı duyup da onu yapana uyacak bir beyin sistemine sahip
değillerdir. Çağrıyı duyup gereğini yapacak bir niteliğe sahip olmayan varlığa
tapınmak, insanın iman boyutunu kirleten bir şirktir.
4. Kula kul olunmaz. "Al-lah'tan başka yalvardıklannız sizin gibi
kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap
versinler". 191. âyetten itibaren anlatılanlar, kul olan insanlardır.
İnsanın insana kutsallık verip tapınması ele alınmaktadır. Onun içindir ki,
"Dua edilenler sizin gibi kullardır" ifadesine yer verilmektedir.
Puttan kul olmaz, insandan kul olur.
Burada
yüce Allah, insanların kendileri gibi kul olanlara dua ederek yardım
beklediklerini, problemlerini sunduklarını, çare aradıklarını ve böylece
onlara tanrılık özelliği verdiklerini gündeme getirerek, yanlışlarını anlatmaktadır.
Tanrılık özelliğine sahip olan bir varlık, yapılan duaya icabet edip gereğini
yerine getirebilmelidir. Bunu yapamıyorsa, onda bir eksiklik var demektir.
Eksik olan varlık da tanrı olamaz. Hele bu varlık kendisine tapan gibi bir kul
ise, işin vahameti şirke çıkmaktadır.
Yüce
Allah kula kul olunamayacağına işaret ederek, insanların kula kul olduğunu ve
olacağını vurgulamakta, insanın bu hataya düşmesini önleme amacını gütmektedir.
5. "Onların yürüyecek ayakları mı var; yoksa tutacak elleri mi, yoksa
görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: 'Ortaklarınızı
çağırınız, sonra bana tuzak kurunuz ve bana göz açtırmayınız!" Öyle
anlaşılıyor ki, burada kastedilen putlar veya ölülerdir.
Yüce
Allah burada dört organdan bahsetmektedir: Ayak, el, göz ve kulaklar.
Ayaklardan kasıt, çağrıda bulunana icabet edip yardımına koşma gücüdür.
Tutacak eller de, istenilen yardımı yerine getirecek güçtür. Görecek gözden
kasıt, kullarının hallerini müşahede etme, onları gözetleme yetişidir. İşitecek
kulaklardan kasıt da, yalvaranın sesini duyacak özelliktir. Aslında Tanrı
olacak varlığın sıfatlarını, insanın idrakine anlatma metodudur.
Ayakların anlamını
"Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm" (Bakara
2/186) âyetiyle; ellerin anlamını da: "Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir" (Fetih 48/10) âyetinde geçen "güç"; gözü de
Allah'ın basîr; kulaklarını da Allah'ın semî' sıfatlan ile açıklamak
mümkündür. Onların tanrılarının, çağrıya uyamayacağına, kudretleriyle iş
göremeyeceğine ve duyamayacağına işaret edilmektedir. Tanrı olan varlıkta bu
dört özellik sonsuz olarak olmalıdır.
Onların
şirk koştukları tanrılarında bu gücün ya da özelliklerin olmadığının ispatı,
onları çağırıp Hz. Peygamber'e kendilerinin tuzak kurup, göz açtırmamalarını
temin etmelerini istemek olmuştur. Onların kuracağı tuzağa, tanrıları yardım
edecek midir? Çünkü tanrı olan varlık, haksız yere kurulan tuzaklara yardım
etmeyi değil, o tuzakları yıkmayı ön görmelidir. Tanrı kötülüklere karşı tuzak
kurar, iyi olanlara değil.
Netice
olarak diyebiliriz ki, yüce Allah şirki ortadan kaldırmak için yaratmayı,
yardımı, çağrıya cevap verip problemi çözme ve tanrılık vasıflarının
sonsuzluğunu gündeme getirmekte ve böylece Allah'ın eşi olamayacağını anlatmaktadır.
Ayrıca müslümanlarla kitap ehli bir araya gelip Âl-i İmrân sûresinin 64.
âyetinde olduğu gibi şirkle mücadele vermeli, dinlerinin talî olan yönlerini
değil, şirkle mücadele yönünü öne çıkarmalıdırlar.[120]
196. Şüphesiz ki, benim koruyanım, kitabı indiren
Allah'tır ve o bütün sâlih kullarını görüp gözetir.
197. Allah'ın dışında taptıklarınızın ne size
yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım edebilirler.
198. Onları doğru yola çağırmış olsanız,
işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler.
A'râf
sûresinin 190-195. âyetleri arasında şirk koşmanın yanlışlığı ortaya konurken,
196-198. âyetlerde de müslümanlann aynı hataya düşmemeleri için önlem alınmaya
çalışılmaktadır.
1. "Şüphesiz ki, benim koruyanım, kitabı indiren Allah'tır".
Âyette geçen velî kelimesinin öne çıkan anlamlarından biri,
"koru-mak"tır. Onların entrikalarına, tuzaklarına karşı Hz.
Peygamber'i koruyacak olan Allah'tır. Âyetin bu kısmında "kitabı indiren"
tanıtılmaktadır. Kur'ân'ı indiren Allah'ın veliliği, koruyuculuğu gündeme
getirilmektedir. Bunun anlamı şudur: Müşriklerin taptıkları tanrılar, böyle
bir kitabı indiremez ve indirmeye de güçleri yetmez. Demek kitabı indirme
eylemi, Allah'ın velilik sıfatının bir gereği olmaktadır. Allah'ın koruyuculuk
sıfatı kitapla temin edilmekte, kitap O'nun veliliğini yeryüzüne
indirmektedir. Böylece kitabın koruyucu özelliği de ortaya çıkmaktadır.
2. "O, iyileri dost edinir". İyileri dost edinmesinin anlamı, onları
görüp gözetmesidir. Onlara yardım eder, dualarını yerine getirir, çağ-raun;
doyar ve ihtiyaçlarını giderir. İyi insanlara karşı kötülerin kurduğu tuzakları
ortadan kaldırıp onları korur. Onların vekili durumundadır. Böylece sâlih, yani
iyilerle ilâhî korumanın arasında bir bağlantı kurulmaktadır.
Kitapla
veliliğin arasındaki diğer bağlantı şudur: Allah'ın kitabına inanan, onun
gereklerini yerine getiren, böylece tevhîd inancının ağacını gönlünde diken
insan, sâlih insandır. Allah da onun koruyanı ve yardım edenidir. Veliliğin
kitapla, kitabın da iyi olmakla bağlantısı kurulmaktadır.
Buradaki
bağlantıları önceki âyetlerde geçen şirk konusunu dikkate alarak kurarsak, şu
neticeye varabiliriz: Kitap şirkle mücadele vermek için indirilmiştir. Şirkle
mücadele eden kitaba katılmak, onu hayata geçirmek, iyi insan olmanın
gereklerindendir. Yüce Allah, kendi kitabım savunan, inanan ve hayata geçiren
iyi insanların işlerini de üzerine almakta, onları koruyup yardım etmektedir.
3. "Onu bırakıp taptıklarınız, ne size yardıma güçleri yeter, ne de
kendi kendilerine yardım edebilirler" . Burada Allah müslümanlan muhatap
aldığı kadar, müslüman olmayanları da muhatap almaktadır. Size ve kendilerine
yardım edemeyen varlıklara tapınmanın büyük hata olacağına dikkat
çekilmektedir. Yine burada "yardım etmeyi" tanrılık vasıflarının
önüne çıkarmaktadır. Bunun sebebi, insanların şirk koşarken hep tanrılarından
yardım dilemeleridir. "Yardım", insanı boyun eğdiren, tapınmaya kadar
götüren bir eylemdir. İhtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, kulluğun
gereklerinden biri olmaktadır. Mutlak mânada ihtiyaçları gidermek için yardım
eden güce sadece Allah sahiptir.
