HÛD    SÛRESİ 9

İlgili Hadîsler. 9

Meali: 9

Harfler Ve İşaretler. 9

Kur'ân'ın Özelliği 9

Kitabın Getirdikleri 10

Münafıklara Uyarı 11

Ayetler Arasında Bağlantı 12

Meal İ : 12

İlgili Hadîsler. 12

Dâbbe (Yüzükoyun Yürü 'En, ' Erde Debelenen Canlılar) „. 12

«Veryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın.»  12

Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratıldığı Bildiriliyor. 13

Su Üstünde Bulunan Arş'ın Büyüklüğü. 13

Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratılması 13

Neden Sadece Gökler Ve Yer?. 14

Öldükten Sonra Dirilmeye İnanmayıp Onu Sihir Olarak Niteleyenler. 14

İnkârın Sonu Hüsrandır. 15

Ayetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

İlgili Hadîsler. 15

İnsan Karakteri 15

İyi, Güzel Amellerde Bulunanlar Ve Bulunmayanlar. 16

Mağfiret Ve Ecr-İ Kebîr. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

Allah'ın Buyruklarını Alaya, Ya Da Hafife Alanlar. 17

Ortamın Olumsuz Havasını Değiştirmek. 17

Onun Gibi On Sûre Getirin. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İlgili Hadîsler. 19

Her Amelin Karşılığı Noksansız Verilir. 19

Şöhret Ve Makam Hırsı Budalalığı 20

Amacı Sırf Dünyalık Olanlar. 20

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadîsler. 21

Dünyayı Amaç Edinen İle Allah'a Yönelen Arasındaki Fark. 21

Sakın Şüpheci Olma! 22

Allah'a Karşı Yalan Uydurmak. 22

Neden Allah'a Yalan  Nisbet Etmek Büyük Bir Zulümdür?. 22

Allah Yolundan Alıkoymak. 23

İman, Salih Amel Ve Gönül Yatışkanlığı 23

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali: 24

Küfürler Arasında Benzerlik. 24

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 26

Nuh Kıssasının Bu Bölümünden Alınacak Öğütler Ve İbretler. 27

Nûh Kıssasında Mekkeli Müşrikleri Uyaran Bölümler. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 28

Kıssanın Bu Bölümünden Alacağımız Öğütler Ve İbretler. 28

Tennur'un Kaynamaya Başlaması 29

Tevrat'ta Nuh Tufanıyla İlgili Yazılar. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

Nûh (A.S.) Kıssasının Gerçek Yüzü. 30

Meali: 31

Âd Kavmi 31

Hûd Sûresinde Mü'minlere Verilen Mesajlar. 32

Âyetler Arasında Bağlantı 33

Meali: 33

Semûd Kıssasının Tekrarı 33

Kıssadan Alınacak Öğütler, İbretler Ve Bilgiler. 34

Salih Peygamberin Mu'cizevî Devesi 34

İnen Azabın Cinsi 34

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Meali: 35

İlgili Hadisler. 36

Lût Peygamber Kimdir?. 36

Olayın Âyetler Sırasına Göre Açıklaması 36

Belirlenmiş Balçıktan Taşlar. 38

Bir Yanardağın Harekete Geçmesi Azap Mıdır?. 38

Lût Kıssasından Alınacak Öğütler Ve İbretler. 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali: 39

İlgili Hadîsler. 39

Şuayb Peygamber Ve Medyen Kavmi 40

Medyen Halkının Kötü Halleri 40

Şuayb Peygamber İle Medyenli'lerin Tartışması 40

Bu Kıssadan Mü'minlerin Alacakları Hisseler. 41

Şuayb (A.S.) Kıssasının Tekrarı 42

Âyetler Arasında Bağlantı 43

Meali: 43

İleri Gelenlerin Tepkisi 43

Liderler Uyarılıyor. 44

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali: 44

İlgili Hadîs. 45

Kur'ân'da Masal Var Midir?. 45

Allah Kimseye Zulmetmez. 45

Âyetler Arasında Bağlantı 45

Meali: 46

İlgili Hadîsler. 46

Âhirete İman. 46

Âhiretten Bir Tablo. 46

Gökler Ve Yer Devam Ettikçe. 47

Cehennem'de Temelli Kalanlar. 47

Ancak Rabb1n Dilediği Müstesna. 47

Âyetler Arasinda Bağlantı 48

Meali: 48

Son Peygamberi Bekleyenler. 48

Âyetler Arasında Bağlantı 49

Meali: 49

İniş Sebebi 49

İlgili Hadîsler. 49

Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol! 50

Tevbe İmânın Ürünüdür. 50

Zulmedenlere Meyletmemek. 51

Beş Vakit Namaz. 51

İyilikler Kötülükleri Giderir. 52

Hasenat Ve Seyyiat 52

Sabır Ve Güzel Ahlâk. 53

Âyetler Arasında Bağlantı 53

Meali: 53

İlgili Hadîsler. 53

Aklı Eren Söz Sahiplerinin Görevi 54

Yalnız Ekonomik Güç Yeterli Midir?. 54

Allah Dileseydi İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı 55

İnsanlar Meleklerden Ayrı Vasıflarda Yaratılmışlardır. 55

Allah'ın Çizdiği Hayat Yolu. 55

Âyetler Arasında Bağlantı 56

Meali: 56

Gelip Geçen Peygamberlerin Kıssalarından Önemli Bölümler. 56

İmanla Küfrün Sürtüşmesi 56







HÛD    SÛRESİ

 

Sûre, ismini içinde kıssa ve olayı anlatılan Hûd Peygamber'den alır. İlâhî buyrukların doğruluk doruğunda bulunduğuna yer verilir. Sonra da Allah'ın varlığına, birliğine, öncesiz ve sonrasız olduğuna delâlet eden bel­geler sıralanır. Hakk'ı inkâr edip yeryüzünde bozgunculuk yapan inkarcı azgınlar uyarılır. Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmenin mümkün ola­mayacağı anlatılarak müşriklerin iddiaları reddedilir ve on sûresine ben­zer on sûre düzenleyip getirmeleri önerilerek buna da güçlerinin yetmeye­ceği çok açık biçimde belirtilir.

Tarihin ibret levhalarından birkaç tane seçilerek beşer aklına ve id­râkine bırakılır. O nedenle Lût, Salih, Hûd, Şuayb ve Musa Peygamberle­rin mücadeleli geçen dönemlerine dikkatler çekilerek önemli safhalar an­latılır.

Küfürle imân, hak ile bâtıl, doğru ile eğri mücadelesinin sürüp gel­diğine işaret edilerek imân cevherinin sabır sedefinde korunmasının ge­reği üzerinde durulur. Büyük davaların, büyük himmetlerle, üstün fedakâr­lıklarla gerçekleşebileceği çok anlamlı cümlelerle işlenir. Böylece Mekke döneminin ne kadar mücadeleli, sıkıntılı ve çileli geçtiğine atıflar yapılır. Eninde sonunda Hakk'ın üstün geleceği müjdelenir.

Hûd sûresi, Mekke'de inmiştir. O bakımdan ona «Mekkî Sûre» deni­lir. Ancak İbn Abbas'a (R.A.) göre, 115. âyeti Medine'de inmiştir. Zira bu ayet günde beş vakit namazdan söz etmekte, hangi vakitlerde kılınacağı­nı kapalı bir anlatımla konu etmektedir.

Mukatil'e göre, «Onların (inkarcı müşriklerin) O'na (Peygamber'e), bir lazine indirilmeli değil miydi veya onunla beraber bir melek gelmeli değil mıydı? demelerinden neredeyse sana vahyolunanın bir kısmını terkeder gibi oluyorsun ye bu sebeple göğsün daralıyor. (Unutma ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeyi düzenleyen, koruyan tek güven kaynağıdır.» mealindeki 12. âyet Medine'de inmiştir.

İlim adamlarının çoğu, İbn Abbas (R.A.)nın görüş ve tesbitinin daha sıhhatli olduğunu belirtmişlerdir.

Sûrenin tamamı, 123 âyet, 1600 kelime ve 9567 harftir, Sûre sırası olarak, 11. sıradadır. [1]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Bekir Sıddîk (R.A.). Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e:

  Ey Allah'ın Peygamberi saçlarınızı ağartan nedir? diye sordu. Bu­nun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona şu cevabı verdi:

  Benim saçlarımı, Hûd, Vakı'â, Nebe1 ve Şems sûreleri ağarttı! [2]

Tirmizî'nin tesbit ve rivayetinde ise, Resûlüllah'ın (A.S.) şöyle buyur­duğu belirtilmiştir: «Ebû Bekir (R.A.), gerçekten saçların ağardı ya Resû-lellah! deyince, Peygamberimiz (A.S.) şöyle buyurdu : Beni, Hûd, Vâkı'a, Murselât, Amme Yetesaelûn ve İza'ş-Şemsü Küvviret sûreleri ağarttı.» [3]

Taberânî'nin yaptığı rivayette ise, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuş­tur : «Beni, Hûd ile arkadaşları (benzeri sûreler) ağarttı.» [4]

 

Meali:

 

1—  Elif- Lam- Râ. Bu bir kitaptır ki âyetleri sağlam esaslara, kuv­vetli kesin delillere oturtulmuştur. Sonra da bir bir açıklanmıştır. Bu, ye­gâne hikmet sahibi ve her şeyden haberli (yüce kudret) katındandır.

