7/A’râf, 65; Kavram, 181
H Û D (A. S.) V E Â D K A V M İ
Hûd (a.s.); Hayat
ı ve Tevhid MücâdelesiÂd Kavmi
Ahkaf
İ
remÂd Kavmi ve Kumlar
ın Atlantis’i Ubar KentiKur’ân-
ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd KavmiHûd Sûresi
İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
Maddî Üstünlük ve Lüks Ya
şam ÜzerineHûd (a.s.) ve Dâvetinden Almam
ız Gereken Ders ve MesajlarÂd Kavmi ve Onlar
ın İzindeki Günümüzün ÂdîleriTefsirlerden
İktibaslar
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُوداً قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ أَفَلاَ تَتَّقُون
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي سَفَاهَةٍ وِإِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِبِينَ
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي وَأَنَاْ لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ
أَوَعَجِبْتُمْ أَن جَاءكُمْ ذِكْرٌ مِّن رَّبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِّنكُمْ لِيُنذِرَكُمْ
وَاذكُرُواْ إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاء مِن بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَسْطَةً فَاذْكُرُواْ
آلاء اللّهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
قَالُواْ أَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ
مِنَ الصَّادِقِينَ
قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌ أَتُجَادِلُونَنِي فِي أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا
أَنتُمْ وَآبَآؤكُم مَّا نَزَّلَ اللّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِين
فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَمَا كَانُواْ مُؤْمِنِين
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (7/A’râf, 65-72)
Hûd (a.s.); Hayat
ı ve Tevhid MücâdelesiHûd (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biridir. Âd kavmine gönderilen Allah'ın rasûlüdür. A'râf, Hûd, Şuarâ ve Ahkaf sûrelerinde kendisinden bahsedilmektedir. Âd kavmine gönderilmiştir ki, Kur'ân dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden söz edilmemektedir. Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir (İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982, I, 149).
Hûd (a.s.), Âd kavmi içinde soyu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hûd (a.s.) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Ãdem (a.s.)'a benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi (Hâkim, el-Müstedrek, I, 563).
Âd kavmi Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu, ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları (26/Şuarâ, 133, 134) yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı (26/Şuarâ, 129). Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
Allahu Teâla, Âd kavmine, peygamber olarak Hûd (a.s.)'ı gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de, red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teâla onlardan üç yıl yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Vedâ haccında, Usfan vâdisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Ebâ Bekr! Bu hangi vâdidir?" diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir "Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hûd (a.s.)'un, beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir (Ahmed bin Hanbel, I, 232).
Âd kavmi helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır. Âd kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muârızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz edenler gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a- Hz. Hûd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek: "Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz." (7/A'râf, 60) "Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; ‘biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz.'' (7/A'râf, 66)
b- Atalar dinine bağlılık: "Dediler ki: ‘Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?" (7/A'râf, 70). "Dediler ki: ‘Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?" (46/Ahkaf, 22)
c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını ileri sürmeleri: "Âd kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler." (41/Fussılet, 15)
d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibâret olduğunu ileri sürmeleri: "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz." (23/Mü'minûn, 37)
e- Hz. Hûd'u küçümsemeleri: ''Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşrâf takımı dedi ki; ‘bu da sizin gibi bir insandan başka birisi değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz." (23/Mü'minûn, 33-34)
Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi: ''Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?"; ''Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum." (7/A'râf, 65, 67, 71, 72). "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz (putları Allah'a ortak koşmakla) sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin) ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin" (11/Hûd, 50-52). Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarının Kur'ân'da zikredilmesi mü’minlerin ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de tâkip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakur bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe kötülükle karşı koymadığı gibi, yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riâyet etmeleri gerektiğini anlatmakta ve bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir. (1)
Hûd (a.s.), Nûh (a.s.)un oğlu Sâm'ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur'ân-ı Kerim’de ismi bildirilen peygamberlerdendir. Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkaf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan itibaren Allahu Teâlâ’ya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd (a.s.), gâyet şefkâtli ve çok cömertti. Nûh tûfânında sonra, onun torunlarından biri olan Âd, Yemen'de Hadramut civârında Ahkaf denilen yerde yerleşti. Âd'ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allah Teâlâ’yı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı. Allah Teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd (a.s.)’u onlara peygamber gönderdi. bu hususta Kur'ân-ı kerimde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (a.s.) onlara; ‘Ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ o'nun azâbından korkmayacak mısınız?’ dedi (7/A'râf, 65). Hûd (a.s.) kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulüm ve günahlardan tevbe ederek vazgeçmeye ve Allah Teâlâ’ya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd (a.s.)’u dinlemeyip ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar. Hûd (a.s.) kavminin bu tutumu üzerine; ''Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazifemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?'' buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd (a.s.)’a; ''Mûcize getirmeden sana inanmayız, putlarımızı terk etmeyiz.'' dediler. Hûd (a.s.) onlara; ''İstediğiniz mûcize nedir?'' diye sordu. Onlar da: ''Rüzgârı istediğin tarafa çevir!'' dediler. Hûd (a.s.) duâ etti. Allah Teâlâ; ''Ne tarafa istersen elinle işâret et!'' buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikamette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd (a.s.)’un duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri halde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd (a.s.) duâ etti. koyunların yünü ipek hâline geldi. Âd kavmi, gösterilen mûcizelere rağmen inanmadılar. ''Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!'' dediler. Hûd (a.s.) kavmini imâna dâvete devâm etti. Pek az kimse imân etti. Kavmi ise hakaret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd (a.s.): ''Yâ Rabbi! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesile olacak bir musîbet ver?'' diye bedduâda bulundu. Hûd (a.s.)’un bedduâsını kabul buyuran Allah Teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hûd (a.s.) kavmini imana, tevbe ve istiğfâra dâvete devam ediyordu. Hûd (a.s.)’un kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:
''Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra o'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin.'' (11/Hûd, 52). Hûd (a.s.)’un bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd (a.s.)’a işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd (a.s.)’a bildirildi. Bir sabah Hûd (a.s.) iman edenleri bir araya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, “işte bize yağmur geliyor” dediler. Hûd (a.s.) ''Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder'' dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. 41/Fussılet sûresi 16. âyet-i kerimesinde, bu rüzgâr ''sarsar'' (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de ''eyyâm-ı nahisât'' (uğursuz günler) olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur'ân-ı Kerim’de meâlen şöyle bildirilmektedir:
''Nihâyet Hûd'u ve berâberindeki imân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib edip yalanlayarak iman etmemiş olanların kökünü kestik.'' (7/A'râf, 72). Hûd (a.s.) ve ona iman edenler bu şiddetli kasırgada Allah Teâlâ tarafından muhâfaza edildiler. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu. Hûd (a.s.), Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatle meşgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Şerif (Kâbe-i Muazzama’nın etrafındaki mescid)de Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.
Hûd (a.s.) ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in A'râf, Hûd, Mü'minin, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Haakka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.
Âd Kavmi
Âd: 1. Âd diye anılan bir kavim olup Hûd Peygamber’in gönderildiği on-on üç kabileden oluşan üç-dört bin kişilik bir topluluktur. (M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi 1/117-118). Âd, Nuh'un torunlarından Avs'ın oğludur. Avs’ın babası İrem, onun babası Hz. Nuh'un oğlu Sam'dır. Tarihçiler ve müfessirler Âd kavmini Âd-ı ûlâ ve Âd-ı uhrâ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönderildiği kavim Âd-ı ûlâ'dır. Kur’ân-ı Kerim’de: "Allah daha önce gelen Âd'ı (Âdeni’l-ûlâ, ilk Âd’ı) helâk etti" (53/Necm, 50) denilmektedir. Bu sebeple müfessırler. Âd ve Hz. Hûd ile ilgili olarak Kur'an'da zikredilen müşterek olayların hepsinin birinci Âd kavmiyle ilgili bulunduğunda hemfikirdirler. Âd-ı ûlâ'nın helâk edilmesinden sonra bu kavimden kurtulanların neslinden ikinci Âd, yani Âd-ı uhrâ ortaya çıkmıştır. Zemahşerî’ye göre İrem şehrine sahip olan da bu ikinci Âd kavmidir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm’de birinci Âd kavminden bahsedildiği halde (bk. 53/Necm, 50), ikinci Âd kavminden açıkça söz edilmemektedir. Yine Kur'an'da İrem şehrinden bahsedilirken (bk. 89/Fecr, 6-7) bu şehrin hangi Âd kavmine ait olduğu açıkça zikredilmemiştir. Tefsir kaynaklarında kaydedildiğine göre İrem, Âd’ın dedesidir. Bu durumda İrem şehrinin ona izâfe edilmesi ve birinci Âd kavmiyle ilgili olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir.
Âd kavminin yaşadığı coğrafî bölge, birçok tarihçi ve müfessire göre Yemen'dir. Bu kavim Yemen'de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamıştır ki Kurân-ı Kerîm'de de Hz. Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır (bk. 46/Ahkâf, 21)
Âd kavmiyle ilgili bilgiler genellikle Kur'an'a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsirlerde bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’in beyanına göre bu kavim muhteşem saraylara (bk. 26/Şuarâ, 128-129), mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti (bk. 26/Şuarâ, 133-154). Bu yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi putlara tapmaya başlamış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur (bk. 11/Hûd, 59; 26Şuarâ, 130). Allah. Hz. Hûd'u bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine karşı çıkmıştır (bk. 7/A'râf, 65; 11/Hûd, 50; 26/Şuarâ, 123-126). Hz. Hûd'un onları uyarması ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak O’na iman etmelerini istemesine karşı onlar: "İster öğüt ver ister verme, bizce birdir, farketmez" (26/Şuarâ, 136) diyerek kendilerine yapılan ikazları dinlememişlerdir, isyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını keserek kuraklık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurutmuş, daha sonra kasıp kavuran bir rüzgârla onları cezalandırmıştır (bk. 46/Ahkaf, 24-25; 54/Kamer, 19-21). Sekiz gün süren bu rüzgâr Kur'an'ın tasvirine göre Âd kavmini hurma kütükleri gibi bulundukları yerden söküp atmıştır (bk. 69/Haakka, 6-8). Hz. Hûd ve ona inanan müminler ise bu felâketten kurtularak (bk. 7/A'râf, 72), ikinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturmuşlardır. (2)
Âd, Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmidir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan tevhîd mücâdelesinin mâhiyeti, Kur'ân-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeplerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeplerini iyi tespit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdîki, (Dine âit) her şeyin tafsilidir" (12/Yusuf, 111) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.
Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkaf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler. Kur'ân-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki O, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mûcizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." (41/Fussılet, 15) hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gâyet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem (a.s.)'in boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır (Kurtubî, XX, 48; Buhârî, Enbiyâ, I; Ahmed bin Hanbel, II, 3 1 5-325).
Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'dır. Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur (26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59). Bu lider Hz. Hûd (a.s.)'un tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular" (11/Hûd, 59-60) hükmü beyan buyurulmuştur.
İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar.
Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" (89/Fecr, 6-8) denilmek sûretiyle, bu mâhiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd (a.s.)'a peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücâdele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücâdeleyi Kur'ân-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: ‘Allah'tan korkmaz mısınız?’ demişti. ‘Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir. Siz her yüksek yerde bir alâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz şeylerde (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum." (26/Şuarâ, 124-135)
Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar. "(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: ‘Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz’ dedi. (Bunun üzerine Hûd) ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin/güvenilir bir nasihatçiyim. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vâsıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." (7/A'râf, 66-69)
Şeddâd'
ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd (a.s.)'un tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı: "Dediler ki: ‘Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!.." (7/A'râf, 70); "Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir." (46/Ahkaf, 22); "Dediler ki: ‘Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inananacak da değiliz. Biz ‘Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış!’ (demekten) başka bir şey söylemeyiz." (11/Hûd, 53-54)Hûd (a.s.)'un tebliği karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine âit olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sâyesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak; "Biz azâba uğratılacak da değiliz" (26/Şuarâ, 138) diyerek kendi kendilerini iknâ etme yoluna gidiyorlardı. Hûd (a.s.)'un tebliğini kabul eden mü’minlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir!" sloganına sarılmıştı. Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve; "Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim). Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allah Teâlâ'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır" (11/Hûd, 57) dedi.
Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı. Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler. Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı. Bunun "Allahü Teâlâ (c.c.)'nın bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hâdisenin cereyan ediş şeklini Kur'ân-ı Kerim'den öğrenelim: "Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: ‘Bu bize yağmur verici bir buluttur.’ (Hûd) ‘Hayır!’ (dedi) ‘bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir." (46/Ahkaf, 24-28)
İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti.
Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirkin ve zulmün cezasını bu dünyada gördü: "Âd kavmi (peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün). Çünkü biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu." (54/Kamer, 18-20)Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan mü’minlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık." (7/A’râf, 22). Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbirlerin zaferleri geçicidir. Elbette azâbın en şiddetlisine muhâtap olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar. (3)
Ahkaf
Ahkaf, “hıkf” kelimesinin çoğulu olup kum yığınları demektir (Râgıb el-Isfehânî, s. 181). Arabistan yarımadası genelde kum yığınlarından oluştuğundan, “Ahkaf” kavramı, genel olarak tüm bölgeyi içine alabilir. Zaten Kur’an’da bölgenin sınırları belirtilmemiştir. Ancak, tarihçiler ve müfessirler bölgenin yerini belirlemeye çalışmışlardır.
Bu görüşlere göre Ahkaf, Umman ile Hadramût arasındaki kum dağları, Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği ve Âd kavminin yaşadığı bölgedir. Arap Yarımadasının güney tarafı ile, Hadramût’un kuzeyinde bir yer olup doğusunda Umman, batısında er_Rub’u’l-Hâlî bulunmaktadır. Bugün bu bölgede hiçbir bitki ve insan yaşamamaktadır. İncecik kumuyla ıssız bir çöl görünümündeki bu bölgeye hiç kimse girmeye cesâret edememektedir. 1992 yılında yapılan kazı çalışmaları sonucu Âd kavmine âit bölgenin, Umman’ın sahile yakın bir yerinde olduğu tesbit edilmiş ve kumların altından çıkan şehre, Kumların Atlantis’i Ubar adı verilmiştir. Ubar’da yapılan kazı ve araştırmalar, buranın bir zamanlar çok yüksek kule ve görkemli yapılardan oluşan bir şehir olduğunu ortaya koymuştur.
Hûd Peygamber’in kabrinin burada olduğu rivâyet edilmiştir. Bugün Mukallâ diye bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde “Kabr-i Hûd” diye bilinen bu yere günümüzde Arap Yarımadasından binlerce kişi gelerek merâsimler yapmaktadır. “Urs” denilen bu merâsimlerin yapılması ve bölgede bazı harâbelerin bulunması Âd kavminin burada yaşamış olma ihtimâlini güçlendirmektedir.
Kur’an’da bir sûrenin (46. sûre) adı olan “Ahkaf” kelimesi, söz konusu sûrede bir kere, şu şekilde geçmektedir: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım’ diye uyarmıştı.” (46/Ahkaf, 21) (4)
İ
remİrem,
Kur'an'da sözü edilen bir kabilenin veya yerleşim merkezinin ismidir. Kelimenin aslının İbrânîce "Âram" olduğu ve "yüksek memleket" anlamına geldiği belirtilmektedir (Mustafavî, et-Tahkik, "el-İrem" md., Jeffery, s. 53) Tevrat'a göre bu kelime, hem Âram veya Suriye diye adlandırılan bölgenin, hem de bu bölgede yaşayan ve Ârâmîler'in atası olan kişinin adıdır. Aram, Akkad Kralı Naramsin'in bir yazıtında Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş yer adı, milâttan önce 2000 yıllarına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle havzasında bir şehir ismi olarak geçmektedir. Kelime, sonraları Mari, Alalah ve Ugarit belgelerinde şahıs adı, Mısır belgelerinde ise yer adı olarak ortaya çıkmaktadır.Tevrat'a göre Aram, Hz. Nûh'un üç oğlundan Sâm'ın beşinci oğludur; kendisinin de Üs (Uts).Hul, Geter ve Maş adında dört oğlu vardır (Tekvin, 10/22-23). İrem kelimesini bir kişi adı kabul eden müslüman tarihçi ve müfessirler de onun şeceresini İrem b. Sâm b. Nûh (Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41) veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nüh (Taberî, Câmi'u't-Beyân, XXX, 111; İbn Kesir, VIII, 394) olarak vermektedirler.
