Kur'anda Değiştirilmek İstenenler Nelerdir?
Dua Ve İbadet Ancak Allah'adır
Allah'ın Cemalini Seyretmek Cennetlikler:
Muhammed Kur'an'ı Uydurdu Diyenlere Cevap
Kur'an Hangi Yönlerden Mü'cizedir?
Yarar Ve Zarar Vermede Velilerin Durumları
Allah, Kul Üzerinde Nimetinin Eserini Görmek İstiyor
Velîlerin Üzmemesi Ne Demektir?
Hiçbir Mertebe Peygamberlikten Üstün Değildir
Ken'an Nuh'un Gerçek Oğlu Mudur?
Hz. Nuh Ve Tufan Hakkında Kur'an İle Tevrat Arasında
Mukayese
Nuh'un Peygamberliği Umumî Midir?
Kabe Hz. Musa'nın Da Kıblesi Miydi?
Firavun Niçin İman Etmeye Kalktı?
Firavun'un Cesedinin Sahile Atılması Meselesi
Hz. Peygamber (S.A) Kur'an'dan Şüphe Edebilir Mi?
Bilmeyen Bir Kimsenin Alimlere Sorması
Bu Sureye Niçin Yunus Adı Verilmiştir?
En meşhur rivayete göre Yunus Suresi, Mekke döneminde ve İsra ile Hud surelerinden sonra inmiştir. Osman bin Ata kanalıyla îbn Abbas'tan gelen «Yunus Suresi Medine döneminde inmiştir» şeklindeki rivayet sahih değildir. Nitekim İbn Abbas ve diğer mü-fessirlerden gelen farklı rivayetler bunun aksini göstermektedirler. Ayrıca surenin içeriği de Osman bin Ata'nın rivayetini reddetmektedir. Çünkü surenin konusu, Tevhid'in temellerini tesbit etmek, şirkin temellerini yrkmak, risalet ve haşr ile ilgili meselelerin hak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuların Mekke dönemi surelerinin ana temaları olduğu herkesçe bilinen bir şeydir.
îmanı Suyuti 94 ve 95, ayetlerin Medine döneminde, bazı alimlerde 40. ayetin Yahudiler hakkında ve Medine'de nazil olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise surenin başından 40. ayetine kadar olan bölümün Mekke'de, geri kalanının ise Medine'de nazil olduğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşü İbn Fürs ve Cemel'ul-Kurra' smda Sahavî nakletmiş tir.
Yunus suresinin Tevbe süresiyle olan münasebetleri şu noktalardır :
a) Tevbe suresi Hz. Peygamber'in (s.a) risaleti bahsiyla sonuçlanırken, Yunus suresi de aynı konuyla başlamıştır.
b) Tevbe suresinin ağırlıklı konusu olan 124-127. ayetler, münafıkların durumunu, Kur'an nazil olduğunda nasıl davrandıklarını ve neler söylediklerini ortaya koyarken, Yunus suresinin ağırlıklı konusu olan 15, 16, 17, 27 ve 40. ayetleri kafirlerin durumunu ve Kur'an hakkındaki sözlerini gözler önüne sermektedir.
Ancak burada dikkat edilecek husus; gerek bu iki sure gerekse diğer surelerin birbirleriyle münasebetleri bağlamında söylenenler bugün elde bulunan Kur'an'ı Kerim'in surelerinin sıra-lanmasındaki tek neden değillerdir. Çünkü çoğu kez bu iki sure konularındaki ilişkilere rağmen biraraya getirilmiş değildir. Sözgelimi buna Hümeze süresiyle Tebbet sureleri örnek olarak verilebilir. Çünkü ikisinin de konusu birdir.
Bazıları Mekkî surelerinin çoğunluğuyla, Medenî sureler arasındaki ilişkilerin daha kuvvetli olduğunu söylemişlerdir.
Konularının çoğunluğu akide, genel kurallar ve caydırıcı azaplar olan Mekkî surelerle, çoğunun konusu amelî hükümlerden meydana gelen Medenî surelerin arasına fasıl koymanın bir hikmeti de okuyucuya hareketlilik verip, düşünme imkânı sağlamaktır. Bu tıpkı Kur'an'ın bir tek suresinde, akide, kurallar, amelle ilgili hükümler, edebî üslûblar, teşvik, inzar, müjde, meseller ve kıssaların bir araya getirilmesindeki hikmet gibidir. Bu hususta tek güvenilir neden Hz. Peygamberin (s.a) emridir ve dolayısıyla ona tâbi olmaktır.
Yunus suresinin ayetleri tüm Kurra'ya göre 109'dur. Şamî 110 olduğunu söylemiştir. Kelimeleri 1832, harfleri 9099'dur. Tenvir' ul-Mikbas's, göre kelimeleri 1802'dir. [1]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1- Elif, Lam, Ra. İşte bunlar muhkem (ve mu'ciz) olan Ki-tab'ın ayetleridir.
2- İnsanları kötülüklerden sakındırmak, müminlere, Rab-leri yanında kendilerine mahsus olmak üzere doğru bir makam bulunduğunu müjdelemek için içlerinden bir kimseye vahyetme-miz insanlara şaşırtıcı mı geldi? Kafirler, «Bu apaçık bir sihirdir» dediler.
3- Rabbiniz gökleri vs yeri altı günde yarattıktan sonra (kainatın) işini idare etmek için arşın üzerine istiva etti. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte Rabbiniz Allah bu (zat) dır. O'na kulluk edin. Düşünmüyor musunuz?
4- Hepinizin dönüşü ancak O'nadir. Bu, Allah'ın gerçek va' didir. İman edip, salih amellerde bulunanlara adaletle karşılık versin dîye yaratmayı başlatan, sonra o yaratmayı tekrar eden kuşkusuz ki O'dur. Küfre sapanlara gelince küfre kaymalarından Ötürü onlara kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır.
5- Güneşi aydınlık, ay'i da nur kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ay'a duraklar takdir (ve tesbit) eden O'dur. Allah onları ancak hak ile yaratmıştır. (Allah) ayetleri bilen bir kavim için açıklamaktadır.
6- Kuşkusuz ki gece ve gündüzün peşisıra gelişinde ve Allah'ın yer ve göklerde yaratmış olduklarında, sakınan topluluk için birçok alâmetler vardır. [2]
(1) «Elif, Lam, Ra. İşte bunlar...» Bu Ayetin Tefsiri
Gerek bu surede ve gerekse diğerlerinde olsun "bu ayetin getiriliş amacı, surenin muhataplarının dikkatini çekmek ve ardından gelecek olan ayetleri hassas bir şekilde takip etmelerini sağlamaktır. Bu konuyla ilgili olarak Bakara ve A'raf surelerinde230. açıklama yapılmıştı.
«İşte bunlar muhkem (ve mu'ciz) olan Kitab'm ayetleridir;» yani şanı yüce olan, bu sureyi ve tüm Kur'an-ı teşkil eden ayetler mânâları hikmetle ve ahkâmla dolu olan, düşünerek onları okuyan kimselerin hidayetine sebep olan bir Kitab'm ayetleridir.
(2) «İnsanları kötülüklerden sakındırmak...» Bu Ayetin Tefsiri
«Şaşırtıcı mı geldi?» şeklindeki istifham vahiy alan bir kimsenin sırf insan .olmasından ötürü durumuna şaşıran kafirlerin, bu davranislanndaki tuhaflığa işaret etmek için kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, «Acaba bizim insanlardan birine vahyetmemiz, hayret edilecek bir şey midir ki, onlar bunu garipsiyorlar ve aralarında bunu dedikodu konusu yapıyorlar?» demek istemektedir.
Öyle ki Hz. Peygamber'in (s.a) bir insan olması, sanki Allah'ın kendisine vahiy göndermesine bir engel teşkil etmektedir.
«İnsanlar» ibaresiyle kastedilen Mekke müşrikleriyle Hz. Mu-hammed'in Cs.a) peygamberliğini inkâr etmek hususunda onlara uyan kimselerdir. Onlar hakkında«unu£mafc» anlamındaki «Nas» ifadesi kullanılmasının nedeni, daha önceki peygamberlerin kavimlerinin de aynı nedenle peygamberliğe karşı çıkmış olmalarıdır.
«Enzim fiilî korkutmakla birlikte bunu ilân etmek mânâsına gelir. Tevhid'e çağıran Hz. Muhammed (s.a) tüm insanları iman etmedikleri takdirde küfrün sonucuyla korkutuyordu.
«Sıdk;» yalanın tersi olan doğruluk anlamındadır. Ancak «İman» halis niyet ve vefakârlık karşılığında kullanılmıştır. «Kadem» ise geçmiş, ilerlemiş mânâsına gelir. Bu kelime Kur'an'da «Mak'adu Sıdk», «Medheîu Stdk», «Mehracu Stdk» ve «Kademe Sıdk» şeklinde kullanımlara sahiptir.
Kadı Beyzavîye göre bu yüce mertebe ve derece demektir. Karşılığında ayak mânâsına gelen «Kadem» kelimesinin kullanılmasının nedeni, ilerlemenin ayakla olmasındandır. Nitekim nimet için de, el mânâsmdaki «Yed» kelimesi kullanılmıştır. Çünkü nimet elle verilir. Yani, müminler varabildikleri mertebelere ancak doğru söz ve doğru niyetle varabilirler.
Ayetin sonundaki «Sahir» kelimesinden murad, Hz. Muham-med'dir. Fakat kelimenin «sihir» şeklindeki okunuşundan kastedilen Kur'an'dır. Onların bu sözleriyle Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği isbat olunmaktadır. Çünkü onlar, Kur'an'ın sebepler dairesi içerisinde, beşer gücünün üstünde olduğunu bu sözleriyle itiraf etmiş olmaktadırlar.
(3) «Rabbiniz gökleri ve yeri Bu Ayetin Tefsiri
Burada insana vahyedilmiş olmasına hayret eden kimselere seslenilmektedir. Dinleyenlerin dikkatleri çekilmek istenildiğinden böyle bir üslûp kullanılmıştır. Yani, «Rabbiniz O'dur ki üstü-nüzdeki gökleri ve üzerinde yaşadığınız yer küresini altı günde yarattı. Her günde onların şekillerinden birini halketti. (Onları takdir ettiği miktarda varetti. Çünkü yaratmak anlamındaki halk kelimesi, lugatta takdir etmek karşılığında kullanılır.) Sonra idare merkezi olan arşına, azametine uygun bir tarzda istiva etti. Mülkünün idaresini ilminin istediği nizamla, hikmetinin gerektirdiği tedbirle oradan yönetti.»
«İstiva» yer ve göklerin yaratılışından sonradır. Yer de gök gibi O'nun mülküdür. Arş'ı da ondan sonra yaratmıştır. O hakikatini bilmediğimiz ve keyfiyeti meçhulümüz olan büyük mülkün şanmdandır. Her gün bir şa'n'dadır. O'nun şa'n'larının aslım ne insanlar ne de cinler idrâk edebilir.
«Yudebbiru» işlerin başlangıcı ile sonunun arasını uzlaştırma mânâsındaki «Tedbir» kökünden gelmektedir. Öyle ki başlangıçlar, sonuçlardan elde edilmesi istenene götürürler. [3]
Kelamcılar ile selefi alimler bu ve benzeri meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Selefîlerin, «Bu tür ayet ve hadisleri olduğu gibi kabul ederiz. Keyfiyetleri bilinmez» demelerine karşın kelam alimleri bu tür ayet ve hadisleri tevil etmek yoluna gitmişlerdir. Nitekim onlara göre Arap şairleri de şürlerinde istivayı istilâ mânâsında kullanmışlardır.
Sadeddin Taftazani Şerh'ul Akaid adlı eserinde selefin takip ettiği metodun daha emin, halefin takip ettiği metodun ise daha muhkem olduğunu söylemektedir. Reşid Rıza ise selef mezhebinin akıl ve nakli bir araya getirmesi sebebiyle daha doğru bir yöntem izlemiş olduğunu belirtir.[4]
«O'nun izni olmadan kimse şefaat edemez» cümlesi şirk akidesini darmadağın etmektedir. Çünkü Arap müşrikleri ve onların peşinden gittikleri Ehl-i Kitab, tapmakta oldukları veli kullar, melekler ve bazı insanların Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlardı. Allah'ın salih kullarının tasvir ve putlarının da şefaatçi olduklarını söylerlerdi. Nitekim bu surenin 18. ayetinde müşriklerin onlar hakkındaki sözlerine değinilecektir.
Bu ayet bir insana vahiy geleceğine inanmayanların aleyhine bir delildir. Yani, «Ey vahyi inkâr edenler, siz Allah'ın kullarının kendinize şefaatçi olacaklarına inanıyorsunuz. Güya onlar sizin iddianıza göre size yarar sağlar ve zararı defederler. Bunlar Allah adına yapılmış iftiralardır. Bir insana vahyedümesine niçin inanmıyorsunuz?»
Allah Teâlâ bir kimseye şefaat iznini verdiğini bildirmedikçe, hiç kimse için «Filan kişi şefaat edecektir» denemez. Çünkü Allah Teâlâ «O gün Rahman' (olan Allah'ın) in kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz» (Taha : 109) diye buyurmuştur. Şefaat iznini alanlar ancak Allah'ın kendisinden razı olduğu kimse için şefaat edebilirler. «Allah onların Önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar onun korkusundan titrerler.» (Enbiya:
«İşte Rabbiniz Allah bu (zat)tır. O'na kulluk edin» cümlesi müşriklerin Rububiyyet ve Ulûhiyyet hususunda düştükleri şirkin aleyhinde delil getirmektedir. Yani, yaratan, takdir eden, hikmet ve tedbir sahibi olan, şefaat hususunda dilediğine dilediği kimse için şefaat izni veren Rabbiniz Allah'tır. O tüm âlemleri hükmü altına almış olandır. O'na kulluk edin ve sakın O'na şirk koşmayın. Kimseye onunla beraber bir paye vermeyin. Yarar, zarar ve şefaat iznini ancak O verir. Yarar ve zararın nerelerden geleceğini size vahiy ile bildirmiştir. Kulun bilemediği ve güç yetiremediği hususlarda O'na dua edilmelidir.
«Düşünmüyor musunuz?» Yani siz bu apaçık hakikati bilmiyor musunuz? Buradaki istifham vahyi inkâr eden müşriklerin bu durumlarına gösterilen tepkiyi ortaya koymaktadır.
(4) «Hepinizin dönüşü ancak...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet imanın rükûnlarından olan Haşr'ı açıklamaktadır. «Va'de» lafzı görünmeyen bir fiilin mef'ulüdür. Yani Allah haş-ri gerçek bir söz olarak va'detmiştir. Onda bir şüphe yoktur. Tek-vin'in bağlandığı anda yaratılışa başlamak Allah'ın şanmdandir. O her şey yok olup gittikten sonra, onlara yeniden yaratmaya başlar.
Kozmoloji bilimcileri, yeryüzünde ister gözle, ister teleskopla bakılmış olsun, görülen veya görülmeyen gök cisimlerinin yaratıl-mazdan önce var olmadığını bilirler ama yine de hâlâ oluşumun nedenini araştırıp dururlar. Onların hepsi de bu yer kürenin ve güneşle birlikte diğer uyduların sonunda harap olacağında ittifak etmişlerdi. [5]
Müsbet ve Tecrübî ilme uygun olanı ve sebeplerin en yalanı, gök cisimlerinden birinin yerküremize dokunarak onu paramparça edip, atmosfere dağılan zerrecikler haline getirmesidir. Nitekim bu hususa Karia ve Vakıa surelerinde değinilmiştir. O'nun başlamasına gelince, bu fiilen olmuştur. Yeniden gönderilmesine gelince, başlamaya kadir olan Allah elbette başlatılmış, öldürülmüş bir şeyi yeniden iade etmeye kadirdir. Nitekim Allah Teâlâ, «Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra çevirip yeniden yapar. Bu O' na daha kolaydır» (Rum: 27) buyurmuştur.
Çağımızda Kozmoloji alimleri arasında ittifak edilen meselelerden biri de her zaman havaya buhar halinde çıkan birtakım maddelerin canlı bedenlerden çözülüp, dağılmasıdır. Bedenin iç kısımlarında ölenler olur ve sonra bunlar bedenden çıkıp, başka bir yere gider. Öyle ki her hayvanın bedeninden yok olana kadar canlı maddeler çözülüp-dağihrlar. Bu az yıllar zarfında gider, yerlerine başkaları gelir. Öyleyse başlamak ve iade etmek her bedende, o beden hayatta kaldıkça süreklidir. îşte Kozmoloji alimlerinin ittifak ettikleri bu meseleler, ölümden sonra dirilme inancını akıllara yaklaştıran özelliktedirler.
(5) «Güneşi aydınlık, ay'ı da nur kılan...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ve bundan sonraki ayetlerde Allah Teâlâ'nın haşre kadir olduğuna delâlet eden kevnî mucizelerin birçoğuna dikkatler çekilmektedir. Aynca yine mucizelerle dikkat çekilen husus, haşr' in Allah'ın hikmetinin gereklerinden olmasıdır. Tüm mahlûka-tında eksiksiz olan nizamın bir gereğidir. Nitekim bu ayet, 3. ayette genel olarak zikredilen hakikatlerin açıklaması ve yorumudur.
«Ziya» ism-i masdardır ve «Nur» anlamında kullanılmıştır.
Ziya ve Nur kelimeleri dilbilimcilere göre, eş anlamlı kelimelerdir. Bazıları ziya'mn nur'dan daha kuvvetli olduğunu öne sürmüşlerdir ki Zemahşerî de bu gruptandır. O, «Allah Teâlâ hidayetini bu yüzden ziya'ya. değil, nur'a benzetmiştir. Aksi takdirde kimse yolunu şaşırmazdı» demiştir.
İbn Kesir bu ayetle ilgili olarak şunları söylemektedir:
Allah, kudretinin kemâline, sultanlığının yüceliğine delâlet İS eden mucizelerden haber veriyor. O güneşten çıkan ışınlan ziya, ay'dan çıkanları ise nur kılmıştır. Ziya ile nur ayrı şeyler olduklarından birbirlerine karıştırılmaması için aralarındaki farka işaret edilmiştir. Güneşin saltanatını gündüz, ay'ın saltanatını da ge-ce olarak tesbit etmiş, Ay'a konaklar takdir etmiştir. Ay Önce kü-çük görünür, sonra büyür, Son noktaya vardıktan sonra eksilme-ye başlar ve ilk haline gelir. Bu ayet tıpkı, «Ay'ın seyrine de menziller (miktarlar) takdir ettik. Sonunda kurumuş eski hurma da- || linin, yay şeklini almıştır» (Yasin: 30) ayeti gibidir. [6]
Alusî, Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde şöyle demektedir: Bu söz kırbanın ağzını daralttı kabilindendir. Zira güneş hiçbir zaman ziyadan hali değildir. Güneş' gerdanlığın tam ortasında bulunan büyük parçanın adından alınmıştır. Bizim güneşe şems dememizin nedeni, kitapların şehadet etmesine, hissin şehadette bulunmasına ve astronomi alimlerine göre yıldızların en büyüklerinden olmasıdır. Bazıları ise güneşe şems denilmesinin nedenini, onun ulvî felekler ile diğer üç feleğin ortasında bulunan en orta felek olarak göstermektedir. Ancak bu söz zannî, tahminî bir hükümdür ve hadisler buna şehadet etmemektedir. [7]
«Ziya» kelimesi masdardır. Ebu Ali el-Hücce'sinde Ziya kelimesinin cemî olduğunu söylemiştir. Yani, «Güneşi ziya satııbi laldı» Burada masdarın ism-i fail olması da mümkündür. O takdirde manâ, «Güneşi ziya verici kıldı» olur. Güneşe mübalâğa için de zıya dendiği söylenmiştir. Yani çok ziya vermesinden dolayı o sanki ziyanın ta kendisi olmuştur.
Ay'ın nur kılınması ise, onun nur sahibi veya aydınlatıcı kılınmış olması demektir. Nur, Ziya'dan daha geneldir. Çünkü Ziya, Nur'un. kuvvetlisine denir. Nur ise hem kuvvetli hem de zayıf olanı kapsar. Nitekim Allah Tealâ'nin, «Allah göklerin ve yerin nurudur» (Nur: 35) ayetindeki nur ile kastedilen, insanlar için Allah'ın koymuş olduğu hidayetin gecenin karanlıkları arasında bulunan nura benzetilmesidir. Yani Allah hidayetini karanlıkta bulunan nur gibi kılmıştır. Böylece O bir kavme hidayet eder, başka bir kavim de dalâlete düşer. Şayet Allah hidayetini ziya gibi kü-saydı, O'nun sayesinde hiçbir karanlık kalmaz ve hiçbir kimse de dalâlete düşmezdi. Bu ise hikmete tersdir. Bunu daha Önce de söylediğimiz gibi Zemahşerî iddia etmiştir. Ancak bu noktada düşünülmesi gerekir.
Bazıları, Ziya ile Nur'rnı birbirlerinin zıddı olduklarını, zatında ışık olan bir şeye ziya, sonradan ışık olan bir şeye de nur denildiğini iddia etmişlerdir. Yani Ziya, zatî, Nur ise arızîdir. Güneş kendiliğinden nur verici olduğundan kendisine ziya sahibi, ayın nurunun güneşten elde edilmesi nedeniyle de ona nur sahibi denilmiştir.
Ayın nurunun güneşten elde edilmesi ya güneşin ayın cevherini nurlandırması ya da ayın güneşin nurunu yansıtması mânasın-dadır. Bu ikinci görüşü, tefsirinde Kadı Beyzavî savunmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a) miracında olay böyle anlatılmamışsa da, felsefecilerin, iddiası budur.[8]
«Ay'a duraklar takdir (ve tesbit) eden O'dur»; Ay'a menziller takdir edilmesinin nedeni, onun güneşe oranla daha hızlı dönmesidir. Ay'ın konakları bellidir ve görülmektedir. Ay, Arapların takviminde asıl alınmıştır. Yine şeriat hükümlerinin çoğu Ay'a bağlıdır.
«Kadderahu» lafzındaki -hu- zamirinin hem ay'a hem de güneşe raci olması mümkündür. Yani Allah onların her birini menziller sahibi kılmıştır. Ayın menzilleri yirmi sekiz tanedir. Araplar onların karşılarındaki yıldızların adlarını onlara vermişlerdir.
1)
Es-Şeratan,
2)
El-Butayin,
3)
Es-Süreyya,
4)
Ed-Deberan,
5)
El-Hâka',
6)
El-Hena',
7)
Ez-Zira',
8)
En-Nasra,
9)
Et-Tarf,
10)
El-Cebhe,
11)
Ez-Zubra,
12)
Es-Sarfe,
13)
El-A'wa,
14)
Es-Simak' ul-A'zaİ,
15) El-Gafr,
16)
Ez-Zubanî,
17)
El-Iklim,
18) El-Kalb,
19)
Eş-Şeyle,
20)
En-Nea'im,
21)
El-Belde,
22)
Sa'duzzabih,
23)
Sa'dulbulu',
24)
Sa'dussuud,
25)
Sa'dulahbiyye,
26)
Ferguddelvil-mukaddem,
27)
Ferguddelvilmuahhar,
28) Betini Hut.
Yirmi altı ve yirmi yedinci burçlara aynı zamanda «Er-Reşa» da denir.
Hazin, bunlar ayın menzilleridir ve on iki burca taksim edilmişlerdir, demektedir:
1) El-Hamel,
2) Es-Savr,
3) El-Cevza,
4)
Es-Seratan,
5) El-Esed,
6)
Es-Sümbül,
7) El-Mizan,
8) El-Akreb,
9) El-Kavs,
10)
El-Cedyi,
11)
Ed-Deluv,
12) El-Hut.
Bu burçların her biri için iki tam, üçte bir menzilleri vardır. Ay her gece yirmi sekizinci günün bitimine kadar bu menzillerden birisinde olur. Şayet ay yirmi dokuz çekiyorsa iki gün de gizlenir. Fakat otuz gün çekerse bir gün gizlenir.
Burç onlara göre otuz derecedir. Bu 360 parçanın çarpımından meydana gelir. Burçların dairesi. 12 üzerine kurulmuştur. Derece onlara göre altmış dakikaya taksim edilmiştir. O da altmış saniyeye. Saniye de altmış saliseye ve bu böylece rabia, hamişe, sadise diye uzar gider. Ay Özel hareketiyle her gün ve her gece 13 derece, 3 dakika, 53 saniye, 56 salise mesafe kateder. Bu söylediklerimize menzil adı verilmesi semboliktir. Çünkü bu, o mıntıkaya yakın ve sabit olan yıldızlardan ibarettir. Gerçek menzil ise, ayın cismi tarafından işgal edilmekte olan boşluktur. Dolayısıyla ayın bu menzillere inmesinin mânâsı, ayın bunların tam hizasına gelmesidir.
Menzillerin ilki olan ElŞeratin'e aynı zamanda en-Nadh da denir. Bu el-hamel burcunun başlangıcıdır. Araştırmacıların yazdıklarına göre, bu son hareket ederek el-Fergulmuahhar olmuştur. Bunun üzerinde sabitleşerek durmaz. Çünkü sabit yıldızlar için de sürekli bir hareket söz konusudur. Fakat bu gayet ağır ve kendi atmosferinde cereyan eden bir hareket. Bunu tesbit edenler, bir tek cüzü katetmek için ne kadar süre hareket ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları 66 güneş yılı içinde bu hareketi tamamlar. Bazıları ise, hareketin 63 kamerî (ay) yü içinde tamamlandığım söylemişlerdir.
İbn'ul-A'lem'e göre bu hareket 70 güneş yılında tamamlanır. Nitekim Nusayr Tusî'nin Merağa'da idare ettiği yeni rasathane de Îbn'ul-A'lem'i desteklemektedir. Hallerin gerçeğini en iyi Allah bilir. Mülkünde ve melekûtunda dilediği gibi tasarruf eden sadece Allah'tır.
Allah Teâlâ güneşi ziya, ay'ı da nur kılmasının nedenini, insanların ilmî bir gaye ile kendilerine bağlanmış olan —ister dinî, ister dünyevî olsun bir beşerî yarar için kullanılan— yılların sayısını, ay ve güneş'in vakitlerini bilmek için böyle yapmış olduğu şeklinde ifade etmektedir.
Mevlana Serriyuddin'e göre, buradaki hesap ile vakitlerin hesabı kastedilmektedir. Yani aydan kaç gün geçmiş, kaç gün kalmış, geceden ne kadar geçmiş, ne kadar kalmış, kastedilen işte bunu bilmektir.
Her ne kadar îslâm takviminde muteber olan «ay ile olan yıl» ise de. yular ile hem güneş hem de ay yıllan kastedilmektedir. îki yıl arasındaki fark, 10 gün, 11 saat, 1 dakikadır. Çünkü güneş yılı 365 gün 5 saat, 49 dakikadan ibarettir. Bu tesbit İlhanı rasathanesinindir. Ay yılı ise, 354 gün, 8 saat, 48 dakikadan ibarettir. Bu yılların her biri basit ve kebîse yıllarına ayrılmaktadır. Bu konuyla ilgili ayrıntılar rasathane ilmiyle ilgili eserlerde uzun boylu yer almaktadır. İlgilenenler bu eserlere başvurabilirler.
«Allah onları ancak hak ile yaratmıştır» cümlesinde geçen «Onlar» ile güneş ve ayın söz konusu edilen durumları kastedilmektedir. Yani Allah Teâlâ eşyanın hiçbiriyle multebis olarak değil, ancak hak ile multebis olarak bunları yaratmıştır. Onlarda hikmet ve maslahat gözetilmiştir.
«el-Ayât» ile kastedilen kevnî ayetlerdir. Mesela güneşin meydana gelmesi, ziya sahibi kılınması, ayın meydana gelmesi, nur sahibi kılınması birer kevnî ayettir. Ayât kelimesinin hem kevnî hem de vahiy yoluyla nazil olan ayetleri kapsaması mümkündür. Yani Allah Teâlâ hem kevnî ayetleri hem de bu kevnî ayetlere dikkatleri çeken vahiy yoluyla gelen ayetleri açıklamaktadır. Bu açıklama «Bilen bir kavim için» dir. Yani kainattaki oluşumların hifc-metini bilen bir topluluk için bunlar açıklanmıştır. O ayetler ki, böylelikle kainatı yaratanın şanım isbat ederler. Bunların, «Ayetlerin içeriğini bilen bir kavim için» açıklanmış olması da, mümkündür. Onlar da bu sayede söz konusu ayetlere iman ederler. Allah Teâlâ'nm ayetlerin bu kimseler için açıklandığını bildirmesi, sadece onların ayetlerden istifade ettiklerini ortaya koymaktadır. «Kavm» ile de kastedilen, ilim erbabı, akıllı ve bilgin kimselerdir.
(6) «Kuşkusuz ki gece ve gündüzün...» Bu Ayetin Tefsiri
Gece ile gündüzün peşisıra gelişi ile, artıp-eksilmelerinin oluşması kastedilmektedir. Biri artarken, diğeri eksilir veya biri giderken, öbürü gelir, böylelikle birbirini takip ederler. Gece ile gündüzün artıp eksilmesi, bizim nazarımızda güneşin devinimlerinden meydana gelmektedir. Güneş zamanı değiştiren devinimiy-3e bizden uzaklaşır veya bize yaklaşır. Dolayısıyla da sözkonusu artma ve eksilme meydana gelir. Böylece tüm yıl, bahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerini içerir, öyle ki bazı zamanlar gece ile gündüz eşitlenir. Bu da güneşin tam doğuş ve batış anında itidal noktasında bulunduğunda olur. Gece ile gündüzün birbirinin ar-dısıra gitmelerinden maksat, mekânlar sebebiyle meydana gelen farklılıktır. Bu farklılık uzunluk ve kısalıkta olur. Çünkü Kuzey Kutbu'na yakın olan ülkelerde yaz günleri, yaz gecelerinden daha uzundur, Kutup'tan uzak olan ülkelerde yaz geceleri daha uzundur.
Gece ile gündüzün farklılığının kendi yapılarından kaynaklanması da muhtemeldir. Zira yerin kürevî olmasının nedeni bazı yerlerde vaktin gece olmasına karşılık, bazı yerlerde de vaktin gündüz olmasının irade edilmesidir.
Allah'ın azabından sakınan, O'ndan gelen sonuçtan korkan bir topluluk için, gece ile gündüzün peşi-sira gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yaratmış olduğu muhkem eserlere, eşsiz sanatlara, O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden büyük ve sayısız deliller vardır. [9]
7- Kuşkusuz bize kavuşacaklarını um m ayanlar, dünya hayatına razı olup, onunla mutmain olanlar ve ayetlerimizden gafil bulunanlar.
8- İşte onlar var ya! Kazandıklarından dolayı varacaktan yer ateştir.
9- Kuşkusuz iman edip, salih amel işleyenlere gelince, Rab-leri onlan imanları sayesinde altlarından nehirler akan nimet cennetlerine iletir.
10- Bunların
oradaki duaları, «Al I a hım! Seni tenzih ederiz» (şeklindedir) Ve
(cennetlerde) birbirlerine olan
dirlik temennileri selamdır. Dualarının sonu, «Muhakkak ki tüm hamdler alemlerin
Rabbi olan Allah'a mahsustur» demeleridir.
11- Eğer Allah, insanların hayrı acele istemeleri gibi, şerri de acele olarak onlara verseydi, kuşkusuz ecellerine hüküm verilir (biterdi). Fakat bize kavuşacaklarını ummayanlan tuğyan (azgınlık) lan içinde şaşkınca dolaşır bir durumda bırakırız.
12- İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken veya ayakta iken bizi çağın r-durur. Zarannı ondan giderdiğimizde ise, sanki kendisine dokunan bir zaran kaldırmaya bizi hiç çağırmamış gibi davranır. îşte böylece aşın gidenler için işledikleri süslü kılınmıştır.
13- An dolsun kî, sizden önceki nesilleri, peygamberleri kendilerine açık deliller getirdikleri halde zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için helak ettik. İşte böylece biz mücrim (suçlu) olan bir kavmi cezalandmnz.
14- Sonra onlann ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık ki, bakalım siz nasıl davranacaksınız? [10]
(7-8) «Kuşkusuz bize kavuşacaklarını...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Mezkur ayetler ahirete iman etmeyen ve haşre inanmayan kimselerin durumunu açıklamaktadır. Allah'a mülâki olmaktan maksat, O'nun katında hasrolunmak veya O'nun hesabıyla karşılanmaktır. Burada durumun çok korkunç olduğuna işaret edilmekte ve bu hususa dikkat çekilmektedir.
«Reca» kökünden gelen «la yercûne» kelimesi, hayrı da, şerri de ummazlar anlamındadır. Allah'ın hesabıyla karşılaşacaklarını ummazlar anlamına da gelebilir. Dünya hayatı ile kastedilen en düşük, en geçici ,en kısa hayattır. Çünkü sonu olan bir hayatın, sonsuz bir hayatla karşılaştırıldığında en geçici, çok çabuk tükenen ve çok kısa bir hayat olduğu kolayca anlaşılabilir.
«Bi'l-Hayat» lafzındaki -bi- harf-i çeri zarfiyyet mânâsında-dır. Yani ifade «Dünya hayatına razı oldular» şeklinde anlaşılır. Ya da -bi- harfi sebebiyet mânâsındadır. O takdirde mânâ, «Dünya hayatının süsleri sebebiyle ona meylettiler, onunla sükûnet buldular, ona razı oldular» şeklinde anlaşılır. Gerek «Radu» ve gerekse, «îtmeennu» tabirleri onlann kesinlikle dünya hayatına razı olduklarına ve ona bel bağladıklarına delâlet eder.
«Me'va» kelimesi, dönülecek yer, mesken ve karargâh mânâsındadır. Yani onlann gidecekleri, kalacakları yer, ateş ve cehennemdir. Bu ateşe müstahak olmalarının nedeni, kalbi amelleri (niyetleri) ve ona bağlı bulunan günahlarından dolayıdır. Ayette hem geçmiş zaman, hem de gelecek zaman kipinin kullanılması, lafzın süreklilik ifade etmesini sağlamak içindir. Yani. ateşin onlar için mesken ve karargâh olması süreklidir. Çünkü onlar da sürekli bir şekilde dünya hayatına razı olmuş ve ona gönül bağlamışlardır.
(9) «Kuşkusuz iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ve bundan sonraki ayet, önceki iki ayette söz konusu edilen haşr inkarcılarının tam tersi durumunda olan ehl-i imanın konumunu bildirmektedir. İman eden kimselerle kastedilen, kendisine iman edilmesinin vacip olduğu şeylere iman eden kimselerdir. Burada önceki sınıfın, gafil olarak karşıladığı ayetlere iman etmeleri elbette başlıca vasıflarıdır. Bazı müfessirler burada, özellikle haşri inkâr edenlerin gafil bulundukları ayetlere iman edenler kastedilmiştir, görüşündedirler.
Salih ameller ile, imana uygun ameller kastedilmiştir. Allah Teâlâ bu kimseleri imanları sebebiyle meskenleri ve karargâhları olan cennete iletecektir.
Sözkonusu ayetle ilgili olarak alimler arasında ihtilaf noktası teşkil eden bir mesele vardır: «Acaba insanı cennete götüren sadece iman, yani salih amel olmaksızın bulunan bir iman mıdır, yoksa zahirinden de anlaşıldığı gibi salih amelle birlikte bulunan iman mıdtr?)> îşte bu mesele müfessirler arasında çeşitli yorumlar yapılmasına yol açmıştır. Kadı Beyzavî, «İmanları sebebiyle; yani iman kendilerini cennete götüren bir yolu yürümeye ilettiğinden veya imanları hakikati idrak edecek bir yola kendilerini sevket-tiğinden dolayı Rableri onları cennetlere gönderir» demektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Bildiği ile amel eden kimseye Allah, bilmediğinin ilmini miras olarak verir» diye buyurmuştur.
Veya mânâ şöyle de olabilir: «Allah imanları sebebiyle onlara cennette kastettiklerine götüren bir hidayet verir.» Terkibin mânâsı her ne kadar hidayetin sebebinin iman ile salih amel olduğuna delâlet ediyorsa da «Bi-imanihim» lafzının zahiri, imanın hidayetin sebebi, salih amelin de imanın bir tamamlayıcısı ve zeyli olduğunu gösterir.
Nesefî, Allah Teâlâ'nin sevaba1 götüren doğru yolun çizgisi üzerine onları müstakim kılmak için, imanları sebebiyle kendilerine doğruluk verdiğini söylemektedir. Yani ona göre, ibadetin sebebi imandır. Saadetin sebebine yapışmak ise, saadete varmak gibidir. İfade ona göre, «Allah imanlarının nuruyla onları ahirette cennet yoluna iletir» şeklinde de anlaşılabilir. Mümin .kişi kabrinden çıkınca, ameli güzel bir surete bürünerek, ona: «Ben senin amelinim» der ve bu ameli kendisi için bir nur ve cennete götürücü bir rehber olur. Kafir kabrinden çıktığında ise kafirin ameli kötü bir surette kendisi için suretlendirilir ve ameli ona: «Ben senin amelinim» der. Sonra da onu cehenneme sokuncaya kadar çekip götürür. Bu hadis kendi başına imanın kurtarıcı olduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) «İmanları sebebiyle)) diyerek, salih ameli ona eklememiştir.
Hazin, bu ayet hakkında şöyle der: «Rableri onları, imanlarının ve salih amellerinin mükâfatı olarak cennetlere iletir.»
Mücahid,«O7zZan Rableri, sırat üzerinden cennete iletir. Onlar için bir nur kılar ve onlar o nurun ışığında yürürler» derken, Ka-tâde, «İşittiğimize göre, mümin kabrinden çıkınca ameli ona en güzel şekilde görünür. Mümin ona kim olduğunu sorar, o da, «Ben senin dünyadaki amelinim» der. Sonra o amel onun için cennete götürücü bir nur ve rehber olur. Kâfir de bunun tam tersi ile karşılanır. Öyle ki kâfirin ameli kendini ateşe atıncaya kadar götürür» demiştir.
tbn'ul-Enbarî'ye göre ayet şöyle anlaşılabilir: Allah, birtakım özellikler, latifeler, kalplerini nurlandiracak, şek ve şüpheleri söküp atacak basiretler vermek suretiyle onların hidayetini artırır veyahut onları bu sayede hidayet üzerinde sabit kılar.
Bazılarına göre de, ayetin mânâsı şu şekildedir: «Rableri onları imanları sebebiyle dinlerine iletir.»
Tenvir'ul -Mikbas'da mezkur ayet-i kerime, «Kur'an'a ve Hz, Muhammed'e iman eden ve taatleri işleyenler bu sayede cennete gireceklerdir» şeklinde yorumlanmıştır.
Kadı Beyzavî, Nesefî ve Hazin'in yorumlarından anlaşıldığına göre tek başına iman hidayetin sebebidir. Salih ameller ise tamamlayıcı görevi görürler. Tenvir'ul-Mikbas'ta ise kesin bir tavır takmılmamıştır. Şevkanî, «Feth'ul-Kadir» adlı tefsirinde ayete şöyle bir mânâ veriyor: «Rableri onlara salih amel ile birleşmiş bulunan imanları sebebiyle hidayet verir ve onlar bu hidayetle-riyle cennete varırlar.» Yani ona göre, salih amel olmaksızın iman, kurtuluşa sebep olamaz.
Zemahzerî ise Keşşafında, bu ayeti tefsir ettikten sonra şöyle der: «Şayet kulun tevfike ve hidayete müstehak olmasına sebep olan ve kul için kıyamette nur bulunan imanın, salih amelle birlikte bulunan iman olduğuna, buna karşılık salih amel ile birlikte bulunmayan imana sahip kimsenin ise, muvaffak olamadığına ve onun nuru bulunmadığına bu ayetin delâlet ettiğini öne sürersen, durumun senin dediğin gibi olduğunu söylerim. Çünkü Allah Teâlâ sılayı iman ile ameli bir araya getirerek hazfetmistir. Öyle ki sanki Allah Teâlâ, «Kuşkusuz o kimseler iman ile amelin arasını birleştirmişler» dedikten sonra, «Rableri onları kendisine salih amel eklenen imanları sebebiyle hidayet etmiştir» diye buyurmuş olmaktadır. Bu ise çok açıktır.
Zemahşerî'nin bu yorumundan anlaşıldığına göre, tek başına olan iman yarar sağlamaz ve kurtarıcı da olamaz.
Reşid Rıza ise şunları söylüyor : Allah Teâlâ onların imanlany-la hidayet olunduklarının haberini vermiş ve sadece imanı bu hidayete sebep kılmıştır. Çünkü insanı bu hidayete mazhar kılan imandır. Böylelikle Reşid Rıza, tek başına imanın kurtuluşa vesile olacağını kabul etmektedir, [11]
Alusî ise Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde Zemahşerî'nin yorumu-nu benimsemiş ve onu tenkid edenlere cevap vermiştir. Alusî, salih amelle birlikte olan imanın kurtuluş sebebi olduğunu söyledikten sonra, delil olarak şu ayeti gösterir: «O kimseler ki iman etmişler ve imanlarına zulmü karıştırmamışlar dır. İşte onlar için güvenlik vardır. Doğru yolda olanlar da onlardır.» (En'am: 82)
Kısaca, ifadenin zahirine bakılıp, bu hususta varid olan rivayetler dikkate alındığında, salih amelle birlikte olan imanın kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak imanın gerçeğini irdelediğimizde, Menar sahibinin de dediği gibi insan, kişiyi salih amellere sevkedenin iman olduğunu düşündüğünde, Beyzavî ve onun gibi düşünen müfessirlere hak vermekten kendini alamıyor. En doğrusunu Allah bilir. Allah bize salih amel ile birlikte iman nasip eylesin!
«Altlarından nehirler akan;» yani konaklarının altlarından veya önlerinden nehirler akan.
(10) «Bunların oradaki duaları...» Bu Ayetin Tefsin
Yani cennete giren bu kimselerin oradaki duaları; «Subhane-kellahumme» (Ey AUahım! Seni tenzih ederiz) dir. Ayette geçen «Dava» kelimesini müfessirler, her ne kadar bu kelime iddia manasıyla daha yaygın bir kullanıma sahip ise de, dua manasına almışlardır. Bu kelime dua anlamına da gelir. Nitekim bu kelimenin dua cinsinden olduğuna şu hadis delalet eder: «Benim duam, benden önceki peygamberlerin duası ve Arafattaici duanın çoğu şudur: «Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir. Onun ortağı yoktur. Mülk sadece O'nundur. O her şeye kadirdir.» Ancak zahire bakılırsa «Dava»nın -dua. mânâsındaiû kullanımı mecazidir.
Tehlü, Tahmid ye Temcid'e dua da denilmiştir; zira duanm üzerine sevap terettüp ettiği gibi, bunların üzerine de sevap terettüp eder. Nitekim bir Hadis-i Kutsi'de, «Benim senam (övül-mem) ve hamdedilmem kulumu benden bir şeyler istemekten meşgul ederse (yani beni övmek tüm vaktini alırsa) isteyenlere verdiğimden daha fazlasım o kuluma veririm» denilmiştir. Dua 4badet mânâsına da kullanılmıştır.
Mezkûr ayet-i kerime cennette sorumluluğun (teklifin) kalmayacağını ifade etmektedir. Yani cennette «Subhanekellahumme» demekten başka ibadet yoktur. Bu ise, bir ibadet değil, bir teşbihtir. Onlara ilham edilir, onlar da bunu mükellef olarak değil de, bundan zevk alarak, telezzüz maksadıyla söylerler. İşte ayetin amacı, onların tüm isteklerinin bilfiil meydana geldiğini ve artık bir şey istemeye ihtiyaçlarının kalmadığını anlatmaktadır.
«Allahumme» kelimesinin aslı, «Ya Allah-Ummena» veyahut sadece «Ya Allahu» dur. Ayette nida harfi olan -Ya- hazfedilmiştir. Onun yerine de kelimenin sonuna bir -mim- harfi eklenmiştir. Yani, «Ey AUahım! Bizi hayırla kasteyleb)
«Ve (cennetlerde) birbirlerine olan dirlik temennileri selamdır.» Yani cennetteki dirlikleri, her türlü kötülükten salim olmaları, sağlam kalmalarıdır.
«Tahiyye» güzel hal ile ikram etmektir. Aslı, «Ehyakellahu ha-yaten tayyibeten» (Allah seni güzel bir dirilişle diriltsin) şeklindedir. Yani Allanın onları selamlaması «selam» kelimesiyledir. Nitekim Yasin süresindeki «Selamun kavlen min Rabbirrahim» ifadesi de buna işaret etmektedir. Veyahut meleklerin selam vermesi selam kelimesiyle olabilir. Buna da «Melekler her kapıdan onlar üzerine girerler. «Sabrınızın karşılığı olarak selam» derler» (Rad: 23-24) ayetleri işaret eder.
«Duaların sonu, «Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» demeleridir.» Umulur ki müslümanlar cennete girdikleri zaman, Önceden Allah hakkında kendilerine verilmiş olan ilim kendilerinde tezahür eder. Mevlânâ Şihabuddin Sünreverdi, cennet ehlinin marifetteki değişik derecelerine bazı risalelerinde değinerek şöyle demiştir:
Müminlerin avamı, cennette ilim konusunda tıpkı dünyadaki alimler gibidir. Alimler ise cennette, dünyadaki peygamber gibi olurlar. Peygamberimize cennette Rabbi hakkında verilen ilim en son hedeftir. O hedef ki, ne yakın bir meleğe ne de gönderilmiş bir peygambere verilmiştir. Mümkündür ki bu Makam-ı Mahmud olsun.
• Bana göre cennet
ehlinin marifetteki değişik dereceleri ile birlikte onlar mertebeleri
itibariyle sürekli murakabe edilmektedirler. Allah hakkındaki seyr sonsuzdur.
O'nun künhüne vakıf olmak ise mümkün değildir. Böyle olunca da sıfatların
marifetinde ki değişiklik denildiği gibi ya selbî (olumsuz) dir ki buna celal
sıfatlan denilir; zira bu hususta filan, falan şeyden uzaktır denilmiştir. Ya
da gayri selbî'ĞİT îji bunlara da ikram sıfatlan denilir. Böylece «Celal ve
ikram sahibi olan Rabbinin ismi yüceldi» (Rahman : 78) ayeti tefsir edilmiş
olur. Cennet ehli durmadan Allah Teâlâ'nın nâtma işaret eden teşbih ile O'nu
celal nâtlarıyla teşbih ederler. O'nun vasfına işaret eden tahmid ile ikram
sıfatlarıy
Onlar duaya başladıklarında Allah'ı tenzih ve teşbih ederler ve onun karşılığında selamla karşılanırlar. Bu her türlü hoşnutsuzluktan salim kalmaları için yapılmış bir duadır. Yok eğer bu meleklerden ise hakikati üzerinde kalmasına hiçbir mani yoktur. Ancak buradaki istek sürekliliğe yöneltilir. Çünkü selametin temeli onlar için meydana gelmiştir. Şayet selametin artmayı kabul ettiğini söylersek o zaman onun talebine de bu dua tercih edilebilir. Teşbih ve tenzihin her türlü pislikten salim kalmak şeklinde karşılanması ne büyük bir lütuftur. Çünkü mânâ bakımından bu yakın bir ihtimaldir. Ve bu insaf sahiplerine hiç de gizli değildir.
Sonra onlar dualarını, «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» diye sonuçlandırırlar. İşte sabah-akşam onların durum ve adetleri budur. Nitekim buna İmam Müslim'in naklettiği hadis de delâlet eder [12]
Taberî, İbn'ul-Münzır ve Ebu Şeyh; Cüreyc'den şöyle .naklet-mişlerdir :
«Bana haber verildiğine göre, cennet ehlinin yanından bir kuş geçtiğinde, canları onun etini isterse, «Ey Allahım! Seni tenzih ederiz» derler; zira onların cennetteki duaları bundan ibarettir. Bir melek de hemen onların iştihalarının çektiğin I kendilerine getirip, onlara selam verir, onlar da meleğe karşılık verirler. Bu Allah Teâlâ'nın «Oradaki dirlik temennileri selamdır» ifadesinin işaret ettiği mânâdır. Onlar ihtiyaçları kadar ondan yedikten sonra, «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» derler. İşte bu da, «Dualarının sonu 'Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur' demeleridir» ifadesinin işaret ettiği mânâdır.»