2—  Öyle ki, Allah'tan başkasına ibâdet etmiyesiniz. Ben de şüphesiz O'ndan size (gönderilen) bir uyarıcı ve müjdeciyim.

3—  Ve Rabbinizden  bağışlanma isteyesinîz, sonra da O'na tevbe deşiniz; tâ ki belli bir süreye kadar sizi güzel bir geçimle geçindirsin ve t fazilet sahibine faziletini versin. Eğer yüzçevirirseniz, doğrusu ben si­zin için büyük bir günün azabından korkarım.

Dönüşünüz ancak Allah'adır. O'nun güç ve kudreti her şeye yeter.

 

Harfler Ve İşaretler

 

« Elif- Lâm- Râ»

Bu harfler sûrenin şifresidir. Delâlet ettiği mana ve hikmetleri Allah daha iyi bilir.

Diğer bir yorumla, bu harfler sûrenin özeti mahiyetinde ve giriş kapısı anlamındadır. Her harf, sûredeki önemli bir bölüme işarettir. İlim adamla­rından bir kısmına göre, sûrenin Levh-i Mahfuz'daki yerinin remzi ve be­raberinde inen meleklerin parolasıdır. Başka bir yorumla bu harfler, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir; taşıdığı ilim ve hikmet, remiz ve işa­ret sadece Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'i ilgilendirir. [5]

 

 

Kur'ân'ın Özelliği

 

«Bu bir kitaptır ki, âyetleri sağlam esaslara, kuvvetli kesin delillere oturtulmuştur. Sonra da bir bir açıklanmıştır..»

Kur'ân-ı Kerîm'in ilâhî üslûp ve düzenlemesinde, genel anlamda iki husus hâkimdir: Birincisi, bilimsel yoldan tesbit edilen konulara ve gerçe­ğe dayalı olaylara ters düşmemektedir. Yer yer insan aklını harekete ge­çirmek için taşıdığı ana fikirler, temel bilgiler en sağlam ölçülere dayan­maktadır. İkincisi, sözü edilen ana fikirler, temel bilgiler her çağın gelişen ilim ve kültürüne ışık tutmakta, insan ruhuna, taşıdığı Allah ve din duy­gusuna uymayan görüş ve sistemlerin sakatlığını en açık biçimde haber vermektedir.

İlgili âyette geçen «uhkimet» ve «fussilet» fiilleri bir bakıma Kur'ân'ın bu iki özeliiğini yansıtmakta ve Allah'ın kitabını okurken her âyeti üzerin­de dikkatle, hassasiyetle durmamızı ilham etmektedir.

O bakımdan diyebiliriz ki, insan zekâsının ürünü olan hiçbir kitapta böylesine sağlam ölçülere dayalı, bütünüyle gerçeği yansıtan ve hiçbir çağda cumhur ile ters düşmeyen bir bilgi demeti yoktur. Aynı zamanda in­san elinden çıkan her kitap, zaman aşımıyla değerini, birtakım özellikle­rini kaybetmeye; içindeki fikirler, buluşlar.ve.hükümler eskimeye, unutul­maya mahkûmdur. Kur'ân^böyie bir yıpranma ve eskimeden, unutulma ve gözardı edilmeden çok yücedir.

Bunun sebebi gayet açıktır:

İnsan aklının ve zekâsının ürünü olan bir konu, bir düşünce ve bun-larf içeren bir kitap, insan kadar kusurlu, onun kadar sınırlı ve onun kadar yıpranma ve silinmeye adaydır. Birçok noksanlıklar içinde yüzen insandan noksansız, kusursuz, heryönüyle mükemmel bir eser beklemek anlamsız­dır. Allah'ın halk ve icat ettiği eser ise, Allah'ın sıfatlarına paralellik için­de o nisbette mükemmel ve kusursuzdur. Ne özelliğini kaybeder, ne de za­man aşımının törpülemesine maruz kalır. Bilakis her geçen gün cilâsı, te­siri, üstünlüğü ve yararlılığı artar.

İşte Kur'ân bunun en parlak örneğidir. Zira Allah yegâne hikmet sa­hibidir, o bakımdan yarattığı her şeyi hikmet ölçülerine göre var kılıp sah­neye çıkarmıştır. Varlık alanına getirdiği her şeyi, lâyık olduğu yere o'turt-muş ve yaratıldığı amaca yöneltmiştir. İnsanları hakka, iyiye ve doğruya çağırırken az kelimeyle çok mâna ve çok hüküm ifade eden bir uslüp kul­lanır. Kelimeler ve cümleler dizisinde mutlak bir bağlantı, uyum ve bütün­leşme hâkimdir. Kur'ân'ın altıbin küsur âyeti tıpkı bir zincirin halkaları gibi, biri diğerine tutunmakta ve birbirini tamamlamaktadır.

Allah mutlak anlamda her şeyden haberlidir. İleride nelerin ortaya çı­kacağını, ilmî buluşları ve gelişmeleri, insanların yerli yersiz itirazlarını, bâtılın hakka karşı saygısızlık ve şarlatanlıklarını çok iyi bilir. O bakım­dan sözünü, hükümlerini ve tavsiyelerini ona göre sağlam, yapıcı, denge­yi koruyucu, akla ışık tutucu güçte indirir ve tazeliğini devam ettirme kud­retiyle donatır. [6]

 

Kitabın Getirdikleri

 

«Öyle ki, Allah'tan başkasına ibâ­det etmeyiniz. Ben de şüphesiz O'ndan size (gönderilen) bir uyarıcı ve müjdeciyim.»

Allah'ın kudretinin üstünlüğünü ve sınırsızlığını bütün haşmetiyle yan­sıtan ve sadece insanlar yararlansınlar diye indirilen Kur'ân, Allah'a ya­kışanı. Peygambere lâyık olanı, insanlara uygun geleni açıklar. Peygam­berin görevinin sınırını çizerken Ona imân edenlerin Allah'a kulluklarının plân ve programını belirler. O bakımdan 2, 3, 4. âyetlerle bu hususlar sekiz madde halinde sıralanır:

1— Allah ibâdet edilmeye lâyık olduğu için ancak O'na ibâdet edilir. Çünkü Allah bütün hayırların, faziletlerin, rahmet ve inayetlerin, feyiz ve bereketlerin yegâne kaynağıdır. Onun için övülmeğe, ibâdet edilmeye her zaman lâyıktır. İnsan da O yüce ve sonsuz kudretin en güzel eseri olduğu

için ibadet etmekle, kulluğunun gereğini yerine getirmekle emrolunmuş-tur. «Öyle ki, Allah'tan başkasına ibâdet etmeyiniz..» âyetiyle bu ölçüler net şekilde açıklanıyor ve Kur'ân'ın taşıdığı yüce hikmetin amaçlarından başta gelenine dikkatler çekiliyor.

2— Muhammed (A,S.) son peygamberdir, aynı zamanda bir insandır. Onda ilâhlık vasfı yoktur. O bakımdan ibâdet edilmeye lâyık değildir. O'nun önemli iki görevi vardır: Birincisi, doğru yoldan sapanları uyarıp hakka davet etmektir. İkincisi ise, doğru yolu seçip hidâyete mazhar kılınanları Allah'ın geniş rahmetiyle, ebedî saadetle müjdelemektir.

Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini belirtilen konuda uyararak şöyle buyurmuştur: «Nasârâ'nın Meryem'in oğlu İsa'yı aşın övüp (ilâhlaştırdıkları) gibi, beni aşırı övüp (ilâhlaştırrnayın),» [7]

Diğer bir hadîslerinde ise, kendi sınırını belirleyerek ümmetine en sağ­lam kıstası şöyle vermiştir: «Dininizle ilgili bir şey size emrettiğim zaman onu (güvenerek) alın. Kendi kişisel görüşüme dayanarak size bir şey em­rettiğim zaman, şüphesiz ki ben bir beşerim....» [8]

3— Allah'ın her türiü noksanlık ve kusurdan, haksızlık ve zulümden pak ve münezzeh olduğuna inanmamız; beşer olarak kendimizi kusurlu ve günahkâr kabul etmemiz,, yine insanlığımıza yakışan bir ölçü ve kıstastır; hayatımız boyunca bunu gözönünde bulundurarak her türlü gösteriş ve alayişten kaçınmamız, ifrat ve tefritten uzak kalmamız gerekmektedir. O bakımdan her ân Allah'a muhtaç bulunduğumuzu duyarak, bilerek el kal­dırıp tevbe ve istiğfar etmemiz, bağışlanmamızı istememiz emredilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, pişmanlık duyup dönüş yapan, tevbe ve istiğfarda bu­lunan kullarını çok sevdiğini haber vermiştir.

Tevbe kapısının hep acık bulunduğuna inanarak, eli boş döndü-rülmeyeceğimiz ümidiyle Cenâb-ı Hakk'ın dergâhına yüz çevirip dileğimi­zi arzetmemiz kadar tabii ne olabilir. Çünkü biz, O'nun yaratıp varlık ala­nına getirdiği kullarıyız, O'nun inayet, rahmet ve lûtfuyla hayatımızı sür­dürmekteyiz, O'nun mülkünde yaşıyor, O'nun nimetleriyle besleniyoruz.

