YUNUS   SURESİ 3

Meal 3

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 3

Arş'a İstiva Meselesi 4

Şefaat Meselesi 4

Meal 8

Rivayet Ve Dirayet Tefsirî 8

Birinci Mesele. 12

İkinci Mesele. 12

Üçüncü Mesele. 12

Dördüncü Mesele. 12

Beşinci Mesele. 12

Altıncı Mesele. 13

Nankörlük. 13

Meal 15

Rivayet Ve Dîrayet Tefsiri 15

Kur'anda Değiştirilmek İstenenler Nelerdir?. 15

Putperestlik. 16

Meal 18

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 18

Îkrime'nin İman Etme Sebebi 21

Dua Ve İbadet Ancak Allah'adır 21

Bağy (Zülüm) Meselesi 21

Selam'ın Manası 22

Cennet Yolu. 22

Meal 22

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 22

Allah'ın Cemalini Seyretmek Cennetlikler: 23

İhsan Nedir?. 23

Kötü İşler 23

Ölüden Diriyi Çıkaran Kim?. 26

Kadercilerin İddiası 26

Meal 27

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 27

Zanna Uymak. 28

Muhammed Kur'an'ı Uydurdu Diyenlere Cevap. 29

Kur'an Hangi Yönlerden Mü'cizedir?. 29

Meal 31

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 31

Fetret Devrinde Peygamberler 33

Yarar Ve Zarar Vermede Velilerin Durumları 33

Meal 35

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 35

Allah'ın Fazilet Ve Rahmeti 36

Allah, Kul Üzerinde Nimetinin Eserini Görmek İstiyor 37

Meal 38

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 39

Velîlerin Üzmemesi Ne Demektir?. 39

Velî'den Ne Kasdedilir?. 39

Hiçbir Mertebe Peygamberlikten Üstün Değildir 41

Delilsiz Söz Cehalettir 42

Meal 43

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri 43

Hz .Nuh'un Kıssası 44

Tufan Kapsayıcı Mıydı?. 44

Nuh Gemisi Nerde Dir?. 45

Ken'an Nuh'un Gerçek Oğlu Mudur?. 45

Hz. Nuh Ve Tufan Hakkında Kur'an İle Tevrat Arasında Mukayese. 46

Tebliğ Ücretsizdir 47

Nuh'un Peygamberliği Umumî Midir?. 47

Meal 49

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri _. 50

Kabe Hz. Musa'nın Da Kıblesi Miydi?. 51

Meal 52

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 53

Firavun Niçin İman Etmeye Kalktı?. 53

Firavun'un İman Hadisesi 54

Allah'ın Fiilleri 55

Firavun'un Cesedinin Sahile Atılması Meselesi 55

Boğulan Firavun Kimdir?. 56

Kızıldeniz'deki Geçit 56

Firavun'un Kafirliği 56

Hz. Peygamber (S.A) Kur'an'dan Şüphe Edebilir Mi?. 58

Bilmeyen Bir Kimsenin Alimlere Sorması 59

Meal 60

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 60

Bu Sureye Niçin Yunus Adı Verilmiştir?. 60

Yunus Kavminin Kurtuluş Duası 61

Meal 63

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 63


YUNUS   SURESİ

 

En meşhur rivayete göre Yunus Suresi, Mekke döneminde ve İsra ile Hud surelerinden sonra inmiştir. Osman bin Ata kanalıy­la îbn Abbas'tan gelen «Yunus Suresi Medine döneminde inmiştir» şeklindeki rivayet sahih değildir. Nitekim İbn Abbas ve diğer mü-fessirlerden gelen farklı rivayetler bunun aksini göstermektedir­ler. Ayrıca surenin içeriği de Osman bin Ata'nın rivayetini reddet­mektedir. Çünkü surenin konusu, Tevhid'in temellerini tesbit et­mek, şirkin temellerini yrkmak, risalet ve haşr ile ilgili meselele­rin hak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuların Mekke döne­mi surelerinin ana temaları olduğu herkesçe bilinen bir şeydir.

îmanı Suyuti 94 ve 95, ayetlerin Medine döneminde, bazı alim­lerde 40. ayetin Yahudiler hakkında ve Medine'de nazil olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise surenin başından 40. ayetine kadar olan bölümün Mekke'de, geri kalanının ise Medine'de nazil oldu­ğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşü İbn Fürs ve Cemel'ul-Kurra' smda Sahavî nakletmiş tir.

Yunus suresinin Tevbe süresiyle olan münasebetleri şu nok­talardır :

a) Tevbe suresi Hz. Peygamber'in (s.a) risaleti bahsiyla so­nuçlanırken, Yunus suresi de aynı konuyla başlamıştır.

b) Tevbe suresinin ağırlıklı konusu olan 124-127. ayetler, münafıkların durumunu, Kur'an nazil olduğunda nasıl davrandık­larını ve neler söylediklerini ortaya koyarken, Yunus suresinin ağırlıklı konusu olan 15, 16, 17, 27 ve 40. ayetleri kafirlerin duru­munu ve Kur'an hakkındaki sözlerini gözler önüne sermektedir.

Ancak burada dikkat edilecek husus; gerek bu iki sure ge­rekse diğer surelerin birbirleriyle münasebetleri bağlamında söy­lenenler bugün elde bulunan Kur'an'ı Kerim'in surelerinin sıra-lanmasındaki tek neden değillerdir. Çünkü çoğu kez bu iki sure konularındaki ilişkilere rağmen biraraya getirilmiş değildir. Söz­gelimi buna Hümeze süresiyle Tebbet sureleri örnek olarak veri­lebilir. Çünkü ikisinin de konusu birdir.

Bazıları Mekkî surelerinin çoğunluğuyla, Medenî sureler ara­sındaki ilişkilerin daha kuvvetli olduğunu söylemişlerdir.

Konularının çoğunluğu akide, genel kurallar ve caydırıcı azap­lar olan Mekkî surelerle, çoğunun konusu amelî hükümlerden meydana gelen Medenî surelerin arasına fasıl koymanın bir hik­meti de okuyucuya hareketlilik verip, düşünme imkânı sağlamak­tır. Bu tıpkı Kur'an'ın bir tek suresinde, akide, kurallar, amelle ilgili hükümler, edebî üslûblar, teşvik, inzar, müjde, meseller ve kıssaların bir araya getirilmesindeki hikmet gibidir. Bu hususta tek güvenilir neden Hz. Peygamberin (s.a) emridir ve dolayısıy­la ona tâbi olmaktır.

Yunus suresinin ayetleri tüm Kurra'ya göre 109'dur. Şamî 110 olduğunu söylemiştir. Kelimeleri 1832, harfleri 9099'dur. Tenvir' ul-Mikbas's, göre kelimeleri 1802'dir. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Elif, Lam, Ra. İşte bunlar muhkem (ve mu'ciz) olan Ki-tab'ın ayetleridir.

2- İnsanları kötülüklerden sakındırmak, müminlere,  Rab-leri yanında kendilerine mahsus olmak üzere doğru bir makam bulunduğunu müjdelemek için içlerinden bir kimseye vahyetme-miz insanlara şaşırtıcı mı geldi? Kafirler, «Bu apaçık bir sihirdir» dediler.

3- Rabbiniz gökleri vs yeri altı   günde   yarattıktan   sonra (kainatın)  işini idare etmek için arşın üzerine istiva etti. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte   Rabbiniz   Allah   bu (zat)  dır. O'na kulluk edin. Düşünmüyor musunuz?

4- Hepinizin dönüşü ancak O'nadir. Bu, Allah'ın gerçek va' didir. İman edip, salih amellerde bulunanlara   adaletle   karşılık versin dîye yaratmayı başlatan, sonra o yaratmayı   tekrar eden kuşkusuz ki O'dur. Küfre sapanlara gelince küfre kaymalarından Ötürü onlara kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır.

5- Güneşi aydınlık, ay'i da nur kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ay'a duraklar takdir (ve tesbit) eden O'dur. Allah onları ancak hak ile yaratmıştır. (Allah) ayetleri bilen bir kavim için açıklamaktadır.

6- Kuşkusuz ki gece ve gündüzün peşisıra gelişinde ve Al­lah'ın yer ve göklerde yaratmış olduklarında, sakınan topluluk için birçok alâmetler vardır. [2]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(1) «Elif, Lam, Ra. İşte bunlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Gerek bu surede ve gerekse diğerlerinde olsun "bu ayetin geti­riliş amacı, surenin muhataplarının dikkatini çekmek ve ardın­dan gelecek olan ayetleri hassas bir şekilde takip etmelerini sağ­lamaktır. Bu konuyla  ilgili olarak Bakara ve A'raf surelerinde230. açıklama yapılmıştı.

«İşte bunlar muhkem (ve mu'ciz) olan Kitab'm ayetleridir;» yani şanı yüce olan, bu sureyi ve tüm Kur'an-ı teşkil eden ayetler mânâları hikmetle ve ahkâmla dolu olan, düşünerek onları oku­yan kimselerin hidayetine sebep olan bir Kitab'm ayetleridir.

(2) «İnsanları kötülüklerden sakındırmak...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şaşırtıcı mı geldi?» şeklindeki istifham vahiy alan bir kim­senin sırf insan .olmasından ötürü durumuna şaşıran kafirlerin, bu davranislanndaki tuhaflığa işaret etmek için kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, «Acaba bizim insanlardan birine vahyetmemiz, hayret edilecek bir şey midir ki, onlar bunu garipsiyorlar ve ara­larında bunu dedikodu konusu yapıyorlar?» demek istemektedir.

Öyle ki Hz. Peygamber'in (s.a) bir insan olması, sanki Allah'ın kendisine vahiy göndermesine bir engel teşkil etmektedir.

«İnsanlar» ibaresiyle kastedilen Mekke müşrikleriyle Hz. Mu-hammed'in Cs.a) peygamberliğini inkâr etmek hususunda onlara uyan kimselerdir. Onlar hakkında«unu£mafc» anlamındaki «Nas» ifadesi kullanılmasının nedeni, daha önceki peygamberlerin ka­vimlerinin de aynı nedenle peygamberliğe karşı çıkmış olmaları­dır.

«Enzim fiilî korkutmakla birlikte bunu ilân etmek mânâsına gelir. Tevhid'e çağıran Hz. Muhammed (s.a) tüm insanları iman etmedikleri takdirde küfrün sonucuyla korkutuyordu.

«Sıdk;» yalanın tersi olan doğruluk anlamındadır. Ancak «İman» halis niyet ve vefakârlık karşılığında kullanılmıştır. «Ka­dem» ise geçmiş, ilerlemiş mânâsına gelir. Bu kelime Kur'an'da «Mak'adu Sıdk», «Medheîu Stdk», «Mehracu Stdk» ve «Kademe Sıdk» şeklinde kullanımlara sahiptir.

Kadı Beyzavîye göre bu yüce mertebe ve derece demektir. Karşılığında ayak mânâsına gelen «Kadem» kelimesinin kullanıl­masının nedeni, ilerlemenin ayakla olmasındandır. Nitekim nimet için de, el mânâsmdaki «Yed» kelimesi kullanılmıştır. Çünkü ni­met elle verilir. Yani, müminler varabildikleri mertebelere ancak doğru söz ve doğru niyetle varabilirler.

Ayetin sonundaki «Sahir» kelimesinden murad, Hz. Muham-med'dir. Fakat kelimenin «sihir» şeklindeki okunuşundan kaste­dilen Kur'an'dır. Onların bu sözleriyle Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği isbat olunmaktadır. Çünkü onlar, Kur'an'ın sebep­ler dairesi içerisinde, beşer gücünün üstünde olduğunu bu sözle­riyle itiraf etmiş olmaktadırlar.

 (3) «Rabbiniz gökleri ve yeri  Bu Ayetin Tefsiri

Burada insana vahyedilmiş olmasına hayret eden kimselere seslenilmektedir. Dinleyenlerin dikkatleri   çekilmek   istenildiğin­den böyle bir üslûp kullanılmıştır. Yani, «Rabbiniz O'dur ki üstü-nüzdeki gökleri ve üzerinde yaşadığınız yer küresini altı günde yarattı. Her günde onların şekillerinden birini halketti.  (Onları takdir ettiği miktarda varetti. Çünkü yaratmak anlamındaki halk kelimesi, lugatta takdir etmek karşılığında kullanılır.) Sonra ida­re merkezi olan arşına, azametine uygun bir tarzda istiva etti. Mülkünün idaresini ilminin istediği nizamla, hikmetinin gerektir­diği tedbirle oradan yönetti.»

«İstiva» yer ve göklerin yaratılışından sonradır. Yer de gök gibi O'nun mülküdür. Arş'ı da ondan sonra yaratmıştır. O hakika­tini bilmediğimiz ve keyfiyeti meçhulümüz olan büyük mülkün şanmdandır. Her gün bir şa'n'dadır. O'nun şa'n'larının aslım ne insanlar ne de cinler idrâk edebilir.

«Yudebbiru» işlerin başlangıcı ile sonunun arasını uzlaştırma mânâsındaki «Tedbir» kökünden gelmektedir. Öyle ki başlangıç­lar, sonuçlardan elde edilmesi istenene götürürler. [3]

 

Arş'a İstiva Meselesi

 

Kelamcılar ile selefi alimler bu ve benzeri meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Selefîlerin, «Bu tür ayet ve hadisleri olduğu gibi ka­bul ederiz. Keyfiyetleri bilinmez» demelerine karşın kelam alim­leri bu tür ayet ve hadisleri tevil etmek yoluna gitmişlerdir. Nite­kim onlara göre Arap şairleri de şürlerinde istivayı istilâ mânâ­sında kullanmışlardır.

Sadeddin Taftazani Şerh'ul Akaid adlı eserinde selefin takip ettiği metodun daha emin, halefin takip ettiği metodun ise daha muhkem olduğunu söylemektedir. Reşid Rıza ise selef mezhebi­nin akıl ve nakli bir araya getirmesi sebebiyle daha doğru bir yön­tem izlemiş olduğunu belirtir.[4]

 

Şefaat Meselesi

 

«O'nun izni olmadan kimse şefaat edemez» cümlesi şirk aki­desini darmadağın etmektedir. Çünkü Arap müşrikleri ve onların peşinden gittikleri Ehl-i Kitab, tapmakta oldukları veli kullar, me­lekler ve bazı insanların Allah katında kendilerine şefaatçi ola­caklarına inanırlardı. Allah'ın salih kullarının tasvir ve putlarının da şefaatçi olduklarını söylerlerdi. Nitekim bu surenin 18. ayetin­de müşriklerin onlar hakkındaki sözlerine değinilecektir.

Bu ayet bir insana vahiy geleceğine inanmayanların aleyhine bir delildir. Yani, «Ey vahyi inkâr edenler, siz Allah'ın kullarının kendinize şefaatçi olacaklarına inanıyorsunuz. Güya onlar sizin iddianıza göre size yarar sağlar ve zararı defederler. Bunlar Allah adına yapılmış iftiralardır. Bir insana vahyedümesine niçin inan­mıyorsunuz?»

Allah Teâlâ bir kimseye şefaat iznini verdiğini bildirmedikçe, hiç kimse için «Filan kişi şefaat edecektir» denemez. Çünkü Al­lah Teâlâ «O gün Rahman' (olan Allah'ın) in kendisine izin ver­diği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz» (Taha : 109) diye buyurmuştur. Şefaat iznini alanlar ancak Allah'ın kendisinden razı olduğu kimse için şefa­at edebilirler. «Allah onların Önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar onun korkusundan titrerler.» (Enbiya:

«İşte Rabbiniz Allah bu (zat)tır. O'na kulluk edin» cümlesi müşriklerin Rububiyyet ve Ulûhiyyet hususunda düştükleri şir­kin aleyhinde delil getirmektedir. Yani, yaratan, takdir eden, hik­met ve tedbir sahibi olan, şefaat hususunda dilediğine dilediği kimse için şefaat izni veren Rabbiniz Allah'tır. O tüm âlemleri hükmü altına almış olandır. O'na kulluk edin ve sakın O'na şirk koşmayın. Kimseye onunla beraber bir paye vermeyin. Yarar, zarar ve şefaat iznini ancak O verir. Yarar ve zararın nerelerden geleceğini size vahiy ile bildirmiştir. Kulun bilemediği ve güç yetiremediği hususlarda O'na dua edilmelidir.

«Düşünmüyor musunuz?» Yani siz bu apaçık hakikati bilmi­yor musunuz? Buradaki istifham vahyi inkâr eden müşriklerin bu durumlarına gösterilen tepkiyi ortaya koymaktadır.

(4) «Hepinizin dönüşü ancak...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet imanın rükûnlarından olan Haşr'ı açıklamakta­dır. «Va'de» lafzı görünmeyen bir fiilin mef'ulüdür. Yani Allah haş-ri gerçek bir söz olarak va'detmiştir. Onda bir şüphe yoktur. Tek-vin'in bağlandığı anda yaratılışa başlamak Allah'ın şanmdandir. O her şey yok olup gittikten sonra, onlara yeniden yaratmaya baş­lar.

Kozmoloji bilimcileri, yeryüzünde ister gözle, ister teleskopla bakılmış olsun, görülen veya görülmeyen gök cisimlerinin yaratıl-mazdan önce var olmadığını bilirler ama yine de hâlâ oluşumun nedenini araştırıp dururlar. Onların hepsi de bu yer kürenin ve güneşle birlikte diğer uyduların sonunda harap olacağında ittifak etmişlerdi. [5]

Müsbet ve Tecrübî ilme uygun olanı ve sebeplerin en yalanı, gök cisimlerinden birinin yerküremize dokunarak onu parampar­ça edip, atmosfere dağılan zerrecikler haline getirmesidir. Nite­kim bu hususa Karia ve Vakıa surelerinde değinilmiştir. O'nun başlamasına gelince, bu fiilen olmuştur. Yeniden gönderilmesine gelince, başlamaya kadir olan Allah elbette başlatılmış, öldürül­müş bir şeyi yeniden iade etmeye kadirdir. Nitekim Allah Teâlâ, «Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra çevirip yeniden yapar. Bu O' na daha kolaydır» (Rum: 27) buyurmuştur.

Çağımızda Kozmoloji alimleri arasında ittifak edilen mesele­lerden biri de her zaman havaya buhar halinde çıkan birtakım maddelerin canlı bedenlerden çözülüp, dağılmasıdır. Bedenin iç kısımlarında ölenler olur ve sonra bunlar bedenden çıkıp, başka bir yere gider. Öyle ki her hayvanın bedeninden yok olana kadar canlı maddeler çözülüp-dağihrlar. Bu az yıllar zarfında gider, yer­lerine başkaları gelir. Öyleyse başlamak ve iade etmek her beden­de, o beden hayatta kaldıkça süreklidir. îşte Kozmoloji alimleri­nin ittifak ettikleri bu meseleler, ölümden sonra dirilme inancını akıllara yaklaştıran özelliktedirler.

(5) «Güneşi aydınlık, ay'ı da nur kılan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ve bundan sonraki ayetlerde Allah Teâlâ'nın haşre kadir olduğuna delâlet eden kevnî mucizelerin birçoğuna dikkatler çe­kilmektedir. Aynca yine mucizelerle dikkat çekilen husus, haşr' in Allah'ın hikmetinin gereklerinden olmasıdır. Tüm mahlûka-tında eksiksiz olan nizamın bir gereğidir. Nitekim bu ayet, 3. ayet­te genel olarak zikredilen hakikatlerin açıklaması ve yorumudur.

«Ziya» ism-i masdardır ve «Nur» anlamında kullanılmıştır.

Ziya ve Nur kelimeleri dilbilimcilere göre, eş anlamlı kelimelerdir.  Bazıları ziya'mn nur'dan daha kuvvetli olduğunu öne sürmüşler­dir ki Zemahşerî de bu gruptandır. O, «Allah Teâlâ hidayetini bu yüzden ziya'ya. değil, nur'a benzetmiştir. Aksi takdirde kimse yo­lunu şaşırmazdı» demiştir.

İbn Kesir bu ayetle ilgili olarak şunları söylemektedir:

Allah, kudretinin kemâline, sultanlığının yüceliğine delâlet İS eden mucizelerden haber veriyor. O güneşten çıkan ışınlan ziya, ay'dan çıkanları ise nur kılmıştır. Ziya ile nur ayrı şeyler olduk­larından birbirlerine karıştırılmaması için aralarındaki farka işa­ret edilmiştir. Güneşin saltanatını gündüz, ay'ın saltanatını da ge-ce olarak tesbit etmiş, Ay'a konaklar takdir etmiştir. Ay Önce kü-çük görünür, sonra büyür, Son noktaya vardıktan sonra eksilme-ye başlar ve ilk haline gelir. Bu ayet tıpkı, «Ay'ın seyrine de men­ziller (miktarlar) takdir ettik. Sonunda kurumuş eski hurma da- || linin, yay şeklini almıştır» (Yasin: 30) ayeti gibidir.  [6]

Alusî, Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde şöyle demektedir: Bu söz kırbanın ağzını daralttı kabilindendir. Zira güneş hiçbir zaman zi­yadan hali değildir. Güneş' gerdanlığın tam ortasında bulunan bü­yük parçanın adından alınmıştır. Bizim güneşe şems dememizin nedeni, kitapların şehadet etmesine, hissin şehadette bulunması­na ve astronomi alimlerine göre yıldızların en büyüklerinden ol­masıdır. Bazıları ise güneşe şems denilmesinin nedenini, onun ul­vî felekler ile diğer üç feleğin ortasında bulunan en orta felek olarak göstermektedir. Ancak bu söz zannî, tahminî bir hüküm­dür ve hadisler buna şehadet etmemektedir.  [7]

«Ziya» kelimesi masdardır. Ebu Ali el-Hücce'sinde Ziya keli­mesinin cemî olduğunu söylemiştir. Yani, «Güneşi ziya satııbi lal­dı» Burada masdarın ism-i fail olması da mümkündür. O takdirde manâ, «Güneşi ziya verici kıldı» olur. Güneşe mübalâğa için de zıya dendiği söylenmiştir. Yani çok ziya vermesinden dolayı o sanki ziyanın ta kendisi olmuştur.

Ay'ın nur kılınması ise, onun nur sahibi veya aydınlatıcı kı­lınmış olması demektir. Nur, Ziya'dan daha geneldir. Çünkü Ziya, Nur'un. kuvvetlisine denir. Nur ise hem kuvvetli hem de zayıf ola­nı kapsar. Nitekim Allah Tealâ'nin, «Allah göklerin ve yerin nu­rudur» (Nur: 35) ayetindeki nur ile kastedilen, insanlar için Al­lah'ın koymuş olduğu hidayetin gecenin karanlıkları arasında bu­lunan nura benzetilmesidir. Yani Allah hidayetini karanlıkta bu­lunan nur gibi kılmıştır. Böylece O bir kavme hidayet eder, başka bir kavim de dalâlete düşer. Şayet Allah hidayetini ziya gibi kü-saydı, O'nun sayesinde hiçbir karanlık kalmaz ve hiçbir kimse de dalâlete düşmezdi. Bu ise hikmete tersdir. Bunu daha Önce de söylediğimiz gibi Zemahşerî iddia etmiştir. Ancak bu noktada dü­şünülmesi gerekir.

Bazıları, Ziya ile Nur'rnı birbirlerinin zıddı olduklarını, zatın­da ışık olan bir şeye ziya, sonradan ışık olan bir şeye de nur de­nildiğini iddia etmişlerdir. Yani Ziya, zatî, Nur ise arızîdir. Güneş kendiliğinden nur verici olduğundan kendisine ziya sahibi, ayın nurunun güneşten elde edilmesi nedeniyle de ona nur sahibi de­nilmiştir.

Ayın nurunun güneşten elde edilmesi ya güneşin ayın cevhe­rini nurlandırması ya da ayın güneşin nurunu yansıtması mânasın-dadır. Bu ikinci görüşü, tefsirinde Kadı Beyzavî savunmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a) miracında olay böyle anlatılmamışsa da, felsefecilerin, iddiası budur.[8]  

«Ay'a duraklar takdir (ve tesbit) eden O'dur»; Ay'a menziller takdir edilmesinin nedeni, onun güneşe oranla daha hızlı dönme­sidir. Ay'ın konakları bellidir ve görülmektedir. Ay, Arapların tak­viminde asıl alınmıştır. Yine şeriat hükümlerinin çoğu Ay'a bağlı­dır.

«Kadderahu» lafzındaki -hu- zamirinin hem ay'a hem de gü­neşe raci olması mümkündür. Yani Allah onların her birini men­ziller sahibi kılmıştır. Ayın menzilleri yirmi sekiz tanedir. Arap­lar onların karşılarındaki yıldızların adlarını onlara vermişler­dir.

1) Es-Şeratan,

2) El-Butayin,

3) Es-Süreyya,

4) Ed-Deberan,

5) El-Hâka',

6) El-Hena',

7) Ez-Zira',

8) En-Nasra,

9) Et-Tarf,

10) El-Cebhe,

11) Ez-Zubra,

12) Es-Sarfe,

13) El-A'wa,

14) Es-Simak' ul-A'zaİ,

15) El-Gafr,

16) Ez-Zubanî,

17) El-Iklim,

18) El-Kalb,

19) Eş-Şeyle,

20) En-Nea'im,

21) El-Belde,

22) Sa'duzzabih,

23) Sa'dulbulu',

24) Sa'dussuud,

25) Sa'dulahbiyye,

26) Ferguddelvil-mukaddem,

27) Ferguddelvilmuahhar,

28) Betini Hut.

Yirmi altı ve yirmi yedinci burçlara aynı zamanda «Er-Reşa» da denir.

Hazin, bunlar ayın menzilleridir ve on iki burca taksim edil­mişlerdir, demektedir:

1) El-Hamel,

2) Es-Savr,

3) El-Cevza,

4) Es-Seratan,

5) El-Esed,

6) Es-Sümbül,

7) El-Mizan,

8) El-Akreb,

9) El-Kavs,

10) El-Cedyi,

11) Ed-Deluv,

12) El-Hut.

Bu burçların her biri için iki tam, üçte bir menzilleri vardır. Ay her gece yirmi sekizinci günün bitimine kadar bu menziller­den birisinde olur. Şayet ay yirmi dokuz çekiyorsa iki gün de giz­lenir. Fakat otuz gün çekerse bir gün gizlenir.

Burç onlara göre otuz derecedir. Bu 360 parçanın çarpımın­dan meydana gelir. Burçların dairesi. 12 üzerine kurulmuştur. De­rece onlara göre altmış dakikaya taksim edilmiştir. O da altmış saniyeye. Saniye de altmış saliseye ve bu böylece rabia, hamişe, sadise diye uzar gider. Ay Özel hareketiyle her gün ve her gece 13 derece, 3 dakika, 53 saniye, 56 salise mesafe kateder. Bu söyledik­lerimize menzil adı verilmesi semboliktir. Çünkü bu, o mıntıkaya yakın ve sabit olan yıldızlardan ibarettir. Gerçek menzil ise, ayın cismi tarafından işgal edilmekte olan boşluktur. Dolayısıyla ayın bu menzillere inmesinin mânâsı, ayın bunların tam hizasına gel­mesidir.

Menzillerin ilki olan ElŞeratin'e aynı zamanda en-Nadh da denir. Bu el-hamel burcunun başlangıcıdır. Araştırmacıların yaz­dıklarına göre, bu son hareket ederek el-Fergulmuahhar olmuştur. Bunun üzerinde sabitleşerek durmaz. Çünkü sabit yıldızlar için de sürekli bir hareket söz konusudur. Fakat bu gayet ağır ve kendi atmosferinde cereyan eden bir hareket. Bunu tesbit edenler, bir tek cüzü katetmek için ne kadar süre hareket ettiği hususun­da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları 66 güneş yılı içinde bu hareketi tamamlar. Bazıları ise, hareketin 63 kamerî (ay) yü içinde tamam­landığım söylemişlerdir.

İbn'ul-A'lem'e göre bu hareket 70 güneş yılında tamamlanır. Nitekim Nusayr Tusî'nin Merağa'da idare ettiği yeni rasathane de Îbn'ul-A'lem'i desteklemektedir. Hallerin gerçeğini en iyi Allah bilir. Mülkünde ve melekûtunda dilediği gibi tasarruf eden sadece Allah'tır.

Allah Teâlâ güneşi ziya, ay'ı da nur kılmasının nedenini, in­sanların ilmî bir gaye ile kendilerine bağlanmış olan —ister dinî, ister dünyevî olsun bir beşerî yarar için kullanılan— yılların sa­yısını, ay ve güneş'in vakitlerini bilmek için böyle yapmış olduğu şeklinde ifade etmektedir.

Mevlana Serriyuddin'e göre, buradaki hesap ile vakitlerin he­sabı kastedilmektedir. Yani aydan kaç gün geçmiş, kaç gün kal­mış, geceden ne kadar geçmiş, ne kadar kalmış, kastedilen işte bunu bilmektir.

Her ne kadar îslâm takviminde muteber olan «ay ile olan yıl» ise de. yular ile hem güneş hem de ay yıllan kastedilmektedir. îki yıl arasındaki fark, 10 gün, 11 saat, 1 dakikadır. Çünkü gü­neş yılı 365 gün 5 saat, 49 dakikadan ibarettir. Bu tesbit İlhanı rasathanesinindir. Ay yılı ise, 354 gün, 8 saat, 48 dakikadan iba­rettir. Bu yılların her biri basit ve kebîse yıllarına ayrılmaktadır. Bu konuyla ilgili ayrıntılar rasathane ilmiyle ilgili eserlerde uzun boylu yer almaktadır. İlgilenenler bu eserlere başvurabilirler.

«Allah onları ancak hak ile yaratmıştır» cümlesinde geçen «Onlar» ile güneş ve ayın söz konusu edilen durumları kastedil­mektedir. Yani Allah Teâlâ eşyanın hiçbiriyle multebis olarak de­ğil, ancak hak ile multebis olarak bunları yaratmıştır. Onlarda hikmet ve maslahat gözetilmiştir.

«el-Ayât» ile kastedilen kevnî ayetlerdir. Mesela güneşin mey­dana gelmesi, ziya sahibi kılınması, ayın meydana gelmesi, nur sahibi kılınması birer kevnî ayettir. Ayât kelimesinin hem kevnî hem de vahiy yoluyla nazil olan ayetleri kapsaması mümkündür. Yani Allah Teâlâ hem kevnî ayetleri hem de bu kevnî ayetlere dik­katleri çeken vahiy yoluyla gelen ayetleri açıklamaktadır. Bu açık­lama «Bilen bir kavim için» dir. Yani kainattaki oluşumların hifc-metini bilen bir topluluk için bunlar açıklanmıştır. O ayetler ki, böylelikle   kainatı   yaratanın   şanım   isbat   ederler.   Bunların, «Ayetlerin içeriğini bilen bir kavim için»   açıklanmış   olması da, mümkündür. Onlar da bu sayede söz konusu ayetlere iman eder­ler. Allah Teâlâ'nm ayetlerin bu kimseler için açıklandığını bildir­mesi, sadece onların ayetlerden istifade ettiklerini ortaya koymak­tadır. «Kavm» ile de kastedilen, ilim erbabı, akıllı ve bilgin kim­selerdir.

(6) «Kuşkusuz ki gece ve gündüzün...» Bu Ayetin Tefsiri

Gece ile gündüzün peşisıra gelişi ile, artıp-eksilmelerinin oluş­ması kastedilmektedir. Biri artarken, diğeri eksilir veya biri gi­derken, öbürü gelir, böylelikle birbirini takip ederler. Gece ile gündüzün artıp eksilmesi, bizim nazarımızda güneşin devinimle­rinden meydana gelmektedir. Güneş zamanı değiştiren devinimiy-3e bizden uzaklaşır veya bize yaklaşır. Dolayısıyla da sözkonusu artma ve eksilme meydana gelir. Böylece tüm yıl, bahar, yaz, son­bahar ve kış mevsimlerini içerir, öyle ki bazı zamanlar gece ile gündüz eşitlenir. Bu da güneşin tam doğuş ve batış anında itidal noktasında bulunduğunda olur. Gece ile gündüzün birbirinin ar-dısıra gitmelerinden maksat, mekânlar sebebiyle meydana gelen farklılıktır. Bu farklılık uzunluk ve kısalıkta olur. Çünkü Kuzey Kutbu'na yakın olan ülkelerde yaz günleri, yaz gecelerinden daha uzundur, Kutup'tan uzak olan ülkelerde yaz geceleri daha uzun­dur.

Gece ile gündüzün farklılığının kendi yapılarından kaynaklan­ması da muhtemeldir. Zira yerin kürevî olmasının nedeni bazı yerlerde vaktin gece olmasına karşılık, bazı yerlerde de vaktin gündüz olmasının irade edilmesidir.

Allah'ın azabından sakınan, O'ndan gelen sonuçtan korkan bir topluluk için, gece ile gündüzün peşi-sira gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yaratmış olduğu muhkem eserlere, eşsiz sanat­lara, O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden büyük ve sayısız deliller vardır. [9]

 

Meal

 

7- Kuşkusuz bize kavuşacaklarını um m ayanlar, dünya ha­yatına razı olup, onunla mutmain olanlar ve ayetlerimizden gafil bulunanlar.

8- İşte onlar var ya! Kazandıklarından dolayı varacaktan yer ateştir.

9- Kuşkusuz iman edip, salih amel işleyenlere gelince, Rab-leri onlan imanları sayesinde altlarından   nehirler   akan nimet cennetlerine iletir.

10- Bunların oradaki duaları, «Al I a hım! Seni tenzih ederiz» (şeklindedir)  Ve  (cennetlerde)  birbirlerine olan dirlik temennile­ri selamdır. Dualarının sonu, «Muhakkak ki tüm hamdler alem­lerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» demeleridir.

11-  Eğer Allah, insanların hayrı acele istemeleri gibi, şerri de acele olarak onlara verseydi, kuşkusuz ecellerine hüküm veri­lir (biterdi). Fakat bize kavuşacaklarını ummayanlan tuğyan (az­gınlık) lan içinde şaşkınca dolaşır bir durumda bırakırız.

12- İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, oturur­ken veya ayakta iken bizi çağın r-durur. Zarannı ondan giderdiği­mizde ise, sanki kendisine dokunan bir zaran kaldırmaya bizi hiç çağırmamış gibi davranır. îşte böylece aşın gidenler için işledik­leri süslü kılınmıştır.

13- An dolsun kî, sizden önceki nesilleri, peygamberleri ken­dilerine açık deliller getirdikleri halde zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için helak ettik. İşte böylece biz mücrim (suç­lu) olan bir kavmi cezalandmnz.

14- Sonra onlann ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık ki, bakalım siz nasıl davranacaksınız? [10]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsirî

 

(7-8) «Kuşkusuz bize kavuşacaklarını...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Mezkur ayetler ahirete iman etmeyen ve haşre inanmayan kimselerin durumunu açıklamaktadır. Allah'a mülâki olmaktan maksat, O'nun katında hasrolunmak veya O'nun hesabıyla karşı­lanmaktır. Burada durumun çok korkunç olduğuna işaret edil­mekte ve bu hususa dikkat çekilmektedir.

«Reca» kökünden gelen «la yercûne» kelimesi, hayrı da, şer­ri de ummazlar anlamındadır. Allah'ın hesabıyla karşılaşacakları­nı ummazlar anlamına da gelebilir. Dünya hayatı ile kastedilen en düşük, en geçici ,en kısa hayattır. Çünkü sonu olan bir hayatın, sonsuz bir hayatla karşılaştırıldığında en geçici, çok çabuk tüke­nen ve çok kısa bir hayat olduğu kolayca anlaşılabilir.

«Bi'l-Hayat» lafzındaki -bi- harf-i çeri zarfiyyet mânâsında-dır. Yani ifade «Dünya hayatına razı oldular» şeklinde anlaşılır. Ya da -bi- harfi sebebiyet mânâsındadır. O takdirde mânâ, «Dün­ya hayatının süsleri sebebiyle ona meylettiler, onunla sükûnet bul­dular, ona razı oldular» şeklinde anlaşılır. Gerek «Radu» ve ge­rekse, «îtmeennu» tabirleri onlann kesinlikle dünya hayatına ra­zı olduklarına ve ona bel bağladıklarına delâlet eder.

«Me'va» kelimesi, dönülecek yer, mesken ve karargâh mânâsındadır. Yani onlann gidecekleri, kalacakları yer, ateş ve ce­hennemdir. Bu ateşe müstahak olmalarının nedeni, kalbi amelle­ri (niyetleri) ve ona bağlı bulunan günahlarından dolayıdır. Ayet­te hem geçmiş zaman, hem de gelecek zaman kipinin kullanılma­sı, lafzın süreklilik ifade etmesini sağlamak içindir. Yani. ateşin onlar için mesken ve karargâh olması süreklidir. Çünkü onlar da sürekli bir şekilde dünya hayatına razı olmuş ve ona gönül bağ­lamışlardır.

(9) «Kuşkusuz iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ve bundan sonraki ayet, önceki iki ayette söz konusu edi­len haşr inkarcılarının tam tersi durumunda olan ehl-i imanın ko­numunu bildirmektedir. İman eden kimselerle kastedilen, kendi­sine iman edilmesinin vacip olduğu şeylere iman eden kimseler­dir. Burada önceki sınıfın, gafil olarak karşıladığı ayetlere iman etmeleri elbette başlıca vasıflarıdır. Bazı müfessirler burada, özel­likle haşri inkâr edenlerin gafil bulundukları ayetlere iman eden­ler kastedilmiştir, görüşündedirler.

Salih ameller ile, imana uygun ameller kastedilmiştir. Allah Teâlâ bu kimseleri imanları sebebiyle meskenleri ve karargâhları olan cennete iletecektir.

Sözkonusu ayetle ilgili olarak alimler arasında ihtilaf noktası teşkil eden bir mesele vardır: «Acaba insanı cennete götüren sade­ce iman, yani salih amel olmaksızın bulunan bir iman mıdır, yoksa zahirinden de anlaşıldığı gibi salih amelle birlikte bulunan iman mıdtr?)> îşte bu mesele müfessirler arasında çeşitli yorumlar ya­pılmasına yol açmıştır. Kadı Beyzavî, «İmanları sebebiyle; yani iman kendilerini cennete götüren bir yolu yürümeye ilettiğinden veya imanları hakikati idrak edecek bir yola kendilerini sevket-tiğinden dolayı Rableri onları cennetlere gönderir» demektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Bildiği ile amel eden kimseye Al­lah, bilmediğinin ilmini miras olarak verir» diye buyurmuştur.

Veya mânâ şöyle de olabilir: «Allah imanları sebebiyle onlara cennette kastettiklerine götüren bir hidayet verir.» Terkibin mâ­nâsı her ne kadar hidayetin sebebinin iman ile salih amel oldu­ğuna delâlet ediyorsa da «Bi-imanihim» lafzının zahiri, imanın hidayetin sebebi, salih amelin de imanın bir tamamlayıcısı ve zeyli olduğunu gösterir.

Nesefî, Allah Teâlâ'nin sevaba1 götüren doğru yolun çizgisi üzerine onları müstakim kılmak için, imanları sebebiyle kendile­rine doğruluk verdiğini söylemektedir. Yani ona göre, ibadetin se­bebi imandır. Saadetin sebebine yapışmak ise, saadete varmak gi­bidir. İfade ona göre, «Allah imanlarının nuruyla onları ahirette cennet yoluna iletir» şeklinde de anlaşılabilir. Mümin .kişi kabrin­den çıkınca, ameli güzel bir surete bürünerek, ona: «Ben senin amelinim» der ve bu ameli kendisi için bir nur ve cennete götü­rücü bir rehber olur. Kafir kabrinden çıktığında ise kafirin ame­li kötü bir surette kendisi için suretlendirilir ve ameli ona: «Ben senin amelinim» der. Sonra da onu cehenneme sokuncaya kadar çekip götürür. Bu hadis kendi başına imanın kurtarıcı olduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) «İmanları sebebiyle)) diyerek, salih ameli ona eklememiştir.

Hazin, bu ayet hakkında şöyle der: «Rableri onları, imanları­nın ve salih amellerinin mükâfatı olarak cennetlere iletir.»

Mücahid,«O7zZan Rableri, sırat üzerinden cennete iletir. Onlar için bir nur kılar ve onlar o nurun ışığında yürürler» derken, Ka-tâde, «İşittiğimize göre, mümin kabrinden çıkınca ameli ona en güzel şekilde görünür. Mümin ona kim olduğunu sorar, o da, «Ben senin dünyadaki amelinim» der. Sonra o amel onun için cennete götürücü bir nur ve rehber olur. Kâfir de bunun tam tersi ile kar­şılanır. Öyle ki kâfirin ameli kendini ateşe atıncaya kadar götü­rür» demiştir.

tbn'ul-Enbarî'ye göre ayet şöyle anlaşılabilir: Allah, birtakım özellikler, latifeler, kalplerini nurlandiracak, şek ve şüpheleri sö­küp atacak basiretler vermek suretiyle onların hidayetini artırır veyahut onları bu sayede hidayet üzerinde sabit kılar.

Bazılarına göre de, ayetin mânâsı şu şekildedir: «Rableri on­ları imanları sebebiyle dinlerine iletir.»

Tenvir'ul -Mikbas'da mezkur ayet-i kerime, «Kur'an'a ve Hz, Muhammed'e iman eden ve taatleri işleyenler bu sayede cennete gireceklerdir» şeklinde yorumlanmıştır.

Kadı Beyzavî, Nesefî ve Hazin'in yorumlarından anlaşıldığı­na göre tek başına iman hidayetin sebebidir. Salih ameller ise tamamlayıcı görevi görürler. Tenvir'ul-Mikbas'ta ise kesin bir ta­vır takmılmamıştır. Şevkanî, «Feth'ul-Kadir» adlı tefsirinde ayete şöyle bir mânâ veriyor: «Rableri onlara salih amel ile birleşmiş bulunan imanları sebebiyle hidayet verir ve onlar bu hidayetle-riyle cennete varırlar.» Yani ona göre, salih amel olmaksızın iman, kurtuluşa sebep olamaz.

Zemahzerî ise Keşşafında, bu ayeti tefsir ettikten sonra şöy­le der: «Şayet kulun tevfike ve hidayete müstehak olmasına se­bep olan ve kul için kıyamette nur bulunan imanın, salih amelle birlikte bulunan iman olduğuna, buna karşılık salih amel ile bir­likte bulunmayan imana sahip kimsenin ise, muvaffak olamadığı­na ve onun nuru bulunmadığına bu ayetin delâlet ettiğini öne sürersen, durumun senin dediğin gibi olduğunu söylerim. Çün­kü Allah Teâlâ sılayı iman ile ameli bir araya getirerek hazfetmistir. Öyle ki sanki Allah Teâlâ, «Kuşkusuz o kimseler iman ile amelin arasını birleştirmişler» dedikten sonra, «Rableri onları kendisine salih amel eklenen imanları sebebiyle hidayet etmiştir» diye buyurmuş olmaktadır. Bu ise çok açıktır.

Zemahşerî'nin bu yorumundan anlaşıldığına göre, tek başı­na olan iman yarar sağlamaz ve kurtarıcı da olamaz.

Reşid Rıza ise şunları söylüyor : Allah Teâlâ onların imanlany-la hidayet olunduklarının haberini vermiş ve sadece imanı bu hi­dayete sebep kılmıştır. Çünkü insanı bu hidayete mazhar kılan imandır. Böylelikle Reşid Rıza, tek başına imanın kurtuluşa ve­sile olacağını kabul etmektedir,  [11]

Alusî ise Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde Zemahşerî'nin yorumu-nu benimsemiş ve onu tenkid edenlere cevap vermiştir. Alusî, sa­lih amelle birlikte olan imanın kurtuluş sebebi olduğunu söyle­dikten sonra, delil olarak şu ayeti gösterir: «O kimseler ki iman etmişler ve imanlarına zulmü karıştırmamışlar dır. İşte onlar için güvenlik vardır. Doğru yolda olanlar da onlardır.» (En'am: 82)

Kısaca, ifadenin zahirine bakılıp, bu hususta varid olan riva­yetler dikkate alındığında, salih amelle birlikte olan imanın kur­tuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak imanın gerçeğini ir­delediğimizde, Menar sahibinin de dediği gibi insan, kişiyi salih amellere sevkedenin iman olduğunu düşündüğünde, Beyzavî ve onun gibi düşünen müfessirlere hak vermekten kendini alamı­yor. En doğrusunu Allah bilir. Allah bize salih amel ile birlikte iman nasip eylesin!

«Altlarından nehirler akan;» yani konaklarının altlarından ve­ya önlerinden nehirler akan.

 (10) «Bunların oradaki duaları...» Bu Ayetin Tefsin

Yani cennete giren bu kimselerin oradaki duaları; «Subhane-kellahumme» (Ey AUahım! Seni tenzih ederiz) dir. Ayette geçen «Dava» kelimesini müfessirler, her ne kadar bu kelime iddia ma­nasıyla daha yaygın bir kullanıma sahip ise de, dua manasına al­mışlardır. Bu kelime dua anlamına da gelir. Nitekim bu kelime­nin dua cinsinden olduğuna şu hadis delalet eder: «Benim duam, benden önceki peygamberlerin duası ve Arafattaici duanın çoğu şudur: «Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir. Onun ortağı yok­tur. Mülk sadece O'nundur. O her şeye kadirdir.» Ancak zahire bakılırsa «Dava»nın -dua. mânâsındaiû kullanımı mecazidir.

Tehlü, Tahmid ye Temcid'e dua da denilmiştir; zira duanm üzerine sevap terettüp ettiği gibi, bunların üzerine de sevap te­rettüp eder. Nitekim bir Hadis-i Kutsi'de, «Benim senam (övül-mem) ve hamdedilmem kulumu benden bir şeyler istemekten meşgul ederse (yani beni övmek tüm vaktini alırsa) isteyenlere verdiğimden daha fazlasım o kuluma veririm» denilmiştir. Dua 4badet mânâsına da kullanılmıştır.

Mezkûr ayet-i kerime cennette sorumluluğun (teklifin) kal­mayacağını ifade etmektedir. Yani cennette «Subhanekellahumme» demekten başka ibadet yoktur. Bu ise, bir ibadet değil, bir teş­bihtir. Onlara ilham edilir, onlar da bunu mükellef olarak değil de, bundan zevk alarak, telezzüz maksadıyla söylerler. İşte ayetin amacı, onların tüm isteklerinin bilfiil meydana geldiğini ve artık bir şey istemeye ihtiyaçlarının kalmadığını anlatmaktadır.

«Allahumme» kelimesinin aslı, «Ya Allah-Ummena» veyahut sadece «Ya Allahu» dur. Ayette nida harfi olan -Ya- hazfedilmiştir. Onun yerine de kelimenin sonuna bir -mim- harfi eklenmiştir. Yani, «Ey AUahım! Bizi hayırla kasteyleb)

«Ve (cennetlerde) birbirlerine olan dirlik temennileri selam­dır.» Yani cennetteki dirlikleri, her türlü kötülükten salim olma­ları, sağlam kalmalarıdır.

«Tahiyye» güzel hal ile ikram etmektir. Aslı, «Ehyakellahu ha-yaten tayyibeten» (Allah seni güzel bir dirilişle diriltsin) şeklin­dedir. Yani Allanın onları selamlaması «selam» kelimesiyledir. Ni­tekim Yasin süresindeki «Selamun kavlen min Rabbirrahim» ifa­desi de buna işaret etmektedir. Veyahut meleklerin selam verme­si selam kelimesiyle olabilir. Buna da «Melekler her kapıdan onlar üzerine girerler. «Sabrınızın karşılığı olarak selam» derler» (Rad: 23-24) ayetleri işaret eder.

«Duaların sonu, «Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» demeleridir.» Umulur ki müslümanlar cennete girdikleri zaman, Önceden Allah hakkında kendilerine ve­rilmiş olan ilim kendilerinde tezahür eder. Mevlânâ Şihabuddin Sünreverdi, cennet ehlinin marifetteki değişik derecelerine bazı risalelerinde değinerek şöyle demiştir:

Müminlerin avamı, cennette ilim konusunda tıpkı dünyadaki alimler gibidir. Alimler ise cennette, dünyadaki peygamber gibi olurlar. Peygamberimize cennette Rabbi hakkında verilen ilim en son hedeftir. O hedef ki, ne yakın bir meleğe ne de gönderilmiş bir peygambere verilmiştir. Mümkündür ki bu Makam-ı Mahmud olsun.

• Bana göre cennet ehlinin marifetteki değişik dereceleri ile birlikte onlar mertebeleri itibariyle sürekli murakabe edilmekte­dirler. Allah hakkındaki seyr sonsuzdur. O'nun künhüne vakıf ol­mak ise mümkün değildir. Böyle olunca da sıfatların marifetinde ki değişiklik denildiği gibi ya selbî (olumsuz) dir ki buna celal sı­fatlan denilir; zira bu hususta filan, falan şeyden uzaktır denil­miştir. Ya da gayri selbî'ĞİT îji bunlara da ikram sıfatlan denilir. Böylece «Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin ismi yüceldi» (Rah­man : 78) ayeti tefsir edilmiş olur. Cennet ehli durmadan Allah Teâlâ'nın nâtma işaret eden teşbih ile O'nu celal nâtlarıyla teş­bih ederler. O'nun vasfına işaret eden tahmid ile ikram sıfatlarıy­la O'na hamd ederler. Buradaki süreklilik örfîdir. Sayılmaktan daha fazladır. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) cennet ehlinin vasıf­ları hakkında söylediği ve Sahih-i Müslim'de yer alan «Sabah ve akşam Allah'ı teşbih ederler» (Nur : 36) ayetinin zahiri de bu hu­susu teyid etmektedir. «Sabah ve Akşam» ile kastedilen, İmam Nevevî'nin de dediği gibi sabah ve akşam miktarıdır. Ayetin za­hirinden de anlaşıldığı üzere, onlar celal sıfatlarıyla önce O'nu sı­fatlandırırlar, sonra da dualarım ikram sıfatlarıyla sonuçlandırır­lar. Çünkü ilki, ikincisinden öncedir. Çünkü tahliye (boşaltma), tenliye (süsleme)den daha öncedir. Nitekim, «Zatına benzer hiç­bir şey yoktur. O işitendir, görendir» (Şura: 11) ayeti de buna işaret eder. Bence tercih edilecek görüş, tahiyyenin faili ya Allah, ya da meleklerdir. Yani Allah'ın da onlara tahiyyesi selam, melek­lerin de onlara tahiyyesi selamdır. O zaman bu zikrî tertib, vâki tertib hasebiyledir ki bu da şöyledir:

Onlar duaya başladıklarında Allah'ı tenzih ve teşbih ederler ve onun karşılığında selamla karşılanırlar. Bu her türlü hoşnut­suzluktan salim kalmaları için yapılmış bir duadır. Yok eğer bu meleklerden ise hakikati üzerinde kalmasına hiçbir mani yoktur. Ancak buradaki istek sürekliliğe yöneltilir. Çünkü selametin te­meli onlar için meydana gelmiştir. Şayet selametin artmayı kabul ettiğini söylersek o zaman onun talebine de bu dua tercih edilebi­lir. Teşbih ve tenzihin her türlü pislikten salim kalmak şeklinde karşılanması ne büyük bir lütuftur. Çünkü mânâ bakımından bu yakın bir ihtimaldir. Ve bu insaf sahiplerine hiç de gizli değildir.