Onun
içindir ki, yardımdan hareketle tevhîd inancına varılabilir. İnsanlar
ihtiyaçlarına bakmalı, bu ihtiyaçları giderecek olan yardımı yapan mutlak
kaynağa bakmalıdırlar. Bu zihin faaliyeti, tek tanrı olan Allah'a varacaktır.
4. "Onları doğru yola çağırırsanız duymazlar. Sana baktıklarını
görürsün, oysa onlar görmezler". "Onları doğru yola çağırsanız"
ifadesinden kastedilen kimlerdir? Bunların put olduğunu söyleyenler olmuş, ama
biz bunu doğru bulmuyoruz. Çünkü put doğru yola çağrılamaz. Tapınılan bir insan
ise, onu çağırma yerine, ona tapanları çağırmak gerekir. Her iki durumda da
çağrılanların sahte tanrılara tapan müşrikler olduğu anlaşılmaktadır.
Demek
ki duymayacak olanlar müşriklerdir. Ayette "doğru yol" diye tercüme
ettiğimiz hudâ kelimesi, burada tevhîd inancı anlamına gelmektedir. Çünkü
müşrik için "doğru yol", tevhîd inancı olmaktadır. İbn Abbâs buradaki
hudâ kelimesini, "hak" ile mânalandırmıştır. Hakkın ne olduğunu
araştırır-sak, onun da onlar için tevhîd inancı olduğu ortaya çıkacaktır.
Onları tevhîd inancına çağırırsanız, duymazlar ya da dinlemezler.
Onların
duymaması ya da dinlememesi, maddî anlamda sağır olduklarını ifade etmemekte,
beyinlerde tevhîd inancının gireceği bir alan olmamasından kaynaklanmaktadır.
Şirk onların gönlünü kapladı, beynin gönüle aktaracağı bir şey olmadığı için,
kulaklar manen çalışmaz hale gelmektedir.
Kendilerinin
inanç bakamından doğru yolda olduklarını kabul etmeleri, onların dinleme
ihtiyacını ortadan kaldırdığı için, duyma konusunda alâkalarını tahrip
etmiştir. Yüce Allah duyu organlarından kulak konusunda; onun psikolojik
etkinliği ve eğitime yansımasının analizini yapmaktadır.
"Onları
sana bakar görüyorsun, halbuki onlar görmüyorlar". Yüce Allah J&
nazara (bakmak) fiili ile basara (görme) fiili arasındaki farkı da
göstermektedir. İnsan bakar, ama görmeyebilir. Her bakan insan görüyor
anlamına gelmemelidir. Nazar ile basiretin temel farkı budur. Nazar, kafa
gözleri ile olurken; basar, gönül gözüyle olmaktadır.
Hayvan
da bakıp görür, ama insan gönül gözüyle görünce hayvandan farklı olduğunu ispat
etmiş olur. Okuyup da anlamamak, aynı anlamı ifade etmektedir. Meselâ müslüman
olmayan ilâhiyatçı bir bilim adamı, Kur'ân'ı okuyup ondaki hakikati
anlamıyorsa, günümüzde yaşasa bile bu gruba girmektedir. Kafa gözleriyle
okuyor, ama ondaki hakikati göremiyor. Burada görecek olan gönül gözüdür. A'râf
sûresinin 193. âyeti ile 198. âyeti, 179. âyetin bir açıklaması durumundadır.
179. âyette insanların ve cinlerin niçin cehenneme gidecekleri açıklanırken,
bunun sebebi kalp, göz ve kulakların görevlerini yapmamalarına bağlanmıştı. Bu
âyetlerde söz konusu görevlerin nasıl aksadığının açılımları yapılmaktadır.
Nemi sûresinin 80-81. âyetlerinde; Rûm sûresinin 52-59. âyetlerinde bu tür
insanlar, bir bakıma yaşayan ölüler olarak takdim edilmektedirler. Fâtır
sûresinin 22. âyetinde bu yaşayan ölüler kavramı gündeme getirilmektedir.
"Dirilerle
ölü-ler bir olmaz. Şüphesiz Allah dileyene işittirir. Sen kabirdekine
isittiremez-sin" (Fâtır 35/22). Kabirdeki ölü duyarsa, yaşayan ölülere de
duyurursun denirken, insan beyni ve gönlü kabre benzetilmektedir. Beyin ve
gönül çalışmayınca mezara dönüşmektedir. Aslında bu dünya, o insan için mezar
olmaktadır. İnsan sadece toprağın içinde olunca ölü kabul edilmemelidir, şirk
koşup inkâr edenler de yaşasalar bile mezardadırlar.
Diğer
taraftan Fâtır sûresi 19'da "Körle gören bir değildir" denirken,
gören körden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber'e bakıp da onu görmeyenlerin bakar
kör oldukları da bu âyetle tescil edilmektedir. Demek ki insan, biyolojik
organları gereği diri ya da insan değildir. Psikolojik yeteneklerini, beyin ve
gönlünü kullanarak diri olmaktadır.[121]
199.
Sen affetme yolunu tut! Uygun olanı emret, câhillerden yüz çevir!
Bu
âyeti önceki âyetlerle ilgili olarak açıklamak gerekir. "Sen af yolunu
tut!" şeklindeki emir niçin emredilmektedir? Bir önceki âyette, "Sana
bakıyorlar, ama görmüyorlar" ifadesi açısından bakılırsa, Hz.
Peygamber'in af yolunun tutulması emredilmektedir. İnsana baktığı halde onu
görmemek, bir hakarettir. Bu hakaret insan olarak bir hata, peygamber olması
sebebiyle de bir günâhtır. Bir başka ifade ile, peygamberin hakkını çiğnemek ve
ona hakaret etmektir. Yüce Allah Hz. Peygamber'den, onları affetmesini
istemektedir. Yapılması gerekenin bu olduğunu ona hatırlatılmaktadır. Bu emir,
bütün din bilgini ve din görevlilerinin uygulaması gereken bir metot olmaktadır.
"Af
yolunu tutma"nın bir anlamı da, onlara yumuşak davran, kırıcı olma
demektir. Bu durum Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetinde açıklanmaktadır:
"Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın". Af yolunu
tutmayan, sert ve kaba davranır. Bu da insanların onun etrafından ayrılması
anlamını ifade eder.
Bu
ifadeyi "Affı ele al!" şeklinde mânalandınrsak, insan ilişkilerinde
özellikle hoşgörü ve kolaylık tarafını al, demek olur. İnsan işlerinden, sana
kolay gelecek olanları alıp işlemek gerekiyor. Kin besleyerek, sert davranarak
düşmanlık göstermek mi daha kolay bir yoldur; hoşgörü ile, yumuşak davranarak
gönül almak mı daha kolaydır? İnsanların hoşgörüden yana tercihini kullanması
emredilmektedir.
Diğer
taraftan açıklamak mümkündür: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle
davet et ve onlarla, en güzel olan ne ise, o yolla mücadele et!" (Nahl
16/125). Demek ki affı almanın anlamı, kötülükten sakındırmak, insanların
yanlışlarına değil, iyi taraflarına bakmak demektir. En güzel yolla mücadele
etmek, affın yolunu tutmak ve affı ele almakla gerçekleşecektir. İyiyi
emretmek de, hikmetle ve güzel öğütle davet etmek anlamını ifade etmektedir.
