HÜD SÜRESİ 3

Meal 3

Girîş. 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 3

Ecel-Î Musemma Nedir?. 4

Ahirette Dereceler Ecre Göredir 4

Meal 5

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

Sebeblere Başvurma Tevekküle Mani Midir?. 6

Haram Da Helâl Gibi Rızık Mıdır?. 6

Allah Rızkın Kefilidir 7

Niçin Allah Yer Ve Göğü Bir Defada Yaratmadı?. 7

Arş Mı, Su Mu Daha Önce Yaratılmıştır?. 8

Tekvin Ayetlerinin Kür'an'a Serpiştirilmesi 11

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Şahîd Kimdir?. 15

Allah'ın Lanetinden Kasdedilen. 16

Meal 16

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 17

Cennet Hayatı Ebedîdir 17

Meal 19

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 19

Melekler Peygamberlerden Üstün Müdürler?. 20

Meal 21

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 22

Peygamberlik Ve Alay Etmek. 23

Tennur (Tandır) İle Kastedilen Nedir?. 23

Tüm Hayvanlar Nasıl Bîraraya Geldiler Ve Nasıl Gemiye Bindiler 25

Kîtab-I Mukaddes'în Tekvin Kitab'ında Hz. Nuh'un Kıssası 26

Tekvin Kitabı, Hz. Musa'ya Gelen Tevrat'a Ait Değildir! 26

Nuh Kıssası İle İlgili Gelen İsrailiyyat 26

Geçmiş Ümmetlerde Tufan Haberi 27

Hz. Nuh'un Gemisinin Üzerinde Durduğu Dağ. 29

Tufan Niçin Günahsız Çocukları Boğdu? Ubey B. Umeyr'den Şöyle Rivayet Edilmektedir: 30

Kenan Hz. Nuh'un Gerçek Oğlu Mudur?. 31

Meal 31

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 31

Sabrın İslâm'daki Hükmü. 33

Meal 35

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 35

Lanet Nedir?. 36

Bayındırlık Uzun Yaşamaya Sebeb Midir?. 37

Meal 38

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 38

Bir Cömertlik Örneği 39

Meal 41

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 41

Hz. İbrahim İle Meleklerin Mücadelesi 42

Peygamber Ümmetin Babasıdır 44

Meal 45

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 46

Allah'ın Tevfiki Nedir?. 49

Meal 49

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 49

Meal 52

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 52

Fîravun'ün Ve Etbaının Kıyametdekî Durumları 53

Şekavet - Saadet 54

Cehennem Ehlinin Nefes Alıp Vermeleri 55

Meal 59

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 60

İstikametin Anlamı 61

Zalime Meyletmek Haramdır 63

İyilik Kötülüğü Siler 65

İslah Etmenin Önemi 68

Meal 68

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 68


HÜD SÜRESİ

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Elif, lam, ra. Bu bir Kitab'dir ki hikmet sahibi ve her-şeyden haberdar olan  (Allah)  tarafından ayetleri sağlamlaştırıl­mış, sonra da güzelce açıklanmıştır.

2-Bu Kitab, Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz için in­dirildi. Kuşkusuz ki ben O'nun tarafından size  (elçi olarak) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.

3- Ve Rabbinizden mağfiret dileyesiniz, sonra O'na tevbe edesiniz ki, sizi belirtilmiş bir süreye kadar güzelce yaşatsın ve her fazilet sahibine lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, el­bette ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım.

4- Dönüşünüz Allah'adır. O her şeye kadirdir.

5- İyi bilin ki, onlar (münafıklar) O'ndan gizlemek için ikâ büklüm olup, göğüslerini (hakk'tan) çevirirler. Bilin ki, elbisele­rine büründüklerinde (bile) Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarım bilir. Çünkü O göğüslerde (kalplerde) olanı bilendir.[1]

 

Girîş

 

ibn Abbas'a göre bu sure Mekke döneminde nazil olmuştur. Hasan Basrî, İkrime, Mücahid, İbn Zeyd, Katade de İbn Abbas'm görüşünü desteklemişlerdir. İbn Abbas'tan gelen başka bir riva­yette ise, bu surenin Mekkî olduğu belirtilmiş, sadece «Günün iki tarafında da namaz kıl» (Hud: 114) ayeti istisna edilmiştir. Kata-den de buna benzer bir rivayet gelmiştir. Mukatil'e göre bu sure 12, 17 ve 114. ayetleri müstesna Mekkî'dir.

Bu sure 123 ayetten müteşekkildir. 1600 kelimesi, 9567 harfi vardır.

îbn Abbas'm rivayet ettiğine göre, Hz. Ebubekir «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ihtiyarladın» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Beni, Hud, Vakıa, Mürselat, Nebe ve Tekvir sureleri ihtiyarlattı» diye buyurmuştur. (Tirmizi bu hadisi rivayet ederek, hadisin Hasen-Garib olduğunu söylemiştir.)

Tirmizi'nin başka bir kanalla rivayet ettiği bir hadis ise şu şekildedir: İbn Abbas, Ben Hz. Peygamber'e, «Ey Allah'ın Rasû­lü! Erken beyazlaştın» diye sorunca, O «Beni, Hud ile kardeşleri olan Hakka, Vakıa, Nebe ve Gaşiye sureleri ihtiyarlattı» cevabını verdi, demektedir.

Bazı alimlere göre, Hz. Peygamber'in yukarıdaki hadiste bah­si geçen sureler nedeniyle ihtiyarlamasının mânâsı şudur:  «Bu surelerde Haşr, Hesap, Cennet ve Cehennem sözkonusu edilmek­tedir. Hz. Peygamberi ihtiyarlatan işte bu konulardır». Ancak Al­lah peygamberinin muradını daha iyi bilir.[2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1)  «Elif, lam, ra. Bu bir Kitab'dır ki...» Bu Ayetin Tefsiri

îbn Abbas'a göre bu ayetin anlamı: «Bu Kitab diğer Kitab ve şeriatları neshetti ve fakat hiçbir Kitab onu neshetmedi» şek­lindedir.

«Fussilet», beyan edildi, açıklandı anlamındadır. Hasan Bas-rî'ye göre bu fül, emir ve nehiyleriyle ayetleri muhkem kılındı, se-vab ve ikab yönünden tafsil edildi, anlamındadır. Hasan Basri' den gelen başka bir rivayette ise, bunun tam aksi ifade edilmek­tedir. Yani onun ayetleri sevap ve ikabla tahkim oldu, emir ve nehiyle tafsil edildi.

Katade'ye göre, Allah onları bâtıl'a karşı muhkem kıldı. Son­ra ilmiyle onları tafsil etti. Helalini, haramını, taatini ve masi-yetini onda zikretti.

Bazıları ise, Allah'ın onu muhkem kılmasını, onda hiçbir şe­kilde çelişki olmadığı, Allah'ın onu tafsil etmesini de, onu açık­ladığı şeklinde yorumlanmıştır.

Bazıları da şöyle demektedir: Kur'an ayetleri tam ve gayet titizlikle tanzim edildi, aralarında herhangi bir bozukluk ve çe­lişki olmaksızın muhkem kılındı. Tıpkı muhtevasında herhangi bir aykırılık olmayan bir bina gibi... Sonra da ayetleri sure sure tafsil edildi.

Bazıları ise, bu Kitab'm ayetlerinin Tevhid'e, peygamberliğin ve haşrin doğruluğuna ve kıyamet ahvalinin vukûbulacağma delâ­let ettiğini söylemişlerdir. Çünkü bu konular neshedilemez. Da­ha sonra da va'zlar, kıssalar ve gaybdan gelen haberlerle tafsil edilmiştir.

Miicahid'e göre Fussilet, açıklandı, izah edildi demektir. Bazı­larına göre, «Ayetleri muhkem kılındı» demek, ayetlerinin çoğu­nun muhkem kılındığı anlamındadır. Çünkü her ne kadar bazı ayetler neshedilmişse de çoğu muhkem kılınmıştır. Yani böylece, Küll (Bütün), Ba'd'm (Parça) yerine kullanılmış olmaktadır. Zi­ra hüküm galibe göredir. Bütünün parça yerine kullanılması Arap dilinde çok yaygındır. Nitekim «Ben Zeyd'in yemeklerini yedim» sözü, yemeğin bir kısmının yendiğini anlatır.

«Hakim»; yani tüm yaptıklarında hikmet bulunan, «Habîr»; yani kullarının her durumunu ve onları ıslah edecek şeyi bilen..

(2) «Bu Kitab, Allah'tan başkasına...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «İbadet» ile kastedilen Tevhid'dir. Yani, Allah'ı birlemek, sadece O'na kulluk etmek ve putları terketmek, müş­riklerin taptıklarını bırakmak, Allah'a ve O'nun azap ve ikabın-dan sizleri uyarıyorum. Ben Allah'a ve O'nun peygamberine iman den, itaatta bulunan, amellerini sadece Allah rızası için yapan kim­seyi de sevapla müjdeliyorum.

(3 «Ve Rabbinizden mağfiret...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen İstiğfar ve Tevbe arasındaki farkın ne olduğu hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre mânâ şöyledir: «Rabbinizden günahlarınız için mağfiret talep edin, sonra da tevbe edin»; yani mağfireti taleb ettikten sonra, O'na yönelin, çünkü istiğfar, affedilmeyi taleb etmektir, bu da günahın örtül­mesi anlamındadır. Tevbe ise, üzerinde bulunan uygunsuz dav­ranışlardan vazgeçmektir. Mesela şirkten ve isyandan vazgeçmek gibi. İşte bu nedenle Allah Teâlâ istiğfarı tevbeden önce zikret­miştir. Bazıları da ayete şöyle bir mânâ verir: «Geçmiş günahları­nız için Rabbinizden af taleb ettikten sonra, O'na yönelin»

Ferra, «Summe» kelimesinin -ve- anlamına geldiğini zira is­tiğfar ile tövbenin aynı anlamda olduklarından dolayı, istiğfardan sonra tevbenin tekid için zikredildiğini öne sürmektedir.[3]

 

Ecel-Î Musemma Nedir?

 

«Ki sizi belirtilmiş bir süreye kadar yaşatsın» cümlesinde, «Belirtilmiş bir süre» şeklinde tabir edilen «Eceli müsemma» ile ölüm anı kastedilmektedir. Beyzavî: «Takdir edilen ömrün son ânı» diyor.

Bu ifade ile, «Dünya müminin nupishanesi, kafirin ise cenne­tidir» hadisi arasında bir çelişki vardır. Çünkü bazen görüyoruz ki mümin bir kimsenin kendine, aile fertlerine sarfedecek günlük bir nafakası bile bulunmamaktadır, sıkıntı içerisindedir. Bu ayet ile hadisin arasının nasıl telif edileceği sorulacak olursa cevaben şöy­le deriz: Cennette mümin için hazırlanan nimetlere göre, dünya mümininin hapishanesidir. Kafirin cennetidir. Çünkü onun azabı elem verici ve süreklidir. Mümin bir kimsenin zaman zaman çek­mekte olduğu sıkıntılara gelince bu onun derecelerinin yükselme­si, günahlarına kefaret olması ve belâlar anında sabretmesinin beyanı içindir. Bu yoruma göre, mümin bir kişi daima güzel bir yaşantı içerisindedir. Çünkü O, tüm durumlarında Allah'tan ra­zıdır. [4]

 

Ahirette Dereceler Ecre Göredir

 

«Ve her fazilet sahibine lütfunu versin»; yani O dünyada sa-lih bir amelde bulunan herkese ahirette ecir verir. O'nun ilâhî sünnetinde kaçırmak, istisna etmek diye bir şey yoktur. Ebu'1-Aii-ye, «Dünyada kimin taatleri çoğalırsa, ahirette (cennette), onun hasene ve dereceleri de çoğalır. Çünkü dereceler amellere nispet­ledir» demiştir. İbn Abbas ise, «İyilikleri kötülüklerinden çok olan kimse cennete, kötülükleri iyiliklerinden çok olan kimse de cehenneme girer» demiştir. İbn Mes'ud, «Bir günah işleyenin def­terine bir günah yasılır, aynı kimse bir sevap işlerse defterine on sevap yazılır. Eğer dünyada işlemiş olduğu günahtan dolayı ceza­ya çarptırılırsa, onun geriye on sevabı kalmış olur. Eğer dünyada ondan dolayı ceza çekmezse, onun on sevabından biri alınır ken­disine dokuz sevap kalır» dedikten sonra şöyle söyler: «Birleri, onlarına galip gelen kimse helak olmuştur».

Bazıları da ayetin mânâsının, «Allah için bir şey yapan kimse­yi, Allah Teâlâ taati dolayısıyla muvaffak kılar» şeklinde olduğu­nu söylemişlerdir.

«Ve eğer yüzçevirirseniz, elbette ben sizin için büyük bir gü­nün azabından korkarım»; yani eğer onlar elçilerimizin kendile­rine getirmiş olduğu hidayetten yüzçevirirlerse, ey Rasûlüm! On­lara de ki: «Ben sizin için büyük bir günün azabından korkarıma; yani sizin adınıza ahiretteki cehennem azabından korkarım.

(4) «Dönüşünüz Allah'adır...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ ihsan edeni ihsanından dolayı, kötülük yapanı da kötülüğünden dolayı muameleye tabi tutar. Birincisine sevap, ikincisine ceza verir.

«O her şeye kadirdir» yani; Allah dünyada size nzıklar ver­meye, ahirette de sevap ve ikabı size tatbik etmeye kadirdir.

Kadı Beyzavî bu ayetle ilgili olarak şöyle demektedir: «Allah onları azabın en şiddetlisine duçar etmeye kadirdir. Sanki bu ayet o günün azametini ihsas ettirmektedir».

(5) «İyi bilin ki, onlar...» Bu Ayetin Tefsiri

İbn Abbas'a göre bu ayet Ahnes bin Şerik (veya Şüreyk) hak­kında nazil 'olmuştur. Bu kimse konuşkan vs sevimli bir çehresi olan bir kişiydi. Hz. Peygamber'i (s.a) hoşnut edecek şeylerle, onun huzuruna gider ve fakat kalbinde Hz. Peygamber'in (s.a) ho­şuna gitmeyen şeyleri gizlerdi. İşte ayet bunun üzerine inmiştir.

«İki büklüm olup, göğüslerini çevirirler» yani; göğüslerinde-ki kin ve düşmanlığı gizlerler.

Katade, onların Allah'ın Kitab'mı dinlememek, Allah'ın zikri­ni işitmemek için göğüslerini (sırtlarını) çevirdiklerini söylemiş­tir.

Bazı müfesirler ise; «Kafirlerden biri kendi evine girip, per­desini sarkıtır, sırtını bükerek elbisesiyle örtünür ve şöyle derdi: Acaba Allah kalbimde olanı bilir mi"!» demişlerdir.

Süddi'ye göre, göğüsleri çevirmek ile, onların kalpleriyle hakk'tan yüzçevirmiş olmaları kastedümektedir. Bunu da güya Hz. Peygamber'den (s.a) gizlenmek için yaparlardı.

Mücahid ise> «Güçlerinin yettiğini sanarak, Allah'tan gizlen­mek için böyle yaparlardı» demektedir.

«Bilin ki elbiselerine büründüklerinde (bile) Allah onların giz­lediklerim ve açığa vurduklarım bilir»; yani Allah onların arala­rında olanı da, kalplerinde gizlemekte olduklarını da, savaş açmak ve eziyet vermek için ilan ettiklerini de bilir. Veya aralarındaki sevgi ve beraberliklerini de bilir.

Kadı Beyzavî; elbiselerine bürünmeleri ile yataklarına girip, elbiseleriyle başlarını kapatmaları, onların gizledıkieriyle kalple­rinde olanı, açığa vurdukiarıyla ise, ağızlarıyla ilan ettikleri Kas­tedilmektedir, eliyor. Onların açıkladıkları Allah'a nasıl gizli kala­bilir JüV «budur» kelimesi kalpler ile içindekileri veya göğüslerin içindeki sırlar demektir. [5]

Hazin, El-Ezherî'nin naklettiğine göre, ayetin mânâsı; «Pey­gambere düşmanlıklarım gizleyenlerin durumu bize gizli değildir. Biz onları her durumda takip etmekteyiz» şeklindedir, de­di. Ibn Abbas'tan bu yorumdan başka bir yorum rivayet edil­miştir; o da Buharî'nin Muhammed bin Ayyaş bin Cafer el-Mah-zumî'den rivayet ettiği şu sözdür ki, bu zat, İbn Abbas'ın bu aye­ti okurken dinlediğini ve ona bu ayetin mânâsını sorduğunu söy­ler ve ibn Abbas cevaben şöyle der: «Ayetin nazil olduğu dönemde bazı kimseler vardı ki tuvalet için çıktıklarında ve hanımlarıyla bir araya geldiklerinde gökyüzüne bakmaktan utanırlardı. İşte ayet bunun üzerine inmiştir».[6]  

Bazı kimseler bu ayetin münafıklar hakkında indiğini söyle­mişlerdir. Ancak tetkik etmek gerekir. Çünkü daha önce de geçti-gı gibi, münafıklık cereyanı Medine'de başgöstermiştir. 12, 17 ve 4- ayetleri hariç bu süre, Mekkî ve Hicret öncesi nazil oldu­ğa göre, böyle bir iddia nasıl doğru olabilir?

Bu itiraz şu şekilde cevaplanabilir: Burada sözkonusu edilen münafıklık zahiri münafıklık değildir. Aksine bazı müşriklerden sadır olan davranışlar kastedilmiştir. O müşrikler nifaka benzer bir tavır ortaya koyuyorlardı.

Bu itiraz şu şekilde de cevaplanabilir: Nifakın sadece.Medi­ne'de başgösterdiği iddiası kabul edilemez. Aksine nifakın olma­sı değil, ortaya çıkması Medine'dedir. Eğer nifakın Medine'de mey­dana geldiğini kabul edecek olursak, ayetin yorumunda yine bir işkal sözkonusu olamaz. Bu takdirde ayet, «Tıpkı o parçalayıcıla­ra indirdiğimiz gibi» (Hicr: 90) ayeti gibi anlaşılır. Eğer ayette geçen, Muktesim (parçalayıcılar), Yahudilerle yorumlanıp, bunun­la Beni Kureyza kabilesinin başından geçen olay kastediliyorsa, bu gelecekte vukûbulacak bir olaydan haber vermektir. Gelecekte vukûbulacak bir olay, kesinlik nedeniyle adeta olmuş gibi tabir olunmuştur. Bu da Kur'an'ın icazındandır. Çünkü Beni Kureyza olayı, bizim şu anda tefsir ettiğimiz ayetin haber verdiği olayda olduğu gibi vukûbulmuştur. Hud suresinin bu beşinci ayeti ile il­gili olarak gelen yorumlar içinde en sahihi Buharî'den nakledilen yorumdur.

«Çünkü O göğüslerde olanı bilendir» cümlesi daha önceki hü­kümleri takrir ve tesbit etmektedir. «Göğüslerin sahipleri» ile göğüslerde gizli olan sırlar veya göğüslerde olan kalb-i mânevidir-. Yani Allah Teâlâ'nm' ilmi insanların tüm gizliliklerim veya kalp­lerin bütün gizliliklerini ve hallerini ihata eder. Hiçbir sır, Allah-tân gizli değildir. Onların gizlediği veya açıkladığı bir şey Allah'a nasıl saklı olabilir? Burada Allah Teâlâ'nm isim cümlesi kullan­ması, Allah'ın ilminin ezeli ve sürekli olduğuna işaret eder. Bu ayette Allah Teâlâ'nm eşyamn gerçek alemde varolmalarından ön­ce, Allah'ın onları bildiğini açıklamaktadır. Bu hususu Mutezile' den bir grup dışında hiç kimse inkâr etmemektedir. Mutezile'nin bu grubu, Allah'ın eşyayı onlar meydana geldikten sonra bilebi­leceğini iddia etmektedir. Oysa Allah böyle bir noksandan münez­zehtir. [7]

 

Meal

 

6- Yeryüzünde her canlının rızkı, ancak Allah'a aittir. Al­lah onun durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilmek­tedir. Bütün bunlar apaçık (veya açıklayıcı) bir Kitab'dadır.

7- O hanginizin daha güzel amel işlediğinizi denemek için, arşı su üzerinde iken gökleri ve yeri altı günde yarattı. Andolsun ki, «Siz Ölümden sonra diriltileceksiniz» desen, kafir olanlar he­men, «Bu apaçık büyüden başka birşey değildir» derler.

8- Andolsun ki, biz onlardan azabı sayılı bir zamana ka­dar geciktirirsek, mutlaka derler ki: «Onu tutan nedir?». İyi bi­lin ki, onlara azap geldiği gün, o azap onlardan bir daha geri dön­dürülecek değildir. Ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçev­re kuşatacaktır.

9- Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırdıktan son­ra o rahmeti ondan çekip  alsak, kuşkusuz ki o tam manâsıyla ümidini kesen bir nankör ulur.

10- Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra, ona bir ni-

met tattırirsak,   (bu defa)   «Kötülükler benden gitti»  kanaatine vanr. Çünkü o çokça sevinen ve böbürlenendir.

11- Ancak sabredip, güzel amellerde bulunanlar böyle değil­dirler. İşte onlar için büyük bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

12- Belki de sen: «O'na bir hazine indîrilseydi veya onunla bir melek gelseydi» demelerinden ötürü sana vahyedilenin bir kıs­mını terkedecek ve bunu onlara okumaktan göğsün daralacaktır. (Kesinlikle bil ki) sen sadece bir uyarıcısın. Allah ise herşeye ve­kildir.[8]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6)   ((Yeryüzünde her canlının rızkı...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet tüm canlıların rızkını teminat altına alan bir ga­ranti mahiyetindedir. Allah Teâlâ burada insanların dikkatini çe­kip, rızk için gayrı meşru yollara başvurmamalarını kendilerine tavsiye ederek, bu hükmü va'zetmektedir.

«Dabbe» kelimesi erkek, dişi, akıllı, akılsız tüm canlıları kap. sar. «Debid» kökünden alınmıştır ve aslında hafif şekilde yürü­mek anlamındadır. Ancak örfte dört bacaklı hayvanlara tahsis edil­miştir. Ayette kastedilen ise örfî değil lugavi mânâdır. Yani yer­yüzündeki her canlı ister insan, ister diğer canlılar olsun onun gıdası ve geçimi Allah'a aittir. Yani bu rızkı vermek adeta Allah için vaciptir. Çünkü hakk ehli nezdinde, Allah'a vacip olan bir şey yoktur. Nitekim bu mesele kelam ilminde uzun uzun açıklanmış­tır. İmam Fahruddin Razî'ye göre, rızk Allah'ın va'dine binaen vacip olmuştur. Yani Allah fazlı dolayısıyla rızkı verme va'dinde durur. Ancak Allah Teâlâ, bu ihsanın ihlâl etmediğine göre iki fay­dadan dolayı bunu vücub şeklinde öne sürmüştür:

a) O nzık kesinlikle sahibine varır.

b) O, rızık hususunda kullarını tevekküle davet etmektedh\[9]

 

Sebeblere Başvurma Tevekküle Mani Midir?

 

Allah Teâlâ'nm tüm sebeplerin müsebbibi olduğunu bilmek­le beraber sebeplere tevessül etmek, tevekküle mani değildir. Çünkü bir rivayette «Önce deveni bağla, sonra tevekkül et», yine başka bir rivayette de «Hiç kimse rızkını ve ecelini tamamlama­dan Önce ölmez. O halde Allah'tan korkun, rızkı arayışta da güzel davranın» denilmiştir. Yani meşru olanı aşmayın, daima meşruiy-yet sınırında kaim. Hal böyle iken, «Sebebe tevessül etmeden, rızık elde edilemez» düşüncesi doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ, hiç­bir zaman sebebe tevessül edemeyecek durumda olan birçok can­lının rızkını vermektedir. Nitekim bazı rivayetlerde şöyle denil­miştir :

Hz. Musa'ya vahy indiği zaman, kalbi aile fertlerinin halleri­ne bağlandı. Allah Teâlâ ona asasıyla taşa vurmasını emretti. O da vurunca taş ikiye bölündü. Onun içinden ikinci bir taş çıktı. Üçüncü taşa vurdu. Onun içinden de bir kurtçuk çıktı. Onun ağ­zında gıda olacak bir şey bulunuyordu. Ve Hz, Musa bir baktı ki o kurtçuk, «Beni gören, konuşmamı dinleyen, yerimi bilen, beni hatırlayıp unutmayan Allah her türlü ortaktan münezzehtin) diye teşbih etmektedir.[10]  

İbn Üzeyne bir şiirinde ne de güzel söylemiştir:

«Kesinlikle anladım ki gözetlemek benim ahlâkımdan değil­dir. Yine anladım ki benim rızkım olan şey, mutlaka bana gele­cektir. Ben ona doğru koşuyorum. Onu aramak beni yorgun dü­şürüyor. Eğer yerimde dursaydım o bana gelecekti ve yorgun da düşmeyecektim».

Allah Teâlâ İbn Üzeyne'yi bu şiirinde haklı çıkarmıştır. O Hi-şam'm huzuruna vardığında Hişam onu bu sözlerinden dolayı kı­namıştı. Ancak Medine'ye döndükten sonra Hişam yaptığından pişman olarak, onun hediyesini kendisine göndermiştir[11]

 

Haram Da Helâl Gibi Rızık Mıdır?

 

Kısaca söylemek gerekirse, Allah'a güvenmek uygundur. Kal­bi Allah'a bağlamak, Allah'ın dilediğinin olacağına, dilemediğinin ise olmayacağına inanmak mümine hastır. Ehl-i Sünnet alimleri bu ayeti, haramın da helal gibi rızık olduğuna delil göstermişler­dir. Eğer haram rızık olmasaydı, hayatı boyunca haramdan baş­ka bir şey yemeyen bir kimsenin rızkının Allah tarafından olma­ması gerekirdi. Oysa böyle bir şey ayetle çelişir.

Ehl-i Sünnet'e göre bu bir faraziyedir. Çünkü hayatı boyunca haram yiyen bir kimse, en azından annesinin sütünü içmiştir ki bu da helaldir, ona Allah tarafından verilmiştir. Bununla birlikte ayette kastedilen, her canlının rızkını yiyeceği zaman, Allah Te-âlâ'nın kesinlikle o rızkı ona yedirmesidir. Bu hüküm, haramdan beslenen gibi rızkı olmayan bir kimsenin durumuna ters düşme­diği, gibi, hiçbir zaman rızık yemeyip de açlıktan ölen bir kimse­nin durumuna da ters düşmemektedir. Bu yorum Mücahid'e ait­tir. [12]

 

Allah Rızkın Kefilidir

 

«Müstekarr», canlıların babalarının sulbünde durdukları yer­dir. «Müstevda» ise, annelerin rahimleri veya anne rahimi yerine geçen yumurtalık ve benzerleri demektir. Her iki kelime de ism-i mekândır.. tMüstekarr» kelimesini babaların sülbüyle, müstevda kelimesini de annelerin fahimiyle tefsir etmenin nedeni şudur: Meni damlası sülblere nisbetle doğal merkezinde durur. Annelerin rahimine gelmeden belli bir süre orada emanet olarak bırakılmış­tır.

Ata'dan gelen bir tefsire göre, müstekarr anne rahimleriyle, müstevda da baba sülbleriyle tefsir edilmiş veya yorumlanmıştır. Ata'rnn müstekarr'ı ana rahimi ile yorumlamasının nedeni, «Biz rahimlerde dilediğimizi bırakırız» (Hac: 5) ayetine dayanmış ol­masında aranmalıdır. Müstekarr kelimesi ile canlıların yeryüzün­deki meskenlerinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü bilfiil ortadadırlar. Müstevda kelimesi ile de, onların maddeleri ve meskenlerinde meydana gelen bilkuvve yerleri de kastedilmiş olabilir. Bu 'bütün canlılar için geçerlidir. Ancak ilk yorum bu şekilde bir sonuca elvermez. Çünkü canlılardan bazıları vardır ki, hiçbir zaman babanın sulbünde olmazlar. Mesela yeryüzünün ufu­netinden-yaratılmış olan kurtçuklar gibi.

Bu yoruma göre, ayetin anlamı şu şekildedir: Yeryüzünde her' canlının rızkını Allah verir. O neredeyse onun rızkını oraya gön­derir. Onun değişik maddesini bilir. Onun çeşitli istikrar yerle­rinde, değişik birleşmelerinde, değişen ve gelişen iskeletlerinin mertebelerinde saklı bulunan muhtelif maddelerini bilir. Her mer­tebede ona uygun ve onun varlığının başlangıçlarından olanı ve­rir. Onun üzerine gelişen kemalâtına uygun ne ise onu ihsan eder.

Abdürrezzak ve bir grubun İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, ayette geçen müstekarr, kişinin gece vardığı yer, müstevda kelimesi ise ölüp de gömüldüğü yerdir. Ancak müstevda'nm bu şekilde yorumlanması, rızıkların tekeffül edilmesinden bahseden bu ayete uygun düşmez. Ancak bazıları bunun, tekeffül süresinin sonuna işaret ettiğini söylemişlerdir. Nitekim İbn Mesud'dan ge­len bir rivayette buna işaret edilmektedir: «Müstekarr annelerin rahimi, müstevda ise, kişinin ölüp gömüldüğü yerdir» (Taberî, Hakim). Allah Teâlâ adeta şöyle demektedir: «Ben her canlının rızkına kefilim. Onlar muhtaç oldukları ilk zamandaki yerlerini de, rızka ihtiyaçları olmadığı son yerlerini de bilirim». Allah Te-âlâ o rızkı onlara gönderir, rızkın gönderilmesi ihtiyaç süresince devam eder. Ancak ihtiyaç bittiği zaman rızık da kesilir.

«Bütün bunlar apaçık bir Kitab'dadır» cümlesi ise şu anlam­dadır: Canlıların her biri, onların rızıkları, istikrar yerleri, konul-duklan yerlerin hepsi apaçık bir Kitab'dadır. Veya zikredilen her-şey veya daha zikredilmeyen şeyler, apaçık Levk-i Mahfuz'da. tes-bit edilmiştir, oraya bakan melekler veya onun içindekine mutta­li olan kimseler bunu görürler.

Tayyibî'nin ifade ettiğine göre bu cümle nzık kefaletinin vü-cubunu tamamlamaktadır. Tıpkı bir insanın borcunu ikrar ettik­ten sonra onun bir senedini yazması gibi .«Keşf»e göre bu cüm­le, ilmin tahkikidir. Adeta Allah Teâlâ onların gizlediklerini ve açıkladıklarını bildiğini ifade ettikten sonra, ilminin umumî olu­şuna delâlet eden bu cümleyi getirmekte ve sonra kudretinin bü­yüklüğüne delâlet eden diğer bir cümleye geçmektedir.

(7) «O hanginizin daha güzel amel...» Bu Ayetin Tefsin

Ayet-i Kerime Allah Teâlâ'nm vahdaniyyetini takrir ve tesbit et­mektedir. Ç^nkü ancak ilim ve kudreti mutlak olan zat, mabud olabilir. İlim ve kudret sahibi olmayan, yani bilmeyen ve bir za­rarı defetmeye gücü yetmeyen ilah olamaz. Ayrıca bu cümle daha önce geçmekte olan va'd ve tehdidi tekid etmektedir; zira Alim ve Kadir olan bir zâtın kudretinden yarar da zarar da beklenebüir. Böyle bir zâtın kahrından korkmak da gerekir.

Göklerin ve yerin yaratılışı ile kastedilen, onları ve onlarda bulunanı yaratmaktır. Burada göklerin yücelerden, yerin süfliyat-tan olması ve dolayısıyla hem gökleri ve hem de göklerde bulunanlan, hem yeryüzünü hem de yeryüzünde yaşayanları kapsama­sı mümkündür. Konum itibariyle böyle bir tevile gerek duyulmuş­tur. Çünkü altı günde gökleri ve yeri yaratmak, onlarda bulunan |       şeyleri yaratmaya mani değildir.

«Yevm» (gün) kelimesi mutlak zamandan kinayedir. Burada M bizim büdiğimiz gecenin karşıtı olan gün kastedilmemektedir. Çünkü böyle bir günün, göklerin ve yerin yaratılışı anında olması düşünülemez. Çünkü o zaman ne güneş ne de arz vardı. Bu -gün-lerin.üki pazar, sonuncusu cuma günüdür. Her -gün-ün uzunluğu bir sene kadardır. [13]

 

Niçin Allah Yer Ve Göğü Bir Defada Yaratmadı?

 

Allah- Teâlâ'nın gökleri ve yeri bir defada yaratmamasında, Cnun kudret sahibi ve muhtar oluşuna dair deliller vardır. Ay- rica göklerin ve yerin altı günde yaratılmasında düşünenler için  ibret ve her işte onları sabırla hareket etmeye teşvik vardır.

Allah Teâlâ, gökleri ve yeri niçin yedi veya beş   ya da daha  fazla veya daha eksik günde değü de, altı günde yaratmıştır? Bu mesele daha önce A'raf suresinde izah edilmişti.

«Gökler» ibaresi çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü onlar asılları (zatları) itibariyle değişiktirler. «Yer»i ise tekil olarak kullanmasının nedeni, onun aslı (zatı) itibariyle bir tane olması­dır. Eğer, «Yer de yedi tabaka olmak bakımından gök gibidir. Her  tabakanın arasında mesafe vardır ve her tabakada birbirinden ayrı yaratıklar vardır ve Allah Teâlâ'nın: 'Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yarattı' (Talak: 12) ayetiyle de bu kas­tedilmiştir» denilirse, cevap olarak bir çok alimin yerin bir kürre olduğunda ve yedi iklime taksim edildiğinde ittifak ederek ayeti bu anlamda yorumlamış olduğunu öne süreriz.

«Arşı su üzerinde iken» cümlesi, «Gökleri ve yeri altı günde yarattı» cümlesi üzerine atıftır. Yani O'nun arşı gökleri ve yeri yaratmazdan önce su üzerindeydi. Mücahid, ayeti bu şekilde yo­rumlamaktadır. Ayette geçen «Kane» fiilinden elde edilen geçmiş_ zaman mânâsı, konuşmaya değil hükme nisbetendir.

Beyzavî bu konuda şöyle diyor: Arş ile su arasında bir perde yoktu. Ayetin mânâsı da zaten, suyun üstüne arşın konulduğu şek­linde değildir. Bu ayetle boşluğun mümkün olduğuna delil geti­rilmiştir. Arştan sonra bu âlemin parçalarından ilk yaratılmış olan nesne sudur. Sudan önce arş rüzgârın üstündeydi. En doğrusunu Allah bilir.[14]  

Şeyhülislam Ebussuud Efendi de açıkça böyle demektedir. Yani o arşın altında suyun dışında bir şey olmadığını söylemek­tedir. İster su ile arş arasında bir boşluk olsun, ister rivayet olun­duğu gibi arş suyun üstüne konmuş olsun, ayette boşluğun imkâ­nına delâlet eden bir taraf bulunmamaktadır. Çünkü ayet boşlu­ğun olduğuna delâlet etseydi, onun imkânına değil, varlığına delâ­let ederdi. Ayrıca bu dünyada suyun arştan sonra ilk yaratılan nesne olduğuna dair de bir delâlet yoktur. Ayet, su ve arşın yara­tılışının gökler ve yerin yaratılışından önce olduğuna delâlet et­mekte, ancak suyun mu, arşın mı daha önce yaratıldığına değin­memektedir. Bu hususta Kadı Beyzavî ile Ebussuud Efendi ara­sında ihtilâf vardır. Alusî'nin dediğine göre; alimlerin çoğu, doğ­runun Ebussud Efendi ile beraber olduğunu söylemiştir [15]

 

Arş Mı, Su Mu Daha Önce Yaratılmıştır?

 

Suyun arştan sonra varolduğuna dair delil şudur: Her basit bir cisim, tabii bir mekânı işgal etmektedir. Çünkü mekân o cis­min varlığının gereklerindendir. Fail bir cismi varettiğinde kesin­likle onu bir mekânda vareder. Hafif cisimlerin mekânları üstte, ağırların mekânları ise alttadır. Bu ise ağırlık ve hafiflik hasebiy-ledir. Bunları sınırlandıran en büyük felektir. Bu bakımdan su­yun arş içindeki varlığı, arşın varolmasına bağlı olan mekânın varlığına bağlıdır. Dolayısıyla su arştan sonra varolmuştur.

Ancak bu yorumun doğruluğu tartışılabilir. Çünkü burada, Allah'ın arş ile suyu beraber yaratmasının niçin mümkün olmaya­cağı sorulabilir. Oysa bazı rivayetlerde, suyun arştan önce yaratıl-dığı bildirilmiştir.

Ebu Razin el-Akü'den rivayet olunduğuna göre, birgün ken­disi Hz. Peygamber'e (s.a), «Ey Allah'ın Rasûlü! Gökler ve yeri yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi?» diye sorar ve Hz. Pey­gamber (s.a), «O bir amada idi, O'nun altında da, üstünde de ha­va yoktu. Arşı su üzerinde halkeyledi» diye buyurur. (Tayalasî, İmam Ahmed, Tirmizi, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir ve Bey-hakî)

Kurtubî, «Arşı su üzerinde iken» ifadesinin tefsirinde şöyle demektedir: «Bu ayet atş ile suyun gökler ve yerden önce yara­tıldığını açıklamaktadır.»

Ka'b'ul-Ahbar der ki: «Allah yeşil bir yakut yarattı ve hey­betle ona baktı. O eridi ,su oldu. O su da Allah korkusundan tit­redi, işte bundan dolayıdır ki, sular ta o günden bugüne kadar dalgalanmakta ve sallanmaktadır. Durgun sular bile sallanır. Son­ra Allah rüzgârı yarattı. Suyu rüzgârın sırtına bindirdi. Sonra arşı su üzerine bıraktı». [16]

Said bin Cübeyr; İbn Abbas'ın, «Su neyin üzerindeydi?» diye sorulan bir soruya, cevap olarak: «Su rüzgârın üstündeydi» dedi­ğini rivayet eder.

îmran bin Hüseyn'den şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Pey-gamber'in (s.a) yanında bulunduğum bir sırada, Beni Temim ka­bilesinden bir grup Hz. Peygamber'e geldi. Hz. Peygamber (s.a) onlara, «Ey Beni Temim Kabilesi! Müjdeyi kabullenin» dedi. On­lar da bunun üzerine iki kez, «Bize müjde verdin, bize mal da ver» diyerek Hz. Peygamber'den dünyalık istediler. Daha sonra Yemenlilerden,bir grup içeri girdi. Hz. Peygamber (s.a) onlara, «Ey Yemen ehli! Temim Kabilesinin kabul etmediği müjdeyi siz­ler kabul edin» dedi. Onlar da, «Biz kabul ettik. Biz din hususun­da bize bilgi vermen ve senden bu işin başlangıcını sormak için geldik» dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Allah var idi. O'ndan başka bir şey yok idi. O'nun arşı su üzerindeydi. Son­ra gökler ve yeri yarattı. Levh-i-Mahfuz'da her şeyi yazdı» dedi. Sonra bir kişi bana gelip, «Ey İmran, Deven gidiyor, devene yetiş» deyince, ben de devenin arkasından koştum. Baktım ki deve he-yelani kesip gidiyor. Vallahi isterdim ki, kalkmasaydım da deve gitseydi. (Buharı)

İmam Ahmed, Buharı, Tirmizi ve Neseî aynı hadisi İmran. bin Hüseyn'den şöyle rivayet ediyorlar; (Ravi diyor ki): Yemen­liler, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu işin Öncesinin nasıl olduğunu bize haber ver» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: «Al­lah her şeyden evveldir. Arşı suyun üzerindeydi. Herşeyi de levh-i Mahfuz yazmıştı. Gökleri ve yeri yarattı».

Hadiste sözkonusu olan kitabet (yazma), takdir anlamına hamledilir. Allah takdir buyurmuştur. Burada herhangi bir yazma; içinde yazı bulunan herhangi bir defter sözkonusu edilmemiştir. Bu yorum, diğer hadis için de geçerlidir. Fakat bununla beraber takdir zamanı'ıam tıpkı kayyumiyet ve Allah Teâlâ'nın vücud zamanıyla beraber olan hayat zamanı gibi aynı olması ile Abdullah bin Amr bin As'dan rivayet edilen şu hadis arasında tearuz var­dır: «Allah gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin yıl önce mahlu-katın mukadderatını takdir buyurdu. O'nun arşı su üzerindeydi. Görüldüğü gibi bu hadis daha önceki yorumu geçersiz bir duruma getirmektedir. Çünkü Allah'ın ve sıfatlarının varlık zamanı ile mahlukatın varlık zamanı arasında tahayyül edilen o ara dönemin parçalan sonsuzdurlar. Elli bin rakamı nasıl takdir edilmiştir? Oy­sa elli bin kendisiyle çarpıldığında ve elde edilen rakamı da bin kere bin ile çarpıldığında bu en az hatta sonsuza oranla bir hiç­tir. Mezkur yorumla Ebu Razin el-Akil'in rivayet ettiği hadiste ge­çenler de birbiriyle tearuz halindedir. Çünkü bu hadis kesinlikle arşın mahluk old, .ğunu isbatlar. Kayyumiyetin mahluk olması ise caiz değildir. Kâ'b'ul-Ahbar'dan gelen rivayette aynı şekilde bu­nunla mütearızdır. Hatırlanacağı üzere bu rivayette? «Allah yeşil bir yakut yarattı ve ona heybetle baktı. O da su oldu. Sonra rüz­gârı yarattı. Suyu rüzgârın sırtına bindirdi. Sonra arşı su üzerine koydu» denilmekteydi. Arşın rüzgârın üstüne konulması hadisi, daha önce zikrettiğimiz gibi İbn Abbas kanalıyla da gelmiş­tir. Suyun Allah için hayat sıfatı mânâsında olduğunu Öngören yorumu, bu hadisin zahiri reddetmektedir. Nitekim Rebî bin Enes'ten rivayet edilen şu hadis de bu minvaldedir: «Allah'ın arşı su üzerindeydi. Gökleri ve yeri yarattığı zaman, O suyu ikiye ayır­dı, yarısını arşın altına koydu. Bu «El-Bahr'ul-Mescur» (kabarıp-tutuşan deniz. —Tur: 6—) idi. Sûr'a üfürüldüğü ana kadar bun­dan bir tek damla dahi inmeyecek ama ondan sonra sağnak ha­linde yağacaktır. Varolduğundan, kıyamete kadar gelmiş-geçmiş maddeler yeniden bitirilecek, yeşertilecek ve hayata geçirilecektir. O suyun diğer kısmını da en alt tabakanın altına koydu», (ibn Ebi Hatim, Ebu Şeyh).

Kısaca mesele şu şekilde özetlenebilir: Su ile kastedilen, kimyasal elementlerden birisidir. Arş ile kastedilen ise, akıllara dur­gunluk verecek bir mahiyete sahip olan bir cisimdir. «Arşı su üze­rinde idi»; yani onun üstüne konmuştu, onunla temas ediyordu veya su üzerine bina edilmişti. Fakat aralarında temas noktası yoktu. Onu sadece ikinci mânâ ile sınırlandırmak, isbatı mümkün olmayan bir şeydir ve «Kıyl'u-kal»dan başka bir şey olmaz. Ayet, suyun arştan sonra ilk yaratık olduğuna dair delil de değildir. Gü­venilir eserlere başvuran kimseler daha önce Tirmizi tarafından -hasen- olduğu söylenen Ebu Razî'nin haberi gibi, başka haberler de göreceklerdir ki o haberlerin zahirine göre, su arştan önce­dir. [17]

Meraği bu ayetle ilgili olarak şu yorumu getirmektedir:

Allah bu alemi yarattığında (veya daha Önce) O'nun azamet tahtı su üzerindeydi. Rahman'm arşı gayb âlemindendir ve biz onu duyularımızla idrak edemeyiz. Düşüncemizle onu tavsif etmeye de gücümüz yetmez. Allah'ın onun üzerine istiva etmesinin künhünü biz bilemeyiz. Bu muhteşem alemin idaresi için, emrinin oradan çıkışının keyfiyetini de bilemeyiz. Bununla ilgili olarak Ümmü Se­leme, İmam Malik ve Rebî'den, onların «İstiva malûmdur, keyfi­yeti ise meçhuldür» dedikleri rivayet olunmuştur.

Bu ayetten anlaşılan odur ki, göklerin ve yerin oluşumundan önce, arşın dışında yaratılmış bulunan diğer bir nesne de sudur. O su ki, Allah Teâlâ onu tüm canlıların aslı ve kökü kılmıştır. Astronomi bilginleri yer küresi dışında güneşimize tâbi olan ve onun yörüngesinde dolaşan diğer yıldızların günlerinin bizim dün­yamızın günlerinden uzunluk bakımından daha farklı olduğunu söylemektedirler. Sedim diye tabir edilen Duhan'Ğan Allah Teâlâ pırıl pırıl parlayan güneşi ve ışık saçan yıldızlan yarattığı günler, dünyamızın günlerinin trilyonlanyla ancak ölçülebilir.[18]  

«O hanginizin daha güzel amel işlediğini denemek için» cüm­lesinde geçemYebluvekum» fiili denemek anlamındadır. Bu ayet temsilî bir anlam taşır ve hakiki mânânın irade edilmesi doğru olmaz. Çünkü böyle bir durum, ancak yapılan işlerin durumunu bilmeyen bir kimse için sözkonusu olabilir. Oysa Allah her ,şeyi bilendir.

Ayette geçen -amel- ile kastedilen, kalbî hem de bedenî amel­lerdir. Nitekim bu yorumu Ibn Ömer'den rivayet edilen şu hadis desteklemektedir; Hz. Peygamber (s.a) bu ayeti okuduğunda ben ona bu ayetin mânâsını sordum, o da ayetin anlamının: «O han­ginizin daha güzel bir akılla davrandığınızı deniyor. Aklen en gü­zeliniz, Allah'ın haramlarından en çok kaçınanınız ve Allah'ın ta-atini en çok işleyeninizdir» dedi. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Hakim) Ancak Suyutî bu hadisin senedinin zayıf olduğunu söylemektedir.

İbn Ebi Hatim bu ayetin anlamını Süfyan'dan şöyle rivayet etmektedir: «Hanginiz dünya hakkında daha zahidsiniz diye Al­lah sizi deniyor».

Mukatil: «Hanginiz Allah'tan daha fazla korkacak diye...»

Dahhak: «Hanginiz Allah'a daha fazla şükredecek diye...»

Daha önce de söylediğimiz gibi, «Amel», kalbin de, bedenin de amellerini mündemiçtir. Ancak kalbî amel daha üstündür. Çünkü kalbî amellerin merkezi Allah'ın marifetidir ki o da kalptedir. Ba­zen kalbî bir amel sayesinde insan, bir günde yeryüzündeki tüm insanlarının amellerinin gerektirdiği derece kadar derece elde ede­bilir. Bazı rivayetlerde, «Bir saatlik düşünce (tefekkür) yetmiş se­nelik ibadete bedeldir» diye bildirilmiştir.

Bazı müdekkiklere göre, yerin ve yerde bulunanların yaratılışmm insanları denemek için olduğunda kuşku yoktur. Ama gök­lerin yaratılışına gelince, o yerin münasebetiyle zikredilmiştir. Bununla beraber gökler hafaza meleklerinin istikrar yeridir. Du­anın kıblesi, vahyin geldiği yerdir. Bunların da insanoğlunun de­nenmesinde müdahaleleri vardır.

 «Andolsun ki, —siz ölümden sonra diriltileceksiniz— desen»; yani kafirler ve Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar sana, «Bu Kur an'dan bize getirdiğin nedir? Onu ancak bizi kendine boyun eğ-dirmek için getirdin. Bu apaçık bir göz boyamadır. Bununla akıl­lan çeliyor, kalpleri kazanıyorsun. Kişiyi kardeşinden, annesin­den ve babasından ayırıyorsun. Senin getirdiğin bu Kur'an'zn, in­sanların öldükten sonra diriltileceğim ve herkesin yaptığının kar­şılığım göreceğini bildiren iddiaları asılsızdır» derler.

Bu tür tekvin ayetlerinde, Kur'an'in ilmî mucize oluşu söz-konusu edilir. Allah Teâlâ arşın göklerin ve yerin yaratılışıyla be­raber A'raf, Yunus, Hud, Rad, Tana, Purkan, Secde ve Hadid gi­bi surelerde zikretmiş ve her birinde, O'nun yüceliklerinden biri­ni ele almıştır. Mesela A'raf suresinde, geceyi gündüzün ardından  getirdiğini, güneş ve ayı musahhar kıldığım, Yunus suresinde, bir yardımcıya ihtiyaç duymaksızın yaratılması kendi mutlak ted­biriyle yaptığım, Hud suresinde, canlıların yaratılışında suyun et­kisini, Rad suresinde, belirli bir zamana kadar güneş ile ayın mu­sahhar kılınmasını, Tana suresinde, yerlerde, göklerde, araların­da ve toprakların altında bulunan her şeyin kendisine ait oldu­ğunu, Purkan suresinde, gökte burçlar yarattığım, oraya pırıl pı­rıl parlayan bir ay yerleştirdiğini, Buruc suresinde, Secde suresin­de, kendisinden başka hiç kimsenin velisi veya şefaatçisi olmadı­ğım, Hadid suresinde, yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bildiğini açıklamıştır.

Kelamcılardan bazuan, yedi gök, kürsî ve yüce arşın yorumu iîe ilgili birtakım problemler çıkarmışlardır. Onlar bu ifadeleri Yunan filozofların öne sürdükleri dokuz felekle yorumlamışlar-, dır. Oysa bu yorum Kur'an'la çatışır. Günümüzün astronomi bi­limi, kadîm Yunanlıların öne sürdükleri hayalî teorileri, ilmî de­lillerle çürüterek, yıkmıştır. Meselâ, Nur'u tahlil etmek, onun şek­lini açıklamak, ısının derecelerini bildirmek gibi ilmî delillerle bu hayalî teorileri yıkmışlardır. Modern astronominin kainat ile ilgi­li tesbitleri Kur'an'm bildiklerine yakındır. Bu yerküresi, kadîm astronomlara    göre,    tüm    âlemin merkezidir.    Ayın yörüngesi onu    kapsamaktadır. Yani    ay,    yerküresine    gök    olmaktadır. Onu da   Utarit, onu Zühre, onu   Güneş, onu Merih, onu Müşteri, onu Zuhal ihata etmektedir. Yıldızların tüm yörüngeleri, «Felek-l Atlas» tabir edilen felek tarafından ihata edilmiştir. Yine kadîm astronomlara göre Allah, dokuz gök kalbinde bir yeri yaratmış­tır. «Sema», Arapçada yüksek olan şey demektir. Rağıp el-İsfe-hanî,_ bazılarından şöyle nakleder. Her sema altmdakine nisbet-le semadır. Üstündekine nisbet edildiğinde yer olur. Ancak en yüce sema müstesnadır. Çünkü o yeri olmayan bir semadır. Allah Teâlâ'nın: «Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarım yarattı,» (Talak: 12) ayeti de buna hamledilmiştir. Burada «yedi» tabiri semboliktir ve sayısal anlamı yoktur. Bundan daha garibi, şimdiki âlem, tekvîn'in genel kurallarıyla nesiller arasmda derece derece yükselmektedir. Bilginlere göre, kastedilen birtakım teori­lerin ve esasların öncekileri çürütmesi sözkonusu iken bunlardan hiçbiri Kur'an'da sabit olan hiçbir hakikati çürütememiştir. Me­sela; «Sonra sema duman olduğu halde oraya yöneldi» (Pussilet: 11) ayetiyle sabit olan «Sedim» (sis) ile bitkiler ve diğer canlıların kökeninin sudan olduğunu bildiren ayet, tüm bilginler nezdinde geçerliliğini hâlâ korumaktadır ve koruyacağında da şüphe yok­tur. Bu konuda ayetleri çürüten bir keşf vuku bulmamıştır. Du-han suresinin 10. ayetinde tüm canlıların özü olan su,   «Duhan» (sis), Furkan suresinin 25. ayetinde «Gamam» (sis) ve Bakara suresinin 210. ayetinde de yine «Gamam» ile tabir edilmiştir. Ga­mam lûgatta «înce bulut» demektir. Duhan, Gamam, Buhar ve Sedim gibi ifadelerin hepsi de, latif bir madde olan suyun farklı tezahürlerini bildirirler. Müslüman bilginler buharın, su ile hava­nın elementlerinin birleşiminden meydana geldiğini söylemişler­dir. Duhan, arz, hava ve ateşin birleşiminden meydana gelen bir maddedir. Yine «Gubar» <toz) arz ve havanın elementlerinden meydana gelir. Hidrojen gibi buhar ve duhanın basit elementleri de duhan ile tabir edilebilirler. Hidrojen suyun, oksijen ise ateşin meydana getirdiğidir. Bu basit elementlerin Örfî ismi gaz'dır. «Sedim» lûgatta, gamam ve duman demektir. Astronomlar onu, duman için de, başkası için de kullanmıştır. Istılahta münakaşa edilemez.

Kısacası Kur'an'da yüce arş ifadesi, sözkonusu tekvin ayet­lerinin her birisinde, bizi tekvin kurallarından tekvine kaynak olan bir çeşidle irşad etmiş, tedbirin çeşitlerine yöneltmiştir. İçinde -arş-uı sözkonusu edilmediği tekvin ayetlerinde ise, Allah bizlere başka kurallar, nimetler ve hikmetler göstermektedir. Bu ayetle­rin inzal döneminde Araplar da, kültürel bakımdan gelişmiş di­ğer milletler de bunlardan haberdar değillerdi. Bunların arasında öyle maddeler vardır ki, bunları batı dünyası daha yeni yeni ta­nımaya başlamıştır. Meselâ; Kur'an tüm canlıların çiftlerin bir­leşmesinden meydana geldiğini belirtir ve bunu Bakara suresinde, Kaf suresinin 7. ayetinde, Şuara suresinin 7. ve 31. ayetlerinde beyan eder. Kur'an'da zikri geçen «Zevcin Behicin» (Güzel çift), (Hacc: 5), «Zevcin Kerimim) (Kerim çift), (Şuara: 7) bitiren kaynak anlamındadır. Nitekim Allah Teâlâ Necin suresinin 45. ayetinde: «O iki çifti, erkeği ve kadını yarattı» buyurmaktadır. Yine bunun benzerleri Kıyamet suresinin 36 ve 39. ayetlerinde zik­redilmiştir.

Şayet, bu çağda tekvin ilminde insanlar tarafından keşfolu-nan son veriler, pozitif ve negatif elektrik zerrelerinin bileşimidir. Bilimde elektron, proton diye tanımlanan bu veriler, Kur'an'da da yer almakta mıdır? diye sorulacak olursa, bunların da doğurgan bir çift olduklarım söyleyebiliriz. Kur'an çiftleşme kuralını sadece bitki ve hayvanlara münhasır kılmış değildir. Aksine Zari-yet suresinin 43. ayetinde «Her şeyden iki çift yarattık. Umulur ki hatırlarsınız» diye buyurulmuştur. Mutlaklık ve genellik bildir­mesi açısından, bu ayetten daha beliğ, akıllara durgunluk veren, ilm'de müstakil davrananlara büyük ibret veren şu ayet vardır: «Ne yücedir O Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden tüm çiftleri yaratmıştır.» (Ya­sin: 36). Böyle bir ifade ancak gaybı ve şehadeti bilen bir Zât' dan sadır olabilir. Böyle bir ifade ümmiler arasında yetişen, Üm-mi bir peygamber olan Hz. Muhammed'in de, rasyonalist (akılcı) ve natüralist (Tabiatçı) filozofların en ileri seviyede olanlarının da aklının ucundan bile geçmez. Bununla birlikte ayet ve hadis­lerde Nur ile Ateş'in zikri yaratılış konularında gelmiştir. Bu apa­çık elektriğin varlığına delâlet eder. Bunların en belirgini şu ayet­tedir: «Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan penceresiz bir kandil yuvasına benzer...» (Nur: 35) Yine birçok ayette cinlerin ateşten, alevden yaratıldıkları bildirilmekte­dir. Cinler de yeryüzünün canlıları arasındadır. Onlar bir dönem­de yanan bir ateş kütlesiydüer.[19]

 

Tekvin Ayetlerinin Kür'an'a Serpiştirilmesi

 

Eğer, bu kuralların hepsinin Kur'an'ın bir yerinde zikredil­mesi gerekirdi ki, insanlar açısından bu daha belirgin olsun ve  böylelikle müminler bu zamanda ilmin açıkladıklarına hızla ula- şabilsinler denilecek olursa cevap olarak şöyle deriz:

 Kur'an'ın asıl maksadı ve esasın ve ayrıntının açıklanmasuı- daki üslubu onlan değişik surelerde ve değişik ayetlerde başka meseleler ve yararlarla gerektiğince değinerek zikretmektir. Bu­nun hikmeti, Allah Teâlâ'nyı zikrettiği tüm meselelere ve konulara son derece önem kazandırmaktır. Çünkü çağdaş bilimlerle, noktası noktasına mutabık olan ayetler, ait oldukları Kitabin tama­mıyla bu derecede doğru olduğunu gösterirler. Yani "bu tür gerçek­ler, mucize ve doğru olduklarını isbat etmek için, Kur'an'm çeşit­li sure ve ayetlerine serpilmişlerdir. Ayrıca bu tekvin ayetleri, Tevhid ve Haşr inancına delâlet etmek maksadıyla zikrolunmuş-lardır. Uygun olanı da zaten bu ayetleri Tevhid ve Haşr inancıyla birleşik konularda tekrar tekrar zikretmekti. Üstelik bunları ay­rıntılı bir şekilde bildirmek, ilâhî vahyin asıl maksadı değildir. Bunlar insanların kendi çaba ve araştırmalarıyla elde edebilecek­leri bilgilerdir. Vahy ise sadece insanlara bu bilgileri edinebilme­leri için yol gösterir. Ayrıca Kur'an'm bu tür ayetleri bir yerde toplanmış olsaydı, o zaman (bunlar varoluşun tüm yönlerini açık­lamak üzere inmiş olduklarından) ilmî araştırmalarla bunların mukaddimelerini elde etmezden önce, onları anlamak zorlaşırdı. Hatta bazı insanlar için dinden dönme tehlikesi bile başgösterebi-lirdi. Dünyanın yuvarlak olduğuna ve güneşin etrafında döndüğü­ne Kur'an, (A'raf suresinde) açık bir şekilde değinmektedir. Bu­na rağmen müslümanların çoğu bu meseleden haberdar değildir. Ayrıca îslâm kültürüne, musallat olan musibetler, toplumsal ve askerî fitneler, dinî ve siyasî parçalanmalar başgösterip, bilimin ilerlemesini durdurmasaydı, müslümanlar bu gerçekleri diğer mil­letlerden önce keşfederdi. Öyle ki insanlar bu hususta müslüman-lara tâbi olurlar ve onların izinden yürürlerdi. Çünkü kevnî ilim­lerin biri, diğerini desteklemektedir. Onların gidişatını durdura­cak bir engel çıkmadıkça birbirlerine destek olurlar.