İslâm tarihçilerine göre Arap yarımadasındaki kavimlerin çoğu İrem'in soyundan gelmektedir. Ahkâf ta yerleşmiş olan
(46/Ahkâf, 21), kendilerine Hz. Hüd'un peygamber olarak gönderildiği kavme adını veren Âd da İrem'in büyük oğlu Avs'tan torunudur. İrem'in diğer oğlu Âbir'den torunu Semûd'un kavmi ise Hicr'de yerleşmiş olup onlara da Hz. Salih gönderilmiştir (Mes'ûdî, l,41-42,Cevâd Ali, I, 299).Şark
Edebiyatlarında olduğu gibi, Divan edebiyatında da, İrem kelimesi daha ziyâde (Bağ-ı İrem) şekliyle mutluluk verici, mâmur ve gösterişli binaları, evleri vb. yerleri ifade eden (olumlu) bir mazmun olarak kullanılmıştır. Bağları ve rengârenk ağaçları ile İrem bahçeleri baharı temsil eden, ayrıca sevgilinin bulunduğu evi, gezindiği bahçeyi vb. mahalleri tanımlamada kullanılır. İrem, tasavvufî edebiyatta da "insanın gönlü, Tanr'nın tecellîgâhı, Tanrı ile buluşma yeri" anlamında bir remiz olarak kullanılmıştır. (5)İ
rem: Helâk edici, yok edici; çölde yol gösteren alâmet taşı; nişan için dikilen taş anlamlarında kullanılır. Halk arasında; Âd'ın oğlu Şeddâd tarafından, Cennete karşılık olarak bina edildiğine inanılan, bağ ve bahçeleriyle ünlü bir şehir olarak bilinir.Kur'ân-ı Kerîm, yeri geldikçe, insanların ibret almalarını sağlamak maksadıyla geçmiş kavimlerden, bunların işlemiş oldukları kötülüklerden ve buna karşılık uğradıkları İlâhî cezâlardan söz eder. Bazen, kısaca temas edilen bu gibi konular, kimi âlimler tarafından tarihî ya da semantik bilgilere dayanılarak ilmî izahları yapılmaya çalışılmış, kimi kıssacılar tarafından da alabildiğine genişletilmiş, haklarında birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler, sonraları kitaplara da geçerek daha sonra gelenler tarafından gerçekmiş gibi telakki edilmiştir. "İrem"le ilgili durum da bunlardan farklı değildir.
Kur'ân-ı Kerîm, bu kelimeden: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; o direk sahibi İrem'e? Ki o, beldelerde bir benzeri yaratılmayandı" (89/Fecr, 7-8) şeklinde bahseder, ayrıntıya girmez. "İrem"in ne olduğunu açıkça belirtmez. Sahih hadislerde de bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.
Âyetler bir bütün olarak ele alındığında, "İrem zâtü'l-imâd" terkibinden, bunun; bir belde adı veya bir ümmet adı yahut Âd kavminden bir kabile adı ya da Âd'ın dedesinin adı olabileceği sonucuna varılır. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.
Bunun bir belde adı olduğunu söyleyenler, bu beldenin; Dımaşk, İskenderiye, Şeddâd'ın yaptırdığı şehir; Yemen'de bir kasaba, Irak'ta bir kasaba ya da Şam'da bir kasaba olabileceği ihtimali üzerinde dururlar ki, çoğu zaman görüşleri farklıdır (Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, "Ahkâmü'l-Kur'an, IV, 1930; Yakut el-Hamevî, "Mu'cemü'l-Buldân", I, 212; İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm' VIII, 417-418).
"İrem"in bir şehir olduğunu iddia edenlerden bazıları, Vehb b. Münebbih'ten gelen, tamamen uydurma bir rivâyete dayanırlar. Şöyle ki: Abdullah bin Kılâbe isimli biri kaybolan devesini çölde ararken; etrafı sularla çevrili, içinde göz kamaştıran çeşitli taşlardan yapılmış binlerce köşkü olan bir şehre rastlar. Buradan ayrılırken yanına aldığı çok kıymetli bazı eşyayı da arkadaşlarına gösterir. Bu haber Muaviye'ye ulaşınca, bilgi almak üzere Ka'bü'l-Ahbâr'ı çağırtır. Ka'b da bunu teferruatlı bir şekilde Muâviye'ye anlatır (bk. İbn Kesîr, a.g.e., 418; eş-Şevkânî,"Zâdü'l-Mesîr", IX, 115).
İ
slâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu rivâyeti reddederek, râvîsini de eleştirmişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Haldûn, Yakut el-Hamevî, İbn Kesîr, eş-Şevkânî, el-Âlûsî ve İzmirli İsmail Hakkı gibi bilginler, bunu şiddetle reddederler (bk. Abdullah Aydemir, "Tefsirde İsrailiyyat", Ankara 1979, 216-222)."İrem"in bir kabile veya kavim olduğunu söyleyenler de çoktur. (bk. Aynı kaynaklar, aynı sahifeler). Mu'cem sahibi Yakut el-Hamevî, "İrem"in, Eyle ile Benî İsrâil çölü arasındaki Cüz'am diyarında Hısmey Dağlarından yüksek bir dağın adı olduğunu; bâdiye halkının, burada bağlar ve çam ağaçları bulunduğuna inandıklarını zikreder (Yakut el-Hamevî, Mu'cem, I, 212). (6)
Âd Kavmi ve Kumlar
ın Atlantis’i Ubar Kenti"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " (69/Haakka, 6-8)
Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmine gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir.
Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler: "Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." (26/Şuarâ, 123-140)
Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok etti...
İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevî Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantis’i Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.
Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi (Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992). Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı (Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O).
Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir yakıştırmanın sebebi neydi acaba?
Bunun sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nâdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel âyinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.
Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevîlerin "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedevîler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan ölmüştü (Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161).
İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedevîler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı (Charles Crabb, “Frankincense”,
Discover, Ocak 1993).Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.
Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar, hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.
Sonunda bedevîlerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelerin konusu olan efsânevî şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantis’i Ubar" olarak tanımlandı.
Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki, şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." (89/Fecr, 6-8)
Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre bu şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.
İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.
Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında dilden dile anlatılan hikâyelere rastlamak mümkündür.
Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı, belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.
Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur, ama onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sâyesinde Âd Kavmi hakkında fikir yürütmek mümkündür.
Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantis’i Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.
Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir (Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81). "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu kelimenin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline gelmiş olması mümkündür.
Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vâdisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsâneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır.
Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.
Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harâbe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.
Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" (26/Şuarâ, 128-129)
Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpâre olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimarî tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak, Güney Arapları ve onların ticarî faâliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." (Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72)
Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimarî alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.
Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" (89/Fecr, 7) olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.
Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.
Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir: "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." (26/Şuarâ, 131-135)
Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar, veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?
Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine kadar Kur’an'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı, ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.
Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.
Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu (Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992).
Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." (Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992)
Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.
Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir arâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.
Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vâsıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.” (54/Kamer, 18-20); “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” (69/Haakka, 6-7)
Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır! O, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." (46/Ahkaf, 24)
Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur (Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hûdson, 1971, s. 21).
Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantis’i Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." (Ça m’Interesse, Ocak 1993).
Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresindeki âyette geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." (46/Ahkaf, 21)
Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.
Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur’an'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları, kumların içinden çıkarılmıştır.
İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" dediklerini haber verir. Âyetin devamında da şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." (41/Fussılet, 15)
İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir. (7)
Kur’ân-
ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd KavmiKur’ân-ı Kerim’de Hûd’un (a.s.) ismi, toplam 7 yerde geçer (7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124).
Hûd (a.s.)’ın kavminin adı olan Âd ise toplam 24 yerde zikredilir. Ahkaf kelimesi ise bir yerde geçer ve geçtiği sûrenin adı da bu yüzden Ahkaf adını alır (46/Ahkaf, 21). İrem kelimesi de sadece bir yerde kullanılır: 89/Fecr, 7.
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (7/A’râf, 65-72)
“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (9/Tevbe, 70)
“Âd (halkına da) kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim Allah'a ibadet edin sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz.
Ey kavmim ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?
Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.’
‘Ey Hûd, dediler. ‘Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.
Biz: ‘Bazı ilâhlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz. Dedi ki: ‘Allah'ı şâhit tutarım, siz de şâhitler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.
O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.
Ben gerçekten benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).
Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.’
Emrimiz geldiği zaman tarafımızdan bir rahmet ile Hûd'u ve O'nunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli-ağır bir azaptan kurtardık.”
İşte
Âd (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler.Ve bu dünyada da kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı) Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” (11/Hûd, 50-60)
"Ey kavmim bana karşı gelişiniz sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil." (11/Hûd, 89)
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.” (14/İbrâhim, 9)
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh'un kavmi, Ad, Semûd(kavimleri de kendi peygamberlerini) yalanladılar.” (22/Hacc, 42)
“Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik.
Onlar arasından kendilerine: ‘Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâla Allah'tan korkmaz mısınız?’ (mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.
Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: ‘Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.’
Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.
Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak sûrette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?
Bu size vâdedilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!
Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.
Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz.’
O peygamber: Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!
Allah şöyle buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!
Nitekim, vukuu kaçınılmaz olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler topluluğunun canı cehenneme!” (23/Mü’minûn, 31-41)
“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.
(Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: (Size, sevinmek) yasaktır, yasak! diyeceklerdir.
Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).
O gün cennetliklerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir.
O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.
“İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.” (25/Furkan, 21-26)
“Âd'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” (25/Furkan, 38)
“Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." Dediler ki: "Bizim için fark etmez; öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da. Bu geçmiştekilerin ‘geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azab görecek de değiliz." Böylelikle onu yalanladılar biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz senin Rabbin güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.” (26/Şuarâ, 123-140)
“Âd'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” (29/Ankebût, 38)
“Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.” (38/Sâd, 12)
“Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse, artık de ki: ‘Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım.’
Âd (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: ‘Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?’ Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı.
Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.” (41/Fussılet, 13-16)
“Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgar; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkar bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkanlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkar ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” (46/Ahkaf, 21-26)
“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Eyke halkı ve Tübba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” (50/Kaf, 13-14)
“Âd (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onların üzerine köklerini kesen (akim) bir rüzgâr gönderdik.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp kül gibi dağıtıyordu.” (51/Zâriyât, 41-42)
Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgâr göndermiştir. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (51/Zâriyât, 41-42)
“Doğrusu, önce gelen Âd (halkın)ı O yıkıma uğrattı.” (53/Necm, 50)
“Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Biz o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.
İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” (54/Kamer, 18-22)
“Semûd ve Âd (toplumları) kâria'yı yalan saydılar.
Semûd'a gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helâk edildiler.
Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler.
(Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.
Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lût kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler.” (69/Haakka, 4-9)
“Görmedin mi Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını?
Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine?
Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı,
O vadide kayaları yontan Semûd kavmine?
Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a?
Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.
Oralarda kötülüğü çoğalttılar.
Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.” (89/Fecr, 6-13)
Hûd Sûresi
Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir. Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur. Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd'dan almıştır. Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir. Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb, Musa peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (s.a.s.) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîr 57).
Hûd suresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır.
1. Kur'ân-ı Kerîm: ''Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır" (11/Hûd, 1)
Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren (2/Bakara, 2) kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir (12/Yûsuf, 2; 19/Meryem, 9; 42/Şûrâ, 7; 46/Ahkaf, 12 vb.). Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kâfirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler (2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13) ve Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır (53/Necm, 3-4). Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.
Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir. Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd., Vlll, 90 vd.). "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. On dan başka tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?" (11/Hûd, 13-14)
Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağlamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır. Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalpleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.
Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir" (11/Hûd, 120).
Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (a.s.) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini Allah'a ibadete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı. Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz. Nuh'un karısı ve kâfir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı.
Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkar ettiler. Allah, Hz. Hûd (a.s.)'ı gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Halbuki o azabı getiren buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgar insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular. Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.
Hz. Sâlih (a.s.) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.
Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi. Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz. İbrahim (a.s.)'ı ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s.)'ı kurtardı. O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler. Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı .
Lût (a.s.); aralarında fuhşun, cinsî sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût, Allah'a dua etti. Allah', Hz. İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a.s.) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût (a.s.)'ın yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı. Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" (11/Hûd, 79) diyorlardı. Hz. Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar. Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.
Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb (a.s.)ın mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Mûsâ (a.s.)'ı yalanlayarak denizde boğulan Firavn'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir: "Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır" (11/Hûd, 100). Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir" (11/Hûd, 112). Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır.
Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." (11/Hûd, 123)
Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Resûlüllah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz. Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle...
İşte hep bu yüzden onlar azâbı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır. (8)
İ
bret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları MasallaştırmaKur’ân-ı Kerim’in tevhid mücâdelesinin seyri ve peygamberlerin örnek dâvet ve tebliği, İlâhî mesaja karşı çıkanların fecî âkıbetleri konusu, nice tefsir kitapları, peygamber kıssaları ve vaazlardaki uydurma rivâyetlere kurban edilmiştir. Kur’an’ın üslûbu, bu tür kıssalarda gereksiz ayrıntılardan kaçınmak, zaman ve coğrafî sınırlamalara yer vermeyip mesajın evrenselliğini göstermek şeklinde beliren “her dönemdeki insanların ibret ve ders alması”nı sağlamaktır. Kur’an’ın gösterdiği bu tavrı Sünnet de aynen korumuş, Rasûlullah’ın yetiştirdiği ashâb da gereksiz ayrıntılara, kendilerine fayda vermeyecek meraklara saplanmamıştır. Ama ne var ki, sahâbeden sonra bu tavır, değişime uğramış; mesaj ve ibret unsuru kıssalara İsrâiliyât denilen çoğu uydurma olan asılsız rivâyetler, efsâneler ve masalımsı unsurlar karıştırılmıştır. Böylece tevhidî muhtevâ gölgelenmiş, Kur’an kıssalarındaki ibret ve mesaj unsuru yok edilmiştir.
Âd kavmi ve İrem hakkında da bu tür İsrâiliyât ve uydurma rivâyetler bolca görülmektedir. Özetin özeti mâhiyette konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı tefsirlerde Âd kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberler, selîm aklın kabul edemeyeceği abartılarla doludur. “…Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı, onlardan ziyâde boy-bos verdi..” (7/A’râf, 69). Bu tür rivâyetler, bu âyetin açıklaması sebebiyle uydurulmuştur.
İ
bn Abbas’tan: Âd kavminden olanların en uzunu 100 zirâ; en kısası da 60 zirâ idi (Zâdu’l-Mesîr, III/222; et-Tabressî, II/437; Tenzîl, II/335). El-Kelbî ve es-Süddî’den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişilerin boyu 100 zirâ, kısa sayılanlar ise 60 zirâ idi (M. Tenzîl, II/335). Vehb İbn Münebbih’ten: Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz yuvaları ve burun deliklerinde ise sırtlanlar yavrulardı (M. Tenzîl, II/335). Ebû Câfer el-Bakır’dan: Âd kavminden olanların boyları uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan biri iki eliyle bir dağı tuttuğu zaman ondan bir parça yıkar ve koparırdı.Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Sanki görevli birisi tarafından ölçülmüşçesine, en uzun boyluların 100 zirâ, en kısaların ise 60 zirâ olduğu söylenmiştir. Bunlar, gerçekten asılsız, lüzumsuz birtakım hayâl mahsûlü şeylerdir. Âd kavminden olan kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz yuvalarında sırtlanların yaşadığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas etmeye gerek yok. Bunlar müfessir el-Kasımî’nin de dediği gibi, masal anlatmaya düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır. Bunları doğrulayacak elimizde ne aklî ve ne de naklî delil vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sahih bir senedle rivâyet edilmeyen rivâyetlerin arkasına düşmek ve bunları din gibi göstermek, ayrıca Kur’an âyetlerinin tefsiri sadedinde bunlara yer vermek hiç de doğru değildir (İbn Kesîr, V/197; el-Kasımî, VII/2772; İzmir’li İsmail Hakkı, Siyer-i Celîle-i Nebeviye Mukaddimesi, s. 112).