Görüldüğü gibi bu hadis tertibi zikrin, tertibi vuku hasebiyle olduğu hususunda açık bir delildir. Bu hadis Dava'nm Dua anlamına geldiğine delâlet ettiği gibi ayrıca, «Ey Allahım! Seni tenzih ederiz» lafzının hem dua, hem istekleri ve hem de isteklerinin alâmetine delâlet eder. Bu tıpkı musallinin namaz sırasında vu-kûbulan bir olay anında «Subhanallah» demesine benzer .
Bazı rivayetlerde, «Subhanekellahumme» kelimesinin cennet ehli ile hizmetkârları arasındaki yemek hususunda bir parola olduğu, cennet ehli bunu söyledikleri zaman hizmetçilerin onların isteklerini karşıladığını bildirir.
tbn Merduveyh Übey bin Ka*b'dan merfu olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: «Cennet ehli Subhanekellahumme dedikleri zaman, cennet nimetlerinden canları neyi çekerse o, Rablerinden hemen kendilerine gelir.»
Cennet ehlinin ihtiyaçları kadar yedikten sonra hamdetmele-ri, «Dualarının sonu, 'Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur' demeleridir» ifadesinin medlulü olması nedeniyle bir gizliliği ihtiva eder.
Kadı Beyzavî'ye göre, ayetin mânâsı muhtemelen şöyledir : Onlar cennete girdiklerinde, Allah'ın azamet ve kibriyasım gördüklerinde, O'nu temcid ettiler, O'nu celal sıfatlarıyla vasıflandırdılar. Sonra melekler afetlerden salim kalmak, kerametlerin çeşitlerini elde etmek amacıyla onlara selam verdiler (Veya Allah onlara bu şekilde selam verdi) ve onlar da Allah'a hamd ettüer, ikram sıfatlarıyla O'nu sena ettiler.
Daha önce de söylediğimiz gibi Beyzavî'nin bu sözü de zikrî tertib hususunda zahiridir. Beyzavî daha sonra şunları söylemektedir: «Ahir kelimesinin dava kelimesine izafe edilmesi buna engel teşkil eder.» Yani bu engelin nedeni denildiğine göre bu yoruma binaen halin ahiri olmaktadır. Kerametleri elde etmenin selamın anlamında çıkarılması zahir değildir. Ancak muhtemelen bu husustaki durum kendiliğinden anlaşılır.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi ise bu konuda şöyle demektedir :
Umulur ki onlar Allah'ın kudretinin izlerinin harikuladeliklerini gördüklerinde, rahmet ve şefkatinin hiçbir gözün görmedi-diği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbinde sudur etmediği sonuçlarını müşahade ettiklerinde, O'nun makamını takdis, acizlik ve noksanlık kokularından uzaklaştırmak, O'nun kerem va'dini muhalefet sıfatlarından tenzih etmek için aSubhane-kellahumme» (Ey Allahım! Seni tenzih ederiz) derler. Dualarının sonu, «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» şeklindedir. Bu ise, celal sıfatlarıyla O'nu vasıflandırdıktan sonra, O'nu ikram sıfatlarıyla vasıflandırmak için söylenir. Ayetin mânâsı onların bu dualarmdaki lafızlarla sınırlıdır. Çünkü onlar için beklenen matlub bir istek olmadığından, o isteği duaların halkalarına sokmalarına gerek yoktur. Muhtemelen Tahiyyenin dua ile hatime arasına sokulmasının nedeni, meseleyi teberrük için hamd ile sonuçlandırmaktır. Ancak bununla beraber tahiyye kesinlikle ham-din yabancısı sayılmaz.
Görüldüğü gibi Şeyhülislam Ebussuud Efendi, tahiyyenin mutlak şekilde hamdın yabancısı olmadığı ve manen bir dua olduğunu kastetmektedir. Onun sözleri vukûî tertibin, zikrî tertibe muhalif olduğu hususunda bir delildir. Ancak tahiyyenin hamd ile hatime arasına girmesini bu şekilde yorumlamak, ehli insaf olan kimselere göre rağbet edilecek bir yorum olmadığı açıktır. Bununla birlikte hem Ebussuud Efendi hem de görüşlerim zikrettiğimiz diğer müfessirler isim cümlelerinin yönlendirmelerinden gafil kalmışlardır. Bunu iyi düşünün.[13]
(11) «Eğer Allah, insanların...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen «Nas» (insanlar) kelimesiyle daha önce Allah'a kavuşmayı ummayan kimseler kastedilmektedir. Çünkü bu ayet o konuyla ilişkilidir ve onların azaba müstehak olduklarına, Allah'ın onlara verdiği mühletin istidrac için olduğuna delâlet etmektedir. Müslümanların burada söz konusu edilmeleri, mukabele bakımından ve meselenin sona erdirilmesi için arzolunmuştur.
Nitekim zamir yerine nas lafzının kullanılması, onların durumlarının korkunçluğunu vurgulamak içindir. Şeyhülislam Ebussuud Efendiye göre burada cins isim kullanılmıştır. Çünkü onların hayrı acele istemeleri kendilerinin zikredilen vasıflarına bağlı değildir. Ayet ile kastedilen şudur: onlar yalanlamak ve alaya almak bakımından hayrı acele istedikleri gibi .Allah Teâlâ da şerri acele verseydi, kuşkusuz ki ecellerine hüküm verilir ve iş biterdi. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: «Ey Rabbimiz! Eğer bu Kur'an veya Muhammed ya da Muhammed'in sözleri senin katından gelen bir hak ise, bizim üzerimize taşlar yağdır veya elem verici bir azap gönder.»
İbn Cerir ve İbn Hatim, Katâde'den şöyle rivayet etmektedirler: «Bu, —eğer kabul edilirse— kişinin nefsine ve malına isabet ettiğinde onun hoşuna gitmeyecek dualardır.»
Yine bu zatlar Mücahid'den şöyle rivayet etmektedirler: «Bu, insanoğlunun Öfkelendiğinde, çocuğuna, malına, «Ey Allahvm! Ey Allahım! Ona bereket verme. Ey Allahım! Ona lanet et» tarzında söylediği sözdür.»
Ancak bu yoruma göre nas (insanlar) umuma hamledilmiş olmaktadır. Fakat birinci yorum daha uygundur. Nitekim, «Ayet Nadr bin Hars hakkında nazil olmuştur. O: 'Ey Allahım! Eğer bu senin katından gelen hak ise, göklerden üzerimize taş yağdır veya elem verici bir azap gönder' demiştir» şeklindeki rivayet de bu yorumu desteklemektedir.
Pahruddin Razî bu ayette değinilmesi gereken birkaç mesele olduğunu söylemektedir: [14]
Muhtemelen bu sure nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerini ele almak ve onlara cevap vermekle başlamıştır. Birinci şüphe şu şe-
kildedir; Hz. Peygamber'in kavmi, «Nasıl olur da Allah aramızdan Muhammed'i seçmiş ve peygamberliği ona vermiştir?» diyerek hayret ediyorlardı, Allah Teâlâ onların bu şaşkınlıklarını, «Aralarından bir kimseye vahyetmemize mi hayret ediyorlar?» diye defettikten sonra, Tevhid'in ve Haşr'm doğruluğuna dair deliller getirmiştir. Onlara verilen cevabı Hz. Peygamber'in (s.a) şu sözünde veciz bir şekilde buluyoruz: «Ben size Tevhid ve Haşr'ı ikrar etmekle geldim ve bunun doğru olduğuna dair deliller getirdim. Bu bakımdan benim peygamberliğimden hayret etmenize mahal kalmamıştır.» İkinci şüphe ile ilgili olarak insanlar şöyle söylüyorlardı: «Ey Rabbimiz! Eğer Muhammed'in sözleri ve peygamberlik hususunda söyledikleri doğruysa, üzerimize gökten taş yağdır veya elem verici bir azap indir.» Allah Teâlâ bu şüphenin defi için işte bu ayeti indirmiştir. Nitekim bazı kimseler bu ayet ile ilgili olarak başka açıklama ve yorumlar ileri sürmüşlerdir. Kadı Beyzavî'ye göre, Allah daha önce va'd ve vaîd'ini açıkladığında, O va'd ve vaîd'in bu dünya hayatından sonra olduğuna delâlet eden delili de getirmiştir. Çünkü onların dünyada olmaları, teklifin kalmasına mani gibidir. Keffal'e göreyse, Allah kafirleri; «Allah'a kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı ve onunla mutmain olanlar, Allah'ın ayetlerinden gafil bulunanlar» şeklinde nitelendirdiği ve peygamber onları korkuttuğu zaman, onların bilgisizlik ve ahmaklıklarından azabı acele istediklerini beyan etmiştir. [15]
Allah Teâlâ birçok ayette müşrikleri onlar dünyada iken azapla tehdit ettiğinde, onların «Ey Rabbimiz! Bu doğruysa ve senin katından gelmişse üzerimize taş yağdır veya elem verici bir azap gönder» dediklerini beyan ettiler. Nitekim başka bir ayette, «Bu isteyen başlarına gelecek azabı istedi» (Mearic: 1) diye buyurul-muştur. Bu ayette ahiret azabıyla tehdit edildiklerinde «Bu ne zaman olacak?» dediler. İşte bu ayetten sonra mezkur surede Allah Teâlâ, «Onlar, 'eğer doğru iseniz bu va'd ne zamandır?' derler» diye buyurmuştur. Bad suresinde ise, «İyilikten önce kötülüğü isterler» diye buyurulmuştur. Böylece Allah Teâlâ, onlar için kötülüğün acele olarak kendilerine ulaşmasında hiçbir yararın bulunmadığım açıklamıştır. Çünkü Allah'ın onlara cezayı hemen uygulaması halinde, onlar ölüp, helak olacaklardır. Zira onların dün. yadaki yapılan buna tahammül edemez. Onların Öldürülmelerinde de iyi bir taraf bulunmamaktadır. Çoğunun iman etmesi veya sülblerinden bir mümin çıkması ihtimal dahilindedir. Bu sebep ise kötülüğün onlara hemen verilmemesini gerektirmektedir. [16]
Terkib bakımından ayetin lafzında işkal (problem) vardır. Şöyle ki: Ta'cil karşılığında isti'cal kelimesi kullanılmıştır. Oysa Ta'cil'e karşılık ta'cil, isti'cal'e karşılık da isti'cal'in. kullanılması gerekirdi. Bu husus birkaç yönden cevaplandırılmıştır:
a) Keşşafta şöyle demliyor: Bu kelimenin aslı ve esası, «Eğer Allah Hayn acele verdiği gibi, şerri de acele vermiş olsaydı...» şeklindedir. Ancak, «İsti'calehum bi'l-hayri» lafzının, «Ta' cilehum el-hayra» lafzı yerine konulması Allah Teâlâ'mn süratle onların hayr isteklerini yerine getirdiğine, taleplerini karşıladığına delâlet eder. Öyle ki adeta onların hayrı acele istemeleri, hayrın onlara acele verilmesi gibidir.
b) Bazıları bu ifadeyi gramatik bakımından farklı yorumlamışlardır, Ancak bu yorumların gramer ilmiyle ilgili olması, onların Türkçede hakkıyla ifade edilmesini zorlaştırmakta, belki de gayrı mümkün kılmaktadır. Bu bakımdan biz, ilgilenenlerin tesirlere başvurmalarını tavsiye ederek, meseleyi burada noktalamayı uygun gördük. [17]
Ayet'i Kerime'de azap, kelimesi «Şerr» ile karşılanmıştır. Çünkü azap, azabı çeken kimse için eziyet ve şerr'dir. Nitekim başka bir ayette de azaba, «seyyie» denilmiştir. [18]
Müşriklerin hayrı acele istemelerinden maksat, şiddetli olayların vuku anmda, bu olayları defetmesi için Allah'a (c.c.) yalvarır olmalarıydı. Birçok ayette onların bu davranışları nakledilmektedir. Mesela: «Size bir zarar dokunduğu zaman, hemen Allah'a sığınıyorsunuz.» (Nahl: 53), «İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bizi çağırır.» (Zümer: 49) gibi ayetler bunu ortaya koyar. [19]
Allah'ın kendileri hakkında azgınlık ve şaşkınlıklarına hükmettiği kimselerin böyle olmaları mümkün değildir. Çünkü aksi takdirde, Allah Teâlâ'mn doğru haberi yalan, ilmi cehalet, hükmü bâtıl olur. Tüm bunlar Allah Teâlâ için muhal olacağından, hüküm bu şekilde olacaktır. Sonra bununla birlikte Allah onları mükellef kılmıştır ki bu mükellefiyet de iki zıddı bir araya toplama teklifi yerine cari olmuştur. [20]
(12) «İnsana bir zarar dokunduğunda...»
Bu Ayetin Tefsiri
İnsanlar kendilerine hastalık, fakirlik ve bunun gibi zarar cinsinden daha başka zararlar dokunması halinde böyle davranırlar. Veyahut mutlak bir zarar kendilerine isabet ettiğinde, o zararı defetmek ve kaldırmak için —yanları üstüne yatarken, ayakta dururken ya da otururken bizi çağırırlar. Yani insanoğlu bu durumlarda umumiyetle Allah'ı çağırır. Ayette açıkça bilinen haller sıralanmıştır. Çünkü insanoğlu çoğu zaman ya yan üstü yatar, ya oturur veya ayakta durur. Yoksa-zararın tüm hallerinde ona isabet edeceği anlamına gelmez bu. Mümkündür ki bu haller tüm insanlar üzerine dağıtılmış olsun. Yani, bazı insanlar yan yatarken kendilerine isabet eden zararın kaldırılması içil Allah'ı çağırır, bazıları otururken, bazıları da ayakta iken...
Birçok kimse bu haller ile kastedilenin, zarar sınıflarının genelleştirilmesi olabileceğini öne sürmüştür. Çünkü zarar sınıfları ya hafif olur ve insanın ayağa kalkmasını engellemez ya orta derecededir kişinin oturmasına mâni olmaz da gezmekten ahkoyar ya da şiddetlidir hem oturmaktan hem de ayakta durmaktan men-eder.
«Zaran ondan giderdiğimde ise, sanki kendisine dokunan bir zararı kaldırmaya bizi hiç çağırmamış gibi davranır», yani kendisine isabet eden zararı bizi çağırdıktan sonra söküp attığımızda hastalıktan önceki halinin üzerine devam eder gider, belâlı halini unutur. Ya da dua makamından geçtiği halde, devam etmeyi unutur. Öyle ki adeta zarara uğradığı sırada çağırdığı Zat-i Kibriya'yı unutmuş (dua etmemiş) bir hale gelir. Nitekim Allah Teâlâ, ayetin devamında, «Sanki bizi hiç çağırmamış gibi» şeklinde bir ifade kullanmıştır. Görünüşe bakılırsa ayetin ortaya koyduğu durum, insanoğlunun genel bir vasfıdır. Yani insan denen varlık işte böyle nankördür. Ya da bu sadece insanlardan kafir olanların bir özelliğidir. Çünkü kafirlerden bazıları bu özelliklere sahiptir.
«îşte böylece aşırı gidenler için işledikleri süslü kılınmıştır» cümlesi, söz konusu edilen özelliklere sahip olan kimseler için yaptıklarının süslü kılındığını anlatmaktadır. Yani zikirden yüz çevirmeleri, duadan kaçınmaları, şehvete başlarına kadar gömülmeleri, kendilerine süslü görünmüştür. İşte bu yüzden tüm bunları yapmaktadırlar.
«Müsrifine,» -israf- kökünden gelmektedir ve mânâsı aşırı gitmek, haddi aşmak demektir. Aşın giden kimselere müsrif denmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bu kimselere sezgi ve kuvveler vermiştir ki, bu verilenleri yerli yerinde, salih ameller ve ilim doğrultusunda kullansınlar. Oysa onlar sezgi ve kuvvelerini uygun olmayan yerlerde kullanmaktadırlar. Kendilerinin tüm sermayelerinin bu olduğunu bilmeden müsrif bir şekilde sermayelerini bitirip-tü-ketiyorlar. [21]
«Zuyyine» fiili meçhuldür. Faili ise, ya Allah Teâlâ, ya da la-netlik olan şeytandır. Failin Allah Teâlâ olması durumunda, sırf kötü tercihlerden dolayı Allah onlara yaptıklarını süslü göstermiştir. Yok eğer fail şeytan ise, zaten onun görevi saptırmak ve dalâlete götürmektir. Bu ayetin 11. ayetle olan ilişkisi; 11. ayette takrir edilen serden, 12. ayette takrir edilen zarardan kurtarıldıktan sonra kafirlere istidrac yoluyla mühlet vermekten ibarettir.
Ayrıca ayette, refah, zenginlik, sıhhat zamanında duadan kaçınma, hastalıkta, şiddetli bir durumda Allah'a yalvarmaya kalkışıp, dua eden bir kimsenin yerilmesi, zemmedilmesi söz konusu edilmiştir. Çünkü olgun bir insanın durumuna uygun düşen hem zenginlikte ve sıhhatte iken hem de fakirlik ve hastalıklarda Allah'a yalvarmaktır. Böyle bir durumda Allah'a yapılan duaların kabulü kesindir. Çünkü bir hadiste, «Refah, zenginlik ve sıhhat içinde olduğun bir zamanda Allah'a yalvar ki O da sıkıntılı olduğun bir zamanda seni tamsın ve duam kabul etsin» denilmiştir.
Ebu Şeyh, Ebu Derda'dan şöyle rivayet etmiştir: «Zengin v sıhhatli iken Allah'a yalvar ki, zarar ve sıkıntı içinde olduğun günlerde o senin duanı kabul etsin.»
Hakim'in Selman-ı Farisi'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Allah tarafından şiddetli anlarda, sıkıntılı, dönemlerinde duasının kabul edilmesini isteyen bir kimse, hasta değilken, zengin ve sıkıntısını geçirdiği dönemlerde Allah'a çokça yalvar sın.» (Tirmizi, bu hadisi Ebu Hüreyre'den rivaj'et etmiştir.)
(13) «Andolsun ki sizden önceki...» Bu Ayetin Tefsiri
«El-Kurun» kelimesi, -Karn-ın çoğuludur. Her asrın ehline «Kam» denilir. Buradaki «Karmûar ile kastedilen Nuh, Ad ve Se-mud kavimleridir. Bir dönem halkına eşit ve beraber anlamında da «Karn» denilmiştir; zira onlar amellerinde ve durumlarında birbirlerine eşit haldeydiler.
Daha önce de geçtiği gibi bazılarına göre, «Bir Karn kırk senedir, bazılarına göre «seksen,» bazılarına göre de«yüz» senedir. Bazıları ise -Kam- ile mutlak zamanın kastedildiği görüşündedirler. Alusî burada ilk mânâyı tercih etmektedir. Ancak müfessir-Ierin çoğu 'Karn'm. yüzyıl mânâsında kullanıldığı hususunda görüş birliği içindedir. Hz. Peygamberdin (s.a), «Karn'lann en hayırlısı benim karn'ım sonra da onun peşinden gelenlerdir» şeklindeki hadisinde geçen «Karn»lann yorumunda ihtilaf edilmiştir.
«Sizden önceki» ifadesi ile, «Sizin zamanınızdan önceki» denilmek istenmiştir. Ayetteki hitap öncelikle Mekkelileredir. Allah Teâlâ'nın önce onları gaib sigalarıyla, üçüncü şahıs zamirleriyle zikredip, sonra aniden konuşmanın biçimini hitap sigasına dönüştürmesinin nedeni, tehdidin şiddetli olduğunun anlaşılması içindir.
«Peygamberi kendilerine açık deliller getirdikleri halde, zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için helak ettik» cümlesi, onların zulümdeki aşırılıklarının, bilgisizlikteki ileri gidişlerinin ne denli çok olduğunu beyan eder. Bazı müfessirler zulmün burada sadece peygamberleri yalanlamak olmadığını, ifadenin zulmün tüm yönlerini kapsadığım Öne sürmüşlerdir.
«İşte böylece biz mücrim olan bir kavmi cezalandırırız» cümlesi, mücrim olan her topluluğun cezalandırılacağım içerdiğine göre, ayet tüm nesilleri kapsamaktadır.
Kısaca ayette, onların Allah tarafından helak edilmelerinin sebebi iki noktada toplanmaktadır. Biri peygamberleri yalanlamış olmaları, diğeriyse yetenekleri bozulduğundan ve Allah'ın da yardımı olmadığından iman etmeye muvaffak olamamaları.
Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde ikinci sebep ile ilgili olarak Allah Teâlâ'nın onlara hüccet gelip, peygamberler gönderdikten sonra -mühlet vermenin hiçbir yararının olmadığını bildiğini ve bu yüzden onları helak ettiğini söylemektedir.
Beyzavî'ye göre, onların helak olmasının nedeni, Allah'ın onların küfür üzerine öleceklerini biliyor olmasıdır. İmansızlığın Haz-lan (Allah'ın yardımından mahrum olmak) ile nitelendirilmesi bilinmektedir. Fakat «ilim malûma tâbidir» kuralıyla Beyzavî'nin yukarıdaki tahliline neden olarak gösterdiğine karşı çıkılmıştır. Beyzavî'nin tefsirine şerh yazan kimseler bu itirazı kaldırmak için oldukça çaba sarfetmişlerdir. Ancak bu gayretlerin ne denli başarılı olduğunu Allah'a havale etmekle birlikte, okuyucuları sarihlerin yazdıklarını okumaya davet ediyoruz.
Bazı müdekkiklere göre, «ilim malûma tâbidir» kuralının anlamı, Allah'ın ezelde hades ve belli malûmu bilmesi, ilmin de o mahiyette tâbi olmasıdır. Yani ilmin hususiyeti ve bu ilâhi ilmin diğer ilimlerden ayrılması ancak Allah'ın bu mahiyeti bilmiş olduğu itibariyledir. Mahiyetin varlığına ve layezel'de fiilin sahaya çıkmasına gelince, bu mahiyete tâbi olan ezelî ilminin tabiidir. Yani Allah Teâlâ ezelde bu hususiyet üzerine mahiyeti bildiğinden dolayı, bu mahiyetin tahakkuk etmesi ve layezel'de bu hususiyet üzere var olması gereklidir, O halde onlann küfür ve İmansızlık üzere ölmeleri, Allah'ın ezelî ilmine tâbidir. Onların var olmaları da o ilme tâbidir. Bu hususta şüphe yoktur. Bu Ehli Sünnet' in mezhebidir. Bu yorumla çözülmesi zor olan birçok problem çözülmüş olur.
Mevlânâ Şeyh İbrahim el-Guranî'ye göre, ilmin malûma tâbi olmasının mânâsı şudur: İlim malûma bağlıdır. Onu Özelliğiyle belirttiğidir.
Mezkur ayette Mekkelilere şiddetli bir tehdit, korkunç bir va'd vardır. Çünkü Mekkeliler ve helak olanlar, helaki gerektiren sebeplerle ortaktırlar. Bu takrirden anlaşıldı ki«Kânû» fiilindeki zamir «Kurun» kelimesine racidir. Mukatil, bu zamirin Mekkelilere raci olduğunu söylemişse de, önceki yorum daha açıktır. Yine Mukatil mücrim topluluk ile Mekkeliler'in kastedildiğini öne sürmüş ve ism-i zahir burada hitap zamiri yerine konulmuştur. Bu ise onların suç işlemekte belirli noktalar gibi olduklarım gösterir.
«Kavm» (topluluk) kelimesinin zikredilmesi bu azabın onların kökünü kazıyıcı bir nitelikte olduğuna delâlet eder. Bundan anlaşıldığına göre burada benzetme esas alınmıştır. Çünkü ayetin anlamı : «Sizden öncekilerin cezalarına benzer bir tarzda Allah sizleri cezalandıracaktır» şeklindedir.
(14) «Sonra onların ardından...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha önceki ayetler üzerine değil, «Andolsun ki sizi helak ettik» ayetinin üzerine atıftır. Yani haberlerini dinlemekte ve izlerini görmekte olduğunuz o nesilleri helak ettikten sonra sizleri yeryüzünde halife kıldık ki nasıl davranacağınızı görelim.
Müdekkik alimlerden bazıları «Keyfe» kelimesinin anlamını hal- ve özellikleri sormak olduğunu, zatları ve başka şeyleri sormak olmadığını söylemişlerdi. Bu ayetteki soru da, onların hal ve amellerini sormak anlamındadır. Yani Allah, onların hal ve amellerini sormaktadır. Amellerin sorulması ise, ancak güzel veya çirkin, iyi veya kötü olmak bakımındandır. Dolayısıyla «Keyfe» burada mecazi olarak değil gerçek mânâda kullanılmıştır.
«Nazar)) kökünden gelen «Nenzure» kelimesi ise, ilim karşılığında mecazen kullanılmıştır. Bazıları «burada ilim malûm mâ* nâsındadtr» diye iddia etmişlerdir. Ancak bu yorumlardan hangisi esas alınırsa alınsın, Allah Teâlâ'nm onları halife kılmazdan Önce amellerini bilmediği gibi bir anlam çıkmaz. O daha önce de biliyordu. Ayrıca nazar'ı, ilim ile tefsir etmenin temeli rüyetır, yokluğu üzerine kurulmamıştır. Bu iddia, bazı Kaderilerin iddiasıdır. Onlar: «Allah ne görür, ne de görülür)) derler. Biz ise: «Allah hem görür, hem de görülür» diyenlerdeniz. Delildeki şartlar aklî şartlar değüdir. Rüyet ilme mugayir bir vasıftır. Semi' de böyledir.[22]
15- Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar, «Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» derler. De ki: «Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değildir. Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Kuşkusuz ki eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.»
16- De ki: «Eğer Allah dileseydi onu size okuyamazdım ve Allah da onu size bildirmezdi. Çünkü bundan önce aranızda bir ömür boyu durdum. Acaba hâlâ düşünmüyor musunuz?»
17- Acaba yalan yere, Allah'a iftira atandan veyahut ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim vardır? Kuşkusuz ki mücrimler felah bulamazlar.
18- Onlar Allah'tan başka, kendilerine zarar vermeyen ve yarar sağlayamayana ibadet ederler. «Bunlar Allah katında bizim şefaatçimizdirler» derler. De ki: Siz Allah'a gökte ve yerde bilmediği bir şeyi mi haher veriyorsunuz? O'nu tenzih ederiz. O şirk koştuklarınızdan yücedir».
19- İnsanlar ancak bir ümmettiler. Sonra ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden bir kelime (söz) geçmiş olmasaydı ayrılığa düştükleri konuda mutlaka aralarımla hüküm verilirdi.
20- Derler ki: «Niçin Rabbinden onun üzerine bir ayet (mucize) inmedi? De ki: «Gayb ancak Allah'ındır. Siz bekleyip durun. Kuşkusuz ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.[23]
(15) Onlara ayetlerimiz açıkça...)) Bu Ayetin Tefsiri
«Ayât» (Ayetler) kelimesi -ayetin çoğuludur. Bu ayetlerden maksat, Tevhid'in varlığına, Şirk'in bâtıllığma delâlet eden ayetlerden olmalarıdır. Bazıları burada, lafzın umumi olduğunu söylemişlerdir. Ayet kelimesinin Allah'ın zâtına izafe edilip, «Ayetlerimiz» şeklinde ifade edilmesi, ayetlerin yüceliğini, onlara iman etmeyi ve onları yalanlamaktan kaçınmayı ihsas etmek içindir. Ayetteki «beyyinat» kelimesi ise hâldir. Yani, «O ayetler açık olduğu halde, kendilerinde herhangi bir kapalılık ve inüşkilat bulunmadığı halde, onlara okunduğunda, bize kavuşmayı ummayanlar; 'Bundan başka bir Kur'an getir' veya 'Bunu değiştir' derler.»
«Bize kavuşmayı ummayanlar» ile kastedilen Haşr ve Hesab gününden korkmayan ve sevap beklemeyen kimselerdir. [24]
Katâde, «Bize kavuşmayı ummayanlar» ifadesiyle müşriklerin kastedildiğini söylemiştir.
Ayette geçen «Getirmek» ile «Değiştirmek» ifadeleri arasındaki fark şudur : Eğer «Getirmek» olursa, mevcut Kur'an'ın tamamen kaldırılması istenmiş olur. «Değiştirmek» olursa, onunla birlikte başkasının da getirilmesi istenmiş olur. Bu ifade üç şekilde yorumlanmıştır.
a) Onlar Hz. Peygamber'den, va'dleri vaid'e (tehdide), vaîdi va'de helali harama, haramı ise helale çevirmesini istemişlerdi.
b) Onlar Kur'an'dan, kendi ilahlarım kötüleyip, akıllarıyla alay eden ayetlerin çıkarılmasını istemişlerdi.
c) Onlar Kur'an'daki Haşr ve Kıyamet ile ilgili ayetlerin çıkarılmasını istemişlerdi.
Birinci şıktaki görüş Taberî'ye, ikincisi İbn İsa'ya, üçüncüsü ise Zeccac'a aittir.[25]
Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre, onlar Hz. Peygamber' den bunu vahiy yönünden istemiş olmalıdırlar. Çünkü Mukatü'den rivayet edildiğine göre; ayet Abdullah bin Ümeyye el-Mahzunî, Ha-lid bin Muğire, Mukarrez bin Hafs, Emr bin Abdullah Ebi Kays el-Amirî, As bin Amr bin Hişam adlı beş kişi hakkında nazil olmuştur.
Adı geçen bu kimseler Hz1. Peygamber'e şöyle bir teklifte bulunmuşlardı: «Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan bu Kur' an'dan başka bir Kur'an getir ki orada, 'Lat, Uzza, Menut'a ibadeti terkedin' diyen ve bu gutları ayıplayan bir ayet bulunmasın. Eğer Allah sana böyle bir şey indirmemiş ise, sen bunu kendiliğinden uydur veya bunları değiştir. Azap ayetinin yerine rahmet ayetini geçir. Haramın yerine Helal'i, Helalin yerine de Haram'ı koy!..»
(16) «De ki; «Eğer Allah dileseydi...» . Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet de diğerleri gibi Kur'an'ın gerçekliğini ve Allah katından geldiğini isbatlayan ayetlerdendir. Onların tekliflerini açık bir şekilde reddettikten sonra bu ayet inmiştir. Ayetin başında durumun şanına fazlasıyla itina gösterildiğini açıklamak için, müstakil emir sigasi olan «Kul» (De ki) lafzı getirilmiştir. Burada kastedilen bunun anlam ve üslûb bakımından müstakil olduğunu bildirmektir. Çünkü bu ayet, bunun Allah'ın emr ve dilemesiyle olduğunun burhan ve delilidir. Bu takdirde mânâ şöyle anlaşılır: «Ey Muhammedi De ki! Tüm işler Allah'ın dilemesine bağlıdır. Benim onda hiçbir müdahalem bulunmamaktadır. Eğer Allah onu size okumamı, sizin onu benim aracılığımla idrak etmenizi istemeseydi, onu size okumamı bana emretmeseydi, size onu okuyamazdım. Ve benim aracılığımla bildirilmezdi.» Böylece anlaşılmıştır ki Hz. Peygamber'in Kur'an okuması ve onlara onun aracılığı ile Kur'an'ın bildirmesi Allah'ın dilemesiyle olmuştur.
Ebi Rebia'nın İbn Kesir'den rivayet ettiğine göre, «Veledra-kum» tekid lam'ı ile okunmuştur. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur: «Eğer Allah dilemeseydi, ben Kur'an'ı size okuyamazdım. Kesinlikle Allah, Kur'an'ı benden başkasının diliyle size bildirirdi. Yani Kur'an öyle bir haktır ki, onda zerrece şüphe bulunmaz. Ben onu tebliğle görevlendirilmiş olmasaydım bile onu, size tebliğ etmek için benden başkası getirecekti.» Burada -lam-ın getirilmesi, Hz. Peygamber'den (s.a) başkasıyla o Kur'an'ın onlara bildirilmesinin yokluk bakımından daha şiddetli ve daha kuvvetli olduğuna delâlet eder.
«Umren» kelimesi müddet, süre anlamındadır. Yani; «Ben aranızda, (kırk sene gibi) uzun bir süre durdum. Siz ahvalimin ayrıntılarını dahi ezberlediniz, yaptıklarımın ve konuştuklarımın tamamına vakıfsınız. Bu ise, Kur'an nazil olmadan öncedir. Acaba bu durumu hiç düşünmüyor musunuz? Hiç akletmez misiniz? Oysa bu kelamın benden sadır olmadığını, bilakis Allah katından geldiğini akl-ı selim sahibi ve doğru bir düşünme yeteneği olan bir kimse hemen anlayabilir.»
Öyle ki aklı az olan bir insan bile Hz. Peygamber'in (s.a) bu durumunu düşündüğünde, uzun zaman onların arasında büyüyüp, yetiştiğim gözonüne alıp, hiçbir suretle herhangi bir alimle bir araya gelmediğini hesaba katar, hiçbir bilim dalında hiçbir bilginden ders almadığını, hiçbir mecliste, hiçbir yarışmada güzel konuşan kimselerle karşılaşmadığını idrak ederse, tüm bunlardan sonra bir de, getirdiği kitabın fesahatin doruğunda olduğunu, o Kitab'm Araplar içerisindeki en fasih insanları dahi şaşkınlıkta bıraktığım, çeşitli bilimsel alanların inceliklerini kapsadığını bir düşünse, onun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunda zerrece kuşkusu kalmaz.
(17) «Acaba yalan yere, Allah'a iftira...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki soru biçimi, istifham-ı inkariyyedir. Yani mânâ; «Yeryüzünde böyle davranandan daha zalimi yoktur» şeklindedir. Bu ayet bir önceki ayetle ilişkilidir. Maksat Hz. Peygamber'e (s.a) nisbet edilen, «O Allah'a iftira ediyor» şeklindeki ithamı uzaklaştırmak, Hz. Peygamberi bundan tenzih etmek ve Kur'an'ı yalanlayan müşriklerin zulümlerini ortaya sermektir.
Ayette «Keziben» (yalan) kelimesi kullanılmıştır. Oysa «îftû ra»da yalan olarak meydana gelmektedir. Bunun nedeni, müşriklerin zımnen Hz. Peygamber'e (s.a) nisbet ettikleri ve açıkça Hz. Peygamber'e (s.a) yüklemeye çalıştıkları şeyin, Allah adına uydurulmuş bir iftira olduğu kadar, aynı zamanda büyük bir yalan olduğunu ilan etmek istenmesidir. Çünkü birçok iftira var ki sadece isnadında yalan bulunur. Halbuki bunun hem isnadında, hem de bizzat kendisinde yalan bulunduğundan, bunu isbat etmek maksadıyla Keziben kelimesi getirilmiştir. Ayetin başındaki harfi ise bu ayet diğer ayetle olan ilişkisini belli ediyor. Yani Kur'an Allah'ın emr ve düemesiyle meydana gelmiştir. Hal böyle olunca bir söz uydurup, bunu Allah'a nisbet ederek iftira atan ve «Bu Allah kalındandır» diyen, yine ayetlerin bazılarını değiştirerek, Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimse, zalimlerin zalimidir.
Bazılarına göre, bu ayet ile müşriklerin Allah'a iftira atmaları sebebiyle kendilerinin zulümlerini gözler Önüne sermek kastedilmiştir. Çünkü onlar «Allah'ın ortağı var,» «Çocuğu var» diyorlardı. Bu da onların Allah'ın ayetlerini yalanladıkları anlamına gelir. Dolayısıyla ayet daha önceki ayete bağlıdır ki bu takdirde mânâ şöyle olur : «Ben Allah'a iftira etmedim. O'nun adına yalan da söylemedim. Benim böyle bir şey yapmadığıma dair delil de bulunuyor. Fakat siz böyle bir şey yaptınız. Zira, Allah'ın çocuğu, ortağı olduğunu söylediniz. Allah'ın peygamberini de, peygamberin Allah katından geldiğini de yalanladınız,» veyahut ayet, «Sizden Önceki nesilleri zulmettiklerinde helak ettik» ayetine bağlıdır. Ancak şu şartla ki; «Sonra sizi halifeler kıldık» ayetiyle «Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğunda...» ayeti, Hz. Peygamber'in (s.a) kendilerine peygamber olarak gönderildiğini, müşriklerin daha öncekilerin adetlerine uygun olarak reddettiklerine işaret etmektedir. Çünkü daha öncekiler de Allah'ın ayetlerini yalanlamış ve peygamberlerini tekzip etmişlerdir. Bu ise müşriklerin kıssalarının bitirilmesinden sonra, tekrar o kıssaya dönmek demektir.
«Kuşkusuz ki mücrimler felah bulmazlar» cümlesi yalan yere Allah'a iftira atanların ve Allah'ın ayetlerini yalanlayanların tali-lidir, yani nedenidir.
îkrime'den rivayet olunduğuna göre, Nadr'ın «Kıyamet Günü geldiğinde Lat ve Uzza bana şefaat edeceklerdir» demesi üzerine Allah bu 17. ayeti nazil etmiştir. (İbn ebi-Hatim)
(18) «Onlar Allah'tan başka...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet onların ikinci bir suçunu hikâye etmektedir. Bu ayet 15. ayetin üzerine atıftır. Yani birkissamn diğer bir kıssa üzerine atfı kabilindendir. [26]
«Allah'tan başkasına ibadet ederler» ifadesi onların Allah'a karşı ibadeti tamamen terkettikleri anlamındadır. Çünkü şirk ile. birlikte yapılan ibadet ne olumludur ne de sahih. Veya ibare şöyle de anlaşılabilir: «Onlar sadece Allah'a ibadet etmekle yetinmezler.» Yani onlar başkalarına ibadet etmekle Allah'a ibadeti aynı görürler.
Ayetteki «Ma» (o şey ki) kelimesi putlara işaret eder. O putların ne zarar ne de yarar getiremedikleri, onların buna güç yeti-remeyişlerindendir. Çünkü onlar cansızdır.
Bazılarına göreyse, «Onlar zarar vermezler» ifadesi ile, müşriklerin o putlara ibadeti terketmeleri halinde o putların kendilerine bir zarar veremeyeceklerine delâlet eder. Yine onlara ibadet etseler bile, o putlar kendilerine bir yarar sağlayamazlar.
ffiltonin putlar dışında meleklere, Hz. İsa'ya ve kendilerine tapılan her şeye işaret etmesi de mümkündür. Ancak Arapların sadece putlara taptıkları ve ayetin de zaten bu durumu kınamak maksadıyla nazil olduğu bilindiğinden, burada putlara işaret edildiği daha zahirdir. Nitekim Taif halkı Lafa, Mekkeliler Uzza'ya, Menat'a, Hübel'e, İs'af'a ve Naile'ye ibadet ederlerdi.
«Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdirler» cümlesi hakkında İkrime'den rivayet olunduğuna göre, (daha önce de geçtiği gibi) Nadr bin Haris'in, «Kıyamet günü geldiğinde, Lat ve Uz za bana şefaat edecekler» demesi üzerine bu ayet nazil olmuştur, (îbn Ebi Hatim). Ancak zahirden anlaşıldığına göre tüm müşrikler aynı şeyi söylemektedirler. Muhtemelen bu farazi ve takdirî bir yola binaen böyle olmuştur. Çünkü onlar, «Sizin iddianıza göre biz haşrolunur sak, Lat, Uzza, Menat, Hübel, îs'af ve Naile bize şefaat edeceklerdir» diyorlardı. Yani müşrikler yeniden dirilmeye inanmıyorlardı.
«De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» cümlesi de müşrikleri susturmak için nazil olmuştur. Yani, yoksa siz Allah'a varlığı olmayan ve hiçbir zaman tahakkuk etmeyecek olan bir şeyi mi (O putların Allah katında şefaatçi olduklarını mı) haber veriyorsunuz? Çünkü gayb-lan çokça bilen, ilmi tüm külliyat ve cüziyatı ihata eden Allah'ın bilmediği bir şey, hiçbir surette tahakkuk edemez.
(19) «İnsanlar ancak bir ümmettiler...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani insanlar emrin başlangıcında Hak ve Tevhid üzere birlik idiler, aralarında ihtilaf yoktu. Bu yorum İbn Abbas, Süddî. Mücahid ve Cübbaî'ye aittir. Nitekim İbn Mesud'un 'Kıraati' de bu yorumu desteklemektedir. Onun 'Kıraati'ne göre, «İnsanlar ancak hidayet üzere bir ümmettiler». Yani îbn Mesud'un 'Kıraati'nde «Hidayet Üzere» ibaresi vardır. Bu ise Hz. Adem döneminde Kabil'in Habil'i öldürmesinden önce idi. Bazıları bunun Hz. îdris'in, bazıları da Hz. Nuh'un dönemine kadar sürdüğünü söylemişlerdir.
Bazıları, ~«Bu Nuh'un (a.s) dönemine kadar sürdü; zira o zaman yeryüzünde hiçbir kafir kalmamıştı. Ne zaman küfür yeniden başgösterdi, bu o zamana kadar devam etti» derken, bazıları da, «Bu Hz. İbrahim'den (a.s) Amr bin Luhey zamanına kadar sürdü. Sonra Amr putlara taptı» demektedir. Bu yorum da Atâ'dan rivayet edilmiştir. Bu yoruma göre «insanlar» kelimesi sadece Araplara mahsus kullanılmış olmaktadır, mevki itibariyle bu yorum daha uygundur. Çünkü bu ayet Araplardan sadır olan sapmaları sözkonusu eden ayetlerin sonrasında gelmektedir.
«Sonra ihtilafa düştüler»; yani bir kısmı kafir oldu bir kısmı da daha önceki dinleri üzerinde kaldı. Grupların biri diğerine muhalefet etti.
«Kelime» lafzı Allah'ın insanlar arasındaki hükmünü Kıyamet Günü'ne bırakmasına veya Kıyamet Günü'nde onların arasını ayıran azaba işarettir. Çünkü Kıyamet Günü, ayrılma ve mükâfat günüdür. Yani Allah'ın bu şekildeki sözü geçmiş olmasaydı, onların aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında süratle hüküm verilirdi. Böylelikle onları hakka tabi olmak ve ihtilafları gidermek zorunda bıraktırıcı mucizeler vuku bulurdu. Veyahut bâtılda olan helak olur, Hakk'ta olan ise kurtulurdu.
Bu ayetin önceki ayetle bağlantısı şu bakımdandır; bu ayet, önceki ayetin anlamını tekid etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ burada, Tevhid'in fıtrî ve köklü bir din olduğunu ve bir zamanlar tüm insanların o din üzerine olduklarım ifade etmiştir. Şirk'in ve kollarının bir cehalet olduğu ve ancak sapık insanların bu cehalet bataklığını meydana getirdiğini açıklamıştır.
Bazılarına göre iki ayet arasındaki bağlantı şöyle kurulabilir: Allah Teâlâ önceki ayette bir kavmin putlara ibadet etmek suretiyle fesada uğradıklarını açıklarken, bu ayette aslında şirk yolunun emrin başlangıcından beri Arapların yolu olmadığını, aksine önceden onların da bizzat hak din üzere bulunduklarım ve o dinde putlara ibadetin mevcut olmadığım, bunun şeytanın ilka-sı sonucunda vuku bulduğunu beyan etmektedir.
El-Kelbî'den gelen bir rivayete göre, insanların bir tek ümmet olmalarının anlamı, küfür üzere ittifak etmeleriydi ki bu Hz. İbrahim'in (a.s) döneminde olmuştur. Bunun bir benzeri görüş de Hasan Basrî'den rivayet edilir ki ona göre insanlar Adem'in vefatından Nuh'un zamanına kadar bir tek ümmetti. Sonra iman edenler imanetti. Küfür üzerinde kalanlar ise öylece devam ettiler."
Ayetin burada getirilmesinin nedeni Hz. Peygamber'e (s.a) teselli verilmek istenmiş olmasıdır. Adeta O'na (s.a) şöyle denmektedir: Sakın, imana ve tevhide davet ettiğin her şahsın davetini kabul edeceğini zannetme. Çünkü insanların hepsi küfür üzerin-deydiler. Ancak onların bir kısmı iman etmiştir. O halde sen nasıl olur da tüm insanların iman üzere bir araya gelmelerini isteyebilirsin?
Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir : Böyle düşünmek bir asır boyunca yeryüzünün Allah'a iman edeff ve Allah'ı bilen kimselerden boş kaldığım ileri sürmek demektir. Oysa yeryüzünde her zaman Allah'a iman eden kimselerin bulunacağı söylenmiştir. Ancak yeryüzünün her zaman iman eden bir kimseden hali kalmadığı hükmü doğru değildir. Çünkü bazı rivayetlerde, kıyametten Önce insanlar arasında «Allah» diyen kimsenin kalmayacağı bildirilmiştir. Bu rivayetin doğru kabul edilmesi halinde, küfür üzere ittifak ile kastedilenin çoğunluğun ittifakı olduğu anlaşılır.
(20) «Derler ki: Niçin Rabbinden...»Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayette müşriklerin bir diğer cürmü daha gözler önüne serilmektedir. Ayette söz konusu edilen -ayet- lafzı, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın mucizeleri türünde Hz, Peygamber'den istenen mucizeler karşılığında kullanılmıştır. Mucizelerin indirilmesi ile de kastedilen, Allah'ın onu peygamberin eliyle ortaya çıkarması demektir. Müşrikler inatla mucize talebinde bulunmuşlardı. Yoksa Hz. Peygamber (s.a) tüm mucizelerden daha üstün ve daha açık mucizeler getirmişti. Hele yeryüzünde kıyamete kadar baki kalacak olan Kur'an-ı Azim'üş-Şan'm mucizeliği? Andolsun eğer onlar insaflı davransaydılar Hz. Peygamber'i gördükten sonra, onu doğrulamak için hiçbir mucizeye ihtiyaç duymazlardı. Çünkü Hz. Peygamber'in şahsı bizzat mucizedir. Onu görüp ahvaline vakıf olan bir kimse onun peygamberliğinden zerrece kuşku duymaz.
«De ki: Gayb ancak Allah'ındır. Siz "bekleyip durun. Kuşkusuz ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» cümlesinin ortaya koyduğuna göre bu karşılık onlara hakimane üslûbla verilmiş bir cevaptır. Çünkü birçok mucize olduğu halde onlar peygamberden arzuladıklarını istediklerinde anlaşıldı ki, bunlar yeni bir mucizeyi sadece inad olsun diye istemektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ onlara böyle bir cevap vermiştir. Böylece sorularının asıl niteliğinin inadi bir soru olduğu ve bununla Allah'ın azabını hakettik-leri ortaya çıkmış oldu. Yani Hz. Peygamber (s.a) onlara adeta şöyle demiştir: «Sizin bu gururunuz mutlaka kırılacaktır. Ancak bunun ne zaman olacağını bilmiyorum; zira bu gavba ait bir bilgidir ve gaybı bilmek de ancak Allah'a mahsustur. Hâl böyle olunca, siz bu inadı sorunuzun gereklerini bekleyin. Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.»
Bazı müdekkiklere göreyse bu ayetin mânâsı şöyledir: «Sizin talep ettiğiniz ve peygamberliğin gereklerinden olduğunu iddia edip, imanınızı onun inişine bağladığınız hususlar, Allah'a mahsus gaybe taalluk eder. Ben gaybe vakıf değilim. Siz onun inmesini bekleyin, ben de sizinle birlikte böyle bir felakete tevessül edip de ayetleri inkâr etmenize karşı gösterdiğiniz bu cür'etten dolayı
Allah'ın başınıza getireceğini bekleyenlerdenim.»