(8) Andolsun ki biz onlardan...»Bu Ayetin Tefsin         

Sözkonusu edilen azap, mahşer günü veya Allah Teâlâ tarafın­dan diğer ayetlerde va'dedüen azaptır.1 Bazıları ise bu azabın, Be­dir günündeki azap olduğunu söylemişlerdir.

İbn Abas'tan gelen bir rivayete göre, Cebrail Hz. Peygamber (s.a) ile alay eden beş kişiyi daha Bedir'e varmalarından önce he­lak etmiştir.

Bazıları bu azap ile kastedilenin, kafirlerin hepsini içine alan azap olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu görüşü İbn'ul-Münzir ile İbn Ebi Hatim'in rivayet ettiği şu hadis desteklemektedir:

«İnsanların hesapları yaklaştı» (Enbiya: 1) ayeti nazil oldu-ğunda bazı kimseler, kıyamet yaklaştığına göre kötü bir iş yap­maktan vazgeçin, dediler, herkes de küçük de olsa kötü bir iş yapmaktan vazgeçti. Ancak daha sonra o kötü işleri yapmaya başladılar. Bunun üzerine, «Allah'ın emri geldi (yani, muhakkak gelecektir), siz acele etmeyin» (Nahl: 1) ayeti nazil oldu. Bu se­fer dalâlette olanlardan bir grup, «Allah'ın emri geldi» dedi ve halk güya kötülük yapmaktan vazgeçti, sonra tekrar aynı kötü­lüklere döndüler. İşte bunun üzerine de bu ayet nazil oldu. Yani «Azabın gecikmesi sayılı az bir zamana kadar olsaydı, bu defa onu geciktiren nedir?» derler.

Bazı müfessirlere göre, ayette geçmekte olan «Ümmet» ifade­si, -cemaat- anlamındadır. Bu takdirde ayetin mânâsı, «Eğer tanı­dıkları bir cemaate kadar, onlardan azabı geciktirmiş olsaydık, acaba azabı geciktiren nedir? derlerdi» şeklinde anlaşılır. Bu yo­rum Ali bin İsa ile Cübbaî'den rivayet edilmiştir. Yani bunlardan sonra gelen bir cemaate kadar ki o cemaati de mükellef kılaca­ğız, onlar da isyan edecekler, ilâhî hikmet de onların helak ol­masını gerektirecek ve kıyametin kopmasını zorunlu kılacaktır, îşte bu zamana kadar geciktirmiş olsaydık, bu sefer de. «Azabı geciktiren nedir?» diyeceklerdi.

Şiî kaynaklarda, Ümmet ifadesiyle kastedilen ahir zamanda gelecek olan Mehdî'nin üç yüz küsur sayıdaki arkadaşları olduğu ve bunların sayısının tıpkı Bedir Savaşı'na katılanlar kadar olduğu bildirilmektedir. Ancak neye istinaden bu yorumu öne sürdük­leri belli olmadığından, bu görüş müfessirler arasında kabul gör­memiştir.

«Azabı geciktiren nedir?» şeklindeki sorularıyla onlar, Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlamayı ve onunla alay etmeyi hedeflemek­tedirler. Çünkü eğer onlar azabın ve Hz. Peygamber'in azap husu­sundaki sözlerinin doğruluğuna inanmış olsaydılar, onu acilen is­temezlerdi. Onların amacı azabın geleceğini itiraf etmek ve ger­çekten onu geciktirenin kim ve ne olduğunu öğrenmek değildi. Nitekim ayetin son bölümü de bunu desteklemektedir: «İyi bilin ki, onlara azap geldiği gün, o bir daha onlardan geri döndürüle­cek değildir. Ve alay etmekte oldukları şey, onları çepeçevre ku-satacaktır». Yani, azap onları kapsayacaktır. İfadenin «Kuşattı» şeklinde gelmesi, bunun kesinlikle olacağından dolayıdır. Yani adeta olmuş gibi tabir edilmiştir.

(9) «Eğer insana tarafımızdan bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, şayet insana tarafımızdan bir sıhhat ve güvenlik verilir­se ve insan onun tadını aldıktan sonra biz bunu insandan geri alırsak, kesinlikle insanoğlu şiddetli bir ümitsizliğe düşer. O ni­metin geri çevrilmesinden ümidini keser. Çünkü bir insanın Al­lah'a tevekkülü ve güveni yoktur. Burada kastedilen elbette inanç­sız insanlardır.

Bazı müfessirlere göre, burada -insan- sözü Velid bin Muği-re'ye işaret etmektedir. Çünkü bu ayet onun hakkında nazil ol­muştur. Bazılarına göreyse, bu ayet Beni Mahzum'dan Abdullah bin Ebi Ümeyye hakkında nazil olmuştur. «Kefur» kelimesi ism-i mübalâğadır. Yani Allah tarafından kendisine daha önce verilen nimetleri çokça inkar edenler.

(10) «Eğer kendisine dokunan bir...»Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «Ne'ame» (Nimet) ve «Darrae» (Zarar) lafızla­rını Kadı Beyzavî şöyle yorumlamaktadır: «Hastalıktan sonra sıh­hat, yoksulluktan sonra zenginlik...». Yani, «Ne'ame» ile sıhhat ve zenginlik kastedilmiştir. «Derra» ile yoksulluk ve hastalık kas­tedilmektedir.

«Kötülükler benden gitti»; yani, bana hoşnutsuzluk veren be­lâlar birer birer sökülüp gittiler.

«Çünkü o çokça sevinen ve böbürlenendir»; yani, o elde et-miş olduğu refahtan dolayı aldanır, Allah'a karşı şükür borcu olduğunu eda etmeyi unutur.

Ayetin sonundaki «Fahur» kelimesi ise ism-i mübalâğadır ve çok böbürlenen ve çok aldanan anlamındadır.

(11 «Ancak sabredip, güzel amellerde...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani müminler Allah'ın kendilerine vermiş olduğu bir nimeti geri alması durumunda, ümitsizliğe düşmezler. Allah Teâlâ, bu­rada şiddetli belâlara karşı sabır gösteren müminleri övmekte­dir.

(12) «Belki de sen; ona bir...»Bu Ayetin Tefsiri

Bazı müfessirler bu ayetin sebeb-i nüzulünü şöyle açıklamak­tadırlar;

Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e (s.a), «Eğer içinde bizim ilahlarımıza küfür ve hakaret olmayan bir Kitab getirseydin, ke­sinlikle sana iman ederdik» diyorlardı. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber onların ilahlarına ta'n etmeyi bırakmayı düşününce, bu ayet-i kerime nazil oldu.

Yani, onlardan gördüğün büyük ve korkunç küfür ve yalanla­malardan dolayı onların üzerinde bulunduğunun bir kısmından seni kaydıracaklarını sanırsın.

Veya onlar, «Niçin ona bir hazine inmedi veya onunla birlik­te bir melek gelmedi?» dediklerinde Hz. Peygamber (s.a) onların ilahlarına küfr ve hakaret etmeyi terketme kastında bulununca, bu ayet nazil olmuş olabilir. Bu bakımdan bu yoruma göre ayetin mânâsı soru şeklindedir. Yani, «Ey Muhammedi Sen onların sen­den istedikleri gibi, içinde onların ilahlarına hakaret olan ayetle, ri terk mi edeceksin? Oysa sen sadece bir uyarıcısın. Senin vazi­fen onları Allah'ın azabı hakkında uyarmaktır. Onların istedik­leri ayetleri onlara getirmek ise, senin vazifen değildir».

«Allah ise her şeye vekildir»; yani, Allah her şeyi koruyucu­dur.

Kadı Beyzavî bu ayetle ilgili olarak şunları söylüyor:

Sana, sadece vahyolunduğunla insanları uyarmak vazifesi dü­şer. Onların senin sözlerini reddetmeleri veya senden istedikleri bir şeyi onlara vermek senin vazifen değildir. Senin göğsün bun­dan dolayı niçin daralıyor ki? Allah her şeye vekildir. Öyleyse sen de Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah onların halini bilmektedir ve söyledikleri ve yaptıkları nedeniyle onların cezasını verecektir [20]

Hazin ise, ifadeyi şöyle yorumlamaktadır: «Allah tarafından sana vahyedilenden dolayı göğsün daralıyor ve sen de onlara teb­liğ etmekten çekiniyor sun».[21]  

Daha önce de belirttiğimiz gibi Mekke müşrikleri, «Bu Kur', an'dan başka bir Kitab getir ki onda mabudlanmıza hakaret bu­lunmasın» diyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) zahirde onların mabudlannın zikrini terketmek istedi. Allah Teâlâ onu ikaz etmek için bu ayeti nazil etti. Acaba Hz. Peygamber (s.a) fiilen böyle bir terketme işini yapmış mıdır? Yoksa sadece böyle bir ter­ketme işini düşünmüş müdür? Tüm   müslümanlar   görüş   birliği içinde Hz. Peygamber'in (s.a), yolu tebliğ olan bu hususlarda da masum olduğunu söylerler. O böyle bir şeyi ne kasden, ne yanı-larak ne de yanlış giderek yapar. Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın kendisine indirmiş olduğunun tamamım ümmetine tebliğ etmiş, tir ve ondan hiçbir şeyi saklamamıştır. Yine tüm müslümanlann görüş birliği içinde oldukları diğer bir husus, Hz. Peygamber'in (s.a) vahiy ve tebliğde ihanet etmesinin mümkün olmayışıdır. O halde birinin istemesinden dolayı, kendisine vahyedilenin bir kıs­mını terkedemez. Çünkü böyle bir imkânın Hz. Peygamber'e (s.a) verilmesi, şeriatın ve sorumlulukların edasında kuşku doğurur. Çünkü peygamberin gönderilmesi üe, o hangi millete gönderü-nüşse onlara tebliğde bulunması hedeflenmiştir. Bu tebliğ olma­dığı zaman, peygamberliğin yaran ortadan kalkar. Hz. Peygam­ber tüm bunlara karşı masum kılınmıştır. Bu anlaşıldığı takdirde, sözkonusu ayetin, müfessirlerin söylediklerinden farklı bir şeyi ihsas ettiği ortaya çıkar. Alimlerin bu husustaki cevaplan şöyle­dir:

1) İbn'ul-Enbari'ye göre, Allah Teâlâ'nın kendisine vahyetti-ğinden hiçbir şeyi Hz. Peygamber'in (s.a) herhangi birinin alınma­sından veya öfkelenmesinden dolayı terketmesi mümkün değil­dir. Buna rağmen Allah Teâlâ bu ayette, Allah'tan kendisine geleni tebliğ metodundan ayrılmaması için Hz. Peygamber'in dikkatini çekmiştir. Yani bu hükmü tekid etmiştir. Tıpkı, «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et» (Maide: 67) ayetinde olduğu gibi.

2) Bu ayet, Allah'ın, peygamberini terğib ve teşvik etmesi­dir. Yani, «Ey Peygamber! Sana indirileni tebliğ et Sen korktu­ğun noktalar hususunda Allah'ın himayesindesin. Senin arkanda Allah vardır».

3) Kafirler Kur'an'la alay ederler, Kur'an okunduğu zaman kahkaha atıp, onu hafife alırlardı. Hz. Peygamber ise bu durum­dan oldukça rahatsız olurdu. Onların kabul etmediği bir şeyi on­lara tebliğ etmekten, onlar için alay konusu olmaktan çekiniyordu. Bunun üzerine Alîah, ona kendisine vahyedileni   tebliğ   etmesini emretti. Çünkü hafife alınmaktan doğan zarar, vahiyden bir şeyi saklamaktan doğacak zarardan daha basittir. Dolayısıyla onların alaylarına aldırmamasını tavsiye etti. İşte ayet, bu inceliklere dik­kati çekmektedir. Çünkü insan, davranışının yaptığı veya yapma­dığı takdirde yol açacağı zararı bildikten ve o fiili terketmekten gelecek zararın daha korkunç olduğunu anladıktan sonra, o fiili daha rahat işler.

4) Allah, peygamberinin kendisine vahyolunandan hiçbir şe­yi terketmediğini bilmekle beraber, onu peygamberliğini eda et­meye teşvik ve kafirlerin   alaylarına   aldırmamasını   tavsiye et­ti.

Bazıları «Lealle» kelimesinin burada terecci (ummak) mânâ­sında olmayıp, teb'id (uzaklaştırmak) mânâsında olduğunu ileri sürmüşlerdir. Meselâ, bir işi yapan kimseye, «Umulur ki sen bu işi yapacaksın» denilir. Bu takdirde ayetin mânâsı, «Sera sana vah-yedilenin bir kısmını terketmeyeceksin» şeklindedir. Bazıları da «Lealle»mn olumsuzluk ifade eden soru olduğunu söylemişlerdir. Yani, «Sen sana vahyedilenin bir kısmını terketmeyi düşünüyor­san, bunu yapma».[22]

 

Meal

 

13- Yoksa «Onu kendisi uydurdu» mu diyorlar? De ki: «Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin».

14- Eğer o çağırdıklarınız size cevap vermezlerse, biliniz ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka da mabud yoktur. O halde artık siz müslüman mısınız?

15- Yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isteyenlere, yap­tıklarının  karşılığını)   orada   (dünyada)   tam  olarak  veririz  ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.

16- İşte onlar, ahirette ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. Orada yaptıkları boşa    çıkmıştır, yapmakta oldukla­rı da zaten bâtıldır.

17- Rabbinden gelen apaçık bir delile dayanan, Rabbinden gelen bir şahidin   (Kur'an'm) izlediği, kendisinden önce bir rah­met ve önder olarak Musa'nın Kitabı bulunan kimse, (onlar gibi) midir? İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Hiziplerden kim  onu in­kâr ederse, cehennem ateşi onun varacağı yerdir. Bundan hiç şüp­he etme. Çünkü bu, Rabbin tarafından bildirilmiş bir haktır. Fa­kat insanların çoğu inanmazlar.

18- Allah adına yalan uydurandan daha zalimi kim olabi­lir? Onlar kıyamette Rablerine arzedilecekler. Şahidler de, «İşte Rableri adına yalan uyduranlar bunlardır» diyeceklerdir. Bilin ki Allah'ın laneti zalimler üzerinedir.

19- O zalimler ki, (insanları) Allah'ın yolundan alıkoyar ve onu eğriltmek isterler. Onlar, işte onlar ahireti inkâr edenlerdir. [23]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(13)   «Yoksa, O'nu kendi uydurdu...» Bu Ayetin Tejsiri

Mekke müşrikleri, «Muhammed kendisine vahyedilmiştir di­yerek yalan söylüyor» deyince, Allah Teâlâ da, «Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun  gibi uydurulmuş on sure getirin» diyerek bu ayeti gönderdi. Böy­lelikle bu ayet müşriklere meydan okumaktadır. Hz. Peygamber (s.a) onlara adeta şöyle demekteydi:

«Farzedin ki ben bunu kendiliğimden uydurmuş olayım ve İ bana da hiçbir şey vahyedilmemiş olsun. Siz de benim gibi Arap-sımz. Fesahat ve belagat ehlisiniz ve dili de iyi bilen kimselersi­niz. Dolayısıyla sizler de bu klâma benzer bir,sözü kendiliğiniz­den uydurup getirin. Madem ki benim gücüm yetiyor, o halde siz-î       lerin de böyle bir söz uydurmaya gücünüz yetmeli».

Şayet, «Yunus suresinde onlar Kufan'tn bir suresine benzer İ bir sure getirmek suretiyle mubarezeye davet edilmiş ve onlar bir \ sureyi bile getirmeye güc yetirebilmekten aciz kalmış iken nasıl | olur da burada on sure getirmeleri için mubarezeye davet edile-% bilirler? Bir sureyi getirmekten aciz olanlar acaba on sureyi getirmekten aciz olmayacaklar mıdır?»   denilecek   olursa   cevap olarak şöyle deriz: Bazı müfessirlere göre Hud suresi, Yunus su­resinden daha önce nazil olmuştur. Yani Allah, önce onları on sure getirmek suretiyle mübarezeye davet etmiş ve fakat onlar buna güç yetirmekten aciz kalınca, bu defa Yunus suresinde, bir tek sure getirmeleri için nıübarezeye çağırmıştır. Ancak Müber-red, bu tefsirin uygun olmadığım söylemiştir. Çünkü Yunus su­resi, Hud suresinden önce nazil olmuştur. Bu bakmadan kastedi­len, gaybden, ahkâmdan, va'd ve vaid'den haber vermek hususun­da onun benzeri olan bir sureyi getirmelerinin istenmesidir. Bu­rada ise sadece fesahat ve belagatta Kur'an'ın benzeri olan on su­reyi getirmeleri istenmektedir. Yani burada, gaybden haber ve­ren, hüküm vo zikri, va'd ve vaidi içeren sureler kastedilmemiş-tir.

«Allah'tan başka çağırılanlar» ile kâhinler, putlar ve yardım­cıları kastedilmektedir. Yani müşriklere bu on sureyi getirebilme­leri için Allah'tan başka kendilerine yardım edecek kim varsa ça­ğırmaları ve böyle bir işi elbirliğiyle yapmaları, söylenmektedir.

(14) «Eğer o çağırdıklarınız...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, mübareze ile ilgili olarak size cevap veremiyorlar ve böyle bir mübarezeye girmekten çekmiyorlarsa, mağlûb (yenil­miş) sayılırlar. Çünkü onlar dili bilen, beliğ ve fasih kimselerdir. Ancak buna rağmen mübareze etmekten aciz kalıyorlarsa, sana gelenin vahy olduğu senin bunu uydurmadığın anlaşılır. O zaman onlara, «Bilin ki, o, indirilen Allah'ın ilmiyle gelmiştir ve Muham-med'in doğruluğunu tasdik etmiştir. Yine bilin ki, bu vahyi gön­deren Allah'tan başka ilah yoktur» de.

«O halde artık siz müslüman mısınız?» cümlesi emir anlamın­daki bir sorudur. Yani, «Müslüman olun».

Metinde geçen «Lekum» zamirin çoğul olmasına karşın,-hitap Hz. Peygambere'dir. Şanının yüceliği bakımından o bir cemaat yerine konulmuş ve böylece bu hitaba muhatab olmuştur. Çünkü bazen cemaatin tümüne yapılan hitab, cemaatin liderine yöneltile-bilir.

Bazıları da, «lekum» ve «Fa'lemu»ûaki zamirin hepsine ait ol­duğunu ve tüm muhatapları kapsadığım söylemişlerdir. Yani, «Tüm muhataplar bilsinler ki, indirilen Allah'ın ilmiyle indirilmiş­tir.»

Bazıları bu zamirlerin müşriklere raci olduğunu ve ayetin «Ey müşrikler! Size yardım etmeleri için çağırdıklannız, eğer size cevap veremezlerse, böyle bir muarazayı beceremiyorlarsa, iyi bi­lin- ki indirilen, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir» şeklinde anlaşılma­sı gerektiğini öne sürmüşlerdir.

Bazıları da «Lekum» şeklindeki hitabın, hem peygambere hem de müminlere şamil olduğunu söylemişlerdir.

(15) «Yalnız dünya hayatını...» Bu Ayetin Tefsiri

Dünyanın ziynetleriyle kastedilen, onu süsleyen ve güzelleşti­ren, sıhhat, emniyet, mal ve evlat çokluğu, liderlik gibi şeylerdir. Alimler bu ayetin tevilinde ihtilâf etmişlerdir.

Bazılarına göre (Dahhak ve Nuhhas), bu ayet kafirler hak­kında nazil olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetten sonra, «İşte onlar, ahirette ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir» diye buyurmuştur. Yani,kafirlerden dünyada sıla-i rahim yapan, herhangi bir sadaka veren kimseye sıhhat ve bol nzık vermek suretiyle karşılık vereceğiz. Fakat ahirette bunun artık herhangi bir sevabı sözkonusu değildir.

Bazılarına göre de, bu ayette kastedilen müminlerdir. Yani, müminlerden, dünyada amelinin sevabını isteyen kimseye, o is­tediği verilir, onun dünyasından bir şey eksiltilmez. Ahirette ise onun için azap vardır. Çünkü o ameliyle sadece dünyayı istemiş­tir. Bu ayet tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a)«Ameller niyetlere göre­dir» hadisinde buyurulduğu gibidir. Yani, kula niyetine göre ve iç âleminin hükmüyle verilir ve bu tüm dinlerde üzerinde ittifak edilen bir gerçektir.

Bazı alimlere göre de, ayette sözkonusu edilenler riyakâr kimselerdir. Çünkü bir hadiste riyakârlara, «Siz, desinler diye oruç tuttunuz, namaz kıldınız, cihad edip, Kur'an okudunuz. Bu da size dünyada verildi» diye varid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) hadisin sonunda, «Kesinlikle bu kimseler ateşin ilk tutuşturulma-sında kullanılan malzemelerdir» buyurulmuştur. Hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre, uzun uzun ağladıktan sonra şöyle der: Allah' in Rasûlü doğru söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, «Yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isteyenlere, yaptıklarımfn karşılığını) orada tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılamaz-lar» diye buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi)

Bazıları da bu ayetin hükmünün genel olduğunu ve ameliyle Allah'tan başkasını kasteden herkesin mümin olsun olmasın bu ayetin kapsamına girdiğini söylemişlerdir. Bu yorum Mücahid ve Meymun bin Mihran tarafından öne sürülmüştür. Muaviye de bu yoruma katılmıştır. Meymun bin Mihran'a göre, herhangi bir iyi­lik yapan kimseye mutlaka sevabı verilir. Bu şahıs müminse se­vabını hem dünyada hem ahirette, kafirse sadece dünyada alır.

Bazı alimler bu ayetin ramazanda, ramazan orucu yerine baş­ka bir niyetle oruç tutanın orucunun' ramazan orucu yerine geçmediğine, serinlemek veya kirden temizlenmek maksadıyla abdest alan kimsenin abdestinin ise dinî abdest olmadığına delâlet etti­ğini söylemişlerdir.

Bazıları da bu ayetin tıpkı Şura süresindeki «Ahiret kazancı­nı isteyenin kazancını arttırırız, dünya kazancını isteyene de on­dan veririz. Ama onun ahirette bir payı olmaz» (Şuara: 20) ayeti gibi umum ifade ettiğini ileri sürmüşler ve «Dünyayı isteyene, is­tediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını hemen veririz ama sonra ona cehennem hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya gi­rer» (îsra: 18) ayetinin de bunu tekid ettiğini söylemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetle, dünyayı isteyen bir kula, ancak di­lediği şekilde hükmedeceğini bildirmiştir.

Dahhak'ın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, bu ayet İsra suresinin 18. ayetiyle neshedilmiştir. Fakat en kuvvetli ve sa­hih görüş neshin vukûbulması değil, aksine Hud süresindeki aye­tin mutlak, îsra süresindeki ayetin ise onu tekid ediyor olması­dır. Çünkü haberlerde nesh caiz değildir. Zira aklî vecibelerin de­ğiştirilmesi ve Allah'ın verdiği haberlerde yalanın olması muhal­dir. Şer'i hükümleri bildiren haberlere gelince, bu mesele ihtilaf­lıdır. Bazılarına göre onlarda nesh .caizdir.

(16  «İste onlar, ahirette,..» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet kafirlerin ebediyyen cehennemde kalacaklarına delâ­let etmektedir. Müminler ise ateşte ebedi kalmaz, sadece cezası kadar orada kalır. Çünkü Allah Teâlâ, «Allah kesinlikle kendisine şirk koşulmasını affetmez, ancak onun dışında dilediği kimseyi affeder» (Nisa: 116) buyurmaktadır.

 Bazıları ise müminlerin sayılı   günler ateşte    kalacaklarını, sonra da ya şefaatle ya da Allah Teâlâ'nın lütfuyla ateşten çıka. nlacaklarım söylerler.

Ebu Hüreyre'nin daha önce zikredilen hadisinde, bu kimseler küfür ve şirk olan riyanın vasfını istemektedirler ki böyle bir is­tekte bulunan bir kimsenin ahiretteki nasibi sadece ateştir.

(17) «Rabbinden gelen apaçık bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ daha önceki ayette, amelleriyle dünya hayatını ve dünya ziynetini isteyen kimselerin durumuna değindikten sonra, bu ayette de amelleriyle ahiret yurdunu isteyenlerin durumuna değinmektedir. Yani, Rabbinden gelen apaçık bir delil üzerinde olan bir kimse, dünya hayatını ve süsünü isteyen kimse gibi olur mu hiç? Böyle kimseler onlardan üstün ve ebedi hayata sahiptir­ler.

Bazılarına göre, Rablerinden gelen bir delil üzerine olanlar ile Hz. Peygamber ve ashabı kastedilmektedir. Yani, bunlar dalâ­let ve küfürde bulunanlar gibi olur mu?

«Beyyine» lafzı Allah'ın uyulmasını emrettiği din anlamında kullanılmıştır. Bazıları ise bu kelimeyle «Yakin»in kastedildiği görüşündedirler. Yani, «Rabbinden gelen bir yakın üzerinde bu­lunup da Kur'an'ın hak olduğuna inanan bir kimse, hiç inanma­yan bir kimse gibi olur mu?» [24]

 

Şahîd Kimdir?

 

Ayette sözkonusu edilen şahidin kim olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir. İbn Abbas, Alkame, İbrahim el-Nehaî, İkrime, Dahhak ve diğer müfessirlerin çoğu bununla Cebrail'in kastedildiğini söy­lemişlerdir. Yani, Hz. Peygamber'i izleyen, onu destekleyen, yap­tığı yanlışları düzeltip, onu takviye eden Cebrail'dir.

Hasan Basrî ve Katade'ye göre, «Şahid» ile kastedilen Hz. Peygamber'in dilidir. Nitekim Muhamed bin Hanefiyye babası Hz. Ali'ye «Tâli sen misin?» diye sorunca Hz. Ali ona Tâli ile neyi kas-dettiğini sorunca o bu sefer «Bu ayetteki Şahid sen misin?» der. Bunun üzerine Hz. Ali; «O şahid ben olayım isterdim ama o Hz. Peygamber'in dilidir» diye buyurdu. Burada dile «şahid» denilme­si, insanoğlunun kalbindekini diliyle açığa vurması nedeniyledir. Çünkü hakkı bâtıldan ayırdetme aracı dil olduğu gibi, Kur'an'da dille okunur.

Mücahid'e göre «Şahid», Hz. Peygamber'i koruyan ve eksik­liklerini tamamlayan melektir.

Hüseyin bin Fadl ise, «Şahid» ile Kur'an'ın kastedildiğini; Çünkü Kur'an'ın muciz, beliğ ve nazmının güzel olmasının, Hz. Muhammed'in Peygamberliğine şahidlik ettiğini söylemiştir. Nite­kim dünya durdukça Kur'an Hz. Peygamber'in (s.a) en büyük mu­cizesi olarak yaşayacaktır.

Hz. Hüseyin ve İbn Zeyd ise, «Şahid» ile Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin kastedildiğini; zira ona akıl ve basiret gözüyle bakan bir kimsenin, onun yalancı, sihirbaz, kâhin ve mecnun ol­madığını hemen anlayacağını söylemişlerdir.

Cabir bin Abdullah'ın Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre o, «Kureyş'in her ferdi hakkında bir veya iki ayet nazil olmuştur» deyince, Cabir veya orada hazır bulunan bir kimse Hz. Ali'ye, «Se­nin hakkında hangi ayet nazil oldu?» diye sordu. O da, «Sen Hud suresinin 17. ayetini okumadın mı? İşte o benim hakkımda nazil olmuştur» dedi. Bu rivayete göre, ayette geçen «Şahid» Hz. Ali' dir. Bu takdirde «minhu»daki «hu» zamiTi Hz. Feygamber'e raci olur. Dolayısıyla ayet, bu şahidin şerefli olduğunu gösterir. Çünkü bu şahid her yönüyle Hz. Peygamber'e (s.a) yakındır.

Bazıları da «Şahid» ie «indinin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü İncil, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etme nok­tasında Kur'an'm ardından gelmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'e iman etme emrinde her ne kadar Kur'an daha önce nazil olmuş­sa da Kur'an'm ikincisi konumundadır. Kur'an'ıri nüzulünden ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Hz. Musa'nın Kitabı (Tevrat) önder ve rahmet olarak indirilmiştir. Yani, Tevrat on­lar için önderdir. Çünkü onlar dinî iş ve hükümlerinde Tevrat'a başvururlardı. Dalâletten hidayete götürdüğünden dolayı rahmet yani rahmet sebebidir. İşte bu ayette Allah Teâlâ'mn vasıflandır­dığı kimseler, Allah'tan bir delil üzerindedirler, Hz. Muhammed'e iman etmişlerdir.

Bazılarına göre bu kimselerle kastedilenler, Abdullah bin Se­lam ve arkadaşları gibi Ehl-i Kitab'dan müslüman olanlardır.

Kafirlerin tümünden veya değişik dinlerin saliklerinden Hz. Peygamber'i inkâr eden kimselerin varacakları yer ahiretteki ateş­tir. «Kafirlerin tümünden veya bütün dinlerin saliklerinden» şek­linde ayetin yorumlanması durumunda, ayetin kapsamına Yahu­diler, Hıristiyanlar, mecusiler, müşrikler, diğer din mensupları da girer.

«Ahzab» (hizipler) lafzı, peygambere karşı birlik olan grup­lar demektir.

Begavî'nin bir senedle Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine gö­re Hz. Peygamber'(s.a) şöyle buyurmuştur: «Muhammed'in nef­sini kudret elinde tutan Allah'a, yemin ederim ki, ister Yahudi, isterse Hıristiyan olsunlar şu ümmetten benim risaletimi işiten bir kimse, beraberimde getirdiğim Kur'an'a iman etmeden ölür­se ateşin arkadaşlarından olur».

Said bin Cübeyr şöyle demektedir :

Hz. Peygamber'den sahih olarak kulağıma gelen her hadisin karşılığı Kur'an'da vardır. Bir hadis işittiğimde, acaba bu hadis hangi ayetle desteklenmektedir, diye düşünürüm, sonra da Kur' an'ı okuyup böyle bir ayete rastgeldiğimde anlarım ki işte bu ayet, o hadisin mânâsım ortaya koyan ayettir. O halde, bu ayetteki hi­zipler de tüm din saliklerinin ve tüm milletlerin peygamberlere karşı gelen gruplarıdır.

«Bundan hiç şüphe etme. Çünkü bu, Rabbin tarafından bil-> dirilmiş bir haktır» cümlesi iki şekilde yorumlanmıştır; Birincisi, «Bu dinin doğruluğundan ve Kur'an'm Allah katından indiğinden hiçbir surette şüphe etme,» ikincisi; «Hiziplerden onu inkâr eden­lerin varacakları yerin ateş olduğundan şüphe etme.» Bu takdir-{ de hitap Hz. Peygamber'e (s.a) yapılmış ama bu sözle başkası kas­tedilmiştir. Çünkü peygamber hiçbir zaman bu hususta şüpheye düşmemiştir. Ayetin akışı da bunu gerektirir; zira Allah Teâlâ «Fakat insanların çoğu inanmazlar» buyurmuştur. Yani, sana vah-yettiğimize veya kafirlerin varacakları yerin ateş olduğuna inan­mazlar.

(18) «Allah adına yalan uydurandan...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Allah adına yalan uyduran bir gruptan daha zalimi yok­tur. Çünkü bunlar, hem Allah adına yalan uydurmuşlar hem de O'nun ortağı ve çocuğu olduğunu iddia etmişlerdir.

Bu ayet, Allah adına yalan uydurmanın zulmün en korkunç şekli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü «Allah adına yalan uy­durandan daha salimi kim olabilir?» denmek suretiyle hüküm mü­balâğalı bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Bu iftiracı kimseler, kıyamet gününde Allah'a arzolünurlar. Allah onların dünyadaki amellerini kendilerine sorar. İşte o zaman Ademoğulları'nın amel­lerini kayd ve tesbit eden melekler şahid olarak onların Allah, adı­na yalan uyduran kimseler olduklarını söylerler.

İbn Abbas, «Şahidler»in peygamberler olduğunu söylemiştir. Katade ise, «Şahidler» ile tüm insanların kastedildiğini ileri sürmüştür.

Beyzavî ayeti, «Meleklerden, peygamberlerden ve insanların asalarından olan şahidler» şeklinde yorumlamaktadır. «Azalar» ile bu şahidler kastedilmiştir. [25]

 

Allah'ın Lanetinden Kasdedilen

 

«Bilin ki Allah'ın laneti zalimler üzerinedir»; yani, Allah Te-âlâ kıyamet gününde bu sözü söyleyerek, onları rahmetinden uzaklaştıracaktır.

Tenvir'ul-Mikbas, «Allah'ın laneti» ile Allah'ın azabının kas­tedildiğini söylerken, Nesefî ifadeyi, «Rableri adına yalan uydu­ran zalimler» şeklinde yorumlamaktadır.

Saffan bin Muharriz'den rivayet olunduğuna göre, İbn Ömer tavafta iken biri önüne çıkar ve:

  Ey Eba Abdurrahman! Bana Necva hakkında Hz. Peygam-ber'den dinlediklerini söyler misin? der.

İbn Ömer:

  Dinlediğime göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Mümin Rabbine o kadar yaklaşır ki Allah onun üzerine hıfzını koyar, tüm günahlarını kendisine ikrar ve itiraf ettirir. 'Falan günahı biliyor-musun?' diye sorar. Kul da «evet biliyorum» deyince Allah, «İşte onu dünyada senin için sakladım. Bugün de senin için affediyo­rum» diye buyurarak, ona hasenatının defterini verir, (başka bir rivayette; «Sonra hasenatının defteri dürülüm denilmektedir). Kafir ve münafıklara gelince de, şahidler onlar hakkında «İşte bunlar Rableri adına yalan uyduranlardır» derler. (Başka bir ri­vayette; «Allah Teâlâ şahidlerin ve nıahlûkatın gözleri önünde, —Bunlar Rableri adına yalan uydurmuş kimselerdir. Bilin ki Al­lah'ın laneti zalimler üzerinedir— diye bağırtır» denmektedir) (Buharı ve Müslim).

(19) «O zalimler ki, Allah'ın yolundan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, insanları Allah yolundan, dinine girmekten menederler. İnsanların kalbine şüphe tohumlan atmak isterler, İslâm dininin doğruluğuna delâlet eden delilleri çürütmeye çalışırlar. Onlar in­sanların Allah'ın dinine girmesine mani olmakla birlikte, ölümden sonra dirilmenin gerçekliğini de inkâr ederler.

Ayette geçen «Yol» ile İslâm dini kastedilmektedir ve ifade mecazîdir. «İvecen» kelimesi ise inhiraf etmek, eğriltmek demek­tir. Yani onlar İslâm dininin eğri ve çarpık olduğunu söylerler. Oysa İslâm dini, eğrilikten en uzak olan dindir. Onlarsa bu dinin mensuplarını dinlerinden döndürmeyi ve irtidat etmelerini sağla­mayı isterler.

Bazı müîessirlere göre ayetin mânâsı, «Onlar o dini eğriltmek üzere isterler» şeklindedir. Yani, «ivecen» kelimesi, mefulün bih olur. Bazıları da bu kelimenin hal olduğunu söylemişlerdir. Yani, onlar o dini eğriltici oldukları halde isterler veya vasıflandırırlar. Son cümledeki «hum» zamiri ikinci kez tekrarlanmıştır. İkincisi birincisinin tekididir. Yani Allah Teâlâ onların küfürlerini tekid ve tescil ederek, ahireti inkâr etmenin onlara ait olduğunu söyle­mektedir. [26]

 

Meal

 

20- Onlar dünyada Allah'ı  (O kendilerine azap etmek iste­diği zaman) aciz bırakacak değillerdir. Onların (kendilerini azap­tan kurtaracak) Allah'tan başka hiçbir   yardımcıları   da yoktur. Onlar oldukça ağır bir şekilde azap çekerler.   Çünkü  (dünyada) hakkı işitmeye tahammül edemezler ve (gerçeği)  göremezlerdi.

21- İşte onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurmuş olduk­ları şeyler de kendilerinden kaybolup gitti.         ,

22- Muhakkak ki onlar ahirette en çok zarara uğrayanlardır.

23- İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebedî ka­lanlardır.

24- İki zümrenin hâli, kör ve sağır olanlarla, gören ve işi­tenlerin hâli gibidir. Hiç onların hâli bir olur mu? Artık düşün­mez misiniz?

25- Gerçek şudur ki, biz Nuh'u kavmine gönderdik. Onlara «Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım».

26- «Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Doğrusu ben sizin elemli bir günün azabına duçar olmanızdan korkuyorum» (dedi.)

2- Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: «Biz seni sa­dece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana bizim basit gö­rüşlü alt tabakalarımızdan başkasının uyduğunu ise görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine se­ni yalancı sayıyoruz».

28- (Nuh) dedi İd: «Ey kavmim! Söyleyin bakalım, fikriniz nedir? Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde isem ve (Kab-bim) bana kendi katından bir rahmet (peygamberlik) vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, istemediğiniz halde onu size zorla mı ka­bul ettireceğiz».[27]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(20) «Onlar dünyada Allah'ı...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onlar Allah Teâlâ'nın dünyada kendilerine azap etmesini engelleyemezler.

«Mucizine» kelimesi, kurtulamayacaklarını, Allah'ın azabın­dan kaçamayacaklarını ifade eder. Ayetin mânâsı şu şekilde anla­şılır: Allah onlara azabı getirmeyi istediğinde, onlardan intikam almaya kalkıştığında, onlar Allah'ı aciz yani bu işi yapmaya gücü yetemez hale getiremezler. Çünkü bizzat onlar Allah'ın elindedir-ler. Allah onların azap görmesini diledikten sonra, artık onlar bu­na mâni olamazlar. Müşriklerin Allah'tan başka yardımcıları yok­tur. Allah onlara bir kötülük veya bir azap vermeyi dilediğinde, onları kurtaracak hiç kimse yoktur. Ahirette onların —sırf dün­yadayken insanları Allah'ın dinine girmekten alıkoydukları için— azapları katmerleşir ve ölümden sonra dirilmeyi inkâr ettiklerin­den ötürü kat kat azap tadarlar.

Katade, ifadeyi «Hakkı dinlemekten sağır olmuşlardır. Artık herhangi bir hayrı dinleyemezler ki ondan yararlanabilsinler ve yine herhangi bir hayrı göremezler ki onu kazanmaya çalışsınlar» şeklinde yorumlamıştır.

îbn Abbas, «Hakkı işitmeye tahammül edemezler» ifadesinin yorumunda şöyle demektedir: Allah Teâlâ müşrikler ile taatinin arasına hem dünyada hem de ahirette perde koyduğunu haber ver­mektedir. Dünyada perde koymuştur; zira Allah «Onlar hakkı işit­meye tahammül edemezler» demektedir ki burada geçen «hakk» kelimesi Allah'ın taati anlamındadır. «Onlar (hakkı) göremezler» ifadesi de onların ahirette de hakkı görmeye güç yetirmeyecekle. ri anlamındadır; zira gözleri korkularından yuvalarından fırla­yacaktır.

(21) «İşte onlar kendilerine...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bu niteliklere, bu vasıflara sahip olanlar, kendilerini za­rara uğratan ve Allah'ın rahmetinden paylarına düşeni ziyan eden­lerin ta kendileridir. Onların yalanları, iftiraları, Allah adına ya­lanlar düzmeleri ve meleklerin ve putların kendilerine şefaat ede­ceklerine dair iddiaları boşa çıkmıştır.

(22) «Muhakkak ki onlar, ahirette...» Bu Ayetin Tefsiri

«Lacerem» kelimesi hak anlamına da, Ferra'nın dediği gibi «Muhakkak ki» anlamına da gelebilir. Yani; «muhakkak ki onlar ahirette sarar edenlerin ta kendileridir»; Çünkü onlar dünyada iken, cennetteki konaklarım satıp, o konaklar yerine ateşten ko­naklar satın aldılar. İşte bu apaçık zarardır.

Nesefî «Lacerem» kelimesi ile ilgili olarak birkaç görüşün olduğunu söyler. Bir görüşe göre, «la», daha önce geçen bir sözün reddi için kullanılmıştır. Yani; Durum onların iddia ettikleri gibi değildir». «Cereme» ise kasandı anlamındadır. Fiili mukadderdir. Yani; «Onların sözleri ahiretteki zararlarım kazandı».   Diğer   bir görüşe göre, «Lacerem» iki ayrı kelimeden mürekkeptir ve hakk anlamındadır. Ardından gelen cümle onun failidir. Yani; «Onların sararları gerçekleşti, hak oldu». Üçüncü görüşe göre, Ferra'dan daha önce naklettiğimiz gibi «Lacereme», «Muhakkakki» anlamın­dadır.

(23) «înanıp da güzel işler yapan...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ önce kafirlerin dünyadaki durumlarını ve ahi-retteki zararlarım beyan ettikten sonra, müminlerin dünyadaki durumlarını ve ahiretteki kârlarını ortaya koyan ayeti getirmek­tedir. [28]

 

Cennet Hayatı Ebedîdir

 

«Ahbetu» fiili -ikbal- kökünden gelir ve korkmak, başeğmek, mutmain olmak anlamındadır. Bu bakımdan «İnanıp da güzel iş­ler yapanlar» cümlesi, azalarla yapılan bütün amellere işaret et­mektedir. «Ahbetu» ise, kalbin amellerine, yani hudu'a, huşu'a, korkuya ve başeğmeye işaret etmektedir. Yani-; «Salih ameller, kalbin amelleri hudu ve huşu meydana geldikten sonra ancak ahi-rette yararlı olabilir)). Şayet «Ahbetu» kalbin mutmain olması an-lamındaysa, ayetin mânâsı şu şekilde anlaşılır: «Allah'ın va'dinin doğruluğu hususunda kalpleri mutmain oldukları halde salih amel işleyenler...» veya «Allah'ın zikrinde itminan buldukları halde sa­lih amelleri işleyenler...». İşte bu vasıflara sahip olan müminler cennetin arkadaşlarıdır ve onlar orada ebedî kalırlar. Bu ayet cen­net nimetlerinin tükenmeyeceğine ve son bulmayacağına işaret et­mekte ve cennet hayatını^ sonsuzluğunu ortaya koynıaktadır.

(24 «Su iki zümrenin hâli...»Bu Ayetin Tefsiri

«İki zümre» ile kastedilen müminler ve kafirlerdir. Kafirler iki gözü kör ve sağır kimselere benzetıhrken, müminler de gören ve işiten kimselere benzetilmişlerdir.

Kadı Beyzavî, «Kafir Allah'ın ayetlerini görmediği için kör­lere, Allah'ın kelamını dinlemediği için de sağıra benzetilmiştir» demektedir. Müminin durumu bunun tam aksi olduğundan dola­yı onlar da gören ve işiten kimselere benzetilmişlerdir. Böylece her iki zümre de iki şeye benzetilmiş olmaktadırlar. Çünkü iki vasıfları vardır. Ayrıca kafirler hem kör hem de sağır kimselere, müminler de hem gören hem de işiten kimselere benzeti lmişler-<iir. Bu iki zümre hâl bakımından hiç eşit olabilirler mi? Yani, taat ve sevapta kafir ile mümin eşit değildirler.

Ferra, burada çoğul kipi yerine ikil (tesniye) kipi kullanıldı­ğını zira âmâ ile sağır ve işiten ile görenin bir kabul edildiğini ve ilkinin kafirlerin, ikincisinin müminlerin özellikleri olduğunu söy­lemiştir.

«Artık düşünmez misiniz?» yani, bu misalleri görüp, düşün­mek suretiyleibret almayacak mısınız? (Bu misalleri düşünüp ib­ret almak gerekir.)

(25-26 «Gerçek şudur ki biz Nuh'u...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ, Hz. Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderin-ce, Hz. Nuh kavmine bu ayetlerde geçeni söylemiştir.

Hz. Nuh'un kimliği ile ilgili bilgiler daha önce verilmişse de burada bir kez daha tekrarlamakta yarar var.

Hz. Nuh, Lamek'in, o Muteveşselh'in, o da Hz. tdris'in oğlu­dur, ve Hz. İdris'ten sonra gönderilen ilk peygamberdir.

İbn Abbas; «Hz. Nuh kırk yaşına girince, Allah onu peygam­ber ouıratc gonaeraı. 950'yu sureka kavmine ieotığde butunau. tu-fanaan sonra aa öü yıl yuşaüı, omru 1050 yuı outau» ctemıştır.  

Mukatil'e göre Hz. Nuh peygamber olduğunda 100 yaşında idi. Bazı müiessırier 50, bazıları 250 yaşında olduğunu söylemiş-lerdır..Bazı rivayetlere göre o, Tufandan sonra 250 yıl daha yaşa­mıştır. Bu rivayetlere göre, ömrü 1450 yıl olmaktadır. ±su rivayet­lerin doğru olup olmadığı hususu Allah'ın ilmine havale edilir.

Hz. Nuh kendisinin bir uyarıcı olduğunu söyledikten sonrar «Allah'tan başkasına İbadet etmeyin. Doğrusu ben sizin elemli bir günün azabına duçar olmanızdan korkuyorum» der. Bu günün han­gi gün olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları o gün ile kı­yamet gününün, bazıları da Tufan gününün kastedildiğini öne sürmüşlerdir.

«Gün»ün bizzat kendisi elem verici değildir, aksine o gün de elem veren Allah'tır. Buradaki ifade mecazidir. Yani, Allah'ın fi­ili, güne isnad edilmiştir. Zarfın failin yerine geçmesinin nedeni o günde bir çok fiilin vukûbıümasıdır. Bu yüzden sanki fiil o gün­den sadır olmuşcasına bir ifade kullanılmıştır. Bazıları da -elim-kelimesinin -esre- ile okunmasının nedenini, -yevm- kelimesine bağlanuştır. Yani kelime -esre-yi komşusundan almıştır.

Hz. Nuh bu sözü bir kez değil, hayatı boyunca, yani onları Allah'a davet ettiği bir Ömür boyu tekrar etmiştir; zira kendisi, «Ya Rabbi! ben kavmimi gece-gündüz sürekli davet ettim» demiş­tir.

(27) «Kavminden ileri gelen kafirler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Hz. Nuh'un (a.s.) kavminden ileri gelen kafirler şöyle dediler: «Seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Ara­mızdan senin peygamber olarak seçilmeni gerektirici bir özelliği de sende göremiyoruz. Eğer sende böyle bir özellik bulunsaydı kuşkusuz biz onu görürdük. Dolayısıyla böyle bir özellik varmış da, biz onu göremiyormuşuz şeklindeki- bir iddia sözkonusu de­ğildir».

«Erazil» lafzı -erzel-in çoğuludur ve toplumun aşağı seviyede-kileri ve mal, mertebe bakımından düşük olanlar için kullanılmış­tır. «Erazil» lafzının -rezil-in çoğulu oLnası da mümkündür. «Re­zil» kelimesi her şeyin en aşağısı için kullanılır.

Bazıları bu tabir ile, dokumacıların, ayakkabı tamircilerinin, basit ve kirli sayılan iş sahiplerinin kastedildiğini öne sürmüşler­dir. Elbette onlar bu ifadeyi bilgisizliklerinden ötürü sarfetmiş-lerdir. Çünkü şeref, dinde ve peygambere tâbi olmakda kazanılan bir rütbedir. Şeref, mal ve yüksek dünyevî makamlarla elde edil­mez. Aksine şeref, nâmı ve şöhreti olmamakla birlikte peygamber­lere tâbi olan kimselere aittir. Yaptıkları işin kirliliği onlara hiç­bir surette zarar vermez. Yeter ki hâl ve gidişatları güzel olsun.

«Bâdiye'r-Rey»; derinlemesine düşünmeyen, hemen idrak et­meksizin kalben peygambere tâbi olan kimselerdir. Yani onlar Hz. Nuh'a, «Bunlar sathi bir düşünceye sahiptirler. Araştırmaksızın, senin durumunu düşünmeksizin sana iman etmişlerdir. Eğer bi­raz düşünselerdi, sana iman etmezlerdi» demek istiyorlardı.

Bazı müfessirlere göre bu ifadenin anlamı, «Onların sana tâ­bi olmaları zahirdedir, bâtını düşünmeksizin sana tâbi olmuşlardır» şeklindedir. Nuh kavmi, dünya hayatında başka bir şey bil­mediklerinden dolayı nıüslümanlara fakirliklerinden ve derin dü­şünmeksizin tâbi oldukları için «Rezil» tabirini kullanmışlardır. Çünkü onların nezdinde şerefli olanlar, sadece dünyalığı olan kim­selerdir. Onların lûgatında dünyalığı olmayan herkes rezildir. An­cak onlar bu hususta aldanmaktaydılar. Zira şeref, din -ve güzel ahlâk ile beraberdir, mal ve mevki ile değil.

«Aksine sizi yalancı sayıyoruz» cümlesindeki hitap hem Hz. Nuh'a hem de ona iman eden kimseleredir. Bazıları da hitabın sa­dece Hz. Nuh'a yönelik olduğunu, çoğul kipinin ise tazim için kul­lanıldığım söylemişlerdir. Yani Hz. Nuh, büyük bir cemaat kabul edildiğinden dolayı kendisine öyle hitap edilmiştir.

(28) « (Nuh) dedi ki: Ey kavmim!..» Bu Ayetin Tefsiri

«Beyyine» lafzı, beyan ve yakîn anlamında kullanılmıştır. Ka­dı Beyzavî, «Hüccet ve iddiasının doğruluğunu gösteren şahid» derken, Nesefî Beyyine'nin delil anlamında kullanıldığını söylemiş­tir.

«Bana katında bir rahmet vermiş de»; yani, bana katından bir peygamberlik vermiş de...

Hazin, rahmet ile hidayet, marifet ve peygamberliğin kastedil­diğini söylerken Kadı Beyzavî ayete, «Bana beyyine ve peygamber­lik vermek suretiyle katından bir rahmet verdi» şeklinde bir mâ­nâ vermektedir.

«Bu size gizli tutulmuşsa» cümlesindeki fail ya beyyine ya da rahmet (peygamberlik) kelimeleridir. Ancak fiilin tesniye (ikil) getirilmesi gerekirken, bunların her biri kastedilerek fiil tekil getirilmiştir. Burada fiilin failinin sadece beyyine kelimesi olmasrda mümkündür. Zaten beyyine gizlendi mi iddia edilen nesne de giz­lenir. Failin rahmet kelimesi de olması mümkündür. Yani beyyi­ne gizlendikten sonra rahmet de gizlenmiş demektir.

«İstemediğiniz halde onu sizlere zorla mı kabul ettireceğiz»; yani sizi onunla hidayet bulmaya zorlayacak mıyız? Bizim kendi başımıza sizi buna zorlamaya gücümüz yetmez.

«Rahmet» kelimesiyle «Nübüvvet»in kastedilmesi durumun­da ayetin mânâsı şöyle anlaşılır: «Sizin iddianıza göre, peygam­berlik ancak tüm insanlardan daha üstün birine veriliyorsa eğer, bana söyler misiniz, bir meziyette, Rabbimden gelen bir fazl ne­deniyle sizi geçersem ve bu yüzden Rabbim bana katından pey­gamberlik vermiş de, bu size gizli kalmışsa, onu kavrayamıyor-sanız, onu anlıyamıyorsanız, benim böyle bir fazilete sahip oldu­ğumu şu ana kadar hâlâ öğrenemenıişseniz ve bundan dolayı beni sizin gibi sıradan bir insan sanıyorsanız, bana verilen peygam­berliği kabul etmeniz hususunda, istemediğiniz halde sizi zorlaya, bilir miyiz?» [29]

 

Meal

 

29- «Ey kavmim!   (Tebliğime)  karşılık sizden   herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim; zira onlar Rablerine kavuşacaklar-dır.Fakat sizi cahil bir kavım olarak görüyorum».

30- «Ey kavmim! Eğer onları kovarsam, Allah'tan gelen aza­ba karşılık bana kim yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?».

31- «Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyo­rum. Ben gayb'ı da bilmiyorum. Ben bir meleğim de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için «Allah onlara asla bir hayır vermeyecek» de demiyorum. Çünkü Allah onların kalp­lerinde olanı daha iyi bilir. (Onları kovduğum) takdirde ben ger­çekten zalimlerden olurum».

32- Dediler ki: «Ey Nuh! Bizimle mücadele edip durdun ve bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen  bize va'dettîğini getir».

33- (Nuh) dedi ki: Eğer dilerse onu size Allah getirir ve siz Allah'ı aciz bırakacak da değilsiniz».

34- «Eğer Allah sizi azdırmak istemişse, ben size öğüı ver­mek istesem de, nasihatim size yarar sağlamaz. Çünkü O sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz».

35- Onlar: «Bunu kendisi uydurdu» mu diyorlar? Sen onla­ra de ki: «Eğer onu ben uydurduysam, benim günahım banadır, fakat ben sizlerin suç olarak işlediklerinizden uzağını».

36- Nuh'a   vah yol undu   ki,   «Artık  kavminden  iman   etmiş olanlardan başkası asla sana inanmayacaktır. Bu yüzden sen on-farın işlemekte olduklarından dolayı üzülme.

37- «Gözlerimizin Önünde ve vahyimizle gemiyi yap. Ve zul­medenler hakkında hiçbir şey söyleme bana. Çünkü onlar mutla­ka boğulacaklardır».[30]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

 (29) «Ey kavmim! (Tebliğime) karşılık...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «Aleyhi»deki -hu- zamiri ya tebliğe ya inzara ya da Tevhid'e davete racidir. Bu görüşlerin hepsi de birbirine yakın­dır. Yani Hz. Nuh şöyle demiştir: «Onun karşılığında sizden iman etmeniz dışında bana vereceğiniz bir mal istemiyorum. Hidayeti­niz karşılığında sizden bir ücret de talep etmiyorum. Benim üc­retim Allah'a aittir, ahir ette ücretimi bana O verecektir.» Burada sözkonusu edilen ücret, tebliğ ve taat karşılığında Hz. Peygam-ber'e verilecek olan mükafattır.

«Ve ben iman edenleri kovacak değilim» sözü onlara veril­miş bir cevaptır. Onlar Hz. Nuh'tan iddialarınca en düşük olan müminlerin kovulmasını istediler. Onları huzurundan uzaklaştır ki seninle konuşalım deyince, Hz. Nuh onlara, «Ben iman eden­leri kovmam; zira onlar Rablerine kavuştuklarımda, kendilerini ko­van kimselerden Allah katında davacı olacaklardır» veya «Onlar Allah'a kavuşup, Allah'ın manevî yakınlığını elde edecek kimseler­ken ben bu gibi insanları nasıl kovabilirim? Sizi Allah'a kavuş­mayı ummayan, gafil, cahil, Allah'ın takdirinden habersiz ve on­ları kovmanın sonuçları hususunda cahil kimseler olarak görüyo­rum. Siz onlar için «İnsanların en rezilleri» tabirini sırf cahilliği­nizden Ötürü kullanıyorsunuz» dedi.

İşte Hz. Nuh'un kavmi, inanmış ve fakir kimselere tenezzül etmiyor ve onlarla beraber olmak istemiyorlardı. Bu yüzden Hz. Nuh'a onları yanından kovması teklifinde bulundular. Ancak el­bette o yüce peygamber cahillerin sözüne bakarak, Allah'a iman etmiş ve Allah katında değerli olan insanları yanından kovacak değildi.

(30) «Ey kavmim! Eğer onları...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onları kovduğum takdirde Allah'ın bana vereceği azap­tan beni kim koruyabilir? Onlar mümin ve muhlis kimselerdir. Mümin ve muhlis kimseleri kovmak ise, Allah'ın azabını gerekti­rir. Eğer ben böyle bir harekette bulunursam, beni Allah'ın aza­bına karşı savunacak hiç kimse ve hiçbir güç yoktur. Hiç düşün­müyor musunuz. Hiç ibret almıyor musunuz? Size söylediklerim hep boşuna mıdır? Düşünün ve söylediklerimin doğru olduğunu görün ve sonra da iman edin.

(31) «Ben sise Allah'ın hazineleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, ben tebliğimin karşılığında sizden bir mal istemezken, size Allah'ın bitmez, tükenmez hazinelerinin yanında olduğumu söylüyor değilim. Çünkü bu hazineler benim yanımda olsaydı eğer ben «Bana tabi olursanız, onları size veririm» diyebilirdim. Ama böyle bir şey sözkonusu değildir.

Ibn'ul Enbarî'ye göre burada hazineler, Allah'ın gayb'ı ve in­sanlardan gizli olan şeylerdir.

Hz. Nuh'u böyle bir cevap vermeye iteleyen sebep şu olma­lıdır :

Onlar Hz. Nuh'a (a.s) «Mertebe bakımından en düşüklerimiz, düşünce açısından en sathî olanlarımız sana tâbi olmuşlardır» di­yorlar ve müminlerin ona görünüşte tâbi olduklarını, aslında ise tâbi olmadıklarını iddia ediyorlar. İşte bunun üzerine Hz. Nuh'un cevabı onlara şu şekilde oldu: «Ben Allah'ın hazineleri benim ya-nımdadır, demiyorum. O hazinelerin neyi içerdiğini kimse bile­mez. Bunu ancak Allah bilir».