Kur’ân-ı Kerim, yeri geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve bunların çarptırıldıkları İlâhî cezâlardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak temas edilen bu konular, kıssacılar tarafından genişletilmiş, haklarında İslâmî olmayan birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler İslâmî çevrelerde yayılmış ve kitaplara geçmiştir. İrem hakkındaki durum bunun canlı örneklerinden biridir. “Görmedin mi Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığınıi? Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.” (89/Fecr, 7-8). Bu âyette geçen İrem’den maksat nedir? Bu konuda öylesine çok rivâyet ve gereksiz ihtilâf var ki… İrem’in ne olduğu, tefsirlerdeki rivâyetlere göre şunlardan biridir: a) Bir beldenin adıdır. Bu belde de: a1) Dımeşk (Şam) şehridir, a2) İskenderiye şehridir, a3) Şeddâd’ın yaptığı şehirdir, a4) Yemen’de bir kasabadır, a5) Irak’ta bir kasabadır, a6) Şam’da bir kasabadır. b) Ümmet adıdır, c) Âd kavminden bir kabile adıdır, d) Âd’ın dedesinin adıdır. Âyette geçen “irame zâti’l-ımâd”, yani “direk sahibi İrem”den maksat kimlerdir? A) Göçebe, çadır erbâbı olan kavimdir, b) Uzun boylu adamlardır, c) Kuvvet ve şiddet erbâbı olan bir kavimdir, d) Direkli, son derece sağlam binâ sahibi bir kavimdir.
İrem şehrinin bânîsi olan Âd kavminin lideri Şeddâd a) 900 yıl yaşamıştır, b) 1000 yıl yaşamıştır. Şeddâdın tam 1000 hanımı vardı. Şeddâd’ın kavmi yüz sene hiç cenâze görmedi, yani yüz yılda bir, ancak bir adam ölürdü. Şeddâd’ın mensup olduğu kavmin insanlarının boyları a) On iki zirâ idi, b)70 zirâ idi, c) En kısa boylu adamları 300 zirâ idi, d) Dört yüz zirâ idi, e) Beş yüz zirâ idi. Şeddâd’ın vücuda getirdiği yapı, tam 400 000 direkli idi.
Cennete Benzetilen İrem Şehri
Vehb İbn Münebbih’ten nakledilen ve çokça tefsirde zikredilen meşhur (ama uydurma) rivâyete göre İrem şehri, altın ve gümüşten yapılmıştı. Muâviye’nin hilâfeti döneminde Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zât, kaybolan devesini aramaya çıkarkenbu şehri bulmuştu. Devesini arayan İbn Kılâbe Aden çöllerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir şehre rastladı; kalenin etrafında çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bineğinden indi; onu bağladı; kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki büyük kapı çıktı ki, ömründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz ve kırmızı yakutlarla işlenmişti. Abdullah İbn Kılâbe bu manzarayı görünce dehşetle irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki, bu, hiçbir kimsenin benzerini görmediği bir şehirdi. İçeride birtakım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı. Her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altından yapılmış başka odalar vardı. Bu odaların kapılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları gibi süslü idi. Hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve zâferandan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.
Abdullah İbn Kılâbe’yi hiç kimsenin görmediği bu şeyler korkuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında birbirine bağlı nehirler vardı. Bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları müşâhede eden Abdullah: ‘Bu gerçek Cennet’in ta kendisi!” dedi ve şehrin inci, misk ve zâferan taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen’e döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı Muâviye’ye ulaştı. Muâviye, Abdullah İbn Kılâbe’ye haber yolladı. Adam geldi ve gördüklerini Muâviye’ye anlattı. Muâviye, Kâ’bü’l-Ahbâr’a haber saldı; huzuruna girince, Kâb’a: ‘Ey Ebâ İshak! Dünyada altın ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?’ diye sordu. O da: ‘Evet vardır. O şehrin yapılış tarzını, tezyînâtını ve kim tarafından yapıldığını sana anlatayım mı? Onu Şeddâd ibn Âd yapmıştır. Şehir ‘İrem Zâtü’l-Imâd’dır dedi. Muâviye: ‘Bu şehrin hikâyesini bana anlat!’ dedi. O da söze başladı:
“Bunlar ‘Âd-ı Ûlâ’dandır. Âd’ın Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı. Aradan zaman geçti, önce Âd, sonra da Şedîd öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd yeryüzüne egemen oldu; bütün krallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap okumaya düşkün idi. Okuma esnâsında Cennetin tasvirini gördü. Allah’a baş kaldırıp Cennet’in benzerini dünyada yapmaya karar verdi. “İrem Zâtü’l-Imâd”ın yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassâsından 100 kahraman (uzman) görevlendirdi. Her kahramanın/uzmanın 1000 tane yardımcısı vardı. Bütün dünya krallarına, memleketlerinde bulunan mücevherlerin gönderilmesi husûsunda emir çıkardı. Yukarıda konu edilen kahramanlar, şehrin yani dünya cennetinin yapılması için bir yer aramaya koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden oluşan bir bir yerde karar kıldılar. Burası aynı zamanda akar suları bulunan güzel bir yerdi. Kahramanlar “kralımız Şeddâd’ın şehir yapılması için seçilmesini ve arzu ve emrettiği yer burasıdır” dediler. Şehrin temellerini el-Cizeu’l-Yemânî denilen alaca renkli bir çeşit göz boncuğundan attılar. Yapılması için tam 300 yıl çalıştılar. Şeddâd 900 yaşında idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd’a gelip durumu arzettiler. Şeddâd: “Gidin, onun üzerine bir kale yapın; kalenin etrafına 1000 köşk yapın; her köşkte vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1000 ‘alem’ bulunsun” dedi. Bunları da yaptılar. Kral Şeddâd, sayıları bin tane olan vezirlerine yapımı tamamlanmış bulunan “İrem Zâtü’l-Imâd”e taşınma hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik mesâfe kalınca semâdan bir sayha ile hepsi helâk oldu. Tek bir kişi bile kurtulmadı (Zâdu’l-Mesîr, 9/112 vd.; M. Tenzîl, 4/219; et-Tabressî, 5/486-487; el-Keşşâf, Zemahşerî, 4/748: M. Büldân, 1/213; İbn Haldun, Mukaddime, s. 34-35; İbn Kesir, 7/285-286).
Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere intikal eder durur. Bazen Yemen’dedir, bazen Şam’da; bazen Irak’tadır, bazen başka bir yerde. Bu rivâyetlerin hepsi katıksız yalandır. Yunan mitolojisindeki sahte tanrılar gibi, hemen her eski toplumda birçok efsâneler anlatılır. Yukarıdaki rivâyetler de bu efsânelerden ibârettir, gerçekle ilgileri yoktur.
Yukarıda genel hatları iktibas edilen rivâyetlerde Şeddâd’ın kavminin (Âd kavmi) boyları hakkında verilen rakamlarda, 300, 400, 500 zirâ olması, aklın mantığın kabul edeceği bir şey değildir. Bunlardan 70 rakamına dikkatimizi çeken Ahkâmu’l-Kur’an sahibi İbnü’l-Arabî, açıkça bunun bâtıl olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem (a.s.)’in boyunun sahih hadislerde 60 zirâ olarak zikredildiğini (Buhârî, Enbiyâ, bab 1; Ahmed bin Hanbel, II/315, 323), kendinden sonra gelecek nesillerin ise zamanla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde edildiğini gösterir (Ahkâmu’l-Kur’an, IV/1918). (9)
Not: Arşın da denilen zirâ, takrîben 68 santimetre tutarında uzunluk ölçüsüdür. Adım, yani yürüyüşte bir normal bacaklar arası açıklığı belirtir.
Yukarıda bir kısmı aktarılan bu tür rivâyetler İbn Kesir’in de dediği gibi, yahûdilerin uydurmasıdır (İbn Kesir, Tefsir). Bu tür İsrâiliyât cinsinden rivâyetlerin yayılmasında, din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.
Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama, olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bazen bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. Bir-iki örneği yukarıda aktarılan İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği, Hz. Hûd ve Âd kavmiyle ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.
Şeytan, insan
ın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ve eski kavimlerin Kur’an’da anlatılan ibretlik durumlarını, ibret alıp ders çıkarmak ve peygamberleri örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır (12/Yûsuf, 111) buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı (11/Hûd, 120) olarak anlatıldığı vurgulanır.
Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, eski müşrik kavimlerin başından geçenlerin ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.
Maddî Üstünlük ve Lüks Ya
şam ÜzerineKur'ân-ı Kerim'de Mekkî sûrelerde anlatılan Âd kavmi; Hz. Nuh'un milletinden sonra gelmiş bir kavimdir (7/A’râf, 69).
Muhtemelen Arabistan yarımadasının güneyinde yaşamış olan Ad kavminin kıssası, câhiliye Araplan'na ibret olarak anlatılır. Kendileri gibi Arap bir toplum olan Âd kavminin başına gelenler Allah tarafından hatırlatılarak aynı sona uğramamaları için Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve ona indirilen Kur'an'a iman etmeleri istenir.
Arabistan'ın eski ve şöhretli bir kavmi olan Âd'ın başından geçenler, câhiliye Araplannca efsânevî olarak biliniyordu. Kur'an'm inişi ile beraber Hûd peygamber ve Âd kavmi hakkındaki doğrular vahyedilerek, insanların bu kıssadan öğüt almaları gerektiği belirtilir. "Âd kavminin başından geçende de (ibret vardır)." (51/Zâriyât, 41). Kur'an'da anlatılan Âd kavminin sosyal ve ekonomik yapısı incelendiğinde Allah'ın Âd kavmine büyük nimetler ihsan ettiği görülmektedir. Nuh kavminden sonraki en güçlü kavimdir Âd "Düşünün ki Allah, sizi, Nuh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışça size, onlardan ziyade boy ve güç verdi." (7/A’râf, 69). "Bildiğiniz şeyleri veren, size davarlar, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah'tan sakının." (26/Şuarâ, 132-134)
Allah'ın büyük bir nimet bahşettiği Âd kavmi, bolluk içinde yaşayan, toprak ve hayvancılığa dayanan bir tarım toplumuydu. Aynı zamanda ticaret yoluyla da zenginlemişler ve bu zenginliği tepeler üzerine binalar kurarak değerlendirmeye başlamışlardı. "Siz her tepeye bina diker, eğlenir misiniz? Ve ebedî kalacakmışsınız gibi, muhkem binalar mı ediniyorsunuz?" (26/Şuarâ, 128-129). Bu muhteşem zenginliğe sahip Âd kavminin, İrem adındaki kentlerinin, numune bir kent olduğunu Allah, şöyle belirtiyor: “O direkli İrem'e. Ki, o, beldeler içinde, misli yaratılmamıştı.” (89/Fecr, 7-8)
Allah'ın nimeti sâyesinde büyük bir medeniyetin sahibi olan Âd kavmi; kendilerine bahşedilen bu nimetin kadrini bilip, O’na itaat etmediler. Aksine büyüklük taslayıp, kibirlenip böbürlenerek yaşayan bir kavim oldular.
Kendilerinden önce yaşayanlara rasûl olarak gelen Nuh'un (a.s.) getirdiği İlâhî mesaj onun ölümünden sonra terkedilmiş unutulmuştu. Dolayısıyla Âd kavmi, Allah'ı, O'nun istediği biçimde tanıyamıyorlardı. Putlarının emri sandıklan; aslında zenginler ve yönetenler tarafından, onların çıkarları doğrultusunda, putlar adına uydurulan bir dine -hayat tarzına- göre yaşıyorlardı.
Onlara göre, Allah'ın verdiği bu nimetler, Allah tarafından değil; kendi zekâ ve çalışmalarının, elde ettikleri teknolojilerinin ürünüydü. Zaman içinde zulüm iyice azmıştı. Edindikleri mal ve mülk onlan şımartmış, yoksulu ezen, haklının yerine kuvvetli olanın egemen olduğu bir düzenin insanları olmuşlardı. "Âd kavmi yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?' demişti." (41/Fussılet, 15)
İş
te bu esnâda, Nuh'tan (a.s.) beri hiç bir uyarıcıya muhâtap olmayan Âd kavmine Hûd (a.s.) elçi olarak gönderilir. "Ad kavmine kardeşleri Hûd'u gönderdik: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' dedi." (7/A’râf, 65)Aralarında yaşayan, kavmin bireylerinden biri olan Hûd'u, Allah "kardeşleri" olarak niteler. Bir diğer âyet-i kerimede şöyle belirtilir: "Sizi uyarmak için, aranızdan bir adam vâsıtasıyla, size Rabbinizden ihtar geldiğine hayret mi ediyorsunuz?" (7/A’râf, 65). Böylece aralarından bir adam rasûl seçilmiş, Allah'ın imtihanı başlamıştı. Bu sınav aynı zamanda kendilerinden sonra yaşayanlara, hatta kıyâmete kadar yaşayacak tüm insanlara öğüt ve ibret olacaktı.
Hûd'un (a.s.) kavmi putlara tapan, yani onların emrettiğini zannettikleri bir yaşam tarzına inanan insanlardı. Aslında akılsız olan ve kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecek bir nesne olan bu putlar aracılığıyla; kavmin "ileri gelenleri" kendi işlerine gelenleri halka putların emriymiş gibi yansıtıyorlardı. Böylece halkı çıkarları doğrultusunda yönetiyorlardı. "İşte bu, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd kavmidir." (11/Hûd, 59)
Âd kavminin inkârcıları Hûd (a.s.)'a şöyle sesleniyorlardı: "Sen, bize yalnız Allah'a ibâdet edelim de atalarımızın taptıkları putları bırakalım diye mi geldin?" (7/A’râf, 70). Hûd (a.s.) ise onlara şöyle cevap veriyordu: "Allah'ın hiç bir delil indirmediği putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?" (7/A’râf, 71) "Artık Allah'tan korkun da, bana itaat edin." (26/Şuarâ, 126)
Hz. Hûd'un bu uyanlarına rağmen inkârcılar ona çeşitli iftiralarda bulunurlar. "Kavminin inkârcı ileri gelenleri, 'biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler." (7/A’râf, 66); "Herhalde ilâhlarımızdan bazısı, seni fena çarpmış olacak.” (11/Hûd, 54); "Bu bize getirdiğin eskilerin âdetinden başka bir şey değildir." (26/Şuarâ, 137); "Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi, melekler indirirdi. Doğrusu seninle beraber gönderileni inkâr ederiz’ demişlerdi." (41/Fussılet, 14)
Hz. Hûd'a en çok karşı koyan ve iftiralarda bulunanlar, kavmin ileri gelenleriydi. Kavmin insanlarının Hûd'a meyletmemeleri için ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Kavmin insanlarının Hûd'a inanmaları halinde çıkarları en çok tehlikeye düşecek olanlar "ileri gelenler"di. Bütün karşı gelmelere rağmen Hûd, Allah'ın mesajını onlara iletmeye devam ediyordu. “Onlara, önlerinden artlarından, her yandan 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin” (41/Fussılet, 14) diyordu. "Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yaratana aittir. Akletmez misiniz?" (11/Hûd, 52); "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; suçlular olarak yüz çevirmeyin." (11/Hûd, 52)
Hûd (a.s.) yıllarca çırpındı, durdu. Kavmine Allah'ın mesajını iletmeye çalıştı. Ama nafile... Kavmi imana yanaşmıyordu. Onları Allah'ın azâbıyla da tehdit etti. "Doğrusu size büyük bir günün azâbından korkuyorum." (46/Ahkaf, 21). Kavminin artık basîreti bağlanmıştı. Azab ile korkutmaları bile onları uyandırmıyordu. Hz. Hûd'un bu çağrısına şöyle diyorlardı: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce farketmez." (26/Şuarâ, 136); "Biz azab olunacaklar da değiliz." (26/Şuarâ, 138); "Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir." (7/A’râf, 70)
Hz. Hûd'un bütün uyarılarına rağmen kavmi inkârda direniyordu. Âd kavmi öyle bir teknolojiye sahipti ki, bu teknoloji ile yaptıkları tepeler üzerindeki kâşâneler, villalar, devâsâ binaların hiç bir güç tarafından yok edilemeyeceği kanaatine sahip olmuşlardı. Bağlar, bahçeler, en güzel yiyecek ve içecekleri sağlıyordu onlara... Hiç kimseye muhtaç değillerdi. Diledikleri gibi yer, içer, yaşarlardı. Kimse onlara karışamazdı...