"Affı
ele al!" ya da "Af yolunu tut!" emrinin diğer bir anlamı da Nahl
sûresinin 126. âyetinde belirtildiği gibi, sabırlı olmayı ifade etmektedir.
Sabirli olamayan, affetme eylemini gerçekleştiremez. Sabretmek, Âl-i İmrân
sûresinin 134. âyetinde "kinini yutmak" olarak geçmektedir. Kinini
yutunca, affetme safhası gelmektedir.
Hz.
Peygamber'e verilen bu iki emir, aynı zamanda birinci derecede müslümanları,
ikinci derecede de bütün insanlığı ilgilendirmekte, "af ve "iyi"
gibi iki evrensel değeri insanlığın ahlâkına yerleştirmektedir. Yapılan yanlış
harekete karşı gösterilecek tepkilerin çeşitleri çok olmasına rağmen, affı
seçmek, kâmil insan olmamn en önemli göstergelerinden biri olmaktadır. Affı
seçtikten sonra, iyiyi emretme imkânını yakalayabiliriz.
Âyette
verilen üçüncü emir, câhillerden yüz çevirmektir. Câhil kavramının anlamı,
bildiği halde tatbik etmemek, kendini tanıyamamak, ahlâkî değerlere ve
hakikate karşı inatla kapalı kalmaktır. Aslında câhil insanlar, bu ahlâkî
değerleri ve hakikati biliyor ve anlıyor, ama kendilerini onlara karşı kapalı
tutuyorlar. Bunun ana sebeplerinden biri, kendini tanıyamamalarıdır.
Câhillerin
bu kapalılığı, onların sözlerine ve davranışlarına yansıyarak, Hz. Peygamber'e
kötü sözler ve aşağılık davranışlarda bulunmalarına sebep olmaktadır. Böyle
sözleri ve davranışları sergileyen câhillerden yüz çevirmesini yüce Allah
peygamberinden isterken, bütün müslümanlardan da istemektedir. Bu emri başka
âyetlerle açıklayabiliriz. "Onlar, boş sözlerle karşılaştıklarında,
vakarla geçip giderler" (Furkân 25/72). Câhil insanlar kötü sözler
söylerler, onların bu sözleri müslümanları asla etkilemez, onlar câhillerin
seviyesine düşmeden çekilip giderler. "İnananlar, boş ve yararsız
şeylerden yüz çevirirler" (Mü'minûn 23/3). Boş ve yararsız sözler,
câhillerden çıkar. Buradaki eylemi yerine getirenler, aslında A'râf sûresinin
199. âyetindeki "Câhillerden yüz çevir!" emrini hayata geçirmektedirler.
Bu
emri hayata geçirenlerin durumunun âhirette şöyle olacağı açıklanmaktadır:
"Orada boş bir söz ve günâha sokan bir laf işitmezler" (Vâki'a
56/25). Onun içindir ki Hz. Peygamber bu âyetin tefsirini şu şekilde yapmıştır:
"Faziletlerin en üstünü, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman,
seni mahrum bırakana senin iyilikte bulunman, sana zulmedeni senin
affetmendir"[122].
Netice
olarak diyebiliriz ki affetmek, iyiyi emretmek ve câhillerden yüz çevirmek, İslâm'ın
ahlâkî değer ve eylemlerini oluşturmaktadır. İslâm ahlâkının evrensel boyutta
üç temel direğini oluşturan bu emirler hayata geçirilirse, nasıl bir toplum
oluşacağı ortadadır. Din eğitimi bilginleri ve din görevlileri, bu ilâhî
emirleri topluma kazandırırlarsa, toplum üstün erdemlerle donatılmış
olacaktır. Câhillerden yüz çevirmek, kötüye bulaşmamak, kötülere denk olmamak,
onların seviyesine düşmemek şeklinde anlaşılırsa, erdemin derunî etkinliği
yakalanmış olur.[123]
200. Doğrusu, şeytandan sana bir dürtü gelince, Allah'a
sığın, çünkü O, işitir, bilir.
201. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan
tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp hemen görürler.
1.
Bir önceki âyet gelince, Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet ediliyor:
"Gazap gerçekleşmiş iken bu nasıl olur ya Rabbi?"[124].
Gazap anında nasıl affedilecek, nasıl iyi emredilecek, nasıl câhillerden yüz
çevrilecektir? Bu sorunun cevabı, 200. âyette verilmektedir.
Affetmeyi, iyiliği
emretmeyi ve câhillerden yüz çevirmeyi engelleyecek olan şeytanın dürtüşüdür.
Bunları gerçekleştiremeyen insan, şeytanın etkisi altındadır. Nezğ kelimesi,
"vesvese, dürtü, günâhları süslü göstermek" anlamlarına gelmektedir.
"Rahatsız etmek" anlamına gelen bu kelime, iki toplumun arasına fitne
sokmak mânasını da ifade etmektedir.
Şeytanın
buradaki vesvese vermesini, önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklayabiliriz:
Tevhîd inancı anlatıldıktan sonra tepki gösterenlere karşı duyulacak öfkenin
şeytandan kaynaklandığı, burada gündeme getirilmekle, insanın içinde kopan
öfke fırtınasının kaynağı konusunda analizler yapılmaktadır. A'râf sûresinin
198. âyetinde tevhîde çağrıldığı halde dinlemeyen, peygambere baktığı halde
görmeyen insanların durumunu şeytan kullanarak, peygamberi öfkelendirme yolunu
tutabilir. Bu da, onun affı tercih etmesini, iyiyi emredip câhillerden yüz
çevirmesini önleyebilir.
Yukarıda
verilen hadîsteki "Ey Rabbim, ya (haklı) öfkenin durumu nedir"
sorusunun cevabı, A'râf sûresinin 200. âyetindeki analiz olmuştur. Affı
seçmeye, iyiyi emredip câhillerden yüz çevirmeye mani olan gözü kara öfkenin,
aklı devre dışı bırakabileceğine işaret edilmektedir.
2. "Hemen Allah'a sığın, Çünkü O, işitendir, bilendir" .
Şeytanın vesvesesinden, insan peygamber bile olsa kurtulamaz. Burada Allah'a
sığınmak gerekir. Çünkü yapılan duayı yüce Allah işitmektedir ve içine şeytanın
soktuğu vesveseden haberdardır. Allah, insanın iç âleminde cereyan eden bütün
oluşumları ve onların nereden kaynaklandığını bilmektedir.
3.
İnsan, şeytanın vesvese
verdiğini ve içinde kopan öfke fırtınasının şeytanî olduğunu nasıl
anlayacaktır? Bu soruların cevabı, A'râf sûresinin 201. âyetinde verilmektedir.
Bu âyette hem takva sahiplerinin kim olduğunun tanımı yapılmakta, hem de
vesvesenin şeytanî mi, rahmânî mi olduğunu anlama metodu verilmektedir.
Müttakîlerin, şeytanın vesvese vermesi ile hemen düşünüp gönül gözü ile
görebilenler olduğuna dikkat çekilmektedir.
Düşünmek
ve gönül gözü ile görmek, takvanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Düşünemeyen ve basîreti olmayanlar takva sahibi olamazlar. Buradaki düşünme ve
görme faaliyeti, insanın kendi içine yönelik olarak cereyan etmektedir. İçinde
kopan fırtınalar üzerinde düşünen ve onları gören kili, takvaya ermiş
demektir.