Hz. Nuh'un gayb'a «hazine» demesinin nedeni, onun insan­ların gözünden gizli olmasıdır. Bu söz Hz. Nuh'a aittir. Ancak «hazineler» ifadesini zahiri üzerine bırakıp, gayb anlamına ham-ledilnıesi en güzel ve münasip yorumdur. Çünkü, «Ben size, Al­lah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum» cümlesiyle, «Ben gayb'î da bilmiyorum» şeklindeki cevabı, onların, «Sana iman edenler, zahirde iman ediyor görünüyorlar, oysa onlar içlerinden iman etmemişlerdir» şeklindeki iddialarının karşılığıdır. Yani, Hz. Nuh, «Ben zahire göre hükmederim. İnsanların iç âlemlerin-dekini Allah'tan başkası bilmez» demek istemiştir.

«Ben bir meleğim de demiyorum» cümlesi ise, onların «Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz» şeklindeki söz. lerine verilmiş bir cevaptır. Yani, Hz. Nuh (a.s) «Ben bir melek olduğumu iddia etmiyorum. Ben de sizin gibi bir beşerim. Sizi Allah'a davet ediyor ve Allah tarafından bana verilen görev gere­ği size tebliğ ediyorum» demek istemiştir. [31]

 

Melekler Peygamberlerden Üstün Müdürler?

 

Bazı müfessirler, «Ben bir meleğim de demiyorum» ifadesin­den meleklerin peygamberlerden daha üstün olduğu sonucunu çı­karmışlardır. Nitekim bir kimse, «Ben falan şey olduğumu iddia etmiyorum» dediğinde, o şeyin durumunun, bu sözü söyleyen kim­seden daha üstün olmasını iktiza ettirir. Dolayısıyla bu sözü söyleyen Hz. Nuh olduğuna göre, meleklerin ondan üstün olması ge­rekir.

Bu yoruma şöyle cevap verilmiştir;

Hz. Nuh (a.s) bu sözü, onların: «Seni bizim gibi bir beşer ola­rak görüyoruz» şeklindeki sözlerine bir cevap olarak sarfetmiştir. Çünkü onların zanlarma göre peygamberler beşerden değil ancak meleklerden olmalıydı. Bu yüzden Hz. Nuh (a.s) bu zannm bâtıl olduğunu, insanlara gönderilen peygamberlerin yine insanlardan olması gerektiğini bildirmiş ve bunun için de Allah Teâlâ «Ben bir meleğim de demiyorum» ayetini indirmiştir. Yoksa Hz. Nuh' un (a.s) maksadı, meleklerin derecesinin peygamberlerin dere­cesinden daha üstün olduğunu söylemek değildi.

Gözlerinizin küçük gördüğü ve hakir saydığı müminler için de ben onlara Allah bir tevfik, hidayet, bir îman ve ecir vermemiş­tir demem. Onların içlerinde hayır mı, şer mi olduğunu, nefis-lerindeki tasdiki Allah benden daha iyi bilir. Eğer ben müminler hakkında bu tür şeyler söyler ve onları sizin yaptığınız gibi hakir görürsem, o takdirde ben kuşkusuz zalimlerden olurum. Yani gö­rünür taraflarım yalanlar, imanlarını inkâr olarak görürsem, on­lara zulmetmiş olurum. Onlara zulmedemem; zira ben zalim­lerden değilim.

(32 - 34) «Dediler ki: Ey Nuh!..» Bu Ayetlerin Tefsiri

Nuh kavmi, münakaşa ve mücadele sonucunda Hz. Nuh'tan bıkarak, «Sen bizimle mücadele edip-âurdun ve bu hususta çok aşırı gittin. Eğer doğrulardan isen, bize va'dettiğin azabı hemen getir» dediler. Yani, «Ben Allah'ın elçisiyim» diye iddia ediyorsun, biz de buna inanmıyor ve seni yalanlıyoruz. Artık seninle mücadele etmekten bıktık. Eğer doğru söyîüyorsan va'dettiğin azabı hemen getir, dediler. Hz. Nuh (a.s), buna cevap olarak, «Eğer Allah dilerse o azabı size getirir. Bu benim değil, Allah'ın elindedir. O dilediği zaman dilediği kimseler üzerine azabını indirir. Eğer O size azap indirmeyi dilerse, siz O'nun asabından kaçamazsınız. O'nu hiçbir şey engelleyemez. Sizi azabın sonuçlarından korkut­mam, azabın gelişinden sizi sakındırmam, size bir yarar sağlama­dı. Eğer Allah sizi dalâlete götürmek, sizi helak etmek isterse, bunların size bir yaran olmaz. O sisin Rabbinizdir»; Yani, canları­nız O'nun elindedir. O'nun sultasından dışarı çıkmaya gücünüz yetmez. Ahirette de O'nun huzuruna dönüş yapacak, amelleriniz­den ötürü sizi cezalandıracaktır.

(35) «Onlar, bunu kendisi uydurdu...» Bu Ayetin Tefsiri

Nuh kavminin, «Nuh'un bize vahiy diye kabul ettirmek iste­diğini aslında kendisi uydurmuştur. Bu, Allah katından değil, onun kendisinden gelmektedir» şeklindeki sözlerine karşılık Al­lah Teâlâ, Hz. Nuh'a şöyle demesini emretti: «Eğer ben onu ken­diliğimden uydurmuş isem, bu suçumun günahı banadır. Fakat ben, küfür ve yalanlamadan meydana gelen suçlarınızdan uza­ğım».

Müfessirlerin çoğu bu ayetin, Hz. Nuh'un, kavmine açtığı mü­cadelenin bir bölümü olduğunu söylemiştir. Yani buradaki söz Hz. Nuh'a aittir. Onun kıssasına dahildir.

Mukatil'e göre bu ayette Hz. Peygamber'e (s.a) hitap edil­mektedir. Yani; «Ey Muhammedi Müşriklerin Kur'an'ı senin ken­diliğinden uydurduğun şeklindeki iddialarına karşılık onlara de ki: Eğer ben onu kendiliğimden uydurduysam, benim günahım banadır. Fakat ben, sizlerin suç olarak işlediklerinizden uzağım».

Bu yoruma göre ayet, Hz. Nuh'un (a.sj kıssasından ara cüm­le olarak geımış demeıcur. AncaK en kuvvetli goruş ujacur. Yani ayet, üz. NuJrun kıssasının bir bölümüdür.

«icram», iftira, uydurma anlamına gelir.

(36) «Nuh'a vahyolundu ki...»Bu Ayetin Tefsin

İbn Abbas'a göre, Nuh'un kavmi kendilerine Allah'ın vahyini tebliğ eden Hz. Nuh'u, bayıltıncaya kadar döverler, sonra bir çu­la sararlar ve öldüğünü sanarak cesedini bir eve bırakırlardı. Er­tesi gün o yine çıkar ve onları Allah'a davet ederdi.

Rivayet olunduğuna göre, Nuh'un kavminden bir ihtiyar bas­tonuna dayanmış ve oğlu da yanında olduğu halde gelir ve oğlu­na, (Hz. Nuh'u kastederek) «Ey oğlum! Şu ihtiyar bir delidir» der. Bunun üzerine oğlu, O halde ey babacığım! Bana bastonunu verir misin?» diyerek babasının elinden bastonu alır ve Hz. Nuh' un kafasına vurur. Mübarek başında derin bir yara açılan Hz. Nuh'a Allah Teâlâ: «Ey Nuh! Artık kavminden iman etmiş olan­lardan başkası asla sana inanmayacak. Bu yüzden sen onlann iş­lemekte olduklarından dolayı üzülme. Muhakkak ki onlan küfür­lerinden ve işlemekte olduklarından dolayı helak edeceğim» diye vahyeder. Bundan sonra Hz. Nuh (a.s) onlann aleyhinde beddua etmeye başlar: «Ey Babbim! Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bile bırakma».

Muhammed bin îshak, Abdullah bin Umeyr el-Leysî'den şöv-le rivayet etmektedir;

Hz. Nuh'un kavmi kendisini yatırır, bayıltıncaya kadar dö­verlerdi. O gözlerini açıp, ayıklığında/ «Ey Rabbim! Kavmimi af­fet. Onlar kesinlikle bilmiyorlar» diye dua ederdi. Onlar böylece azgınlıklarını sürdürdüler. Öyle ki verdikleri eziyyet artık çekil­mez hale geldi. Hz. Nuh onların nesilden nesile iman etmelerini bekleyip duruyordu. Her gelen nesil bir öncekinden daha kötüy­dü. Yeni gelen her nesil: «Bu ihtiyar bizim alalarımızla birlikte, böyle delilik yapa yapa gelmektedir» diyordu. Onların hiçbiri onun nasihatlarını kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Nuh Allah'a «Ya Rabbi! Ben kavmimi gece-gündüz davet ettim» diye şikâyette bu­lunup, sonunda: «Ya Rabbi! Yeryüzünde kafirlerden bir tek ferd bile bırakma» şeklinde bedduada bulundu: Allah Teâlâ da ceva­ben ona şöyle buyurdu :

(37) «Gözlenmişin önünde ve vahyimizle gemiyi yap ve zul­medenler hakkında bana hiçbir şey söyleme. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır».Bu Ayetin Tefsiri

«Fulk» gemi demektir ve hem tekil hem de çoğul olarak kul­lanılır. «Gözlerimizin Önünde»; yani bizim gördüğümüz bir yerde veya bizim ilmimizle ya da bizim korumamızla, bizim vahyimizle (emrimizle) gemiyi yap. Sakın kafirlere mühlet vermek hususun­da artık benden herhangi bir şey isteme. Ben onların Tufan ile bo­ğulmalarına hükmettim.

Bazı müfessirler burada ifadeyi, «Oğlun Kenan ve eşin hak­kında herhangi bir istekte bulunma; zira onlar da kavminle bera' ber boğulacaklardır» şeklinde yorumlamışlardır.

Bazı rivayetlere göre, Cebrail gelip, Hz. Nuh'a (a.s), «Rabbin sana bir gemi yapmanı emrediyor» der. Hz. Nuh (a.s), «Ben nasıl bir gemi yapabilirim ki? Marangoz değilim» diye itiraz edince Cebrail ona, Rabbin sana, gemi yapmam emrediyor ve kuşkusuz ki sen bizim gözlerimizin önündesin, diyor» der. Bunun üzerine Hz. Nuh keseri alarak tahtaları yontmaya başlar ve hiç şaşırma­dan, yanlışa düşmeden gemiyi adeta bir kuş yuvası gibi yapar. [32]

 

Meal

 

38- Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelen bir topluluk yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı.  (O da): «Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edece­ğiz» dedi.

39- «Kendisini rezil edecek azabın geleceği ve sürekli  bir azabın başına inecek olanın kim olduğunu yakında bileceksiniz».

40- Nihayet emrimiz geldi.   Tandır   kaynayınca   demlik   ki: «Herşeyden ikişer çift ve hakkında söz geçenler hariç olmak üze­re,   aileni  ve  inananları  gemiye   yükle».  Zaten  onunla  beraber iman eden pek azdı.

41- (Nuh) dedi ki: «Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın atlıyladır. Kuşkusuz ki Rabbim çok bağışla­yan ve çok esirgeyendir».

42- Gemi onları dağlar gibi dalga (lar) arasından geçirirken Nuh bir kenarda duran oğluna: «Yavrum bizimle beraber bin, ka­firlerle birlikte olma!» diye seslendi,

43- (Oğlu): «Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım» dedi. (Nuh da): «Bugün Allah'ın emrinden koruyacak, merhamet sahibi Allah'tan başka kimse yoktur» dedi. Aralarına dalga girdi ve böylece o da boğulanlardan oldu.

44- «Ey arz! Suyunu yut. Ey gök!   (Suyunu)  tut» denildi. Su azaldı, iş bitirildi.   (Nuh'un gemisi) Cudi'ye oturdu. «Haksız­lık yapan kavim yok olsun» denildi.

45- Nuh,  (Rabbine dua edip)  dedi ki:  «Ey Rabbim!  Kuş­kusuz oğlum da ailemden di r. Senin vadin ise elbette haktır ve Sen hakimlerin hakimisin».[33]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(38-39)   «Nuh gemiyi yapıyor, kavminden...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah Teâlâ Hz. Ntıh'a gemiyi yapmasını emrettiğinde Hz. Nuh onu inşa etmeye başladı ve kavminden uzaklaştı. Ağaçlar ke­siyor, demir döküyor, gemiye sürmek için katran hazırlıyor ve geminin yapımında gerek duyduğu tüm araç ve gereçleri temin etmeye çalışıyordu. O çalışırken yanından geçen kavmi onunla alay ederek, «Ey Nuh! Peygamberlikten sonra şimdi de marangoz mu oldun?» diyorlardı. Allah Teâlâ kadınları kısırlaştırdı ve artık onların hiçbir çocuğu dünyaya -gelmedi.

Begavî şöyle diyor:

Tevrat ehlinin iddiasına göre, Allah Hz. Nuh'a gemiyi saç ağa­cından yapmasını, onu içinden, dışından katran ile sıvamasını ve geminin uzunluğunun 80, genişliğinin ise 50 zira' olmasını em­retti, Geminin yüksekliği de 30 zira' idi. (burada geçen zira', bir kulaç karşılığıdır). Yine Allah ona, gemiyi üç katlı ve üç salonlu yapmasını, üstte de pencereler bulunmasını söyledi. Hz. Nuh da gemiyi Allah Teâlâ'nın emrine uygun bir şekilde yaptı.

İbn Abbas şöyle anlatıyor :

Hz. Kuh gemiyi iki yılda bitirdi. Uzunluğu 300, genişliği 50, yüksekliği ise 30 zira' idi. Saç ağacmdan yapılmıştı. Üç katlı idi. En alt katta vahşi, yırtıcı ve zehirli hayvanlar, orta katta ehil hayvanlar, üst katta da kendisi ile   beraberindekiler   bulunuyordu. Yanlarında yiyecek ve azık da vardı.

Katade, geminin kapısının eni boyunda açıldığını söylüyor. Hasan Basrî'den gelen bir rivayete göreyse, gemi 1200 zira1 uzun­luğunda, 600 zira' genişliğindeydi. Ancak birinci rivayet daha meş­hurdur.

Zeyd bin Eşlem, Hz. Nuh'un yüz yıl boyunca ağaçlar diktiği­ni, yetişenleri kesip istiflediğini, gemiyi de yüz yılda yaptığını söy­lüyorsa da bu rivayetin şahinliğinde şüphe vardır.

KaT)'ul-Ahbar'a göre, Hz. Nuh gemiyi 30 yılda yapmıştır. Ri­vayete göre, gemi üç katlıydı. En alt katta vahşi hayvanlar, orta katta insanlar ve üst katta ise kuşlar vardı. Ancak bu rivayet İs-railiyat'tandır.

Ka'b'ul-Ahbar'ın rivayetine göre, gemide hayvanların dışkıla­rı çoğalınca Allah Teâlâ Hz. Nuh'a filin kuyruğunu sıkmasını söy ledi. Filin kuyruğundan erkek ve dişi olmak üzere bir çift domuz çıktı. Domuzu sıvazlamanın sonucunda fareler halkoldu. Domuz­lar ve fareler o dışkılara yönelerek hepsini yediler. Fareler bu se­fer gemide tahribat yapmaya başlayınca Allah Teâlâ, Hz. Nuh'a arslanın iki gözünün ortasına vurmasını söyledi. O da vurunca, arslanın burun deliklerinden dişi ve erkek olmak üzere üç çift kedi çıktı. Onlar da farelere yönelip onları .yediler.

Ancak bu rivayet sahili değildir ve İsrailiyat'taiı alınmadır. Sahihmiş gibi buna dayanılmamalıdır. Biz sadece kıssadan hisse alınması için naklettik. Ayrıca tefsirimiz hem rivayet hem de di­rayet tefsiri olduğundan bazı zamanlar zayıf rivayetler naklediyo­ruz ama onların zayıf olduklarına da dikkatleri çekiyoruz.

«Mele» tabiri Hazin ve Nesefî'ye göre cemaat, Tenvir'ul-Mikbas'a göre, reisler! yani ileri gelenler, eşraf anlammadır. Alusî, her iki anlamın da mütehammil olduğunu söylemektedir. Onlar (Hz. Nuh'u kastederek) «Şu ihtiyara bakın! Önce peygamber ol­duğunu iddia ediyordu, şimdi de marangoz olarak ortaya çıktı» diye Hz. Nuh'u ve yaptıklarını alay konusu ediyorlardı.

Bazı rivayetler de; «Ey Nuh! Sen ne yapıyorsun?» diye ken-risine soranlara Hz, Nuh'un «Su üzerinde yürüyen bir ev yapıyo­rum» diye cevap verdiği ve onların da bu cevap karşısında güldük­leri belirtilmektedir. Bu rivayetten, Hz. Nuh'un gemisinden önce bir gemi yapılmadığı veya o yörede geminin bilinmediği sonucu çıkarılabilir.

Hz. Nuh kavmine şöyle demişti: «Bu yaptığımız hususunda bizi cahil sayıyor, şu dünyada bizimle alay ediyorsunuz ama Tu-fan'ın azgın dalgaları üzerinizi kapladığı zaman ve ahirette ateş sizi yakaladığı an, biz de sizinle alay edip, asıl sizin cahillerden olduğunuzu söyleyeceğiz. Çünkü siz Allah'ın gazabım gerektiren suçlar işlemiştiniz».[34]

 

Peygamberlik Ve Alay Etmek

 

Alay etmenin peygamberlik makamına uygun düşmeyeceği ve dolayısıyla Hz. Nuh'un onlara «Sizin bizimle alay ettiğiniz gibi, ileride biz de sizinle alay edeceğiz» şeklinde nasıl konuşabildiği akla gelebilir. Bunu müfessirler şöyle cevaplamışlardır:

Bu söz onların konuşma biçimine uygun sarfedilmiştir; zira Allah Teâlâ günahın cezasının yine onun gibi bir günah olduğunu söylemiştir. Bu bakımdan yukarıdaki ifadenin mânâsı; «Bizimle alay etmenizin cezasını Allah'ın azabı üzerinize indiğinde görece­ğiz» şeklindedir. Nitekim 39. ayette buna işaret etmektedir: «Ken­disini rezil edecek azabın geleceği ve sürekli bir azabın başına ine­cek olanın kim olduğunu yakında bileceksiniz». Bu ayetin metninde «Azap» lafzı iki kez geçmektedir. Birincisi ile Tufan'da bo­ğulmak olan dünya azabı, ikincisinde ise sonsuz ateş cezası olan ahiret azabı kastedilmektedir.

(40-43) «Nihayet emriniz geldi...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Fare» .fiili, kaynadı anlamındadır. «Tennur» (tandır) kelime­si ise farsçadır ve sonradan arapçaya geçmiştir. Arapçada Ten-nur'vm, bunun dışında başka bir ismi olmadığından dolayı Kur' an'da bu tabir kullanılmıştır. Onlara kendilerinin bildiği bir isim ile hitap edilmiş olmaktadır.

Bazı nıüfessirlere göre Tennur kelimesi Arapçada da, Fars-çada da aynı anlamda kullanılır. Bazıları bmıun aslının Farsça ol­duğunu ve Araplar bu kelimeyi kullandığı için Arapçaya dönüş­tüğünü söylemiştir. Nitekim «Eddibaç» kelimesi de Farsçadır ama Araplar kullandığından dolayı Arapçalaşmıştır. [35]

 

Tennur (Tandır) İle Kastedilen Nedir?

 

İkrirne ile Zührî'ye göre Tennur ile kastedilen yeryüzüdür. Çünkü Hz. Nuh'a «Suyun yeryüzünde fışkırdığını gördüğünde ge­miye bin» denilmişti. Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Tennur'un su fışkırtması Hz. Nuh için bir hususta bir alâmetti.

Hz. Ali, «Tennur kaynayınca» ifadesinin anlamının «Sabah olup, fecr doğunca» demek olduğunu söylemiştir. Burada sabah ışığı, ateşin Tennurdan çıkışma benzetilmiştir.

Hasan Basrî, Mücahid ve Sadi'ye göre «Tennur» ekmek pi­şirmekte kullanılan tandır anlamındadır, bu müfessirlerin çoğun-luğunca kabul edilen görüştür. İbn Abbas'tan da aynı görüş rivayet edilmiştir. Bu en sahih görüştür. Çünkü bir kelime, hakikî ve mecazî anlamlan arasında kalırsa, onu hakiki anlamına hamletmek en doğrusudur. Allah Teâlâ bu kelimeyi marîfe olarak zikretmiş­tir. Yani mânâ, bilinen bir tandırın kaynaması şeklindedir. Oysa Kur'an'ı dinleyenler nezdinde, daha önceden bilinen böyle bir tan­dır yoktu. Bu bakımdan kelime, işin şiddetinden dolayı marife ge­tirilmiştir. Yani, suyun şiddetle fışkırdığını, gürül gürül yerden çıktığını gördüğünde kendini ve seninle beraber olanları acilen kurtarmaya çalış.

Tandır'in Hz. Nuh'un nezdinde bilindiği de öne sürülebilir.

Hasan Basrîye göre, tandır taştan yapılmıştır ve Hz. Havva'nın ekmek pişirdiği tandırdır. Bu tandır daha sonra Hz. Nuh'a geçmiştir. Yani ona o bildiği tandırdan suyun fışkırdığını gördüğünde arkadaşlarıyla birlikte gemiye binmesi söylenmiştir.

Tandır'ın yeri hususunda da ihtilâf vardır.

Mücahid'e göre Tandır'dan su fışkırdığında bunu gören hanı­mı Hz. Nuh'a haber vermiştir. Tandır Küfe civarındaydı.

Şa*bî ise, yemin ederek tandırın yerinin Küfe civarında oldu­ğunu söylemektedir. Yine ŞaToî der ki; Hz. Nuh gemisi Küfe ni3S-cidinin bugün bulunduğu yerde yapılmıştır. Mescide girerken sağ­daki kapının yanında tandır bulunuyordu.

Mukatil'e göre, tandır Hz. Adem'indi ve Şam'da Ayn-ı Verde denilen yerde bulunuyordu.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, tandır Hind'de bulu­nuyordu. Bu rivayetlerin ne derece sahih oldukları düşünülmesi gereken bir meseledir. Nitekim Kurtubî, «Tennur» ile ilgili ola­rak yedi görüşün Öne sürüldüğünü söylemektedir:

1) Tennur,   yeryüzü   demektir.   Çünkü   Araplar yeryüzüne Tennur derlerdi. Bu görüşü İhn Abbas, Süddî ve.İbn Uyeyne ri­vayet etmişlerdir,

2) Tennur, ekmek pişirmekte   kullanılan   taştan   yapılmış tandır anlamındadır. Bu tandır Hz. Havva'nın tandırıydı ve ne­silden nesile geçiyordu. Hz. Nuh'a suyun bilinen o tandırdan fış­kırdığını gördüğü zaman, kendisi ve arkadaşlarıyla beraber ge­miye binmeleri söylenmiştir. Allah Teâlâ oradan suyu fışkırttığın­da, bunu gören hanımı Hz. Nuh'a «Ey Nuh! Tandırdan su fışkırı­yor» deyince o da «Rabbimin va'di hak olarak geldi» demiştir. Bu görüş Hasan Basri'ye aittir ve Mücahid ile îbn Atiyye bunu İbn Abbas'tan da rivayet etmişlerdir.

3) Tennur, gemide suyun toplandığı yer demektir.

4)Tennur'dan suyun fışkırması, fecrin doğması, sabahın ay­dınlanması anlamında bir deyimdir.   Çünkü   Araplar,   «Nevvera'l Fecru Tenvira»; (Fecr çokça aydınlandı) derlerdi. Bu görüş Hz. Ali'ye aittir.

5) Tennur ile kastedilen Küfe mescididir. Bu görüş de Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Aynca Mücahid de bu görüşü naklet-miştir.

6) Tennur ile yeryüzünün yüksek   kısımları   kastedilmiştir, Katade bu görüştedir.

7) Ayn'ul-Verde diye bilinen ve Cezire'de bulunan çeşmenin adı Tennur'dur. Bu görüşü İkrime rivayet etmiştir.

îbn. Kesir bu ayet ile ilgili tüm görüşleri naklettikten sonra, bunların garip sözler olduğunu söylemektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır Üstadımız ise, «Gemiyi yaptı» ayetinin tefsirinde gemi ile ilgili bazı görüşleri naklettikten ssnra şöyle demektedir:

Fakat bu gibi tafsilâta girişmek beyhude ve doğrusunu tayin etmek de imkânsızdı. Bu babda Kur'an'da malûm olan şudur ki, Nuh kavminin müminlerini, ihtiyaçlarını ve her hayvandan iki cinsi, yani bir çifti istiab edecek vüs'atta imiş bu gemi. Ancak bize bu geminin yelkenli gemi olmayıp, vapur gibi ocaklı ve istim gibi feveranlı, yani kaynayıp fışkıran bir kuwe-i muharrike-i haiz bir gemi olduğunu ifnam eden şu cümle pek ziyade şayan-ı dik­kattir; «Ta ki emrimiz geldi ve tennur feveran etti.» Yani, bu ga­yeye gelinceye kadar Nuh gemi yapımına devam etti. Kavmi de onunla alay ediyordu.

Elmalılı Hamdi Yazır Üstadımız, Tennur kelimesinin anlamı­nı beyan ettikten sonra, Feveran kelimesini naklederek şöyle der:

Şimdi biz gemiden bahsederken, tam ocak feveran ettiği sı­rada yükle emrinin verildiğini işittiğimiz zaman, o geminin hare­kete hazır ve hareket vaziyetinde bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lâkin vapur görmemiş olanlar buna intikal edemez. Acaba bu ocak feveranı ne demektir? Bu olsa olsa bir işa­ret olacaktır, şeklinde düşünülür ve böyle düşünenler mazurdur, lar. Tefsircilerin selefleri bunun hakkında muhtelif mânâlar ser-detmişlerdir.

Elmalılı bunları söyledikten sonra nakledilen mânâları şöyle

sıralıyor:

Ebu Havyan tefsirinde, Hasan'dan rivayet olarak «Tennur», gemide suyun toplandığı yer demektir, ifadesi vardır. Bu ifade he­men hemen gemi kazanını hatırlatmaktadır. Görülüyor ki tefsirci­lerin rivayetlerinin birçok noktalan arzettiğimiz mânâya temas eder şekil ve mahiyettedir. Rivayetlerdeki bu tafsilât görüldükten sonra biz şimdi bihakkın diyebiliri;?; ki, «Tennur»un hakikaten bir ocak olması, aynı zanianda onun gemide toplanan bir kazan ile beraber bulunmasına mâni değildir. Cumhur'un ocak rivayeti ile bunun arasında terslik yoktur. Eliflamlı «Et-Tennur» bulun­ması, bunun gemiye ait bir tennur olması da buna ters düşmez. Çünkü bu onun mucizesidir. Keşşaf sahibi de, ayetteki hattâ ke­limesi yukarıdaki Yesneu fiiline bağlı olup, mânâsı «emrimiz ge­linceye kadar gemiyi yaptı» demek olduğu cihetiyle tennurun fe­veranı gemideki sanatın bir nihayeti ve hamlu hareket şartını de­ğil yani başlangıcı gösterilmiş bulunduğu da mülâhaza edilirse tennurun feveranı geminin kuvve-i muharrikesini, harekete geçi­ren motorlarını anlattığı, «Ve Fâre't-Tennur» bugünkü tabire gö­re, 'nihayet emrimiz gelip gemi feveran ettiği vakit' demek oldu­ğu tezahür eder. Ve bunda «Tennur» ve «Feveran» kelimeleri ha­kikat olduğu ve ayetin bu mânâlarda gayet zahir olduğu da şüphe­sizdir.  [36]

Özetlemek gerekirse asrımızın büyük müfessiri Hamdi Yazır, Hz. Nuh'un gemisinin sıradan bir yelkenli değil, buharlı bir gemi olduğuna işaret etmektedir. Yani o, Tennur'un (Tandır'ın) fevera­nı ile geminin fırınının suyunun kaynadığım söylemektedir.

«Herşeyden ikişer çift ve hakkında söz geçenler hariç olmak üzere aileni ve inananları gemiye yükle»; yani her çeşitten bir er­kek ve bir dişi al.

«Zevceyn» kelimesi -zevce- kelimesinin tesniyesi (ikili )dir. Bu­rada -zevceyn- kelimesinden iki çift .değil, başkalarının çiftini oluş­turan tekler kastedilmektedir. Yani her erkek dişiyi, her dişi de erkeği çift yapar. Her çeşitten birbirini çift yapan iki tane alına­cak olduğu için ikisine de zevce denilir. Hz. Nuh'un, Hz. Adem'in cesedini gemiye aldığını söylerler. O cesed erkekler ile dişiler ara­sına konulmuştu; zira bu Hz. Adem'in vasiyeti idi. Çocuklarından Hz. Nuh'a kadar onun mübarek cesedi korunmuştu. Bazı müfes-sirler burada gemiye almanlar mevzuunu çok geniş tutmuşlar, hayvan cinsinden olmayan şeyleri de buraya dahil etmişlerdir. Onların böyle geniş ayrıntılar vermelerini, İshak bin Bişr'den ve Hz. Ali'den nıerfu olarak gelen şu rivayet takviye etmektedir: «Hz. Nuh ağaçların tüm çeşitlerinden gemiye almıştı». Ayrıca Ebu Şeyh'in Cafer bin Muhammed'den naklettiği bir rivayet de aynı şe­kildedir: «Hz. Nuh iki çiftin her birinden almakla emrolunduğun-da hurmalardan ucve ve îevm denilen cinsleri de aldı».

Alusî, bu rivayetleri naklettikten sonra, bu rivayetlerin tetkik edilmesi durumunda güvenilmeyecek bir durum arzettiklerini söy­ler.

Bazı rivayetlerde, domuz, fare ve kedinin gemiye hayvanlar yüklendikten sonra yaratılmış oldukları bildirilmektedir. Bazı ri­vayetlerde ise, bu haberlerin zıddı bildirilmiştir. Meselâ İmam Ah-med ve Ebu Şeyh'in Vehb bin Münebbih'ten rivayetlerine göre, Allah Hz. Nuh'a gemiye yükleme emrini verdiğinde Hz. Nuh, «Ya Rabbi! Arslan ile sığın, koyun ile Kurtu, kedi ile güvercini nasıl bir araya alırım» dedi. Allah Teâlâ, «Ey Nuh! Onların arasına düş­manlık tohumlarını atan kimdir?» deyince Hz. Nuh, «Sensin Ya Rabbi!» dedi. Allah Teâlâ, «O halde ben onların aralarına sevgi koyacağım ve onlar birbirlerine zarar vermeyecekler» diye bu. yurdu.

Bu rivayetlerle önceki taksimat arasında bir çelişki olduğu açıkça görülmektedir. Arsîan hakkında çeşitli rivayetler gelmiş­tir.

Bir rivayete göre, Hz. Nuh ile gemiye binenler, «Arslan bizim­le birlikteyken nasıl   güvende olabiliriz?» derler. Bunun üzerine Allah, arslana sıtmayı musallat eder ve sıtma hastalığı yeryüzün­de o zaman yaratılmış olur.

Bir rivayete göre, arslan onlara eziyet verdiği için Allah ona kendisiyle meşgul olması için sıtma hastalığını musallat kıldı.

Başka bir rivayette ise, fil ile arslanın nasıl bir arada duraca­ğı sorulduğunda, Allah'ın ikisine de sıtma hastalığını musallat kı­lacağını ve kendi durumlarıyla meşgul olacaklarım buyurduğu bildirilmiştir.

Bir rivayette de, Hz. Nuh'un arsîanı gemiye almak istediği zaman gücünün yetmediği ve Allah ona sıtmayı musallat kıldıktan sonra onun gemiye alındığı bildirilmiştir.

Bu rivayetlerin bazılarında, arslanın daha gemiye alınmadan önce sıtmaya yakalandığı, bazüanndaysa gemiye alındıktan sonra olduğu söylenmektedir.

Bazı rivayetlere göre İblis de gemideydi. îbn Abbas şöyle di­yor: Hz. Nuh merkebin iki kulağından tutarak onu gemiye çeker­ken, İblis de onun kuyruğundan yakalamış, tersine götürmek is­tiyordu. Hz. Nuh kızarak, «Ey Şeytan! Gir» dedi. Şeytan da mer­keple birlikte gemiye bindi. Gemi hareket ettikten sonra, şeytan geminin kuyruk tarafında oturup bağırmaya başladı. Hz. Nuh ona, «Senin gemiye binmene kim izin verdi?» diye sorunca, Şeytan, «Sen izin verdin» dedi. Hz. Nuh «Ben sana ne zaman izin verdim?» deyince, Şeytan, «Sen merkebe, 'ey şeytan gir' dediğinde ben de bu izinle gemiye bindim» dedi.

İbn Asakir Ata'dan şöyle rivayet ediyor :

Şeytan-gemiye binmek üzere geldiğinde, Hz. Nuh onu itele­yince, o «Ey Nuh! Bana Allah tarafından kıyamete kadar mühlet verilmiştir. Sen bana güç yetiremezsin» dedi. Hz. Nuh onun bu hususta doğru söylediğini anlayınca, ona geminin bir ucunda otur­masını söyledi. Ancak bu rivayet İbn Abbas'tan gelen rivayetle ça­tışmaktadır. [37]

 

Tüm Hayvanlar Nasıl Bîraraya Geldiler Ve Nasıl Gemiye Bindiler

 

Bu hususta ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre, yeryüzünün her tarafındaki hayvanlar azabın geldiğini anlayınca biraraya toplan­mışlardır. Bazıları da (Zührî'den rivayet ederek) Allah'ın bir rüz­gâr estirdiğini ve o rüzgârın her çeşit hayvandan bir çifti sürük­leyerek gemiye getirdiğini söylemişlerdir.

Cafer bin Muhammed, «Allah Cebrail'i gönderdi ve Cebrail onları topladı. Cebrail her çifte elini vuruyor, sağ eli erkeğe, sol eli ise dişiye isabet ediyordu. Böylece onları gemiye itiyordu. O Allah'ın emrettiği kadarım gemiye bindirdikten sonra gemi dur­du» demektedir.

Ahisi, Ruh'uî-Meanî'de özetle şöyle demektedir:

Bu hususla ilgili rivayetleri derleyen eserlerde çok garip ve acaip nakiller bulunmaktadır. Ancak ben Allah Teâlâ'nın daha ön­ce keçiyi, çepici bugünkü durumları üzerine yarattığına, araların­daki benzerliğe rağmen, kediyi arslandan, domuzu filden yarat­madığına inanıyorum. Eğer Allah gemideki dışkıları file yemesini emretseydi, domuzu yaratmasına gerek olmazdı. Bu, gemide bu­lunanlar içinse daha iyi olurdu. Hatta hayvanların hiç olmaması veya sadece bir hayvanın olması ve Tufan sonrasında ondan di­ğer hayvanların türemesi daha da hoşlarına giderdi. Bu hususta kalbin meylettiği mânâ Tufan'ın genel değil, bölgesel olduğudur. Nitekim bazı müfessirler de bu görüştedir. Hz. Nuh (a.s) fare ve haşarat gibi yerin ufunetinden   meydana gelen   şeylerin   gemiye alınmasıyla emrolunmuş değildir. Aksine kendisi ve beraberinde bulunan insanlar kurtuldukları zaman muhtaç olacakları hayvan­ları alması kendisinden istenmiştir. Adeta Allah Teâlâ, «Muhtaç olacağınız hayvanlardan birer çift al» demiştir. Eğer Tufan'ın bü­tün yeryüzünü kapladığı öne sürülecek olursa Hz. Nuh (a.s) yine ufunetten meydana gelen hayvanların gemiye alınmasıyla mükellef kılınmamıştır. Ayrıca her çeşidin kalması nedeninden dolayı üret­ken hayvanların gemiye alınması teklifi Nuh'a iletildi. Gemi hep­sini alacak kadar genişti. Bu, Hz. Nuh'un bir mucizesi ve Allah'ın kudretinin bir göstergesiydi. Şayet Tufan'ın tüm yeryüzünü kap­ladığı, sadece bazı dağların doruklarının dışarıda kaldığı kabul edilecek olursa, o zaman dağların tepesine kaçamayan hayvanlar­dan birer çift gemiye alınmış olmalıdır. Tufan'ın umumi olduğu kabul edilirse eğer, Hz. Nuh ancak alabildiği kadar hayvanı ge­miye almış demektir. Diğer hayvanlar ise boğulmuştur. Ancak Allah Teâlâ, Tufan'ın çekilmesinden sonra boğulanların aynısını tekrar yaratmıştır. Ve bu Allah'a zor da gelmez.  [38]

Hz. Nuh'un Kur'an'da sözkonusu edilen aile efradı; müsîü-man eşi ile birlikte Sam, Ham ve Yafes adlı oğullandır. Sam Arap­ların, Ham zencilerin, Yafes de Türklerin, Yecüc ve Mecüc'ün ata-sidır. Ayrıca onların hanımları da gemiye binmişlerdi. Hz. Nuh' un aile efradından boğulanlar, Vaile adlı hanımı ile bu hanımından doğan Kenan isimli oğluydu. İkisi de kafirdi. Bu ayet, bizim pey­gamberimizin dışındaki diğer peygamberlerin kafir bir kadınla evlenmelerinin caiz olduğuna delâlet eder.

Bazı rivayetlere göre Hz. Nuh'a iman edenler haramı, üç oğ­lu ve üç de gelini olmak üzere yedikişiydi. Bu, Katade'den rivayet edildiği gibi ayrıca Hakem bin Akabe, İbn Cerir ve Muhammed bin Kaş'tan da rivayet edilmiştir. Fakat «Menâmene» kelimesi­nin aile kelimesi üzerine atfedilmesi, bu görüşü reddetmektedir.

Çünkü atfedilenle, üzerine atıf yapılan bir olamaz. Ancak ayette geçen -ehl- lafzı, hanım anlamında ise, o saman bu görüş doğru olabilir.

İbn îshak'm rivayetine göre Hz. Nuh'a iman edenlerin sayısı ondu. Beşi erkek, beşi de kadındı. İbn İshak'tan gelen diğer bir rivayete göre, yarısı erkek, yansı kadın olmak üzere yirmi kişi iman etmiştir.

Bazı rivayetlere göreyse iman eden kimselerin sayısı yarısı erkek, yarısı kadın olmak üzere 78 idi. Bazıları iman edenleri 80 erkek, 80 kadın olarak gösterir. Bu hususla ilgili olarak daha çok rivayet vardır. Fakat en sahih görüşe göre hanımı, üç oğlu, üç ge­lini ile birlikte diğerleriyle beraber iman edenlerin sayısı 79'dur.

Fahruddin Razî'ye göre, İblis'in gemiye girmesi şeklindeki ri­vayetler gerçeklerden uzak haberlerdir. Çünkü İblis cinlerdendir ve ateş ya da havaî bir cisimdir. Boğulmaktan kurtulmaya neden kalkar? Ayrıca Allah'ın Kitab'ı buna delâlet etmediği gibi, bu hususta sahih bir rivayet de varid olmamıştır. En doğrusu bunu terketmektir.

Hasan Basrî'ye göre Hz. Nuh sadece doğuran ve yumurtlayan canlıları gemiye almıştır. Çamurdan üreyen yer haşeratı, ile sinek, sivrisinek gibi hayvanları almamıştır.

Reşid Rıza «Menar»ûa, Tufan ile ilgili olarak özetle şunları söylemektedir:

Tufan konusu, Kur'an'da, Tevrat'ta ve Kadîm tarihî kaynak­larda bildirilmektedir. Hz. Nuh'un kıssası Kur'an'ın birçok yer­lerinde (surelerinde) geçmektedir. Her sürede aynı kıssa ile ilgili birtakım farklı açüar ertaya konmuştur. Tufan olayında ibret ve­rici noktalar bu kıssada sözkonusu edilmiştir. Hz. Nuh'un kıssası bazı surelerde bir, bazılarında iki, bazılarında daha fazla ayetler­le anlatılmıştır. [39]

 

Kîtab-I Mukaddes'în Tekvin Kitab'ında Hz. Nuh'un Kıssası

 

Tevrat'ın Tekvin Kitab'ında, Adem zürriyetinin nesebi zikre­dilmekte ve zincirleme olarak bu zürriyet İsraüoğulları'na kadar gelmektedir. Zaten Tekvin Kitabı'nı telif eden kimsenin amacı da bu zürriyeti İsrailoğulları'na kadar getirmektir. Fakat jeoloji bu­nu temelinden çürütmüş ve yapılan kazılar neticesinde fosillerin ve insanların izlerinden taşlaşmış kısımlar, Tekvin Kitabı'ndaki bilgileri yalanlamıştır. Tekvin Kitabı'mn birinci bölümünde, gök lerin ve yerin altı günde yaratıldığı, altıncı günde Adem'in halk edildiği bildirilmektedir. İkinci bölümde ise, Allah Teâlâ'nın yer­yüzünü yaratış olayının ayrıntıları vardır. Mesela Aden'de bir bah­çenin kurulduğu, Adem'in oraya konulduğu olayı yer almaktadır. Burada dikkat edilecek nokta, Havva'nın Adem'in sol kaburgasın­dan yaratıldığı iddiasının Kur'an'da değil, Tekvin Kitabı'nda yer aldığıdır. Kur'an sadece, «Ve o, nefisden eşini yarattı» (Nisa: 1) demektedir.

Tekvin Kitabı'mn üçüncü bölümünde, Adem'in hanımına uya­rak, hayır, hayat ağacından yemesi ile isyan etmesi olayı ve Adem' in eşini yılanın kandırdığı bildirilmektedir.

Dördüncü bölümde, Adem ile Havva'nın üretkenlikleri anlatı­lırken, beşinci bölümde Adem'den Nuh'a kadar gelen nesiller be­yan, edilmektedir. Adem ile Hz. Nuh arasında 1056 yıl bulunduğu, bunun 930 yılının Adem'in hayat süresi olduğu büdirilmektedir. Hz. Nuh'un kıssası ise, Tekvin Kitabının altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu bölümlerinde yer almaktadır. Dokuzuncu bölümün sonunda ise Hz. Nuh'un 950 yıl yaşadığı belirtilirken, altıncı bölü­mün başında Tufan'ın, tıpkı Kur'an'da olduğu gibi sebepleri açıklanmaktadır. Ancak o bölümlerde Allah Teâlâ, suret ve mânâda adeta bir insan gibi (Haşa) tasvir edilmektedir.

Ayrıca Tekvin Kitabı'nda Hz. Nuh'un ömrü, geminin uzunlu­ğu, genişliği ve yüksekliği, yağmurun yeryüzünde kırk gün kaldı­ğı, suyun dağların üstünde 15 zira' kadar yükseldiği ve yeryüzün­de 150 gün kaldığı gibi konular da yer almaktadır.

Ancak bu bölümlerde Hz. Nuh'un peygamberliği, kavmini Al­lah'a davet etmesi, kavminden hiç kimsenin kendisine iman etme­mesi gibi konularda ise bir bilgi verilmemektedir. Yine kafir bir oğlu ve kafir bir eşi olduğundan da hiç bahsedilmemektedir. Biz o kadının Tufan'dan Önce mi, sonra mı kafir olduğunu da bilmi­yoruz. Ancak Tekvin Kitabı, Tufamn kopma sebebini tıpkı Kur' an gibi ele almaktadır. Orada Tufan, Allah'ın insanlara öfkelen­mesi, insanların yeryüzünde bozgunculuk ve zülüm yapmaları se­bebiyle meydana gelmiştir, denilmektedir. AncaK du, Allah Teâlâ batini ve zahirî suretiyle adeta insana benziyormuşcasına bir üs-lûb ile ifade edilmiştir. [40]

 

Tekvin Kitabı, Hz. Musa'ya Gelen Tevrat'a Ait Değildir!

 

Tekvin Kitabı, ele aldığı konu ve hususlarda kesin bir delil değeri taşımaz. Çünkü Hz. Musa'nın getirdiği Tevrat, Tesniye Ki­tabı'nda, da zikredildiği gibi Tabut'a, konulmuştu. Sonra da Ta­but ile beraber heykel yangınında yanarak yok olmuştur. Yahudi­lerce güvenilir kabul edilen şimdiki Tevrat ise, M. Ö. 536 yılında Yahudiler Babil esaretinden döndükten sonra yazılmıştır. Bazı­ları Tevrat'ı sonradan yazıp, derleyenin Hz. Üzeyir olduğunu söy-lüyorlarsa da, bu rivayetin Hz. Üzeyir'e uzanan bir senedi bulun­mamıştır, Kur'an'a gelince, onun Allah Kelâmı olduğu ve Hz. Mu-hammed'e (s.a) vahyedildiğine dair delillerin sayısı çoktur. [41]

 

Nuh Kıssası İle İlgili Gelen İsrailiyyat

 

Gerek bu kıssa gerekse diğer kıssalar iie ilgili olarak tefsir­lere birçok rivayetler doldurulmuştur. Bu rivayetler Sahabe'ye Ta-biin'e ve Etba'ut-Tabiin'e dayandırılmaktadırlar. Ancak- hiçbiri ne sanın ne de hasen bir senedle Hz. Peygamber'e (s.a) dayandırıl­maktadır. Bunların içinde en zayıfı, geminin yapımı ile ilgili ola­rak Hz. Aişe'den gelen bir hadistir. Taberi'nin İbn Abbas'tan ri­vayet ettiğine göre Hz. İsa'nın, havarilerinin isteği üzerine, Hz. Nuh'un oğlu Hazn'ı dirilttiği ve Ham'ın onlara gemiden, geminin uzunluğundan, genişlik, yükseklik ve katlarından, bu husustaki her şeyden haber verdiği, şeytanın nasıl bir hile ile gemiye girdi­ği, filin kuyruğundan erkek ve dişi domuzun çıktığı, erkek ve di­şi kedinin arslanın burnundan çıktığı bildirilmiştir. Tüm bunlar İsrailiyat'tandır ve bâtıl olaylardır. Asıl amaçları insanları İs­lâm'dan uzaklaştırmaktır.[42]  

 

Geçmiş Ümmetlerde Tufan Haberi

 

Geçmiş ümmetlerin çoğunun tarihinde Tufan olayı yer al­maktadır. Bunların bir kısmı Tekvin Kitabı'ns, uygundur, bir kıs­mı da değildir. Tekvin Kitabı'na en uygun olan rivayetler Kelda-nîlerden gelenlerdir. Çünkü Tufan Olayı Keldanîlerin ülkesinde meydana gelmiştir. Yunanlılar Eflâtun'un getirdiği bir Tufan ha­berini nakletmektedirler. Bu haber şu şekildedir:

Mısır Kâhinleri, Yunanlı filozof Solon'a şöyle derler: «Gök bir Tufan gönderdi. Yeryüzünü değiştirdi. İnsanlar çokça helak oldu­lar. Yeni nesile daha öncekilerin eserlerinden hiçbir şey kalmadı. Daha öncekilerden hiçbir kalıntı yoktur.»

Maniton, Tufan haberini şöyle naklediyor: «Tufan, birinci Hürmüz'den sonra meydana gelmiştir. Birinci Hürmüz ise, Birin­ci Minas'tan sonraydı».

İşte bu tarih Tevrat'tan öncedir. Yunan filozoflarından gelen rivayete göre, Tufan tüm yeryüzünü kaplamış, sadece Tukalyon •ile hanımı Dira kurtulmuşlardır.

Kadîm İran tarihinde Tufan Olayı şöyle zikredilmektedir: Al­lah onunla yeryüzünü sulara garketmişti; zira yeryüzünde boz­gunculuk yayılmış, şer çoğalmıştı. Bu da şer tanrısı Ehriman'ın yaptıklarından ileri gelmişti. İranlılar diyorlar ki; Tufan önce bir ihtiyar kadının tandırından fışkırmış, onun ekmek pişirdiği bir sırada meydana gelmiştir.

Mecusiler ise, Tufan'ın tüm yeryüzünü kapladığı hususunu reddederek, onun sadece Irak havalisinde cereyan ettiğini söyler­ler.

Hind tarihçileri Tufan Olayı'nm yedi kez tekrarlandığını uy­durma bir şekilde naklederler. Son Tufan'da kralları, hanımıyla beraber büyük bir gemiye binerek kurtulmuşlardır. Bu geminin yapımını da onun mabudu Fişno emretmiştir. Çivilerle bağlanan gemi, Çimafata (Himalaya) dağları üzerinde durmuştur.

Brahmanlar da mecusiler gibi Tufan'ın genelliğini inkâr eder­ler. Tufan'ın birkaç kez meydana geldiği hususu, Japonlar, Çinli­ler, Brezilyalılar ve Meksikalılardan da rivayet edilmiştir. Tüm bu rivayetler insanların zulüm ve şerlerinden dolayı, Allah'ın Tu­fan ile onları cezalandırdığı noktasmda birleşmektedir.

Menar sahibi Nuh Tufanı ile ilgili olarak üstadı Muhammed Abduh'un bir fetvasını şöyle nakletmektedir :

Nablus'ta şerefli ilmin hizmetkârlığını yapan Şeyh Abdullah el-Kaddumî, Mısır müftüsü üstâd Muhammed Abduh'a şu soruyu sormuştur:

Elimizde 4/Şewal/1377'de yazılmış olan bir mektubunuz bu-lunmaKtadır. O mektubun sonunda aynen şöyle diyorsunuz:

«Sizin o taraflarda yeni bir Öğrenci ekolü ortaya çıkmış. On­ların aaetıeri iiımier ve matematiic konularında araştırmalar yap­mak ve Kur'an'ın deiuienni zayıııatmaK hususunda gay­ret göstermektir, şımdıiın onıann goruşıerı hakkında Dize şunıar inanmıştır: Tuian yeryüzünün tümünü Kaplamamış tır. Ü, saaece Hz. JNunun buıundugu bölgeye mahsustur. O dönemde Çin'de Tu­fandan hıçoır zarar görmeyen bazı insanlar kalmıştır. Hz, Nuh' un tum satirlerin heıaK edilmesi üe ügüi duası da genel değildir. AKsıne o da sadece kavminin kafirlerine mahsustur. Çün^ü Hz. Nun Kavmine peygamber olarak gönaerilmiştir. Ayrıca Hz. Pey-gaıiıüer'den geıen saıüh bir hadiste, «Her peygamoer özel olarak fcuvmıne gönderilmiştir. Ben ise tüm insanlara gönderildim» bu-yuruimuşuır. Oysa Kur'an ayetleri onlara bunun tam aksini söy­ler. Ancak onlara, «Ya Rabbı! yeryüzünde kafirlerden bir kişi bi­le oirakma» (Nuh: 16) ayeti gösterildiğinde, onlar bu ayetin te­vil edilebileceğini ve delil olamayacağım söylerler. Yine onlara, «Muhaddislerin ileri gelenleri, şefaat hadislerinde Hz. Nuh'un Al­lah tarafından tüm insanlara peygamber olarak gönderildiğini ve Nuh'un kavmi ile tüm insanların kastedildiğini söylerler. Onun peygamberliğinde ittifak olsaydı o, onlara da gönderilmiş olurdu» denildiğinde hadis alimleriyle alay ederler. Çinlilere nisbet edilen birtakım hikâyelere dayanırlar».

Siz o mektubunuzla, büyük hadisenin gizlilik perdesini bizden kaldırmamızı, hakkın istediği şekilde bunu ifade etmemizi ve kal­bin mutmain olacağı bir biçimde açıklamamızı istemişsiniz. İşte bu sorunuzun cevabı elhamdülillah şudur:

Kur'an'da Tufan'ın umumî olduğuna dair bir nass varid ol­mamıştır. Yine Hz. Nuh'un peygamberliğinin umumî olduğuna da­ir de bir delil yoKtur. Bu nususta geıen hadisler, sahih Kaouı edıl-seier bile, ahad hactıs mevKiınde Duiunaukiarmdan Kabul edilemez, ler. Bu tur gerçekleri tesbıt edebilmek için gerekli olan yaKin (ıw-sini.ik.mr, zan degıı. .fcger bunıar aım a^aeiere girerse durum boyıeaır. Tarihçi ve araşcırmacııarm görüşlerine gelince, onlar hatounaa zannın ağır oasan taralı tercin edüeoılır. ivieseia; ravı-ye, tarihçiye veya görüş sahıDine duyulan güven gibi. Tarihçilerin, ve müfessırlerin bu mesele ile ilgili olarak zikrettiklerine gelince, onlar rivayetlere güvenip, güvenmemek şıklarından dışarı çı&a-mazlar. Dolayısıyla dinî bir akide hususunda kesin hüccet olarak alınamazlar. Tufan'ın genel oluşu meselesine gelince, bu tüm din­lerin mensupları arasında münakaşa konusu olmaktadır. Jeolog­lar için de durum aynıdır. Yine diğer milletlerin tarihçileri arasın­da da bu mesele tartışma konusudur. Ehl-i Kitab ve müslümanlar ise, Tufan'ın tüm yeryüzünü kapladığı görüşündedirler. Araştır­macıların çoğu onları bu noktada desteklemektedirler. Görüşle­rine, fosillerin, taşlaşmış balıkların, dağların tepelerinde bulunmuş olmasını delil getirirler. Sadece denizde meydana gelebilecek şey­leri, dağların tepelerinde bulmaları, suyun dağların doruklarını da kapladığını göstermektedir. Dağların tepesinin kaplanab ilmesi için, Tufan'ın tüm dünyayı kaplamış olması gerekir. Ancak son dönem araştırmacıları Tufan'ın genel olmadığını söylemektedir' ler. Onların da ou hususta çok delilleri vardır. Bunları nakletmek çok uzun sürer. Ancak müslüman bir kişinin Tufan'ın genel ol­ması meselesini, Kur'an ayetlerinin tevil edilebilme ihtimalinden dolayı inkâr etmemesi daha uygundur. Dine uyan herkesin, ayet lerin ve senetleri sahih olan hadislerin zahirinden anlaşılan bir şe­yi inkâr etmemesi gerekir. Fakat zahirin kastedilmediğine delâ­let eden aklî bir delil bulunuyorsa, o zaman zahir tevil edilebilir. Bu meselede böyle bir sonuca varmak, uzun bir araştırmayı, çok yorulmayı ve yerin tabakaları hususunda derin bir ilme sahip ol­mayı gerektirir. Bu ise, aklî ve nafeH birçok ilmin öğrenilmesine bağlıdır. Çünkü kesinlik ifade eden delil olmaksızın, görüş ileri sürülerek böyle bir iddiada bulunulduğu takdirde, bu iddianın sahibi, sözü dinlemez bir hurafeci durumundadır. Bu gibi kim­selere cehaletlerin yaymak hususunda fırsat ve dolayısıyla mey­dan verilmemeli ve müsamaha gösterilmemelidir. En doğrusunu Allah bilir.

Menar sahibi bunları naklettikten sonra şöyle demektedir:

Bu fetvaların özeti şudur; Kur'an ve hadislerin zahiri, Tufan' in genel olduğunu, yeryüzünde o zaman kendilerinden başka in­san olmayan Hz. Nuh'un kavminin tümünü kapsadığını ve buna böyle inanmanın gerektiğini ortaya koyar. Ancak bu Tufan'm tüm yeryüzünü doldurduğuna dair ortada bir delil yoktur. Fosillerin ve suda yaşayan hayvanların kalıntılarının, dağların tepesinde bu­lunması, bunu kesinlikle ispatlamaz. Yani bu, Tufan'm genelliği­nin bir belirtisi olduğuna delil teşkil etmez. Aksine en yakın gö­rüş şudur: Bu, dağların ve başka yerlerin suyunun kuruduğun­dan meydana gelmiş izlerdir. Çünkü suların belli günler dağların üzerine çıkması bizim sözkonusu ettiğimiz olayları açıklamada ye­terli değildir. Biz daha önce bunların tarihî meseleler olup, Kur' an'ın hedeflerinden olmadığım söylemiştik. Bu yüzden Kur'an bunları kesin bir nass ile beyan etmemiştir. Biz, daha önceki de­lillere dayanarak diyoruz ki; bu, nassların zahiridir. Bunu kesin ve dinî inançlar olarak kabullenmemeliyiz. Şayet jeoloji, bunun aksini ispatlasa bile, bu bize bir zarar vermez. Çünkü bu su­retle, bizce kesin olan bir nass çürütülmüş olmaz. [43]

Dünyadaki zulüm ve bozgunculuklarından dolayı Allah'ın kul­larına göndermiş olduğu azap, gerek Nuh'un kavmi, gerekse diğer ' ümmetleri şirk, zulüm ve bozgunculuk toplumu tüm fertleriyle kapsadığı zaman, kökten onları çökertir, yıkıp, ortadan siler:

«Biz de herbirini günahıyla yakaladık. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir gürültü yaka­ladı. Kimini yere batırdık, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Allah'tan başka dostlar edinenlerin hali, kendine bir ev yapan örümceğin haline benzer. Oysa evlerin en zayıfı kesinlikle Örümcek yuvası­dır. Keşke bir bilseler. Onların Allah'tan başka ne gibi şeylere yal-vardıklannı bilir. O, Aziz'dir, Hakîm'dir» (Ankebut: 40-42)

Görüldüğü gibi, peygamberlerin uyarılarına rağmen, Allah'ın nizamına karşı çıkan her ferdi, her milleti kökten söküp götürücü azabı Allah gönderir. Ancak içlerinde bulunan salih müminler top­luluğu bundan müstesnadır. Çünkü Allah müminleri ve peygam­berleri onların içinden çıkarıp, diğerlerini helak eder:

«Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez. Biz bir pey­gamber göndermedikçe azap etmeyiz». (İsra: 15)

«Biz, geçimi ile şımarıp azmış, nice memleket halkını helak - ettik. İşte meskenleri. Kendilerinden sonra orada pek az otumıl-mustur. Onlara varis olan bizdik. Senin Rabbin, şehirlerin en bü­yüğüne, halkı üzerine ayetlerimizi okuyan bir peygamber gönder­medikçe, o şehir halkını helak edecek deaildir. Biz, halkı zalim olan ülkelerden başkasını helak edici değiliz». (Kasas: 58-59)

Firavun kavminin içinde de müminler olduğu için, Allah Teâlâ tüm kavmi helak etmemiş, sadece Firavun ile beraber, îsrailoğul-lari'nı yeniden kölelik ve zulüm altma sokmak isteyenler yok edil­miştir. Hz, Muhammed'e (s.a) gelince, o tüm insanlara gönderil­diğinden dolayı, tüm insanlar onun ümmetidir. Allah onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Bu yüzden de Allah Teâlâ, kökten süpürüp, götüren azabı bize musallat kümayacaktır. Çünkü Üm-met-i Muhammed'in hepsi küfür ve fesad üzere değildir. Fakat Ümmet-i Muhammed'in umumî olarak helaki, tüm insanları yok edecek olan kıyametin kopmasıyla vukûbulacaktir. Bu ise, küfrün tüm insanları kapsadığı zaman tahakkuk edecektir. Nitekim Enes1 ten merfu olarak rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a); «Kıyamet yeryüzünde 'Allah, Allah' diyecek kimse kalmadığı za­man kopacaktır» buyurmuştur. (İmam Ahmed, Müslim, Tirmizi). Ayrıca birçok ayette, bu davet ve icabet ümmeti'nin sadece zalim­ler ve fasıklanna dokunacak bir azapla helak olacaklarını bildir-inektedir. Bu azap, tüm insanları değil, sadece zulüm ve fışkın cereyan ettiği kavm ve bölgeyi kapsayacaktır.