İş
te, onların edindikleri mal-mülk ve servetlerin körelttiği basîretleri; kâinatın tek hâkimi olan Allah'ın isteklerini inkâra götürmüştü. Sonlarını göremiyorlardı. Oysa peygamberleri onlar için çırpmıyor, var gücü ile Allah'ın vahyini kavmine iletmeye çalışıyordu. "İşte ben Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki, ben, sizin Allah'ı bırakıp O'na şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık bana (isterseniz) toptan tuzak kurun. Sonra bir an bile mühlet vermeyin." (11/Hûd, 54-55); "Siz yüz çevirirseniz, ben size gönderilmiş olduğum vazifemi tebliğ ettim. Hem Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi getirir de, siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz…” (11/Hûd, 57)Kavmi ile Hûd (a.s.) arasında mesâfe iyice açılmıştı. Kavminden ona inananlar çok azınlıktaydı. İnkârcılar bunu gördükçe daha da azıyorlardı. Artık rasûlü memleketten sürmekle tehdit etmeye başlamışlardı. Hûd (a.s.) ise Rabbine sığınır. Kavminin ısrarlı karşı koyuşlan karşısında yapacağı tek hareket bu kalmıştı. "Ben hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmışım. Yerde debelenen hiç bir canlı yotur ki, alnından O tutmuş olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim doğru yol üzerindedir." (11/Hûd, 56); "Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah’a tevekkül edip güvensinler.” (14/İbrâhim, 12)
Artık iş Allah'a kalmıştı. Hûd (a.s.) yapacağını yapmış, kavmini uyarmıştı. Allah nezdinde bir kavmin helâki için tüm alâmetler belirmiş, son yaklaşmıştı. "O azâbın, yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde; 'Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.' dediler. Hûd: 'Hayır o acele beklediğiniz şeydir, can yakıcı azab veren bir rüzgârdır. Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder.'" (46/Ahkaf, 24-25)
Artık azâbın emâreleri de görünmüştü. Hz. Hûd ve ona tâbi olanlar, Âd kavminin yerleşim yeri Ahkaftan ayrıldılar. Böylece Allah inananları kurtarmıştı. "Buyruğumuz gelince, Hûd'u ve beraberindeki inananları, rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azabdan kurtardık." (11/Hûd, 58)
Hûd kıssası anlatılırken, Âd kavminin helâk edilişi, dikkat çekecek biçimde ayrıntılarıyla üzerinde durularak çok çeşitli perspektiflerle anlatılmaktadır: "Böylece onu yalanladılar. Biz de onları heâak ettik." (26/Şuarâ, 139); "Rezillik azâbını onlara dünya hayatında taddırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha çok alçaltıcıdır ve onlar yardım da görmezler." (41/Fussılet, 16); "Gerçekten biz, üzerlerine uğursuzluğu dâim bir günde, uğultulu bir rüzgâr gönderdik." (54/19); "İnsanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi atıyordu." (54/Zâriyât, 20); "Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgârı, yedi gece sekiz gün estirdi. Halkın kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yıkıldıklarını görürsün." (69/Haakka, 7); "Onlardan arda kalmış bir şey görüyor musun?” (69/Haakka, 8)
Böylece âlemlerin rabbi olan Allah'a karşı gelmekte direnen bir kavmin nasıl bir fecî sona ulaştığı; kıssayı okuyup dinleyenlere ibret olması açısından çok dehşetli olarak tasvir edilir: "Bak! Nasıl oldu azâbım ve tehditlerim?” (54/Zâriyât, 21). Âd kavmine verilen bu cezâ, bu dünya hayatındakidir. Âhiretteki ise, orada verilecektir. Bu hususta Allah şöyle diyor: "Âhiret azâbı ise daha alçaltıcıdır..." (41/Fussılet, 16) (10)
Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almam
ız Gereken Ders ve Mesajlar
1. "Kardeşiniz olan": "Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.” (7/Arâf, 65).
Tebliğin muhâtap üzerinde etkisi, dâvetçide bazı sıfatların bulunmasını gerektirir.
Bunlardan biri de mübelliğin, muhâtap tarafından tanıdık, bilindik bir geçmişe sahip
olmasıdır. Gönderilen peygamberlerden haber veren âyetlerde, nebîlerin, o kavmin
içinden seçilmiş olduğuna vurgu vardır. Öncelikle kana dayalı yakınlıkları ifade için
kullanılan "kardeş" kelimesi bu özelliği İfade eder. Günlük pratiklerimizde yapılan
eleştirinin yabancı bir kimlik tarafindan değil, içten, bizden birileri tarafından yapılması
kabulünü kolaylaştırır. "Kol kırılsa da yen içinde kalır/kalmalıdır." "Başkası", "öteki" sıfatına
sahip fertlerin dışarıdan yaptıkları uyarılar, çoğu kez ukelâlıkla eşdeğer algılanır, normal insan cinsinden olan, bizim aramızda yetişmiş ve bizden birilerinin dâveti ise bir nebze daha avantajlıdır. O, bizim kötülüğümüz için ve yıkıcı bir eleştiri mantığıyla yöneltmez bakış açısını.
Toplumun içinden çıkan kimselerin, onların kültürünü, örf ve âdetlerini, eğilimlerini, zevklerini, dilini ve psikolojisini iyi bilen kimselerin o toplumu geliştirme, iyiye doğru değiştirme ve dönüştürme şansı, yabancı kimselere göre çok fazladır. İthal liderler, ithal çözüm çabaları çoğunlukla başarılı olamaz. İnsanlar, yabancı kimselere genellikle kuşku ile bakarlar, onlara yaklaşmaktan çekinirler. Cemaatler de çözümlerini içlerinde üretmeli, liderlerini aralarından çıkarmalıdır ki başarılı olsunlar. Davulun sesi uzaktan hoş gelse de, yakınındaki kimseler gürültüden rahatsız olurlar. Aksini gerektirecek çok önemli zarûruretler olmadıkça; ithal çareler yerine yerel çözümlere mürâcaat etmeli, sorunu içinde yaşayanların çözmesi beklenmelidir. Bu, dünyaya kapalı olma anlamına gelmez. Yardımlaşma, hikmet arayışları, evrensel zenginliklerden yararlanma arayış ve bunlardan istifade ayrı şeydir, tümüyle ithal çözümler, ithal kurtarıcılar, ithal mehdiler beklemek ayrı şeydir. Kurân-ı Kerim, Allah’ın insanları şûbelere, kabilelere ayırmasını “birbirleriyle tanışma” sebebine bağlar (49/Hucurât, 13). Bu tür tanışıklık, halkın çok önem verdiği hemşehrilik, ya da aynı semtin çocuğu olma, tebliğ ve hayra çağırma yönünde kullanılabilecek bir avantajdır.
“Kardeş” ifadesinde bir sıcaklık var. İçlerinden çıkan dâvetçi, hal diliyle şöyle demiş oluyor: “Evet, seni düşünen, seven, iyiliğini arzulayan kardeşin olarak ben, bu inancının seni sürüklediği yerden endişe ediyorum. Amacım seni sömürmek, yeni bir inanç adına sırtına binmek değil. Sadece hepimizin ortak boyun eğeceği bir İlâh’ı sana tanıtmak. Bunu da sadece seni sevdiğim ve kardeşim olduğunu hissettiğimden yapıyorum.” Câhiliye içindeki muhâtabın kardeş sıcaklığı içinde algılanması ve ona o psikolojik kanaldan mesajın aktarılması iletişim ve etki açısından bir avantajdır.
Sayılan tüm bu avantajlarının yanında, dâvetçinin içimizden biri olmasının getirdiği dezavantajlar da yok değildir. Düşüncesiz halk yığınları şöyle de düşünebilrler: “O, daha düne kadar kendi aramızda görüp bildiğimiz, Zeyd’in (filanın) oğlu değil midir? Nereden çıkarıyor bu iddiâları? O kim oluyor da, şimdi bizi atalarımızın yolundan çevirmeye yelteniyor?”
2. Kınayanın Kınamasından Çekinmemek: "Kavminden ileri gelen kâfirler
dediler ki: Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni bir yalancı
sayıyoruz." (7/Arâf, 66)
İ
ddia sahibi olmak, toplumun örfü, geneli ve normal tanımı ötesinde bir gerçeğe iman etmek... Hele bu farklı olanı rüzgârın tam ters yönden estiği bir vasatta yapıyorsanız, âyetlerde sayılan kâfirlerin olumsuz tepkilerine bu itham, yakıştırma ve suçlamalarına; bunların çağdaş açılım ve benzerlerine hazır olmak zorundasınız. Siz, yalancısınız, dış mihrakların âletisiniz, hâinsiniz, mecnunsunuz, hayalperestsiniz, rüya âleminde geziniyor, insanlara boş şeyler vaad ediyorsunuz, evrensel kabullere ters kürek çekmektesiniz, aileleri parçalamakta, bölücülük yapmaktasınız… Bu vb. suçlamaları göğüslemeye hazır olmadan kesinlikle insanlara tebliğe koyulmayın. Tüm bu yergilere, ancak hakkıyla iman eden ve gerçekten haklı olmanın huzur ve tatminini duyan bir yürek karşı koyabilir. O yüzden tebliğ, ancak kâmil iman sahiplerinin yapabileceği bir eylemdir. "Allah’a dâvet eden (Emr-i bİ'l-ma’rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan), sâlih amel yapan ve ben de müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır" (41/Fussılet, 33) ifâdesi, kâmil bir mü’min duruşunu resmetmektedir. Bu konuda körler ülkesinde gözleri sağlıklı bir insanın çevreyi, körlere anlatması örneği verilebilir. Bu ülkenin kör sâkinleri, kendi algılamadıkları bir dünyadan bahseden bu kişinin gözlerini kör ederek gerçekleri algılamasını önlemişlerdir.3.Câhilin Cür’eti: "...Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize)
getir." (7/A’râf, 70)
Allah'ı hakkıyla takdir edememek küfrün özelliklerindendir. Şeytan ve kendi kötü zanları, hevâları onları bu hususta karanlıklara götürmüştür. Ya Allah’ın rahmetine aldanarak yaptıkları her türlü taşkınlığı küçük ve bağışlanır görmüşler, ya da İlâhî tehditlerin vukuunu imkânsız saymışlardır. Her hâlükârda bu alandaki cahillikleri bilgisiz cür’etlerini arttırmıştır. Yanlış bir hedefe ve ilimsiz bir zemine oturduğundan dolayı bu tavra cesaret değil, cür’et demekteyiz.
4. Rasuller Ne İster?: "Ey kavmim! Ben (tebliğime) karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir..." (11/Hûd, 51)
Peygamber kıssalarında en çok rastlanana cümlelerden biri de yukarıda alıntıladığımız bölümdür. Onların çağrıları, kavimleri tarafından çoğu kez doğru algılanmamış ve neyi istedikleri yolunda pek çok güncel spekülasyona sebep olmuştur. Şahıslarıyla ilgili yergi sıfatları bir yana, niyetleri de dünya merkezli iktidar hesaplan olarak nitelenmiştir. Gerek zatları gerekse niyetleri hakkındaki bu tanımlama ve yakıştırmalar, açık bir iftirâ olduğu halde, toplumun ileri gelenleri tarafından özenle seçilmiş ve halk arasına yayılmışlardı. Bu ithamlar, düşünülmeksizin gelişigüzel sarf edilmiş sözler değildi. "Ölçtü biçti, kahrolası ne biçim ölçtü biçti. Sonra yine canı çıkası ne biçim ölçtü biçti, nasıl ölçüp biçtiyse! Sonra baktı. Sonra yüzünü ekşitti ve surat astı. Sonra arkasını döndü ve büyüklendi. Ve ‘bu muhakkak büyüleyici bir sihirdir!’ dedi." (74/Müddessir, 18-24); "O ve kardeşi ancak seni yurdundan çıkarmak için gelmiş iki büyücüden başkası değildir." (20/Tâhâ, 63); "Eğer biz sahip çıkmazsak bizi atalarımızın yolundan çevirmek için gelen ve yeryüzünde ululuk sizin sizin olsun diye mi bize geldin?" (10/Yûnus, 78)
Peki ama rasullerin “Allah 'a kulluk/iman edin ve bana itaat edin!” çağrısının anlamı bu söylediklerimizle çelişmiyor mu? Bu talepleri apaçık bir iktidar talebi, yani dünyevî bir rant değil mi?
Rasuller kendi adlarına, kendileri için bir iktidar talebinde bulunmamışlardır. Kendilerinin de diz çöküp, “kulluk”tan öte bir pozisyona tâlip olmadıkları bir İlâhî nizam için itaat talep etmişlerdir. Bu ise dâvetleri için istenen bir ecr (karşılık) olarak tanımlanamaz. Olsa olsa “Haydi Yaratıcı önünde topluca secde edelim ve O’nun sınırlarım çiğnemeyelim!” çağrısı olur. Onlar şahıslarının değil Rabbin irâdesi olan vahyin iktidarına çağırmışlardır. Ancak, soyut, zaman ve mekân ötesi bir Varlıkla ilişkide belli sembollerle olay sâbitlenmek zorundadır. O’na yapılan ibâdetlerde bir kıbleye yönelmemiz, duâ esnâsında ellerimizi göğe kaldırmamız gibi yönelimler bu zorunluluğun birer nişânesidir. O’na ve kitabına itaat de, sözde kalmamalı ve farklı yönlere eğilip bükülmemelidir. Bunun için kendi cinsimizden bir rasûle itaat, Yaratıcı kudretin irâdesine itaatin ete kemiğe bürünmüş şeklidir.
5. Kulluk Berekettir: "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın..." (11/Hûd, 52)
Âyetlerde bu vaat pek çok defa tekrarlanır. Kul olan evrenin, boyun eğdiği
Yaratıcıya, irâdeli kul olan insanın da itaat etmesi bereketi getirmektedir. “Kim Allah’tan korkarsa (ittika ederse), Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül edip güvenirse O, kendisine yeter…” (65/Talâk, 2-3); “Allah güven (ve) huzur için olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.” (16/Nahl, 112); “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman etseler ve (Allah’ın azâbından) korunsalardı (ittika etselerdi), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık; fakat yalanladılar, Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik.” (7/A’râf, 96)
Bazen de kulların tüm itaatlerine rağmen geçici süreyle mallardan, canlardan eksiltme ve korku ile ümmet imtihan olunabilir (2/Bakara, 155). Bu durum, yukarıdaki âyetlerle tezat oluşturmaz. Çünkü "Şu günler ki, Biz onları insanlar arasında dönüp dolaştırırız." (3/Âl-i İmrân, 140) âyeti olayların ve şartların mevsimler ve bulutlar gibi coğrafyalar üzerinde dolaşıp durduğunu belirtir.