Sonra onlar dualarını, «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mah­sustur» diye sonuçlandırırlar. İşte sabah-akşam onların durum ve adetleri budur. Nitekim buna İmam Müslim'in naklettiği hadis de delâlet eder [12]

Taberî, İbn'ul-Münzır ve Ebu Şeyh; Cüreyc'den şöyle .naklet-mişlerdir :

«Bana haber verildiğine göre, cennet ehlinin yanından bir kuş geçtiğinde, canları onun etini isterse, «Ey Allahım! Seni tenzih ederiz» derler; zira onların cennetteki duaları bundan ibarettir. Bir melek de hemen onların iştihalarının çektiğin I kendilerine getirip, onlara selam verir, onlar da meleğe karşılık verirler. Bu Allah Teâlâ'nın «Oradaki dirlik temennileri selamdır» ifadesinin işaret ettiği mânâdır. Onlar ihtiyaçları kadar ondan yedikten son­ra, «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» derler. İşte bu da, «Dualarının sonu 'Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur' demeleridir» ifadesinin işaret ettiği mâ­nâdır.»

Görüldüğü gibi bu hadis tertibi zikrin, tertibi vuku hasebiyle olduğu hususunda açık bir delildir. Bu hadis Dava'nm Dua anla­mına geldiğine delâlet ettiği gibi ayrıca, «Ey Allahım! Seni tenzih ederiz» lafzının hem dua, hem istekleri ve hem de isteklerinin alâmetine delâlet eder. Bu tıpkı musallinin namaz sırasında vu-kûbulan bir olay anında «Subhanallah» demesine benzer .

Bazı rivayetlerde, «Subhanekellahumme» kelimesinin cennet ehli ile hizmetkârları arasındaki yemek hususunda bir parola ol­duğu, cennet ehli bunu söyledikleri zaman hizmetçilerin onların isteklerini karşıladığını bildirir.

tbn Merduveyh Übey bin Ka*b'dan merfu olarak şöyle bir ha­dis nakletmektedir: «Cennet ehli Subhanekellahumme dedikleri zaman, cennet nimetlerinden canları neyi çekerse o, Rablerinden hemen kendilerine gelir.»

Cennet ehlinin ihtiyaçları kadar yedikten sonra hamdetmele-ri, «Dualarının sonu, 'Muhakkak ki tüm hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur' demeleridir» ifadesinin medlulü olması nedeniyle bir gizliliği ihtiva eder.

Kadı Beyzavî'ye göre, ayetin mânâsı muhtemelen şöyledir : Onlar cennete girdiklerinde, Allah'ın azamet ve kibriyasım gördük­lerinde, O'nu temcid ettiler, O'nu celal sıfatlarıyla vasıflandırdılar. Sonra melekler afetlerden salim kalmak, kerametlerin çeşitlerini elde etmek amacıyla onlara selam verdiler (Veya Allah onlara bu şekilde selam verdi) ve onlar da Allah'a hamd ettüer, ikram sı­fatlarıyla O'nu sena ettiler.

Daha önce de söylediğimiz gibi Beyzavî'nin bu sözü de zikrî tertib hususunda zahiridir. Beyzavî daha sonra şunları söylemek­tedir: «Ahir kelimesinin dava kelimesine izafe edilmesi buna en­gel teşkil eder.» Yani bu engelin nedeni  denildiğine göre bu yoruma binaen halin ahiri olmaktadır. Kerametleri elde etmenin selamın anlamında çıkarılması zahir değildir. Ancak muhtemelen bu husustaki durum kendiliğinden anlaşılır.

Şeyhülislam Ebussuud Efendi ise bu konuda şöyle demek­tedir :

Umulur ki onlar Allah'ın kudretinin izlerinin harikuladelik­lerini gördüklerinde, rahmet ve şefkatinin hiçbir gözün görmedi-diği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbinde sudur et­mediği sonuçlarını müşahade ettiklerinde, O'nun makamını tak­dis, acizlik ve noksanlık kokularından uzaklaştırmak, O'nun kerem va'dini muhalefet sıfatlarından tenzih etmek için aSubhane-kellahumme» (Ey Allahım! Seni tenzih ederiz) derler. Dualarının sonu, «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» şeklin­dedir. Bu ise, celal sıfatlarıyla O'nu vasıflandırdıktan sonra, O'nu ikram sıfatlarıyla vasıflandırmak için söylenir. Ayetin mânâsı on­ların bu dualarmdaki lafızlarla sınırlıdır. Çünkü onlar için bekle­nen matlub bir istek olmadığından, o isteği duaların halkalarına sokmalarına gerek yoktur. Muhtemelen Tahiyyenin dua ile hatime arasına sokulmasının nedeni, meseleyi teberrük için hamd ile so­nuçlandırmaktır. Ancak bununla beraber tahiyye kesinlikle ham-din yabancısı sayılmaz.

Görüldüğü gibi Şeyhülislam Ebussuud Efendi, tahiyyenin mut­lak şekilde hamdın yabancısı olmadığı ve manen bir dua olduğunu kastetmektedir. Onun sözleri vukûî tertibin, zikrî tertibe muhalif olduğu hususunda bir delildir. Ancak tahiyyenin hamd ile hatime arasına girmesini bu şekilde yorumlamak, ehli insaf olan kimse­lere göre rağbet edilecek bir yorum olmadığı açıktır. Bununla bir­likte hem Ebussuud Efendi hem de görüşlerim zikrettiğimiz di­ğer müfessirler isim cümlelerinin yönlendirmelerinden gafil kal­mışlardır. Bunu iyi düşünün.[13]  

(11) «Eğer Allah, insanların...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «Nas» (insanlar) kelimesiyle daha önce Allah'a kavuşmayı ummayan kimseler kastedilmektedir. Çünkü bu ayet o konuyla ilişkilidir ve onların azaba müstehak olduklarına, Al­lah'ın onlara verdiği mühletin istidrac için olduğuna delâlet et­mektedir. Müslümanların burada söz konusu edilmeleri, mukabe­le bakımından ve meselenin sona erdirilmesi için arzolunmuştur.

Nitekim zamir yerine nas lafzının kullanılması, onların durum­larının korkunçluğunu vurgulamak içindir. Şeyhülislam Ebussuud Efendiye göre burada cins isim kullanılmıştır. Çünkü onların hay­rı acele istemeleri kendilerinin zikredilen vasıflarına bağlı değil­dir. Ayet ile kastedilen şudur: onlar yalanlamak ve alaya almak bakımından hayrı acele istedikleri gibi .Allah Teâlâ da şerri acele verseydi, kuşkusuz ki ecellerine hüküm verilir ve iş biterdi. Çün­kü onlar şöyle diyorlardı: «Ey Rabbimiz! Eğer bu Kur'an veya Muhammed ya da Muhammed'in sözleri senin katından gelen bir hak ise, bizim üzerimize taşlar yağdır veya elem verici bir azap gönder.»

İbn Cerir ve İbn Hatim, Katâde'den şöyle rivayet etmektedir­ler: «Bu, —eğer kabul edilirse— kişinin nefsine ve malına isabet ettiğinde onun hoşuna gitmeyecek dualardır.»

Yine bu zatlar Mücahid'den şöyle rivayet etmektedirler: «Bu, insanoğlunun Öfkelendiğinde, çocuğuna, malına, «Ey Allahvm! Ey Allahım! Ona bereket verme. Ey Allahım! Ona lanet et» tarzında söylediği sözdür.»

Ancak bu yoruma göre nas (insanlar) umuma hamledilmiş ol­maktadır. Fakat birinci yorum daha uygundur. Nitekim, «Ayet Nadr bin Hars hakkında nazil olmuştur. O: 'Ey Allahım! Eğer bu senin katından gelen hak ise, göklerden üzerimize taş yağdır veya elem verici bir azap gönder' demiştir» şeklindeki rivayet de bu yorumu desteklemektedir.

Pahruddin Razî bu ayette değinilmesi gereken birkaç mesele olduğunu söylemektedir: [14]

 

Birinci Mesele

 

Muhtemelen bu sure nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerini ele almak ve onlara cevap vermekle başlamıştır. Birinci şüphe şu şe-

kildedir; Hz. Peygamber'in kavmi, «Nasıl olur da Allah aramız­dan Muhammed'i seçmiş ve peygamberliği ona vermiştir?» diye­rek hayret ediyorlardı, Allah Teâlâ   onların   bu   şaşkınlıklarını, «Aralarından bir kimseye vahyetmemize mi hayret ediyorlar?» di­ye defettikten sonra, Tevhid'in ve Haşr'm doğruluğuna dair delil­ler getirmiştir. Onlara verilen cevabı Hz. Peygamber'in (s.a) şu sözünde veciz bir şekilde buluyoruz: «Ben size Tevhid ve Haşr'ı ik­rar etmekle geldim ve bunun doğru olduğuna dair deliller getir­dim. Bu bakımdan benim peygamberliğimden hayret etmenize ma­hal kalmamıştır.» İkinci şüphe ile ilgili olarak insanlar şöyle söy­lüyorlardı: «Ey Rabbimiz! Eğer Muhammed'in sözleri ve peygam­berlik hususunda söyledikleri doğruysa, üzerimize gökten taş yağ­dır veya elem verici bir azap indir.» Allah Teâlâ bu şüphenin defi için işte bu ayeti indirmiştir. Nitekim bazı kimseler bu ayet ile il­gili olarak başka açıklama ve yorumlar ileri sürmüşlerdir. Kadı Beyzavî'ye göre, Allah daha önce va'd ve vaîd'ini açıkladığında, O va'd ve vaîd'in bu dünya hayatından sonra olduğuna delâlet eden delili de getirmiştir. Çünkü onların dünyada olmaları, teklifin kal­masına mani gibidir. Keffal'e göreyse, Allah  kafirleri;  «Allah'a kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı ve onunla mutmain olanlar, Allah'ın ayetlerinden gafil bulunanlar» şeklinde nitelen­dirdiği ve peygamber onları korkuttuğu zaman, onların bilgisizlik ve ahmaklıklarından azabı acele istediklerini beyan etmiştir. [15]

 

İkinci Mesele

 

Allah Teâlâ birçok ayette müşrikleri onlar dünyada iken azap­la tehdit ettiğinde, onların «Ey Rabbimiz! Bu doğruysa ve senin katından gelmişse üzerimize taş yağdır veya elem verici bir azap gönder» dediklerini beyan ettiler. Nitekim başka bir ayette, «Bu isteyen başlarına gelecek azabı istedi» (Mearic: 1) diye buyurul-muştur. Bu ayette ahiret azabıyla tehdit edildiklerinde «Bu ne zaman olacak?» dediler. İşte bu ayetten sonra mezkur surede Allah Teâlâ, «Onlar, 'eğer doğru iseniz bu va'd ne zamandır?' der­ler» diye buyurmuştur. Bad suresinde ise, «İyilikten önce kötülüğü isterler» diye buyurulmuştur. Böylece Allah Teâlâ, onlar için kö­tülüğün acele olarak kendilerine ulaşmasında hiçbir yararın bu­lunmadığım açıklamıştır. Çünkü Allah'ın onlara cezayı hemen uy­gulaması halinde, onlar ölüp, helak olacaklardır. Zira onların dün. yadaki yapılan buna tahammül edemez. Onların Öldürülmelerin­de de iyi bir taraf bulunmamaktadır. Çoğunun iman etmesi veya sülblerinden bir mümin çıkması ihtimal dahilindedir. Bu sebep ise kötülüğün onlara   hemen verilmemesini gerektirmektedir. [16]

 

Üçüncü Mesele

 

Terkib bakımından ayetin lafzında işkal (problem) vardır. Şöyle ki: Ta'cil karşılığında isti'cal kelimesi kullanılmıştır. Oysa Ta'cil'e karşılık ta'cil, isti'cal'e karşılık da isti'cal'in. kullanılması gerekirdi. Bu husus birkaç yönden cevaplandırılmıştır:

a) Keşşafta   şöyle   demliyor:   Bu   kelimenin aslı ve esası, «Eğer Allah Hayn acele verdiği gibi, şerri de acele vermiş olsay­dı...» şeklindedir. Ancak, «İsti'calehum bi'l-hayri» lafzının, «Ta' cilehum el-hayra» lafzı yerine konulması Allah Teâlâ'mn süratle onların hayr isteklerini yerine getirdiğine, taleplerini karşıladığı­na delâlet eder. Öyle ki adeta onların hayrı acele istemeleri, hayrın onlara acele verilmesi gibidir.

b) Bazıları bu ifadeyi gramatik bakımından farklı yorumla­mışlardır,   Ancak bu yorumların gramer ilmiyle ilgili olması, on­ların Türkçede hakkıyla ifade edilmesini zorlaştırmakta, belki de gayrı mümkün kılmaktadır. Bu bakımdan biz, ilgilenenlerin tesirlere başvurmalarını tavsiye ederek, meseleyi burada noktala­mayı uygun gördük. [17]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayet'i Kerime'de azap, kelimesi «Şerr» ile karşılanmıştır. Çünkü azap, azabı çeken kimse için eziyet ve şerr'dir. Nitekim başka bir ayette de azaba, «seyyie» denilmiştir. [18]

 

Beşinci Mesele

 

Müşriklerin hayrı acele istemelerinden maksat, şiddetli olay­ların vuku anmda, bu olayları defetmesi için Allah'a (c.c.) yalva­rır olmalarıydı. Birçok ayette onların bu davranışları nakledil­mektedir. Mesela: «Size bir zarar dokunduğu zaman, hemen Al­lah'a sığınıyorsunuz.» (Nahl: 53), «İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bizi çağırır.» (Zümer: 49) gibi ayetler bunu ortaya ko­yar. [19]

 

Altıncı Mesele

 

Allah'ın kendileri hakkında azgınlık ve şaşkınlıklarına hükmet­tiği kimselerin böyle olmaları mümkün değildir. Çünkü aksi tak­dirde, Allah Teâlâ'mn doğru haberi yalan, ilmi cehalet, hükmü bâ­tıl olur. Tüm bunlar Allah Teâlâ için muhal olacağından, hüküm bu şekilde olacaktır. Sonra bununla birlikte Allah onları mükellef kılmıştır ki bu mükellefiyet de iki zıddı bir araya toplama tekli­fi yerine cari olmuştur. [20]

(12) «İnsana bir zarar dokunduğunda...»

Bu Ayetin Tefsiri

İnsanlar   kendilerine   hastalık,   fakirlik ve bunun gibi zarar cinsinden daha başka zararlar dokunması halinde böyle davranırlar. Veyahut mutlak bir zarar kendilerine isabet ettiğinde, o za­rarı defetmek ve kaldırmak için —yanları üstüne yatarken, ayak­ta dururken ya da otururken  bizi çağırırlar. Yani insanoğlu bu durumlarda umumiyetle Allah'ı çağırır. Ayette açıkça bilinen hal­ler sıralanmıştır. Çünkü insanoğlu çoğu zaman ya yan üstü ya­tar, ya oturur veya ayakta durur. Yoksa-zararın tüm hallerinde ona isabet edeceği anlamına gelmez bu. Mümkündür ki bu haller tüm insanlar üzerine dağıtılmış olsun. Yani, bazı insanlar yan yatarken kendilerine isabet eden zararın kaldırılması içil Allah'ı çağırır, bazıları otururken, bazıları da ayakta iken...

Birçok kimse bu haller ile kastedilenin, zarar sınıflarının ge­nelleştirilmesi olabileceğini öne sürmüştür. Çünkü zarar sınıfları ya hafif olur ve insanın ayağa kalkmasını engellemez ya orta dere­cededir kişinin oturmasına mâni olmaz da gezmekten ahkoyar ya da şiddetlidir hem oturmaktan hem de ayakta durmaktan men-eder.

«Zaran ondan giderdiğimde ise, sanki kendisine dokunan bir zararı kaldırmaya bizi hiç çağırmamış gibi davranır», yani kendi­sine isabet eden zararı bizi çağırdıktan sonra söküp attığımızda hastalıktan önceki halinin üzerine devam eder gider, belâlı halini unutur. Ya da dua makamından geçtiği halde, devam etmeyi unu­tur. Öyle ki adeta zarara uğradığı sırada çağırdığı Zat-i Kibriya'yı unutmuş (dua etmemiş) bir hale gelir. Nitekim Allah Teâlâ, aye­tin devamında, «Sanki bizi hiç çağırmamış gibi» şeklinde bir ifa­de kullanmıştır. Görünüşe bakılırsa ayetin ortaya koyduğu du­rum, insanoğlunun genel bir vasfıdır. Yani insan denen varlık iş­te böyle nankördür. Ya da bu sadece insanlardan kafir olanların bir özelliğidir. Çünkü kafirlerden bazıları bu özelliklere sahiptir.

«îşte böylece aşırı gidenler için işledikleri süslü kılınmıştır» cümlesi, söz konusu edilen özelliklere sahip olan kimseler için yap­tıklarının süslü kılındığını anlatmaktadır. Yani zikirden yüz çevirmeleri, duadan kaçınmaları, şehvete başlarına kadar gömülme­leri, kendilerine süslü görünmüştür. İşte bu yüzden tüm bunları yapmaktadırlar.

«Müsrifine,» -israf- kökünden gelmektedir ve mânâsı aşırı git­mek, haddi aşmak demektir. Aşın giden kimselere müsrif den­miştir. Çünkü Allah Teâlâ bu kimselere sezgi ve kuvveler vermiş­tir ki, bu verilenleri yerli yerinde, salih ameller ve ilim doğrul­tusunda kullansınlar. Oysa onlar sezgi ve kuvvelerini uygun olma­yan yerlerde kullanmaktadırlar. Kendilerinin tüm sermayelerinin bu olduğunu bilmeden müsrif bir şekilde sermayelerini bitirip-tü-ketiyorlar. [21]

 

Nankörlük

 

«Zuyyine» fiili meçhuldür. Faili ise, ya Allah Teâlâ, ya da la-netlik olan şeytandır. Failin Allah Teâlâ olması durumunda, sırf kötü tercihlerden dolayı Allah onlara yaptıklarını süslü göster­miştir. Yok eğer fail şeytan ise, zaten onun görevi saptırmak ve dalâlete götürmektir. Bu ayetin 11. ayetle olan ilişkisi; 11. ayette takrir edilen serden, 12. ayette takrir edilen zarardan kurtarıldık­tan sonra kafirlere istidrac yoluyla mühlet vermekten ibarettir.

Ayrıca ayette, refah, zenginlik, sıhhat zamanında duadan ka­çınma, hastalıkta, şiddetli bir durumda Allah'a yalvarmaya kalkı­şıp, dua eden bir kimsenin yerilmesi, zemmedilmesi söz konusu edilmiştir. Çünkü olgun bir insanın durumuna uygun düşen hem zenginlikte ve sıhhatte iken hem de fakirlik ve hastalıklarda Al­lah'a yalvarmaktır. Böyle bir durumda Allah'a yapılan duaların kabulü kesindir. Çünkü bir hadiste, «Refah, zenginlik ve sıhhat içinde olduğun bir zamanda Allah'a yalvar ki O da sıkıntılı oldu­ğun bir zamanda seni tamsın ve duam kabul etsin» denilmiştir.

Ebu Şeyh, Ebu Derda'dan şöyle rivayet etmiştir: «Zengin v sıhhatli iken Allah'a yalvar ki, zarar ve sıkıntı içinde olduğun günlerde o senin duanı kabul etsin.»

Hakim'in Selman-ı Farisi'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Allah tarafından şiddetli anlarda, sıkıntılı, dö­nemlerinde duasının kabul edilmesini isteyen bir kimse, hasta de­ğilken, zengin ve sıkıntısını geçirdiği dönemlerde Allah'a çokça yalvar sın.» (Tirmizi, bu hadisi Ebu Hüreyre'den rivaj'et etmiştir.)

(13) «Andolsun ki sizden önceki...» Bu Ayetin Tefsiri

«El-Kurun» kelimesi, -Karn-ın çoğuludur. Her asrın ehline «Kam» denilir. Buradaki «Karmûar ile kastedilen Nuh, Ad ve Se-mud kavimleridir. Bir dönem halkına eşit ve beraber anlamında da «Karn» denilmiştir; zira onlar amellerinde ve durumlarında birbirlerine eşit haldeydiler.

Daha önce de geçtiği gibi bazılarına göre, «Bir Karn kırk se­nedir, bazılarına göre «seksen,» bazılarına göre de«yüz» senedir. Bazıları ise -Kam- ile mutlak zamanın kastedildiği görüşündedir­ler. Alusî burada ilk mânâyı tercih etmektedir. Ancak müfessir-Ierin çoğu 'Karn'm. yüzyıl mânâsında kullanıldığı hususunda görüş birliği içindedir. Hz. Peygamberdin (s.a), «Karn'lann en hayırlısı benim karn'ım sonra da onun peşinden gelenlerdir» şeklindeki hadisinde geçen «Karn»lann yorumunda ihtilaf edilmiştir.

«Sizden önceki» ifadesi ile, «Sizin zamanınızdan önceki» de­nilmek istenmiştir. Ayetteki hitap öncelikle Mekkelileredir. Allah Teâlâ'nın önce onları gaib sigalarıyla, üçüncü şahıs zamirleriyle zikredip, sonra aniden konuşmanın biçimini hitap sigasına dö­nüştürmesinin nedeni, tehdidin şiddetli olduğunun anlaşılması içindir.

«Peygamberi kendilerine açık deliller getirdikleri halde, zul­me saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için helak ettik» cüm­lesi, onların zulümdeki aşırılıklarının, bilgisizlikteki ileri gidişle­rinin ne denli çok olduğunu beyan eder. Bazı müfessirler zulmün burada sadece peygamberleri yalanlamak olmadığını, ifadenin zulmün tüm yönlerini kapsadığım Öne sürmüşlerdir.

«İşte böylece biz mücrim olan bir kavmi cezalandırırız» cüm­lesi, mücrim olan her topluluğun cezalandırılacağım içerdiğine göre, ayet tüm nesilleri kapsamaktadır.

Kısaca ayette, onların Allah tarafından helak edilmelerinin sebebi iki noktada toplanmaktadır. Biri peygamberleri yalanlamış olmaları, diğeriyse yetenekleri bozulduğundan ve Allah'ın da yar­dımı olmadığından iman etmeye muvaffak olamamaları.

Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde ikinci sebep ile ilgili olarak Allah Teâlâ'nın onlara hüccet gelip, peygamberler gönderdikten sonra -mühlet vermenin hiçbir yararının olmadığını bildiğini ve bu yüzden onları helak ettiğini söylemektedir.

Beyzavî'ye göre, onların helak olmasının nedeni, Allah'ın onla­rın küfür üzerine öleceklerini biliyor olmasıdır. İmansızlığın Haz-lan (Allah'ın yardımından mahrum olmak) ile nitelendirilmesi bi­linmektedir. Fakat «ilim malûma tâbidir» kuralıyla Beyzavî'nin yukarıdaki tahliline neden olarak gösterdiğine karşı çıkılmıştır. Beyzavî'nin tefsirine şerh yazan kimseler bu itirazı kaldırmak için oldukça çaba sarfetmişlerdir. Ancak bu gayretlerin ne denli ba­şarılı olduğunu Allah'a havale etmekle birlikte, okuyucuları sarih­lerin yazdıklarını okumaya davet ediyoruz.

Bazı müdekkiklere göre, «ilim malûma tâbidir» kuralının an­lamı, Allah'ın ezelde hades ve belli malûmu bilmesi, ilmin de o mahiyette tâbi olmasıdır. Yani ilmin hususiyeti ve bu ilâhi ilmin diğer ilimlerden ayrılması ancak Allah'ın bu mahiyeti bilmiş ol­duğu itibariyledir. Mahiyetin varlığına ve layezel'de fiilin sahaya çıkmasına gelince, bu mahiyete tâbi olan ezelî ilminin tabiidir. Ya­ni Allah Teâlâ ezelde bu hususiyet üzerine mahiyeti bildiğinden dolayı, bu mahiyetin tahakkuk etmesi ve layezel'de bu hususiyet üzere var olması gereklidir, O halde onlann küfür ve İmansız­lık üzere ölmeleri, Allah'ın ezelî ilmine tâbidir. Onların var olma­ları da o ilme tâbidir. Bu hususta şüphe yoktur. Bu Ehli Sünnet' in mezhebidir. Bu yorumla çözülmesi zor olan birçok problem çözülmüş olur.

Mevlânâ Şeyh İbrahim el-Guranî'ye göre, ilmin malûma tâbi olmasının mânâsı şudur: İlim malûma bağlıdır. Onu Özelliğiyle belirttiğidir.

Mezkur ayette Mekkelilere şiddetli bir tehdit, korkunç bir va'd vardır. Çünkü Mekkeliler ve helak olanlar, helaki gerektiren se­beplerle ortaktırlar. Bu takrirden anlaşıldı ki«Kânû» fiilindeki za­mir «Kurun» kelimesine racidir. Mukatil, bu zamirin Mekkelilere raci olduğunu söylemişse de, önceki yorum daha açıktır. Yine Mukatil mücrim topluluk ile Mekkeliler'in kastedildiğini öne sür­müş ve ism-i zahir burada hitap zamiri yerine konulmuştur. Bu ise onların suç işlemekte belirli noktalar gibi olduklarım göste­rir.

«Kavm» (topluluk) kelimesinin zikredilmesi bu azabın on­ların kökünü kazıyıcı bir nitelikte olduğuna delâlet eder. Bun­dan anlaşıldığına göre burada benzetme esas alınmıştır. Çünkü ayetin anlamı : «Sizden öncekilerin cezalarına benzer bir tarz­da Allah sizleri cezalandıracaktır» şeklindedir.

(14) «Sonra onların ardından...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha önceki ayetler üzerine değil, «Andolsun ki sizi helak ettik» ayetinin üzerine atıftır. Yani haberlerini dinlemekte ve izlerini görmekte olduğunuz o nesilleri helak ettikten sonra sizleri yeryüzünde halife kıldık ki nasıl davranacağınızı görelim.

Müdekkik alimlerden bazıları «Keyfe» kelimesinin anlamını hal- ve özellikleri sormak olduğunu, zatları ve başka şeyleri sor­mak olmadığını söylemişlerdi. Bu ayetteki soru da, onların hal ve amellerini sormak anlamındadır. Yani Allah, onların hal ve amellerini sormaktadır. Amellerin sorulması ise, ancak güzel veya çirkin, iyi veya kötü olmak bakımındandır. Dolayısıyla «Keyfe» burada mecazi olarak değil gerçek mânâda kullanılmıştır.

«Nazar)) kökünden gelen «Nenzure» kelimesi ise, ilim karşı­lığında mecazen kullanılmıştır. Bazıları «burada ilim malûm mâ* nâsındadtr» diye iddia etmişlerdir. Ancak bu yorumlardan hangi­si esas alınırsa alınsın, Allah Teâlâ'nm onları halife kılmazdan Ön­ce amellerini bilmediği gibi bir anlam çıkmaz. O daha önce de biliyordu. Ayrıca nazar'ı, ilim ile tefsir etmenin temeli rüyetır, yokluğu üzerine kurulmamıştır. Bu iddia, bazı Kaderilerin iddia­sıdır. Onlar: «Allah ne görür, ne de görülür)) derler. Biz ise: «Al­lah hem görür, hem de görülür» diyenlerdeniz. Delildeki şartlar aklî şartlar değüdir. Rüyet ilme mugayir bir vasıftır. Semi' de böy­ledir.[22]  

 

Meal

 

15- Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar, «Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu de­ğiştir» derler. De ki:  «Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değildir. Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Kuşkusuz ki eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korka­rım.»

16- De ki: «Eğer Allah dileseydi onu size okuyamazdım ve Allah da onu size bildirmezdi. Çünkü bundan önce aranızda bir ömür boyu durdum. Acaba hâlâ düşünmüyor musunuz?»

17- Acaba yalan yere, Allah'a iftira atandan veyahut ayet­lerini yalanlayanlardan daha zalim kim vardır? Kuşkusuz ki müc­rimler felah bulamazlar.

18- Onlar Allah'tan başka,  kendilerine zarar vermeyen ve yarar sağlayamayana ibadet ederler. «Bunlar Allah katında bizim şefaatçimizdirler» derler. De ki: Siz Allah'a gökte ve yerde bilme­diği bir şeyi mi haher veriyorsunuz? O'nu tenzih ederiz. O şirk koştuklarınızdan yücedir».

19- İnsanlar ancak bir ümmettiler. Sonra ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden bir kelime (söz) geçmiş olmasaydı ayrılığa düş­tükleri konuda mutlaka aralarımla hüküm verilirdi.

20- Derler ki: «Niçin Rabbinden onun üzerine bir ayet (mu­cize)   inmedi?  De ki:  «Gayb ancak Allah'ındır. Siz bekleyip du­run. Kuşkusuz ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.[23]

 

Rivayet Ve Dîrayet Tefsiri

 

(15) Onlara ayetlerimiz açıkça...)) Bu Ayetin Tefsiri

«Ayât» (Ayetler) kelimesi -ayetin çoğuludur. Bu ayetlerden maksat, Tevhid'in varlığına, Şirk'in bâtıllığma delâlet eden ayet­lerden olmalarıdır. Bazıları burada, lafzın umumi olduğunu söy­lemişlerdir. Ayet kelimesinin Allah'ın zâtına izafe edilip, «Ayet­lerimiz» şeklinde ifade edilmesi, ayetlerin yüceliğini, onlara iman etmeyi ve onları yalanlamaktan kaçınmayı ihsas etmek içindir. Ayetteki «beyyinat» kelimesi ise hâldir. Yani, «O ayetler açık oldu­ğu halde, kendilerinde herhangi bir kapalılık ve inüşkilat bulun­madığı halde, onlara okunduğunda, bize kavuşmayı ummayanlar; 'Bundan başka bir Kur'an getir' veya 'Bunu değiştir' derler.»

«Bize kavuşmayı ummayanlar» ile kastedilen Haşr ve Hesab gününden korkmayan ve sevap beklemeyen kimselerdir. [24]

 

Kur'anda Değiştirilmek İstenenler Nelerdir?

 

Katâde, «Bize kavuşmayı ummayanlar» ifadesiyle müşriklerin kastedildiğini söylemiştir.

Ayette geçen «Getirmek» ile «Değiştirmek» ifadeleri arasın­daki fark şudur : Eğer «Getirmek» olursa, mevcut Kur'an'ın ta­mamen kaldırılması istenmiş olur. «Değiştirmek» olursa, onunla birlikte başkasının da getirilmesi istenmiş olur. Bu ifade üç şe­kilde yorumlanmıştır.

a) Onlar Hz. Peygamber'den, va'dleri vaid'e (tehdide), vaîdi va'de helali harama, haramı ise helale çevirmesini istemişlerdi.

b) Onlar Kur'an'dan, kendi ilahlarım kötüleyip, akıllarıyla alay eden ayetlerin çıkarılmasını istemişlerdi.

c) Onlar Kur'an'daki Haşr ve Kıyamet ile ilgili ayetlerin çı­karılmasını istemişlerdi.

Birinci şıktaki görüş Taberî'ye, ikincisi İbn İsa'ya, üçüncüsü ise Zeccac'a aittir.[25]  

Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre, onlar Hz. Peygamber' den bunu vahiy yönünden istemiş olmalıdırlar. Çünkü Mukatü'den rivayet edildiğine göre; ayet Abdullah bin Ümeyye el-Mahzunî, Ha-lid bin Muğire, Mukarrez bin Hafs, Emr bin Abdullah Ebi Kays el-Amirî, As bin Amr bin Hişam adlı beş kişi hakkında nazil ol­muştur.

Adı geçen bu kimseler Hz1. Peygamber'e şöyle bir teklifte bu­lunmuşlardı: «Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan bu Kur' an'dan başka bir Kur'an getir ki orada, 'Lat, Uzza, Menut'a ibade­ti terkedin' diyen ve bu gutları ayıplayan bir ayet bulunmasın. Eğer Allah sana böyle bir şey indirmemiş ise, sen bunu kendili­ğinden uydur veya bunları değiştir. Azap ayetinin yerine rahmet ayetini geçir. Haramın yerine Helal'i, Helalin yerine de Haram'ı koy!..»

(16) «De ki; «Eğer Allah dileseydi...» . Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet de diğerleri gibi Kur'an'ın gerçekliğini ve Allah katın­dan geldiğini isbatlayan ayetlerdendir. Onların tekliflerini açık bir şekilde reddettikten sonra bu ayet inmiştir. Ayetin başında durumun şanına fazlasıyla itina gösterildiğini açıklamak için, müstakil emir sigasi olan «Kul» (De ki) lafzı getirilmiştir. Bura­da kastedilen bunun anlam ve üslûb bakımından müstakil oldu­ğunu bildirmektir. Çünkü bu ayet, bunun Allah'ın emr ve dileme­siyle olduğunun burhan ve delilidir. Bu takdirde mânâ şöyle an­laşılır: «Ey Muhammedi De ki! Tüm işler Allah'ın dilemesine bağ­lıdır. Benim onda hiçbir müdahalem bulunmamaktadır. Eğer Al­lah onu size okumamı, sizin onu benim aracılığımla idrak etme­nizi istemeseydi, onu size okumamı bana emretmeseydi, size onu okuyamazdım. Ve benim aracılığımla bildirilmezdi.» Böylece an­laşılmıştır ki Hz. Peygamber'in Kur'an okuması ve onlara onun aracılığı ile Kur'an'ın bildirmesi Allah'ın dilemesiyle olmuştur.

Ebi Rebia'nın İbn Kesir'den rivayet ettiğine göre, «Veledra-kum» tekid lam'ı ile okunmuştur. Bu takdirde ayetin mânâsı şöy­le olur: «Eğer Allah dilemeseydi, ben Kur'an'ı size okuyamazdım. Kesinlikle Allah, Kur'an'ı benden başkasının diliyle size bildirir­di. Yani Kur'an öyle bir haktır ki, onda zerrece şüphe bulunmaz. Ben onu tebliğle görevlendirilmiş olmasaydım bile onu, size teb­liğ etmek için benden başkası getirecekti.» Burada -lam-ın getiril­mesi, Hz. Peygamber'den (s.a) başkasıyla o Kur'an'ın onlara bil­dirilmesinin yokluk bakımından daha şiddetli ve daha kuvvetli olduğuna delâlet eder.

«Umren» kelimesi müddet, süre anlamındadır. Yani; «Ben aranızda, (kırk sene gibi) uzun bir süre durdum. Siz ahvalimin ayrıntılarını dahi ezberlediniz, yaptıklarımın ve konuştuklarımın tamamına vakıfsınız. Bu ise, Kur'an nazil olmadan öncedir. Acaba bu durumu hiç düşünmüyor musunuz? Hiç akletmez misiniz? Oy­sa bu kelamın benden sadır olmadığını, bilakis Allah katından gel­diğini akl-ı selim sahibi ve doğru bir düşünme yeteneği olan bir kimse hemen anlayabilir.»

Öyle ki aklı az olan bir insan bile Hz. Peygamber'in (s.a) bu durumunu düşündüğünde, uzun zaman onların arasında büyüyüp, yetiştiğim gözonüne alıp, hiçbir suretle herhangi bir alimle bir araya gelmediğini hesaba katar, hiçbir bilim dalında hiçbir bilgin­den ders almadığını, hiçbir mecliste, hiçbir yarışmada güzel ko­nuşan kimselerle karşılaşmadığını idrak ederse, tüm bunlardan sonra bir de, getirdiği kitabın fesahatin doruğunda olduğunu, o Kitab'm Araplar içerisindeki en fasih insanları dahi şaşkınlıkta bıraktığım, çeşitli bilimsel alanların inceliklerini kapsadığını bir düşünse, onun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber oldu­ğunda zerrece kuşkusu kalmaz.

(17) «Acaba yalan yere, Allah'a iftira...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki soru biçimi, istifham-ı inkariyyedir. Yani mânâ; «Yeryüzünde böyle davranandan daha zalimi yoktur» şeklindedir. Bu ayet bir önceki ayetle ilişkilidir. Maksat Hz. Peygamber'e (s.a) nisbet edilen, «O Allah'a iftira ediyor» şeklindeki ithamı uzaklaş­tırmak, Hz. Peygamberi bundan tenzih etmek ve Kur'an'ı yalan­layan müşriklerin zulümlerini ortaya sermektir.

Ayette «Keziben» (yalan) kelimesi kullanılmıştır. Oysa «îftû ra»da yalan olarak meydana gelmektedir. Bunun nedeni, müşrik­lerin zımnen Hz. Peygamber'e (s.a) nisbet ettikleri ve açıkça Hz. Peygamber'e (s.a) yüklemeye çalıştıkları şeyin, Allah adına uydurulmuş bir iftira olduğu kadar, aynı zamanda büyük bir yalan olduğunu ilan etmek istenmesidir. Çünkü birçok iftira var ki sa­dece isnadında yalan bulunur. Halbuki bunun hem isnadında, hem de bizzat kendisinde yalan bulunduğundan, bunu isbat etmek mak­sadıyla Keziben kelimesi getirilmiştir. Ayetin başındaki  harfi ise bu ayet diğer ayetle olan ilişkisini belli ediyor. Yani Kur'an Allah'ın emr ve düemesiyle meydana gelmiştir. Hal böyle olunca bir söz uydurup, bunu Allah'a nisbet ederek iftira atan ve «Bu Al­lah kalındandır» diyen, yine ayetlerin bazılarını değiştirerek, Al­lah'ın ayetlerini yalanlayan kimse, zalimlerin zalimidir.

Bazılarına göre, bu ayet ile müşriklerin Allah'a iftira atmaları sebebiyle kendilerinin zulümlerini gözler Önüne sermek kastedil­miştir. Çünkü onlar «Allah'ın ortağı var,» «Çocuğu var» diyorlar­dı. Bu da onların Allah'ın ayetlerini yalanladıkları anlamına gelir. Dolayısıyla ayet daha önceki ayete bağlıdır ki bu takdirde mânâ şöyle olur : «Ben Allah'a iftira etmedim. O'nun adına yalan da söylemedim. Benim böyle bir şey yapmadığıma dair delil de bu­lunuyor. Fakat siz böyle bir şey yaptınız. Zira, Allah'ın çocuğu, ortağı olduğunu söylediniz. Allah'ın peygamberini de, pey­gamberin Allah katından geldiğini de yalanladınız,» veya­hut ayet, «Sizden Önceki nesilleri zulmettiklerinde helak ettik» ayetine bağlıdır. Ancak şu şartla ki; «Sonra sizi halifeler kıldık» ayetiyle «Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğunda...» ayeti, Hz. Peygamber'in (s.a) kendilerine peygamber olarak gönderildiğini, müşriklerin daha öncekilerin adetlerine uygun olarak reddettik­lerine işaret etmektedir. Çünkü daha öncekiler de Allah'ın ayetle­rini yalanlamış ve peygamberlerini tekzip etmişlerdir. Bu ise müş­riklerin kıssalarının bitirilmesinden sonra, tekrar o kıssaya dön­mek demektir.

«Kuşkusuz ki mücrimler felah bulmazlar» cümlesi yalan yere Allah'a iftira atanların ve Allah'ın ayetlerini yalanlayanların tali-lidir, yani nedenidir.

îkrime'den rivayet olunduğuna göre, Nadr'ın «Kıyamet Günü geldiğinde Lat ve Uzza bana şefaat edeceklerdir» demesi üzerine Allah bu 17. ayeti nazil etmiştir. (İbn ebi-Hatim)

(18) «Onlar Allah'tan başka...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet onların ikinci bir suçunu hikâye etmektedir. Bu ayet 15. ayetin üzerine atıftır. Yani birkissamn diğer bir kıssa üze­rine atfı kabilindendir. [26]

 

Putperestlik

 

«Allah'tan başkasına ibadet ederler» ifadesi onların Allah'a karşı ibadeti tamamen terkettikleri anlamındadır. Çünkü şirk ile. birlikte yapılan ibadet ne olumludur ne de sahih. Veya ibare şöy­le de anlaşılabilir: «Onlar sadece Allah'a ibadet etmekle yetinmez­ler.» Yani onlar başkalarına ibadet etmekle Allah'a ibadeti aynı görürler.

Ayetteki «Ma» (o şey ki) kelimesi putlara işaret eder. O put­ların ne zarar ne de yarar getiremedikleri, onların buna güç yeti-remeyişlerindendir. Çünkü onlar cansızdır.

Bazılarına göreyse, «Onlar zarar vermezler» ifadesi ile, müş­riklerin o putlara ibadeti terketmeleri halinde o putların kendile­rine bir zarar veremeyeceklerine delâlet eder. Yine onlara ibadet etseler bile, o putlar kendilerine bir yarar sağlayamazlar.

ffiltonin putlar dışında meleklere, Hz. İsa'ya ve kendilerine tapılan her şeye işaret etmesi de mümkündür. Ancak Arapların sadece putlara taptıkları ve ayetin de zaten bu durumu kınamak maksadıyla nazil olduğu bilindiğinden, burada putlara işaret edil­diği daha zahirdir. Nitekim Taif halkı Lafa, Mekkeliler Uzza'ya, Menat'a, Hübel'e, İs'af'a ve Naile'ye ibadet ederlerdi.

«Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdirler» cümlesi hakkında İkrime'den rivayet olunduğuna göre, (daha önce de geç­tiği gibi) Nadr bin Haris'in, «Kıyamet günü geldiğinde, Lat ve Uz za bana şefaat edecekler» demesi üzerine bu ayet nazil olmuştur, (îbn Ebi Hatim). Ancak zahirden anlaşıldığına göre tüm müşrik­ler aynı şeyi söylemektedirler. Muhtemelen bu farazi ve takdirî bir yola binaen böyle olmuştur. Çünkü onlar, «Sizin iddianıza gö­re biz haşrolunur sak, Lat, Uzza, Menat, Hübel, îs'af ve Naile bize şefaat edeceklerdir» diyorlardı. Yani müşrikler yeniden dirilme­ye inanmıyorlardı.

«De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» cümlesi de müşrikleri susturmak için na­zil olmuştur. Yani, yoksa siz Allah'a varlığı olmayan ve hiçbir zaman tahakkuk etmeyecek olan bir şeyi mi (O putların Allah katında şefaatçi olduklarını mı) haber veriyorsunuz? Çünkü gayb-lan çokça bilen, ilmi tüm külliyat ve cüziyatı ihata eden Allah'ın bilmediği bir şey, hiçbir surette tahakkuk edemez.

(19) «İnsanlar ancak bir ümmettiler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani insanlar emrin başlangıcında Hak ve Tevhid üzere bir­lik idiler, aralarında ihtilaf yoktu. Bu yorum İbn Abbas, Süddî. Mücahid ve Cübbaî'ye aittir. Nitekim İbn Mesud'un 'Kıraati' de bu yorumu desteklemektedir. Onun 'Kıraati'ne göre, «İnsanlar an­cak hidayet üzere bir ümmettiler». Yani îbn Mesud'un 'Kıraati'nde «Hidayet Üzere» ibaresi vardır. Bu ise Hz. Adem döneminde Kabil'in Habil'i öldürmesinden önce idi. Bazıları bunun Hz. îdris'in, bazıları da Hz. Nuh'un dönemine kadar sürdüğünü söylemişler­dir.

Bazıları, ~«Bu Nuh'un (a.s) dönemine kadar sürdü; zira o za­man yeryüzünde hiçbir kafir kalmamıştı. Ne zaman küfür yeniden başgösterdi, bu o zamana kadar devam etti» derken, bazıları da, «Bu Hz. İbrahim'den (a.s) Amr bin Luhey zamanına kadar sür­dü. Sonra Amr putlara taptı» demektedir. Bu yorum da Atâ'dan rivayet edilmiştir. Bu yoruma göre «insanlar» kelimesi sadece Araplara mahsus kullanılmış olmaktadır, mevki itibariyle bu yo­rum daha uygundur. Çünkü bu ayet Araplardan sadır olan sap­maları sözkonusu eden ayetlerin sonrasında gelmektedir.

«Sonra ihtilafa düştüler»; yani bir kısmı kafir oldu bir kısmı da daha önceki dinleri üzerinde kaldı. Grupların biri diğerine mu­halefet etti.

«Kelime» lafzı Allah'ın insanlar arasındaki hükmünü Kıya­met Günü'ne bırakmasına veya Kıyamet Günü'nde onların arası­nı ayıran azaba işarettir. Çünkü Kıyamet Günü, ayrılma ve mükâ­fat günüdür. Yani Allah'ın bu şekildeki sözü geçmiş olmasaydı, onların aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında süratle hüküm verilirdi. Böylelikle onları hakka tabi olmak ve ihtilafları gider­mek zorunda bıraktırıcı mucizeler vuku bulurdu. Veyahut bâtılda olan helak olur, Hakk'ta olan ise kurtulurdu.

Bu ayetin önceki ayetle bağlantısı şu bakımdandır; bu ayet, önceki ayetin anlamını tekid etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ bu­rada, Tevhid'in fıtrî ve köklü bir din olduğunu ve bir zamanlar tüm insanların o din üzerine olduklarım ifade etmiştir. Şirk'in ve kollarının bir cehalet olduğu ve ancak sapık insanların bu ceha­let bataklığını meydana getirdiğini açıklamıştır.

Bazılarına göre iki ayet arasındaki bağlantı şöyle kurulabilir: Allah Teâlâ önceki ayette bir kavmin putlara ibadet etmek suretiyle fesada uğradıklarını açıklarken, bu ayette aslında şirk yolunun emrin başlangıcından beri Arapların yolu olmadığını, ak­sine önceden onların da bizzat hak din üzere bulunduklarım ve o dinde putlara ibadetin mevcut olmadığım, bunun şeytanın ilka-sı sonucunda vuku bulduğunu beyan etmektedir.

El-Kelbî'den gelen bir rivayete göre, insanların bir tek ümmet olmalarının anlamı, küfür üzere ittifak etmeleriydi ki bu Hz. İb­rahim'in (a.s) döneminde olmuştur. Bunun bir benzeri görüş de Hasan Basrî'den rivayet edilir ki ona göre insanlar Adem'in vefa­tından Nuh'un zamanına kadar bir tek ümmetti. Sonra iman eden­ler imanetti. Küfür üzerinde kalanlar ise öylece devam ettiler."

Ayetin burada getirilmesinin nedeni Hz. Peygamber'e (s.a) te­selli verilmek istenmiş olmasıdır. Adeta O'na (s.a) şöyle denmek­tedir: Sakın, imana ve tevhide davet ettiğin her şahsın davetini kabul edeceğini zannetme. Çünkü insanların hepsi küfür üzerin-deydiler. Ancak onların bir kısmı iman etmiştir. O halde sen na­sıl olur da tüm insanların iman üzere bir araya gelmelerini iste­yebilirsin?

Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir : Böyle düşünmek bir asır boyunca yeryüzünün Allah'a iman edeff ve Allah'ı bilen kimseler­den boş kaldığım ileri sürmek demektir. Oysa yeryüzünde her za­man Allah'a iman eden kimselerin bulunacağı söylenmiştir. Ancak yeryüzünün her zaman iman eden bir kimseden hali kalmadığı hükmü doğru değildir. Çünkü bazı rivayetlerde, kıyametten Önce insanlar arasında «Allah» diyen kimsenin kalmayacağı bildirilmiş­tir. Bu rivayetin doğru kabul edilmesi halinde, küfür üzere ittifak ile kastedilenin çoğunluğun ittifakı olduğu anlaşılır.

(20) «Derler ki: Niçin Rabbinden...»Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayette müşriklerin bir diğer cürmü daha gözler önü­ne serilmektedir. Ayette söz konusu edilen -ayet- lafzı, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın mucizeleri türünde Hz, Peygamber'den istenen mu­cizeler karşılığında kullanılmıştır. Mucizelerin indirilmesi ile de kastedilen, Allah'ın onu peygamberin eliyle ortaya çıkarması de­mektir. Müşrikler inatla mucize talebinde bulunmuşlardı. Yoksa Hz. Peygamber (s.a) tüm mucizelerden daha üstün ve daha açık mucizeler getirmişti. Hele yeryüzünde kıyamete kadar baki kala­cak olan Kur'an-ı Azim'üş-Şan'm mucizeliği? Andolsun eğer on­lar insaflı davransaydılar Hz. Peygamber'i gördükten sonra, onu doğrulamak için hiçbir mucizeye ihtiyaç duymazlardı. Çünkü Hz. Peygamber'in şahsı bizzat mucizedir. Onu görüp ahvaline vakıf olan bir kimse onun peygamberliğinden zerrece kuşku duymaz.

«De ki: Gayb ancak Allah'ındır. Siz "bekleyip durun. Kuşku­suz ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» cümlesinin ortaya koyduğuna göre bu karşılık onlara hakimane üslûbla verilmiş bir cevaptır. Çünkü birçok mucize olduğu halde onlar peygamberden arzuladıklarını istediklerinde anlaşıldı ki, bunlar yeni bir muci­zeyi sadece inad olsun diye istemektedirler. Bu yüzden Allah Teâ­lâ onlara böyle bir cevap vermiştir. Böylece sorularının asıl nite­liğinin inadi bir soru olduğu ve bununla Allah'ın azabını hakettik-leri ortaya çıkmış oldu. Yani Hz. Peygamber (s.a) onlara adeta şöyle demiştir: «Sizin bu gururunuz mutlaka   kırılacaktır.   Ancak bunun ne zaman olacağını bilmiyorum; zira bu gavba ait bir bil­gidir ve gaybı bilmek de ancak Allah'a mahsustur. Hâl böyle olun­ca, siz bu inadı sorunuzun gereklerini bekleyin. Ben de sizinle bir­likte bekleyenlerdenim.»