Düşünme ile
basîret, aklın ürünleri olduğuna göre, aklı kullanmadan i seviyesine
erişilemeyecektir. Bu takva elde edilince, şeytanın vesvesesi görülecek ve
derhal Allah'a sığınılacaktır. Takva duygusu doğuştan insanda vardır, ama bu
potansiyeli pratiğe aktarmak, eğitim vasıtasıyla mümkündür. "Allah'a sığınmak"
anlamın gelen isti'âze konusu, şeytanı etkileme yollarıyla beraber Fatiha
sûresinin tefsiri yapılırken geniş bir şekilde açıklanmıştı.
201.
âyette geçen tâif kavramı, "insan idrakini gölgelendiren, anlaşılması I0Î
Olan saplantı, sabit fikirlilik" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
şeytandan karanlık kuruntu şeklinde anlaşılabilir. "Delilik ve cinnet
getirmek" mânasına da gelmektedir. Öfkeli insanın kızgınlığı, deliliğe ve
cinnet getirmeye benzediği için ilgili durum bu kelime ile ifade edilmektedir.
Demek
ki insan her an için şeytanın etki alanına girmekte ve bu etkinin mağduru
durumuna gelmektedir. Kur'ân yaptığı bu açıklamalarla insanı bu etki alanının
dışında tutmaya çalışmaktadır. Bütün bilgilendirmelerine rağmen insan bunu
beceremeyebilir. Bunun için Allah'a sığınması ve ondan yardım dilemesi
gerekmektedir.[125]
202.
Kardeşleri onları azgınlığa çekerler, hiç yakalarını bırakmazlar.
Bazı
müfessirler âyette geçen "kardeşler" kelimesindeki zamirin şeytana
gittiğini söylemektedirler. Elmalık M. Hamdi Yazır da aynı mânadan hareket
etmiştir. Süleyman Ateş ise bu mânayı kabul etmemektedir. Süleyman Ateş'in
verdiği mânayı ve yorumunu kabul ettiğimizi söylemeliyiz. Zemah-şerî de
şeytanların kardeşinin müttakîler olmadığına dikkat çekmiştir.
Mekke'de
inen bu âyetler, ilk anda, Kureyş kabilesinde yetişmiş olan insanları
nitelemektedir. Bunlar birbirlerinin akrabaları, aynı kabilenin insanlan
idiler. Birbirlerinin kardeşleri sayılırlardı. Birbirlerinin kardeşleri sayılan
bu insanlardan bir kısmı inanmış, bir kısmı da inkâr etmişti. İnananlar şeytanın
sözüne kapılmazlar; şeytan inanmayanları azdırır. Şeytanın sözüne kapılanlar,
inanan kardeşlerini de kendileri saptırmaya çalışırlar. Bu her zaman böyledir.
İnanmayanlar, inanan arkadaşlarım da kandırmaya, sapıklığa düşürmeye
çalışırlar[126].
Süleyman
Ateş'e zamirler konusunda katılıyoruz, ama yaptığı tefsirde gerçeklerle
bağdaşmayan görüşlerin olduğunu da söylemek gerekiyor. "Şeytan inanan
insanı etkileyemez" iddiası ne demektir? A'râf sûresinin 200. âyetinde,
şeytanın doğrudan Hz. Peygamber'i etkileyeceği söylenmiyor mu? 201. âyette
takva sahiplerine şeytanın vesvese vermesi Duyurulmuyor mu? Kur'ân'ın bütününe
bakıldığında, şeytanın kâfirlerden ziyade müslümanlarla uğraştığının farkında
değil miyiz? Haşr sûresinin 11. âyetinde, Allah'ı inkâr eden insanlardan
şeytanın uzaklaştığını, âlemlerin Rabbi'nden korktuğunu ifade ettiğini şeytan
söylemiyor mu? Demek ki şeytan kâfiri terkediyor, hem işini bitirdiği hem de
kendisinden daha tehlikeli hale geldiği için. Şeytanların dostlarının,
kardeşlerinin, kendi toplumlarındaki kardeşlerini, kendi toplumunun
insanlarını yoldan çıkarmasına işaret edilmektedir. Kötülerin iyileri
etkileyip yoldan çıkartmasını konu edinmektedir. Birinci derecede, şeytanın
insanı değil ikinci derecede şeytanın yoldan çıkardıklarının diğer insanları
yoldan çıkarmasını konu edinmektedir.
Olumsuz
mânada etkileşimi vurgulayan bu âyet, şeytanın etkisi altında kalanların bu
kötü hastalıklarını toplumun diğer fertlerine, kendi kardeşlerine
bulaştırdıklarına dikkat çekmektedir. Kötülükler, bu etkileşim ve bulaştırma
yolu ile geometrik olarak yayılır. İyiliklerin yayılışı ise matematikseldir.
Toplumdaki
lüzumsuz tartışmaları, kavgaları önce şeytan başlatır, sonra geri çekilerek
seyretmeye başlar, ona bulaştırdığı insanlar şeytanın yapacağını yapmayı
sürdürür. Tartışma, kavga ve nefret gibi toplumu çürüten eylemler, insanların
eliyle bulaşır. Âyette geçen 'JLvjJi yemüddûnehüm (yardım ederler) ifadesi,
vesveseyi kuvvetlendirmek, yanlışa devam etmek, insan aklının yanlışı anlayıp
ondan vazgeçmesini önlemek mânalarına gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da
olumsuzluğu ifade eden çeşitli konular için kullanılmıştır. Olumlu konularda
"imdâd" kalıbı kullanılmaktadır.
a) "Kendilerine mal, mülk ve çocuklar vermekle, sanıyorlar mı
ki!" (Mü'minûn 23/55).
b)
"Biz onlara istediklerinden
meyve ve eti bolca vereceğiz" (Tür 52/22).
c) "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?" (Nemi 27/36).
d) "Gerçekte, Allah onlarla alay eder de azgınlıklarında onlara
fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başı hoş dolaşırlar" (Bakara
2/15).
Görüldüğü
gibi bu kelime "vermek, bollaştırmak" mânasından hareketle yardımda
bulunmayı ifade ettiği gibi, Bakara sûresinin 15. âyetinde "bir davranışı
gerçekleştirmek için fırsat vermek" mânasına da gelmektedir. Onların
dostları, kardeşleri, onları öylesine etkileyip azgınlığa sürüklerler ki, bu
durum kesintisiz devam eder. Şeytanın etkileyip yoldan çıkardığı insanlara
parmağını kaptırınca, bütün vücudunu götürürler. Kötülük adına bir kere onların
ağına düştüğünde, bir daha kurtuluşun olmayacağını Allah ıksâr kelimesiyle
açıklamaktadır. "Bir şeyden geri durmak" anlamına gelen iksar,
"kötülüklerden geri durup vazgeçmek" mânasını da ifade etmektedir.
İbn
Abbâs'ın bu kelimeye verdiği mânadan hareket edersek, hem saptırılan hem de
saptıranın işine devam edeceğine işaret etmektedir, diyebiliriz. Saptıran
saptırmasına, sapan da sapmasına devam etmektedir. Onun için âyetteki ıksâr
kelimesinin başına olumsuzluk edatı getirilmiştir: jxn£*i*f "Sonra da azgınlığı
bırakmazlar", yani onda devam ederler.