«De ki: Allah size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azap göndermeye veya sizi birbirinizle karıştırıp, bazısına diğer­lerinin acısını tattırmaya da kadirdir. Bak! Onlar anlasınlar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz». (En'am: 65)

Evet bu azabm tüm çeşitleri vukûbulmuştur. îbn Mesud'dan gelen bir rivayete göre bu ayet, Hz. Peygamber'in (s.a) ve asha­bının döneminden sonra tahakkuk etmiştir de. Bazen geçmiş dö­nem insanlarının aklına gelmeyecek olaylar mevdana gelmiştir. Meselâ, nükleer başlık taşıyan füzeler, göklerden Ölüm ve ateş yağdıran uçaklar, patlamasıyla binlerce insanı yok eden mavm-îar, denizaltılar ve benzerleri. Yine değişik asırlarda, farklı mil­letlerin başlarına gelen tufanlar, depremler, volkanik patlamalar, yıldırımların düşmesi, insan ve hayvanları telef eden kıtlıklar ve benzerleri. Müminler bu tür olaylardan ibret alarak, Allah'ı anar­lar, tevbe ve istiğfarda bulunurlar, peygamberlerinin vasivetleri-ni yerme getirirler, zulüm ve fısktan uzaklaşırlar, rızk ve srec'm bollusunun sebeplerine tevessül ederler. Nitekim Allah Teâîâ şöy­le buyurmaktadır:

«Hem Rabbinizin mağfiretini isteyin, sonra da O'na tevbe edin ki, sizi takdir edilmiş belli bir zamana kadar güzel bir şekilde ya-satsın ve iyi hareket sahibine fazlından dünya ve ahirette mükâ­fatını versin. Eğer imandan yüzgevirirseniz bilin ki, ben başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum». (Hud: 3)

«Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin sonrra O'na tev­be edin ki gökten üzerinize bol bol bereket indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrar ettiğiniz halde (imanınızdan) yüzçevirmeyin». (Hud: 52)

«Ve: «Ey Allahım! Eğer bu senin tarafından gelmiş bir hak ise. hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elim bir azap ver» demişlerdi. Oysa (Ey Rasûlüm!» sen onların içinde iken Allah on­lara azap verecek değildi, istiğfar ettikleri halde de Allah onlara azapedecek değildi». (Enfal: 32-33)

Hz. Peygamber onların arasından ayrıldıktan ve onlara bed­dua ettikten sonra Mekkeli müşrikler şiddetli bir kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki, leşleri yiyecek duruma düştüler. Sonun­da aracı göndererek Hz. Peygamber'den (s.a) yardım etmesini is­tediler. Hz. Peygamber'in en azılı düşmanlarından olan Ebü Süf-yan, bu hususla ilgili olarak Hz. Peygamber ile görüştü, ondan kavmine acımasını ve kendileri için dua etmesini istedi. İşte bu­nun üzerine şu ayet indi:

«Allah bir şehri misal verir ki o şehir emniyet ve huzur için­de bulunuyordu. Oraya her yerden bol bol rızık oelirdi. Sonunda o şehir halkı Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. AVnh da, o şehir halkına yaptıkları işler yüzünden açlık ve korku elbi­sesini tattırdı. Andolsun ki, vevgamberi inkâr eden o nankörlere içlerinden bir Rasûl geldi de onu yalanladılar, zulüm işlerken de azap kendilerini yakalıyıverdi». (Nahl: 112-113)

Allah Teâlâ, daha önce yaşamış olanları ve gelecek nesilleri de içerdiği için bunu bir darb-ı mesel olarak aktarmıştır. Nitekim Londra, Paris gibi dünyanın en zengin başkentleri bile. I. Dünva Savaşı'nda açlık ve korku elemini tatmışlardır. Ancak buna rağmen onlar tevbe   etmediler,   bu olayı   hatırlamak bile   istemedi­ler. [44]

 

Hz. Nuh'un Gemisinin Üzerinde Durduğu Dağ

 

Ayette geçen «el-Cudî» kelimesi hakkında ihtilâf edilmiştir. îbn Atiyye'ye göre Musul'da veya Şam'da ya da Âmed'de bir da­ğın adıdır. Meşhur olanı, Musul'da bir dağın adı olmasıdır.

Tevrat ve Tevrat ile ilgili yazılmış eserlerde «el-Cudî» ile kast­edilenin «Ararat» (Ağrı) dağı olduğu kayıtlıdır. Bazı eserlerde, «Tufan koptuğunda tüm dünya dağlan gururlandılar. Fakat Cudî dağı Allah karşısında tevazu etti. Allah Teâlâ da, geminin onun üzerinde durmasıyla ona lütufta bulundu» denilmiştir.

Gemi, Cudî dağının üzerinde Aşura Günü durmuştur. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Aşura Günü oruç tutan bazı Yahudilerin yanından geçerken onla­ra ne orucu tuttuklarını sorar. Onlar da, «Bugün Allah'ın Musa' yi ve îsrailoğulları'nı boğulmaktan kurtardığı ve Firavun'u suda boğdurduğu gündür. Bugün Nuh'un gemisi Cudî dağı üzerinde durmuş ve Nuh ile Musa da Allah'a şükr olsun diye bu olaylar­dan sonra oruç tutmuşlardır» derler. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (s.a), «Ben Musa'ya (sizden) daha yakınım. Bu günün orucu­nu tutmak hususunda daha fazla hak sahibiyim» diyerek Aşura Günü oruç tutar ve ashabına da oruç tutmalarını söyler. (İmam Ahmed)

el-îsfahanî, «Terğib'ul-Terğib» adlı eserinde, «Aşura öyle bir gündür ki, Hz. İsa o gün doğmuştur. O günün orucu bir yılın oru­cuna denktir ve Receb'in on'undadır» demektedir.

îbn Cerir et-Taberi, Abdülaziz b. Abdulgafur'dan, o da baba­sından merfu olarak şöyle bir rivayet, nakleder: «Hz. Nuh (a.s) gemiye Receb ayının ilk gününde binmiştir. O ve beraberindekiler oruçluydular. Gemi onları altı ay taşıdı, bu yolculuk Muharrem ayında son buldu. Gemi Cudî'nin üzerinde Aşura günü durdu. Hz. Nuh oruç tuttu. Beraberindeki tüm canlılara da oruç tutmalarım emretti. Allah'a şükr olsun diyerek hepsi de oruç tuttu».

Bazı rivayetlerde ise, «Gemi Hz. Nuh ve beraberindekilere tüm dünyayı gezdirdi. Ancak Harem'in sınırlarına girmeden onun etrafında bir hafta dolaştı. Hacer'ul-Esved Tufan esnasında Ebu Kubeys Dağı'na gizlenmiş, Kabe'de göklere kaldırılmıştı» denil­mektedir.

İbn Asakir'in Mücahid'den gelen rivayetinde «Su, Harem'e girmedi» denilmektedir. Bu rivayete göre, ne taş gizlenmiş, ne de Kabe kaldırılmış olmaktadır. Bence bu iki olayın vukûbulmuş ol­ması doğru değildir. Farzedelim ki doğru olsun, fakat niçin Kabe, Hacer'ul-Esved olmaksızın kaldırılmıştır veya Hacer'ul-Esved ni­çin tek başına Ebu Kubeys Dağı'na gömülmüştür? Benim naza­rımda Kabe'nin kaldırılması hikâyesi şüphelidir. Allah'ın her şeye kadir olduğunda bir şüphem yoksa da, bu rivayetin doğruluğundan şüphe ediyorum.

«Haksızlık yapan kavim yok olsun, denildi» ifadesi ile «O zul­medenler hakkında, azabın onlardan kaldırılması için bana dua etme; zira onlar suda boğulacaklardır» (Hud: 37) ayeti, bu hela­kin Hz. Nuh ile beraberindekilerin dışındaki tüm kafirleri kapsa­dığını göstermektedir. Nitekim tüm kafirlerin .helak olduklarına dair başka ayet ve hadisler de bulunmaktadır.[45]

 

Tufan Niçin Günahsız Çocukları Boğdu? Ubey B. Umeyr'den Şöyle Rivayet Edilmektedir:

 

Boğulanlar arasında kucağında çocuğu olan bir kadın vardı. Kadın çocuğunu kurtarabilmek için onu göğsüne kaldırdı. Su göğ­sünün hizasına gelince, onu omuzlarına çıkarttı. Su, omuzlarının hizasına geldiğinde ise, çocuğu elleriyle havaya kaldırdı. Allah Te-âlâ «Eğer o anda yeryüzünden bir kimseye rahmet edecek olsay­dım, o kadına ederdim. Fakat, helak olmalarına dair hüküm ve­rilmişti» demektedir.

Burada, günahsız çocukların da Tufan'da boğulmasıyla ilgili itiraz yerinde değildir. Çünkü Tufan, sadece ölümün bir sebebidir. Dolayısıyla günahsız bir kimsenin Öldürülmesinde bir mahzur var mıdır? Allah Teâlâ her zaman sayısız derecede günahsız insanı ölüme götürmüştür. Çünkü Allah onların gerçek sahibidir. Mutlak tasarruf O'nun elindedir, dilediğini yapar, dilediğine hükmeder. Çocukların ölümü ile ilgili olarak îshak b. Buşr ve İbn Asakir'in Abdullah b, Zivad b. Sem'an'dan ve isimleri verilen bazı kimseler­den rivayet ettiği hususlarda cevaba gerek yoktur. Gûva onların verdiği cevab şudur: «Allah Tufan'dan kırk yıl önce tüm erkek­leri akim, tüm kadınları da kısır kıldı. Kırk mldan heridir t-nAvn.-lar çocuk doğurmadı. Hz. Nuh'un bedduasından önce dnrfmuş olan çocuklar ise balia ve eraenlik çağına varmışlardı. Allah'ın onlar üzerindeki hücceti olduktan sonra Allah Teâlâ Tufan'ı gön­derdi».

Niçin böyle bir hâdîs'e ihtiyaç yoktur? Çünkü bu hadîs zavtf olmakla birlikte, bu hadîs ile daha önce gecen rivavet arasında çelişki meydana gelmektedir. Zira, daha önceki rivayetlerden an­laşıldığına göre, Allah Teâlâ, gemide olmayan tüm canlıları helak etmiştir. Ayrıca Cafer-î Sadık'tan gelen bir rivayete göre, «Hz. Nuh gemiye alacaklarım aldığında, dışarıda kalan vahşi ve yırtıcı hay­vanlar azabı görünce Hz. Nuh'un ayaklarına yüzlerini sürmeye başladılar. Lisan-ı hâl ile «Bizi de beraberinde götür» dinorlardı adeta. Hz .Nuh, «Ben sadece her cinsten bir çifti götürebilirim» dedi, onları gemiye almadı» denilmiştir. Oysa onlar da günahsızdılar ve helak olmuşlardır. Ayrıca yukarıdaki cevabın dışında, «Al­lah o çocukların neler yapacağını en iyi bilendir. Bu yüzden de onları helak etmiştir» şeklinde başka bir cevaba da gerek yok­tur.

(44) «Ey Arz! Suyunu yut.,,» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet icazın tüm mertebelerini içeren bir özelliktedir. Araplar arasındaki o fesahat ve belagat sahipleri bu ayet önünde başeğmişlerdir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Kureyş müş­rikleri Kur'an'a, onun benzerini yapmak suretiyle karşı koymak is­tediler. Bunun üzerine de buğdayın Özünden, koyun etlerinden ye­diler ve içkinin de en keskininden zihinleri durulsun diye içtiler. Sözlerine başlayacakları zaman da bu ayeti dinlediler. Bazıları di­ğerlerine bu sözün, insanların sözlerine benzemediğini söyleyince bu teşebbüslerinden vazgeçtiler.

îbn Mukaffa, rivayet olunduğuna göre, çok fasih ve beliğ bir kimseydi. Öyle ki hakkında Arapların en fasihi olduğu söylenir­di. O Kur'an ile muaraza edecek bir söz inşa etmeye başlar ve onu bölümlere ayırarak, her bölüme bir sure adı verirdi. Bir gün bir okulda bu ayeti okuyan bir çocuğun yanından geçer ve bunun üze­rine dönüp yaptıklarının hepsini siler. Sonra da «Şehadet ederim ki, bu, hiçbir zaman insan sözü ile muaraza edilemeyecek bir Ör­nektir ve o insan sözü de değildir» der.

Bu ayetin mündemiç olduğu özellikler Kur'an'm diğer ayet­lerinin muciz olmadığı anlamına gelmez, zira; icazın tarifi şudur: İnsanlar onun bir benzerini getirmekten acizdirler ve hiçbir zaman da böyle bir kuvvete sahip olamazlar. îcaz iki şeyi kapsar. Birin­cisi; belagatın en yüce tarafını. Yani belagatın, varüıp geçilmesinin tasavvur edilemediği nokta. İkincisi; bu noktaya en yakın bir tarafı ki, beşerî güçlerin yetişemeyeceği nokta.

îşte, Kur'an'ın tüm ayetlerinin mucize olmasının mânâsı; be­şerî güçlerin benzerini getirmekten aciz kaldıkları bir kelâm ol­masındadır, îster birinci, ister ikinci nokta olsun, bunlar arasın­daki farklılığın muhtevanın yüceliğini ifadede bir mahzuru yok­tur. Belagat alimlerinin söylediği de budur.

İranlı bir şair şöyle demektedir:

Beyanda ve fesahatta konuşma nasıl olur?

Aksi takdirde, her konuşan Hafız ve Esmaî gibi olur.

Allah'ın vahy olarak inen kelâmında

«Tebbet yeda» ibaresiyle, «Ya ardublai'» ibaresi nasıl bir olur?

Belagat ilminde doruğa çıkmış olan bazı mahir kimseler, bu ayetin bazı meziyetlerini geniş bir şekilde açıklamışlardır. [46]

 

Kenan Hz. Nuh'un Gerçek Oğlu Mudur?

 

(45)   «Nuh (Rabbine dua edip) dedi ki...» Bu Ayetin Tefsin

Müfessirler, ayette geçen çocuğun, Hz. Nuh'un gerçek oğlu olup-olmadığı hususunda üç görüş ileri sürmüşlerdir;

1) İbn Abbas, İkrime, Said b. Çübeyr ve Dahhak'm görüşüne göre, bu çocuk (Kenan) Hz. Nuh'un (a.s) gerçek oğludur. Nite­kim ayet de buna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ «Nuh oğ­luna seslendi» demekle onun Hz. Nuh'un öz oğlu olduğunu tesbit etmiş olmaktadır. Hz. Nuh da Kenan'ın kendi öz oğlu olduğunu açık ve kesin bir şekilde belirterek: «Ey oğlum!» diye ona seslen­miştir. Bu lafzı, «Nuh (a.s) onu büyüttüğünden, ona bu şekilde seslenmiştir» şeklinde sebepsiz olarak gerçek mânasından mecazî mânâya kaydırmak isteyenler olmuştur.

2) Muhammed b. Ali el-Bakır ve Hasan Basrî'ye göre, Ke­nan Hz. Nuh'un üvey evladıdır. Yani, kendi hanımından, fakat başka bir erkekten olmuştur.

3) Mücahid ve yine Hasan Basrî'ye göre, bu çocuk Hz. Nuh'  un yatağında dünyaya gelmiş bir veled-i zinadır. Fakat Hz. Nuh  bunu bilmiyordu. Bu görüşte olan kimseler, Allah Teâlâ'nın Hz. Nuh ile Hz. Lût'un hanımları hakkındaki, «Bu iki kadın, kocaları­na (yani, Hz. Nuh ile Hz. Lût'a) ihanet etmişlerdi» (Tahrim : 10) ayetini delil göstermektedirler.

Müfessirlerin imamı kabul edilen Fahruddin Razî, bu üçüncü görüşün zayıf olduğunu, zira; peygamberlerin mertebesini Allah Teâlâ'nm böylesine bir rezaletten pâk kıldığını söylemektedir. Ya­ni, peygamberin hanımı olan bir kadın zinadan korunmuştur. Ra­zî, üçüncü görüşün, Kur'an'ın nassma muhalif olmasını da bu görüsün zayıf ve temelsiz olduğuna başka bir delil olarak göster­mektedir.

«Bu iki kadın kocalarına ihanet etmişlerdi» cümlesinin anlamı îbn Abbas'a sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir: Hz. Nuh'un karısı «Benim kocam delidir» demekle, Hz. Lût'un karısı da, Hz. Lût'un misafirleri geldiğinde, halka misafirlerin geldiğini ve ne­rede bulunduklarmı söylemekle ihanet etmiştir.[47]  

 

Meal

 

46- (Allah): «Ey Nuh! Kuşkusuz ki o senin ailenden değil­dir. Çünkü o salih olmayan bir ameldir. Öyleyse hakkında ilmin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben cahillerden ol maya­sın diye sana nasihat veriyorum» dedi.

47- (Nuh):  «Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemek­ten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet et­mezsen hüsrana uğrayanlardan olurum» dedi.

48- «Ey Nuh!  Sana ve seninle birlikte olan ümmetler üze­rine bizden selâmet ve bereketlerle in. Fakat bazı (kafir) ümmet­leri de bir süre yararlandıracağız ve sonra onlara bizden acı bir azap dokunacaktır» denildi.

49-(Ey Muhammedi) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha-berlerindendir. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmiyordu­nuz. O halde sabret. Kuşkusuz ki sonuç korunanlarındır.

50- Ad  (kavmine)  de,  (soyca)  kardeşleri olan Hud'u gamber olarak gönderdik. Onlara dedi ki: «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin Ondan başka mabudunuz yoktur. Siz (O'na or­tak koşmakla) ancak yalan ve iftira etmiş oluyorsunuz».

51- «Ey kavmim!  Ben sizden bunun  (peygamberliği tebliğ etmem) için   bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yarata­na aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz?»

52- «Ey kavmim! Eabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tevbe edin ki üstünüze gökten sağnak yağmurlar yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu günahkârlar olarak yüzçevirme-yin».

53- Onlar da: «Ey Hud! Sen bize apaçık bir mucize getir­medin. Biz senin sözünle mabudlarımm terketmeyiz ve sana inan­mayız» dediler.[48]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(46) (Allah) :*Ey Nuh! Kuşkusuz ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet ilmin mutlak anlamda Allah'a ait olduğunu, pey­gamber de olsa bir insanın Allah'ın kendisine verdiği kadar an­cak ilim sahibi olabileceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca vahy gel­mezden önce bir peygamberin de sapabileceğini, ancak hemen vahy ile düzeltildiği gerçeğini bildirmektedir. Yine bu ayet, bir mesele hakkında bilgisi olmayan bir kişinin, o meseleyi çözmeye yeltenmemesi ve bilakis ondan sakınması gerektiğine işaret et­mektedir. Çünkü Rabbimiz, «Doğru olup-olmadığını bilmediğin bir şey hakkında dilekte bulunma. Çünkü senin gibi Ülu'l-Azam olan peygamberlere en uygun olanın, işlerini kesinlik üzerine bi­na etmeleridir» diye buyurmuştur.

«Cahillerden olmayasın diye»; yani, onlar gibi uluorta dilek­te bulunmayasm diye nasihatlarımla seni uyarıyorum. Bu ifadede dikkat çekici olan nokta, Hz. Nuh'un Önce dilekte bulunmayıp, Allah'a dua etmesidir. Allah o dua Allah Teâlâ'nın «Senin aileni kurtaracağım» va'dini ve dolayısıyla oğlu hususunda da aynı va' di yerine getirmesi dileğini içermesinden ötürü, Allah Teâlâ, «Di­lek» (sual) şeklinde onu ifade etmiştir.

(47) (Nuh) Ey Rabbimt Bilmediğim...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette, bir önceki gibi mutlak anlamdaki ilmin Allah'a ait olduğunu ortaya koymakta ve bununla birlikte peygamber de olsa bir insanın Allah'ın kendisini affedip, ona rahmet etmemesi duru­munda hüsrana uğrayanlardan olacağı hükmünü beyan etmekte­dir. Yani yaratıklar üzerinde mutlak tasarruf yetkisine sahip olan Aüah, kulunun mertebesi ne olursa olsun onu o mertebeden in­dirmeye kadirdir. O, kuluna merhamet etmediği takdirde kulun hüsrana uğrayanlardan olacağı kesindir. Ayrıca bu ayet bir hu­susta bilgisi olmayan bir kimsenin, o şeyi istemesinin doğru ol­madığına da işaret etmektedir. Bu yüzden Hz. Nuh (a.s) şöyle der: «Şu anda benden sadır olan istek ve ileride de benden sadır olması muhtemel kaymalar hususunda eğer beni affetmezsen, sapmalarımı örtmek, defterimden silmek suretiyle bana ikramda bulunmazsan, elbette ben hüsrana uğrayanlardan olurum».

Burada bu ayetin, peygamberlerin masum olmadıklarına delâ­let ettiği, zira; Hz. Nuh'tan böyle bir zellenin sadır olmaması ge­rekeceği düşünülebilir. Bu istifhama cevap olarak, Hz. Nuh'tan sadır olan zellenin, onun oğlunun nifak ve küfrüne delâlet eden hususu tam araştırmamış olması gösterilmiştir. Çünkü Hz. Nuh'un kavmi üç gruba ayrılıyordu :

1) Kafir olup, küfrünü açığa vuranlar.

2) Mümin olup, imanını açığa vuranlar.

3) Durumunun gerçeği bilinmeyen münafıklar.

Müminlerin hükmü kurtuluş, kafirlerinki ise boğulmaktı. Hz. Nuh bunu biliyordu. Münafıkların durumuysa belli değildi. İşte Hz. Nuh'un oğlu bu üçüncü gruptandı. Durumu belli olmadığı için, mümin olma ihtimali sözkonusuydu. Aşırı derecedeki baba­lık şefkati de Hz. Nuh'u, oğlunun yaptıklarının, onun kafir oldu­ğuna değil, aksine doğru şeyler olduğuna hamletmeye sevkediyordu. Bu yüzden Hz. Nuh içtihadında yanıldı. Nitekim Hz. Adem de daha önce ağaçtan yemek hususunda yanılmıştı. Bu bakımdan Hz. Nuh'tan sadır olan, sadece içtihadında yanılmış olmasıdır. Bunun dışında ondan herhangi bir günah sadır olmadığı içindir, ki bu ayet peygamberlerin ismetini kaldırıyor anlamına gelmez. Daha sonra Hz. Nuh Rabbine yöneldi, korktu, O'na dua edip, af ve merhamet diledi. Nitekim Hz. Adem de yaptığı zelleden ötürü «Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi affedip, bize merhamet etmezsen, kesinlikle biz hüsrana uğrayanlardan oluruz» demişti. Çünkü ebrar için iyilik olan davranışlar, mukarrebler için kötülük olur.

(48) «Ey Nuh! Sana ve seninle...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu söz, Hz. Nuh'a Allah tarafından söylenmiştir. Bu söz, Tu­fandan kurtulmuş ve ne olduğu belirsiz yerküresinin birtakım hastalıkları, tehlikeli durumları olabilir diye endişe eden veya böyle bir endişeye kapılma ihtimali olan Hz. Nuh'a, Allah tara­fından verilen bir garantidir adeta. Allah Teâlâ, Hz. Nuh'a sağlam kalacaklarına dair teminat veriyor ve kendisine ve beraberindeki-lere ihsan edeceğini va'dediyor.

Hatib Şirbinî'ye göre, «Denildi» fülinin faili, ya Allah Teâlâ ya da Allah'tan emir alıp, bu talimatı Hz. Nuh'a ileten bir melek­tir. «İn» emri de, ya gemiden inilmesini veya geminin üzerinde durduğu dağdan ovaya inilmesini anlatmaktadır.

Tufan genel olduğundan dolayı, Hz. Nuh gemiden indiğin. de yeryüzünde hiçbir şeyin kalmadığım, yararlanacağı bir bitki ve hayvanın bulunmayacağını biliyordu. Nasıl yaşayacağım ve ih­tiyaçlarını nasıl karşılayacağının endişesini taşıyordu. Ancak Al­lah Teâlâ ona «Bizden selâmetle in» deyince, bu endişe onun kalbinden silindi. Çünkü bu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi selâ­metin (güvenin) varlığına dair "bir garantidir. Bu ise, Hz. Nuh' un emniyet ve geniş rızılc içinde olacağına delâlet eder. Allah Te­âlâ bu teminatı Hz. Nuh'a verdikten sonra, ona bereketler de va'd eder. «Bereketler», rızkın devamından ve sabit kalacağından ki­nayedir. Çünkü Allah Teâlâ Tufanı göndermek suretiyle Hz. Nuh'u insanlara Ata kılmıştır. Zira kalanların tümü onun soyundandı. Nitekim Hz. Nuh'un, gemiden çıktığı zaman onun soyundan olma­yıp da gemide beraberinde bulunan kimselerin hepsinin öldüğü şeklinde rivayetler vardır. İnsan nesli ve dolayısıyla tüm insan­lar onun soyundan gelmektedir. Ayeti, ister gemide sadece onun soyundan kimselerin bulunduğu şeklinde tevil edelim, ister ön­ceki tarzda tevil edelim, insan nesli ikinci kez Hz. Nuh'un soyun­dan gelmiş bulunmaktadır. «Biz onun zürriyetini baki kalanlar kıldık» (Saffat: 77) ayeti de buna delâlet eder. Yani Hz. Nuh, bir bakıma küçük Adem'dir ve Tufandan sonra gelen peygam­berlerin atasıdır Hz. Nuh ile Hz. Adem'in arasında sekiz nesil ol­duğu söylenir.

«Ve seninle birlikte olan ümmetler» ifadesi ile muhtemelen Hz. Nuh ile gemide bulunan kimseler kastedilmektedir. Çünkü onlar da bir çeşit cemaatlerdir. Ya da onlara «ümmetler» denilmesi, ce­maatlerin Üeride onlardan geleceği nedeniyledir.

«Min» harf-i çerinin beyan için değil de, gayenin başlangıcı için olması muhtemeldir. Yani, «Seninle birlikte olanlardan mey­dana gelecek ümetler». Bu ümmetler, kıyamete kadar gelecek olan ümmet ve mületlerdir. Nitekim Zemahşerî, bu ikinci yorumu desteklemektedir. [49]

«Fakat bu ümmetleri de bir süre yararlandıracağız ve sonra onlara bizden acı bir azap dokunacaktır» cümlesinde geçen «Bazı ümmetler» ifadesi ile ilgili olarak da müfessirler ihtilaf etmişler­dir. Bazı müfessirlere göre bunlar, Hz. Nuh (a.s) ile birlikte ge­miye binenlerin soyundan gelip de Allah'a isyan eden, peygamber­leri yalanlayan, Allah'ın nimetlerini inkâr eden kafirlerdir. Allah Teâlâ onları dünyada iken rızıklanndan yararlandınyorsa da, kü­fürleri dolayısıyla da ahirette elem verici bir azapla onlara azap edecektir.

Muhammed b. Ka'b el-Kurzî'ye göre, bu ayetin kapsamına kı­yamete değin tüm müminler girerler. Bunun ardından gelen cüm­leden de anlaşılan, dünyada nzıklanan tüm kafirler ahirette azabı tadacaklardır.

Bazılarına göreyse, dünyada nzıklardan yararlanan ve ahiret­te de kendilerine azap dokunacak kimseler, Hud, Salih, Lût ve Şu-ayb kavimleridir.

(49) «Bunlar sana vahyettiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey Muhammed! Sana vahyettiğimiz bu kıssa, sana vahy gelmezden önce hem senin hem de kavminin nezdinde bilinmiyor­du.

Burada, «Hz. Nuh'un Tufan kıssası tüm alimlerce meşhurdu. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a) ve Mekkeliler de bu kıssayı işitmişler-di ve biliyorlardı. Oysa Allah Teâlâ, burada bu kıssayı, ne Hz. Pey gamber'in ne de Mekkelilerin bildiklerini söylüyor» şeklinde akla bir soru gelebilir. Bu soruya cevap olarak, onların Nuh Tufanım ayrıntılı olarak değil, genel anlamıyla bildikleri öne sürülmüştür. Çünkü 'Kur'an'daki tafsilât ne Hz. Muhammed'in (s.a) ne de Mek­kelilerin malûmuydu. Bunun yanisıra Hz. Peygamber (s.a) ümmî olduğundan, daha önceki kitapları okumamıştı ve onlan bilmiyor­du. Ayet, Mekkelilerin de böyle olduğunu ihsas etmektedir. [50]

 

Sabrın İslâm'daki Hükmü

 

«O halde sabret»; yani sen de, sana tâbi olan müminler de, Hz. Nuh'un kavminin kendisine karşı yaptığı eziyete sabrettiği gi­bi sabredin. Bu emir, sabrın farz olduğunu gösterir. Çünkü, «Kuş­kusuz ki, sonuç sakınanlarındır» cümlesi, sabrın yararım ortaya koymaktadır. Yani, şirkten günahlardan sakınanlar matlub olan sonuca ulaşırlar ve bunun mükâfatını alırlar.

Bu ifade, Hz. Peygamber'e (s.a), sabretmesinin sonucunda muzaffer olacağını müjdelemektedir. Yine bu ifade, sabrın sonun­da sevincin geleceğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Nuh ve bera-berindekilere de, sabretmelerinin sonucunda sevinç gelmiştir. Bi­naenaleyh bu ifade, sabredenlerin ve sakınanların hedeflerine va­racaklarını ortaya koyar.

Kur'an'a itiraz eden bazı kimseler Hz. Nuh'un kıssasının Yu­nus suresinde geçmiş olmasına rağmen, Hud suresinde tekrarlan­mış olmasında ne gibi bir fayda ve hikmetin olduğunu sormuşlar­dır. Cevap olarak şöyle deriz:

Bir kıssadan birçok .yönden yararlanılabilir. Meselâ, Yunus su­resinde bu kıssa, azabın acilen gelmesini isteyen kafirlere hitaben serdedilmiştir. Yâni, Allah Teâlâ «Nuh'un kavmi de (sizin gibi) azap geciktiği için onu yalanlıyorlardı. Ama sonunda azap geldi ve helak oldular» demektedir. Hz. Muhammed'in (s.a) kıssasında da aynı şey tekrarlanmıştır. Çünkü Hud suresinde bu kıssa, kafirle­rin vahşette çok mübalâğa ettiklerini belirtmek bakımından zik­redilmiştir. Allah Teâlâ bu kıssayı, «Kafirlerin eziyet ve vahşilik­leri Nuh'un döneminde de vardı. Fakat Nuh sabretti ve kazandı» demek için irad etmektedir. Yani, «Ey Muhammed! Hedefine ulaşabilmek için sen de sabr etmelisin». Her defasında ayrı bir yönüy­le bu sureden istifade edilebildiği için, kıssanın değişik surelerde tekrarlanması, hikmet ve faydadan hâli değildir.

Allah  Teâlâ bu surede, kıssaların ikincisini bundan hemen sonra zikretmektedir.

(50) «Ad (kavmine) de (soyca) kardeşleri olan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, Hz. Hud'un (a.s) sadece Ad kavmine peygamber ola­rak gönderildiğini tesbit etmektedir. Ayrıca «Her peygamberi an­cak kavminin lisanıyla gönderdik» ayetinde de belirtildiği gibi, Al­lah Teâlâ Ad kavminin dilini bilen Hz. Hud'u onlara peygamber olarak göndermiştir. Hz. Hud'un onların kardeşi olması din bakı­mından değil, ancak soy bakımındandır. Çünkü Hz. Hud, Yemen tarafında oturan ve büyük bir Arap kabilesi olan Ad'a mensup­tu. Bazılarına göreyse Hz. Hud, Ademoğulları'ndan olması hase­biyle onların kardeşidir.

Ad kavmi putlara tapardı. Bazıları, «îki tane Ad kavmi vardı. Hz. Hud'un gönderildiği birincisidir. İkinci Ad ise, Şeddad ve Lokman'ın kavmidirler. Bunlar «Direkler sahibi İrem»de zikredil­mişlerdir. Ad kelimesi önce bir şahsîn adı iken, daha sonra bu şah­sa nisbet edilen kavme isim olarak verilmiştir» demektedirler.

Burada Allah'ın, Hz. Nuh'un oğlu Kenan ile ilgili olarak, «O senin ailenden değildir» demek suretiyle dini yakınlık olmadık­tan sonra, soy yakınlığının bir şey ifade etmediğini söylemişken, Hz. Hud ile Ad kavminin —inanç bakımından birbirlerinin zıddı oldukları halde— kardeş olduklarını bildirmiş olmasinm, böy­lesine bir kardeşliğin yararlı olduğunu göstermektedir şeklinde bir itiraz öne sürülebilir. Bu itirazı şöyle cevaplandırabiliriz:

Hz. Muhamnıed'in kavmi, kendi kabilelerinden birine mensup olmasına rağmen, ona Allah katından bir peygamberlik gelmiş olduğu gerçeğini kabul etmezlerdi. İşte bu nedenle Allah Teâlâ, Hz. Hud'un Ad kavminden, Hz. Salih'in de Semud kavminden ol­duğunu söylemektedir. Yani, Hz. Muhammed (s.a) hakkındaki bu itiraz, ondan önceki peygamberler için de varid olmuştur. «O hal­de ey Muhammed! Üzülme ve sabret».

«Ey kavmim! Allah'a ibadet edin» cümlesi, mukadder bir so­runun cevabıdır. Hz. Nuh'un kıssasını okuyanlar merakla «Acaba Hz. Nuh ile kavmi arasında geçen olaylar gibi burada da mı böy­le bir olay geçti veya başka bir şey mi oldu?» diye düşünebilirler. îşte buna cevap olarak, Hz. Hud'dan hikâye edilerek, «Hud böy­le dedi» denilmiştir. Yani «Allah'ı birleyin ve ibadette O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sizin O'ndan başka mabudunuz yoktur. Çün­kü tapmakta olduğunuz putlar ne zarar ve ne de yarar sağlayan taş parçalarıdır. Bunlar nasıl mabud ittihaz edilebilirler?»

Yine burada, Hz. Hud'un, kavmine Allah'ın varlığını deliller­le isbat etmeden önce, onları Allah'a ibadete nasıl davet edebildi­ği sorulabilir. Cevap olarak; Allah'ın varlığına dair delillerin apa­çık olduğunu söyleyebiliriz. Kâinatın her tarafı bu delillerle dolu­dur. Lafızlar da bu delillere dahil olduğundan, dünyada Allah'ı in­kâr eden bir grubun (Ateistlerin) sayısı çok azdır. Çünkü nllah Teâlâ, kafirlerin özelliklerini bildirirken şöyle buyurur: «Andol-sun eğer onlara «Yeri göğü kim yarattı?» diye soracak olsan, ke­sinlikle «Allah yarattı» cevabını vereceklerdir». (Lokman: 25)

«Siz (O'na ortak koşmakla) qncak yalan ve iftira etmiş olu­yorsunuz» cümlesi de, Hz. Hud'un konuşmasının bir parçasıdır. Yani, O'ndan başkasına şu veya bu sebepten dolayı ibadet ediyo­ruz demeniz, açık bir iftiradır. O'nun dışındaki her şey  ne olur­sa olsun   hiçbir şekilde mabud olamazlar.

(51) «Ey kavmim! Ben sizden...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu sözler de Hz. Hud'un konuşmasına dahildir.

«Ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum». Çünkü böyle bir ücret istesem, belki «Bu ücreti elde etmek için bizi Allah'a da­vet ediyorsun. Eğer ücret olmasaydı, böyle bir şey yapmazdın» di­yebilirsiniz.

«Benîm ücretim beni yaratana aittir» şeklindeki Hz. Hud'un bu ifadesini, tüm peygamberler kendi kavimlerine söylemişlerdir. Ve bu cümle daha önce de belirttiğimiz gibi ithamı ortadan kal­dırmakla birlikte, peygamberlerinin tebliğlerinin sadece kendi ya­rarlarına bir nasihat olduğunu isbat eder. Çünkü nasihatlar, be­şerî isteklerle karıştırıldığında başarı sözkonusu olamaz ve müs-bet bir sonuç da alınamaz. Bu ayet, bu bakımdan dinî vecibeleri yerine getirmek hususunda ücret almanın mahzurlu ve en azından mekruh olduğu gerçeğini de işaret etmektedir.

«Aklınızı kullanmıyor musunuz?»; yani, aklınızı niçin kullan­mıyorsunuz? Yoksa aklı kullanma sonucunda, hakkı bâtıldan, doğ­ruyu yanlıştan ayırdetmeye taraftar değil misiniz? Buna niye ya­naşmıyorsunuz?

(52) «Ey kavmim! Rabbinizden...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, Allah'tan af dilemenin ve tevbe etmenin refah içinde yaşamamıa sebeplerinden olduğunu beyan eder. Yani, onlar böyle yapmakla hem ahiretlerini kazanırlar, hem de dünyada müreffeh yaşamanın ve sıkıntılardan kurtulmanın sebeplerini ellerine geçir­miş olurlar.

«Rabbinizden bağışlanma dileyin»; yani halisane ve katıksız olarak O'na iman edin ve affın ancak O'ndan geleceği kanaatine yakînen inamn.

«Sonra da O'na tevbe edin»; yani başkalarına kulluk etmek­ten vazgeçip, Allah'a kul olun. Zira tevbe ancak imandan sonra bir yarar sağlar. Bunu yaptığınız takdirde size yağmuru bol olarak gönderecek, gücünüze güç katmak suretiyle sizi sağlamlaştıracak­tır.

Hz. Hud'un kavmi, ziraat, bahçecilik ve benzeri işlerle iştigal ettiklerinden ve bir zarar gelmemesi için bu sahip olduklarının üzerlerine titrediklerinden dolayı, Hz. Hud'a iman etmelerinin ve başkalarına ibadeti terkederek sadece Allah'a kullukta bulunma­larının ve bu kulluğa sıkıca sarılmalarının yağmurun bolca yağ­masına, güçlerinin ve mahsullerinin artmasına vesile olacağı söy­lenmiştir. Çünkü onlar her şeyden çok yağmura muhtaçtılar. Kuv­vetlerine dayanarak herkesi kendilerine boyun eğdirmeye çalışı­yorlardı. Halk, her bakımdan onlardan korkuyordu. Bu yüzden iman etmeleri durumunda mevcut güçlerine güç katılmış olacak­tı.

Bazı müfessirlere göre, ayette geçen «Kuvvet» mal kuvveti, ba­zılarına göreyse cinsel kuvvettir.

Rivayetlere bakılırsa, Allah Teâlâ Ad kavmine üç yüz yıl sü­reyle yağmur vermemiştir. Kadınları çocuk doğuramayacak hale gelmiştir.

Hz. Aliînin oğlu Hz. Hasan, Muaviye'nin yanından çıkarken hizmetçilerden biri yanma gelip, ona şöyle der:

  Ben servet sahibi biriyim. Fakat çocuğum olmuyor. Bana bir şey öğret ki belki Allah o sayede bana bir çocuk verir, dedi.

Hz. Hasan ona, «Bolca tevbe ve istiğfar et» dedi ve o da çok çok tevbe ve istiğfara devanı etti. Öyle ki bazı günlerde yedi yüz kere tevbe, istiğfar ediyordu. Allah Teâlâ da sonunda ona bir ço­cuk ihsan etti. Bu olay Muaviye'nin kulağına geldiğinde o hizmet­çisine :

  Hasan'a niçin bu sözü nereden aldığını sormadın? dedi. Hz. Hasan, Muaviye'nin yanma ikinci bir kez geldiğinde, o hizmet­çi ondan bu sözün kaynağını sordu. Hz. Hasan:

  Sen Hz. Hud'un, «Rabbinizden bağışlanma dileyin sonra da O'na tevbe edin ki kuvvetinize kuvvet katsın», yine Hz. Nuh'un «Allah size mallarla ve çocuklarla yardım edecektir» sözünü işit­medin mi? dedi.

«Suçlu günahkârlar olarak yüzçevirmeyin»; yani benim söz ve nasihatlanmı mücrim (ve müşrik) olduğunuz halde kabul etmek, ten çekinmeyin. Hem suçlu ve hem de güçlü olmaya çalışmayın.

(53) «Onlar da: Ey Hud! Sen bize...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, Hz. Hud'un kavmine söylediklerini zikrettikten sonra, kavminin Hz. Hud'a söylediklerini hikâye etmeye başlamış­tır. Onlar da Hz. Hud'a birçok şeyler söylemişlerdir. Bunların ilki şudur:

«Sen bize apaçık bir mucize getirmedin»; yani senin dâvanı, peygamberliğini isbatlayacak ne açık bir delil ve ne de bir mucize vardır.

Kur'an burada Mucize'ye «Beyyine» demiştir; zira mucize hakkı açıklar, bâtılı gözler önüne serer. Hz. Hud'un onlara mu­cizeler gösterdiği bilinmektedir. Ancak onun kavmi bilgisizlikle­rinden ötürü mucizeleri inkâr etmişler ve onun hiçbir mucize ge­tirmediğini iddia etmişlerdir.

İkinci sözleri; «Biz senin sözünle mabudlarımızı terketmeyiz» şeklindedir. Yani, senin; «Allah birdir. Ben onun peygamberiyim. Sadece O'na ibadet edilir» demenle, putlarımıza ibadeti terkede-cek değiliz. Senin sözüne inanıp böyle bir şey yapmayız. Bu söz­leri, Ad kavminin cehalette çok ileri olduklarını gösterir. Çünkü onlar zarar veya yararı ancak Allah Teâlâ'nın verebileceğini, put­ların ise ne yarar ne de zarar veremeyeceklerini biliyorlardı. Bu, akıl, fıtrat ve nefsin bedahatinin hükmü olmasına rağmen onlar o sözü söylemişlerdi.

Üçüncü sözleriyse, «Sana inanmayız» demeleridir. Bu cümle-onlann Hz. Hud'a inanacakları ve onu tasdik edecekleri hususu ile ilgili ümidin artık tamamen ortadan kalktığı açıklanmaktadır. Yani, onlar Hz. Hud'a, «Artık ümidini kes; zira sana evet deme. yeceğiz ve seni asla tasdik etmeyeceğiz» demek istemişlerdi. [51]

 

Meal

 

54-55- Biz, «İlahlarımızdan biıi seni fena çarpmış» demek­ten başka birşey söyleyemeyiz. (Hud) dedi ki: «Allah'ı şahit tuta­rım, siz de şahitler olun ki, ben sizin Allah'ın dışında şirk koş­tuklarınızdan uzağım. Artık bana topluca (dilediğiniz) tuzağı ku­run. Sonra bana süre de tanımayın».

56- «Doğrusu ben, hem benim hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki, idare ve tasarrufu O'nun elinde olmasın. Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üze­rindedir».

57- Buna rağmen yüzçevirirseniz, artık size kendisiyle gön­derildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim, sizin yerinize başka bir kav­mi de geçirebilir. Siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Doğrusu be­nim Rabbim herşeyi (gözetip), koruyandır».

58- (Helak)   enirimiz gelince,  bir rahmet olarak Hud'u ve beraberindekileri kurtardık. Ayrıca onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.

59- İşte  Ad   (kavmi)!   Rablcrinin   ayetlerini  tammamazlık ettiler, peygamberlerine karşı geldiler ve her inatçı zorbanın em­ri altında yürüdüler.

60- Onlar hem bu dünyada hem de ahiret gününde bir lâ-nete tâbi tutuldular. İyi bilîn ki Ad (kavmi) Rablerini inkâı et­tiler. Agâh olun ki, Hud un   kavmi Ad    (Allah'ın   rahmetinden) uzak olsun.

61- Semud (halkına) da, kardeşleri Salih'i (gönderdik). (Sa­lih) dedi ki: «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ma­budunuz yoktur. O sizi topraktan yarattı ve yeryüzünde yaşayan­lardan kıldı. O halde O'ndan af dileyin, sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki benim Rabbim yakın olandır, (duaları) kabul eden­dir.

62- Onlar: «Ey Salih! Sen bundan Önce aramızda güvenilir biriydin. Şimdi, babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi vaz­geçirmek mi istiyorsun? Doğrusu, bis, senin bizi davet ettiğin (Al­lah'a ibadetten)  kuşkulandırıcı şüphe içindeyiz» dediler. [52]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(54-56) «Biz, ilahlarımızdan biri seni fena çarpmış...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Müşriklerin bu sözleri daha önceki ayette geçen konuşmanın bir devamıdır. Yani, bu sözleri Hz. Hud'un kavmi sarfetmiştir: «Senin hakkında diyeceğimiz şudur ki, mabudlarımızı inkâr et­men nedeniyle onlardan biri seni fena çarpmıştır. Sen adeta çıl­dırmış, aklını oynatmışsın». Onların bu sözleri üzerine Hz. Hud onlara cevaben şöyle dedi:

— Kendime Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de bana şahit olun ki ben Allah'tan başka taptığınız ve O'na ortak koştuğunuz put­larınızdan beriyim. Beni helak etmek üzere bana zarar veya yarar vereceğine inandığınız putlarınızla birlikte elinizden geleni yapın. Eğer bunu yapamazsanız, putlarınızın zarar ve yarar verebilme gücünde olmadıkları anlaşılacaktır. Sonra bana hiçbir süre de tanımayın.

Hz. Hud'un bu sözleri büyük bir mucizedir. Çünkü kavmi içinde tek başınaydı. Onlardan korkmadan, onların öfkelerini hi­çe sayarak bu sözleri söyledi. Onların içinde bulundukları küfr, ceberrut ve zulümleri de ortadaydı. Hz. Hud Allah'a güvenerek, dayanarak ve O'nun muhafazasına inanarak bu sözleri sarfetmiş­tir.

«Doğrusu ben, hem benim Rabbim hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki, idare ve tasarrufu O'nun elinde olmasın» ayetinde geçen «canlı» ifadesinin kapsamına, Ademogulları ile diğer canlıların hepsi girer. Çüniui hepsi ae canlı varıııaardır. Onların Rabbi Allah'tır. Onlara yarar ve zarar vermek ancak Allah'ın iznine bağlıdır.

«Nasiye» kelimesi «perçem» demektir. Nitekim Araplar bir insanı zmtjue cavsıi eaec&tcierı zaman, «falan Kışının pvrçemı, ja-laa Kumamın eunaeair» aerier. Bir esir aidiiuarında veya onıarı seroesc oırajtacaıuarı zaman da, o Kimsenin perçemini Keserlerdi ki uuyıece unun nıagıup olduğu anıaşıısın. İşte ıs.ur'an'da onıara anıauüuan oır cune nıtaDetme^teaır. Y ani Hz. Huü bu sözuyıe, Ananın izm olmaksızın onların kendisine hiçbir zarar veremeye­ceklerim tesbit etmektedir.

«Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üzerindedir»; yani hak ve aaaiet üzerindedir, O kimseye zulmetmez, ancak ihsan eder, iyilin: yapana iyiliğinden dolayı mükalat, kötülük yapana kötülü­ğünden doıayı ceza verir.

(57) «Buna rağmen yüzçevirirseniz...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, buna rağmen yüzçevirirseniz, hepinize kendisiyle gön­derilmiş olduğum vahyi ve risaletimi tebliğ ettim. Rabbim sizi helak edecektir. Ülkenize ve mallarınıza sahip olacak, Allah'ı bir­leyecek ve O'na kulluk yapacak bir kavmi sizin yerinize geçirecek­tir. Sizler şirk koşmakla Allah'a hiçbir zarar veremezsiniz. Zara­rınız ancak kendinizedir. Allah sizi helak ederse, O'nun mülkün­den hiçbir şey eksilmez. Çünkü sizin varlığınızla yokluğunuz Al­lah katında birdir. Doğrusu Rabbim, küçük, büyük, değerli, de­ğersiz her şeyi murakabesi altmda tutup kontrol eder. O her şe­yi bilir ve O'nun gücü her şeye yeter. Bana yapacağınız bir kötü­lükten beni' korur. Çünkü O kullarının amellerini gözetip, koru­yan ve ameline göre onlara karşılığını verendir. O her şeyin üzerinde gözetip,  koruyandır. O dilediği zaman kullarını helak ol­maktan korur, dilediği zaman da helak eder.

(58) « (Helak) emrimiz gelince,..» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, Hz. Hud'un da, diğer mümin­lerin de kurtarılmalarının kendi açısından bir fariza olmayıp, sa­dece bir rahmet olduğunu ifade etmektedir. Çünkü azap indiği zaman, mümin, kafir demez, hepsini kapsar, götürür. Fakat Allah, |f eğer müminleri azaptan kurtarırsa bu, O'nun güzel rahmetinden ve faziletindendir, keremindendir.

«Emrimiz gelince» ifadesi ile Allah'ın, yedi  gece, sekiz gün durmadan esen ve onlara azap getiren rüzgâr şeklindeki azabı kastedilmektedir. Bu rüzgârlara «Kocakarı rüzgârları» adı da verilir. Bu rüzgâr evlerin içine girip, delik deşik her yeri silip süpürdüğü gibi, Ad kavminin de burun deliklerinden girip, arkala­rından çıkıyordu. Bu rüzgâr onları yerden kaldırdıktan sonra tek­rar yüzüstü yere çarpıyordu. Onlar boş ve çürümüş hurma dal­lan gibi olmuştular.

Ayetin sonundaki, «Ayrıca onları çok ağır bir azaptan da kur­tardık» ifadesi, ahiret azabına işaret eder. Yani onları helak eden   kocakarı rüzgârları, ahiret azabının yanında hafif kalır. İşte bu yüzden Allah buna «çok ağır» vasfını vermiştir. Çünkü ahiret aza­bı dünya azabından çok ağırdır.                                     

Bu «çok ağır azap» ifadesiyle, kafirlerin Hz. Hud ile müminlere yapmaya çalıştıkları kötülükler de kastedilmiş olabilir. Ni- s tekim, «Bir rahmet olarak Hud'u ve beraberindekileri kurtardık» ifadesi buna delâlet etmektedir. Yani, onları kafirlerin kötülükle­rinden kurtardığımız gibi o kocakarı rüzgârlarının azabından da koruduk. Allah hitabederek şöyle buyurdu:

(59) «İşte Ad (kavmi! Rablerinin...» Bu Ayetin Tefsiri

«İşte Ad (kavmi!) denilmekle, onların mezarlarına, kalıntı ve eserlerine işaret edilmektedir. Adeta Allah Teâlâ, Hz. Muham-med'in (s.a) ümmetine «Yeryüzünü dolaşın ve bunları görerek ib­ret alın» demektedir. Daha sonra onların vasıfları ortaya konarak dünya ve ahiretteki durumlarının sonucu belirtilmektedir. Onların vasıfları üç kısımda incelenebilir:

1) Rablerinin ayetlerini, yani, Hz. Hud'un getirdiği mucize­leri inkâr etmişlerdir.

2) Rablerinin peygamberlerine, yani Hz. Hud'a isyan etmiş­lerdir. Burada, Hz. Hud bir kişi olduğu halde çoğul olarak pey­gamberler denilmesinin sebebi tazim içindir. Yani Hz. Hud ade­ta birkaç peygambermiş gibi, Allah Teâlâ onun makamını yücelt­mektedir. Ya da bir peygambere isyan eden tüm peygamberlere isyan etmiş gibi olduğundan dolayı, Allah Teâlâ çoğul olarak pey­gamberler tabirini kullanmış olabilir. Çünkü bir ayette «Biz pey­gamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız» (Bakara : 285) buyu-rulmuştur.

3) Onlar inatçı her zorbanın,   her diktatörün emrine tâbi oldular. Yani halk, Önderlerini tafclid ediyorlardı. Önderleri, «Bu Hud, sizin gibi sadece bir beşerdir» diyorlar ve halk da aynen bu sözü tekrarlıyordu. Kendilerini küfre davet edenlere uydular, ken­dilerini hefâka çağıranlara tâbi oldular, kendilerini imana ve doğruluğa davet edenlere ise isyan ettiler. «Cebbar», -cebr- kökünden gelir, mütemerrıd, böbürlenen ve büyüklük taslayan kimse demek­tir. «Ama» kenmesi ise, mücadele eaen, münazaa, muaraza ve ıs­rar eden kışı karşılığında kullanılmıştır.

Ad kavminin sıfatları zikredildikten sonra da, onların durum­ları anlatılmaya başlanmıştır. [53]

 

Lanet Nedir?

 

(60)   «Onlar hem bu dünyada, hem de...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani lanet, onların kendilerinden ayrılmayan bir parçaları ol­du adeta. Öyle ki hem dünyada, hem de ahirette yakalarını bırak­madı.

<(Lânet» Allah'ın rahmetinden, her hayırdan uzaklaştırmak demektir. Yani, onlar hayrın her türlüsünden ve Allah'ın rahme, tinden uzaklaştırılmışlardır.

Bazı müfessirlere göre dünyadaki lanet, insanlardan gelen la­nettir. Yani, insanlar onlara dünyada lanet okumaktadırlar. Ahi-retteki lanet ise, şahitler huzurunda onlara yapılacak lanettir.

Daha sonra Allah Teâlâ, bu fecaat ve fezahatların esas sebep­lerine temas ederek şöyle buyurur:

«Agâh olun ki Ad (kavmi) Rdblerini inkâr ettiler. Agâh olun ki Hud'un kavmi Ad (Allah'ın rahmetinden) uzak oldu».

Bu, onlar hakkında bir bedduadır aslında. Bu ifade ile Allah Teâlâ, onların bu azabı hakettiklerini açıklamaktadır. Ayetin ba­şındaki «Elâ» (agâh olun ki) ibaresi, çok önemli sözlerin başında getirilir. Onların başına gelecek fecaatin, azabın çok korkunç oldu­ğunu ifade etmek için kullanılmıştır ve bu husus teKid için bir daha tekrarlanmıştır. ((Hud'un kavmi Ad» denilmesinin sebebi, bunun ikinci Ad ile karıştırılmaması içindir. Çünkü bunlar Bi­rinci Ad idiler. Ayrıca, onların basma gelen felâketin Hz. Hud ile aralarında geçen maceradan kaynaklandığı bilinsin diye «Hua'un kavmi Ad» denilmiştir.

Allah Teâlâ, Hud kıssasından sonra bu suredeki üçüncü kıs­sa olan Hz. Salih ile kavminin kıssasına geçmektedir.

(61) «Semud (halkına) da kardeşleri Salih'i...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Salih'in Semud halkıyla olan kardeşliği soy yoluyladır. Yoksa onlar din kardeşi değillerdir.

Hz. Salih kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Ey azap edil­meleri beni korkutan ve bana ağır gelen kimseler! Allah'ı birle­yin. Sadece O'na kulluk edin. Mabudunuz ve ibadetinize müste-haic olan ancak O dur. Yoksa o putlar değil». Hz. Salih bunları söyledikten sonra Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden delilleri sı­ralamaya başlamıştır:

«O sizi topraktan yarattı». Çünkü Semud kavmi de Ademoğul-ları'ndandır. Adem topraktan yaratıldığına göre, onlar da toprak­tan yaratılmıştır. Ya da, insanoğlu meniden, meni kandan, kan ise gıdalardan mütevellittir. Bu gıdalar ise, ya hayvani, ya da bit­kisel gıdalardır. Hayvani gıdaların durumu da insanın durumu gi­bidir. Böylece hepsinin bitkilere değin gelmeleri ile bitkilerin de topraktaa yaratılmış olmaları gerçeği ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Allah Teâlâ'mn insanı topraktan yarattığı anlaşılmaktadır.

«Ve sizi yeryüzünde yaşayanlar kıldı» cümlesine iki şekilde anlam verilmiştir. Birincisi, «Sizi yeryüzünü imar etmeye, orada oturmaya memur kıldı», ikincisi ise, {(Sizi orada ömür sürenler olarak kıldı». Bu ikinci yorum Dahhak'a aittir. Semud halkından bir kişi, üç yüz yıldan bin yıla kadar yaşayabiliyordu. Semud kav­mi nasıl uzun ömürlü idiyse, Ad kavmi de uzun ömürlüydü. [54]

 

Bayındırlık Uzun Yaşamaya Sebeb Midir?

 

Rivayetlere göre, îran kisralan birçok kanallar açıp, ağaçlar diktiler ve uzun ömür yaşadılar. Onların döneminde bir peygam­ber, Allah Teâlâ'ya onların böyle uzun ömür yaşamalarının sebe­bini sorunca Allah Teâlâ, «Onlar benim arzımı imar ettiler ve ora­da kullarım olarak yaşadılar» diye buyurdu.