5— Kendimizi belirtilen düzeye getirdiğimiz takdirde ic ve dış huzu­runa, gönül rahatlığına, vicdan serinliğine kavuşabiliriz. O takdirde belir­lenen ecelimiz kapıyı cahncaya kadar iyi bir geçimle geçinir, yani mev­cuda kanaat getirip mutluluğu dünyalıkta, onun makam ve servetinde de­ğil, Allah'a dosdoğru imanda bulur; ebediyet umudu,, âhiret inanoı ve ilâhî rahmete lâyık görülme duygusu ile tertemiz, sade ve saf bir ömür sür­me bahtiyarlığına erişiriz.

6— Şüphesiz ki fazîlet, insana yakışan bir haslet ve meziyettir. O sa­dece olgunluğun, güzel ahlâkın, sabrın, hoşgörünün, feragat ve fedakâr­lığın simgesidir. Bu bakımdan fazîlet daha çok peygamber huyunun  bir tezahürü veya ürünüdür.  Peygamber'in  (A.S.)  nurlu yolunda yürümesini bilen kişilerdir ki, bağlı bulundukları aile ve topluma fazîfet ışığını yansıtır­lar. Cenâb-ı Hak her fazîlet sahibine o güzel meziyetinin karşılığını fazla-sıya vereceğini de va'detmiştir.

7— İnsan ruhuyla, fıtratındaki mayayla uyum sağlayan, beşer idrâki­ne ışık tutup onu hayra yönelten, kalbe huzur ve umut kıvılcımını atıp tu­tuşturan bu prensiplere ilgi gösterip günlük hayatımıza uygulamamız, kur­tuluşun en parlak belirtilerinden biridir. Aksine bir yol izlemek, Hakk'ın rahmet sesine kulak vermeyip yüz çevirmek, büyük bir günün azabını hak­ketmenin açık delilidir. Zira bütün faziletler, iyilikler, güzellikler insan için­dir. Kâinat plânında insana ayrılan yer, hiçbir mahlûka müyesser olma­mıştır. Kendini bunca hayır, iyilik, fazîiet ve güzelliklerden uzak bulundu­rup hayat dizginini nefis ve iblisin eline veren kimse, her şeyden önce ken­dine zulmetmiştir. Öyle ki, ikinci hayatını berbat edip orayı azaba dönüş­türmüş ve ateşini sırtına yüklenip beraberinde götürmüştür. Allah ise, çok âdil ve yegâne hikmet sahibidir; kimseye haksızlık etmez, herkesi niyet ve ameline göre değerlendirip karşılık verir.

8— Dönüş eninde-sonunda Allah'adır. O'ndan geldik, yine O'na dön­dürüleceğiz. Bence uyarıların ve tavsiyelerin en tesirlisi bu sözde gizlen­miştir. Bütün güç ve kudret Allah'a aittir. Kim nereye ve neye yönelirse yönetsin, neyi sevip ilâhlaştırırsa ilâhlaştırsın, ne kadar inkâr ederse et­sin, çok geçmeden cari kanun onun önünü kesip dünya hayatının bittiği­ni, âhirete ayak basmanın, Allah'a dönüp hesap verme zamanının geldiği­ni haber verir. O halde nereden geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu, bizden nelerin istendiğini, görevlerimizin neler olduğunu, bir süre sonra nereye niçin gideceğimizi bilmek ve ona göre hayatımızı düzene koymak zorunlayız. Aksi halde hilkatimizin amaç ve hikmetinin dışına çıkıp plândaki ye­rimizi almamış oluruz.

Unutmamalıyız ki, dünya her türlü nîmetiyle, araç ve gereciyle emri­mizeı yerilmiş ve bunları ilâhî programa uygun kullanmamız emredilmiştir, Çunku mevcut bütün imkânlar, ebedî hayata hazırlanmaya yönelik araç-'araır. Bu tmkaniarı heba ve heder etmeye hiçbir zaman hakkımız yoktur, cnk T imkânları amac verine koyar ve hayat, dar bir çerçeve içine ala-n««r ,  aSH amaç ve gavevi kaybetmiş oluruz. Kendini bu düzeye getirenlerin de Allah'a dönüşleri pek acıklı ve üzücü olur. Zira Cenâb-ı gamber (A.S.)   kendilerini  görmesin  diye  elbiseleriyle yüzlerini  örterler­di.» [9]

Münafıklardan bir grup da : «Biz evimize girip kapılarımızı kapadıktan, perdelerimizi çektikten ve elbiselerimize büründükten sonra göğüslerimizi Muhammed'e olan kin ve düşmanlığımızla büktüğümüzde kimin bizden ha­beri olabilir?» diye fısıldaşıyorlardı. İlgili âyet onlar hdkkında inmiştir. [10]

 

Münafıklara Uyarı

 

«Dikkat et ki, onlar O'ndan giz­lenmek için göğüslerini katlayıp (iki) büklüm olurlar.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimizi sıradan bir insan gibi kabul edip arkasın­dan olmadık sözleri söyleyen ve içlerindeki kin ve düşmanlığı kelime kalı­bına döküp aşağılığın en kötüsünü tezgâhhyan münafıkları uyarmak gere­kiyordu. Zira onların ikiyüzlü halleri, dönek karakterleri, İslâm'ın gelişme­sini engelliyor ve Hz. Peygamber'in (A,S.) kafa ve kalbinde taşıdığı ilâhi feyiz, rahmet ve inayetin sırrı ve hikmeti bir bakıma meçhul kalıyordu. Gizli-açık her şeyi biien Cenâb-ı Hak, ikiyüzlü alçakların iç yüzlerini orta­ya koyarak mü minleri rahat ve huzura; İslâm'a girmek İsteyenleri iyi niyet ve kararlı olmaya kavuşturdu. Hz. Muhammed'e (A.S.) ve Kur'ân'a hasım olanları da insafa davet ederek, kapalı kapılar arkasında birtakım entri­kalar çevirmelerinin kendilerine hem dünyada, hem de âhirette bir yarar ve şeref sağlamayacağına işarette bulundu.

Nitekim bu âyetin inmesi üzerine, Peygambere (A.S.) olan kin ve nef­retlerini çok gizli tutan ve açık vermemeye özen gösteren münafıklar bir­birlerinden şüphelenmeye ve kuşkulanmaya başladılar. Böylece araların­daki güven sarsıldı, birlik ve dirlikleri bozuldu. Diğer birini ise, derinden derine şöyle düşünmeye şevketti; «Muhammed (A.S.) bizim çok gizli ko­nuşmalarımızı ve içimizden geçirdiklerimizi Allah'tan alıp öğrenmiyorsa, nereden alıyor?! Haydi fısıltılarımızı duyup ona iletenler oluyor diye var­sayalım, ya içimizden geçenleri kim duyuyor ve haber veriyor?!»

Böylece münafıklar daha temkinli davranmaya özen göstererek or­talığı karıştırmaktan, fitne ve fesat tohumlarını saçmaktan biraz olsun vazgeçtiler. En azından kafalarında birtakım sorular belirdi, Muhammed (A.S.)ın vahiy aldığı doğru olabilir şeklinde bazı değişmeler ve dönüşler içlerini kemirmeye başladı. [11]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle ikiyüzlü döneklerin, İslâm'a kin ve düşmanlık bes­leyen münafıkların bazı gizli halleri teşhir edilerek mü'minlere bilgi, onla­ra ise uyan verildi.

Aşağıdaki âyetlerle inkarcılarla ikiyüzlüleri daha geniş ve etraflı dü­şünmeye sevketmek için Allah'ın yeryüzünü canlılara nasıl hazırlayıp rı-zıklarını belirlediği anlatılıyor. Her canlının eyleştiği yfc.i -w besleneceği gıdasını Allah'ın bildiğine ve hiçbir şeyin O'ndan gizli olmadığına atıflar yapılıyor. Sonra yerin ve göklerin insan için yaratıldığına işaretle dünya hayatının bir hazırlık dönemi bulunduğu açıklanıyor. Sonra da akla ve araştırıcı olan ilim adamlarına temel bilgi verilerek yerin ve göklerin altı dönemde veya devirde yaratıldığı bildiriiiyor. Kalbleri küfürle kararıp ger­çeği anlayamayanların öldükten sonra dirilmeyi bir türlü havsalalarına sığ-dıramadıklanna temasla, inkârın, hakikatleri göremiyecek kadar kalp gö­zünü kör ettiğine işarette bulunuluyor. Sonra da inkarcı sapıkların kork­tukları şeyden yakalarını kurtaramiyacakları hatırlatılıyor.

Böylece önce insanın duygu ve düşüncesine hitap edilerek ufku bi­raz genişletiliyor; arkasından aklını ve vicdanını kullanabilmesi için bir­takım ana fikirler, ip uçları veriliyor; sonra da gereken uyarı yapılarak kişiler kendi niyet ve amelleriyle başbaşa bırakılıyor. [12]

 

Meal İ :

 

6— Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onların yerleştikleri yeri de, tevdi' edildikleri yeri de bilir. Bun­ların hepsi açık kitapdadır.

7— O sizi denemek, hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı gün (devir)de yarattı ki Arş'ı da su üs­tünde idi. Eğer onlara, öldükten sonra diriltilip kaldırılacaksınız, diyecek olsan, o küfredenler, «herhalde bu açık bir sihirden başkası değildir!» di­yecekler.

8— Şayet azabı onlardan sayılı bir süreye kadar geciktirecek olsak, «onu engelleyip alıkoyan nedir?» diyecekler. Bilin ki azap onlara geldiği gün, artık kendilerinden çevrilecek değildir ve alaya aldıkları şey onları iyiden iyiye kuşatacaktır.