Bazı müdekkiklere göreyse bu ayetin mânâsı şöyledir: «Si­zin talep ettiğiniz ve peygamberliğin gereklerinden olduğunu iddia edip, imanınızı onun inişine bağladığınız hususlar, Allah'a mahsus gaybe taalluk eder. Ben gaybe vakıf değilim. Siz onun inmesini bekleyin, ben de sizinle birlikte böyle bir felakete tevessül edip de ayetleri inkâr etmenize karşı gösterdiğiniz bu cür'etten dolayı

Allah'ın başınıza getireceğini bekleyenlerdenim.»                               

Bazıları müdekkilerin verdikleri bu mânâya, gaybın sadece Allaiı'a mahsus olmasına bina edilen bekleme emrinin bağlı ol­duğunu Öne sürerek itiraz etmişlerdir. Ancak insan biraz düşü­nünce aklına ,kafirlerin sorusunun, salahın kendi istemiş olduk­ları mucizelerden birisinin inişine bağlı olduğu şeklindeki iddiayı içerdiği geliyor. Çünkü onlar Allah tarafından inen ayetlere itibar ve iltifat etmemişlerdir. Sanki şöyle demek istiyorlardı: «înen ayetlerin inmesinde bir salah yoktur. Asıl salah bizim istediğimiz ayetlerden birisinin inmesindedir. Peki niçin inmiyor?» Kuşku­suz burada gayb iddiası vardır. îşte cevaben şöyle denildi: «Gayb sadece Allah'a mahsustur. O salahın ne ile olacağım bilir. Bunu ne siz bilebilirsiniz ne de bir başkası...»

«Bekleyin durun» emriyle kastedilen şudur: «Madem ki gayb     I ilmi-^Allah'a mahsus ve sizler buna rağmen gaybdan iddialarda  bulundunuz ve tan edip, dil uzattınız o halde başınıza gelecek aza­bı bekleyin. Ben de sizinle birlikte o azabın size gelmesini bekle­yenlerdenim.» [27]

 

Meal

 

21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra, onlara bir rah­met tattırdığımız zaman, ayetlerimiz hakkında düşündükleri bir hileleri vardır. De ki: «Allah'ın mekr yönünden (azabı) daha ça­buktur. Kuşkusuz ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar».

22- (Allah)  O'dur ki sizi karada ve denizde gezdirir. Hatta siz gemide bulunduğunuzda ve gemi, içindekileri alıp güzel bir rüzgarla giderken ve tam onunla sevindikleri bir sırada ona şid­detli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar gelmeye başlar ve sanırlar ki kuşatıldılar. İşte o zaman, Allah'a dini halis kıldıktan halde, (yalvarıp şöyle) dua ederler: «Andolsun eğer biz­leri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz».

23- Derken (Allah) onlan kurtannca, yeryüzünde haksızlık­la azgınlığa başlarlar. Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak ken­di aleyhinizedir. O (kısa) dünya hayatının biraz zevkini sürersiniz. Sonra dönüşünüz bize olacaktır. Biz de yaptıklarınızı size haber veririz.

24- Dünya hayatının misali, semadan (buluttan) indirdiği­miz bir su gibidir. Derken insanın ve hayvanın yediğinden olan yeryüzü bitkisi yetişip birbirine kanşmıştır. Nihayet yeryüzü bü­tün güzelliğini takımp, süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kendilerini  muktedir sandıklan bir sırada, geceleyin veya gün-düzleyin ona emrimiz gelmiştir. Sanki dün yerinde bir şey yok­muş gibi onu biçeriz. İşte düşünen bir topluluk için ayetleri böy-îece açıklıyoruz.

25- Hâl şu ki, Allah selam yurduna çağınr ve dilediğini doğ­ru yola iletir. [28]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(21) «İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, insanlara dokunan bir zarardan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız ve sıkıntıdan sonra bir genişlik, kıtlıktan sonra bir bolluk, kuraklıktan sonra bir yağmur verdiğimiz zaman, hemen Allah'ın ayetleri hakkında bir tuzak kurmaya çalışırlar.

Mücahid'e göre, buradaki «Mekr»den maksat, ayetlerin ala­ya alınması ve yalanlanmasıdır.

Sahih bir hadiste varid olduğuna göre, geceleyin yağan bir yağmur sonrasında Hz. Peygamber (s.a) ashaba sabah namazı kıldırır ve «Rabbinizin bu gece ne söylediğini biliyor musunuz?» di­ye onlara sorar. Ashabın: «Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» demesi üzerine de Hz. Peygamber şöyle buyurur: «Allah dedi ki; Kulla­rımdan bana iman edenler de, beni inkar edenler de oldu. Kim ki, biz Allah'ın fazileti ve rahmeti sayesinde yağmur aldık derse, o bana iman etmiş ve yıldızların etkisini inkar etmiştir. Kim de 'Biz falan yıldızın etkisiyle yağmur aldık' derse o beni inkar et­miş, yıldızın etkisine iman etmiş olur.»

«Allah'ın mekr yönünden (azabı) daha çabuktur»; yani istid-rac konusunda, mühlet vermede daha şiddetlidir. Öyle ki mühlet verdiğinde mücrim bir kişi, Allah'ın kendisini azaba duçar etmeyeceği zannma kapılır. Oysa o mücrim mühletin içindedir ve an­sızın yakalanacaktır. Ketebe melekleri de onun bütün yaptıkları­nı yazar ve kaydederler. Sonra gaybı da, hâzırı da bilen Allah'a onları arzederler. O da büyük küçük, alçak-yüksek ne varsa hep­sinden ötürü onları cezalandırır.

(22) « (Allah) O'dur ki sizi karada...» Bu Ayetin Tefsiri

«Asıf» kelimesi şiddetli demektir. «Her yerden onlara dalga­lar gelmeye başlar» cümlesiyle de kastedilen, denizin dalgalı ve fırtınalı olmasıdır.

«Sanırlar ki kuşatıldılar;)} yani sandılar ki helak olacaklar.

«İşte o zaman dini Allah'a halis kıldıkları halde dua ederler;» yani o anda Allah ile beraber başka bir puta dua etmezler. Sade­ce Allah'a yalvarıp, niyazda bulunurlar. Nitekim Allah Teâlâ baş­ka bir ayette, «Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka yalvardıklanmzın hepsi kaybolur. Fakat (Allah) ne zaman ki sizi karaya ulaştırarak (kurtarırsa) hemen O'ndan yüz çevi­rirsiniz. Gerçekten insan çok nankördür» (İsra: 67) buyurmak­tadır.

«Andolsun eğer bizleri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz;» yani sana şirk koşmayacağız, hiç kimse­yi sana ortak etmeyip, sadece sana kulluk edeceğiz. Bu sıkıntımız­da nasıl sadece seni çağırıyorsak, kurtulduktan sonra da sadece sana ibadet edeceğiz.

(23) «Derken (Allah) onları kurtarınca...» Bu Ayetin Tefsiri

Ancak Allah onları o tehlike içerisinden kurtardıktan sonra, bir bakarsın ki, yeryüzünde haksızlığı yayarlar ve sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyur­du: «Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir;» yani azgınlığınızın vebalini sadece kendiniz göreceksiniz. Bununla hiçbir kimseye zarar veremezsiniz. Nitekim bir hadiste «Azgın­lıktan ve sıla-î rahîm'i kesmekten daha fazla dünya ve ahiretteki cezaya insanı müstehak kılacak bir günah yoktur» diye buyurul-muştur.

«Dünya hayatının metaı» tabiri ile kastedilen şudur: «Şu al­çak, hakir ve çok kısa olan hayattaki lezzetten başkasına sahip değilsiniz.»

«Sonra dönüşünüz bize olacaktır. Biz de yaptıklarınızı size haber veririz;» yani tüm yaptıklarınızın karşılığını veririz. Kim hayrı bulursa o kimse Allah'a şükretsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa, o kimse sadece kendini kınasın.

(24) «Dünya hayatının misali...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ bu ayette dünya hayatının bitkisinin, süsünün so­lup yok olmasını misal olarak getirmektedir. Yani Allah'ın yeryü­zünde çıkarmış olduğu bitkilerden bir misal... Bu bitkilerde, Al­lah'ın bulutlardan indirdiği bir su ile gelişmiş, insanların yiyece­ği olan ürünler ile çeşitli ve farklı meyveler ve bir de hayvanların yediği yonca ve diğer türler vardır.

«Zuhruf» kelimesi, fâni ve geçici olan süs anlamındadır. Ar­zın süslenmesiyle çayır ve çimen olan.bölgelerde çıkan değişik şe­kil ve renklerdeki çiçeklerle bezenmesi ve güzelleşmesi kastedil­mektedir. O çiçekleri yetiştirenler sanırlar ki, o çiçekleri, o meyveleri, o büyüyen bitkileri biçmek ve kesmek kendi ellerindedir. An­cak onlar bu hayal içindeyken ansızın şiddetli bir soğuk veya şid­detli bir rüzgâr eser ve o çiçeklerin yapraklarını kurutur, meyve­leri tamamen telef eder.

Ayette geçen «Hasid» kelimesi, yeşillik ve cazibe sonrasında kupkuru kesilmek mânâsmdadır.

«Sanki dün yerinde bir şey yokmuş gibi;» yani bu kuruluk­tan önce hiçbir yeşillik yokmuş ve hiçbir zaman da bulunmamış gibi.

Katâde, «Sanki hiç nimet görmemiş gibi» diyor. İçlerin hâl­lerin zeval sonrasındaki durumu hep böyledir. Sanki hiç olmamış­lardır. Nitekim bir hadiste şöyle denmiştir: Dünya ehlinin nimet­leri getirilir ve hızlı bir şekilde cehenneme daldırıldıktan sonra ona:

  Sen hiç hayrı gördün mü? Yanından hiçbir nimet geçti mi? diye sorulur. O da:

  Hayır! Görmedim, der. Bu esnada dünyada azap yönün­den   şedid olan biri getirilir ve hızlı bir şekilde nimete daldırıl­dıktan sonra ona:

  Sen hiç şiddet gördün mü? diye sorulur. O da:

  Hayır!    Görmedim, der. İşte Allah Teâlâ helak olanların durumundan haber vererek, «Onlar evlerinde diz üstü oldukları halde sabahladılar. Öyle ki sanki orada hiç zengin olmamışlardı» (A'raf: 91) diye buyurur.

«İşte düşünen bir topluluk için ayetleri böylece açıklıyoruz;» yani hüccet ve delilleri düşünen ve bu misalden ibret alan, hızla ehlinden uzaklaşan, kendisiyle mağrur olan, ehlini mahrum bı­rakan, dünyadan ibret alanlar için böylece açıklıyoruz.

Gerçekten de o kimseler dünyanın süslerine güveniyorlar ve fakat dünya onlardan dizginlerini koparıp kaçıyor. Çünkü dünya­nın tabiatında kendisini arzulayandan kaçmak vardır. O, kendi­sinden kaçanın ise üstüne düşer. İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Kur' an'm birçok ayetinde dünyanın durumunu yeryüzünün bitkilerine benzetir. Kehf, Zümer ve Hadid surelerinde bu tür benzetmeler mevcuttur.

Taberî, Hişam bin Hişam kanalıyla şöyle rivayet etmektedir: Hakem oğlu Mervan minber üzerinde, «Nihayet yeryüzü tüm gü­zelliğini takınıp, süslendiği ve sahiplerinin de onun üzerinde ken­dilerini muktedir zannettikleri sırada, ehlini ancak günahlarıyla helak ederiz» şeklindeki ayeti okuduktan sonra şöyle dedi: «Ben bu ayeti böyle okudum ama bu mushafta yoktur.» Bunun üze­rine İbn Abbas'm oğlu Abbas, İbn Abbas'ın da böyle okuduğunu söyledi. İbn Abbas'a gittiklerinde, «Bana da bu şekilde Übey bin Ka'b okuttu» dedi. Ancak bu garip bir okuyuştur. Sanki tefsir için arttırılmıştır. [29]

(25 «Hâl şu ki, Allah...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, dünyayı ve onun hızla zevale doğru gittiğini zikr­edince insanları cennete teşvik ederek, onları oraya çağırmış ve cennete «Selam yurdu» adını vermiştir Çünkü orası, tüm afet, fe­lâket ve noksanlıklardan salimdir.

Cabir bin AbduUah'dan şöyle rivayet edilmiştir:

Hz. Peygamber (s.a) bir gün çıkarak şöyle dedi: Uykudayken sanki Cebrail'i başımın, Mikail'i de ayaklarımın ucunda duruyor­lar gördüm. Biri diğerine, «Ona bir darb-ı mesel getir» dedi. Ba­na «Kulağının dinlediği gibi dinle, kalbinin aklettiği gibi aklet. Seninle ümmetinin misali, tıpkı bir padişahın misaline benzer. O padişah ki bir yurt edinir, sonra orada bir ev yapar ve bir sofra kurar. Sonra da bir elçi göndererek halkı yemeğe davet eder. Halktan bazıları o elçinin çağrısına icabet eder, bazısı da icabet etmez. O Padişah Allah, o yurt İslâm, o ev bu cennet, elçi de sen­sin Ya Muhammedi Senin davetine icabet eden İslâm'a, İslâm a giren cennete, cennete giren de ondan yemiştir» dedi. (Taberî)

Katâde nakleder: Huleyd el-Asrî'nin Ebu Derda'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: «Güneş her gün doğarken iki yanında birer melek vardır. Onlar çağrıda bu­lunduklarında insanlar ve cinler hariç Allah'ın tüm mahlûkatı şu çağrıyı işitirler: «Ey insanlar! Rabbinize gelin. Az veya kâfi ge­len bir şey, çok olup da meşgul eden bir şeyden hayırlıdır.» Ravi, «Ey insanlar! Rabbinize gelin!» sözü ile ilgili olarak «Allah selam yurduna çağırır» ayeti inmiştir, diyor. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim)

Alusî'ye göre, 21. ayetteki -insanlar, kelimesiyle Mekke kafir­leri kastedilmektedir. Çünkü rivayet edildiği üzere, Allah Teâlâ onlara yedi yıl kıtlık musallat kılmıştır. Öyle ki neredeyse helak olacaklardı. Hz. Peygamber'e (s.a) gelip bolluk duasında bulun­masını istedüer ve bolluğa kavuştukları takdirde iman edecek­lerine söz verdiler. Hz. Peygamber de dua etti. Allah onlara mer­hamet ettikten sonra ise, yine Allah'ın ayetlerine ta'n etmeye, pey­gambere karşı çıkıp, tuzaklar kurmaya başladılar. Ayette geçen «Ayetler» tabiri ile Kur'an ayetlerinin kastedümiş olması kuvvet­le muhtemeldir.

Bazılarına göre burada, yağmurun yağması gevnî ayetler kastedilmiştir. Şayet gerçekten kastedilen kevnî ayetler ise, on­ların kevnî ayetler hakkında hile yapmaları o ayetlerin meydana gelmesini putlara ve yüdızlara izafe etmeleri anlamına gelir. Da­ha Önce de geçtiği gibi, yıldızların, burçların olayların oluşumun­da pay sahibi olduklarına gerçekten inanan bir kimsenin dinden çıktığı söylenmiştir. Nitekim Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Ne-sei'nin Zeyd bin Halid'den rivayet ettikleri hadis daha Önce zik­redilmişti.

Yani yıldızların kendilerinde bulunan bir müessiriyet nede­niyle tek başlarına hadiselere yol açtıklarına inanmak küfrü icap ettirir. Yoksa «Yıldızların meydana çıkmalarıyla bazı olaylar mey­dana gelir, ama bunları meydana getiren yıldızlar değil, bizatihi Allah'tır» şeklinde düşünmek asla küfür değildir. Nitekim Eş'ari-ler de bu görüştedir. Selefe göre Allah Teâlâ sebeplerde müessir bir güç var etmiştir. Allah dilerse tesir eder, dilemezse tesir et­mez, işte bu şekilde düşünmek gerçeğin ta kendisidir. Fakat mü-essiriyetin mutlak mânâda yıldızlara, diğer ulvî cisimlere ve var­lıklara nisbet edilmesi küfürse şayet, o takdirde insanların çoğu­nun tekfir edilmesi gerekir. Hatta insanların üstün olanlarından bir çoğunun da tekfir olunması lazımdır. Çünkü onlar kevn ve fesad âleminden çoğunu ulviyete nisbet ederler ve bunlara «Ulvî ecdadlar» derler. Nitekim Şeyh Muhyiddin-i Arabi, açıkça geze­gen ve sabit yıldızların âlem üzerinde etküeri olduğunu söylemek­tedir. Ona göre, onların cüziyatlarını tayin etmeye vâkıf olmak, ancak keşf erbabından kalbi rasathaneler kuranların muttali ola­bilecekleri bir şeydir. Muhyidin-i Arabi ve onun gibi, ulvî varlık­ların etkisi olduğunu söyleyenlerin kastettikleri, Selefin ve Eş' ari'lerin söyledikleri gibidir. Aksi takdirde, Allah'tan başka, ger­çek mânâda müessir birinin daha olduğunu söyleyen kimse şeri­atın dışına çıkmış olur.

Kısaca, yıldızların etki sahibi olduğunu söyleyen bir kimse, onların Allah'ın izniyle etki edebileceklerini kastediyorsa şeria­tın sınırlarını çiğnemiş olmaz. Aksine onun hükmü, ateşin yakıcı, suyun akıcı olduğunu söyleyen kimsenin hükmü gibidir. Denizde gemileri yürüten de Allah'tır. Çünkü geminin rüzgâr vasıtasıyla hareket etmesini sağlayan O'dur. Kulun o hareketleri meydana getirmede bir dahli yoktur. Kul sadece onların mukaddimelerinde müdahale sahibidir.

Allah'ın insanların karada yürümesini sağlamasına gelince, eğer insanlar yaya iseler bu fiil ihtiyarî olarak onlardan sadır olur. Yok binek üzerindeler ise, bu fiil bineklerden sadır olur. O halde Allah'ın insanları karada yürütmesinin mânâsı, o alet ve edevatı insanlara vermesidir. Nitekim bu ayet de kulların fiillerinin Al­lah'ın mahlûku olduğuna delâlet etmektedir.

Alusî, 22. ayette geçen «Andolsun eğer bizleri bu fırtınadan kurtarırsan kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz» ifadesiyle ilgili olarak şöyle demektedir:

Onlar Allah'a şirk koşmaksızm dua etmektedirler. Çünkü kor­kunun şiddetinden ötürü herkesin onun üzerine yaratıldığı fıtrat­larına rücû etmişlerdi. Bu dua Tevhid'in ve gerçek mânâda Allah' tan başka tasarruf sahibi yoktur, hükmünün bir sonucudur. Bu âlemin tabiatında var olan bir esastır. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Nitekim bu Sa'd bin Ebi Vakkas'tan rivayet edi­len şu hadisle de desteklenmektedir: [30]

 

Îkrime'nin İman Etme Sebebi

 

Mekke fethedildiğinde, Ebu Cehil'in oğlu İkrime kaçarak Cid­de'den gemiye bindi. Tam denizin ortasındayken gemi şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Geminin görevlileri yolculara, «İhlasla hareket edin (yani sadece Allah'a dua edin); çünkü ilahlarınızın size hiç bir yaran olmaz» dediler, tkrime bunu işitince, «Beni denizdey­ken ancak ihlas kurtarıyorsa, karada da ondan başkası beni kur­taramaz. Ya Rabbi! Sana söz veriyorum. Beni şu anda içinde bu­lunduğum sıkıntıdan kurtarırsan eğer, Muhammed'in yanına gi­der, elimi onun eline koyarım. Böylece onun da affedici ve kerem sahibi olduğunu görürüm» diye Allah'a söz verdikten sonra gelip müslüman oldu. (Ebu Davud, Neseî)

îbn Sa'dın Ebu Muleyke'den rivayet ettiğine göre, tkrime şöyle anlatır: Gemiye bindiğimde, fırtınaya tutulduk. Herkes Al­lah'a yalvarmaya, O'nu birlemeye başladı. «Bu nedir?» diye sor­duğumda, «Bu öyle bir yoldur ki burada Allah'tan başka yarar sağlayan yoktur» dediler. İkrime, «İşte Muhammed de zaten bizi buna davet ediyordu. Bizi geri götürün» diyerek, geldi ve müslü­man oldu. [31]

 

Dua Ve İbadet Ancak Allah'adır

 

Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, sadece dua değil, iba­det de yalnız Allah'a tahsis edilmelidir. Çünkü insanlar sadece duayı Allah'a tahsis etmekle, muhlislerden olmazlar. Mânâsı ne şekilde olursa olsun ayet, şuna delâlet eder ki; müşrikler dahi sıkıntı anlarında Allah'tan başkasına dua etmezler. Bilindiği gibi insanlar bugün bir tehlikeyle karşılaştıklarında, ister denizde, is­ter karada olsunlar, kendilerine zarar vermeyen, yarar sağlama­yan, görmeyen, işitmeyen kimselere dua etmektedirler. Kimi Hı­zır'a, kimi İlyas'a, kimi Ebu'l Hamis'e, kimi de Abbas'a dua eder, imamlardan birisinden medet bekler. Bazıları da şeyhlerden biri­ni çağırır. Bunların içinde sadece Allah'a dua edene, yalnızca O'na yalvarana pek az rastlarsm. Öyle ki bu kimseler sadece Allah'a dua ederlerse, başlarına gelen musibetlerden kurtulacaklarını bile düşünmezler. Allah adına söyler misin bu yönden hangi fırka da­ha doğru yoldadır? Dua edenlerin hangisi söz bakımından daha kuvvetlidirler. Cehalet rüzgârlarının esmekte olduğu şu zamanda Allah'a sığınıyorum. Dalâletin dalgalarının durmadan hücum edip, Kur'an gemisini delmeye çalıştığı, Allah'tan değil de başkalarından yardım beklenildiği, Ariflere bile «Emr-i bi'l-Maruf'vm zorlaştığı, «Nehy-i an'il-münkermn önünde çeşitli felaketlerin bulunduğu bir zamanda Allah'a sığınırız [32]

 

Bağy (Zülüm) Meselesi

 

23. ayette geçen -bağy- kelimesi, bir şeyin kendisini ifsad, ya­rarını ise itlaf etmekle tefsir olunmuştur. Haksızlıkla yapılan bir şeye de bağy denilir. Zira hak ile olan bağy şer'an mezmum değil­dir. Mesela savaşçılar, kafirlerin ülkelerini tahrip ederler, ağaç­larını kesip, mahsullerini yakarlar. Bu görünüşte bağy ise de hak ile olan bir bağy'öir. Nitekim Hz. Peygamber bunu Beni Kurayza Yahudilerine tatbik etmiştir. Bu ayet insanları şiddetle bağy'den menetmeye çalışıyor.

Enes'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Üç şey vardır ki onlar ehillerine dönerler (yani yapanların başında kalırlar). Hile, sözünde durmamak ve bağy,» Hz. Peygamber (s.a) bunları söyledikten sonra, «Ey insanlar! Si­zin azgınlığınız (bağy) ancak kendi aleyhinizedir» ayetini okudu. (Ebu Şeyh, Ebu Nuaym, Hatib ve Deylemî)

Beyhakî, «Şuab» da Ebu Bekre'den şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a), «Bağy ve stla-i rahimden daha hızlı ne dünyada ne de ahirette sahibine cezayı gerektiren bir suç yoktur» buyur­muştur.

İbn Merduveyh'in İbn Abbas ve îbn Ömer'den rivayet ettik­lerine göre, onlar «Eğer bir dağ diğer bir dağa bağy yapsa, bağy yapan dağ parçalanır» demişlerdir.[33]

 

Selam'ın Manası

 

25. ayette cennete «Dar'us Selam.}) (Selam yurdu) denilme­sinin nedeni cennet ehlinin her türlü elem ve afetten salim olma-larıcLır. Ayrıca Allah Teâlâ veya cennetin hizmetçileri cennetteki-lere «Selam üzerinize olsun» derler. Ya da cenettekilerin bazıları diğerlerine selam verirler. Görüldüğü gibi «es-Selam» selamet ve­ya selam vermek mânâsındadır. Veyahut Es-Selam Allah'ın isîm-lerindendir. Mânâsı, selamet Allah'tandır, onunla birlikte olmak­tadır. Selamet sahibi her eksiklikten münezzehtir. Bu takdirde <(Dâr» (yurt) kelimesi tazim için Allah'a izafe olunmuştur. Nite­kim Kabe'ye de bu sebeble «Beytullah» (Allah'ın Evi) denmiştir. Ayrıca Allah'tan başka zahir ve bâtında mülk sahibi yoktur. Al­lah Teâlâ cennette olan bir kimsenin her şeyden salim kalaca­ğına da dikkatleri çekmektedir. [34]

 

Cennet Yolu

 

«Ve dilediğini doğru yola iletir»; yani cennet yurduna, sela­mete götüren yola... İşte o yol hak dindir. İfadeden anlaşıldığına göre hidayet ile davet farklı şeylerdir. Emr iradeye mugayirdir. Çünkü Allah daveti genişletirken, hidayeti meşhura göre iradenin dengi olan dilemesiyle tahsis etti. Mutezile'ye göre hidayetten mak­sat tevfik ve iltifattır. Bu, davet emrden başka bir şeydir. Çünkü ka­fir de emrolunur ama muvaffak olamaz. Allah'ın dilemesine gelince O, lutfun kendisine yarar sağlayacağını Allah'ın bildiği kimsedir. Zira Allah'ın dilemesi, hikmeti ona tâbidir. Lutfun kendisine bir yarar vermeyeceğini bildiği kimseye Allah, lütufta bulunmadığı gibi, o kimseyi muvaffak da kılmaz. Çünkü Allah'ın yarar görme­yeceğini bildiği kimseye tevfiki abes olur. Abesi yapmak, Allah'ın hikmetine ters düşer. O halde Allah Teâlâ, lütfunun kendisine bir yarar sağlayacağı kimseye hidayet eder. Herkesin hidayetini isti­yorsa da bu böyledir. [35]

 

Meal

 

26- Güzel davrananlara en  güzel  mükâfat, bir de  fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz ne de bir horluk bulaşır. İşte onlar cennet ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.

27- Kötü işler yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli ile­dir. Onları da bir zillet kaplayacaktır. Onları Allah'tan koruya­cak hiç kimse bulunmaz. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

28- O gün onlann hepsini bir araya toplayacağız. Sonra da ortak koşanlara, «Siz ve koştuğunuz ortaklar yerinizde durun» di­yeceğiz.  Artık onların aralarını tamamen ayırımsızdır. Ve onla­rın ortaklan «Sîz bize ibadet etmiyordunuz» diyeceklerdir.

29- «Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Kuşku­suz ki biz sizin tapınmanızdan tamamen habersizdik».

30- Orada herkes geçmişte yaptıklarıyla   imtihan   verir ve onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürüleceklerdir de uydur­dukları şeyler kendilerinden kaybolup gider.

31- De ki: «Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahib olabilir? Ölüden diriyi, diriden ölü­yü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor?». «Allah» diyecekler. De ki- «O halde  (O'na karşı gelmekten) korkmuyor musunuz?»

32- İşte (Kudreti size anlatılan bu zat) sizin gerçek Rabbi-niz olan Allah'tır. Artık Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne ka­lır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?

33- İşte böylece Babbinin yoldan çıkanlar hakkında söyle­diği «Onlar inanmazlar» sözü gerçekleşmiş oldu. [36]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(26)  «Güzel davrananlara en güzel mükâfat...» Bu Ayetin Tefsiri

«el-Hüsna» en güzel mertebe demektir ve en güzel mertebe de cennettir. Yani Allah'ın emrettiğini yapan ve yasaklarından sa­kınanlar için cennet ve bir de fazlası vardır. İşte o fazlalık, Al­lah'ın Cemalini doya doya seyretmektir. Bu; Hz. Ali, İbn Abbas, Huzeyfe, İbn Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî tarafından merfu olarak Hz. Peygamber'den (s.a) çeşitli senetlerle rivayet edilmiştir.

Süheyb-i Rumî'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber bu ayeti okuduktan sonra şunları söyledi: Cennet ehli cennete, ce­hennem ehli de cehenneme girdikten sonra, bir münadi şöyle ses­lenir:

— Ey cennetlikler! Allah katında sizler için bir va'd, tayin edi­len bir zaman, bir iş daha var; Allah o va'dini yerine getirmek istiyor. [37]

 

Allah'ın Cemalini Seyretmek Cennetlikler:

 

— O va'd nedir? O bizim terazimizi ağırlaştırmadı mı? Yüz­lerimizi ak çıkarmadı mı? Bizi cennete koymadı mı? Bizi ateşten uzaklaştırmadı mı? Artık yerine getirilmemiş olan va'd de nedir?

Tüm bunlar yapılmıştır, diye sorunca onlara perde kaldırılır. On­lar da Allah Teâlâ'nın Cemaline bakarlar. Allah'a yemin ederim bu bakıştan daha sevimli bir şey, daha fazla gözleri aydınlatacak bir nimet onlara verilmemiştir.» (Tayalasî, İmam Ahmed, Müs­lim, Tirmizî, îbn Mâce, îbn Cerîr, Îbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Huzeyme, İbn Hibban, Ebu Şeyh, Darekutnî, îbn Merduveyh ve Beyhakî). [38]

 

İhsan Nedir?

 

Hz. Peygamber (s.a) «İhsan'ı şöyle açıklamaktadır: «Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet et. Sen O'nu göremiyorsan da mu­hakkak O seni görmektedir».

İhsan edenler (yani Allah'a bu şekilde ibadet edenler) için cennet ve cennetten daha fazlası olan Allah'ın Cemaline bakmak .vardır. Bazı tefsirlerde bu kadar kuvvetli olan bu rivayet «kîle» şeklinde nakledilmektedir. Burada tefsirimizin temelini teşkil eden Kadı Beyzavî'de aynı şekilde nakletmektedir. Fakat bu kadar' kuvvetli bir rivayetin «kîle» tabiriyle nakledilmesi doğru değil­dir, Zemahşerî ise, «Keşşaf» adlı tefsirinde bu rivayetin uydurma olduğunu söylemektedir. Sahih olduğu hakkında ittifak edilmiş bir hadis'e böyle demek ancak Mutezile'ye uygun düşer. Hadis ha­fızlan bu hadisi rivayet etmişlerdir ve onlar Zemahşerî'nin iddia­sına benzer bir şey söylememişlerdir. Bu ayetin yorumuyla ilgili başka bir rivayet varsa da sıhhati itibariyle bu hadisin derecesine yaklaşamamaktadır. Mesela îbn Cerir et-Taberî «Ziyade mağfiret ve rıdvandîr» şeklinde bir rivayeti Mücahid'den nakletmiştir.

Hasan Basrîden gelen bir rivayete göreyse, ayette söz konusu edilen fazlalık, cennet ehlinin hasenelerinin birden on misline, hatta yedi yüz nüsüne kadar arttırılması demektir.

îbn Zeyd, bu fazlalık ile «Allah'ın onlara verdiğinin hesabını onlara sormarnasıdır» der.

Hatim bin Uteybe'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre bu faz­lalık; bir tek inciden yapılmış dört kapılı bir köşktür. Ancak îbn' ul-Cevzî bu rivayetin sahih olmadığını söylemektedir.

Bazılarına göre de fazlalıktan kastedilen, bulutların cennet ehlinin yanından geçmeleri ve onlara «Siz neyi istiyorsanız, onu sizin için yağdıralım» demeleridir.

Süfyan'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: «Kur' an'm tefsirinde ihtilaf olmaz. O Allah'ın kelâmıdır, birleştiricidir. Ondan hem şu hem de bu rivayet edilebilir (yani geniş kapsamlı­dır. Birçok ihtimal taşır)». (Said bin Mensur, İbn Münzir ve Bey-hakî)

Zemahşerî'nin ayette söz konusu edilen fazlalığı, Allah'ın Ce-maliyle tefsir etmeye delâlet eden sahih rivayetlere ta'n etmesinin ardındaki neden, her halde onun da diğer Mutezile mensupları gi­bi Allah'ın Cemalinin görülmeyeceği düşüncesini taşıyor olması­dır. Oysa bu düşüncenin menşei bozuktur ve Ehl-i Sünnet bu dü­şünceyi çeşitli delillerle tenkid etmiştir. Bu mesele kelâm kitap­larında izah edilmiştir.

«Onların yüzlerine ne bir toz ne de bir horluk bulaşır»; yani onların yüzlerini içinde siyahlık olan herhangi bir toz kaplamadı­ğı gibi, herhangi bir zillet de yüzlerinde görülmez. Öyle ki cehen­nem ehlinin başlarına gelenler onların başlarına gelmez. Ya da bunu gerektiren hüzün ve kötü hâl onların başlarına gelmez.

Bu cümleyle kastedilen, cennet ehline verilen nimetlerin, kö­tülüklerin kokusundan dahi beri olduğunu beyan etmektir. Bu be­yan, Allah'ın cennet ehline vermiş olduğu nimetin açıklanmasından sonra yapılmıştır. Bazılarına göre bu beyanda onları kurta­racak olan şeyin hatırlatılması söz konusu edümiştir. Çünkü on­lar böyle bir şeyi hatırladıkları zaman güleryüzlülükleri, sevinç­leri daha da artar. Nitekim cehennem ehli ellerinden kaçırmış ol­dukları nimetleri hatırladıkları zaman üzüntü ve hasretleri çoğa­lır.

Bazıları, «Bu ayetten maksat, cennet ehline, düşmanları olan cehennem ehlinin halini hatırlatmak suretiyle sevinç vermektir» demişlerdir. Çünkü insan düşmanının kötü durumda ve zillet içe­risinde olduğunu bildiği zaman daha sevinir. Hatta bazı kimseler vardır ki düşmanına zarar versin diye kendi yararına olan bir şey­den bile vazgeçer.

İşte bu sıfatlarla muttasıf olanlar cennet -ashabı- dırlar. On­lar orada devamlı kalıcıdırlar ve onlar için artık zeval diye bir şey yoktur. Cennetin nimetleri de ebedidir, zail olmazlar. [39]

 

Kötü İşler

 

(27) «Kötü işler yapanlara gelince...»Bu Ayetin Tefsiri

«Kötü işler» ile kastedilen şirk ve günahlardır. Yani kötülük yapanların her günahına karşılık bir ceza vardır. Allah Teâlâ ada­letinin gereği olarak insana günahından fazlasını vermediği gibi, kereminin gereği olarak da affetmesine engel bir şey yoktur. Af ancak şirk'in dışındaki günahlar için söz konusudur.

«Cezau» kelimesini mübteda, «bi misliha» kelimesinin de onun haberi ve bu cümlenin de daha Önceki mübtedanın haberi olması caizdir. Bu takdirde, ayette herhangi bir şeyi takdir etmeye gerek kalmaz. Ancak zamir hazfedilmiş olur. Yani onlardan sa­dır olan bir günahın cezası, onun benzeridir. Ebu'l-Feth'e göre «Cezau» kelimesi mübtedadır ve haberi hazf edilmiştir. Yani onlara günahlarının misliyle ceza verilecektir. Görüldüğü gibi «lehum» (onlar için) sözcüğünün hazf edildiğine dair karine vardır [40]

Bu takdirlerin hangisi olursa olsun, 26. ayetteki mükâfatın fazlalığı faziletin ta kendisidir ve «Rüyet böyle değildir» mânâsına delâlet edecek herhangi bir ibare yoktur. Hatırlanacağı üzere da­ha önce geçen «ziyadetun» kelimesini rüyet ile yorumlamıştık. Fazlalığın rüyet (Allah'ın Cemalini görmek) ile yorumlanması ise, Hz. Peygamber'den ve Selef-i Salihin'den gelen bir tefsirdir. On­dan yüz çevirmek uygun değildir. Çünkü imam ve diğer müfessir-ler, fazlalık ile Allah'ın Cemalini görmenin kastedildiğine dair bir­çok hükümler getirmişlerdir. Rabbimiz bu iki ayeti aynı üslûbla zikretmemiştir. Çünkü cennetliklerle cehennemlikler arasında tam uzaklık ve tam ayrılık gözetilmiş tir. Ayette kesb zikredüerek, «Kötü işler yapanlara gelince» denilmekte ve bunun ancak onla­rın kötü davranışlarla kendilerine yaptıkları zulümden ötürü on­lara verildiği ilan edilmektedir.    .

«Zillet» kelimesindeki tenvin, tazim içindir. Yani onların yüz­lerini bürüyecek olan büyük bir zillettir. Daha Önceki ayette ge­çen «zillet» kelimesindeki tenvin ise bunun tam aksini iddia etmek­tedir. Ayetteki «Terhaku» fiili, onların kendilerine değil de yüz­lerine isnad edilmiştir. Çünkü zillet onları bütün olarak kapsa­mıştır.

«Onları Allah'tan koruyacak hiç kimse bulunmaz»; yani on­ları Allah'ın Öfkesinden ve azabından koruyacak hiç kimse yok­tur.

«Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürün­müştür»; yani yüzlerinin aşırı şekilde siyahlaşmasından ötürü ade­ta yüzlerine gecenin karanlık bir parçası giydirilmiş gibidir.

«İşte onlar da cehennem ehlidir»; yani söz konusu vasıflara sahip olanlar cehennemin daimî sakinleridir ve oradan ebediyyen çıkmazlar.

 «el-Vaidiyye» grubu, bu ayetle büyük günah işleyen kimselerin ebediyyen cehennemde kalacaklarına dair delil getirmişlerse de onların bu bozuk iddialarına şöyle cevap verilmiştir: Ayette ge­çen «Seyyiat» kelimesi küfür dahil tüm günahları içerir; zira gü­nah sahiplerinin cehennemde ebediyyen kalmayacaklarına dair birçok delil vardır. Dolayısıyla bu ayet ebediyyen cehennemde kalmayacak olan günah sahiplerinin dışında kalan günahkârlar hakkındadır.

Bazıları küfrün haricinde günah işleyenlerin «İyilik yapanlar» ifadesinin kapsamına girdiğini Öne sürmüşlerdir. Nitekim İbn Ce-rir ile İbn'ul-Münzir bu durumu İbn Abas'tan rivayet etmişlerdir.

Ebu Şeyh, Katâde'den şöyle nakletmektedir: «Bunlar o kim­selerdir ki Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ederler»; yani onlar ister günahkâr olsunlar ister olmasınlar gerçek müminler­dir. Bu balamdan müminler ikinci kısma girmezler. Çünkü kafir ile mümin hakkındaki hükümler ters orantılıdır. Bazıları «Es-Sey-yiat» kelimesindeki eliflam'm. istiğrak (tüm fertleri kapsamak) için olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde mânâ, tüm bunları ya­pan kimseleri ifade eder. Onların cehennemde ebedi kalmaları üzerinde icma edildiği söyleniyorsa da, bu yorumun hiçbir anla­mı yoktur ve hiçbir değer taşımaz.

(28 - 29)  «O gün onların hepsini...»Bu Ayetlerin Tefsin

Bu ayetteki hüküm müstakildir, kafirlerin fecî, korkunç du­rumlarından bir kısmını açıklamak için serdedilmiştir.

«Nahşuruhum» fiilinin sonundaki -hum- zamiri her iki gru­ba da yani hem iyilik yapanlara hem de kötülük yaparüara raci-dir. Bu, hem «Cemian» kelimesinden, hem de «Sonra şirk koşan­lara deriz» cümlesinde anlaşılmaktadır. Yani hasredilenlerin ara­sında bulunan şirk koşanlara deriz; zira herkesin gözleri önünde kınamak ve tehdit etmek ve hepsinin birlikte haşredileceği habe­rini vermek, o günün korkunçluğunun hissedilmesi bakımından daha etkileyicidir. Nitekim Kadı Beyzavî ve diğer müfessirler de bu mânâya zahib olmuşlardır. İki grup ile kafir ve müşriklerin kastedildiği görüşe gelince, bu açıkça ayetin zahirine ters düş­mektedir.

«Sonra da ortak koşanlara, 'siz ve koştuğunuz ortaklar du­run' diyeceğiz» cümlesi ile kastedilen onlardan başlarına gelecek­lerini görene kadar beklemelerinin istenmesidir.

Ebu Ali el-Parisî şöyle diyor: «Mekan kelimesi ism-i faildir. Yerinizden kıpırdamayın, yerinizde sabit durun, anlamındadır. «Zeyyelna»; yani «Onların arasını ayırdık» demektir. Buradaki ayırmadan maksat, dünyada kendisiyle ortak koştukları şeylerin birliğinin, beraberliğinin bozulması, kesilmesidir.»

Bazıları buradaki ayırmanın cismanî ayırma olduğunu söyle-mişlerse de, Kur'an nazmının zahiri bu mânânın elde edilmesine izin vermez.

«Onların ortakları» ifadesi kafirlerin taptıkları şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı kullanılmıştır. İzafet bu sebepten do­layı yapılmıştır.

Bazıları kafirlerin kendi mallarından   ortaklarına   bir şeyler ayırdıklarından dolayı bu tabirin kullanıldığını söylemişlerdir.

Bazı yorumlara göre bu ifadeyle kastedilen putlardır. Çünkü Mekkeliler sadece putlara taparlardı ve ayetlerin çoğu ilk muha­tap olarak genellikle onları alır. «Ortaklarının (putların), kendi­lerine «Siz bize ibadet etmiyordunuz» demesi Allah'ın kudretin­den uzak bir şey değildir. Yani onlar ancak Allah'ın kudretiyle bunları söyleyebilirler. Her şeyi konuşturan Allah, onları mahşer­de de konuşturur. Ortak koşulanların, kendilerine tapanlara, «Siz bize ibadet etmiyordunuz» demelerinin nedeni, onların bu ibadet­lerinden uzaklaşmak içindir. Onlar şu gerçeği ilan etmek istemiş­lerdi: Bu putperestleri, puta tapmaya iten saik neva ve hevesle­ridir. Putperestlerin şefaat bekledikleri bir anda kendilerine bu sözün söylenmesi, pek acı ve büyük bir derstir.

Bazılarına göre, «Ortaklar» ile melekler ve Hz. İsa kastedil­mektedir. Çünkü başka ayetlerde bunun böyle olduğunu göster­mektedirler. Bu takdirde meleklerin ve Hz. İsa'nın, «Siz bize iba­det etmiyordunuz» demeleri, «Siz aslında heva ve hevesinize tapı­yordunuz» anlamındadır. Nitekim ortada «Hiç ibadet etmiyordu­nuz» gibi bir anlam yoktur. Çünkü bir şeylere ibadet ettikleri ke­sindir. Kıyamette ise hiç kimseden yalan sadır olamaz.

Bazıları «Ortaklar» sözünün hakikat üzere bina edildiğini, yani gerçekten onların bunu söylediğini iddia etmişlerdir. Zira o durak gerçek ve şaşırtıcı bir duraktır. Dolayısıyla bu yalan, ço­cukların ya da delilerin yalanı gibi bir şey olmaktadır.

Bu ifadenin şöyle yorumlanması da mümkündür. Ortaklar kafirlerin amellerim tarttılar ve bâtıl olduğunu görünce onu «yok» saydılar. Bu yüzden de onların ibadetlerini inkâr ederek «Siz bize ibadet etmiyordunuz» dediler.

Şöyle de yorumlanabilir: Müşrikler tapmakta olduklarına as-h-astarı olmayan birçok vasıflar izafe ettiler. Böylece müşrikler aslında bu vasıflarla muttasıf olmayan birtakım zatlara tapmak­taydılar ki koştukları ortaklar bu vasıflara sahip değillerdi. Bu bakımdan müşriklerin koştukları ortaklara aslında tapmadıkla­rını söylemek doğru olur.

Bu yorum daha önceki iki yorumdan daha tutarlıdır. Aksine birinci ve ikinci yorumlara itibar dahi edilmez. Bu son yoruma binaen ifadenin mânâsı şöyle anlaşılır: Ortak koşulan şeyler, ken­dilerine tapanlara, «Size şefaat etmeye kudretli olan ve sizi azap­tan kurtarmaya gücü yeten kimselere ibadet ettiğinize göre, —ki o ibadet ettiklerinizin vasıfları şunlardır  gidin onları arayın. Biz ise o vasıflardan mahrum kimseleriz» derler. Bu sözle mak­sat onların isteklerinin ana damarını kesmek, onları ümid ettik­lerinden vazgeçirerek, tam bir ümitsizlik içerisine sokmaktır. Böy­lece ümitsizlik ta ölüm anından ve azaba duçar olduklarından iti­baren onlarda mevcut olmuştur.

Bazılarına göreyse «Ortaklar» ile kastedilen şeytanlardır. Böy­lece beraber olmak sadece tapanlar açısından değil, iki taraftan da kesilmiş olmaktadır.

Şayet «Ortaklar» ile melekler ve Hz. İsa kastedilmiş ise şu iti­raz öne sürülebilir: Allah Teâlâ, «Siz ve ortaklarınız yerinde du­run, kıpırdamayın» demektedir ve bu da ilâhî bir tehdittir. Atfın zahirinden anlaşıldığına göre bu tehdit hem tapanları hem tapı-lanları kapsamaktadır. Ancak bu itiraza şöyle cevap veririz: Tapı-lanlarm hakkındaki tehdidin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü tapı-lanlardan tehdidi gerektiren hiçbir şey sadır olmamıştır. Tehdit sadece muhataplar içindir ve muhataplar hep birliktedir.

Bazılarına göre putların da tehdit edilmesi caizdir. Nitekim kendilerine tapanlarla birlikte cehenneme atılacakları haber verilmiştir. Bir ayette, «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem yakınsınız» (Enbiya: 79), başka bir ayette ise, «Yakıtı insan ve taştan olan bir ateşten sakının» (Bakara: 24) buyurulmaktadır. Taşlardan maksat putlardır. Şayet «Ortaklar» ile kastedilen melekler ise o zaman, «Bizimle sizin aranızda şahit olarafc Alıah yeter. Kuşkusuz ki biz sizin ibadetinizden habersizdik» ayetinde-ki «habersizdik» kelimesi, yani sizin ibadetinize razı değildik, an­lamına gelir. Yoksa ibadetinizi sezmemiştik, havsalamıza sığdıra-mıyorduk demek değildir. Çünkü meleklerin kendilerine ibadet edilmesinden haberdar olmayışları bundan anlaşılmaz.

Bazılarına göre, meleklerin onlardan haberdar olduklarına dair delü bulunmadığından, ifadeye hakiki mânâsından başka bir mânâ veremeyiz.

Kendilerine tapınılan melekler Hafeze ve Ketebe melekleri değillerdir. Muhtemelen o melekler Allah'ın emrettikleri ile meş-gıuaurler, bu dünyada olanlara iltifat etmiyorlardır. Üstelik biz melekler hakkında felsefecüerin iddia ettikleri gibi düşünmüyo­ruz. Çünkü melekler kendilerinden eşyanın isimlerini bildirmeleri istendiğinde, «Sen her ortaktan münezzehsin. Senin bize öğretti­ğinden başkasını biz bilmiyoruz» (Bakara: 32) demişlerdir. Me­leklerin en büyüklerinden olan Cebrail (a.s) bile çoğu zaman Hz. Peygamber'in (s.a) kendisine sordukları sorulara, «Ben bilmiyo­rum, Rabbimden sorayım» diye cevap veriyordu. Hz. İsa'nın da kendisine tapıldığmı sezdiğine dair bir delil bulunmamaktadır. Hz. İsa'nın ahir zamanda ineceği, haç'ı kıracağı hakkındaki hükümleri de ille kendisine tapanann bileceği anlamına gelmez.

Denilir ki, onların müşriklerin kendilerine taptıklarından ha­bersiz olmalarının mânâsı; isti'dadî isteklerinin bu ibadet için ol­madığı demektir. İşte bu isti'dadî isteğin olmayışı, kıyamette ken­dilerinden ibadetin istihkakını yoketmeye, zulmü ancak kendile­rine tapmakta olanlara isbat etmeye dönüşür. Mesele bu şekilde anlaşıldı mı, ortaklardan kastedilenin Allah'tan başka her şey ol­duğu ortaya çıkar. İster Hz. İsa ve melekler gibi akıl sahipleri ol­sun, isterse putlar gibi akıl sahipleri olmasın hepsi de bu sözlerin­de doğru olur.

(30) «Orada herkes geçmişte...»Bu Ayetin Tefsiri

«Hunalike» (orada) kelimesi mekan zarfıdır. Dehşetli mah­şer meydanı, Haşr'm vukûbulduğü yer nıânâsındadır.

Bazıları «Hunalike» kelimesinin mecaz yoluyla zaman zarfı olarak «O zamanda» anlamında kullanıldığım iddia etmişlerdir. Yani ister mümin, ister kafir olsun herkes daha önce yapmış ol­duğu işlerle imtihan olunur ve amelinin yararım ve zararım gö­rür.

«Teblû» lafzını bazı kıraat alimleri «Tetlû» şeklinde okumuş­lardır. Bu takdirde «Tatlû» okumak anlamındaki «Tilavet» kökün­den gelmiş olur. Mânâ da, orada herkesin yapmış olduğu amelle­rini (sahifelerini) okuyacaktır, şeklinde anlaşılır. «Tatlû» kelime-sinin «Tulûl» kökünden gelmesi durumunda ise, mânâ amellerin tecessüm edip ortaya çıktığı, ameli işleyenin amelinin peşine ta­kıldığı ve sahibini cennete veya cehenneme götürdüğü şeklinde anlaşılır. Muhtemelen bu ayet mecazi (sembolik) bir anlatıma sa­hip olmalıdır.

Kıraat alimlerinden Asım'ın rivayetinde «Teblû», «Neblû» (deneriz) şeklinde okunmuştur ve zamir Allah'a raci kılınmıştır. Yani, «Orada herkesi geçmişte yaptıklarıyla imtihan ederiz». Ora­da herkesi, onları deneyen, onlarm saadet ve şekavetlerinden mey.  dana gelen hallerini bilen, daha önce işlemiş oldukları amellerle onları imtihan eden bir kimse olarak onlara muamele ederiz.