Bazıları müdekkilerin verdikleri bu mânâya, gaybın sadece Allaiı'a mahsus olmasına bina edilen bekleme emrinin bağlı olduğunu Öne sürerek itiraz etmişlerdir. Ancak insan biraz düşününce aklına ,kafirlerin sorusunun, salahın kendi istemiş oldukları mucizelerden birisinin inişine bağlı olduğu şeklindeki iddiayı içerdiği geliyor. Çünkü onlar Allah tarafından inen ayetlere itibar ve iltifat etmemişlerdir. Sanki şöyle demek istiyorlardı: «înen ayetlerin inmesinde bir salah yoktur. Asıl salah bizim istediğimiz ayetlerden birisinin inmesindedir. Peki niçin inmiyor?» Kuşkusuz burada gayb iddiası vardır. îşte cevaben şöyle denildi: «Gayb sadece Allah'a mahsustur. O salahın ne ile olacağım bilir. Bunu ne siz bilebilirsiniz ne de bir başkası...»
«Bekleyin durun» emriyle kastedilen şudur: «Madem ki gayb I ilmi-^Allah'a mahsus ve sizler buna rağmen gaybdan iddialarda bulundunuz ve tan edip, dil uzattınız o halde başınıza gelecek azabı bekleyin. Ben de sizinle birlikte o azabın size gelmesini bekleyenlerdenim.» [27]
21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra, onlara bir rahmet tattırdığımız zaman, ayetlerimiz hakkında düşündükleri bir hileleri vardır. De ki: «Allah'ın mekr yönünden (azabı) daha çabuktur. Kuşkusuz ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar».
22- (Allah) O'dur ki sizi karada ve denizde gezdirir. Hatta siz gemide bulunduğunuzda ve gemi, içindekileri alıp güzel bir rüzgarla giderken ve tam onunla sevindikleri bir sırada ona şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar gelmeye başlar ve sanırlar ki kuşatıldılar. İşte o zaman, Allah'a dini halis kıldıktan halde, (yalvarıp şöyle) dua ederler: «Andolsun eğer bizleri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz».
23- Derken (Allah) onlan kurtannca, yeryüzünde haksızlıkla azgınlığa başlarlar. Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O (kısa) dünya hayatının biraz zevkini sürersiniz. Sonra dönüşünüz bize olacaktır. Biz de yaptıklarınızı size haber veririz.
24- Dünya hayatının misali, semadan (buluttan) indirdiğimiz bir su gibidir. Derken insanın ve hayvanın yediğinden olan yeryüzü bitkisi yetişip birbirine kanşmıştır. Nihayet yeryüzü bütün güzelliğini takımp, süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kendilerini muktedir sandıklan bir sırada, geceleyin veya gün-düzleyin ona emrimiz gelmiştir. Sanki dün yerinde bir şey yokmuş gibi onu biçeriz. İşte düşünen bir topluluk için ayetleri böy-îece açıklıyoruz.
25- Hâl şu ki, Allah selam yurduna çağınr ve dilediğini doğru yola iletir. [28]
(21) «İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, insanlara dokunan bir zarardan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız ve sıkıntıdan sonra bir genişlik, kıtlıktan sonra bir bolluk, kuraklıktan sonra bir yağmur verdiğimiz zaman, hemen Allah'ın ayetleri hakkında bir tuzak kurmaya çalışırlar.
Mücahid'e göre, buradaki «Mekr»den maksat, ayetlerin alaya alınması ve yalanlanmasıdır.
Sahih bir hadiste varid olduğuna göre, geceleyin yağan bir yağmur sonrasında Hz. Peygamber (s.a) ashaba sabah namazı kıldırır ve «Rabbinizin bu gece ne söylediğini biliyor musunuz?» diye onlara sorar. Ashabın: «Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» demesi üzerine de Hz. Peygamber şöyle buyurur: «Allah dedi ki; Kullarımdan bana iman edenler de, beni inkar edenler de oldu. Kim ki, biz Allah'ın fazileti ve rahmeti sayesinde yağmur aldık derse, o bana iman etmiş ve yıldızların etkisini inkar etmiştir. Kim de 'Biz falan yıldızın etkisiyle yağmur aldık' derse o beni inkar etmiş, yıldızın etkisine iman etmiş olur.»
«Allah'ın mekr yönünden (azabı) daha çabuktur»; yani istid-rac konusunda, mühlet vermede daha şiddetlidir. Öyle ki mühlet verdiğinde mücrim bir kişi, Allah'ın kendisini azaba duçar etmeyeceği zannma kapılır. Oysa o mücrim mühletin içindedir ve ansızın yakalanacaktır. Ketebe melekleri de onun bütün yaptıklarını yazar ve kaydederler. Sonra gaybı da, hâzırı da bilen Allah'a onları arzederler. O da büyük küçük, alçak-yüksek ne varsa hepsinden ötürü onları cezalandırır.
(22) « (Allah) O'dur ki sizi karada...» Bu Ayetin Tefsiri
«Asıf» kelimesi şiddetli demektir. «Her yerden onlara dalgalar gelmeye başlar» cümlesiyle de kastedilen, denizin dalgalı ve fırtınalı olmasıdır.
«Sanırlar ki kuşatıldılar;)} yani sandılar ki helak olacaklar.
«İşte o zaman dini Allah'a halis kıldıkları halde dua ederler;» yani o anda Allah ile beraber başka bir puta dua etmezler. Sadece Allah'a yalvarıp, niyazda bulunurlar. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette, «Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka yalvardıklanmzın hepsi kaybolur. Fakat (Allah) ne zaman ki sizi karaya ulaştırarak (kurtarırsa) hemen O'ndan yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan çok nankördür» (İsra: 67) buyurmaktadır.
«Andolsun eğer bizleri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz;» yani sana şirk koşmayacağız, hiç kimseyi sana ortak etmeyip, sadece sana kulluk edeceğiz. Bu sıkıntımızda nasıl sadece seni çağırıyorsak, kurtulduktan sonra da sadece sana ibadet edeceğiz.
(23) «Derken (Allah) onları kurtarınca...» Bu Ayetin Tefsiri
Ancak Allah onları o tehlike içerisinden kurtardıktan sonra, bir bakarsın ki, yeryüzünde haksızlığı yayarlar ve sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyurdu: «Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir;» yani azgınlığınızın vebalini sadece kendiniz göreceksiniz. Bununla hiçbir kimseye zarar veremezsiniz. Nitekim bir hadiste «Azgınlıktan ve sıla-î rahîm'i kesmekten daha fazla dünya ve ahiretteki cezaya insanı müstehak kılacak bir günah yoktur» diye buyurul-muştur.
«Dünya hayatının metaı» tabiri ile kastedilen şudur: «Şu alçak, hakir ve çok kısa olan hayattaki lezzetten başkasına sahip değilsiniz.»
«Sonra dönüşünüz bize olacaktır. Biz de yaptıklarınızı size haber veririz;» yani tüm yaptıklarınızın karşılığını veririz. Kim hayrı bulursa o kimse Allah'a şükretsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa, o kimse sadece kendini kınasın.
(24) «Dünya hayatının misali...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayette dünya hayatının bitkisinin, süsünün solup yok olmasını misal olarak getirmektedir. Yani Allah'ın yeryüzünde çıkarmış olduğu bitkilerden bir misal... Bu bitkilerde, Allah'ın bulutlardan indirdiği bir su ile gelişmiş, insanların yiyeceği olan ürünler ile çeşitli ve farklı meyveler ve bir de hayvanların yediği yonca ve diğer türler vardır.
«Zuhruf» kelimesi, fâni ve geçici olan süs anlamındadır. Arzın süslenmesiyle çayır ve çimen olan.bölgelerde çıkan değişik şekil ve renklerdeki çiçeklerle bezenmesi ve güzelleşmesi kastedilmektedir. O çiçekleri yetiştirenler sanırlar ki, o çiçekleri, o meyveleri, o büyüyen bitkileri biçmek ve kesmek kendi ellerindedir. Ancak onlar bu hayal içindeyken ansızın şiddetli bir soğuk veya şiddetli bir rüzgâr eser ve o çiçeklerin yapraklarını kurutur, meyveleri tamamen telef eder.
Ayette geçen «Hasid» kelimesi, yeşillik ve cazibe sonrasında kupkuru kesilmek mânâsmdadır.
«Sanki dün yerinde bir şey yokmuş gibi;» yani bu kuruluktan önce hiçbir yeşillik yokmuş ve hiçbir zaman da bulunmamış gibi.
Katâde, «Sanki hiç nimet görmemiş gibi» diyor. İçlerin hâllerin zeval sonrasındaki durumu hep böyledir. Sanki hiç olmamışlardır. Nitekim bir hadiste şöyle denmiştir: Dünya ehlinin nimetleri getirilir ve hızlı bir şekilde cehenneme daldırıldıktan sonra ona:
— Sen hiç hayrı gördün mü? Yanından hiçbir nimet geçti mi? diye sorulur. O da:
— Hayır! Görmedim, der. Bu esnada dünyada azap yönünden şedid olan biri getirilir ve hızlı bir şekilde nimete daldırıldıktan sonra ona:
— Sen hiç şiddet gördün mü? diye sorulur. O da:
— Hayır! Görmedim, der. İşte Allah Teâlâ helak olanların durumundan haber vererek, «Onlar evlerinde diz üstü oldukları halde sabahladılar. Öyle ki sanki orada hiç zengin olmamışlardı» (A'raf: 91) diye buyurur.
«İşte düşünen bir topluluk için ayetleri böylece açıklıyoruz;» yani hüccet ve delilleri düşünen ve bu misalden ibret alan, hızla ehlinden uzaklaşan, kendisiyle mağrur olan, ehlini mahrum bırakan, dünyadan ibret alanlar için böylece açıklıyoruz.
Gerçekten de o kimseler dünyanın süslerine güveniyorlar ve fakat dünya onlardan dizginlerini koparıp kaçıyor. Çünkü dünyanın tabiatında kendisini arzulayandan kaçmak vardır. O, kendisinden kaçanın ise üstüne düşer. İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Kur' an'm birçok ayetinde dünyanın durumunu yeryüzünün bitkilerine benzetir. Kehf, Zümer ve Hadid surelerinde bu tür benzetmeler mevcuttur.
Taberî, Hişam bin Hişam kanalıyla şöyle rivayet etmektedir: Hakem oğlu Mervan minber üzerinde, «Nihayet yeryüzü tüm güzelliğini takınıp, süslendiği ve sahiplerinin de onun üzerinde kendilerini muktedir zannettikleri sırada, ehlini ancak günahlarıyla helak ederiz» şeklindeki ayeti okuduktan sonra şöyle dedi: «Ben bu ayeti böyle okudum ama bu mushafta yoktur.» Bunun üzerine İbn Abbas'm oğlu Abbas, İbn Abbas'ın da böyle okuduğunu söyledi. İbn Abbas'a gittiklerinde, «Bana da bu şekilde Übey bin Ka'b okuttu» dedi. Ancak bu garip bir okuyuştur. Sanki tefsir için arttırılmıştır. [29]
(25 «Hâl şu ki, Allah...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, dünyayı ve onun hızla zevale doğru gittiğini zikredince insanları cennete teşvik ederek, onları oraya çağırmış ve cennete «Selam yurdu» adını vermiştir Çünkü orası, tüm afet, felâket ve noksanlıklardan salimdir.
Cabir bin AbduUah'dan şöyle rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber (s.a) bir gün çıkarak şöyle dedi: Uykudayken sanki Cebrail'i başımın, Mikail'i de ayaklarımın ucunda duruyorlar gördüm. Biri diğerine, «Ona bir darb-ı mesel getir» dedi. Bana «Kulağının dinlediği gibi dinle, kalbinin aklettiği gibi aklet. Seninle ümmetinin misali, tıpkı bir padişahın misaline benzer. O padişah ki bir yurt edinir, sonra orada bir ev yapar ve bir sofra kurar. Sonra da bir elçi göndererek halkı yemeğe davet eder. Halktan bazıları o elçinin çağrısına icabet eder, bazısı da icabet etmez. O Padişah Allah, o yurt İslâm, o ev bu cennet, elçi de sensin Ya Muhammedi Senin davetine icabet eden İslâm'a, İslâm a giren cennete, cennete giren de ondan yemiştir» dedi. (Taberî)
Katâde nakleder: Huleyd el-Asrî'nin Ebu Derda'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: «Güneş her gün doğarken iki yanında birer melek vardır. Onlar çağrıda bulunduklarında insanlar ve cinler hariç Allah'ın tüm mahlûkatı şu çağrıyı işitirler: «Ey insanlar! Rabbinize gelin. Az veya kâfi gelen bir şey, çok olup da meşgul eden bir şeyden hayırlıdır.» Ravi, «Ey insanlar! Rabbinize gelin!» sözü ile ilgili olarak «Allah selam yurduna çağırır» ayeti inmiştir, diyor. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim)
Alusî'ye göre, 21. ayetteki -insanlar, kelimesiyle Mekke kafirleri kastedilmektedir. Çünkü rivayet edildiği üzere, Allah Teâlâ onlara yedi yıl kıtlık musallat kılmıştır. Öyle ki neredeyse helak olacaklardı. Hz. Peygamber'e (s.a) gelip bolluk duasında bulunmasını istedüer ve bolluğa kavuştukları takdirde iman edeceklerine söz verdiler. Hz. Peygamber de dua etti. Allah onlara merhamet ettikten sonra ise, yine Allah'ın ayetlerine ta'n etmeye, peygambere karşı çıkıp, tuzaklar kurmaya başladılar. Ayette geçen «Ayetler» tabiri ile Kur'an ayetlerinin kastedümiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bazılarına göre burada, yağmurun yağması gevnî ayetler kastedilmiştir. Şayet gerçekten kastedilen kevnî ayetler ise, onların kevnî ayetler hakkında hile yapmaları o ayetlerin meydana gelmesini putlara ve yüdızlara izafe etmeleri anlamına gelir. Daha Önce de geçtiği gibi, yıldızların, burçların olayların oluşumunda pay sahibi olduklarına gerçekten inanan bir kimsenin dinden çıktığı söylenmiştir. Nitekim Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Ne-sei'nin Zeyd bin Halid'den rivayet ettikleri hadis daha Önce zikredilmişti.
Yani yıldızların kendilerinde bulunan bir müessiriyet nedeniyle tek başlarına hadiselere yol açtıklarına inanmak küfrü icap ettirir. Yoksa «Yıldızların meydana çıkmalarıyla bazı olaylar meydana gelir, ama bunları meydana getiren yıldızlar değil, bizatihi Allah'tır» şeklinde düşünmek asla küfür değildir. Nitekim Eş'ari-ler de bu görüştedir. Selefe göre Allah Teâlâ sebeplerde müessir bir güç var etmiştir. Allah dilerse tesir eder, dilemezse tesir etmez, işte bu şekilde düşünmek gerçeğin ta kendisidir. Fakat mü-essiriyetin mutlak mânâda yıldızlara, diğer ulvî cisimlere ve varlıklara nisbet edilmesi küfürse şayet, o takdirde insanların çoğunun tekfir edilmesi gerekir. Hatta insanların üstün olanlarından bir çoğunun da tekfir olunması lazımdır. Çünkü onlar kevn ve fesad âleminden çoğunu ulviyete nisbet ederler ve bunlara «Ulvî ecdadlar» derler. Nitekim Şeyh Muhyiddin-i Arabi, açıkça gezegen ve sabit yıldızların âlem üzerinde etküeri olduğunu söylemektedir. Ona göre, onların cüziyatlarını tayin etmeye vâkıf olmak, ancak keşf erbabından kalbi rasathaneler kuranların muttali olabilecekleri bir şeydir. Muhyidin-i Arabi ve onun gibi, ulvî varlıkların etkisi olduğunu söyleyenlerin kastettikleri, Selefin ve Eş' ari'lerin söyledikleri gibidir. Aksi takdirde, Allah'tan başka, gerçek mânâda müessir birinin daha olduğunu söyleyen kimse şeriatın dışına çıkmış olur.
Kısaca, yıldızların etki sahibi olduğunu söyleyen bir kimse, onların Allah'ın izniyle etki edebileceklerini kastediyorsa şeriatın sınırlarını çiğnemiş olmaz. Aksine onun hükmü, ateşin yakıcı, suyun akıcı olduğunu söyleyen kimsenin hükmü gibidir. Denizde gemileri yürüten de Allah'tır. Çünkü geminin rüzgâr vasıtasıyla hareket etmesini sağlayan O'dur. Kulun o hareketleri meydana getirmede bir dahli yoktur. Kul sadece onların mukaddimelerinde müdahale sahibidir.
Allah'ın insanların karada yürümesini sağlamasına gelince, eğer insanlar yaya iseler bu fiil ihtiyarî olarak onlardan sadır olur. Yok binek üzerindeler ise, bu fiil bineklerden sadır olur. O halde Allah'ın insanları karada yürütmesinin mânâsı, o alet ve edevatı insanlara vermesidir. Nitekim bu ayet de kulların fiillerinin Allah'ın mahlûku olduğuna delâlet etmektedir.
Alusî, 22. ayette geçen «Andolsun eğer bizleri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz» ifadesiyle ilgili olarak şöyle demektedir:
Onlar Allah'a şirk koşmaksızm dua etmektedirler. Çünkü korkunun şiddetinden ötürü herkesin onun üzerine yaratıldığı fıtratlarına rücû etmişlerdi. Bu dua Tevhid'in ve gerçek mânâda Allah' tan başka tasarruf sahibi yoktur, hükmünün bir sonucudur. Bu âlemin tabiatında var olan bir esastır. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Nitekim bu Sa'd bin Ebi Vakkas'tan rivayet edilen şu hadisle de desteklenmektedir: [30]
Mekke fethedildiğinde, Ebu Cehil'in oğlu İkrime kaçarak Cidde'den gemiye bindi. Tam denizin ortasındayken gemi şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Geminin görevlileri yolculara, «İhlasla hareket edin (yani sadece Allah'a dua edin); çünkü ilahlarınızın size hiç bir yaran olmaz» dediler, tkrime bunu işitince, «Beni denizdeyken ancak ihlas kurtarıyorsa, karada da ondan başkası beni kurtaramaz. Ya Rabbi! Sana söz veriyorum. Beni şu anda içinde bulunduğum sıkıntıdan kurtarırsan eğer, Muhammed'in yanına gider, elimi onun eline koyarım. Böylece onun da affedici ve kerem sahibi olduğunu görürüm» diye Allah'a söz verdikten sonra gelip müslüman oldu. (Ebu Davud, Neseî)
îbn Sa'dın Ebu Muleyke'den rivayet ettiğine göre, tkrime şöyle anlatır: Gemiye bindiğimde, fırtınaya tutulduk. Herkes Allah'a yalvarmaya, O'nu birlemeye başladı. «Bu nedir?» diye sorduğumda, «Bu öyle bir yoldur ki burada Allah'tan başka yarar sağlayan yoktur» dediler. İkrime, «İşte Muhammed de zaten bizi buna davet ediyordu. Bizi geri götürün» diyerek, geldi ve müslüman oldu. [31]
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, sadece dua değil, ibadet de yalnız Allah'a tahsis edilmelidir. Çünkü insanlar sadece duayı Allah'a tahsis etmekle, muhlislerden olmazlar. Mânâsı ne şekilde olursa olsun ayet, şuna delâlet eder ki; müşrikler dahi sıkıntı anlarında Allah'tan başkasına dua etmezler. Bilindiği gibi insanlar bugün bir tehlikeyle karşılaştıklarında, ister denizde, ister karada olsunlar, kendilerine zarar vermeyen, yarar sağlamayan, görmeyen, işitmeyen kimselere dua etmektedirler. Kimi Hızır'a, kimi İlyas'a, kimi Ebu'l Hamis'e, kimi de Abbas'a dua eder, imamlardan birisinden medet bekler. Bazıları da şeyhlerden birini çağırır. Bunların içinde sadece Allah'a dua edene, yalnızca O'na yalvarana pek az rastlarsm. Öyle ki bu kimseler sadece Allah'a dua ederlerse, başlarına gelen musibetlerden kurtulacaklarını bile düşünmezler. Allah adına söyler misin bu yönden hangi fırka daha doğru yoldadır? Dua edenlerin hangisi söz bakımından daha kuvvetlidirler. Cehalet rüzgârlarının esmekte olduğu şu zamanda Allah'a sığınıyorum. Dalâletin dalgalarının durmadan hücum edip, Kur'an gemisini delmeye çalıştığı, Allah'tan değil de başkalarından yardım beklenildiği, Ariflere bile «Emr-i bi'l-Maruf'vm zorlaştığı, «Nehy-i an'il-münkermn önünde çeşitli felaketlerin bulunduğu bir zamanda Allah'a sığınırız [32]
23. ayette geçen -bağy- kelimesi, bir şeyin kendisini ifsad, yararını ise itlaf etmekle tefsir olunmuştur. Haksızlıkla yapılan bir şeye de bağy denilir. Zira hak ile olan bağy şer'an mezmum değildir. Mesela savaşçılar, kafirlerin ülkelerini tahrip ederler, ağaçlarını kesip, mahsullerini yakarlar. Bu görünüşte bağy ise de hak ile olan bir bağy'öir. Nitekim Hz. Peygamber bunu Beni Kurayza Yahudilerine tatbik etmiştir. Bu ayet insanları şiddetle bağy'den menetmeye çalışıyor.
Enes'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Üç şey vardır ki onlar ehillerine dönerler (yani yapanların başında kalırlar). Hile, sözünde durmamak ve bağy,» Hz. Peygamber (s.a) bunları söyledikten sonra, «Ey insanlar! Sizin azgınlığınız (bağy) ancak kendi aleyhinizedir» ayetini okudu. (Ebu Şeyh, Ebu Nuaym, Hatib ve Deylemî)
Beyhakî, «Şuab» da Ebu Bekre'den şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a), «Bağy ve stla-i rahimden daha hızlı ne dünyada ne de ahirette sahibine cezayı gerektiren bir suç yoktur» buyurmuştur.
İbn Merduveyh'in İbn Abbas ve îbn Ömer'den rivayet ettiklerine göre, onlar «Eğer bir dağ diğer bir dağa bağy yapsa, bağy yapan dağ parçalanır» demişlerdir.[33]
25. ayette cennete «Dar'us Selam.}) (Selam yurdu) denilmesinin nedeni cennet ehlinin her türlü elem ve afetten salim olma-larıcLır. Ayrıca Allah Teâlâ veya cennetin hizmetçileri cennetteki-lere «Selam üzerinize olsun» derler. Ya da cenettekilerin bazıları diğerlerine selam verirler. Görüldüğü gibi «es-Selam» selamet veya selam vermek mânâsındadır. Veyahut Es-Selam Allah'ın isîm-lerindendir. Mânâsı, selamet Allah'tandır, onunla birlikte olmaktadır. Selamet sahibi her eksiklikten münezzehtir. Bu takdirde <(Dâr» (yurt) kelimesi tazim için Allah'a izafe olunmuştur. Nitekim Kabe'ye de bu sebeble «Beytullah» (Allah'ın Evi) denmiştir. Ayrıca Allah'tan başka zahir ve bâtında mülk sahibi yoktur. Allah Teâlâ cennette olan bir kimsenin her şeyden salim kalacağına da dikkatleri çekmektedir. [34]
«Ve dilediğini doğru yola iletir»; yani cennet yurduna, selamete götüren yola... İşte o yol hak dindir. İfadeden anlaşıldığına göre hidayet ile davet farklı şeylerdir. Emr iradeye mugayirdir. Çünkü Allah daveti genişletirken, hidayeti meşhura göre iradenin dengi olan dilemesiyle tahsis etti. Mutezile'ye göre hidayetten maksat tevfik ve iltifattır. Bu, davet emrden başka bir şeydir. Çünkü kafir de emrolunur ama muvaffak olamaz. Allah'ın dilemesine gelince O, lutfun kendisine yarar sağlayacağını Allah'ın bildiği kimsedir. Zira Allah'ın dilemesi, hikmeti ona tâbidir. Lutfun kendisine bir yarar vermeyeceğini bildiği kimseye Allah, lütufta bulunmadığı gibi, o kimseyi muvaffak da kılmaz. Çünkü Allah'ın yarar görmeyeceğini bildiği kimseye tevfiki abes olur. Abesi yapmak, Allah'ın hikmetine ters düşer. O halde Allah Teâlâ, lütfunun kendisine bir yarar sağlayacağı kimseye hidayet eder. Herkesin hidayetini istiyorsa da bu böyledir. [35]
26- Güzel davrananlara en güzel mükâfat, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz ne de bir horluk bulaşır. İşte onlar cennet ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.
27- Kötü işler yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir. Onları da bir zillet kaplayacaktır. Onları Allah'tan koruyacak hiç kimse bulunmaz. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
28- O gün onlann hepsini bir araya toplayacağız. Sonra da ortak koşanlara, «Siz ve koştuğunuz ortaklar yerinizde durun» diyeceğiz. Artık onların aralarını tamamen ayırımsızdır. Ve onların ortaklan «Sîz bize ibadet etmiyordunuz» diyeceklerdir.
29- «Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Kuşkusuz ki biz sizin tapınmanızdan tamamen habersizdik».
30- Orada herkes geçmişte yaptıklarıyla imtihan verir ve onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürüleceklerdir de uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gider.
31- De ki: «Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahib olabilir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor?». «Allah» diyecekler. De ki- «O halde (O'na karşı gelmekten) korkmuyor musunuz?»
32- İşte (Kudreti size anlatılan bu zat) sizin gerçek Rabbi-niz olan Allah'tır. Artık Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?
33- İşte böylece Babbinin yoldan çıkanlar hakkında söylediği «Onlar inanmazlar» sözü gerçekleşmiş oldu. [36]
(26) «Güzel davrananlara en güzel mükâfat...» Bu Ayetin Tefsiri
«el-Hüsna» en güzel mertebe demektir ve en güzel mertebe de cennettir. Yani Allah'ın emrettiğini yapan ve yasaklarından sakınanlar için cennet ve bir de fazlası vardır. İşte o fazlalık, Allah'ın Cemalini doya doya seyretmektir. Bu; Hz. Ali, İbn Abbas, Huzeyfe, İbn Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî tarafından merfu olarak Hz. Peygamber'den (s.a) çeşitli senetlerle rivayet edilmiştir.
Süheyb-i Rumî'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber bu ayeti okuduktan sonra şunları söyledi: Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdikten sonra, bir münadi şöyle seslenir:
— Ey cennetlikler! Allah katında sizler için bir va'd, tayin edilen bir zaman, bir iş daha var; Allah o va'dini yerine getirmek istiyor. [37]
— O va'd nedir? O bizim terazimizi ağırlaştırmadı mı? Yüzlerimizi ak çıkarmadı mı? Bizi cennete koymadı mı? Bizi ateşten uzaklaştırmadı mı? Artık yerine getirilmemiş olan va'd de nedir?
Tüm bunlar yapılmıştır, diye sorunca onlara perde kaldırılır. Onlar da Allah Teâlâ'nın Cemaline bakarlar. Allah'a yemin ederim bu bakıştan daha sevimli bir şey, daha fazla gözleri aydınlatacak bir nimet onlara verilmemiştir.» (Tayalasî, İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî, îbn Mâce, îbn Cerîr, Îbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Huzeyme, İbn Hibban, Ebu Şeyh, Darekutnî, îbn Merduveyh ve Beyhakî). [38]
Hz. Peygamber (s.a) «İhsan'ı şöyle açıklamaktadır: «Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet et. Sen O'nu göremiyorsan da muhakkak O seni görmektedir».
İhsan edenler (yani Allah'a bu şekilde ibadet edenler) için cennet ve cennetten daha fazlası olan Allah'ın Cemaline bakmak .vardır. Bazı tefsirlerde bu kadar kuvvetli olan bu rivayet «kîle» şeklinde nakledilmektedir. Burada tefsirimizin temelini teşkil eden Kadı Beyzavî'de aynı şekilde nakletmektedir. Fakat bu kadar' kuvvetli bir rivayetin «kîle» tabiriyle nakledilmesi doğru değildir, Zemahşerî ise, «Keşşaf» adlı tefsirinde bu rivayetin uydurma olduğunu söylemektedir. Sahih olduğu hakkında ittifak edilmiş bir hadis'e böyle demek ancak Mutezile'ye uygun düşer. Hadis hafızlan bu hadisi rivayet etmişlerdir ve onlar Zemahşerî'nin iddiasına benzer bir şey söylememişlerdir. Bu ayetin yorumuyla ilgili başka bir rivayet varsa da sıhhati itibariyle bu hadisin derecesine yaklaşamamaktadır. Mesela îbn Cerir et-Taberî «Ziyade mağfiret ve rıdvandîr» şeklinde bir rivayeti Mücahid'den nakletmiştir.
Hasan Basrîden gelen bir rivayete göreyse, ayette söz konusu edilen fazlalık, cennet ehlinin hasenelerinin birden on misline, hatta yedi yüz nüsüne kadar arttırılması demektir.
îbn Zeyd, bu fazlalık ile «Allah'ın onlara verdiğinin hesabını onlara sormarnasıdır» der.
Hatim bin Uteybe'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre bu fazlalık; bir tek inciden yapılmış dört kapılı bir köşktür. Ancak îbn' ul-Cevzî bu rivayetin sahih olmadığını söylemektedir.
Bazılarına göre de fazlalıktan kastedilen, bulutların cennet ehlinin yanından geçmeleri ve onlara «Siz neyi istiyorsanız, onu sizin için yağdıralım» demeleridir.
Süfyan'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: «Kur' an'm tefsirinde ihtilaf olmaz. O Allah'ın kelâmıdır, birleştiricidir. Ondan hem şu hem de bu rivayet edilebilir (yani geniş kapsamlıdır. Birçok ihtimal taşır)». (Said bin Mensur, İbn Münzir ve Bey-hakî)
Zemahşerî'nin ayette söz konusu edilen fazlalığı, Allah'ın Ce-maliyle tefsir etmeye delâlet eden sahih rivayetlere ta'n etmesinin ardındaki neden, her halde onun da diğer Mutezile mensupları gibi Allah'ın Cemalinin görülmeyeceği düşüncesini taşıyor olmasıdır. Oysa bu düşüncenin menşei bozuktur ve Ehl-i Sünnet bu düşünceyi çeşitli delillerle tenkid etmiştir. Bu mesele kelâm kitaplarında izah edilmiştir.
«Onların yüzlerine ne bir toz ne de bir horluk bulaşır»; yani onların yüzlerini içinde siyahlık olan herhangi bir toz kaplamadığı gibi, herhangi bir zillet de yüzlerinde görülmez. Öyle ki cehennem ehlinin başlarına gelenler onların başlarına gelmez. Ya da bunu gerektiren hüzün ve kötü hâl onların başlarına gelmez.
Bu cümleyle kastedilen, cennet ehline verilen nimetlerin, kötülüklerin kokusundan dahi beri olduğunu beyan etmektir. Bu beyan, Allah'ın cennet ehline vermiş olduğu nimetin açıklanmasından sonra yapılmıştır. Bazılarına göre bu beyanda onları kurtaracak olan şeyin hatırlatılması söz konusu edümiştir. Çünkü onlar böyle bir şeyi hatırladıkları zaman güleryüzlülükleri, sevinçleri daha da artar. Nitekim cehennem ehli ellerinden kaçırmış oldukları nimetleri hatırladıkları zaman üzüntü ve hasretleri çoğalır.
Bazıları, «Bu ayetten maksat, cennet ehline, düşmanları olan cehennem ehlinin halini hatırlatmak suretiyle sevinç vermektir» demişlerdir. Çünkü insan düşmanının kötü durumda ve zillet içerisinde olduğunu bildiği zaman daha sevinir. Hatta bazı kimseler vardır ki düşmanına zarar versin diye kendi yararına olan bir şeyden bile vazgeçer.
İşte bu sıfatlarla muttasıf olanlar cennet -ashabı- dırlar. Onlar orada devamlı kalıcıdırlar ve onlar için artık zeval diye bir şey yoktur. Cennetin nimetleri de ebedidir, zail olmazlar. [39]
(27) «Kötü işler yapanlara gelince...»Bu Ayetin Tefsiri
«Kötü işler» ile kastedilen şirk ve günahlardır. Yani kötülük yapanların her günahına karşılık bir ceza vardır. Allah Teâlâ adaletinin gereği olarak insana günahından fazlasını vermediği gibi, kereminin gereği olarak da affetmesine engel bir şey yoktur. Af ancak şirk'in dışındaki günahlar için söz konusudur.
«Cezau» kelimesini mübteda, «bi misliha» kelimesinin de onun haberi ve bu cümlenin de daha Önceki mübtedanın haberi olması caizdir. Bu takdirde, ayette herhangi bir şeyi takdir etmeye gerek kalmaz. Ancak zamir hazfedilmiş olur. Yani onlardan sadır olan bir günahın cezası, onun benzeridir. Ebu'l-Feth'e göre «Cezau» kelimesi mübtedadır ve haberi hazf edilmiştir. Yani onlara günahlarının misliyle ceza verilecektir. Görüldüğü gibi «lehum» (onlar için) sözcüğünün hazf edildiğine dair karine vardır [40]
Bu takdirlerin hangisi olursa olsun, 26. ayetteki mükâfatın fazlalığı faziletin ta kendisidir ve «Rüyet böyle değildir» mânâsına delâlet edecek herhangi bir ibare yoktur. Hatırlanacağı üzere daha önce geçen «ziyadetun» kelimesini rüyet ile yorumlamıştık. Fazlalığın rüyet (Allah'ın Cemalini görmek) ile yorumlanması ise, Hz. Peygamber'den ve Selef-i Salihin'den gelen bir tefsirdir. Ondan yüz çevirmek uygun değildir. Çünkü imam ve diğer müfessir-ler, fazlalık ile Allah'ın Cemalini görmenin kastedildiğine dair birçok hükümler getirmişlerdir. Rabbimiz bu iki ayeti aynı üslûbla zikretmemiştir. Çünkü cennetliklerle cehennemlikler arasında tam uzaklık ve tam ayrılık gözetilmiş tir. Ayette kesb zikredüerek, «Kötü işler yapanlara gelince» denilmekte ve bunun ancak onların kötü davranışlarla kendilerine yaptıkları zulümden ötürü onlara verildiği ilan edilmektedir. .
«Zillet» kelimesindeki tenvin, tazim içindir. Yani onların yüzlerini bürüyecek olan büyük bir zillettir. Daha Önceki ayette geçen «zillet» kelimesindeki tenvin ise bunun tam aksini iddia etmektedir. Ayetteki «Terhaku» fiili, onların kendilerine değil de yüzlerine isnad edilmiştir. Çünkü zillet onları bütün olarak kapsamıştır.
«Onları Allah'tan koruyacak hiç kimse bulunmaz»; yani onları Allah'ın Öfkesinden ve azabından koruyacak hiç kimse yoktur.
«Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür»; yani yüzlerinin aşırı şekilde siyahlaşmasından ötürü adeta yüzlerine gecenin karanlık bir parçası giydirilmiş gibidir.
«İşte onlar da cehennem ehlidir»; yani söz konusu vasıflara sahip olanlar cehennemin daimî sakinleridir ve oradan ebediyyen çıkmazlar.
«el-Vaidiyye» grubu, bu ayetle büyük günah işleyen kimselerin ebediyyen cehennemde kalacaklarına dair delil getirmişlerse de onların bu bozuk iddialarına şöyle cevap verilmiştir: Ayette geçen «Seyyiat» kelimesi küfür dahil tüm günahları içerir; zira günah sahiplerinin cehennemde ebediyyen kalmayacaklarına dair birçok delil vardır. Dolayısıyla bu ayet ebediyyen cehennemde kalmayacak olan günah sahiplerinin dışında kalan günahkârlar hakkındadır.
Bazıları küfrün haricinde günah işleyenlerin «İyilik yapanlar» ifadesinin kapsamına girdiğini Öne sürmüşlerdir. Nitekim İbn Ce-rir ile İbn'ul-Münzir bu durumu İbn Abas'tan rivayet etmişlerdir.
Ebu Şeyh, Katâde'den şöyle nakletmektedir: «Bunlar o kimselerdir ki Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ederler»; yani onlar ister günahkâr olsunlar ister olmasınlar gerçek müminlerdir. Bu balamdan müminler ikinci kısma girmezler. Çünkü kafir ile mümin hakkındaki hükümler ters orantılıdır. Bazıları «Es-Sey-yiat» kelimesindeki eliflam'm. istiğrak (tüm fertleri kapsamak) için olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde mânâ, tüm bunları yapan kimseleri ifade eder. Onların cehennemde ebedi kalmaları üzerinde icma edildiği söyleniyorsa da, bu yorumun hiçbir anlamı yoktur ve hiçbir değer taşımaz.
(28 - 29) «O gün onların hepsini...»Bu Ayetlerin Tefsin
Bu ayetteki hüküm müstakildir, kafirlerin fecî, korkunç durumlarından bir kısmını açıklamak için serdedilmiştir.
«Nahşuruhum» fiilinin sonundaki -hum- zamiri her iki gruba da yani hem iyilik yapanlara hem de kötülük yaparüara raci-dir. Bu, hem «Cemian» kelimesinden, hem de «Sonra şirk koşanlara deriz» cümlesinde anlaşılmaktadır. Yani hasredilenlerin arasında bulunan şirk koşanlara deriz; zira herkesin gözleri önünde kınamak ve tehdit etmek ve hepsinin birlikte haşredileceği haberini vermek, o günün korkunçluğunun hissedilmesi bakımından daha etkileyicidir. Nitekim Kadı Beyzavî ve diğer müfessirler de bu mânâya zahib olmuşlardır. İki grup ile kafir ve müşriklerin kastedildiği görüşe gelince, bu açıkça ayetin zahirine ters düşmektedir.
«Sonra da ortak koşanlara, 'siz ve koştuğunuz ortaklar durun' diyeceğiz» cümlesi ile kastedilen onlardan başlarına geleceklerini görene kadar beklemelerinin istenmesidir.
Ebu Ali el-Parisî şöyle diyor: «Mekan kelimesi ism-i faildir. Yerinizden kıpırdamayın, yerinizde sabit durun, anlamındadır. «Zeyyelna»; yani «Onların arasını ayırdık» demektir. Buradaki ayırmadan maksat, dünyada kendisiyle ortak koştukları şeylerin birliğinin, beraberliğinin bozulması, kesilmesidir.»
Bazıları buradaki ayırmanın cismanî ayırma olduğunu söyle-mişlerse de, Kur'an nazmının zahiri bu mânânın elde edilmesine izin vermez.
«Onların ortakları» ifadesi kafirlerin taptıkları şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı kullanılmıştır. İzafet bu sebepten dolayı yapılmıştır.
Bazıları kafirlerin kendi mallarından ortaklarına bir şeyler ayırdıklarından dolayı bu tabirin kullanıldığını söylemişlerdir.
Bazı yorumlara göre bu ifadeyle kastedilen putlardır. Çünkü Mekkeliler sadece putlara taparlardı ve ayetlerin çoğu ilk muhatap olarak genellikle onları alır. «Ortaklarının (putların), kendilerine «Siz bize ibadet etmiyordunuz» demesi Allah'ın kudretinden uzak bir şey değildir. Yani onlar ancak Allah'ın kudretiyle bunları söyleyebilirler. Her şeyi konuşturan Allah, onları mahşerde de konuşturur. Ortak koşulanların, kendilerine tapanlara, «Siz bize ibadet etmiyordunuz» demelerinin nedeni, onların bu ibadetlerinden uzaklaşmak içindir. Onlar şu gerçeği ilan etmek istemişlerdi: Bu putperestleri, puta tapmaya iten saik neva ve hevesleridir. Putperestlerin şefaat bekledikleri bir anda kendilerine bu sözün söylenmesi, pek acı ve büyük bir derstir.
Bazılarına göre, «Ortaklar» ile melekler ve Hz. İsa kastedilmektedir. Çünkü başka ayetlerde bunun böyle olduğunu göstermektedirler. Bu takdirde meleklerin ve Hz. İsa'nın, «Siz bize ibadet etmiyordunuz» demeleri, «Siz aslında heva ve hevesinize tapıyordunuz» anlamındadır. Nitekim ortada «Hiç ibadet etmiyordunuz» gibi bir anlam yoktur. Çünkü bir şeylere ibadet ettikleri kesindir. Kıyamette ise hiç kimseden yalan sadır olamaz.
Bazıları «Ortaklar» sözünün hakikat üzere bina edildiğini, yani gerçekten onların bunu söylediğini iddia etmişlerdir. Zira o durak gerçek ve şaşırtıcı bir duraktır. Dolayısıyla bu yalan, çocukların ya da delilerin yalanı gibi bir şey olmaktadır.
Bu ifadenin şöyle yorumlanması da mümkündür. Ortaklar kafirlerin amellerim tarttılar ve bâtıl olduğunu görünce onu «yok» saydılar. Bu yüzden de onların ibadetlerini inkâr ederek «Siz bize ibadet etmiyordunuz» dediler.
Şöyle de yorumlanabilir: Müşrikler tapmakta olduklarına as-h-astarı olmayan birçok vasıflar izafe ettiler. Böylece müşrikler aslında bu vasıflarla muttasıf olmayan birtakım zatlara tapmaktaydılar ki koştukları ortaklar bu vasıflara sahip değillerdi. Bu bakımdan müşriklerin koştukları ortaklara aslında tapmadıklarını söylemek doğru olur.
Bu yorum daha önceki iki yorumdan daha tutarlıdır. Aksine birinci ve ikinci yorumlara itibar dahi edilmez. Bu son yoruma binaen ifadenin mânâsı şöyle anlaşılır: Ortak koşulan şeyler, kendilerine tapanlara, «Size şefaat etmeye kudretli olan ve sizi azaptan kurtarmaya gücü yeten kimselere ibadet ettiğinize göre, —ki o ibadet ettiklerinizin vasıfları şunlardır gidin onları arayın. Biz ise o vasıflardan mahrum kimseleriz» derler. Bu sözle maksat onların isteklerinin ana damarını kesmek, onları ümid ettiklerinden vazgeçirerek, tam bir ümitsizlik içerisine sokmaktır. Böylece ümitsizlik ta ölüm anından ve azaba duçar olduklarından itibaren onlarda mevcut olmuştur.
Bazılarına göreyse «Ortaklar» ile kastedilen şeytanlardır. Böylece beraber olmak sadece tapanlar açısından değil, iki taraftan da kesilmiş olmaktadır.
Şayet «Ortaklar» ile melekler ve Hz. İsa kastedilmiş ise şu itiraz öne sürülebilir: Allah Teâlâ, «Siz ve ortaklarınız yerinde durun, kıpırdamayın» demektedir ve bu da ilâhî bir tehdittir. Atfın zahirinden anlaşıldığına göre bu tehdit hem tapanları hem tapı-lanları kapsamaktadır. Ancak bu itiraza şöyle cevap veririz: Tapı-lanlarm hakkındaki tehdidin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü tapı-lanlardan tehdidi gerektiren hiçbir şey sadır olmamıştır. Tehdit sadece muhataplar içindir ve muhataplar hep birliktedir.
Bazılarına göre putların da tehdit edilmesi caizdir. Nitekim kendilerine tapanlarla birlikte cehenneme atılacakları haber verilmiştir. Bir ayette, «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem yakınsınız» (Enbiya: 79), başka bir ayette ise, «Yakıtı insan ve taştan olan bir ateşten sakının» (Bakara: 24) buyurulmaktadır. Taşlardan maksat putlardır. Şayet «Ortaklar» ile kastedilen melekler ise o zaman, «Bizimle sizin aranızda şahit olarafc Alıah yeter. Kuşkusuz ki biz sizin ibadetinizden habersizdik» ayetinde-ki «habersizdik» kelimesi, yani sizin ibadetinize razı değildik, anlamına gelir. Yoksa ibadetinizi sezmemiştik, havsalamıza sığdıra-mıyorduk demek değildir. Çünkü meleklerin kendilerine ibadet edilmesinden haberdar olmayışları bundan anlaşılmaz.
Bazılarına göre, meleklerin onlardan haberdar olduklarına dair delü bulunmadığından, ifadeye hakiki mânâsından başka bir mânâ veremeyiz.
Kendilerine tapınılan melekler Hafeze ve Ketebe melekleri değillerdir. Muhtemelen o melekler Allah'ın emrettikleri ile meş-gıuaurler, bu dünyada olanlara iltifat etmiyorlardır. Üstelik biz melekler hakkında felsefecüerin iddia ettikleri gibi düşünmüyoruz. Çünkü melekler kendilerinden eşyanın isimlerini bildirmeleri istendiğinde, «Sen her ortaktan münezzehsin. Senin bize öğrettiğinden başkasını biz bilmiyoruz» (Bakara: 32) demişlerdir. Meleklerin en büyüklerinden olan Cebrail (a.s) bile çoğu zaman Hz. Peygamber'in (s.a) kendisine sordukları sorulara, «Ben bilmiyorum, Rabbimden sorayım» diye cevap veriyordu. Hz. İsa'nın da kendisine tapıldığmı sezdiğine dair bir delil bulunmamaktadır. Hz. İsa'nın ahir zamanda ineceği, haç'ı kıracağı hakkındaki hükümleri de ille kendisine tapanann bileceği anlamına gelmez.
Denilir ki, onların müşriklerin kendilerine taptıklarından habersiz olmalarının mânâsı; isti'dadî isteklerinin bu ibadet için olmadığı demektir. İşte bu isti'dadî isteğin olmayışı, kıyamette kendilerinden ibadetin istihkakını yoketmeye, zulmü ancak kendilerine tapmakta olanlara isbat etmeye dönüşür. Mesele bu şekilde anlaşıldı mı, ortaklardan kastedilenin Allah'tan başka her şey olduğu ortaya çıkar. İster Hz. İsa ve melekler gibi akıl sahipleri olsun, isterse putlar gibi akıl sahipleri olmasın hepsi de bu sözlerinde doğru olur.
(30) «Orada herkes geçmişte...»Bu Ayetin Tefsiri
«Hunalike» (orada) kelimesi mekan zarfıdır. Dehşetli mahşer meydanı, Haşr'm vukûbulduğü yer nıânâsındadır.
Bazıları «Hunalike» kelimesinin mecaz yoluyla zaman zarfı olarak «O zamanda» anlamında kullanıldığım iddia etmişlerdir. Yani ister mümin, ister kafir olsun herkes daha önce yapmış olduğu işlerle imtihan olunur ve amelinin yararım ve zararım görür.
«Teblû» lafzını bazı kıraat alimleri «Tetlû» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde «Tatlû» okumak anlamındaki «Tilavet» kökünden gelmiş olur. Mânâ da, orada herkesin yapmış olduğu amellerini (sahifelerini) okuyacaktır, şeklinde anlaşılır. «Tatlû» kelime-sinin «Tulûl» kökünden gelmesi durumunda ise, mânâ amellerin tecessüm edip ortaya çıktığı, ameli işleyenin amelinin peşine takıldığı ve sahibini cennete veya cehenneme götürdüğü şeklinde anlaşılır. Muhtemelen bu ayet mecazi (sembolik) bir anlatıma sahip olmalıdır.
Kıraat alimlerinden Asım'ın rivayetinde «Teblû», «Neblû» (deneriz) şeklinde okunmuştur ve zamir Allah'a raci kılınmıştır. Yani, «Orada herkesi geçmişte yaptıklarıyla imtihan ederiz». Orada herkesi, onları deneyen, onlarm saadet ve şekavetlerinden mey. dana gelen hallerini bilen, daha önce işlemiş oldukları amellerle onları imtihan eden bir kimse olarak onlara muamele ederiz.
«el-Hak» lafzı ile kastedilen Allah Teâlâ'dır. El-Hak Allah Te-âlâ'nın isimlerinden biridir. Nitekim ayette «Onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürüleceklerdir» denmektedir. Başka bir ayette de: «Allah müminlerin mevlasıdtr, kafirlerin ise kuşkusuz bir mevlaları yoktur» (Muhammed: 11) denilmiştir. Yani Önceki ayette «mevla» kelimesi hem müminlere hem kafirlere teşmil edilmektedir. Bu ikinci ayette ise, bu husus nefyediliyor. Fakat ikisi ara-. smda bir çelişki bulunmamaktadır. Çünkü mevla kelimesi her iki yerde de farklı anlamlarda kullanılmıştır. Mevla burada Rab anlamındayken, öbür ayette yardım eden, dost anlamındadır. Müminlerin yardımcıları, dostları var iken, kafirlerin yoktur.