Bu
durumu fizikî bir kanunla açıklamak mümkündür. Ağır ve pis kokulu bir yere
girince kokuyu hissederiz, ama orada bir müddet kalınca, artık onu hissetmez
oluruz. O havayı hissetmemek, onun temizlendiği anlamına gelmez, tam tersine
biz o ortama alışmış durumdayız. Kötülüğü ilk önce işleyen insan bir pişmanlık
duyar, kötülüğü defalarca işledikten sonra artık pişmanlık hissini duymaz
olur. İnsan insanı yoldan çıkarınca ve onun bu durumuna devam etmesini temin
edince, artık yoldan çıkan kendiliğinden ona devam edecektir, çünkü
kötülüğünün kokusunu duymamakta, pişmanlık duygusu ortadan kalkmakta ve kötü
fiilin farkında olma yetisini kaybetmektedir. Böylece sapıklık, o insanların
karakteri haline gelir. Etle tırnağın ilişkisi ne ise, onların da sapıklıkla
ilişkileri o duruma gelir. Onun içindir ki, kötü alışkanlıklarla mücadele
etmek dinlerin en zor uğraşlarından biri olmuştur. Kötü davranışlarının
farkında olmayan, o davranışları sürekli olarak yapan ve onların kötü kokusunu
duymayan insanı geri alıp onlardan vazgeçirmek, en zor uğraşlar arasında yer
almaktadır.[127]
203.
"Onlara bir âyet getirmediğin zaman, sen bir tane derleseydin ya!"
derler. De ki: "Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu
kitap, Rabbiniz-den gelen göz açıcı belgeler olup, inanmış bir topluma rehber
ve rahmettir".
Bu
âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Onlara bir âyet getirmediğin zaman, sen bir tane derleseydin ya!
derler". Buradaki âyet kelimesine, "mucize" anlamı verilebileceği
gibi, "Kur'ân âyeti" anlamı da verilebilir. Bir sonraki bölümde de
mucize anlamında değil, Kur'ân âyetlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.
Buradan çıkarılacak netice şudur: Müşrikler öteden beri Kur'ân âyetlerini Hz.
Peygamber'in derlediğini iddia ediyorlardı. Bu yüzden isteklerine uygun bir
âyet gelmeyince, yeni bir âyet derlemesini istiyorlardı. Onlar Hz.
Pey-gamber'den hem istedikleri âyeti hem de mucize getirmesini bekliyorlardı.
a) "İnkâr edenler: 'Bu olsa olsa, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır.
Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' dediler. Böylece onlar
hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır" (Furkân 25/4).
b) "Onlar: 'Sen, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça, sana
asla inanmayacağız' dediler" (İsrâ 17/90).
c) "Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki,
içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın" (İsrâ 17/91).
d) "Ya da iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın
veya Allah'ı ve meleklerini gözümüzün önüne getirmelisin" (İsrâ 17/92).
e) "Ya altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize
okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece, (göğe) çıktığına da asla
inanmayız. De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim"
(İsrâ 17/93).
f) "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı
bekleyenler, 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De
ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vah-yolunandan başkasına uymam" (Yûnus 10/15). Görüldüğü gibi müşrikler,
Hz. Peygamber'den yeni mucizeler istemişlerdir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz A'raf sûresinin 203. âyetine dönersek, şu genellemeyi
yapabiliriz: İnsanlar peygamberden kendi isteklerine göre âyet getirmesini
bekliyorlardı, uyacakları bir âyet değil de, kendi hayat tarzlarına uyan âyet
olmasını istiyorlardı. Hayatlarının meşruluğunu onaylayıp doğruluğunu
kanıtlayacak doğrultuda olmasını bekliyorlardı. Onun içindir ki, Yûnus
sûresinin 15. âyetinde, başka bir Kur'ân getirmesini veya onu değiştirmesini
istediler.
Yaşadıkları
hayatı değiştirmek onlara ağır geliyordu. Hayatı değiştirmek yerine, âyeti
değiştirmek daha kolaydı. Bu durum ilk insandan beri ilâhî dinlere tepki
göstermenin bir sebebi olmuştur. Hz. Peygamber de aynı sebeple tepki
görmüştür. Yüce Allah bunu bize anlatmakla, din âlimleri ve din görevlilerinin
de aynı tepki ile karşılaşacaklarına işaret etmektedir.
2. "De ki: 'Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım". Bunun
anlamı şudur:
a) "Ben kendiliğimden âyet uydurmam, buna yetkim yoktu"r. Yûnus
sûresinin 15. âyetinde olduğu gibi, bunu Allah'a isyan olarak
görmektedir."Benim için olacak şey değildir" demekle, âyet uydurmanın
Allah'a isyan olacağına dikkat çekmektedir.
b) Hz. Peygamber kendisine indirilene uymakla yükümlü olduğuna göre,
müslümanlar da din adına Kur'ân'a uymakla yükümlüdürler. Onun önüne herhangi
bir fikri ve uygulamayı geçiremezler. Allah'ın vahyine uymak hem Allah'ın emri
hem de Hz. Peygamber'in sünnetidir. Dinî konularda Kur'ân'a uymak demek, onu
bütün fetvalarda referans göstermek, hayatına yön vermesine müsaade etmek ve
kayıtsız şartsız teslim olmak demektir.
Kur'ân'da
konulara nasıl açıklık getirildiğine bakmadan, mezhepleri, çeşitli âlimleri
referans göstermek, Hucurât sûresinin 1. âyetini yok saymaktır. Çünkü söz
konusu yerde, Allah ve Resulü'nün önüne geçilmesi istenmemektedir, "Allah
ve Resulü'nün önüne geçmeyiniz" bu-yurulurken, "Kendilerinin ve
başkalarının görüşlerini, Allah'ın vahyinin ve peygamberinin sünnetinin önüne
geçilmeyiniz!" hükmü verilmektedir.
c)
"Ben ancak Rabbimden bana
vahyolunana uyarım" demek, "Sadece onu olduğu gibi tebliğ eder, ona
bir harf bile ilâve etmem" demektir. Çünkü Allah şu âyetlerle bunun böyle
olmasını istemektedir: "Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş
olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık"
(Hakka 69/44-46). Günümüzde verilen birtakım fetvalar, müslü-manların hem kendi
aralarındaki sevgi bağlarının hem de Allah ile olan bağlarının kopmasına sebep
olmaktadır. "Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver!" (Kâf
50/45).
3. "Bu (Kur'ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir, inanan bir kavim
için hidâyet ve rahmettir". Hz. Peygamber'e anlatılan Kur'ân'ın bu
özellikleri, şu sorunun cevabını vermektedir. Neden Hz. Muhammed âyet
derlemeyecektir?
a) Kur'ân, insanların kalp gözlerini açar. İnsanın takva sahibi bir mümin
olmasını temin eder. Dolayısıyla doğruyu görmelerini ve bulmalarını sağlar.
Besâ'ir kelimesi, basiretin çoğuludur, bu sebeple Kur'ân insanlara hakikati,
doğruyu ve iyiyi kavrama yöntemi sunmaktadır.
b) İnananlara bir yol göstericidir. Âyetin bu kısmı, Bakara sûresinin 2.
âyetinin son kısmına işaret etmektedir. Orada müttakîler için bir yol gösterici
idi, burada da inananlar için bir rehber olmaktadır. İnanan ya da takva sahibi
için Kur'ân'ın rehber olması ne anlama gelmektedir. Şûra sûresinin 52. âyetine
göre Kur'ân bir nurdur. Ondan istifade edenlerin inanmış olması gerekir.