«el-Hak» lafzı ile kastedilen Allah Teâlâ'dır. El-Hak Allah Te-âlâ'nın isimlerinden biridir. Nitekim ayette «Onlar gerçek sahip­leri olan Allah'a döndürüleceklerdir» denmektedir. Başka bir ayet­te de: «Allah müminlerin mevlasıdtr, kafirlerin ise kuşkusuz bir mevlaları yoktur» (Muhammed: 11) denilmiştir. Yani Önceki ayet­te «mevla» kelimesi hem müminlere hem kafirlere teşmil edilmek­tedir. Bu ikinci ayette ise, bu husus nefyediliyor. Fakat ikisi ara-. smda bir çelişki bulunmamaktadır. Çünkü mevla kelimesi her iki yerde de farklı anlamlarda kullanılmıştır. Mevla burada Rab anlamındayken, öbür ayette yardım eden, dost anlamındadır. Mü­minlerin yardımcıları, dostları var iken, kafirlerin yoktur.

Ebu Şeyh'in Süddî'den rivayet ettiğine göre, buradaki 30. ayetle diğer ayet neshedümiştir. Ancak bu ayet hakkında temkin­le düşünmek gerekmektedir.

«Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gider»; Onlar mabudîarınin kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Oysa onların bu uydurdukları zail olup-gidecektir. Veyahut Allah'ın or­taklan olduklarını iddia ettikleri şeyler boşa gidip, zail olacaklar­dır. «Herkes» tabirini kelamın umumiliğiyle birlikte, sadece müş­riklere tahsis etmek konum itibariyle ters düşer.

(31) «Deki: Size gökten ve yerden...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani durumları anlatılmakta olan müşriklere sor: Hem yer­den, hem de gökten denilmesinin nedeni, rızkın yerdeki madde­lerden ve ayrıca semavî sebepler olan yağmur, ısı ve benzerlerin­den meydana geldiği içindir. [41]

 

Ölüden Diriyi Çıkaran Kim?

 

«Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?» cümlesi ile il­gili olarak şu yorumlar öne sürülmüştür:

Nutfeden (meniden, spermden) canlıyı çıkaran veya canlıdan spermi çıkaran veya dirilten ya da öldüren kimdir? Kim bunları meydana getirmektedir? Yoksa ölüden diriye hayat vermek sure­tiyle çıkaran, diriden ölüyü onun canını ve kendisinden hayatı alan mı size nzık veriyor?

Bazıları ayette geçen «ölü» ve «diri» tabirlerini kafir ve mü­min ile yorumlamışlardır.

«İşi idare eden» ile kastedilen, tüm âlemin işlerini yönetip, düzenleme kudretini elinde bulundurandır. Yani bu ayetler, tüm bunların Allah'tan olduğunu ve O'na yöneldiğine ve bunlarin ay­rıntılarına vâkıf olmanın da elimizde bulunmadığına işaret et­mektedir.

Onlara bu -sorulan yönelttiğinizde, «Allah» diyeceklerdir. Çün­kü hakkı örtmek mümkün değildir. Bunların hiçbirinde karşı çık-manın yararı yoktur. Zira bunlar apaçık gerçeklerdir. Ayette ge­çen «Allah» lafzı mübtedadır, haberi ise hazfedilmiştir. Yani bun­ları yapan sadece Allah'tır, başkası değil. [42]

 

Kadercilerin İddiası

 

«el-İntisaf» adlı eserde şunlar yer almaktadır;

Bu ayet, Kaderiyye mezhebine atılmış bir şamardır. Onlar rız­kın iki kısım olduğunu, birinin Allh'tan gelen helâl nzık, diğeri­nin de kulun kendisinden gelen haram nzık olduğunu iddia eder­ler. Eğer onlar okumuş olsalardı, bu ayetin onların gizli şirklerini yüzlerine vurduğunu görürlerdi. Bu ayet kadercilerin yüzleri­ne atılan bir tokat olmaktan başka, «Her asırda işin tamamım ida. re eden o asrın kutbudur. O kutb ki göklerin direğidir. O kutb ol­masa eğer kesinlikle gök yer yüzüne düşer» diyen kimselere de atılmış bir tokattır. Sanki onlara «işi idare eden kimdir?» diye sorsan onlar «Kutb» diyeceklerdir.

Bazıları bunu, «Onlar o kutb Allah'ın izniyle idare eder, de­mek istemişlerdir» diyerek tevil ederler ve onlan savunarak cevap verirler. Ya da onlar namına özür dilenilmiştir. Bu mânâda (Ya­ni Allah'ın izniyle idare etmek mânâsında) idare eden kelimesi, Kur'an'da Allah'tan başkalan için de kullanılmıştır: «Bir işi idare edenler» (Naziat: 5).

Çoğu kez onlar nezdinde Allah ile Kutb arasında sadece itiba­rî bir fark vardır. Çünkü Kutb nafileler ile farzlan tam olarak eda etmekle bu başanyı elde etmiştir. Dolayısıyla gaynlik, ayn-lık ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan «İşleri idare eden Kutb'dur» demekle, «İşleri idare eden Allah'tır» demek arasında bir fark yoktur. Bu yorum, «Vahdet'ul-Vücud» inanışını savunanların gö­rüşünü ifade ettiğinden dolayı tenkid edilmiştir. Çoğu kelâmcılar ve îmam Rabbani gibi şeriatçı kimseler Vahdet-i Vücud'u ve bu tür görüşleri reddetmişlerdir. (Bkz. Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 111) Fakat burada düşünmek gerekir ki Allah'ın izniyle işleri idare eden böyle bir Kutb varsa bu nasıl taninabilmektedir? Allah'ın böyle bir izni verdiğini kim nasıl keşfetmiştir? Hangi delile da­yanmaktadır? Bunlara cevap vermek müşkildir.

(32) «İşte sizin gerçek Rabbiniz...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha önceki âyetlerde anlatılanın bir Özetidir. Muhataplarm da itiraf ettikleri gibi burada önceki vasıflarla muttasıf olan Zat'a işaret edilmektedir.

«Fezalikum» işareti mübtedadır. Allah lafzı ise onun sıfatıdır. Rabbikum lafzı da haberdir. El-Hak kelimesi ya haberden sonraki ikinci haber ya sıfat ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani işte o sıfatlarla muttasıf olan Mevlanız, işlerinizi idare eden sahibiniz, Rububiyeti sabit olmuş, uluhiyyeti şeksiz-şüphesiz ke­sinlikle tahakkuk etmiş olan Allah'tır.

«Artık Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne kalır? Yani Hakk' tan başka arkasına takılıp gidilecek olan hiçbir şey kalmaz. Ka­lan sadece dalâlettir. Dolayısıyla sadece Allah'a kulluktan ibaret olan Hakk'ı aşan kimse, kesinlikle dalâlete girmiş olmaktadır. Dalâlet ise, Allah'tan başkasına yapılan kulluktur. Allah'tan baş­kasına kulluk yapmak da, ister tek başına olsun, ister Allah'a bir ortak koşularak olsun şirk'tir. Çünkü Allah'a koşulan ortak ile beraber Allah'a kulluk etmek, sanki Allah'a hiç kulluk yapmamak gibidir.

Bazılarına göre, Hakk ve Dalâlet tabirleri ile kastedilen Tev-hid ve Allah'tan başkasına yapılan kulluktur. Yani onlara göre, Hakk Tevhid'e, Dalâlet ise Şirk'e işaret etmektedir. Bu görüşü tbn Ebi Hatib'in Eşheb'ten naklettiği bir rivayet de teyid etmek­tedir, îmam Malik'e satranç ve nart oynayanların şahitliğinin kabul edilip- edilmeyeceği sorulduğunda, o cevap olarak şöyle de­miştir: «Bu oyunu oynamaya devam edenlerin şahitliklerinin bir yararını görmüyorum» Sonra da «Artık Hakk'tan sonra sapıklık­tan başka ne kalır?» ayetini okuyup, «Bu yüzden onlar dalâlete düşmüş olmaktadırlar» dedi.

(33) «İşte böylece Rabbinin...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani Rab sıfatının kullanılması Allah için nasıl Hak ise veya nasıl ki haktan sonra sapıklıktan başka bir şey kalmıyorsa ya da onlar haktan nasıl döndürülüyorlarsa, işte böylece Rabbinin yol­dan çıkanlar hakkında söylediği söz gerçekleşmiştir.

«Yoldan çıkanlar» ile kastedilenler, küfürde inat edip, küf­rün en uzak noktasına kadar giden kimselerdir.

«Onlar iman etmezler» cümlesi ayetin metninde geçmekte olan «Kelime» lafzının bedelidir. Kelime bazen azap ile yorumla-nabilmektedir. O zaman da bu cümle, daha Önceki hükmün hak ol­duğuna sebep teşkil eder. Böyle bir yoruma şöyle itiraz edilebilir; O kimseler ki yoldan çıktılar ve azap o aşırı gidenlerin üzerinde tahakkuk etti. Çünkü küfürde aşırı gittiler ve iman etmediler. Gö­rüldüğü gibi «İman etmediler» ifadesi «Küfürde aşırı gittiler» ifa­desinin tekrarıdır. Peki o halde bu ikinci ifadenin yararı nedir? Cevap olarak deriz ki: ayette tekrarın kesinlikle olduğunu kabul etmemiz halinde, «İman etmediler» ifadesinin önceki ifadenin zımnından anlaşılanın açıkça ortaya konmasıdır ve bu ifadede imanın yüceliğine dikkat çekilmektedir. Küfürde aşırı gidenlerin azaba duçar olmalarının nedeniyse, onların mümin olmayışları­dır. [43]

 

Meal

 

34- De ki; «Ortak koştuklarınızdan ilk defa yaratacak, son­ra da onu eski haline iade edecek olan var mı?» De ki: «Allah ilk defa yaratıp sonra iade edecektir. Öyleyse nasıl döndürülüyorsu­nuz?»

35- De ki: «Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı?» De ki:  «Hakk'a Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyul­maya daha layıktır, yoksa hidayet veremediği halde kendi ken­dine doğru bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsu­nuz?»

36- Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Kuşkusuz zan haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını en iyi bilendir.

37- Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kîtab'ı açıklayandır.  O'nda şüphe yoktur.  O  alemlerin Rabbinden gel­medir.

38- Yoksa onu uydurdu mu? diyorlar. De ki:  «Eğer sizler doğru iseniz, Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da onun benzeri bir sure getirin.»

39- Aksine onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu asla kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar.  Onlardan Önce­kiler de böyle yalanlamışlardı. Bak (ve araştır) zalimlerin sonu nasıl olmuştur?

40- Aralarında O'na inanan ve inanmayan da vardır. Rab-bin bozguncuları daha iyi bilir.

41- Onlar seni yalanlarsa de ki: «Benim amelim bana, si­zin ameliniz de size olsun. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.

42- Onlardan seni dinleyenler de vardır. Fakut sen sağır­lara mı duyuracaksın. Üstelik akılları da ermiyorsa.. [44].

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(34)   «De ki:  Ortak koştuklarınızdan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Tevhid'in hakikatine, şirkin de bâtıl olduğuna dair bir diğer delildir. Allah Teâlâ bunu harf-i atıfla getirmeyerek, bu­nun amacı isbat etmekte başh başına yeterli olduğuna işaret et­miştir. Sorunun yöneltilmesi, muhatapları susturmak ve ilzam et­mek içindir. Bu ayet yeniden dirilişin açık bir emir olduğuna işa­ret etmektedir. Öyle açıktır ki, onunla orada başka bir iddiayı isbat etmek de doğru olur.

«De ki: Allah ilk defa yaratıp, sonra iade edecektir» cümlesi­nin başındaki «De ki» emri Hz. Peygamberedir. Yani Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e bu işi kimin yapabileceğini açıklamaktadır. On­lara de ki: «Bu işi ancak Allah yapabilir, O'ndan başkasının kim olursa olsun buna gücü yetmez. Ne peygamberlerin, ne velilerin ne de başka insan ve varlıkların.,.»

«Tu'fekun» fiili -efk- kökünden gelmektedir ve döndürülmek, bir şeyden başkasına evirip-çevirmek mânâsındadır. Kamus'ta, «Düşünceden dönmektir» deniliyor. Muhtemelen ayete ve makama en uygun olan mânâ şu şekildedir: «Siz haktan bâtıla doğru nasıl döndürülüyorsunuz».

(35) «De ki «Ortak koştuklarınızdan hakka...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet, söz konusu hükümleri isbat etmek için ortaya konulan başka bir delildir. Bu ayet muhatapları susturduktan son­ra ikinci kez ilzam etmek için getirilmiştir. Ayrıca getirilmesi onun faziletine ve isteneni isbat etmekte tek başına yeterli olduğuna işa­ret etmektedir. Yöneltilen sorunun mahiyeti şudur: Acaba akü ih­san etmek, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek suretiyle hakka ileten, nefislerde ve âfakta koyduğu delillerle insanı düşün­meye sevkeden Allah mıdır yoksa O'na koşulan ortaklar mı?

«De ki: Hakka Allah iletir»; yani hakka üeten Allah'tan baş­kası değildir.

«Size ne oluyor?»; yani şu âciz varlıkları Allah'a ortak edin­menizde sizin için ne vardır? Onları ortak koşmakla ne elde et­tiniz?

«Nasıl hükmediyorsunuz?»; yani, bâtılla nasıl hükmedebili­yorsunuz? Oysa akl-ı selim o bâtılı kabul etmez ve onun bâtıl ol­duğuna hükmeder. [45]

 

Zanna Uymak

 

(36) «Onların çoğu zandan başka...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, müstakil bir sözdür. Emrin kapsamına girmez. Allah tarafından onların anlayışlarının kötülüğünün, kavrayışlarının yok­luğunun açıklanması maksadıyla beyan edilmiştir. Yani onlar çoğu inanç ve tartışmalarında esas olmayan bir zanna tabidirler. Boş hayallere kapılırlar, bâtıl kıyaslar yaparlar. Tıpkı olmayanı, olana, yaratılanı yaratana kıyas etmek gibi. Vehmedilen en az bir nokta varsa bunu yaparlar ve ilmin verilerinden hiçbirine bakmazlar. Onlar hakka götüren sahih delillerin yollarında yürümezler. Onla­rın muhtevalarım nereden ve nasıl anlayacaklardır? Onların doğ­ruluğuna ve onlara muhalif olanın bâtüZığına nasıl vâkıf olacak­lardır?

İttiba ile kastedilen mutlak mânâdaki ittibadır. Bu da kabul­lenip itaat etmekle birlikte olanı da, olmayanı da içerir. Onlardan tâbi olmayanlara işaret etmek için Allah Teâlâ, bu ittibayi çoğun­luğa tahsis ederek, çoklarının böyle davrandığım ortaya koymak­tadır. Bu tür kimseler Tevhidi gerçekliğe vâkıf olurlar ve fakat hakkı inkar etmekte inat ettikleri için onu kabul etmezler.

Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şöyledir: «Onların çoğu Allah'ı ikrar etmek hususunda zanna tâbi olurlar. Çünkü onların bu gibi sözleri herhangi bir delile dayanmamaktadır». Bazıları ise, ayetin mânâsının «Onların çoğu putların, ilahların Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmakla ancak zanna tâbi olur­lar» şeklinde olduğunu öne sürmüşlerdir.

Ayette geçen «Ekser» (çoğu) ibaresi -hepsi- anlamındadır. Ni­tekim, «Onların azı iman eder» (Nisa: 155) ayetinde geçen «Kali-len» kelimesi -hiçbiri- anlamında kullanılmıştır. Ancak bu iki yo­ruma binaen «ekser» kelimesini -hepsi- anlamında kullanmanın zaruri olmadığı ortadadır. Aksine -öz- mânâsında da kullanılabi­lir.

«Zan haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz»: Mutlak zan böyle olursa, acaba yanlış bir zan nasıl olur? «EUHak» kelimesi ilme, gerçeğe uygun ve sahih olan akide anlamındadır. Bu cümle zannin durumunu ve bâtıl olduğunu açıklamak için gelmiştir. Cüm­lede, itikadî meselelerde ilim Öğrenmenin vacip olduğunu, mu­kallidin imanının ise sahih olmadığını söyleyen kimselerin hük­müne dair delü vardır. Bu hükmün amellerde nazar-ı itibara alın­maması, taklidin ve zannın amellerde yeterli olduğu nedeniyledir. Bu kaide usûl kitaplarında takrir edilmiştir.

«Allah onların yaptıklarım en iyi bilendir» cümlesi, kötü fiil­lerinden dolayı onların tehdit edilmesi için varid olmuştur. Bu tehdidin kapsamına, onların kesin delillerden yüzçevirip, fasit zanlara tâbi olmaları öncelikle girer.

(37) «Bu Kur'an Allah'tan başkası...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet, onların Kur'an ayetlerindeki mahfuz olan delil­ler karşısındaki durumlarını ortaya koyduktan sonra onların Kur' an hakkındaki tavırlarının açıklamasına geçmektedir. Ayrıca zan­na tâbi olmayı menettikten sonra uyulması gerekeni açıklamak ve ona dair delil getirmek için başlıbaşına bir hitaptır.

Bazılarına göre, bu cümle «Bu Kur'an'dan başkasını getir» ayetiyle ilgilidir. Bazılarına göre de «Onlar niçin Rabbinden ona bir ayet inmemiştir» şeklindeki müşriklerin sözleriyle alâkalıdır. Ancak her iki görüş de uzak ihtimallerdir.

«Kâne» nakıs fiillerdendir «Haza» onun ismi, «el-Kur'an» ise «Haza»nm atf-ı beyanı, veya sıfatıdır. «En Yaftera» fiili ise mas­tar tevilinde, «Kane»rûn haberidir.

Bazıları bu ayeti müşkil olarak görmüşlerdir. Şöyle ki: «En» kelimesi fiili muzariyi, gelecek zamana   çevirir.   Nitekim   Nahv alimleri bunun mutlak olduğunu öne sürmüşlerdir. Oysa müşrik­ler Kur'an'ın geçmiş zamanda uydurulmuş bir iftira olduğunu id­dia ediyorlardı. Dolayısıyla onun geçmiş zamanda uydurulmuş bir iftira iddiası nasıl anlaşılacaktır? Cevap olarak deriz ki; fiil bu­rada geniş zaman karşılığında kullanılmıştır. Nitekim İbn Hacib ve diğer Nahv alimleri bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bed­ri Damamini «Muğnu Lebib»in şerhinde bunu böyle kaydetmekte­dir. Muhtemelen bu, mecaz mânâsında olmalıdır.

«Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve O Kitab'ı açıkla­yandır»; yani Kur'an, Tevrat ve İncil gibi kitapları tasdik eder.

«Ellezî» ile cins kastedilmektedir. «Tasdik»den maksat ise, doğruluklarını açıklamaktır. O da gerçeğe uygun olmasıdır. Kitap­ların Kur'an tarafından tasdik edilmeleri şu demektir: Kur'an'da bulunan gerçek akideler, onların tahrif edilmemişlerinde bulunan­lara uygundur.

«Ve o Kitab'ı açıklayandır»; yani yazılanı ve gerçekte tesbit edileni açıklayandır. «Onda şüphe yoktur»; yani akılların onda şüpheye düşmeleri uygun değildir. Çünkü onun delilleri apaçıktır, şanı yücedir ve Âlemlerin Rabbi'nden gelmiştir. [46]

 

Muhammed Kur'an'ı Uydurdu Diyenlere Cevap

 

(38) «Yoksa onu uydurdu mu?..» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onları susturmak, fasid sözlerinin bâtıl olduğunu ortaya koymak için de ki: «Eğer durum gerçekten sizin dediğiniz gibiy­se, haydi bakalım ister uzun, ister kısa olsun, belagatta, güzel ir­tibatta mânânın cezaletinde, onun benzeri bir sureyi getirin.»

Denildiği gibi ayetin özeti şudur: «Eğer bu Kur'an benden sadır olan bir uydurmaysa, siz de onun benzeri bir sure uydurun ve getirin bakalım... Çünkü sizler de Arapça ve fesahatta benim gi­bisiniz. Belki daha fazla bu dili kullanmışsınız. Nasm ve nesirde bir aşinalığınız da var.»

Buna binaen muhataplardan istenen, öyle bir sure-meydana getirmeleri ve kendiliklerinden onu söylemeleridir. Yani, iş sizin iddia ettiğiniz gibiyse, kendinizden veya sizden önceki Arap fasih ve beliğlerinden buna benzer bir sure getirin. Mesela İmr'ul-Kays ve Züheyr gibi beliğ ve fasihlerden Kur'an'a denk, onun büyük özellik­lerinde ona benzer bir sure getirin. Madem ki Arapçayı çok iyi bil­menize rağmen, böyle bir sure getiremiyor sunuz, madem ki Ukaz panayırında, fesahat ve belagatın merkezinde kürsü sahibi olma­larına rağmen onların sözlerinde bir şey yok, o halde Kur'an bir beşer kelama değildir. Aksine o kuvvet ve kudret sahibi olan Al­lah'ın sözüdür.

«De ki : «Eğer sizler doğru iseniz. Allah'tan başka gücünü­zün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sure getirin»; yani onları size yardım etmeleri için çağırın. Felâket anlarında size yardımcı olacaklarını iddia ettiğiniz ilahlarınızdan yardım iste­yin. Benim Kur'an'ı uydurduğum iddiasında doğru iseniz şayet, onun benzerinin getirilmesi imkân dahilinde demektir. Bu ise si­zin gücünüzün buna yeteceği mânâsına gelir. Haydi hodri mey-Clan, onun bir suresinin olsun benzerini getirin.

Bu ayet, Kur'an'ın icazına delâlet eden ayetlerden birisidir. Çünkü Hz. Peygamber bu ayetle, Kur'an'm herhangi bir suresi­nin benzerini getirmeleri için Arap edip ve beliğlerine meydan okumuştur. Onlarsa böyle bir sure getiremediler. Şayet getirmiş olsaydılar, bize kadar gelirdi. Çünkü onun naklini sağlayacak bir­çok faktör vardı.

Bazı mülhidler, Kur'an'ın bir benzerini getirmekten aciz olmalarının, onun Allah katından getirilmiş olduğunu gerektirme­yeceğini iddia etmişlerdir. Çünkü başkasında olan bir özellik, bir diğerinde bulunmayabilir. Bu bakımdan Muhammed'in (s.a) belagat ve fesahattaki derecesi onun .bir özelliğiydi ve o bu nokta­da tüm Arapları geride bırakmıştı. Onun getirdiklerini getirdiği­ni, Arapların ise getiremediğini iddia etmişlerdir. Oysa bazı sev netlerle Hz. Peygamber'den (s.a) şu hadis rivayet edilmiştir: «Ben Arapların en fasihiyim ve ben Kureyş'tenim».

Bu iddiaya şu şekilde cevap verilmiştir: Hz. Peygamber her ne kadar fesahata ilişkin durumların en doruğunda ise de, sanki Allah Teâlâ, Arap dilini yayıkta yaymış, onun kaymağım Hz. Mu­hammed'in (s.a) dili üzerine koymuştur. Ona karşı koyabilecek bir tek hatib bile yoktur. Onunla yarış etmeye kalkışacak hatip sürçer, ayaklan birbirine dolaşır. Hiçbir beliğ yoktur ki onunla yarışmaya kalkışmış olsun da bundan vazgeçmesin, defteri dürül-mesin. Fakat tüm bunlara rağmen Hz. Peygamber'in sözleri, Kur' an'ınkine benzemez. Çünkü eski ve yeni beliğlerin sözlerine vâkıf olan zevk sahiplerince bilinir ki bir şahsın sözleri birbirine ben­zer. [47]

 

Kur'an Hangi Yönlerden Mü'cizedir?

 

(39) «Aksine onlar ilmini kavrayamadıktan...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet onların Kur'an hakkındaki sözlerinin onun kün-hüne vâkıf olamayışlarından ileri geldiğini göstermektedir. Bu sözler Kur'an'ın yüce şanına muttali olamadıklarından dolayı söy­lenmiş sözlerdir. Bu bakımdan onlar Kur'an hakkında ne söyle-mişlerse bâtıldır.

«Ma» kelimesinin Kur'an'dan ibaret olduğu, Hasan Basrî'y ait bir yorumdur ve müdekkik tefsir alimleri de bu yorum üze­rinde durmuşlardır.

Bazılarına göre de, «Ma» kelimesi Kur'an'da bulunan ve on-lann dinine ters düşen (Tevhid, Haşr, ve Ceza ayetleri gibi) ayet-leraen ıoareuır. AncaK bu tefsir uygun görülmemiştir. Çünkü ayet ile Kasıecuien, onların Kur'an'ı, onu düşünmeksizin, ondaki mce-likıere vaüii olmaksızın, onun Allah katından geldiğine dair de-Uııere baıonassızın yalanlamaya kalkıştıklarının beyan edilmesi­dir, ıvıaaem ki hiç düşünmeden.yalanlıyorlar, o halde onların Kur' anın ûır kısmını yalanladıklarını ileri sürmek uygun düşmez. Çün-ku du ıncecten inceye düşünmeyi gerektirir. Onlar Kur'an'm bir tek suresinin dahi benzerinin getirilmesinin mümkün olmadığını bilmeksizin onu yalanlıyorlar. Allah Teâlâ, «Onlar onun ümini ihata ezmetcsızm onu yalanladılar» dememiş, «Onlar ilmini kav-rayamaaıtciarı ve yorumu kendilerine gelmemiş olan bir şeyi ya-ianıaauar» tabirini kullanmıştır. Bu onların Kur'an konusunda tamamen cahil olduklarını gösterir. Onlar Kur'an'ı bilemediler ve bilgisiz oldukları halde tanımaya çalıştılar. Onların Kur'an'ı ya­lanlamaları, onun ilmini kavrayamayışları nedeniyledir.

«Tevilehu» (Onun tevili) onun bir çeşit tefsiri mânâsındadır. Yani onlar Kur'an'm şanını yüceliğini bildiren, delilini ifade eden vaz'î ve aküî mânâlarına vâkıf olmadıkları halde, onu inkâra yel­tendiler. Tevil kelimesiyle sonuç ve Kur'an'm varabileceği nokta­nın kastedilmesi mümkündür. Bu mânâ, tevil kelimesinin gerçek mânâsıdır. Bu takdirde tevil kelimesinin kullanılması, zahir ol­maktan kinayedir. Yani şu ana kadar Kur'an'da bulunan gaybî ihbarların sonucu belli olmadığı, yalan mı, doğru mu ortaya çık­madığı halde, onlar Kur'an'ı yalanlamaya kalkışmışlardır. Özet olarak Kur'an, hem nazmı hem mânâsı bakımından, hem de gaybden verdiği haberler yönünden bir mucizedir. Onlar onun naz­mını düşünmeden, mânâlarını tefekkür etmeden veya ihbar ettiği olayların meydana gelmesini beklemeden, Kur'an'ı yalanlama­ya kalkışmışlardır. Onlar nasıl düşünmeksizin, akletmeksizin Kur' an'ı yalanlamışlarsa, onlardan önceki kafirler de aynı şeyi yapa­rak, kendilerine gönderilen kitapları ve kendilerine gelen peygam­berleri yalanlamışlardır.

«Bak (ve araştır) zalimlerin sonu nasıl olmuştur?» cümlesin­de muhatap, ya Hz. Peygamberin (s.a) kendisidir, ya da Kitab'a muhatap olan herkestir.

«Zalimler» ile kastedilen ise peygamberleri yalanlayan önce­ki kafirlerdir. Burada zamir yerine ism-i zahir (yani -hum- yerine «ez-Zalimin» ) getirilmiştir. Bu onların yalanlamalarının zulüm ci­hetinden olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca onlara isabet eden musibetlerin, kendilerine zalimliklerinden dolayı isabet ettiği ve Kur'an'ı inkar eden bu müşriklerin.onların içine dahil olduğu an­laşılmaktadır.

«Keyfe» keJimesi «Kane»nin haberidir. Bazen Keyfe'&e tasar­ruf yapılarak, mastar yerine konur ve Keyfiyet mânâsını ifade eder. Dolayısıyle istifhamın mânâsı da ortadan kalkar. Burada bu mânâ muhtemeldir.

(40) «Aralarında   O'na   inanan ve.,.»Bu Ayetin Tefsiri

Bazılarının görüşüne göre mezkur ayet onların beklenen to-vil geldikten sonraki durumlarını açıklığa kavuşturmaktadır. Çün kü o zaman onların çeşitli tavırlar takınmaları mümkün olmakta­dır. Kimi iman eder, kimi etmez. Çünkü bir şeyi bilmeden, ona iman etmek söz konusu değildir. Anlaşılan odur ki onların hepsi daha tevil gelmezden önce yalanlamaya katılmışlardı;

«Hum» zamiri yalanlayanlara racidir. O'na iman etmenin mâ­nâsı, ya onun hak olduğuna inanmaktır ki o zaman aralarından bazıları içinden onu tasdik eder, ilmini kavradıktan sonra onun hak olduğunu ikrar eder ve tevili geldikten sonra bunları bilir fa­kat inadından dolayı iman etmez, ya da buradaki iman gerçek imandır. Yani onlardan bazıları ileride ona iman edip, küfürden dönecek, bazıları da zahirde tasdik etmediği gibi, içinden de onu doğrulamayacaktır. Bu ikinci grup ya bilgisizlik çukuruna yuvar­landıklarından ve akıllan yetmediğinden hak ile bâtılı ayırdede-meyecek kadar kafalarının karışmış olmasından dolayı böyle dav­ranmışlar, O'nun ilmini zanlannın çatışmasından temizlemekten aciz oldukları için şüphe içinde kalmışlardır. Ya da ileride de ona iman etmeyecek, aksine küfründe şüpheli ve inatçı olarak ölüp gideceklerdir.

(41)  «Onlar seni yalanlarsa...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, deliller onları susturduktan sonra da seni yalanlamak­ta devam ederlerse onlara de ki: «Sizin ameliniz size, benim ame­lim bana clsun». Yani onlardan tamamen uzaklaş. Ayetin mânâsı; «Benim amelimin karşılığı bana, sizin amelinizin karşılığı size ait­tir» şeklinde anlaşılır.

«Sis benim yaptığımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptığınız­dan uzağım» cümlesi tekid olarak getirilmiştir. Çünkü Önceki cümle de aynı mânâyı ifade etmektedir. Tahsis için gelen -lam-harfi bir amelin karşılığının başkasına geçmeyeceği kuralını ifa­de eder. Yani, siz benim yaptığımdan, ben de sizin yaptığınızdan dolayı cezalandırılmayız. Bu yoruma göre ayet, Seyf (savaş) aye­ti ile neshedümemiş muhkem bir ayettir. Çünkü ayet, taraflar­dan her birinin kendi davranışlarının sonucu olan ceza ve sevaplardan sorumlu olmalarını gerektirir. Seyf ayeti ise bunun hük­münü kaldırmamıştır.

Mukatil, Kelbî ve İbn Zeyd'den gelen bir rivayete göre, bu ayet Seyf ayeti ile nesholunmuştur. Böyle demelerinin nedeni sanıyo­rum ki şundandır; Onlar bu ayeti, yüz çevirmenin ve onlara kar­şı herhangi bir saldırıda bulunmanın terkedilmesi şeklinde anla­mışlardır. Dolayısıyla ayetin de mensuh olduğunu öne sürmüş­lerdir.

(42)  «Onlardan seni dinleyenler de...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet, onların kalplerinin imana ulaşamayacak denli kapalı ve mühürlü olduğunu ortaya koyuyor. Buradaki zamir, mâ­nâ bakımından çoğul olarak kullanılmıştır. Nitekim daha sonra gelen cümlede lafız bakımından tekil olarak kullanıldığı gibi. Bu­nun nedeni dinleyenlerin çokluğuna işaret etmek için olabilir.

Ayetin mânâsı şu şekildedir: Seni yalanlayanlardan bazıları Kur'an'ı dinliyor veya Allah'ın dinini öğrettiğinde senin konuş­mana kulak veriyorlar. Sözlerin onların kulaklarına gidiyor fakat o sözlerden hiçbiri onlara bir yarar sağlamıyor. Onlar da işitme­yen sağırlar gibi, onları kabul etmiyorlar. Acaba sen onlara işit­tirmeye güç yetirebilir misin? Onların sağırlıklarına bir de akılsız­lıkları eklenirse yine onlara işittirmeye kadir olabilir misin?

Çoğu kez sağır ama akıllı olan bir kimse, bir uğultu işittiğin­de hemen uyanır. Ancak hem işitme hem de akıl vasfı yok oldu mu, o zaman sağırlık sıfatı tamam olur. Bu yalanlayan kimseler akıllı olmalarına rağmen, Allah Teâlâ onlan niçin akılsız sağırlar gibi vasfetmiştir? Çünkü onların akıllan vehmin çatışmasıyla, taklîdln peşinden giden hastalıklarıyla karşılaşmıştır. Bu yüzden Al­lah Teâlâ onların Kur'an'm mânâlarını, ince hüküm ve yüce hik­metlerini idrak etmekten aciz kalmaları halinde mazur sayılabile­ceklerini beyan etmiştir. Tıpkı hayvanların kendilerine söylenilen sözleri anlamadıklarından dolayı mazur sayılmaları gibi.

«Efe ente tusmiu'» cümlesindeki failin takdimi, Sakkafi'ye göre takviye, Alkame'ye göre de tahsis içindir. Dolayısıyla manevî failin takdiminde, ardından inkâr cümlesinin getirilmesi, Hz. Pey-gamber'in (s.a) içinden o kavmin iman etmesine duyduğu arzu­dan dolayı, onlara işittirme kudretinde olduğunu zannettiğine de­lâlet eder.

İşte bu ayette Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) kalbinden o düşünceyi silerek, bunun sadece kendine mahsus olduğunu orta­ya koymuştur. Adeta Hz. Peygamber'e şöyle denilmektedir: «Sen onlara işittirmeye kadir değilsin. Ama biz buna kadiriz.» [48]

 

Meal

 

43- Onlardan bazıları sana bakmaktadır. Fakat körleri sen mi doğru yola ileteceksin? Hele bir de görmüyorlarsa.

44- Kuşkusuz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.

45- Allah'ın   onları bir araya toplayacağı  gün, sanki onlar kendi aralarında sadece görüşüp tanışacakları gündüzün bîr sa­atinden başka kalmamış gibi olurlar. Allah ile karşılaşmayı ya­lanlayıp, doğru yolu tutmamış olanlar, gerçekten ziyana uğramış olanlardır.

46- Eğer onlara va'dettiğimizin bir kısmını  (dünyada)  sa­na göstersek (ne güzel!) veya (göstermeden) senin ruhunu alsak (da görmen ahirete kalır). Onların dönüşü bizedir. Sonra Allah onların yapmakta olduklarına da şahittir.

47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri gel­diği zaman aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulme­dilmez.

48- «Doğru iseniz bu söylediğiniz va'd ne zamandır?» diyor­lar.

49- De ki:  «Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücündeyim. Her ümmetin tak­dir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat ge­ri kalabilirler ne de ileri gidebilirleri).

50- De ki:  (Ey müşrikler!) bakın, eğer O'nun azabı size ge­celeyin ve gündüzleyin gelirse ne yapacaksınız? Suçlular ondan hangisini acele istiyorlar?»

51- Olan olduktan sonra mı, O'na iman edeceksiniz? Şimdi mi? Halbuki onu acele istiyordunuz.

52- Sonra o zulmedenlere «Ebedî azabı tadın» denilecektir. Kazanmakta olduğunuzdan başkasıyla nu cezalandırılacaksınız?

53- «O dediğin bir gerçek midir?»  diye senden haber istiyor­lar. De ki: «Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz bir gerçek­tir. Ve siz ona mani olacak değilsiniz».[49]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(43) «Onlardan basılan sana...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onlardan bazı kimseler vardır ki tüm dikkatlerini sana çevirirler. Kur'an okuduğun zaman seni gözlerler. Allah'ın sana vermiş olduğu iman nurunu, büyük ahlâkı, hidayetin izlerini, doğ­ruluktan ayrılmamış olmanı görememektedirler. Ey Rasûlüm! Nasıl ki sen, iki gözü kör olan bir kimsenin hissî delillerle hida­yetine güç yetiremiyorsan, bunları da aklî delillerle hidayete gö­türmeye güç yetiremezsin. Çünkü onlar aklî delilleri idrak eden basiret (kalp gözü) nimetini kaybetmişlerdir.

Bu ayetin özet olarak anlamı şudur; dinin hidayeti tıpkı mad­dî hidayet gibi ancak aklın yol göstermesiyle ve hîdayete hazjrlık-lı olana bir yarar sağlar. Aklın yol göstermesi ise, kişinin yönlen­dirilmesi ve niyetin doğruluğuyla meydana gelir. Bu kimseler ise, akıllarını yararlı bir şekilde, gözle görülen ve kulakla işitilen de­lillerle kullanmamışlardır. Şehvet ve taklidin ötesinde bulunan yüce gayelerin kavranması için böyle bir teşebbüste bulunmamışlar­dır.

Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi, insanların doğru yolu bulma­ları için bilinen organları kâfi gelmemektedir. Ayrıca basiret (kalp gözüne)  ihtiyaçları vardır. Kalp gözü ise, manevî bir duyudur.

Bundan yoksun olanlar, tıpkı sağır ve dilsizler gibidirler. Zaten Kur'an da onlar için bu terimleri kullanmaktadır.

(44) «Kuşkusuz ki Allah insanlara...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen zulüm kelimesi lugavî anlamıyla kullanılmıştır Yani mükemmel bir yaratılışın gerektirdiği hiçbir şey onlarda eksik bırakılmamıştır. Allah'ın adetinden değildir ki kullandıkları takdirde kendilerini hayra götürecek sebeplerden herhangi birini kullarında eksik bıraksın. Peygamber göndermek, deliller ikame etmek suretiyle onları dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirecek olan idraktan, hakka götüren sebeplerden herhangi bir şeyi eksik bırakmak O'nun sünnetine ters düşer. Ancak insanlar kendi ken­dilerine zulmederler, başkasına değil. Çünkü başkalarını ezmele­rinin cezası yine kendilerine aittir. Onlar Allah'ın kendilerine ver­miş olduğu duyuların, aklın ve dinin inkârı sebebiyle kendilerine zulmederler. İşte onları yerli yerinde kullanmak dosdoğru yol­dur ve insanı dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirir.

(45) «Allah'ın onları bir araya toplayacağı gün...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, müşrikleri, düşünceyi terketmek, hakka kulak vermemek, peygamberi yalanlamak ve Kur'an'ın yorumu kendi­lerine gelmezden önce Kur'an'ı inkâr etmekle vasıflandırdıktan sonra, kıyamet gününde bu davranışlarından dolayı başlarına ge­lecek olan cezanın açıklamasına geçmiştir.

«Saat» kelimesi az bir zaman anlamında kullanılır. Yani, Ey Peygamber!  Onları, Ölümden sonra diriltmek suretiyle Allah'ın kendilerini hesap ve ceza yerine götürmek için bir araya getire­ceği o gün ile korkut, (yani o günün azabıyla korkut). Onlar dün­yada sanki az bir süre durmuşlar ve sonra dünyadaki süre sona ermiştir.

Ayetin mânâsı özet olarak şöyledir: Şu dünya ki, onları ha kir, geçici ve kısa süreli şeylerle aldatmıştır. O onların ölümüyle sona erecektir. Onlar kıyamet gününde onun kısalığını günün bir anıyla, tanışmaktan daha fazla sürmeyecek kadar bir kısalık ol­duğunu göreceklerdir. Bu tıpkı, «Onlar va'dedildikîeri azabı gör­dükleri gün, sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kalmışlar­dır» (Ahkaf : 35) ve «Kıyamet koptuğu gün, mücrimler dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler» (Rum : 55) ayet­lerinde bahsedildiği gibi aynı mânâyı ifade eder.

İşte bu kimseler geçici, kısa, çeşitli dert ve belâlarla karışmış ve hızla geçip gitmekte olan hayatı, ebedî hayata ve orada bulu­nan sürekli nimetlere tercih etmişler, buna hazırlıklı olmamışlar­dır. Kendilerini temizleyen ve ruhlarını arıtan salın amellerde bu­lunmamışlardır. Bundan dolayı oradaki mutluluğu ellerinden ka­çırmışlardır. Kendilerince tercih etmiş olduklarında isabet ede­meyip, geçici ve kısa bir hayatı, ebedî hayata tercih etmişlerdir.

(46)  «Eğer onlara va'dettiğimizin...»Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Allah'a kavuşacaklarını (hasrı) inkâr edip, yalanlayan müşriklerin hüsranda olduklarını ve doğ­ru yolda bulunmadıklarını açıkladıktan sonra bu ayeti indirmiş­tir. Burada onların dünya ve ahirette karşılaşacakları azap ile teh­dit edilmeleri söz konusu edilmiştir. Ayrıca tehdit ile beraber bu azabın bir kısmının kendisine de gösterileceği ve bununla gözü­nün aydınlanacağı bildirilerek Hz. Peygamber (s.a) müjdelenmiştir. Azab'm diğer kısmı onlara ahirette verilecektir. Çünkü Allah onların yaptıklarını bilendir ve müstahak oldukları cezayı onlara verecektir.

Ayetin mânâsı özet olarak şöyledir: Eğer onlar için dünyada hazırladığımız azabın bir kısmını, Ey Muhammedi Sana gösterir­sek bil ki, işte o, onların müstahak oldukları azaptır. Böylece Al­lah Teâlâ, peygamberine dünyada onların başından geçen kıtlığı ve açlığı göstermiştir. Bu da Hz. Peygamberin (s.a) onların aley­hinde ettiği dua sayesinde olmuştur. Allah Teâlâ daha ilk savaşta, peygamberini onlara galip getirdi. Bedir Savaşı'nda onların ileri gelenleri öldürülerek, büyük bir bozguna uğradılar. Hz. Peygam­ber (s.a) onların başkenti ve «Ünımül-Kurra» (şehirlerin anası) olan Mekke'yi fethedinceye kadar tüm savaşlarda onları bozgun­dan bozguna uğrattı. Sonunda da insanlar akın akın gelip Allah' in dinine girdiler.

Eğer onların hakkında vukubulacak azabı sana göstermeden önce, senin canını alacak olursak, her halükârda onların varacak­ları yer bizim huzurumuzdur. İşte onlar o an bizim tehdidimizin ortaya koyduğu ceza ile karşı karşıva geleceklerdir. Allah Teâlâ onların üzerinde şahiddir. O hak ile, hak bir ilimle ve hak bir şe-hadetle onlara va'dettiği cezayı uygulayacaktır. Nitekim bir ayette «Saoret, kuşkusuz ki Allah'ın va'di haktır» (Rum : 60) ve başka bir ayette, «Onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, seni öldürsek de kesinlikle senin görevin sadece tebliğ etmektir. Bizim üzerimize düşen onların hesabını görmektir» (Ra'd: 10) bu-yurulmuştur.

(47) «Her ümmetin bir peygamberi...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah, kullarına bir rahmet, hüccetlerine bir açıklayıcı olması için her ümmete bir peygamber göndermiştir. Ki o peygarnberler ümmetlerine, nelerin vacip olduğunu açıklasın, Allah'a ahirete iman gibi inanılması gereken meseleleri onlara izah etsin. O günde onları azaptan kurtaracak salih amelleri kendilerine bil­dirsin ve böylelikle işleyecekleri salih ameller onların hem dünya hem de ahiret mutluluklarına sebep olsun.

Bu ayette Allah Teâlâ'nm geçmiş ümmetlerin her birine bir peygamber göndermiş olduğunu ve hiçbir ümmeti ihmal etmediği-ğini ortaya koyan bir delil vardır. Bu iddiayı şu iddialar da destek­lemektedir: «Hiç bir ümmet yoktur ki onlara bir korkutucu gel­miş olmasın» (Fatır: 24), «Biz bir peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz» (İsra: 15)

Alusî mezkur ayeti daha farklı bir açıdan ele alarak şöyle de­mektedir:

Kıyamet gününde her ümmetin bir Rasûlü vardır. O ümmet kendisine nisbet edilir. Filan peygamberin ümmeti gibi. Her üm­metin peygamberi mahşer meydanına geldiğinde, küfürleri ve imanları hakkında onlara şahitlik ve sonra aralarında adaletle hükmedilir. Müminin kurtuluşuna kafirin ise cezalandırılmasına verilen bir hükümdür bu. Onlar hiçbir surette zulme uğramaz­lar.

Ayetin mânâsı; geçmiş her ümmetin şeriatla gönderilmiş bir peygamberi olduğu şeklinde de anlaşılabilir. Allah'ın hikmeti bunu böyle gerektirmiştir. Peygamberler onları hakka davet için gön­derildikleri halde, onlar kendilerine peygamber geldiğinde ve o peygamber onlara dini tebliğ ettiğinde, onları dine davet ettiğin­de, onu yalanladılar, ona karşı çıktılar. Bunun üzerine her ümmet ile peygamberi arasında adaletle hükmedildi. Yani peygamberler ile ona iman edenlerin kurtuluşuna, onu yalanlayanların da he­lakine karar verilmiş oldu.

İlk yorum İbn Cerir'in ve başkasının Mücahid'den rivayet ettiği yorumdur. Bu yoruma göre istikbal zahiri üzerinedir. İkinci yorumda olduğu gibi bunda herhangi bir şeyin takdirine gerek yoktur.

(48) «Doğru iseniz bu söylediğiniz va'd...» Bu Ayetin Tefsiri

Yukarıda söz konusu edilen birinci yorum, bu ayetle de des­teklenmektedir. Çünkü burada kastedilen va'd dünya azabıdır. Nitekim daha sonra gelen ayetler de insanı bu yola sevketmekte-dir. [50]

 

Fetret Devrinde Peygamberler

 

Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, hiçbir ümmet peygam­bersiz bırakılmamıştır. Oysa fetret ehline peygamber gönderil­mediği bilinmektedir. Nitekim, «Ataları uyarılmadığından kendile­ri gafil kalmış bir kavmi uyarman için seni peygamber olarak gön­derdik» (Yasin : 6) ayeti de bu hususa delâlet eder. Cevap olarak deriz ki; ayetin umumu, bir peygamberin her ümmette fiilen bu­lunacağı anlamına gelmez. Çünkü bir peygamberin bazı ümmetler­den önce gelmesi, o, peygamberin, onlara gönderilmesine engel de­ğildir. Nitekim Hz.Peygamber'in (s.a) kıyamete değin tüm insan­lara peygamber olarak gönderilmesi de böyledir. Ancak fetret do­nemi insanları hakkında diyebiliriz ki, insanların fetret dönem­lerinde karışmaları ve çeşitli göçlerle kaynaşmaları, peygamberle­rin davetlerinin etkisini azaltmaya neden olmuştur. Kaldı ki ba­zıları «Her ümmet» ile Allah'ın ezeli ilmiyle kendilerini sorumlu tuttuğu veya haklarında hükmünü uygulamak istediği toplulukla­rın kastedildiğini yoksa mutlak anlamdaki ümmetin kastedilmedi-ğini söylemişlerdir.

(49) «De ki; Ben kendime bile...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, benim bunların hiçbirine, hiçbir şekilde gücürn yetme­mektedir. Allah Teâlâ'nın ayette «zarar»ı, «yarar»da,n önce zikret­mesinin nedeni, Hz. Peygamberin (s.a) aczini ortaya koymak için­dir. Yararın zikredilmesi ise ta'mim içindir. Yani aczin kemalini izhar etmektir maksat. Bazılarına göre yararın zarardan sonra zikredilmesi, peygamberin güç yetmezliğinin sadece zarar açısın­dan olmasıdır. Yani bu, yarara gücünün yettiği şeklinde akla bir düşünce gelmesin diyedir. Ancak Allah'ın dilediği olur.

Mutezile'ye göre buradaki istisna, muttasıldır. [51] Onlara gö­re bu ayetle kul, taat veya günah olsun fiillerinde hürdür, yani fiillerini kendisi meydana getirir. Oysa görüldüğü gibi ayet, on­ların bu iddiasını isbat etmekten çok uzaktır. Selefi bazı kimse­ler kulun  Allah'ın izniyle  etkileyici bir kudrete sahip olduğu­na, bu ayetin delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Cebrîlerin kulun kuvvet ve kudretinin olmadığını ve onun bir fiili kendüiğinden işlemeye asla güç yetiremeyeceğini söylemeleri yanlıştır. Nitekim Eş'arîlerin kulun kudreti olduğunu ve fakat müessir olmadığını iddia etmeleri de doğruya yakın değildir. Bu­nun gibi Mutezile'nin Allah dilesin dilemesin kulun tesir etme gücünün olduğuna dair sözü de kabul edilemez.

Ayetin mânâsı şu şekildedir: Ben zarar ve yarardan hiçbir şe­ye kadir değilim, ancak Allah'ın dilediği olur. Ben sadece Allah'ın gücümün yetmesini dilediği yerlerde güç yetirebüirim. Allah di­lerse onu yapabilirim. Yani ben sadece bir insanım ve Allah'ın el­çisiyim. Kendim için ne bir yarar ve ne de bir zarar vermeye gü­cüm yeter. O halde başkası için bunu nasıl yapabilirim. Nitekim başka bir ayette; «Kendim için herhangi bir yarar veya zarara ma­lik değilim. Ancak Allah'ın dilediği olur. Eğer gaybı bilseydim, kesinlikle hayırdan çoğunu elde etmeye çalışırdım. Bana bir kö­tülük dokunmazdı. Ben sadece bir uyarıcı ve iman eden bir ka­vim için müjdeleyiçiyim» (A'raf : 188) buyurulmuştur.