Muaviye ömrünün sonlarına doğru yeryüzünü imar etmeye, yani barajlar yapmak, kanallar açmak, ağaçlar dikmek, yollar yap­mak suretiyle imar işlerine başladığından, kendisine niçin böyle yaptığı sorulur ve o kendisini buna şu şiirin sürüklediğini söy­ler:

«Eğer bir kimseden aydınlık gelmiyorsa o insan değildir. Yine eğer bir kimsenin yeryüzünde bıraktığı eserleri yoksa O insan değildir».

Mücahid'e göre, «İste'merakum», -umra- kökünden gelmekte­dir. Yani, «Yaşadığınız sürece onu size (müsahhar) kılar ama öl­düğünüzde başkasına verir».

Hz. Salih (a.s), halkına Allah Teâlâ'nın azametini açıkladık­tan sonra, onlara tevbe yolunu göstermiştir.

«O halde Q'ndan af dileyin»; yani O'na iman edin .başkalarına ibadet etmeyi bırakıp, sadece O'na ibadet edin. Çünkü tevbe, imandan sonra gelir.

«Muhakkak ki benim Rabbim. yakın olandır»; yani Rabbim, il-nüyle yakın olandır. O, hareket etmeye ihtiyaç duymaksızın, ken­disine yönelen herkese yakındır. O'na yakaran herkesi işitir. O, sizin putlarınız gibi işitme ve yakınlığı olmayanlardan değildir.

(62) «Onlar: Ey Salih! Sen bundan...»Bu Ayetin Tefsiri

Onlar Hz. Salih'e şöyle dediler:

— Sen bize şu anda söylediklerinden önce, ümit verici ve gü­venilir bir kimseydin. Çünkü sende dürüstlük ve doğruluk alâmet­leri vardı. Sen fakirlerimize acır, güçsüzlerimize yardımcı olur, hastalarımızı ziyaret ederdin. Bu sebeple sende ümit görüyorduk. Dinimize yardım edeceğini sanıyorduk. Şimdiyse dinimize, karşı düşmanlığını nasıl oluyor da açığa vuruyorsun? Semud halkı bu hayret verici tehditkâr sözlerine şöyle devam ettiler: «Şimdi sen  bizi, babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan vazgeçirmek mi is­tiyorsun?» Onlar böyle demekle aslında şunu kastediyorlardı: «Biz birer mukallidiz ve babalarımıza tâbi olmak bizim için va­ciptir».

Onların şaşkınlık içindeki sözlerinden biri de, Kur'an'da Mek­ke müşriklerinden nakledilmektedir: «O, mabudlarımızı bir tek mabud mu kıldı? Bu, kesinlikle şaşılacak bir şeydir». (Sad: 5)

«Doğrusu biz senin bizi davet ettiğin (Allah'a ibadetten) kuş-kulandırıcı bir şüphe içindeyiz»; yani Tevhid hususunda şüphe içindeyiz. 'Sanrılarımızı terketmek hususunda tereddüt ediyoruz. Nefislerimiz sıkıntı içinde, mutmain değiliz.

Semud kavmi böyle demekle Hz. Salih'in sözlerini önemli bir tarzda tezyif etmeyi başarmışlardı.

Kur'an'ı Kerim'de ismi dokuz kez geçen Hz. Salih'in soyu hu­susunda ihtilâf edilmiştir.

Begavî'ye göre soy sıralaması şu Şekildedir; Salih b. Ubeyd b. Esef b. Maşıh b. Ubeyd b. Hazır b. Semud.

Vehb'den gelen rivayete göre, Salih b. Ubeyd b. Cabir b. Se-mud'dur.

Semud aynı zamanda Hz. Salih'in kabilesinin de adıdır. Bu kabilenin atasının adı olan Semud, kabilenin de adı olmuştur. Da­ha önce de belirttiğimiz gibi, Semud kavmi Hicr denilen bir bölge­de oturuyordu. Bu bölge, Hicaz ile Şam arasında olan Vadi'l-Kur'a' ya kadar uzanmaktaydı. Semud kavminin şehirlerinin kalıntıları günümüze değin gelmiştir. Daha önce Hz. Salih ile ilgili bilgi, A'raf suresinin tefsirinde verilmişti. Nitekim Şuara suresinde de Hz. Salih'ten bahsedilecektir. [55]

 

Meal

 

63 -  (Salih) dedi ki: «Ey kavmim! Bana söyleyin, fikriniz ne­dir? Eğer ben Rabbim tarafından açık bir mucize üzerindeysem ve bana kendi katından bir rahmet (peygamberlik) vermişse, ben O'na isyan ettiğim takdirde, Allah'tan beni kim kurtarabilir? O halde siz bana  zarar vermekten başka bir katkıda bulunamaz­sınız».

64- «Ey kavmim!   İşte bu Allah'ın dişi devesidir.   Size  bir ayet (mucize)  dir. Onu kendi haline bırakın. Allah'ın arzında ye­sin. Ona bir fenalık yapmayın. Sonra sizi acil bir azap yakalar».

65- Scnunda (Salih'in kavmi) onun (ayaklarını keserek) öl­dürdüler.  (Bunun üzerine Salih) şöyle dedi: «Evlerinizde üç gün daha yaçayadurun!   İşt2 bu yalan olmayan  bir va'ddir».

66- Emrimiz geldiğinde, Salih'i ve onunla birlikte iman et­miş olanları, bizden gelen bîr rahmet ile (azaptan ve) o günün rs-zilliğinden kurtardık. Şüphesiz ki Rabbim çok kuvvetli ve galip gelendir.

67- O zulmedenleri korkunç bir gürültü yakaladı da, yurt­larında diz üstü çöküp kaldıkları halde Öylece sabahladılar.

68- Sanki orada hiç zenginlik içinde yaşamamışlar gibi. İyi bilin ki, S^mud  (kavmi)  gerçekten zulmettiler ve agâh olun ki Semud (kavmi Allah'ın rahmetinden) uzak kılındılar.

69- Andclsun elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde «selam» dediler. O da onlara «selam» dedi. Ve hemen gidip kı­zartılmış bir buzağı getirdi.

70- Ellerinin ona uzanmadığını görünce,  (bundan)  hoşlan­madı ve onların yüzünden içine bir korku girdi. Ona «Korkma! Çünkü biz Lııt kavmine gönderildik» dediler.

71- Karısı o esnada ayaktaydı. Bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik. [56]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(63)   «(Salih) dedi ki: «Ey kavmim! Bana...» Bu Ayetin Tefsiri

«Eraeytum», «Bana haber verin» anlamına gelir. Yani, ben Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeysem ve Rabbimden ba­na bir rahmet (peygamberlik, hikmet) verilmişse, acaba buna rağ­men Allah'ın emrine karşı gelirsem, beni Aliah'm elinden kim kurtarabilir?  (Yani, beni kimse kurtaramaz).

«Rahmet» ifadesi ise, nübüvvet ve hikmet anlamındadır.

Hz. Salih onlara şöyle demişti: «Farzedin ki ben Rabbimden gelen bir delil üzerindeyim ve yine farzedin ki ben bir peygam­berim. O halde bir düşünün, eğer size tâbi olursam ve Rabbimin emirlerine karşı gelirsem, beni O'nuh azabından kim kurtarabi­lir? İşte sîzler bana, «Ey Salih! Atalarımızın taptıklarına tapmak­tan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun?» demekle bana zarar vermek­ten başka bir şey yapmış olmuyorsunuz».

İfade şöyle de anlaşılabilir: «Bana söylediklerinizden ötürü, sizi daha fazla zarara nisbei etmekten başka bana bir fazlalık ver­miyorsunuz»; yani, bu sözü söylediğiniz için sizi daha fazla zarara nisbet edeceğim.

(64) «Ey kavmim! İşte bu...»Bu Ayetin Tefsiri

«Nâkatun» -dişi deve- demektir. Daha Önce de geçtiği gibi Semud kavmi Hz. Salih'e orada bulunan bir taşa işaret ederek. «Şu taştan bir deve çıkar da, senin mucizen olsun. Böylece biz de sana inanahm» demişlerdi. Hz. Salih de Allah'a dua etti. Allah Teâlâ da bunun üzerine onlar için o taştan dişi bir deve çıkardı. Sonra o deve kendisine benzer bir yavru doğurdu. Hz. Salih'in «Allah'ın devesi» şeklinde bir ifade kullanmasının sebebi, şerefli ve mucize olan bir deveyi kastediyor olmasındandır. Nitekim camiler için «Allah'ın evi», iyi insanlar için «Allah'ın kulu» denildiğinde, o evin, o kulun şerefli olduğu anlatılmak istenir. Yoksa Allah'ın ne eve, ne de kula ihtiyacı vardır. Bu dişi deve Hz. Salih'in sözlerinin doğ­ruluğunu gösterir bir mucizedir. Hz. Salih, «Bu devenin size yük olacak hiçbir tarafı yoktur. Onun yakasını bırakın. O yerdeki bit­kilerden yesin» dedi.

«Ona bir fenalık yapmayın»; yani onu kesmeye kalkışmayın, aksi takdirde sizleri yakın (dünyada) bir azap yakalar.

(65) «Sonunda (Salih'in kavmi) onu...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Salih'in bütün ikazlarına rağmen onlar Rablerinin emrine karşı gelerek, deveyi (çarşamba günü) kestiler.

«Akaruha» ifadesi, «Onu Öldürdüler (kestiler)» anlamındadır.

Tenvir'ul-Mikbas'ta şöyle deniyor: Deveyi öldürenlerin isim­leri, Kadar bin Salih île Muşta' bin Zühre idi. Onun etini bin beş yüz haneye paylaştırdılar. Bunun üzerine Hz. Salih onlara şöyle öedi:  «Evinizde (şehrinizde, beldenizde) veya evlerinizde (yani, dünya evinde) üç günlük bir süre boyunca (çarşamba, perşem­be, cuma) yaşayın. Sonra helak olacaksınız».

(66) «Emrimiz geldiğinde Salih'i ve...» Bu Ayetin Tefsiri

«Emrimiz» ifadesi, «Azabımız» anlamında kullanılmıştır. «Emr» kelimesinin burada «azap» karşılığında kullanıldığı husu­sunda müfessirler ittifak etmişlerdir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Salih onlara, «Üç gün sonra si­ze azap gelecek. İlk günün sabahında yüzleriniz sapsarı, ikinci gün kıpkırmızı, üçüncü günse simsiyah olacaktır» der ve gerçek­ten de onun dedikleri aynen vukûbulur. Dördüncü günde onlara azap gelir. Azap geldiğinde Allah Teâlâ, katından bir rahmetle, Hz. Salih'i ve onunla beraber iman edenleri kurtarır.

«Bizden gelen bir rahmet ile»; yani Allah Teâlâ onlan imana iletmiş ve onlar da iman ettikleri için kurtulmuşlardır.

«O günün rezilliğinden kurtardık»; yani o gün kafirlerin he­lakine sebep olan gürültü ile o müminleri helak etmedik. Veya ifa­de «Kıyamet Günü'nün rezilliğinden de onları kurtardık» şeklin­de anlaşılabilir.

«Şüphesiz ki Rabbin ,çok kuvvetli ve galip gelendir»; yani Ey Muhammedi Şüphesiz ki Rabbin müminleri kurtarmaya, kafirle­ri ise helak etmeye kadirdir. O, sonsuz kudrete sahiptir. O, öyle bir galiptir ki, hiçbir kimse, hiçbir güç O'nu mağlûp edemez.

(67) «O zulmedenleri korkunç bir...»   ' Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâîâ Semud kavminin helak oluşunu haber verdikten sonra, bu helakin keyfiyetini açıklamaya başlamıştır. Küfür sebe­biyle kendilerine zulmeden o kimseleri korkunç bir gürültü ya. kalay iverdi.

«Sayha» kelimesi, korkunç gürültü demektir. Bu korkunç gü­rültü, Cebrail'in onlara bir kez seslenmesidir. Onlar bu gürültüden dolayı tamamen helak oldular.

Bazı müfessirlere göre, onlara gökten öylesine korkunç bir gürültü geldi ki onun içinde her şey şimşeğin ve yeryüzündeki her şeyin sesi bulunuyordu. Böylece onların kalpleri (korkudan) çatladı, hepsi birden helak oldular. Onlar ülkelerinde (veva evle­rinde) helak olmuş olarak sabahladılar. Sanki o evlerde hiç otur­mamışlar, o ülkede hiçbir zaman durmamışlardı.

(68) «Sanki orada hiç zenginlik içinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet ile ilgili tafsilât A'raf suresinde verilmişti. O bölüm­lere bakılabilir.

(69) «Andolsun elçilerimiz İbrahim'e...»Bu Ayetin Tefsiri                                                              

Allah Teâlâ Semud kavmi ile Hz, Salih'in kıssasını gözler Önü­ne serdikten sonra, Hz. Peygamber'e (s.a) teselli vermek amacıy­la, başka bir peygamber ile kavmi arasında geçenleri anlatmaya geçmiştir.[57]

 

Bir Cömertlik Örneği

 

Hz. İbrahim'e gelen «Elçiler» ile kastedilen, Allah Teâlâ'nın gönderdiği meleklerdir. Ancak onların sayısı hususunda ihtilâf edilmiştir.

İbn Abbas ve Ata'ya göre, Cebrail, Mikâil ve İsrafil olmak üze­re onlar üç melektir.

Dahhak'a göre dokuz, Mukatil'e göre on iki, Muhammed b. Ka'b el-Kurzî'ye göreyse Cebrail ile beraberinde yedi melek idi­ler. Süddî ise,' onların on bir melek olduğunu ve hepsinin de pırıl pırıl parıldayan gençler suretinde gelducıenni söylemektedir.

Bu görüşlerin içinde en uygun olanı İbn Abbas'a ait olanıdır. Çünkü çoğul sığasının en azı üçtür. İbn Abbas'm, üç kişi olduk­larını söylemesinin sebebi ayette «Rusüluna» (Elçilerimiz) keli-mesınm çoğul olmasıdır. Çoğul sigasının en azı ise üçtür. Dolayı­sıyla burada da kelime en aza hamledilmiştir.

«Buşra», müjde demektir. Yani o elçiler Hz. İbrahim'e Hz. Ishak ile Hz. Yakub'un müjdesini getirmişlerdi. Veyahut onların getirdikleri müjde, Lût kavminin helak olacağı haberi de olabi­lir.

«Selam verdiler»; yani melekler Hz. İbrahim'e selam verdi­ler. Hz. İbrahim de onlara, «Selam sizin de üzerinize olsun» (veya «sizin durumunuz da selamdır» ) dedi.

Hz. İbrahim onlara çabucak ve kısa zamanda kızartılmış bir buzağı getirdi. «Hanız» kelimesi, pişmiş, kızartılmış anlamında­dır. Öyle ki getirilen buzağı semiz olduğundan dolayı gövdesinden yağ akıyordu.

Katade'ye göre, Hz. İbrahim'in malı sadece sığırlardan iba­retti. Bazı Hadislere göre, Hz. İbrahim'e on beş gündür misafir gelmediğinden dolayı çok üzülüyordu. Çünkü misafiri çok severdi, daima misafirleriyle brilikte yemek yerdi. Melekler geldiğin­de, onların daha önceki misafirlere benzemediğini farketmıştı, bu yüzden kendilerine acele olarak ikramda bulunmak istedi. Ome-rine kızartılmış bir buzağı getirdi.

Nitekim bu ayet-i celile, misafirin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ayrıca misafirperverliğin Hz. İbrahim'in bir sün­neti olduğu anlaşılmaktadır. Misafirlere ne kadar çabuk ikramda bulunulursa o kadar hayırlı olacağı da ortaya konmuştur-

Ayette geçen «İcl» kelimesi sığır yavrusu, buzağı demektir.

(70)  «Ellerinin ona uzanmadığın?:;.» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. İbrahim, meleklerin ellerini buzağıya uzatmadıklarını gö­rünce, onların durumundan kuşkulandı. Çünkü onlar yemek ye­mekten kaçınmışlardı. Hz. İbrahim'in kalbine onların bu durum­larının hâsıl ettiği bir korku hissi düştü. «Evcese», -veces- kökün­den gelir ve kalp korkusu anlamındadır.

Hz. İbrahim'in onlardan korkmasının sebebi şu yüzdendi: Hz. İbrahim daima halkın yanında otururdu. Onlar, ikram ettiği ye­meği yemedikleri için, onların kendisine bir fenalık yapabilecek­lerinden çekinmişti. Melek olduklarını bilmiyordu. Çünkü Allah kendilerine bildirmedikçe, peygamberlerin gaybı bilmelerine im kân yoktur.

Bazı müfessirlere göre, Hz. İbrahim, onların melek oldukları­nı biliyordu. Ancak onların, kavmine azap getirmiş olabilecekle­rinden korkmuştu.

Fakat ilk safhada, Hz. İbrahim'in, onların melek olduklarım bilmemesi delülere daha uygun düşer. Nitekim, bu yorumun doğ­ru oıctuguna, Hz. ibrahim'in onıara yemek ikram etmiş olması deiaieu eaer. Çünkü O, onıarın meıek olduklarını bilseydi, kendi­lerine yemeK getirmezdi. £ira, meleKlerın yemedıklennı-ıçmedık-lennı uz. ioranım de biliyordu, üstelik Hz. lorahım'ın onlardan koricmasının seoeûı, onıarın melek oldıuoarını mimeyışınctenctır. YoKsa onlardan korkmazdı.

Melekler, Hz. İbrahim'in endişeli olduğunu görünce, «Kork­ma» dediler ve «çünkü biz yemeyen-içmeyen meıeıaenz. Biz azap için Lût kavmine gonderıiaık»; yani bizim gelişimizin sebebi özel-liKle Lüt kavmini helak etmek içindir.

Hz. Lût, Hz. İbrahim'in kardeşinin oğludur. Bazı rivayetlere göreyse halasının oğludur. Hanımı Sare'nin kardeşi, yani kayın­biraderi olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü Sare'nin Hz. ib­rahim'in amcasının kızı olduğu kesindir.

(71 «Karısı o esnada.,,» Bu Ayetin Tefsiri

O esnada hizmet etmek için ayakta bulunan Sare (Hz. İbra­him'in amcası Hara'nın kızıdır), güldü.

İbn Ebi Hatim'in Mücahid'den naklettiğine göre, Hz. İbra­him'in şeriatinde kadınlar örtünmez ve ihtiyarlar ise gelen misa­firlerden çekinmezlerdi. Sare ise, o zamanlar ihtiyar bir kadındı.

Vehb'in yorumuna göre ise, o esnada Sare, perde arkasmda bulunuyordu. Nitekim bu rivayete dayanarak bazı kimseler kadın­ların tesettürünün gerekli olduğu soncunu çıkarmışlardır.

îbn îshak'a göre, Sare, perde arkasmda namaz kılmaktaydı.

Onun gülmesi, bazılarına göre sevinçten, yani korkunun Hz. İb­rahim'den gitmiş olmasından dolayı duyduğu memnunluktan ileri geliyordu. Çünkü kadınlar, sevinmeye, rahatlamaya yol açan bir durumla karşılaştıklarında erkekler gibi kendilerine hakim olma­yı pek beceremezler ve gülümserler.

Bazıları da, onun, fesad ehlinin helak olacağı haberinden duy­duğu sevinçten dolayı güldüğünü Öne sürmüşlerdir.

İbn'ul-Enbarî'ye göre o, zannınm doğru çıktığım gördüğü için sevinmiş ve bu yüzden gülmüştür. Çünkü o, Hz. ibrahim'e «Lutu yanına al. Ben adeta azabın onun kavmine inanacağını görüyo­rum» demişti. Dolayısıyla bu zannı doğru çıkınca sevinerek gü­lümsedi.

İbn Abbas'a göre, Hz. İbrahim, ailesi yanında olduğundan do­layı çok korkmuştu. Fakat Sare, onların üç kişi olduklarını gö­rünce sevindi. Çünkü o, Hz. İbrahim'in kırk (bazı rivayetlere gö­re yüz) kişiye meydan okuyacak güçte olduğunu biliyordu. '

Katade, Sare'nin gülmesinin, Lût kavminin gafletinden oldu­ğunu söylemektedir. Yani Lût kavmi habersizken Sare, onların azaba yakın olduklarını hissedince gülümsedi.

Süddî'ye göre o, misafirlerin yemek yemekten kaçınmalarına gülümsemiştir. O şöyle demişti: «Misafirlerimize hayret ediyorum! Biz onlara hizmet ettiğimiz halde onlar yemeğimizi yemiyorlar».

Vehb bin Münebbih ile İbn Abbas'tan gelen bir başka riva­yete göre Sare, Hz. îshak'ın müjdesini duyunca sevinmiş ve gül­müştür.

Ayette geçen «Dahiket» fiili, İbn Ömer, Mücahid ve İkrime' ye göre «Hayız gördü» anlamındadır. Ancak bu görüş Ebu Ubey-de ve Ebu Abid tarafından münker addedilmiştir. Nitekim Ferrada «Dahiket» fiilinin «Hadet» (hayız gördü) anlamına gelmediğini söylemiştir. Ancak lügat alimlerinin çoğu, bu anlamı isbat etmiş­lerdir, İsbat ise, daima nefy'den öncedir ve hıfzeden hıfzetmeye-nin üstündedir.

«Ya'kub» kelimesi, mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani, «Biz ona İshak'tan sonra Yakub'u ihsan ettik». Bu kelimenin terkibi hususunda pek çok ihtilâflar vukûbulmuştur. Ancak bizim gaye­miz bu tefsirde i'rabı ayrıntılarıyla açıklamak olmadığından do­layı, i'rabı tüm yönleriyle bilmek isteyenlere öncelikle Ebu Hay-yan'm «elBahr'ul-Muhit»me veya Alusî'nin «Ruh'ul-Meanusine başvurmalarını tavsiye ederiz.

«Verae», ardında anlamındadır. Rağıb el-İsfehani bu kelime­ye böyle anlam vermşitir, İbn Abbas'tan da bu şekilde rivayet edilmiştir. Başka bir rivayette «Verae» kelimesi «torun» karşılı­ğında da yorumlanmıştır. Ancak Hz. Yakub'un, Hz. İshak'm öz-oğlu olması gerçeği, böyle bir yorumu zayıflatır. Zemahşeri'den nakledildiğine göre bu yorumun sebebi şudur: «Yakub» ile «Ya­kub'un çocukları» kastedilmiştir. Nitekim «Haşim» ile, onun ço­cuklarının kastedildiği gibi. Adeta şöyle denilmek istenmiştir; «îshak'ın torunlarından Yakub'un çocuklarım Sare'ye müjdele­dik».  [58] Bu takdirde Yakub ile gelen müjde de buna dahil edik miş olur.

Süddî'ye göre, muhtemelen Sare'ye bir öz çocuğu ile torun­larının müjdesi verilmiş ama onların isimleri bildirilmemiştir.

Burada müjdenin Sare'ye verildiği sözkonusu edilmektedir.

Oysa müjdenin Hz. İbrahim'e verilmesi gerekirdi. Nitekim bu müj. denin, Hicr.ve Zariyat surelerinde Hz. İbrahim'e verildiği bildiril­mektedir. Ancak Sare'ye verilen müjde, kendisine verilmekle bir­likte Hz. İbrahim'e de verilmiş olmaktadır. Sare'nin çocuğu ol­madığı için o, bir çocuk sahibi olmayı çok arzular, sürekli bunu isterdi. Hele Hacer'in Hz. İsmail'i doğurup dünyaya getirmesin­den sonra, onun bu arzusu daha da kuvvetlenmişti. [59]

 

Meal

 

72- (Sare): «Vay halime!  Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar olduğu halde çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey» dedi.

73- (Elçiler de) dediler ki: «(Ey Sare!) Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ehi-i beyt!   (ey ev halkı!) Allah'ın rahmet ve be­reketi sizin üzerinizedir. Kuşkusuz ki, O  (Allah), övülmeye müs-tehaktir ve O hayırları bol olandır».

74- İbrahim'den korku geçip, kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadeleye koyuldu.

75- Çünkü İbrahim çok yumuşak huylu, içli ve kendini Al­lah'a vermiş bir zat idi.

76- (Elçiler): «Ey İbrahim! Bundan vazgeç! Çünkü Rabbi-nin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara geri çevrilmez bir azap mut­laka gelecektir» dediler.

77- Elçilerimiz Lût'a gelince,  (Lût) onların yüzünden üzül­dü ye onlardan dolayı göğsü daraldı:  «Bugün çetin bir gündür» dedi.

78- Kavmi koşarak onun yanına geldiler. Onlar daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar.  (Lût): «Ey kavmim! İşte şun­lar kızlarımdır. Sizin için kızlarım daha temizdir. Allah'tan kor­kun ve beni misafirlerimin önünde rezil etmeyin. İçinizde hiç ak­lı başında biri yok mudur» dedi.

79- Dediler ki: Senin kızlarında bizim hiçbir hakkımız olma­dığını biliyorsun ve sen bizim ne istediğimizi de elbette anlıyor­sun».

80- (Lût): «Keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya muhkem bîr kaleye sığınabilseydinı» dedi.

81- (Elçiler): «Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz.* Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında aile efradınla yü­rü. Karından başka sizden hiçbiriniz geri kaJmasın. Çünkü onla­ra gelecek azap, kuşkusuz ki kanna da isabet edecektir. Onlara va'dolunan (helak) zamanı, sabahtır. Sabah da yakın değil mi?» dediler. [60]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(72)   « (Sare) : «Vay halime! Ben bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, mukadder bir soruya verilmiş bir cevabı ihtiva et­mektedir. Yani adeta, Sare'ye müjde verildiği zaman, onun nasıl bir tepki gösterdiği sorulmuş da, bu soruya cevap veriliyormuş gibi şöyle denilmiştir: «Vay halime! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar olduğu halde çocuk mu doğuracağım?»

«Veyleta» kelimesi -veyl- kökünden gelir ve asıl mânâsı, rüs-vay olmak demektir. Korkunç bir durumda bu tâbir kullanılır. Bu­rada ise, taaccüp ve hayret ifade etmektedir. Bu tabir daha çok kadınlar tarafından kullanılır. Hayret etmelerini gerektiren bir olay başlarına geldiğinde kadınlar bu tabiri kullanırlar.

«Acuz» kelimesi ihtiyar kadın anlamındadır. Sare bu sözü dinlediğinde İbn İshak'a göre doksan yaşındaydı. Mücahid'den ge­len bir rivayete göreyse Sare, doksan dokuz yaşındaydı. Ayette ge­çen «Ba'lî» lafzı, «Kocam» anlamındadır. «Ba'l», aslında durumu idare eden kişi demektir. Ancak Koca için de bu tabir kullanılır. Çünkü koca, hanımının durumunu idare eder. Rağıb el-İsfehanî'ye göre, «Ba'l» bir çiftin erkeğine denir.

«Şeyh» kelimesi ise, doksan veya yüz yaşında olan kişiler hak­anda kullanılır. Hz. İbrahim de o dönem yüz veya yüz yirmi yaş-lanndaydı.

«Bu gerçekten şaşılacak bir şey»; yani bizim gibi iki ihtiyar­dan bir çocuğun dünyaya gelmesi hayreti mucip bir olaydır. Yani bu olay, Allah'ın kullan için koyduğu adete göre, şaşılacak bir şeydir. Sare, böyle bir olayı doğal olarak hayret verici bulmuştu. Yoksa o da bu olayın, Allah'ın kudretine nisbetle hiç de hayret verici olmadığını biliyordu.

(73) « (Elçiler de) dediler ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey Sare! Allah'ın kudretinden, hikmetinden veya yaptı­ğından mı hayret ediyorsun? Allah'ın şanı hakkında dehşete mi kapılıyorsun?

Meleklerin böyle demelerinin sebebi, Sare'nin bir peygambe­rin evinde yetişmesinden dolayıdır. O, vahyin indiği bir evin ka­dınıdır. Bu, harikuladeliklerin mahalli olan bir evin direği olma­sındandır. Melekler böyle bir evde doksan yıl yaşamış bir kadın­dan daha temkinli, diğer kadınları hayrete düşürebilecek hariku­ladelikler karşısında daha olgun davranması gerektiğini söylemek istiyorlardı.

Ey ev halkı! Allah'ın her hayrı ardından sürükleyip götüren rahmeti, Allah'ın tam ve bol olan (çocukların ihsan edilmesini de içeren) bereketleri sizin üzerinizedir [61]

Bazı müfessirlere göre ayette geçen «Rahmet» ifadesi ile kas­tedilen peygamberliktir. «Bereketleri) ile de, İsrailoğulları'hdan gelen nesillerdir. Çünkü peygamberler onların arasından çıkıyor­du. Onların hepsi de Hz. İbrahim'in zürriyetindendi.

Bazıları ise, Allah'ın rahmeti ile, O'nun selamının, bereketle­ri ile de verilen hayırların kastedildiğini söylemişlerdir.

«Ehl-i Beyt» ifadesi mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani mâ­na; «Ben Ehl-i Beyt-i överim» şeklinde anlaşılır. «El-Beyt» keli­mesi insanın geceleyin sığınıp, istirahat ettiği meskendir. Taş, toprak, yün, deve tüyü gibi malzemelerden yapılan her eve, mes­kene beyt denir.

Ehl-i Sünnet alimleri bu ayeti, kişinin hanımının, onun ehl-i beyti'ne dahil olduğuna dair delil getirmişlerdir. Nitekim Ahzab suresinin otuz üçüncü ayeti de bu görüşü desteklemektedir. Şiî alimler ise, bu görüşe karşı çıkarak, «Kadın erkeğin yakınların­dan değilse, onun ehl-i beyti'ne dahil olamaz. Ancak erkeğin yakı­nı ve onun soyundan olursa dahil olur. Çünkü ayette ehl-i beyt ile kastedilen soy evidir. Yoksa çamurdan ve ağaçlardan yapılmış bir ev değil. Sare'nin ehl-i beyt içine dahil edilmesinin sebebi ise onun, Hz. İbrahim'in aynı zamanda amcasının kızı olmasından­dır» demişlerdir. Böylelikle Şiî alimler «el-Beytni adeta «Şeref» mânâsında almaktadırlar. Çünkü «el-Beyt»in bir mânâsı da bu­dur.

Ayetin sonunda gelen «Hamîd», feîl sigasındandır ve meful mânâsmdadır. Yani, Mahmud (övülmüş), fulleri Övülen zât de­mektir. Ragıb el-İsfehanî «Feil» sığasının «fail» mânâsına da gele­bileceğini söylemiştir. Bu takdirde mânâ, kullarını çokça öven şeklinde anlaşılır. «Mecîd» ise, hayrı çok, ihsanı bol olan demek­tir.

İbn Atiyye'ye göre «Mecîd» güzel (vasıfları) olan demektir. Bazıları ise «Kuşkusuz ki O Hamîd'dir, Mecîd'dir» cümlesinin, «Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun» cümlesinin sebebi olduğunu söylemiştir. Yani, Allah'ın rahmet ve bereketi niçin si­zin üzerinizedir? Çünkü Allah Hamîd (fiilleri kullan tarafından övülen) ve Mecîd (hayrı çok, ihsanı bol) olandır da ondan.

(74) «İbrahim'den korku geçip...» Bu Ayetin Tefsiri

«Er-Rev'» korku ve ürküntü demektir. Yani ayetin mânâsı, «İbrahim, elçilerin kim olduklarım anlayınca, kalbindeki korku geçip, mutmain kılındıktan sonra kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadeleye başladı» şeklindedir. [62]

 

Hz. İbrahim İle Meleklerin Mücadelesi

 

Lût kavmi hakkında Hz. İbrahim'in mücadelesi Ankebut su­resinde açıklandığı şeklindeydi: Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde, 'Biz şu kasaba halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalimdirler' dediler. İbrahim, 'Ama orada Lût vardır' dedi» (Ankebut: 31-32) İşte Hz. İbrahim'in «Ama orada Lût vardır» sözü bir nev'i mücadeledir. Bu söze mânâsı itibariyle mücadele denilmiştir: «Siz, içinde mümin bir kimsenin bulunduğu bir ülke­yi, o mümin azaba müstehak olmadığı halde nasıl olur da helak edebilirsiniz?» Onlar da buna cevaben: «Biz, orada bulunanı daha iyi biliriz. Muhakkak ki onu ve aile efradını kurtaracağız. Ancak karısı bundan müstesnadır» diye cevap vermişlerdir.

Huzeyfe şöyle demektedir:

Onlar Hz. İbrahim'e söyleyeceklerini söyledikten sonra Hz. İbrahim, «Bana söyler misiniz, orada elli tane müslüman olsa da onları helak edecek misiniz?» diye sordu. Onlar, o zaman helak etmeyeceklerini söyleyince, Hz. İbrahim: «Otuz tane olursa?» di­ye sordu. Onlar yine, «Hayır» dediler. Hz. İbrahim: «Eğer orada on veya beş tane müslüman varsa helak edecek misiniz?» diye sor­du. Onlar yine «Hayır» dediler. Hz. İbrahim: «Peki, eğer orada bir tek müslüman varsa helak edecek misiniz?» diye sorunca, on­lar yine: «Hayır» diye cevap verdiler. İşte o zaman Hz. İbrahim:

«Ama orada Lût vardır» dedi ve onlar da bilindiği gibi bunun ce­vabım verdiler.

Bazıları ayette geçen mücadele ile, Hz. İbrahim'in şefaat ta­lebinin kastedildiğini söylemişlerdir. Bazılarıysa, sözkonusu mü­cadelenin Hz. İbrahim'in, «Mutlaka onlara azap gelecek midir, yoksa onların Allah'a ibadete yönelmesi için kendilerini korkuta­cak şekilde azabın bir parçası mı tecelli edecektir?» diye konuş­ması olduğunu Öne sürmüşlerdir.

tbn Cerir ile İbn Münzir'in Katade'den naklettikleri gibi, bu­radaki müjde, evlat müjdesi ile yorumlanırsa, o zaman Hz. İb­rahim'in almış olduğu bu müjdenin mücadeleye sebep olması, kal­binin o çocuğun ve aile efradının tamamının selâmetiyle daha faz­la mutmain olması içindir. Burada bu hususun dikkate alınması gerekmektedir.

Hz. Lût, Hz. İbrahim'in şeriatı üzerinde bulunuyordu. Kavmi de Hz. İbrahim'in şeriatı ile mükellefti. Hz. İbrahim meleklerin tavrını müşahade ettikten sonra kendisi ve ümmeti için korkma­ya başladı. Çünkü Hz. Lût'un kavmi de onun ümmetinin bir par­çasıydı.

(75) «Çünkü İbrahim çok yumuşak huylu...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Hz. İbrahim kendisine kötülük yapandan hemen inti-kam almaya kalkışmayan bir yapıdadır. O «Evvah»tır; yani günah, larından çokça ah eder ve halkı için çok üzülür. «Münib»tir; ya­ni kendisini Allah'a vermiş bir kimsedir.

Hz. İbrahim'in şefkatten ve kalbin hassasiyetinden haber veren bu üç özellikle vasıflandınlmasmın amacı, onun yaptığı mü­cadelenin sebeplerinin açıklanması içindir.

Bazı müfessirler, Hilm'in, aceleciliğin zıddı olduğunu ve mut­lak teenni mânâsında kullanıldığını söylemişlerdir. Yani, o kalbin­deki korku geçip-gittikten ve kendisine müjde geldikten sonra mücadeleye başlamıştır.

(76) « (Elçiler) : Ey İbrahim!..» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başında ya melekler takdir edilir (yani bu sözün faili melekler olur) ya da Allah Teâlâ bu sözü söylemiş olur. Yani, Ey İbrahim! mücadeleden vazgeç. Çünkü Rabbinin azabı gelmiştir. Allah Teâlâ onların azaba duçar olmalarını takdir etmiştir artık. O'nun takdiri ise geri çevrilemez. Onlara ne cedelle ne de dua ile ne de başka bir yol ile geri çevrilebilecek bir azap gelecektir.

Bu ayet, Hz. İbrahim'in gaybı bilmediğini ve bundan dolayı mücadeleye girmiş olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Daha önce de zikredildiği gibi, gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur. Allah, peygamberlerden dilediği kulunu gayba muttali kılar ve muttali kıldıktan sonra da o şey gayb olmaktan çıkar. Burada Hz. İbrahim'e onların azabının geri çevrilmeyeceği şeklinde verilen haber, gaybî bir ihbardır ve bu artık Hz. İbrahim'in bilgisinin kap­samına dahil olmuştur.

(77) Elçilerimiz Lut'a gelince...» Bu Ayetin Tefsiri

îbn Abbas'a göre, melekler Hz. İbrahim'in yanından ayrılıp Hz. Lût'un yanına gitmişlerdir. Hz. İbrahim ile Hz. Lût'un köyleri arasında dört fersahlık bir mesafe vardı. Onlar Hz. Lût'un hu­zuruna pırıl pırıl yüzleri parıldayan gençler olarak girdiler. An­cak onların gelmiş olmalarından Hz. Lût hiç hoşlanmamıştı. Çün­kü Hz. Lût onların insan olduklarını sanıyordu. Dolayısıyla kav­minin onlarla livata yapmak isteyeceklerini düşünerek korktu. Zi­ra kavmi, böyle bir istekte bulunduklarında .onları koruyabilecek güce sahip değildi.

Bazılarına göre de, melekler gündüzün ortasında Hz. Lut'a gitmişler ve onu bahçe içinde çalışırken bulmuşlardı. Bazıları da meleklerin Sodom nehrinden su almakta olan Hz. Lût'un kızını bularak ona kendilerini kimin misafir edebileceğini sorduklarını, kızın ise, onların durumunu görünce, babasının kavminin onlara bir kötülük yapabileceğinden korkarak kendilerine: «Yerinizde durun» deyip, durumu babasına haber verdiğini söylemektedir­ler. Hz. Lût onları karşılamaya geldiğinde melekler: «Bu gece bizi misafir etmenizi istiyoruz» derler. Hz. Lût: «Sizler bu kavmin yaptıklarım işitmediniz mi?» diye sorar, onlar da: «Hayır, ne ya­pıyorlar?» deyince Hz. Lût: «Ben Allah'ı şahit tutarım ki, onlar yeryüzündeki kavimlerin en şerlileridir» der.

Daha önce meleklere, «Lut onların aleyhinde dört kez şeha-det etmedikçe onlara azap vermeyiz» denildiğinden, Lût yukarıda­ki sözlerini söylediğinde Cebrail, «İşte bu, şehadetlerden birisidir» dedi. Onlar konuştukça Hz. Lût da şehadetini tekrarlıyordu ve so­nunda Hz. Lût'tan dört kez şehadet sadır oldu. Sonra birlikte ka­sabaya giderek, Hz. Lût ile beraber onun evine gırdüer. Hz. Lût onlann yüzünden güçsüzlüğü sebebiyle sıkılmıştı.

«Güçsüzlüğü sebebiyle» dememizin sebebi, ayette, «Zer'an» lafzının takat ve cehd anlamına gelmesi dolayısıyladır. Bu keli­me «Kol» anlamındaki zira'dan alınmadır. Nitekim bazıları, «El, kelimesi*nasıl mecazen kuvvet, kudret mânâsında kullanılıyorsa, zira' da aynı şekilde kullanılır» demiştir. Zemahşerî, Zer'in, takatin yokluğundan ibaret olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre de bu kelime kalp ve göğüsten kinayedir. Onun daralması, misafirle­rini korumaktan aciz olduğu için duyduğu şiddetli inkibaz sebe­biyledir. İşte bu yüzden Hz. Lut: «Bugün çetin bir gündür» de­miştir. Ayetin sonundaki «Asıyb» kelimesi -asb- kökünden gelir ve şiddet ifade eder.

(78) «Kavmi koşarak onun yanına...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Lût evinde misafirleriyle birlikte otururken kavmi koşa­rak yanlarına geldi. Birbirlerini teşvik ederek (veya ileri gelenleri halkı teşvik edip, önlerine düşerek) geldiler.

«Yuhraune»; koşarak yürüdüler demektir. Fiilin anlamı İbn Abbas'a sorulduğunda o, «Öfke ile yönelip gelmek» diye cevap ver­miştir. İbn Abbas'tan gelen başka bir rivayette ise o bu fiili, hızlı yürümek anlamındaki «Yesraune» fiili ile yorumlamıştır.

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Lût misafirleriyle evine geldi­ğinde bunu aile efradından başkası bilmiyordu. Hanımı çıkıp, kavminin bulunduğu yere geldi ve: «Lût bu gece bir cemaati misa­fir etmektedir. Onların güzelliğinde bir cemaat görülmüş değildir» dedi. İşte onlar bunun üzerine koşarak Hz. Lut'un yanma gittiler. Onlar, bu misafirler gelmeden önce de, Hz. Lût onlara bir pey­gamber olarak gönderilmeden önce de bu çirkin fiili işlerlerdi. Bazı müfessirler, «Kötülükler» anlamına gelen «Seyyiat» kelime­sinin, erkeğin erkekle birleşmesi yani, gulampârelik (kulampara­lık) demek olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları ise, «Seyyiat»m erkeğin erkeğe ve erkeğin kadına mu-tad olmayan yerden varması anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Bazılarına göre «Seyyiat» kelimesi, ıslık çalmak, güvercinler­le oynamak, kumar ve alay etmek mânâlarına gelir. Onların daha önceki kötü amelleriyle kastedilen, bu çirkin ve kötü davranışı adec edinmiş olmalarının ve bundan da utanmadıklarının açıklan-masıdır. Onlar hiç utanmadıkları için Hz. Lut'un misafirleriyle o çirkin davranışta bulunmak isteğiyle süratle koşarak gelmişler ve bu emellerini utanmaksızm açığa vurmuşlardı.

Hz. Lût misafirlerini kurtarmak ve onların yanında mahcup olmamak için; «Jay kavmim! işte bunlar kıztarımdır. Onlar sızın içm aaha temızaırLer. Onlarla evlenin» der. Oniar da Hz. Lut'un kızıarını istiyorlardı. Ancak kötü karakterli oldukları için ve ara­larında bir denklik bulunmadığı için Hz. Lut kızlarını onlarla ev­lendirmek istememişti. Bunun sebebi, müminlerin (mümin ka­dınların) kafirlerle evlenemeyeceğini ihdas eden kaide değildi. Çün^ü bu kaide, Allah tarafından daha sonra teşri kılınmıştı. Hz. Lut'un döneminde mümin kadınlar kafirlerle evlenebiliyorlar­dı. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a), kızı Zeyneb'i Ebu'l-As b. Re-bi ile, kızı Rukiye'yi de Utbe b. Ebi Leheb ile evlendirmişti. Her iki evlilik de vahy gelmeden önce vukûbulmuştu. Ebu'l-As da, Ut­be de kafirdiler. Ancak Utbe, Rukiye ile zifafa girmemişti. Baba­sı Ebu Leheb'in isteği üzerine Rukiye'yi boşadı. Ondan sonra Ru­kiye de Hz. Osman ile evlendi. Ebu'l-As, Zeyneb ile zifafa girmiş­ti. Bedir Günü'nde esir düştüğü zaman, fidye vererek kendisini kurtarmaya çalıştı. Hz. Peygamber (s.a) ise, «Mekke'ye döndü­ğünde Zeyneb'i Medine'ye gönderirsen bu iş olur» şartını koştu. Onunla birlikte Zeyd b. Harise ile ensardan birini Mekke'ye gön­derdi. Onlar da Zeyneb'i alarak Medine'ye getirdiler. Daha sonra Ebu'l-As müslüman olup, Medine'ye gitti, Hz. Peygamber de (s.a) Zeyneb'i kocası Ebul-As'a geri verdi.

Hasan b. Fadl'a göre, Hz. Lût onlara müslüman olmaları şar­tıyla kızlarım evlenmek üzere teklif etmişti. Nitekim Zeccac da bu düşünceyi desteklemektedir. Bu görüş, o dönemde kafirlerin müslüman kadınlarla evlenmelerinin caiz   olmadığı   noktasından hareketle öne sürülmüştür.

Bazı müfessirlere göre, Lut kavminin ild Lideri vardı ve Hz. Lut iki kızını bu kimselere vermek istemişti. Zaten Hz. Lût'ım iki kızı vardı. Kızlardan birinin adı Zaurde, diğerinin ki Zeytac idi.

Hakim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Lut'un üç kızı vardı. Nitekim ayetteki çoğul sigası bu rivayeti desteklemektedir. Ancak çoğul sigasının iki (tesniye) karşılığında kullanıldığı da olmuştur. Durum ne olursa olsun, Hz. Lût kızlarını arzetmek su­retiyle misafirlerini korumaya çalışmıştır. Bu, şerefin kemâline ermekdir. Bu bakımdan o, kızlarını kendi düşmanlarına arzet-mesinin ve onları bu adamlarla evlendirmeye çalışmasının Hz. Lut'un şanına yakışmadığı şeklindeki itiraz yerinde değildir. An­cak burada başka bir problem daha vardır; Hz. Lût ister iki, is­ter üç kızı olsun, onları bu asilere nasıl arzedebilmiştir? Çünkü âsilerin sayısı kızlardan çok fazlaydı. Bir gruba, o gruptan daha az sayıdaki kızlar nasıl olur da arzedilebilir? Büyük müfessirler-den bazıları, Hz; Lut'un bu sözünün gerçek üzerine dayanmadığını söylemişlerdir. Yani, Hz. Lût gerçekten kızlarını onlara nikahla­mak istemiş değildi. Aksine bu, onların karşısında aşırı bir teva­zu göstermek ve şiddetli bir şekilde onların amaçlarından tik­sinti duyduğunu açığa vurmak için söylenilmiş bir sözdür. Belki onlar bu sözü işittikten sonra rikkate gelirler de misafirlere ta­sallut etmekten vazgeçebilirlerdi. Zaten onlar, Hz. Lut'un kendi kızlarını onlara zevce olarak vermeyeceğini biliyorlardı. [63]

 

Peygamber Ümmetin Babasıdır

 

Ebu Şeyh îbn Abbas'tan, İbn Ebi Hatim İbn Cübeyr ve Mü-cahid'den, îbn Ebi Dünya ile İbn Asakir de Süddl'den şöyle riva­yet etmektedirler:

Hz. Lut'un kızları ile, onun Öz kızları değil, ümmetin kadınla­rı kastedilmiştir. Yani «Benim kızlarım, mesabesinde olan hanım-lannız işte hazır duruyorlar. Onlara varmanız daha temiz olur». Nitekim her peygamber, ümmetinin babası sayılır. Çünkü İbn Me-sud'un kıraati, «Peygamber müminlere kendilerinden daha evla­dır, peygamber onların babasıdır. Peygamberin hanımları ise, onların anneleridir» şeklinde gelmiştir.

Hz. Lût, «Onlar daha temizdir» demekle, erkeklere varmak temizdir, kadınlara varmak ise daha temizdir demek istememiş­tir. Çünkü erkek ile erkeğin münasebeti her bakımdan çirkin bir davranış olduğu kadar, hiçbir zaman temiz olmaz. Bu tıpkı, «Mun. dar olan hayvan, gasbedilen hayvandan daha helaldir» sözüne ben­zer. Çünkü mundar da, gasbedilen gibi haramdır. Ancak bu söz, hayvanın gasbedilmesinin ne kadar çirkin olduğunu göstermek için kullanılmıştır.

(79) «Dediler ki: Senin kızların da...» Bu Ayetin Tefsin

Onlar bu sözleri Hz. Lut'un kendilerine nasihatmdan yüzçe-virdikten sonra söylemişlerdir.

«Senin kızlarında bizim hiçbir hakkımız yoktur» demekle, şeh­vetlerini dindirmek zorunda olmadıklarını veya onun kızlarına ih­tiyaç duymadıklarını ya da, kızlarıyla hak bir nikaha yetkilerinin bulunmadığını; zira onun kendilerini müslüman kadınlarla evlen­melerini caiz görmediğine göre, bu teklifinin ciddiyet taşımadığını söylemek istemişlerdir. Bu ifade, Hz. Lut'un şeriatinde bir kafirin bir müslümanla evlenmesinin helâl olduğunu ortaya koymakta­dır.

Bazılarına göre onlar Hz» Lut'un kızlarını istemişler ama, Hz. Lût bu teklifi kabul etmemiştir. Aralarında geçerli olan âdete gö­re, bir kadını istediği halde, talebi reddedilen bir kimsenin artık o kadını nikahlaması helâl değildi.

Bazılarına göre de, onlar erkeklere varmayı âdet edindikle­rinden dolayı onlarca erkeklere varmak hak, kadınları nikahla­mak ise bâtıl idi. İşte onlar bu sözü, bu sebeple söylemişlerdi.

Bazıları ise, onların âdetlerine göre bir kimse, bir kadınla ev­lenebilirdi. İki kadın alamazlardı. Bu sebeple hepsi de evli oldu­ğundan bu şekilde konuşmuşlardı..

«Sen bizim ne istediğimizi elbette anlıyorsun» dediler. Çünkü onların istedikleri erkeklere varmaktı.

(80) «(Lût) : Keşke benim size karşı...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Lût bu sözü, onların geri çekilmelerinden, sapıklıkların­dan vazgeçme ihtimallerinden ümidini kestiği zaman söylemişti: «Eğer size gücüm yetseydi, bunu yapardım. Yani, sizi zorla uzak­laştırırdım».

«Rükn», lûgatta, bir evin veya bir dağın bir tarafı demektir. Hz. Lût ise, -rükn- kelimesiyle gücü kasdetmiştir. Yani O, «Şiddet­li bir gücüm olsaydı, size karşı güce başvururdum» demek iste­miştir.

Hz. Peygamber (s.a), bu sözün, Hz. Lût'un ağzından acele çık­mış garip bir söz olduğunu söylemiştir. Çünkü Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a): «Allah, kardeşim Lut'a rahmet eylesin. O şiddetli bir rükne sığınmıştı» demiştir.

 (Buharî, Müslim). Yani Hz. Peygamber (s.a) Hz. Lut'un Allah'a sığındığını ve Allah'tan daha kuvvetli bir rüknün olmadığını söy­lemek istemiştir.

Rivayet olunduğuna göre bu sözden ve Hz. Lût'tan sonra Al­lah Teâlâ gönderdiği tüm peygamberleri kendisine yardımcı ola­bilecek bir kavmin içinden çıkarmıştır.

(81)  « (Elçiler) : Ey Lût! Biz...» Bu Ayetin Tefsin

Rivayet olunduğuna göre Hz. Lût bu sözleri söyledikten son­ra kapısını misafirlerinin üzerine kilitledi ve kavmiyle kapının ar­dından mücadele etmeyi sürdürdü. Onlar bu sefer duvarlara tır­manmaya başladılar. Melekler onun üzüntüsünü görünce:

— Ey Lût! Kuşkusuz ki biz senm Rabbinin elçileriyiz. Onlar bize bir fenalık yapamazlar. Kapıyı aç ve onlarla aramızdan çekil, dediler.

Hz. Lût kapıyı açar açmaz onlar içeri girdiler. Cebrail, Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmak için izin istedi. Allah Cebrail'e izin verdi. Onlar yaklaşınca gözleri körleşti. Kör olanları diğerle­rini çiğnemek suretiyle geri çekildiler. Bu sırada «Aman bizi kur­tarın, bizi kurtarın» diye feryad ediyorlar, «Lût'un evinde sihirbaz bir grup var» diye de avaz avaz batırıyorlardı.

Bir rivayette Hz. Lût kapıyı misafirlerin üzerine kilitledi ama onlar gelip kapıyı kırdılar. Cebrail de onların gözlerini kör edin­ce «Ey Lût! Sen bize bir sihirle geldin» diyerek onu tehdit etme­ye başladılar. Hz. Lût'un kalbinde bir korku hâsıl oldu ve «Bu misafirler gidince beni bırakırlar» diye düşündü. İşte o zaman Cebrail, Hz. Lût'a:

— Sakın korkma! Biz Rabbinin elçüeriyiz. Gecenin bir kıs­mında ailenle yoıa çık. Sakın sizden hiç kimse geri kalmasın veya geri dönüp Dalanasın, dedi.

«Yeltefit», İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, «Geri kal­mak» anlamındadır. Katade'den rivayet olunduğuna göreyse «geri banmak» anlamındadır, ikinci yorum, «iltifat» kökünden gelen «Vetiejıt» filimin gerçek mânâsı bakmamdan daha meşhurdur.

«Geri kalmanın» mânâsı açıktır. Fakat «Geri bakmanın» mâ­nası ne demektir? O da süratle bakmak demektir. Çünkü geri dö­nüp bakan bir kimse az da olsa bir zaman kaybına uğrar. Ya da geri bakmalarının kendilerine emredilmesinin sebebi, kavimleri­nin üzerine inen azabı görüp de onlara acımaları içindir.

«Ancak hanımın müstesna»; çünkü o, geri kalanlardan veya geriye bakanlardandır. O da helak olan kavmiyle birlikte helak olacaktır.

Hz. Lut meleklere azabm ne zaman geleceğini sorunca onlar, helak zamanının sabah vakti olacağını söylediler. Hz. Lût, «Sabah vakti uzaktır. Ben daha yakın bir zamanda azap vaktinin gelme­sini bekliyorum» deyince, bu sefer melekler «Sabah da yakın de­ğil mi?» dediler.

Hz. Lût, yurdundan ailesini de yanma alıp-çıktığında, aile ef­radına kimsenin geri dönüp bakmamasını emretti. Onlar da Hz. Lût'un bu emrini dinlediler. Ancak karısı bu emre karşı geldi ve azabm sesini işitince arkasına dönüp baktı. «Ey kavmim!» diye bağırdı. Bunun üzerine gelen taşlardan birisi ona isabet ederek, onu da kavmiyle birlikte helak etti.

Hz. Lût, Hz. İbrahim ile beraberdi. Hem Hz. İbrahim hem de Hz. Lût zengin kimselerdi. Çobanlan su ve otlak hususunda mü­nakaşa edip, kavgaya girişince ikisi de anlaşarak ayrılmayı karar­laştırmışlardı ki, aralarındaki sevgi vs merhamet yok olrnasm. Böylece Hz. Lût amcası olan Hz. ibrahim'den ayrılıp Sodom ve Gomore'ye gitti. Bu şehirler Ürdün sınırları içindedir. Hz. İbra­him ise, bulunduğu yerde kaldı. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Sodom halkı ahlâksız alçak kimselerdi. Yaptıkları kötülüklerin hiçbirinden utanmıyorlardı. Kendilerini hiçbir kötülükten alako-yamıyorlardı. Herkesin gözleri önünde her türlü çirkin davranış­ta bulunurlardı. Nitekim Allah Teâlâ «Siz meclislerinizde çirkin davranışlarda bulunuyorsunuz» diye buyurmuştur. [64]

 

Meal

 

82- Böylece emrimiz geldiğinde, oranın üstünü altına getir­dik ve onların üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık.

83- (O taşlar) Rabbinin katında (azap için) damgalanmış-lardır. Bu (taşlar), zalimlerden uzak değildir.

84- Medyen  (kasabası halkına) da kardeşleri Şuayb'ı  (pey­gamber olarak)   gönderdik.   (Şuayb):  «Ey kavmim!  Allah'a iba­det edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü tartıyı ek­sik yapmayın. Ben sizi hayır içinde görüyorum. Bununla beraber hileye devam ederseniz, ben sizi' kuşatacak olan bir günün aza­bından sizin için korkuyorum» dedi.

85- «Ey kavmim!  Ölçüyü ve tartıyı tam tutun. İnsanların eşyasını   (değerden düşürüp)  eksik vermeyin ve yeryüzünde boz­guncular olarak karışıklık çıkarmayın».

86- «Eğer mümin kimselerseniz, Allah'ın  (iıelâl olarak) bı­raktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben de sizin üzerinizde gö-zetleyici değilim».

87- Dediler ki: «Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeyleri bırak­mamızı ya da mallarımız hususunda dilediğimiz gibi davranmak­tan vazgeçmemizi sana namazın mı emretmektedir?   Oysa   sen gerçekten yumuşak huylu aklı başında birisin».

88- (Şuayb onlara): «Ey kavmim! Söyleyin, acaba ben Rab-birtizrten bir delil (peygamberlik) üzerinde bulunuyorsam ve eğer o bana katından güzel bir rızık vermişse ne yapmalıyım? Ben si­ze aykırı hareket etmekle sizi menettîğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek is­tiyorum. Başarım da yalnız Allah'ın yardımıyladır.  Sadece Ona tevekkül ettim ve O'na döneceğim», dedi. [65]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(82) «Böylece emriniz geldiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri

«Emrimiz)}, «azabımız» anlamında kullanılmıştır. Yani em­rin gelmesiyle kastedilen azabın gelmesidir. Veyahut azabın emre-dildiği vakit kastedilmektedir. Yani, «Azap emrı'nin vakti geldi­ğinde...» Çünkü emrin kendisi daha önce varid olmuştur.

«Aîiyeha» ile «Safileha» kelimelerinin sonundaki -ha- zamir­leri Lût kavminin şehirlerine racidir. Yani, «Lût kavminin bulun­duğu şehirlerin (Sodom ve GomoreJ altını üstüne getirdik». O şehirlerde Kur'an'm başka bir ayetinde «Mu'tefikat» da denilmek­tedir. Bu ülke beş şehirden meydana gelmekteydi: Mil, Suğre, As-re, Duma ve Sodom.

Bazı müfessirlere göre bunlar yedi şehirdir ve Sodom içlerinde en kalabalık olanıdır, Hz. Lut bu şehirde oturuyordu.

Katade'nin rivayetine göre, Sodom halkının nüfusu dört mil­yon kadardı. Bazıları ise, tüm şehirlerinin nüfusunun dört milyon olduğunu söylemiştir.

«Onların üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık». Rivayet olunduğuna göre, onlardan bir kişi Mekke sınırlarında bulunuyordu, bu yüzden bir taş havada boşlukta kaldı. O adam Mekke'nin sınırlarından çıkınca, bu taş onun üze­rine düştü ve onu öldürdü.