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Rezîn el-Ulkiylî (R.A.) anlatıyor: Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:

— Ey Allah'ın Resulü; Cenâb-ı Hak, şu yarattıklarını yaratmadan ön­ce neredeydi?

Cevap verdi:

— O bir âmâda idi, ne üstünde hava vardı, ne de altında... [13]Açıklama :

İmam Ahmed b. Hanbel'e göre, hadîste geçen «ama» tabirinden mak­sat, Allah ile beraber hiçbir şey yoktu, demektir.

Ebû Bekir el-Beyhakî de diyor ki: «Allah hep vardı ve vardır, O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O'ndan önce ne su, ne Arş, ne de oaşka bir şey vardı demektir.»

Yine aynı zat diyor ki: «Ama kelimesini med ile yazılmış şekilde gör­düm; eğer böyle ise, manası, «çok ince bulut tabakası ve görüntüyü en­gelleyen gaz» anlamına gelir. Kasr ite okunduğu zaman ise, «hiçbir şey sabit değildi» neticesi ortaya çıkar.»

İbnü'l-Esîr'e göre, amâ, ince bulut tabakası demektir ve hadîs-i-şerîf hazfı muzaf üzeredir. Resûlüllah (A.S.)dan «Allah halkı yaratmadan önce neredeydi?» diye sorulan cümleden bir kelime hazfedilmiştir. Aslı, «Allah halkı yaratmadan önce Arş'ı nerede idi?»dir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Allah henüz gökleri ve yeri yaratmadan eiiioin yıl önce rrahiûkatın kaderlerini yazdı ve Arşı da su üstünde i.i.»[14]

«Allah hep vardır, O'ndan , 9 .< hiçbir şey -oktu. Arşı da su üstünde idi. Sonra gökleri, yeri yarattı ve   itabr her şeyi yazdı.» [15]

 

Dâbbe (Yüzükoyun Yürü 'En, ' Erde Debelenen Canlılar) „

 

 «Veryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın.»

Dâbbe kelimesi her ne kadar debelenen canlılara konulan bir cins isimse de, yeryüzünde yürüyen, hareket eden bütün canlıları kapsamına almaktadır ve insan da bu kapsamın içinde bulunmaktadır.

Yeryüzünde yalnız böceklerin milyarları aşan sayısına bakılırsa can­lıların sayısı hakkında kesin bir rakam vermenin mümkün olamıyacağı kendiliğinden anlaşılır.

Âyetin acık anlatımından, her canlının rızkının Allah'a ait olduğunu, her birinin eyleşip karar kıldığı yeri, doğum ve ölümünü de Allah'ın mut­lak surette bildiğini öğrenmekteyiz. Şüphesiz ki, İnsan idrâkine sığmayan, aklın sınırının çok ötesinde olan, mahiyeti asla bilinmeyen O yüce yara­tanın elbette her şeyi bilmesi gerekir. Aksi halde o canlıların Rabbı ola­maz. Çünkü Rab sıfatı, kâinatta mevcut her şeyin mahiyetini bilip hilkati­nin özelliğine göre, plândaki yerini belirlemeye ve geliştirip tekâmül et­tirmeye, maddî ve manevî ihtiyaçlarını hazırlayıp programlamaya delâ­let etmektedir.

O halde mesele, her canlının rızkını nasıl ve hangi yoldan vermesi ve karşılaması ile ilgilidir. Ama biraz düşünüp, biraz da araştırdığımız, hiç değilse hayvanlar hakkında yazılan ciddi eserlere bir göz attığımız za­man, bu meseleyi çözmekte zorluk çekmeyiz. Cenâb-ı Hak her canlıyı, onun yaratılış özelliğine, plânda ayrılan yerine ve hizmetine göre belü ka­nunlara, programlara, diğer bir deyimle, ona has hayat kanunlarına bağ­lamıştır. Hiçbir canlı başıboş, hikmetsiz ve amaçsız yaratılmamıştır. Hak­larındaki kanun onlara bir zekâ, içgüdü vermekte ve her biri içgüdüsüyle, zekâsıyla rızkını bulabilmekte ve neslini devam ettirebilmektedir.

Demek ki, ortada tanımı çok zor bir plân ve program vardır. Aynı za­manda bu plânda yaratılması takdir edilen her canimin özellikleri, eyleşe-cekleri yerler, yiyebilecekleri gıdalar ve- nesneler, hayat süreleri ve üreyip çoğalmaları bütün ayrıntı ve incelikleriyle belirlenmiştir. Kusursuz şekil­de uygulanan plân aksamadan hedefine doğru ilerlemekte ve taşıdığı ilâhî hikmeti bütün parlaklığıyla yansıtmaktadır.

İlgili âyetle bu plân bizlere hatırlatılmakta ve Cenâb-ı Hakk'a inan­mayanların akılları ve vicdanları kamçılanarak gerçeğe yönelmeleri isten­mektedir. Sadece akıllara durgunluk veren «dabbe ile ilgili plân ve prog­ram» üzerinde düşünecek olursak, Allah'ın varlığı, birliği ve kudretinin sınırsızlığı, ilminin her şeyi kapsayıp kuşattığı bütün ihtişamıyla gözle­rimizin önüne serilir de «Allah!» deyip secdeye kapanmaktan başka bir şey düşünemez oluruz.

Ayette gecen «kitab-ı mübîn», sözünü ettiğimiz muhteşem plânın de­vinin, ana hatlarının bütün incelikleriyle, hikmet ve esrarıyla vazıh bulu-Le'vh-i Mahfuz'dur. Bu da bize, kâinatın en mükemmel plânda yaratı "programlandığını, hiçbir şeyin amaçsız yaratılmadığını, varlıkta mutlak bir denge ve düzenin hâkim olduğunu öğretmekledir. [16]

 

Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratıldığı Bildiriliyor

 

<O sizi denemek, hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı gün (devir)de yarattı...»

A'râf sûresinde de aynı mealde bir belge açıklanmış ve Allah'ın var­lığı hakkında kuvvetli bir delil anlamında insan aklına seslenilmişti. Bu­rada yine putperest inkâroı inatçıların duygusal davranarak Hakk'a karşı gelmeleri konu edinilirken üç önemli delil ortaya konuluyor ve göklerle ye­rin altı devirde yaratıldığı tekrarlanıp akla malzeme veriliyor.

Ayrıca dördüncü bir delil daha getirilerek göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bir ipucu veriliyor ki o da şudur: «Arşı da su üstünde idi..» Bi­lindiği gibi, su canlıların hayat kaynağıdır. Hayatın tamamı, suda maddele­rin bir eriyiği olan protoplazmada oluşur, onunla korunur ve sürekliliği sağ­lanır. Susuz hiçbir protoplazma mevcut olamıyacağı gibi, protoplazmasız da canlının, hayatın olamayacağı kesinlik kazanmıştır.

Su sadece insan ve hayvan için değil, bitkiler için de hayafkaynağıdır. O bakrmdan rahatlıkla denilebilir ki: Hayat suda başlamış ve suda doğmuş­tur. İlk insan Adem Peygamber'in sıvı yapışkan bir balçıktan yaratılması da bize hayatın suda başladığı hakkında ipucu vermektedir. [17]

 

Su Üstünde Bulunan Arş'ın Büyüklüğü

 

Arş'ın büyüklüğünü tahmin veya tasavvur etmek bile mümkün değil­dir. Kâinat ve uzay alabildiğine geniştir. Dünya'dan milyonlarca, hattâ mil­yarlarca defa büyük olan milyonlarca yıldız bu geniş alanda bir toz serpin­tisi görünümündedir. Bunların üstünde ve ötesinde Kur'ân ve Hadîslerin, 'arlığını belirlediği Arş ve Kürsî vardır. Göklerin ve yerin bu iki varlığa ranla, büyükçe bir çöle atılan bir halka misali otduğu haber verilmektedir. İşte bu kadar büyük olan ilâhî Arş'ın su üstünde bulunduğunu Kur'ân ha-•eriyor. önce su ve Arş, sonra da göklerin ve yerkürenin yaratıldığı (atılıyor. Böylece göklerin ve yerin Arş'tan kopma birer parça olduğu ha-

tıra gelebilir. Nitekim Enbiyâ sûresinde bu husus açıklanarak şöyle buyu-ruiuyor: «İnkarcı sapıklar, göklerle yerin bitişik olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?!» [18]

 

Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratılması

 

«O, gökleri ve yeri altı gün (de-vir)de yarattı....»

İnsan ve diğer canlıların ve bitkilerin yaşamasına elverişli şartlan oluş­turması için göklerle yerin üzerinden altı önemli devrin geçmesi plânlan­mıştır. Yer kabuğunun oluşmasından, denizlerin meydana gelmesinden, bit­ki ve hayvanların yaratılıp düzene sokulmasından sonra, insan yaratılmış ve hazır bir dünyaya gözlerini açmıştır. Madenlerden su kaynaklarına, kö­mürden petrola kadar her şey önceden planlandığı şekilde oluşturulup ha­zırlanmış ve insan oğlunun istifadesine, diğer bir deyimle hizmetine veril­miştir.