. «Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalabilirler ne de ileri gidebilirler»; yani peygamberleri yalanlamakta ısrar eden her ümmetin bir azap za­manı vardır. O zaman geldiğinde, azap onların başına iner. Başka bir ümmete ertelenmez. O vakit geldi mi Allah'tan başka hiç kim­se —peygamberler dahi— onu öne almaya veya geciktirmeye güç yetiremez. Yani o zaman geldi mi süre bitmiş olur, gelmesi de ta­hakkuk eder. Yani o ümmetlere mahsus olan süre sona erdi mi, ne bir saat geri kalabilirler ne de bir saat ileri gidebilirler. O za­manı geri almaya veya ileri götürmeye Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. [52]

 

Yarar Ve Zarar Vermede Velilerin Durumları

 

Hasan Sıddık Han, «Feth'ul-Beyan» adlı tefsirinde şunları söylemektedir: Allah'tan başka felaketlerin kaldırılmasına güç ye-tiremeyen, o felaketler geldiğinde, Hz. Peygamber'e (s.a) sığına­rak onu yardıma çağıran, ondan yardım istemeyi adet edinen kim­seler için bu ayet, büyük bir uyarıcı ve önemli bir korkutucudur. Hz. Peygamber'den (s.a) onun gücünün yetmediği ve ancak Allah' in kudretiyle meydana gelebilecek olan bir şeyi isteyen kimsenin durumu da böyledir. Çünkü bu nübüvvetin değil, alemlerin Rabbinin makamıdır... O Rab ki, peygamberleri, salihleri ve tüm mah-lûkatı yaratmış, onlara rızık vermiş ve onlara hayat vermiş­tir. Peygamberlerin; meleklerin veya salih kulların birinden gü­cü yetmediği bir şeyi isteyip de, her şeye Kadir, Hâlık, Râzik, Ve­rici, Menedici ve her şeyin Rabbi olan Allah'tan istemekten kaçı­nan kimsenin durumu nicedir? Bu ayetteki Öğüt sana kâfidir. Çün­kü Hz. Muhammed (s.a) bile, Ademoğulları'nın efendisi ve pey­gamberlerin sonuncusu olduğu halde Allah Teâlâ ona, insanlara şunu söylemesini emretmektedir: «De ki: Ben kendime bile Al­lah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir yarar verme gü­cünde değilim.» Acaba kendisi için böyle bir güce sahip olmayan kimse, başkaları için nasıl böyle bir güce sahip olabilir? Hz. Pey-gamber'in (s.a) mertebesinden daha düşük bir mertebede olan salıh bir kul nasıl olur da tüm bunları yapabilir— O kimselere şaşılır sadece; zira onlar toprak altındaki ölülerin mezarları üze­rinde durup, Allah'ın kudret ve gücü dışındaki hiçbir gücün ye­rine getiremeyeceği ihtiyaçlarını o ölülerden istemektedirler. On­lar nasıl oluyor da içine düştükleri şirkten uzaklaşmıyorlar? Nasıl olur da «La ilahe illallah» esasına ters düşen bir tehlikeye sapla­nıp kalırlar? «Kul huvellahu ehad» mânâsına zıt bir yola girmiş­lerdir? Bundan daha şaşırtıcı olanı, alimlerin buna muttali olup da, onlara niçin böyle davrandıklarım sormamaları, onlara karşı çıkmamalarıdır. Halk ile önceki dönemin cahiliyye adetleri arası­na girmiyorlar. Öyle ki eski cahiliyye adetlerinden daha kötüsü bir duruma mâni olmuyorlar. Eski cahiliyye dönemindeki insan­lar da Allah'ın yaratıcı, rızık verici, öldürücü, diriltici, zarar ve yarar verici olduğunu söylerlerdi ama bunun yanında «Putlarımız bizi Allah'a yaklaştırıyor ve Allah katında onlar bize şefaatçi ola­caklardır» diyorlardı. Modern cahiliyye insanları da dua ettikle­rinin yarar ve zarar verme gücünde olduklarım zannederler ve bazen onlara tek başına, bazen de Allah ile beraber dua ederler.

Hasan Sadık Han'ın (Allah ruhunu şad etsin) bu tenkidlerine katılmamak elde değil. Ancak bu konudaki en güzel çözümü; Bediuzzaman Said-i Nursî Mektubat'mûa dile getiriyor. O kısaca şöyle demektedir: «Müslümanlar velîlere mânâyı ismiyle bakar­larsa, bu şirk ve küfürdür. Mânâyı harfiyle bakarlarsa zararı yok­tur.» Allah doğrusunu bilir.

(50) «De ki: Bakın, eğer O'nun azabı...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet, müşriklerin azabı istemelerindeki görüşlerini boş ve anlamsız saymaktadır. Yani azap size gelirse, o azapta ne yarar elde edeceksiniz? Artık o zaman size iman da bir yarar sağ­lamaz.

«Suçlular ondan hangisini acele olarak istiyorlar?)} cümlesin­den maksat, mücrimlerin azabın hangi çeşidini acele istediğini or­taya koymaktadır. Dünya azabı mı, ahiret azabı mı? Hangi azabı acele isterlerse istesinler, bu istekleri ahmaklık ve bilgisizliklerin­den ileri gitmektedir.

(51-52) «Olan olduktan sonra mı...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Onlar azabı defedecek imanın yerine azabı mı daha acele is­tiyorlar? Bu isteklerinden sonra azap bilfiil oluşmuş mudur? Siz O'na iman ediyorsunuz ama Öyle bir zamanda artık imanın bir yaran olmaz. Çünkü Allah'a va'dettiğini bilfiil görmektesiniz. İs­ter istemez meydana gelir ve bu iman da Hz. Peygamber'i (s.a) tasdik için değil mecburen edilmiş bir imandır. Sizi kınama açı­sından şöyle denilecektir: «Siz şimdi mi zorunlu olarak O'na iman ediyorsunuz. Oysa daha Önce O'nu yalanlamak ve gurura kapılmak bakımından acele olarak azabı istiyordunuz.» Sonra küfürle, nübüvveti, Allah'm va'dini ve Allah'ın tehdidini inkâr etmekle ken­dilerine zulmedenlere denilir ki; «Allah'ın sürekli ve tükenmeye­cek olan azabını tadın. Çünkü orada artık ne ölüm ne de zeval vardır.»

«Kazanmakta olduğunuzdan başkasıyla mı cezalandırılacaksı­nız?» Yani siz, ancak kendi isteğinizle, işlemiş olduğunuz küfür, zulüm, yeryüzündeki fesad ve bunların üzerinde ısrar etmek ve onlardan ayrılmamak suretiyle kazandığınızın karşılığında bu ce­zayı göreceksiniz. Bu cezada zulüm diye bir şey yok. Çünkü bu, sizin yaptıklarınızın ayrılmaz bir parçasıdır. Onlar ikrama, ebedî cennette Allah'm kulluğuna lâyık ve ehil değillerdir.

(53) «O dediğin bir gerçek midir?..» Bu Ayetin Tefsiri

Ey Rasûl! Onlar dünyada ve ahirette kendilerine va'dettiğin şu azabın mahiyetinden haber vermeni senden istiyorlar. Onlar «Acaba bizim, dünyada kazandığımız günahlar karşısında bu va' dedilen azap vâki olacak mı, yoksa bu sadece bir korkutma mı­dır?» diye soruyorlar. De ki: «Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz bir gerçektir. Ve siz ona mâni olacak değilsiniz»; yani Rabbime yemin ederim ki sizler hakkında o azap haktır. Mutlaka yerine gelecektir, onu engelleyecek bir güç de yoktur. Siz, size azabı tatbik edecek olanı elde etmeye, o azabı başınıza getirmek­ten onu menetmeye güç yeürecek değilsiniz.

Ayetin kısaca mânâsı şu şekildedir: Bu azap başınıza geldi­ğinde, o azaptan kaçmak veya ona karşı koymakla kurtulamazsı­nız. Siz Allah'm egemenliği altındasınız. Size bir şeyi tatbik etmek istediğinde onu tatbik eder. O halde O'ndan korkun. Çünkü O'nun azabı üzerinize vâki olacaktır.

Enes kanalıyla şöyle rivayet olunmuştur: Biz, Hz. Peygamber ile mescidde iken, biri devesinin sırtında geldi. Devesini mescidin yanına çöktürdü. Devesinin dizini bağladıktan sonra, «Muhammed hangtnizdir?» diye sordu. Biz Hz. Peygamber'! (s.a) göstererek, «Şu yaslanmış, beyaz elbiseli zattır» dedik. Bedevi, «Sen Ab-dulmuttalib'in oğlu musun?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) «Sana cevap verdim, (yani, ben Âbdulmuttalib'in oğlu Muham-med'im,» dedi. Bedevi, «Sana soru soracağım ve sormakta da sa-na pek fazla sıkıntı ve zorluk vereceğim. İçinden bana kızmaya­cağına dair söz veriyor musun?» dedi. Hz. Peygamber (s.a): «is­tediğini sor» deyince o da, «Rabbimin adıyla sana soruyorum, se­ni insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?» Hz. Peygam­ber (s.a): «Evet beni peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ'dır» diye cevap verdi. Bedevi, «Sana Allah adına yemin verdiriyorum, Allah mı sana birgün bir gecede beş vakit namaz kılmanı söyle­di?» Hz. Peygamber (s.a) «Allahumme! Evet» dedi. Bedevi, «Sa­na yine Allah'a yemin verdiriyorum, Allah mı sana içinde bulun­duğun Ramazan ayında oruç tutmanı emretti?» Hz. Peygamber (s.a), «Allahumme! Evet» dedi. Bedevi, «Sana Allah adına yemin verdiriyorum, Allah mı şu zekâtı zenginlerinizden alıp, fakirleri, nize vermeni emretti?» Hz. Peygamber (s.a) «Allahumme! Evet» deyince bedevi, «Senin getirdiğine iman ettim. Ben kavmimden olup da, yurdunda kalanların elçisiyim. Adım Dımam bin Sa'lebe' dir ve Beni Sa'd bin Bekr kabilesindenim» dedi. (Buharı, Müslim, İmam Ahmed).

îmam Ahmed'in rivayetinde bedevi şunları da söylemektedir: Bedevi,

— Sana, bize Allah'a tapmamızı, O'na herhangi bir ortak koş­mamamızı ve atalarımızın tapmakta olduklarım terketmemizi em­retmeni, sana Allah mı emretti? diye sorunca.

Hz. Peygamber (s.a)

— Evet, Allah emretti, dedi. O bedevi oldukça kıllı bir bede­ne sahipti. Başında iki tane saç örgüsü vardı. Hz. Peygamber (s.a), «Eğer iki örgünün sahibi, söylediklerinde samimiyse, cennete gire­cektir» diye buyurdu.

Denildiğine göre bu kimse, Hz. Peygamberin (s.a) huzurun­dan çıktıktan sonra kabilesine gitti. Halkı onun yanma geldiğinde ilk söylediği söz şu oldu: «Ne kötüdür şu Lat ve Uzza!» Halkı ona: «Sus! Böyle söyleme ey Dımam! Alaca hastalığından, cüz-zamdan ve delilikten sakın (yani Vzza'ya dil uzatırsan seni bu hastalıklar yakalar)» deyince, Dımam: «Allah'a yemin ederim ki o azap olasıca Lat ve Uzza, insanlara ne yarar ne de zarar verebi­lirler. Allah aranıza bir peygamber göndermiş ve bir kitap indir­miştir. İçinde bulunduğunuz küfürden o kitap sayesinde sizi kur­tarmıştır. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tek­tir. O'nun ortağı yoktur. Ve yine şehadet ederim, ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür, Muhammed'in yanından, onun size em-rettikleriyle ve sizi nehyettikleriyle gelmiş bulunuyorum.» (Ravi diyor ki): Allah'a yemin ederim ki, o gün onun huzurunda bulu­nan ne bir erkek ne de bir kadın müslüman olmadan akşamlama­dı. [53]

 

Meal

 

54- Eğer kendine zulmeden herkesin yeryüzü dolusu serveti olsa, azaptan kurtulmak için onu feda ederdi. Azabı gördüklerin­de pişmanlıklarını   açıklarlar.  Onların  aralarında  adaletle  hük-molunur. Onlar zulme uğratılmazlar.

55- İyi bilin ki, muhakkak göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Yine iyi bilin ki, Allah'ın va'di bir gerçektir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

56- O hem diriltir ve hem de öldürür ve siz ancak O'na dön­dürüleceksiniz.

57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde ola­na bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.

53- De ki: «(Onlar) ancak Allah'ın lütuf ve rahmeti iledir, îşte bunlarla sevinsinler. Çünkü bu, onların toplayıp biriktirdik­lerinden daha hayırlıdır».

59- De kî: «Allah'ın size indirdiği nzıktan bir kısmını he­lal, bir kısmını ise haram bulmanız (karşısında) ne diyorsunuz?». De ki: «Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı atıyorsu­nuz?»

60- Allah'a karşı yalan uyduranların, kıyamet günü  (hak­kındaki) zanlan nedir? Kuşkusuz Allah insanlara karşı lütuf sa­hibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.

61- Sen ne iş yaparsan yap, Kur'an'dan (ona dair) ne okur­san oku ve ne yaparsanız yapın, mutlaka biz onun içine daldığı­nız zaman, üstünüzde şahitler oluruz. Çünkü ne yerde ve ne de gökte zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de yoktur ki apaçık Kitab da ol­masın.[54]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(54) «Eğer kendine zulmeden...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani küfürle veya başkasına saldırmak veya zulmün diğer çeşitlerini işlemek suretiyle kendine zulmeden bir kimse, dünya­daki tüm hazinelere sahip olsa, tüm mallar ve yararlar kendinin olsa, azaptan kurtulabilmek için onların hepsini feda etmekten çekinmez. Onlar azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlemişler­dir. Çünkü «Eserru» fiili, gizlediler, fısıldaştılar ve seslerini kıstı­lar demektir. «Nedamet» ise insanoğlunun kendisine zararı olan her fiilin sonrasında, vicdanında hissettiği elem ve pişmanlık an­lamındadır. Bazen insanoğlu bunu, konuşmasıyla da dışarı vura­bilir. Nitekim bir ayette, «Allah'a karşı aşırı gittiğim için bana ya­zıklar olsun!» (Zümer: 56) denilmiştir.

Nedamet'in gizlenmesiyle, ağlamak, parmak ısırmak gibi te­zahüratın gizlenmesi kastedilmektedir. Aksi takdirde nedamet, zaten gizli ve insanın içinde duyulan bir duygudur. Onlar da, şid­dete ve hayretle şaşkınlık içine girdiklerinden dolayı pişman ol­muşlardır. Onların durumu idam sehpasına götürülen bir kimse­nin durumuna benzer. Gördüğü manzara o kişiyi şaşkına çevirir. Öyle ki bir kelime edecek gücü kendinde bulamaz. Adeta canlı bir ceset gibi kalakalır.

Bazılarına göre, buradaki gizlemek ile kastedilen ihlasdır. Yani pişmanlıklarını halis kıldılar. Ebu Ubeyde ve Cübbaî ise, «İs-rar'tn «İzhar» (açığa vurmak) mânâsında olduğunu söylemişler­dir. Çünkü «Sıhah» da bir şeyi gizlemek ve ilan etmek karşılığın­da «İsrar» kelimesinin kullanıldığı kayıtlıdır.

«Onların aralarında adaletle hükmolunur. Onlar zulme uğ­ratılmazlar»; çünkü Allah Teâlâ onlar hakkında, sadece hakettik-leri cezayı verir. Bazı müfessirler, «Onların aralarında» ifadesinin söz konusu edilen zalimler ile mazlumlara raci olduğunu söyle­mişlerdir. Her ne kadar mazlumlar açıkça söz konusu edilmemiş-lerse de, -zulüm- kelimesi anlam itibariyle onların da söz konusu edildiklerini ortaya koyar. Çünkü zulmün olduğu yerde mazlum da var demektir. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Zalimler ile mazlumların aralarında hüküm verilir ve her iki taraf da layık oldukları karşılığı alırlar.» Ancak bu konumda, yukarıdaki yorum uygun düşmemektedir.

Meraği şöyle diyor:

Allah o zalimlerle, onların hasımları arasında-hak ile hükmet­ti Onların hasımları ise peygamberler ve peygamberlere tâbi olan­lardır. İmandan alıkonulan, küfre teşvik edilen müstezaflar ile onları dalâlete götüren, onlara zulmeden ileri gelenler de böyle­dir. Daha önce, Allah'ın kudretine, hükmünün geçerli olduğuna, va'dinin muhakkak yerine geleceğine, zalimlerin Allah'ı aciz bırak­mayacağına ve onların Allah'dan kaçamayacaklarına delâlet edilen delilin ardından şu delil öne sürülmüştür: İyi bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Yani Allah, göklerin de, yerin de, gökler ve yerde bulunan akıllı, akılsız tüm yaratıkların da sahibi­dir. Kafirlerin ise onu fidye olarak verip kendilerini kurtaracak­ları herhangi bir şeyleri yoktur. Aksine yeryüzündeki her şey, iş­ledikleri suçlara karşılık, kendilerine azabı veren Allah'a aittir. Kısaca; gaflete dalanlar, bunu hatırlayıp gafletten uyansınlar, canüler de, sadece Allah Teâlâ'mn gökte ve yerde bulunanların hep­sine sahip olduğunu, artık anlasınlar. O dilediği gibi onlarda ta-sarruf eder. O'ndan başka hiç kimsenin tasarruf etmeye ve fidye vermeye yetkisi yoktur. Yetki sadece ve sadece O'na aittir.

Önceki hükmün teyidi kabilinden şöyle buyurulmuştur:

(55) «İyi bilin ki, muhakkak göklerde ve yerde...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani peygamber diliyle Allah'ın va'dettiği her şey haktır, kuş­kusuzdur. Çünkü bu Va'd herşeye kudreti yeten, hiçbir şeyin ken­disini aciz bırakamadığı Zât'ın va'didir. Ancak haşr ve cezayı in­kâr eden kafirlerin çoğu gafil olduklarından dolayı ahiretin du­rumunu bilmezler. Onların bakışları orada oian şeyleri anlamak konusunda kısırdır.

Yine Allah Teâlâ bunları beyan ettikten sonra, kudretine delil olmak üzere şöyle buyurmuştur:

(56) «O hem diriltir hem de öldürür...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah Teâlâ dirilten ve öldürenin ta kendisidir. Diriltmek ve öldürmekle ilgili olarak irade ettiği kendisine zor gelmez. «Siz ancak O'na döndürüleceksiniz»; zira O sizleri ölümünüzden sonra diriltir ve amellerinizin karşılığını size tatbik etmek için sizi haş-re getirir.

Bu ayet haşnn gerçekliğine delâlet eder. Yani dünyada diril­ten ve öldüren Allah, ahirette de diriltip öldürmeye kadirdir. Çünkü O'nun kudreti Zât'ından geliyor. Bu kudret kendisinden alına­maz. Bizzat hayata ve ölüme kabiliyetli olan bir varlık, ebediyyen onlar üzerinde muktedirdir.

(57) «Ey insanlar! Size Rabbinizden...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani ey peygamber! Onlara de ki: Sizin muhtaç olduğunuz va'z ve nasihat, sizin ahlâk ve amelerinizi ıslah edici güzel Öğütler, kalbî marazlarınızın şifası, dünya ve ahiret mutluluğunuzu elde etmenize vesile olacak doğru yolun hidayeti, alemlerin Rabbinden, sadece müminlere verilen bir rahmet gibi, muhtaç olduğunuz her şeyi içine alan bir Kitap olarak size gelmiştir.

Özet olarak şöyle denilebilir: Bu ayetin içeriğinde Kur'an'm insanları ıslah etmek için getirdikleri genel olarak şu dört nokta­da toplanmıştır:

1. Kur'an; kalbi incelten, bir şeyi yapmaya ve onu terketnıe-ye sevkeden, korkutmak ve teşvik etmek şeklinde nitelenen güzel öğütleri içerir. Nitekim başka bir ayette de bu husus dile getiril­mektedir:  «Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve Kitab'dan, Hikmet' ten üzerinize indirdiğini ve onunla size va'zettiğini düşünün» (Ba­kara: 231).

2. Kur'an; kalplerde bulunan bir şirk, nifak ve diğer maraz­ların şifasıdır. O hastalıklar ki onların kendisinde bulunduğu kim­se göğsünde bir sıkıntı hisseder. Tıpkı imanda şüpheye düşmek, başkalarına saldırmak, aşırı gitmek, zulme meyil gösterirken, hak ve hayra karşı tavır almak gibi.

3: Kur'an; Hak ve yakîn yoluna hidayet eden, itikad ve amel­de dalâletten uzak tutandır.

4. Kur'an; Müminler için rahmettir. O rahmet ki Kur'an'ın hidayetinden ve kalplerin üzerindeki feyzden gelen meyvelerdir. Emr-i bi'1-maruf'a uymak, sıkıntı içinde olanların yardımına koş­mak ve zulme, saldırıya mâni olmak onun yol açtığı özelliklerdir.

Özet olarak anlaşılıyor ki, Kur'an'ın öğütleri ve kalplerdeki küfr, nifak ve diğer marazların hepsine şifa olması, Davet Üm-met'ine (yani tüm insanlara) verilmiş bir nimettir. Müminler ise, bu üç sıfatın meyve olarak vermiş oldukları rahmet ile güzelleşti­rilmişlerdir. Çünkü sadece müminler ondan yararlanırlar. [55]

 

Allah'ın Fazilet Ve Rahmeti

 

(58) «De ki: (onlar) ancak Allah'ın...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onlara de ki: Ancak Allah'ın fazl ve rahmetiyle sevinsin­ler. Çünkü dünyada sevilmeye layık olan bir şey varsa o da Al­lah'ın fazl ve rahmetidir.

Bu ayet hakkında Enes'ten merfu olarak rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah'ın fazlı Kur' an'dır ve O'nun rahmeti de sizleri Kur'an ehlinden kılmasıdır». (İbn Merduveyh, Ebu Şeyh)-.

Hasan Basrî, Dahhâk, Katade ve Mücahid'den gelen bir riva­yete göre Allah'ın fazlı iman, rahmeti ise Kur'an'dır.

Allah'ın fazl ve rahmetiyle sevinmek, daha üstün ve insanın toplamakta olduğu altın, gümüş, koyun, sığır, ziraat ürünleri, ci-had için beslenen atlar ve diğer dünya nimetlerinden daha yarar­lıdır. Çünkü Allah'ın fazl ve rahmeti dünya ve ahiret mutluluğunun sebebidir. Mallar ve servetler ise sadece geçici dünyanın mut­luluğunu sağlayabilirler. Müslümanlar daha önceki asırlarda ge­niş arazi ve çok servet elde ettikleri, bunun dışında ıslah çalışma­ları da olduğu için ne Önce ne de sonra hiç kimseye müyesser ol­mayacak bir başarı elde etmişlerdir. Ancak gidişatlarını mal top­lamak ve dünya metaını elde etmekle değiştirdiklerinden, dünya­ya rağbetlerinden ve ayrıca servetin dağılımı ve ona şükretmek konusunda Kur'an'm yolunu terketmelerinden dolayı, dünyaları ellerinden gidip, düşmanlarının eline geçti. Bugün ise (1987) yer­yüzünde 1,5 milyara yakın bir nüfusa sahip olan müslümanlar> bu nedenlerden ötürü maddî ve mânevi sıkıntı çekmektedirler.

(59) «De ki: Allah'ın size indirdiği...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani o müşriklere de ki: Ey vahyi ve nübüvveti inkâr eden­ler! Bitki ve hayvanlardan meydana gelen ve yaşamanız için size rızik olan Allah'ın fazl ve ihsanının bir kısmını haram, bir kısmı­nı helal mı kılıyorsunuz?

Bu ayetin tafsilâtı En'am suresinin 136. ayetinde verilmişti. Allah'ın bitki ve hayvanlardan meydana getirdiği nimetlerde Al­lah'a bir pay ayırarak, «Bu Allah'ındır, bunlar da bizim (Allah'a ortak koştuğumuz) putlarımızındır» dediler. Yine bu husus Maide süresindeki şu ayette şöyle beyan edilmektedir: «Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham'dan Allah hiçbir şey kilmamıştır. Ancak o kafir olanlar Allah'a yalan iftira ediyorlar. Onların çoğu akıl erdiremez» <Maide: 103)

«De ki: Allah mı sise izin verdi?»; yani onlara o rızkın bir kıs­mını haram, bir kısmını helal etme hakkını onlara Allah'ın mı verdiğini sorun. Onlara de ki: Haram veya helal kılmak sadece Allah'ın elindedir. Allah katından gelen bir vahiy ile Allah mı size bu hususta izin verdi, yoksa siz kendi kafanızdan Allah'a yalan mı isnad ediyorsunuz? Çünkü O sizin haram kıldığınızı helâl, helal kıldığınızı haram kılmıştır. Kısaca sizler için bu iki şıktan birini itiraf ve ikrar etmekten başka bir çıkış yolu yoktur. Ya helal ve haram hususunda Allah'ın size izin verdiğini söyleyeceksiniz -ki bu vahyi kabul etmeniz anlamına gelir- ya da bunu inkâr edip yap­tığınızın saçma olduğunu itiraf edeceksiniz —ki bu da Allah'a ya­lan isnad ettiğinizi ortaya koyar— İlk şıkkı inkâr ettiğinizde bu isnad ve iftiradan yakanızı kurtaramazsınız. Allah Teâlâ bu ifti­rayı, yani onların Allah adına yalan uydurduklarını tescil ettik­ten sonra, onların kıyamet günündeki kötü durumlarından ve uğ­rayacakları şiddetli azaptan bahsederek, ilâhî tehdidini dile getiri­yor.

(60) «Allah'a karşı yalan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani herkesin yaptığının karşılığını göreceği o günde ne ola­cağını zannediyorlar? Onlar, Allah adına yalan uydurmak suretiy­le düzdükleri iftiradan dolayı cezasız bırakılacaklarım mı sanıyor­lar? Kuşkusuz ki Allah, insanlar üzerinde fazl sahibidir. Yani Al­lah'ın insanoğlu için yaratmış olduğu rızıkta, insanoğluna gönder­diği şeriatla onlara fazlda bulunmuş, onlara rızık olarak verdiğin­de mubah olanı esas kılmıştır. Helâl ve haram kılma yetkisini sa­dece kendine mahsus kılmıştır ki insanlar diğer insanlar için hü­küm vermesinler. Allah'tan başka ilahlar edinen kimseler gibi, başkaları tarafından tahakküm altına alınmasınlar. Allah Teâlâ insanlara ancak kendilerine zararı olanı haram kılmıştır. Yiye­cekten haram olanları ise belli bir alana hasretmiştir. Fakat on­ların çoğu, fazlı dolayısıyla Allah'a, gerektiği şekilde şükretmez­ler. Nitekim Allah Teâlâ bir ayette: «Kullarımdan pek azı çokça şükr-edicidir» (Sebe: 13) buyurmuştur. İşte bundan dolayı insanlar, Allah'ın haram kılmadığını haram kılıyorlar. O'nun nimetle­rini inkâr edip, zühdde aşın gidiyorlar. Öyle ki bu tür kimseler, süs takınmazlar, güzel rızıklardan kaçınırlar, yemekte, içmekte, süslenmekte, şehvet ve insanlar karşısında gurura kapılmakta aşı­rı giderler. Oysa İslâm her şeyde orta yolu emreder. Nitekim Allah Teâlâ, «Eli geniş olan, genişliğine göre infak etsin, rızkı kı­sılmış olana gelince, o da Allah'ın kendisine vermiş olduğundan infak etsin» (Talak: 7) diye Duyurmuştur. [56]

 

Allah, Kul Üzerinde Nimetinin Eserini Görmek İstiyor

 

İmam Ahmed, Eb'ul-Ahves'ten, o da babasından şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber'in (s.a) yanma üzerimde yırtık-pırtık elbiseler bulunduğu halde gittiğimde, Hz. Peygamber (s.a) bana, «Senin malın var mı?» diyte sordu. «Evet» diye cevap verince, ma­lımın cinsini sordu. «Bütün mallardan, deveden, köleden, attan, koyundan hepsinden var» diye cevap verince, Hz. Peygamber (s.a), «Allah sana bir mal verdiği zaman nimetinin eserini üze­rinde görsün. Keramet ve ihsanının eserini üzerinde müşahade etsin» diye buyurdu.

Züheyr bin Ebi Alkame'den merfu olarak rivayet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah sana bir servet verirse o servet üzerinde görünsün. Kuşkusuz ki Allah ku­lunun üzerinde, eserini güzel görmeyi sever. Allah Teâlâ şiddeti ve şiddete kapılmayı sevmez». (Buharı, Tabarani)

(61) «Sen ne iş yaparsan yap...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şe'nin» kelimesi önemli iş demektir. Çoğulu «Şu'un» dur. Araplar «Falanın şa'nı nedir?» dediklerinde, «Hali ne oldu?» demek isterler. «Tufizûne» ise -feyz- kökünden gelir. Bir yere şid­detle girmek, bir yerden şiddet ve kuvvetle çıkmak demektir. «Yağzubu», uzaklaştı, develerini alıp uzak otlaklar bulmak gaye­siyle kayboldu demektir. «Zerre» kelimesi de küçük karıncalar için kullanılır. Ayrıca bu terim, küçüklük ve gizlilik hususunda deyim olarak bir kullanıma sahiptir. Tozun içindeki küçücük ci-simlere de -zerre- denilmektedir «Kitab» lafzı da, «Levh-i Mahfuz» karşılığında kullanılmıştır.

Ayetin mânâsı şöyle anlaşılır; Ey Peygamber! Önemli işlerin­den birini yaptığında, işlemek, Öğretmek, müjde vermek, korkut­mak bakımından hikmetli ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna da­vet etmek şeklinde ümmetin meseleleriyle meşgul olduğunda, ge­nel ve özel işlerden herhangi birisi başına geldiğinde, ister ibadet, ister tebliğ etmek maksadıyla bunun için Kur'an'dan sana bir şey okunduğunda, herhangi bir şey yaptığında ve ona daldığında biz sizin üzerinizde şahidiz, sizleri görüyoruz.

«Önemli iş» anlamına gelen «Şa'n» tabiri Hz. Peygamber'in (s.a) işlerinin önemli olduğuna delâlet etmesi için kullanılmıştır. Hatta Hz. Peygamber'in (s.a) adet kabilinden olan işleri de bunun gibi önemlidirler, Hz. Peygamber (s.a) diğerleri gibi bu işlerinde de insanlara güzel bir Örnektir.

Allah Teâlâ, peygambere hitap ettikten sonra tüm ümmete, onların her işinde ve amellerinde hitaba geçip, şöyle buyurmuş­tur: «Ve ne yaparsanız yapın, mutlaka biz onun içine daldığınız zaman, üstünüzde şahitler oluruz»; yani ister hayır, ister şer, is­ter şükür, ister küfür olsun, yaptığınız her ameli görürüz. İsterse zerre miktarı kadar olsun, biz onu murakabe etmekteyiz. Sonra onun içine daldığınız zaman, onu kaydederiz ve sizi ona göre ce­zaya, ve mükâfata çarptırırız. Çünkü Rabbinin ilminden yerde ve gökte bulunan zerre ağırlığınca dahi bir şey uzaklaşamaz. Ağırlı­ğı zerre ağırlığınca olan küçücük bir şey bile, ister suflî, ister ul­vî varlıklardan olsun ona gizli ve kapalı kalmaz.

«Dalmak» mânâsında ve -feyz- kökünden gelen «Tufîzûne» fiili, insanoğlunun Önem verip de içine daldığı bir şeyi Allah Teâ-lâ'nın o şeyi mutlaka gördüğüne delâlet eder.

Gizlilik ve uzaklık mânâsına delâlet eden «Yağzubu» fiili de insanlardan kaybolarak uzaklaşan amellerin, Allah'ın bilgisi dahi­linde olduğunu gösterir. Ayette «Yer», «Gök»ten önce zikredilmiş­tir. Çünkü bu ayetteki hitap, tüm insanlara yapılmıştır.

Allah Teâlâ Önceki hükmü tekid, ilminin herşeyi kapsayıcı olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur. «Bundan daha küçüğü ve dana büyüğü de yoktur ki, apaçık Kitab'da olmasın; yani zer.-reden küçük ve zerreden büyük bir şey (küçüğün miktarı ne ka­dar küçük, büyüğün miktarı da ne kadar büyük olursa olsun) mutlaka Allah'ın bilgisi dahilindedir. Şanı yüce olan bir kitapta, Allah'ın katında kaydedilmiştir. O Kitap ki, tüm varlığın muKad-deratı onda yazılıdır. Düzeni kurmak amelleri zapt-ı rapt altına almak için Allah Teâlâ onu beyan etmektedir. Şu ayette bu hususa işaret eder: «Hayır! Sisin gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere ye­min ederim ki...» (Hakk : 38-39). Burada varlık âleminde göz­le görülen-görülmeyen birtakım şeylerin mevcudiyetine işaret edilmektedir. Zaten eşyayı aslmdan binlerce kez daha büyük gös­teren mikroskoplar gibi araçlar vasıtasıyla, çıplak gözle görül­mesi mümkün olmayan bazı varlıkların mevcudiyetini günümüz bilimi kanıtlamıştır. Ancak o varlıklar mikroskop aracılığıyla as­lından binlerce defa daha büyütüldüğünde ancak görülebilmekte­dirler. Kur'an'ın nazil olduğu dönemde böyle bir şey kimsenin ak­lından bile geçmiyordu. Şimdi ise bu hakikatler günümüz insanla­rının malûmu olmuştur. Bu da, Kur'an'ın, Allam'ulGuyûb olan Zat-ı Kibriya'nın sözü olduğunu beyan eden mucizelerden biridir. [57]

 

Meal

 

62- İyi bilin ki Allah'ın velileri için   korku  yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.

63- Onlar ki iman ettiler ve (Allah'ın azabından) korkup sakındılar.

64- Onlar için dünya hayatında da ahirette de müjde var­dır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu büyük kur­tuluşun ta kendisidir.

65- Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (üstün­lük) Allah'a mahsustur. O çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

66- İyi bilin ki, kuşkusuz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile şirk koştukları var­lıklara tâbi olmazlar. Onlar yalnızca zanna uyarlar ve onlar sa­dece zan ve tahminde bulunarak yalan söylerler.

67- O dinlenmeniz için geceyi,   gündüzü  de   gözleri  aydın­latıcı olarak sizin için yaratmıştır. İşitebilen bir topluluk için bun­da gerçekten ayetler vardır.

68- «Allah çocuk edindi» dediler. Hâşâ O bundan uzaktır. O bundan müstağnidir. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda bir delil yoktur.   Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?

69- De ki: «Allah'a karşı yalan yere iftira atanlar kurtulu­şa eremezler».

70- (Onlar için) dünya menfaati vardır. Sonra dönüşleri bi­zedir. Sonra da inkar etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azabı tattıracağız. [58]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(62-63) «İyi bilin ki Allah'ın velileri...»Bu Ayetlerin Tefsiri

«Evliya» kelimesi, -veli-nin çoğuludur ve -veliy- kökünden ge­lir. Yakınlık demektir. Allah'ın velileri o kimselerdir ki, ibadeti sadece O'na tahsis etmek, sadece O'na tevekkül etmek suretiyle O'na yaklaşırlar. O'nu sevdikleri gibi, O'na ortaklar koşup, onları sevmezler. O'ndan başka veli ve şefaatçi edinmezler. Ahirette ka­firler, fasıklar.ve zalimlerin korktukları şeylerden korkmazlar.

Şeyhülislam Ebussuud Efendi, «İrşad'ul-Akl'is.Selim» adlı tefsirinde bu ayetin yorumunu şöyle yapmaktadır:

Bu ayet (62), müjde vermek ve va'detmek suretiyle müminle­rin yaptıklarının sonucunu ve bu ayetten önce söz konusu edilen hususları açıklamaktadır. Şöyle ki; Allah Teâlâ, hem peygamberi­nin hem de ümmetinin tüm yaptıklarına hem de terkettiklerine vâkıftır ve murakabe etmektedir. O'nun ilmi hepsini ihata edici­dir. Allah Teâlâ kendisi adına iftira atanların kıyamet günündeki hallerinin korkunçluğunu gösterdikten sonra ve onlara dokuna­cak şiddeti tehdit yoluyla genel olarak zikrettikten sonra bu konu­ya geçti. Cümlenin başında uyan harfi olan «Elâ» lafzının getiril­mesi, cümlenin içeriğini daha çok takrir etmek içindir. [59]

 

Velîlerin Üzmemesi Ne Demektir?

 

Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şu şekildedir: Onlar her­hangi nahoş bir hadisenin kendilerine isabet etmesinden korkmaz­lar.

Her zaman herhangi bir isteklerinin yerine gelmemesinden üzülmezler. Onlara korku verici bir hükmü getirici hiçbir şey do­kunmayacaktır. Yoksa mânâsı onlara dokunur da, onlar korkmaz ve üzülmez demek değildir bu. Ayrıca onlar sürekli neşe ve keyf içerisindedirler. Bu nasıl olur? Oysa Allah'ın celalini yüceltmek, Allah'ın ubudiyetindeki hakları ikame etmekteki çalışmasını ek­sik görerek korkuya kapılmak, seçkin ve Allah'a yakın olan kim­selerin özelliklerindentür. Hatta kul Allah'a yakınlaştıkça kalbin­deki Allah korkusu artar. Bu hususa işaret eden birçok hadis ol­duğu gibi, ayrıca şu ayette buna işaret etmektedir: «Allah'ın kul­ları içinde ancak alimler O'ndan korkarlar» (Fatır: 28)

Onlarda korku ve üzüntünün olmamasının asıl nedeni şu­dur:

Onların gayeleri sadece izzet ve Allah'a yakınlığın sonucu olan O'nun rızasına ulaşmaktır. Bunun meydana geleceğinde ise kuş­ku yoktur. İlâhî va'din gereği icabı mutlaka yerine gelir. Bunun dışındakiler bazen olur, bazen de olmayabilir. Dünyevî işlere ge­lince, onlar bunların yanında pek önemsenmez. Dünya varlık ve yokluk bakımından onların gayeleri içinde değil ki onlar onun zararının varlığının veya yararının yokluğunun kaybolup gitme­sinden dolayı korkup, üzülsünler.

Bazı müfessirlere göre de, velilerden korku ve üzüntünün gi­derilmesiyle kastedilen, kıyamet gününde kendilerine verilecek olan yakınlık ve mutluluktan emin olmalarıdır. Aksi takdirde ister dünyevî ister uhrevî olsun korku ile üzüntü onlar için kıyamet­ten önce zaten söz konusudur. Onların korku ve üzüntüden emin olmalarım, «Dünyadadır veya dünya ile ahirettedir» şeklinde yo­rumlamak doğru değildir. Çünkü böyle bir yorumda bulunmak durumunda, Allah'ın mekrinden emin olmak söz konusu olur. Oysa Allah Kur'an'mda «Allah mekrinden ancak hüsranda olan topluluk emin olur» (A'raf: 99) diye buyurmaktadır. Bu yorum menfî korkunun onlara istinad edilmesine binaendir. Ancak bu da kesin değildir; zira bazı müdekkikler, bu menfî korkunun on­lara değil başkasına istinad edildiğini söylemektedirler. Yani baş­kası onlar için korkmaz. O halde onların korkmamaları diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla Allah'ın mekrinden emin ol­dukları düşünülemez. Bu müdekkik gruba göre, iki cümledeki üs­lûp değişikliğinin odak noktası burasıdır.  ,

«Korku», Rağıp el-îsf ananı'nin «MüfreâaUmâa, dediği gibi bir kötülüğü beklemektir. Bunun karşıtı ise emin olmaktır. «Hüzün» ise meydana gelen üzüntüden dolayı meydana çıkan rahatsızlık­tır ki bunun da karşıtı ferah ve sevinçtir. Buna binaen ayet şöyle anlaşılır: Bir kötülüğün kendilerine isabet etmesi, onlar üzerinde bir etki yapmaz. Umdukları bir şeyin ellerinden gitmesine de üzül­mezler. Onlar Allah katından gelen her şeye iman etmişlerdir bir kere. Yapmakta ve terketmekte kendisinden kaçınılması gereken şeyden sürekli sakınırlar.

«Onlar ki iman ettiler ve korkup sakındılar» cümlesi mukad­der bir sorunun cevabıdır. Adeta şöyle sorulmaktadır: «Bu veliler kimlerdir ve onların haşarılarının nedeni nedir?» Cevap da şöyle­dir: Onlar o kimselerdir ki, iman ile takvayı bir araya getirmiş­lerdir. O iman ve takva da kendilerini hep hayra sevkeder ve her şeyden alıkoyar. [60]

 

Velî'den Ne Kasdedilir?

 

Açıkça anlaşılmaktadır ki, -veliler, ile kastedilen muttaki mü­minlerdir. Bir mümine veli demek için; onun en azından farzları yerine getirmesi, Allah'ın emirlerini uygulaması, yasaklarından kaçınması gerekir. En mükemmeli ise onun Allah'a yakınlaşmak için imkân dahilindeki tüm yolları denemesi ve uygulamasıdır.

Bazıları «Veli»yi şöyle tarif etmektedir: «Veli o kimsedir ki, Allah bizzat onun tüm işlerini idare eder. Onun kendi başına ta­sarrufu yoktur. Çünkü onun adeta varlığı, fiili ve özellikleri, zâtı yok gibidir.» Bu tarif, «Vahdet-i Vücud» görüşüne sahip kimsele­re aittir. Kuşeyri'den gelen rivayete göre, Allah'ın kulunun işleri­ni idare etmesi, kulun da Allah'ın ibadetini üstlenmesi veliliğin gereklerindendir. Ancak ilk vasıf, kastedilen meczup bir kimsede galipken, ikincisi kastedilen sâlik'de galiptir. Gerek Kuşeyri'nin bu sözlerinden, gerekse daha önce naklettiğimiz sözlerden anlaşı­lıyor ki veli'den günahın sadır. olması, bizzat veliliğe terstir. Ve birçok kıymetli sözler de buna işaret etmektedir. Ancak bu kim­seler velilerin peygamberler gibi masum olduklarını söylememiş­lerdir. Çünkü «ismet» vasfı sadece peygamberlerde vardır. Veli­ler hakkında en aşın görüş, onların Allah tarafından korunduğu iddiasıdır ki nitekim bazıları velilerin korunduklarını söylemiş­lerdir. Yani imkân dahilinde olmakla birlikte, onlardan günah sadır olmamıştır. İmkân dahilinde denilmesinin nedeni; ismet vasfını onlara izafe etmemek içindir. Çünkü peygamberlerden gü­nahın sadır olması mümkün değildir. Bazıları da günahın sadır olmasının veliliğe ters düşmeyeceğini öne sürmüşler ve Cüneyd-i Bağdadî'den hikâye edilen şu muhavereyi delil olarak göstermiş­lerdir:

Soru — Arif bir insan zina yapar mı?

Cevap — Evet, edebilir; zira Allah Kur'an'ında «Allah'ın em­ri takdir edilmiş bir kaderdir» (Ahzab : 38) buyurmuştur.

Bazılarına göreyse veli bir kimse isyana daldığı anda ondan velilik vasfı kalkar; zira artık takva yok olmuş demektir. Velili­ğin esasını iman ile takva teşkil ettiğine göre, takva ortadan kalk­tıktan sonra   artık   bu   esas yarı yarıya ihlâl edilmiş demektir, îmanın kalkıp kalkmayacağına gelince, bu tartışmalı bir mesele­dir. Ancak o anda kâmil olmadığında görüş biriiği vardır. Yine isyandan sonra velilik vasfının geri gelmesinde herhangi bir şüp­he yoktur. Yani isyana müptela olan kimse tevbe eder, Allah'ın takvasına dönüş yapar yeniden iman ile takva vasıflarına sahip olursa, tekrar veli olabilir. Tıpkı müslürnan veya adil olmayan bir kimsenin iman etmesi veya adaletle davranmaya başlaması gibi. Acaba velilik vasfına sahip olan bir kimseden günahın sadır olması, bu vasfa ters düşer mi? Şayet ters düşer diye cevap veri­lecek olursa, o zaman burada zıddiyetin meydana gelmesinde kuş­ku duyulmaz. Fakat bu, Allah katında onun iman ve takva ile muttasıf olmadığı mânâsına ters düşmez denilecek olursa ve veli­liğin şartı olan takvadan, kâmil mânâdaki takva kastedilirse, iş­te o zaman mesele muğlâk bir hâl alır. Nitekim Ebu Hüreyre' den rivayet edilen şu hadis de buna işaret etmektedir: «Allah Te-âlâ der ki: Benim bir veli kuluma düşmanlık eden bir kimseye savaş ilan ederim. Kulumun kendisine farz kıldığımı yerine ge­tirmekle bana yakınlaşması bana her şeyden daha sevimli gelir. Kulum sürekli nafile ibadetlerle bana yaklaşırsa Öyle bir derece­ye gelmiş olur ki, onu severim. Onu sevdiğimde, dinleyen kulağı, gören gözü, çalışan eli ve yürüyen ayağı ben olurum.» CBuharî)

Birçok sarih, bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: «Onu sevdi­ğim zaman, onu duyularını ve azalarını korurum. O ancak benim razı olduğum, sevdiğim yolda yürür, tutar, görür, dinler. Şehvet­lerinin ardına takılmaktan kesilir ,taatlere dalar.»

Hattabî'nin şu yorumu da buna yakındır. Bu hadis ile kas­tedilen mânâ şudur: «Azalarıyla yapmak istediklerinde onu mu­vaffak kılar, sevdiğimin yolunu ona kolaylaştırırım. Onu boş söz­lere kulak vermekten, hoşuma gitmeyen şeylerden, hoşuma gitme­yen nazarlardan korurum. Helal olmayanı eliyle yapmamasını, ve bâtıl yolda ayağıyla yürümemesini kolaylaştırırım.»

Bazıları hadisin şu mânâya geldiğini söylemişlerdir; «Sevgimi ona veririm. Benden başka bir şeye önem vermesini engellerim. O lezzetlerden artntr, şehvet ve isteklerden uzaklaşır. Ne zaman bir şeyi evirip-çevirirse, hangi yöne yönelirse, gözünün önünde ve işiteceği şekilde Allah'ı görür. Allah sevgisi tüm kalbini sarar. Sa­dece Allah'ı dinler, Allah'ı görür. Allah'ın sevdiği işleri yapar, Al­lah da bu hususta ona yardım eder. Onun azalarını ve duyuları­nı korur.» Bu yorumun haklı tarafı vardır; zira kuldan günah sadır olursa, bilinir ki, o kul Allah tarafından konul­mamaktadır. Bununla da onun Allah'ın mahbubu olmadığı, O'na yakın bulunmadığı ve gereği gibi O'nun azabından sakınmadığı anlaşılır. Zahirde velilerin özellikleriyle muttasıf bulunan bir kim­seye saygı göstermek, onun yanında edepli davranmak, ona şer'an caiz olmayan bir eziyet vermemek gerekir. Ancak onunla muha­keme olmak, herhangi bir hakkı ondan almak için, aleyhinde şa-hid getirmek veya kapalı bir meseleyi açığa kavuşturmak için onunla mücadele etmek caizdir  [61]

Velilerle ilgili konularda Hz. Peygamber'den rivayet edilen ba­zı hadislerin, ayetin delâlet ettiği mânâya ters düştüğü sanılmıştır. O hadislerden bir tanesi İbn Abbas'tan rivayet edilen şu ha­distir: «Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın velileri kimlerdir?» diye so­rulduğunda Hz. Peygamber (s.a); «Allah'ın velileri o kimselerdir ki, görüldükleri zaman insanın hatırına Allah gelir.» (İbn Mübarek, Tirmizi, «Nevadır'ul-Usûl», Ebu Şeyh, İbn Merduveyh). Yani onların güzel yüzleri, güzel ibadet ve davranışları olduğundan do­layı, görenler hemen Allah'ı hatırlarlar.

İkincisi de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilmiştir. Hz. Pey: gamber (s.a) şöyle buyurdu: «Kuşkusuz ki Allah'ın bazı kulları vardır ki onlar peygamber değillerdir, şehid de değillerdir. Ancak peygamberler de, şehidler de onların meclislerinden ve Allah'a ya­kın olmalarından dolayı onlara gıpta ederler». Bir bedevi «Ey Al­lah'ın Rasûlü! Onların özelliklerini bize tanıt» deyince Hz. Pey­gamber (s.a).şöyle dedi: «Onlar insanların, dünya mertebesi yö­nünden düşük kabilelerinden ayrılmış, aralarında yakın bir sıla-i rahim olmayan, sadece Allah için seven, Allah için dost olan kim­selerdir. Onlar için kıyamet gününde nurdan tahtlar konulacak ve onlar da o tahtlar üzerinde oturacaklardır. O gün insanlar korku içindeyken, onlar korkmazlar. îşte onlar Allah'ın veli kullandır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.» (İmam Ah-med, İbn Ebi Hatim, Beyhakî)

Gerçekten de ayetlerdeki veli tanımıyla bu hadislerdeki veli tanımı arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü işaret edilen güzel ta­vır, güzel ibadet, Allah için sevmek, iman ve takvanın kaçınılmaz gereklerindendir. Ve gerçekte iman ve takvanın özel eserlerinden­dir. Açık olduklarından ve halkın anlayışına uygun olduklarından zikredilmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) irşad ve hatırlatma maka­mı neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Kendisine soru yönelten kimseyi teşvik etmek veya onların ahkamından özellikle zikredil­mesi gereken bir noktayı zikretmiştir. Mesela «Peygamberler de, şehidler de onlara, meclislerinden ve yakınlıklarından dolayı gıp­ta ederler» ifadesiyle onların rahat oluşları kastedilmektedir. Çün­kü o rahat peygamberler için, ümmetferiyle meşgul olmalarından ötürü söz konusu değildir. İşte onlara bu iki özelliklerinden do­layı gıpta edilir. El-Tavaşî, hadisin bu cümlesinin mübalağa kabilinden söylenildiğini söylemiştir ve mânâsı; eğer bir topluluğun bu vasıflara sahip olduğu düşünülecek olursa, bunlar olacaktır, şeklindedir. [62]

 

Hiçbir Mertebe Peygamberlikten Üstün Değildir

 

Bazı müdekkikler bunun, onların güzel durumunu temsilen tas­vir demek olduğunu söylemişlerdir. Hangi yorum kabul edilirse edilsin, veliliğin peygamberlikten üstün olduğuna dair bir delil mevcut değildir. Velilik mertebesinin, daha üstün olduğuna ina­nan bir kimse, dinden çıkar. Bazen böyle konuşan kimselerin söz­leri, «kastedilen, peygamberlerin veliliğinin, kendisinin peygamber­liğinden daha üstün olduğu şeklinde tevil edilmiştir. Nitekim el-îzz bin Abdusselam'ın doğruya ters düşen sözü de bu şekilde yo­rumlanmıştır: «Nebîlik, Rasûllükten-üstündür». Yani peygamber­deki, «nübüvvet» vasfı, «risalet» vasfından üstündür.