Kur'ân'ın ışığından istifade edebilmek için, iman ve takva gibi bir alt ruhî
yapıya sahip olmak gerekir. İnananlara ve takva sahiplerine yol gösterici
olmasının diğer bir anlamı da, bulundukları manevî seviyeyi kaybetmemelerini
temin etmektir.
c) Kur'ân, inanan toplum için bir rahmettir. Kur'ân'ın rahmet olmasının
ne anlama geldiğini anlayabilmek için, su ile toprağın ilişkisini düşünmek
gerekir. Su, toprak ile buluşunca tabiat canlanıyor, yeşilleniyor ve tabiatın
yüzü gülüyor. Şûra sûresinin 52. âyetinde, Kur'ân'ın bir "ruh" olduğu
ilân edilmektedir. Ruh can verir, hayat bağışlar, hareket ettirir. Kur'ân da
aynı görevi yerine getirmektedir.
Şimdi
netice olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. Muhammed'in uyduğu vahiy, insanların
gönül gözünü açan, onların önünü aydınlatan, onlara yol gösteren ve onların
gönüllerine hayat bahşeden nitelikleri' taşımaktadır. Kur'ân'ın bu
özelliklerinin potansiyel halden pratiğe dönüşebilmesi etkinliğini
gösterebilmesi için muhatabımn inanmış olması gerekir. İnsanın gönlündeki
iman, Kur'ân'ın bu özelliklerini çalıştırır hale getirmektedir. Kur'ân ferdî
anlamdaki etkinliği değil, toplumsal anlamdaki etkinliği ön görmektedir.[128]
204.
Kur'ân okunduğu zaman susup onu dinleyiniz ki, size merhamet edilsin!
A'râf
sûresinin 203. âyetinin sonunda Kur'ân'ın, gönülleri açma özelliğine dikkat
çekilmişti. Ona karşı nasıl davranılacağı ve nasıl saygı gösterileceği de 204.
âyette ele alınmaktadır.
1. Kur'ân okununca onu dinlemek ve susmak Allah'ın emri olduğu için
farzdır. Kur'ân beşerî bir söz olmadığı için onu normal bir kitap ve söz olarak
görmemek gerekir. Allah'ın sözü olması sebebiyle, susup dinlemek bir saygı
işaretidir. İnsanlar kendi aralarında bile, birinin konuşması sırasında susup
dinlememeyi edepsizlik olarak değerlendirmektedirler. Arapça bilenler
dinlediklerinde Kur'ân'ın mesajını anlayacaklardır. Arapça bilmeyenler ise,
Allah kelâmını anlamasalar bile okunduğunda susup dinlemeleri bir görev ve aynı
zamanda bir erdemdir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Kur'ân okunduğunda
dinleyip susmazsak ne olur? Bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:
a) Allah'ın emrini yerine getirmemek günâh işlemek demektir. Peki banttan
okunan Kur'ân'ı dinlemek gerekir mi? Eski tefsirlerde bu sorunun cevabım bulmak
mümkün değildir. Elmalılı Hamdi Yazır gramofon, radyo veya kasetten okunan
Kur'ân'a kıraat denemeyeceği için susup dinlemenin gereksiz olduğu
kanaatindedir[129]. Bu durumda mikrofondan
çıkan imamın sesinin de kıraat olması mümkün değildir. Önemli olan okunan
Kur'ân'ın hangi âletten geldiği değil, o ilâhî mesajın kelimelerinin kulağa ses
dalgalan şeklinde gelmesidir. Kişinin kulağına Kur'ân sesinin dalgalan gelince
susup dinlemesi gerekir, ses ister banttan, isterse radyo veya televizyondan
gelmiş olsun!
A'râf
sûresinin 204. âyetine bakıldığında, kıyamete kadar gelecek bütün teknolojik
okuyuşlan içine aldığı görülür. Âyette bir insan Kur'ân okuduğu zaman demiyor;
"Kur'ân okunduğu zaman" ifadesine yer veriliyor. Burada önemli olan
kaynak değil, öne çıkarılan Kur'ân'm sesidir. Buradan şu neticeye varılabilir:
İnsanların susup dinleme imkânı olamayacağı ortamlarda kaset, radyo,
televizyon veya insan okuyuşu ile Kur'ân okumak veya okutmak doğru değildir.
Onu dinlemeyecek olan insanlar zor durumda kalıp günâh işlemiş olacaklardır.
b) Kur'ân okunduğunda susup dinlemeyenler, kâfirlerin dediğini yerine
getiren insanların durumuna düşeceklerdir. "İnkâr edenler dediler ki: Şu
Kur'ân'ı dinlemeyiniz. O okunurken yaygara koparınız ki galip gelesiniz"
(Fussılet 41/26). Kur'ân'a tepki gösteren ve onun dinlenmesini ve
anlaşılmasını istemeyen kâfirler, insanlara onu dinlememelerini, bu yetmiyormuş
gibi yaygara koparmalarını öneriyorlardı. Böyle yaptıklarında Kur'ân'a ya da
müslümanlara karşı galip geleceklerini sanıyorlardı.
2. "Umulur ki merhamet olursunuz!" Kur'ân okunduğunda susup
dinlemek, Allah'ın merhametine muhatap olmaktır. Bunun anlamı, Allah'ın vahyine
saygı gösterenlere Allah merhamet edecektir, demektir. Kur'ân'ı dinlemek, ona
saygı göstermek, beraberinde merhameti getirmektedir. Bu durumu "Saygı
gösteren merhamet bulur" şeklinde ifade edebiliriz.[130]
Zikir:
205.
Ve sen (ey Peygamber) gönül alçaltarak, korku ve duyarlık içinde, sesini
yükseltmeden sabah akşam kendi nefsinde Rabbini an ve sakın dalgınlardan biri
olma!
Âyetin
temel konusu, "Allah'ı anma" şeklinde mâna verebileceğimiz zikir
ibadetidir. Allah, zikrin nasıl yapılacağını anlatmaktadır:
1. "Rabbini nefsinin içinde an!" Buradaki nefis kelimesine
"öz benlik" mânası verilebilir. Bunun anlamı içinden, benliğinin derinliklerinden
gelerek anmaktır. Sadece kurulmuş bir saat şeklinde dile getirilen bir söz
şeklinde değil de insanın benliğinin derinliklerinden kopup gelen bir sevgi
ile anmasını ifade etmektedir.
a) Buradaki "nefis"i öz benlik anlamında alıyoruz, ama ona
başka bir mâna yükleyebiliriz. Zikir denen ilâhî anışla, zikir denen Allah'ı
düşünmek ve zikir denen kalbin tatmin olması arasında bir ilişki vardır.
"Düşünme" anlamındaki zikir beyinde, "tatmin olma"
mânasındaki zikir gönülde, "anma" denen zikir de nefiste olmaktadır.
Bunun neticesi şudur: Zikir ibadeti beyin, gönül ve nefsi bir araya getirip
birleştiren bir ibadet olmaktadır. Bu ibadet insanı nefsi emmâre, yani kötüyü
emreden nefisten kurtarmakta, Allah katında beğeni kazanan bir seviyeye
getirmektedir. Nefsin bu seviyeye gelebilmesi için beyin ve gönülde de aynı
gelişmelerin olması gerekir. Bu manevî merkez, aynı anda, aynı zikir
ibadetiyle, aynı basamakları çıkarak manevî gelişimleri gerçekleştirmelidir.
b) "Kendi nefsinde Rabbini an!" emrini başka bir açıdan ele
alabiliriz. Buradaki nefis kelimesi, anmanın, yani zikrin gizli olmasını,
gösterişe kaçmamasını ifade etmektedir. Zikir, düşünme anlamıyla gizli olduğu
gibi, anma anlamıyla da gizli olmalıdır. Çünkü zikir, insanın öz benliğini
Allah'a bağlayan, kökleri nefiste olan bir ibadet şeklidir.