Gerçi Allah yegâne kudret sahibidir; dileseydi bütün bunları bir anda da yaratabilirdi. Ama öyle dilememiştir. Her şeyin var kılınıp oluşmasını, gelişip yararlı duruma gelmesini belli kanunlara ve programlara bağlamış­tır. Böylece cok uzun devirlerin geçmesiyle bu kâinat oluşmuş ve bugün­kü düzene kavuşmuştur. Sebebine gelince : İlmî araştırmalara imkân ha­zırlamayı, insan aklına ve zekâsına malzeme verip harekete geçirmeyi ve her şeyde kendi kudret damgasını gösteren denge ve düzen kurmayı di­lemiştir. Günümüze kadar yapılan bilimsel çalışmalar ve araştırmalar, Al­lah'ın bu yüksek irâdesinin birer yankısı olmuştur. [19]

 

Neden Sadece Gökler Ve Yer?

 

İnsanı ölümlü bir dünyaya getirip ona hayatın acı ve tatlı yanlarını tattıran, yaşama zevkini verip sonsuza kadar diri kalma arzu ve isteğini bahşeden Allah, neden onu böylesine kısa ve ölümlü bir hayata getirme­den ebedî hayat sınırından içeri gecirmemiştir? Bu sorunun cevabı yuka­rıda konumuzu oluşturan âyetle açıklanmıştır; şöyle ki : «O sizi denemek, hanginizin amelînin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı gün (devir)de yarattı....» buyurularak her nîmetin ve saadetin o nis-

bette bir külfet karşılığında olduğuna işaret edilmiştir. Öyle ki, yüce ve son­suz nimetlerin, çilesiz bir hayatın, elemsiz ve kedersiz bir ömrün kıymeti ancak bunların karşıtıyla donatılan bir hayattan geçtikten sonra anlaşıla­bilir.

İnsan diğer canlılara benzemeyen ayrı bir hilkat ve özelliktedir; o ne melektir, ne de basit bir hayvandır. İkisi arasında, her birinden bazı sıfat­ları kendinde taşıyan başka bir varlıktır. İyiye, kötüye, imâna ve küfre eği­limlidir. Ona verilecek yüce nimetler veya cezalar onun eğilimine göre bir ölçü ve anlamda olacaktır.

Özetliyecek olursak, diyebiliriz ki : Dünya'ya getirilişimizin amaçların­dan biri, kimin daha iyi, daha güzel iş ve amelde bulunacağını ortaya çı­karmak, mayasındaki cevherin üzerindeki kılıfı sıyırıp onun asıl karakteri­ni belirlemektir. O halde inanan kişilerin iyilikte, yararlı işlerde, güzel amellerde birbirleriyle yarış halinde olmaları gerekmektedir. Nitekim Mülk sûresi ikinci âyette bu gerçeğe değinilerek açıklık getirilmiştir: «Hangini­zin daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur, O, çok üstündür, çok güçlüdür ve çok bağışlayan­dır.» [20]

 

Öldükten Sonra Dirilmeye İnanmayıp Onu Sihir Olarak Niteleyenler

 

«Eğer on­lara, öldükten sonra diriltilip kaldırılacaksınız, diyecek olsan, o küfreden­ler, «elbette bu açık bir sihirden başkası değildir!» diyecekler.»

Akıl ve idrâkini kâinat kitabına çevirmeyen, en azından hayvanlar ve bitkiler âlemini araştırıp ilâhî kudret, düzen, denge ve tasarrufun hâkim olduğu bu kesimlerle ilgilenmiyen veya böyle bir zahmete katlanmayan ve insanların ellerinde ve ayaklarında neden beşer parmağın yer aldığı üze­rinde durmayan, sadece birtakım varsayımlarla yetinip Darvvin'in «evrim» nazariyesini can simidi sayıp canlıların devamlı bir değişme ve başkalaş­ma halinde olduğuna inanan maddeci inkarcıların gayet tabii olarak ölüm­den sonra dirilmeye inanmaları düşünülemez ve bu ilâhî beyâna karşı ka­yıtsız kalmaları pek yadırganmaz.

Gerçi bilim ve tekniğin birçok imkânlarından yoksun olan Mekke put­perestlerinin görüş ve iddia acısı daha değişik idi. Onların, kabirlerde, ya-" toprak altında çürüyüp ufalanan kemikleri görünce, «bunların tekrar bir-

araya gelip canlanması ancak açık bir sihirle gözboyama olabilir» demek­ten başka bir bilgi ve kültürleri yoktu. Yirminci asrın insanı ise, birçok alan­larda ilim ve tekniğin nimetlerine, geniş çapta araştırma malzemesine eriş­mesine rağmen, hâlâ insanın maymundan, gorilden veya okyanuslardaki beş kemikli yüzgeci olan balıktan türediğini iddia etmekte ve böylece âhi-reti, öldükten sonra dirilmeyi bir çırpıda inkâr etmekte ve kutsal değerle­ri temelinden reddedip hayatı bütünüyle bir tesadüfe bağlamaktadır.

Kur'ân'da bunlara dört ana fikir verilmekte ve bu açıdan hareketle kâinatın tesadüfler zinciri olmadığı belirtilerek iyice düşünme imkânı bah­sedilmektedir. Ne yazık ki, pozitif ilimlerde söz sahibi olan uzmanların ço­ğu Kur'ân'ı bir gün olsun okuma ihtiyacını duymamakta, din hakkında çok sığ ve basit bilgilerle yetinmeyi ihtiyar etmekteler. Gerçi bu bir eğitim me­selesidir. Kur'ân-ı Kerîm üzerinde bilimsel araştırma yapacak bir enstitü, ya da akademi kurulmadıkça günümüzün okumuşlarının çoğundan böyle­sine bir dönüş ve yöneliş beklenemez.

Hayreti mucip bir olaydır ki, Hıristiyan olan Batılı bazı seçkin ilim adamları Kur'ân'ı iyice araştırma zahmetine katlanmakta ve her kelime­siyle Üâhî olduğuna inanarak bu konuda kitaplar yazmaktalar. Ümit ederiz ki, tek yanlı yetişen ilim adamlarımız, her konuda Batılı ilim adamlarını kaynak görüp gösterdikleri gibi, Kur'ân ve İslâm konusunda da pek yakın­da onları kaynak görmeye başlayacaklardır. [21]

 

İnkârın Sonu Hüsrandır

 

Dünün olduğu gibi, bugünün maddeci insanı da her felâketi ve yok edici her olayı tabii bir olay saymakta, ilâhî plân, program ve tasarrufu ak­lının ucundan olsun geçirmemekte ve aslında kendisini saran elim felâ­keti görmemektedir. Oysa Hakk'ı inkâr, ilâhî kudretin eşyadaki damgasını görmemek ve böylece hayata tesadüfler zincirinin oluşumu açısından bakmak musibetlerin en kötüsü, felâketlerin en beteridir. En azından ze­kâsı gelişmiş, ruhu ve vicdanı ihmal edilmiş, kutsal değerlerden uzak bı­rakılmış nesillerin ortaya çıkmasıyla kendi kültürlerine en büyük kötülü­ğü yapmışlardır. BuF gerçekte bir felâket değil de nedir?

Sonra da toplum yapısında güvenin sarsılması, insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygı duymaması huzur havasını bütünüyle yok etmemiş midir? Zira aile ve toplumu ayakta tutan birtakım değerler söz konusudur. Onlar gözardı edildiği veya unutulduğu takdirde toplum ve aile manen çök­müş ve çözülmüş sayılır. Oysa hiç kimsenin toplumu bu duruma düşür­meye hakkı yoktur. Bilmiyorlar ki, dengesiz bir toplumun, güvensiz, istik­rarsız bir ailenin oluşması, millet için yıkıcı bir depremden, yakıcı bir yangından, silip süpürücü bir kasırgadan daha kötü ve daha beterdir.

Kur'ân'da belirtildiği gibi, bu azap ve felâketin temelinde Allahsızlık, imansızlık, dengesizlik yatmaktadır. Böylesine bir azap ve felâket kendi haline bırakılıp acil tedbir alınmadığı takdirde telafisi gayr-i mümkin ne­ticeler doğurur. Aslında gelecek azabın gecikmesi hiç kimseye umut ver­memelidir. O yavaş yavaş, emekliyerek oluşur, bir gün gelir de hiçbir en­gel ve set dinlemiyecek büyük bir sel felâketi halini alabilir.

Kur'ân'da bu sonuca dikkatler çekilerek söyle buyuruluyor: «Alaya ahp durdukları şey onları iyiden [yiye kuşatocaktır.» [22]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kâinat plânında yer alan her canlının rızkının ve eyleşeceği yerin belli ölçülere bağlandığı ve ezelî ilimle takdir edildiği açıklanarak, araştırıcılar için ana fikir verildi. Sonra da göklerin ve yerin altı uzun devirde yaratıldığına değinilerek kâinatın önemli bir bölümünün insan için yaratılıp hizmete sevked ildiği ne işaret edildi ve bu mükemmel düzen içinde insandan en güzel ve en yararlı hizmetlerin beklendiği açık­lanarak herkesin kendi yeteneklerine göre ezelî plândaki yerini alması ha­tırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle insan oğlunun dünya hayatında ardı-arkası kesil­meyen denemelerle karşılaşacağına, bazan umut dolu günler, bazan da ümitsizliğe düşer gibi sıkıntılı anlar geçireceğine, her iki durumda da sa­bırlı olup sonucu güvenle beklemesinin yararına işaret ediliyor. [23]

 

Meali:

 

9—  İnsana kendi tarafımızdan bir rahmet tattırdıktan sonra, onu on­dan çekip alırsak, (bir de bakarsın ki) o çok umutsuz ve çok nankördür.

10— Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra nîmet tattırsak, and olsun ki o, «sıkıntılar ve kötülükler benden ayrılıp gitti» der. Şüphesiz ki o (bu durumda) çokça sevinir ve böbürlenir.

11— Ancak sabredip güzel-yararlı amellerde bulunanlar böyle değil­dirler. İşte bunlara bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Canımı kudret elinde tutana and olsun ki, mü'mine bir keder, bir dert, bir ağrı ve sızı, bir üzüntü, hattâ bir diken dokunmaya görsün, mutlaka Al­lah o sebeple onun günah ve hatâlarını temizleyip bağışlar.» [24]

«Canımı kudret elinde bulunduran zata yemin ederim ki, Allah, mü'-min hakkında ne kadar bir kaza hükmederse, mutlaka onun için hayırlı olur. Öyle ki: Ona bir genişlik (bolluk) gelir de şükrederse, kendisi için hayırlı olur; bir sıkıntı dokunur da sabrederse, yine onun için hayırlı olur. Bu fazilet ancak mü'mine aittir.» [25]

 

İnsan Karakteri

 

«İnsana kendi tarafımızdan bir rahmet tattırdıktan sonra, onu ondan çekip alırsak, (bir de bakarsın ki) o çok umutsuz ve çok nankördür.»

İnsan karakterinin, diğer bir tabirle onun iç yapısının, huyunun ana çizgileri birbiriyle kesişmektedir. Elindeki nîmet çekilip alınınca derin bir üzüntüye kapılıp umutsuzluğa düşer ve o nimetten hiç yararlanmamış ha­vasına girerek nankörlük eder; bazan da hakkı inkâr edecek kadar den­gesiz olur. Temelde sağlam bir iman bulunmadığından sabır ve dayanma gücünü bir anda kaybeder. Bunun aksine dokunan bir sıkıntıdan sonra nî-mete erişirse, ilâhî inayet ve kudreti unutup «sıkıntı benden ayrılıp gitti» der de, «Allah beni sıkıntıdan kurtardı» demez. O sebeple Allah'a hamdet-meyi aklından bile geçirmez. Üstelik sevincinden yerinde duramaz olur da şımarır; sonra da kuvvet ve kudreti kendinde ve zahiri sebeplerde görür ve böylece sebepleri kendi kudret elinde tutup harekete geçiren Allah'ı hatırlamaz.

Bu bakımdan birbiriyle durmadan kesişen bu duygu ve düşünceler, sabır, hamd ve şükürle gerçek ölçüsünü bulmadığı takdirde, kişiyi bir sü­rü günah ve isyana itip hayatının denge ve düzenini bozar ve âhiretini de berbat edebilir. Ancak kişinin sabır ve şükür düzeyine gelebilmesi, kâmil anlamda bir imân ve irfanla mümkündür. Bunun için de Peygamber mek­tebinin verdiği feyiz ve rahmetten yararlanmaya ihtiyaç vardır. O da ancak ciddi bir eğitimle gerçekleşebilir.

İlgili âyetle bu incelikler yansıtılarak, «Ancak sabredip güzel-yararlı amellerde bulunanlar böyle değildirler, işte bunlara bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.» buyurulmaktadır.

Unutmamak gerekir ki, insana verilen her nîmet eğreti bir anlam ta­şımaktadır. Aym zamanda dünyevî nimetler amaç değildir, her iki hayati kazanmanın birer aracıdır. O bakımdan Allah verdiklerini bir gün geri ala­bilir, inancıyla Hakk'a teslimiyet göstermek, gelecek olan her türlü sıkın­tı ve musîbeti hafifletecek bir irfan oluşturur. Böylece arız olan kusur ve günahlar da bağışlanıp temizlenir.

İnsana bol nîmet eriştiğinde ise, onu vereni, hazırlayıp takdîm edeni hatırlar ve büyük bir imtihanla karşı karşıya bulunduğunu düşünerek Al-ah'a kalbiyle, diliyle ve organlarıyla şükreder ve ona lâyık olabilmenin yol­larını arar da Hakk'a teslimiyet ve mahviyetle yönelirse, hem sınavı basarıyla neticelendirmiş olur, hem de nimetin daha da artmasına yol açmış bulunur. Böylesine âhirette daha büyük nimetler ve mükâfatlar hazırlan­dığı ise, her türlü şüpheden uzak bir kesinlik arzeder. [26]

 

İyi, Güzel Amellerde Bulunanlar Ve Bulunmayanlar

 

«Ancak sabredip güzel-yararlı ameller­de bulunanlar böyle değildirler.»

İlgili âyetler, bir önceki âyetlerin taşıdığı mana ve hükümleri tamam­lamaktadır. Sıkıntı ve genişlik gibi iki karşıt durum arasında zikzak çizen insanlardan güzel, yararlı amellerde bulunanlar övülürken, aksine bir an­layış ve tutum içinde bocalayıp duranlar yeriliyor, en azından nankörlük ve şımarıklıkla vasıflanıyor ve kınanıyorlar.

Böylece âyetlerin delâletinden, sabır ve şükrün, sağlam imân ve sâ­lih amelin ürünü; nankörlük, şımarıklık ve böbürlenmenin ise, kötü amel­lerin tabii neticeleri olduğu anlaşılıyor.

11. Âyette sabır ve satıh amellerden söz edilirken, imândan söz edil­memiştir. Çünkü Allah yanında makbul olan sabır ve sâlih amel, yine Al­lah'a dosdoğru imânın ürünü olanıdır. O bakımdan imân zımnen anılmış sayılır. [27]

 

Mağfiret Ve Ecr-İ Kebîr

 

«İşte bunlara mağfiret ve ecr-i kebîr vardır.»

İlgili âyet, imân temeli üzerinde filizlenip yeşeren sabır ve sâlih ame­lin İki büyük mükâfatından söz etmektedir: Birincisi, mağfiret, ikincisi, ecr-i kebîr., Birinci mükâfat, insan ne kadar sabırlı olur, sâlih amellerde bulunursa bulunsun, az-çok günah da işlemekten kendini kurtaramıyaca-ğına delâlet etmektedir. Hem Allah sadece peygamberleri günahlardan korumuştur. Diğer insanlara böyle bir mazhariyet verilmemiştir. O bakım­dan kişinin makam ve mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun, mutlaka Allah'ın mağfiretine muhtaçtır. Sağlam imânından fışkıran iyi, yararlı amel­leri ağır bastığı takdirde, hem iyi insan olarak yazılır, hem de ilâhî mağfi­retin tecellisine lâyık olur. İkinci mükâfat, âhirette Cenâb-ı Hakk'ın o gibi kullarına Cennet ve Cemalini nasip edeceğine işarettir. Zira Cemalüllah'-tan, sonra da Cennet'ten daha büyük mükâfat ancak ilâhî rıza mertebesine   lâyık    görülmektir.   Zaten Allah ancak kendilerinden  razı  olduğu kullarına bu iki nimetin kapısını açar. [28]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle insan karakterinin kesiştiği hususlar üzerinde du­ruldu. Sağlam imân, köklü dinî tahsîl ve ciddi dinî eğitim görmeyenlerin çoğunun olaylar karşısında sarsılıp dengesizliğe düşeceğine işaret ediidi. Sonra da imân temeli üzerinde yeşerip filizlenen sabır ve sâlih amele dik­katler çekilerek buna sahip olan kişiler övüldü.

Aşağıdaki âyetlerle, imândan uzak, sâlih amel ve sabırdan mahrum olan inkarcıların yersiz birtakım istekleri konu edinilerek yeriliyor. Sonra da Peygamber'in (A.S.) görev sınırı belirlenerek bütün mü'minlere o konu­da en sağlam kıstas gösteriliyor. Arkasından Kur'ân hakkında şüphe izhar ederek Muhammed'in (A.S.) uydurması olduğunu iddia edenler isbata çağ­rılıyorlar. [29]

 

Meali:

 

12— Onların O'na (sapık inkarcıların Peygamber'e) bir hazîne indir­meli değil miydi veya onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi? deme­lerinden neredeyse sana vahyolunanın bir kısmını terkeder gibi oluyorsun ve bu sebeple göğsün daralıyor. (Unutma ki) sen ancak bir uyarıcısın. Al­lah ise, her şeyi düzenleyen, koruyan ve yönlendiren tek güven kaynağıdır.

13— Yoksa Kur'ân'ı O mu uydurdu diyorlar? De ki: Öyle ise haydi onun gibi uydurma on sûre getirin ve sözünüzde doğrulardan iseniz, Al­lah'tan başka gücünüzün yettiği (kadar) kimseleri (de yardımınıza) çağırın.

14— Eğer sizin (bu önerinize) olumlu cevap vermezlerse, bilin ki O, Allah'ın ilmiyle donatılarak indirilmiştir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, ancak O vardır. Artık siz teslimiyet gösterip İslâm'ı kabul etmez misiniz?

 

Allah'ın Buyruklarını Alaya, Ya Da Hafife Alanlar

 

Putperest Mekkeli'ler, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi küçük düşürmek, inen ilâhî âyetleri birer eğlence ve oyun haline getirmek için ne lazımsa onu yapmaya çalıştılar. Hz. Muhammed'e (A.S.) sihirbaz, şâir, eskilerin masallarını anlatan hikayeci, akli dengesi bozuk gibi birçok yakışıksız söz­ler ve yersiz sıfatlar kullanarak kinlerini, düşmanlıklarını aralıksız sürdür­düler. Ne var ki, bütün bunlar Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yüksek şahsi­yeti karşısında sabun köpüğü gibi sönmeye, silinip değersiz hale gelme­ye mahkûm olmuştur.