«Siccil» taşlaşmış çamur ve balçık demektir. Çünkü Allah Te-âlâ başka bir ayette, «Çamurdan taşlar yağdırdık» (Hicr: 74) di­ye buyurmaktadır. Nitekim Kur'an ayetleri birbirlerini tefsir eder­ler.

«Siccil» kelimesi Abd b. Humeyd'in İbn Abas ve Mücahid'den rivayet ettiğine göre, sonradan arapçalaştırılmıştır. Aslı «Seng-i gil» dir. «Seng» taş, «Gü» ise çamur demektir. Yani, çamur taşı (veya taşlaşmış çamur) mânâsına gelir.

Ebu Ubeyde, «Siccil» kelimesinin «Siccin» kelimesi gibi, taş­ların sert olanına denildiğini söylemiştir.

«Mendud» ise, bir kısmı diğerinin üstüne istif edilmiş ve peş-peşe gönderilmiş demektir.

(83) (O taşlar) Rabbinın katında...»Bu Ayetin Tefsiri

«Musavvemetem) kelimesi, üzerine nişan vurulmuş, damga­lanmış mânâsmdadır. Yani, o nişandan, bunların yeryüzünün taş­larından olmadığı anlaşılır. Bu yorumu İbn Cerir rivayet etmek­tedir. Bazıları da bu kelimenin mânâsının, beyazlık ve kızıllıkla işaretlenmiş demek olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş İbn Abbas' tan rivayet edilmiş ve Hasan Basrî de bu görüşe katılmıştır. İbn Abbas'tan gelen başka bir rivayete göre, o taşların bir kısmı si­yahtı ve içlerinde beyaz noktalar bulunuyordu. Bir kısmı da be­yazdı içlerinde siyah noktalar vardı.

Rebî'ye göre «Musavvemeten» kelimesinin anlamı; o taş kime atılıyorsa, üzerinde o kimsenin adı yazılmıştı, elemektir.

Denildiğine göre, o taşların bir kısmı deve başına, bir kısmı da gövdesine benzemekteydi.

«Rabbinin katında»; yani O'nun hazinelerinde. O hazineleri Allah'tan başkası mülk edinemez ve Allah'tan başkası o hazine­lerde tasarruf yapamaz.

Mukatil'den gelen bir rivayete göre, «Rabbinin katında» ifa­desi, ((Rabbinin katından gelmiştir» anlamındadır.

Ebubekr el- Huzelî'niri rivayetine göre ise, bu ifade; «Onlar Allah katında hazırlanmıştır» mânâsındadır.

İbn'ul-Enbarî'ye göre bu ifade ile, taşların Allah katında nak-şedildiği mânâsı kastedilmiştir. Bu da Allah Teâlâ'nm kudret ve azabının şiddetini ortaya koymaktadır.

«Bu (taşlar) zalimlerden uzak değildir»; yani, her zalim için o taşlardan (yetecek miktarda) vardır. Her zalim zulümlerinden ötürü, o taşların üzerine yağdırılmasına lâyık olmuştur.

Ayetin bu cümlesi, tüm zalimleri tehdit etmektedir. Yani bu zalimler ile sadece Hz. Peygamber'in (s.a) ümmetinden olan za­limler değil, her asrın, her devrin zalimleri kastedilmektedir.

îbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre, buradaki «za­limler» ile kastedilen, bu ümmetin zalimleridir.

Sa'lebî'nin zikrettiği bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Cebrail'e bu hususu sorduğunda O, «Burada senin ümmetinin za­limleri için böyle taşlar mevcuttur, her an onların başlarına düşebilirler» demiştir. Fakat Zeyneddin Irakî. bu hadisin senedine vâ­kıf olmadığını söylemiştir.   -

Bazılarına göre, bu zalimler ile Hz. Lût'un kavmi kastedilmiş­tir. Bu takdirde ayetin mânâsı; «Bu taşlar yanlışlıkla başkasına değmez. Mutlaka yerlerine ulaşır» şeklindedir.

İbn Abbas, ayetin anlamının «Lût kavminin yaptığını yapan­lardan bu ceza uzak değildir» şeklinde olduğunu söylemiştir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «Hiye» zamiri Ceza'ya, racidir.

Ebu Hayvan «El-Bahr'ul-Muhit» adlı tefsirinde, zahire göre -hiye. zamirinin Lût kavminin şehirlerine raci olduğunu söylemek­tedir. Zalimlerden maksat ise, Mekke zalimleridir. Çünkü Lût şe­hirleri onlara yakındır. Onlar Şam'a sefer yaptıklarında oralardan geçiyorlardı.

(84) «Medyen (kasabası halkına) da...»Bu Ayetin Tefsiri

«Medyen» burada ya Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'in çocukla­rı ve Medyen'in inşa edip, adını verdiği şehir halkı demektir.

«Kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) » demekle soyca kendilerin­den olan Hz. Şuayb'm onlara gönderildiği kastedilmektedir.

«Ey kavmim! Allah'a ibadet edin»; yani Hz. Şuayb onlara Al­lah'ı birlemelerini ve tevhidi emretti. Allah'ın birliği, meselenin nirengi noktasını teşkil ettiğinden dolayı, Hz. Şuayb onlara yap­mamaları gerekeni söylemeden önce, kendilerini Allah'ın birliği­ne davet etti. Onlar adaleti yıkar, hakkın, sahiplerine varmasına mâni olur, ölçü ve tartılarda sahtekârlık yaparlardı. Yani, «Ölçüde ve tartıda halka hile yapmayın. Ölçü aletlerinin hacmini ve tar­tı aletlerinin ağırlığım eksiltmeyin».

«Ben sizi hayır içinde görüyorum»; yani ben sizi geniş bir ser­vete sahip olarak görüyorum. Bu da Ölçü ve tartıda hile yapmanı­za ihtiyaç bırakmaz.

«Hayr» Allah'tan gelen nimet anlamında kullanılmış olabilir. Bu takdirde ayetin anlamı; «Sizi Allah'tan gelen bir nimet içinde görüyorum ki o nimetin karşılığı, yaptığınızın tam tersidir» şek­linde olur. Yani, o nimete şükredip, halka daha fazla vereceğiniz yerde, üstelik Ölçü ve tartıda hile yapıyorsunuz.

Ayetin mânâsı şu şekilde de anlaşılabilir; «Ben sizi hayr ve zenginlik içinde görüyorum. Bunu, işlemekte olduğunuz şer ile ortadan kaldırmaya sebep olmayın. Eğer bu hainlikten vazgeç­mezseniz, kuşatıcı bir günün azabından sizin için korkuyorum».

«Muhit», hiçbir ferdi dışarıda bırakmaksızın her şeyi kapsa­yan, kuşatan demektir. Zemahşerî, «Keşşaf» adlı tefsirinde «Mu-hitm, «Muhlik» (helak edici) şeklinde yorumlamaktadır.

«Ben sizi kuşatacak olan bir günün azabından sizin için kor­kuyorum» cümlesi, daha Önce geçmiş bulunan emrin de nehyin de sebebidir. Burada ister «Muhit» kelimesi «Yevm» kelimesinin, is­terse «Azap» kelimesinin sıfatı olsun, kıyamet azabı veya her şeyi temelden silip-götüren dünya azabı kastedilmektedir.

tbn Cerir ile Ebu Şeyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, ayetteki -hayr- eşyanın ucuzlaması, azap ise, eşyanın pahalı olmasıdır.

(85) «Ey kavmim! ölçüyü ve...»Bu Ayetin Tefsiri

«Evfu», tamamlayınız anlamındadır. Bu mânâ her ne kadar «Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın» cümlesinde geçmişse de, o mâ­nânın ikinci planda olduğu, asıl maksadın ölçü ve tartının tam tutulması olduğunu ifade etmek için bu şekilde sarahaten getiril­miştir. Yani Allah Teâlâ insanları, ölçü ve tartıyı tamamlamaya teşvik etmek için, tamamlamanın asıl olduğuna, eksik Ölçmenin ise onun peşinden geldiğine işaret etmek maksadıyla bunun tam tersini emretmiştir.

«Ktst» kelimesi adalet anlamındadır. Yani, «Ne fazla ne de eksik, adilane bir şekilde ölçü ve tartıyı tam tutun». Çünkü tam tutmak ile kastedilen, adaletli davranmaktır. Bu yüzden bazen faz­la vermek veya tartmak da Riba'ya tâbi olan maddelerde olduğu gibi haramdır. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, Mizan ve Mikyal kelimeleri, ölçüler ve tartılar anlamına gelmektedir. Ba­zılarına göre burada kastedilen, bilinen ölçü ve tartı aletleridir. Ölçüde ve tartıda fazlalık her ne kadar bir fazilet ve mendup ise de, alette mahzurludur. Yani, eksiklik mahzurlu olduğu gibi alette fazlalık da mahzurludur.

«İnsanların eşyasını eksik vermeyin» cümlesi, sadece Ölçü ve tartıdan -özellikle- bahsetikten sonra tam tutma meselesini öne sürmektedir. Yani, ister Ölçü ve tartıda, isterse başka sahalarda olsun genellikle insanların eşyalarını eksik vermeyin. Meselâ; sah­te paraları asılları yerine, kötü eşyaları iyileri yerine vermeyin.

«Ve yeryüzünde bozguncular -olarak karışıklık çıkarmayın» cümlesi genel bir ifadedir. Çünkü mutlak anlamda. fesadı yasak­lamaktadır. O fesad, İster ölçü ve tartıda, ister alış-veriş veya diğer sahalarda, isterse insanların birbirleriyle olan diğer ilişkilerinde olsun farketmez.

BazL müfessirlere göre, «Tebhasu» fiili -bahs- kökünden gel­mekte ve birtakım öşürleri almak gibi yersiz vergiler anlamında­dır.

(86) «Eğer mümin kimseler seniz...» Bu Ayetin Tefsin

«Bakıyye» îbn Abbas'a göre, diğer insanların haklarım ver­dikten sonra, Allah Teâlâ'mn geriye bıraktığı helâl kârdır. Yani, «Bu sizin hileli yollardan toplamış olduğunuz servetten daha ha­yırlıdır. Çünkü hile karışmış servet, her ne kadar size hayırmış gibi görünürse de, dağılan toz gibi hatta katıksız bir şer gibi­dir aslında».

«Eğer mümin kimselerseniz Allah'ın (helâl olarak) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır». Çünkü küfürle birlikte olduktan sonra hiçbir şeyde hayır yoktur. Hz. Şuayb şöyle de demek iste­miş olabilir: «Eğer beni bu sözümde tasdik ederseniz, Allah'ın bı­raktığı sizin için daha hayırlıdır».

Ümmetin büyük müfessiri olan İbn Abbas'tan gelen bir riva­yete göre, «Bakıyye» rızıkla tefsir edilmiştir.

Katade'ye göre «Bakıyye», Allah'ın vermiş olduğu azık, Ha­san Basrî'ye göre de Allah'ın farzlarıdır.

İbn Atiyye lafzm, bu mânâların hiçbirini vermediğini iddia et-mektedir. O bu hususta şunları söylemektedir: «Bu, İbn Cerir'den gelen rivayetten anlaşılmıştır. Çünkü îbn Cerir-e göre ayetin mâ­nâsı, «Allah'ın, nimetleri üzerinizde bırakması, sizin için eksiklik­ten veya tartıdaki haramdan daha hayırlıdır» şeklindedir».

«Ben de sisin üzerinizde gözetleyici değilim»; yani, yaptığınız kötü işleri bırakmazsanız, Allah'ın azabı gelecektir. Çünkü sizleri ben koruyamam. Üzerinizde bekçi olmadığım için, sizleri kötülük­lerden koruma imkânım da bulunmamaktadır, (veya) amellerini­zi sizin için koruyup da onların mükâfatım sizlere verdirmeye gücüm yetmez. Ben ancak bir mübelliğ ve nasihatçıyırn. Sizi uyar dığım ve elimden geldiğince bu hususta çaba sarfettiğim için ma­zur sayılırım, müsterihim.

(87) «Dediler ki; Ey Şuayb!..»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey Şuayb! Atalarımızın tapmış olduğu putlarımızı ve onlara ibadeti terketmemizi sana namazın mı emrediyor?

Müşrikler bu sözleri, Hz. Şuayb ile alay etmek için söylemiş­lerdir. Yani, onlar böyle bir emrin vesveseden üeri geldiği görü-şündelerdi, onlar bu hususta gelen vahyi inkâr etmeyi istemişler­di. Ancak bunu mübalâğalı bir şekilde yapmaya kalkışıp, akıldan başka emreden herhangi bir şeyin olduğuna inanmadıklarım söy­lediler. Atalarının yolunu terketmek onlara göre sadece vesvese­nin sonuçları ve deliliğin belirtileriydi. Onlar böyle söylemekle Hz. Şuayb'ın görüş ve düşüncelerini karmaşık olmakla itham et­miş oluyorlardı. Yani, kendisiyle bu bakımdan alay efemeye kalkış­mışlardı.

«Oysa sen gerçekten yumuşak huylu, aklı başında birisin» di­yerek onunla alay ettiler. Onlar Hz. Şuayb'ı bu iki yüce sıfatla vasıflandırırken, bunu alay yoluyla yaptılar. Aslında onlar Hz. Şuayb'a, bu iki vasfın tam zıddını taşıdığını söylemek istiyorlar­dı. Nitekim îbn Abbas da ayeti bu şekilde yorumlamış, Katade ile Müberrid ise, onun bu yorumuna katılmışlardır.

(88) « (Şuayb onlara) : Ey kavmim!..»Bu Ayetin Tefsiri

«Beyyine» kelimesi, açık delil, zahir ve bahir olan hüccet an­lamındadır. «Güzel bir rızik» ile de kastedilen peygamberlik ve hikmettir. Adeta Hz. Şuayb (a.s) onlara şöyle demek istemiştir:

«Evet, aslında sizler doğru söylediniz. Ben daima sizlere kar­şı irşad edici ve aranızda yumuşak davranan bir kimseyim. An­cak benim getirdiğim vahy, sizin için irşad ve nasihattan başka bir şey değildir. Meseleye insafla yaklaşın. Siz akıllı kimselersiniz. Eğer ben açık bir delil üzerindeysem, Rabbimden gelen mutlak bir emre dayanıyorsam, ve ben gerçekten bir peygambersem, iş­te o zaman mürşidiniz ve nasihat -ediciniz olarak, patlarınıza iba­deti terketmenizi söylememek bana yakışır mı? Sizleri günahla­rınızdan menetmemem bana uygun düşer mi? Oysa peygamber­ler insanları günahlardan alıkoymak için gönderilirler».

Kadı Beyzavî, tefsirinde «Güzel bir rızık» ifadesini, Allah Te-âlâ'nin Hz. Şuayb'a vermiş olduğu helâl mal ile yorumlamaktadır. Bu rızkın Allah katından gelmiş olmasının anlamı, O'nun yardımıy­la oluşmasıdır. O rızkı elde etmek için hiçbir sıkıntı çekmeksi-zin, onun kendisine gelmesidir. Bu şartın cevabı mukadderdir. Yani, bu maddî ve manevî saadeti derleyen nimetle birlikte, «Al­lah'ın vahyinde hainlik yapmam, O'nun emir ve yasağında O'na muhalefet etmem benim için hiç mümkün müdür».

Müfessirlere göre, Hz. Şuayb'ın bu sözü onların «Sen aramız­daki birliği bozuyor, bizi atalarımızın dininden vazgeçirmeye ça­lışıyorsun» demelerine mukabil bir nev'i özür beyan etmektir. Ya­ni, «Beni mazur görün, çünkü ben vahy alıyor ve bu vahyin mah­sulü olarak bunlan sizlere aktarıyorum».

Bazılarına göre Hz. Şuayb açıkça onların kendisine vesvese, delilik, sefahat ve sapıklıkla itham etmelerine cevap vermemiş ve böylece onların bu şekildeki ithamlarının bâtıl olduğu, cevaba hacet kalmayacak şekilde bariz bulunduğunu ifade etnısye çalış­mıştır. Onların konuşmalarıyla neyi kasdettiklerine Hz. Şuayb'ın cevap vermeye kalkışmasının sebebi ise, ilk Önce onların istek ve tamahlarını kesmek, bununla birlikte o çirkin sözlerinin içeriğini de reddetmektir. Adeta Hz. Şuayb onlara şöyle demek istemiştir: «Ey kavmim! Siz bu çirkin sözleri cüretkârane bir şekilde söy­lediniz. Bu sözlerin içeriğine açıkça bâtıl olan şeyleri soktunuz ki, sizleri putlara tapmakta, ölçüde ve tartıda hile yapmakta ken­di başınıza bırakayım. Fakat bana söylermisiniz ki, eğer ben Al­lah tarafından gönderilmiş bir peygambersem ve Allah'ın bana vermiş olauğu helâl mal ile sizlerden de, başkalarından da müs­tağni isem acaba o takdirde O'nun vahyine karşı gelmek, sizin he-va ve heveslerinize uymak bana uygun düşer mi? Böyle bir şey benden asla sadır olmaz. Bu şekilde sizlerin böyle çirkin sözler sarfetmenizin bir yararı olmaz».

«Ben size aykırı hareket etmekle, sizi menettiğim şeylere ken­dim düşmek istemiyorum»; yani sizi uzaklaştırmaya çalıştığım kö­tülükleri kendim yapmak istiyor değilim. Nitekim bazı insanlar, halkı bazı şeylerden uzak tutarlar ve sonra da o şeyi kendileri  yaparlar.

«Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum»; yani nasihat ve öğütle sizleri ıslah. etmeye çalışıyorum. Bu ise, gücümün yettiği ve imkânım olduğu nisbette sürecektir. Bu hu­susta kusur etmemeye çalışacağım. Sizin ıslahınızla ilgili olarak istediğimi gerçekleştirebilmem ancak Allah'ın bana yardımıyla mümkündür. [66]

 

Allah'ın Tevfiki Nedir?

 

«Tevfik», Allah Teâlâ'nın sevdiği ye razı olduğu şeye, kulun işlediğinin uygun olmasıdır. Bu da ancak Allah'ın delaletiyle olur. Yalnız başına delâlet de, yardım olmaksızın bir yarar' sağlamaz. «Bu hususta (veya tüm işlerimde) Allah'a tevekkül ettim. Çünkü O her şeyi yapabilecek kudrettedir». Aslına bakılırsa Allah'tan başkası acizdir. Hatta itibar derecesinden sakıt olacak kadar ma-dumdur. Nitekim Kur'an'da buna işaret eder. Basiret sahibi olan­lar bu gerçeği görmüşlerdir.

«Ve O'na döneceğim»; yani yapmak istediğim hususlarda (ve­ya tüm işlerimde) tüm varlığımla sadece Allah'a yöneliyorum, başkasına değil.

Kadı Beyzavî de, Hz. Şuayb'ın bu tarzdaki üç cevabı ile ilgi­li ve Önemli bir husus zikredilmiştir ki o da şudur: Aklı olan her­kes, emrettiklerinde veya yasakladıklarında üç şeyi gözetmek du­rumundadır: Birincisi; Allah'ın hakkını, ikincisi nefsin hakkını, üçüncüsü halkın hakkını gözetmelidir.  [67] Çünkü birinci cevap Allah'ın hakkını, ikincisi kendisinin, üçüncüsü ise, başkalarının hakkını içermektedir. Yani, birinci cevapta Allah'ın nimetine şük­retmenin, O'nun hizmetinde var kuvvetiyle çalışmanın açıklanma­sı, ikinci cevapta kişinin kendisini, başkalarına yasakladığı şey­lerden alıkoymasını, üçüncü cevapta da başkasının hakkının, ki­şinin üzerinde irşad ve ıslah olması yolundaki çabası ortaya kon­maktadır. [68]

 

Meal

 

89- «Ey kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nuh, Hud ve Salih kavimlerinin başlarına gelenler gibi size bir bela getir­mesin sakın. Lut kavmi ise sîzden uzak değildir».

90- «Rabbinizden af dileyin. Sonra O'na tevbe edin. Çünkü Babbim çok merhametli, çok sevendir».

91- Dediler ki: «Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen ol­masaydı, seni taşla öldürürdük. Sen bizden üstün de değilsin».

92- (Şuayb) dedi ki: «Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı aziz ki siz O'nun (sözlerini) kulak ardı ettiniz? Muhakkak ki Rabbim, işlediğiniz şeyleri çepeçevre kuşatmıştır».

93- «Ey kavmim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın. Kuş­kusuz ki beni de yapıyorum. Kendisini reziledecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetip durun, ben de sizinle beraber gözlüyorum».

94- Emrimiz geldiğinde Şuayb'ı  ve   onunla  beraber iman edenleri bizden gelen bir rahmetle kurtardık.   Zulmedenleri   ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çokekaldılar.

95- Sanki onlar orada hiç yaşamamışlardı. İyi bilin ki Se-mud (kavmi, ilâhî rahmetten) kovulduğu gibi, Medyen halkı da böylece kovuldu.

96- Andolsun Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik.

97- Firavun ve ileri gelenlerine.   (Fakat onlar) Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri, irşad ediei   (doğru)  de­ğildi. [69]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(89)  «Ey kavmim! Bana karşı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Şikak» kelimesi düşmanlık anlamına gelir, yani, düşmanlık yapan taraflann her biri bir şık (taraf) ta bulunurlar.

Hasan Basrî'ye göre «şikak»,. zarar demektir. Bazılanysa bu kelimenin -ayrılık- anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Nuh kavminin başına gelen Tufan, Lût kavminin başına gelen dehşetli bir fırtına, Salih kavminin başına gelen ise, bir gürültü ve zelzele idi.

«Lut kavmi ise sizden uzak değildir» ifadesini Katade, zaman bakımından, diğer müfessirler ise mekân bakımından uzaklık şek-linde yorumlamışlardır.

Hz. Şuayb şöyle demek istemiştir: «Eğer sizler saman ve me­kân bakımından kendinizden uzak olanların halinden ibret al­mak istemiyorsanız, hiç değilse, Lut kavminin başına gelenlerden ibret alın. Çünkü onlar sizin gözlerinizin önünde bulunmaktadır­lar».

Bazıları burada sözü edilen «uzaklık» ile manevî uzaklığın kastedildiğini söylemişlerdir. Yani, onlar küfür ve kötülük bakı­mından sizden uzak değillerdir. Onlara gelen azaptan sakının.

«Kavm» kelimesi çoğul ve dişidir. Çünkü tasgiri «kuvveime» diye gelmektedir. Böyle olması, «Beid» kelimesinin «Baide» tar­zında gelip, «Kavm» kelimesinin lafzına uygun olmasını gerek­tirir. Mânâ'ya. uygunluk kastedilirse eğer «Buada» şek­linde gelmesi gerekir. Bu takdirde kurallara uymayıp, «Beid» şek­linde gelmesi, şu mânâları ortaya çıkarır: «Onların helak edilme­si sizden uzak değildir» veya «Onlar uzak olan bir şey değiller­dir» ya da «Onlar uzak bir zaman veya uzak bir mekânda değil, lerdir».

Bazılarına göre, «Beid» kelimesinde dişilik ve erkeklik (mü-zekker ve müennes) vardır ve iki mânâya da gelebilir. Çünkü mas­tarların vezni üzerindedirler. Mastarda müzekkerlik ve müennes-lik ise birdir.

el-Keşf, Cevherî'den şöyle nakletmektedir: «Kavm» kelimesi müzekker ve müennes de gelebilir. Çünkü çoğul olan isimlerin te­killeri yoksa ve insanlar için kullanılıyorsa, hem müennes hem de müzekker gelebilirler. Raht, Nefer ve Kavm kelimeleri Örnek ve­rilebilir. Çünkü bu kelimeler tasgir edildiğinde, sonlarına -ha- gel­mez. Yani, Ruheyte, Nufeyre ve Kuveyme denilmez. Aksine -hasız olarak Ruheyt, Nufeyr denilir. Ancak sözü edilen çoğul isimler in­sanlar için değil de başka canlılar için kullanılırsa, sonlarına -ha-alabilirler. Meselâ İbil (deve) ve Ganem (koyun) kelimeleri übey-le ve Guneyme tarzında gelirler.[70]  

(90) «Rabbinizden af dileyin...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Şuayb (a.s) onları yaptıklarının kötü sonuçlarından uyar­masının hemen akabinde, dalâletten belki dönmüşlerdir ümidiyle kendilerini af ve tevbe dilemeye çağırarak, «Rabbinizden af di­leyin. Sonra O'na tevbe edin. Kuşkusuz ki Rabbim çok merhamet­li çok sevendir» dedi. Rahimdir; zira rahmeti çok geniştir, af di­leyen herkesi affeder. Vedud'dur; zira sevgisi çoktur, tevbe edeni sever.

«el- Vedud» lafzının gaye itibariyle  mecazen Allah için kul­lanılması çok meşhurdur. Yani, sevdiğinin hakkında, çok seven bir kişinin, sevdiğine yapmış olduğu lütuf ve ihsanından daha faz­lasını yapar.

Bazılarına göre «Vedud» kelimesinin anlamı, ihsanından ötü­rü kullan katında sevilen demektir. Yani Allah müminlerin mah-bubudur.

«Çünkü benim Rabbim çok mrehametli ve çok seven (veya sevilen) dir», cümlesi, önceki cümlenin illet ve sebebidir. Yani, Rabbinizden af dilemenizin ve O'na tevbe etmenizin sebebi, O'nun çok merhametli ve çok muhabbet sahibi olmasından dolayıdır.»

(91) «Dediler ki: Ey Şuayb.'..»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Şuayb'm (a.s) hikmet ve Öğütlerin, ilim ve marifetlerin hepsini derleyen sözlerine karşı herhangi bir çıkar yol bulamadık­larından dolayı onun sözünü bulandırmak içiiı, ona hezeyanla ce­vap vermek yoluna başvurdular. Yani, «Onun sözlerinin mânâsı anlaşılmıyor, sözleri idrak edilemiyor» dediler.

Bazı müfessirlere göre onlar, Hz. Şuayb'ı kale almadıkları için böyle söylemişlerdir. Nitekim bir kimse karşısındakini kale almadığı zaman, «Senin ne dediğini anlamıyorum» der.

Bazı müfessirler de, «Onların, Hz. Şuayb'ın sözlerinin çoğunu anlamamalarının sebebi, Hz. Şuayb'ın peltek konuşmasındandı» demişlerdir. Ancak kanaatimizce Hz. Şuayb'ın peltek olduğuna dair bize herhangi bir rivayet açıkça bildirilmiş değildir. Ayrıca Hz. Şuayb hakkında: «Peygamberlerin hatibi» şeklindeki tanımla­maya da bu yorum ters düşmektedir.

«Seni aramızda zayıf görüyoruz»; yani, bize zarar ve yarar vermeye, bizi bir şerre sürüklemeye veya bize gelen bir şerri de­fetmeye senin gücün ve kudretinin olmadığım görüyoruz.

İbn Abbas, İbn Cübeyr, Süfyan'us-Sevrî ve Ebu Salih, «Za­yıf» kelimesini a'ma (kör) ile yorumlamışlardır. Yemen halkının dilinde zayıf kelimesi a'ma anlamında da kullanılırdı. Nasıl A'ma1 ya çokça zarar gören diyorlarsa, zayıf da diyorlardı. Bu nedenle Pahruddin Razı şöyle demiştir: Bazı arkadaşlarımız peygamber­ler hakkında a'malığm caiz olduğunu öne sürmüşlerse de, zayıf kelimesini a'ma şeklinde yorumlamak güzel olmaz. Ayrıca Ehl-i Sünnet'e göre, peygamberler içerisinde a'ma yoktur. Hss. Yakub'' dan rivayet edilen durum ise özeldir. Yani, Hz. Yakub'un gözleri bir süre için kapanmış ama sonra düzelmiştir. Hz. Şuayb hakkın­da" rivayet ettiğimiz haberlerden birini herhangi bir muhaddisin sahih kıldığına rastlamadık. Sadece İbn-i Abbas'tan gelen ve Hakim' in sahih kıldığı bir hadis vardır. Ancak Hakim'in bir hadise sahih demesi, İbn'ul-Cevzî'nin bir hadise uydurma demesi gibidir. Yani, buna güvenüemez. Çoğunlukla Hz. Yakub'un olduğu gibi, Hz. Şu­ayb'ın da kısa bir süre için a'ma olduğu söylenmektedir. Nitekim Şedad bin Evs'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Şuayb (a.s) Allah'a sevgisinden dolayı a'ma oluncaya kadar ağladı. Allah ona. gözünü geri verdi ve «Ey Şu­ayb! Niçin ağlıyorsun? Cennete olan iştiyakından m%, yoksa ateş­ten korktuğun için mi?» dedi. Şuayb (a.s) «Hayır! Bunların ikisi için de ağlamıyorum. Ben kalbimle senin sevgine inandım. Sana baktığım zaman benim başıma ne getirsen ona aldırmam»   dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ Şuayb'a (a.s) vahy göndererek, «Eğer bu dediğin hak ise, benim mükâfatım senin için kolay olsun. Ey Şuayb! Bunun için sana Kelimîm olan Musa hin îmran'ı hizmetçi yaptım» dedi. (İbn Asakir, Vahidi)

Mutezile mezhebine mensup bazı kimselere göre, a'ma bir kimsenin peygamber olması caiz değildir. Çünkü a'malık insan­ları uzaklaştırıcı bir özelliktir. Çünkü a'ma olan bir kimse kendi­sini pisliklerden koruyamaz. Üstelik a'malık, hüküm vermeye ve şehadette bulunmaya ters düşer. Bu bakımdan bunun peygamber­lik makamına ters düşmesi daha evladır.

Burada Mutezilî olan kimselere, a'ma olan kimselerin kendi­lerini pisliklerden koruyamayacağı şeklindeki kaydı kabul etme­diğimizi söyleriz. Çünkü görüyoruz ki birçok a'ma, başkalarından daha fazla pisliklerden korunabiliyorlar. Ayrıca hakimin ve şahi­din a'ma olmaması şartı, a'manın davacı ile davalı arasında ay­rım yapamama ihtimalinden dolayıdır. Bir peygamber ise, Allah'a davet ettiği insanların ayırımına muhtaç değildir. Ayrıca peygam­berler masumdur ve başkaları gibi hata yapmazlar. Böyle denil­miştir. Bu hususa dikkat edilmelidir.[71]  

Ayette geçen «Raht» kelimesi ile ilgili olarak on kişiden az olan bir cemaat mânâsı verilmiştir. Bu görüş, Rağıb el-İsfehanî'ye aittir. Zemahşerî bu kelimeye, üçten ona, bazıları da üçten yediye kadar olan cemaat mânâsı vermişlerdir  [72] Bazıları da, kırka ka­dar olan cemaate «raht» denildiğini söylemişlerdir. Bu kelime Asa-be ve Nefer kelimeleri gibi sadece erkekler için kullanılır.

«Seni recmederdik» ifadesi, İbn Zeyd'e göre, «Seni taşla öl­dürürdük» demektir. Bazıları ise,   «Seni Öldürürdük»   manâsıyla yetinmişlerdir. Adeta onlar, Hz. Şuayb'a «Seni en fecî bir şekilde öldürürdük» demek istemişlerdi.

Taberi'ye göre mânâ, «Sana küfrederdik» şeklindedir. Bazı­larına göre, «Seni uzaklaştırır, ülkemizden çıkarırdık» anlamında­dır.

«Sen bizden üstün de değilsin»; yani bizim nazarımızda muh­terem, mükerrem bir kimse değilsin ki, seni recmetmekten çeki-nelim. Seni recmetmeyişimizin sebebi, sadece bizi sana tercih eden cemaatin hürmeti içindir.

(92) «(Şuayb) dedi ki: Ey kavmim!..» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey kavmim! Sizin nezdinizde benim kabilem, Allah'ın peygamberinden daha mı azizdir? Ve beni recmetmekten sizi alı­koyan müntesibi olduğum topluluk size göre Allah'tan daha mı azizdir ki, Allah'a intisab etmiş olmam veya peygamberliğim sizi bundan alıkoyma sebebi olamıyor? Sizler, kabul etmenin-de, red­detmenin de ancak kendi iznine bağlı olduğu Allah'a önem verme­diğinizden dolayı, O'nu kulak ardı ediyor, (veya unutuyorsunuz).

«Zihriyyen» kelimesi kulak ardı edilmiş, unutulmuş demektir. «îttıhaztumuhunda.'ki -hu- zamiri, Cumhur'a göre Allah'a racidir. İbn Abbas, Hasan Basri ve diğerlerinden de bu şekilde ri­vayet edilmiştir.

Bazılarına göre «Zihriyyen» keîimesi yardım etmek demekti e. Yani, «Sizler benim cemaatimi Allah'tan daha mı üstün tuttunuz da O'nun hakkım gözetmediniz?.

«Zihrî» kelimesinin zühr'e, yani, sırta nisbet edilmiş bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Asıl mânâsı «sırt ardı edil­miş», «arkaya atılmış» demektir.

Bazılarına göre de, -hu- zamiri Allah'a racidir. Zihri kelimesi de yardım anlamındadır. Yani, «Siz Allah'ın hakkına riayet etme­diğiniz halde, cemaatimi O'ndan üstün mü tuttunuz? Oysa siz Al­lah'ı sırlarınızın dayanağı ve arzularınızın direği edinmiştiniz».

Bazıları da Zihri'ye -unutulmuş- anlamı vererek önceki zami­rin Hz. Şuayb'ın getirdiği şeriata raci olduğunu söylemişlerdir.

Mücanid'den, zamirin Allah'ın emrine raci olduğu şeklinde bir rivayet gelmiştir. Zeccac, ez. Zahr'm yardım edici demek olduğu­nu ve zamirin de Allah'a raci kılınması gerektiğini söylemiştir. Zeccac'm bu yorumu, Ebu Hayyan'ın da dediği gibi ayetin mânâ­sının şöyle anlaşılmasına sebep olur: «Sizler Allah'a karşı isyanı­nızı kendinize yardım ve beni itmek niyetiyle, dayanak yaptınız».

«Muhakkak ki Rabbim, işlediğiniz şeyleri çepeçevre kuşatıcı­dır» cümlesi kafir ve facirler için büyük bir tehdittir. Yani, Allah Teâlâ ilmiyle sizin kötü amellerinizi ihata etmiştir. O kötü amel­leriniz için benim cemaatimi gözetirken, Allah'ın bende olan tara­fını gözetmiyorsunuz. İşte Allah ta buna karşılık sizlere lâyık olduğunuz azabı verecektir.

(93) «Ey kavmim! Durumunuzun...» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayette de daha önceki ayet gibi büyük bir tehdit var­dır. Yani, elinizden ne gelirse, gücünüz neye yeterse ve hangi im­kâna sahipseniz hiç çekinmeden istediğinizi yapın.

«Mekâne» kelimesi -mekene-nin maştandır. Yani, en güzel şekilde yerleşmek demektir. İbn Zeyd'e göre, Mekâne, durum de­mektir. Yani, durumunuzun gerektirdiğini yapın. Üzerinizde bu­lunmakta olduğunuz küfür, bana zorluk çıkarmanız ve diğer ha­yırsız hareketlerinizi sürdürün. Kuşkusuz ki ben de Rabbimin ba­na verdiği mekânımın üzerinde duruyorum. Sizler, gelecekte re­zil edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bi­leceksiniz. Bu cümle, mukadder bir sorunun cevabıdır. Hz. Su-ayb onlara: ((Dilediğinizi yapın» diye başlayan cümleyle tehdit ederken, sanki onlardan biri, «Peki, biz yapacağımızı yaptık, sen de yaptın. Bunun sonucu ne olacaktır?» diye sorar. Cevap ise, şöy-ledir: «Siz, gelecekte rezil edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz».

Burada daha mübalâğalı bir cümle kullanılmasının sebebi, onların Hz. Şuayb ile alay etmekte mübalâğalı davranmalarından-dır. Onlar bu durumda işi son noktaya vardırdıklarından, Hz. Şu­ayb onlara tehdidi daha da şiddetlendirerek vermiştir. Her ne ka­dar onlar, hayvanlar gibi tehditten yararlanamamışlarsa da, Hz. Şuayb bunu yapmıştır.

«Rezil edici azap» tabiri kullanılmıştır. Çünkü onlar da «Seni taşlayarak öldürürdük» demişlerdi. Bundan daha rezil edici bir azap olduğu için Hz. Şuayb, burada yukarıdaki tabiri kullanmış ve Allah Teâlâ da onun bu sözünü kendisinden hikâye etmiştir.

el-îrşad'da bu ayetin, onların «Seni taşlayarak öldürürdük» şeklinde iddia ettikleri kuvvet ve kudretlerinin bir aslının bulun-madiğini gösterdiğini söylemiştir. Bu, Hz. Şuayb'ı zayıf addetmele­rinin ve öldürmek istemeyişlerine de sadece onun cemaatinin ha­tırını öne sürmelerinin yalan olduğunu belirten bir itirazdır. Ze-mahşerî de bu yorumu haklı bulmuştur.

«Gözetip durun» yani; sonucu bekleyin. Sizin ve benim du­rumumun varacağı en son noktayı bekleyin. Kuşkusuz ben de si­zinle beraber bekleyenlerdenim.

(94) «Emrimiz geldiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, onlara azap edilmesine ve helak olmalarına, dair emri­miz geldiğinde, fazlımız ve bizden gelen bir rahmet ile Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri kurtardık. Yani onları iman ve te-ate muvaffak kıldık. Şirk koşan ölçü ve tartıda hile yapmak su­retiyle kendilerine zulmedenleri bir sayha ile yakalayıverdik. Ceb­rail'in bir sayhası ile onların ruhları cesedlerinden çıktı ve hepsi de öldüler.

Bazılarına göre, onlara gökten bir sayha gelmiş ve hepsi de helak olmuşlardı.

«Casimîne»' kelimesi, -ceseme- kökünden gelir ye, oturmak, yere yapışmak anlamındadır. Yani, hepsi diz üstü çökerek ölmüş­ler ve orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.

(95) «Sanki onlar orada...» Bu Ayetin Tefsiri

«Bu'den» kelimesi helak anlamındadır. Yani, iyi bilin ki, Se-mud kavmi nasıl helak olmuşsa, Medyen halkı da öyle helak ol­du. Çünkü Senıud kavmi de sayha ile helak olmuşlardı. Ancak  Semud kavmi sarsıntı ve zelzele sesiyle, Medyenliler ise, gökten gelen bir sayha ile helak olmuşlardır.

(96) «Andolsun Musa'yı da ayetlerimizle...»Bu Ayetin Tefsiri

«Ayetlerimiz» ile, Tevrat ve mucizeler, «Apaçık bir delil» ile de kahredici mucize veya asası kastedilmektedir.

Allah Teâlâ, Hz. Şuayb'ın kıssasını anlattıktan sonra, Hz. Mu­sa'nın kıssasına geçmiştir.

Yani, Musa'yı peygamberlik davasında doğru olduğuna açıkça delâlet eden mucizelerle gönderdik.

Müdekkik müfessirler, «Delil'e sultan denilmiş olması, Sul-tan'ın başkalarım mağlûp etmesi gibi, delil sahibinin de delilsiz bir kimseyi mağlûp etmesinden dolayıdır)} demişlerdir. Zeccac'a göre Sultan, aslında hüccet ve delil demektir. Devlet Başkanına bu adın verilmesinin sebebi, onun yeryüzünde Allah'ın hücceti ol­masındandır.

(97) «Firavun'a ve ileri gelenlerine...» Bu Ayetin Tefsiri

«Mele» kelimesi, Firavun'un etbaı ve kavminin ileri gelenleri anlamındadır. Onlar Hz. Musa'nın getirdiğine iman etmemek hu­susunda Firavun'a tâbi olmuşlardı. Oysa Firavun'un yaptığı doğ­ru bir iş değildi ve iyi sonuç getirmeyecekti. Çünkü o hayra ça­ğırmaz.

«Reşid» kelimesi ise, «Doğru» demektir. Yani, sonucu müna­sip olan anlamındadır. [73]

 

Meal

 

98- (Firavun) kıyamet günü kavminin önüne düşerek onla­rı ateşe götürecektir. Vardıkları yer ne kötü bir yerdir!

99- Onlar burada (dünyada) da, ahirette de lanete tâbi tu­tulmuşlardır. Onlara verilen bu ceza ne fena bir armağandır!

100- Bunlar,   (sakinleri yok olmuş)  ülkelerin haberlerinden-clir. Sana onlan anlatıyoruz. Onlardan kiminin eserleri hâlâ ayak­ta kalmış, kimi de biçilmiş ekin gibi yok oluvermiştir.

101- Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'tan başka çağırdıkları mabudlan onları Rabbi-nin emri geldiğinde hiçbir şeyden  kurtaramadılar ve kendileri­nin ziyanlarını artırmaktan başka hiçbir şeye yaramadılar.

102- Rabbin zalim oldukları halde o ülkelerin sakinlerini ya­kaladığında, işte böyle yakalar.  Çünkü O'nun yakalaması elem verici ve çetindir.

103- İşte  bunda ahiret azabından korkanlar   için   bir ayet (alamet, ibret) vardır. O gün, tüm insanların onun için bir yer­de toplanacakları bir gündür. O gün tüm varlıkların hazır bulun­duğu bir gündür.

104- O günü ancak sayılı bir zaman için erteleriz.

105- O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadan hiç kimse ko­nuşamaz, onların içinde şakı (bedbaht) olanı da, mutlu olanı da vardır.

106- Şaki olanlar cehennemdedirler. Orada onların yüksek sesle nefes alıp vermeleri vardır.

107- Orada Rabbinin diledikleri hariç, diğerleri gökler ve yer durdukça ebedi kalırlar. Kuşkusuzla Rabbin dilediğini yapandır.

108- Said  (mutlu) olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedi kalacaklardır. Bu bitmez tükenmez bir Iütuftur. [74]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(98)   «(Firavun), kıyamet günü...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, dünyada iken Firavun kavminin önünde olduğu gibi, kı­yamet günü de onların önüne düşecek ve kendilerini ateşe götüre­cektir.

Burada mazi (geçmiş zaman) sigası kullanılmaktadır. Yani «Onlan ateşe götürecektir» denilmemiş «Onlan ateşe götürdü» de­nilmiştir. Çünkü olması muhakkak olan şey, aslında olmuş sayı­lır.

Hazin, bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir: «Firavun dünyada kavminin önüne düşüp de onlan denize sok­tuğu gibi ahirette de önlerine düşerek onlan cehenneme götürecek, tir. Kendisi de onların önünde oraya girecektir».

«El-Vird» kelimesi sudan olan nasip demektir. Ardından gelen «El-Mevrud» kelimesi onun sıfatıdır. Zemmedilen (yerilen) şey ise, ateştir ve hazfolunmuştur. Yani, «Vardıkları yer ne kötüdür».

(99) «Onlar burada da...» Bu Ayetin Tefsiri

«Burada» ifadesiyle kastedilen dünyadır. Yani Firavun'un emirlerine tâbi olan ileri gelenler hem dünyada hem de kıyamette lanete tâbi tutulmuşlardır. Dünyada onlardan sonra gelen ümmet­ler onlara lanet okuyorlar, kıyamet gününde de haşre gelen her­kes, onlara lanet okuyacaktır. Onlar nereye giderlerse, hangi yö­ne dönerlerse lanet onlarla beraberdir. Onlar Firavun'un emrine tâbi oldukları gibi, lanet de onlara tâbi olmuştur, yakalarını bı­rakmamaktadır.

. Kelbi'ye göre, dünyadaki lanet müminlerden gelendir. Kıya-met'teki lanet ise meleklerden gelendir veya ateşe atılmalarıdır, dedi:

«Er-Rifd», yardım etmek demektir. «Merfud» ise onun sıfatı­dır. Yani ne kötüdür onların yardımı! Veya ne kötüdür onlara ve. rilen! Zira -Rifd- kelimesi vergi anlamına da gelir.

Ebu Hayyan «El-Bahrul-Muhit» adlı tefsirinde «Rifd»in, «Re-fede» maddesinden geldiğini, vermek ve yardım etmek mânâların­da olduğunu söylemiştir.

Esmaî, «Er Refdain fincan, «Er-Rifd»in ise fincandaki içki de­mek olduğunu söylemiştir. Leys'e göre de «Rifd» vergi ve yardım' anlamındadır. Zira Kabe'nin rifadeti Kabe'yi ziyaret eden hacıla-ra yapılan yardım demektir. [75]

 

Fîravun'ün Ve Etbaının Kıyametdekî Durumları

 

Bu ayet, Firavun'un kıyamet günüde durumunun çok kötü olduğunu bildiren apaçık bir ayettir. Çünkü ona uyanların hali böyle olduğuna göre, onun hali bundan daha kötü olmalıdır. İşte bu ayet, Firavün'un ruhunu tertemiz olarak teslim ettiğini söyleyen kimselerin iddialarını bulandırmaktadır. Hatta bazı alimler, bu ayetin Firavun'a tertemizlik isnad eden görüşün reddedilme­sinde nass olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ ölümün­den sonra Firavun'dan reşadeti kaldırmıştır. Oysa tahir bir müs-lümanın ölümünden sonra reşadeti kalkmaz. Ancak bu görüşü ileri sürenlerin yaptığı tevilin kapısı genişse de rahmetin kapısı daha geniştir.[76]  

(100) «Bunlar, (sakinleri yok olmuş) ülkelerin...»Bu Ayetin Tefsiri

«Zalike» (Bunlar) kelimesi ismi işarettir ve daha önce kıssa­ları anlatılan toplumların haberlerine işaret etmektedir. Burada­ki hitap Hz. Peygamber'edir. Yani o kıssalar içinde oturanların işlemiş oldukları suçlardan dolayı- helak edilen şehirlerin haberle-rindendir. Burada şehir tabiri marife olarak getirilmiştir. Çünkü daha önce o beldelerin sakinlerinin bahsi geçmişti.

«Sana onları anlatıyoruz. Onlardan kiminin eserleri hâlâ ayakta kalmış, kimi de biçilmiş ekin gibi yok olmuştum; yani o şehirler yerle yeksan edilmiştir. Bu ayette o şehirlerden geriye kalanlar, dimdik duran ekinlere, yıkılanlar ise biçilmiş ekinlere benzetilmektedir. Yani ayet, o şehirlerin bir kısmının hâlen mev­cut olduğunu, bir kısmının ise tamamen yok olduğunu bildirmek­tedir. Bu yorum Katade'ye aittir. Dahhak'a göre ise ayakta kalan­lar ile yere gömülmemiş olanlar, biçilmiş olanlar ile de yere gö­mülmüş olanlar kastedilmektedir.

(101)  «Biz onlara zulmetmedik, fakat...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «hum» (onlara) zamiri daha önce bahsi geçen şehirlere racidir ve şehirler ile "de oraların halkı kastedilmekte­dir. Bazıları ise -hum- zamirinin doğrudan o şehirlerin halkına raci olduğunu söylemişlerdir. Yani, «Biz o şehirlerin halkına zul­metmedik».

«Biz onlara zulmetmedik»; yani biz onları helak etmekle, on­lara zulmetmiş olmadık. Onlar kötü eğilimleriyle böyle bir helaki gerektiren suçlar işlediler. Dolayısiyle onların helaki bir hikmetin gereğidir.

Aüahtan başka çağırdıkları mabudları, Rabbinin emri geldi­ğinde onları hiçbir şeyden kurtaramadılar»; yani o ortak koştuk­ları mabudlar kendilerine hiçbir yarar sağlamadılar, Allah'ın şid­detli azabını onlardan uzaklaştıramadilar.

«Yed'une» (çağırdıkları) ifadesi, taptıkları anlamında kulla­nılmıştır. Onların tapınmalarının sürekli olduğuna delâlet etmesi maksadıyla fiil, muzari sigasıyla getirilmiştir. Yani o sürekli tap­tıkları putlar, onları hiç bir şeyden kurtaramamışlardır.

«Tatbib» kelimesi el-Bahr'ul-Muhit'te beyan olunduğuna göre zarar, ziyan anlamındadır. Tıpkı «Tebbet 2/ecZa»daki «Tebbet» fi­ilinin zarar anlamına geldiği gibi. Yani o taptıkları mabudlar, ken­dilerinin zararlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramamışlar­dır.

Cevherî'ye göre, Tebbe kelimesi, zarar ve helak anlamında­dır. Tatbib ise helak olmak demektir.

İbn Cerir iîe îbn Münzir, İbn Ömer ve Mücahid'den Tatbîb kelimesini zarar anlamındaki tahsîr kelimesiyle tefsir ettiklerini rivayet etmişlerdir. Et-Tastî'de, İbn Abbas'tan aynı mânâyı rivayet etmiştir. Yani o taptıkları mabudlar, kendilerinin ziyanlannı arttırmaktan başka bir şey yapmış olmadılar. Çünkü onlar, o mabud-lara taptıkları için sürekli ve elem verici bir azaba müstehak ol­muşlardı.

(102) «Rabbin, zalim oldukları halde o ülkeleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Rabbinin yakalaması, sözü edilen şehirleri ve onların halkını yakalayıp, helak etmesidir.

Bu ayet bize daha önceki toplumları Allah Teâlâ'nm helak et­medeki adetini bildirmektedir.

«Zalim oldukları halde» ifadesi onların helak edilmelerinin tek sebebinin yaptıkları zulüm olduğunu ortaya koyarak, zalim­leri uyarmaktadır.

«Zulüm» ile kastedilen küfür veya daha genel anlamdaki zu­lümdür.

«O'nun yakalaması elem vericidir»; yani çok acı vericidir. «Çetin'dir»; yani ondan kurtulmak mümkün değildir. Bu cümle tehdit ve tahzirin çok mübalağalı bir şeklidir.

Ebu Musa el-Eşarî'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygam­ber (s.a), «Gerçekten Allah zalime onu yakalayıncaya kadar müh­let verir. Yakaladıktan sonra da bir daha onu bırakmaz» diye bu­yurmuş ve sonra da bu ayeti sonuna kadar okumuştur. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Neseî, İbn Mace)

(103) «İşte bunda ahiret azabından...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Allah Teâlâ'nın geçmiş ümmetleri helak etmesinden ve­ya Hz. Muhammed'e burada aktardığı kıssalarda ahiret azabın­dan korkan kimseler için ayet, yani ibret ve alâmetler bulunmak­tadır.

«Ayet» kelimesindeki tenvin, tazim içindir, Yani büyük bir ibret vardır. Çünkü kişi, dünyada mücrimlerin başına gelen aza­bı gördüğünde bundan büyük bir ibret alır. Zira burada cereyan eden olay, va'dedüen azabın sadece bir kısmıdır. Dolayısıyla bu olaydan ibret alan kimse, isyandan vazgeçip takvaya yaklaşır.

Bazılarına göre de, bu ayet mücrimlerin azabına delildir; zi­ra mücrimler çalışma yeri olan dünyada yaptıkları zulümden do­layı azabı gördüklerine göre, bu azabı ceza yurdu olan ahirette görmeleri daha evlâdır (ve kesindir.)

Bazılarına göreyse, bu ayet hasrın ve haşrdaki cezanın varlı­ğına bir delildir. Şöyleki; peygamberler, kendilerini yalanlayan ve Allah'a ortak koşan kimseleri Allah'ın tamamiyle helak edip, kök­lerini kazıyacağını haber vermişler ve verdikleri haberler de ay­nen tahakkuk etmiştir. Bu da, peygamberlerin sıdkına bir delil teşkil eder. Bu bakımdan peygamberler, haşr'den, cezadan ve di­ğer hususlardan verdikleri haberlerde doğrudurlar. Muhakkak in­sanlar haşrolunacak ve kendilerine hakkettikleri karşılık verile­cektir.

«Zalike» kelimesi, kıyamet gününe işaret eder. Çünkü ahiret kelimesinin zikredilmesi, zımnen kıyamet kelimesinin de zikredil­miş olmasını gerektirir. Bu nedenle kıyamet gününe de işaret edilmiştir. Kıyamet günü hesap ve ceza için insanların toplandığı bir gündür. Mahlukatın hasrolunduğu ve hiçbirinin kaybol­madığı bir gün. Bazılarına göre «Meşhud», şahitleri çok olan an­lamındadır.

(104) «O günü ancak sayılı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Mahdud» kelimesi azlıktan kinayedir ve bazen de son bul­maktan kinaye olarak kullanılır.

«Ecel» kelimesi ise bir şeyin belli olan süresinin tamamından ibarettir. Ancak bazen o şeyin sonu olarak da kullanılır. Bu ayet, dünyanın sonu olmadığını iddia eden felsefecilerin ve ateistlerin (Dehrîlerin) aleyhine çok açık bir delildir. Bu ayet dünyanın bir sona sahip süresi olduğu ve o sonun mutlaka geleceği gerçeğini ortaya koymaktadır.

(105-106) «O gün geldiğinde Allah'ın...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, o ertelenen gün veya o gündeki ceza ya da bizzat Allah Teâlâ'nın geldiği gün, hiç kimse kendisine yarar getirici veya ken­disini kurtarıcı bir söz bile söyleyemez (Şefaatde bulunamp.z). An­cak Allah'ın izni ile konuşabilir. Nitekim başka bir ayette, «Rafı-man'ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz» (Nebe: 38) bu-yurulrnuştur. Bu, o günün durumlarından birisidir sadece. Başka bir durumu da Allah Teâlâ, «Bu, öyle bir gündür ki onlar konuşa­mazlar. Özür dilemeleri için onlara izin verilemez» (Mürselat: 36) şeklinde tavsif etmektedir. Başka bir durum ise şöyledir: «O gün herkes gelir, kendi canını kurtarmak için uğraşır» (Nahl: 111). Birçok alime göre, o gün sadece hak olan cevaplara izin ve­rilecektir. Bâtıl mazeretlere ise izin verilmeyecektir. Yani o gün sadece hakkın konuşulmasına izin verilir. Bâtılın konuşulmasına isfe izin verilmez. Bazen bâtılın izah edilmesi için izin verilebilir. Nitekim kâfirlerin, «Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz şirk koşmadık» (En'am: 23) şeklindeki ayette ve benzeri ayetler-deki gibi bâtılın izahı için konuşmalarının mümkün olduğu kana­atinde olan alimler de vardır. Bazıları; «O geldiği günde, hiç kim­se O'nun izni olmaksızın konuşmaz» ayetiyle belirtilen «Bu gün öyle bir gündür ki onlar konuşamazlar, özür dilemeleri için onla­ra izin de verilmez» (Mürselat: 35-36) ayeti ile «Bazıları diğerine yönelip, birbirlerini sorarlar» (Saffet: 27) ayeti arasında zahiren bir ihtilaf varmış gibi göründüğünü söylemişlerdir. Bu ihtilafı ba­zı müfessirler şöyle cevaplandırmışlardır: Kıyamet günü uzun bir gündür. İnsanlar bugünün bazı saatlerinde konuşmaktan mene-dilirler. Bazı saatlerinde ise kendilerine konuşma izni verilir. An­cak ayetlerdeki ism-i işaretler kıyametin uzun bir gün olduğuna delâlet ediyorsa, o takdirde ayetlerin orada muhtelif olması nasıl caiz olabilir? Müfessirlerin verdikleri cevaba göre, izin olmaksı­zın o gün konuşulmaması, o günün bir kısmında konuşulmaması .demektir. Bu ise, ayetin zahirine ters düşer. En kuvvetli cevap burada, dinlenilen, kabul edilen ve yarar getiren konuşmaların yasaklanmış olup, mutlak şekilde ise konuşmanın yasaklanmamış olmasıdır. [77]

 

Şekavet - Saadet

 

«Onların içinde bedbaht (Şaki) olan da mutlu (Said) olan da vardır» cümlesinde geçen «Onlar» zamiri haşr ehline veya tüm in­sanlara racidir. Daha önce geçen -insanlar- kelimesine de raci ol­ması mümkündür.

Îbn'ül-Enbari'nin bu zamirin ümmeti Muhammed'e raci oldu­ğu şeklindeki yorumu, biraz gariptir. Rağıb ei-İsfehani'nin yoru­muna göre, saadet, ilâhî emirlerin, hayrı elde edebilmeleri için İnsanlara yardım etmesi, şekavet ise bunun tam tersidir.

Ebu Hayyan, şekaveti kötü maişet, sıkıntılı hayat ile, saade­ti de bunun tam tersi ile yorumlamıştır. Şaki ve Said bu sözü edilen özelliklere sahip olan kimselerin adlandır. Birçok müfessir, şakiyi Allah'ın tehdidi gereği ateşe müstahak olan kimse, Saidi de Allah'ın va'di gereği cennete müstehak olan kimse şeklinde ta­rif etmişlerdir. Ehli sünnet arasında bilinen de budur. Ayette ön­ce şakinin, sonra Said'in zikredilmesinin nedeni konuni itibariy­le burarun, korkutma ve sakındırma yeri olması dolayısıyladır'. [78]

 

Cehennem Ehlinin Nefes Alıp Vermeleri

 

«Orada onların yüksek sesle nefes alıp vermeleri vardır». Lu-gat alimleri, zefir'in merkebin anırmasının başlangıcı, şehiyk'in ise sonu olduğunu söylemişlerdir.

İbn Faris, zefir nefes vermek Şehiyk ise nefes almak anlamın­dadır, demiştir. Rağıb el-İsfehani, kaburgaların şişercesine nefes alınıp verilmesine zefir, uzatılmasına da şehiyk denir, demiştir.

Saib, zefirin merkep, Şehiyk'in ise katır sesi olduğunu söyle-mişse de bu yorum gariptir.

Sonuç itibarıyla zefir ve şehiyk kelimelerinden anlaşıldığına göre cehennem ehli gam ve keder içindedirler. Onların hali, ade­ta kalbi sıkışmış, ruhu sıkılmış bir kimsenin haline ya da sesle­ri merkebin sesine benzetilmiştir. İfade mecazidir. İbni Abbas'tan gelen rivayete göre, burada pişmanlık ve abartılmış bir nefes alıp verme ile kesilmeyen bir ağlama kastedilmiştir.