Ebu Şeyh'in Süddî'den rivayet ettiğine göre, buradaki 30. ayetle diğer ayet neshedümiştir. Ancak bu ayet hakkında temkinle düşünmek gerekmektedir.
«Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gider»; Onlar mabudîarınin kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Oysa onların bu uydurdukları zail olup-gidecektir. Veyahut Allah'ın ortaklan olduklarını iddia ettikleri şeyler boşa gidip, zail olacaklardır. «Herkes» tabirini kelamın umumiliğiyle birlikte, sadece müşriklere tahsis etmek konum itibariyle ters düşer.
(31) «Deki: Size gökten ve yerden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani durumları anlatılmakta olan müşriklere sor: Hem yerden, hem de gökten denilmesinin nedeni, rızkın yerdeki maddelerden ve ayrıca semavî sebepler olan yağmur, ısı ve benzerlerinden meydana geldiği içindir. [41]
«Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?» cümlesi ile ilgili olarak şu yorumlar öne sürülmüştür:
Nutfeden (meniden, spermden) canlıyı çıkaran veya canlıdan spermi çıkaran veya dirilten ya da öldüren kimdir? Kim bunları meydana getirmektedir? Yoksa ölüden diriye hayat vermek suretiyle çıkaran, diriden ölüyü onun canını ve kendisinden hayatı alan mı size nzık veriyor?
Bazıları ayette geçen «ölü» ve «diri» tabirlerini kafir ve mümin ile yorumlamışlardır.
«İşi idare eden» ile kastedilen, tüm âlemin işlerini yönetip, düzenleme kudretini elinde bulundurandır. Yani bu ayetler, tüm bunların Allah'tan olduğunu ve O'na yöneldiğine ve bunlarin ayrıntılarına vâkıf olmanın da elimizde bulunmadığına işaret etmektedir.
Onlara bu -sorulan yönelttiğinizde, «Allah» diyeceklerdir. Çünkü hakkı örtmek mümkün değildir. Bunların hiçbirinde karşı çık-manın yararı yoktur. Zira bunlar apaçık gerçeklerdir. Ayette geçen «Allah» lafzı mübtedadır, haberi ise hazfedilmiştir. Yani bunları yapan sadece Allah'tır, başkası değil. [42]
«el-İntisaf» adlı eserde şunlar yer almaktadır;
Bu ayet, Kaderiyye mezhebine atılmış bir şamardır. Onlar rızkın iki kısım olduğunu, birinin Allh'tan gelen helâl nzık, diğerinin de kulun kendisinden gelen haram nzık olduğunu iddia ederler. Eğer onlar okumuş olsalardı, bu ayetin onların gizli şirklerini yüzlerine vurduğunu görürlerdi. Bu ayet kadercilerin yüzlerine atılan bir tokat olmaktan başka, «Her asırda işin tamamım ida. re eden o asrın kutbudur. O kutb ki göklerin direğidir. O kutb olmasa eğer kesinlikle gök yer yüzüne düşer» diyen kimselere de atılmış bir tokattır. Sanki onlara «işi idare eden kimdir?» diye sorsan onlar «Kutb» diyeceklerdir.
Bazıları bunu, «Onlar o kutb Allah'ın izniyle idare eder, demek istemişlerdir» diyerek tevil ederler ve onlan savunarak cevap verirler. Ya da onlar namına özür dilenilmiştir. Bu mânâda (Yani Allah'ın izniyle idare etmek mânâsında) idare eden kelimesi, Kur'an'da Allah'tan başkalan için de kullanılmıştır: «Bir işi idare edenler» (Naziat: 5).
Çoğu kez onlar nezdinde Allah ile Kutb arasında sadece itibarî bir fark vardır. Çünkü Kutb nafileler ile farzlan tam olarak eda etmekle bu başanyı elde etmiştir. Dolayısıyla gaynlik, ayn-lık ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan «İşleri idare eden Kutb'dur» demekle, «İşleri idare eden Allah'tır» demek arasında bir fark yoktur. Bu yorum, «Vahdet'ul-Vücud» inanışını savunanların görüşünü ifade ettiğinden dolayı tenkid edilmiştir. Çoğu kelâmcılar ve îmam Rabbani gibi şeriatçı kimseler Vahdet-i Vücud'u ve bu tür görüşleri reddetmişlerdir. (Bkz. Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 111) Fakat burada düşünmek gerekir ki Allah'ın izniyle işleri idare eden böyle bir Kutb varsa bu nasıl taninabilmektedir? Allah'ın böyle bir izni verdiğini kim nasıl keşfetmiştir? Hangi delile dayanmaktadır? Bunlara cevap vermek müşkildir.
(32) «İşte sizin gerçek Rabbiniz...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha önceki âyetlerde anlatılanın bir Özetidir. Muhataplarm da itiraf ettikleri gibi burada önceki vasıflarla muttasıf olan Zat'a işaret edilmektedir.
«Fezalikum» işareti mübtedadır. Allah lafzı ise onun sıfatıdır. Rabbikum lafzı da haberdir. El-Hak kelimesi ya haberden sonraki ikinci haber ya sıfat ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani işte o sıfatlarla muttasıf olan Mevlanız, işlerinizi idare eden sahibiniz, Rububiyeti sabit olmuş, uluhiyyeti şeksiz-şüphesiz kesinlikle tahakkuk etmiş olan Allah'tır.
«Artık Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne kalır? Yani Hakk' tan başka arkasına takılıp gidilecek olan hiçbir şey kalmaz. Kalan sadece dalâlettir. Dolayısıyla sadece Allah'a kulluktan ibaret olan Hakk'ı aşan kimse, kesinlikle dalâlete girmiş olmaktadır. Dalâlet ise, Allah'tan başkasına yapılan kulluktur. Allah'tan başkasına kulluk yapmak da, ister tek başına olsun, ister Allah'a bir ortak koşularak olsun şirk'tir. Çünkü Allah'a koşulan ortak ile beraber Allah'a kulluk etmek, sanki Allah'a hiç kulluk yapmamak gibidir.
Bazılarına göre, Hakk ve Dalâlet tabirleri ile kastedilen Tev-hid ve Allah'tan başkasına yapılan kulluktur. Yani onlara göre, Hakk Tevhid'e, Dalâlet ise Şirk'e işaret etmektedir. Bu görüşü tbn Ebi Hatib'in Eşheb'ten naklettiği bir rivayet de teyid etmektedir, îmam Malik'e satranç ve nart oynayanların şahitliğinin kabul edilip- edilmeyeceği sorulduğunda, o cevap olarak şöyle demiştir: «Bu oyunu oynamaya devam edenlerin şahitliklerinin bir yararını görmüyorum» Sonra da «Artık Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne kalır?» ayetini okuyup, «Bu yüzden onlar dalâlete düşmüş olmaktadırlar» dedi.
(33) «İşte böylece Rabbinin...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani Rab sıfatının kullanılması Allah için nasıl Hak ise veya nasıl ki haktan sonra sapıklıktan başka bir şey kalmıyorsa ya da onlar haktan nasıl döndürülüyorlarsa, işte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkında söylediği söz gerçekleşmiştir.
«Yoldan çıkanlar» ile kastedilenler, küfürde inat edip, küfrün en uzak noktasına kadar giden kimselerdir.
«Onlar iman etmezler» cümlesi ayetin metninde geçmekte olan «Kelime» lafzının bedelidir. Kelime bazen azap ile yorumla-nabilmektedir. O zaman da bu cümle, daha Önceki hükmün hak olduğuna sebep teşkil eder. Böyle bir yoruma şöyle itiraz edilebilir; O kimseler ki yoldan çıktılar ve azap o aşırı gidenlerin üzerinde tahakkuk etti. Çünkü küfürde aşırı gittiler ve iman etmediler. Görüldüğü gibi «İman etmediler» ifadesi «Küfürde aşırı gittiler» ifadesinin tekrarıdır. Peki o halde bu ikinci ifadenin yararı nedir? Cevap olarak deriz ki: ayette tekrarın kesinlikle olduğunu kabul etmemiz halinde, «İman etmediler» ifadesinin önceki ifadenin zımnından anlaşılanın açıkça ortaya konmasıdır ve bu ifadede imanın yüceliğine dikkat çekilmektedir. Küfürde aşırı gidenlerin azaba duçar olmalarının nedeniyse, onların mümin olmayışlarıdır. [43]
34- De ki; «Ortak koştuklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra da onu eski haline iade edecek olan var mı?» De ki: «Allah ilk defa yaratıp sonra iade edecektir. Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?»
35- De ki: «Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı?» De ki: «Hakk'a Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet veremediği halde kendi kendine doğru bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?»
36- Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Kuşkusuz zan haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını en iyi bilendir.
37- Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kîtab'ı açıklayandır. O'nda şüphe yoktur. O alemlerin Rabbinden gelmedir.
38- Yoksa onu uydurdu mu? diyorlar. De ki: «Eğer sizler doğru iseniz, Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da onun benzeri bir sure getirin.»
39- Aksine onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu asla kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan Öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak (ve araştır) zalimlerin sonu nasıl olmuştur?
40- Aralarında O'na inanan ve inanmayan da vardır. Rab-bin bozguncuları daha iyi bilir.
41- Onlar seni yalanlarsa de ki: «Benim amelim bana, sizin ameliniz de size olsun. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.
42- Onlardan seni dinleyenler de vardır. Fakut sen sağırlara mı duyuracaksın. Üstelik akılları da ermiyorsa.. [44].
(34) «De ki: Ortak koştuklarınızdan...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Tevhid'in hakikatine, şirkin de bâtıl olduğuna dair bir diğer delildir. Allah Teâlâ bunu harf-i atıfla getirmeyerek, bunun amacı isbat etmekte başh başına yeterli olduğuna işaret etmiştir. Sorunun yöneltilmesi, muhatapları susturmak ve ilzam etmek içindir. Bu ayet yeniden dirilişin açık bir emir olduğuna işaret etmektedir. Öyle açıktır ki, onunla orada başka bir iddiayı isbat etmek de doğru olur.
«De ki: Allah ilk defa yaratıp, sonra iade edecektir» cümlesinin başındaki «De ki» emri Hz. Peygamberedir. Yani Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e bu işi kimin yapabileceğini açıklamaktadır. Onlara de ki: «Bu işi ancak Allah yapabilir, O'ndan başkasının kim olursa olsun buna gücü yetmez. Ne peygamberlerin, ne velilerin ne de başka insan ve varlıkların.,.»
«Tu'fekun» fiili -efk- kökünden gelmektedir ve döndürülmek, bir şeyden başkasına evirip-çevirmek mânâsındadır. Kamus'ta, «Düşünceden dönmektir» deniliyor. Muhtemelen ayete ve makama en uygun olan mânâ şu şekildedir: «Siz haktan bâtıla doğru nasıl döndürülüyorsunuz».
(35) «De ki «Ortak koştuklarınızdan hakka...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet, söz konusu hükümleri isbat etmek için ortaya konulan başka bir delildir. Bu ayet muhatapları susturduktan sonra ikinci kez ilzam etmek için getirilmiştir. Ayrıca getirilmesi onun faziletine ve isteneni isbat etmekte tek başına yeterli olduğuna işaret etmektedir. Yöneltilen sorunun mahiyeti şudur: Acaba akü ihsan etmek, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek suretiyle hakka ileten, nefislerde ve âfakta koyduğu delillerle insanı düşünmeye sevkeden Allah mıdır yoksa O'na koşulan ortaklar mı?
«De ki: Hakka Allah iletir»; yani hakka üeten Allah'tan başkası değildir.
«Size ne oluyor?»; yani şu âciz varlıkları Allah'a ortak edinmenizde sizin için ne vardır? Onları ortak koşmakla ne elde ettiniz?
«Nasıl hükmediyorsunuz?»; yani, bâtılla nasıl hükmedebiliyorsunuz? Oysa akl-ı selim o bâtılı kabul etmez ve onun bâtıl olduğuna hükmeder. [45]
(36) «Onların çoğu zandan başka...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet, müstakil bir sözdür. Emrin kapsamına girmez. Allah tarafından onların anlayışlarının kötülüğünün, kavrayışlarının yokluğunun açıklanması maksadıyla beyan edilmiştir. Yani onlar çoğu inanç ve tartışmalarında esas olmayan bir zanna tabidirler. Boş hayallere kapılırlar, bâtıl kıyaslar yaparlar. Tıpkı olmayanı, olana, yaratılanı yaratana kıyas etmek gibi. Vehmedilen en az bir nokta varsa bunu yaparlar ve ilmin verilerinden hiçbirine bakmazlar. Onlar hakka götüren sahih delillerin yollarında yürümezler. Onların muhtevalarım nereden ve nasıl anlayacaklardır? Onların doğruluğuna ve onlara muhalif olanın bâtüZığına nasıl vâkıf olacaklardır?
İttiba ile kastedilen mutlak mânâdaki ittibadır. Bu da kabullenip itaat etmekle birlikte olanı da, olmayanı da içerir. Onlardan tâbi olmayanlara işaret etmek için Allah Teâlâ, bu ittibayi çoğunluğa tahsis ederek, çoklarının böyle davrandığım ortaya koymaktadır. Bu tür kimseler Tevhidi gerçekliğe vâkıf olurlar ve fakat hakkı inkar etmekte inat ettikleri için onu kabul etmezler.
Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şöyledir: «Onların çoğu Allah'ı ikrar etmek hususunda zanna tâbi olurlar. Çünkü onların bu gibi sözleri herhangi bir delile dayanmamaktadır». Bazıları ise, ayetin mânâsının «Onların çoğu putların, ilahların Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmakla ancak zanna tâbi olurlar» şeklinde olduğunu öne sürmüşlerdir.
Ayette geçen «Ekser» (çoğu) ibaresi -hepsi- anlamındadır. Nitekim, «Onların azı iman eder» (Nisa: 155) ayetinde geçen «Kali-len» kelimesi -hiçbiri- anlamında kullanılmıştır. Ancak bu iki yoruma binaen «ekser» kelimesini -hepsi- anlamında kullanmanın zaruri olmadığı ortadadır. Aksine -öz- mânâsında da kullanılabilir.
«Zan haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz»: Mutlak zan böyle olursa, acaba yanlış bir zan nasıl olur? «EUHak» kelimesi ilme, gerçeğe uygun ve sahih olan akide anlamındadır. Bu cümle zannin durumunu ve bâtıl olduğunu açıklamak için gelmiştir. Cümlede, itikadî meselelerde ilim Öğrenmenin vacip olduğunu, mukallidin imanının ise sahih olmadığını söyleyen kimselerin hükmüne dair delü vardır. Bu hükmün amellerde nazar-ı itibara alınmaması, taklidin ve zannın amellerde yeterli olduğu nedeniyledir. Bu kaide usûl kitaplarında takrir edilmiştir.
«Allah onların yaptıklarım en iyi bilendir» cümlesi, kötü fiillerinden dolayı onların tehdit edilmesi için varid olmuştur. Bu tehdidin kapsamına, onların kesin delillerden yüzçevirip, fasit zanlara tâbi olmaları öncelikle girer.
(37) «Bu Kur'an Allah'tan başkası...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet, onların Kur'an ayetlerindeki mahfuz olan deliller karşısındaki durumlarını ortaya koyduktan sonra onların Kur' an hakkındaki tavırlarının açıklamasına geçmektedir. Ayrıca zanna tâbi olmayı menettikten sonra uyulması gerekeni açıklamak ve ona dair delil getirmek için başlıbaşına bir hitaptır.
Bazılarına göre, bu cümle «Bu Kur'an'dan başkasını getir» ayetiyle ilgilidir. Bazılarına göre de «Onlar niçin Rabbinden ona bir ayet inmemiştir» şeklindeki müşriklerin sözleriyle alâkalıdır. Ancak her iki görüş de uzak ihtimallerdir.
«Kâne» nakıs fiillerdendir «Haza» onun ismi, «el-Kur'an» ise «Haza»nm atf-ı beyanı, veya sıfatıdır. «En Yaftera» fiili ise mastar tevilinde, «Kane»rûn haberidir.
Bazıları bu ayeti müşkil olarak görmüşlerdir. Şöyle ki: «En» kelimesi fiili muzariyi, gelecek zamana çevirir. Nitekim Nahv alimleri bunun mutlak olduğunu öne sürmüşlerdir. Oysa müşrikler Kur'an'ın geçmiş zamanda uydurulmuş bir iftira olduğunu iddia ediyorlardı. Dolayısıyla onun geçmiş zamanda uydurulmuş bir iftira iddiası nasıl anlaşılacaktır? Cevap olarak deriz ki; fiil burada geniş zaman karşılığında kullanılmıştır. Nitekim İbn Hacib ve diğer Nahv alimleri bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bedri Damamini «Muğnu Lebib»in şerhinde bunu böyle kaydetmektedir. Muhtemelen bu, mecaz mânâsında olmalıdır.
«Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve O Kitab'ı açıklayandır»; yani Kur'an, Tevrat ve İncil gibi kitapları tasdik eder.
«Ellezî» ile cins kastedilmektedir. «Tasdik»den maksat ise, doğruluklarını açıklamaktır. O da gerçeğe uygun olmasıdır. Kitapların Kur'an tarafından tasdik edilmeleri şu demektir: Kur'an'da bulunan gerçek akideler, onların tahrif edilmemişlerinde bulunanlara uygundur.
«Ve o Kitab'ı açıklayandır»; yani yazılanı ve gerçekte tesbit edileni açıklayandır. «Onda şüphe yoktur»; yani akılların onda şüpheye düşmeleri uygun değildir. Çünkü onun delilleri apaçıktır, şanı yücedir ve Âlemlerin Rabbi'nden gelmiştir. [46]
(38) «Yoksa onu uydurdu mu?..» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onları susturmak, fasid sözlerinin bâtıl olduğunu ortaya koymak için de ki: «Eğer durum gerçekten sizin dediğiniz gibiyse, haydi bakalım ister uzun, ister kısa olsun, belagatta, güzel irtibatta mânânın cezaletinde, onun benzeri bir sureyi getirin.»
Denildiği gibi ayetin özeti şudur: «Eğer bu Kur'an benden sadır olan bir uydurmaysa, siz de onun benzeri bir sure uydurun ve getirin bakalım... Çünkü sizler de Arapça ve fesahatta benim gibisiniz. Belki daha fazla bu dili kullanmışsınız. Nasm ve nesirde bir aşinalığınız da var.»
Buna binaen muhataplardan istenen, öyle bir sure-meydana getirmeleri ve kendiliklerinden onu söylemeleridir. Yani, iş sizin iddia ettiğiniz gibiyse, kendinizden veya sizden önceki Arap fasih ve beliğlerinden buna benzer bir sure getirin. Mesela İmr'ul-Kays ve Züheyr gibi beliğ ve fasihlerden Kur'an'a denk, onun büyük özelliklerinde ona benzer bir sure getirin. Madem ki Arapçayı çok iyi bilmenize rağmen, böyle bir sure getiremiyor sunuz, madem ki Ukaz panayırında, fesahat ve belagatın merkezinde kürsü sahibi olmalarına rağmen onların sözlerinde bir şey yok, o halde Kur'an bir beşer kelama değildir. Aksine o kuvvet ve kudret sahibi olan Allah'ın sözüdür.
«De ki : «Eğer sizler doğru iseniz. Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sure getirin»; yani onları size yardım etmeleri için çağırın. Felâket anlarında size yardımcı olacaklarını iddia ettiğiniz ilahlarınızdan yardım isteyin. Benim Kur'an'ı uydurduğum iddiasında doğru iseniz şayet, onun benzerinin getirilmesi imkân dahilinde demektir. Bu ise sizin gücünüzün buna yeteceği mânâsına gelir. Haydi hodri mey-Clan, onun bir suresinin olsun benzerini getirin.
Bu ayet, Kur'an'ın icazına delâlet eden ayetlerden birisidir. Çünkü Hz. Peygamber bu ayetle, Kur'an'm herhangi bir suresinin benzerini getirmeleri için Arap edip ve beliğlerine meydan okumuştur. Onlarsa böyle bir sure getiremediler. Şayet getirmiş olsaydılar, bize kadar gelirdi. Çünkü onun naklini sağlayacak birçok faktör vardı.
Bazı mülhidler, Kur'an'ın bir benzerini getirmekten aciz olmalarının, onun Allah katından getirilmiş olduğunu gerektirmeyeceğini iddia etmişlerdir. Çünkü başkasında olan bir özellik, bir diğerinde bulunmayabilir. Bu bakımdan Muhammed'in (s.a) belagat ve fesahattaki derecesi onun .bir özelliğiydi ve o bu noktada tüm Arapları geride bırakmıştı. Onun getirdiklerini getirdiğini, Arapların ise getiremediğini iddia etmişlerdir. Oysa bazı sev netlerle Hz. Peygamber'den (s.a) şu hadis rivayet edilmiştir: «Ben Arapların en fasihiyim ve ben Kureyş'tenim».
Bu iddiaya şu şekilde cevap verilmiştir: Hz. Peygamber her ne kadar fesahata ilişkin durumların en doruğunda ise de, sanki Allah Teâlâ, Arap dilini yayıkta yaymış, onun kaymağım Hz. Muhammed'in (s.a) dili üzerine koymuştur. Ona karşı koyabilecek bir tek hatib bile yoktur. Onunla yarış etmeye kalkışacak hatip sürçer, ayaklan birbirine dolaşır. Hiçbir beliğ yoktur ki onunla yarışmaya kalkışmış olsun da bundan vazgeçmesin, defteri dürül-mesin. Fakat tüm bunlara rağmen Hz. Peygamber'in sözleri, Kur' an'ınkine benzemez. Çünkü eski ve yeni beliğlerin sözlerine vâkıf olan zevk sahiplerince bilinir ki bir şahsın sözleri birbirine benzer. [47]
(39) «Aksine onlar ilmini kavrayamadıktan...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet onların Kur'an hakkındaki sözlerinin onun kün-hüne vâkıf olamayışlarından ileri geldiğini göstermektedir. Bu sözler Kur'an'ın yüce şanına muttali olamadıklarından dolayı söylenmiş sözlerdir. Bu bakımdan onlar Kur'an hakkında ne söyle-mişlerse bâtıldır.
«Ma» kelimesinin Kur'an'dan ibaret olduğu, Hasan Basrî'y ait bir yorumdur ve müdekkik tefsir alimleri de bu yorum üzerinde durmuşlardır.
Bazılarına göre de, «Ma» kelimesi Kur'an'da bulunan ve on-lann dinine ters düşen (Tevhid, Haşr, ve Ceza ayetleri gibi) ayet-leraen ıoareuır. AncaK bu tefsir uygun görülmemiştir. Çünkü ayet ile Kasıecuien, onların Kur'an'ı, onu düşünmeksizin, ondaki mce-likıere vaüii olmaksızın, onun Allah katından geldiğine dair de-Uııere baıonassızın yalanlamaya kalkıştıklarının beyan edilmesidir, ıvıaaem ki hiç düşünmeden.yalanlıyorlar, o halde onların Kur' anın ûır kısmını yalanladıklarını ileri sürmek uygun düşmez. Çün-ku du ıncecten inceye düşünmeyi gerektirir. Onlar Kur'an'm bir tek suresinin dahi benzerinin getirilmesinin mümkün olmadığını bilmeksizin onu yalanlıyorlar. Allah Teâlâ, «Onlar onun ümini ihata ezmetcsızm onu yalanladılar» dememiş, «Onlar ilmini kav-rayamaaıtciarı ve yorumu kendilerine gelmemiş olan bir şeyi ya-ianıaauar» tabirini kullanmıştır. Bu onların Kur'an konusunda tamamen cahil olduklarını gösterir. Onlar Kur'an'ı bilemediler ve bilgisiz oldukları halde tanımaya çalıştılar. Onların Kur'an'ı yalanlamaları, onun ilmini kavrayamayışları nedeniyledir.
«Tevilehu» (Onun tevili) onun bir çeşit tefsiri mânâsındadır. Yani onlar Kur'an'm şanını yüceliğini bildiren, delilini ifade eden vaz'î ve aküî mânâlarına vâkıf olmadıkları halde, onu inkâra yeltendiler. Tevil kelimesiyle sonuç ve Kur'an'm varabileceği noktanın kastedilmesi mümkündür. Bu mânâ, tevil kelimesinin gerçek mânâsıdır. Bu takdirde tevil kelimesinin kullanılması, zahir olmaktan kinayedir. Yani şu ana kadar Kur'an'da bulunan gaybî ihbarların sonucu belli olmadığı, yalan mı, doğru mu ortaya çıkmadığı halde, onlar Kur'an'ı yalanlamaya kalkışmışlardır. Özet olarak Kur'an, hem nazmı hem mânâsı bakımından, hem de gaybden verdiği haberler yönünden bir mucizedir. Onlar onun nazmını düşünmeden, mânâlarını tefekkür etmeden veya ihbar ettiği olayların meydana gelmesini beklemeden, Kur'an'ı yalanlamaya kalkışmışlardır. Onlar nasıl düşünmeksizin, akletmeksizin Kur' an'ı yalanlamışlarsa, onlardan önceki kafirler de aynı şeyi yaparak, kendilerine gönderilen kitapları ve kendilerine gelen peygamberleri yalanlamışlardır.
«Bak (ve araştır) zalimlerin sonu nasıl olmuştur?» cümlesinde muhatap, ya Hz. Peygamberin (s.a) kendisidir, ya da Kitab'a muhatap olan herkestir.
«Zalimler» ile kastedilen ise peygamberleri yalanlayan önceki kafirlerdir. Burada zamir yerine ism-i zahir (yani -hum- yerine «ez-Zalimin» ) getirilmiştir. Bu onların yalanlamalarının zulüm cihetinden olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca onlara isabet eden musibetlerin, kendilerine zalimliklerinden dolayı isabet ettiği ve Kur'an'ı inkar eden bu müşriklerin.onların içine dahil olduğu anlaşılmaktadır.
«Keyfe» keJimesi «Kane»nin haberidir. Bazen Keyfe'&e tasarruf yapılarak, mastar yerine konur ve Keyfiyet mânâsını ifade eder. Dolayısıyle istifhamın mânâsı da ortadan kalkar. Burada bu mânâ muhtemeldir.
(40) «Aralarında O'na inanan ve.,.»Bu Ayetin Tefsiri
Bazılarının görüşüne göre mezkur ayet onların beklenen to-vil geldikten sonraki durumlarını açıklığa kavuşturmaktadır. Çün kü o zaman onların çeşitli tavırlar takınmaları mümkün olmaktadır. Kimi iman eder, kimi etmez. Çünkü bir şeyi bilmeden, ona iman etmek söz konusu değildir. Anlaşılan odur ki onların hepsi daha tevil gelmezden önce yalanlamaya katılmışlardı;
«Hum» zamiri yalanlayanlara racidir. O'na iman etmenin mânâsı, ya onun hak olduğuna inanmaktır ki o zaman aralarından bazıları içinden onu tasdik eder, ilmini kavradıktan sonra onun hak olduğunu ikrar eder ve tevili geldikten sonra bunları bilir fakat inadından dolayı iman etmez, ya da buradaki iman gerçek imandır. Yani onlardan bazıları ileride ona iman edip, küfürden dönecek, bazıları da zahirde tasdik etmediği gibi, içinden de onu doğrulamayacaktır. Bu ikinci grup ya bilgisizlik çukuruna yuvarlandıklarından ve akıllan yetmediğinden hak ile bâtılı ayırdede-meyecek kadar kafalarının karışmış olmasından dolayı böyle davranmışlar, O'nun ilmini zanlannın çatışmasından temizlemekten aciz oldukları için şüphe içinde kalmışlardır. Ya da ileride de ona iman etmeyecek, aksine küfründe şüpheli ve inatçı olarak ölüp gideceklerdir.
(41) «Onlar seni yalanlarsa...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, deliller onları susturduktan sonra da seni yalanlamakta devam ederlerse onlara de ki: «Sizin ameliniz size, benim amelim bana clsun». Yani onlardan tamamen uzaklaş. Ayetin mânâsı; «Benim amelimin karşılığı bana, sizin amelinizin karşılığı size aittir» şeklinde anlaşılır.
«Sis benim yaptığımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptığınızdan uzağım» cümlesi tekid olarak getirilmiştir. Çünkü Önceki cümle de aynı mânâyı ifade etmektedir. Tahsis için gelen -lam-harfi bir amelin karşılığının başkasına geçmeyeceği kuralını ifade eder. Yani, siz benim yaptığımdan, ben de sizin yaptığınızdan dolayı cezalandırılmayız. Bu yoruma göre ayet, Seyf (savaş) ayeti ile neshedümemiş muhkem bir ayettir. Çünkü ayet, taraflardan her birinin kendi davranışlarının sonucu olan ceza ve sevaplardan sorumlu olmalarını gerektirir. Seyf ayeti ise bunun hükmünü kaldırmamıştır.
Mukatil, Kelbî ve İbn Zeyd'den gelen bir rivayete göre, bu ayet Seyf ayeti ile nesholunmuştur. Böyle demelerinin nedeni sanıyorum ki şundandır; Onlar bu ayeti, yüz çevirmenin ve onlara karşı herhangi bir saldırıda bulunmanın terkedilmesi şeklinde anlamışlardır. Dolayısıyla ayetin de mensuh olduğunu öne sürmüşlerdir.
(42) «Onlardan seni dinleyenler de...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet, onların kalplerinin imana ulaşamayacak denli kapalı ve mühürlü olduğunu ortaya koyuyor. Buradaki zamir, mânâ bakımından çoğul olarak kullanılmıştır. Nitekim daha sonra gelen cümlede lafız bakımından tekil olarak kullanıldığı gibi. Bunun nedeni dinleyenlerin çokluğuna işaret etmek için olabilir.
Ayetin mânâsı şu şekildedir: Seni yalanlayanlardan bazıları Kur'an'ı dinliyor veya Allah'ın dinini öğrettiğinde senin konuşmana kulak veriyorlar. Sözlerin onların kulaklarına gidiyor fakat o sözlerden hiçbiri onlara bir yarar sağlamıyor. Onlar da işitmeyen sağırlar gibi, onları kabul etmiyorlar. Acaba sen onlara işittirmeye güç yetirebilir misin? Onların sağırlıklarına bir de akılsızlıkları eklenirse yine onlara işittirmeye kadir olabilir misin?
Çoğu kez sağır ama akıllı olan bir kimse, bir uğultu işittiğinde hemen uyanır. Ancak hem işitme hem de akıl vasfı yok oldu mu, o zaman sağırlık sıfatı tamam olur. Bu yalanlayan kimseler akıllı olmalarına rağmen, Allah Teâlâ onlan niçin akılsız sağırlar gibi vasfetmiştir? Çünkü onların akıllan vehmin çatışmasıyla, taklîdln peşinden giden hastalıklarıyla karşılaşmıştır. Bu yüzden Allah Teâlâ onların Kur'an'm mânâlarını, ince hüküm ve yüce hikmetlerini idrak etmekten aciz kalmaları halinde mazur sayılabileceklerini beyan etmiştir. Tıpkı hayvanların kendilerine söylenilen sözleri anlamadıklarından dolayı mazur sayılmaları gibi.
«Efe ente tusmiu'» cümlesindeki failin takdimi, Sakkafi'ye göre takviye, Alkame'ye göre de tahsis içindir. Dolayısıyla manevî failin takdiminde, ardından inkâr cümlesinin getirilmesi, Hz. Pey-gamber'in (s.a) içinden o kavmin iman etmesine duyduğu arzudan dolayı, onlara işittirme kudretinde olduğunu zannettiğine delâlet eder.
İşte bu ayette Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) kalbinden o düşünceyi silerek, bunun sadece kendine mahsus olduğunu ortaya koymuştur. Adeta Hz. Peygamber'e şöyle denilmektedir: «Sen onlara işittirmeye kadir değilsin. Ama biz buna kadiriz.» [48]
43- Onlardan bazıları sana bakmaktadır. Fakat körleri sen mi doğru yola ileteceksin? Hele bir de görmüyorlarsa.
44- Kuşkusuz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.
45- Allah'ın onları bir araya toplayacağı gün, sanki onlar kendi aralarında sadece görüşüp tanışacakları gündüzün bîr saatinden başka kalmamış gibi olurlar. Allah ile karşılaşmayı yalanlayıp, doğru yolu tutmamış olanlar, gerçekten ziyana uğramış olanlardır.
46- Eğer onlara va'dettiğimizin bir kısmını (dünyada) sana göstersek (ne güzel!) veya (göstermeden) senin ruhunu alsak (da görmen ahirete kalır). Onların dönüşü bizedir. Sonra Allah onların yapmakta olduklarına da şahittir.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez.
48- «Doğru iseniz bu söylediğiniz va'd ne zamandır?» diyorlar.
49- De ki: «Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücündeyim. Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalabilirler ne de ileri gidebilirleri).
50- De ki: (Ey müşrikler!) bakın, eğer O'nun azabı size geceleyin ve gündüzleyin gelirse ne yapacaksınız? Suçlular ondan hangisini acele istiyorlar?»
51- Olan olduktan sonra mı, O'na iman edeceksiniz? Şimdi mi? Halbuki onu acele istiyordunuz.
52- Sonra o zulmedenlere «Ebedî azabı tadın» denilecektir. Kazanmakta olduğunuzdan başkasıyla nu cezalandırılacaksınız?
53- «O dediğin bir gerçek midir?» diye senden haber istiyorlar. De ki: «Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz bir gerçektir. Ve siz ona mani olacak değilsiniz».[49]
(43) «Onlardan basılan sana...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, onlardan bazı kimseler vardır ki tüm dikkatlerini sana çevirirler. Kur'an okuduğun zaman seni gözlerler. Allah'ın sana vermiş olduğu iman nurunu, büyük ahlâkı, hidayetin izlerini, doğruluktan ayrılmamış olmanı görememektedirler. Ey Rasûlüm! Nasıl ki sen, iki gözü kör olan bir kimsenin hissî delillerle hidayetine güç yetiremiyorsan, bunları da aklî delillerle hidayete götürmeye güç yetiremezsin. Çünkü onlar aklî delilleri idrak eden basiret (kalp gözü) nimetini kaybetmişlerdir.
Bu ayetin özet olarak anlamı şudur; dinin hidayeti tıpkı maddî hidayet gibi ancak aklın yol göstermesiyle ve hîdayete hazjrlık-lı olana bir yarar sağlar. Aklın yol göstermesi ise, kişinin yönlendirilmesi ve niyetin doğruluğuyla meydana gelir. Bu kimseler ise, akıllarını yararlı bir şekilde, gözle görülen ve kulakla işitilen delillerle kullanmamışlardır. Şehvet ve taklidin ötesinde bulunan yüce gayelerin kavranması için böyle bir teşebbüste bulunmamışlardır.
Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi, insanların doğru yolu bulmaları için bilinen organları kâfi gelmemektedir. Ayrıca basiret (kalp gözüne) ihtiyaçları vardır. Kalp gözü ise, manevî bir duyudur.
Bundan yoksun olanlar, tıpkı sağır ve dilsizler gibidirler. Zaten Kur'an da onlar için bu terimleri kullanmaktadır.
(44) «Kuşkusuz ki Allah insanlara...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen zulüm kelimesi lugavî anlamıyla kullanılmıştır Yani mükemmel bir yaratılışın gerektirdiği hiçbir şey onlarda eksik bırakılmamıştır. Allah'ın adetinden değildir ki kullandıkları takdirde kendilerini hayra götürecek sebeplerden herhangi birini kullarında eksik bıraksın. Peygamber göndermek, deliller ikame etmek suretiyle onları dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirecek olan idraktan, hakka götüren sebeplerden herhangi bir şeyi eksik bırakmak O'nun sünnetine ters düşer. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmederler, başkasına değil. Çünkü başkalarını ezmelerinin cezası yine kendilerine aittir. Onlar Allah'ın kendilerine vermiş olduğu duyuların, aklın ve dinin inkârı sebebiyle kendilerine zulmederler. İşte onları yerli yerinde kullanmak dosdoğru yoldur ve insanı dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirir.
(45) «Allah'ın onları bir araya toplayacağı gün...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, müşrikleri, düşünceyi terketmek, hakka kulak vermemek, peygamberi yalanlamak ve Kur'an'ın yorumu kendilerine gelmezden önce Kur'an'ı inkâr etmekle vasıflandırdıktan sonra, kıyamet gününde bu davranışlarından dolayı başlarına gelecek olan cezanın açıklamasına geçmiştir.
«Saat» kelimesi az bir zaman anlamında kullanılır. Yani, Ey Peygamber! Onları, Ölümden sonra diriltmek suretiyle Allah'ın kendilerini hesap ve ceza yerine götürmek için bir araya getireceği o gün ile korkut, (yani o günün azabıyla korkut). Onlar dünyada sanki az bir süre durmuşlar ve sonra dünyadaki süre sona ermiştir.
Ayetin mânâsı özet olarak şöyledir: Şu dünya ki, onları ha kir, geçici ve kısa süreli şeylerle aldatmıştır. O onların ölümüyle sona erecektir. Onlar kıyamet gününde onun kısalığını günün bir anıyla, tanışmaktan daha fazla sürmeyecek kadar bir kısalık olduğunu göreceklerdir. Bu tıpkı, «Onlar va'dedildikîeri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kalmışlardır» (Ahkaf : 35) ve «Kıyamet koptuğu gün, mücrimler dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler» (Rum : 55) ayetlerinde bahsedildiği gibi aynı mânâyı ifade eder.
İşte bu kimseler geçici, kısa, çeşitli dert ve belâlarla karışmış ve hızla geçip gitmekte olan hayatı, ebedî hayata ve orada bulunan sürekli nimetlere tercih etmişler, buna hazırlıklı olmamışlardır. Kendilerini temizleyen ve ruhlarını arıtan salın amellerde bulunmamışlardır. Bundan dolayı oradaki mutluluğu ellerinden kaçırmışlardır. Kendilerince tercih etmiş olduklarında isabet edemeyip, geçici ve kısa bir hayatı, ebedî hayata tercih etmişlerdir.
(46) «Eğer onlara va'dettiğimizin...»Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Allah'a kavuşacaklarını (hasrı) inkâr edip, yalanlayan müşriklerin hüsranda olduklarını ve doğru yolda bulunmadıklarını açıkladıktan sonra bu ayeti indirmiştir. Burada onların dünya ve ahirette karşılaşacakları azap ile tehdit edilmeleri söz konusu edilmiştir. Ayrıca tehdit ile beraber bu azabın bir kısmının kendisine de gösterileceği ve bununla gözünün aydınlanacağı bildirilerek Hz. Peygamber (s.a) müjdelenmiştir. Azab'm diğer kısmı onlara ahirette verilecektir. Çünkü Allah onların yaptıklarını bilendir ve müstahak oldukları cezayı onlara verecektir.
Ayetin mânâsı özet olarak şöyledir: Eğer onlar için dünyada hazırladığımız azabın bir kısmını, Ey Muhammedi Sana gösterirsek bil ki, işte o, onların müstahak oldukları azaptır. Böylece Allah Teâlâ, peygamberine dünyada onların başından geçen kıtlığı ve açlığı göstermiştir. Bu da Hz. Peygamberin (s.a) onların aleyhinde ettiği dua sayesinde olmuştur. Allah Teâlâ daha ilk savaşta, peygamberini onlara galip getirdi. Bedir Savaşı'nda onların ileri gelenleri öldürülerek, büyük bir bozguna uğradılar. Hz. Peygamber (s.a) onların başkenti ve «Ünımül-Kurra» (şehirlerin anası) olan Mekke'yi fethedinceye kadar tüm savaşlarda onları bozgundan bozguna uğrattı. Sonunda da insanlar akın akın gelip Allah' in dinine girdiler.
Eğer onların hakkında vukubulacak azabı sana göstermeden önce, senin canını alacak olursak, her halükârda onların varacakları yer bizim huzurumuzdur. İşte onlar o an bizim tehdidimizin ortaya koyduğu ceza ile karşı karşıva geleceklerdir. Allah Teâlâ onların üzerinde şahiddir. O hak ile, hak bir ilimle ve hak bir şe-hadetle onlara va'dettiği cezayı uygulayacaktır. Nitekim bir ayette «Saoret, kuşkusuz ki Allah'ın va'di haktır» (Rum : 60) ve başka bir ayette, «Onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, seni öldürsek de kesinlikle senin görevin sadece tebliğ etmektir. Bizim üzerimize düşen onların hesabını görmektir» (Ra'd: 10) bu-yurulmuştur.
(47) «Her ümmetin bir peygamberi...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah, kullarına bir rahmet, hüccetlerine bir açıklayıcı olması için her ümmete bir peygamber göndermiştir. Ki o peygarnberler ümmetlerine, nelerin vacip olduğunu açıklasın, Allah'a ahirete iman gibi inanılması gereken meseleleri onlara izah etsin. O günde onları azaptan kurtaracak salih amelleri kendilerine bildirsin ve böylelikle işleyecekleri salih ameller onların hem dünya hem de ahiret mutluluklarına sebep olsun.
Bu ayette Allah Teâlâ'nm geçmiş ümmetlerin her birine bir peygamber göndermiş olduğunu ve hiçbir ümmeti ihmal etmediği-ğini ortaya koyan bir delil vardır. Bu iddiayı şu iddialar da desteklemektedir: «Hiç bir ümmet yoktur ki onlara bir korkutucu gelmiş olmasın» (Fatır: 24), «Biz bir peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz» (İsra: 15)
Alusî mezkur ayeti daha farklı bir açıdan ele alarak şöyle demektedir:
Kıyamet gününde her ümmetin bir Rasûlü vardır. O ümmet kendisine nisbet edilir. Filan peygamberin ümmeti gibi. Her ümmetin peygamberi mahşer meydanına geldiğinde, küfürleri ve imanları hakkında onlara şahitlik ve sonra aralarında adaletle hükmedilir. Müminin kurtuluşuna kafirin ise cezalandırılmasına verilen bir hükümdür bu. Onlar hiçbir surette zulme uğramazlar.
Ayetin mânâsı; geçmiş her ümmetin şeriatla gönderilmiş bir peygamberi olduğu şeklinde de anlaşılabilir. Allah'ın hikmeti bunu böyle gerektirmiştir. Peygamberler onları hakka davet için gönderildikleri halde, onlar kendilerine peygamber geldiğinde ve o peygamber onlara dini tebliğ ettiğinde, onları dine davet ettiğinde, onu yalanladılar, ona karşı çıktılar. Bunun üzerine her ümmet ile peygamberi arasında adaletle hükmedildi. Yani peygamberler ile ona iman edenlerin kurtuluşuna, onu yalanlayanların da helakine karar verilmiş oldu.
İlk yorum İbn Cerir'in ve başkasının Mücahid'den rivayet ettiği yorumdur. Bu yoruma göre istikbal zahiri üzerinedir. İkinci yorumda olduğu gibi bunda herhangi bir şeyin takdirine gerek yoktur.
(48) «Doğru iseniz bu söylediğiniz va'd...» Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıda söz konusu edilen birinci yorum, bu ayetle de desteklenmektedir. Çünkü burada kastedilen va'd dünya azabıdır. Nitekim daha sonra gelen ayetler de insanı bu yola sevketmekte-dir. [50]
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, hiçbir ümmet peygambersiz bırakılmamıştır. Oysa fetret ehline peygamber gönderilmediği bilinmektedir. Nitekim, «Ataları uyarılmadığından kendileri gafil kalmış bir kavmi uyarman için seni peygamber olarak gönderdik» (Yasin : 6) ayeti de bu hususa delâlet eder. Cevap olarak deriz ki; ayetin umumu, bir peygamberin her ümmette fiilen bulunacağı anlamına gelmez. Çünkü bir peygamberin bazı ümmetlerden önce gelmesi, o, peygamberin, onlara gönderilmesine engel değildir. Nitekim Hz.Peygamber'in (s.a) kıyamete değin tüm insanlara peygamber olarak gönderilmesi de böyledir. Ancak fetret donemi insanları hakkında diyebiliriz ki, insanların fetret dönemlerinde karışmaları ve çeşitli göçlerle kaynaşmaları, peygamberlerin davetlerinin etkisini azaltmaya neden olmuştur. Kaldı ki bazıları «Her ümmet» ile Allah'ın ezeli ilmiyle kendilerini sorumlu tuttuğu veya haklarında hükmünü uygulamak istediği toplulukların kastedildiğini yoksa mutlak anlamdaki ümmetin kastedilmedi-ğini söylemişlerdir.
(49) «De ki; Ben kendime bile...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, benim bunların hiçbirine, hiçbir şekilde gücürn yetmemektedir. Allah Teâlâ'nın ayette «zarar»ı, «yarar»da,n önce zikretmesinin nedeni, Hz. Peygamberin (s.a) aczini ortaya koymak içindir. Yararın zikredilmesi ise ta'mim içindir. Yani aczin kemalini izhar etmektir maksat. Bazılarına göre yararın zarardan sonra zikredilmesi, peygamberin güç yetmezliğinin sadece zarar açısından olmasıdır. Yani bu, yarara gücünün yettiği şeklinde akla bir düşünce gelmesin diyedir. Ancak Allah'ın dilediği olur.
Mutezile'ye göre buradaki istisna, muttasıldır. [51] Onlara göre bu ayetle kul, taat veya günah olsun fiillerinde hürdür, yani fiillerini kendisi meydana getirir. Oysa görüldüğü gibi ayet, onların bu iddiasını isbat etmekten çok uzaktır. Selefi bazı kimseler kulun Allah'ın izniyle etkileyici bir kudrete sahip olduğuna, bu ayetin delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Cebrîlerin kulun kuvvet ve kudretinin olmadığını ve onun bir fiili kendüiğinden işlemeye asla güç yetiremeyeceğini söylemeleri yanlıştır. Nitekim Eş'arîlerin kulun kudreti olduğunu ve fakat müessir olmadığını iddia etmeleri de doğruya yakın değildir. Bunun gibi Mutezile'nin Allah dilesin dilemesin kulun tesir etme gücünün olduğuna dair sözü de kabul edilemez.
Ayetin mânâsı şu şekildedir: Ben zarar ve yarardan hiçbir şeye kadir değilim, ancak Allah'ın dilediği olur. Ben sadece Allah'ın gücümün yetmesini dilediği yerlerde güç yetirebüirim. Allah dilerse onu yapabilirim. Yani ben sadece bir insanım ve Allah'ın elçisiyim. Kendim için ne bir yarar ve ne de bir zarar vermeye gücüm yeter. O halde başkası için bunu nasıl yapabilirim. Nitekim başka bir ayette; «Kendim için herhangi bir yarar veya zarara malik değilim. Ancak Allah'ın dilediği olur. Eğer gaybı bilseydim, kesinlikle hayırdan çoğunu elde etmeye çalışırdım. Bana bir kötülük dokunmazdı. Ben sadece bir uyarıcı ve iman eden bir kavim için müjdeleyiçiyim» (A'raf : 188) buyurulmuştur.