2. "Yalvarar ak ve ürpererek" Âyetin bu kısmında kelimesi,
"yalvararak, gönlünü alçaltarak", başka bir ifade ile "kibir
yapmaksızın anma"yı ifade etmektedir.
"Yalvararak"
anlamıyla bu kelime, zikirde duanın olduğunu göstermektedir. Namaz dua olduğu
için adına zikir denmiştir (Tâhâ 20/14). Allah yalvarma ve yakarma şeklindeki
zikri emretmektedir. Böyle bir yakansın hangi ortamlarda olacağına bir örnek
olarak En'âm sûresinin 63. âyeti verilebilir: "De ki: 'Karanın ve denizin
karanlıklarından sizi kim kurtardı ki? (O zaman) O'na gizli gizli yalvararak,
eğer bizi bundan kurtarırsan, andolsun şükredenlerden olacağız, diye dua
edersiniz". Demek ki zikir, birtakım belâlardan kurtarmasını ve
kurtardığı takdirde şükredenlerden olacağına dair söz vermeyi ifade eden bir
dua şekli olmaktadır.
A'râf
sûresinin 55. âyetinde de aynı emir bütün inananlara verilmektedir:
"Rabbinîze yalvara yakara ve gizlice dua ediniz". Tazarrû' kelimesi,
duanın nasıl yapılacağını belirleyen bir kavramdır. Demek ki kibirle zikir bir
araya gelmemektedir. Kibrin yerini tazarrû denen alçak gönüllülük almalıdır.
Âyetin
bu kısmında hîfe kelimesi yer almaktadır; anlamı, "korku,
ürperme"dir. Buradaki Allah korkusunun çıkış noktası, O'nun kendisi değil
de, insanın kendi noksanlığının doğurduğu bir korkudur. Ödevini, yani Allah'ın
verdiği görevleri tam anlamıyla yerine getirememekten kaynaklanan bir korku.
Müslüman, mahşeri düşündüğünde oradaki soruşturmanın ve amel defterini okumanın
neticesinin merakı, onda bir ürperti meydana getirmelidir. Bunu hatırlayarak
dua edecek ve bu dua ile zikrini yapmış olacaktır.
3. "Yüksek olmayan bir sesle sabah aksam (Rabbini an!)" Yüce
Allah zikirde sesin ayarlanmasını istemektedir. Yüksek sesle olmamasının
anlamı, tamamen de gizli olmamasıdır. Yüksek sesle gizli ses arasında bir
sesin olması istenmektedir. İnsanın iç âleminde oluşan zikir, dile hareket
vermeli, ama bu hareket gösterişe kaçacak yüksek bir tonda olmamalıdır.
Yüce
Allah namaz kılarken de aynı seviyeyi tutturmayı emretmektedir.
"De
ki: 'İster Allah deyiniz, ister Rahman deyiniz, (hangisini derseniz olur).
Çünkü en güzel isimler O'na aittir. Namazda yüksek sesle okuma, sesini fazla da
kısma, ikisinin arası bir yol tut!" (İsrâ 17/110). Yüksek ve gizli
olmayan okuyuş tarzım zikir için de düşünmek mümkündür. Bunun İsrâ sûresinin
110. âyetinde, "İkisinin arasında orta bir yol tut!" şeklinde bir
tanımini buluyoruz.
Sabah
ve akşam vakitlerinde bu tarz zikrin yapılmasının istenmesinin sebebi nedir?
Neden sabah akşam oluyor da, günün ortasında olmuyor? Bu sorulara Müzzemmil
sûresinin 7-8. âyetleri ile cevap verilebilir: "Zira gündüz vakti, sana
uzun bir meşguliyet vardır. Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona
yönel!"
Müzzemmil
sûresinin 6. âyetini de dikkate alırsak, nafile ibadetin gece vaktinde
yapılmasının önerildiğini görürüz: Böylece yüce Allah ne zaman, günün hangi
vaktinde hangi ibadetin yapılacağının programını vermektedir. Zikir, çalışma
vaktinde değil de sabah ve akşam vakitlerinde olmalıdır. Dolayısıyla zikir,
çalışmanın yerini almamalıdır.
4. "Gafillerden olma!" Yüce Allah sabah akşam Allah'ı anmamaya
gaflet mânası vermektedir. Bu anlamdan hareket edersek, zikrin, gafleti gideren
bir ibadet olduğu tanımını yapabiliriz. Buradaki zikir, öncelikli olarak Hz.
Peygamber'i muhatap aldığına göre, Hz. Peygamber'in gaflet içinde olmaması
emredilmektedir, ama bütün inananlar için düşünülürse, gafleti onlardan
kaldırmak için böyle bir emrin verildiğini söyleyebiliriz.
Netice
olarak diyebiliriz ki, bu âyette zikir emredilmekte, onun nasıl ve ne zaman
yapılacağı belirlenmektedir. İçten gelerek, alçak gönüllülükle yal-vararak,
ürpererek, yüksek sesle olmamak şartıyla, sabah ve akşam zikir gerçekleştirilmelidir.
Böylece Allah, zikre bir disiplin getirerek yapılmasını emretmiş olmaktadır.[131]
206.
Kuşkusuz, Rabbine yakın olanlar, O'na kulluk yapmaktan asla kibre kapılmazlar
ve O'nu tesbîh ederler ve O'na secde ederler.
A'râf
sûresinin son iki âyetinde zikir, kulluk, tesbîh ve secde konulan ele
alınmaktadır:
1. "Kuşkusuz Rabbine yakın olanlar". Âyetin bu kısmında geçen
"Rabbine yakın olanlar" ifadesini yorumlayan müfessirler, bunların
melekler olduğunu söylemişlerdir. Bunların melek olduğunun ispatını Zümer
sûresinin 75. âyeti vermektedir: "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd
ile tesbîh ederek arşın etrafını kuşatmışlardır" . Diğer taraftan Bakara
sûresinin 30. âyetinde melekler, Allah'ı tesbîh ve takdis edeceklerini
söylemektedirler.
Konuya
âyetteki "kibir" kavramı bağlamında bakıldığında, Rabbine yakın
olanlar ile meleklerin değil de, Allah'a yakın olan insanların ifade edildiği
çıkartılabilir. Allah'ın emirlerini yerine getirdikten sonra, O'nun yasaklarına
uyan insanların Allah'a yakın oldukları, Vâkı'a sûresinin 88. âyetinde belirtilmektedir.
Buradaki yakınlığı fizikî anlamda değil de manevî anlamda anlamak gerekir.
2. Allah'a yakın olan insanlar, Allah'a kulluk etme konusunda kibirlenmezler.
Onlarda alçak gönüllülük ahlâkı olduğundan, bunu Allah'a karşı kulluklarında
da göstermekte ve böylece Allah'ı tesbîh etmektedirler. Tesbîhin ne olduğu,
Bakara sûresinin 30. âyetinde açıklandı. Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak
anlamı ile bu kavram, kâinattaki bütün varlıkların müşterek ibadeti
olmaktadır. "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbîh eder.