6. "Ben Sizden Berîyim": "(Hûd) dedi ki: Ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de
şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım!" (11/Hûd, 54)
Uzlaşma ve ortak payda bulma teklifleri, dâvâ adamları ve hareketlerin önündeki en kritik dönemeçlerdendir. Bu tür karışımlarda, uzlaşma ve tâvizlerde câhiliye ve şirkin kaybedeceği bir şey yoktur. Kayıp tevhid cephesinindir. Bu anlarda sağlam bir duruşa ihtiyaç vardır. Ve en net bir söylemle "Ben sizden uzağım, farklıyım; ben mü’minlerdenim" gibi farklılıkların altı çizilmelidir. Durduğumuz sâbit noktadan insanları tevhide çağırmamız anlamlıdır. Yoksa câhiliyeyle ilişkisinde, olumsuz değişime açık, ayakları sürekli ileri-geri yer değiştiren ve sâbit doğruları üzerinde direnemeyen bacaklar bu yükü taşıyamaz. Sözün eğilip büküldüğü, netliğin hareket açısından zorlukların kaynağı olarak algılandığı bir değerlendirme zemininde Rabbimizden niyâzımız "ayaklarımızı sâbit kılması, üzerimize sabır yağdırması, kâfirlere karşı yardım etmesi ve canımızı ancak mü’min sıfatı üzere alması" (2/Bakara, 250; 7/A’râf, 126) olmalıdır.
7. Meydan Okuma: "...Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonrada bana mühlet
vermeyin!" (11/Hûd, 55)
"Elinizden ne geliyorsa yapın!" Ne müthiş bir irâde ve ayak direme. Sırtını biriktirdiklerine ya da oğullarına değil; Rabbine dayamış bir tevhid erinin ağzına yakışan bir ifâde. Sağlam bir gönlün iktidarı altındaki bir ağızdan dökülen... Gücünü ve güven duygusunu araç-gereçlerden ve kalabalıklardan alan bir ağızda ise sırıtan bir terkip. Bu tür bir iman ve tevekkül, tartının diğer ucundaki milyonlarca sürüklenen irâdeyi, tek başına alıp götürür ancak. Ve bu irâdedir kişinin amelini öncüler sıfatıyla, binlerce kat fazlasıyla bereketli yazdıran.
8. Vahye İtaat; Ya da... "İşte Âd (kavmi); Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun
peygamberine âsî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular " (11/Hûd, 59)
Vahye itaatin ötesi, inatçı ve zorba gibi sıfatlara sahip iktidarlara itaatten başka bir yere çıkarmaz insanoğlunu. Ey kul, nedir senin derdin? Rab (Efendi) olarak Allah'tan daha iyisini mi arıyorsun? Sırf bu arayıştaki ukelâlığın bile burnunun sürtülmesi için yeter sebep. Bu lüksün seni çıkaracağı tek yer merhametli, halim, kerem sahibi bir Rab’den/Efendiden; inatçı, zorba bir yaratılmışa kölelik. Kişinin kendisini nasıl bahası dışında birine nisbet etmesi lânetlenmiş bir fiilse, bundan daha büyüğü; ferdin kendine Yaradanı dışında bir Rab/Efendi aramasıdır.
Merhamet sahibi ve adâletli Allah’a teslim olmayan kimseler, mutlaka teslim olup kulluk yapacakları bir otorite bulurlar. Bu otorite de, başka problemleri yanında en azından inatçı ve zorbadır. Bu rab taslakları, kendi hevâlarından çıkardıkları kanun ve hükümlerle kendisine boyun eğen Âdîleri kendilerine uymaya, kayıtsız-şartsız itaate zorlarlar. Allah’a yönelmeyen, sadece O’nun otoritesine boyun eğmeyen inançsız kimse de, böylesine acınacak duruma düşer, şahsiyetini, izzet ve onurunu kaybeder, kendisi gibi, hatta kendisinden daha seviyesiz birilerine kul olur. Bu da âd kavminin yaptığı bir özellik olması yönüyle her dönemde görülen bir âdîliktir.
9. İtiraz Sahiplerinin Sıfatları: "Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler; ‘bu’ dediler, ‘yalnızca sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer içtiğinizden içer." (23/Mü’minûn, 33)
Âhirete ulaşma konusundaki flu/bulanık görüntü, kişinin tuğyânında etkin bir faktördür. Bu, kâfirlerin inkârında etkin olduğu gibi, biz müslümanların günaha düşmelerinde de etkisi büyük olan bir durumdur. Dünya hayatı, ardından asırlarca sürecek kabir âlemi, sonrasında baas, mîzan, sırat ve ebedî âlem. Tüm bunların gerçekleşmesini binlerce yıl ötesi olarak algılamak ve uzak görmek bilinçteki resimde buğulanma oluşturuyor. Rasûlün anlatımı esnâsında "Cehennemin sıcaklığını hissediyorum!" diyen sahâbînin âhireti hissediş ve duyuşu... Savaş esnâsında "Cennetin kokusu burnuma geliyor" diyen ve attığı adım yere düştüğünde ebedî hayatı tadacağını duyumsayan bir kişinin âhiret bilincinin parlaklığı... En az, elindeki peşin dünya hayatı kadar peşin ve yakın hissedilen bir âhiret inancı, yani âhirete yakînî, gözle görür gibi iman bizleri günahlardan dizginleyebilir. Yoksa, buğulu bir anlatım ve algılanış düzlemindeki âhiretin bir cezbe oluşturması ve sâlih amelleri doğurması da, fiilleri kontrol etmesi de asla mümkün değildir. Kendi katlarından ulaştıkları bir diğer iddia da şu âyette geçmektedir: "Biz azâba uğratılacak da değiliz!" (26/Şuarâ, 138). Eğer âhiret, sizin anlattığınız gibi gerçekse, bu dünyada bizi güzel rızıklarla rızıklandıran varlık orada da bundan daha iyisiyle bizleri karşılar...
Refah içinde bulunmak da, müstağnî tavırların temelinde bulunan bir unsurdur. "Hayır! Muhakkak ki insan, kendini yeterli gördüğünden dolayı azar, taşkınlık yapar." (96/Alâk, 6-7) ifâdesi bu durumu anlatır. Yine rasullerin tebliğleri öncesinde kavimlerin zorluklarla imtihan edilmeleri, “umulur ki bu durum, kibirlerini kırar ve vahye itaat için müsâit bir rûha bürünürler” hikmetine mebnîdir.
10. Yönetimin Kutsallaşma Meyli Karşısında İslâmî Tavır: “Gerçekten tıpkı
kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan uğrarsınız.’ (dediler).” (23/Mü’minûn, 34)
“O, bizim gibidir. Ve bu bir eksikliktir. Zira itaat edilecek bir otorite, olağanüstülüklerle donanmış, kutsal bir nitelik arzetmelidir!” Kâfirler peygamberlere bu tür beklentilerle karşı çıktıkları halde, itaat ettikleri otoritelerde gerçekten bunu aramakta mıdırlar, yani bu beklentilerinde samimi midirler? Onların itaat ettiği şu anki liderlerinde bu olağanüstü, kutsal ve beşer üstü özellikler var mıdır? Bu soru, kendilerine sorulduğunda bunun cevabı da şöyle olacaktır: “Hayır onlar da bizim gibi insanlar, ama onları üstün kılan fazlalıkları var. Onlar mal, evlat ve soyca üstünler. Yani önlerinde eğilmeyen boyunları zorla kıracak maddî güçleri, imkânları var…” Özetle câhiliye insanının zihninde iki şey önünde boyun eğme ve itaat etme kavramı mevcuttur: Ya zorla boyun eğdiren maddî güç ya da karşı konulamaz, olağandışı vasıflarla donatılmış bir varlık. Kendileri gibi olan, hem de mal ve evlatça zenginleştirilmemiş bulunan bir kişiye itaat etmek câhilî mantığın algılayabileceği bir şey değildir.
11. Şeytanın Vesveseleri Aşılabilecek Boyuttadır: "...Şeytan onlara yaptıkları
işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar."
(29/Ankebût, 38)
Ş
eytanın sâlih kullar üzerinde bir yaptırımı olmadığı Kur’an’da ısrarla vurgulanır. Şeytanın kullandığı tüm yöntemleri aşmak için, müslüman kulların elinde yeterli psikolojik, biyolojik ve ilmî veri-güç mevcuttur. Şeytana olan esâret, insanların yetersizliğinden değil; onunla mücâdele etmediklerinden kaynaklanmaktadır.12. İlâhî Azaptan Siyasî Mücâdeleye Örnekler: "Nihayet onu vâdilere doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; ‘Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur’ dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan rüzgârdır." (46/Ahkaf, 24)
Kâfirler anlayış ve hissediş açısından basîretsiz varlıklardır. Basîret ve ferâset, bu anlamda yalnızca mü’minlerin sıfatıdır. Kendilerine yaklaşan helâk bulutunu zorlu bir kuraklık ânından sonra, rahmet bulutu olarak algılamışlar ve bir araya gelip onu topluca ve sevinçle karşılamışlardır. İlâhî azap için resmedilen bu tarz ameller için, belli örnek sıfatlar mevcuttur. Azap bazen gizli, bazen açık olarak gelmektedir. Kâfirler ummadıkları yönden azâba yaklaştırılmaktadırlar. Azap son âna kadar onlarca hissedilmemektedir. Bir anda olup bitmekte ve sonuç almaktadır. Tek bir sadmeyle noktalanmaktadır. Tedrîcen ve yavaş yavaş artan bir şekilde değildir. Çok büyük bir şiddete sahiptir, ki bu onun uygulama zamanının,mekânının sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Zamana yayılmış ve mekân açısından odaklanmamış bir tarzda olsa, bu denli yıkım şiddeti olmayabilirdi.
13. Helâkin Sebebi: "...Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı." (89/Fecr, 11-13) (11)
Hz. Hûd Kıssasının Mesajları
Hûd (a.s.) kıssasının vahye muhâtap olan tüm insanlara verdiği mesajları şöyle sıralayabiliriz:
Bu dünya hayatında insanların elde ettikleri bütün nimetler Allah'ın onlara bahşettiği şeylerdir.
Allah'ın onlara verdiği bu nimetleri, yine Allah'ın istediği biçimde harcamak gerekir.
Allah'ın ihsan ettiği mal-mülk ve serveti, Allah'ın lutfundan ve sınav olarak verdiği değil de, sırf kendi akıl ve becerileri neticesi elde ettiklerini zannedenler, daha sonra onları diledikleri gibi harcama yetkisinde kendilerini görürler ki, bu tavır onları inkâr zincirine ulaştırmış olur.
Hele bu inkârcı servet sahipleri âhireti yalanladıklarından; diledikleri gibi harcadıkları servetlerini kazanırken yaptıkları zulümlerin ve Allah'ın verdiği servetlerden yoksullara vermediklerinin hesabını, kimseye vermeyecekleri düşüncesinde olurlar ki, onları azdıran, inkâr ettiren âmillerden biri de bu olur. Hûd kavminin inkârcılarının düşünceleri de bu idi. Âhireti
red...
İ
şte bu gibi mesajların verildiği Âd kavminin kıssası; Kur'an'ın indiği câhiliye toplumunun aynı bazdaki düşüncelerinin yanlışlığını beyan etmiş olur. Âd kıssasından ders almayanların sonu, dehşetli sahnelerle anlatılan Âd kavminin sonu gibi olacağı mesajı verilmiş
Çağımız toplumlarında da Âd kavminin kıssasında anlatılan inkâr psikolojisi yaşanmaktadır. Bu insanların sahip oldukları villa, yazlık gibi binalarda diledikleri gibi kayıtsızca özgür yaşama isteği, bu uğurda kazandıkları ve kazanacakları paraların, nasıl ve nereden geldiğinin önemsizliğine itmiştir. Zulümle de olsa, bu uğurda kazandıklarını kendileri için helâl(!) addetmektedirler. Lüks binalarda diledikleri gibi harcayacakları servetlerden, fakir ve yoksulun ihtiyacı için de harcanması veya onların da bu servette haklarının olduğu, onların hiç umurunda değildir.
Helâk sahnesinin çok dehşetli olarak tasvir edilmesi inkârcıları düşündürmek için en ibretli mesaj değil midir? (12)
Âd Kavmi ve Onlar
ın İzindeki Günümüzün ÂdîleriÂd kavmi, Arabistan kabilelerinin en eskilerinden birisi idi. Peygamberimiz’in gönderilişi ve öncesindeki câhiliyye dönemlerinde bu kavmin kıssası bilinmekte ve anlatılmakta idi. Onların güç, kuvvet ve zenginlikleri, İrem bağlarının güzel meyveleri ve ihtişamı hakkındaki hikâyeler çok meşhur olmuş ve sonunda bu kavmin helâk edilişleri de ibret alınacak bir örnek olarak anlatılıyordu. Onların bu şöhretleri Âd kelimesinden yeni kelimeler türetilmesine yol açtı. Meselâ, her eski şeye “âdî”, arkeolojik kalıntılara da “âdiyât” diye isim verilir oldu. Hiçbir izleyeni ve sahibi kalmamış ve bu yüzden çoraklaşmış arâziye de “âdî el-arz” denilmektedir (13)
Âdî. Aslında Âd kavmine âit demektir. Âd kavminin özelliğinden dolayı “âdî”; bayağı, aşağı, alçak ve kıymetsiz anlamında kullanılır. Âdet haline gelmiş olan anlamına da gelir. Âdiyât da, kıymetsiz şeyler, insanlarca alışılmış olan basit olaylar için kullanılır. (Kur’ân-ı Kerim’in 100. sûresinin adı olan ve ilk âyetin ilk kelimesinde kullanılan âdiyât kelimesi ise, Âd’dan değil; “adiv” kelimesinden türemiştir, -deve ve at gibi- hızlı koşanlar anlamına gelir.) Âdîlik: Aşağılık, saygısızlık, değersizlik, önemsizlik, düşüklük anlamına gelir. Âd kavminin yalancı ve sahte cenneti olan İrem’in fecî âkıbetini değerlendirmeyip, İrem’i gözlerinde büyütüp ona arzu duymalarının neticesi, Müslüman olduğunu iddiâ eden nice şâir onu abartılı şekilde övmüş, mutluluk verici ev ve bahçeleri ifâde eden bir mazmun olarak kullanmışlar. Yine günümüzde de devam ettiği gibi, nice Müslüman, kızına İrem adı koyarak ona olan özlem ve arzusunu dillendirmiştir. Fecî bir helâkle Allah’ın kamçısına muhâtap olan İrem’i kızlarına ad vererek onların sonlarından ibret almak yerine, onların hayatını örnek alınacak bir yaşam olarak görmeye devam etmekteler.
Âd kavminin yöneticisi Şeddad, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur (26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59). Bu lider Hz. Hûd (a.s.)'un tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular" (11/Hûd, 59-60) hükmü beyan buyurulmuştur.