. «Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalabilirler ne de ileri gidebilirler»; yani peygamberleri yalanlamakta ısrar eden her ümmetin bir azap zamanı vardır. O zaman geldiğinde, azap onların başına iner. Başka bir ümmete ertelenmez. O vakit geldi mi Allah'tan başka hiç kimse —peygamberler dahi— onu öne almaya veya geciktirmeye güç yetiremez. Yani o zaman geldi mi süre bitmiş olur, gelmesi de tahakkuk eder. Yani o ümmetlere mahsus olan süre sona erdi mi, ne bir saat geri kalabilirler ne de bir saat ileri gidebilirler. O zamanı geri almaya veya ileri götürmeye Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. [52]
Hasan Sıddık Han, «Feth'ul-Beyan» adlı tefsirinde şunları söylemektedir: Allah'tan başka felaketlerin kaldırılmasına güç ye-tiremeyen, o felaketler geldiğinde, Hz. Peygamber'e (s.a) sığınarak onu yardıma çağıran, ondan yardım istemeyi adet edinen kimseler için bu ayet, büyük bir uyarıcı ve önemli bir korkutucudur. Hz. Peygamber'den (s.a) onun gücünün yetmediği ve ancak Allah' in kudretiyle meydana gelebilecek olan bir şeyi isteyen kimsenin durumu da böyledir. Çünkü bu nübüvvetin değil, alemlerin Rabbinin makamıdır... O Rab ki, peygamberleri, salihleri ve tüm mah-lûkatı yaratmış, onlara rızık vermiş ve onlara hayat vermiştir. Peygamberlerin; meleklerin veya salih kulların birinden gücü yetmediği bir şeyi isteyip de, her şeye Kadir, Hâlık, Râzik, Verici, Menedici ve her şeyin Rabbi olan Allah'tan istemekten kaçınan kimsenin durumu nicedir? Bu ayetteki Öğüt sana kâfidir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a) bile, Ademoğulları'nın efendisi ve peygamberlerin sonuncusu olduğu halde Allah Teâlâ ona, insanlara şunu söylemesini emretmektedir: «De ki: Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir yarar verme gücünde değilim.» Acaba kendisi için böyle bir güce sahip olmayan kimse, başkaları için nasıl böyle bir güce sahip olabilir? Hz. Pey-gamber'in (s.a) mertebesinden daha düşük bir mertebede olan salıh bir kul nasıl olur da tüm bunları yapabilir— O kimselere şaşılır sadece; zira onlar toprak altındaki ölülerin mezarları üzerinde durup, Allah'ın kudret ve gücü dışındaki hiçbir gücün yerine getiremeyeceği ihtiyaçlarını o ölülerden istemektedirler. Onlar nasıl oluyor da içine düştükleri şirkten uzaklaşmıyorlar? Nasıl olur da «La ilahe illallah» esasına ters düşen bir tehlikeye saplanıp kalırlar? «Kul huvellahu ehad» mânâsına zıt bir yola girmişlerdir? Bundan daha şaşırtıcı olanı, alimlerin buna muttali olup da, onlara niçin böyle davrandıklarım sormamaları, onlara karşı çıkmamalarıdır. Halk ile önceki dönemin cahiliyye adetleri arasına girmiyorlar. Öyle ki eski cahiliyye adetlerinden daha kötüsü bir duruma mâni olmuyorlar. Eski cahiliyye dönemindeki insanlar da Allah'ın yaratıcı, rızık verici, öldürücü, diriltici, zarar ve yarar verici olduğunu söylerlerdi ama bunun yanında «Putlarımız bizi Allah'a yaklaştırıyor ve Allah katında onlar bize şefaatçi olacaklardır» diyorlardı. Modern cahiliyye insanları da dua ettiklerinin yarar ve zarar verme gücünde olduklarım zannederler ve bazen onlara tek başına, bazen de Allah ile beraber dua ederler.
Hasan Sadık Han'ın (Allah ruhunu şad etsin) bu tenkidlerine katılmamak elde değil. Ancak bu konudaki en güzel çözümü; Bediuzzaman Said-i Nursî Mektubat'mûa dile getiriyor. O kısaca şöyle demektedir: «Müslümanlar velîlere mânâyı ismiyle bakarlarsa, bu şirk ve küfürdür. Mânâyı harfiyle bakarlarsa zararı yoktur.» Allah doğrusunu bilir.
(50) «De ki: Bakın, eğer O'nun azabı...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet, müşriklerin azabı istemelerindeki görüşlerini boş ve anlamsız saymaktadır. Yani azap size gelirse, o azapta ne yarar elde edeceksiniz? Artık o zaman size iman da bir yarar sağlamaz.
«Suçlular ondan hangisini acele olarak istiyorlar?)} cümlesinden maksat, mücrimlerin azabın hangi çeşidini acele istediğini ortaya koymaktadır. Dünya azabı mı, ahiret azabı mı? Hangi azabı acele isterlerse istesinler, bu istekleri ahmaklık ve bilgisizliklerinden ileri gitmektedir.
(51-52) «Olan olduktan sonra mı...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Onlar azabı defedecek imanın yerine azabı mı daha acele istiyorlar? Bu isteklerinden sonra azap bilfiil oluşmuş mudur? Siz O'na iman ediyorsunuz ama Öyle bir zamanda artık imanın bir yaran olmaz. Çünkü Allah'a va'dettiğini bilfiil görmektesiniz. İster istemez meydana gelir ve bu iman da Hz. Peygamber'i (s.a) tasdik için değil mecburen edilmiş bir imandır. Sizi kınama açısından şöyle denilecektir: «Siz şimdi mi zorunlu olarak O'na iman ediyorsunuz. Oysa daha Önce O'nu yalanlamak ve gurura kapılmak bakımından acele olarak azabı istiyordunuz.» Sonra küfürle, nübüvveti, Allah'm va'dini ve Allah'ın tehdidini inkâr etmekle kendilerine zulmedenlere denilir ki; «Allah'ın sürekli ve tükenmeyecek olan azabını tadın. Çünkü orada artık ne ölüm ne de zeval vardır.»
«Kazanmakta olduğunuzdan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız?» Yani siz, ancak kendi isteğinizle, işlemiş olduğunuz küfür, zulüm, yeryüzündeki fesad ve bunların üzerinde ısrar etmek ve onlardan ayrılmamak suretiyle kazandığınızın karşılığında bu cezayı göreceksiniz. Bu cezada zulüm diye bir şey yok. Çünkü bu, sizin yaptıklarınızın ayrılmaz bir parçasıdır. Onlar ikrama, ebedî cennette Allah'm kulluğuna lâyık ve ehil değillerdir.
(53) «O dediğin bir gerçek midir?..» Bu Ayetin Tefsiri
Ey Rasûl! Onlar dünyada ve ahirette kendilerine va'dettiğin şu azabın mahiyetinden haber vermeni senden istiyorlar. Onlar «Acaba bizim, dünyada kazandığımız günahlar karşısında bu va' dedilen azap vâki olacak mı, yoksa bu sadece bir korkutma mıdır?» diye soruyorlar. De ki: «Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz bir gerçektir. Ve siz ona mâni olacak değilsiniz»; yani Rabbime yemin ederim ki sizler hakkında o azap haktır. Mutlaka yerine gelecektir, onu engelleyecek bir güç de yoktur. Siz, size azabı tatbik edecek olanı elde etmeye, o azabı başınıza getirmekten onu menetmeye güç yeürecek değilsiniz.
Ayetin kısaca mânâsı şu şekildedir: Bu azap başınıza geldiğinde, o azaptan kaçmak veya ona karşı koymakla kurtulamazsınız. Siz Allah'm egemenliği altındasınız. Size bir şeyi tatbik etmek istediğinde onu tatbik eder. O halde O'ndan korkun. Çünkü O'nun azabı üzerinize vâki olacaktır.
Enes kanalıyla şöyle rivayet olunmuştur: Biz, Hz. Peygamber ile mescidde iken, biri devesinin sırtında geldi. Devesini mescidin yanına çöktürdü. Devesinin dizini bağladıktan sonra, «Muhammed hangtnizdir?» diye sordu. Biz Hz. Peygamber'! (s.a) göstererek, «Şu yaslanmış, beyaz elbiseli zattır» dedik. Bedevi, «Sen Ab-dulmuttalib'in oğlu musun?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) «Sana cevap verdim, (yani, ben Âbdulmuttalib'in oğlu Muham-med'im,» dedi. Bedevi, «Sana soru soracağım ve sormakta da sa-na pek fazla sıkıntı ve zorluk vereceğim. İçinden bana kızmayacağına dair söz veriyor musun?» dedi. Hz. Peygamber (s.a): «istediğini sor» deyince o da, «Rabbimin adıyla sana soruyorum, seni insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?» Hz. Peygamber (s.a): «Evet beni peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ'dır» diye cevap verdi. Bedevi, «Sana Allah adına yemin verdiriyorum, Allah mı sana birgün bir gecede beş vakit namaz kılmanı söyledi?» Hz. Peygamber (s.a) «Allahumme! Evet» dedi. Bedevi, «Sana yine Allah'a yemin verdiriyorum, Allah mı sana içinde bulunduğun Ramazan ayında oruç tutmanı emretti?» Hz. Peygamber (s.a), «Allahumme! Evet» dedi. Bedevi, «Sana Allah adına yemin verdiriyorum, Allah mı şu zekâtı zenginlerinizden alıp, fakirleri, nize vermeni emretti?» Hz. Peygamber (s.a) «Allahumme! Evet» deyince bedevi, «Senin getirdiğine iman ettim. Ben kavmimden olup da, yurdunda kalanların elçisiyim. Adım Dımam bin Sa'lebe' dir ve Beni Sa'd bin Bekr kabilesindenim» dedi. (Buharı, Müslim, İmam Ahmed).
îmam Ahmed'in rivayetinde bedevi şunları da söylemektedir: Bedevi,
— Sana, bize Allah'a tapmamızı, O'na herhangi bir ortak koşmamamızı ve atalarımızın tapmakta olduklarım terketmemizi emretmeni, sana Allah mı emretti? diye sorunca.
Hz. Peygamber (s.a)
— Evet, Allah emretti, dedi. O bedevi oldukça kıllı bir bedene sahipti. Başında iki tane saç örgüsü vardı. Hz. Peygamber (s.a), «Eğer iki örgünün sahibi, söylediklerinde samimiyse, cennete girecektir» diye buyurdu.
Denildiğine göre bu kimse, Hz. Peygamberin (s.a) huzurundan çıktıktan sonra kabilesine gitti. Halkı onun yanma geldiğinde ilk söylediği söz şu oldu: «Ne kötüdür şu Lat ve Uzza!» Halkı ona: «Sus! Böyle söyleme ey Dımam! Alaca hastalığından, cüz-zamdan ve delilikten sakın (yani Vzza'ya dil uzatırsan seni bu hastalıklar yakalar)» deyince, Dımam: «Allah'a yemin ederim ki o azap olasıca Lat ve Uzza, insanlara ne yarar ne de zarar verebilirler. Allah aranıza bir peygamber göndermiş ve bir kitap indirmiştir. İçinde bulunduğunuz küfürden o kitap sayesinde sizi kurtarmıştır. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir. O'nun ortağı yoktur. Ve yine şehadet ederim, ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür, Muhammed'in yanından, onun size em-rettikleriyle ve sizi nehyettikleriyle gelmiş bulunuyorum.» (Ravi diyor ki): Allah'a yemin ederim ki, o gün onun huzurunda bulunan ne bir erkek ne de bir kadın müslüman olmadan akşamlamadı. [53]
54- Eğer kendine zulmeden herkesin yeryüzü dolusu serveti olsa, azaptan kurtulmak için onu feda ederdi. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını açıklarlar. Onların aralarında adaletle hük-molunur. Onlar zulme uğratılmazlar.
55- İyi bilin ki, muhakkak göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Yine iyi bilin ki, Allah'ın va'di bir gerçektir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.
56- O hem diriltir ve hem de öldürür ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olana bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.
53- De ki: «(Onlar) ancak Allah'ın lütuf ve rahmeti iledir, îşte bunlarla sevinsinler. Çünkü bu, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır».
59- De kî: «Allah'ın size indirdiği nzıktan bir kısmını helal, bir kısmını ise haram bulmanız (karşısında) ne diyorsunuz?». De ki: «Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı atıyorsunuz?»
60- Allah'a karşı yalan uyduranların, kıyamet günü (hakkındaki) zanlan nedir? Kuşkusuz Allah insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.
61- Sen ne iş yaparsan yap, Kur'an'dan (ona dair) ne okursan oku ve ne yaparsanız yapın, mutlaka biz onun içine daldığınız zaman, üstünüzde şahitler oluruz. Çünkü ne yerde ve ne de gökte zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de yoktur ki apaçık Kitab da olmasın.[54]
(54) «Eğer kendine zulmeden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani küfürle veya başkasına saldırmak veya zulmün diğer çeşitlerini işlemek suretiyle kendine zulmeden bir kimse, dünyadaki tüm hazinelere sahip olsa, tüm mallar ve yararlar kendinin olsa, azaptan kurtulabilmek için onların hepsini feda etmekten çekinmez. Onlar azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlemişlerdir. Çünkü «Eserru» fiili, gizlediler, fısıldaştılar ve seslerini kıstılar demektir. «Nedamet» ise insanoğlunun kendisine zararı olan her fiilin sonrasında, vicdanında hissettiği elem ve pişmanlık anlamındadır. Bazen insanoğlu bunu, konuşmasıyla da dışarı vurabilir. Nitekim bir ayette, «Allah'a karşı aşırı gittiğim için bana yazıklar olsun!» (Zümer: 56) denilmiştir.
Nedamet'in gizlenmesiyle, ağlamak, parmak ısırmak gibi tezahüratın gizlenmesi kastedilmektedir. Aksi takdirde nedamet, zaten gizli ve insanın içinde duyulan bir duygudur. Onlar da, şiddete ve hayretle şaşkınlık içine girdiklerinden dolayı pişman olmuşlardır. Onların durumu idam sehpasına götürülen bir kimsenin durumuna benzer. Gördüğü manzara o kişiyi şaşkına çevirir. Öyle ki bir kelime edecek gücü kendinde bulamaz. Adeta canlı bir ceset gibi kalakalır.
Bazılarına göre, buradaki gizlemek ile kastedilen ihlasdır. Yani pişmanlıklarını halis kıldılar. Ebu Ubeyde ve Cübbaî ise, «İs-rar'tn «İzhar» (açığa vurmak) mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Çünkü «Sıhah» da bir şeyi gizlemek ve ilan etmek karşılığında «İsrar» kelimesinin kullanıldığı kayıtlıdır.
«Onların aralarında adaletle hükmolunur. Onlar zulme uğratılmazlar»; çünkü Allah Teâlâ onlar hakkında, sadece hakettik-leri cezayı verir. Bazı müfessirler, «Onların aralarında» ifadesinin söz konusu edilen zalimler ile mazlumlara raci olduğunu söylemişlerdir. Her ne kadar mazlumlar açıkça söz konusu edilmemiş-lerse de, -zulüm- kelimesi anlam itibariyle onların da söz konusu edildiklerini ortaya koyar. Çünkü zulmün olduğu yerde mazlum da var demektir. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Zalimler ile mazlumların aralarında hüküm verilir ve her iki taraf da layık oldukları karşılığı alırlar.» Ancak bu konumda, yukarıdaki yorum uygun düşmemektedir.
Meraği şöyle diyor:
Allah o zalimlerle, onların hasımları arasında-hak ile hükmetti Onların hasımları ise peygamberler ve peygamberlere tâbi olanlardır. İmandan alıkonulan, küfre teşvik edilen müstezaflar ile onları dalâlete götüren, onlara zulmeden ileri gelenler de böyledir. Daha önce, Allah'ın kudretine, hükmünün geçerli olduğuna, va'dinin muhakkak yerine geleceğine, zalimlerin Allah'ı aciz bırakmayacağına ve onların Allah'dan kaçamayacaklarına delâlet edilen delilin ardından şu delil öne sürülmüştür: İyi bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Yani Allah, göklerin de, yerin de, gökler ve yerde bulunan akıllı, akılsız tüm yaratıkların da sahibidir. Kafirlerin ise onu fidye olarak verip kendilerini kurtaracakları herhangi bir şeyleri yoktur. Aksine yeryüzündeki her şey, işledikleri suçlara karşılık, kendilerine azabı veren Allah'a aittir. Kısaca; gaflete dalanlar, bunu hatırlayıp gafletten uyansınlar, canüler de, sadece Allah Teâlâ'mn gökte ve yerde bulunanların hepsine sahip olduğunu, artık anlasınlar. O dilediği gibi onlarda ta-sarruf eder. O'ndan başka hiç kimsenin tasarruf etmeye ve fidye vermeye yetkisi yoktur. Yetki sadece ve sadece O'na aittir.
Önceki hükmün teyidi kabilinden şöyle buyurulmuştur:
(55) «İyi bilin ki, muhakkak göklerde ve yerde...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani peygamber diliyle Allah'ın va'dettiği her şey haktır, kuşkusuzdur. Çünkü bu Va'd herşeye kudreti yeten, hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamadığı Zât'ın va'didir. Ancak haşr ve cezayı inkâr eden kafirlerin çoğu gafil olduklarından dolayı ahiretin durumunu bilmezler. Onların bakışları orada oian şeyleri anlamak konusunda kısırdır.
Yine Allah Teâlâ bunları beyan ettikten sonra, kudretine delil olmak üzere şöyle buyurmuştur:
(56) «O hem diriltir hem de öldürür...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah Teâlâ dirilten ve öldürenin ta kendisidir. Diriltmek ve öldürmekle ilgili olarak irade ettiği kendisine zor gelmez. «Siz ancak O'na döndürüleceksiniz»; zira O sizleri ölümünüzden sonra diriltir ve amellerinizin karşılığını size tatbik etmek için sizi haş-re getirir.
Bu ayet haşnn gerçekliğine delâlet eder. Yani dünyada dirilten ve öldüren Allah, ahirette de diriltip öldürmeye kadirdir. Çünkü O'nun kudreti Zât'ından geliyor. Bu kudret kendisinden alınamaz. Bizzat hayata ve ölüme kabiliyetli olan bir varlık, ebediyyen onlar üzerinde muktedirdir.
(57) «Ey insanlar! Size Rabbinizden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani ey peygamber! Onlara de ki: Sizin muhtaç olduğunuz va'z ve nasihat, sizin ahlâk ve amelerinizi ıslah edici güzel Öğütler, kalbî marazlarınızın şifası, dünya ve ahiret mutluluğunuzu elde etmenize vesile olacak doğru yolun hidayeti, alemlerin Rabbinden, sadece müminlere verilen bir rahmet gibi, muhtaç olduğunuz her şeyi içine alan bir Kitap olarak size gelmiştir.
Özet olarak şöyle denilebilir: Bu ayetin içeriğinde Kur'an'm insanları ıslah etmek için getirdikleri genel olarak şu dört noktada toplanmıştır:
1. Kur'an; kalbi incelten, bir şeyi yapmaya ve onu terketnıe-ye sevkeden, korkutmak ve teşvik etmek şeklinde nitelenen güzel öğütleri içerir. Nitekim başka bir ayette de bu husus dile getirilmektedir: «Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve Kitab'dan, Hikmet' ten üzerinize indirdiğini ve onunla size va'zettiğini düşünün» (Bakara: 231).
2. Kur'an; kalplerde bulunan bir şirk, nifak ve diğer marazların şifasıdır. O hastalıklar ki onların kendisinde bulunduğu kimse göğsünde bir sıkıntı hisseder. Tıpkı imanda şüpheye düşmek, başkalarına saldırmak, aşırı gitmek, zulme meyil gösterirken, hak ve hayra karşı tavır almak gibi.
3: Kur'an; Hak ve yakîn yoluna hidayet eden, itikad ve amelde dalâletten uzak tutandır.
4. Kur'an; Müminler için rahmettir. O rahmet ki Kur'an'ın hidayetinden ve kalplerin üzerindeki feyzden gelen meyvelerdir. Emr-i bi'1-maruf'a uymak, sıkıntı içinde olanların yardımına koşmak ve zulme, saldırıya mâni olmak onun yol açtığı özelliklerdir.
Özet olarak anlaşılıyor ki, Kur'an'ın öğütleri ve kalplerdeki küfr, nifak ve diğer marazların hepsine şifa olması, Davet Üm-met'ine (yani tüm insanlara) verilmiş bir nimettir. Müminler ise, bu üç sıfatın meyve olarak vermiş oldukları rahmet ile güzelleştirilmişlerdir. Çünkü sadece müminler ondan yararlanırlar. [55]
(58) «De ki: (onlar) ancak Allah'ın...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani onlara de ki: Ancak Allah'ın fazl ve rahmetiyle sevinsinler. Çünkü dünyada sevilmeye layık olan bir şey varsa o da Allah'ın fazl ve rahmetidir.
Bu ayet hakkında Enes'ten merfu olarak rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah'ın fazlı Kur' an'dır ve O'nun rahmeti de sizleri Kur'an ehlinden kılmasıdır». (İbn Merduveyh, Ebu Şeyh)-.
Hasan Basrî, Dahhâk, Katade ve Mücahid'den gelen bir rivayete göre Allah'ın fazlı iman, rahmeti ise Kur'an'dır.
Allah'ın fazl ve rahmetiyle sevinmek, daha üstün ve insanın toplamakta olduğu altın, gümüş, koyun, sığır, ziraat ürünleri, ci-had için beslenen atlar ve diğer dünya nimetlerinden daha yararlıdır. Çünkü Allah'ın fazl ve rahmeti dünya ve ahiret mutluluğunun sebebidir. Mallar ve servetler ise sadece geçici dünyanın mutluluğunu sağlayabilirler. Müslümanlar daha önceki asırlarda geniş arazi ve çok servet elde ettikleri, bunun dışında ıslah çalışmaları da olduğu için ne Önce ne de sonra hiç kimseye müyesser olmayacak bir başarı elde etmişlerdir. Ancak gidişatlarını mal toplamak ve dünya metaını elde etmekle değiştirdiklerinden, dünyaya rağbetlerinden ve ayrıca servetin dağılımı ve ona şükretmek konusunda Kur'an'm yolunu terketmelerinden dolayı, dünyaları ellerinden gidip, düşmanlarının eline geçti. Bugün ise (1987) yeryüzünde 1,5 milyara yakın bir nüfusa sahip olan müslümanlar> bu nedenlerden ötürü maddî ve mânevi sıkıntı çekmektedirler.
(59) «De ki: Allah'ın size indirdiği...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani o müşriklere de ki: Ey vahyi ve nübüvveti inkâr edenler! Bitki ve hayvanlardan meydana gelen ve yaşamanız için size rızik olan Allah'ın fazl ve ihsanının bir kısmını haram, bir kısmını helal mı kılıyorsunuz?
Bu ayetin tafsilâtı En'am suresinin 136. ayetinde verilmişti. Allah'ın bitki ve hayvanlardan meydana getirdiği nimetlerde Allah'a bir pay ayırarak, «Bu Allah'ındır, bunlar da bizim (Allah'a ortak koştuğumuz) putlarımızındır» dediler. Yine bu husus Maide süresindeki şu ayette şöyle beyan edilmektedir: «Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham'dan Allah hiçbir şey kilmamıştır. Ancak o kafir olanlar Allah'a yalan iftira ediyorlar. Onların çoğu akıl erdiremez» <Maide: 103)
«De ki: Allah mı sise izin verdi?»; yani onlara o rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helal etme hakkını onlara Allah'ın mı verdiğini sorun. Onlara de ki: Haram veya helal kılmak sadece Allah'ın elindedir. Allah katından gelen bir vahiy ile Allah mı size bu hususta izin verdi, yoksa siz kendi kafanızdan Allah'a yalan mı isnad ediyorsunuz? Çünkü O sizin haram kıldığınızı helâl, helal kıldığınızı haram kılmıştır. Kısaca sizler için bu iki şıktan birini itiraf ve ikrar etmekten başka bir çıkış yolu yoktur. Ya helal ve haram hususunda Allah'ın size izin verdiğini söyleyeceksiniz -ki bu vahyi kabul etmeniz anlamına gelir- ya da bunu inkâr edip yaptığınızın saçma olduğunu itiraf edeceksiniz —ki bu da Allah'a yalan isnad ettiğinizi ortaya koyar— İlk şıkkı inkâr ettiğinizde bu isnad ve iftiradan yakanızı kurtaramazsınız. Allah Teâlâ bu iftirayı, yani onların Allah adına yalan uydurduklarını tescil ettikten sonra, onların kıyamet günündeki kötü durumlarından ve uğrayacakları şiddetli azaptan bahsederek, ilâhî tehdidini dile getiriyor.
(60) «Allah'a karşı yalan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani herkesin yaptığının karşılığını göreceği o günde ne olacağını zannediyorlar? Onlar, Allah adına yalan uydurmak suretiyle düzdükleri iftiradan dolayı cezasız bırakılacaklarım mı sanıyorlar? Kuşkusuz ki Allah, insanlar üzerinde fazl sahibidir. Yani Allah'ın insanoğlu için yaratmış olduğu rızıkta, insanoğluna gönderdiği şeriatla onlara fazlda bulunmuş, onlara rızık olarak verdiğinde mubah olanı esas kılmıştır. Helâl ve haram kılma yetkisini sadece kendine mahsus kılmıştır ki insanlar diğer insanlar için hüküm vermesinler. Allah'tan başka ilahlar edinen kimseler gibi, başkaları tarafından tahakküm altına alınmasınlar. Allah Teâlâ insanlara ancak kendilerine zararı olanı haram kılmıştır. Yiyecekten haram olanları ise belli bir alana hasretmiştir. Fakat onların çoğu, fazlı dolayısıyla Allah'a, gerektiği şekilde şükretmezler. Nitekim Allah Teâlâ bir ayette: «Kullarımdan pek azı çokça şükr-edicidir» (Sebe: 13) buyurmuştur. İşte bundan dolayı insanlar, Allah'ın haram kılmadığını haram kılıyorlar. O'nun nimetlerini inkâr edip, zühdde aşın gidiyorlar. Öyle ki bu tür kimseler, süs takınmazlar, güzel rızıklardan kaçınırlar, yemekte, içmekte, süslenmekte, şehvet ve insanlar karşısında gurura kapılmakta aşırı giderler. Oysa İslâm her şeyde orta yolu emreder. Nitekim Allah Teâlâ, «Eli geniş olan, genişliğine göre infak etsin, rızkı kısılmış olana gelince, o da Allah'ın kendisine vermiş olduğundan infak etsin» (Talak: 7) diye Duyurmuştur. [56]
İmam Ahmed, Eb'ul-Ahves'ten, o da babasından şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber'in (s.a) yanma üzerimde yırtık-pırtık elbiseler bulunduğu halde gittiğimde, Hz. Peygamber (s.a) bana, «Senin malın var mı?» diyte sordu. «Evet» diye cevap verince, malımın cinsini sordu. «Bütün mallardan, deveden, köleden, attan, koyundan hepsinden var» diye cevap verince, Hz. Peygamber (s.a), «Allah sana bir mal verdiği zaman nimetinin eserini üzerinde görsün. Keramet ve ihsanının eserini üzerinde müşahade etsin» diye buyurdu.
Züheyr bin Ebi Alkame'den merfu olarak rivayet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah sana bir servet verirse o servet üzerinde görünsün. Kuşkusuz ki Allah kulunun üzerinde, eserini güzel görmeyi sever. Allah Teâlâ şiddeti ve şiddete kapılmayı sevmez». (Buharı, Tabarani)
(61) «Sen ne iş yaparsan yap...» Bu Ayetin Tefsiri
«Şe'nin» kelimesi önemli iş demektir. Çoğulu «Şu'un» dur. Araplar «Falanın şa'nı nedir?» dediklerinde, «Hali ne oldu?» demek isterler. «Tufizûne» ise -feyz- kökünden gelir. Bir yere şiddetle girmek, bir yerden şiddet ve kuvvetle çıkmak demektir. «Yağzubu», uzaklaştı, develerini alıp uzak otlaklar bulmak gayesiyle kayboldu demektir. «Zerre» kelimesi de küçük karıncalar için kullanılır. Ayrıca bu terim, küçüklük ve gizlilik hususunda deyim olarak bir kullanıma sahiptir. Tozun içindeki küçücük ci-simlere de -zerre- denilmektedir «Kitab» lafzı da, «Levh-i Mahfuz» karşılığında kullanılmıştır.
Ayetin mânâsı şöyle anlaşılır; Ey Peygamber! Önemli işlerinden birini yaptığında, işlemek, Öğretmek, müjde vermek, korkutmak bakımından hikmetli ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna davet etmek şeklinde ümmetin meseleleriyle meşgul olduğunda, genel ve özel işlerden herhangi birisi başına geldiğinde, ister ibadet, ister tebliğ etmek maksadıyla bunun için Kur'an'dan sana bir şey okunduğunda, herhangi bir şey yaptığında ve ona daldığında biz sizin üzerinizde şahidiz, sizleri görüyoruz.
«Önemli iş» anlamına gelen «Şa'n» tabiri Hz. Peygamber'in (s.a) işlerinin önemli olduğuna delâlet etmesi için kullanılmıştır. Hatta Hz. Peygamber'in (s.a) adet kabilinden olan işleri de bunun gibi önemlidirler, Hz. Peygamber (s.a) diğerleri gibi bu işlerinde de insanlara güzel bir Örnektir.
Allah Teâlâ, peygambere hitap ettikten sonra tüm ümmete, onların her işinde ve amellerinde hitaba geçip, şöyle buyurmuştur: «Ve ne yaparsanız yapın, mutlaka biz onun içine daldığınız zaman, üstünüzde şahitler oluruz»; yani ister hayır, ister şer, ister şükür, ister küfür olsun, yaptığınız her ameli görürüz. İsterse zerre miktarı kadar olsun, biz onu murakabe etmekteyiz. Sonra onun içine daldığınız zaman, onu kaydederiz ve sizi ona göre cezaya, ve mükâfata çarptırırız. Çünkü Rabbinin ilminden yerde ve gökte bulunan zerre ağırlığınca dahi bir şey uzaklaşamaz. Ağırlığı zerre ağırlığınca olan küçücük bir şey bile, ister suflî, ister ulvî varlıklardan olsun ona gizli ve kapalı kalmaz.
«Dalmak» mânâsında ve -feyz- kökünden gelen «Tufîzûne» fiili, insanoğlunun Önem verip de içine daldığı bir şeyi Allah Teâ-lâ'nın o şeyi mutlaka gördüğüne delâlet eder.
Gizlilik ve uzaklık mânâsına delâlet eden «Yağzubu» fiili de insanlardan kaybolarak uzaklaşan amellerin, Allah'ın bilgisi dahilinde olduğunu gösterir. Ayette «Yer», «Gök»ten önce zikredilmiştir. Çünkü bu ayetteki hitap, tüm insanlara yapılmıştır.
Allah Teâlâ Önceki hükmü tekid, ilminin herşeyi kapsayıcı olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur. «Bundan daha küçüğü ve dana büyüğü de yoktur ki, apaçık Kitab'da olmasın; yani zer.-reden küçük ve zerreden büyük bir şey (küçüğün miktarı ne kadar küçük, büyüğün miktarı da ne kadar büyük olursa olsun) mutlaka Allah'ın bilgisi dahilindedir. Şanı yüce olan bir kitapta, Allah'ın katında kaydedilmiştir. O Kitap ki, tüm varlığın muKad-deratı onda yazılıdır. Düzeni kurmak amelleri zapt-ı rapt altına almak için Allah Teâlâ onu beyan etmektedir. Şu ayette bu hususa işaret eder: «Hayır! Sisin gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin ederim ki...» (Hakk : 38-39). Burada varlık âleminde gözle görülen-görülmeyen birtakım şeylerin mevcudiyetine işaret edilmektedir. Zaten eşyayı aslmdan binlerce kez daha büyük gösteren mikroskoplar gibi araçlar vasıtasıyla, çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan bazı varlıkların mevcudiyetini günümüz bilimi kanıtlamıştır. Ancak o varlıklar mikroskop aracılığıyla aslından binlerce defa daha büyütüldüğünde ancak görülebilmektedirler. Kur'an'ın nazil olduğu dönemde böyle bir şey kimsenin aklından bile geçmiyordu. Şimdi ise bu hakikatler günümüz insanlarının malûmu olmuştur. Bu da, Kur'an'ın, Allam'ulGuyûb olan Zat-ı Kibriya'nın sözü olduğunu beyan eden mucizelerden biridir. [57]
62- İyi bilin ki Allah'ın velileri için korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
63- Onlar ki iman ettiler ve (Allah'ın azabından) korkup sakındılar.
64- Onlar için dünya hayatında da ahirette de müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu büyük kurtuluşun ta kendisidir.
65- Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (üstünlük) Allah'a mahsustur. O çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
66- İyi bilin ki, kuşkusuz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile şirk koştukları varlıklara tâbi olmazlar. Onlar yalnızca zanna uyarlar ve onlar sadece zan ve tahminde bulunarak yalan söylerler.
67- O dinlenmeniz için geceyi, gündüzü de gözleri aydınlatıcı olarak sizin için yaratmıştır. İşitebilen bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır.
68- «Allah çocuk edindi» dediler. Hâşâ O bundan uzaktır. O bundan müstağnidir. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
69- De ki: «Allah'a karşı yalan yere iftira atanlar kurtuluşa eremezler».
70- (Onlar için) dünya menfaati vardır. Sonra dönüşleri bizedir. Sonra da inkar etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azabı tattıracağız. [58]
(62-63) «İyi bilin ki Allah'ın velileri...»Bu Ayetlerin Tefsiri
«Evliya» kelimesi, -veli-nin çoğuludur ve -veliy- kökünden gelir. Yakınlık demektir. Allah'ın velileri o kimselerdir ki, ibadeti sadece O'na tahsis etmek, sadece O'na tevekkül etmek suretiyle O'na yaklaşırlar. O'nu sevdikleri gibi, O'na ortaklar koşup, onları sevmezler. O'ndan başka veli ve şefaatçi edinmezler. Ahirette kafirler, fasıklar.ve zalimlerin korktukları şeylerden korkmazlar.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, «İrşad'ul-Akl'is.Selim» adlı tefsirinde bu ayetin yorumunu şöyle yapmaktadır:
Bu ayet (62), müjde vermek ve va'detmek suretiyle müminlerin yaptıklarının sonucunu ve bu ayetten önce söz konusu edilen hususları açıklamaktadır. Şöyle ki; Allah Teâlâ, hem peygamberinin hem de ümmetinin tüm yaptıklarına hem de terkettiklerine vâkıftır ve murakabe etmektedir. O'nun ilmi hepsini ihata edicidir. Allah Teâlâ kendisi adına iftira atanların kıyamet günündeki hallerinin korkunçluğunu gösterdikten sonra ve onlara dokunacak şiddeti tehdit yoluyla genel olarak zikrettikten sonra bu konuya geçti. Cümlenin başında uyan harfi olan «Elâ» lafzının getirilmesi, cümlenin içeriğini daha çok takrir etmek içindir. [59]
Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şu şekildedir: Onlar herhangi nahoş bir hadisenin kendilerine isabet etmesinden korkmazlar.
Her zaman herhangi bir isteklerinin yerine gelmemesinden üzülmezler. Onlara korku verici bir hükmü getirici hiçbir şey dokunmayacaktır. Yoksa mânâsı onlara dokunur da, onlar korkmaz ve üzülmez demek değildir bu. Ayrıca onlar sürekli neşe ve keyf içerisindedirler. Bu nasıl olur? Oysa Allah'ın celalini yüceltmek, Allah'ın ubudiyetindeki hakları ikame etmekteki çalışmasını eksik görerek korkuya kapılmak, seçkin ve Allah'a yakın olan kimselerin özelliklerindentür. Hatta kul Allah'a yakınlaştıkça kalbindeki Allah korkusu artar. Bu hususa işaret eden birçok hadis olduğu gibi, ayrıca şu ayette buna işaret etmektedir: «Allah'ın kulları içinde ancak alimler O'ndan korkarlar» (Fatır: 28)
Onlarda korku ve üzüntünün olmamasının asıl nedeni şudur:
Onların gayeleri sadece izzet ve Allah'a yakınlığın sonucu olan O'nun rızasına ulaşmaktır. Bunun meydana geleceğinde ise kuşku yoktur. İlâhî va'din gereği icabı mutlaka yerine gelir. Bunun dışındakiler bazen olur, bazen de olmayabilir. Dünyevî işlere gelince, onlar bunların yanında pek önemsenmez. Dünya varlık ve yokluk bakımından onların gayeleri içinde değil ki onlar onun zararının varlığının veya yararının yokluğunun kaybolup gitmesinden dolayı korkup, üzülsünler.
Bazı müfessirlere göre de, velilerden korku ve üzüntünün giderilmesiyle kastedilen, kıyamet gününde kendilerine verilecek olan yakınlık ve mutluluktan emin olmalarıdır. Aksi takdirde ister dünyevî ister uhrevî olsun korku ile üzüntü onlar için kıyametten önce zaten söz konusudur. Onların korku ve üzüntüden emin olmalarım, «Dünyadadır veya dünya ile ahirettedir» şeklinde yorumlamak doğru değildir. Çünkü böyle bir yorumda bulunmak durumunda, Allah'ın mekrinden emin olmak söz konusu olur. Oysa Allah Kur'an'mda «Allah mekrinden ancak hüsranda olan topluluk emin olur» (A'raf: 99) diye buyurmaktadır. Bu yorum menfî korkunun onlara istinad edilmesine binaendir. Ancak bu da kesin değildir; zira bazı müdekkikler, bu menfî korkunun onlara değil başkasına istinad edildiğini söylemektedirler. Yani başkası onlar için korkmaz. O halde onların korkmamaları diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla Allah'ın mekrinden emin oldukları düşünülemez. Bu müdekkik gruba göre, iki cümledeki üslûp değişikliğinin odak noktası burasıdır. ,
«Korku», Rağıp el-îsf ananı'nin «MüfreâaUmâa, dediği gibi bir kötülüğü beklemektir. Bunun karşıtı ise emin olmaktır. «Hüzün» ise meydana gelen üzüntüden dolayı meydana çıkan rahatsızlıktır ki bunun da karşıtı ferah ve sevinçtir. Buna binaen ayet şöyle anlaşılır: Bir kötülüğün kendilerine isabet etmesi, onlar üzerinde bir etki yapmaz. Umdukları bir şeyin ellerinden gitmesine de üzülmezler. Onlar Allah katından gelen her şeye iman etmişlerdir bir kere. Yapmakta ve terketmekte kendisinden kaçınılması gereken şeyden sürekli sakınırlar.
«Onlar ki iman ettiler ve korkup sakındılar» cümlesi mukadder bir sorunun cevabıdır. Adeta şöyle sorulmaktadır: «Bu veliler kimlerdir ve onların haşarılarının nedeni nedir?» Cevap da şöyledir: Onlar o kimselerdir ki, iman ile takvayı bir araya getirmişlerdir. O iman ve takva da kendilerini hep hayra sevkeder ve her şeyden alıkoyar. [60]
Açıkça anlaşılmaktadır ki, -veliler, ile kastedilen muttaki müminlerdir. Bir mümine veli demek için; onun en azından farzları yerine getirmesi, Allah'ın emirlerini uygulaması, yasaklarından kaçınması gerekir. En mükemmeli ise onun Allah'a yakınlaşmak için imkân dahilindeki tüm yolları denemesi ve uygulamasıdır.
Bazıları «Veli»yi şöyle tarif etmektedir: «Veli o kimsedir ki, Allah bizzat onun tüm işlerini idare eder. Onun kendi başına tasarrufu yoktur. Çünkü onun adeta varlığı, fiili ve özellikleri, zâtı yok gibidir.» Bu tarif, «Vahdet-i Vücud» görüşüne sahip kimselere aittir. Kuşeyri'den gelen rivayete göre, Allah'ın kulunun işlerini idare etmesi, kulun da Allah'ın ibadetini üstlenmesi veliliğin gereklerindendir. Ancak ilk vasıf, kastedilen meczup bir kimsede galipken, ikincisi kastedilen sâlik'de galiptir. Gerek Kuşeyri'nin bu sözlerinden, gerekse daha önce naklettiğimiz sözlerden anlaşılıyor ki veli'den günahın sadır. olması, bizzat veliliğe terstir. Ve birçok kıymetli sözler de buna işaret etmektedir. Ancak bu kimseler velilerin peygamberler gibi masum olduklarını söylememişlerdir. Çünkü «ismet» vasfı sadece peygamberlerde vardır. Veliler hakkında en aşın görüş, onların Allah tarafından korunduğu iddiasıdır ki nitekim bazıları velilerin korunduklarını söylemişlerdir. Yani imkân dahilinde olmakla birlikte, onlardan günah sadır olmamıştır. İmkân dahilinde denilmesinin nedeni; ismet vasfını onlara izafe etmemek içindir. Çünkü peygamberlerden günahın sadır olması mümkün değildir. Bazıları da günahın sadır olmasının veliliğe ters düşmeyeceğini öne sürmüşler ve Cüneyd-i Bağdadî'den hikâye edilen şu muhavereyi delil olarak göstermişlerdir:
Soru — Arif bir insan zina yapar mı?
Cevap — Evet, edebilir; zira Allah Kur'an'ında «Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir» (Ahzab : 38) buyurmuştur.
Bazılarına göreyse veli bir kimse isyana daldığı anda ondan velilik vasfı kalkar; zira artık takva yok olmuş demektir. Veliliğin esasını iman ile takva teşkil ettiğine göre, takva ortadan kalktıktan sonra artık bu esas yarı yarıya ihlâl edilmiş demektir, îmanın kalkıp kalkmayacağına gelince, bu tartışmalı bir meseledir. Ancak o anda kâmil olmadığında görüş biriiği vardır. Yine isyandan sonra velilik vasfının geri gelmesinde herhangi bir şüphe yoktur. Yani isyana müptela olan kimse tevbe eder, Allah'ın takvasına dönüş yapar yeniden iman ile takva vasıflarına sahip olursa, tekrar veli olabilir. Tıpkı müslürnan veya adil olmayan bir kimsenin iman etmesi veya adaletle davranmaya başlaması gibi. Acaba velilik vasfına sahip olan bir kimseden günahın sadır olması, bu vasfa ters düşer mi? Şayet ters düşer diye cevap verilecek olursa, o zaman burada zıddiyetin meydana gelmesinde kuşku duyulmaz. Fakat bu, Allah katında onun iman ve takva ile muttasıf olmadığı mânâsına ters düşmez denilecek olursa ve veliliğin şartı olan takvadan, kâmil mânâdaki takva kastedilirse, işte o zaman mesele muğlâk bir hâl alır. Nitekim Ebu Hüreyre' den rivayet edilen şu hadis de buna işaret etmektedir: «Allah Te-âlâ der ki: Benim bir veli kuluma düşmanlık eden bir kimseye savaş ilan ederim. Kulumun kendisine farz kıldığımı yerine getirmekle bana yakınlaşması bana her şeyden daha sevimli gelir. Kulum sürekli nafile ibadetlerle bana yaklaşırsa Öyle bir dereceye gelmiş olur ki, onu severim. Onu sevdiğimde, dinleyen kulağı, gören gözü, çalışan eli ve yürüyen ayağı ben olurum.» CBuharî)
Birçok sarih, bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: «Onu sevdiğim zaman, onu duyularını ve azalarını korurum. O ancak benim razı olduğum, sevdiğim yolda yürür, tutar, görür, dinler. Şehvetlerinin ardına takılmaktan kesilir ,taatlere dalar.»
Hattabî'nin şu yorumu da buna yakındır. Bu hadis ile kastedilen mânâ şudur: «Azalarıyla yapmak istediklerinde onu muvaffak kılar, sevdiğimin yolunu ona kolaylaştırırım. Onu boş sözlere kulak vermekten, hoşuma gitmeyen şeylerden, hoşuma gitmeyen nazarlardan korurum. Helal olmayanı eliyle yapmamasını, ve bâtıl yolda ayağıyla yürümemesini kolaylaştırırım.»
Bazıları hadisin şu mânâya geldiğini söylemişlerdir; «Sevgimi ona veririm. Benden başka bir şeye önem vermesini engellerim. O lezzetlerden artntr, şehvet ve isteklerden uzaklaşır. Ne zaman bir şeyi evirip-çevirirse, hangi yöne yönelirse, gözünün önünde ve işiteceği şekilde Allah'ı görür. Allah sevgisi tüm kalbini sarar. Sadece Allah'ı dinler, Allah'ı görür. Allah'ın sevdiği işleri yapar, Allah da bu hususta ona yardım eder. Onun azalarını ve duyularını korur.» Bu yorumun haklı tarafı vardır; zira kuldan günah sadır olursa, bilinir ki, o kul Allah tarafından konulmamaktadır. Bununla da onun Allah'ın mahbubu olmadığı, O'na yakın bulunmadığı ve gereği gibi O'nun azabından sakınmadığı anlaşılır. Zahirde velilerin özellikleriyle muttasıf bulunan bir kimseye saygı göstermek, onun yanında edepli davranmak, ona şer'an caiz olmayan bir eziyet vermemek gerekir. Ancak onunla muhakeme olmak, herhangi bir hakkı ondan almak için, aleyhinde şa-hid getirmek veya kapalı bir meseleyi açığa kavuşturmak için onunla mücadele etmek caizdir [61]
Velilerle ilgili konularda Hz. Peygamber'den rivayet edilen bazı hadislerin, ayetin delâlet ettiği mânâya ters düştüğü sanılmıştır. O hadislerden bir tanesi İbn Abbas'tan rivayet edilen şu hadistir: «Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın velileri kimlerdir?» diye sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a); «Allah'ın velileri o kimselerdir ki, görüldükleri zaman insanın hatırına Allah gelir.» (İbn Mübarek, Tirmizi, «Nevadır'ul-Usûl», Ebu Şeyh, İbn Merduveyh). Yani onların güzel yüzleri, güzel ibadet ve davranışları olduğundan dolayı, görenler hemen Allah'ı hatırlarlar.
İkincisi de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilmiştir. Hz. Pey: gamber (s.a) şöyle buyurdu: «Kuşkusuz ki Allah'ın bazı kulları vardır ki onlar peygamber değillerdir, şehid de değillerdir. Ancak peygamberler de, şehidler de onların meclislerinden ve Allah'a yakın olmalarından dolayı onlara gıpta ederler». Bir bedevi «Ey Allah'ın Rasûlü! Onların özelliklerini bize tanıt» deyince Hz. Peygamber (s.a).şöyle dedi: «Onlar insanların, dünya mertebesi yönünden düşük kabilelerinden ayrılmış, aralarında yakın bir sıla-i rahim olmayan, sadece Allah için seven, Allah için dost olan kimselerdir. Onlar için kıyamet gününde nurdan tahtlar konulacak ve onlar da o tahtlar üzerinde oturacaklardır. O gün insanlar korku içindeyken, onlar korkmazlar. îşte onlar Allah'ın veli kullandır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.» (İmam Ah-med, İbn Ebi Hatim, Beyhakî)
Gerçekten de ayetlerdeki veli tanımıyla bu hadislerdeki veli tanımı arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü işaret edilen güzel tavır, güzel ibadet, Allah için sevmek, iman ve takvanın kaçınılmaz gereklerindendir. Ve gerçekte iman ve takvanın özel eserlerindendir. Açık olduklarından ve halkın anlayışına uygun olduklarından zikredilmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) irşad ve hatırlatma makamı neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Kendisine soru yönelten kimseyi teşvik etmek veya onların ahkamından özellikle zikredilmesi gereken bir noktayı zikretmiştir. Mesela «Peygamberler de, şehidler de onlara, meclislerinden ve yakınlıklarından dolayı gıpta ederler» ifadesiyle onların rahat oluşları kastedilmektedir. Çünkü o rahat peygamberler için, ümmetferiyle meşgul olmalarından ötürü söz konusu değildir. İşte onlara bu iki özelliklerinden dolayı gıpta edilir. El-Tavaşî, hadisin bu cümlesinin mübalağa kabilinden söylenildiğini söylemiştir ve mânâsı; eğer bir topluluğun bu vasıflara sahip olduğu düşünülecek olursa, bunlar olacaktır, şeklindedir. [62]
Bazı müdekkikler bunun, onların güzel durumunu temsilen tasvir demek olduğunu söylemişlerdir. Hangi yorum kabul edilirse edilsin, veliliğin peygamberlikten üstün olduğuna dair bir delil mevcut değildir. Velilik mertebesinin, daha üstün olduğuna inanan bir kimse, dinden çıkar. Bazen böyle konuşan kimselerin sözleri, «kastedilen, peygamberlerin veliliğinin, kendisinin peygamberliğinden daha üstün olduğu şeklinde tevil edilmiştir. Nitekim el-îzz bin Abdusselam'ın doğruya ters düşen sözü de bu şekilde yorumlanmıştır: «Nebîlik, Rasûllükten-üstündür». Yani peygamberdeki, «nübüvvet» vasfı, «risalet» vasfından üstündür.