Onu övgüyle teşbih etmeyen yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini
anlamazsınız" (İsrâ 17/44). Nihayet insanı Allah'a en çok yaklaştıran
secde ibadeti gerçekleşmektedir. Allah'a secde et ve yaklaş!" (Alak 96/19)
buyurulurken, Allah'a yaklaştıran ibadetin secde olduğuna işaret edilmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah, inanan insanlara bir ibadet programı sunmaktadır.
Sabah akşam zikir, kibir katmadan kulluk, tesbîh ve secde etmek bu programı
teşkil etmektedir. Bütün bunları bir araya getirince, sanki namaz ibadeti
tanımlanmaktadır. Din eğitimcileri hangi ibadetin ne zaman, nasıl ve hangi
amaçlarla yapılacağını bilmeli ve öğretmelidirler.
A'râf
sûresinden genel olarak çıkarımlarımız şunlardır: A'râf sûresi kitapla
başlayıp secde ile bitmektedir. Eğitimin merkezine kitabı yerleştiren Allah,
onunla nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini insanlara öğretmektedir.
Şimdi de A'râf sûresinin öne çıkarttığı temel konuları açıklayabiliriz:
a) Tevhîd inancı ile ilgili getirilen ilke, Allah'tan başka tanrı
olmadığına, kulluğun sadece Allah'a yapılacağına dair ilkedir. Bu ilke, A'râf
sûresinde geçen, geçmiş peygamberlerle ilgili olguların tamamında yer almakta
ve bütün peygamberlerin getirdiği dinlerde bunun ilk sıraya alındığına dikkat
çekilmektedir (âyet: 59,65,73,85). Bütün güzel isimlerin Allah'a ait olduğu,
onların herhangi biri ile Allah'a dua edilebileceği de ele alınmaktadır (âyet:
180). Aynı konuda Allah, kendisinden başka hiçbir kimsenin din koyamayacağını,
bu sebeple sadece O'nun indirdiği vahye din adına uyulacağını emretmektedir
(âyet: 3).
Din
adına fetva verenlerin Allah'a iftira ederek fetva vermelerinin zulmünü
gündeme getirerek, tevhîd inancının dinde fetva verme konusunda uygulanması
hükme bağlanmaktadır (âyet: 37). Aynı konu altında gaybı kimsenin
bilemeyeceğine, onun bilgisinin sadece Allah'a ait olduğuna işaret edilmektedir
(âyet: 187-188). Allah'ın helâl kıldığının haram, haram kıldığının da
helâlleştirilemeyeceğine dikkat çekilmektedir (âyet: 32-33).
b) Âhiretle ilgili konuları açıklamaktadır. Âhirete, yani öldükten sonra
dirilmeye, oradaki sorgulamaya, cennet, cehennem ve A'râf ehlinin durumuna,
cennetliklerle cehennemliklerin konuşmalarına, cehennemliklerin tartışmalarına
dikkat çekilmektedir (âyet: 6, 28-29; 44-50; 172-173; 179).
c) Peygamberlik müessesesi ile ilgili açıklamalar. Peygamberlerin tebliğlerinde
karşılaştıkları tepkiler ve söz konusu tepkilere karşı nasıl bir tavır
takındıkları açıklanmaktadır. Bu tepkilerin toplumların kültürel yapılarına,
ahlâkî anlayışlarına ve medenî durumlarına göre farklılaştığı gösterilmektedir
(âyet: 59-163). Diğer taraftan peygamberlerin gaybı bilemeyeceği, onlann sadece
uyarıcı bir görevi yerine getirdikleri hükme bağlanmaktadır (âyet: 188).
Peygamberler sadece Allah'ın indirdiğine uyarlar (âyet: 203).
d) Akıl, düşünme ve anlama ile ilgili konular. Bu bağlamda anlamayan, can
kulağı ile dinlemeyen, kalp gözü ile göremeyenlerin hayvanlaştığı ve onların
cehenneme gideceği açıklanmaktadır (âyet: 179). Takvanın, iman, aklı kullanma,
düşünme ve basiretle elde edileceğine işaret edilmektedir (âyet: 179, 201).
e) Elest bezmi ile ilgili açıklama. Elest bezminin, anlatıldığı gibi bir
anda olmuş bitmiş bir olgu olarak ruhlar âleminde olmadığı, tam tersine anne
karnında yaratılma anında iken, ruhun programlanma durumunda gerçekleştiği
gündeme getirilmektedir. Bunun bir eğitim olduğu da vurgulanmaktadır (âyet:
172-173).
f) Affı tercih etmeyi, iyiyi emretmeyi ve câhillerle aynı davranışı
pay-laşmayıp, onlardan yüz çevirmeyi emreden âyet, insan ilişkilerine incelik
getiren bir açılım gerçekleşmektedir (âyet: 199).
g) Şeytan ile insanın ilişkisi, özellikle şeytanın insanı etkilemesi
işlenirken, Hz. Âdem'le eşi ve Hz. Peygamber'in durumu da ele alınmaktadır
(âyet: 12-22; 200).[132]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/53-54.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/55.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/55-59.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/59-62.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/62-64.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/64-66.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/67-70.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/70-72.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/72-74.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/75-76.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/76-77.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/77-78.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/78-79.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/79-81.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/81-82.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/82-87.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/87-89.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/89-91.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/91-94.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/94-97.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/97-100.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/100-103.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/103-105.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/105-108.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/108-110.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/111-113.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/113-114
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/114-118.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/118-120.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/120-125.
[31] Tâcü'1-arûs.
[32] Cevherî.
[33] Zemahşerî, age, 11,78-79;
Muhammed Esed, s.278, 3. Dipnot.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/125-129.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/129-134.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/134-139.
[37] Râzî, age, X,387.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/139-147.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/147-150.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/151-154.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/154-157.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/157-162.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/162-164.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/165-169.
[45] Buhârî, "İlim",
20; Müslim, "Fezâil", 15.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/169-172.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/173-180.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/180-192.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/193-205.
[50] İbn Kesîr, Tefsir, II, 231;
EskiAhid, Tekvîn, 13.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/205-212.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/212-229.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/229-233.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/233-235.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/235-241.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/241-244.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/244-246.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/246-249.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/249-252.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/252-257.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/257-259.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/259-262.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/262-266.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/266-268.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/268-271.
[66] Yazır, age, IV, 118.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/272-274.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/274-275.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/275-277.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/277-281.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/281-283.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/283-287.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/287-288.
[74] Zemahşerî, age, 11,111;
Râzî, age, 11,538.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/288-290.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/291-294.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/294-298.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/298-303.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/303-304.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/305-310.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/310-313.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/313-315.
[83] Râzî, age, XI,82.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/315-318.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/318-320.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/320-324.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/324-329.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/329-337.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/338-341.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/341-343.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/343-347.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/347-352.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/352-356.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/356-358.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/358-360.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/360-362.
[97] Elmalılı, age, IV.159-160.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/362-365.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/365-367.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/367-371.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/371-373.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/373-376.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/376-380.
[104] Râzî, age, XI, 148.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/381-388.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/388-390.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/390-394.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/394-396.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/396-397.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/397-402.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/402-404.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/404-407.
[113] Yazır, age, IV, 182.
[114] Râzî, age, XI, 175.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/407-418.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/419-420.
[117] Buhârî, "İman",
37; Müslim, "İman", 1.
[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/420-429.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/429-433.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/433-438.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/438-441.
[122] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,
438.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/441-444.
[124] Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, V,147.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/444-446.
[126] Ateş, age, 111,434.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/446-449.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/449-452.
[129] age, VI, 196-197.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/453-454.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/454-457.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/457-460.