Âd kavminin Allah’a şirk koşma problemiyle birlikte önemli bir özelliği de, kendilerine liderlik yapan her zorbanın emrine uymalarıdır (11/Hûd, 59). Rabbin âyetlerini inkâr ve O’nun peygamberlerine isyan eden Âd kavminin zorba/zâlim yöneticilerine ittibâ etmeleri, bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutulmalarına sebep olarak gösterilmektedir (11/Hûd, 60). İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlim olarak vasıflandırılır (5/Mâide, 45). Şirk de en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Ve Hûd sûresinde zâlimlere meyletmenin neticesi açıklanır: “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” (11/Hûd, 113)
"Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." (26/Şuarâ, 123-140)
Bu âyetlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, yakaladıklarına karşı zorbalık yapan Âd kavmi, anıtlar, anıtkabirler, yüksek binâlar, sanat eserleri konusunda birbirleriyle yarışıyordu. Günümüz insanları da âdîlikte onları taklit ediyor ve dünya zevklerine karşı aşırı tutkular besliyor. Dünyevîleşen, materyalist insan, her şeye pragmatik yaklaşıyor ve âhireti hatırına getirmiyor. Hayallerini dâvânın hedefleri değil; lüks ve ihtişam süslüyor, rüyâlarını rahat ve yalancı zevkler dolduruyor. Âd kavminin tüm olumsuz özellikleri günümüz toplumunda eksiksiz mevcut.
Âd Kavminin Helâk Edilişi: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgar; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkar bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, Biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkar ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” (46/Ahkaf, 21-26)
Âd kavmi, “sarsar”, yani soğuk ve dondurucu, “âtiye”, yani şiddetli esen ve “akîm”, yani kasıp kavuran bir rüzgârla yok edildiler. Ayrıca, buna ek olarak kendilerini “sayha”, yani korkunç bir çığlık (23/Mü’minûn, 41) yakalayıvermişti.
Bugün de Batıdan esen ve rahmet/bereket getireceği zannedilen rüzgâra gönüllerini açmış zâlim yöneticiler ve onlara uyan insanlar bu rüzgârla ülkenin üstünde dolaşan helâk yüklü bulutları, önceden tahmin etmeleri beklenemez. Ama Hûd (a.s) gibi tevhid önderlerinin izcileri, kendilerine çok iş düştüğünü bilmek ve değil gülmeye; ağlamaya bile vakitlerinin olmadığını değerlendirmek zorundadırlar. Hakkıyla iman edip sâlih ameller yapmalı, Hakkı ve sabrı hem kendileri yaşamalı ve hem de çevrelerine tavsiye etmelidir. Bunun dışında hüsrandan kurtuluşun olmadığını her toplantılarının sonunda birbirlerine hatırlatmalıdırlar.
Son söz olarak demek istiyoruz ki, şirk ve zorbalara uymak Âd kavmine âit özelliktir, yani âdîliktir, alçaklıktır, mel’unluktur. Tarihte olduğu gibi günümüzde de insanın önünde iki yol var: ya Âd kavminin yolu, yani Âdîlik, ya da Hz. Hûd’un (ve tüm peygamberlerin) yolu olan tevhid ve Rabbe itaat/kulluk…
Hakk’a hakkıyla kulluk yapıp dünyada huzur ve âhirette cenneti hak edenlere selâm olsun!
Tefsirlerden
İktibaslarMevdûdî diyor ki: "Âd", en eski Arabistan kabilelerinden birisi idi. Bu kavmin kıssaları çok iyi bilinmekte ve ülkenin her yerinde anlatılmaktaydı. Onların güç, kuvvet ve zenginlikleri hakkındaki hikâyeler çok meşhur hale gelmiş ve sonuçta kökünden helâk edilişleri de ibret alınacak bir örnek olarak anlatılmıştır. Onların bu kötü şöhretleri, isimlerine benzeyen, yeni kelimeler üretilmesine yardımcı oldu. Meselâ, her eski şeye "âdî" ve arkeolojik kalıntılara da "âdiyât" diye isim verilir oldu. Hiçbir izleyeni ve sahibi kalmamış ve bu yüzden çoraklaşmış araziye de "âdî el-arz" denilmektedir.
Eski Arap şiirinde bu kavim sık sık geçer. Arap kabileleri nesep uzmanları, yok olmuş, nesilleri kesilmiş ilk Arap kabilesi olarak Âd kavmini zikrederler. Günün birinde Âd kavminin yaşamış olduğu topraklarda oturan Beni Zahl b. Şeyba adında birinin Yüce Peygamber'e (s.a.s.) geldiği ve çok eski çağlardan beri Âd kavmi hakkında anlatılagelmiş olan hikâyeler naklettiği rivâyet edilmiştir.
Kur'an'a göre Âd kavmi, etrafı Hicaz, Yemen ve Yemame ile çevrilmiş olan Ahkaf adındaki bölgede otururdu. Burasını merkez tutarak Yemen, Umman ve Hadramût'tan Irak'a kadar uzanan çok geniş bir alana hâkimiyetlerini kurmuşlardı. Tarih yönünden kalıntıları oldukça eski olmasına rağmen Güney Arabistan'da Âd kavmine atfedilen bazı kalıntılar halen vardır. Hadramut'un bir bölgesinde, Hz Hûd'un (a.s.) olduğu söylenen bir mezar mevcuttur. 1837'de İngiliz donanmasında görevli James R. Wellested, Hısn-ı Gurab yakınında, Hûd peygamberden bahseden bir levha buldu. Dahası, levhadaki yazı, burada yaşamış olanların Hz. Hûd'un (a.s.) şeriatını tâkip edenler olduğunu da gösteriyordu.
Kureyş'in ileri gelenleri, servetleri ve reislikleri dolayısıyla çok gururlanıyorlardı. Bu yüzden onlara Ahkaf sûresinde Âd Kavminin kıssası anlatılıyor. Arap Yarımadası'nda bu kavim, bu bölgede eski zamanlarda yaşamış en güçlü kavim olarak çok iyi bilinmekteydi.
Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük mânâsı "kum tepeleri" demektir. Fakat ıstılahen Arabistan çölünün (Rubul-Hali) güney-batı kısmının ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır.
İ
bn İshak'ın rivayetine göre, Âd Kavminin yurdu, Umman'dan Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ahkaf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine hâkimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan halklar, bu bölgede bir zamanlar Âd kavminin yaşadığını bilmektedirler.Ş
imdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hûd'un (a.s.) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hûd ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da, burada bir kabrin inşâ edilmiş olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahallî rivâyetlere göre Âd kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harâbeyi (ruins) bu güne kadar Âd kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bugünkü halini gören kimse, bir zamanlar buralarda şanlı ve pek güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu düşünemez. Muhtemeldir ki binlerce sene önce bu bölgeler verimli ve yeşillik idi. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bir çöl haline gelmiş olabilir. Bu gün ise ıssız bir çöl halindedir. İçerlerine girmeye kimse cesaret edememektedir. 1943 yılında Bavyeralı bir asker bunun güney kenarına kadar ulaşmıştı. Bu şahıs anlatıyor: "Hadramut'un kuzeydeki yüksek tepelerinden aşağıya bakınca bu çöl sanki bin fît kadar aşağıda gözüküyordu. Yer yer beyaz kısımları vardı ki eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve tamamen çürürdü. Arabistan bedevileri bu bölgeden çok korkarlar ve katiyyen oraya gitmeye cesaret edemezler. Bir kere hiçbir bedeviyi râzı edemeyince yalnız başıma gittim. Buranın kumu âdeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin uç kısmı ise çürümüştü." Daha fazla mâlumat için bkz. (Arabia and Isles Harold Ingrams, London, 1946, The Empty Quarter, Philby, London 1933. The Unveiling of Arabia, R.H. Kirnan, London, 1937.) (Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, Ahkaf sûresi, 21. âyetin tefsiri)Yine Mevdûdi diyor ki:
"Sizi uyarıp korkutmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr'in gelmesine mi şaşırdınız? (Allah'ın) Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta gelişiminizi arttırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın…” (7/A’râf, 69). Arapçada "âlâ’" kelimesi 1) Nimetler, 2) Tabiatın burhanları, 3) Öğülmeye değer nitelikler gibi anlamlara gelir. Bunların ışığında âyet, "Allah'ın nimetlerini, ikramlarını hatırla ve O'nun bunları senden geriye alacak güce sahip olduğunu da unutma!" gibi bir anlama gelebilir.
“Dediler ki: ‘Sen bize yalnızca Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin?...” (7/A’râf, 70). Bu âyet, Hûd kavminin ne Allah'ın varlığından habersiz olduğunu, ne O'nu inkâr ettiğini, ne de O'na ibâdet etmeyi reddettiğini gösterir. Onların kabule yanaşmadıkları husus, Hz. Hûd'un (a.s.) hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnız tek Allah'a ibâdet etmeye olan çağrısıdır.
“Andolsun dedi, ‘Rabbinizden üzerinize bir azab ve bir gazab gerekli kılındı. Sizin bile babalarınızın isimlendirdiği (düzüp uydurduğu) sahte tanrılar/putlar…” (7/A’râf, 71). "Birisine, "Yağmur Tanrısı", bir diğerine "Hava Tanrısı", "Refah Tanrısı", "Afet Tanrısı" vs. gib adlar veriyorsunuz. Halbuki, bunlar hiçbir şeyin tanrısı değildir. Sadece sizin uydurduğunuz adlardır bunlar." Günümüzde bile, birtakım insanlar diğerleri için "zorlukları gideren", "ihsanlar bağışlayan" vs. gibi isimlerle anarlar. Halbuki onun kimseye bağışlayacak bir ihsânı, hazinesi yoktur. Verecek birşeyi olmayan birisine "veren" demektedirler. Hakikatte bu lakaplar, bu sıfatlarla mevsuf olabilme yetkisi olmayanlara takılan boş laflardır. Bunun için, eğer bir kimse bu lakapların doğruluğunu ispat etmeye çalışırsa, aslında, gerçek ile bir alâkası olmayan bu isimler üzerinde münâkaşaların büyümesine neden olur, o kadar.
“…birtakım isimler (düzme tanrılar ve kurallar) adına mı benimle mücâdele ediyorsunuz, ki Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir…” (7/A’râf, 71). Yani, "Kendi bilginize göre, "Rablerin Rabbi" diye tanımladığınız Allah gerçekte, bu ilâhlardan hiçbirini, bir ilâhın veya rabbin yetkilerini verip temsilci seçmemiştir. O, ne ilâhlık gücünün bir kısmını, filan veya falana vermiş, ne de herhangi bir kişiyi "bağışlayıcı" veya "güçlükleri bertaraf edici" olarak, kuvvet vermek sûretiyle yetkili kılmıştır. Siz, bizâtihî kendi arzunuzla bu ünvanları hoşlandıklarınıza verdiniz."
“Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” (7/A’râf, 72). "Ardlarını kestik, köklerini kazıdık" âyetinin anlamı, "Biz onları, kökünden öyle yerle bir ettik ki, arkalarında onlardan hiçbir eser kalmadı" demektir. Bu, Arap Yarımadasında anlatılagelen rivâyetlerle de, yerleşmiş bir hakikattir. Arkeolojik kalıntılarda, "İlk Âd" kavmine mensup insanların yapıları bile, yeryüzünden bütünüyle helâk edildiklerini göstermektedir. Arap tarihçileri, Âd kavmini, soyu kurumuş, kaybolmuş kabilelerden sayarlar. Öte yandan, Hz. Hûd'un (a.s.) tâkipçilerinin bu felâketten kurtulduklarını ve "İkinci Âd" adıyla bilindiklerini ve Hısn-ı Gurab yazıtlarının da bunların bir kalıntısı olduğunu söylemekteler. Yaklaşık, Hz. İsa'dan (a.s.) 1800 yıl önce yazılmış bu yazıtlardan birkaç alıntı yapalım:
"Bu kalenin içinde, uzun bir zaman son derece, refah ve bolluk içinde yaşadık. Kanallarımız her zaman su ile dolu idi.. Ve idarecilerimiz her türlü kötülükten uzak asil krallardı. Bununla beraber huzuru ve barışı bozanlara karşı sert ve güçlü idiler. Bizi, Hz. Hûd'un (a.s.) şeriatına göre yönettiler ve bütün önemli kararları bir kitaba yazarlardı... Biz mûcizelere ve ölümden sonraki hayata inanırız."
Yukarıdaki bu alıntılar, Hz. Hûd'a (a.s.) inananların, Ad kavminin eski azamet ve zenginliğinin vârisleri haline geldiği husûsunda Kur'an’da ifâde edilen gerçeği doğruluyor (Tefhîmu’l Kur’an).
Seyyid Kutub 7/A’râf sûresi, 59-72 âyetlerinin tefsirinde diyor ki:
İ
nancın tabiatı, tebliğ yolu, toplumun buna yönelmesinin tabiatı, peygamberlik gerçeği ve korkutmanın gerçekleşmesi... Kur'an kıssalarının yöntemi doğrultusunda, bu prensiplerin bu aşamalara göre gerçekleşeceği bu kıssa, işte bu yüzden anlatılıyor: “Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik…” (7/A’râf, 65)Allah'ın yasası gereği her peygamber, fıtratı bozulmamış gönülleri birleştirmek ve kolayca anlamaları ve bilmeleri için kendi kavimlerine ve soydaşlarının lisanı ile gönderilmiştir. Fıtratı bozulanlar bu yasaya hayret ederler. Büyüklenerek kendileri gibi bir insana inanmazlar, çağrısını kabul etmezler ve kendilerine meleklerin tebliğ etmesini isterler! Bu ancak bir bahanedir. Hangi yoldan gelirse gelsin, hidâyete tâbi olmazlar.
Hûd’u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik ve onlara bütün peygamberlerin getirdiği aynı sözler ile seslendi: “…Hûd onlara ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi." (7/A’râf, 65)
Bu sözler asla değişmemiştir. Bu inancın, onsuz var olamayacağı bir kuralıdır. İnsan yaşamının dayandığı temel direktir. Bu, yön birliği, amaç birliği ve ilişki birliğinin garantisidir. Yine bu, insanın, arzularına kulluk etmekten ve kendisi gibi bir kula tapınmaktan kurtulmasına ve bütün arzularını, ihtiraslarını, korkutmalarını ve vaadlerini aşmasını garanti eder.
Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Temel prensibi ise, insan yaşamındaki tüm otoritenin Allah'a has kılınmasıdır. İşte bu, sadece Allah'a kulluğun ve insanların O'ndan başka ilâhı olmamasının anlamıdır. Otorite inançta, Allah'ın bu evrenin Rabbi olmasında, kudreti ve takdiri ile yaratanı ve yöneteni olmasında somutlaşır. Nitekim Allah'ın insanın Rabbi, yaratanı, kudreti ve takdiri ile yönlendireni olduğu inancında da somutlaşır.
Allah'ın dini, insanın pratik hayatında Yüce Allah'ın Rabliğini kabul etme esâsında, O'nun şeriatına ve emrine uyma ilkesinde somutlaştığı oranda, ibâdet amaçlı davranışların Allah'a yöneltilmesinde de somutlaşır. Bunların her üçü de birbirinden ayrılmaz, parçalanma kabul etmez bir bütündür. Yoksa, sözkonusu olan şirktir ki, bu da Allah ile birlikte bir başkasına kulluk etmek, ya da O'nu tamamen bir yana bırakarak başka bir varlığa tapınmaktır.
Hûd (a.s.), toplumuna bu biricik sözü söyledi ve onu, öğüt veren bir kardeşin kardeşine olan şefkati ve halkın iyiliğini düşünen bir önderin samimiyeti ile, yalanlamanın âkıbetiyle korkuttu: “O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi.” Bu âyetten anlıyoruz ki, Hûd’un (a.s.) dini... âhiret inancı, büyük günde cezâ ve hesap inancı olan... en eski dindir. Hûd bu günde soydaşlarını bekleyen azaptan korkuyor... Böylece Allah'ın metodu ve inanç konularını ortaya koyuşu ile dinler tarihi bilim adamlarının ve Kur'an'ın yönteminden habersiz olarak onları izleyenlerin yöntemleri arasındaki farklılık ortaya çıkıyor.