(107) «Orada Rabbinin diledikleri hariç...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, cehennem ehlinin cehennemde ebedî kalacaklarını bildiren ayetlerdendir. «Gökler ve yer durdukça onlar burada ka­lırlar» ifadesi, onların cehennemde ebedî olarak kalacağına işaret eder. Çünkü bu tabir Araplar arasında ebediliği ve sürekliliği ifa­de eder. Nitekim «yıldızlar parîadıkça ben su işi yapmama sözü, ben bu işi hiçbir zaman yapmam anlamındadır. Burada talik kas­tediliyor değildir. Yani onların cennet ve cehennemde kalışları göklerin ve yerin kaldığı süre kadar olduğu ve gökler ile yer yok olduktan sonra cennet ve cehennemin de yok olacağı kastedilme-mektedir. Çünkü onların bir kısmının cehennemde ebedî kalacak­ları nasslarla sabit olmuştur. Bu görüş İbn Cerir'den rivayet edil­miştir.

Burada talik de caizdir. Bu takdirde göklerden ve yerden kas­tedilen ahiretin gökleri ve yeridir. Ahiretteki gökler ve yer ebedi olduklarına göre cehennem azabı da, cennet nimetleri de ebedi olur.

Zemahşeri «O gün yer başka yerle, gökler de (başka göklerle) değiştirilir» (İbrahim: 48) ve «Bizi Allah arza varis kıldı. Biz cen­nette dilediğimiz yerlerde yerleşiriz» (Zümer: 74) ayetlerinin ahi-rette göklerin ve yerin olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir.[79]  

Kadı Beyzavi ise, Zemahşeri'nin bu görüşüne dikkat edilmesi gerektiğini söylemiştir. Çünkü bu yorum cennet ve cehennem eh­linin durumunu insanların çoğunluğu tarafından varlığı ve sürek­liliği bilinmeyen bir şeye benzetmektedir. Onun sürekliliğini bi­lenler ise, bunu sadece sevap ve cezanın devamına delâlet eden delillerden anlamışlardır. Bu balamdan teşbihin hiçbir anlamı yoktur.[80]  

Ayette hariç tutulan (istisna edilen) kimseler ehl-i tevhidin içinde bulunan fasıklar zümresidit. Çünkü gelen rivayetlere göre, onlar sonunda cehennemden çıkacaklardır. Ayetteki ikinci istisna ile de ehli tevhidin fasıkları kastedilmiştir. Çünkü bu kimse­ler cehennemde azap çektikleri sürece, cennette değillerdir. Kı­saca ayet şunu anlatmaktadır: Saidlerin tamamı, cehennem ehli cehenneme girdiği andan itibaren cennette ebedidirler, ancak asi olanlar bu hükmün dışmdadırlar. Çünkü Allah onların cehennem­de belirli bir süre kalacaklarını irade etmiştir ve bu sürenin ne kadar olacağı sadece Allah tarafından bilinmektedir. Bu istisna­daki hikmet, kulların işlerini Allah'a tevfiz etmesine irşad edil­meleri olabilir. Onlara işlerin Allah'ın dileniesine bağlı olduğu bil­dirilmektedir. Allah dilediğini yapar, irade ettiğine hükmeder. Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur. Hiçbir şey de Allah'a va­cip değildir. Nitekim bir ayette, «Kuşkusuz rabbin dilediğim çok­ça işleyendir» diye buyurulmuştur.

Bazı müfessirlere göre, bu istisnanın faydası cennette ve ce­hennemde ebedî kalışın, Allah'a vacip bir iş olduğunu ve Allah Teala'mn bunun tersini yapmaya kadir bulunmadığını Öne süren fikrin, reddedilmesidir. Nitekim bu görüşü mutezile savunmuştur. Bu yoruma göre seki olanlar sadece kâfirlerdir..Çünkü gerçekte bu isme layık olanlar onlardır. Said olanlar ise ister itaat ehli, is­terse asi olsunlar tüm müminlerdir. Yine bu yoruma göre ayet­teki taksim yani onlardan bir kısmının şaki, bir kısmının ise said olması gerçek bir ayrımdır.

Mutezile'nin fasıklann ebedî cehennemde kalacaklarına dair görüşleri doğru bir düşünce değildir. Çünkü ehli tevhidin fasık-lan da saidlere dahildir. Nitekim ayet saidlerin ebedî kalışına işa­ret etmektedir. Bu da cennete girdikten sonra orada ebedî kalına­cağını gösterir. Yani cennete girmezden önce cehennemde bulun­mayı nefyetmez. Çünkü lafız, saidlerin hepsinin birden cennete gi­receğini ifade etmemektedir. Aksine asıl ifade edilen, onların pey­derpey cennete girmeleridir,

(108) «Said (Mutlu) olanlara gelince...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin sonunda gelen «Meczuz» kelimesi kesilmiş demektir. Ancak -Gayra- ile birlikte kullanıldığından, bitmez-tükenmez an­lamına gelir.

Bazı kimseler, bu ayetin baş kısmına dayanarak sonunda ce­hennemde kimsenin kalmayacağım söylemişler ama cennet ehli­nin durumuna hiç değinmemişlerdir. Bu görüş, İbn Münzir'in Ha­san Basri'den onun da Hz. Ömer'den naklettiği şu rivayete da­yandırılmıştır: «Eğer ateş ehli, ateşte «Aliç» Sahrası'ndaki kum taneleri kadar kalırlarsa, onların cehennemden çıkacakları bir gün gelecektir».

İshak bin Rahaveyh'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği şu söz de onların dayandığı deliller arasındadır. Ebu Hüreyre «Bir gün gelecek ki o gün cehennemde kimse kalmayacaktır» dedikten son­ra «Rabbinin diledikleri hariç, diğerleri gökler ve yer durdukça ateşte ebedî kalacaklardır» ayetini okumuştur.

İbn Münzir ile Ebu Şeyh'in İbrahim'den rivayet ettiklerine göre, İbn Mesud, «Kur'an da cehennem ehli için bu ayetten daha fazla ümit verici bir ayet yoktur», dedikten sonra, Andolsun ce­hennem üzerinde bir zaman gelecek ki orada rüzgârlar esmeye başlayacaktır (Yani orada kimseler kalmayacaktır.) diye ekle­miştir.

Yukarıdaki görüşün sahipleri, îbn Cerir'in Sadi'den naklet­tiği «Cehennem cennetten önce imar edilmiş ve çok hızlı bir şe­kilde de ondan önce harap olacaktır» rivayeti gibi, buna benzer ve başka rivayetleri de görüşlerine dayanak yapmışlardır.

İbn'ül-Cevzi bu hadislerin bir kısmının uydurma olduğunu söylemektedir. O Abdullah b. Amr b. As'tan gelen şu hadisi misal olarak göstermiştir: «Öyle bir gün gelecek ki cehennem de Adem-oğlundan kimse kalmayacaktır. Rüzgârlar onun kapılarını açıp, kapatacaklardır. Sanki o kapılar, tevhid ehlinin kapılarıdır) [81]

Bazı alimler de bu hadislerin bir kısmını tevil etmişlerdir. Ancak bilinmektedir ki kâfirlerin ebediyyen cehennemde kala­cakları, müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hususlardan biri­dir. Bu noktaya muhalefet edenlerin sözlerine itibar edilmez. Çün­kü bu mesele ile ilgili olarak o kadar çok kesin deliller vardır ki o delillerin bir tekine bile bu tür rivayet ve nakillerin tümü denk olamaz. Muhalefet edenlerin dediklerine ayet, mesned teşkil et­mez. Ayrıca Süddi'nin bu ayetin mensuh olduğu şeklinde iddia etmesine de hiç gerek yoktur.

Allah Teâlâ, «Şakiye gelince o ateşte, Saide gelince o da cen­nette ebedidir» demek yerine «Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer fiurdukça onlar da orada ebedi kalacaklardır» tabirini kul­lanmakla, şekavet ve saadetin daha önceden meydana geldiğine işaret etmiş olmaktadır.

Nitekim İbn Ömer'den şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Pey­gamber (s.a) bir gün yanımıza elinde iki kitap olduğu halde gel­di ve bu iki kitabın içinde ne olduğunu bilip-bilmediğimizi sor­du. Biz «Ey Allah'ın Resulü! Bilmiyoruz. Fakat sen bize haber vermeyecek misin?» dedik. Hz. Peygamber sağ elinde olan ki­taba işaret ederek, «Bu âlemlerin Rabbi'nden bir kitaptır. Bu ki-tapta cennet ehlinin atalarının ve kabirlerinin isimleri yazılıdır. Sonuna kadar onların orada hesapları yapılmıştır. Ebediyyen on­larda ne artış, ne de eksilme olur» dedi. Sonra da sol elindeki ki­tabı işaret ederek, «Bu da âlemlerin Rabbinden gelen bir kitaptır. Bunda da ateş ehlinin, atalarının ve kabilelerinin isimleri ya­zılıdır. Sonuna kadar onların da hesaplan yapılmıştır. Ebediyyen onlarda ne artış ne de eksiklik olur» dedi. Bunun üzerine ashab, «Ey Allah'ın Rasûlü, eğer bu bitmiş bir işse, niçin amel edilsin-ki?» diye sorunca, cevap olarak şöyle denildi: «Adımlarınızı yer­leştirerek temkinli atın ve adımlarınızın arasım yaklaştırın. Mut­laka cennet ashabı için,  hangi ameli işlerlerse işlesinler  cen­net ehlinin ameliyle onun sonucu tecelli eder. Kesinlikle ateş as­habı için,  hangi ameli işlerlerse işlesin cehennem ehlinin ame­liyle onun sonucu tecelli eder». Daha sonra Hz. Peygamber onları attı ve şöyle dedi: «Rabbiniz kulların işini bitirmiştir. Bir grup cennette, bir grup da cehennemdedir» (İmam Ahmed, Tırmizi ve Nesai).

Başka bir hadiste, «Şaki o kimsedir ki annesinin rahminde şaki olmuştur. Said de o kimsedir ki annesinin rahminde said ol­muştur» diye buyurulmuştur.

Bazılarına göre, Allah Teâlâ, said ile şakinin anne rahminde­ki durumlarını, o meni damlasını jahme koymakla görevli mele­ğe açıklamıştır. Aksi takdirde, anne rahminden önce de bu Allah' in malumudur.

Bazıları da hadisde geçen «Umm» kelimesini ilm-i sübut ile yorumlamışlardır.

Bilindiği gibi bu yorum, tevilin bir kısmıdır. Düşünülünce bunun Hz. Ömer'den rivayet edilen şu hadis'e ters düşmediği an­laşılmaktadır.

Hz. Ömer, «Bu ayet indiği zaman Hz. Peygamberce bizim ne­yin üzerinde amel ettiğimizi, bitirilmiş bir meselenin mi üzerinde amel ettiğimizi sordum» der. Hz. Peygamber ise şöyle cevap ve­rir: «Belki de biz bitirilmiş bir mesele üzerinde amel ediyoruz.

Ey Ömer! Biz kalemlerin cari olduğu bir şey üzerinde amel edi­yoruz. Ancak her insan ne için yaratılmışsa ona muvaffak olur». (Tirmizi, Ebu Ya'la ve İbn Merduveyh)  [82]

Şekaveti ve saadeti konu edinen bu ayetin yorumunda Kadı Beyzavi şunları söylemektedir:

Gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedî kalacaklar­dır»; yani onların cehennemde kalmasının devamı, gökler ve yerin devamına bağlı değildir. Çünkü nasslar onların cehennemde kal­malarının ebedî olduğuna delâlet eder. Yerler ve göklerin son bu lacakları hususu, nasslar da belirtilmiştir. Allah Teâlâ bu tabiri burada ebedî kalmaktan kinaye olarak kullanmıştır. Çünkü Arap­lar da benzetme kabilinden (sembolik olarak) bu tabiri böyle kul­lanırlar. Şayet onların cehennemde kalışları gökler ve yer'in de­vamına bağlı olursa, yani bunlar devanı ettikçe, onlar da kalacak­tır denilirse, göklerin ve yerin yok olmasından onların azabının yok'olması gerekmez. Onların devamından da onun devamı ge­rekmez. Bu sadece anlam itibariyle böyledir. Çünkü göklerin ve yerin devamı, bu azabın sürekliliğinin birbirinden ayrılmayan te­meli gibidir. İyi bil ki mefhum (anlaşılan mânâ), hiçbir suret­te mantuka (ibareden açıkça bilinene) ağır gelmez ve dayana­maz.

Bazı müfessirlere göre, gökler ile yerden kastedilen ahirette-ki gökler ile yerlerdir. Buna delil olarak da, «O gün yer başka yerle değiştirilir. Gök de». (İbrahim: 48) ayetini Öne sürmektedir­ler. Ayrıca ahiret ehlinin gölgelendireni ve taşıyanı olmalıdır. An-cak bu yorum üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Çünkü bu, insan­ların çoğunun varlığından ve sürekliliğinden habersiz oldukları bir şeye benzetmek demektir. Bunun varlığını ve sürekliliğini bilen­ler ise, ancak sevap ve cezanın sürekliliğine delâlet eden nasslardan bunu bilebilmektedirler. Bu bakımdan bu benzetmenin bir yaran yoktur.

«Rabbinin dilediği hariç» cümlesi, cehennemde ebedî kalış­tan istisnadır. Çünkü cehennem ehlinin bir kısmını teşkil eden­ler, ehli tevhidin fasıklarıdır ve onlar sonunda cehennemden çı­kacaklardır. Bu ise istisnanın doğruluğunu gösterir. Çünkü külT den (bütünden) zail olmasının doğruluğuna delil olarak, bazısın­dan zail olması yeterlidir. Saidler bölümünde gelen ikinci istis­nadan da kastedilen budur. Çünkü cennet ehli orada ebedidirler, ancak asiler, cehennemde azap gördükleri süre içerisinde orada değillerdir. Zira ebediyyet belli bir noktadan başlar gerçeği, so­nuç itibariyle nakzedildiği gibi, başlangıç itibariyle de nakzedi­lir. Ehli tevhidin fasıkları her ne kadar isyanlarından (amelle­rinden) ötürü şaki olmuş iseler de, imanlarından dolayı sajddir-ler.

Bu yorum karşısında; ayetteki, onların bir kısmının şaki, bir kısmının ise said olması şeklindeki ayrımın doğru bir ayrım ola­mayacağı; zira her kısmın sıfatının karşıtında olmaması, doğru bir ayırım şartlarındandır, diye itirazda bulunulamaz. Çünkü bu şart, ayrım bakımından gerçek bir ayrılmanın veya cem olmaya engel teşkil etmenin şartıdır. Burada ise, mahşer ehlinin bu iki kısımdan başkası olmadığı kastedilmiştir. Çünkü onların durumu ya saadet ya da şekavettir. Yani onlar ya said, ya da şakidirler. Bu ise saadet ve şekâvetin bir kimsede iki itibarla bir araya gel­mesine mani değildir. Veyahut cehennem ehli, cehennemden Zem-herir'e ve başka azaplara bazı zamanlarda nakledilebilirler. Cen­net ehli de, Allah Teâlâ'ya vasıl olmak, O'nun rızasını ve mülaka­tını elde etmek gibi, bazen cennetin daha yüksek makamlarıyla taltif edilebilirler.

Bazılarına göre bu istisna, «Onlann cehennemde yüksek ses­le nefes alıp vermeleri vardır» cümlesinden istisnadır. Bazılarına göre de -illa- lafzı burada -seva- lafzının anlamını ifade eder. Bu takdirde ayetin manâsı, şöyle olur: «Onlar Rabbinin dilediği ve sonu gelmeyen bir fazlalık hariç, gökler ve yerler durdukça kalı­cıdırlar».[83]

Bu konu hakkında Hazin ise Özetle şunları söylemektedir:

Şekavet, saadetin zıddıdır. Saadet, ilahi emirlerin insanoğlu­na hayrı ve salahı işlemek hususunda yardım etmesi ve kolaylaş-tırmasıdır Saadet dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısımdır. Uhrevî saadet en büyük saadettir; zira uhrevî saadetin sonucu cennettir. Şekavet'e gelince, o da dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısımdır. Uhrevî şekavet, en korkunç şekavettir. Çünkü onun sonucu ateştir. Bu bakımdan şaki, ezelde kendisi için şekâvetin yazılı olduğu kimse, said ise yine ezelde kendisi için saadetin ya­zılı olduğu kimsedir.

Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmektedir:

Biz, bir cenazenin defni için Medine mezarlığında «Baki'uU Gerkad» denilen yerde bulunuyorduk. Hz. Peygamber (s.a) yanı­mıza geldi ve oturdu. Biz de onun etrafına toplandık. Hz. Pey­gamberin elinde bir çubuk vardı ve onunla yeri eşeleyerek, «Siz­den hiç kimse yoktur ki onun cennetteki ve cehennemdeki yeri ya­zılmamış olsun» diye buyurdu. Ashab, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ma­demki hakkımızda yazılan yazılmış, buna güvenip de ibadeti ter* kedelim mi?» diye sorunca, bu sefer Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: «İbadetinize devam edin. Herkes ne için yaratılmışsa ona muvaffak olur. İyi bilin ki, saadet ehlinden olan kimse, sa­adet ehlinin ameline döndürülür. Şekavet ehlinden olan kimse de, şekavet ehlinin ameline döndürülür». Daha sonra Hz. Peygamber, «Ve kim verir de, korunup-sakınırsa ve en güzeli doğrularsa, biz de onu kolay olana muvaffak kılarız» (Leyi: 5-7) ayetlerini oku­du». (Buhari, Müslim)

Bazı alimler, bu ayet ve hadiste mahşer ehlinin said ve şaki olmak üzere iki sınıf olduklarına, üçüncü bir sınıfın olmadığına dair delil getirmişlerdir. Nitekim sözkonusu ayet ve hadisin za­hiri buna delâlet eder. Ancak üçüncü sınıfla ilgili olarak bu ayet ve hadiste bir şey bahis konusu edilmemiştir. Bir görüşe göre onlar iyilikleri ve kötülükleri eşit olan araf ehli ile iyilik ve kö­tülüğü olmayan çocuklar ve delilerdir. Bunların durumu hakkında bir şey söylenmemiştir. Bu bakımdan onların durumu kıyamet günü Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah onlar hakkında diledi­ği hükmü verir. Dolayısıyla burada sadece said ve şaki'nin zikre­dilmesi üçüncü bir sınıfın olmadığı anlamına gelmez.

«Rabbinin dilediği hariç» şeklinde yapılan iki istisna hakkın­da alimler ihtilaf etmişlerdir.

îbn Abbas ve Dahhak'a göre, şekavet ehli hakkında yapılan birinci istisna, işlemiş oldukları günahlardan dolayı Allah Teâlâ tarafından ateşe konulmuş mümin bir topluluğa racidir. Allah Teâlâ daha sonra onları ateşten çıkaracaktır. Bu yoruma göre, is­tisna cins bakımından değildir. Çünkü ateşten çıkarılanlar, ger­çekte saiddirler. Allah Teâlâ onları şaki olanlardan istisna etmiş-dir. Nitekim bu yorumun doğru olduğuna Cabir'den gelen şu hadis delâlet eder: «Allah Teâlâ şefaat ile cehennemden bir top­luluğu çıkarıp, cennete götürecektir».

Yine bir başka rivayette, «Allah Teâlâ, bazı insanları cehen­nemden çıkarıp, cennete gönderir» diye buyurulmuştur. (Buha­ri, Müslim)

îmran b. Hüseyin'den şöyle rivayet edilmiştir: «Hz. Muham-med'in şefaati ile bir topluluk, cehennemden çıkarılacak ve onlar cennete girecektir. Bu kimselere cehennemlik diye isim verile­cektir» (Buhari).

Saadet ehli ile ilgili olan ikinci istisnaya gelince o, bu asi müslümanlarm cennete girmezden önce ateşte kaldıkları süreye racidir. Bu yoruma göre ayetin mânâsı şu şekilde anlaşılır; «Şaki olanlar ateştedirler. Onlar için orada yüksek nefes alıp verme vardır. Onlar gökler ve yer durdukça orada ebedidirler. Ancak Rabbinin oradan çıkarmayı dilediği kimseler hariç, onlar cennete gireceklerdir. Muhakak ki Rabbin, irade ettiğini eksizsiz bir şekilde yerine getirir. Saidlere gelince onlar cennettedirler. Yer ve gök durdukça onlar orada ebedidirler. Ancak Rabbinin önce ce­henneme, sonra oradan çıkarıp cennete gönderilmesini dilediği kimseler hariç». Bu görüşün sonucu   şu şekildedir. Bu iki istisna her biri Özel bir topluluğa, yani saidlere racidir. Onlar işle­miş oldukları bazı günahlardan ötürü az bir cezaya çarptırılıp, cehennemde kalırlar, sonra oradan çıkarılıp cennete girerler. Cen­nete giren bir kimsenin ise artık oradan ebediyyen çıkamayacağı hususunda müslümanlar ittifak etmişlerdir.

Bazı müfessirlere göre de, iki istisnadan biri saidlere diğe-î| riyse şakilere racidir. Bu ise onların dünyada yaşadıkları Berzah' ta [84]durduruldukları ve hesap için bekletildikleri süre itibariy­ledir. Sonra cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme gi- decektir. Bu yoruma göre ayet şöyle anlaşılır: «Onlar cennet ve cehennemde ebedidirler, ancak dünyada yaşadıkları, berzah'ta ge-

çirdikleri ve mahşerde geçen süre bundan müstesnadır».

Bazı müfessirler, ayette geçen -illa- lafzının -ve- anlamında olduğunu söylemişlerdir. Yani, Rabbin şu kâfirlerin cehennemde, şu müminlerin de cennette ebediyyen kalmalarım dilemiştir.

Bu takdirde ifade «Taki insanların üzerinde bir hüccetleri ol­masın. Ancak zulmedenler müstesna. (Yani zulmedenlerin de bir hüccetleri olmasın)» (Bakara: 150) ayetindeki ifadeye benzer.

Bazıları da şöyle bir mânâ vermişlerdir. «Rabbin dileseydi ce­hennemlikleri cehennemden, cennetlikleri de cennetten çıkarırdı ama dilemedi. Çünkü Rabbin hem cennetliklere, hem de cehen­nemliklere, ebedî hükmü vermiştir».

Perra'ya göre, bu istisna Allah Teâlâ'nm yapmış olduğu bir istisnadır. Ancak onu yapmayacaktır. Tıpkı bu kesinlikle dövme­yi istediği halde kişinin, «Allah'a yemin ederim ki seni muhakkak döveceğim ancak bundan başkasını görürsem» demesi gibidir.

Anlaşıldığı gibi istisna konusundaki görüşler, ikiye ayrılmak­tadır. Ancak en doğrusu birinci görüştür. Nitekim «Kuşkusuz ki Rabbin delidiğini işliyendir» cümlesi birinci yorumun doğru oldu­ğunu gösterir.

İbn Zeyd'e göre, Allah Teâlâ cennet ehli hakkındaki dileme­sini, «Bu bitmez tükenmez bir lütûftur» şeklinde haber vermiş ama cehennem ehli hakkındaki dilemesini haber vermemiştir.

Hazin; İbn Mesud ve Ebu Hüreyre'den «And olsun cehennem üzerinde öyle bir zaman gelecek ki, orada kimse kalmayacaktır» şeklinde gelen hadisi zikrettikten sonra, bu hadislerin, Ehli Sün-net'e göre, ateşe müstehak olan müminlerin ateşten çıkarıldıktan sonra boş kalan yerlerine hamledildiğini, çünkü ehli tevhidin ta­mamının cehennemden çıkarılacaklarının, tüm kafirlerin de ora­da ebediyyen kalacaklarının sahih ve kesin delillerle sabit oldu­ğunu söylemektedir. Veya bu tür hadisler, kafirlerin cehennem ateşinden Zemherir soğuğuna çıkarılmalarına hamledilebilir. Zem-herir'e götürülmeleri azaplarının artması nedeniyledir. En doğ­rusunu Allah bilir [85]

Fahruddin Bazi de bu hususları uzun uzadiya açıklamakta ve tefsirlerde geçen cevapları da vermektedir. Daha geniş bilgi al­mak isteyen kimseler Fahruddin Razi'nin, «Mefatih'ul-Gayb» adlı tefsirinin sözkonusu ayet ile ilgili bölümüne başvurabilirler.

İmam Suyuti ise «ed-Durr'ul-Mensur» adlı tefsirinde Özetle şunları söylemektedir  [86]

îbn Cerir ile İbn Ebi Hatim'in Halid b. Madan'dan rivayet ettiklerine göre bu istisna, ehli kıbleden olan ehli tevhid hakkın­da, Ebu Şeyh'in ise Dahhak'tan rivayet ettiğine göre bu istisna, ehli kıblenin dışındakiler hakkındadır.

Abdürrezzak ile îbn Cureyac, Ebu Said el-Hudri'den bu is­tisna ile ilgili olarak şunu rivayet etmişlerdir: «Bu ayet tüm Kur' an'm üzerinde hükmedicidir». Yani Kur'an'ıîı neresinde «Orada ebedidirler» mânâsmdaki Halidine» tabiri geçiyorsa, bu ayet onu kayıtlandırır.

İbn Ebi Hatim ile İbn Münzir'in, Ebû Nedre'den rivayet et­tiklerine göre, «Kuşkusuz ki Rabbin dilediğini yapandır» ayetinin yanında tüm Kur'an son bulur. Yani tüm ayetlerin anlamı, bu aye­tin kapsamına dahildir.

Dahhak, saidler ile ilgili istisnanın, ateşten çıkıp da cennete girenler için olduğunu söylemektedir. Yani, onlar, gök ve yer dur­dukça cennetde ebedidirler. Ancak Rabbinin dilediği, yani cenne­te gelinceye kadar cehennemde kalanların orada bulundukları sü­re müstesnadır.

Ebû Şeyh'in Sinan'dan rivayet ettiğine göre, bu, ehli tevhid hakkındaki bir istisnadır.

İbn Abbas ise «Gökler ve yer durdukça» ifadesi hakkında, her cennetin bir göğünün bir yerinin olduğunu söylemiştir. (İbn Ebi Hatim)

Süddi'ye göre, «Gökler ve yer» ile cennetin gökleri ve yeri kastedilmektedir. (îbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh)

Hasan Basri, «Bu gök başka bir gökle, yer de başka bir yer­le değiştirilir: O gök ve yerin yerine gelen gök ve yer durdukça onlar da cennette (veya cehennemde) ebedî kalacaklardır» demek­tedir. (İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh)

Yine İbn Ebi Hatim, Hasan Basri'den, şöyle rivayet ediyor:

«Kıyamet günü geldiğinde, Allah Teâlâ, yedi tabaka yeri ve yedi tabaka göğü alır, onları her türlü çirkeften temizler, arzın rengini gümüşvarî bir beyaz haline getirip, pırıl pırıl parlayan bir nura dönüştürür. Onu cennete yer kılar. Bugünkü yer ve gös de, tıpkı dünyada —cennetin onlarda olduğu gibi— cennettedir­ler. Allah Teâlâ onları cennetin genişliğince kılar, cenneti onla­rın üzerine koyar. Cennetin rengi bugün zeferanîdir. Yerin üze­rinde, arşın sağında bulunmaktadır. Cennetteki gök ve yer olduk­ça, şirk ehli de cehennemde ebedi kalacaklardır».

Beyhaki, Haşr bahsinde «Rabbinin dilediği hariç» ayeti ile il­gili olarak İbn Abbas'tan «Rabbin kafirlerin cehennemde, mümin­lerin ise cennette ebedî kalmalarım dilemiştir» rivayetini naklet­mektedir.

Ebu Şeyh, Süddi'den şöyle rivayet etmektedir:

«§akı olanlara gelince» ayeti üzerine, Allah'ın dilemesinden bir hüküm gelerek onu nesh etmiş ve Medine'de «Kuşkusuz kafir olup zulmedenler var ya işte onları Allah affedecek değildir. On­ları bir yola hidayet edecek de değildir» (Nisa: 168) ayeti nazil olmuştur. Bu ayetin inmesi ile birlikte, cehennem ehlinin cehen­nemden çıkma ümidi ortadan kalkmış ve onlar için ebedî azap vacip olmuştur.

«Said olanlara gelince» ayeti nazil olduktan sonra da Allah dilemesinden bir hüküm gelerek, onu neshetmiş ve Medine'de «O kimseler ki iman edip salih ameller işlediler. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada ebedî kalacaklardır. Orada kendilerine tertemiz eşler vardır ve onları eşsiz bir gölgeye sokacağız» (Nisa: 57) ayeti nazil olmuştur.

Menar sahibi ise «Bu bitmez tükenmez bir lütuftur» ifadesi hakkında şöyle demektedir:

Bu zeyl ile önceki zeyl arasındaki fark büyüktür. Müminlere de, kafirlere de verilen karşılık Allah'tandır ve o karşılığın deva­mı Allah'ın dilemesine bağlıdır. Ancak bu ayetin sonu, «Bu, bit­mez tükenmez bir lütuftur» şeklinde gelmiştir. Eğer daha önceki zeyl de bunun gibi olsaydı, o zaman fazilet ve ihsan olmazdı. Al­lah Teâlâ'nın muhsin ve mümin kimselere verdiği va'd Kur'an'da tekrar edilmektedir. Onlara en güzel mükafat verilecektir. En gü­zel amellerine karşılık onlara mükafat verecek ve onlara fazlını artıracaktır. İyilikleri on katına, hatta daha fazlasına, 700 katma kadar onlar için artıracaktır. Ancak kafirlerin fazlasının ve müc­rimlerin müstehak olduklarından fazlasını onlara vereceği husu­sunda bir tekrarlama yoktur. Allah Teâlâ sadece onları yapmış olduklarıyla cezalandıracağını, bir kötülüğün, benzeriyle cezalan­dırılacağını ve onlara zulmedilmeyeceğim bildirmektedir. Ve Al­lah Teâlâ'nın hiç kimseye zulmetmeyeceğini bildiren ayetler tek­rar edilmektedirler. Bunun yanında ayrıca, Allah'ın rahmetinin genişliği hususunda ayetler ve rahmetin gazabını geçtiği hususun­da hadisler bulunmaktadır. Bu müşküatm halli konusunda alim­lerin söyledikleri pek net değildir. Bu konunun özeti şu şekilde­dir:

Şiddetli ve sonsuz olan ateş azabı, sadece azap ehlinin sa­yılı seneler ve aylarda işlemiş olduklarının tam karşılığıdır. Şu itibarla ki, eğer onlar dünyada ebedî kalsalardı, küfür, zulüm ve fısklarmı devam ettirmek niyetindelerdi. Bu bakımdan ebedi azap, onların niyet ve azimlerine göre onlara verilmiş bir cezadır. Bu cevabın zahiren zikredilmeyişinin nedeni şudur. İnat ve gurur­larından ötürü giden önderlerden sadece bazıları, bu küfür ve zulüm üzerinde devam etme azminde olabilirler. Çünkü Mekke halkının engeller ortadan kalkınca ve gizlilikler ortaya çıkınca Arapların çoğunun iman etmiş olması, bunu gösteriyor. Bunun­la birlikte ilahi nizamın kuralı şudur: Allah bir kötülük yapmak isteyeni, o kötülüğü istemedikten sonra sırf niyetinden dolayı ce­zalandırmaz. Ebediyyen ateşte kalmanın en makul sebebi şudur: Ateşin daimi azabı, doğal bir sonuçtur. Yani nefsin küfür, zulüm ve fesatta küllenmesinin doğal bir sonucudur.[87]  

 

Meal

 

109- O halde şunlann ibadet ettikleri   (putların dalâlet ol­duğun) dan asla şüphe etme. Onlar daha Önce atalarının ibadet ettiği gibi ibadet ediyorlar. Biz de onların nasiplerini eksiksiz ve­receğiz.

110- Andolsun ki Musa'ya Kitab (Tevrat)ı verdik. Onun hak­kında ihtilaf edildi.  Eğer  (azabın ertelenmesi hususunda)   Rab-binden bir kelime geçmemiş olsaydı, elbette aralannda hüküm verilip,  bitmişti. Muhakkakki onlar bu   (Kuran veya va'dedilen azap) dan şek ve şüphe içindedirler.

111- Şüphesiz-ki Rabbin (insanların) her birine yapıp ettik­lerinin  (ecrini)  eksiksiz ödeyecektir. Çünkü Allah yapıp ettikle­rinden haberdardır.

112- Onun için sen emrolunduğu şekilde dosdoğru ol. Bera­berinde tevbe edenlerde (dosdoğru olsunlar). Aşın gitmeyin. Çün­kü (Allah) tüm yaptıklarınızı görendir.

113- Zulme sapanlara, en ufak bir meyi dahi göstermeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka yardımcılarınız (dostlarınız) yoktur. Sonra yardım da edilmezsiniz.

114- Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindide) ve ge­cenin yakın saatlerinde (akşam, yatsı ve sabah vakitlerinde) na­maz kıl. Doğrusu iyilikler günahları siler. Bu nasihattim istifade edenlere bir va'z ve öğüttür.

115- Sabret! Kuşkusuz ki Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez.

116- Sizden  önceki  nesiller içinde,  yeryüzünde yapılan   fe­sadı nehyedecek akıl sahipleri bulunmalı değil miydi? Ancak bu­nu onların arasından kurtardığımız pek az kimse yaptı. Zulme­denler de, kendilerine verilen refahın ardına düşüp,  günahkâr­lardan oldular.

117- Halkı ıslah edici kimseler oldukları halde, Rabbin o ül­keleri haksız yere helak etmez.[88]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(109)    «O halde şunları ibadet...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki hitap özel olarak Hz. Muhammede (s.a), genel ola­rak da bütün ehli tevhide'dir.

«Mirye» kelimesi şek, şüphe demektir. Yani, Ey Muhammedi İbadet ettikleri putlardan dolayı daha öncekilere azap ettiğimiz gibi, bu müşrikleri de azaba duçar kılacağımızdan kuşkun olma­sın.

Bu ayet Hz. Peygamber'e bir tesellidir. Yani ey Muhammedi Sadece senin döneminde müşrikler senin gibi bir peygamberi ya­lanlıyor, karşı çıkıyor değillerdir. Senden önceki peygamberlere, de karşı çıkılmış, onlarla da muaraza edilmiştir. Bu hususta se­nin için örnekler vardır. Bu bakımdan sakın üzülme!

«Onlar daha Önce atalarının ibadet ettiği gibi, ibadet ediyor­lar»; yani ataları nasıl putlara taptıysa bunlar da aynı şekilde putlara tapmaktadırlar. Biz atalarına tattırdığımız gibi, bun. lara da azabı tattıracağız.

«Biz de onların nasiplerini eksiksiz vereceğiz»; Yani bunların benzerlerine azaptan nasipleri ne ise, onu tam tamına ve eksik­siz olarak kesinlikle yerine getireceğiz.

Allah Teâlâ bu ayette, müşriklerin Peygamber'in getirdiği mucizelere rağmen ona tabi olmaktan kaçınmalarını zikrettikten sonra, Hz. Peygamber'e hitaben, peygamberlikte kardeşi olan Hz. Musa'ya kitap indirdiğini beyan etmektedir.

(110) «Andolsun ki Musa'ya Kitab (Tevrat)ı verdik...» Bu Ayetin Tefsiri

«El-Kitab» hayırlar içeren, insanlara yol gösteren ve tahrif edilmeyen Tevrat demektir. Bugünkü Tevrat ise tahrife uğramış­tır. İçinde ilahi ayetlerden bazıları varsa da çoğunluğu tahrif ol­duğundan dolayı biz hepsini muharref olarak kabul etmekteyiz.

«Onun hakkında ihtilaf edildi»; yani Hz. Musa'nın kavminden bir grup iman ederek, bir kısmı da yalanlayarak Tevrat hakkında ihtilaf ettiler. Tıpkı Hz. Muhammed'in muhatapları olan müşrik­lerin ve kafirlerin Kur'an hakkındaki durumları gibi.

«Eğer Rabbinden bir kelime geçmemiş olsaydı»; yani Allah Te-âlâ'nm hesap ve cezayı insanlar için kıyamete kadar tehir etme kararı daha önce geçmiş olmasaydı, dünyada Hz. Musa'nın Ki-tab'ı konusunda ihtilaf edenler arasında Allah'ın hükmü vuku bulacaktı. İhtilaf ettikleri husus hakkında Allah'ın hükmü apaçık bir şekilde tezahür edecekti. Nitekim Allah Teâlâ Kitab'ı yalan­layanlara hakettikleri ceza ne ise onu gönderecektir ki böylece yalanlayanlarla doğrulayanlar ayrılmış olsun. Ancak Allah'ın ke­limesi (asıl hükmün kıyamet gününde vuku bulacağı hususunda) geçmiştir.

«Kelime» lafzı, Allah'ın hüküm ve kazası anlamındadır, ihti­laf bazen küfür olmayan şeylerde de olabileceği için Allah Teâlâ. ayetin son cümlesinde onların ihtilaflarının küfürden geldiğini söylemiştir. Çünkü ehli kitabın her fırkası, Kitab'da şüphe ettiği­ni inkâr etmektedir. Oysa onların yaptığı, şüphe eden kimsenin yaptığı gibidir. İşte Allah Teâlâ bu nedenle «Muhakkak ki onlar şüphe içindedirler» diye buyurmuştur.

«Şekk» kelimesindeki tenvin, tazim ifade eder. Yani onları kapsayan büyük bir şüphe içindedirler. Onlar Kitap ve Allah'ın hükmü hususunda böyle bir şüphe içinde bulunmaktadırlar. Şüp­heleri de insanı şekke, ithama ve ızdıraba sokmaktadır. Oysa on­lar Allah Teâlâ'nm Hz. Musa ile konuşması, Tur dağında tecelli edenin görülmesi gibi bir dizi mucize görmüşlerdir.

«înnehum» lafzmdaki «hum» (onlar) zamiri, bazı müfessir-lere göre Mekkeli müşriklere racidir. «Minhu»daki zamir ise, Kur' an'a racidir. Yani muhakkak ki Mekkeli müşrikler Kur'an hak­kında kendilerini kapsayan büyük bir şüphe içindedirler ve bu şüpheleri inşam ithama götürücü bir niteliktedir.

(111) «Şüphesiz ki Rabbin hepsine...»Bu Ayetin Tefsiri

«Küllen» lafzı, mahlûkatın her biri anlamındadır. «Lemma» lafzmdaki -ma- ise zaiddir. «Lam» da mukadder bir yeminin ceva­bıdır. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Andolsun ki, insanların her birine Rabbin amellerinin karşılığını verecektir. Seni doğru­layanı, doğruladığı için cennete, yalanlayanı da yalanladığı için cehenneme gönderecektir».

Nafi, îbn Kesir ve Şu'be, ayetin başındaki «inne» kelimesini muhaffef (yani -in-) olarak okumuşlardır.

İbn Amir, Asım ve Hamza «lemma»âaki -mim-i şeddeli okur­ken, diğer kıraat alimleri de «lema» şeklinde şeddesiz okumuş­lardır. Burada dikkat edilecek nokta şurasıdır: Bu ayette yedi çeşit tekid vardır.

1- İnne ile yapılan tekid.

2- Külten ile yapılan tekid. Bu hususda külîen ana tekid olarak kabul edilmektedir.

3- înne'nin haberinin üzerindeki «lam» ile yapılan tekid.

4- Ferra'nın yorumuna göre, ayetteki ma kelimesini mev-sul harfi olarak kabul etmemizden ileri gelen tekid.

5- Mukadder olan kasem (yemin)den gelen tekid.

6- Kasemin cevabmdaki ikinci lam'd&n ileri gelen tekid.

7- Leyuveffiyennehum lafzındaki tekid nunundan gelen te-kid.

İşte bu tek kelimedeki tekide delâlet yedi lafız, Rububiyetia ve kulluk emrinin ancak hasrın vuku ile, yani kıyametin kopma-sıyla tamamlanacağını göstermektedir.

«Çünkü Allak yapıp ettiklerinden haberdardır» cümlesi tekid-lerin en büyüklerindendir. Zira Allah'a, ister büyük, isterse kü­çük olsun kullarının amellerinden hiçbirisinin gizli olmadığını, dolayısıyla ihsan edenlere va'dde, yalanlayan kâfirlere de tehdit­te bulunduğunu ifade etmektedir.

(112) «Onun için sen emrolunduğun...» Bu Ayetin Tefsiri

«Festakım» (Dosdoğru ol); yani Allah'ın dini üzerinde, amel üzerinde, Allah'a yalvarmak hususunda istikamet üzere olmak­la emrolundun.

Bu emir tekid içindir, Hz. Peygamber (s.a) daima istikamet üzerindeydi. O hiçbir zaman istikametten sapmamıştır ki yeniden istikamete gelmesi söz konusu olsun. Bu ifade tıpkı .ayakta du­ran bir kimseye, «Ben sana gelene kadar ayakta kal» demek gibi­dir. Yani şu anda ayakta durduğun gibi ben gelinceye kadar dur­maya devam et. Allah Teâlâ da Hz. Peygamber (s.a)e «Şu an üze­rinde bulunduğun istikamette devamlı ol» demek istemiştir.

«Beraberinde tevbe edenler de»; yani onlar da emrolunduk-lan şekilde dosdoğru olsunlar. Allah'ın dini ve taati üzerine amel etmeyi ihmal etmeyip, buna devam etsinler.

Hz. Ömer, «İstikamet; emir ve yasaklar üzerinde dosdoğru olmak, tilkinin yaptığı gibi kurnazlığa kaçmamaktır» demiştir.

Hz. Peygamber (s.a) istikametin şiddetine, «Hud ve onun kar­deşleri olan sureler beni ihtiyarlattı» sözüyle işaret buyurmuş­tur.

îbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu ayetten daha zor, daha şiddetli hiçbir ayet peygambere inmemiştir.

Bazıları şöyle rivayet etmektedirler:

Hz. Peygamber'i rüya ve temsil âleminde gördüm ve ona, «Sen­den rivayet ediliyor ki, sen, beni Hûd suresi ihtiyarlattı demişsin. Böyle dediğin doğru mu» diye sordum. O «Doğrudur» deyince, ben «Hûd suresinin hangi ayeti seni ihtiyarlattı?» diye sordum. O ise şöyle cevap verdi: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, ayeti».

Süfyan b. Abdullah es-Sakafi'den şöyle rivayet edilmektedir:

Hz. Peygamber'e (s.a), «Ey Allah'ın Rasûlü! İslâm hakkında bana öyle bir kelime söyle ki, senden başka kimseye onu sorma­yayım (yani sormaya ihtiyacım kalmasın)» dediğimde o şöyle buyurdu: «Ben Allah'a ve onun Rasûlüne iman ettim, dedikten sonra, müstakim ol».[89]

 

İstikametin Anlamı

 

Bu ayet ile ilgili olarak müfessirlerden gelen birtakım görüş ve yorumları burada zikretmeyi uygun gördük. Tevfik Allah'tan­dır!

Allah Teâlâ tevhid ve nübüvvet hususunda ihtilaf edenlerin durumunu açıkladıktan sonra, bu konudaki va'd ile tehdidi uzun uzadıya açıklamış ve Peygamber'e de istikamet üzere olmasını emretmiştir.

Bu emir, Hz. Peygamberin (s.a) başka bir vahiy ile de em-rolunduğunu göstermektedir. Birçok kimsenin dediği gibi, bu vah­yi metluv olmayabilir. Bu emr istikamet üzere olmaya devam em­ridir. Yani ifrat ile tefrit arasındaki yoldan ayrılmama emri. İs­tikamet, ilim amel ve diğer ahlâkî davranışları, kısaca her şeyi içeren bir kelimedir; akideyi, peygamber ile müminler arasında ortak olan amelleri, peygamberin özelliği olan ahkâm tebliğ et­meyi ve nübüvvet vazifelerini yerine getirmeyi içermektedir.

Müfessirlere göre, taraflardan birine kılpayı dahi meyi et­meksizin ifrat ile tefrit arasında durmak ancak Allah'ın kuvve-tiyle mümkündür. Yine müfessirler ifrat ile tefrit arasındaki em­ri, güneş ile gölge arasındaki çizgiyi örnek vererek, belirtmişler­dir. Bu ne güneştir ne de gölge. Aksine güneşle gölge arasındaki bir fasıladır. Bu ise çok ince bir hususdur. Bu yüzden müfessir­ler, kuvvetli müşahedelerle ve parlak nurlarla desteklenen kimse­lerin istikamete güç yetirebileceklerini söylemişlerdir. Böyle bir kimse, hakka yapışmak ile diğer kaymalardan korunmak zorun­dadır. Çünkü Allah, peygamberine, «Eğer biz seni sağlamlaştır-masaydîk, neredeyse onlara az bir şey meyledecektin» (İsra: 74) demiştir.

Ariflerden bazıları istikametin kıldan ince kılıçtan keskin ol­duğunu söylerler. Bu, orta yola bir işarettir.

Bu emrin şiddetli oluşuna delâlet eden delillerden birisi de, Hasan Basri'den gelen şu rivayettir:

Bu ayet nazil olduğunda, Hz. Peygamber (s.a.) iki kez, «Ça­lışmaya koyulmak için eteklerinizi toplayın» diye buyurdu ve bun­dan sonra Hz. Peygamberin (s.a) güldüğü görülmedi. (İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh)

İbn Abbas, «Hz. Peygamber'e bu ayetten daha şiddetlisi inme. mistir» diye buyurmuştur.

Bazı müfessirler, istikametin ne kadar zor olduğu hususunda, Hz. Peygamber'in (s.a.) «Beni Hûd suresi ihtiyarlattı» sözünü delil getirmişlerdir. Oysa bilindiği gibi bu konuda gelen hadisler, «Be­ni Hûd suresi ve kardeşleri ihtiyarlattı» şeklindedir. Başlangıçta Hûd suresinin kardeşleri olan surelerin hangisi olduğunda ihtilaf edilmişse de bu istidlal zayıftır. Bu noktadan hareketle «Keşf» sahibi, «Bu ayetten yola çıkarak Hûd suresini tefsir et­mek pek belirgin bir şekil değildir. Çünkü Hûd suresinin kardeş­leri olan surelerde istikamet bahsi yoktur» demiştir.

İbn Asakir, Cafer b. Muhammed'den, o babasından, o da Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmiştir: «Beni, Hud suresi ve kar-deşleri ile benden Önceki ümmetlerin başından geçenler ihtiyarlat­tı.»

Görüldüğü gibi bu hususta gelen rivayetlerin hiç birinde sa­dece Hûd suresi geçmemekte, aksine onunla birlikte kardeşleri de zikredilmektedir. Oysa kardeşleri diye zikredilen surelerin hiç birinde «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol» ibaresi bulunmamak­tadır. Ancak bu emir, «Hamim» surelerinde gelmiştir. Bunun ne­denleri şöylece açıklanabilir:

Bu surenin temeli, Allah Teâlâ'nin peygamberini tebliğin keyfiyetine irşad etmesi üzerine kurulmuş, surenin başından sonuna kadar bu konu işlenmiştir. Ve ayrıca bu yüce görevi yerine ge­tirmeye kalkışacak olan bir insanın, başından geçmesi muhtemel şiddetlere ve sonuçta elde edeceği faydalara dikkat çekilmiştir. Bu sure, başından sonuna kadar peygamberi irşad edici bir husu­siyet taşıdığından ve ayetin de bunun bir özeti olması bakımın­dan, bu sure indiğinde, surenin şiddetli içeriği Hz. Peygamber'i korkutmuştur. O bu ağır yükü taşıyamayacağını sanmıştı. İşte bu surelerde onu korkutan, kıyametle ilgili surelerin dehşetiydi. Çünkü Allah'ın kendisine emrettiği irşad yolunda pekâlâ hata ya­pabilirdi. Böyle bir endişe, Hz. Peygamber'in (s.a) «ismet» sıfa­tına ve Allah'ın yakını olmasına ters düşmez. Çünkü Peygamber herkesten daha iyi Allah'ı bilen, herkesten daha fazla Allah'tan korkandır. Bu surenin içerdiği konular, ona kıyamet ile ilgili ola­rak korktuğu şeyleri hatırlatıyordu. Sanki diğer surelerin başında Hz. Peygamber'i (s.a) ihtiyarlatan sure olarak Hûd geldiği için bu konudaki rivayetler, bu surenin adı ile başlamıştır. Yine «Em-rolunduğun gibi dosdoğru ol» ayeti adeta bu surenin bir özü, öze­ti mesabesinde olduğu içindir ki Hz. Peygamber'i ihtiyarlatan ayet de bu olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla ihtiyarlığın sebebini o su­relere nisbet etmekle, sadece bu sureye nisbet etmek arasında bir çelişki sözkonusu değildir.

Bazı müdekkiklere göre, \{Kema» Iafzmdaki -Kef- harfi -ala-anlamında kullanılmıştır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Emrolunduğun şey üzerinde dosdoğru ol».

Bu noktadan hareketle İbn Atiyye ile bir grup, bunun mânâ­sının «Emrolunduğun Kur'an üzerinde dosdoğru ol» şeklinde ol­duğunu söylemişlerdir. Mukatil ise ifadeyi, «Emrolunduğun Tev-hid üzerinde devamlı ol» şeklinde yorumlamıştır.

Cafer-i Sadık ise mânânın, «Azmin sıhhati ile Allah'tan haber vermek hususunda dosdoğru ol» demek olduğunu söylemiştir.

Bu konudaki en açık görüş, «Kema» lafzmdaki ma'mn umum mânâsı üzerinde bırakılmasıdır. Ayet bu takdirde şöyle anlaşı­lır: «Emrolunduğun her şey üzerinde dosdoğru ol».

Bazı alimlere göre de, «Kema» lafzmdaki «Kef» harfi, zahi­rinde de anlaşıldığı gibi, teşbih için kullanılmıştır. Onlara göre «Kef» harfi, -misi- hükmündedir ve ayet şu şekilde anlaşılmalıdır: «Emrolunduğun istikamet ile dosdoğru ol». Bu yorum, o şeyi ken­di nefsine benzetmekten kaçınmak için ortaya atılmıştır. Fakat böyle bir şeye gerek olmadığı açıktır.

Bu ayetin garip yorumlarından biri de Ebu Hayyan'dan nak­ledilen yorumdur. O, Tezkîre'sinde şunları söylemektedir:

Şayet, istikametin nasıl emre benzetildiğini sorarsan, cevap olarak derim ki, burada muzaf hazfedilmiştir. Yani ifade, «Emrin matlubu (mânâsı) gibi müstakim ol» şeklindedir. Eğer der­sen ki, emredilen istikamet zaten emrin matlubudur, dolayısıyla istikamet nasıl emrin matlubunun benzeri olur? Cevap olarak şöy­le deriz: Emrin matlubu geneldir, emrolunan ise cüzîdir. Bu ba­kımdan ikisi arasında fark vardır ve benzetilmeleri de sahihtir. Bu tıpkı, «Emrolunduğun gibi iki rekât namaz kıl» sözüne ben­zer.

Bazıları ise daha uzaklara giderek, «Kema» lafzmdaki «kef» harfinin -âlâ- mânâsında, «İstekım» emrindeki «sin» harfinin de talep için olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde ayetin anlamı, «Din üzerindeki istikameti talep et (iste, arzula)» şeklinde olur.

«Beraberinde tevbe edenler de» ibaresi şirkten tevbe edip, dönenlere ve Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte iman edenlere işa­ret etmektedir. Buradaki beraberlik, daha öncekine ve başkasına bakmaksızın lazım itibariyle olan bir beraberliktir. Bazılarına gö­re hangi noktadan dönülmüşse, ona bakılmaksızın tevbede ve tevbedeki beraberlikte olan ortaklık yeterlidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) her gün yetmiş defadan daha fazla af talebinde bulunur­du.

«Aşırı gitmeyin»; yani size sınırları belirtilmiş olanda ne if­rata ne de tefrite kaçmayın. Çünkü işlerin orta yolunun her iki tarafı da (ifrat da, tefrit de) yerilmiştir. İfrat ve tefrite, «Haddi aşmak» mânâsına gelen «Tuğyan» denilmesinin sebebi, şiddet ve­ya tağliz ya da diğer müminlerin durumunun peygamberin duru­muna galip gelmesi içindir.

îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre ifade, «Emrolunmadı­ğınız bir şeyi helâl ya da haram kılmak suretiyle Kur'an'ın had­dini aşmayın» anlamındadır.

îbn Zeyd'e göre, «Rabbinize isyan etmeyin» demektir.

Mukatil'e göre, «Tevhid'i şirke karıştırmayın» demektir. Ancak ilk tefsir en uygun olanıdır.

{(Çünkü Allah tüm yaptıklarınızı görendir»; yani bu yaptık­larınızdan dolayı size ceza verecektir.

Bu son cümle, daha Önce ayette geçen emri ve yasağın illeti (sebebi)dir. Adeta bir soru üzerine şöyle denilmiştir: «Dosdoğru olun, aşırı gidip, hududu aşmayın. Çünkü Allah Teâlâ, amellerini­zi görendir ve size o amellerinize göre ceza verecektir».

Bazılarına göre bu cümle «dosdoğru ol» emrinin tamamlayı-cısıdır.

Hasan ile A'meş, «Ta'melune» fiilini «Ya'melune» şeklinde okumuşlardır. Bu, İsa Sakafi'den de rivayet edilmiştir. Birçok alimin ifade etmiş olduğu gibi, bu ayette sadece isteğe binaen veya sadece mantık ve aklı kullanarak üzerinde hüküm verilen­den ayrılmanın haram olduğu ve üzerinde hüküm verilen tâbi ol­manın da vucubiyet ifade ettiği delili vardır. Çünkü sadece kuru istek ve aklı çalıştırmak suretiyle, yapılan böyle bir itiraf tuğyan ve delâlettir. Nasslann illetlerine uygun içtihadın gereği olan ame­le gelince bu, emrolunduğu gibi dosdoğru olmaktan ileri gelmek­tedir. İçtihadı emreden nasslann gerekleri üzerine bina edilmiş­tir.

İmam, «Benim nazarımda kıyas ile nass tahsis edilemez. Çün­kü nassın genelliği, herhangi Mr hükme delâlet ederse, onun ge­reğince hükmetmek vacib olur. Çünkü Allah Teâlâ, «Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol» buyurmuştur. Kıyas ile amel etmek ise bun­dan inhiraf etmektir» buyurmuştur. Bu bakımdan Kur'an, abdest azalarını lafızda tertipli bir şekilde getirdiğinden abdestte tertip vaciptir. Yine zekâtta, deveden deveyi, sığırdan sığın verme emri geldiğinde, buna itibar etmek vacip olmuştur. Kur'an'da Allah'ın emri ne için varid olmuşsa, onun hakkında öylece hükmetmek ge­rekir. Tüm bunlar, emrolunduğunda dosdoğru olmak hükmün­den neşet etmektedir. [90]

Alusî, kendi tefsirinde Fahreddin Razi'nin bu görüşünü tenkid edip, «-Vav- ile atfolunan emirlerdeki tertibin vacib olması hiçbir şey değildir» diyerek bazı misaller getirir. Sonra da, «Allah, Fah-ruddin Razi'yi affetsin. Sanki abdestte tertibi vacip saymayan Ha-nefîler kesinlikle bağîdirler, Allah'ın sınırını aşmışlardır ve bun­larla da müstakim olmalarına hükmetme ihtimali yoktur demek istiyor. Eğer gerçekten böyle demek istemişse bu bir çeşit zulüm­dür» demektedir  [91]

 

Zalime Meyletmek Haramdır

 

(113) «Zulme sapanlara en ufak...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani, zalimlere en az bir meyi ile dahi meyletmeyin.

uZulme sapanlar» ile kastedilen, İbn Cerir ile İbn Ebi Hatim' in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, müşriklerdir. «Meyi» ise sevgi ile kalbin onlara yönelmesidir. Bazıları, zulmü de, meyli de daha genel bir anlam ile tefsir etmişlerdir. Yani kendisinden zu­lüm sadır olan kimseye, o zulüm isterse şirk, isterse başka bir şey olsun meyi etmeyin.

Bazı müfessirler, buradaki zulüm kelimesi ile mutlak zulüm kastedilsin diye Allah Teâlâ'nm «Zalimlere meyletmeyin» deme­yip, {(Zulme sapanlara meyletmeyin» dediğini söylemişlerdir. Za­limlerden mutlak mânâ kastedilirse, bu yasaklama onlara dalka­vukluk yapmayı, gücü olduğu halde onları tenkid etmemeyi, on­ların giysileriyle giyinmeyi, onların durumunu büyütmeyi ve hiç neden yokken onlarla konuşmayı içerir. Yani bunların hepsi zu­lümdür, zulme sapmaktır. O tür kimseler geldiğinde ayağa kalk­mak ve benzeri davranışlarda bulunmak da bu meylin kapsamına girer. Bu yasağın temeli zulüm üzerine kuruludur. Çoğul sigası-nın kullanılması ise, muhatapların topluluk olması nedeniyledir. Bazılarına göre ise mübalağa içindir. Yani onlar bir topluluk ol­duğu için onlara dalkavukluk yapma ruhsatının olduğu söylenme­sin diyedir. Böyle olsa dahi, onlara dalkavukluk yapmak ve mey­letmek ateşin dokunmasına sebep olur.

Ayette geçemAteş» ile kastedilen cehennem ateşidir. Bu ayet bugün olduğu gibi, bütün asırlarda insanlar için çok önemlidir. Çünkü az da olsa zulme sapan bir kimseye meyletmenin akibeti buysa, zulümde yerleşenlere meyletmenin hali ne olacaktır? On­larla sohbet etmek için can atanların, onlarla konuşmayı şeref te­lakki edenlerin, onları sevindirmek için hem ruhunu, hem de be­denini yoranların, onlardan menfaat sağlamak için yaya ve süvarileri kışkırtanların, gözlerini onların dünyalığına dikip, onlara dünyada verilenlere gıpta ederek, onun hakikatinden gafil, sonu­cunun nereye varacağından habersiz olanların durumu nicedir? Böyle kimselere zulme sapmış demek yerine, zalimlerin ta kendisi demek daha uygundur. Nitekim bir kimse Süfyan'us-Sevrî'ye <(Ben zalimlere elbise dikiyorum. Acaba onların yardımcılarından sayılır mıyım?» diye sorduğunda o, «Hayır sayılmazsın! Çünkü sen onların ta kendisi olmuşsun. Onların yardımcısı sayılabilecek kimseler, sana iğneyi satanlardır» diye cevap vermiştir.