Sözünü ettiğimiz yakışıksız sözler halk tarafından tutulmayınca tak­tiği değiştirerek inen âyetleri alay konusu edinmeye, hafife almaya başla­dılar : «Ona bir hazine indirilmeli değil miydi veya Onunla beraber bir me­lek gelmeli değil miydi?» diyerek çevreyi olumsuz yönde şüpheye sokma­yı denediler. Kur'ân'ın putları ve putperestleri yerden yere vuran belgele­rini dillerine dolayıp bazı ilâvelerle yıkıcı propagandada bulunmaya devam ettiler. O kadar ileri gittiler ki, neredeyse Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz inen vahyin bazı kısımlarını tebliğ etmiyecek veya bir süre erteliyecek gibi oldu. Derken yukarıdaki âyet inerek, ortam ve şartlar ne olursa olsun, inen vahyin mutlaka tebliğ edilmesinin gereği hatırlatıldı.

Şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in kafasından geçen böyle bir erteleme düşüncesi, sadece İslâm'ın lehine yönelik bulunuyordu. Aşırı bir saldırı karşısında bir süre susmanın faydalı olacağı umudu bir bakıma söz

konusu idi. Kesin bir karar verilmiş değildi. Ancak tedbirde az bir kusur olabilirdi. İlgili âyet inince, böyle bir tedbirin gereksiz ve faydasız olduğu anlaşıldı ve ilâhî emre mutlak surette uyan Hz. Peygamber (A.S.) o gibi düşünceleri kafamdan çıkarıp attı. [30]

 

Ortamın Olumsuz Havasını Değiştirmek

 

Kur'ân ilgili âyetle, dini ve ilâhî buyrukları teblîğde mü'minlere ve daha çok ilim adamlarına bir ölçü vermekte, tavizin yeri olmadığını belirtmek­tedir. Zira Hz. Peygamber (A.S.) dini tebliğ ile görevli bulunduğuna göre, hemen her konu ve meselede ümmetine bir misal ve ölçü vermekle yü­kümlüydü. Bütün teşebbüsleri, düşünceleri, söz ve davranışları birer mi­sal ve ölçüdür. Kur'ân'da önemli konularda onun şahsında beliren bu öl­çü ve misaller açıklanarak ümmetine sağlam metotlar verilir.

Din ve mukaddesat aleyhine olumsuz yönde propaganda yapanlar ve ilâhî âyetleri alaya alanlar ne kadar çoğahrsa çoğalsınlar, günün şartları­na ve imkânların el vermesine göre, teblîğ ve irşat görevini aksatmamak gerekir. Aksi halde alan bütünüyle inkarcılara bırakılmış olur ki bu, dinin o yerde yanmakta olan meşalesinin sönmesine rıza göstermek anlamına gelir. Ancak çevrenin, ortamın ve şartların çok iyi değerlendirilip irşat ve tebfîğ hizmetini ona göre sürdürmeyi planlamakta büyük yarar vardır. Düşmanın azgınlık ve zulmünü, aşırılık ve ahlâksızlığını artıracak şekilde hareket etmek sünnete aykırıdır. 13 yıllık Mekke döneminde uygulanan metot, izlenen strateji sözü edilen sünneti bütün açıklığıyla ortaya koy­maktadır.

O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Kur'ân'ın gölgesinde, inen âyetlerin ışığında bilhassa Mekke'de nasıl bir irşat ve teblîğ usulü uygula­dığını çok iyi araştırıp ona göre bir program hazırlamak gerekir. Aksine bir düşünce ve tutum İslâm'ın aleyhine neticelenebilir. [31]

 

Onun Gibi On Sûre Getirin

 

«Yoksa Kur'ân'ı O mu  dİy°rlar? De ki: Övle îse onun gibi uydurma on sûre getirin.

Inkârçı müşrikler, Kur'ân için «Muhammed'in uydurması» mı diyorlar; o halde iddialarını isbat için kendileri de onun bir benzeri on sûre uydurup

taya koysunlar. Zira Mekkeli'ler Arap dilinde ve edebiyatında oldukça ileri bir safta bulunuyorlardı. Şiir kalıplarını çok iyi bilenlerden sayılırlardı. Söz söylemek onların ayrı bir sanatı idi. Kur'ân'm beşer tarafından uydu­rulduğunu iddia etmeleri, kendilerinin onun bir benzeri on sûre uydurup ortaya çıkarmalarına çağrışım yapıyordu. İlgili âyet bu çağrışıma parmak basıyor ve onları bir bakıma mindere davet ediyordu. Hem Hz. Muhammed (A.S.) Efendimizin çocukluğu ve gençliği Mekke'de geçmişti. Onun gün­lük hayatı bile en ince taraflarına varıncaya kadar biliniyordu. Hayatında hiç yalan söylememiş, hiçbir şey uydurmamış, doğruluktan, ciddilikten hiç ayrılmamıştı. İnsanlara iftira etmiyen Allah'a karşı nasıl yalan uydurabi-lirdi. Hiç yalan söylemeyen, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söyeyebilirdi. Sonra Onun konuşma tarzı, üslûbu ve bilgi seviyesi çok iyi biliniyordu. Kur'ân'daki hakikatleri kendi kafasından çıkarıp ortaya koyması mümkün değildi. Aynı zamanda Kur'ân'da hâkim olan ifade tarzı, onun ifadesinden kesinlikle ayrılıyor, beşer sözüne asla benzemiyordu.

Eğer Kur'ân insan sözü ise, ey inkarcı sapıklar! siz de insansınız; şâir ve edip sözü ise, sizde de ünlü şâirler ve edipler vardır. Toplanın, bütün yeteneklerinizi ortaya koyun, bütün yardımcılarınızı biraraya getirin, Kur1-ân'ın on sûresine benzer on sûre uydurup ortaya koyun. Eğer iddialarınız­da doğrular iseniz, haydi durmayın onun bir benzerini getirin!.

Kur'ân'm, o sıkıntılı ve buhranlı günlerde ve Arap edebiyatının doru­ğuna eriştiği dönemde inkarcılara karşı açıktan meydan okuması, onun ilâhî olduğunun bir başka belirtisi ve açık belgesidir.

Görülüyor ki, aradan onbeş asır geçmesine rağmen, Kur'ân gibi dinî esasları, ahlâkî umdeleri, hukukî sistemleri, ilmî esasları, ana fikirleri, te­mel bilgileri kusursuz, hatasız yazıp biraraya getiren bir kuvvet ortaya çı­kamamıştır. İnsan karakterini, psikolojik yapısını, milletlerin hayat denge­sini, var olma ölçü ve kıstaslarını en doğru ve isabetli çizgileriyle ortaya koyan ve yüzdeyüz isabetli olan bir sistem ortaya çıkarılamamıştır. Oysa Kur'ân'da bütün bu esaslar ve prensipler en sağlam temeller üzerine otur­tulup açıklanmış ve hiçbir zaman ilmî tesbitler bunları çürütememiş, bi­lâkis tasdike mecbur kalmıştır.

Kur'ân'da fizik ötesinden en doyurucu bilgilere yer verilmiş, âhiret âle­mi ve safhalarıyla ilgili temel inançlar açıklanmış ve her yönüyle, her be­yanıyla insanları iyiye, doğruya, güzele, faydalı olana yönlendirme plân­lanmış, insan ruhunun temizliği ve yüceliğiyle ters düşmeyen bir hayat ni­zamına yer verilmiştir. Bu kadar geniş kapsamlı ve inandırıcı başka bir kitap yazılabilmiş midir?

İşte ilgili âyetle bütün bu gerçekler özetlenip bir komprime halinde beşer idrâkine sunulmuş, inkarcılar susturularak Hakk'ın sesi perde perde yansıtılmıştır.

Böylece Muhammed'in (A.S.) değil, inkarcı putperestlerin, maddeci müşriklerin yalancı, iftiracı oldukları belgelenmiştir. Nitekim hem Mekke-li'ler hem de çevre kabileler çok iyi biliyorlardı ki, Muhammed (A.S.) Efen­dimize inen sözler sihir ve büyü değiidir. Zira sihir ve büyünün yönü, yön­temi ve kalıbı çok değişiktir. Şiir türünden de hiç değildir. Bununla bera­ber sırf kin ve düşmanlıklarından dolayı sözü edilen yalan ve iftiralara baş vuruyor, ortalığı bulandırmaya çalışıyorlardı.

Tekrar edelim ki, aradan onbeş asır geçmesine rağmen Kur'ân'm bir benzeri şöyle dursun, bir âyetinin misli yazılamamıştır. İlmî araştırma ve tesbitler hep onu doğrulamış ve doğrulamaya devam etmektedir. Eskime, yıpranma, unutulma, özelliğini kaybetme gibi diğer kitaplar hakkında mu­kadder olan âkibetten her zaman uzak kalmıştır. Gün geçtikçe cilâsı art­mış, haklılığı cJaha iyi anlaşılmıştır. Çünkü Kur'ân bütünüyle Allah sözü­dür ve hep Allah sözü olarak, korunup kalacak, kıyamete kadar tazeliğini muhafaza edecektir. Karşısına çıkan hasımlarını mutlaka yere serecek, Al­lah kelâmının noksanlıktan, hatadan, özefliğini kaybetme akibetinden beri olduğunu hep gösterecektir.