(64) «Onlar için dünya hayatında...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümle, bir görüşe göre korku ve üzüntünün yokluğuna da­ir olan sebebin yerine getirilmiştir. Başka bir yoruma göre, Al­lah'ın onlara dünya ve ahiret nimetlerinden vermiş olduklarını beyan etmek için bu cümle getirilmiştir. Allah Teâlâ, onlara ser­lerden kurtulduklarını haber verdikten sonra, adeta kendisine, bundan başka bir nimet ve ikramın olup-olmadığı sorulmaktadır. Ve verilen cevap, «Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müj­de vardır» şeklindedir.

«eLBuşra» (müjde) kelimesi aslında insanın yüzünde sevin­ci gösteren haber anlamındadır. Rivayetlerin çoğunda «Buşra»iun, meşhur bir hadise göre peygamberliğin 46 parçasından bir parça olan salih rüyalar olduğu sabit olmuştur. îbn Ebi Şeybe'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği hadiste, «Buşra»nın peygamberliğin 69 parçasından biri olan salih rüyalar olduğu kasd edilmiştir. (Bu hadis aynı zamanda Ebu Hüreyre'den de rivayet olunmuştur.)

Ubade bin Samit'ten rivayet olunduğuna göre o Hz. Peygam­ber'e (s.a) şöyle buyurmuştur: «O müminin gördüğü veya mümin için görülen salih rüyadır». (Tayalisî, İmam Ahmed, Darimî, Tir-mizi, îbn Mâce, Hakim, Tabarani ve Beyhakî)

îbn Merduveyh'in, ibn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e (s.a) bu ayetin anlamı sorulduğu zaman Hz. Pey­gamber (s.a) daha önce vermiş olduğu cevabı verir. (Ebu Süfyan, Cabir kanalıyla bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)

Cabir'den rivayet olunduğuna göre, bedevilerden biri Hz, Pey­gamber'e (s.a) gelerek, bu ayetin mânâsını sorar. Hz. Peygamber (s.a) ise ona şöyle cevap verir: (Onlar için dünya hayatında müj­de vardır) cümlesinin mânâsı, mümin için görülen güzel rüyadır. Dünyada o bununla müjdelenir. (Ahirette de ona müjde vardır) cümlesinin mânâsı ise Ölüm anında iken mümine verilen müjde­dir. Ona, «Allah seni de, seni kabrine götüren kimseyi de affetti» diye müjde verilir.» (İbn Ebi Dünya :Ebu Şeyh, Ebu Kasım, İbn Mende ve Ebu Cafer)

Ali bin Talha kanalıyla, İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna gö­re, dünyadaki müjde; Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e (s.a) «Mü­minleri müjdele ki sizin için Allah'tan gelen büyük bir fazl var­dır» (Ahzab: 47) ayetidir. (İbn Cerir ve İbn Münzir)

Dahhak'tan dünyadaki müjde hakkında şöyle rivayet edilmiş­tir: «Müminler ölmezden önce nerede olduklarını bilirler». (İbn Ebi Şeybe)

Ahiretteki müjdenin tefsirinde Taberî ve başkaları Ebu Hü-reyre'den, onun bu müjdenin cennet olduğunu söylediğini riva­yet etmektedirler. Hatta dünyadaki müjde, ölüm anında melekle­rin rahmetle onlara gelmesidir. Nitekim Allah Teâlâ, ((Melekler onların üzerine inerler, 'Korkmayın, üzülmeyin sise va'dolunan cennetle müjdelenin' derler». (Pussilet: 30)

Ahiretteki müjde ise meleklerin onları karşılayıp, onlara kur­tuluş ve ikram müjdesini vermeleridir. Ayrıca yüzlerinde görülen beyazlıktır. Defterlerinin sağ ellerine verilmesi ve o defterlerden okudukları ve daha niceleridir.

(65)  «Onların sözleri seni üzmesin...» -    Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümle Hz. Peygamberin (s.a) teselli edilmesi amacıyla in­dirilmiştir. Allah Teâlâ, düşmanlarından gelen eziyetlere, vahşi ve çirkin sözlere karşı Hz. Peygamber'i (s.a) teselli etmekte ve ona başarmak ve aziz olmak müjdesini vermektedir. Daha önce de onun ve ona tâbi olanların her türlü kötülükten emin olmaları ve her istediklerini elde etmeleri müjdesi verilmişti.

((Çünkü bütün izzet Allah'ındır» cümlesi, daha önce hükmün sebebidir. Yani Hz. Peygamber (s.a) niçin mahzun olmayacaktır? Çünkü izzetin tümü Allah'a mahsustur. Hiç kimsenin elinde bu hususta bir şey yoktur. Allah'ın velileri (dostları) ne kahrolurlar, ne de yenilirler. Aksine Allah, onların düşmanlarını yenilgiye uğ­ratır ve kahreder ve ey peygamber! Seni onlardan korur.

(66-67) «İyi bilin ki, kuşkusuz göklerde...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler, insanoğlunun dikkatini kâmil kudretin ve kapsa­yıcı olan nimetin sadece Allah'a mahsus olduğuna çekmekte, do­layısıyla onları Allah Teâlâ'nın birliğine muttali kılmaktadır,

67. ayet mevcut mümkünatm Allah'ın kudreti ve mülkü altın­da olduğunu ortaya koymaktadır. Burada meşhur «San'at'il-İhti-bak» kuralı vardır. Yani Allah geceyi karanlık kıldı ki onda sükû­net bulaşınız. Gündüzü aydınlık kıldı ki onda hareket edebilesiniz. Görüldüğü gibi ilkinden, «karanlık» kelimesi, ikincisinden «hare­ket edebilesiniz» kelimesi düşürülmüştür.

Düşünen ve ibret alan bir kimsenin akletmesi gibi, akleden bir topluluk için gecenin istirahat, gündüzün hareket yeri kılınmasın­da, Allah'ın birliğine delâlet eden birçok hüccet ve burhan var. dır.

(68) «Allah çocuk edindi, dediler. Hâşâ...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet müşriklerin bâtıl iddialarından birini daha orta­ya sermekte ve bu iddianın bâtıl olduğunu bildirmektedir. Burada söz konusu edilen müşrikler ile, Kureyş ve Arap kafirleri kaste­dilmektedir. Çünkü onlar -hâşâ- meleklerin Allah'ın kızları oldu­ğunu söylüyorlardı. Bu ayetin kapsamına Yahudi ve Hıristiyan­lar da girerler. Çünkü Yahudiler «Uzeyr»in, Hıristiyanlar ise «İsa» nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemektedirler. Ayetin zahirinin de­lâlet ettiğine göre bu söz tüm müşriklerin sözüdür.

«Veled» (çocuk) kelimesi hem tekil, hem de çoğul olarak kullanılır. Bazen -veled-in çoğulu olarak -evlad- gelir. Veled keli­mesi erkeğe de, dişiye de şamildir. «Subhanehu», ifadesi, Allah'ı tenzih ve takdistir. Yani Allah müşriklerin kendisine nisbet ettiğinden münezzeh ve mukaddestir. Bazen «Sübhan» lafzı, taaccüb ve hayret için de kullanılır. Burada da aynı mânâ kastedilmiş ola­bilir. Yani onların bu ahmakça sözlerinden hayret edilmektedir. Bazılarına göreyse bu kelime, hem tenzih hem de taaccüb için­dir.

«O bundan müstağnidir»; yani O her şeyden müstağnidir. Hiç bir konuda hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu cümle O'nun ten­zih ve takdis edilmesinin illetidir. Bu cümle yine ilan ediyor ki, çocuk edinmek bir ihtiyaçtan dolayıdır. Yani kişi, güç kazanmak ve soyunu devam ettirmek için çocuk edinir. Oysa alemlerin Rab-bi olan Allah Teâlâ için böyle bir şey söz konusu değildir.

((Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur» cümlesinde müstağni olmanın anlamı ortaya konmakta ve açıklanmaktadır. Çünkü tüm kainatı mülkünde ve tasarrufunun altında bulunduran Allah, Ga-nî'dir. O'nun dışında herkes fakir ve O'na muhtaçtır. «Sultan» ke­limesi, hüccet, delil anlamındadır. Yani bu bâtü hükmünün bir delili bulunmamaktadır ve siz bunu uluorta konuşup duruyorsu­nuz. [63]

 

Delilsiz Söz Cehalettir

 

«Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?» cümlesi kınama ve tehdit içindir. Yani onların cehaletlerini orta­ya koyuyor ve kulaklarının zarını patlatırcasına dikkatlerini ce­haletlerine çekiyor. Bu ayet delilsiz söylenen her sözün cehalet olduğunu, akide konusunda kesin bir delilin bulunmasının zorun­lu olduğunu ve iman hususunda taklidin yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Bu ayet kıyası iptal ve ahad haberle amel etmek me­selesini ortadan kaldırmaktadır. Çünfcü kıyas ve ahad haberlerle amel etmek fer'î hususlarla ilgilidir. Ayet ise aslî meselelerle ilgili­dir.

(69) «De ki: Allah'a karşı yalan yere...»Bu Ayetin Tefsiri

Görüldüğü gibi bu hitap Hz. Muhammed'e (s.a) yöneliktir. Bu hitap Allah adına yalan uyduranlara, yaptıkları bu işin korkunç sonuçlarını bildirmesi için Hz, Peygamber'e (s.a) yapılmıştır. Al­lah Teâlâ bununla, onları bu kötü adetten ve küfre mutlaka devam etmekten alıkoymayı kastederek, başkalarına da onların girdiği gibi böyle bir felakete girmemelerini tavsiye etmektedir. Yani vasfı ve niteliği Allah adına yalan uydurmak olan bir kimse, kim olursa olsun iflah olmaz. Azap onu mutlaka yakalar. Onlar ner-hangi bir isteklerini bile karşılayamazlar. Ateşten kurtulamaya­cakları da bir gerçektir. Yine aynı şekilde cenneti elde edemeye­cekleri de bir hakikattir.

(70) «(Onlar) için dünya menfaati vardır...»Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başında gelen «Meiâun» kelimesi hazfedilmiş bir müb-tedanm haberidir. Yani Allah adına uydurulan yalanlar, onlar için dünyada geçici ve kayda değer olmayan az bir menfaattir. Bu cüm­le mukadder bir sualin cevabı olmak üzere şevkedilmiştir. Allah adına yalan uyduranlar, görünürde hedeflerine ulaşmış ve mutlak bir şekilde dünyadaki nasiplerini almış gibidirler. Adeta, «Onlar nasıl olur da felaha kavuşmazlar? Oysa nimetler içinde yüzmekte­dirler» diye sorulmuş da Allah Teâlâ, «Bu az ve kıymeti olmayan bir nimettir. Bu hedefe ulaşmak demek değildir» cevabını vermiş­tir.

Allah Teâlâ bu gerçeği ifade ettikten sonra onların, azaptan kurtulamayacaklarına işaret ederek şöyle buyurur: Sonra onların dönüşleri (ölüm sebebiyle) bize olacaktır. Ebedî azapla karşı kar­şıya gelecekler. Sonra da daimi küfürlerinden Ötürü onlara şid-detli azabı tattıracağız. Vaziyetleri böyle olan insanlar nerede, kurtuluşları nerede? Onlar kurtulmak ihtimalinden çok uzaktır­lar[64].

 

Meal

 

71-  Onlara Nuh'un haberini oku. Hani (Nuh), kavmine «Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve size Allah'ın ayetle­rini hatırlatmam, size ağır geldiyse ben yalnız Allah'a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp, yapacağınızı ka-rarlaştmn. (Sonra) işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra hükmünüzü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin» de­mişti.

72- «Eğer yüz çeviriyorsanız,  ben sizden bir ücret isteme­dim. Benim ecrim Allah'tan başkasına ait değildir ve ben müs-lümanlardan olmakla emrolundum».

73- Yine onu yalanladılar. Biz de hem onu hem de gemide onunla beraber bulunanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Bak ki uyanhp da  (söz dinlemeyenlerin) sonu nasıl oldu?

74- Sonra onun ardından kendi kavimlerine peygamberler gönderdik. Onlar apaçık mucizeler getirmişlerdi. Fakat daha ön­ce   onu yalan   saymaları  nedeniyle  inanmadılar.  İşte  biz haddi aşanların kalplerini böyle damgalarız.

75- Sonra onların ardından Musa ile Harun'u mucizelerimiz­le Firavun ve  kavmine gönderdik. Fakat onlar  kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular.

76- Onlara katımızdan hakk geldiği zaman, dediler ki; «Bu kuşkusuz apaçık bir büyüdür».

77- Musa; «Size hakk geldiğinde onun için böyle mi diyorsu­nuz? Bu bir sihir midir? Oysa sihirbazlar iflah olmazlar» dedi.

78- Onlar; «Siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bi­ze geldiniz? Biz ikinize inanacak değiliz» dediler. [65]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri

 

(71) «Onlara Nuh'un haberini oku...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Nuh (a.s), Hz. Adem'den (a.s) sonra zikredilen ikinci peygamberdir. Hz. Adem'den sonra gelen ilk peygamber Hz. Nuh' un (a.s) dedesi Hz. İdris, ikincisi ise odur. İmam Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği Şefaat Hadisi'nde, Hz. Nuh'un rasûlle-rin ilki olduğu, ondan sonra gelenlerin ise nebi oldukları sabit olmuştur. Bazıları Şefaat Hadisi'ni tevil ederek, Hz. Adem ile Hz. İdris'in rasûl olduklarını isbat etmeye çalışmışlardır. Bazıları da «Nuh» isminin, Hz. İdris'in adı olduğunu, atalarının Ya'reb, Meh-lail, Kaynan, Enuş, Şit ve Adem şeklinde sıralandığını iddia et­mişlerdir. Bu sıralama tarih kitaplarında ve Tevrat'ın Tekvin Ki-tabı'nda kayıtlıdır. Ancak ben bu sıralamanın ortaya konulmasın­dan kuşku duymaktayım. Çünkü kanaatime göre Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında, adı geçen bu kişilerden daha fazlası olmalıdır.  [66]

Burada bir noktaya, yani Ehl-i Sünnet'in Akaid kitaplarında yer alan şu hususa dikkatlerinizi çekmek isterim: İlk peygamber Hz. Adem, ikincisi Hz. Şit (Şis), üçüncüsü Hz. İdris, dördüncüsü ise Hz. Nuh'dur.

Hz. Nuh'un zikri, Kur'an'da mevzu olarak 43 yerde geçmek­tedir:

(1)  

 

YUNUS SURESÎ : 10

469

Sure Adı:

Ayet no :

Kaç defa:

Alu İmran

22

1

Nisa

163

1

En'am

84

1

A'raf

59-69

2

Tevbe

70

1

Yunus

71

1

Hud

25, 32, 36,

8

 

42,45,46,

 

 

48,89

 

İbrahim

9

1

İsra

3,178

2

Meryem

58

1

Enbiya

76

1

Hac

42

1

Müminun

23

1

Furkan

37

1

Şuara

105,106,107

3

Ankebut

14

1

Ahzab

7

1

Saffat

75,79

2

Sad

12

1

Mümin

5,31

2

Şura

13

1

Kaf

12

1

Zariyat

46

1

Necm

52

1

Kamer

9

1

Hadid

26

1

Tahrim

10

1

Nuh

1,16,21

3

Hz. Nuh'un (a.s) kıssası en uzun olarak A'raf, Hud, Münıi-nun, Şuara, Kamer ve Nuh surelerinde geçer. [67]

 

Hz .Nuh'un Kıssası

 

Hz. Nuh (a.s) 950 sene sürekli kavmini imana davet etmiş, ancak buna rağmen kavminin çoğu iman etmeye yanaşmamıştır. Allah Teâlâ en sonunda, «İman edenlerden başka, kavminden iman eden olmayacaktır» diye bilidrince, Hz. Nuh da Allah'a yönelerek, «Ey Rabimf Yeryüzünde kafirlerden kimseyi bırakma» diye bed­duada bulundu. Allah. Teâlâ da ona bir gemi yapmasını emretci ki böylece onun ve onunla "iman edenlerin boğulmaktan kurtul­malarına aracı olsun. Hz. Nuh (a.s) o gemiyi yaparken halk onun yanından geçer ve onunla alay ederlerdi. O da onlar ve onların ahmakUklarıyla alay ederek cevap verirdi. Hz. Nuh (a.s) geminin yapımını bitirdikten sonra Allah'ın va'di tahakkuk etti. Ve onun­la Rabbi arasında Tufan emrinin başlangıcına delâlet eden alâ­met Hz. Nuh'a göründü. Bu alâmet, Hz. Nuh'un evinin fırınından suyun fışkırmasıydı. İşte o zaman Allah, ona aile efradını ve her hayvandan, kuş ve vahşi olanlarından birer çift almasını, ancak karısını bırakmasını söyledi. Ayrıca kavminden iman eden kimse­leri de gemiye almasını emretti. Sayıları çok azdı (Bazı rivayet­lerde 6, bazı rivayetlerde ise 40 kişiydiler). Aralarında bir tek ka­dın bulunuyordu. Onlar gemiye bindikten sonra, göğün kapıları açıldı, arzm pınarları fışkırdı. Öyle ki sular gemiyi sardı. Hz Nuh (a.s) insan ve hayvanların hepsi boğuluncaya değin ve Allah'ın dilediği kadar gemide kaldı. Sonra gemi Ararat dağlarından Cudi üzerine oturdu. Hz. Nuh (a.s) gemiye binerken uzakta bulunan oğluna seslenerek, «Ey oğul! Bizimle beraber sen de gemiye bin. Kafirlerle birlikte olma» dedi. Ancak o babasının çağrısına kulak asmadı. Çünkü babasının doğru söylediğine güvenmiyordu. Bu yüzden «Ben bir dağa sığınırım. O da beni sulardan korur» dedi. Ancak helak oldu. Allah Teâlâ Hz. Nuh'a (s.a) aile efradını kurtaracağına dair söz vermişti. Hz. Nuh «Ya Rabbi! Oğlum da be­nim ailemdendir. Senin va'din de haktır. Sen hakimlerin hakimi­sin» diyerek, oğlunun kurtulması için Allah'a yalvardı. Allah Te­âlâ ise cevap olarak, «Hayır, o senin ailenden değildir. Bilmediğin sepi istemeye hakkın yoktur» diyerek onu uyardı. Bu yüzden Hz, Nuh (a.s) Özür diledi, Rabbinden mağfiret ve rahmet diledi.

Gemi Diyarbakır'da veya Ararat dağlarından Cudi üzerinde durdu. Gemidekiler çıktılar. Allah onlara bereket ihsan etti. Ço­ğaldılar, yeryüzünü doldurdular. Ancak Hz. Nuh'u öz çocukların­dan başka, onunla beraber olanların hiçbiri üremedi. Çünkü Al­lah Teâlâ, «O'nun zürriyetini baki kalanlar kildik» (Saffat: 77) diye buyurmuştur. [68]

 

Tufan Kapsayıcı Mıydı?

 

Bazı alimlere göre Nuh Tufanı yeryüzünün her tarafına yayıl­mıştır. Nitekim bazı jeoloji bilginleri, «Dağların tepelerinde yap­tığımız kazılarda, sadece suda yaşayabilen hayvanların fosillerini buluyoruz. Bu da Tufanın o dağı kapsadığını gerektirir. Hatta bu tufanın birkaç kes koptuğunu gösterir. Çünkü bu fosillerin hayatı ihtilaflıdır. Dolayısıyla Nuh Tufam'nın bu tufanlardan biri olma­sında herhangi bir kuşku yoktur» demektedirler. «Sadece onun zürriyetini (tufandan sonra yaşayanlar ve) baki kalanlar kıldık» ayeti de bunu göstermektedir.

Bir gruba göre de, Nuh Tufanı genel değil de sadece Hz. Nuh (a.s) ve kavminin bulundukları yöreyi kapsamış olan bir su bas­kınıdır. Arzın diğer bölgelerine ise ulaşmamıştır.

Kısaca Tufan'm genel olması açık bir nassa, kesin olan bir delile dayanmamaktadır.

Kur'anda'da bu   hususla ilgili olarak anlatılanlar şunlardır:

Hz. Nuh'un (a.s) kavmi kafir olup, isyan ettiler. Allah da on­ları Tufan sebebiyle boğdu ve Hz. Nuh (a.s) ile beraber gemide olanlar kurtuldular. Sonunda Allah Hz. Nuh'un (a.s) zürriyetini yüryüzünde baki kalanlar olarak kıldı. Yani buna göre Tufan'm genel olması da, bölgesel kalması da ihtimal dahilindedir. Abdul-vehhab Saran!: «Bence Tufan bölgeseldir. Çünkü daha o zaman­lar insanoğlu yerküresinin her yerine yayılmamıştı. Onlar sadece Tujan'm vukûbulduğu bölgede bulunuyorlardı.. Onlar helak oldu­lar. Hz. Nuh (a.s) ile zürriyeti ise baki kaldılar» demektedir.

Soru — Hz. Nuh'un (a.s) çocuklarının günahı ne idi ki, onlar da günahkâr atalarıyla birlikte helak olmuşlardır?

Cevap — Sünnetullah'a göre, Allah Teâlâ'nm intikamı sadece zalimleri yakalamaz. Zalimlerin çocukları da kendileriyle birlikte helak edilir ki, bunu görüp azapları daha da artsın. İşte bu yüz­den Allah Teâlâ onların hepsini helak etmiştir. Yine-bizîer her gün, çocukların çeşitli hastalıklar dolayısıyla öldüklerini görürüz. Bu o çocuklar için —herhangi bir günahlarından dolayı  verilmiş bir ceza değildir. Bu, sebebin meydana gelmesi durumunda, mü­sebbibin de meydana gelmesi kabilindendir. İşte o sebepler hasta­lıklardır. Hastalıklar ise bir nev'i Allah'ın askerlerin dendir. Nite­kim «Rabbimin ordularım Allah'tan başkası bilemez» (Müdessir : 31) ayeti de buna işaret eder.

Yine bizler depremlerin insanları ayırmaksızm nelere yol aç­tıklarına şahit oluyoruz. Öyle ki yer tüm oturanlarıyla beraber batar. Nitekim Amerika'nın Sanfransisko vilayetinde vukubulan meşhur bir depremde böyle olmuştur. Günümüzde de bu tür dep­remler olmaktadır. Meselâ, 1923'te Japonya yerle bir olmuştu. Yine İtalya'da Vezüv gibi volkanik dağlar patladığında, yakın çevrede­ki tüm yerleşim bölgelerini altına aldı ve hepsini helak etti. [69]

 

Nuh Gemisi Nerde Dir?

 

Soru — Hz. Nuh'un gemisinin oturduğu Cudî nerede bulun­maktadır?

Cevap — Bu dağ, Mardin İli'nin Cezire kasabası yakınındaki Cudî dağıdır. O Ermeniye dağlarıyla bitişiktir. Nitekim «Kamus» sahibi «Cudî, Cezire'debir dağın adıdır. Hz. Nuh'un gemisi o de­ğin üzerine oturmuştu. Tevrat'ta bu dağın adı «Ararat» olarak geç­mektedir» diyor. (Yani ülkemizin doğusuna düşen ve Ağrı Dacji denilen yer)

Soru — Hz. Nuh'un gemisinin büyüklüğü ne kadardır?

Cevap — Geminin büyüklüğü, hacmi ve boyu Kur'an'da bildi­rilmemiştir. Sadece dolu levhalar ve kazıklara malik bir gemi şek­linde vasıflandırılmıştır. Geminin büyüklüğü Tevrat'ta. zikredil­miştir. Fakat en doğrusunu yine Allah bilir. [70]

 

Ken'an Nuh'un Gerçek Oğlu Mudur?

 

Soru — Hz. Nuh'un (a.s) oğlu Kenan hakkında vukubulan olayın gerçeği nedir? O Hz. Nuh'un gerçek oğlu mudur?

Cevap — İbn Abbas, İkrime, Said bin Cübeyr ve Dahhâk'a gö­re Kur'an, onun Hz. Nuh'un (a.s) gerçek oğlu olduğuna zahiren delâlet eder. Kur'an'ın «O senin ailenden değildir» demesi, oğlu­nun müslüman olmadığını gösterir. Çünkü kurtuluş sadece Hz. Nuh'un mümin olan aile bireyleri için söz konusudur. Hz. Nuh (a.s) «Seni ve aileni kurtaracağım» ayetine dayanmış, ancak kur­tuluşun şartı olan imanı unutmuştu. Bu yüzden, «Oğlum benim ailemdendir, senin de va'din haktır...» dedi. Fakat küfrün bu vas­fı (aile bağını) kaldırdığını o an unuttu.

Hasan Basrî ve Mücahid'e göre, o genç Hz. Nuh'un üvey oğ­ludur. Hanımının çocuğu olduğu ve evinde büyüdüğü için Hz. Nuh (a.s) ona, «oğlum» diye hitabetmiştir. Yoksa Kenan bir kafirdi. Hz. Nuh (a.s) onun kendi evinde bulunmasının aile efradı içinde kabul edilebilmesi için yeterli olacağını sanmıştı.  

Bazılarına göreyse, o çocuk zinadan olmuştu ama Hz. Nuh (a.s) bunu bilmiyordu. Nitekim «O senin ailenden değildir» ayeti de buna işaret  [71] Ayrıca Allah Teâlâ kafirlere Hz. Nuh'un (a.s )ve Hz. Lut'un (a.s) hanımlarını misal olarak vermiştir: «Bunlar kullarımızdan iki salih kulun (nikâhı) altında idiler. On­lara ihanet ettiler. Kocaları Allah'tan onlara gelen hiçbir şeyi sa­vamadılar. (Onlara): «Girenlerle birlikte siz de cehenneme gi­rin» denildi». (Tahrim: 10).

Bu görüşe karşı çıkan ve kabul etmeyenler şu görüşü öne sürmektedirler {(Peygamberlerden hiçbirinin hanımı zina edemez. Çünkü   bu peygambere izafe edilmiş bir ar olur».

Ancak bu görüşü öne süren kimseler, küfrün zinadan daha şiddetli bir günah olduğunu herhalde unutmuş olmalılardır. Al­lah Teâlâ'nın Nuh'un (a.s) hanımını misal olarak zikretmesi kü­für hususundadır. En büyük günahları işleyen bir kimseye diğer günahlar daha kolay gelir. Ancak ben burada o çocuğun zinadan olduğunu söylemek istiyor değilim. Ben sadece peygamber hanım­larının ismeti meselesini tartışıyorum. [72]

 

Hz. Nuh Ve Tufan Hakkında Kur'an İle Tevrat Arasında Mukayese

 

Hz. Nuh (a.s) ve Tufan ile ilgili olaylar Tevrat'ta çok geniş ifade edilmesine karşm, Kur'an'da anlatılanlara ters düşmekte­dir. Ayrıca Tevrat, Kur'an'da sözkonusu edilen birtakım hususla­ra değinmemiştir.

1. Tevrat, Hz. Nuh'un (a.s) oğlu Kenan Ue arasındaki mese­leye değinmemişken, Kur'an değinmiştir.   Tevrat'ta   sadece   Hz. Nuh'un (a.s) Sam, Ham ve Yafes adlı oğullanılın adlan geçmek­tedir.

2. Tevrat, yine Hz. Nuh'un (a.s) hanımı ile arasındaki me­seleye değinmemiştir. Yani Tevrat, Hz. Nuh'un (a.s) kafir bir ha­nımı olduğundan ve kavmi ile birlikte onun da helak olduğundan hiç söz etmemektedir. Tevrat'ta sadece Hz. Nuh'un (a.s) hanımı­na, müminlerle birlikte gemiye binmesini söylediği, onun da ge­miye binerek kurtulduğu bildirilmektedir. Ancak Tevrat'taki iba­re, Hz. Nuh'un (a.s) kafir bir hanımı olmadığı anlamına gelmez. Çünkü iki hanımının olması muhtemeldir. Dolayısıyla biri kafir idi ve helak olmuştur, diğeri de mümindir, kurtulmuştur.

3. Kur'an Tufan'm tüm yeryüzünü kaplandığından söz et­memişken, Tevrat bu hususa değinerek, suyun yüksekliğinin 15 zira'ya kadar çıktığını, insan, vahşi hayvanlar, kuşlar hatta sinek­ler dahil olmak üzere tüm canlıların Öldüğünü söylemektedir. Bu­na karşın Kur'an, sadece Hz. Nuh'un (a.s) kavmi ile hanımının helak olduğunu söylemekte ve tüm yeryüzünü sularuı kapladığın­dan, suyun yüksekliğinin 15 zira'ya kadar çıktığından bahsetme-mektedir.[73]  

«Onlara Nuh'un haberini oku» ifadesinde geçen kimseler (on­lar), ister Mekkelileri kapsasın, isterse kapsamasın, kastedilen yeryüzündeki tüm kafir ve müşriklerdir. Onlara bu haberin bildi­rilmesinin nedeni, Allah'a iftira eden kimselerin hiçbir zaman fe­laha kavuşamayacaklarını, aldıkları lezzetin geçici olduğunu, sü­rekli ve ebedî şekavet ve şiddetli azabın kenarında bulundukları­nı ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Nuh'un (a.s) olayında, Hz. Peygamber'in (s.a) karşısındaki kavmin küfür ve inattaki ısrar­ları gibi bir inat ve ısrarın söz konusu olduğu belirtilmek isten­miştir. Bu olayın kendilerine anlatılması sırasında, belki küfür­de ısrar etmekten vazgeçebilirler, serkeşlikleri biraz kırılabilirdi. Yine umulur ki, Hz. Peygamber'den (s.a) bu olayı işiten bir kim­se onun risaletinin doğru olduğuna kani olarak, iman eder. Çün­kü Hz. Nuh'un (a.s) kıssasına daha önceden vâkıf olmuş olabilir­ler ve böylece onun bu haberi hiç kimseden dinlemediğine, hiçbir kitap okuyarak ondan yararlanmadığına ve sadece bunu vahy yo­luyla aldığına inanarak Hz. Muhammed'i Cs.a) tasdik edebilir­lerdi.

«Makamî» lafzı, «Benim nefsim» anlamına gelebileceği gibi, mim'li mastar olarak «Benim (aranızda) durmam» anlamına da gelebilir. Yani «Sisin aranızda 950 yıl gibi uzun bir süre ikamet et­mem size ağır geldiyse...» Bu sözün Hz. Nuh'un (a.s) Ömrünün sonunda söylemiş olması mümkündür. Ayrıca bu ifadeyle Hz. Nuh'un (a.s) onları Allah'a çağırmak için kıyam etmesi de kaste­dilmiş olabilir. Çünkü hatip, va'zettiği topluluğun arasında dura­rak va'zeder ve bu muhataplanna sözlerini işittirebilmek bakımın­dan daha makul ve daha uygundur. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Hz. İsa'da (a.s), oturarak kendisini dinleyen havarilere, sü­rekli ayakta durarak va'zederdi. Yine Hz. Peygamber de (s.a) ço­ğu zaman minberde ayağa kalkar ve oturan cemaata va'z ve nasi-hatta bulunurdu.

«Şayet Allah'ın, O'nun birliğini isbat ve üzerinde bulunduğunuz şirki iptal eden ayetleriyle sizi uyarmam, sizlere ağır geldiy­se, başkasına değil, sadece Allah'a tevekkül ederim. O zaman dile­diğinizi yapabilirsiniz. Yapacağınızı yapın, tüm ortaklarınızı ça­ğırın ve bana karşı koyun»; yani Hz. Nuh (a.s) onlara azimli ve kararlı olmalarını, tüm imkânlarını bir araya getirip, kendisini helak etmeye hazırlanmalarını söylüyor. Böyle bir araya getirip, kendisini helak etmeye hazırlanmalarını söylüyor. Böyle bir ko­nuşma, Hz. Nuh'un (a.s) Allah'a ne denli güvendiğini, Allah'tan başka, düşmanlarına zerrece değer vermediğini ortaya koymakta­dır. Yoksa Hz. Nuh (a.s) gerçekten onlara, «Bana böyle karşı ko­yun» demek istememiştir. Yani onun demek istediği, yapacakları işin ne olduğunun kendilerine kapalı olmamasıdır.

«Gumme» kelimesi -kapalılık- anlamına gelir. Nitekim Vail bin Hacer hadisinde, «Allah'ın sözlerinde ğumme (kapalılık) yok­tur. Onlar açıktır» diye buyurulmuştur. Ayet ile de kastedilen Hz. Nuh'un onları, kendileri açısından meseleyi kapalı kılacak şeylere kalkışmaktan nefyetmesidir. Bu bakımdan mânâ, «Yapacağınızı açıkça yapın ve bana açıkça meydan okuyun» şeklindedir. Yani durumunuz kendinize kapalı olmasın. Benim size ağır gelen nefsi­min ve sizi Allah'ın ayetleriyle uyarmamın ağırlığından, beni yok etmek suretiyle kurtulabilirsiniz. O yapmayı istediğiniz işi, be­nim üzerimde gerçekleştirin ve bana hiç süre de tanımayın.

Müfessirlerden bazıları ğumme- ile ilk mânânın, emir ile ge­çenlerin ve nehy ile de istişare etmenin kastedildiği görüşündedir­ler. Yani, «yapacaklarınızı ortaya koyun, sonra da o hususta isti­şare edin». Ancak bu yorum gerçekten uzaktır. Çünkü üzerlerine delâlet eden her iki hususta net değildir.

(72) «Eğer yüz çeviriyorsanız...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, benim uyanlarımdan yüzçevirmeyi sürdürecekseniz ve­ya yaptığıma vâkıf olduktan sonra ve beni tanıdıktan sonra yüz çe­virirseniz iyi bilin ki, «Bu uyarı karşılığında sizlerden herhangi bir ücret istemiş değilim.» Ki bu ücret beni tamahkârlıkla itham etme­nize veya size anlatılanın kendinize ağır gelmesinden ötürü ben­den yüz çevirmenize bahane olmasın.[74]

 

Tebliğ Ücretsizdir

 

«Benim ecrim Allah'tan başkasına ait değildir» cümlesi ilk mânâda önceki cümleyi tekîd etmekte, ikinci mânâya göreyse, Hz. Peygamber'in onların ücretine muhtaç olmadığını ortaya koy­maktadır. Yani, ben va'z ve nasihat karşısında ücretimi sadece Allah'tan isterim. O bana bu yüzden sevab bağışlayacaktır. İster iman edin, isterseniz etmeyin, «Ben müslümanlardan olmakla em-rolundum»; yani müslümanlardan sayılmakla emrolundum. O müslümanlar ki dini tebliğ etmek karşılığında bir şey istemezler ve din vasıtasıyla dünyayı taleb etmezler. Bazılarına göre, burada «İslâm» ile kastedilen, teslim olmak ve itaat etmektir. Yani Allah' in hikmetine teslim ve O'na iman edenlere dahil olmakla emrolun­dum. O'nun emrine karşı gelmem ve O'nun dışında kimseden bir şey istemem.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Nuh (a.s) insanları iman ve İslâm'a davet etmek hususunda hiçbir zaman kusur etmemiş ve bu konuda doruk noktaya çıkmıştır.

(73) «Yine onu yalanladılar...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Nuh Ca.s) onlara itiraz etme imkânı bırakmadığı halde onlar yalanlamalarında ısrar ettiler. Biz de O'nu ve O'nunla bera­ber olanları, boğulmaktan veya kafirlerin elinden kurtardık.

Hz. Nuh (a.s) üe beraber olan müminler, meşhur bir rivaye­te göre kırk erkek, kırk kadındı. Bazıları daha az rakamlar ver­mektedirler.

«Onları halifeler kıldık ve yalanlayanları da boğduk»; yani geriye sadece 'müminler kaldı. «Bak ki uyanlıp da (söz dinleme­yenlerin) sonu nasıl oldu?»; yani onların yalanlamada ısrar et­meleri halinde kendilerini öyle bir duruma getirdi ki artık kor­kutma bile onlar üzerinde bir etki yapmaz oldu, onlara uyarılar hiçbir yarar sağlamadı.

Allah Teâlâ'nın sünnet-i ilâhisi şu şekilde cereyan eder: O bir kavmi helak etmeyi murad ettiğinde, Önce onlara bir peygamber gönderir. O peygamber de onları Allah'ın azabıyla korkutur. Çün­kü korkutulan bir kimsenin artık mazereti kalmaz.

Rağıb el- İsfahanı buradaki, «Fenzur» (Bak) ifadesinin göz­le veya basiretle bakış olduğunu söylemiştir. Hasan Basrîye göre de bu ifade, basiretle bakmak anlamındadır.

Bu ayet, Hz. Nuh (a.s) kavminin başına gelen korkunç olayı ortaya kovmak, Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlayanları korkutmak ve ona teselli vermek için nazil olmuştur. Ayetin mânâsı, «Allah' in haberini verdiği olaydan ibret al» şeklindedir. Çünkü ne Hz. Peygamber (s.a) ne de uyarılan kimseler, Hz. Nuh'un (a.s) kav­minin başına gelen felâketi görüp, seyredemezler, onu göremez­ler. Zira hem zaman hem de mekan ayrılığı vardır.

(74) «Sonra onun ardından kendi...» Bu Ayetin Tefsiri

«Onun» zamiri Hz. Nuh'a racidir. Peygamberlerin her birisi kendi kavmine gönderilmiştir. Bu ayet, hiçbir peygamberin tüm insanlığa peygamber olarak gönderilmediğine işaret etmektedir. Bu, sözün zahirinin «Tüm insanlığa gönderilmek vasfının sade­ce Hz. Muhammed'e (s.a) mahsus olduğunu ve Hz. Peygamberin (s.a) bundan istisna edildiğini göstermektedir. Hz. Nuh'tan son­ra gönderilen hiçbir peygamber için, bu durum sabit olmamıştır. [75]

 

Nuh'un Peygamberliği Umumî Midir?

 

Hz. Nuh'un (a.s) tüm insanlığa mı, yoksa yeryüzünün bir böl­gesine mi gönderildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Nitekim Tu-fan'ın tüm yeryüzünü kaplayıp, kaplamadığı hususundaki ihtilaf da, bu ihtilaf üzerine hamledümekteüir. Birçok ayet ve hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre Tufan hadisesi, sadece Hz. Nuh'a karşı gelenlerin ve onu yalanlayanların üzerinde kopmuştur. İbn Atiyye, «Müdekkikler nazarındaki görüş budur» demektedir. Yer­yüzünde yaşa ran insanların çoğu, Tufan'm umumiliğini inkar et­mektedirler. Hz. Nuh'un tüm insanlığa peygamber olarak gönde­rildiği şeklindeki görüş, tüm insanlığa sadece Hz. Peygamberin (s.a) gönderildiği ve bunun sadece onun özelliği olduğu şeklinde­ki görüşle çelişmemektedir. Çünkü burada, husus ile umum arasın­da bulunan bir umum kastedilmektedir. Mutlak umum, yani tüm insanlığa gönderilme olayı sadece Hz. Peygamber'e mahsustur ve bu kıyamete kadar bu şekilde sürecektir. Hz. Nuh'un (a.s) risa-letine gelince, onun durumu kendisinden önceki peygamberlerin özellikleriyle, Hz. Peygamberin (s.a) kıyamete kadar sürecek olan umumu arasındadır. Bazıları ise, Hz. Nuh'un (a.s) peygamberli­ğinin özel olduğunu söylemekle birlikte, Tufan hadisesinin genel olduğunu söylemişlerdir.

Allah Teâlâ'nm cinayet işlememiş bir kimseyle, cinayet işle­yen bir kimseyi birlikte helak etmesine gelince, bunda bir beis yoktur. Çünkü bu, O'nun mülkündeki tasarrufdur. Allah yaptığın­dan sorguya çekilemez.

Sonuç olarak, Hz. Nuh'un (a.s) risaleti umumidir. Çünkü yeryüzünde Tufan'dan sonra Hz. Nuh ile beraber olanlardan baş­ka, hiç kimse kalmamıştır. Dolayısıyla Hz. Nuh ile onun berabe­rindekiler yeryüzündeki yegâne insan topluluğu olmuş olurlar. Bu bakımdan onun risaletinin umumiliği ile Hz. Muhammed'in (s.a) risaletinin umumiliği arasındaki fark belirgindir. Çünkü Hz. Mu­hammed'in risaleti, başta da, sonda da geneldir. Bu yorum üzerin­de düşünülmelidir. En doğrusu Hz. Muhammed'in risaletinin ge­nel oluşu meselesinde, bunun kendisinden sonra kıyamete kadar devam edeceği yönünü ele almaktır. Zira bu husus ne Hz. Nuh' tan önce ne de sonra hiçbir peygamber için söz konusu olmamış­tır. Her peygamber kendi kavmine mucizelerle, doğruluklarına delâlet eden delillerle gelmişlerdir. Yani her peygamber bir muci­ze iledeğil, aksine birkaç mucize ile gönderilmiştir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi; «Bir tek mucize ile gönderilmek irade edilme­miştir. Aksine birçok mucize ile gönderilmek irade edilmiştir» demektedir. Çünkü iki çoğul siga karşı karşıya geldiklerinde, bir çoğuldan bir ferdin, diğer çoğuldan bir ferde tekabül etmesi, an­cak «Cau» ile «Hum» zamirlerinde söz konusudur. Yani peygam­berlerden her biri kavimlerinin her ferdine gönderilmişlerdir. Ve yanlarında da birçok mucize ile gelmişlerdir.

«Fakat daha önce, onu yalan saymaları nedeniyle inanmadı­lar» ifadesi, onlar daha önceki imansızlıklarını ortaya koymakta­dır. Yani her zaman çok inatçı olduklarından dolayı, hiçbir za­man imanları sahih olmamıştır.

«Daha önce onu yalan saymaları» cümlesiyle kastedilen, tüm peygamberlerin getirmiş oldukları asıl ve füru' ile ilgili her şey­dir. Onların «iman etmelerinden» maksat, tüm olanlardan sonra yine ısrar etmeleridir. «Daha önceki yalanlamaları» ile peygam­berlerin geldiği andan, inat ve ısrar ettikleri zamana kadar geçen süredeki yalanlama kastedilmektedir. Bu yorum, Allah Teâlâ'nın onların durumları ile ilgili irad ettiği kıssaya dayanmaktadır. Ni­tekim Nuh kavminin kıssası da buna işaret etmektedir. Bu ayette iman etmeyişlerini, bizzat maksudu kıldığı gibi, yalanlamalarını bizzat maksudu kılmamıştır. îşaret edilmiştir ki yalanlama açık­lamaya muhtaç değildir, ancak onları kabule zorlayan mucizele­rin mütevatir bir şekilde gelmesinden sonra iman etmeyişleri açıklamaya muhtaçtır. Eğer burada hikâye edilen o kavimlerin bütün halleri ise, onların iman etmeyişlerinden maksat, peygam­berlerinin gelişlerinden başlayarak ısrar ettikleri küfürdür. Sıla cümlesinden anlaşılıyor ki iman etmeyişleri ile kastedilen, pey­gamberleri gelmezden önceki küfürleridir. Bu takdirde «Mevsul» den, Tevhid ve değiştirilmesi muhal olan gerçekler gibi tüm pey-gamberler tarafından ümmetlerin çağırıldığı şer'î esaslar kaste­dilmektedir. Onları bunu yalanlamalarının mânâsı; Peygamber­ler gelmezden önce onların, bunu hiçbir zaman dinlemediklerin­den dolayı, cahiliyye ehli oldukları zamandaki durumlarıdır. Ak­sine her kavm, adeta bunu daha Öncekilerin hayatta kalanlarından dinliyorlar ve yalanlıyorlar gibi bir konumdadır. Dolayısıyla son­ra onların peygamberlerin gelişini müteakip durumları, Önceki durumları gibi olmaktadır. Sanki onlara hiç peygamber gönderil­memiş gibidir.

Bazı müfessirlere göre, ayet ile onların kendilerine gönderilen pyegamberlerden hiç   yararlanmadıkları   anlatılmak   istenmiştir. Yani cahiliyye ehli olmaları bakımından, peygamberlerin gelişin­den sonraki halleri, daha öncekinden farksızdır. Ancak ilk yorum, daha uygundur.

«İşte biz haddi aşanların kalplerini böyle damgalarız»; yani küfür ve inatla bilinen sınırları aşanların kalblerini böyle dam­galarız. Bu yüzden onların kalblerini hakkı kabul etmekten mene-der, doğru yola gitmelerini engelleriz. Netbau' fiili -tab'- kökünden gelmektedir. Bu kök, «kirletme» anlamında da kullanılmıştır. Mutezile, Tab' lafzının Kur'an'da geçtiği her yerde, Allah'a nisbet edildiği takdirde «Mahrum etmek» mânâsında kullanıldığını öne sürmüştür. Elbette bu, kendi görüşlerine uygun bir yorumdur. Bu bakımdan Zemahşerî Keşşaf adlı tefsirinde, «Bu kelimenin onların inatlarından kinaye olduğunu» söylemiştir. Çünkü inat eden bir kimseyi Allah Teâlâ mahrum eder ve onu tevfikten alıko-yar. O'nu lütfundan uzaklaştırır ve böylece kalbinin üzerine pas ve tab'ı, kat be kat yükleyinceye değin devam eder.

(75) «Sonra onların ardından Musa ile...» Bu Ayetin Tefsiri

«Onların ardından»; yani o peygamberlerden sonra Musa ve büyük kardeşi Harun'u, Firavn ve topluluğuna peygamber olarak gönderdik. Allah Teâlâ'nın tüm peygamberler içinde Hz. Musa ile Hz. Harun'un adını özellikle belirtmesi, kıssalarının pek önemli olduğuna delâlet eder.

«Meleîhi» tabiri Firavn'un efradı, eşrafı ve ileri gelenleri an­lamındadır. Onların kısaca zikredilmesinin nedeni, onların mas­lahatları ve önemli meseleleri çözmekte nirengi noktasını teşkil etmeleridir. Meydana gelen olaylarda, tüm kavim onlara başvu­ruyordu. Bazı müfessirler burada «Mele» ile Firavn'un kavminin kastedildiğini söylemektedirler.

Allah Teâlâ, Hz. Musa ile Hz. Harun'u, A'raf suresinde açık­lanan mucizelerle göndermişti. Fakat Firavn ve kavmi gurura kapıldılar, gözlerini benlik kör etti. Kendilerini Hz. Musa'ya tâbi olmaktan daha üstün gördüler. Hz. Musa ile Hz. Harun onlara ge­lerek, risaleti tebliğ ettiklerinde, onlar büyüklenerek gurura kapıl­dılar. Firavn Hz. Musa'yı küçümseyerek, «Sen küçük bir çocuk kert seni aramızda büyütmedik mi? Sen ömründen birkaç yıl ara­mızda kalmadın mı?» dedi.

«Fakat onlar kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular»; yani onlar büyük günah işlemekte olan bir kavimdi.

(76) «Onlara katımızdan hakk geldiği...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar inatlarının aşırılığından ve gururlarından ötürü, «Bu kuşkusuz apaçık bir büyüdür» dediler. Yani bunun bir sihir oldu­ğunda kuşku yoktur. Benzerleri arasında bu husus apaçık görül­mektedir. «Mübin» kelimesi «Ebane» maddesinden gelir ve «za­hir olmak, görünmek» anlamındadır, «izhar etti, gösterdi» değil «Hazâ» kelimesi ise, kendilerine gelen hakka işaret etmektedir. Birçok nıüfessirin dediği gibi o, hak mucizelerdir. Ayetteki ibare­nin şevki, hâzâ'nm. yerine zamirin gelmesini gerektirirdi. Ancak hakk'ın, herkes katında açık olduğuna işaret etmek için, zamir ye­rine ism-i işaret getirilmiştir, Hakk'ın gelmesi, mecaz itibariyle­dir. Bu da, hakk'ın çok açık olduğuna, çok berrak bir şekilde gö- ; ründüğüne işarettir. Yani aklı az olan bir kimseye dahi, hakk giz- ' li değildir. Bu yorumlardan hareketle bazı mufessirler ayete şöy­le bir mânâ vermişlerdir: «Allah katından onlara hakk geldiğin­de, onu tanımış olmalarına rağmen, 'Bu apaçık bir sihirdir' dedi­ler».

Ayette «Sihr» yerine «Sahir» kelimesi de kullanılmıştır. Bu oku­yuşa göre, sihirbaz anlamına gelen «sahir» ile Hz. Musa kastedil­miş olur. Çünkü onun eliyle onları aciz bırakan bir durum orta­ya çıkmıştır.

(77) «Musa: Sise hakk geldiği zaman...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümle isti'nafî beyandır, yani mukadder bir sorunun ceva­bıdır.

Sanki şöyle sorulmaktadır : «Musa onlara ne dedi?»

Cevap: Musa onlara, «Size hakk geldiğinde hep bu sihir mi dersiniz? Oysa sihirbazlar iflah olmazlar» dedi. Yani bâtıl olan si­hirden her bakımdan uzak bulunan hakk size geldiğinde ve siz ona vâkıf olduğunuz zaman hep «Bu sihir midir?» dersiniz.

Onlar «Bu sihir midir?» sözleriyle Hz. Musa'ya sahir olduğu­nu ihsas etmeye çalışıyorlardı. Yoksa hakiki anlamda bunu soru­yor değillerdi. Çünkü kesinlikle sihir olduğunu söylediler. Kesin­likle sihir olduğu söylenen bir şey için artık «Bu sihir midir?» şek­linde bir soru sorulmaz. Yani durumu apaçık olan, sânı ortada bulunan ve apaçık olan gözü gören bir kimsenin kuşku duymadı­ğı, bu hakk'a sihir mi diyeceksiniz? Oysa sihirbazlar hiçbir za­man iflah olmazlar.

(78) «Onlar, size hakk geldiğinden...» Bu Ayetin Tefsiri

«Litelfitena» fiili, geri çevirmek, döndürmek mânâsmdadır. Yani onlar Hz. Musa ve Hz. Harun'a, «Atalarımızın üzerinde bu­lunduğu dinden bizi geri çevirmek için mi bize geldiniz?» dedi­ler. «Kibriya» ise azamet ve riyaset demektir.