Bu dosdoğru, apaçık saf çağrıyı Hûd’un toplumunda sapık ve yoldan çıkmış kimseler nasıl karşıladılar? "Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri ona: ‘Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu sanıyoruz' dediler." (7/A’râf, 66)
Müşrik Araplar'ın Peygamberimize; "Sapıttı, İbrahim'in dininden döndü" demeleri gibi. Sapıklığı üst noktaya varanlar, aptallığın en belirginini işleyip ebedî azâba koşanlar, işte böyle onu aptal ve sapık sayarak hidâyete çağırıyorlar! Hatta yaratılışında bozulma bu dereceye ulaşınca, küstahlık da işte bu dereceye varır! Mihenk ölçüsü, Allah'ın hatasız ve yanılmaz terazisi olmayınca, işte böyle ölçüler değişir, değer hükümleri geçersiz kalır ve hevâlarla/arzularla hüküm verilir.
Allah'ın hidâyeti ile doğru yolu bulanlara bugünün câhiliyesi ne diyor? Onlara aptal, saf, bağnaz ve sapık demekte, kendilerinden olup, görüşlerini kabul edenler ve hoşnut olanları, evet hem de, pis su birikintisine, câhiliyenin düşüp yuvarlandığı bataklığın kılavuzu olan kimseleri, akıllı kimseler sayıyorlar. Tenlerini göstermeyen genç kızlara bugünün câhiliyesi ne diyor? Çırılçıplak vücutlara hoş bakmayan gençlere ne diyor? Onların bu yücelik, paklık ve temizliklerine, geri kalmış, donmuş ve şehirleşememiş “mürteci!” damgasını vurmaktadırlar. Câhiliye, onların bu yücelik, paklık ve arınmalarını, pis su birikintisi içindeki bataklığa batırmak için, sahip olduğu tüm reklam ve propaganda olanaklarını seferber eder. Câhiliye, ilgileri futbol, film, sinema, televizyon vb. tutkunluğundan daha yüce olan ve dans ve oyun salonları düşkünü olmayan kimselere ne der? Onlara, içine kapanık, kültür yoksunu “donuk” ve “saf” kişiler der. Yaşamlarını bu tür şeylerde harcamaları için tüm gayretini sarfeder.
Câhiliye aynı câhiliyedir... Sadece şekil ve dönemler değişmiştir!
Hûd (a.s.) aptal ve saf olmadığını ilân ediyor, çağrısının özünü ve kaynağını onlara açıklıyor. Bu çağrıyı, kendi arzu ve kuruntularından uydurmuş değildir. O yalnızca, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen, yanısıra öğüt ve emânet görevini yüklenen ve Allah'tan gelen vahiy sâyesinde onların bilmediğini bilen bir elçidir. O Allah'ı içinde buluyor. O’nunla ilişki içindedir, onlar ise O'nunla kendileri arasında perde çekmişlerdir.
“Hûd onlara dedi ki; ‘Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim." (7/A’râf, 67-68). Burada, sûrenin akışı içerisindeki bu boşlukta bir an için şunu hissediyoruz. Sanki onlar, Allah'ın kendi aralarından onlar gibi bir insanı elçi seçmesine, onu soydaşlarına göndermesine, bu peygamberlerin rûhunda, böyle seçilmemiş diğer insanların hissedemediği bir ilim hissetmesini hayretle karşılıyorlar. Âyetlerin akışı içerisinde bir anda hissettiğimiz bu ayrıma daha sonraki âyetler deyinmektedir.
"Sizi uyarmak üzere içinizden biri aracılığı ile Rabbiniz tarafından size mesaj olması tuhafınıza mı gidiyor?... (7/A’râf, 69). Bu seçimde tuhaf olan ne var ki? Asıl bu insan yaratığının tüm işleri tuhaftır. Bütün âlemlerle etkileşim içerisindedir. Tabiatında yer alan Allah'ın rûhundan üfürme bileşeni nedeniyle Rabbi ile bağlantı halindedir... Allah aralarından bir elçi seçtiği zaman -ki Allah elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir- yapısına yerleştirilen, Allah ile bağlantı kurabilme ve O’ndan vahiy alabilme yeteneği sâyesinde, bu elçiyi kabullenecektir. İşte, ona insanlığını kazandıran hayretengiz yaratılışlı bu yaratığın yüce konumunun nedeni olan incelikli sır budur.
Hûd (a.s.) onlara peygamberliğin amacını açıklıyor: "Sizi uyarmak için… Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz."
Bu sakındırma, sonuçta Allah'ın rahmetine ulaşabilsinler diye kalpteki sakınma duygularını coşturma amacı güdüyor... Bunun arkasında Hûd’un lehine ne bir şahsî çıkar, ne de bir maksat sözkonusu. Sadece bu şerefli ve yüce amaca sahip...
Fakat insan fıtratı, belirli bir derecede bozulmaya uğrayınca; ne düşünüyor, ne değerlendiriyor, ne de öğüt alıyor. Bu noktada ona artık ne korkutma, ne de hatırlatma bir yarar sağlayacaktır.
İ
şte, peygamberlerin aynı mesajı ve kavimlerinin hep aynı küstah tavrı; aynı tartışma ve aynı netice... Bu aynı kanun, yürürlükteki yasa ve İlâhi âdettir...Âd kavmi, Nuh'un ve gemide, sayılarının 13 olduğu söylenen, yanında olup, kurtulanların torunlarıdır… Şüphe yok ki, bunların ataları, gemide kurtulan mü’minler, Nuh'un dininde -ki İslâm’dı- idiler ve kendisinden başka ilâh olmayan biricik Allah'a tapınıyorlar ve O'nun âlemlerin Rabbi olduğuna inanıyorlardı. Zaten Nuh da onlara ‘Fakat ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim' demişti. Uzun bir süre geçti. Yeryüzüne dağıldılar. Şeytan her zamanki oyunlarını onlara da oynadı. Onları -öncelikle mülk ve mal sevgisi olmak üzere- Allah'ın şeriatına değil, kendi isteklerine göre, arzuları doğrultusunda yöneltti. Hûd'un kavmi peygamberlerinin tek olan Allah' a tekrar kulluğa çağırmasını hoş görmeme sapıklığına düştüler. "Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd onlara ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi."
Bu sözleri daha önce Nuh da söylemiş, kavmi onu yalanlamış, bu nedenle başlarına gelen gelmişti. Allah onların ardından Âd kavmini gönderdi. Burada onların yurtları belirtilmiyor. Başka sûrelerden öğreniyoruz ki, onlar, Yemen sınırında Yemâme ve Hadramut arasında yüksekçe yerler olan Ahkaf'lıdırlar. -Bunlar da daha önce Nuh'un kavminin gittiği yolu izliyorlar. Bu yolu izleyenlerin başlarına gelenleri ne düşünüyorlar, ne de hatırlıyorlar. Bu yüzden Hûd Allah'tan ve bu korkunç sonuçtan korkmamalarından endişe ederek, onlara seslenirken ‘O'ndan korkmuyor musunuz?' sorusunu da, sözlerine ekledi.
Kavminin ileri gelenlerine, soydaşlarından birinin onları hidâyete çağırması ve çok az sakınmalarını hoş görmemesi ağır geldi ve haddi aşarak, onu deli ve ahmak saydılar. Ne kötü değer takdiri! Utanmadan ve hayâsızca, hep beraber peygamberlerini delilik ve yalancılıkla suçlamaya kalkıştılar: "Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri ona ‘Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu sanıyoruz' dediler." Araştırmadan, düşünmeden ve hiçbir delile dayanmadan, böyle ölçüsüzce davrandılar. "Hûd onlara dedi ki; Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim."
Kendisinden, -sapıklık iddiasını reddettiği gibi- aptal olduğu iddiasını da kesinlikle ve doğrulukla reddetti. -Daha önce Nuh'un ortaya koyduğu gibi- onlara, elçiliğinin kaynağını ve hedefini açıkladı, bu konuda onlara öğüt verdiğini ve tebliğinde doğru sözlü olduğunu da ortaya koydu. 'Tüm bunları, onlara bir dâvetçinin yumuşaklığı ve güvenilir bir kişinin doğruluğu ile söyledi.
Daha önce Nuh kavminin tuhaf karşıladığı gibi, onlar da peygamberlikten kaynaklanan bu misyonun içeriğini garipsemiş olmalılar ki, sanki her ikisi de aynı rûhu taşıyan bir kişilikmişçesine, Hûd da onlara daha önce Nuh'un söylediği sözleri tekrarlıyor: "Sizi uyarmak üzere içinizden biri aracılığı ile Rabbinizden size mesaj gelmesi tuhafınıza mı gidiyor?"
Sonra sözlerine, onlara sunulan bir gerçeği ekliyor... Nuh kavminden sonra yeryüzüne halef olmaları, dağlık bölgede türemeleri nedeniyle vücutça sağlam ve kuvvetli olmaları, yanısıra otorite ve saltanat verilmesi gerçeğini: "Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine geçirdiğini, sizi vücut yapısı bakımından onlardan daha güçlü yarattığını hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz."
Nimetlere şükürle karşılık verme, azgınlıktan kaçınma, geçmişlerin sonundan sakınma, bu halef olmanın, bu güç ve kuvvetin gereklerindendir. Onlar değişmeyen, şaşmaz İlâhi kanuna uygun olan ve belirli bir kadere göre işleyen yasaların işlemeyeceğine dair Allah'tan söz mü aldılar? Nimetleri sayıp dökmek, insanlarda şükrü doğurur. Nimete şükür ise, sebeplerin korunmasını ister. Bunun ardından da, dünya ve öte dünyada kurtuluş sağlanır.
Fakat fıtrat değiştiği zaman, insan ne düşünüyor, ne uyarıları değerlendiriyor, ne de öğütleri dinliyor. İşte böylece kavmin ileri gelenleri günah içinde, gurura kapıldılar, tartışmayı kısa kestiler ve öğütleri ağır bulanın aceleciliği ile uyarıları alaya aldılar ve azâbın çabuk gelmesini istediler: “Soydaşları ona dedi ki, Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin. Eğer söylediklerin doğru ise, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!” Sanki bakmaya dayanamadıkları ve dinlemeye sabredemedikleri kötü bir işe çağırılıyorlar!
“Soydaşları ona dedi ki, ‘Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin?” Gönüllerin ve akılların ülfet peydah ettiği realiteye tutsaklık duygusuna dair ne kötü bir manzara! Bu tutsaklık duygusu insanı, inceleme ve değerlendirme hürriyeti, düşünce ve inanç hürriyeti gibi insanlık özelliklerinden soyutluyor. Kişiyi gelenek ve göreneklerin, örf ve âdetlerin kulu, kendisi ve kendi gibi diğer kölelerin arzularının kulu yapar ve bilgi ve aydınlığın tüm yollarını ona kapatır.
Böylece kavim, gerçekle yüzyüze gelmekten, daha doğrusu kulu oldukları bâtılın saçmalığını düşünmekten kaçınarak, azâbın çabuk gelmesini istiyor ve güvenilir öğütçü peygamberlerine şöyle diyorlar: "Eğer söylediklerin doğru ise, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!"
Daha sonra, Peygamberin kesin ve hızlı karşı cevabı geliyor: "Hûd onlara dedi ki: ‘Rabbinizin azâbı ve öfkesi hakkınızda kesinleşti. Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlar üzerine benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum."
Rabbinin kendisine bildirdiği, hak ettikleri ve kaçacak hiçbir sığınakları bulunmayan âkıbetlerini onlara ulaştırıyor... Bu beraberinde Allah'ın gazabı olan, def edilemez bir azâb. Sonra azâba dâir bu aceleleri peşisıra azap hızlandırılıyor. Düşünce ve inançlarının bayağılığı ortaya konuyor.
“Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlar üzerine benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz?” Allah'la birlikte kulluk ettiğiniz şeylerin hiçbir gerçekliği yoktur. Kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlardır. Allah onlar hakkında bir kanıt indirmemiş ve izin de vermemiştir. Bu durumda ne onların bir otoriteleri, ne de sizin buna dâir bir kanıtınız vardır.
Kur'an'da tekrar edilen “Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği” ifâdesi, temel bir gerçeği düşündürüyor... Allah'ın indirmediği her söz, kanun, örf veya düşüncenin bir ağırlığı yoktur, etkisi azdır ve kayboluşu çabuk olur... Fıtrat, tüm bunları hafife alır. Eğer sözler, Allah'tan geliyorsa, Allah'ın onlara yerleştirdiği bir yetki nedeniyle, bir ağırlığı vardır ve gönüllere işler, yerleşir.
Nice alımlı düşünce, nice süslü ve otorite destekli sosyal kurum ve uygulama vardır, ama Allah'ın otoritesinden kaynaklanan bir güç içeren sözleri karşısında eriyip gider. Huzurlu bir güven ve yetkinliğin verdiği sağlamlık içerisinde Hûd soydaşlarına meydan okudu: "O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum."
Bu güven, Allah'a çağıranların hissettiği gücün kaynağıdır... Hûd, getirdiği hakkın Allah'ın otoritesinden aldığı gücü ve kuvveti bildiği gibi, bâtılın -her ne kadar yaygın ve güçlü görünse de- gerçekte zayıf, etkisiz ve güçsüz olduğunu da yakînen bilir.
Bekleyiş pek uzun sürmüyor: "Hûd'u ve beraberindekileri rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayarak inanmamış olanların ise kökünü kuruttuk." Bu, geriye bir kişi bile bırakılmadan gerçekleşen tam bir yok ediştir. Bu olay hakkında, son ferdine kadar bütün kavim yok edildiği için, ‘kökleri kazındı’ ifâdesi kullanılabilir.
Böylece yalanlayanların defterinden bir sayfa daha kapanmaktadır. Uyarı yarar sağlamadığı halde, başka bir uyarı daha yapılıyor... Başka sûrede bu azap hakkında ayrıntılı bilgi verildiği halde, burada ayrıntıya girilmiyor. Biz de, konuları hızlı geçmeyi amaçlayan bu âyetleri izleyerek, durmuyoruz ve bu âyetteki yerler hakkında fazla ayrıntıya girmiyoruz (Fî Zılâli’l Kur’an, A’râf Sûresi, 65-72. âyetlerin tefsiri).
Yine Seyyid Kutub, 11/Hûd, 59 ve 60. âyetlerin tefsirinde de şunları söyler:
“İşte sana o Âdoğulları; onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, O'nun peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular. Gerek bu dünyada gerek kıyâmet gününde Allah'ın lânetine uğradılar. Haberiniz olsun, Âdoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Hûd'un soydaşları olan Adoğulları! (11/Hûd, 59-60)
"İşte sana o Âdoğulları..." Uzakta kalmış, geçmişin karanlığına gömülmüş bir olgudan sözedilir gibi. Oysa âyette az önce onların serüvenleri anlatılıyordu, yok oluşları da canlı bir sahne halinde okuyucuların gözleri önüne serilmişti. Fakat artık geçip gittiler. Bakışlardan ve düşüncelerden uzaklaştılar. Şimdi âyeti incelemeye çalışalım: "İşte sana o Âdoğulları; onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar; O'nun peygamberlerine karşı geldiler."