(64) «Onlar için dünya hayatında...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu cümle, bir görüşe göre korku ve üzüntünün yokluğuna dair olan sebebin yerine getirilmiştir. Başka bir yoruma göre, Allah'ın onlara dünya ve ahiret nimetlerinden vermiş olduklarını beyan etmek için bu cümle getirilmiştir. Allah Teâlâ, onlara serlerden kurtulduklarını haber verdikten sonra, adeta kendisine, bundan başka bir nimet ve ikramın olup-olmadığı sorulmaktadır. Ve verilen cevap, «Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır» şeklindedir.
«eLBuşra» (müjde) kelimesi aslında insanın yüzünde sevinci gösteren haber anlamındadır. Rivayetlerin çoğunda «Buşra»iun, meşhur bir hadise göre peygamberliğin 46 parçasından bir parça olan salih rüyalar olduğu sabit olmuştur. îbn Ebi Şeybe'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği hadiste, «Buşra»nın peygamberliğin 69 parçasından biri olan salih rüyalar olduğu kasd edilmiştir. (Bu hadis aynı zamanda Ebu Hüreyre'den de rivayet olunmuştur.)
Ubade bin Samit'ten rivayet olunduğuna göre o Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle buyurmuştur: «O müminin gördüğü veya mümin için görülen salih rüyadır». (Tayalisî, İmam Ahmed, Darimî, Tir-mizi, îbn Mâce, Hakim, Tabarani ve Beyhakî)
îbn Merduveyh'in, ibn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e (s.a) bu ayetin anlamı sorulduğu zaman Hz. Peygamber (s.a) daha önce vermiş olduğu cevabı verir. (Ebu Süfyan, Cabir kanalıyla bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)
Cabir'den rivayet olunduğuna göre, bedevilerden biri Hz, Peygamber'e (s.a) gelerek, bu ayetin mânâsını sorar. Hz. Peygamber (s.a) ise ona şöyle cevap verir: (Onlar için dünya hayatında müjde vardır) cümlesinin mânâsı, mümin için görülen güzel rüyadır. Dünyada o bununla müjdelenir. (Ahirette de ona müjde vardır) cümlesinin mânâsı ise Ölüm anında iken mümine verilen müjdedir. Ona, «Allah seni de, seni kabrine götüren kimseyi de affetti» diye müjde verilir.» (İbn Ebi Dünya :Ebu Şeyh, Ebu Kasım, İbn Mende ve Ebu Cafer)
Ali bin Talha kanalıyla, İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, dünyadaki müjde; Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e (s.a) «Müminleri müjdele ki sizin için Allah'tan gelen büyük bir fazl vardır» (Ahzab: 47) ayetidir. (İbn Cerir ve İbn Münzir)
Dahhak'tan dünyadaki müjde hakkında şöyle rivayet edilmiştir: «Müminler ölmezden önce nerede olduklarını bilirler». (İbn Ebi Şeybe)
Ahiretteki müjdenin tefsirinde Taberî ve başkaları Ebu Hü-reyre'den, onun bu müjdenin cennet olduğunu söylediğini rivayet etmektedirler. Hatta dünyadaki müjde, ölüm anında meleklerin rahmetle onlara gelmesidir. Nitekim Allah Teâlâ, ((Melekler onların üzerine inerler, 'Korkmayın, üzülmeyin sise va'dolunan cennetle müjdelenin' derler». (Pussilet: 30)
Ahiretteki müjde ise meleklerin onları karşılayıp, onlara kurtuluş ve ikram müjdesini vermeleridir. Ayrıca yüzlerinde görülen beyazlıktır. Defterlerinin sağ ellerine verilmesi ve o defterlerden okudukları ve daha niceleridir.
(65) «Onların sözleri seni üzmesin...» - Bu Ayetin Tefsiri
Bu cümle Hz. Peygamberin (s.a) teselli edilmesi amacıyla indirilmiştir. Allah Teâlâ, düşmanlarından gelen eziyetlere, vahşi ve çirkin sözlere karşı Hz. Peygamber'i (s.a) teselli etmekte ve ona başarmak ve aziz olmak müjdesini vermektedir. Daha önce de onun ve ona tâbi olanların her türlü kötülükten emin olmaları ve her istediklerini elde etmeleri müjdesi verilmişti.
((Çünkü bütün izzet Allah'ındır» cümlesi, daha önce hükmün sebebidir. Yani Hz. Peygamber (s.a) niçin mahzun olmayacaktır? Çünkü izzetin tümü Allah'a mahsustur. Hiç kimsenin elinde bu hususta bir şey yoktur. Allah'ın velileri (dostları) ne kahrolurlar, ne de yenilirler. Aksine Allah, onların düşmanlarını yenilgiye uğratır ve kahreder ve ey peygamber! Seni onlardan korur.
(66-67) «İyi bilin ki, kuşkusuz göklerde...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetler, insanoğlunun dikkatini kâmil kudretin ve kapsayıcı olan nimetin sadece Allah'a mahsus olduğuna çekmekte, dolayısıyla onları Allah Teâlâ'nın birliğine muttali kılmaktadır,
67. ayet mevcut mümkünatm Allah'ın kudreti ve mülkü altında olduğunu ortaya koymaktadır. Burada meşhur «San'at'il-İhti-bak» kuralı vardır. Yani Allah geceyi karanlık kıldı ki onda sükûnet bulaşınız. Gündüzü aydınlık kıldı ki onda hareket edebilesiniz. Görüldüğü gibi ilkinden, «karanlık» kelimesi, ikincisinden «hareket edebilesiniz» kelimesi düşürülmüştür.
Düşünen ve ibret alan bir kimsenin akletmesi gibi, akleden bir topluluk için gecenin istirahat, gündüzün hareket yeri kılınmasında, Allah'ın birliğine delâlet eden birçok hüccet ve burhan var. dır.
(68) «Allah çocuk edindi, dediler. Hâşâ...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet müşriklerin bâtıl iddialarından birini daha ortaya sermekte ve bu iddianın bâtıl olduğunu bildirmektedir. Burada söz konusu edilen müşrikler ile, Kureyş ve Arap kafirleri kastedilmektedir. Çünkü onlar -hâşâ- meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Bu ayetin kapsamına Yahudi ve Hıristiyanlar da girerler. Çünkü Yahudiler «Uzeyr»in, Hıristiyanlar ise «İsa» nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemektedirler. Ayetin zahirinin delâlet ettiğine göre bu söz tüm müşriklerin sözüdür.
«Veled» (çocuk) kelimesi hem tekil, hem de çoğul olarak kullanılır. Bazen -veled-in çoğulu olarak -evlad- gelir. Veled kelimesi erkeğe de, dişiye de şamildir. «Subhanehu», ifadesi, Allah'ı tenzih ve takdistir. Yani Allah müşriklerin kendisine nisbet ettiğinden münezzeh ve mukaddestir. Bazen «Sübhan» lafzı, taaccüb ve hayret için de kullanılır. Burada da aynı mânâ kastedilmiş olabilir. Yani onların bu ahmakça sözlerinden hayret edilmektedir. Bazılarına göreyse bu kelime, hem tenzih hem de taaccüb içindir.
«O bundan müstağnidir»; yani O her şeyden müstağnidir. Hiç bir konuda hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu cümle O'nun tenzih ve takdis edilmesinin illetidir. Bu cümle yine ilan ediyor ki, çocuk edinmek bir ihtiyaçtan dolayıdır. Yani kişi, güç kazanmak ve soyunu devam ettirmek için çocuk edinir. Oysa alemlerin Rab-bi olan Allah Teâlâ için böyle bir şey söz konusu değildir.
((Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur» cümlesinde müstağni olmanın anlamı ortaya konmakta ve açıklanmaktadır. Çünkü tüm kainatı mülkünde ve tasarrufunun altında bulunduran Allah, Ga-nî'dir. O'nun dışında herkes fakir ve O'na muhtaçtır. «Sultan» kelimesi, hüccet, delil anlamındadır. Yani bu bâtü hükmünün bir delili bulunmamaktadır ve siz bunu uluorta konuşup duruyorsunuz. [63]
«Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?» cümlesi kınama ve tehdit içindir. Yani onların cehaletlerini ortaya koyuyor ve kulaklarının zarını patlatırcasına dikkatlerini cehaletlerine çekiyor. Bu ayet delilsiz söylenen her sözün cehalet olduğunu, akide konusunda kesin bir delilin bulunmasının zorunlu olduğunu ve iman hususunda taklidin yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Bu ayet kıyası iptal ve ahad haberle amel etmek meselesini ortadan kaldırmaktadır. Çünfcü kıyas ve ahad haberlerle amel etmek fer'î hususlarla ilgilidir. Ayet ise aslî meselelerle ilgilidir.
(69) «De ki: Allah'a karşı yalan yere...»Bu Ayetin Tefsiri
Görüldüğü gibi bu hitap Hz. Muhammed'e (s.a) yöneliktir. Bu hitap Allah adına yalan uyduranlara, yaptıkları bu işin korkunç sonuçlarını bildirmesi için Hz, Peygamber'e (s.a) yapılmıştır. Allah Teâlâ bununla, onları bu kötü adetten ve küfre mutlaka devam etmekten alıkoymayı kastederek, başkalarına da onların girdiği gibi böyle bir felakete girmemelerini tavsiye etmektedir. Yani vasfı ve niteliği Allah adına yalan uydurmak olan bir kimse, kim olursa olsun iflah olmaz. Azap onu mutlaka yakalar. Onlar ner-hangi bir isteklerini bile karşılayamazlar. Ateşten kurtulamayacakları da bir gerçektir. Yine aynı şekilde cenneti elde edemeyecekleri de bir hakikattir.
(70) «(Onlar) için dünya menfaati vardır...»Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başında gelen «Meiâun» kelimesi hazfedilmiş bir müb-tedanm haberidir. Yani Allah adına uydurulan yalanlar, onlar için dünyada geçici ve kayda değer olmayan az bir menfaattir. Bu cümle mukadder bir sualin cevabı olmak üzere şevkedilmiştir. Allah adına yalan uyduranlar, görünürde hedeflerine ulaşmış ve mutlak bir şekilde dünyadaki nasiplerini almış gibidirler. Adeta, «Onlar nasıl olur da felaha kavuşmazlar? Oysa nimetler içinde yüzmektedirler» diye sorulmuş da Allah Teâlâ, «Bu az ve kıymeti olmayan bir nimettir. Bu hedefe ulaşmak demek değildir» cevabını vermiştir.
Allah Teâlâ bu gerçeği ifade ettikten sonra onların, azaptan kurtulamayacaklarına işaret ederek şöyle buyurur: Sonra onların dönüşleri (ölüm sebebiyle) bize olacaktır. Ebedî azapla karşı karşıya gelecekler. Sonra da daimi küfürlerinden Ötürü onlara şid-detli azabı tattıracağız. Vaziyetleri böyle olan insanlar nerede, kurtuluşları nerede? Onlar kurtulmak ihtimalinden çok uzaktırlar[64].
71- Onlara Nuh'un haberini oku. Hani (Nuh), kavmine «Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve size Allah'ın ayetlerini hatırlatmam, size ağır geldiyse ben yalnız Allah'a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp, yapacağınızı ka-rarlaştmn. (Sonra) işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra hükmünüzü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin» demişti.
72- «Eğer yüz çeviriyorsanız, ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrim Allah'tan başkasına ait değildir ve ben müs-lümanlardan olmakla emrolundum».
73- Yine onu yalanladılar. Biz de hem onu hem de gemide onunla beraber bulunanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Bak ki uyanhp da (söz dinlemeyenlerin) sonu nasıl oldu?
74- Sonra onun ardından kendi kavimlerine peygamberler gönderdik. Onlar apaçık mucizeler getirmişlerdi. Fakat daha önce onu yalan saymaları nedeniyle inanmadılar. İşte biz haddi aşanların kalplerini böyle damgalarız.
75- Sonra onların ardından Musa ile Harun'u mucizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular.
76- Onlara katımızdan hakk geldiği zaman, dediler ki; «Bu kuşkusuz apaçık bir büyüdür».
77- Musa; «Size hakk geldiğinde onun için böyle mi diyorsunuz? Bu bir sihir midir? Oysa sihirbazlar iflah olmazlar» dedi.
78- Onlar; «Siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz ikinize inanacak değiliz» dediler. [65]
(71) «Onlara Nuh'un haberini oku...»Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Nuh (a.s), Hz. Adem'den (a.s) sonra zikredilen ikinci peygamberdir. Hz. Adem'den sonra gelen ilk peygamber Hz. Nuh' un (a.s) dedesi Hz. İdris, ikincisi ise odur. İmam Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği Şefaat Hadisi'nde, Hz. Nuh'un rasûlle-rin ilki olduğu, ondan sonra gelenlerin ise nebi oldukları sabit olmuştur. Bazıları Şefaat Hadisi'ni tevil ederek, Hz. Adem ile Hz. İdris'in rasûl olduklarını isbat etmeye çalışmışlardır. Bazıları da «Nuh» isminin, Hz. İdris'in adı olduğunu, atalarının Ya'reb, Meh-lail, Kaynan, Enuş, Şit ve Adem şeklinde sıralandığını iddia etmişlerdir. Bu sıralama tarih kitaplarında ve Tevrat'ın Tekvin Ki-tabı'nda kayıtlıdır. Ancak ben bu sıralamanın ortaya konulmasından kuşku duymaktayım. Çünkü kanaatime göre Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında, adı geçen bu kişilerden daha fazlası olmalıdır. [66]
Burada bir noktaya, yani Ehl-i Sünnet'in Akaid kitaplarında yer alan şu hususa dikkatlerinizi çekmek isterim: İlk peygamber Hz. Adem, ikincisi Hz. Şit (Şis), üçüncüsü Hz. İdris, dördüncüsü ise Hz. Nuh'dur.
Hz. Nuh'un zikri, Kur'an'da mevzu olarak 43 yerde geçmektedir:
(1)
|
YUNUS SURESÎ : 10 |
469 |
Sure Adı: |
Ayet no : |
Kaç defa: |
Alu İmran |
22 |
1 |
Nisa |
163 |
1 |
En'am |
84 |
1 |
A'raf |
59-69 |
2 |
Tevbe |
70 |
1 |
Yunus |
71 |
1 |
Hud |
25, 32, 36, |
8 |
|
42,45,46, |
|
|
48,89 |
|
İbrahim |
9 |
1 |
İsra |
3,178 |
2 |
Meryem |
58 |
1 |
Enbiya |
76 |
1 |
Hac |
42 |
1 |
Müminun |
23 |
1 |
Furkan |
37 |
1 |
Şuara |
105,106,107 |
3 |
Ankebut |
14 |
1 |
Ahzab |
7 |
1 |
Saffat |
75,79 |
2 |
Sad |
12 |
1 |
Mümin |
5,31 |
2 |
Şura |
13 |
1 |
Kaf |
12 |
1 |
Zariyat |
46 |
1 |
Necm |
52 |
1 |
Kamer |
9 |
1 |
Hadid |
26 |
1 |
Tahrim |
10 |
1 |
Nuh |
1,16,21 |
3 |
Hz. Nuh'un (a.s) kıssası en uzun olarak A'raf, Hud, Münıi-nun, Şuara, Kamer ve Nuh surelerinde geçer. [67]
Hz. Nuh (a.s) 950 sene
sürekli kavmini imana davet etmiş, ancak buna rağmen kavminin çoğu iman etmeye
yanaşmamıştır. Allah Teâlâ en sonunda, «İman edenlerden başka, kavminden iman
eden olmayacaktır» diye bilidrince, Hz. Nuh da Allah'a yönelerek, «Ey Rabimf
Yeryüzünde kafirlerden kimseyi bırakma» diye bedduada bulundu. Allah. Teâlâ da
ona bir gemi yapmasını emretci ki böylece onun ve onunla "iman edenlerin
boğulmaktan kurtulmalarına aracı olsun. Hz. Nuh (a.s) o gemiyi yaparken halk
onun yanından geçer ve onunla alay ederlerdi. O da onlar ve onların
ahmakUklarıyla alay ederek cevap verirdi. Hz. Nuh (a.s) geminin yapımını
bitirdikten sonra Allah'ın va'di tahakkuk etti. Ve onun
Gemi Diyarbakır'da veya Ararat dağlarından Cudi üzerinde durdu. Gemidekiler çıktılar. Allah onlara bereket ihsan etti. Çoğaldılar, yeryüzünü doldurdular. Ancak Hz. Nuh'u öz çocuklarından başka, onunla beraber olanların hiçbiri üremedi. Çünkü Allah Teâlâ, «O'nun zürriyetini baki kalanlar kildik» (Saffat: 77) diye buyurmuştur. [68]
Bazı alimlere göre Nuh Tufanı yeryüzünün her tarafına yayılmıştır. Nitekim bazı jeoloji bilginleri, «Dağların tepelerinde yaptığımız kazılarda, sadece suda yaşayabilen hayvanların fosillerini buluyoruz. Bu da Tufanın o dağı kapsadığını gerektirir. Hatta bu tufanın birkaç kes koptuğunu gösterir. Çünkü bu fosillerin hayatı ihtilaflıdır. Dolayısıyla Nuh Tufam'nın bu tufanlardan biri olmasında herhangi bir kuşku yoktur» demektedirler. «Sadece onun zürriyetini (tufandan sonra yaşayanlar ve) baki kalanlar kıldık» ayeti de bunu göstermektedir.
Bir gruba göre de, Nuh Tufanı genel değil de sadece Hz. Nuh (a.s) ve kavminin bulundukları yöreyi kapsamış olan bir su baskınıdır. Arzın diğer bölgelerine ise ulaşmamıştır.
Kısaca Tufan'm genel olması açık bir nassa, kesin olan bir delile dayanmamaktadır.
Kur'anda'da bu hususla ilgili olarak anlatılanlar şunlardır:
Hz. Nuh'un (a.s) kavmi kafir olup, isyan ettiler. Allah da onları Tufan sebebiyle boğdu ve Hz. Nuh (a.s) ile beraber gemide olanlar kurtuldular. Sonunda Allah Hz. Nuh'un (a.s) zürriyetini yüryüzünde baki kalanlar olarak kıldı. Yani buna göre Tufan'm genel olması da, bölgesel kalması da ihtimal dahilindedir. Abdul-vehhab Saran!: «Bence Tufan bölgeseldir. Çünkü daha o zamanlar insanoğlu yerküresinin her yerine yayılmamıştı. Onlar sadece Tujan'm vukûbulduğu bölgede bulunuyorlardı.. Onlar helak oldular. Hz. Nuh (a.s) ile zürriyeti ise baki kaldılar» demektedir.
Soru — Hz. Nuh'un (a.s) çocuklarının günahı ne idi ki, onlar da günahkâr atalarıyla birlikte helak olmuşlardır?
Cevap — Sünnetullah'a göre, Allah Teâlâ'nm intikamı sadece zalimleri yakalamaz. Zalimlerin çocukları da kendileriyle birlikte helak edilir ki, bunu görüp azapları daha da artsın. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onların hepsini helak etmiştir. Yine-bizîer her gün, çocukların çeşitli hastalıklar dolayısıyla öldüklerini görürüz. Bu o çocuklar için —herhangi bir günahlarından dolayı verilmiş bir ceza değildir. Bu, sebebin meydana gelmesi durumunda, müsebbibin de meydana gelmesi kabilindendir. İşte o sebepler hastalıklardır. Hastalıklar ise bir nev'i Allah'ın askerlerin dendir. Nitekim «Rabbimin ordularım Allah'tan başkası bilemez» (Müdessir : 31) ayeti de buna işaret eder.
Yine bizler depremlerin insanları ayırmaksızm nelere yol açtıklarına şahit oluyoruz. Öyle ki yer tüm oturanlarıyla beraber batar. Nitekim Amerika'nın Sanfransisko vilayetinde vukubulan meşhur bir depremde böyle olmuştur. Günümüzde de bu tür depremler olmaktadır. Meselâ, 1923'te Japonya yerle bir olmuştu. Yine İtalya'da Vezüv gibi volkanik dağlar patladığında, yakın çevredeki tüm yerleşim bölgelerini altına aldı ve hepsini helak etti. [69]
Soru — Hz. Nuh'un gemisinin oturduğu Cudî nerede bulunmaktadır?
Cevap — Bu dağ, Mardin İli'nin Cezire kasabası yakınındaki Cudî dağıdır. O Ermeniye dağlarıyla bitişiktir. Nitekim «Kamus» sahibi «Cudî, Cezire'debir dağın adıdır. Hz. Nuh'un gemisi o değin üzerine oturmuştu. Tevrat'ta bu dağın adı «Ararat» olarak geçmektedir» diyor. (Yani ülkemizin doğusuna düşen ve Ağrı Dacji denilen yer)
Soru — Hz. Nuh'un gemisinin büyüklüğü ne kadardır?
Cevap — Geminin büyüklüğü, hacmi ve boyu Kur'an'da bildirilmemiştir. Sadece dolu levhalar ve kazıklara malik bir gemi şeklinde vasıflandırılmıştır. Geminin büyüklüğü Tevrat'ta. zikredilmiştir. Fakat en doğrusunu yine Allah bilir. [70]
Soru — Hz. Nuh'un (a.s) oğlu Kenan hakkında vukubulan olayın gerçeği nedir? O Hz. Nuh'un gerçek oğlu mudur?
Cevap — İbn Abbas, İkrime, Said bin Cübeyr ve Dahhâk'a göre Kur'an, onun Hz. Nuh'un (a.s) gerçek oğlu olduğuna zahiren delâlet eder. Kur'an'ın «O senin ailenden değildir» demesi, oğlunun müslüman olmadığını gösterir. Çünkü kurtuluş sadece Hz. Nuh'un mümin olan aile bireyleri için söz konusudur. Hz. Nuh (a.s) «Seni ve aileni kurtaracağım» ayetine dayanmış, ancak kurtuluşun şartı olan imanı unutmuştu. Bu yüzden, «Oğlum benim ailemdendir, senin de va'din haktır...» dedi. Fakat küfrün bu vasfı (aile bağını) kaldırdığını o an unuttu.
Hasan Basrî ve Mücahid'e göre, o genç Hz. Nuh'un üvey oğludur. Hanımının çocuğu olduğu ve evinde büyüdüğü için Hz. Nuh (a.s) ona, «oğlum» diye hitabetmiştir. Yoksa Kenan bir kafirdi. Hz. Nuh (a.s) onun kendi evinde bulunmasının aile efradı içinde kabul edilebilmesi için yeterli olacağını sanmıştı.
Bazılarına göreyse, o çocuk zinadan olmuştu ama Hz. Nuh (a.s) bunu bilmiyordu. Nitekim «O senin ailenden değildir» ayeti de buna işaret [71] Ayrıca Allah Teâlâ kafirlere Hz. Nuh'un (a.s )ve Hz. Lut'un (a.s) hanımlarını misal olarak vermiştir: «Bunlar kullarımızdan iki salih kulun (nikâhı) altında idiler. Onlara ihanet ettiler. Kocaları Allah'tan onlara gelen hiçbir şeyi savamadılar. (Onlara): «Girenlerle birlikte siz de cehenneme girin» denildi». (Tahrim: 10).
Bu görüşe karşı çıkan ve kabul etmeyenler şu görüşü öne sürmektedirler {(Peygamberlerden hiçbirinin hanımı zina edemez. Çünkü bu peygambere izafe edilmiş bir ar olur».
Ancak bu görüşü öne süren kimseler, küfrün zinadan daha şiddetli bir günah olduğunu herhalde unutmuş olmalılardır. Allah Teâlâ'nın Nuh'un (a.s) hanımını misal olarak zikretmesi küfür hususundadır. En büyük günahları işleyen bir kimseye diğer günahlar daha kolay gelir. Ancak ben burada o çocuğun zinadan olduğunu söylemek istiyor değilim. Ben sadece peygamber hanımlarının ismeti meselesini tartışıyorum. [72]
Hz. Nuh (a.s) ve Tufan ile ilgili olaylar Tevrat'ta çok geniş ifade edilmesine karşm, Kur'an'da anlatılanlara ters düşmektedir. Ayrıca Tevrat, Kur'an'da sözkonusu edilen birtakım hususlara değinmemiştir.
1. Tevrat, Hz. Nuh'un (a.s) oğlu Kenan Ue arasındaki meseleye değinmemişken, Kur'an değinmiştir. Tevrat'ta sadece Hz. Nuh'un (a.s) Sam, Ham ve Yafes adlı oğullanılın adlan geçmektedir.
2. Tevrat, yine Hz. Nuh'un (a.s) hanımı ile arasındaki meseleye değinmemiştir. Yani Tevrat, Hz. Nuh'un (a.s) kafir bir hanımı olduğundan ve kavmi ile birlikte onun da helak olduğundan hiç söz etmemektedir. Tevrat'ta sadece Hz. Nuh'un (a.s) hanımına, müminlerle birlikte gemiye binmesini söylediği, onun da gemiye binerek kurtulduğu bildirilmektedir. Ancak Tevrat'taki ibare, Hz. Nuh'un (a.s) kafir bir hanımı olmadığı anlamına gelmez. Çünkü iki hanımının olması muhtemeldir. Dolayısıyla biri kafir idi ve helak olmuştur, diğeri de mümindir, kurtulmuştur.
3. Kur'an Tufan'm tüm yeryüzünü kaplandığından söz etmemişken, Tevrat bu hususa değinerek, suyun yüksekliğinin 15 zira'ya kadar çıktığını, insan, vahşi hayvanlar, kuşlar hatta sinekler dahil olmak üzere tüm canlıların Öldüğünü söylemektedir. Buna karşın Kur'an, sadece Hz. Nuh'un (a.s) kavmi ile hanımının helak olduğunu söylemekte ve tüm yeryüzünü sularuı kapladığından, suyun yüksekliğinin 15 zira'ya kadar çıktığından bahsetme-mektedir.[73]
«Onlara Nuh'un haberini oku» ifadesinde geçen kimseler (onlar), ister Mekkelileri kapsasın, isterse kapsamasın, kastedilen yeryüzündeki tüm kafir ve müşriklerdir. Onlara bu haberin bildirilmesinin nedeni, Allah'a iftira eden kimselerin hiçbir zaman felaha kavuşamayacaklarını, aldıkları lezzetin geçici olduğunu, sürekli ve ebedî şekavet ve şiddetli azabın kenarında bulunduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Nuh'un (a.s) olayında, Hz. Peygamber'in (s.a) karşısındaki kavmin küfür ve inattaki ısrarları gibi bir inat ve ısrarın söz konusu olduğu belirtilmek istenmiştir. Bu olayın kendilerine anlatılması sırasında, belki küfürde ısrar etmekten vazgeçebilirler, serkeşlikleri biraz kırılabilirdi. Yine umulur ki, Hz. Peygamber'den (s.a) bu olayı işiten bir kimse onun risaletinin doğru olduğuna kani olarak, iman eder. Çünkü Hz. Nuh'un (a.s) kıssasına daha önceden vâkıf olmuş olabilirler ve böylece onun bu haberi hiç kimseden dinlemediğine, hiçbir kitap okuyarak ondan yararlanmadığına ve sadece bunu vahy yoluyla aldığına inanarak Hz. Muhammed'i Cs.a) tasdik edebilirlerdi.
«Makamî» lafzı, «Benim nefsim» anlamına gelebileceği gibi, mim'li mastar olarak «Benim (aranızda) durmam» anlamına da gelebilir. Yani «Sisin aranızda 950 yıl gibi uzun bir süre ikamet etmem size ağır geldiyse...» Bu sözün Hz. Nuh'un (a.s) Ömrünün sonunda söylemiş olması mümkündür. Ayrıca bu ifadeyle Hz. Nuh'un (a.s) onları Allah'a çağırmak için kıyam etmesi de kastedilmiş olabilir. Çünkü hatip, va'zettiği topluluğun arasında durarak va'zeder ve bu muhataplanna sözlerini işittirebilmek bakımından daha makul ve daha uygundur. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Hz. İsa'da (a.s), oturarak kendisini dinleyen havarilere, sürekli ayakta durarak va'zederdi. Yine Hz. Peygamber de (s.a) çoğu zaman minberde ayağa kalkar ve oturan cemaata va'z ve nasi-hatta bulunurdu.
«Şayet Allah'ın, O'nun birliğini isbat ve üzerinde bulunduğunuz şirki iptal eden ayetleriyle sizi uyarmam, sizlere ağır geldiyse, başkasına değil, sadece Allah'a tevekkül ederim. O zaman dilediğinizi yapabilirsiniz. Yapacağınızı yapın, tüm ortaklarınızı çağırın ve bana karşı koyun»; yani Hz. Nuh (a.s) onlara azimli ve kararlı olmalarını, tüm imkânlarını bir araya getirip, kendisini helak etmeye hazırlanmalarını söylüyor. Böyle bir araya getirip, kendisini helak etmeye hazırlanmalarını söylüyor. Böyle bir konuşma, Hz. Nuh'un (a.s) Allah'a ne denli güvendiğini, Allah'tan başka, düşmanlarına zerrece değer vermediğini ortaya koymaktadır. Yoksa Hz. Nuh (a.s) gerçekten onlara, «Bana böyle karşı koyun» demek istememiştir. Yani onun demek istediği, yapacakları işin ne olduğunun kendilerine kapalı olmamasıdır.
«Gumme» kelimesi -kapalılık- anlamına gelir. Nitekim Vail bin Hacer hadisinde, «Allah'ın sözlerinde ğumme (kapalılık) yoktur. Onlar açıktır» diye buyurulmuştur. Ayet ile de kastedilen Hz. Nuh'un onları, kendileri açısından meseleyi kapalı kılacak şeylere kalkışmaktan nefyetmesidir. Bu bakımdan mânâ, «Yapacağınızı açıkça yapın ve bana açıkça meydan okuyun» şeklindedir. Yani durumunuz kendinize kapalı olmasın. Benim size ağır gelen nefsimin ve sizi Allah'ın ayetleriyle uyarmamın ağırlığından, beni yok etmek suretiyle kurtulabilirsiniz. O yapmayı istediğiniz işi, benim üzerimde gerçekleştirin ve bana hiç süre de tanımayın.
Müfessirlerden bazıları ğumme- ile ilk mânânın, emir ile geçenlerin ve nehy ile de istişare etmenin kastedildiği görüşündedirler. Yani, «yapacaklarınızı ortaya koyun, sonra da o hususta istişare edin». Ancak bu yorum gerçekten uzaktır. Çünkü üzerlerine delâlet eden her iki hususta net değildir.
(72) «Eğer yüz çeviriyorsanız...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, benim uyanlarımdan yüzçevirmeyi sürdürecekseniz veya yaptığıma vâkıf olduktan sonra ve beni tanıdıktan sonra yüz çevirirseniz iyi bilin ki, «Bu uyarı karşılığında sizlerden herhangi bir ücret istemiş değilim.» Ki bu ücret beni tamahkârlıkla itham etmenize veya size anlatılanın kendinize ağır gelmesinden ötürü benden yüz çevirmenize bahane olmasın.[74]
«Benim ecrim Allah'tan başkasına ait değildir» cümlesi ilk mânâda önceki cümleyi tekîd etmekte, ikinci mânâya göreyse, Hz. Peygamber'in onların ücretine muhtaç olmadığını ortaya koymaktadır. Yani, ben va'z ve nasihat karşısında ücretimi sadece Allah'tan isterim. O bana bu yüzden sevab bağışlayacaktır. İster iman edin, isterseniz etmeyin, «Ben müslümanlardan olmakla em-rolundum»; yani müslümanlardan sayılmakla emrolundum. O müslümanlar ki dini tebliğ etmek karşılığında bir şey istemezler ve din vasıtasıyla dünyayı taleb etmezler. Bazılarına göre, burada «İslâm» ile kastedilen, teslim olmak ve itaat etmektir. Yani Allah' in hikmetine teslim ve O'na iman edenlere dahil olmakla emrolundum. O'nun emrine karşı gelmem ve O'nun dışında kimseden bir şey istemem.
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Nuh (a.s) insanları iman ve İslâm'a davet etmek hususunda hiçbir zaman kusur etmemiş ve bu konuda doruk noktaya çıkmıştır.
(73) «Yine onu yalanladılar...» Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Nuh Ca.s) onlara itiraz etme imkânı bırakmadığı halde onlar yalanlamalarında ısrar ettiler. Biz de O'nu ve O'nunla beraber olanları, boğulmaktan veya kafirlerin elinden kurtardık.
Hz. Nuh (a.s) üe beraber olan müminler, meşhur bir rivayete göre kırk erkek, kırk kadındı. Bazıları daha az rakamlar vermektedirler.
«Onları halifeler kıldık ve yalanlayanları da boğduk»; yani geriye sadece 'müminler kaldı. «Bak ki uyanlıp da (söz dinlemeyenlerin) sonu nasıl oldu?»; yani onların yalanlamada ısrar etmeleri halinde kendilerini öyle bir duruma getirdi ki artık korkutma bile onlar üzerinde bir etki yapmaz oldu, onlara uyarılar hiçbir yarar sağlamadı.
Allah Teâlâ'nın sünnet-i ilâhisi şu şekilde cereyan eder: O bir kavmi helak etmeyi murad ettiğinde, Önce onlara bir peygamber gönderir. O peygamber de onları Allah'ın azabıyla korkutur. Çünkü korkutulan bir kimsenin artık mazereti kalmaz.
Rağıb el- İsfahanı buradaki, «Fenzur» (Bak) ifadesinin gözle veya basiretle bakış olduğunu söylemiştir. Hasan Basrîye göre de bu ifade, basiretle bakmak anlamındadır.
Bu ayet, Hz. Nuh (a.s) kavminin başına gelen korkunç olayı ortaya kovmak, Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlayanları korkutmak ve ona teselli vermek için nazil olmuştur. Ayetin mânâsı, «Allah' in haberini verdiği olaydan ibret al» şeklindedir. Çünkü ne Hz. Peygamber (s.a) ne de uyarılan kimseler, Hz. Nuh'un (a.s) kavminin başına gelen felâketi görüp, seyredemezler, onu göremezler. Zira hem zaman hem de mekan ayrılığı vardır.
(74) «Sonra onun ardından kendi...» Bu Ayetin Tefsiri
«Onun» zamiri Hz. Nuh'a racidir. Peygamberlerin her birisi kendi kavmine gönderilmiştir. Bu ayet, hiçbir peygamberin tüm insanlığa peygamber olarak gönderilmediğine işaret etmektedir. Bu, sözün zahirinin «Tüm insanlığa gönderilmek vasfının sadece Hz. Muhammed'e (s.a) mahsus olduğunu ve Hz. Peygamberin (s.a) bundan istisna edildiğini göstermektedir. Hz. Nuh'tan sonra gönderilen hiçbir peygamber için, bu durum sabit olmamıştır. [75]
Hz. Nuh'un (a.s) tüm insanlığa mı, yoksa yeryüzünün bir bölgesine mi gönderildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Nitekim Tu-fan'ın tüm yeryüzünü kaplayıp, kaplamadığı hususundaki ihtilaf da, bu ihtilaf üzerine hamledümekteüir. Birçok ayet ve hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre Tufan hadisesi, sadece Hz. Nuh'a karşı gelenlerin ve onu yalanlayanların üzerinde kopmuştur. İbn Atiyye, «Müdekkikler nazarındaki görüş budur» demektedir. Yeryüzünde yaşa ran insanların çoğu, Tufan'm umumiliğini inkar etmektedirler. Hz. Nuh'un tüm insanlığa peygamber olarak gönderildiği şeklindeki görüş, tüm insanlığa sadece Hz. Peygamberin (s.a) gönderildiği ve bunun sadece onun özelliği olduğu şeklindeki görüşle çelişmemektedir. Çünkü burada, husus ile umum arasında bulunan bir umum kastedilmektedir. Mutlak umum, yani tüm insanlığa gönderilme olayı sadece Hz. Peygamber'e mahsustur ve bu kıyamete kadar bu şekilde sürecektir. Hz. Nuh'un (a.s) risa-letine gelince, onun durumu kendisinden önceki peygamberlerin özellikleriyle, Hz. Peygamberin (s.a) kıyamete kadar sürecek olan umumu arasındadır. Bazıları ise, Hz. Nuh'un (a.s) peygamberliğinin özel olduğunu söylemekle birlikte, Tufan hadisesinin genel olduğunu söylemişlerdir.
Allah Teâlâ'nm cinayet işlememiş bir kimseyle, cinayet işleyen bir kimseyi birlikte helak etmesine gelince, bunda bir beis yoktur. Çünkü bu, O'nun mülkündeki tasarrufdur. Allah yaptığından sorguya çekilemez.
Sonuç olarak, Hz. Nuh'un (a.s) risaleti umumidir. Çünkü yeryüzünde Tufan'dan sonra Hz. Nuh ile beraber olanlardan başka, hiç kimse kalmamıştır. Dolayısıyla Hz. Nuh ile onun beraberindekiler yeryüzündeki yegâne insan topluluğu olmuş olurlar. Bu bakımdan onun risaletinin umumiliği ile Hz. Muhammed'in (s.a) risaletinin umumiliği arasındaki fark belirgindir. Çünkü Hz. Muhammed'in risaleti, başta da, sonda da geneldir. Bu yorum üzerinde düşünülmelidir. En doğrusu Hz. Muhammed'in risaletinin genel oluşu meselesinde, bunun kendisinden sonra kıyamete kadar devam edeceği yönünü ele almaktır. Zira bu husus ne Hz. Nuh' tan önce ne de sonra hiçbir peygamber için söz konusu olmamıştır. Her peygamber kendi kavmine mucizelerle, doğruluklarına delâlet eden delillerle gelmişlerdir. Yani her peygamber bir mucize iledeğil, aksine birkaç mucize ile gönderilmiştir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi; «Bir tek mucize ile gönderilmek irade edilmemiştir. Aksine birçok mucize ile gönderilmek irade edilmiştir» demektedir. Çünkü iki çoğul siga karşı karşıya geldiklerinde, bir çoğuldan bir ferdin, diğer çoğuldan bir ferde tekabül etmesi, ancak «Cau» ile «Hum» zamirlerinde söz konusudur. Yani peygamberlerden her biri kavimlerinin her ferdine gönderilmişlerdir. Ve yanlarında da birçok mucize ile gelmişlerdir.
«Fakat daha önce, onu yalan saymaları nedeniyle inanmadılar» ifadesi, onlar daha önceki imansızlıklarını ortaya koymaktadır. Yani her zaman çok inatçı olduklarından dolayı, hiçbir zaman imanları sahih olmamıştır.
«Daha önce onu yalan saymaları» cümlesiyle kastedilen, tüm peygamberlerin getirmiş oldukları asıl ve füru' ile ilgili her şeydir. Onların «iman etmelerinden» maksat, tüm olanlardan sonra yine ısrar etmeleridir. «Daha önceki yalanlamaları» ile peygamberlerin geldiği andan, inat ve ısrar ettikleri zamana kadar geçen süredeki yalanlama kastedilmektedir. Bu yorum, Allah Teâlâ'nın onların durumları ile ilgili irad ettiği kıssaya dayanmaktadır. Nitekim Nuh kavminin kıssası da buna işaret etmektedir. Bu ayette iman etmeyişlerini, bizzat maksudu kıldığı gibi, yalanlamalarını bizzat maksudu kılmamıştır. îşaret edilmiştir ki yalanlama açıklamaya muhtaç değildir, ancak onları kabule zorlayan mucizelerin mütevatir bir şekilde gelmesinden sonra iman etmeyişleri açıklamaya muhtaçtır. Eğer burada hikâye edilen o kavimlerin bütün halleri ise, onların iman etmeyişlerinden maksat, peygamberlerinin gelişlerinden başlayarak ısrar ettikleri küfürdür. Sıla cümlesinden anlaşılıyor ki iman etmeyişleri ile kastedilen, peygamberleri gelmezden önceki küfürleridir. Bu takdirde «Mevsul» den, Tevhid ve değiştirilmesi muhal olan gerçekler gibi tüm pey-gamberler tarafından ümmetlerin çağırıldığı şer'î esaslar kastedilmektedir. Onları bunu yalanlamalarının mânâsı; Peygamberler gelmezden önce onların, bunu hiçbir zaman dinlemediklerinden dolayı, cahiliyye ehli oldukları zamandaki durumlarıdır. Aksine her kavm, adeta bunu daha Öncekilerin hayatta kalanlarından dinliyorlar ve yalanlıyorlar gibi bir konumdadır. Dolayısıyla sonra onların peygamberlerin gelişini müteakip durumları, Önceki durumları gibi olmaktadır. Sanki onlara hiç peygamber gönderilmemiş gibidir.
Bazı müfessirlere göre, ayet ile onların kendilerine gönderilen pyegamberlerden hiç yararlanmadıkları anlatılmak istenmiştir. Yani cahiliyye ehli olmaları bakımından, peygamberlerin gelişinden sonraki halleri, daha öncekinden farksızdır. Ancak ilk yorum, daha uygundur.
«İşte biz haddi aşanların kalplerini böyle damgalarız»; yani küfür ve inatla bilinen sınırları aşanların kalblerini böyle damgalarız. Bu yüzden onların kalblerini hakkı kabul etmekten mene-der, doğru yola gitmelerini engelleriz. Netbau' fiili -tab'- kökünden gelmektedir. Bu kök, «kirletme» anlamında da kullanılmıştır. Mutezile, Tab' lafzının Kur'an'da geçtiği her yerde, Allah'a nisbet edildiği takdirde «Mahrum etmek» mânâsında kullanıldığını öne sürmüştür. Elbette bu, kendi görüşlerine uygun bir yorumdur. Bu bakımdan Zemahşerî Keşşaf adlı tefsirinde, «Bu kelimenin onların inatlarından kinaye olduğunu» söylemiştir. Çünkü inat eden bir kimseyi Allah Teâlâ mahrum eder ve onu tevfikten alıko-yar. O'nu lütfundan uzaklaştırır ve böylece kalbinin üzerine pas ve tab'ı, kat be kat yükleyinceye değin devam eder.
(75) «Sonra onların ardından Musa ile...» Bu Ayetin Tefsiri
«Onların ardından»; yani o peygamberlerden sonra Musa ve büyük kardeşi Harun'u, Firavn ve topluluğuna peygamber olarak gönderdik. Allah Teâlâ'nın tüm peygamberler içinde Hz. Musa ile Hz. Harun'un adını özellikle belirtmesi, kıssalarının pek önemli olduğuna delâlet eder.
«Meleîhi» tabiri Firavn'un efradı, eşrafı ve ileri gelenleri anlamındadır. Onların kısaca zikredilmesinin nedeni, onların maslahatları ve önemli meseleleri çözmekte nirengi noktasını teşkil etmeleridir. Meydana gelen olaylarda, tüm kavim onlara başvuruyordu. Bazı müfessirler burada «Mele» ile Firavn'un kavminin kastedildiğini söylemektedirler.
Allah Teâlâ, Hz. Musa ile Hz. Harun'u, A'raf suresinde açıklanan mucizelerle göndermişti. Fakat Firavn ve kavmi gurura kapıldılar, gözlerini benlik kör etti. Kendilerini Hz. Musa'ya tâbi olmaktan daha üstün gördüler. Hz. Musa ile Hz. Harun onlara gelerek, risaleti tebliğ ettiklerinde, onlar büyüklenerek gurura kapıldılar. Firavn Hz. Musa'yı küçümseyerek, «Sen küçük bir çocuk kert seni aramızda büyütmedik mi? Sen ömründen birkaç yıl aramızda kalmadın mı?» dedi.
«Fakat onlar kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular»; yani onlar büyük günah işlemekte olan bir kavimdi.
(76) «Onlara katımızdan hakk geldiği...» Bu Ayetin Tefsiri
Onlar inatlarının aşırılığından ve gururlarından ötürü, «Bu kuşkusuz apaçık bir büyüdür» dediler. Yani bunun bir sihir olduğunda kuşku yoktur. Benzerleri arasında bu husus apaçık görülmektedir. «Mübin» kelimesi «Ebane» maddesinden gelir ve «zahir olmak, görünmek» anlamındadır, «izhar etti, gösterdi» değil «Hazâ» kelimesi ise, kendilerine gelen hakka işaret etmektedir. Birçok nıüfessirin dediği gibi o, hak mucizelerdir. Ayetteki ibarenin şevki, hâzâ'nm. yerine zamirin gelmesini gerektirirdi. Ancak hakk'ın, herkes katında açık olduğuna işaret etmek için, zamir yerine ism-i işaret getirilmiştir, Hakk'ın gelmesi, mecaz itibariyledir. Bu da, hakk'ın çok açık olduğuna, çok berrak bir şekilde gö- ; ründüğüne işarettir. Yani aklı az olan bir kimseye dahi, hakk giz- ' li değildir. Bu yorumlardan hareketle bazı mufessirler ayete şöyle bir mânâ vermişlerdir: «Allah katından onlara hakk geldiğinde, onu tanımış olmalarına rağmen, 'Bu apaçık bir sihirdir' dediler».
Ayette «Sihr» yerine «Sahir» kelimesi de kullanılmıştır. Bu okuyuşa göre, sihirbaz anlamına gelen «sahir» ile Hz. Musa kastedilmiş olur. Çünkü onun eliyle onları aciz bırakan bir durum ortaya çıkmıştır.
(77) «Musa: Sise hakk geldiği zaman...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu cümle isti'nafî beyandır, yani mukadder bir sorunun cevabıdır.
Sanki şöyle sorulmaktadır : «Musa onlara ne dedi?»
Cevap: Musa onlara, «Size hakk geldiğinde hep bu sihir mi dersiniz? Oysa sihirbazlar iflah olmazlar» dedi. Yani bâtıl olan sihirden her bakımdan uzak bulunan hakk size geldiğinde ve siz ona vâkıf olduğunuz zaman hep «Bu sihir midir?» dersiniz.
Onlar «Bu sihir midir?» sözleriyle Hz. Musa'ya sahir olduğunu ihsas etmeye çalışıyorlardı. Yoksa hakiki anlamda bunu soruyor değillerdi. Çünkü kesinlikle sihir olduğunu söylediler. Kesinlikle sihir olduğu söylenen bir şey için artık «Bu sihir midir?» şeklinde bir soru sorulmaz. Yani durumu apaçık olan, sânı ortada bulunan ve apaçık olan gözü gören bir kimsenin kuşku duymadığı, bu hakk'a sihir mi diyeceksiniz? Oysa sihirbazlar hiçbir zaman iflah olmazlar.
(78) «Onlar, size hakk geldiğinden...» Bu Ayetin Tefsiri
«Litelfitena» fiili, geri çevirmek, döndürmek mânâsmdadır. Yani onlar Hz. Musa ve Hz. Harun'a, «Atalarımızın üzerinde bulunduğu dinden bizi geri çevirmek için mi bize geldiniz?» dediler. «Kibriya» ise azamet ve riyaset demektir.
Allah Teâlâ'nm Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadeleyi oldukça yoğun biçimde Kitab'da zikretmesinin nedeni, onun kıssalar içinde en hayret verici olayları mündemiç olmasındandır. Firavun Hz. Musa'dan çok korkmasına rağmen ilâhî kader, onun Hz. Musa'yı elinde büyütmesini, kendisinden sakındığı kimseyi sarayında, sofrasında ve yatağında evladı yerine koyarak yetiştirmesini takdir buyurdu. Sonra o çocuk büyüdü. Allah Teâlâ, onu onların aralarından çıkartacak sebebi halkeyledi. Ona nübüvvet ve risaletini bahşetti. Onunla konuştu, onu Firavun'a peygamber olarak gönderdi. Hz. Musa (a.s) Firavun'u Allah'a itaate çağırdı, ona Allah'a kulluk yapması için davette bulundu. Fira-vun'un tüm azametine rağmen Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı Firavun'a peygamber olarak gönderdi. Onun kardeşi Harun'dan (a.s.) başka yardımcısı yoktu. Firavun bunun üzerine infial gösterdi; böbürlendi boş bir gurura kapıldı, serkeş ve habîs nefsi isyana kalkıştı, alın damarları kasıldı. Hakkı olmayan bir makama göz dik ti. Allah'a karşı isyan bayrağını çekip, azgınlık etti. İsrailoğulları arasındaki müminleri küçümsedi. Allah da peygamberleri Musa (a.s) ve Harun'u (a.s) korudu, onları inayetiyle himayesi altına aldı. Allah zaman zaman Musa'nın (a.s) eliyle mucizeler halkedi-yordu. Öyle ki bu mucizeler akılları şaşkınlıkta bırakıyordu.