Allah Teâlâ'nm Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadeleyi oldukça yoğun biçimde Kitab'da zikretmesinin nedeni, onun kıs­salar içinde en hayret verici olayları mündemiç olmasındandır. Firavun Hz. Musa'dan çok korkmasına rağmen ilâhî kader, onun Hz. Musa'yı elinde büyütmesini, kendisinden sakındığı kimseyi sarayında, sofrasında ve yatağında evladı yerine koyarak yetiş­tirmesini takdir buyurdu. Sonra o çocuk büyüdü. Allah Teâlâ, onu onların aralarından çıkartacak sebebi halkeyledi. Ona nübüvvet ve risaletini bahşetti. Onunla konuştu, onu Firavun'a pey­gamber olarak gönderdi. Hz. Musa (a.s) Firavun'u Allah'a itaate çağırdı, ona Allah'a kulluk yapması için davette bulundu. Fira-vun'un tüm azametine rağmen Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı Firavun'a peygamber olarak gönderdi. Onun kardeşi Harun'dan (a.s.) baş­ka yardımcısı yoktu. Firavun bunun üzerine infial gösterdi; bö­bürlendi boş bir gurura kapıldı, serkeş ve habîs nefsi isyana kal­kıştı, alın damarları kasıldı. Hakkı olmayan bir makama göz dik ti. Allah'a karşı isyan bayrağını çekip, azgınlık etti. İsrailoğulları arasındaki müminleri küçümsedi. Allah da peygamberleri Musa (a.s) ve Harun'u (a.s) korudu, onları inayetiyle himayesi altına aldı. Allah zaman zaman Musa'nın (a.s) eliyle mucizeler halkedi-yordu. Öyle ki bu mucizeler akılları şaşkınlıkta bırakıyordu.

Çünkü bu mucizelerin önünde hiçbir sihir, hiçbir çaba yarar sağlamıyordu. Bu mucizeleri ancak Allah tarafından desteklenen bir kimse getirebilirdi. Çünkü Allah Teâlâ bir ayetinde, «Onlara gösterdiğimiz her mucize, bir önceki mucizeden daha büyüktür» (Zuhruf: 48) buyurmuştur. Ancak buna rağmen Firavun ve ef­radı bu mucizeleri yalanlamaya, inkâr etmeye, inat göstermeye devam etti. Bunun sonucu olarak Allah Teâlâ da onlara azabını gönderdi. Hepsini bir sabahta ve bir kuşluk zamanında Kızılde-niz'de boğdu. Nitekim Kur'an'm başka bir ayetinde de, «Zulme­den bir kavmin sonu geldi. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur» (En'am : 45) buyurulmaktadır.

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi «İrşad'uLAkl'is-Selim» adlı tef­sirimde şöyle diyor :

«Bu iki yerde de zamirin ikil ftesniyef olarak getirilmesi, gu­rur ve azamet taslamanın hem Hz. Musa'ya, hem de Hz. Harun'a karşı olduğundandır. Bunun nedeni, birini tasdik etmenin, diğe­rini de tasdik etmeyi gerektirmesindendir. İltifat ve onun içirt gelmek, şeriatı getiren kimsenin özellikleri olduğundan, bu sade­ce Hz. Musa'ya isnad edilmiştir.» [76]

 

Meal

 

79- Firavun, «Bana bilgili olan her sihirbazı getirin» dedi.

80- Sihirbazlar geldiğinde, Musa onlara, «Atacaklarınızı atı-verin» dedi.

81- Onlar  (sihir aletlerini)  atınca Musa dedi ki: «Sizin ge­tirdiğiniz şey sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa vuracaktır, Çünkü Allah bozgunculuk   çıkaranların   işini düzelt­mez».

82- «Suçluların hoşuna gitmese de, Allah sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır».

83- Sonunda Musa'ya, kendi kavminden (genç bir) gruptan başka Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerine bir fenalık ya­pacağından korktuktan için kimse iman etmedi. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde kibirlenen bir zorba ve gerçekten çok aşırı gidenlerdendi.

84- Musa, «Ey kavmim! Eğer Allah'a inanıyorsanız ve O'na teslim olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın» dedi.

85- Onlar da, «Biz Allah'a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bi­zi zulme sapan bir kavm için bir fitne kılma» dediler.

86- «Ve bizi rahmetinle o kafir topluluğundan kurtar».

87- Biz de Musa ve kardeşine, «Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namazgah kılın. Namazları dosdoğru kı­lın. Müminleri müjdele (yin)» diye vahyettik.

88- Musa, «Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmi­ne dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanlan senin yolundan saptırmaları için mi  (bunları verdin)? Ey Rabbimiz! onların mallarım yok et, kalplerini de şiddetle bağ­la kî, acıklı azabı görecekleri zamana kadar inanmasınlar».[77]

 

Rivayet Ve Dirayet Tefsiri _

 

(79-82)    «Firavun, Bana tüm...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya (a.s) karşı olan sihirbazların kıssa­sını A'raf, Tana, Şuara ve bu surede de zikretmiştir. Olay şu şe­kilde cereyan etmiştir: Lanetli Firavun halka konuşup, Hz. Mu­sa'nın getirdiği apaçık hakikata karşı koymak istedi. Bunu da sih­rin yardım ve sihirbazların birtakım uydurmalarıyla yapmayı de­nedi. Ancak kurduğu düzen aleyhine işledi ve amacına ulaşamadı. O umumi toplantıda, halkın toplandığı o meydanda ilahî burhan­lar ortaya çıktı, sihirbazlar Allah'a secde ederek, «Biz âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik» (A'raf : 121) de­diler. Firavun sihirbazlarla, gayb'm alimi olan Allah'ın elçisine galebe çalacağını sanmıştı. Oysa hüsrana uğradı ve cenneti elin­den kaçırdı.

79. ayetteki «Alim» kelimesi, burada sihirbazlık sanatında be­ceri sahibi olan kimseler karşılığında kullanılmıştır. Hz. Musa on-lara, «Bana tüm bilgili sihirbazlarınızı getirin« demiştir.

Bazı müfessirlere göre, «Çünkü Allah bozgunculuk çıkaranla­rın işini düzeltmez» ifadesi, yani onları desteklemez anlamında­dır. Bu cümle sihrin bir bozgunculuk, bir gözbağcılık olduğuna, buna karşılık bir gerçeği bulunmadığını ortaya koymaktadır.

82. ayette geçen «kelimat». Allah'ın hüküm ve emirleri demek­tir. Bazı kıraat alimleri bu kelimeyi «Kelimeti» şeklinde de oku­muşlardır.

(83) «Suçluların hoşuna gitmese de...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani işin başında Hz. Musa'ya sadece kavminin gençlerinden bazıları iman etmişti. Hz. Musa İsrailoğulları'm imana davet et­tiğinde, onlar Firavun'un korkusundan daveti kabule yanaşmadı­lar. Sadece gençlerden bir kısmı daveti kabul etti.

Bazı müfessirler -kavmihi- kelimesindeki -hî- zamirinin Fira­vuna raci olduğunu söylemişlerdir. Yani Firavun'un kavminin ba­zı gençleri Hz. Musa'ya iman etti. Veyahut bu kavim ile kastedi­len Firavun ailesinden iman edenler, Firavun'un hanımı Asiye, onun maliye bakam, maliye bakanının karısı ve onun berberidir. Hz. Musa'nın getirdiği o göz kamaştırıcı akıllara hayret verici mu­cizeler karşısında sadece onun kavminin gençleri iman ettiler.

Bu ayet, Hz. Peygamber'e kavminin kendine iman etmeyişleri sebebiyle meydana gelen üzüntüsünü gidermek ve peygambere te­selli vermek için nazil olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber kavminin iman etmesi için gece-gündüz uğraşıyordu. Fakat onlar iman et­medikleri için de üzülüyordu. Çünkü onların küfre ve kendini ya­lanlamaya devam etmeleri kendisine çok ağır geliyordu. îşte bu yüzden Allah Teâlâ, elçisine, ondan önce de peygamberlerin gel­diğini ve fakat onlara da aynı bu şekilde davranıldığını, iman eden­lerin sayısının hep az olduğunu bildirdi. Hz. Musa'nın getirdiği mucizelerde çok büyük olmasına rağmen, kavmin içinden sadece bazı gençler iman etmişti. Nitekim «Zürriyet» kelimesi, kavmin içinden az sayıda genç bir grup için kullanılmıştır.

İbn Abas'a göre «Zürriyet», -az sayıda- demektir. Bazıları ise, «Zürriyet» ile küçültme ve sayının azaltılmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Eğer zamir Hz. Musa'ya raci olursa, kavim ile kas­tedilen İsrailoğulları'dır. İsrail oğulları o zaman Mısır'da bulunu­yorlardı.

 Mücahid'e göre, bu kavimden maksat Hz. Yakub'un torunl rıdır ki Hz. Musa da zaten onlara peygamber olarak gönderilmiş-ti. Ataları helak olmuştu ama torunları hayatta kalmıştı.

Bazıları ise bunun Firavun'un katliamından kurtulan kavim olduğunu söylemişlerdir. Şöyle ki; Firavun İsrailoğulları'nın er­kek çocuklarının öldürülmesini emrettiğinde İsrailoğullan arasın­da erkek çocuk doğuran kadınlar, öldürülmekten korktukları için bu çocukları Kıptîlere hibe ederlerdi. Böylece Kiptiler arasın­da İsrailoğuUarı'nın bu çocukları büyüdüler. îşte Hz. Musa si­li     hirbazları. yendiği gün onlar Hz. Musa'ya iman ettiler.

İbn Atiyye'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, onlar Fi­ravun'un kavminden Firavunun hanımı, ailesinden bir kişi, Maliye bakanı onun   hanımı ve berberi olmak üzere-az sayıda bir grup «      idi.

 Ferra, «Zürriyet» kelimesinin onları hakkında kullanılmasının g nedenini, onların babalarının Firavun'un kavmi olan Kıptilerden, annelerinin ise İsrailoğulları'ndan olması olarak göstermiştir. Ki­şi iman hususunda umumiyetle anne ve dayısına tâbi olur. Nite- kim Yemen'e giden İranlı çocuklara «Mevali» denir; çünkü anne  ve dayılarının dininden değildirler.

 Ayette geçen «Âl» kelimesi, -galip- anlamındadır. Firavun yer-yüzünde âl  (galib) idi. Kibirde ve gururda çok aşırı gidiyordu.

îlahlık iddiasında bulundu ve   peygamberlerin   çocuklarını   köle edindi.

(84-86) «Musa, Ey kavmim! Eğer...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Hz. Musa kavminden iman edenlerin Firavun'dan korktukla­rını görünce onlara şöyle dedi: «Eğer Allah'a iman etmişseniz, O'na güvenin, O'na dayanın. Şayet O'nun kaza ve kaderine teslim oluyor, ihlasla O'na kulluk ediyorsanız, bu şekilde davramn.» Bu ayet, Allah'a tevekkül etmenin, O'nun gücüne dayanmanın, imanın kemaline delâlet eder. Dolayısıyle Allah'a iman eden bir kimse, başkasına değil, sadece O'na uyar. Bu ayet, ümit içerisinde, sa­dece Allah'a tevekkül edileceği hükmünü de getirmektedir.

«Eğer Allah'a inanıyorsanız» cümlesinden sonra «Ve O'na tes­lim olduysanız» cümlesinin getirilmesi, kalbi iman ile zahirî imana delâlet eder. Yani kalben iman etmiş ve zahirde de O'na teslim olmuşsaniz böyle davranın.

Hz. Musa'nın kavmi de cevap olarak, «Biz Allah'a tevekkül et­tik, başkasına değil» diye cevap verdiler. Sonra Rablerine yalva-rarak, «Bizi zulme sapan bir kavm için bir fitne kılma»; yani on­ları bize galib getirme, onların günahından dolayı bizi helak etme. Çünkü böyle olursa, onlar bizim hak üzerinde olmadığımızı sana­caklar ve küfür ile azgınlıkları artacaktır, dediler.

Mücahid, bu ifadeyi «Katından gelen bir azapla bizi azap-landırma» şeklinde yorumlamaktadır. Yani Firavun kavminin «Eğer bunlar hakk üzerinde olsaydılar azaba duçar olmazdılar» şeklinde bizi tenkid etmelerine fırsat verme.

Bazı müfessirler ifadeyi «Onları bize musallat kılma ki bizi dinimizden caydırmasınlar. Rahmetinle bizi o kafir kavimden kur­tar» şeklinde yorumlamışlardır. Yani Firavun kavminin elinden bizi kurtar. Çünkü onlar bizi köle yaptılar ve bizi zor işlerde kul­lanıyorlar.

(87) «Biz de Musa ve kardeşine...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani «Camiler ve ibadethaneler yapınız» diye emrettik. [78]

 

Kabe Hz. Musa'nın Da Kıblesi Miydi?

 

«Evlerinizi namazgah kılın» ifadesinin yorumunda ihtilaf edil­miştir. Bazılarına göre, «evler»ûen maksat, içinde ibadet edilen mescitlerdir. Kıble'den maksat ise, namaz içinde yönelinmekte olan yöndür. Bu yoruma göre ayet şöyle anlaşılır: «Evlerinizi mescit edinin, namaz sırasında Kıble'ye yönelin» Bazıları da «Ev­lerinizi kıbleye doğru yapınız» anlamında bir mânâ vermişler­dir.

Kıble hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu hangi Kıble'dir? Kur' an'm da zahirinde bu kıblenin neresi olduğu belirtilmemektedir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu kıble Kabe'dir. Çünkü Kabe, Hz. Musa ve Hz. Harun'un da kıblesiydi. Bu yorum aynı za­manda Mücahid'e de aittir.

İbn Abbas şöyle anlatıyor: İsrailoğulları Hz. Musa'ya «Biz Fi­ravunla beraber oldukça açıkta namaz kılmaya güç yetiremeyiz» diye şikâyette bulununca Allah Teâlâ onlara evlerinde namaz kû­ma iznini verdi, evlerini kıbleye doğru yapmalarını emretti.

Bazıları kıblenin Beyt'ul-Makdis'e yönelik olduğunu söylemiş­lerdir. Bazıları da mutlak mânâda evlerin kastedildiğini söyle­mişlerdir. Bu yoruma göre ayetin mânâsı, «Evlerinizi karşılıklı kurun» anlamındadır. Bazıları ise, «Evlerinizde bir kıble edinin ve o tarafa yönelerek namazınızı kılın» mânâsını öne sürmekte­dirler.

Allah Teâlâ bu fetvayı onlara, Hz. Musa ve kendisine iman eden İsrailoğullan, Firavun ve kavminden korktukları zaman ver­miştir. Onlar mescid ve havralarda toplu olarak namaz kıldıkları takdirde, Firavun ve adamlarının kendilerine saldıracaklarından ve eziyet verebileceklerinden korktuklarında, Allah Teâlâ onlara, «Gizlice Firavun ve kavmine görünmeden evlerinizde namazların-ı zı kılabilirsiniz» diye fetva verdi.

Bazıları ise, «fsrailoğulları ancak cemaatla mescitlerde namaz kılabilirlerdi. Bu da açıktan olurdu. Allah Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderdiğinde, Firavun o mescidlerin tahrip edilmesini emretti. Onları o mescidlerde namaz kılmaktan menetti. Bunun üzerine de onlar evlerini mescidler edinmekle emrolundular» de­mişlerdir.

«Müminlere müjdele»; yani onlara hiçbir kötülük dokunma­yacaktır. Düşmanın aksine mescidler edinin ve namazlarınızı kı­lın.

Kadı Beyzavî, ifadeye «Müminlere dünyada yardım, ahirette cennet müjdesini ver» şeklinde anlam vermektedir. Allah Teâlâ Önceki ayette zamiri tesniye (ikil) getirmesinin nedeni kavm için mescidler inşa etmek görevinin reislere ait olmasındandır. Bu işler de istişare ile yapılır. Daha sonra zamirin çoğul getirilerek «Namazı kılınız» denmesinin nedeniyse, evlerin mescid edinilip, oralarda namaz kılınmasının her ferdin görevi olmasındandır. Ve sonunda, «Müminleri müjdele» denilerek zamir tekilleştirilmiş-tir. Çünkü müjde vermek şeriat sahibinin görevidir.

(88) «Musa, Ey Rabbimiz! Gerçekten sen...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa (a.s) açık mucizeler geldiğinde Mısırlıların küfür ve inat üzerinde ısrar ettiklerini görünce, onların aleyhinde beddua etmeye başlar. Başkasının aleyhinde beddua edenin görevi, onla­ra niçin beddua ettiğini açıklamaktır. Bunların küfür ve inadının sebebi, dünya sevgisi, dünya süs ve ziynetiydi. Hz. Musa onların aleyhinde bedduaya başlayınca önce bu hususu Öne alarak şöyle dedi: «Ey Rabimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya ha­yatında, elbiseler, hayvanlar, hizmetkârlar, evlerin aralçarı ve gü­zel eşyalar gibi ziynet ve inallar verdin.»

«Ey Rabbimiz! İnsanları senin yolundan saptırmaları için mi (bunları onlara verdin?)» ifadesinde geçen, -lam-m. ne lam'ı oldu­ğu hususunda müfessirler ihtilaf etmişlerdir.

Ferra'ya göre buradaki -lam- «Ne zamana kadar» (Key) an­lamındadır ve sebebiyet bildirir. Yani, Ey Rabbimiz! Bu malları onların dalâlete sapmalarına sebeb kıldın. Çünkü onlar azdılar ve aşın gittiler. İmandan yüz çevirdiler.

«Ey Rabim! Onların mallarım yok et» ifadesinde geçen «Jt-mıs» emri, yok etmek, silmek, malların şekil ve mahiyetlerini ka­zıyıp, ortadan kaldırmak demektir.

Mücahid «Itmıs»uı «helak et» anlamında olduğunu söylemiş­tir. Müfessirlerin çoğuysa, «Mallarını yok et, mahiyetini değiştir» anlamını Öne sürmüşlerdir.

Katade şöyle diyor: «Bize gelen haberlere göre, onların mal­ları meleyen hayvanları, ürünleri, madenleri hep taş kesilmiştir.»

Kâ*b el-Kurzî şöyle der: «Onların suretleri taş kesildi. Ayakta hamur pişiren kadın taş kesiliverdi.» Ancak bu yorumda zaaf var­dır. Çünkü Hz. Musa onların bedenleri için değil de malları için bedduada bulunmuştu.

îbn Abbas der ki, «îşitiğimize göre, onların para birimi olan dirhem ve dinarlar taş kesilmişler, kimisi tam, kimi yarım kimi de üçte bir şekline girmişlerdir.»

Deniliyor ki, Ömer bin Abdülaziz, Firavun ve ailesinden bazı kalıntıların bulunduğu bir kese ister. Keseden taşlaşmış yumurta ile yanklı ceviz çıkar.

Süddi şöyle diyor: «Allah onların mallarım taş kıldı. Hurma, meyve, un ve yemeklerin hepsi taş oldu.» İşte bu «Tams» mesele-lesi Hz. Musa'ya verilen 9 mucizeden biridir. Kalplerin şiddetle sıkılması ise, kalblerin onlara iman girmeyecek şekilde sokulma­sıdır.

Vahidî'ye göre bu ayet Allah Teâlâ'nm dilediğini yapabileceği ni göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hz. Musa (a.s) bu şe­kilde bir istekte bulunmaya cesaret gösteremezdi.

«Ki açıklı azabı görecekleri zamana kadar inanmasınlar» ifa-desindeki «acıklı azab» Kızıideniz'de boğulmalarıdır. Bu yorum İbn Abbas'a aittir.

Başka bir rivayette şöyle denilmektedir: Hz. Musa Firavuna gitmezden önce, «Ya Rabbi! acıklı azabı görene değin onların kalb* lerini sık» dedi ve böylece şeytan onlarla imanları araşma girdi. Boğulma vukûbulup, Firavun'a ulaşıncaya kadar Firavun iman et­medi. Ancak o an iman etmişse de imam kendine yarar sağlama­dı.

Bazı alimler Hz. Musa'nın bu şekilde beddua etmesinin nede­nini şöyle izah etmişlerdir: Hz. Musa, Allah Teâlâ'nm onlar hak­kındaki kaza ve kaderinin yazılı olduğunu biliyordu. Çünkü Al­lah Teâlâ ezelde onların iman etmeyeceklerini yazmıştı. Böylece Hz. Musa'nın bedduası takdir edilen hükme muvafık düşmüştür.

Tüm bu yorumlar üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. En doğrusunu Allah bilir. [79]

 

Meal

 

89- (Allah) «ikinizin duası kabul olundu. İkiniz de dosdoğ­ru yolda devam edin ve sakın bilmeyenlerin yoluna tâbi olmayın» buyurdu.

90- İsraİloğulları'm denizden geçirdik.   Firavun   ve ordusu onlara haksız yere zulmetmek ve onları mahvetmek için arkaların­dan gittiler.  Boğulma kendisini yakalayınca   (Firavun);  «İsrail-oğullan'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardamm» dedi.

91- «Şimdi mi iman ediyorsun (ey Firavun) ? Oysa daha ön­ce isyan etmiş ve müfritlerden olmuştun»  (denildi)

92- «Bugün senden sonra gelenlere ibret olsun diye bedeni­ni kurtaracağız. Çünkü insanların çoğu ayetlerimizden gafildir­ler».

93- Andolsun biz İsrailoğullan'nı doğru (iyi) bir yurda yer­leştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Kuşkusuz ki Rabbin kıyamet günü onların aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkın­da hükmedecektir.

94- Eğer sana indirdiğimizin   hakkında   kuşkuya   düşüyor­san, senden önce  (gönderilen)  kitabı okuyanlara sor. Andolsun sana Babbinden hak geldi. Sakın kuşkuya düşenlerden olma.

95- Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma. Sonra ziyana uğrayanlardan olursun.

96- Haklarında Rabbinin sözü sabit olanlar, elbette inan­mazlar.

97- Onlar, (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (iman etmezler). [80]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(89) İkinizin duası kabul olundu...» Bu Ayetin Tefsiri

Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa (a.s) dua ediyor, Hz. Ha­run da (a.s) «Amin» diyordu. Böylece «amin» demenin de dua an­lamına geldiği sabit olmuştur. Amin kelimesini gizli söylemek ev-ladır. Ayetin mânâsı, «İkinizin de duası kabul edilmiştir. İkinizin de istediği tam vaktinde olacaktır» şeklinde anlaşılır.

Kadı Beyzavî'ye göre, Hz. Harun -amin- dediği için, Allah Te-âlâ «İkinizin duası kabul olundu» demiştir.

«İkiniz de dosdoğru yolda devam edin»: yani o halde ikiniz de yapmakta olduğunuz çağrıyı sürdürün. Sürekli delil getirin, salan acele etmeyin. Çünkü istediğiniz tam vaktinde olacaktır.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa (a.s), îsrailoğullan ara­sında bu duadan sonra kırk yıl yaşamıştır.

«Sakın bilmeyenlerin yoluna tâbi olmayın»; yani acele etmek suretiyle cahillerin yoluna tâbi olmayın veya güvenmemek, Al­lah'ın va'dine bel bağlamamak suretiyle bilgisizlere uymayın.

(90) hrailoğullarını denizden geçirdik...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani İsrailoğullan denizin Öbür kıyısına varıncaya kadar onla­rı koruduk ve denizden geçirdik. Firavun ve ordusu bağı ve sal­dırgan olarak, onlara yetiştiler. «Bağyen», haksız olarak yücelik taslamak ve isyan etmek, «Udvan» ise zulüm etmek demektir.

Müfessirler, Hz. Yakub ve oğullainun Hz. Yusuf ile bir ara-, ya geldiklerinde 72 kişi, Hz. Musa ile beraber Mısır'dan çıktıkla-rındaysa 600.000 kişi olduklarını söylerler. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ Hz. Musa ve Hz. Harun'un duasını kabul ettiğinde, on­ların ikisine İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarmalarım emretti. Çı­kış sebeplerini onlara kolaylaştırdı. Firavun onlardan gafil ve habersizdi. Onların ülkeyi terketmekte olduklarını işitince, ordu­suyla arkalarına düştü. Onlara yetiştiğinde İsrailoğullan Hz. Mu­sa'ya, «Çıkış ve kurtuluş yolu nerededir? Önümüzde deniz, arka­mızda Firavun var. Biz daha önce de Firavun'dan daha büyük be­lâlar görmüştük» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Musa-ya vahyederek, «Asanı denize vur» dedi. Hz. Musa asasıyla denize vurdu ve deniz ikiye ayrıldı. Toplanan su duvarı, iki büyük dağ gibi oldu. Allah Teâlâ denizin altındaki yeri yardı ve denizin su­lan oradan çekilip, yok oldu. Firavun onlara yetişti. Yağız bir at üzerindeydi. Rivayetlere göre, diğer renkleri dışında, onun atının renginde 800.000 at vardı. Ordunun önünde bir kısrağın sırtında Cebrail duruyordu Ordunun arkasında Mikaü onları sevkediyordu ki hiçbiri geri kalmasın. İsrailoğullan denizi geçtikten sonra Ceb­rail onlara yanaştı. Firavunun atı kısrağın kokusunu alınca Fira­vun onu zaptedemedi, denize indi. Ordu da onun arkasından aynı şeyi yaptı. Hepsi denize indikten sonra, önde olanlar gerisin geri­ye denizden çıkmak istediklerinde sular üzerlerine kapandı. Fira­vun tam boğulacağı sırada kendisini helak olmaktan kurtarır ümi­diyle şehadet kelimesini dile getirdi yani kelime-i şehadette bu­lundu. Nitekim Allah Teâlâ, «Boğulma kendisini yakalayınca (Fi-ravun);   «İsraitoğultarınm  inandığından başka  ilah   olmadığına inandım, ten de müslümanlardanım» dedi» diye buyurmuştur.

Alimler, onun imanının makbul olmadığım söylemişlerdir ve sebebi de melekler ve azap görüldükten sonra, imanın da, tevbe-nin de makbul olmayışıdır. Nitekim Allah Teâlâ, «Azabımızı gör­düklerinde iman etmeleri onlara bir yarar sağlamaz» diye buyur­muştur. [81]

 

Firavun Niçin İman Etmeye Kalktı?

 

Bazı müfessirler, Firavundun bu sözü mevcut azaptan kurtul­mak için söylediğini savunmuşlardır. Onlara göre Firavun'un mak­sadı Allah'ın birliğini ikrar, rububiyetini itiraf etmek değildi. Do­layısıyla onun böyle bir niyete sahip olması durumunda, sözleri­nin kendisine bir yarar sağlayacağı düşünülemez.

Bazı müfessirler de, «Firavun'un Allah Teâlâ'nın varlığını in. kâr eden dehrîlerden (ateistlerden) olduğunu ve bu yüzden «İsra-iloğulları'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım» dediğini, ancak imanında şüphe olduğundan bu sözlerinin kendisine bir yarar sağlamadığını» söylemişlerdir.

İman ve tevbe kapısının kapandığı, ölüm ve meleklerin gö­rüldüğü bir anda Firavun küfürden döndüğü için kendisine şöyle denilmiştir :

(91) «Şimdi mi iman ediyorsun (ey Firavun?) Oysa daha ön­ce isyan etmiş ve ifrat edenlerden olmuştun...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani şimdi mi tevbe ediyorsun? Oysa zamanında tevbe fır­satını kaçırmış, geçici dünyayı, ebedî ahirete tercih etmiştin.

Bu sözü Firavun'a söyleyen Cebrail'dir (a.s). Bazıları melek­lerin, bazıları da Allah Teâlâ'mn söylediğini öne sürmüşlerdir. Allah Teâlâ bu sözle, Firavun'un yaptıklarının çirkinliğini ve yap­tığı bozgunculuğu ortaya koymaktadır.

(92) «Bugün senden sonra gelenlere...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet meselenin bir başka tarafım ortaya koymak­tadır. Ancak ilk yorum daha meşhurdur ye Ibn Abbas'tan rivayet edilen şu hadis de bu yorumu desteklemektedir:

Allah Teâlâ, Firavun'u denizde boğacağı an, Firavun, «İsrail-oğulları'nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım» dedi. Cebrail, «Ey Muhammed! Keşke deni­zin çamurundan alıp da rahmetin ona yetişmesinden korktuğum için, onun ağzına çamur tıkadığımı bir görseydin» dedi. (Tirmizi bu hadisi rivayet etmiş ve «Hasen» olduğunu söylemiştir). [82]

 

Firavun'un İman Hadisesi

 

Bu hadis hakkında tartışmak gerekir. Çünkü zahirde hadis müşkil gönrünmektedir. Hadisin izahı gerekir. Bizim kanaatimiz şöyledir: Bu hadis İbn Abbas'tan iki değişik kanaldan rivayet edü-miştir. Birinci kanal İbn Zeyd bin Cüd'an'dan gelmektedir ki bu ravi Yahya bin Main ve diğer muhaddisler tarafından zayıf bulun­muşsa da, şerefli bir alim, doğru bir kimsedir. Ancak hıfzı kuv­vetli değildi, bazen yanılıyordu. İnsanlar onun rivayet ettiği ha­disleri ezberlemişlerdir. Fakat kendisine tâbi olunmadığı ve gü­venilir muhaddislerce kendisine muhalefet edildiği yerlerde, ri­vayetinden çekinilmelidir. Bu iki zaaf da bu hadiste yoktur. Çün­kü ikinci kanalda ŞuTje; Adiy bin Sabit'ten ve Said bin Cübeyr'den bu senedin Buharî'nin şartlarına uygun olduğunu söylemek­tedir. ŞuT3e, Ata bin Said ile Sabit.bin Cübeyr'den de rivayet et­miştir. Ata bin Said güvenilir bir kimsedir. İmam Müslim ondan hadis rivayet etmiştir ve bu hadis de onun şartlarına uygundur. Her ne kadar Ata hakkında, ihtilafından önce konuşulmuşsa da Ata'nın tek başına rivayet ettiği hadislerden veya Ata ile başka muhaddislerin ihtilafa düştükleri hadislerden çekinilmelidir. Bu iki husus da bu hadiste yoktur. Bundan anlaşıldığına göre,.hadi­sin aslı vardır, ravüeri güvenilir insanlardır. Her ne kadar onla­rın içinde hadisi pek mazbut olmayan kimseler var sa da, onların içinde itham edilmiş kimseler yoktur.

Hadisin müşkil olması şu sebeptendir; müfessir Fahruddin Razî tefsirinde, şöyle demektedir: Acaba Cebrail Firavunun ağzı­nı çamurla tıkamış mıdır? Firavun'a kızdığı için, tevbe etmesin diye bunu yaptığım bildiren rivayet- sahih midir? Akla en yakın cevap, bu rivayetin sahih olmadığıdır. Çünkü o halde teklif sabit midir, değil midir? denilebilir. Eğer mükellefiyet o durumda sa­bit ise Cebrail için Firavun'u tevbe etmekten menetmek caiz ol­maz. Asıl vacip olan onun Firavun'a tevbe etmekte yardımcı ol­masıdır. Onun taat üzerine ona yardımcı olması vaciptir. Eğer teklif ortadan kalkmışsa ve o zaman da «Firavun mükellef değildi» denilirse, Cebrail'e nisbet edilen bu hareketin yararı nedir? Zaten tevbe etse de etmese de kabul edilmeyecektir. Ayrıca «Cebrail onu tevbeden menetti» denilirse. Cebrail onun küfür üzerinde kalma­sına razr oluyor demektir. Oysa küfre rıza küfürdür. Yine şöyle de itiraz edilebilir: Allah'ın Celaline nasıl uygun düşebilir ki Ceb­rail'e onu imandan menetmesini emretsin? Eğer biri Cebrail bunu Allah'ın emriyle değil, kendiliğinden yaptı dese, onun bu iddiası­nı, Cebrail'in, «Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz» sözü çürüt­mektedir. İşte Fahruddin Razî'nin bu hadis ile ilgili varid oldu­ğunu söylediği işkal budur. Bu itiraz şöyle cevaplandırılabilir:

Fahruddin Razî'nin, «O anda Firavun için teklif var mıydı, yok muydu? Eğer varsa, Cebrail'in onu tevbeden menetmesi caiz değildir» sözünün bir temeli yoktur. Zira kaderi tesbit eden Allah Teâlâ, tüm fiilleri yaratmıştır. Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder, diyenler—ki bunlar Ehl-i Sünnet'tir—, Allah Teâlâ' nın kafir ile onun imanı arasına girdiğini ve kafire iman etme im­kânı bırakmadığını söyleyerek, «İyi bilin ki, kuşkusuz Allah, kişi ile kalbi arasına girer» (Enfal: 24) ayetini delil olarak öne sürmüş­lerdir. Bu bakımdan Firavun'un ağzının çamurla doldurulması, Allah Teâlâ'nm kafirlerin kalbini mühürlemesi kabilindendir. İman etmesine engel olunması ise, kafirin daha önceki küfrünün karşılı­ğıdır. Bu görüş kadere inanan ve fiilleri Allah'ın yarattığını söyle­yen gruba aittir. Fiillerin Allah tarafından yaratıldığını inkâr eden­lerden bir grup, Allah Teâlâ'nin kulunu önceki küfründen dolayı cezalandırdığını ve böylece Allah'ın onu saptırmasının, kalbini mühürlemesinin, onu imandan menetmesinin güzel olduğunu iddia etmişlerdir. Cebrail ile Firavun arasındaki kıssa da böyledir. Çün-kükü burada en son söylenen söz şudur: Allah Firavun'u imandan menetmiş, Firavun ile imanı araşma girmiş, önceki küfrün ceza­sı olarak da ona bu cezayı tatbik etmiştir, Cebrail'in onun ağzına çamur doldurmasına gelince, Cebrail bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yapmıştır. Fahruddin Razî'nin, «Cebrail'in onu tevbe etmekten menetmesi caiz değildir. Aksine Cebrail'e vacip olan, tevbe ve her türlü taatta ona yardımcı olmaktır» sözü ise, Cebrail'in mükellefiyetinin biz insanların mükellefiyetine benze­mesi durumunda doğrudur. Ve bize vacip olan ona da vaciptir. Ancak Cebrail sadece Allah'ın emrettiğini yapmışsa, Allah Teâlâ da Firavun'u imandan menetmişse ve Cebrail Allah'm emrini tat­bik etmişse, Cebrail'in Allah'ın emrettiğini yapması niçin caiz ol^ masın? Allah'm tevbeden menettiği kimseyi, menetmek caiz de­ğil midir?

Allah Teâlâ Firavun hakkında hükmederek: «Firavun, elem verici azabı gördüğü ve imanın ona bir yarar sağlamayacağı bir anda iman edeceğini» söylemiştir.

Denilebilir ki, Cebrail ya Allah'ın emriyle davranmış ve Allah ne emretmişse onu yapmıştır veya bunu Allah'ın emriyle değil, kendiliğinden yapmıştır. Her iki halde de, Cebrail'in Firavun'a tevbe etmesi için yardım etmesi vacip değildir. Dolayısıyla onu iman etmekten menetmesi de haram değildir. Çünkü onun ancak emrolunduğu şekilde davranması vâ"cip ve kendisinin nehyolun-duğu şeyi yapması haramdır, Allah Teâlâ, «Cebrail'e Firavun'a yardım etmekten onu menettim» dememiştir. Melekler bizim mü­kellef olduğumuz gibi mükellef değildir. [83]

 

Allah'ın Fiilleri

 

Fahrudddin Razî'nin «Eğer teklif o anda Firavun'dan zail ol­muşsa, artık bunu Cebrail'in yaptığını söylemenin bir anlamı yok­tur» sözüne gelince, bunun cevabı şudur:

Allah'ın fiillerinin sebepleri hakkında iki görüş vardır:

a) Allah'ın fiilleri muallel   değildir. Yani sebepleri   yoktur. Buna göre, onun yaptıklarından sual   olunmaz ve işkal   ortadan kalkar.

b) Allah'ın fiillerinin sebepleri vardır ve maslahat hasebiy-ledir. Allah Teâlâ maslahat için onu işlemiştir. Allah'ın emir ve yasaklarının da geyeleri vardır; Mahmud ve mahbubdur. Allah Teâîâ, onlar için emretmiş ve yasaklamıştır. Buna göre denilebi­lir ki, Firavun, «İsrailoğulları'nın inandığından başka ilah olma­dığına inandım, ben de müslümanlardanım» dediğinde Cebrail Firavun'un üzerinde azabın gerçekleşmiş ve hakkında azap sabit olmuş kimselerden olduğunu bildiğinden ve imanın ona bir yarar sağlamayacağı kanaatinde olduğundan, onun ölümünü görmekte olduğu bir anda onun ağzını çamurla doldurmuştur. O sözler ona artık bir yarar sağlamazdı. Firavun o sözleri kendisine bir yarar sağlayamayacağı bir anda söylediğinden, bunun kesin vukûbul-ması için onun ağzını çamurla doldurmuştur. Yararı ise şudur: Böylece onun hakkında Allah'ın hükmü acele olarak yerine gelsin ve güzel bir şekilde Önündeki kapı kapansın. Zaten o anda Fira­vun'un Ömründe iman edecek kadar zamanı da kalmamıştı. Çünkü Hz. Musa Firavun'un iman etmemesi için beddua ettiğinde, Allah ona, «Elem verici asabı görünceye kadar iman edemez» demiştir. Azabın görüldüğü anda iman etmek ise, kişiye bir yarar sağlamaz. Allah Teâlâ onun bedduasını kabul etmiş ve Firavun bu sözleri tam boğulurken söylediğinde Cebrail aceleyle onun ağzını çamur­la doldurmuştur ki yaşamaktan ümidi kalmasın, sözleri ona bir yarar sağlamasın ve ayrıca Allah Teâlâ'nın «İkinizin de duasını kabul ettim» şeklindeki va'di tahakkuk etsin. Böylece Cebrail'in yaptığı Allah'ın hükmünde geçen bir şeyi tamamlamak gayesine matuftur. Bu bakımdan Cebrail'in davranışı Allah'ın rızası doğ­rultusunda olup, Firavun için takdir ettiğini infaz etmekten iba­rettir.

Allah Teâlâ dilediğini sapıttırır, dilediğine hidayet eder, Ceb­rail de Allah'ın emriyle yapacağını yapmıştır. Cebrail kendisine emredileni yapmışsa bu, emredilene değil, Allah'ın emrine razı olması demektir. Artık bu işte küfür nerededir? Ayrıca küfre rı­za, ancak biz insanlar hakkında küfür olur. Çünkü biz, imkânımız oranında küfrün giderilmesiyle memuruz. Bizler bir kafiri küf­rü üzerinde bırakır, ona razı olursak bu, bizim için küfürdür. Çünkü bize emredilene muhalefet etmiş oluruz. Ancak bizim em-rolunduğumuzla emrolunmayan ve bizim mükellef olduğumuz gi­bi mükellef olmayan bir zâta gelince, o ancak Rabbi'nin kendisi­ne emrettiğini yerine getirmiş olur. Küfre rızası yoktur ve o, bu-, nun hakkında küfür de değildir. Allah Teâlâ kulların hayr ve şerr olan tüm fiillerinin halikidir, ancak O küfürden razı olmaz.

Cebrail ile Firavun arasında geçen olayın sonucu şudur:

Cebrail, Firavun hakkındaki Allah'ın kaza ve kaderini Fira-vun'un küfründen razı olmadığı ve hoşlanmadığı halde yerine ge­tirmiştir.

Fahruddin Razî'nin, «Allah'ın Celaline nasıl uygun olabilir ki Cebrail'e emretsin de Cebrail Firavun'u imandan alıkoysun» şek­lindeki sözlerine gelince, ona da şöyle cevap verilmiştir: Allah di­lediğini yapar. İrade ettiği hükümden ve yaptığından sual. olun­maz. Yine Fahruddin Razî'nin «Eğer denilirse, Cebrail onu, Allah' în emriyle değil, kendiliğinden yaptı...» sözüne gelince, bunun ce­vabı da şöyledir: Cebrail onu ancak Allah'ın emriyle ve Allah'ın emrini yerine getirmek için yapmıştır. Allah maksadım ve Kita­bının sırlarını daha iyi bilir  [84]

 

Firavun'un Cesedinin Sahile Atılması Meselesi

 

Müfessirler, Allah Teâlâ'nm Firavun ve kavmini helak ettiği zaman Hz. Musa'nın kendi kavmine «Firavun ve Kiptiler helak ol­dular» dediğini söylerler. Ancak ve daha önce gözleri korktuğun­dan îsrailoğulları Firavun'un azametinden ve kalplerindeki kor­kudan dolayı onun öldüğüne inanmadılar. Bunun üzerine Allah, denize emretti ve deniz Firavun'un leşini sahile attı. Adeta kıpkı­zıl ve kısa bir öküz gibiydi. îsrailoğulları onu görünce tanıdılar. Denilmiştir ki o zamandan bu yana su hiçbir cesedi kabul etmez, dışan atar. Allah Teâlâ, «Seni bedeninle yüksek bir yere ataca­ğız» diye buyurmuştur. «Bedeninle»; yani ruhsuz bir cesed oldu­ğun halde seni dışarıya, atacağız.

Bazı müfessirlere göre, bu hitap alay yollu bir hitaptır. Ade­ta ona şöyle denmiştir: «Seni kurtaracağız ve fakat bu kurtuluş sadece bedeninle olacaktır, ruhunla birlikte değil.»

Bazı müfessirler ise, «Beden» ile kastedilen, onun 'giymiş ol­duğu zırhdır. Firavun'un altından yapılmış ve çeşitli mücevher­lerle süslenmiş bir zırhı vardı. Onunla tanınıyordu. îsrailoğulları onu zırhın içinde görünce hemen tanımışlardı.

«Senden sonra gelenlere ibret olsun diye»; yani onlar Firavun gibi bir insanın ölmeyeceğini zannettiklerinden, Allah Teâlâ onun bedenini dışarıya attı ki, onun da ölebileceği insanlar tarafından görülsün, dolayısıyla bu şüphe kalblerden kalkarak ibret alın­masına vesile olsun. Çünkü Firavun onların gözünde oldukça aza­metliydi. Bu yüzden alçaklığın, küçüklüğün derekesine düşmüş oldu. Artık kimse ondan korkmaz hale gelmişti.

Kadı Beyzavî «Bugün seni kurtaracağız» ifadesiyle ilgili ola­rak şuhu söylemektedir;

Yani kavmin düşmüş oldukları denizin derinliklerinden seni kurtaracağız, seni denizin üzerine çıkaracağız veya senin bedenini yüksek bir tepeye atacağız ki, îsrailoğulları seni görsünler. Bazıla­rı «Nuncike» kelimesini «Nunhike» şeklinde okumuşlardır. Yani seni denizin sahiline kaydıracağız. «Bedeninle»; yani ruhtan so­yunmuş ve tam veya çıplak ve elbisesiz veya zırhınla seni sahile atacağız.

Nesefî, «Su, onun sanki öküz gibi şişmiş cesedini sahile at­mıştı» der. «Bedeninle» yani ruhsuz, sırf cesed olarak seni kurta­racağız veyahut, bedenin tam olduğu, hiçbir parçası kopmadığı, bozulmadığı veya beden olmaktan başka bir şey olmadığım çırıl­çıplak, elbiseli olduğun halde seni sahile atacağız. Öyle ki ardın­dan kalanlara ibret olsun.

«Senden sonra gelenlere» ifadesiyle İsrailoğulları kastedil­mektedir. Onlar Firavun'un boğulacağına inanmadıklarından do­layı, Allah Teâlâ onun cesedini onlara göstermiştir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: Hz. Musa îsrailoğullan'na Fira­vun'un helak olduğunu söyleyince ona inanmadılar. Bunun üze­rine Allah Teâlâ da görüp, inansınlar diye Firavun'un cesedini sa­hile attı.

Bazıları ise «Senden sonra gelenlere ibret olsun diye» ifade­sini «Senden sonra gelen nesillere ibret olsun diye» şeklinde yo­rumlamışlardır. Nitekim Firavun'un cesedi, bu tefsirin yazıldığı H. 1400, M. 1980 yılında Londra Müzesi'nde bulunmaktadır. Fo­toğrafı gazete ve dergilerde yayınlanmıştır.[85]

 

Boğulan Firavun Kimdir?

 

Hz. Musa ile İsrailoğulları'nı takibeden Firavun, Hz. Musa ile birlikte sarayda yetişen kimsedir. Babası onu veliahd olarak tayin etmiştir. Aslında îsrailoğullan'na zulmeden onun babasıydı. O babasının ölümünden sonra Mısır'ın hakimi oldu. «Min Fetah» adındaki bu Firavun'un cesedinin bulunması ve şimdi Mısır Mü­zesinde olması, Kur'an'ın «Bugün senden sonra gelenlere ibret ol­sun diye bedenini kurtaracağız» ayetini doğrulamaktadır. Min Fe-tah'ın bedeni diğerleriyle birlikte el-Aksar'da bulunan II. Emen Hatab'ın mezarında bulunmuştur. Min Fetah'ın mezarındaki eser­lerden anlaşıldığına göre, bu mezar onun gibi bir kralın defnedil­mesi için hazırlanmamıştır. Çünkü onun ölümü aniden olduğu için ona Özel bir kabir yapılmamıştı.[86]

 

Kızıldeniz'deki Geçit

 

Daha önce de söylediğimiz gibi îsraüoğullan'nın denizin ne­resinden geçtikleri bilinmemektedir. Tevrat'ta birçok yerin adı bildirilmektedir. Tevrat'a göre İsrailoğullan oralardan geçerek, denizi geçebilecekleri noktaya ulaşmışlardı. Bu yerlerin bugün bel­li olmadığı ve bilinmediği kesindir. Denizciler Süveyş Kanalı'nda bir yere «Firavun Gölü» demekte ve Firavun'un Kızildeniz'i bura­dan geçtiğine inanmaktadırlar. Burası Süveyş kasabasından çok uzaktadır. Buharlı gemiler akşamleyin Süveyş kasabasından yola çıkarlarsa, ancak geceyansı buradan geçebilirler. Bu rivayetleri nakleden Abdulvehhab Neccar, «Kısas'ul-Enbiya» adlı eserinde şöy­le demektedir: Bu rivayet bana uzak bir ihtimal olarak görünmek­tedir. Bence Süveyş Kanalı o zamanlar acı denize kadar uzanıyor olmalıydı veya daha ya,knx.«Musa'nın çeşmeleri» diye bilinen yerin kuzeyindeki bir noktadan geçmiş olmalıdırlar. Tevrat'ta Allah Te-âlâ'nın doğudan esen bir rüzgârı deniz üzerine gönderdiği, suyun akıtıldığı ve kuru yerlerin göründüğü ve sonra İsrailoğullan 'nın oradan geçtiği, Firavun'un da onları takip etmek isterken boğul­duğu kaydedümektedir. Ancak Kur'an sadece, Hz. Musa'nın asa-sıyla denize vurduğunu ve yolların açıldığını bildirmektedir. Doğ­rusu da kesinlikle Kur'an'ın dediği gibidir. Yani med ve cezir hadi­sesi ile olmamıştır bu. Çünkü tarihler med ve cezir olayının Süveyş Kanalı'nda vukûbulduğunu kaydetmemişlerdi. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, muhakkak kaydedilmiş olurdu.[87]

 

Firavun'un Kafirliği

 

«Çünkü insanların çoğu ayetlerimizden gafildirler»; yani ayet­lerimizi düşünmezler, onlardan ibret almazlar. Bu ve buna ben­zer ayetlerden ötürü Firavun'un küfrü hakkında alimlerin icmaı olmuştur. Bu görüş İbn Adiyy ve Tabaranî tarafından rivayet edi­len bir hadisle de desteklenmektedir : «Allah, Yahya bin Zekeriyya' yi annesinin karnında mümin, Firavun'u da annesinin karnında ka­fir olarak yarattı.» Bu bakımdan Fütuhat'ın 62. babında Muhyid-din-i Arabi'nin de söylediği gibi Firavun ateşte ebedî kalanlardan­dır. Çünkü O, Allah tarafından merhamet edilen kullan iki gruba ayırmaktadır:

1) Birinci grup kendilerinden sadır olan günahların, onlara zarar vermediği gruptur. Nitekim «Allah size kendisinden gelen bir mağfiret ve fazl va'dediyor» (Bakara: 268) ayeti bu gruba işaret etmektedir. Allah onların tebvelerini kabul ettiğinden ve en yüce topluluk onlar için af talebinde bulunup, dua ettiğinden ateş on­ları yakmaz.

2) İkinci grup da iki kısma ayrılır; a) Allah Teâlâ bir kıs­mını şefaat vasıtasıyla cehennemden çıkarır. Onlar mümin ve ehl-i tevhid'dir. Günahlarının kefareti verilmeden ölmüşlerdir, b) Diğer kısmının da Allah ateşte bırakır. Onlar ise mücrimlerdir. Kıyamet gününde onlara, «Ey mücrimler! Bugün ayrılın» (Yasin : 39) deni­lecektir. Bunlara «ateş ehli» de denilir Ve hepsi ateşte olan dört gruba ayrılır. Ateşten çıkamazlar. Birinci gruba Firavun ve benze­ri kimseler gibi ilahlık taslayıp, Allah'ın varlığını ortadan kaldır­maya çalışan «Mütekebbirler» girer. Mesela Firavun, «Kendimden başka sizin bir ilahınız olduğunu bilmiyorum» (Kasas : 38) ve «Ben sizin en yüce Rabbinizim» (Naziaat: 24) demişti. Nemrut ve diğer müşrikler de böyle diyorlardı. İkinci gruptakiler müşriklerdir. On­lar Allah'a inanmakla birlikte, Allah ile beraber başka ilahlar edi­nirler ve «Biz sadece Allah'a bizi yaklaştırsınlar diye o (putlara) tapıyoruz» (Zümer : 3) derlerdi. Üçüncü gruba da, Muattıla denir. Onlar Allah'ın varlığına inanmazlar ve âlemde bir Allah'ın olduğu fikrine kafalarında yer vermezlerdi. Dördüncü grup ise, korkudan ve sadece iman ediyor görünen münafıklardır. Bunlar sadece kor­kularından ötürü iman etmiş gibi görünürlerdi. Aslında yukarıda sözü edilen gruplardan birine mensupturlar. İşte bu dört grup da cehennem ehlidirler. Cin ve insanlar arasında cehennemden çıkma­yacak olan bunlardır.

Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözleri, bizim de dediğimiz gibi, Fi­ravun'un küfrü hakkında çok açık ve net bir şekilde ifade edilmiş­tir. Ancak Muhyidin-i Arabi «Fütuhat-ı Mekkiyevnm başka bir ye­rinde (Mesela 167. bab'da) bunun tam tersini söyler.[88]  

Muhyiddin-i Arabi'nin 167. bab'daki sözlerinin özeti şu seki], dedir:

Boğulmanın başlangıcı azaptı. Boğulmakla Ölüm, içine hiçbir isyan katılmayan bir şehitlik mertebesiydi. Böylece Firavun amel­lerin en güzeli içinde ruhunu teslim etmiştir. Bu ise imanı söy­lemektedir. Tüm bunlar, hiç kimsenin Allah'ın rahmetinden ümi­dini kesmemesi ve amellerinin sonuçlarına bağımlı olduğunu bil­mesi içindir. Allah'a olan imanı, Firavun'un iç âleminde geziniyor­du. Allah Teâlâ'nın ilâhî ve zatî nıühürü onun azamet taslaması ile insanlık latifeleri arasına perde olmuştur. Onun azamet tasla­ması, hiçbir zaman insanlık latifelerine karışmamıştır. Allah Te­âlâ'nın, «Onların imanları bizim şiddetimizi, azabımızı gördükle­rinde kendilerine bir yarar sağlamaz» (Mümin: 85) ayetine gelin­ce, bu kesin ve gayet açık bir sözdür. Çünkü yararı veren Allah'tır. Onlara sadece Allah yarar verebilir.

Şeyh-i Ekber devamla şöyle demektedir :

Bu Firavun'un iman ettiğine dair bir delildir. Hatta onun şe­hitlerden olduğuna bir delildir. Çünkü boğularak ölmek, mümin­ler için şehadettir. Bu hususta dinin imam ve âlimleri görüş bir­liği içindedir.[89]

Müfessir Alusî, Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözlerini naklettik­ten sonra şöyle demektedir:

Muhyiddin-i Arabi, «Füsus'ul-Hikem» adlı eserinde de «Fü-tuhatvt&ki bu son görüşüne benzer fikirler serdetmektedir. Bu görüşlerinden ötürü kendisine birçok kimse itiraz etmiştir. Bence onun bu sözleri Nuh kavminin iman ettiğini söylemesinden da­ha büyük değildir. O, kıyamet gününde onların ve onlara benze­yen birçok kafirin kurtulacağını söylemektedir. Bunu el-Füsus adlı eserinde açıkça belirtmektedir. Ancak şaşılacak olanı şu ki, Piravun'un iman ettiğini iddia etmesinden dolayı ona şiddetli sal­dırıda bulunanlar, Nuh kavminin iman etmesi meselesinde sus­maktadırlar. Celaluddin Devvanî başta olmak üzere bazı kimse­ler onu savunmuşlardır. Devvanî bu konuda bir risale yazarak, talebelerinin en küçüklerinin yanında bile çok değersiz görülebi­lecek delilleri bu risalede öne sürmüştür. Fadl el-Halebî'ye göre, bu risale Devvanî'ye değil, Muhammed bin Hilal en-Nahvî'ye ait­tir. Kazvinî bu risaledeki delilleri çürüterek bu risaleyi yazanm misalinin, adı ve sânı olmayan birinin, Mekke'ye varıp -haşa- Zem-zem'e işeyerek şöhret edinmek istemesinin misaline benzediğini söylemektedir. Nitekim bir de -b-ı meselde «muhalefet et ki şöh­ret bulasın» denilmiştir. Bu risalenin Devvanî'ye ait olmadığını gösteren bir delil de, onun Şafü mezhebinde olmasıdır. Nitekim el-Envar üzerindeki haşiyesi de bunun bir delilidir. İbn Hacer ise şöyle demektedir: «Fakihlerimizden bazıları, Firavun'un imam ol­duğunu söyleyen kimseyi tekfir etmişlerdir. O risalelerin ifadele­rinin karışık ve rakik olması, risalenin Devvanî'ye ait olmadığını açıkça ortaya koymaktadır»[90]  

Alusî bu hususta ayrıca şunları da nakletmektedir:

Alimler açıkça, şiddet ve ümitsizlik anındaki imanın makbul olmadığını söylemişlerdir. Kuşkusuz ki Firavun'un imanı da bu kabildendi. Bunu inkâr etmek bile bile hakkı inkar etmek demek­tir. Ayrıca müctehid imamlarının, ümitsizlik anındaki imanın ka­bul olunmadığında görüş birliği içerisinde oldukları nakledilmek­tedir ki onların bu konuda, Kitab ve Sünnet'e dayandıkları unutulmamalıdır. İmam Malikin «Bu haldeki iman kabul edihir» şek­lindeki sözüne gelince müctehıdıerın görüş ve ihtilallarına mut­tali olanların nezcünde bu sözün sabit olmadığı açıktır. HaneMer-den olan el-Imam el-lCadı Abdussamed, tefsirinde açıkça şöyle de­mektedir: «SufUerin görüşüne göre, azabı görme anında büe ol­sa, iman etmesi kişiye yarar verir.» Bu imam Şeyh Muhyıddin-i Araüvaen önce yaşamıştır. Aralarında Dır asırliK oır sure var­dır. Bu baKimdan imamların- ümitsizlik anınüaiu imanın yarar sağlamayacağı görüşünde ittifak ettudenne ctaır iddia çurucuımuş olmaktadır, badece şu denilebilir ki; Kadı ADüussamecnn ictınad ehlinden ve kendilerine güvenilen sutılerden naklettikleri sahih değildir. Çünkü bu na^l, zahiri delillere ters düşmektedir ve boy-le bir naitlın ıcmaı yıkmadığı yine ıcma ile sabit olmaktadır.

İbn Hacer el-Heysemî «Zevacir» adlı eserinde Mekkî şöyle demektedirler:

Şayet sufilerin böyle dediğini kabul etsek bile, bu ümmetin Firayun'un kafir olduğu hususundaki icma ile ilgili olarak bize bir zarar vermez. Çünkü biz ümitsizlik anındaki imanından dolayı onu tekfir etmiyoruz ve onu tekfir edecek tek delil de sadece bu değildir. Aksine buna, daha önce sahih bir şekilde Allah'a iman etmediği ve saf bir taklidle iman ettiği delili de eklenir. Onun saf bir taklidle iman ettiğinin delili şu ayettir: «İsrailoğullarımn inan­dığından başka ilah olmadığına inandım.» Adeta Firavun burada, Allah'ı tanımadığım, sadece İsraüoğullan'ndan âlemlerin bir ila­hı olduğunu işittiğini ve kendisi de bu yüzden o ilaha inandığını itiraf etmektedir. Bu ise takliddir, kabul edilemez. Hele Firavun gibi ateistin (Dehrî) iman ettiğine dair, kesin ve üzerinde bulun­duğu çirkin itikadını temelinden silici bir delilin bulunması şart­tır. Ayrıca ateist (dehrî) ve benzerlerinin imanında Allah'ı inkar etmelerine sebep olan bir şeyin bâtıl olduğunu İkrar etmeleri ge­rekir. Eğer Firavun, «Ben kendisinden başka mabud olmayan Al­lah'a iman ettim» deseydi bile müslüman olamazdı. Çünkü o, sânî yoktur sözünün bâtıl olduğunu itiraf etmemiştir. Habis nefsi için «Ben mabudum» iddiasının bâtıl olduğunu itiraf etmemiş­tir.

Alusi bu tür nakilleri yaptıktan sonra İbn Arabi'nin sahih gö-ru$uuun. ıiJt goruşu (i'ıravun'un kafir olduğu görüşü; olduğunu onaya Koymadadır. Zaten alimler, bir imamın görüşünde ihtilaf oıaugunaa, zahiri delillere uygun olanının alınıp, gerisinin atılaca­ğını söylemişlerdir. Kuşkusuz ki Şeyh-i Ekber'in daha önceki söz­leri zahiri demlere muvafıktır. Eğer o Firavun'un kafir olmadığını söylese ve onun mümin olduğunda ısrar etseydi, yine de Şeyh-i üKoer'e uymamız gerekmezdi. Çünkü onun bu sözleri Kur'an ve Sünnet'in delillerine, sahabe, tabiîn ve sonraki müctehidierin şe-hadetlerıne muhaliftir. Bir görüşün, sırf onu öne sürenin önemli bin olmasından dolayı kabul edileceği diye bir kural yoktur. İmam Malik ve başkaları: Herkesin sözünün bir kısmı alınabilir, bir kısmı da reddedilebilir. Ancak şu kabrin sahibinin (Hz. Mu-hammed'in (s.a) sözleri müstesna demişlerdir. Hz. Ali, «Sözü söyleyene değil, ne söylediğine bak» diye buyurmuştur. Şeyh-i Ek-ber bu sözlerini bir delile dayanarak söylemiş olmalıdır. Düşün­ce sonucunda elde edilen bazen yanlış, bazen de doğru olabilirler. Hz. Peygamber'in de bazı içtihadlarının hilafına vahy gelmiş ol­ması, hakikati bilen Şeyh-i Ekber'den böyle bir şeyin vâki olma­sını hiç de büyütmez. Şayet Şeyh-i Ekber bu sözleri keşf yoluyla söylemiş ve anlayışının Kur'an'a ters olmadığını anlatmak için bir­takım deliller getirmeye çalışmışsa, yine de onu taklid etmemiz gerekmez. Çünkü daha önce İmam-ı Rabbanî'den keşfin taklidinin caiz olmadığını nakletmiştir. Birçok alim keşfin ilham gibi baş­kasının aleyhinde delil olamayacağını ve onunla şer! bir hükmün sabit kılınamayacağını söylemiştir  [91]

(93) «Andolsun biz İsraüoğulları'nı...»Bu Ayetin Tefsiri

«Sıdk (iyi) bir yurd» ile Îbn'ul-Münzir ve başka müfessirlerin Dahhak'tan naklettiklerine göre kastedilen Şam ve Mısır'dır. Çün­kü fazıl alimlerden bir grubun dediği gibi Hz. Musa zamanında İsrailoğulları hem Mısır'ı hem de Şam'ı mülk edinmişlerdi.

Ebu Şeyh ile bir başkasının Katade'den rivayet ettiklerine göre bu güzel yurt ile kastedilen Şam ile Kudsî Şeriftir. Bazıları bu görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü İsrailoğullan Mısır'dan çık tıktan sonra bir daha Mısır'a dönmemişlerdir. Burada bir nokta-ya- dikkat etmek gerekir: Bu iki yoruma göre de İsrailoğullan ile onların soyundan gelenler kastedilmişlerdir. Çünkü onlar Hz. Mu­sa döneminde Şam'a girmemişlerdir. Ancak Hz. Musa'dan sonra onlann çocukları Şam'a girmişlerdir. Bazıları güzel yurt, Hicaz bölgesinin Şam yönüne düşen Medine ve civarıdır. İsrail­oğullan ile kastedilen ise, Hz. Peygamber'in (s.a) dönemindeki İs-railoğullarıdır. Yani «Onları Medine'nin Şam yönüne düşen gü­zel yerlere yerleştirdik». Ayette geçen «Tayyibat» kelimesi, lezzet­li veya helal rızık anlamındadır.

Onlar Tevrat'ı okuyup, anlamına vâkıf olduktan sonra dinle­ri hususunda ihtilafa düşmüşlerdi. Bazıları bunun, Hz. Muham-med (s.a) hakkında, onun peygamberliğini kitaplannda geçen özelliklerinden anladıktan ve mucizeleri gördükten sonra ihti­lafa düşmeleri anlamında olduğunu söylemişlerdir.

Şiî müfessir Tabrîsi'ye göre, ayetin mânâsı şu şekildedir: İs­railoğullan, Allah Teâlâ Hz. Musa'yı gönderinceye ve Tevrat'ı nazil edinceye kadar küfür üzerindeydiler. Tevrat'ta Allah'ın hü­kümleri vardı. O zaman onlann içinden bir grup iman etti. Diğer bir grup da küfürde ısrar etti. Ancak Taberî'sinin bu yorumu biraz düşünüldükten sonra, pek fazla bir önem taşımaz.[92]

 

Hz. Peygamber (S.A) Kur'an'dan Şüphe Edebilir Mi?

 

(94-95) «Veya sen sana indirdiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şek» (şüphe) kelimesi, küçük bir şüphe mânâsmdadır. yani azlık ifade eder. Hitap, bazı müfessirlere göre Hz. Muhammed'e (s.a) yöneliktir. O takdirde onun Allah'ın indirdiğinden şüphe duyması farazi ve takdiridir. Çünkü Hz. Peygamber'in gerçek mâ­nâda Allah'ın indirdiğinden şüphe etmesi tasavvur edilemez; zira' onun için perde kaldırılmıştır. İşte bu yüzden Allah Teâlâ ~in-(eğer) lafzı ile meseleyi ifade etmiştir. Çünkü -in- lafzı çoğunluk­la tahakkuk etmeyen farazi işlerde, hatta akıl ve adet yönünden muhal olanlarda kullanılır. Mesela, «De ki: «Eğer Rahman'ın ço­cuğu olsaydı...» (Zuhruf : 85) ve «Eğer yeryüzünde bir tünel aç­maya gücün yetiyorsa...» (En'am : 35) ayetlerinde -in- bu mânâ­da kullanılmıştır.

Ayette geçen -ma- ile kıssalar kastedilmiştir. Yani sana Allah' tan gelen kıssalarda - ki bu kıssaların bir kısmı, Firavun, kavmi ve İsrailoğullan^ile ilgilidir - azıcık bir şüphen varsa senden Önce Kitab'ı okuyanlara sor. Çünkü bu kıssalar onların yanında ve Ki­taplarında mevcuttur, sana indirdiğimize uygundur.

Burada, kıssaların tahsis edilmesinin nedeni Hz. Peygamber'e indirilen hükümlerin onların hükümlerine muhalif ve onları nes-hedici olmasıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) kendisine in­dirilen hükümleri onlardan soramaz.

«Kitab» ile kastedilen Kitabın cinsidir. Tevrat da, İncil de onun kapsamına girer. Bu yorum, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Bazı rivayetlerde «el-Kütüb» olarak, çoğul gelmiştir. «Elleziyne» den maksat, ehl-i kitaptan iman etmeyen kimselerdir. Çünkü on­ların yanlarında bulunan kıssaların, Kur'an'daki kıssalara uydu-ğunu söylemeleri, maksadın hasıl olmasında daha faydalıdır.

Bazıları, Abdullah b. Selam ve Temim ed-Darî gibi iman eden kimselerin kastedildiği görüşündedirler. Bu yorum, İbn Abbas, Dahhak ve Mücahid'e nisbet edilmiştir.

Bazıları da buna, Abdullah b. Selam ile diğerlerinin Medine' de müslüman olduklarını; oysa bu surenin Mekke'de nazil oldu­ğunu söyleyerek itiraz etmişlerdir. Bunun özeti şudur: Hz. Pey­gamber'in (s.a) dışında, bir başkası için şüphe vâki olursa, onu delil ile çürütmeye çalışır veya ayet, ehl-i kitabı Hz. Muhammed' in peygamberliğinin doğruluğu hususundaki ilimde rasih olmakla vasıflandırmakta ve imanı terketmelerinden dolayı onları kına­maktadır. Ya da ayet, Hz. Peygamber'! tahrik etmekte ve onun bu husustaki istikrarını daha da arttırmaktadır. Bu bakımdan ayet­te Hz. Peygamber (s.a) için de zaman zaman şüphelerin olabi­leceği anlatılmak isteniyor değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) «Ben ne şüphe eder, ne de sorarım» diye buyurmuştur. (Bu hadis Taberî ve Abdürrezzak tarafından Katade'den nakledilmiş­tir.)

Zeccac'a göre, -in- lafzı olumsuzluk harfidir. «Senden önce Kitab'.ı okuyanlara sor» cümlesi ise, mukadder bir şartın cevabı­dır. Yani, «Sen sana indirdiğimizden şüphe etmezsin. Eğer kesin­lik bakımından daha kuvvetli olmak istiyorsan, senden önce Ki-tab'ı okuyanlara sor.» Ancak Zeccac'm bu yorumu, ayetin zahi­riyle çelişmektedir. Daha önceki yorumlar, Zeccac'ın bu zorlama­sından kişiyi müstağni kılar.

Bazıları ayetteki «şüphe» lafzının, darlık' va şiddetten kinaye olduğunu söylemişlerdir. Bu şiddet ve darlık, Hz. Peygamber'in kavminin inatçılığından ve onların elinden çektiği eziyetlerden meydana gelmiştir. Yani «Kavminin sana yaptığı eziyetten dolayı sıkıntıya girersen ve onların inatçılığı karşısında zorluk çekersen, kitap ehline sor. Senden önceki peygamberler, kendi kavimleri­nin eziyyet ve inatlarına nasıl sabrettilerse sen de öyle sabret». An­cak bu yorum da Zeccac'ın yorumu gibi uzak bir ihtimaldir.

Bazıları da hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e yönelikse de, asıl kastedilenin onun ümmeti veya Kur'an'ı dinleyen herkesin olduğunu öne sürmüşlerdir. Yani, «Ey Kur'an'ı dinleyen kişi! Şa­yet peygamberimin diliyle size indirdiğimizden kuşkuda isen ehl-i kitaba sor».[93]

 

Bilmeyen Bir Kimsenin Alimlere Sorması

 

Bu ayet, din hususunda kalbinde herhangi bir şüphe olan bir kimsenin o şüpheyi gidermeye kudreti olan bir alime başvur­masının acilen gerekli olduğunu göstermektedir. Yani şüphenin hemen akabinde onun giderilmesi için çalışmalıdır. Çünkü bura­daki lafzı, takibiyyette acillik ifade eder. Yani bu, şüphenin hemen ardından sorulması istenmektedir.

«Sakın kuşkuya düşenlerden olma»; yani sakın yakînini bı­rakıp şüphelere kapılma. Bu yakîne daha önce devam ettiğin gibi devam et.

«el-Mümterine» kelimesi, -imtira- kökünden gelmektedir ve şek, şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yani, «Sakın ha sakın! şüp­hecilerden olma».

(96) «Haklarında Rabbinin sözü..,»Bu Ayetin Tefsiri

«Rabbinin sözü» ifadesindeki «sözü» (kelimesi) Allah'ın hük­mü anlamındadır. Eş'ari'lere göre bu, Allah'ın ezeli ve eşyanın mahiyeti üzerinde eşyaya La yezel'öe bağlanmış olan iradesiyle yo­rumlanmıştır. Bu hüküm, «Onlar küfür üzere öleceklerdir» veya «ebedi cehennemde kalacaklardır» şeklindedir. Çünkü Allah'ın hük­münü yıkmak imkân dahilinde değildir. Onun irade ettiğinin mey­dana gelmemesi mümkün değildir.

(97) «Onlar tüm mucizeler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani akıllarınca, makbul ve mânâsı apaçık olan tüm ayet (mucize)ler gelse dahi onlar azabı görünceye kadar iman etmez­ler, Yani azabı gördüklerinde inanacaklar ama o zaman da iman­ları onlara bir yarar sağlamayacaktır.

Zemahşeri Keşşaf adlı tefsirinde 96. ayette geçen «sö'2»ün, Al­lah Tealâ'nın Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğu ve meleklerine 'on­lar kafir olarak öleceklerdir' diye haber verdiğidir. Bu ise, bir Bi-len'in yazmasıdır. Bir mukadderin ve Allah'ın ondan irade etti­ğinin değil, demektedir.[94]  

«Kelime» (söz)ü, Zemahşerî'nin dediği gibi yorumlamakta bir zarar yoktur. Ancak yazmanın mukadder ve murad edilmiş olma­yıp da malum bir yazma olması, Mutezile görüşünün temeli üze­rine bina edilmiş bir yorumdur. Ehl-i Sünnet'in üzerinde ittifak ettiği görüş ise şudur: Kulların tüm fiilleri Allah'ın malumu ve mahlukudur. Ancak Allah'ın irade ettiği olur. Allah'ın ilim ve ira­desiyle uyum halindedirler. Onların aralarında çatışma olmasa mümkün değildir. Allah'ın ilmi, bir şey hakikatinde neyin üzerin­deyse, o şekilde o şeyle ilgilenir. Allah ancak bilineni irade eder. Ancak irade edileni takdir buyurur. Bunda ne cebir ne de tefviz vardır. Fakat cebr ile tefviz arasında bir durumdur. [95]

 

Meal

 

98- Keşke herhangibir ülke (halkı) iman edip de imanları kendilerine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi iman edince, onlardan dünya hayatındaki aşağılık (ve rezillik) azabı kaldırdık, onları bir süre daha faydalandırdık.

99- (Ey  Muhammedi)   Eğer Rabbin   dileseydi   yeryüzünde bulunanların hepsi birden iman ederdi. Hal böyleyken insanları iman etmeleri için sen mi zorlayacaksın?

100- Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse iman edemez. O, pis­liği (azabı) akıllarını kullanmayanlara verir.

101- De ki:  «Göklerde ve yerde neler var bir bakın.» Fakat iman etmeyen bir kavme ayetler ve uyarmalar yarar sağlamaz.

102- Onlar, sadece kendilerinden önce gelip, geçenlerin baş­larına gelen günler gibi (acı günler) bekliyorlar, öyle mi? De ki: «O halde bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.»

103- Sonra biz peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarı­rız. Böylece inananları da üzerimizde bir hak olarak kurtaracağız.

104- De ki: «Ey insanlar! Benim dinimden kuşku içindey­seniz, ben Allah'ı bırakıp da sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmanı. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Çünkü bana müminlerden olmam emrolunmuştur».

105- (Ve bir de:) «Yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine çe­vir. Sakın Allah'a ortak koşanlardan olma».

106- (Ayrıca)  «Allah'ı bırakıp da sana fayda ve zarar ver­meyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mut­laka zalimlerden olursun»  (diye emrolundum, de). [96]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(98) «Keşke herhangi bir ülke...»Bu Ayetin Tefsiri

«Levla» (Keşke) iki şekilde yorumlanmıştır. Birincisi olum­suzluk mânâsmdadır. Nitekim İbn Abbas'm talebelerinden Ebu Malik, ondan şöyle rivayet eder: Allah'ın Kitab'ında ne kadar «levla» gelmişse «hella» gibi olumsuzluk mânâsını ifade etmiştir. İki ayet müstesna. Birincisi Yunus suresinin 98. ayetidir. Çünkü bu ayetin anlamı, «Hiçbir ülke (halkı) yoktur ki, iman etsin de imanları ona yarar sağlasın» şeklindedir. Zira onlar azap geldiği zaman iman ederlerdi. Bu iman da onlara fayda etmemiştir. Di­ğeri de Hud suresinin 116. ayetidir: «Sizden önceki nesillerden kurtardığımızın pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önle­yecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?«. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: «Hiçbir ülke (halkı) yoktur ki iman et­sin de, imam onlara yarar sağlasın». Ancak Yunus kavmi iman et­miş ve imanı onlara yarar sağlamıştır. İkinci yoruma göre burada­ki «levla» da «hella» anlamındadır. Yani helak ettiğimiz ülkeler­den bir tanesi bile iman etmemiş, küfürden dönüp azabı görme­den önce imanı halis kilmamıştır. Sadece Yunus kavmi müstesna­dır. [97]

 

Bu Sureye Niçin Yunus Adı Verilmiştir?

 

Bu sureye Yunus adı verilmesi bu ayet nedeniyledir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Yunus (a.s) Ninova (Neynava) halkına peygamber olarak gönderilmişti. Ninova Musul İlinin içinde bir ka­sabanın adıdır. Onlar Hz. Yunus'u yalanlamalarına rağmen, Hz. Yunus (a.s) onları bir tek olan Allah'a iman etmeye çağırdı. Çün­kü onlar kafir ve müşrik idiler. «Tapmakta olduğunuz putları bı­rakın» djdiğinde, onlar buna yanaşmadılar, onu yalanlayıp dur­dular. Hz. Yunus onlara üç gün sonra başlarına azabın geleceği­ni haber verdi. Onlar da, «Bakın, eğer Yunus aramızdan aynlırsa, muhakkak azap gelecektir, demektir. Çünkü o yalan söylemez» dediler. Üçüncü günün gecesi gelip çatınca Hz. Yunus onların ara­sından ayrıldı. Onlar ise sabah olduğunda şiddetli bir dumanın şehri kapladığım gördüler. Duman şehri kaplamış ve artık gök­yüzü simsiyah olmuştu. Onlar kesinlikle helak olacaklarını anla­yınca, Hz. Yunus'u aramaya koyuldular, fakat onu bulamadılar. Bunun üzerine hanımları, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sah­raya çıktılar, kıllı elbiseler giydiler, iman edip, tevbede bulun­dular. Çocuk ile anasını, hayvan ile yavrusunu ayrı yerlere yer­leştirdiler. Böylece anne ve yavrular birbirlerini arzulayıp, bağrış­tılar. Sesleri oldukça yükseliyor, yalvarışları artıyordu. Allah'a o kadar çok yalvardılar ki Allah da onlara acıdı ve azabı kaldırdı. O gün aşura ve cuma günüydü.

İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre, tevbeleri öyle bir de­receye vardı ki, zulmen almış olduklarının tümünü sahiplerine iade ettiler. Hatta kişi, evinin temeline koyduğu bir taşı zulmen almış ise, onu söküp sahibine geri veriyordu. [98]

 

Yunus Kavminin Kurtuluş Duası

 

Bazı müfessirlere göre, Hz. Yunus'un kavmi, alimlerden ha­yatta kalan bir ihtiyar alime giderek kendilerine akıl vermesini istediler. O da onlara şu duada bulunmalarını tavsiye etti: «Ey hiçbir dirinin olmadığı anda diri olan! Ey Diri! Ey Ölüleri diril­ten diri! Senden başka ilah yoktur». Onlar bu duayı okudukların­da Allah Teâlâ kendilerinden azabı kaldırdı.

Fadl bin Abbas onların şöyle dua ettiklerini söylemektedir: «Ey Rabbimiz! Kuşkusuz bizim günahlarımız oldukça büyüdü, dehşetli bir şekilde arttı. Fakat sen ondan daha büyüksün, daha yücesin. Sen neye ehil isen hakkımızda onu yap. Bizim hakkımız­da bizim ehil olduğumuzu*yapma».

Bazı nıüfessirler, Allah Teâlâ'nın, Firavun'un son nefesinde teybe ettiğini ve tevbesinin kabul olunmadığını hikâye ettikten sonra, Hz. Yunus'un kavminden ve onların tevbe edip, tevbeleri-nin kabul olunduğundan bahsettiğini belirterek, bu iki tevbe ara­sındaki farkın ne olduğunu sordular. Cevap olarak şu söylenmiş­tir : Firavun azabı gördükten sonra, Hz. Yunus'un kavmi ise, azap gelmeden önce tevbe etmiştir. Çünkü onlar azabın alâmetlerini gö­rüp, azabın yakın olduğunu anlayınca, daha azabı görmeden ön­ce tevbe ettiler. İşte iki tevbe arasındaki fark budur.

(99-100) «Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Yunus Suresi, başından buraya kadar kafirlerin, peygamber­liği inkâr etmek hususundaki şüphelerini açıklamakta ve onlara cevap vermektedir. Onların şüphelerinden biri de Hz. Peygam-ber'in (s.a) kendilerini azabın kafirler üzerine ineceği gerçeğiyle tehdit etmesiydi. O kendisine tabi olanları da, «Allah size yardım edecek durumunuzu yüceltecek ve size kuvvet verecektir» diye müjdeliyordu. Fakat kafirler tehdit edildikleri azabı görmeyince onun peygamberliğinden kuşku duydular. Hz. Peygamber ile alay edebilmek için o azabı acilen istiyorlardı. Bunun Üzerine Allah Teâlâ va'dedilen azabın gecikmesinin, va'din yerine getirilmesin­de kuşkuya kapılırıma masını açıkladı ve bunu birtakım misallerle belirtti. Bu misaller, Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasında geçen olaylar ile ilgiliydi. Bu ayette ise, peygamberin onlan imana getirmek hususunda gösterdiği tüm gayret ve delille­rin, onları tesbit ve takdirdeki olağanüstü çabasımn, hiçbir yarar sağlamadığı ortaya konulmaktadır. Şüphelere verilen cevap da bir yarar sağlamamıştır; zira iman ancak Allah'ın yaratması, dileme­si, irşad ve hidayetiyle meydana gelir. Bu şartlar yerine gelmedik­ten sonra iman da meydana gelmez.

Bu ayette şu hükümler yer almaktadır :

«Tüm kainat Allah'ın dilemesiyledir» diyenlerin sözü doğru­dur. Onlara göre «lev» lafzı, şartın yok olmasıyla cezanın da yok olacağını ifade eder. Bu bakımdan «Eğer Rabbin dileseydi yeryü­zünde bulunanların hepsi birden iman ederlerdi» ifadesi Allah'ın bu konuda dilemesi olmadığım gösterir. Bu yüzden yeryüzünde bulunan tüm insanların iman etmesi mümkün olmamıştır. Bu, Allah'ın insanların hepsinin iman etmesini irade etmediğine de. lâlet eder,

Cübbaî ile el-Kadı bu hususta şöyle demişlerdir: «Buradaki dilemeden kastedilen cebrî bir dilemedir. Yani eğer Rabbin onla­rı imana zorlamayı dileseydi buna gücü yeterdi ve bu Allah hak­kında doğrudur. Ancak Allah böyle yapmamıştır. Çünkü kuldan zorla sadır olan imanın bir yararı olmaz.» Cübbaî bunları söyle­dikten sonra şöyle der: Allah'ın onları imana zorlamasının anla­mı, zorunlu olarak onlara iman etmeyi terketmeleri halinde Al­lah'ın onlarla bu terkin arasına gireceğini bildirmesidir. Bunun vukûbulması halinde zorunlu oldukları şeyi yapmaları gerekli olur. Nitekim içimizden biri bir kralı öldürmeye teşebbüs etse, kral da onu kendisini öldürmekten cebren caydırırsa, bu fiilin terki o kimse için medh ve sevaba müstehak olmaya sebeb olmaz. İşte bu mesele de böyledir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) tüm insanların iman etmelerini ve hidayet üzerine kendisine ta­bi olmalarını istiyordu. Allah Teâlâ bu ayetle ona sadece ilk zi­kirde Allah'tan kendisi için saadetin yazılı olduğu kimsenin iman edeceğini, fakat ilk zikirde kendisi için şekavetin yazılı olduğu kimsenin ise dalâlete düşeceğini haber vermiştir. Bu ayet Hz. Peygamber (s.a) için bir tesellidir. Çünkü o tüm insanların iman etmesini istiyordu. Bu yüzden Allah ona ancak ezelî inayete maz-har olan kimsenin iman edeceğini bildirmiştir «Bu bakımdan on­ların iman etmesi için kendini sıkıntıya sokma».

«Hal böyleyken insanları iman etmeleri için sen mi zorlaya­caksın?»; yani iman etmeleri senin elinde değil ki, onları imana zorlayasın. Müminin imanı, kafirin küfrü ancak Allah'ın dileme­siyle, kaza ve kaderiyledir. Bu husus Allah'tan başka kimsenin di­lemesine bağlı değildir. Allah'ın izni olmadıkça kimse iman ede­mez; zira o kimsenin hidayeti Allah'ın elindedir. Hidayet vermek de, saptırmak da Allah'ın elindedir. İbn Abbas'a göre, izin bura­da emir mânâsmdadır. Ayetteki -rics- kelimesi azap anlamındadır, demiştir. Ata'ya göreyse, izin dileme mânâsmdadır. İbn Abbas, «AllaK'm öfkesi, gazap mânâsmdadır» demiştir. Akıl erdireme­yenler ile de Allah'ın emir ve yasağını anlamayanlar kastedilmiş­tir.

(101 «De ki: Göklerde ve yerde...»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki «De ki» hitabı Hz. Peygamber'e aittir. Yani;

Ey Muhammedi Senden mucize isteyen şu müşriklere de ki: siz ibret verici, düşündürücü ve tefekkür edici bir şekilde bekleyin. Göklerde ve yerde neyi yaratmış olduğunu, O'nun birliğine delâ­let eden ayetlerin neleri haber verdiğini dikkatle izleyin. Göklerde güneş ve ay vardır ve onlar da gece ile gündüzün delilleridir. Yıldızlar vardır, kimi çıkar, kimi batar. Onları da musahhar kıl­mıştır. Gökten yağmur yağar. Yerde dağlar, denizler, madenler, nehirler, ağaçlar ve bitkiler vardır..Bunların her biri Allah'ın bir­liğine delil olan mucizelerdir. Tüm bunlar lisan-ı hal ile Allah'ın yaratıcı olduğuna delâlet eder. Nitekim şair, «Her şeyde Allah'ın birliğini izhar eden bir mucize vardır. Hepsi O'nun BİR olduğuna delâlet eder» demiştir.

Ancak inanmayan bir cemaate deliller ve uyarılar bir yarar sağlamaz. Uyarılardan maksat peygamberlerdir. İmam Nesefî, uyarmaların peygamberler veya insanlar olduğunu kaydetmekte­dir. Tenvir'ul-Mikbas'ta ayetler ve uyarmalar peygamberler ile yo­rumlanmıştır.

(102) «Onlar sadece kendilerinden önce...» Bu Ayetin Tefsiri

«Eyyam» (günler) lafzı, hadiseler, olaylar demektir. Yani on­lardan Önce gelip geçen, peygamberlerini yalanlayan ümmetlere ait olayların benzerlerini beklerler. Tıpkı Nuh, Ad, Semud kavim­lerinin ve Arapların olayları gibi, başlarına gelecek olayları bek­lerler.

«Eyyam» lafzı azap için kullanıldığı gibi, nimetler için de kul­lanılır. Nitekim Allah Teâlâ, «Onlara Allah'ın günlerini hatırlat» (İbrahim: 5) diye buyurmuştur. Ayetin mânâsı şu şekildedir: Ey Muhammed! Kavminden olan müşrikler, yalanlayım olan daha önce gelip geçen ümmetlerin başına getirdiğimizin benzeri ve için­de azabın olduğu günü beklerler. Biz onların hepsini helak ettik. Eğer onlar da azabı bekliyorlarsa de ki: «Azabı bekleyin, ben de sizinle beraber sizin helakinizi beklemekteyim.»

Rebî bin Enes'e göre ayetin mânâsı şu şekildedir: «Onları Al­lah'ın azabı (intikamı) ile korkut. Sonra da onlara haber ver ki, o asap geldiğinde Allah, peygamberini ve onunla birlikte iman edenleri kurtaracaktır.»

(103) «Sonra biz peygamberlerimizi...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani onları azaptan ve helak olmaktan kurtarırız.

«Böylece inananları da üzerimizde bir hak olarak kurtaraca­ğız»; yani peygamberlerimizi ve onlara iman edenleri kurtardı­ğımız gıoı ey Muhammedi Seni, seninle beraber iman edip, seni doğrulayanları da helak ve azaptan kurtaracağız.

Kelamcılardan bazıları bu ayetle ilgili olarak, «Üzerimizde bir hak otarak kurtaracağız» ibaresinin vücup ifade ettiğini; zira pey­gamberin ve müminlerin kurtarılmalarının vacip olduğunu öne sürmüşlerdir.

Bu kelamcılara verilen cevap şu şekildedir :

Bu, Allah'ın va'di olması hasebiyle ve hükmü yönüyle vacip bir haktır. Yoksa onlar buna müstehak olduklarından dolayı bu, vacip olmuş değildir. Çünkü kulun yaratanı üzerinde hiçbir hak­kı olmadığı sabittir. Yani yaratan hiçbir bakımdan kullarına borç­lu değildir.

(104) «De ki: Ey insanlar! Benim...» Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki hitap Hz. Peygamber'e (s.a) yöneliktir. Yani ey Muhammedi Şu seni kendilerine peygamber olarak gönderdiği­miz ve senin durumundan şüpheye düşerek iman etmeyenlere de ki: «Sizi çağırmakta olduğum dinimde bir şüpheniz varsa, bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam».

Bu şüphe, müşriklerin bazılarında Hz. Peygamber'in duru­mundan dolayı vuKûbulmuştur. Onlar Hz. Peygamber'in (s.a) eliyle ortaya koyduğu mucizeleri gördüklerinde tereddüt edip, «Acaba peygamber midir, değil midir?» diye kuşkuya düştüler. Bu yüzden» Hz. Peygamber onlara, «Sizi çağırmakta olduğum di­nimden kuşkuya düşmeniz doğru değildir ki şüphe edebilesiniz. Bu din, İbrahim'in dinidir. Sizler de İbrahim'in soyundansınız ve onu tanımaktasınız. Bunda bir kuşkunuz yok. Ancak size uy­gun olanı, aslı astan olmayan putlara tapmak hususunda şüpheye düşmenizdir. Eğer siz içinde bulunduğunuz durumda ısrar ede­cek olursanız, iyi bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapa­cak değilim. Çünkü ibadet, mabudu son derece yüceltmek için ya­pılır. Bu ise, kendisine yarar sağlamayan, tapmayanlara ise zarar verecek kudrette olmayan ve eşyanın en düşüğü olan taşlara la­yık değildir. İbadet ancak yarar ve zararı elinde tutan, öldürmeye, diriltmeye kadir olan Allah'a layıktır» dedi.

«Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim» cüm­lesinde Allah Teâlâ'nm «öldürmek» ile vasıflandırılmasmın hik­meti şu olmalıdır: İbadete layık olan, benim de, sizin de kendisi­ne ibadete zorunlu olduğumuz Allah, siz hiçbir şey değilken, ta başta yaratmış, ikinci safhada Öldürmüş ve üçüncü safhada ise sizi diriltmiştir.

Bazılarına göre ölüm, eşyanın en şidetlisi ve nefse en ağır ge­leni olduğundan burada zikredilmiştir ki, bu onları puta tapmak* tan menetmenin en kuvvetli dayanağı olsun.

Bazı müfessirlere göre, onlar azabı isteme konusunda ace­le ettiklerinde Hz. Peygamber onlara, «Ben sizi helak etmeye ve bana da yardtm etmeye kadir olana tapıyorum. Ve ben mümin­lerden olmakla emrolundum. Rabbim bana, katından gelen Kitab'î tasdik edenlerden olmamı emretti» demiştir.

Bazıları ise, azaların amelinden olan ibadetin zikredilmesin­den sonra, imanın zikredilmesinin nedenim, imanın kalbin amel­lerinden olmasıyla izah etmişlerdir.

(105) «Yüzünü hanîf (muvahhid) olarak...» Bu Âyetin Tefsiri

Ayetin başındaki -vav-, atıf harfidir. Yani «Yüzünü İslâm dini­ne, döndürmekle emrolıındun.»

Ayette geçen «Hanijen» kelimesi «Dosdoğru olmak» mânâsın-dadır. Yani dosdoğru olduğun halde. Veyahut o din ya da o yüz dosdoğru olduğu halde. Veya başka bir dine yönelmeksizin.

Bazılarına göre mânâ şu şekildedir: «Amelini Hanîf olan din üzerinde yap»; Yani ona göre amel işle.

Bazıları ise bu ayet ile kastedilenin şöyle olduğunu söylemiş­lerdir: «Kendini tamamen hanîf dininin senden istediklerine yönelt, ondan başka bir dine yönelme; yani ibadetinde Rabbinden başka­sını O'na ortak kılıp da, helak olanlardan olma. Bu yorumun sa­hipleri, bu ayette putlara tapmanın yasaklandığını söylemişlerdir. Oysa bu, daha önceki ayetlerde geçmişti. Dolayısıyla burada neh-yi farklı bir mânâya hamletmek gerekir. O da şudur: Allah'ın tüm isim ve sıfatlarını 7e ibadete sadece O'nun layık olup, başka-1 sının olmadığını bilen bir kimse, başkalarına hiçbir zaman vb hiçbir surette iltifat etmemelidir. İşte basiret ehlinin «Gizli Şirk» dedikleri şey budur.

(106) «Allah'ı bırakıp da, sana...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, ibadet edip, dua ettiğinde Allah'ı bırakıp, sana yarar sağlamayan şeyleri çağırma. İbadetini terkettiğinde de sana zarar vermeye kudreti olmayan şeyleri çağırma. Eğer Allah'tan başka­sına ibadet edersen veya yararın ve zarann giderilmesini istersen iyi bil ki bu takdirde sen kesinlikle zalimlerden olursun. Yani ken­dine zulmedenlerden olursun. Çünkü ibadeti, uygun ve lâyık ol­mayan bir şeye yapmış olursun.

Bu hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e (s.a) yönelik görü­nüyorsa da aslında burada Hz. Peygamber'in dışında olanlar kas­tedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber, hiçbir zaman Allah'tan başka­sını çağırmamıştır. Bu bakımdan ayetin anlamı şu şekilde anla­şılır: «Ey insanoğlu! Salan Allah'tan başka, sana yarar sağlamayan ve senden bir zararı uzaklaştıramayan şeyleri çağırma!» [99]

 

Meal

 

107- Eğer Allah sana bir zarar   (sıkıntı)   verirse, o sıkıntıyı O'ncjan  başkası gideremez. Sana bir iyilik vermeyi dilerse, yine O'nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu kullarından dilediğine verir. O'dur bağışlayan, O'dur merhamet eden.

108- De ki: «Ey insanlar! İşte size Rabbinizden gerçek gel­di. Artık yola gelen kendisi için gelmiş olur, sapıtan da kendi za­rarına sapıtmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim».

109- (Ey Peygamber!) Sana vahyedilene uy! Allah hükmü­nü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdir. [100]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(107) «Eğer Allah sana bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Hazin bu ayeti, «Eğer Allah bîr şiddet ve belâyı sana isabet et­tirirse...)  şeklinde yorumlamaktadır.

Beyzavî de; «Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirirse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur» şeklinde yorumlar.

Hazin, «Yemseske» ifadesini, «Yusubke» (isabet etmek) mâ­nâsında, «zarar»ı da hastalık mânâsına alıyor. Beyzavî ise, «za­rar»! genel anlamı üzerinde bırakmaktadır. Yani, o zaran Allah' tan başkası gideremez.

«Hayr» kelimesini Hazin, bol rızık ve mutlu hayat ile yorum­larken Nesefî, güzel akıbet şeklinde yorumlamaktadır.

Tenvir'ul-Mikbas ise, «zarann şiddetle ve sıkıntı veren işlerle yorumluyor.

«Onu (hayrı) kullarından dilediğine verir» ifadesi bazı mü-fessirlerce şöyle yorumlanmıştır: Allah Teâlâ daha önce putlar hakkında «Onların hiçbir yarar veya zarar vermeye güçleri yet­mez» dedikten sonra, insanoğluna yaran da zararı da vermeye kendisinin kadir olduğunu beyan etmiştir. Tüm kainat O'na muh­taç ve O'na dayanmaktadır. Çünkü O, her şeyin üzerinde kudret sahibidir. O cömertlik ve kerem sahibidir, merhamet sahibidir. Bu yüzden Allah Teâlâ ayetin sonunda, «O'dur bağışlayan, O'dur merhamet eden» mânâsmdaki, «Huve'l-Gâfur'ur-Rahim» diye bu­yurmuştur.

«el-Gafur», kulların günahlarını örtücü, «er-Rahîm», onlar hakkında merhamet edici demektir.

(108) «De ki: Ey insanlar! îşte...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hak» (gerçek) ile kastedilen, Beyzavî'ye göre Allah'ın Rasû-lü ya da Kur'an'dir. O geldikten sonra artık iman etmemek husu­sunda kimsenin mazereti olamaz.

Nesefî'ye göre de kastedilen Kur'an veya Hz. Peygamber'dir. Tenvir'ul-Mikbas'a göreyse, kastedilen Kitab ve Rasûl, Hazin'e gö­re ise, Kur'an ve insandır. Hazin, «Hak ile kastedilenin Hz. Pey­gamber olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü O, Allah'tan hakk'ı alıp getirmiştir. Öyle ki kendisi sanki hdkk'tn ta kendisidir» de­mektedir.

«Artık yola gelen kendisi için gelmiş olur, sapıtan da kendi zararına sapıtmış olur»; yani iman ve peygambere tabi olmakla hidayet olunan kendisi için hidayet olunmuş olur. Çünkü onun ya­ran kendinedir. Kim de küfür ile sapıtırsa o da kendi aleyhine sa­pıtmış olur. Çünkü sapmanın vebali ona aittir.

«Ben sizin üzerinizde vekil değilim» cümlesi, Hz. Peygamber'e Cs.a) ait bîr cümle tarzında varid olmuştur. Yani, ben sizi koru­yucu bir melek değilim ki amellerinizi koruyabileyim.

İbn Abbas, bu ayetin Seyf (savaş iznini veren) ayetle nesho-lunduğunu söylemektedir.

Nesefî ise ayeti şöyle mânâlandınyor: «Ben sizin işlerinizin kendisine tevkil edildiği bir koruyucu değilim. Ben sadece bir müjdeleyici ve bir korkutucuyum».

Tenvir'ul-Mikbas «vekil» kelimesini «Kefil» ile yorumladok-tan sonra bu ayeti Seyf ayetinin Xsavaş iznini veren ayetin) nes-hettiğini söylemektedir.

(109) «Sana vahyedilene uy...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sana vahyedilen» ile Allah'ın Hz. Peygamber'e vahyettiği emr kastedilmektedir.

Beyzavî mânâyı şöyle veriyor: «Sana vahyolunam yerine ge. tırmek ve insanlara tebliğ etmek suretiyle ona uy!» Yani onları Al­lah'a çağırmak ve bu çağrıdan dolayı meydana gelen eziyetlere katlanmak hususunda, Allah yardım edinceye veya savaş emrini vermekle hükmedinceye kadar sabret.

«O hüküm verenlerin en hayırlısıdır»; yani Allah peygamberi­ne yardım etmeye hükmetmiştir. O, gizli olan her şeye muttalidir. Diğer hakimlerde olduğu gibi O'nun herhangi bir delile ihtiyacı yoktur.

Beyzavî bu ifade ile ilgili olarak şöyle diyor: «O hüküm veren­lerin en hayırlısıdır. Çünkü O'nun verdiği hükümlerde yanlışlık yapması söz konusu değildir. Zira O görünenlere (zahire) mutta­li olduğu gibi, gizlilere de (bâtına da) muttalidir».

Hazin, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: «Allah peygam­berine yardım etmeyi, dini galip getirmeyi, müşrikleri öldürmeyi, ehl-i kitaptan cizye almayı emretmiştir. Cizyede onlar için zillet ve düşüklük; vardır. İşte bu yüzden de Allah Teâlâ cizyeyi Ehl-i Kitab'a vacip kılmıştır».[101]

Yunus Suresi'nin Sonu

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/327-328.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/330.

 

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/331-333.

[4] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt:   11, 'sh:  295

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/333-334.

[5] Resid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh: 298

[6] îbn Kesir, Tefsir"ul-Kur'an'îl-Azim, cilt: 3, sh: 485

[7] Bu görüş eski astronomların görüşüdür. Çünkü şimdi güneşten çok daha büyük yıldızların var olduğu anlaşılmıştır. Hatta ışığın saniyede 300.000 km. hızı olduğu halde, hâlâ dünyamıza ışığı varmayan galeksilerin varolduğu iddia edilmektedir. Allah her şeye kaair alandı

[8] Alusl, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 67-68.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/334-342.

 

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/344.

 

[11] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt:  11, sh: 307

[12] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 75-76

[13] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 77.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/345-356.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/356-357.

 

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/357-358.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/358.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/359.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/359.

[20] Fahruddin Razî, Mefatih'ul-Gayb, cilt:  4, sh:  810-811

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/359-361.

 

[22] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 82-83. (özet olarak)

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/361-365.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/367.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/368.

[25] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 319

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/368-373.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/373-378.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/380.

[29] ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azîm, cilt: 3, sh: 96

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/381-388.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/388-389.

[32] Alusİ, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 96-97

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/389-390.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/390.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/391.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/391.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/393.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/394.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/394-395.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/395-397.

[40] Burada geçmekte olan  müpteda. Haber, Zamir, Cümle gibi terim­ler gramer ilmine aittir ve ancak bu ilmin erbabınca bilinirler

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/397-405.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/406.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/406-409.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/411.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/412-413.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/413-416.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/416-418.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/418-423.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/425.

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/426-431.

[51] Bu terim Nahiv ilmine aittir. Bu ilme göre, a) Muttasıl, b) Mun-katı olmak üzere iki türlü istisna vardır. Muttasıl istisnada, istisna edilip geçmiş hükmün kapsamından çıkarılan fert, hükmün kapsamına girenlerin cinsindendir. Mesela «Kavim geldi, Zeyd müstesna» denildiğinde kavmin cinsinden olan Zeyd istisna edilmiştir, iste bu muttasıl istisnadır

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/431-433.

[53] Merağî, Tefsir, cilt: 11, sh: 119-120

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/433-438.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/440.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/441-445.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/445-448.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/448-450.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/452.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/453.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/454-455.

[61] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:   11, sh:   148-149

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/456-460.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/460-464.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/464-465.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/467.

[66] Abdülvehhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh: 30.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/468-470.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/470-471.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/471-472.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/473.

[71] Bu görüş bâtıldır. Çünkü tbn Abbas'tan sahih bir senetle, «Hiçbir peygamberin hanımı zina edemez» hadisi rivayet olunmuştur. (Hazin, Mec-ma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 329)

[72] Abdülvehhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh: 38

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/473474.

[73] Abdülvehhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh: 42-44

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/475-478.

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/478-480.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/480-486.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/488.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/489-493.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/493-497.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/499.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/500-502.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/502-503.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/503-506.

[84] Hazin, Mecma'ut - Tefasir, cilt: 3, sh: 284-286

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/506-508.

 

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/508-510.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/510.

[87] Abdulvahhab Neccar, Kısas'uL-Enbiya,. sh: 200-204

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/510-511.

 

[88] Alusî, Ruhul'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 185

[89] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:  11, sh: 186.

[90] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 11, sh: 186-187.

[91] Alusî, Ruhul-Meanî, cilt:   11, sh: 188

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/511-518.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/518-520.

[94] Zemahşerî, Keşşaf, cilt: 3, sh: 26

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/520-521.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/523.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/524-

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/524-525.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/525-533.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/534.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/535-538.