Meşhur alim Zührî sultanlarla sıkı ilişkilere girdiğinde, nasi-hatçilerden biri ona şu hakikatları yazmıştır:

— Ey Eba Bekr! Allah bizi de, seni de fitnesinden korusun. Sen öyle bir hale girdin ki seni tanıyanlara sana dua etmek dü­şer. Sen yaşlı bir ihtiyarsın. Sana vermiş olduğu zekâdan, sana Kitabı'm bildirmesinden ve peygamberin sünnetini sana öğretme­sinden dolayı Allah'ın nimetleri, omuzlarına ağır geldi. Senin için dua etmek gerekir. Allah Teâlâ'nın, alimlerden almış olduğu söz böyle değildir. Çünkü O, «Kesinlikle onu insanlara açıklayacak ve gizlemeyeceksiniz» (Alu İmran: 187) diye buyurmuştur. Bilmiş ol ki, işlemiş olduklarının en kolayı, yüklenmiş olduğunun en ha­fifi, zalimin vahşetini ünsiyete çevirmendir. Oysa sen, herhangi bir hakkı yerine getirmeyen, herhangi bir bâtılı terketmeyen bir kimseye yaklaşmak suretiyle, delâlet yolunu kolaylaştırmış ol­dun. Onlar seni değirmenin alt taşı yaptılar. Senin üzerinde bâ­tıllarım öğüttüler. Seni köprü yaparak üstünden belâlarına ulaştı­lar. Seni merdiven edinerek ve sana binmek suretiyle delâletlerine vardılar. Seninle alimleri şüpheye düşürüyorlar. Yine seninle ca­hillerin kalplerini elde ediyorlar. Onların sende tahrip ettikleri­nin yanında senin için tamir ettikleri çok azdır. Ama senin dinin­den ifsad ettikleri ve senden aldıkları pek çoktur. Seni Allah'ın, «Onlardan öyle nesiller türedi ki namazı zayi ettiler, şehvetlerinin peşine takıldılar. Böylece onlar da azgınhklarıyla karşı karşıya geleceklerdir» (Meryem: 59) ayetinin kapsamına girmekten emin kılan nedir? Sen cahil olmayanla muamele ediyorsun. Gafil olma­yan, aleyhindeki her şeyi tesbit eder. Dinine hastalık katılmıştır, hemen onu tedavi et. Veya yolculuk hazırdır. O sefer için azığını hazırla. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli değildir. Vesse­lam. [92]

Evzaî, ((İdareciyi ziyaret eden alimden, Allah katında daha çok buğz edilen bir şey yoktur» demiştir.

Muhammed b. Seleme, pislik üzerindeki kara sineğin, saltanat erbabının kapısında Kur'an okuyandan daha güzel olduğunu söy­lemiştir.

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Kim bir zalimin devamı için dua ederse o, Allah'ın yaratmış olduğu yeryüzünde, Allah'a isyan etmeyi istemiş olur».

Muhakkak ki mezkûr ayet, zulümden ve zalimlerden kişiyi en açık şekilde sakındırmâktadır. Bu bakımdan Hasan Basri, di­nin iki Zâ'da mündemiç olduğunu söyler. Birincisi «Lâ tetgav» (Aşırı gitmeyin), ikincisi, «La terkunû» (Zalimlere meyletmeyin).

Hikâye edildiğine göre, el-Muvaffak, Ebu Ahmed ve Talha, Abbasî imamının arkasında namaz kılarken, imam bu ayeti oku­yunca Ebu Ahmed bayılarak yere düşer. Ayıldığında ona niçin, bayıldığı sorulur. O da şöyle cevap verir: «Bu hüküm zulmedene meyleden kimseler hakkında olduğuna göre, acaba zalim hakkın­da neler vardır?»

Ayetteki hitab, Hz. Peygamberle birlikte bulunan müminle­redir. Allah Teâlâ, istikameti ve istikamet üzerinde sabit olmayı emrettikten sonra bu iki yasağı getirmiştir. Bu yasaklar, o istikamet emrinin tekididirler. Çünkü «Dosdoğru ol» emrinden mak-sad, istikamette devam ederek, sebat göstermektir.

«Sizin Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur»; yani hiçbiri­nizin bir yardımcısı yokdur.

«Sonra yardım da edilmezsiniz». Çünkü Allah'ın ezeli hük­münde, sizlerin zalimlere meyletmenizden dolayı azaba duçar kı­lınacağınız ve bunun yanınıza bırakılmayacağı geçmiştir.

(114) «Gündüzün iki tarafında...»Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet, beş vakit namazı toplu olarak ifade eden ayet­lerdendir. Çünkü Allah Teâlâ burada, gündüzün iki tarafında» demekle, birinci tarafa sabah ve Öğle, ikinci tarafa da ikindi ve akşam vakitlerini, «Gecenin yakın saatlerinde» demekle yatsı na­mazım ifade etmiş olmaktadır. Buradaki namaz ile farz namazı kastedilmektedir.

Namazı ikame etmekse, onu eda etmek ve kılmaktır. Bazıla­rı namazı ikame etmenin, namaza devam etmek, bazıları da na­mazı ilk vakitlerinde kılmak olduğunu söylemektedirler.

«Gündüzün iki tarafında» ifadesi öğleden önce ve öğleden son­raki taraflara işaret eder. «Gecenin gündüze yakın olan saatleri» anlamındaki «Zulef» kelimesi, -izlef- kökünden gelir ve yaklaşma anlamındadır.

Leys'e göre, «Zulef» gecenin öncesinden bazı zamanlardır.

Sa'lebi'de aynı görüştedir. Ebu Ubeyde ve Ahfeş'de bu görü­şe katılmışlardır.

İbn-i Kuteybe'ye göre, «Zulef» gecenin saatleri demektir. Çün­kü gecenin zamanlarına ve her saatine zulef denilmektedir.

Alusî'ye göre «Gündüzün iki tarafında» ifadesiyle kastedilen sabah ve ikindi namazlarıdır. Nitekim bu görüş, Hasan Basri, Dahhak ve Katade'den de rivayet edilmiştir.

îmam Taberi ise, îbn Abbas'tan gelen şu rivayeti tercih et­mektedir:

Burada kastedilen sabah ve akşam namazı vakitleridir. Çün­kü, gündüz fecrin doğuşundan, güneşin batışına kadar olan za­manın adıysa eğer, o zaman akşam namazı gündüzden çıkmış olmaktadır. Ve mecazen gündüzün tarafı sayılmaktadır. Aslın­da o, gecenin tarafıdır. Yok eğer gündüz, güneşin doğuşundan ba­tışına kadar olan zaman dilimi ise, o takdirde sabah namazı da akşam namazı gibi mecazen gündüzün tarafı olur.

Mücahid ile Muhammed b. Ka'b'ul-Kurzî'ye göre, ilk taraf sabah, ikinci taraf da Öğle ve ikindidir. İbn Atiyye de bu görüşü tercih etmiştir. Ancak bilindiği gibi, öğleyi ikinci taraftan saymak biraz muğlak olur. Çünkü öğle vakti, tam gündüzün ortasıdır ve ortaya ancak uzun bir mecaz yoluyla taraf denilebilir.

Müfessirlerin çoğuna göre, zulef namazı ile kastedilen, akşam ve yatsıdır. Nitekim Hasan Basri bu hususta merfu bir hadis ri­vayet etmiştir. İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayette ise, İbn Abbas zulef namazını Aleme (yatsı) namazı olarak kabul etmiş­tir. Bu ise şafak kaybolduktan sonra gecenin üç kısmından ilk kısmıdır. Zulef namazı, yatsı namazının en son vaktine de deni­lebilir.

«Gündüzün iki tarafında» ifadesi ile kastedilenin, öğle ile ikin­di, zulef namazlanyla kastedilenin de yatsı ve sabah namazları olduğunu söyleyenler, çok garip bir yorum getirmiş olmaktadır­lar.

Bazılarına göre de «Zulef» kelimesinin anlamı, yakınlık de­mektir. Zemahşeri'nin görüşüne göre onu, «Namaz» kelimesine atfetmek gerekir. Yani «Gündüzün iki tarafında ve geceden olan zulef vaktinde de namaz kıl».

Bazıları bu yoruma göre kastedilenin, yatsı ve teheccüd na­mazları olduğunu söylemişlerdir. Çünkü teheccüd namazı da Hz. Peygamber'e (s.a) vacipti. Veya yatsı ile vitir namazıdır ki Ebu Hanife de bu görüşü benimsemiştir. Çünkü Ebu Hanife'ye göre vitr vaciptir. Veya bunların hepsi kastedilmiştir. Nitekim cem'in zahiri de bunu gerektirir. Bu, akşam ve yatsı namazlanyla da yo­rumlanabilir. Nitekim cem'in tesniye(iki) olarak kullanılması Arapçada vâkîdir. Bu takdirde her rekatın Allah'a yaklaştıran bir ibadet olduğu tarzındaki durumu nazar-ı itibara almaya gerek kal­mamaktadır.[93]

 

İyilik Kötülüğü Siler

 

«Doğrusu iyilikler, kötülükleri siler»; yani onlara keffaret olurlar, kötülüklerden gelen cezadan insanı kurtarırlar. Aksine kö­tülükler arazdırlar. Arazlar peydan olduktan sonra, yokolup gi­derler. Onları silerler, yani onların karşılığı olan cezayı silerler.

«Yuzhibne» fiili bazılarına göre kötülüklerin amel defterle­rinden silinmesini anlatmaktadır. Birtakım rivayetler de bunun delilidir.

Bazı müfessirlere göre, «Yuzhibne» füli, «Kötülükleri işlemek­ten alıkoyar» anlamındadır. Tıpkı, «Kuşkusuz ki namaz fuhşiyat-tan ve münkerden alıkoyar» (Ankebut: 45) ayetinde olduğu gibi. Bu yorum uzak bir yorum olmakla birlikte, sahabilerden ve tabi­inden gelen rivayetlere de ters düşmektedir. Dolayısıyla böyle bir rivayete güvenmek doğru değildir.

Ayetin zahirine bakılırsa, burada iyilikler farz namazları kapsadığı gibi, diğer farz ve nafile taatleri de kapsamaktadır. Yani tüm bunlar hasene-iyiliktir.

Bazılarına göre, burada hasene (iyilik)ler ile sadece farz namazları kastedilmiştir. Çünkü «Beş vakit namaz, aralardaki sa­mana, bir cuma öbür cuma'ya bir ramazan öbür ramazana ka­dar, bu süreler içinde işlenen günahlara keffaret olur» şeklinde hadis varid olmiştur.

Ancak bu husus dikkatle ele alınmalıdır. Çünkü Ebu Hürey-re'den gelen sahih bir hadiste, «îmam Fatiha'nın sonunda -amin-dediğinde, siz de -amin- deyin. Çünkü melekler imamla birlikte -amin- derler. Kimin -amin-i meleklerin -amin-ine rastgelirse, onun geçmiş ve gelecek tüm günahları affolunur» diye buyurulmuştur. Yine sahih bir hadiste bildirildiğine göre, «Arefe günü geçmiş ve gelecek bir yılın keffarelidir».

Ebu Davud «Sünen»inde hasen bir senetle Sehl b. Muaz b. Enes'ten, o babasından, o da Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle riva­yet etmektedir:

«Yemek yedikten sonra 'Bana şu yemeği yediren ve gücüm, kuvvetim olmaksızın beni rızıklandıran Allah'a hamdolsun' diyen kimsenin geçmiş günahları affolunur. Bir elbise giyerken, 'Bu el­biseyi bana giydiren ve gücüm kuvvetim olmaksızın bana rızık ve­ren Allah'a hamdolsun' diyen kimsenin de geçmiş ve gelecek gü­nahları affolunur.

Daha başka birçok rivayetlerde, farz olmayan fiillerin birçok günahlara keffaret olduğu bildirilmiştir. Bazı tefsir alimlerine gö­re, buradaki hesenat ile farz namazlar kastedilmektedir. Çünkü nüzul sebebi bildirilen bir rivayette şöyle denilmiştir.

Ensar'dan Ebu'1-Yusr, bir kadım öptükten sonra pişman olur ve Hz. Peygamber'e giderek yaptığını ona söyler. Hz. Pey-gamber (s.a) Ebu'l-Yusr'a Eabbinin emrini beklemesini buyurur ve namazını kıldıktan sonra ona hitaben, «Bu namazla git. Çünkü bu namaz yaptığının kefaretidir» der.

Bu görüş, İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Müseyyeb'den de riva-      s yet olunmuştur.

Mücahid'den gelen rivayete göre, ayetteki hasenat şu lafızlar­dan ibarettir.

a) Subhanallah (Allah her türlü ortaktan münezzehtir)

b) Elhamdülillah (Hamd ancak Allah'a mahsustur)

c) Lailaheillallah (Allah'tan başka ilah yoktur)

d) Allahu Ekber (Allah her şeyden yücedir)

e) Vela havle vela kuvvete illa billah'ü-Aliyyü'l-Azım (Güç ve kuvvet yüce ve büyük olan Allah'ındır)

Bu yoruma dikkat etmek gerekir. Çünkü ayette geçen «sey-yiat» ile çoğu müfessire göre küçük günahlar kastedilmektedir. Zira büyük günahları ancak tevbe siler. Nitekim el-Âlâ'dan riva­yet edilen şu hadis delil olarak gösterilmiştir: «Beş vakit namaz aralarındaki günahların keffareti olur. Ancak büyük günahlardan korunma şartıyla» (Müslim).

Bu rivayet, çözülmesi zor bir mesele olarak kabul edilmiş­tir. Çünkü küçük günahlar, büyük günahlar ile keffaretlendiril-miş (silinmiş) iken, başka bir ayette «Eğer siz nehyolunduğunuz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizin günahlarınızı örte­riz (sileriz) (Nisa: 31) diye buyurulmuştur. O halde beş vakit ne­yi silmektedir?

el-Belkınî cevap olarak şunları söylemiştir:

Bu itiraz kabul edilemez. Çünkü ayet ile kastedilen, «Tüm ha­yatınız boyunca büyük günahlardan sakınırsanız» şeklindeki bir mânâdır. Yani insan iman ettiği veya mükellef olduğu zamandan, ölümüne kadar bu şekilde devam ederse, Allah Teâlâ onun küçük günahlarını siler. Hadiste ise, aynı günde kılınan namazlar arasın­daki günahların silinmesi sözkonusu edilmiştir. Ancak aynı günde büyük günahlardan da sakınmak gerekir. Bu bakımdan hadis ile ayet arasında herhangi bir çelişki yoktur.

Zahir olarak ayet ile kastedilen büyük günahlardan sakınma­nın sevabının her zaman o anda olan küçük günahların keffareti olmasıdır. Kadı Beyzavi de bu yorumu teyid etmektedir.

Hafız İbn Hacer, el-Belkmî'niden naklettikten sonra, ardın­dan şunları söylemektedir:

Şayet bir sual varid olursa, o sualden kurtuluş kolaydır. Şöy­le ki: Büyük günahlardan sakınmak, ancak beş vakit namazı kıl­makla mümkündür. Beş vakit namazı kılmayan kimse, zaten bü­yük günahlardan sakınmış sayılmaz. Çünkü beş vakit namazı ter-ketmek de büyük günahlardandır. Böylece günahların silinmesi, beş vakit namazın eda edilmesine bağlanmış olmaktadır.

Ebu'l-Yusr'dan gelen hadisin zahirinden anlaşılıyor M, güna­hın silinmesi namazla olmuştur. Çünkü tevbe tek başına da, daha önceki günahları silip götürür. Eğer biz ibadetlerle birlikte tevbe-yi şart koşarsak, o zaman ibadetlerin günahlara keffaret olma özelliği kalmaz. Oysa ibadetin keffaret olma özelliği sabittir. Bu bakımdan ibadetle birlikte tevbenin de şart koşulması ortadan kalkar. Ancak bu, Ebu'l-Yusr'un pişman olmasının sahih bir tev­be olarak kabul edilmemesi halinde böyledir. Aksi takdirde kefa­ret tevbe ile vuku bulmuş sayılır. Çünkü tevbe, ibadetten önce­dir.

Subki'den  nakledüense   şudur:   Tevbenin kabulü keffarettir.

Bunun böyle olmasının Allah Teâlâ'nın bir fazlı olduğu muhak­kaktır. Âsî bir kimsenin tevbesinin kesinlikle kabul edileceği hu­susunda Ehli Sünnet'in iki görüşü vardır.

a) İmam'ul-Haremeyn'e göre, tercih edilecek olan, tevbenin günaha kefaret olmasıdır. Nitekim Nevevi, İmam'ul-Haremeyn'in bu görüşünü en sahih görüş olarak kabul etmektedir. O el-Bur-han'm şerhinde, «Bize göre en doğrusu tevbenin kesinlikle günah­lara keffaret olmasıdır» der.

b) el-Huleymi'ye göre, Allah'ın tevbeyi kabul etmesi, üzeri­ne vacip değildir. Ancak Allah Teâlâ kullarının tevbesini kabul edeceğini kendisi haber verdiğinden ve onun va'dinden dönmesi münkün olmadığından, anlıyoruz ki Allah Teâlâ, sahih tevbeyi ulû-hiyetinden bir fazl olarak reddetmez. Buradaki ihtilaf, büyük gü­nahlardan sakınmanın benzeri davranışların günahlarının kefare­ti olması hususundaki ihtilaf gibidir. Yani bunun kat'î mi, zannî mi olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.

Allame Necmuddin Nesefî ile Sadr'uş-Şeria'ya göre, küçük günahlardan dolayı ceza vermek mümkündür. İsterse bu günah­ları işleyen büyük günahları da işlemiş olsun, isterse olmasın. Çünkü bu husus, «Allah dilediğini affeder, dilediğini ise azaba du­çar kılar» (Kehf: 45) ayetinin kapsamına dahildir. Ayrıca «Bu Kitab'a ne oluyor ki, küçük, büyük bırakmaz da hepsini sayar?» (Kehf: 49) ayetinin kapsamına da girer. Çünkü ayetteki «sayma», ancak soru sormak ve ceza tatbik etmek için olmaktadır. Bu hu­susta, buna benzer daha nice ayet ve hadisler vardır.

Mutezile, bu hususta muhalefet etmiştir. Onlar büyük günah­lardan sakındıktan sonra, küçük günahlardan dolayı azap edil­mesini mümkün görmekte ve «Eğer büyük günahlardan sakınırsa­nız» (Nisa: 31) ayetini delil olarak göstermektedirler. Ancak on­lara bu ayetteki büyük günahlardan kastedilenin küfür olduğu şeklinde cevap verilir. Nitekim el-Kebair Iafzındaki çoğul kullanı­mın küfrün ve küfürle vasıflı kimselerin çeşitliliğine işaret oldu­ğu söylenmiştir. Yani; «Eğer siz küfürden sakınırsanız, sizi salih kullar yapar, günahlarınızı sileriz».

Ancak bu cevap da, Mutezile'nin itirazı gibi zayıftır.[94]  

«Zehair»de, cevapların hem büyük hem de küçük günahlara kefaret olan kısımlarının olduğu da söylenmiştir. Çünkü, «Kim şunu yaparsa, geçmiş ve gelecek günahları affolunur, kim de şu­nu yaparsa annesinden doğduğu gün gibi günahsız olur» tarzında birçok hadisler rivayet edilmiştir.

Ayetteki «HasenaUn genel olarak kabul ettiğimiz takdirde onun zıddı olan «Sey<jiatı» da genel olarak kabul etmemiz gerekir. Gerek hasenatı, gerekse seyyiatı tahsis etmek ise, ayetin zahirine ters düşer. Allah Teâlâ'mn ilâhî fazlı geniştir. Nitekim bazı alim­ler bu görüşe meyletmiştir. İbn Abdilberr de bunu bazı çağdaş­larından rivayet etmiştir. İbni Abdilberr'in çağdaşları ifadesiyle kastedilen Ebu Muhammed el-Muhaddisdir. Ancak bu zatın yoru­mu kabul edilmemiştir. Nitekim bazıları onun, abdest ile nam;1-zın büyük ve küçük günahların kefareti olduğunu; zira, hadisle­rin zahirinden böyle anlaşıldığını söylediğini nakletmektedir ki onun bu sözü açıkça cehalettir ve Mürcie'nin düşüncelerine katıl­mak demektir. Eğer gerçek onun dediği gibi olsaydı, o takdirde tevbenin emredilmesinin bir anlamı kalmazdı. Oysa tevbenin far-ziyetinde müslümanlar icma etmişlerdir. Yine Ebu Hüreyre'den gelen sahih bir hadiste, büyük günahlardan sakınmak şartıyla, beş vakit namazın aralarında vâki olan günahların keffareti oldu­ğu bildirilmiştir.

Bu hususta, Alusi'nin tefsirinde geniş bilgi bulunmaktadır. Ayrıca bu görüşlerin bazılarına verilen cevaplar da vardır. İsteyenler «Ruh'ul-Meani»rûn ilgili bölümüne (cilt: 12, sh:  159, vd.) başvurabilirler.

«Bu nasihattan istifade edenlere bir va'z ve öğüttür» cümle­sinin tefsirinde şu hususlar ileri sürülmüştür:

Bazı müfessirlere göre, «Zalike» (Bu) lafzı, ism-i işarettir ve daha önce tavsiye edilen istikamete, yasaklanan tuğyan'a; mene-dilen zalimlere meyletmeye ve vaktinde kılınması emredilen na­mazlara işaret etmektedir. Zemahşerî, bu yorumu tercih etmek­tedir [95] Ebu Hayyan'a göre ise, «Zalike» lafzı namazın ikamesine ve hatırlatmaya işarettir. Bazılarına göre de «İyilikler, kötülükleri siler» ifadesine işaret etmektedir.

îmam Taberi'ye göre, bu surede geçmekte olan bütün emir ve yasaklara, bazı müfessirlere göre de Kur.an'a işaret etmekte­dir.

İsm-i İşaret'in namazın ikamesine delâlet ettiği görüşünde olan kimseler ayette geçen «Zikra» lafzını «Tevbe» ile tefsir etmiş­lerdir.

(115) «Sabret! Kuşkusuz ki Allah...»Bu Ayetin Tefsiri

Mezkur ayet, dikkatleri İslâm dininde sabrın önemine çek­mektedir. Adeta Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demek istemiş­tir: «Zikredilenlerden daha önemli ve tavsiyeye daha uygun olan bir şeye yapış, o da emrolunduğun hususları yerine getirmek ve yasaklanan hususlardan da sakınmakta sabır göstermendir». Yani bu durumlarda sabır gösterilmezse  sabır tamamlanmış sayılmaz.

Allah Teâlâ, istikameti emretmiştir. Bu ise sözle, fiille ve akid-le Allah'ın taati üzerinde sabretmektir. Böyle bir sabır da, Al­lah'ın masiyetinden uzaklaşmak üzerindeki sabn içerir ve bunun­la birlikte Allah Teâlâ'nm zikrettiklerinin tümü ancak sabırla ika­me edilebilir. Bu bakımdan o zikredilenlerin içine sabır da dahil­dir.

Bazıları yasaklardan sakınmak herhangi bir zorluğu gerektir­mediği için sabrın onlarla ilgili olmasına pek itibar edilemeyece­ğini söylemişlerdir. Ancak bu iddia şöyle cevaplandırılmıştır: Ya­saklananlardan maksad, insanoğlunun kendisini onun yakalama­sından kurtaramadığı şeylerdir. Tıpkı fıtratın hükmüyle emredi­len istikametten azıcık kaymak ve beşeriyetin hükmüyle zalime azıcık meyletmek gibi. Çünkü bu tür şeylerden kaçınmak çok zor­dur.

Bazıları da bu cevaba şöyle karşılık vermişlerdir.

Fıtratın gereklerinden olan bir şeyi Allah Teâlâ yasaklamış değildir. Bu bakımdan müslüman bir kimsenin kâfir çocuğunu sevmesinin, onu günahkâr yapmayacağı söylenmiştir.

Bazılarına göre, «Ailene namazı emret ve namazda sabret» (Taha: 132) ayetinde olduğu gibi, ayette geçen sabır ile, namaza devam etmek kastedilmiştir. Yani, «Namazı tam olarak eda et ve onda devamlı oh>.

«Kuşkusuz ki Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez»; yani amellerin sevabını Allah eksiltmeksizin verir. Allah Teâlâ «Zayi et­mez» tabiriyle bunu ifade etmiştir. Çünkü O, kullarının sevablan-nm herhangi bir şeyinden onları mahrum etmekten münezzehtir. Nitekim ayetin son cümlesinden anlaşılan odur kî, sabır ihsan bö­lümüne girmektedir.

Mukatil de, buradaki «îhsann, «İhlas» ile yorumlamıştır.

İbn Abbas'tan gelen rivayete göreyse «İhsan edenler» ile kas­tedilen namaz kılanlardır. İbn Abbas sanki ayetin siyakına baka­rak böyle bir- tefsir yapmıştır. Kur'an'm belağatındandır ki, ha­yırlı fiilleri emreden ayetlerde genel bir anlam kastedilse bile, hitap önce Hz. Peygamber'edir. Yasaklamayı getiren ayetlerde bü­tün ümmete hitab edilir. Bunda da, Hz. Peygamber'in Allah katın­daki şanının ne denli büyük olduğunun açık bir delili vardır.

(116) «Sizden önceki nesiller de...»Bu Ayetin Tefsiri

«Levla» lafzı «Hella» anlamındadır. Yani tevbih ifade eder.

«el-Kurun» ise -karn-m çoğuludur, geçmiş ümmetler, nesiller anlamındadır. «Bakıyye» lafzı görüş, hayır veya fazilet anlamın­dadır. Yani, görüş sahipleri, hayır ve fazilet sahipleri niçin onlar­la olmuyorlar ki yer yüzünde fesaddan nehyetsinler? Fazilet'e «Ba­kıyye» denilmiştir. Çünkü insanoğlu her şeyin en güzelini saklar. «Filan kavmin oakıyyesindendir» ibaresi, hayırlılarındandır anla­mındadır. Yine bu kelimenin beka anlamına gelmesi mümkündür. Tıpkı takiyye kelimesinin takva anlamına geldiği gibi. Bu takdir­de ayetin anlamı; «Niçin onların arasında kendilerini Allah'ın azap ve gazabından sakındırıp baki bırakanlar olmadı?» şeklindedir.

Hatib Şirbinî, «Es-Sirac'ul-Munir» adlı tefsirinde «Bir Fayda» başlığı altında şunları söyler: «Halil'den hikâye edildiğine göre, Kur'an'da geçen ne kadar -Levla- lafzı varsa, -Hella- anlamında­dır. Tevbih ve Tahdid harfidir. Sadece Saffat süresindeki -Levla-bundan müstesnadır».

Zemahşeri'ye göre bu rivayet sahih değildir. Çünkü Saffat su­resinin dışında da «Levla», -heîla- anlamına gelmemiştir. Mesela, «Levlaen tedarekehu», «Levla ricalun muminun», «Levlaen Sebet-nâke» ifadelerinde «Levla» -hella- mânâsında kullanılmamış­tır  [96]

«Ancak bunu onların arasından kurtardığımız pek az kimse yaptı», yani o geçen nesiller arasından kurtardıklarımızdan olan «Az»l&r sadece, fesadı nehyettiler; diğerleri ise fesadı nehyetmeyi terkettiklerinden dolayı helak oldular. Allah Teâlâ burada, geç­miş ümmetlerin başlarından geçen, onları silip-süpüren ve her şeyi alıp-götüren azabın iki sebebini beyan ediyor. Birinci sebep, onların içinde yeryüzünde yapılan fesada karşı çıkan bir toplulu­ğun bulunmaması, ikinci sebep de, «Zulmedenler, kendilerine ve­rilen refahın ardına. düştüler» ayetidir. Yani şehvetlerinden ni­met olarak onlara verilenlerin ardına düşüp, onların sebeplerini elde etmeye himmet gösterdiler ve onun dışında olanlardan yüz çevirdiler. Kendileri ise kafirdirler.

Ayetin sonunda gelen «Mücrimin» lafzı kafirler anlamında­dır. Ayetten anlaşıldığı üzere bir milletin içinde yeryüzündeki fe­sada karşı savaşan bir topluluk bulunmazsa ve bununla birlikte zalimler de kendilerine verilen lüks ve saltanatın peşine düşerler­se, o millet heJâk olur. Çünkü Allah Teâlâ'nm hükmünde istisna yoktur ve hükmü geneldir. Eğer bir toplumun idamesi isteniyor­sa, mutlaka o toplumu uyaracak kimseler kendi içinden çıkmalı ve o toplum bu kimselere imkân tanımalı, şehvetlerinin ardına takılmamalıdır. Sadece şehvetleri tatmin eden konulara yönelip de, diğer konuları ihmal etmemelidir. [97]

 

İslah Etmenin Önemi

 

(117) «Halkı ıslah edici kimseler...»Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ bu ayette, yurtların beldelerin ve ülkelerin halk­larını aralarındaki ilişkilerde dürüst olmadıklarından dolayı he­lak ettiğini ifade etmektedir. Zulüm olan şirkle, Allah'a ortak koş­makla onları helak etmiş değildir. Yani Allah Teâlâ, bir ülkenin halkını sadece müşrik oldukları için helak etmez. Eğer birbirleri arasındaki ilişkilerde, aliş-verişlerinde doğru dürüst davranıyor-larsa, sadece şirk içinde oldukları için kökten silip, götüren azap onlara gelmez. Ancak ilişkilerinde bozuk davranırlar, eziyet ve zulmü artınrlarsa helak olurlar. Bu noktadan hareketle şöyle denilmiştir:

«Allah'ın haklarının temeli, müsamaha ve musâlaha üzerine, kulların haklarının temeliyse, darlık ve kıtlık üzerine kurulmuş­tur».

Yine «Mülk küfürle birlikte kalır ama zulümle kalmaz» de­nilmiştir.

Bu bakımdan Nuh, Hûd, Lût ve Şuayb kavimleri üzerine inen kökten silici azap, Allah'ın da bildirdiği gibi, halka yaptıkları zu­lüm ve eziyetten Ötürü gelmiştir.

Ayette geçen zulüm lafzı şirk anlamındadır. «Ba» harfi ise sebebiyet bildirir. Yani «Rabbin şirk koştuklarından dolayı bir ül­kenin halkını helak etmez». [98]

Alusi'ye göre, «Bizulmin» lafzı failin halidir. Yani «Allah on­lara zulmettiği halde onları helak etmez». Bu takdirde zulüm laf-zindaki nekrelik ve tenvin tazim içindir. Ve işaret eder ki, ıslah edenleri helak etmek büyük bir zulümdür. Bu ayette kastedilen en açık şekilde Allah Teâlâ'yı zulümden tenzih etmektir. Aksi tak­dirde, Allah Teâlâ'mn kullan hakkında icra ettiği ne olursa ol­sun zulüm sayılmaz. Çünkü Ehli Sünnet'in temel prensiplerinden biri de budur. İbn Atiyye'de bu yorumu tercih etmiştir.

Taberi'ye göre, Zulüm ile kastedilen şirktir. Ve Ba, harfi se-bebiyyet bildirir. Yani, «Allah şirk koştuklarından dolayı, halkı ıslah edici olan bir ülkeyi helak etmez». İbn Atiyye'ye göre, Ta-beri'den gelen bu yorum zayıftır. Öyle ki bu yorumu Öne süren kimse, sanki, «Mülk küfürle birlikte kalır ama zulümle kalmaz» kanaatine kapılmıştır. Bu yorumun zayıf olmasının nedeni, muh­temelen bazı müdekkiklerin öne sürdüğü şu noktadır:

En çirkini Allah'a şirk koşmak olan münkeratm yasaklan­dığı bir durumda, böyle bir yorum uygun değildir. Çünkü şirk yeryüzünde yapılan fesadlığa her şeyden önce girmektedir. Bu bakımdan, tüm peygamberler ümmetlerini önce şirkten menettik-ten sonra, diğer günahlardan menetmişlerdir. Nitekim Cübeyr'den rivayet olduğuna göre, bu ayetin yorumu Hz. Peygamber'e so­rulduğunda, o şöyle buyurmuştur: «Onun halkı ıslah ediciler ol­dukları halde, demek bazıları diğerlerine insaflı davrandıkları hal­de mânâsmdadır» (Tabarani, İbn Merduveyh, Ebu Şeyh, Deyle-mi).

Bu hadisi İbn Ebi Hatim ile el-Haraiti de, mevkuf olarak ri­vayet etmişlerdir. Bu hadis, Taberi'nin yorumunu desteklemekte­dir. Muhtemelen bu sabit değildir. Aksi takdirde bu yorumu bıra-kıp, diğerine gitmek müşkül olur [99]

 

Meal

 

118- Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek ümmet kılardı. Fakat onlar ihtilaf etmeye devam edip, durmaktadırlar.

119- Ancak rabbinin rahmet ettikleri müstesnadır. Onları bu­nun için yaratmıştır. Rabbinin «Andolsunki ben cehennemi hep insanlar ve cinlerden dolduracağım» şeklindeki va'di yerine gel­miştir.

120- Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini tatmin ve teskin edeceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda da sana hak, müminlere öğüt ve uyarı gelmiştir.

121- İman etmeyenlere de ki: «Yerlerinizde durup elinizden geleni yapın, biz de gerekeni yapıyoruz».

122- «Bekleyin! Şüphesiz ki biz de bekliyoruz».

123- Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler hep ona döndürülür. Öyleyse (yalnız) O'na kulluk et ve (yalnız) O'na te­vekkülde bulun. Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz de­ğildir.[100]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(118)  «Eğer Rabbin diîeseydi...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, eğer Rabbin dileseydi hak din üzerinde bir araya gelmiş oldukları halde, insanları bir ümmet kılardı ve onlar arasında kimseden de küfür sadır olmazda. Ancak Allah bunu dilememiş, onlarda hak üzerinde toplanmamışlardır. Nitekim, «Eğer biz di-leseydik, muhakkak herkese hidayet verirdik» (Secde : 13) bu-yurulmuştur. Bu yorum İbn Abbas ve Katade'den rivayet edil­miştir.

Dahhak'a göre de mânâ şöyledir: «Eğer Allah dileseydi onları hidayet veya dalâlet üzere bir araya getirirdi. Oysa onlar bazıları hak, bazıları da bâtıl üzerinde sürekli bir şekilde ihtilaf içinde olmaya devam edeceklerdir». Bu görüş aynı zamanda İbn Ebi Hatim tarafından İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Muhteme­len burada, dinî esası olan inançlarda hak, bâtıl ve ihtilaflar söz konusu edilmektedir. Konum itibariyle bu anlaşılmaktadır.

Bazılarına göre de, ister akidevî, ister fer'î meseleler, isterse dinin diğer meseleleri olsun, tüm ihtilaflar kastedilmektedir. Çün­kü Kur'an'm nazmında, buradaki ihtilafın özel bir ihtilaf olduğu­na delâlet eden hiçbir karine bulunmamaktadır. Nitekim Ebu Hayyan, ilk yoruma göre, «Ancak rabbinin rahmet ettikleri müs­tesnadır» ifadesindeki istisnanın, muttasıl olduğunu söylemiştir.

El-Hufi ise, ikinci yoruma göre bu istisnanın nıunkatı olduğunu öne sürmüştür. Böylece dinin esaslarında değil, fer'î meselelerin­de ihtilaf eden hak imamlar, Allah'ın rahmetine nail olanlar içe­risine girmiş olmaktadırlar.

(119) «Ancak Rabbinin rahmet...» Bu Ayetin Tefsiri

«Halakahum»d&ki -hum- zamiri insanlara, Hasan Basri ve Ata'dan rivayet edildiğine göre, «Zaüke»de ihtilafa racidir. Yani adeta şöyle denmiş olmaktadır: «Allah insanları ihtilaf için yarat­tı». Elbette bu ihtilafm sonucuna göre ve ona binaen böyledir. Çünkü onlardan bir grup cennette, bir grup da cehennemdedir. Bu takdirde «Lizalike» lafzının başındaki -Lam- harfi akibet ve seyruret -lam-ı olmaktadır. Yani sonuç böyle olsun diye Allah on­ları yaratmıştır. Çünkü yaratmanın hikmeti bu değildir, sonucu budur. Hikmet ise, «Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsin­ler diye yarattım» (Zariyat: 57) ayetinde bildirilmektedir.

Bu hususta, eğer Allah onları sadece ihtilaf için yaratmış ol­saydı, bâtılı irtikab ettiklerinde onlara azap etmemesi gerekirdi, denebilir.

Alusi Ruhul-Meani'de şöyle demektedir:

Bana göre, ayeti zahiri anlamına hamletmekte herhangi bir sakınca olmadığı gibi, bu ayetle, Zariyat Suresi'ndeki, «Ben cinle­ri ve insanları ancak bana ibadet etsinler, diye yarattım» ayeti ara­sında da bir çelişki sözkonusu değildir. Nitekim bu konunun ay­rıntıları Zariyat Suresi'nin tefsirinde verilecektir.

Ayrıca bu ayet hakkında rivayet edilen eserler ile yaratmak iradenin tâbilerindendir, îrade de ilmin tâbidir. İlim ise haddiza tında malumun tâbidir. Azap ve sevap vermek de, ancak azaba du­çar olan Ve sevaba maruz kalan kişinin üzerinde feyezan eden bir emirden dolayıdır. O emir kişideki aslî istidada göredir. Çoğu kez bu, ahirette azaba duçar edilmesine ve sevaba maruz kalınmasına döner ki onlar da azaba duçar olanın veya sevabı elde edenin üze­rinde bulunduğu istidadın tâbilerindendir. İşte bu noktadan ha­reketle, «Masiyet ve taat, şekavet ve saadetin istekçileri değil, ala­metleridir» demiştir. Bu yorumla, onların, «Eğer Allah onları ih­tilaf için yaratmış olsaydı, onlara azap etmemesi gerekirdi» şek­lindeki sözleri reddedilmiş olur. Bizim bu söylediklerimizin Kur' an ve Sünnet'te birçok delilleri vardır ve bu deliller gerçeklerin kavranması yolunda hazırlıklı olanlara gizli değildir.[101]

Mücahid ve Katade'den gelen rivayete göre, «Halakahum» (Onları yarattı) lafzındaki -hum- (onlar) zamiri önceki ayette geçen -Men- lafzına, «Zalike» ise, «Rahime» fiiline racidir. Müzek-ker getirilmesinin nedeni, ya tevilden veya rahmetin hayr anla­mında olma*sındandır. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Allah rahmetine nail olan kimseleri rahmet için yaratmıştır».

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, -hum- zamiri insanlara, «Za­like» de rahmet ve ihtilafa racidir. Yani «Allah onlan, hepsinin, ihtilafı ve bazılarının rahmete nail olmasından dolayı yarattı». Ancak burada çözülmesi zor olan bir mesele vardır. Rahmet ile ih­tilaf tesniye(ikil), ism-i işaret ise müfred (tekil )dir. Bu nasıl olur, diye yapılan itiraza, mecazi tabirlerde, bu tür durumların olabi­leceği söylenerek cevap verilmiştir.

Bazılarına göre, işaret daha sonraki söze racidir. Nitekim Kur'an da takdim, tehir vardır. Şöyleki, Allah Teâlâ'nm «Cehen­nemi hep cinlerle ve insanlarla dolduracağım» sözü tamamlanmış ve Allah bunun için de onları halketmiştir. Ancak bu yorum, Arap dilinin kullanımından cidden uzak bir yorumdur ve "kabul edi­lemez.

Bazı müfessirlere göre, «Zalike», kıyametin görülmesine işa­ret etmektedir. Fakat bazılarının bu kelimenin; «Onlardan bir kıs­ım şaki, bir kısmı da saiddir» ayetine, bazılarının; «Bir grup cen­nette bir grup da cehennemdedir» ayetine, bazılarının; «cennet ve cehennem»ef bazılarının; «ibadetler»e raci olduğu şeklindeki sözleri, Arap dilinin kullanımına uzak olan ihtimallerdir.

Bazı müdekkiklere göre, ayetteki birlik hak dindeki birlik, ihtilaf ise, yine hak dindeki ihtilaftır, yani hak dine muhalefettir, «Onlar kendilerine verilenler hakkında ihtilaf ettiler», «Onlar ken­dilerine beyyineler geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık ve zu­lümden ötürü böyle yaptılar» diye buyurulmûştur. Allah'ın ken­dilerine rahmet ettiği kimseler ile Allah'ın hidayet etmiş olduğu ve hakka, karşı çıkmayan kimseler kastedilmiştir. «Zalike» lafzı muhalefet anlamındaki -ihtilaf- kelimesine racidir. «Onları ya­rattı» ifadesinin sonundaki zamir de muhaliflere racidir. «Lâm» harfi burada sonuç bildirir. Adeta şöyle denilmek istenmiştir:

«Eğer Rabbin dileseydi, insanları hak ve islâm üzerinde kı­lardı. Ancak Rabbin bunu dilemedi ve onları hak üzerinde kılma­dı. Onlar, sürekli hakka muhalefet edip-dururlar. Ancak Rabbi-nin fazlıyla hidayet ettiği bir topluluk müstesna. İşte onlar hak­ka muhalefet etmemişlerdir».

Görüldüğü gibi bu yorumda birtakım güçlükler mevcuttur. Her ne kadar İbn Cerir ve Ebu Şeyh bu yorumun bir kısmını Mü-cahid'den rivayet etmişlerse de yorum yine bu güçlüklerle dolu­dur.

Hasan Basri'den gelen garip bir rivayete göre ihtilaf ile kas­dedilen nzık ve hallerde olan ihtilafdır. İnsanların bir kısmının diğerini gücünün altına alması da ihtilaftır.

İbn Bahr'a göre bu ihtilaf ile kasdedilen, bazılarının diğerle­rinin halefi olmasıdır. Yani, gelen, geçenin halefidir. Nitekim ih­tilaf, «İki yeni ihtilaf ettikçe» (yani, gece gündüzün, gündüz de gecenin halefi oldukça) ifadesinde de halef anlamında kullanılmış­tır. Ebu Müslim de bu yorumu tercih etmiştir. O, bu hususda «Ba­zıları diğerine, küfürde taklidi olarak halef olurlar» demektedir. Ancak Ebu Müslim'in bu yorumu üzerinde düşünmek gerekir.

Sonuç itibarıyla doğru,, bu yorumlardan hangisi olursa olsun, «nas» kelimesinden umumun, yani bütün insanların kasdedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim «İnsanlar ancak bir tek ümmetti (Baka­ra: 213) ayetinde bunun açıklaması daha önce yapılmıştı. Bu ayet­le, emrin iradeden başka olduğu ve Allah'ın herkesin iman etmesini dilemediği; zira, muhakkak Allah'ın dilediğinin olacağı, husus­larında delil getirilmiştir.

Bazı ariflere göre, Hud suresinin Hz. Peygamber'i ihtiyarlat­masının nedeni, bu Sure'nin davet üzerinde Peygamber'in müsta­kim olmasını emreden ayeti kapsadığı içindir. Bununla birlikte Allah insanları ihtilaf için halketmiş, onların hak din üzere top­lanmalarını dilemiştir.

«Allah'ın kelimesi (va'di)» ile kasdedilen, O'nun kaza ve ka­deridir. Emrinin hakkıdır. Bazen kelime, vaid, tehdit ve azap mâ­nâsına da gelir. Bazen meleklere ilka edilmiş söz mânâsı da keli­meden kasdedilebilir. Ancak ilk yorum daha güzeldir.

«Cinnet» kelimesi -cin- anlamındadır. Bu kelimeler (cinnet ile cin) aynı mânâya gelirler. İbn Atiyyeye göre, el-dnnet keli­mesindeki «te» mübalâğa içindir, cin tekil, cinnet ise çoğuldur. Bu bakımdan cinnet kelimesi, tekilinden sonundaki «Ter> harfi ile ayrılabilecek cinstendir.

Bu ayette meşhur bir soru vardır:  «Zahirinden anlaşıldığına göre bu ayet, hem cinlerin hem de insanların ateşe gireceği­ni haber vermektedir. Oysa diğer ayet ve hadislerde bunun zıd­dı haber verilmektedir».

Kadı Beyzavi, bu sorunun cevabını özetle şöyle vermekte­dir:

Ayette kastedilen cin ve insanlar ile, onların âsileri kaste­dilmektedir. Nitekim İslâm'da azap sadece âsilere mahsustur.

Bazılarına göre cin ve insanlar ile, İblis'e tâbi olanlar kas­tedilmektedirler. Çünkü «Andolsun bu cehennemi sizin (iblise hi­tap ediliyor) hepinizden (sana tâbi olanlardan) dolduracağım» (Araf : 18, Sad : 85) diye buyurulmuştur. Böylece İblis'e tâbi olan­ların tümünün cehenneme gireceği anlaşılmaktadır. Bu yorumda herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü Kur'an'm bir kıs­mı diğerini yorumlar. Burada «Usat» (Âsiler) kelimesini takdir etmeye de ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla «Ecmain» lafzı cin ve insan­lardan kastedilen tüm fertleri içine almaktadır. Bu iki tabirden insanın zihnine ilk gelen ve ecmein'den de öncelikle kastedilen şudur: Cehennem sadece bir sınıf ile değil, iki sınıf ile doldurula­caktır. Fakat anlamı, iki sınıfın tüm fertlerinin cehenneme gire­ceği şeklinde anlamamak gerekir. Burada iki sınıftan cehenneme girenler, açıklanmadan geçilmiştir ve başka bir delile havale edil­miştir.

Son yoruma, «ecmein» kelimesinin tesniye (ikil) için tekid olmasının, açık kaidelere ters düştüğü şeklinde bir itiraz yöneltil­miştir. Buna şöyle cevap veririz: Ecmein kelimesi, hakiki tesniye (ikil) için tekid olursa, böyledir. Ama o tesniyenih her bir ferdi, bir çoğuldan ibaret ise, o takdirde Ecmein kelimesinin hakikat-, te tesniye olmayıp, çoğul (cem) için tekid olduğu anlaşılır. Ancak buna, tekidin tüm âsilerin cehenneme girmesini gerektirdiği ve fakat nasslardan bunun tam tersinin anlaşıldığı öne sürülerek itiraz edilmiştir. Bu itiraz, âsiler ile Allah'ın cehenneme girmelerini takdir ettiği kimselerin kastedildiği söylenerek cevaplandırılabi­lir. Bazıları ise, bunun hepsinin cehenneme girmesini gerektirme­yeceğini aksine cehennemi dolduracak kadarının gireceğini söy­leyerek cevap vermişlerdir.

Bazıları da tasavvufî bir cevap vererek, cin ve insanlar ile as­lında cinlik ve insanlık makamlarında kalanların kastedildiğini; zira bunların fıtratın karanlıklarına daldıklarım, maddelerden ge­len kötülüklerin istikrar noktasına saplanıp kaldıklarını ve böy­lece de yüce âleme yükselemediklerini söylemişlerdir. Onlar, dün­ya hayatıyla tatmin olup, ona razı olmuşlar, mücerredat âlemin­den çıkmışlardır. İşte bunlar haklarında, «Müşrikler nedstirler, sakın onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar» (Tevbe : 28) de­nilen müşriklerdir. Çünkü müşrikler Allah'ın evine (cennete) ve Allah'ın yakınlığına layık değillerdir. Bu bakımdan sen Allah Te-âlâ'nın inşam yerdiğini ve birçok yerde onun aleyhinde bedduada bulunduğunu görürsün.

(120)   «Peygamberlerin haberlerinden...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, gramatik bakımdan çözülmesi çok güç olan ayetler­den birisidir. «Kütlen» kelimesindeki tenvin, Muzafın İleyh'in be­delidir. Yani «Külle nebein» (Tüm haberler) demektir. «Min» ise ba'diyet ifade eder. «Senin kalbini tatmin ve teskin edeceğimiz her şeyi...» cümlesi bazı ihtimallere göre, «Kütlen» kelimesinin atf-ı beyanıdır. Başka bir ihtimale göreyse, onun bedelidir. Bu­rada kastedilen, Hz. Peygamber'in (s.a) «yakin» sıfatının artması, kalbinin mutmain olması, Peygamberliği tebliğ etmekte sebat bul­masıdır. Yani, «Peygamberlerin haberlerinden olan ve senin kal­bini teskin eden her haberi sana anlatacağız».

Bu ayetin anlamıyla ilgili olarak başka yorumlar da öne sü­rülmüştür. Ayetin sonunda gelen el-Hak kelimesi, gerçeğe uygun ve sabit olan emir demektir.

«Hazihi» ise Hud suresine işarettir. Bu görüş, İbn Abbas, Ebu Musa el-Eşari, Katade ve ibn Cübeyr'den rivayet edilmiştir.

Bazı müfessirlere göre, Hazihi kelimesi hem Hud, hem de benzeri surelere racidir. Ancak bu yorum, tıpkı dünyaya raci ol­duğunu iddia eden yorumun zayıf olduğu gibi, çok kuvvetli de­ğildir. Bir rivayete göre bu görüş, Hasan Basri'den rivayet edil­mişse de kuvvetli değildir.

Bazı müfessirlere göre de «Hazihi» kelimesi bu surede geçen haberlere racidir. «Mev'izeten» ve «Zikra» kelimeleri de, eUHak kelimesine atıftırlar. Yani sana gelen bu sure hak olmakla mev'ize ve uyan olmakla da muttasıf bulunmaktadır. Birinci vasıf (el-Hak) mariîe, mev'izeten ile zikra kelimeleri de nekra getirilmiş­tir. Çünkü ilk vasıf, o surenin kendisinde bulunan gerçekten do­layı, onun hali iken, ikinci ve üçüncü vasıflar ise, başkasına kıya-sen onun hali olmuştur.

Es-Şihab'a göre, birinci vasfın marife getirilmesinin nedeni, onunla Hz. Peygamberi ilgilendiren bir durumun kastedilmiş ol­masıdır. Bu da onun tebliği, irşadı ve kendisince bilinen bir şey­le teselli edilmesidir. Mev'ize ve uyan ise, umumi bir meseledir. . Bunda herhangi bir özelliğe bakılmamıştır. îşte bu iki vasıf ara­sındaki fark, mevsufların farklı olmasındandır .Hz. Peygamber'e (s.a) hak, mev'ize ve uyan gelmiştir. Çünkü bu sure onun irşa­dını içermektedir,

(121-122) «İman etmeyenlere de ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Mekanetekum», üzerinde bulunduğunuz cihet ve durum de­mektir. Yani; «Üzerinde bulunduğunuz cihet ve duruma göre dav­ranın. Bizde kendi cihet ve durumumuza göre davranacağız. Siz bizim başımıza gelecek felâketleri bekleyip, durun, biz de sizden önceki kâfirlerin başına inenin bir benzerinin de sizin başınıza inmesini bekleyeceğiz».

Bu iki yerdeki emir sigası da tehdit ifade eder. İki ayette muhkemdirler. Yani Hz. Peygamber (s.a), onlarla bir banş yapı­yor değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a) bu emirlerle onlan teh­dit etmekte ve onlan azapla korkutmaktadır.

Bazı müfessirlere göre, burada bir anlaşma kastedilmiştir ve dolayısıyla iki ayette neshedilmiş olurlar.

(123) «Göklerin ve yerin gaybı...» Bu Âyetin Tefsiri

Allah Teâlâ, göklerde ve yerde gayb olan ve onlann içinde bulunan her sırn bilmekledir. O'nun dışında ne melekler, ne pey­gamberler, ne de hiçbir insan bunları bilemez.

«Bütün işler hep O'na döndürülür»; yani ey Muhammedi Se­nin durumunda sana karşı çıkanların durumları da Allah'a döndü­rülecektir.

«Öyleyse (yalnız) O'na kulluk et ve (yalnız) O'na tevekkülde bulun»; zira Allah sana yeter. Bu ayetin başındaki harfi tüm işlerin döneceği yer Allah Teâlâ olduğu için «O'na kulluk et ve O'na tevekkülde bulun» mânâsını ifade eder. Tevekkül emrinin, ibadet emrinden sonra gelmesi, ibadetsiz tevekkülün bir anlam ifade etmeyeceğini gösterir. İbadetin zikirde öncelik kazanması da işaret eder ki, o rütbe ve oluşum bakımından öncelik sahibi­dir.

Bazılarına göre, takdim ve tehir, şu noktadan ileri gelmekte­dir. İbadet ile kastedilen, irşad, tebliğ ve diğer emirlerin yerine getirilmesi tevekkül ile kastedilen de, bu işler de gösterilecek olan tevekküldür. Yani «Emrolunduğun hususları yerine getir. Da'vet ve tebliğe devam et ve bu hususda Allah'a dayan. İman etmeyen­lere aldırma, onlardan dolayı göğsün daralmasın».

«Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir» cümle­sindeki hitap, Allah Teâlâ'nın gerçek muhatabı olan Hz. Peygam-ber'in, diğerlerine galib gelmesine binaendir. Yani Rabbin, senin de, onların da yaptıklarından habersiz değildir. Seni de onları da müstahak olduğunuz şeye göre mükafatlandıracaktır.

Kıraat alimlerinden Nafi, Ebu Amir, Hafs, Katade, el-A'rec, Şeybe ve el- Cuhderi bu tarzda (Ta'lemune) okurken, diğer alim­ler ise «Ya'lemune» şeklinde okumuşlardır.

Ahmet bin Hanbel'in oğlu Abdullah'ın te'lifi olan «Zevaid'ul-Zühd»de vç İbn Deris'in «Fedail'ul-Kur'an» adlı eserinde Şihab' dan şöyle rivayet edilmiştir:

«Tevrat'ın açılış ayeti, En'am suresinin açılış ayetidir. Son ayeti ise, Hud suresinin son ayeti olan, «Göklerin ve yerin gaybı Allahındır» ayetidir».[102]

— Hud  Şuresinin Sonu



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/541.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/542-543.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/543-545.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/545-546.

[5] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 299. 

[6] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 300.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/546-549.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/551.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/552.

[10] Bu durum Hz. Musa'nın bir mucizesidir. Allah onda kurtçuğun ko­nuşmasını yaratmıştır. Bunda bir terslik bahis konusu değildir

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/553-554.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/554.

[13] Tenvtful-Mikbas, Mecma'ut-Tefasir, cilt; 3, sh: 303.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/554-557.

[14] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 304

[15] AJusî, Ruh'ul Meanî, cilt: 12, sh: 4-5

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/557-558.

[16] Ka'b'ın bu rivayeti îsrailiyat'tandir. Konunun izahı sadedinde nak­ledilmiştir. Fakat kesin bir hüküm bildirmez.

[17] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 10

[18] Meraği, Tefsir, cilt: 12, sh: 5.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/559-567.

[20] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 306.

[21] Hazin, Mecma'ut-Tefasır, cilt; 3, sh: 306-307.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/567-574.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/576.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/577-582.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/582-586.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/586587.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/589.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/590-592.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/592-597.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/7.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/8-10.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/10-14.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/16.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/17-19.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/19-20.

[36] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini ve Kur'an Dili, cilt: 4, sh: 2782

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/20-27.

[38] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 54-55

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/27-30.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/ 30-31.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/ 31-32.

[42] Reşid Rı?,a, Tefsir'ul-Menar, cilt: 12, sh: 103-104

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/32.

 

[43] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Meıiar, cilt:  12, sh: İ08-109

[44] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 12, sh: 109-112.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/32-40.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/40-41.

[46] Bkz. Aiusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 63

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/41-44..

[47] Hatfb Şirbinî, es-Sirac'ul-Münir

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/44-45.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/47.

[49] Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, cilt: 3, sh: 41

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/48-53.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/53-59.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/61.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/62-66.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/66-68.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/68-70.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/72.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/73-76.

[58] Zemahşerî,  Keşşaf,  cilt;  3, sh:  46.  (Keşşaf'ia bu yorumun sadece bir kısmı-bulunmaktadır.)

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/76-82.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/84.

[61] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 100-101, vd

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/85-88.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/88-94.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/94-99.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/101.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/102-111.

[67] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 2, sh: 354

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/111-112.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/114.

[70] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 122

[71] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:   12. sh:  324

[72] Zemahşerî, Keşşaf, cilt: 3, sh: 52

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/115-124.

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/126.

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/127-128.

[76] Alusi, Ruhul-Meanî, Cilt:  12 Sh:  135.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/128-134.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/134-135.

[79] Zemahşeri, Keşşaf, Cilt: 4, sh: 56.

[80] Kadı Beyzavi, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 363

[81] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 12, sh: 146, îbn Kesir, Tefsir'ul-Kebir ve ay­rıca Suyuti, Durr'ul-Mensur

[82] Aiüsi, Ruh'ul-Meanl, cilt:  12, sh:  146-147.

[83] Kadı Beyzavî, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 362.

[84] Berzah, ölüm ile haşr arasında geçen süredir

[85] Hazin, Mecma'ut-Tefsir,.cilt: 3, sh: 362-365

[86] Suyuti, ed-Durr'ul-Mensur, cilt: 3, sh: 350, vd

[87] Reşid Rıza,  Tefsir'ul-Menar, cilt:   12, sh:   161-162

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/135-150.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/152.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/153-157.

[90] Fahnıddin Razı, Mefatih'ul-Gayb, cilt:  5, sh:  140-145

[91] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: ,12, sh:  154

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/158-163.

[92] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt:   12, sh:  154-155.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/163-169.

[94] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 12, sh: 153-159

[95] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 3, sh: 58-59

[96] Zemahşeri, Keşşaf, cilt:  3, sh:  59.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/169-178.

[98] Hatib Şirbini, Es-Sirac'ul-Mıuıiii, cilt: 2, sh: 85.

[99] Aiusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 12, sh: 163-164

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/178-180.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/182.

[101] Alusi, Ruh'ul-Meani, ciln 12, sh:  164

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 8/183-192.