Gerçekte Hz. Hûd'un soydaşları bir tek peygambere karşı gelmişlerdi. Ama tüm peygamberlerin getirdikleri mesaj aynı değil midir? Buna göre kim bir peygamberin sözünü dinlemez ise, aslında tüm peygamberlere karşı gelmiş olur. Ayrıca "âyetler" ve "Peygamberler" kelimelerinin çoğul olarak kullanılması bir başka üslûp inceliği taşır. Bu yolla adamların suçları büyük gösterilmiş, alçaklıklarına projektör tutulmuş oluyor. Bu adamlar "âyetleri" yalanlamışlar ve "peygamberler"e karşı gelmişlerdir. Ne büyük bir suç işlemişler ve ne kadar iğrenç bir cürmü gerçekleştirmişlerdir! Devam ediyoruz: "Ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Başlarına çöreklenen her zorbanın, gerçeğe teslim olmaya yanaşmayan her şımarık diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Oysa onlar başına buyruk diktatörlerin boyunduruğundan çıkmakla, kendilerine âit işleri kendileri düşünmekle, zorbalara kuyruk olup insanlık haysiyetlerini çiğnetmemekle yükümlü idiler. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hz. Hûd ile Adoğulları arasındaki ana mesele, temel tartışma konusu; Âdoğulları'nın sırf yüce Allah'ın rablığını kabul edip etmemeleri, kula kul olmayı kesinlikle reddederek tek Allah'ın kesin egemenliğini benimseyip benimsememeleri idi, mesele egemenlik ve bağlılık meselesi idi. Başka bir deyimle, aradaki tartışmanın ağırlık noktası, "egemenliğine girecekleri ve emirlerine uyacakları Rab kimdir?" sorusunun cevabı idi. Bu gerçek, Yüce Allah'ın az önce okuduğumuz şu âyetinde açıkça ortaya çıkıyor: "İşte sana o Âdoğulları; onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Temel tartışma konusu peygamberlerin emirlerini çiğneyip zorbaların emirlerine boyun eğme meselesidir. İslâm; peygamberlerin emirlerine uyup -çünkü bu emirler aslında Yüce Allah'ın emirleridir- zorbaların emirlerine karşı gelmek, baş kaldırmaktır. Her peygamberlik misyonunda ve her peygamberin mesajına göre bu nokta, câhiliye ile İslâm arasındaki, kâfirlik ile mü’minlik arasındaki yol ayrımıdır.
Söylediklerimiz şunu ortaya koyuyor: Tek Allah çağrısının öncelikle üzerinde ısrarla durduğu ilke, Yüce Allah'tan başkasının egemenliğinden kurtulmaktır; zorba diktatörlerin sultasına baş kaldırmaktır. Bu çağrıya göre kişilik onurunu çiğnetmek, özgürlükten fedakârlık etmek, kendilerini bir şey sanan zorbalara boyun eğmek müşriklik ve kâfirlik suçudur. Bu suçu işleyenler, bu alçaklığı içlerine sindirenler, dünyada helâk edilmeyi ve âhirette azâba çarpılmayı hak ederler. Yüce Allah, insanları özgür olsunlar, hiçbir yaratığa kul-köle olmasınlar, bu özgürlüklerini fedâ edip herhangi bir zorbaya, herhangi bir diktatöre, herhangi bir başına buyruk lidere körü-körüne itaat etmesinler diye yaratmıştır. İnsanların onurlu oluşlarının gerekçesi budur. Eğer insanlar bu onurluluk gerekçeleri üzerinde titizlikle titremezlerse Yüce Allah katında ne onurları kalır ve ne de kurtuluşa erebilirler. Yüce Allah'ın egemenliğinden çıkarak kullardan birinin sultası altına giren bir toplumun onurlu olduğunu, insan toplumu olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Öte yandan kulların egemenliğini, zorbaların boyunduruğu altına girmeyi kabul edenler, güçlüler karşısında zayıf kaldıkları gerekçesi ile bu baskıya boyun eğdiklerini ileri sürebilirler. Fakat bu geçerli bir mâzeret değildir. Çünkü ezici çoğunluğu onlar oluşturur, karşılarındaki zâlimler, zorbalar bir avuç azınlıktır. Buna göre eğer bu zorbaların boyunduruğundan kurtulmak isteseler bu yolda bazı fedâkârlıkları göze almak pahasına haksız baskılara karşı başkaldırarak diktatörlere aşağılanma vergisi ödemekten, ırzlarını ve mallarını bu canavarların ağız yemi olmaktan kurtarabilirler.
Âdoğulları helâk oldu, çünkü başlarına geçen her zorba diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Dünya ve âhiret lâneti ile uğurlanarak helâk oldular. Okuyoruz: "Gerek bu dünyada, gerekse kıyâmet gününde Allah'ın lânetine uğradılar."
Yüce Allah, yine de onların peşini bırakmıyor. Kendilerini lânetli yolculuklarına çıkarırken, sicillerini, kirli çamaşırlarını, bu duruma düşmelerinin ana sebebini herkese açık bir duyuru ve yüksek frekanslı bir uyarı ile insanlara ilân ediyor. Okuyoruz: "Haberiniz olsun ki, Âdoğulları Rablerini inkâr ettiler."
Sonra da onlara kovulma ve uzaklara sürülme bedduâsı okunuyor. Okuyalım: "Hey kahrolsun, (gözlerden ırak olsun), Hûd'un soydaşları olan Âdoğulları!"
Hedefi son derece net biçimde belirlenmiş bir bedduâ ifâdesi ile karşı karşıyayız. Sanki üzerlerine salınan lânete açık adres veriliyor, hedefini şaşmadan hemen başlarına çöreklensin diye! Bir daha okuyalım: "Hey, kahrolsun (gözlerden ırak olsun) Hûd'un soydaşları olan Âdoğulları."
Hz. Hûd'un Kıssasından Çıkarımlar: Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu sûrede anlatılan biçimi ile Hz. Hûd ile soydaşlarının hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyâmet gününe kadarki gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları, Kur'ân-ı Kerim'in ilk muhâtapları olup onun ışığında o günlerin câhiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları değildir sadece; tersine bu işaret taşları, kıyâmet gününe kadar câhiliyeye karşı mücâdele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir. İşte Kur'ân-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları sûrenin hızlı akışı içinde âyetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri, bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya deyinmek istiyoruz. İbâdeti ve kulluğu birlikte Yüce Allah'a sunma çağrısı. Kur'ân-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibâdet) ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibâdet etmeyi, sürekli biçimde dünya ve âhiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibâdet" kelimesi sözlük anlamı ile bu demektir. Çünkü "ibâdet"; kökünden türemiş bir fiil olan "abede": "Boyun eğdi, baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin oluşturduğu "Tarîkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehû" ifâdesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.
Zâten Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhâtapları olan ve "ibâdet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "Yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de "ibâdet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de "bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münâsebetle yaptı. Bir defasında sahâbîlerden Adiyy b. Hatem'e yahûdiler ile hristiyanlardan, onların hahamlarını ve râhiplerini rab edinmelerinden sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile râhipler, yahûdiler ile hristiyanlara helâl şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilân etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır. Bu da onlara ibâdet etmeleri demektir."
"İbâdet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibâdet" kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu içeriğin bağımlı tezâhürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibâdet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâm’dan çıkararak câhiliyenin bataklığına düşüren "Allah'tan başkasına ibâdet etme" eyleminin sadece ibâdet içerikli davranışları Allah'tan başkasına, meselâ putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden kaçındıkça, câhiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâm’a girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibâdet" kavramının özüne yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma girişimidir. Bu kavram, her konuda Yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek ve yine her konuda Yüce Allah'tan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbâdet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi, Peygamber Efendimiz "Yahûdiler ile hristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve râhiplerini ilâh edindiler" âyetini (9/Tevbe, 31) açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra, o konuda artık hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız gibi bu dinin mâhiyeti ve stratejisi konusunda Yüce Allah'ın bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi ise bu sûrede anlatılan biçimi ile Hûd hikâyesinde bu meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz. Hûd ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hûd'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının içinde debelendikleri câhiliye arasındaki çatışmanın da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur" derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hûd, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım, sakın ibâdet amaçlı davranışlarınızı Allah'tan başkasına sunmayınız" demek istemiyordu. Oysa "ibâdet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hûd'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hûd'un soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve âhirette lânete uğramalarını haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı yüce Allah'tan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki, Hz. Hûd, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz ağır cezayı haketmelerine yol açan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm âlemlerin Rabbinin "İşte o Âdoğulları, onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" âyetinde belirttiği gibi, Rablerinin âyetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.
Onların "Rablerinin âyetlerini yalanlamaları" peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine duyurdukları İlâhî yasalarda, Allah'tan başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rablerinin âyetlerini yalanlamış ve peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâm’dan çıkıp müşrik olmuş olurlar. Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır. Hz. Âdem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâm’dı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp câhiliye bataklığına saplanagelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan İslâm çağrısı, insanları câhiliye bataklığından çıkarıp İslâm’ın aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibâdet" teriminin gerçek anlamı sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibâret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları İslâm’a çağıran önderlerin ve mü'minlerin mâruz kaldıkları bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de âhiret hayatının sistemini Yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine bağlamaktır.
İ
lâhın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, Yüce Allah böyle bir sonuca -hâşâ- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin var olması şarttır.2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın. Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" âyetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim Peygamberimizin, "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve bu sûrenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği açıklayan âyet şuydu:
“Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza ‘büyük gün’ün azâbından korkarım.” (11/Hûd, 3)
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçer yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini, hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı}, Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve yanı sıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler. Kur'ân-ı Kerim, sık sık Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç gerçekle Yüce Allah'ın kıyâmet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. (Bu vurgulamaya örnek oluşturan âyetler için bk. 21/Enbiyâ, 16-25; 22/Hacc, 5-7, 54-67)
Gerek bu âyetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka âyetlerde görüyoruz ki, Yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu bütünden Yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak, Yüce Allah'ın zâtında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesâbında, ödüllendirmesinde ve cezâlandırmasında ifâdesini bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler. Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya Yüce Allah'ın mâhiyetini bilmediğimiz takdîrî yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler âlemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret ederken şöyle demiştik: Hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin âdil karşılığını alır. Herkes kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin yanı sıra toplumsal güvenliğin ve toplumsal huzurun mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar âhiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilâhların etrafında çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler uydurma ilâhlara, putlara gerçek ilâhlığın bazı niteliklerini yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak İlâhî sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan, insanlar adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfî sultasına fırsat vermeyen Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata yansıyacak olan imanın meyvelerinin, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
3- Şimdi de Hz. Hûd'un, soydaşlarına karşı takındığı o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi o, son aşamada soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edâsı ile, savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı (11/Hûd, 54-57).
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hûd bir tek adamdır. Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddî uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var. Nitekim Yüce Allah, başka bir sûrede Hz. Hûd'un soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır (26/Şuarâ, 123-138)
Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler yapmışlar! İşte Hz. Hûd, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca. Soydaşları olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına koymamalarını, yapacaklarından pervâsı olmadığını yüzlerine karşı haykırıyor!
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar Yüce Allah'a başkaldırma konusunda, onun tehditlerini alaya alma konusunda, ona karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki!?
Bu şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddî gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar ona ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de, verdiklerini geri alan da onun Rabbi değil miydi?
İ
nsanları Allah'a çağıran dâvâ adamları, Rablerin yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sâyesinde çevrelerini sarmış olan azgın câhiliye cephesi karşısında durabilirler. Câhiliye cephesinin maddî gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış, deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri Rablerinin avucu içindedir" ve insanlar, bütün insanlar "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!Bu dâvâ adamları, günün birinde mutlaka içinde yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta Yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece ilâhlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman Yüce Allah'ın dostlarına vaad ettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde yok edilir. Bu yok etme, daha önce akla gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir.
Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücâhidler ordusu oluşturmuş olurlar (Fî Zılâli’l Kur’an, Hûd Sûresi, 59-60. âyetlerin tefsiri).
M. Sait
Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 9-10Celal K
ırca, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 334Yusuf Kerimo
ğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c, 1, s. 25-27Ali Akp
ınar, Kur’an Coğrafyası, s. 121-122Ömer Faruk Harman, TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 443Halid Erbo
ğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 172Hârun Yahya, Kavimlerin Helâk
ı, s. 56-70M. Sait
Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 10-12İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222
Cengiz Duman, Haksöz, Say
ı 38, Mayıs 94Levent Uçkan,
İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 16-20; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)C. Duman, a.g.m.
Nuri Tok, Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 97-98
Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
A- Hûd’un (a.s.)
İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124.B- Hûd Kavminin ad
ı olan Âd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 7/A’râf, 65, 74, 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 50, 59, 60, 60; 14/İbrâhim, 9; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 123; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 15; 46/Ahkaf, 21; 50/Kaf, 13; 51/Zâriyât, 41; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18; 69/Hakka, 4, 6; 89/Fecr, 6.C- Ahkaf Kelimesinin Geçti
ği Âyet-i Kerime: 46/Ahkaf, 21.D-
İrem Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 89/Fecr, 7.D- Hûd (a.s.) ve Kavmini Konu Edinen Âyet-i Kerimeler
a- Hûd (a.s.)’un Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-60; 23/Mü’minûn, 31-41; 26/
Şuarâ, 123-140; 46/Ahkaf, 21-23; 54/Kamer, 18-21.b- Hûd (a.s.), Âd (
İrem) Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50; 23/Mü’minûn, 32; 26/Şuarâ, 125; 46/Ahkaf, 21.c- Âd Kavmi, Nuh Kavminden Sonrad
ır: 23/Mü’minûn, 31.d- Birinci ve
İkinci Âd Kavimleri: 53/Necm, 50.e- Âd Kavminin Oturdu
ğu Yer: 46/Ahkaf, 21.f- Âd Kavminin Kötülü
ğü: 26/Şuarâ, 128-130; 41/Fussılet, 15; 69/Hakka, 4, 9.g- Hûd (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-57; 23/Mü’minûn, 32-38; 26/
Şuarâ, 123-138; 46/Ahkaf, 21-23.h- Hûd (a.s.)’un, Kavmine Kar
şı Allah’a Duâsı: 23/Mü’minûn, 39-40.i- Âd Kavminin Yok Olu
şu: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 57-60; 23/Mü’minûn, 39-41; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 139-140; 29/Ankebût, 38; 41/Fussılet, 15-16; 46/Ahkaf, 24-26; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 41-42; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18-22; 69/Hakka, 6-8; 89/Fecr, 6-8, 11-13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Kur’ân-
ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.Kur’an Co
ğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y. 121-122Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 97-101
Kavimlerin Helâk
ı, Hârun Yahya, Vural Y. s. 56-70Allah’
ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
Şamil
İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Hûd md. M. Sait Şimşek, c. 3, s. 9-10; Âd md. c. 1, s. 25-27; İrem md. Halid Erboğa, c. 3, s. 172; Hûd Sûresi md. M. Sait Şimşek, c. 3, s. 10-12TDV
İslâm Ansiklopedisi, Âd md. Celâl Kırca, c. 1, s. 333-334; Hûd md. Ö. Faruk Harman, c. 18, s. 279-281; İrem md. Ö. Faruk Harman, c. 22, s. 443Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. Hûd md. c. 8, s. 427-439; Âd md. c. 1, s. 82-104; İrem md. c. 10, 157-160Kur’an’da Toplumsal Çökü
ş, Ejder Okumuş, İnsan Y.Lânetlenmi
ş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim,
İnsan Dergisi Y.Kur’an K
ıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.Kur’an K
ıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
Bireysel ve Toplumsal De
ğişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.Toplumsal ve Kültürel De
ğişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.Toplumsal De
ğişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.
Ş. Y.Peygamberler Ayd
ınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.Peygamberler Tarihi, M. Âs
ım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.Peygamberler Tarihi,
İlhami Ulaş, Osmanlı Y.Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ate
ş, Nesil Basım YayıynPeygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursal
ı, Ölçü Y.Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazanc
ı, Nil A. Ş.Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
Peygamberlerden K
ıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.Peygamberlerin Hayat
ı, Seyyid Kutub, Ravza Y.Peygamberlerin Hayat
ı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.Peygamberlerin Hayat
ı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.Peygamberlerin K
ıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.Peygamberlerin Mûcizeleri, H.
İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Bas
ın Yayın Birliği Y.Kur'an-
ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayat
ı, Mevdudi, Pınar Y.Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
Kur'ân-
ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.Kur'an'
ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.Kur'ân-
ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.K
ısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.Âyetler I
şığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 539-545Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat,
Şafak Y. s. 80Tefsirde
İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 99-108, 216-222İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 35-38
Âd Kavmi ve Hz. Hûd, Cengiz Duman, Haksöz, say
ı 38, Mayıs 94