Çünkü bu mucizelerin önünde hiçbir sihir, hiçbir çaba yarar sağlamıyordu. Bu mucizeleri ancak Allah tarafından desteklenen bir kimse getirebilirdi. Çünkü Allah Teâlâ bir ayetinde, «Onlara gösterdiğimiz her mucize, bir önceki mucizeden daha büyüktür» (Zuhruf: 48) buyurmuştur. Ancak buna rağmen Firavun ve efradı bu mucizeleri yalanlamaya, inkâr etmeye, inat göstermeye devam etti. Bunun sonucu olarak Allah Teâlâ da onlara azabını gönderdi. Hepsini bir sabahta ve bir kuşluk zamanında Kızılde-niz'de boğdu. Nitekim Kur'an'm başka bir ayetinde de, «Zulmeden bir kavmin sonu geldi. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» (En'am : 45) buyurulmaktadır.
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi «İrşad'uLAkl'is-Selim» adlı tefsirimde şöyle diyor :
«Bu iki yerde de zamirin ikil ftesniyef olarak getirilmesi, gurur ve azamet taslamanın hem Hz. Musa'ya, hem de Hz. Harun'a karşı olduğundandır. Bunun nedeni, birini tasdik etmenin, diğerini de tasdik etmeyi gerektirmesindendir. İltifat ve onun içirt gelmek, şeriatı getiren kimsenin özellikleri olduğundan, bu sadece Hz. Musa'ya isnad edilmiştir.» [76]
79- Firavun, «Bana bilgili olan her sihirbazı getirin» dedi.
80- Sihirbazlar geldiğinde, Musa onlara, «Atacaklarınızı atı-verin» dedi.
81- Onlar (sihir aletlerini) atınca Musa dedi ki: «Sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa vuracaktır, Çünkü Allah bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez».
82- «Suçluların hoşuna gitmese de, Allah sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır».
83- Sonunda Musa'ya, kendi kavminden (genç bir) gruptan başka Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerine bir fenalık yapacağından korktuktan için kimse iman etmedi. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde kibirlenen bir zorba ve gerçekten çok aşırı gidenlerdendi.
84- Musa, «Ey kavmim! Eğer Allah'a inanıyorsanız ve O'na teslim olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın» dedi.
85- Onlar da, «Biz Allah'a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi zulme sapan bir kavm için bir fitne kılma» dediler.
86- «Ve bizi rahmetinle o kafir topluluğundan kurtar».
87- Biz de Musa ve kardeşine, «Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namazgah kılın. Namazları dosdoğru kılın. Müminleri müjdele (yin)» diye vahyettik.
88- Musa, «Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanlan senin yolundan saptırmaları için mi (bunları verdin)? Ey Rabbimiz! onların mallarım yok et, kalplerini de şiddetle bağla kî, acıklı azabı görecekleri zamana kadar inanmasınlar».[77]
(79-82) «Firavun, Bana tüm...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya (a.s) karşı olan sihirbazların kıssasını A'raf, Tana, Şuara ve bu surede de zikretmiştir. Olay şu şekilde cereyan etmiştir: Lanetli Firavun halka konuşup, Hz. Musa'nın getirdiği apaçık hakikata karşı koymak istedi. Bunu da sihrin yardım ve sihirbazların birtakım uydurmalarıyla yapmayı denedi. Ancak kurduğu düzen aleyhine işledi ve amacına ulaşamadı. O umumi toplantıda, halkın toplandığı o meydanda ilahî burhanlar ortaya çıktı, sihirbazlar Allah'a secde ederek, «Biz âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik» (A'raf : 121) dediler. Firavun sihirbazlarla, gayb'm alimi olan Allah'ın elçisine galebe çalacağını sanmıştı. Oysa hüsrana uğradı ve cenneti elinden kaçırdı.
79. ayetteki «Alim» kelimesi, burada sihirbazlık sanatında beceri sahibi olan kimseler karşılığında kullanılmıştır. Hz. Musa on-lara, «Bana tüm bilgili sihirbazlarınızı getirin« demiştir.
Bazı müfessirlere göre, «Çünkü Allah bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez» ifadesi, yani onları desteklemez anlamındadır. Bu cümle sihrin bir bozgunculuk, bir gözbağcılık olduğuna, buna karşılık bir gerçeği bulunmadığını ortaya koymaktadır.
82. ayette geçen «kelimat». Allah'ın hüküm ve emirleri demektir. Bazı kıraat alimleri bu kelimeyi «Kelimeti» şeklinde de okumuşlardır.
(83) «Suçluların hoşuna gitmese de...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani işin başında Hz. Musa'ya sadece kavminin gençlerinden bazıları iman etmişti. Hz. Musa İsrailoğulları'm imana davet ettiğinde, onlar Firavun'un korkusundan daveti kabule yanaşmadılar. Sadece gençlerden bir kısmı daveti kabul etti.
Bazı müfessirler -kavmihi- kelimesindeki -hî- zamirinin Firavuna raci olduğunu söylemişlerdir. Yani Firavun'un kavminin bazı gençleri Hz. Musa'ya iman etti. Veyahut bu kavim ile kastedilen Firavun ailesinden iman edenler, Firavun'un hanımı Asiye, onun maliye bakam, maliye bakanının karısı ve onun berberidir. Hz. Musa'nın getirdiği o göz kamaştırıcı akıllara hayret verici mucizeler karşısında sadece onun kavminin gençleri iman ettiler.
Bu ayet, Hz. Peygamber'e kavminin kendine iman etmeyişleri sebebiyle meydana gelen üzüntüsünü gidermek ve peygambere teselli vermek için nazil olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber kavminin iman etmesi için gece-gündüz uğraşıyordu. Fakat onlar iman etmedikleri için de üzülüyordu. Çünkü onların küfre ve kendini yalanlamaya devam etmeleri kendisine çok ağır geliyordu. îşte bu yüzden Allah Teâlâ, elçisine, ondan önce de peygamberlerin geldiğini ve fakat onlara da aynı bu şekilde davranıldığını, iman edenlerin sayısının hep az olduğunu bildirdi. Hz. Musa'nın getirdiği mucizelerde çok büyük olmasına rağmen, kavmin içinden sadece bazı gençler iman etmişti. Nitekim «Zürriyet» kelimesi, kavmin içinden az sayıda genç bir grup için kullanılmıştır.
İbn Abas'a göre «Zürriyet», -az sayıda- demektir. Bazıları ise, «Zürriyet» ile küçültme ve sayının azaltılmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Eğer zamir Hz. Musa'ya raci olursa, kavim ile kastedilen İsrailoğulları'dır. İsrail oğulları o zaman Mısır'da bulunuyorlardı.
Mücahid'e göre, bu kavimden maksat Hz. Yakub'un torunl rıdır ki Hz. Musa da zaten onlara peygamber olarak gönderilmiş-ti. Ataları helak olmuştu ama torunları hayatta kalmıştı.
Bazıları ise bunun Firavun'un katliamından kurtulan kavim olduğunu söylemişlerdir. Şöyle ki; Firavun İsrailoğulları'nın erkek çocuklarının öldürülmesini emrettiğinde İsrailoğullan arasında erkek çocuk doğuran kadınlar, öldürülmekten korktukları için bu çocukları Kıptîlere hibe ederlerdi. Böylece Kiptiler arasında İsrailoğuUarı'nın bu çocukları büyüdüler. îşte Hz. Musa sili hirbazları. yendiği gün onlar Hz. Musa'ya iman ettiler.
İbn Atiyye'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, onlar Firavun'un kavminden Firavunun hanımı, ailesinden bir kişi, Maliye bakanı onun hanımı ve berberi olmak üzere-az sayıda bir grup « idi.
Ferra, «Zürriyet» kelimesinin onları hakkında kullanılmasının g nedenini, onların babalarının Firavun'un kavmi olan Kıptilerden, annelerinin ise İsrailoğulları'ndan olması olarak göstermiştir. Kişi iman hususunda umumiyetle anne ve dayısına tâbi olur. Nite- kim Yemen'e giden İranlı çocuklara «Mevali» denir; çünkü anne ve dayılarının dininden değildirler.
Ayette geçen «Âl» kelimesi, -galip- anlamındadır. Firavun yer-yüzünde âl (galib) idi. Kibirde ve gururda çok aşırı gidiyordu.
îlahlık iddiasında bulundu ve peygamberlerin çocuklarını köle edindi.
(84-86) «Musa, Ey kavmim! Eğer...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Hz. Musa kavminden iman edenlerin Firavun'dan korktuklarını görünce onlara şöyle dedi: «Eğer Allah'a iman etmişseniz, O'na güvenin, O'na dayanın. Şayet O'nun kaza ve kaderine teslim oluyor, ihlasla O'na kulluk ediyorsanız, bu şekilde davramn.» Bu ayet, Allah'a tevekkül etmenin, O'nun gücüne dayanmanın, imanın kemaline delâlet eder. Dolayısıyle Allah'a iman eden bir kimse, başkasına değil, sadece O'na uyar. Bu ayet, ümit içerisinde, sadece Allah'a tevekkül edileceği hükmünü de getirmektedir.
«Eğer Allah'a inanıyorsanız» cümlesinden sonra «Ve O'na teslim olduysanız» cümlesinin getirilmesi, kalbi iman ile zahirî imana delâlet eder. Yani kalben iman etmiş ve zahirde de O'na teslim olmuşsaniz böyle davranın.
Hz. Musa'nın kavmi de cevap olarak, «Biz Allah'a tevekkül ettik, başkasına değil» diye cevap verdiler. Sonra Rablerine yalva-rarak, «Bizi zulme sapan bir kavm için bir fitne kılma»; yani onları bize galib getirme, onların günahından dolayı bizi helak etme. Çünkü böyle olursa, onlar bizim hak üzerinde olmadığımızı sanacaklar ve küfür ile azgınlıkları artacaktır, dediler.
Mücahid, bu ifadeyi «Katından gelen bir azapla bizi azap-landırma» şeklinde yorumlamaktadır. Yani Firavun kavminin «Eğer bunlar hakk üzerinde olsaydılar azaba duçar olmazdılar» şeklinde bizi tenkid etmelerine fırsat verme.
Bazı müfessirler ifadeyi «Onları bize musallat kılma ki bizi dinimizden caydırmasınlar. Rahmetinle bizi o kafir kavimden kurtar» şeklinde yorumlamışlardır. Yani Firavun kavminin elinden bizi kurtar. Çünkü onlar bizi köle yaptılar ve bizi zor işlerde kullanıyorlar.
(87) «Biz de Musa ve kardeşine...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani «Camiler ve ibadethaneler yapınız» diye emrettik. [78]
«Evlerinizi namazgah kılın» ifadesinin yorumunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre, «evler»ûen maksat, içinde ibadet edilen mescitlerdir. Kıble'den maksat ise, namaz içinde yönelinmekte olan yöndür. Bu yoruma göre ayet şöyle anlaşılır: «Evlerinizi mescit edinin, namaz sırasında Kıble'ye yönelin» Bazıları da «Evlerinizi kıbleye doğru yapınız» anlamında bir mânâ vermişlerdir.
Kıble hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu hangi Kıble'dir? Kur' an'm da zahirinde bu kıblenin neresi olduğu belirtilmemektedir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu kıble Kabe'dir. Çünkü Kabe, Hz. Musa ve Hz. Harun'un da kıblesiydi. Bu yorum aynı zamanda Mücahid'e de aittir.
İbn Abbas şöyle anlatıyor: İsrailoğulları Hz. Musa'ya «Biz Firavunla beraber oldukça açıkta namaz kılmaya güç yetiremeyiz» diye şikâyette bulununca Allah Teâlâ onlara evlerinde namaz kûma iznini verdi, evlerini kıbleye doğru yapmalarını emretti.
Bazıları kıblenin Beyt'ul-Makdis'e yönelik olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da mutlak mânâda evlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu yoruma göre ayetin mânâsı, «Evlerinizi karşılıklı kurun» anlamındadır. Bazıları ise, «Evlerinizde bir kıble edinin ve o tarafa yönelerek namazınızı kılın» mânâsını öne sürmektedirler.
Allah Teâlâ bu fetvayı onlara, Hz. Musa ve kendisine iman eden İsrailoğullan, Firavun ve kavminden korktukları zaman vermiştir. Onlar mescid ve havralarda toplu olarak namaz kıldıkları takdirde, Firavun ve adamlarının kendilerine saldıracaklarından ve eziyet verebileceklerinden korktuklarında, Allah Teâlâ onlara, «Gizlice Firavun ve kavmine görünmeden evlerinizde namazların-ı zı kılabilirsiniz» diye fetva verdi.
Bazıları ise, «fsrailoğulları ancak cemaatla mescitlerde namaz kılabilirlerdi. Bu da açıktan olurdu. Allah Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderdiğinde, Firavun o mescidlerin tahrip edilmesini emretti. Onları o mescidlerde namaz kılmaktan menetti. Bunun üzerine de onlar evlerini mescidler edinmekle emrolundular» demişlerdir.
«Müminlere müjdele»; yani onlara hiçbir kötülük dokunmayacaktır. Düşmanın aksine mescidler edinin ve namazlarınızı kılın.
Kadı Beyzavî, ifadeye «Müminlere dünyada yardım, ahirette cennet müjdesini ver» şeklinde anlam vermektedir. Allah Teâlâ Önceki ayette zamiri tesniye (ikil) getirmesinin nedeni kavm için mescidler inşa etmek görevinin reislere ait olmasındandır. Bu işler de istişare ile yapılır. Daha sonra zamirin çoğul getirilerek «Namazı kılınız» denmesinin nedeniyse, evlerin mescid edinilip, oralarda namaz kılınmasının her ferdin görevi olmasındandır. Ve sonunda, «Müminleri müjdele» denilerek zamir tekilleştirilmiş-tir. Çünkü müjde vermek şeriat sahibinin görevidir.
(88) «Musa, Ey Rabbimiz! Gerçekten sen...»Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Musa (a.s) açık mucizeler geldiğinde Mısırlıların küfür ve inat üzerinde ısrar ettiklerini görünce, onların aleyhinde beddua etmeye başlar. Başkasının aleyhinde beddua edenin görevi, onlara niçin beddua ettiğini açıklamaktır. Bunların küfür ve inadının sebebi, dünya sevgisi, dünya süs ve ziynetiydi. Hz. Musa onların aleyhinde bedduaya başlayınca önce bu hususu Öne alarak şöyle dedi: «Ey Rabimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında, elbiseler, hayvanlar, hizmetkârlar, evlerin aralçarı ve güzel eşyalar gibi ziynet ve inallar verdin.»
«Ey Rabbimiz! İnsanları senin yolundan saptırmaları için mi (bunları onlara verdin?)» ifadesinde geçen, -lam-m. ne lam'ı olduğu hususunda müfessirler ihtilaf etmişlerdir.
Ferra'ya göre buradaki -lam- «Ne zamana kadar» (Key) anlamındadır ve sebebiyet bildirir. Yani, Ey Rabbimiz! Bu malları onların dalâlete sapmalarına sebeb kıldın. Çünkü onlar azdılar ve aşın gittiler. İmandan yüz çevirdiler.
«Ey Rabim! Onların mallarım yok et» ifadesinde geçen «Jt-mıs» emri, yok etmek, silmek, malların şekil ve mahiyetlerini kazıyıp, ortadan kaldırmak demektir.
Mücahid «Itmıs»uı «helak et» anlamında olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin çoğuysa, «Mallarını yok et, mahiyetini değiştir» anlamını Öne sürmüşlerdir.
Katade şöyle diyor: «Bize gelen haberlere göre, onların malları meleyen hayvanları, ürünleri, madenleri hep taş kesilmiştir.»
Kâ*b el-Kurzî şöyle der: «Onların suretleri taş kesildi. Ayakta hamur pişiren kadın taş kesiliverdi.» Ancak bu yorumda zaaf vardır. Çünkü Hz. Musa onların bedenleri için değil de malları için bedduada bulunmuştu.
îbn Abbas der ki, «îşitiğimize göre, onların para birimi olan dirhem ve dinarlar taş kesilmişler, kimisi tam, kimi yarım kimi de üçte bir şekline girmişlerdir.»
Deniliyor ki, Ömer bin Abdülaziz, Firavun ve ailesinden bazı kalıntıların bulunduğu bir kese ister. Keseden taşlaşmış yumurta ile yanklı ceviz çıkar.
Süddi şöyle diyor: «Allah onların mallarım taş kıldı. Hurma, meyve, un ve yemeklerin hepsi taş oldu.» İşte bu «Tams» mesele-lesi Hz. Musa'ya verilen 9 mucizeden biridir. Kalplerin şiddetle sıkılması ise, kalblerin onlara iman girmeyecek şekilde sokulmasıdır.
Vahidî'ye göre bu ayet Allah Teâlâ'nm dilediğini yapabileceği ni göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hz. Musa (a.s) bu şekilde bir istekte bulunmaya cesaret gösteremezdi.
«Ki açıklı azabı görecekleri zamana kadar inanmasınlar» ifa-desindeki «acıklı azab» Kızıideniz'de boğulmalarıdır. Bu yorum İbn Abbas'a aittir.
Başka bir rivayette şöyle denilmektedir: Hz. Musa Firavuna gitmezden önce, «Ya Rabbi! acıklı azabı görene değin onların kalb* lerini sık» dedi ve böylece şeytan onlarla imanları araşma girdi. Boğulma vukûbulup, Firavun'a ulaşıncaya kadar Firavun iman etmedi. Ancak o an iman etmişse de imam kendine yarar sağlamadı.
Bazı alimler Hz. Musa'nın bu şekilde beddua etmesinin nedenini şöyle izah etmişlerdir: Hz. Musa, Allah Teâlâ'nm onlar hakkındaki kaza ve kaderinin yazılı olduğunu biliyordu. Çünkü Allah Teâlâ ezelde onların iman etmeyeceklerini yazmıştı. Böylece Hz. Musa'nın bedduası takdir edilen hükme muvafık düşmüştür.
Tüm bu yorumlar üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. En doğrusunu Allah bilir. [79]
89- (Allah) «ikinizin duası kabul olundu. İkiniz de dosdoğru yolda devam edin ve sakın bilmeyenlerin yoluna tâbi olmayın» buyurdu.
90- İsraİloğulları'm denizden geçirdik. Firavun ve ordusu onlara haksız yere zulmetmek ve onları mahvetmek için arkalarından gittiler. Boğulma kendisini yakalayınca (Firavun); «İsrail-oğullan'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardamm» dedi.
91- «Şimdi mi iman ediyorsun (ey Firavun) ? Oysa daha önce isyan etmiş ve müfritlerden olmuştun» (denildi)
92- «Bugün senden sonra gelenlere ibret olsun diye bedenini kurtaracağız. Çünkü insanların çoğu ayetlerimizden gafildirler».
93- Andolsun biz İsrailoğullan'nı doğru (iyi) bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Kuşkusuz ki Rabbin kıyamet günü onların aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir.
94- Eğer sana indirdiğimizin hakkında kuşkuya düşüyorsan, senden önce (gönderilen) kitabı okuyanlara sor. Andolsun sana Babbinden hak geldi. Sakın kuşkuya düşenlerden olma.
95- Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma. Sonra ziyana uğrayanlardan olursun.
96- Haklarında Rabbinin sözü sabit olanlar, elbette inanmazlar.
97- Onlar, (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (iman etmezler). [80]
(89) İkinizin duası kabul olundu...» Bu Ayetin Tefsiri
Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa (a.s) dua ediyor, Hz. Harun da (a.s) «Amin» diyordu. Böylece «amin» demenin de dua anlamına geldiği sabit olmuştur. Amin kelimesini gizli söylemek ev-ladır. Ayetin mânâsı, «İkinizin de duası kabul edilmiştir. İkinizin de istediği tam vaktinde olacaktır» şeklinde anlaşılır.
Kadı Beyzavî'ye göre, Hz. Harun -amin- dediği için, Allah Te-âlâ «İkinizin duası kabul olundu» demiştir.
«İkiniz de dosdoğru yolda devam edin»: yani o halde ikiniz de yapmakta olduğunuz çağrıyı sürdürün. Sürekli delil getirin, salan acele etmeyin. Çünkü istediğiniz tam vaktinde olacaktır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa (a.s), îsrailoğullan arasında bu duadan sonra kırk yıl yaşamıştır.
«Sakın bilmeyenlerin yoluna tâbi olmayın»; yani acele etmek suretiyle cahillerin yoluna tâbi olmayın veya güvenmemek, Allah'ın va'dine bel bağlamamak suretiyle bilgisizlere uymayın.
(90) hrailoğullarını denizden geçirdik...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani İsrailoğullan denizin Öbür kıyısına varıncaya kadar onları koruduk ve denizden geçirdik. Firavun ve ordusu bağı ve saldırgan olarak, onlara yetiştiler. «Bağyen», haksız olarak yücelik taslamak ve isyan etmek, «Udvan» ise zulüm etmek demektir.
Müfessirler, Hz. Yakub ve oğullainun Hz. Yusuf ile bir ara-, ya geldiklerinde 72 kişi, Hz. Musa ile beraber Mısır'dan çıktıkla-rındaysa 600.000 kişi olduklarını söylerler. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ Hz. Musa ve Hz. Harun'un duasını kabul ettiğinde, onların ikisine İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarmalarım emretti. Çıkış sebeplerini onlara kolaylaştırdı. Firavun onlardan gafil ve habersizdi. Onların ülkeyi terketmekte olduklarını işitince, ordusuyla arkalarına düştü. Onlara yetiştiğinde İsrailoğullan Hz. Musa'ya, «Çıkış ve kurtuluş yolu nerededir? Önümüzde deniz, arkamızda Firavun var. Biz daha önce de Firavun'dan daha büyük belâlar görmüştük» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Musa-ya vahyederek, «Asanı denize vur» dedi. Hz. Musa asasıyla denize vurdu ve deniz ikiye ayrıldı. Toplanan su duvarı, iki büyük dağ gibi oldu. Allah Teâlâ denizin altındaki yeri yardı ve denizin sulan oradan çekilip, yok oldu. Firavun onlara yetişti. Yağız bir at üzerindeydi. Rivayetlere göre, diğer renkleri dışında, onun atının renginde 800.000 at vardı. Ordunun önünde bir kısrağın sırtında Cebrail duruyordu Ordunun arkasında Mikaü onları sevkediyordu ki hiçbiri geri kalmasın. İsrailoğullan denizi geçtikten sonra Cebrail onlara yanaştı. Firavunun atı kısrağın kokusunu alınca Firavun onu zaptedemedi, denize indi. Ordu da onun arkasından aynı şeyi yaptı. Hepsi denize indikten sonra, önde olanlar gerisin geriye denizden çıkmak istediklerinde sular üzerlerine kapandı. Firavun tam boğulacağı sırada kendisini helak olmaktan kurtarır ümidiyle şehadet kelimesini dile getirdi yani kelime-i şehadette bulundu. Nitekim Allah Teâlâ, «Boğulma kendisini yakalayınca (Fi-ravun); «İsraitoğultarınm inandığından başka ilah olmadığına inandım, ten de müslümanlardanım» dedi» diye buyurmuştur.
Alimler, onun imanının makbul olmadığım söylemişlerdir ve sebebi de melekler ve azap görüldükten sonra, imanın da, tevbe-nin de makbul olmayışıdır. Nitekim Allah Teâlâ, «Azabımızı gördüklerinde iman etmeleri onlara bir yarar sağlamaz» diye buyurmuştur. [81]
Bazı müfessirler, Firavundun bu sözü mevcut azaptan kurtulmak için söylediğini savunmuşlardır. Onlara göre Firavun'un maksadı Allah'ın birliğini ikrar, rububiyetini itiraf etmek değildi. Dolayısıyla onun böyle bir niyete sahip olması durumunda, sözlerinin kendisine bir yarar sağlayacağı düşünülemez.
Bazı müfessirler de, «Firavun'un Allah Teâlâ'nın varlığını in. kâr eden dehrîlerden (ateistlerden) olduğunu ve bu yüzden «İsra-iloğulları'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım» dediğini, ancak imanında şüphe olduğundan bu sözlerinin kendisine bir yarar sağlamadığını» söylemişlerdir.
İman ve tevbe kapısının kapandığı, ölüm ve meleklerin görüldüğü bir anda Firavun küfürden döndüğü için kendisine şöyle denilmiştir :
(91) «Şimdi mi iman ediyorsun (ey Firavun?) Oysa daha önce isyan etmiş ve ifrat edenlerden olmuştun...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani şimdi mi tevbe ediyorsun? Oysa zamanında tevbe fırsatını kaçırmış, geçici dünyayı, ebedî ahirete tercih etmiştin.
Bu sözü Firavun'a söyleyen Cebrail'dir (a.s). Bazıları meleklerin, bazıları da Allah Teâlâ'mn söylediğini öne sürmüşlerdir. Allah Teâlâ bu sözle, Firavun'un yaptıklarının çirkinliğini ve yaptığı bozgunculuğu ortaya koymaktadır.
(92) «Bugün senden sonra gelenlere...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet meselenin bir başka tarafım ortaya koymaktadır. Ancak ilk yorum daha meşhurdur ye Ibn Abbas'tan rivayet edilen şu hadis de bu yorumu desteklemektedir:
Allah Teâlâ, Firavun'u denizde boğacağı an, Firavun, «İsrail-oğulları'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım» dedi. Cebrail, «Ey Muhammed! Keşke denizin çamurundan alıp da rahmetin ona yetişmesinden korktuğum için, onun ağzına çamur tıkadığımı bir görseydin» dedi. (Tirmizi bu hadisi rivayet etmiş ve «Hasen» olduğunu söylemiştir). [82]
Bu hadis hakkında tartışmak gerekir. Çünkü zahirde hadis müşkil gönrünmektedir. Hadisin izahı gerekir. Bizim kanaatimiz şöyledir: Bu hadis İbn Abbas'tan iki değişik kanaldan rivayet edü-miştir. Birinci kanal İbn Zeyd bin Cüd'an'dan gelmektedir ki bu ravi Yahya bin Main ve diğer muhaddisler tarafından zayıf bulunmuşsa da, şerefli bir alim, doğru bir kimsedir. Ancak hıfzı kuvvetli değildi, bazen yanılıyordu. İnsanlar onun rivayet ettiği hadisleri ezberlemişlerdir. Fakat kendisine tâbi olunmadığı ve güvenilir muhaddislerce kendisine muhalefet edildiği yerlerde, rivayetinden çekinilmelidir. Bu iki zaaf da bu hadiste yoktur. Çünkü ikinci kanalda ŞuTje; Adiy bin Sabit'ten ve Said bin Cübeyr'den bu senedin Buharî'nin şartlarına uygun olduğunu söylemektedir. ŞuT3e, Ata bin Said ile Sabit.bin Cübeyr'den de rivayet etmiştir. Ata bin Said güvenilir bir kimsedir. İmam Müslim ondan hadis rivayet etmiştir ve bu hadis de onun şartlarına uygundur. Her ne kadar Ata hakkında, ihtilafından önce konuşulmuşsa da Ata'nın tek başına rivayet ettiği hadislerden veya Ata ile başka muhaddislerin ihtilafa düştükleri hadislerden çekinilmelidir. Bu iki husus da bu hadiste yoktur. Bundan anlaşıldığına göre,.hadisin aslı vardır, ravüeri güvenilir insanlardır. Her ne kadar onların içinde hadisi pek mazbut olmayan kimseler var sa da, onların içinde itham edilmiş kimseler yoktur.
Hadisin müşkil olması şu sebeptendir; müfessir Fahruddin Razî tefsirinde, şöyle demektedir: Acaba Cebrail Firavunun ağzını çamurla tıkamış mıdır? Firavun'a kızdığı için, tevbe etmesin diye bunu yaptığım bildiren rivayet- sahih midir? Akla en yakın cevap, bu rivayetin sahih olmadığıdır. Çünkü o halde teklif sabit midir, değil midir? denilebilir. Eğer mükellefiyet o durumda sabit ise Cebrail için Firavun'u tevbe etmekten menetmek caiz olmaz. Asıl vacip olan onun Firavun'a tevbe etmekte yardımcı olmasıdır. Onun taat üzerine ona yardımcı olması vaciptir. Eğer teklif ortadan kalkmışsa ve o zaman da «Firavun mükellef değildi» denilirse, Cebrail'e nisbet edilen bu hareketin yararı nedir? Zaten tevbe etse de etmese de kabul edilmeyecektir. Ayrıca «Cebrail onu tevbeden menetti» denilirse. Cebrail onun küfür üzerinde kalmasına razr oluyor demektir. Oysa küfre rıza küfürdür. Yine şöyle de itiraz edilebilir: Allah'ın Celaline nasıl uygun düşebilir ki Cebrail'e onu imandan menetmesini emretsin? Eğer biri Cebrail bunu Allah'ın emriyle değil, kendiliğinden yaptı dese, onun bu iddiasını, Cebrail'in, «Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz» sözü çürütmektedir. İşte Fahruddin Razî'nin bu hadis ile ilgili varid olduğunu söylediği işkal budur. Bu itiraz şöyle cevaplandırılabilir:
Fahruddin Razî'nin, «O anda Firavun için teklif var mıydı, yok muydu? Eğer varsa, Cebrail'in onu tevbeden menetmesi caiz değildir» sözünün bir temeli yoktur. Zira kaderi tesbit eden Allah Teâlâ, tüm fiilleri yaratmıştır. Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder, diyenler—ki bunlar Ehl-i Sünnet'tir—, Allah Teâlâ' nın kafir ile onun imanı arasına girdiğini ve kafire iman etme imkânı bırakmadığını söyleyerek, «İyi bilin ki, kuşkusuz Allah, kişi ile kalbi arasına girer» (Enfal: 24) ayetini delil olarak öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan Firavun'un ağzının çamurla doldurulması, Allah Teâlâ'nm kafirlerin kalbini mühürlemesi kabilindendir. İman etmesine engel olunması ise, kafirin daha önceki küfrünün karşılığıdır. Bu görüş kadere inanan ve fiilleri Allah'ın yarattığını söyleyen gruba aittir. Fiillerin Allah tarafından yaratıldığını inkâr edenlerden bir grup, Allah Teâlâ'nin kulunu önceki küfründen dolayı cezalandırdığını ve böylece Allah'ın onu saptırmasının, kalbini mühürlemesinin, onu imandan menetmesinin güzel olduğunu iddia etmişlerdir. Cebrail ile Firavun arasındaki kıssa da böyledir. Çün-kükü burada en son söylenen söz şudur: Allah Firavun'u imandan menetmiş, Firavun ile imanı araşma girmiş, önceki küfrün cezası olarak da ona bu cezayı tatbik etmiştir, Cebrail'in onun ağzına çamur doldurmasına gelince, Cebrail bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yapmıştır. Fahruddin Razî'nin, «Cebrail'in onu tevbe etmekten menetmesi caiz değildir. Aksine Cebrail'e vacip olan, tevbe ve her türlü taatta ona yardımcı olmaktır» sözü ise, Cebrail'in mükellefiyetinin biz insanların mükellefiyetine benzemesi durumunda doğrudur. Ve bize vacip olan ona da vaciptir. Ancak Cebrail sadece Allah'ın emrettiğini yapmışsa, Allah Teâlâ da Firavun'u imandan menetmişse ve Cebrail Allah'm emrini tatbik etmişse, Cebrail'in Allah'ın emrettiğini yapması niçin caiz ol^ masın? Allah'm tevbeden menettiği kimseyi, menetmek caiz değil midir?
Allah Teâlâ Firavun hakkında hükmederek: «Firavun, elem verici azabı gördüğü ve imanın ona bir yarar sağlamayacağı bir anda iman edeceğini» söylemiştir.
Denilebilir ki, Cebrail ya Allah'ın emriyle davranmış ve Allah ne emretmişse onu yapmıştır veya bunu Allah'ın emriyle değil, kendiliğinden yapmıştır. Her iki halde de, Cebrail'in Firavun'a tevbe etmesi için yardım etmesi vacip değildir. Dolayısıyla onu iman etmekten menetmesi de haram değildir. Çünkü onun ancak emrolunduğu şekilde davranması vâ"cip ve kendisinin nehyolun-duğu şeyi yapması haramdır, Allah Teâlâ, «Cebrail'e Firavun'a yardım etmekten onu menettim» dememiştir. Melekler bizim mükellef olduğumuz gibi mükellef değildir. [83]
Fahrudddin Razî'nin «Eğer teklif o anda Firavun'dan zail olmuşsa, artık bunu Cebrail'in yaptığını söylemenin bir anlamı yoktur» sözüne gelince, bunun cevabı şudur:
Allah'ın fiillerinin sebepleri hakkında iki görüş vardır:
a) Allah'ın fiilleri muallel değildir. Yani sebepleri yoktur. Buna göre, onun yaptıklarından sual olunmaz ve işkal ortadan kalkar.
b) Allah'ın fiillerinin sebepleri vardır ve maslahat hasebiy-ledir. Allah Teâlâ maslahat için onu işlemiştir. Allah'ın emir ve yasaklarının da geyeleri vardır; Mahmud ve mahbubdur. Allah Teâîâ, onlar için emretmiş ve yasaklamıştır. Buna göre denilebilir ki, Firavun, «İsrailoğulları'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım» dediğinde Cebrail Firavun'un üzerinde azabın gerçekleşmiş ve hakkında azap sabit olmuş kimselerden olduğunu bildiğinden ve imanın ona bir yarar sağlamayacağı kanaatinde olduğundan, onun ölümünü görmekte olduğu bir anda onun ağzını çamurla doldurmuştur. O sözler ona artık bir yarar sağlamazdı. Firavun o sözleri kendisine bir yarar sağlayamayacağı bir anda söylediğinden, bunun kesin vukûbul-ması için onun ağzını çamurla doldurmuştur. Yararı ise şudur: Böylece onun hakkında Allah'ın hükmü acele olarak yerine gelsin ve güzel bir şekilde Önündeki kapı kapansın. Zaten o anda Firavun'un Ömründe iman edecek kadar zamanı da kalmamıştı. Çünkü Hz. Musa Firavun'un iman etmemesi için beddua ettiğinde, Allah ona, «Elem verici asabı görünceye kadar iman edemez» demiştir. Azabın görüldüğü anda iman etmek ise, kişiye bir yarar sağlamaz. Allah Teâlâ onun bedduasını kabul etmiş ve Firavun bu sözleri tam boğulurken söylediğinde Cebrail aceleyle onun ağzını çamurla doldurmuştur ki yaşamaktan ümidi kalmasın, sözleri ona bir yarar sağlamasın ve ayrıca Allah Teâlâ'nın «İkinizin de duasını kabul ettim» şeklindeki va'di tahakkuk etsin. Böylece Cebrail'in yaptığı Allah'ın hükmünde geçen bir şeyi tamamlamak gayesine matuftur. Bu bakımdan Cebrail'in davranışı Allah'ın rızası doğrultusunda olup, Firavun için takdir ettiğini infaz etmekten ibarettir.
Allah Teâlâ dilediğini sapıttırır, dilediğine hidayet eder, Cebrail de Allah'ın emriyle yapacağını yapmıştır. Cebrail kendisine emredileni yapmışsa bu, emredilene değil, Allah'ın emrine razı olması demektir. Artık bu işte küfür nerededir? Ayrıca küfre rıza, ancak biz insanlar hakkında küfür olur. Çünkü biz, imkânımız oranında küfrün giderilmesiyle memuruz. Bizler bir kafiri küfrü üzerinde bırakır, ona razı olursak bu, bizim için küfürdür. Çünkü bize emredilene muhalefet etmiş oluruz. Ancak bizim em-rolunduğumuzla emrolunmayan ve bizim mükellef olduğumuz gibi mükellef olmayan bir zâta gelince, o ancak Rabbi'nin kendisine emrettiğini yerine getirmiş olur. Küfre rızası yoktur ve o, bu-, nun hakkında küfür de değildir. Allah Teâlâ kulların hayr ve şerr olan tüm fiillerinin halikidir, ancak O küfürden razı olmaz.
Cebrail ile Firavun arasında geçen olayın sonucu şudur:
Cebrail, Firavun hakkındaki Allah'ın kaza ve kaderini Fira-vun'un küfründen razı olmadığı ve hoşlanmadığı halde yerine getirmiştir.
Fahruddin Razî'nin, «Allah'ın Celaline nasıl uygun olabilir ki Cebrail'e emretsin de Cebrail Firavun'u imandan alıkoysun» şeklindeki sözlerine gelince, ona da şöyle cevap verilmiştir: Allah dilediğini yapar. İrade ettiği hükümden ve yaptığından sual. olunmaz. Yine Fahruddin Razî'nin «Eğer denilirse, Cebrail onu, Allah' în emriyle değil, kendiliğinden yaptı...» sözüne gelince, bunun cevabı da şöyledir: Cebrail onu ancak Allah'ın emriyle ve Allah'ın emrini yerine getirmek için yapmıştır. Allah maksadım ve Kitabının sırlarını daha iyi bilir [84]
Müfessirler, Allah Teâlâ'nm Firavun ve kavmini helak ettiği zaman Hz. Musa'nın kendi kavmine «Firavun ve Kiptiler helak oldular» dediğini söylerler. Ancak ve daha önce gözleri korktuğundan îsrailoğulları Firavun'un azametinden ve kalplerindeki korkudan dolayı onun öldüğüne inanmadılar. Bunun üzerine Allah, denize emretti ve deniz Firavun'un leşini sahile attı. Adeta kıpkızıl ve kısa bir öküz gibiydi. îsrailoğulları onu görünce tanıdılar. Denilmiştir ki o zamandan bu yana su hiçbir cesedi kabul etmez, dışan atar. Allah Teâlâ, «Seni bedeninle yüksek bir yere atacağız» diye buyurmuştur. «Bedeninle»; yani ruhsuz bir cesed olduğun halde seni dışarıya, atacağız.
Bazı müfessirlere göre, bu hitap alay yollu bir hitaptır. Adeta ona şöyle denmiştir: «Seni kurtaracağız ve fakat bu kurtuluş sadece bedeninle olacaktır, ruhunla birlikte değil.»
Bazı müfessirler ise, «Beden» ile kastedilen, onun 'giymiş olduğu zırhdır. Firavun'un altından yapılmış ve çeşitli mücevherlerle süslenmiş bir zırhı vardı. Onunla tanınıyordu. îsrailoğulları onu zırhın içinde görünce hemen tanımışlardı.
«Senden sonra gelenlere ibret olsun diye»; yani onlar Firavun gibi bir insanın ölmeyeceğini zannettiklerinden, Allah Teâlâ onun bedenini dışarıya attı ki, onun da ölebileceği insanlar tarafından görülsün, dolayısıyla bu şüphe kalblerden kalkarak ibret alınmasına vesile olsun. Çünkü Firavun onların gözünde oldukça azametliydi. Bu yüzden alçaklığın, küçüklüğün derekesine düşmüş oldu. Artık kimse ondan korkmaz hale gelmişti.
Kadı Beyzavî «Bugün seni kurtaracağız» ifadesiyle ilgili olarak şuhu söylemektedir;
Yani kavmin düşmüş oldukları denizin derinliklerinden seni kurtaracağız, seni denizin üzerine çıkaracağız veya senin bedenini yüksek bir tepeye atacağız ki, îsrailoğulları seni görsünler. Bazıları «Nuncike» kelimesini «Nunhike» şeklinde okumuşlardır. Yani seni denizin sahiline kaydıracağız. «Bedeninle»; yani ruhtan soyunmuş ve tam veya çıplak ve elbisesiz veya zırhınla seni sahile atacağız.
Nesefî, «Su, onun sanki öküz gibi şişmiş cesedini sahile atmıştı» der. «Bedeninle» yani ruhsuz, sırf cesed olarak seni kurtaracağız veyahut, bedenin tam olduğu, hiçbir parçası kopmadığı, bozulmadığı veya beden olmaktan başka bir şey olmadığım çırılçıplak, elbiseli olduğun halde seni sahile atacağız. Öyle ki ardından kalanlara ibret olsun.
«Senden sonra gelenlere» ifadesiyle İsrailoğulları kastedilmektedir. Onlar Firavun'un boğulacağına inanmadıklarından dolayı, Allah Teâlâ onun cesedini onlara göstermiştir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: Hz. Musa îsrailoğullan'na Firavun'un helak olduğunu söyleyince ona inanmadılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ da görüp, inansınlar diye Firavun'un cesedini sahile attı.
Bazıları ise «Senden sonra gelenlere ibret olsun diye» ifadesini «Senden sonra gelen nesillere ibret olsun diye» şeklinde yorumlamışlardır. Nitekim Firavun'un cesedi, bu tefsirin yazıldığı H. 1400, M. 1980 yılında Londra Müzesi'nde bulunmaktadır. Fotoğrafı gazete ve dergilerde yayınlanmıştır.[85]
Hz. Musa ile İsrailoğulları'nı takibeden Firavun, Hz. Musa ile birlikte sarayda yetişen kimsedir. Babası onu veliahd olarak tayin etmiştir. Aslında îsrailoğullan'na zulmeden onun babasıydı. O babasının ölümünden sonra Mısır'ın hakimi oldu. «Min Fetah» adındaki bu Firavun'un cesedinin bulunması ve şimdi Mısır Müzesinde olması, Kur'an'ın «Bugün senden sonra gelenlere ibret olsun diye bedenini kurtaracağız» ayetini doğrulamaktadır. Min Fe-tah'ın bedeni diğerleriyle birlikte el-Aksar'da bulunan II. Emen Hatab'ın mezarında bulunmuştur. Min Fetah'ın mezarındaki eserlerden anlaşıldığına göre, bu mezar onun gibi bir kralın defnedilmesi için hazırlanmamıştır. Çünkü onun ölümü aniden olduğu için ona Özel bir kabir yapılmamıştı.[86]
Daha önce de söylediğimiz gibi îsraüoğullan'nın denizin neresinden geçtikleri bilinmemektedir. Tevrat'ta birçok yerin adı bildirilmektedir. Tevrat'a göre İsrailoğullan oralardan geçerek, denizi geçebilecekleri noktaya ulaşmışlardı. Bu yerlerin bugün belli olmadığı ve bilinmediği kesindir. Denizciler Süveyş Kanalı'nda bir yere «Firavun Gölü» demekte ve Firavun'un Kızildeniz'i buradan geçtiğine inanmaktadırlar. Burası Süveyş kasabasından çok uzaktadır. Buharlı gemiler akşamleyin Süveyş kasabasından yola çıkarlarsa, ancak geceyansı buradan geçebilirler. Bu rivayetleri nakleden Abdulvehhab Neccar, «Kısas'ul-Enbiya» adlı eserinde şöyle demektedir: Bu rivayet bana uzak bir ihtimal olarak görünmektedir. Bence Süveyş Kanalı o zamanlar acı denize kadar uzanıyor olmalıydı veya daha ya,knx.«Musa'nın çeşmeleri» diye bilinen yerin kuzeyindeki bir noktadan geçmiş olmalıdırlar. Tevrat'ta Allah Te-âlâ'nın doğudan esen bir rüzgârı deniz üzerine gönderdiği, suyun akıtıldığı ve kuru yerlerin göründüğü ve sonra İsrailoğullan 'nın oradan geçtiği, Firavun'un da onları takip etmek isterken boğulduğu kaydedümektedir. Ancak Kur'an sadece, Hz. Musa'nın asa-sıyla denize vurduğunu ve yolların açıldığını bildirmektedir. Doğrusu da kesinlikle Kur'an'ın dediği gibidir. Yani med ve cezir hadisesi ile olmamıştır bu. Çünkü tarihler med ve cezir olayının Süveyş Kanalı'nda vukûbulduğunu kaydetmemişlerdi. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, muhakkak kaydedilmiş olurdu.[87]
«Çünkü insanların çoğu ayetlerimizden gafildirler»; yani ayetlerimizi düşünmezler, onlardan ibret almazlar. Bu ve buna benzer ayetlerden ötürü Firavun'un küfrü hakkında alimlerin icmaı olmuştur. Bu görüş İbn Adiyy ve Tabaranî tarafından rivayet edilen bir hadisle de desteklenmektedir : «Allah, Yahya bin Zekeriyya' yi annesinin karnında mümin, Firavun'u da annesinin karnında kafir olarak yarattı.» Bu bakımdan Fütuhat'ın 62. babında Muhyid-din-i Arabi'nin de söylediği gibi Firavun ateşte ebedî kalanlardandır. Çünkü O, Allah tarafından merhamet edilen kullan iki gruba ayırmaktadır:
1) Birinci grup kendilerinden sadır olan günahların, onlara zarar vermediği gruptur. Nitekim «Allah size kendisinden gelen bir mağfiret ve fazl va'dediyor» (Bakara: 268) ayeti bu gruba işaret etmektedir. Allah onların tebvelerini kabul ettiğinden ve en yüce topluluk onlar için af talebinde bulunup, dua ettiğinden ateş onları yakmaz.
2) İkinci grup da iki kısma ayrılır; a) Allah Teâlâ bir kısmını şefaat vasıtasıyla cehennemden çıkarır. Onlar mümin ve ehl-i tevhid'dir. Günahlarının kefareti verilmeden ölmüşlerdir, b) Diğer kısmının da Allah ateşte bırakır. Onlar ise mücrimlerdir. Kıyamet gününde onlara, «Ey mücrimler! Bugün ayrılın» (Yasin : 39) denilecektir. Bunlara «ateş ehli» de denilir Ve hepsi ateşte olan dört gruba ayrılır. Ateşten çıkamazlar. Birinci gruba Firavun ve benzeri kimseler gibi ilahlık taslayıp, Allah'ın varlığını ortadan kaldırmaya çalışan «Mütekebbirler» girer. Mesela Firavun, «Kendimden başka sizin bir ilahınız olduğunu bilmiyorum» (Kasas : 38) ve «Ben sizin en yüce Rabbinizim» (Naziaat: 24) demişti. Nemrut ve diğer müşrikler de böyle diyorlardı. İkinci gruptakiler müşriklerdir. Onlar Allah'a inanmakla birlikte, Allah ile beraber başka ilahlar edinirler ve «Biz sadece Allah'a bizi yaklaştırsınlar diye o (putlara) tapıyoruz» (Zümer : 3) derlerdi. Üçüncü gruba da, Muattıla denir. Onlar Allah'ın varlığına inanmazlar ve âlemde bir Allah'ın olduğu fikrine kafalarında yer vermezlerdi. Dördüncü grup ise, korkudan ve sadece iman ediyor görünen münafıklardır. Bunlar sadece korkularından ötürü iman etmiş gibi görünürlerdi. Aslında yukarıda sözü edilen gruplardan birine mensupturlar. İşte bu dört grup da cehennem ehlidirler. Cin ve insanlar arasında cehennemden çıkmayacak olan bunlardır.
Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözleri, bizim de dediğimiz gibi, Firavun'un küfrü hakkında çok açık ve net bir şekilde ifade edilmiştir. Ancak Muhyidin-i Arabi «Fütuhat-ı Mekkiyevnm başka bir yerinde (Mesela 167. bab'da) bunun tam tersini söyler.[88]
Muhyiddin-i Arabi'nin 167. bab'daki sözlerinin özeti şu seki], dedir:
Boğulmanın başlangıcı azaptı. Boğulmakla Ölüm, içine hiçbir isyan katılmayan bir şehitlik mertebesiydi. Böylece Firavun amellerin en güzeli içinde ruhunu teslim etmiştir. Bu ise imanı söylemektedir. Tüm bunlar, hiç kimsenin Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemesi ve amellerinin sonuçlarına bağımlı olduğunu bilmesi içindir. Allah'a olan imanı, Firavun'un iç âleminde geziniyordu. Allah Teâlâ'nın ilâhî ve zatî nıühürü onun azamet taslaması ile insanlık latifeleri arasına perde olmuştur. Onun azamet taslaması, hiçbir zaman insanlık latifelerine karışmamıştır. Allah Teâlâ'nın, «Onların imanları bizim şiddetimizi, azabımızı gördüklerinde kendilerine bir yarar sağlamaz» (Mümin: 85) ayetine gelince, bu kesin ve gayet açık bir sözdür. Çünkü yararı veren Allah'tır. Onlara sadece Allah yarar verebilir.
Şeyh-i Ekber devamla şöyle demektedir :
Bu Firavun'un iman ettiğine dair bir delildir. Hatta onun şehitlerden olduğuna bir delildir. Çünkü boğularak ölmek, müminler için şehadettir. Bu hususta dinin imam ve âlimleri görüş birliği içindedir.[89]
Müfessir Alusî, Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözlerini naklettikten sonra şöyle demektedir:
Muhyiddin-i Arabi, «Füsus'ul-Hikem» adlı eserinde de «Fü-tuhatvt&ki bu son görüşüne benzer fikirler serdetmektedir. Bu görüşlerinden ötürü kendisine birçok kimse itiraz etmiştir. Bence onun bu sözleri Nuh kavminin iman ettiğini söylemesinden daha büyük değildir. O, kıyamet gününde onların ve onlara benzeyen birçok kafirin kurtulacağını söylemektedir. Bunu el-Füsus adlı eserinde açıkça belirtmektedir. Ancak şaşılacak olanı şu ki, Piravun'un iman ettiğini iddia etmesinden dolayı ona şiddetli saldırıda bulunanlar, Nuh kavminin iman etmesi meselesinde susmaktadırlar. Celaluddin Devvanî başta olmak üzere bazı kimseler onu savunmuşlardır. Devvanî bu konuda bir risale yazarak, talebelerinin en küçüklerinin yanında bile çok değersiz görülebilecek delilleri bu risalede öne sürmüştür. Fadl el-Halebî'ye göre, bu risale Devvanî'ye değil, Muhammed bin Hilal en-Nahvî'ye aittir. Kazvinî bu risaledeki delilleri çürüterek bu risaleyi yazanm misalinin, adı ve sânı olmayan birinin, Mekke'ye varıp -haşa- Zem-zem'e işeyerek şöhret edinmek istemesinin misaline benzediğini söylemektedir. Nitekim bir de -b-ı meselde «muhalefet et ki şöhret bulasın» denilmiştir. Bu risalenin Devvanî'ye ait olmadığını gösteren bir delil de, onun Şafü mezhebinde olmasıdır. Nitekim el-Envar üzerindeki haşiyesi de bunun bir delilidir. İbn Hacer ise şöyle demektedir: «Fakihlerimizden bazıları, Firavun'un imam olduğunu söyleyen kimseyi tekfir etmişlerdir. O risalelerin ifadelerinin karışık ve rakik olması, risalenin Devvanî'ye ait olmadığını açıkça ortaya koymaktadır»[90]
Alusî bu hususta ayrıca şunları da nakletmektedir:
Alimler açıkça, şiddet ve ümitsizlik anındaki imanın makbul olmadığını söylemişlerdir. Kuşkusuz ki Firavun'un imanı da bu kabildendi. Bunu inkâr etmek bile bile hakkı inkar etmek demektir. Ayrıca müctehid imamlarının, ümitsizlik anındaki imanın kabul olunmadığında görüş birliği içerisinde oldukları nakledilmektedir ki onların bu konuda, Kitab ve Sünnet'e dayandıkları unutulmamalıdır. İmam Malikin «Bu haldeki iman kabul edihir» şeklindeki sözüne gelince müctehıdıerın görüş ve ihtilallarına muttali olanların nezcünde bu sözün sabit olmadığı açıktır. HaneMer-den olan el-Imam el-lCadı Abdussamed, tefsirinde açıkça şöyle demektedir: «SufUerin görüşüne göre, azabı görme anında büe olsa, iman etmesi kişiye yarar verir.» Bu imam Şeyh Muhyıddin-i Araüvaen önce yaşamıştır. Aralarında Dır asırliK oır sure vardır. Bu baKimdan imamların- ümitsizlik anınüaiu imanın yarar sağlamayacağı görüşünde ittifak ettudenne ctaır iddia çurucuımuş olmaktadır, badece şu denilebilir ki; Kadı ADüussamecnn ictınad ehlinden ve kendilerine güvenilen sutılerden naklettikleri sahih değildir. Çünkü bu na^l, zahiri delillere ters düşmektedir ve boy-le bir naitlın ıcmaı yıkmadığı yine ıcma ile sabit olmaktadır.
İbn Hacer el-Heysemî «Zevacir» adlı eserinde Mekkî şöyle demektedirler:
Şayet sufilerin böyle dediğini kabul etsek bile, bu ümmetin Firayun'un kafir olduğu hususundaki icma ile ilgili olarak bize bir zarar vermez. Çünkü biz ümitsizlik anındaki imanından dolayı onu tekfir etmiyoruz ve onu tekfir edecek tek delil de sadece bu değildir. Aksine buna, daha önce sahih bir şekilde Allah'a iman etmediği ve saf bir taklidle iman ettiği delili de eklenir. Onun saf bir taklidle iman ettiğinin delili şu ayettir: «İsrailoğullarımn inandığından başka ilah olmadığına inandım.» Adeta Firavun burada, Allah'ı tanımadığım, sadece İsraüoğullan'ndan âlemlerin bir ilahı olduğunu işittiğini ve kendisi de bu yüzden o ilaha inandığını itiraf etmektedir. Bu ise takliddir, kabul edilemez. Hele Firavun gibi ateistin (Dehrî) iman ettiğine dair, kesin ve üzerinde bulunduğu çirkin itikadını temelinden silici bir delilin bulunması şarttır. Ayrıca ateist (dehrî) ve benzerlerinin imanında Allah'ı inkar etmelerine sebep olan bir şeyin bâtıl olduğunu İkrar etmeleri gerekir. Eğer Firavun, «Ben kendisinden başka mabud olmayan Allah'a iman ettim» deseydi bile müslüman olamazdı. Çünkü o, sânî yoktur sözünün bâtıl olduğunu itiraf etmemiştir. Habis nefsi için «Ben mabudum» iddiasının bâtıl olduğunu itiraf etmemiştir.
Alusi bu tür nakilleri yaptıktan sonra İbn Arabi'nin sahih gö-ru$uuun. ıiJt goruşu (i'ıravun'un kafir olduğu görüşü; olduğunu onaya Koymadadır. Zaten alimler, bir imamın görüşünde ihtilaf oıaugunaa, zahiri delillere uygun olanının alınıp, gerisinin atılacağını söylemişlerdir. Kuşkusuz ki Şeyh-i Ekber'in daha önceki sözleri zahiri demlere muvafıktır. Eğer o Firavun'un kafir olmadığını söylese ve onun mümin olduğunda ısrar etseydi, yine de Şeyh-i üKoer'e uymamız gerekmezdi. Çünkü onun bu sözleri Kur'an ve Sünnet'in delillerine, sahabe, tabiîn ve sonraki müctehidierin şe-hadetlerıne muhaliftir. Bir görüşün, sırf onu öne sürenin önemli bin olmasından dolayı kabul edileceği diye bir kural yoktur. İmam Malik ve başkaları: Herkesin sözünün bir kısmı alınabilir, bir kısmı da reddedilebilir. Ancak şu kabrin sahibinin (Hz. Mu-hammed'in (s.a) sözleri müstesna demişlerdir. Hz. Ali, «Sözü söyleyene değil, ne söylediğine bak» diye buyurmuştur. Şeyh-i Ek-ber bu sözlerini bir delile dayanarak söylemiş olmalıdır. Düşünce sonucunda elde edilen bazen yanlış, bazen de doğru olabilirler. Hz. Peygamber'in de bazı içtihadlarının hilafına vahy gelmiş olması, hakikati bilen Şeyh-i Ekber'den böyle bir şeyin vâki olmasını hiç de büyütmez. Şayet Şeyh-i Ekber bu sözleri keşf yoluyla söylemiş ve anlayışının Kur'an'a ters olmadığını anlatmak için birtakım deliller getirmeye çalışmışsa, yine de onu taklid etmemiz gerekmez. Çünkü daha önce İmam-ı Rabbanî'den keşfin taklidinin caiz olmadığını nakletmiştir. Birçok alim keşfin ilham gibi başkasının aleyhinde delil olamayacağını ve onunla şer! bir hükmün sabit kılınamayacağını söylemiştir [91]
(93) «Andolsun biz İsraüoğulları'nı...»Bu Ayetin Tefsiri
«Sıdk (iyi) bir yurd» ile Îbn'ul-Münzir ve başka müfessirlerin Dahhak'tan naklettiklerine göre kastedilen Şam ve Mısır'dır. Çünkü fazıl alimlerden bir grubun dediği gibi Hz. Musa zamanında İsrailoğulları hem Mısır'ı hem de Şam'ı mülk edinmişlerdi.
Ebu Şeyh ile bir başkasının Katade'den rivayet ettiklerine göre bu güzel yurt ile kastedilen Şam ile Kudsî Şeriftir. Bazıları bu görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü İsrailoğullan Mısır'dan çık tıktan sonra bir daha Mısır'a dönmemişlerdir. Burada bir nokta-ya- dikkat etmek gerekir: Bu iki yoruma göre de İsrailoğullan ile onların soyundan gelenler kastedilmişlerdir. Çünkü onlar Hz. Musa döneminde Şam'a girmemişlerdir. Ancak Hz. Musa'dan sonra onlann çocukları Şam'a girmişlerdir. Bazıları güzel yurt, Hicaz bölgesinin Şam yönüne düşen Medine ve civarıdır. İsrailoğullan ile kastedilen ise, Hz. Peygamber'in (s.a) dönemindeki İs-railoğullarıdır. Yani «Onları Medine'nin Şam yönüne düşen güzel yerlere yerleştirdik». Ayette geçen «Tayyibat» kelimesi, lezzetli veya helal rızık anlamındadır.
Onlar Tevrat'ı okuyup, anlamına vâkıf olduktan sonra dinleri hususunda ihtilafa düşmüşlerdi. Bazıları bunun, Hz. Muham-med (s.a) hakkında, onun peygamberliğini kitaplannda geçen özelliklerinden anladıktan ve mucizeleri gördükten sonra ihtilafa düşmeleri anlamında olduğunu söylemişlerdir.
Şiî müfessir Tabrîsi'ye göre, ayetin mânâsı şu şekildedir: İsrailoğullan, Allah Teâlâ Hz. Musa'yı gönderinceye ve Tevrat'ı nazil edinceye kadar küfür üzerindeydiler. Tevrat'ta Allah'ın hükümleri vardı. O zaman onlann içinden bir grup iman etti. Diğer bir grup da küfürde ısrar etti. Ancak Taberî'sinin bu yorumu biraz düşünüldükten sonra, pek fazla bir önem taşımaz.[92]
(94-95) «Veya sen sana indirdiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri
«Şek» (şüphe) kelimesi, küçük bir şüphe mânâsmdadır. yani azlık ifade eder. Hitap, bazı müfessirlere göre Hz. Muhammed'e (s.a) yöneliktir. O takdirde onun Allah'ın indirdiğinden şüphe duyması farazi ve takdiridir. Çünkü Hz. Peygamber'in gerçek mânâda Allah'ın indirdiğinden şüphe etmesi tasavvur edilemez; zira' onun için perde kaldırılmıştır. İşte bu yüzden Allah Teâlâ ~in-(eğer) lafzı ile meseleyi ifade etmiştir. Çünkü -in- lafzı çoğunlukla tahakkuk etmeyen farazi işlerde, hatta akıl ve adet yönünden muhal olanlarda kullanılır. Mesela, «De ki: «Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı...» (Zuhruf : 85) ve «Eğer yeryüzünde bir tünel açmaya gücün yetiyorsa...» (En'am : 35) ayetlerinde -in- bu mânâda kullanılmıştır.
Ayette geçen -ma- ile kıssalar kastedilmiştir. Yani sana Allah' tan gelen kıssalarda - ki bu kıssaların bir kısmı, Firavun, kavmi ve İsrailoğullan^ile ilgilidir - azıcık bir şüphen varsa senden Önce Kitab'ı okuyanlara sor. Çünkü bu kıssalar onların yanında ve Kitaplarında mevcuttur, sana indirdiğimize uygundur.
Burada, kıssaların tahsis edilmesinin nedeni Hz. Peygamber'e indirilen hükümlerin onların hükümlerine muhalif ve onları nes-hedici olmasıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) kendisine indirilen hükümleri onlardan soramaz.
«Kitab» ile kastedilen Kitabın cinsidir. Tevrat da, İncil de onun kapsamına girer. Bu yorum, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Bazı rivayetlerde «el-Kütüb» olarak, çoğul gelmiştir. «Elleziyne» den maksat, ehl-i kitaptan iman etmeyen kimselerdir. Çünkü onların yanlarında bulunan kıssaların, Kur'an'daki kıssalara uydu-ğunu söylemeleri, maksadın hasıl olmasında daha faydalıdır.
Bazıları, Abdullah b. Selam ve Temim ed-Darî gibi iman eden kimselerin kastedildiği görüşündedirler. Bu yorum, İbn Abbas, Dahhak ve Mücahid'e nisbet edilmiştir.
Bazıları da buna, Abdullah b. Selam ile diğerlerinin Medine' de müslüman olduklarını; oysa bu surenin Mekke'de nazil olduğunu söyleyerek itiraz etmişlerdir. Bunun özeti şudur: Hz. Peygamber'in (s.a) dışında, bir başkası için şüphe vâki olursa, onu delil ile çürütmeye çalışır veya ayet, ehl-i kitabı Hz. Muhammed' in peygamberliğinin doğruluğu hususundaki ilimde rasih olmakla vasıflandırmakta ve imanı terketmelerinden dolayı onları kınamaktadır. Ya da ayet, Hz. Peygamber'! tahrik etmekte ve onun bu husustaki istikrarını daha da arttırmaktadır. Bu bakımdan ayette Hz. Peygamber (s.a) için de zaman zaman şüphelerin olabileceği anlatılmak isteniyor değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) «Ben ne şüphe eder, ne de sorarım» diye buyurmuştur. (Bu hadis Taberî ve Abdürrezzak tarafından Katade'den nakledilmiştir.)
Zeccac'a göre, -in- lafzı olumsuzluk harfidir. «Senden önce Kitab'.ı okuyanlara sor» cümlesi ise, mukadder bir şartın cevabıdır. Yani, «Sen sana indirdiğimizden şüphe etmezsin. Eğer kesinlik bakımından daha kuvvetli olmak istiyorsan, senden önce Ki-tab'ı okuyanlara sor.» Ancak Zeccac'm bu yorumu, ayetin zahiriyle çelişmektedir. Daha önceki yorumlar, Zeccac'ın bu zorlamasından kişiyi müstağni kılar.
Bazıları ayetteki «şüphe» lafzının, darlık' va şiddetten kinaye olduğunu söylemişlerdir. Bu şiddet ve darlık, Hz. Peygamber'in kavminin inatçılığından ve onların elinden çektiği eziyetlerden meydana gelmiştir. Yani «Kavminin sana yaptığı eziyetten dolayı sıkıntıya girersen ve onların inatçılığı karşısında zorluk çekersen, kitap ehline sor. Senden önceki peygamberler, kendi kavimlerinin eziyyet ve inatlarına nasıl sabrettilerse sen de öyle sabret». Ancak bu yorum da Zeccac'ın yorumu gibi uzak bir ihtimaldir.
Bazıları da hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e yönelikse de, asıl kastedilenin onun ümmeti veya Kur'an'ı dinleyen herkesin olduğunu öne sürmüşlerdir. Yani, «Ey Kur'an'ı dinleyen kişi! Şayet peygamberimin diliyle size indirdiğimizden kuşkuda isen ehl-i kitaba sor».[93]
Bu ayet, din hususunda kalbinde herhangi bir şüphe olan bir kimsenin o şüpheyi gidermeye kudreti olan bir alime başvurmasının acilen gerekli olduğunu göstermektedir. Yani şüphenin hemen akabinde onun giderilmesi için çalışmalıdır. Çünkü buradaki lafzı, takibiyyette acillik ifade eder. Yani bu, şüphenin hemen ardından sorulması istenmektedir.
«Sakın kuşkuya düşenlerden olma»; yani sakın yakînini bırakıp şüphelere kapılma. Bu yakîne daha önce devam ettiğin gibi devam et.
«el-Mümterine» kelimesi, -imtira- kökünden gelmektedir ve şek, şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yani, «Sakın ha sakın! şüphecilerden olma».
(96) «Haklarında Rabbinin sözü..,»Bu Ayetin Tefsiri
«Rabbinin sözü» ifadesindeki «sözü» (kelimesi) Allah'ın hükmü anlamındadır. Eş'ari'lere göre bu, Allah'ın ezeli ve eşyanın mahiyeti üzerinde eşyaya La yezel'öe bağlanmış olan iradesiyle yorumlanmıştır. Bu hüküm, «Onlar küfür üzere öleceklerdir» veya «ebedi cehennemde kalacaklardır» şeklindedir. Çünkü Allah'ın hükmünü yıkmak imkân dahilinde değildir. Onun irade ettiğinin meydana gelmemesi mümkün değildir.
(97) «Onlar tüm mucizeler...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani akıllarınca, makbul ve mânâsı apaçık olan tüm ayet (mucize)ler gelse dahi onlar azabı görünceye kadar iman etmezler, Yani azabı gördüklerinde inanacaklar ama o zaman da imanları onlara bir yarar sağlamayacaktır.
Zemahşeri Keşşaf adlı tefsirinde 96. ayette geçen «sö'2»ün, Allah Tealâ'nın Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğu ve meleklerine 'onlar kafir olarak öleceklerdir' diye haber verdiğidir. Bu ise, bir Bi-len'in yazmasıdır. Bir mukadderin ve Allah'ın ondan irade ettiğinin değil, demektedir.[94]
«Kelime» (söz)ü, Zemahşerî'nin dediği gibi yorumlamakta bir zarar yoktur. Ancak yazmanın mukadder ve murad edilmiş olmayıp da malum bir yazma olması, Mutezile görüşünün temeli üzerine bina edilmiş bir yorumdur. Ehl-i Sünnet'in üzerinde ittifak ettiği görüş ise şudur: Kulların tüm fiilleri Allah'ın malumu ve mahlukudur. Ancak Allah'ın irade ettiği olur. Allah'ın ilim ve iradesiyle uyum halindedirler. Onların aralarında çatışma olmasa mümkün değildir. Allah'ın ilmi, bir şey hakikatinde neyin üzerindeyse, o şekilde o şeyle ilgilenir. Allah ancak bilineni irade eder. Ancak irade edileni takdir buyurur. Bunda ne cebir ne de tefviz vardır. Fakat cebr ile tefviz arasında bir durumdur. [95]
98- Keşke herhangibir ülke (halkı) iman edip de imanları kendilerine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi iman edince, onlardan dünya hayatındaki aşağılık (ve rezillik) azabı kaldırdık, onları bir süre daha faydalandırdık.
99- (Ey Muhammedi) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi birden iman ederdi. Hal böyleyken insanları iman etmeleri için sen mi zorlayacaksın?
100- Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse iman edemez. O, pisliği (azabı) akıllarını kullanmayanlara verir.
101- De ki: «Göklerde ve yerde neler var bir bakın.» Fakat iman etmeyen bir kavme ayetler ve uyarmalar yarar sağlamaz.
102- Onlar, sadece kendilerinden önce gelip, geçenlerin başlarına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar, öyle mi? De ki: «O halde bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.»
103- Sonra biz peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Böylece inananları da üzerimizde bir hak olarak kurtaracağız.
104- De ki: «Ey insanlar! Benim dinimden kuşku içindeyseniz, ben Allah'ı bırakıp da sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmanı. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Çünkü bana müminlerden olmam emrolunmuştur».
105- (Ve bir de:) «Yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın Allah'a ortak koşanlardan olma».
106- (Ayrıca) «Allah'ı bırakıp da sana fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun» (diye emrolundum, de). [96]
(98) «Keşke herhangi bir ülke...»Bu Ayetin Tefsiri
«Levla» (Keşke) iki şekilde yorumlanmıştır. Birincisi olumsuzluk mânâsmdadır. Nitekim İbn Abbas'm talebelerinden Ebu Malik, ondan şöyle rivayet eder: Allah'ın Kitab'ında ne kadar «levla» gelmişse «hella» gibi olumsuzluk mânâsını ifade etmiştir. İki ayet müstesna. Birincisi Yunus suresinin 98. ayetidir. Çünkü bu ayetin anlamı, «Hiçbir ülke (halkı) yoktur ki, iman etsin de imanları ona yarar sağlasın» şeklindedir. Zira onlar azap geldiği zaman iman ederlerdi. Bu iman da onlara fayda etmemiştir. Diğeri de Hud suresinin 116. ayetidir: «Sizden önceki nesillerden kurtardığımızın pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?«. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: «Hiçbir ülke (halkı) yoktur ki iman etsin de, imam onlara yarar sağlasın». Ancak Yunus kavmi iman etmiş ve imanı onlara yarar sağlamıştır. İkinci yoruma göre buradaki «levla» da «hella» anlamındadır. Yani helak ettiğimiz ülkelerden bir tanesi bile iman etmemiş, küfürden dönüp azabı görmeden önce imanı halis kilmamıştır. Sadece Yunus kavmi müstesnadır. [97]
Bu sureye Yunus adı verilmesi bu ayet nedeniyledir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Yunus (a.s) Ninova (Neynava) halkına peygamber olarak gönderilmişti. Ninova Musul İlinin içinde bir kasabanın adıdır. Onlar Hz. Yunus'u yalanlamalarına rağmen, Hz. Yunus (a.s) onları bir tek olan Allah'a iman etmeye çağırdı. Çünkü onlar kafir ve müşrik idiler. «Tapmakta olduğunuz putları bırakın» djdiğinde, onlar buna yanaşmadılar, onu yalanlayıp durdular. Hz. Yunus onlara üç gün sonra başlarına azabın geleceğini haber verdi. Onlar da, «Bakın, eğer Yunus aramızdan aynlırsa, muhakkak azap gelecektir, demektir. Çünkü o yalan söylemez» dediler. Üçüncü günün gecesi gelip çatınca Hz. Yunus onların arasından ayrıldı. Onlar ise sabah olduğunda şiddetli bir dumanın şehri kapladığım gördüler. Duman şehri kaplamış ve artık gökyüzü simsiyah olmuştu. Onlar kesinlikle helak olacaklarını anlayınca, Hz. Yunus'u aramaya koyuldular, fakat onu bulamadılar. Bunun üzerine hanımları, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar, kıllı elbiseler giydiler, iman edip, tevbede bulundular. Çocuk ile anasını, hayvan ile yavrusunu ayrı yerlere yerleştirdiler. Böylece anne ve yavrular birbirlerini arzulayıp, bağrıştılar. Sesleri oldukça yükseliyor, yalvarışları artıyordu. Allah'a o kadar çok yalvardılar ki Allah da onlara acıdı ve azabı kaldırdı. O gün aşura ve cuma günüydü.
İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre, tevbeleri öyle bir dereceye vardı ki, zulmen almış olduklarının tümünü sahiplerine iade ettiler. Hatta kişi, evinin temeline koyduğu bir taşı zulmen almış ise, onu söküp sahibine geri veriyordu. [98]
Bazı müfessirlere göre, Hz. Yunus'un kavmi, alimlerden hayatta kalan bir ihtiyar alime giderek kendilerine akıl vermesini istediler. O da onlara şu duada bulunmalarını tavsiye etti: «Ey hiçbir dirinin olmadığı anda diri olan! Ey Diri! Ey Ölüleri dirilten diri! Senden başka ilah yoktur». Onlar bu duayı okuduklarında Allah Teâlâ kendilerinden azabı kaldırdı.
Fadl bin Abbas onların şöyle dua ettiklerini söylemektedir: «Ey Rabbimiz! Kuşkusuz bizim günahlarımız oldukça büyüdü, dehşetli bir şekilde arttı. Fakat sen ondan daha büyüksün, daha yücesin. Sen neye ehil isen hakkımızda onu yap. Bizim hakkımızda bizim ehil olduğumuzu*yapma».
Bazı nıüfessirler, Allah Teâlâ'nın, Firavun'un son nefesinde teybe ettiğini ve tevbesinin kabul olunmadığını hikâye ettikten sonra, Hz. Yunus'un kavminden ve onların tevbe edip, tevbeleri-nin kabul olunduğundan bahsettiğini belirterek, bu iki tevbe arasındaki farkın ne olduğunu sordular. Cevap olarak şu söylenmiştir : Firavun azabı gördükten sonra, Hz. Yunus'un kavmi ise, azap gelmeden önce tevbe etmiştir. Çünkü onlar azabın alâmetlerini görüp, azabın yakın olduğunu anlayınca, daha azabı görmeden önce tevbe ettiler. İşte iki tevbe arasındaki fark budur.
(99-100) «Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Yunus Suresi, başından buraya kadar kafirlerin, peygamberliği inkâr etmek hususundaki şüphelerini açıklamakta ve onlara cevap vermektedir. Onların şüphelerinden biri de Hz. Peygam-ber'in (s.a) kendilerini azabın kafirler üzerine ineceği gerçeğiyle tehdit etmesiydi. O kendisine tabi olanları da, «Allah size yardım edecek durumunuzu yüceltecek ve size kuvvet verecektir» diye müjdeliyordu. Fakat kafirler tehdit edildikleri azabı görmeyince onun peygamberliğinden kuşku duydular. Hz. Peygamber ile alay edebilmek için o azabı acilen istiyorlardı. Bunun Üzerine Allah Teâlâ va'dedilen azabın gecikmesinin, va'din yerine getirilmesinde kuşkuya kapılırıma masını açıkladı ve bunu birtakım misallerle belirtti. Bu misaller, Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasında geçen olaylar ile ilgiliydi. Bu ayette ise, peygamberin onlan imana getirmek hususunda gösterdiği tüm gayret ve delillerin, onları tesbit ve takdirdeki olağanüstü çabasımn, hiçbir yarar sağlamadığı ortaya konulmaktadır. Şüphelere verilen cevap da bir yarar sağlamamıştır; zira iman ancak Allah'ın yaratması, dilemesi, irşad ve hidayetiyle meydana gelir. Bu şartlar yerine gelmedikten sonra iman da meydana gelmez.
Bu ayette şu hükümler yer almaktadır :
«Tüm kainat Allah'ın dilemesiyledir» diyenlerin sözü doğrudur. Onlara göre «lev» lafzı, şartın yok olmasıyla cezanın da yok olacağını ifade eder. Bu bakımdan «Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi birden iman ederlerdi» ifadesi Allah'ın bu konuda dilemesi olmadığım gösterir. Bu yüzden yeryüzünde bulunan tüm insanların iman etmesi mümkün olmamıştır. Bu, Allah'ın insanların hepsinin iman etmesini irade etmediğine de. lâlet eder,
Cübbaî ile el-Kadı bu hususta şöyle demişlerdir: «Buradaki dilemeden kastedilen cebrî bir dilemedir. Yani eğer Rabbin onları imana zorlamayı dileseydi buna gücü yeterdi ve bu Allah hakkında doğrudur. Ancak Allah böyle yapmamıştır. Çünkü kuldan zorla sadır olan imanın bir yararı olmaz.» Cübbaî bunları söyledikten sonra şöyle der: Allah'ın onları imana zorlamasının anlamı, zorunlu olarak onlara iman etmeyi terketmeleri halinde Allah'ın onlarla bu terkin arasına gireceğini bildirmesidir. Bunun vukûbulması halinde zorunlu oldukları şeyi yapmaları gerekli olur. Nitekim içimizden biri bir kralı öldürmeye teşebbüs etse, kral da onu kendisini öldürmekten cebren caydırırsa, bu fiilin terki o kimse için medh ve sevaba müstehak olmaya sebeb olmaz. İşte bu mesele de böyledir.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) tüm insanların iman etmelerini ve hidayet üzerine kendisine tabi olmalarını istiyordu. Allah Teâlâ bu ayetle ona sadece ilk zikirde Allah'tan kendisi için saadetin yazılı olduğu kimsenin iman edeceğini, fakat ilk zikirde kendisi için şekavetin yazılı olduğu kimsenin ise dalâlete düşeceğini haber vermiştir. Bu ayet Hz. Peygamber (s.a) için bir tesellidir. Çünkü o tüm insanların iman etmesini istiyordu. Bu yüzden Allah ona ancak ezelî inayete maz-har olan kimsenin iman edeceğini bildirmiştir «Bu bakımdan onların iman etmesi için kendini sıkıntıya sokma».
«Hal böyleyken insanları iman etmeleri için sen mi zorlayacaksın?»; yani iman etmeleri senin elinde değil ki, onları imana zorlayasın. Müminin imanı, kafirin küfrü ancak Allah'ın dilemesiyle, kaza ve kaderiyledir. Bu husus Allah'tan başka kimsenin dilemesine bağlı değildir. Allah'ın izni olmadıkça kimse iman edemez; zira o kimsenin hidayeti Allah'ın elindedir. Hidayet vermek de, saptırmak da Allah'ın elindedir. İbn Abbas'a göre, izin burada emir mânâsmdadır. Ayetteki -rics- kelimesi azap anlamındadır, demiştir. Ata'ya göreyse, izin dileme mânâsmdadır. İbn Abbas, «AllaK'm öfkesi, gazap mânâsmdadır» demiştir. Akıl erdiremeyenler ile de Allah'ın emir ve yasağını anlamayanlar kastedilmiştir.
(101 «De ki: Göklerde ve yerde...»Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki «De ki» hitabı Hz. Peygamber'e aittir. Yani;
Ey Muhammedi Senden mucize isteyen şu müşriklere de ki: siz ibret verici, düşündürücü ve tefekkür edici bir şekilde bekleyin. Göklerde ve yerde neyi yaratmış olduğunu, O'nun birliğine delâlet eden ayetlerin neleri haber verdiğini dikkatle izleyin. Göklerde güneş ve ay vardır ve onlar da gece ile gündüzün delilleridir. Yıldızlar vardır, kimi çıkar, kimi batar. Onları da musahhar kılmıştır. Gökten yağmur yağar. Yerde dağlar, denizler, madenler, nehirler, ağaçlar ve bitkiler vardır..Bunların her biri Allah'ın birliğine delil olan mucizelerdir. Tüm bunlar lisan-ı hal ile Allah'ın yaratıcı olduğuna delâlet eder. Nitekim şair, «Her şeyde Allah'ın birliğini izhar eden bir mucize vardır. Hepsi O'nun BİR olduğuna delâlet eder» demiştir.
Ancak inanmayan bir cemaate deliller ve uyarılar bir yarar sağlamaz. Uyarılardan maksat peygamberlerdir. İmam Nesefî, uyarmaların peygamberler veya insanlar olduğunu kaydetmektedir. Tenvir'ul-Mikbas'ta ayetler ve uyarmalar peygamberler ile yorumlanmıştır.
(102) «Onlar sadece kendilerinden önce...» Bu Ayetin Tefsiri
«Eyyam» (günler) lafzı, hadiseler, olaylar demektir. Yani onlardan Önce gelip geçen, peygamberlerini yalanlayan ümmetlere ait olayların benzerlerini beklerler. Tıpkı Nuh, Ad, Semud kavimlerinin ve Arapların olayları gibi, başlarına gelecek olayları beklerler.
«Eyyam» lafzı azap için kullanıldığı gibi, nimetler için de kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ, «Onlara Allah'ın günlerini hatırlat» (İbrahim: 5) diye buyurmuştur. Ayetin mânâsı şu şekildedir: Ey Muhammed! Kavminden olan müşrikler, yalanlayım olan daha önce gelip geçen ümmetlerin başına getirdiğimizin benzeri ve içinde azabın olduğu günü beklerler. Biz onların hepsini helak ettik. Eğer onlar da azabı bekliyorlarsa de ki: «Azabı bekleyin, ben de sizinle beraber sizin helakinizi beklemekteyim.»
Rebî bin Enes'e göre ayetin mânâsı şu şekildedir: «Onları Allah'ın azabı (intikamı) ile korkut. Sonra da onlara haber ver ki, o asap geldiğinde Allah, peygamberini ve onunla birlikte iman edenleri kurtaracaktır.»
(103) «Sonra biz peygamberlerimizi...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani onları azaptan ve helak olmaktan kurtarırız.
«Böylece inananları da üzerimizde bir hak olarak kurtaracağız»; yani peygamberlerimizi ve onlara iman edenleri kurtardığımız gıoı ey Muhammedi Seni, seninle beraber iman edip, seni doğrulayanları da helak ve azaptan kurtaracağız.
Kelamcılardan bazıları bu ayetle ilgili olarak, «Üzerimizde bir hak otarak kurtaracağız» ibaresinin vücup ifade ettiğini; zira peygamberin ve müminlerin kurtarılmalarının vacip olduğunu öne sürmüşlerdir.
Bu kelamcılara verilen cevap şu şekildedir :
Bu, Allah'ın va'di olması hasebiyle ve hükmü yönüyle vacip bir haktır. Yoksa onlar buna müstehak olduklarından dolayı bu, vacip olmuş değildir. Çünkü kulun yaratanı üzerinde hiçbir hakkı olmadığı sabittir. Yani yaratan hiçbir bakımdan kullarına borçlu değildir.
(104) «De ki: Ey insanlar! Benim...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap Hz. Peygamber'e (s.a) yöneliktir. Yani ey Muhammedi Şu seni kendilerine peygamber olarak gönderdiğimiz ve senin durumundan şüpheye düşerek iman etmeyenlere de ki: «Sizi çağırmakta olduğum dinimde bir şüpheniz varsa, bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam».
Bu şüphe, müşriklerin bazılarında Hz. Peygamber'in durumundan dolayı vuKûbulmuştur. Onlar Hz. Peygamber'in (s.a) eliyle ortaya koyduğu mucizeleri gördüklerinde tereddüt edip, «Acaba peygamber midir, değil midir?» diye kuşkuya düştüler. Bu yüzden» Hz. Peygamber onlara, «Sizi çağırmakta olduğum dinimden kuşkuya düşmeniz doğru değildir ki şüphe edebilesiniz. Bu din, İbrahim'in dinidir. Sizler de İbrahim'in soyundansınız ve onu tanımaktasınız. Bunda bir kuşkunuz yok. Ancak size uygun olanı, aslı astan olmayan putlara tapmak hususunda şüpheye düşmenizdir. Eğer siz içinde bulunduğunuz durumda ısrar edecek olursanız, iyi bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapacak değilim. Çünkü ibadet, mabudu son derece yüceltmek için yapılır. Bu ise, kendisine yarar sağlamayan, tapmayanlara ise zarar verecek kudrette olmayan ve eşyanın en düşüğü olan taşlara layık değildir. İbadet ancak yarar ve zararı elinde tutan, öldürmeye, diriltmeye kadir olan Allah'a layıktır» dedi.
«Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim» cümlesinde Allah Teâlâ'nm «öldürmek» ile vasıflandırılmasmın hikmeti şu olmalıdır: İbadete layık olan, benim de, sizin de kendisine ibadete zorunlu olduğumuz Allah, siz hiçbir şey değilken, ta başta yaratmış, ikinci safhada Öldürmüş ve üçüncü safhada ise sizi diriltmiştir.
Bazılarına göre ölüm, eşyanın en şidetlisi ve nefse en ağır geleni olduğundan burada zikredilmiştir ki, bu onları puta tapmak* tan menetmenin en kuvvetli dayanağı olsun.
Bazı müfessirlere göre, onlar azabı isteme konusunda acele ettiklerinde Hz. Peygamber onlara, «Ben sizi helak etmeye ve bana da yardtm etmeye kadir olana tapıyorum. Ve ben müminlerden olmakla emrolundum. Rabbim bana, katından gelen Kitab'î tasdik edenlerden olmamı emretti» demiştir.
Bazıları ise, azaların amelinden olan ibadetin zikredilmesinden sonra, imanın zikredilmesinin nedenim, imanın kalbin amellerinden olmasıyla izah etmişlerdir.
(105) «Yüzünü hanîf (muvahhid) olarak...» Bu Âyetin Tefsiri
Ayetin başındaki -vav-, atıf harfidir. Yani «Yüzünü İslâm dinine, döndürmekle emrolıındun.»
Ayette geçen «Hanijen» kelimesi «Dosdoğru olmak» mânâsın-dadır. Yani dosdoğru olduğun halde. Veyahut o din ya da o yüz dosdoğru olduğu halde. Veya başka bir dine yönelmeksizin.
Bazılarına göre mânâ şu şekildedir: «Amelini Hanîf olan din üzerinde yap»; Yani ona göre amel işle.
Bazıları ise bu ayet ile kastedilenin şöyle olduğunu söylemişlerdir: «Kendini tamamen hanîf dininin senden istediklerine yönelt, ondan başka bir dine yönelme; yani ibadetinde Rabbinden başkasını O'na ortak kılıp da, helak olanlardan olma. Bu yorumun sahipleri, bu ayette putlara tapmanın yasaklandığını söylemişlerdir. Oysa bu, daha önceki ayetlerde geçmişti. Dolayısıyla burada neh-yi farklı bir mânâya hamletmek gerekir. O da şudur: Allah'ın tüm isim ve sıfatlarını 7e ibadete sadece O'nun layık olup, başka-1 sının olmadığını bilen bir kimse, başkalarına hiçbir zaman vb hiçbir surette iltifat etmemelidir. İşte basiret ehlinin «Gizli Şirk» dedikleri şey budur.
(106) «Allah'ı bırakıp da, sana...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, ibadet edip, dua ettiğinde Allah'ı bırakıp, sana yarar sağlamayan şeyleri çağırma. İbadetini terkettiğinde de sana zarar vermeye kudreti olmayan şeyleri çağırma. Eğer Allah'tan başkasına ibadet edersen veya yararın ve zarann giderilmesini istersen iyi bil ki bu takdirde sen kesinlikle zalimlerden olursun. Yani kendine zulmedenlerden olursun. Çünkü ibadeti, uygun ve lâyık olmayan bir şeye yapmış olursun.
Bu hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e (s.a) yönelik görünüyorsa da aslında burada Hz. Peygamber'in dışında olanlar kastedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber, hiçbir zaman Allah'tan başkasını çağırmamıştır. Bu bakımdan ayetin anlamı şu şekilde anlaşılır: «Ey insanoğlu! Salan Allah'tan başka, sana yarar sağlamayan ve senden bir zararı uzaklaştıramayan şeyleri çağırma!» [99]
107- Eğer Allah sana bir zarar (sıkıntı) verirse, o sıkıntıyı O'ncjan başkası gideremez. Sana bir iyilik vermeyi dilerse, yine O'nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu kullarından dilediğine verir. O'dur bağışlayan, O'dur merhamet eden.
108- De ki: «Ey insanlar! İşte size Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen kendisi için gelmiş olur, sapıtan da kendi zararına sapıtmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim».
109- (Ey Peygamber!) Sana vahyedilene uy! Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdir. [100]
(107) «Eğer Allah sana bir...» Bu Ayetin Tefsiri
Hazin bu ayeti, «Eğer Allah bîr şiddet ve belâyı sana isabet ettirirse...) şeklinde yorumlamaktadır.
Beyzavî de; «Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirirse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur» şeklinde yorumlar.
Hazin, «Yemseske» ifadesini, «Yusubke» (isabet etmek) mânâsında, «zarar»ı da hastalık mânâsına alıyor. Beyzavî ise, «zarar»! genel anlamı üzerinde bırakmaktadır. Yani, o zaran Allah' tan başkası gideremez.
«Hayr» kelimesini Hazin, bol rızık ve mutlu hayat ile yorumlarken Nesefî, güzel akıbet şeklinde yorumlamaktadır.
Tenvir'ul-Mikbas ise, «zarann şiddetle ve sıkıntı veren işlerle yorumluyor.
«Onu (hayrı) kullarından dilediğine verir» ifadesi bazı mü-fessirlerce şöyle yorumlanmıştır: Allah Teâlâ daha önce putlar hakkında «Onların hiçbir yarar veya zarar vermeye güçleri yetmez» dedikten sonra, insanoğluna yaran da zararı da vermeye kendisinin kadir olduğunu beyan etmiştir. Tüm kainat O'na muhtaç ve O'na dayanmaktadır. Çünkü O, her şeyin üzerinde kudret sahibidir. O cömertlik ve kerem sahibidir, merhamet sahibidir. Bu yüzden Allah Teâlâ ayetin sonunda, «O'dur bağışlayan, O'dur merhamet eden» mânâsmdaki, «Huve'l-Gâfur'ur-Rahim» diye buyurmuştur.
«el-Gafur», kulların günahlarını örtücü, «er-Rahîm», onlar hakkında merhamet edici demektir.
(108) «De ki: Ey insanlar! îşte...» Bu Ayetin Tefsiri
«Hak» (gerçek) ile kastedilen, Beyzavî'ye göre Allah'ın Rasû-lü ya da Kur'an'dir. O geldikten sonra artık iman etmemek hususunda kimsenin mazereti olamaz.
Nesefî'ye göre de kastedilen Kur'an veya Hz. Peygamber'dir. Tenvir'ul-Mikbas'a göreyse, kastedilen Kitab ve Rasûl, Hazin'e göre ise, Kur'an ve insandır. Hazin, «Hak ile kastedilenin Hz. Peygamber olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü O, Allah'tan hakk'ı alıp getirmiştir. Öyle ki kendisi sanki hdkk'tn ta kendisidir» demektedir.
«Artık yola gelen kendisi için gelmiş olur, sapıtan da kendi zararına sapıtmış olur»; yani iman ve peygambere tabi olmakla hidayet olunan kendisi için hidayet olunmuş olur. Çünkü onun yaran kendinedir. Kim de küfür ile sapıtırsa o da kendi aleyhine sapıtmış olur. Çünkü sapmanın vebali ona aittir.
«Ben sizin üzerinizde vekil değilim» cümlesi, Hz. Peygamber'e Cs.a) ait bîr cümle tarzında varid olmuştur. Yani, ben sizi koruyucu bir melek değilim ki amellerinizi koruyabileyim.
İbn Abbas, bu ayetin Seyf (savaş iznini veren) ayetle nesho-lunduğunu söylemektedir.
Nesefî ise ayeti şöyle mânâlandınyor: «Ben sizin işlerinizin kendisine tevkil edildiği bir koruyucu değilim. Ben sadece bir müjdeleyici ve bir korkutucuyum».
Tenvir'ul-Mikbas «vekil» kelimesini «Kefil» ile yorumladok-tan sonra bu ayeti Seyf ayetinin Xsavaş iznini veren ayetin) nes-hettiğini söylemektedir.
(109) «Sana vahyedilene uy...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sana vahyedilen» ile Allah'ın Hz. Peygamber'e vahyettiği emr kastedilmektedir.
Beyzavî mânâyı şöyle veriyor: «Sana vahyolunam yerine ge. tırmek ve insanlara tebliğ etmek suretiyle ona uy!» Yani onları Allah'a çağırmak ve bu çağrıdan dolayı meydana gelen eziyetlere katlanmak hususunda, Allah yardım edinceye veya savaş emrini vermekle hükmedinceye kadar sabret.
«O hüküm verenlerin en hayırlısıdır»; yani Allah peygamberine yardım etmeye hükmetmiştir. O, gizli olan her şeye muttalidir. Diğer hakimlerde olduğu gibi O'nun herhangi bir delile ihtiyacı yoktur.
Beyzavî bu ifade ile ilgili olarak şöyle diyor: «O hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü O'nun verdiği hükümlerde yanlışlık yapması söz konusu değildir. Zira O görünenlere (zahire) muttali olduğu gibi, gizlilere de (bâtına da) muttalidir».
Hazin, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: «Allah peygamberine yardım etmeyi, dini galip getirmeyi, müşrikleri öldürmeyi, ehl-i kitaptan cizye almayı emretmiştir. Cizyede onlar için zillet ve düşüklük; vardır. İşte bu yüzden de Allah Teâlâ cizyeyi Ehl-i Kitab'a vacip kılmıştır».[101]
Yunus Suresi'nin Sonu
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/327-328.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/330.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/331-333.
[4] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, 'sh:
295
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/333-334.
[5] Resid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh: 298
[6] îbn Kesir, Tefsir"ul-Kur'an'îl-Azim, cilt: 3, sh:
485
[7] Bu görüş eski astronomların görüşüdür. Çünkü şimdi
güneşten çok daha büyük yıldızların var olduğu anlaşılmıştır. Hatta ışığın
saniyede 300.000 km. hızı olduğu halde, hâlâ dünyamıza ışığı varmayan galeksilerin
varolduğu iddia edilmektedir. Allah her şeye kaair alandı
[8] Alusl, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 67-68.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/334-342.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/344.
[11] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh: 307
[12] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 75-76
[13] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 77.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/345-356.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/356-357.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/357-358.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/358.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/359.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/359.
[20] Fahruddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh:
810-811
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/359-361.
[22] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 82-83. (özet
olarak)
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/361-365.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/367.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/368.
[25] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 319
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/368-373.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/373-378.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/380.
[29] ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azîm, cilt: 3, sh: 96
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/381-388.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/388-389.
[32] Alusİ, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 96-97
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/389-390.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/390.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/391.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/391.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/393.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/394.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/394-395.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/395-397.
[40] Burada geçmekte olan
müpteda. Haber, Zamir, Cümle gibi terimler gramer ilmine aittir ve
ancak bu ilmin erbabınca bilinirler
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/397-405.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/406.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/406-409.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/411.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/412-413.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/413-416.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/416-418.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/418-423.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/425.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/426-431.
[51] Bu terim Nahiv ilmine aittir. Bu ilme göre, a)
Muttasıl, b) Mun-katı olmak üzere iki türlü istisna vardır. Muttasıl istisnada,
istisna edilip geçmiş hükmün kapsamından çıkarılan fert, hükmün kapsamına
girenlerin cinsindendir. Mesela «Kavim geldi, Zeyd müstesna» denildiğinde
kavmin cinsinden olan Zeyd istisna edilmiştir, iste bu muttasıl istisnadır
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/431-433.
[53] Merağî, Tefsir, cilt: 11, sh: 119-120
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/433-438.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/440.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/441-445.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/445-448.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/448-450.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/452.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/453.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/454-455.
[61] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh:
148-149
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/456-460.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/460-464.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/464-465.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/467.
[66] Abdülvehhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh: 30.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/468-470.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/470-471.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/471-472.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/473.
[71] Bu görüş bâtıldır. Çünkü tbn Abbas'tan sahih bir
senetle, «Hiçbir peygamberin hanımı zina edemez» hadisi rivayet olunmuştur.
(Hazin, Mec-ma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 329)
[72] Abdülvehhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh: 38
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/473474.
[73] Abdülvehhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh: 42-44
[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/475-478.
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/478-480.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/480-486.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/488.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/489-493.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/493-497.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/499.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/500-502.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/502-503.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/503-506.
[84] Hazin, Mecma'ut - Tefasir, cilt: 3, sh: 284-286
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/506-508.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/508-510.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/510.
[87] Abdulvahhab Neccar, Kısas'uL-Enbiya,. sh: 200-204
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/510-511.
[88] Alusî, Ruhul'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 185
[89] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 186.
[90] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 11, sh: 186-187.
[91] Alusî, Ruhul-Meanî, cilt: 11, sh: 188
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/511-518.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/518-520.
[94] Zemahşerî, Keşşaf, cilt: 3, sh: 26
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/520-521.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/523.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/524-
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/524-525.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/525-533.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/534.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/535-538.