Kur'ân'm bir diğer özelliği, biri geçmişle, diğeri gelecekle ilgili olmak üzere haberleri verirken, geçmişle gelecek arasında en sağlam köprüyü kurmasıdır. Geçmişle ilgili verdiği haberlerin doğruluğu, yapılan ilmî ça­lışmalar, arkeolojik kazılar ve tesbitlerle, tarihî gerçekleri araştırıp gün yüzüne çıkarmakla kesinleşmiştir. İnkarcı azgın müşriklerin, ahlâkan çö­ken milletlerin dönüş yapmadıkları takdirde yıkılıp yok olacakları hakkın­daki uyarıları yüzlerce misallerle belirgin hale gelmiştir. Putperestlere ye­nik düşen Rumların en geç dokuz yıl içinde üstünlük sağlayacaklarına dair 'erdiği haber aynen gerçekleşmiştir. Yahudîlerle ilgili beyanları noksan­sız ortaya çıkmış, Yahudî ve Hıristiyanların Müslümanlara hiçbir zaman samımı dost olamayaoaklarıyla ilgili verdiği bilgi, bugüne kadar tazeliğini kaybetmemiştir,- aksini isbat eden bir ortam gerçekleşmemiştir.

Kur'an'da bir de geçmiş ümmetlerin hayatının önemli safhalarına de-gınıiır ve daha çok özlü noktaları üzerinde durularak ibret ve öğüt alın­masına özen gösterilir ve peygamberlerin tebliğ ettikleri hususlar açıkla­narak dinler arasındaki ortak esaslar sekiz madde halinde şöyle belirtilir:

1— Semevi dinlerin hepsi bir tek ilân 'bancına dayanır ve o tek ilâhın  oldua-u açıklanarak ortağı bulunmadığı anlatılır.

2— Hak dinlerin hePsi ölümden sonraki hayattan, âhiret âleminden, - ap ve cezadan soz ederler ve bu hususta da aynı inancı paylaşırlar.

3—  Peygamberlerin görevlerinin sadece Allah'ın emirlerini olduğu gi­bi insanlara tebliğ etmek, azıp sapıtanları uyarmak, doğru yolu seçenleri ebedî mükâfatlarla müjdelemek ve Allah ile kulları arasındaki her türlü bâ­tıl engelleri kaldırıp insanlara ibâdetin amaç ve hikmetini öğretmek ve dün­ya hayatından maksadın ne olduğunu hatırlatmak düzeyinde bulunduğunu haber verirler

4— İnsanların  kâinat planındaki yerini  belirlemek,  hayat kanunları­nın değişmiyeceğini gösterip sünnetullaha uymanın her iki hayat için lü­zumlu ve şart olduğuna dikkatleri çekmek suretiyle hılkattan maksadın ne olduğunu kafalara ve kalbiere işlerler.

5—  İnkâr, azgınlık, şımarıklık, böbürlenmek, haklara saygısızlık,  in­sanlara tepeden bakmak, ruhun yüceliğine gölge düşüren ve insanı Al­lah'tan uzaklaştıran sebeplerden birkaçıdır. Bunlardan kurtulmanın yol ve yöntemlerini anlatırlar, duygu, düşünce ve akla malzeme vererek destek sağlarlar.

6—  Sosyal yapıyı Allah sevgisi ve korkusuyla eğitip denge ve düzen­de tutma esaslarını açıklarlar,

7— Aile yapısını  dinî terbiye  ve  güzel  âdetlerle  sağlam  temellere oturtmanın lüzumu üzerinde dururlar, gereken malzemeyi vererek insan irâdesine yer ayırırlar.

8— Dini en güzel, en yapıcı ve okşayıcı öğütlerle ayakta tutmanın metotfarını verirler. Öğretim ve eğitimin şart olduğunu yer yer işlerler.

Kur'ân-ı Kerîm'de ise, bu sekiz madde, gelişen ve gelişecek olan sos­yal hayatın bütün safhaları dikkate alınarak daha geniş ve daha bilimsel ölçülerle anlatılır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın insanlara en son mesajı olma özelliğini taşıyarak indirilmiştir. O bakımdan Allah'ın ilmiyle donatıl­mış, insan ruhunun bütün arzu ve isteklerine cevap verecek bir muhtevada hazırlanmıştır. Her yönüyle mükemmeldir, doyurucu ve tatmin edicidir. Ye­ter ki insan, aklını, idrâkini son noktasına kadar harekete geçirip onu in­celeme zahmetine katlansın.

Aynı zamanda Kur'ân bu maddeleri yer yer sıralarken hedefinin kâ­mil insan yetiştirmek olduğuna işarette bulunur, sorumluluk duygusunu beşerin kalp ve kafasında hâkim kılmayı dikkatten hiçbir zaman uzak tut­maz.

Nasıl Allah'tan başka hak ilâh yoksa, Kur'ân'dan da daha hak, daha mükemmel kitap yoktur. Tevrat ve İncil yürürlükten kaldırılmıştır. Elimizde­ki mevaut nüshaların da Allah sözünün önemli bir kısmı değiştirilmiştir. [32]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın buyruklarının aynen tebliğinin gereği üze­rinde duruiau ve Hz. Peygamber'in (A,S.) hayatından bizlere, yönlendirici bir misal verildi. Sonra da Kur'ân'ın bütünüyle Allah sözü olduğu konu edi­nilerek bir benzerinin insanlar tarafından meydana getirilmesinin mümkün olmadığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle küfür ve azgınlık ahlâksızlıkla, zulüm ve haksız­lıkla birleşmedikçe cezasının âhirete bırakılacağına işaret ediliyor, aynı zamanda dünyada kim daha bilerek ve sistemli çalışırsa, onun daha ba­şarılı olabileceği hatırlatılıyor. Böylece mü'minlerin dünya hayatını meşru sınırlar içinde yeterince değerlendirmeleri dolaylı şekilde isteniliyor. [33]

 

Meali:

 

Dünya haYatmı' onun süs ve şatafatını isteyenler©, dünyada iş-leaıklerının karşılığını tastamam veririz ve onlar burada bir zarara ve ek-siKiıge de uğratılmazlar.

Öyle kimselerdir ki, Âhîret'te kendilerine ateşten VO Dünyaaa iŞ'edikleri boşa gitmiştir ve yaptıklarmın hepsi  rsiz ve anlamsızdır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah (c.c.) buyurdu : Ben, ortaklıkta ortakların en müstağnişiyim, or­tağa ve ortaklığa asla ihtiyacım yoktur. Kim bir amelde bulunur, bir iş iş­ler de, o işte ve amelde benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu da ortağını da (kendi hallerine) terkederim.» [34]

Açıklama :

Yapılan ibâdet taat ve hizmeti Allah için yerine getirirken, başkaları­nın da görüp beğenmesini, takdir etmesini isteyen kimse, amel ve ibâde­tinde Allah'a ortak koşmuş olur. O bakımdan Allah o kimseyi, ortak koş­tuğu kişilerle başbaşa bırakır, Âhiret'te ona hiçbir sevap ayırmaz. Yukarı­daki hadîs bilhassa bu inceliği yansıtmaktadır.

«Kim de Allah'tan başkası için (ilâhî rızanın dışında bir takım amaç ve arzularını gerçekleştirmek için) ilim tahsil ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.» [35]

«Kim Allah'ın hoşnutluğu arzu edilen bir ilmi, sadece dünyalıktan bir şeyler elde etmek için tahsil ederse, kıyamet gününde Cennet kokusunu bulamayacak (alamayacak)tır.» [36]

«Sizin hakkınızda en çok korktuğum husus, küçük şirktir.»

Bunun üzerine soruldu : «Küçük şirk nedir?» Cevap verdi: «Riya (gös­teriştir.» [37]

Nitekim Enes b. Mâlik (R.A.) ile Tabiînden Dahhak bu âyetin riyakâr­lar hakkında indiğini söylemişlerdir.

«Ameller niyetlere göre değer kazanır ve her kişiye niyetinin karşılığı vardır. Artık kimin hicreti Allah ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Re-sûlünedir. Kimin de hicreti dünyalıktan elde edeceği bir şey veya nikahla­yacağı bir kadın ise, onun da hicreti, niyet edip yöneldiği şeyedir.» [38]

 

Her Amelin Karşılığı Noksansız Verilir

 

«Dünya hayatını, onun süs ve şatafatını isteyenlere, dünyada işlediklerinin karşı­lığını tastamam veririz ve onlar burada bir zarar ve eksikliğe de uğratıl­mazlar.»

Allah'ın insanlar hakkındaki hayat ve onu kazanma kanununun en be­lirgin ölçü ve neticelerinden biri de, her işin ve amelin karşılığını noksan­sız vermektir. Sonra da o İş veya amei kişinin niyet ve amacına göre de­ğer kazanır veya hiçbir değer taşımayıp dünyadaki karşılığı ile noktala­nır, âhirette yararlı bir ürünü görülmez. Nitekim dünya hukuk literatürün­de de «Bir İşten amaç ve niyet ne ise, hüküm ona göredir.» kuralının önem­li bir yeri ve aniamı vardır. Bu kuralı, ilk maddeleştirenler, İslâm hukukçu­larıdır.

O halde çalışan, iş gören, ibâdet eden, ilim tahsili için didinip duran her kişinin ameli, yetenekleri, niyeti ve başarısı oranında karşılık görür. Sadece dünyalık elde etmek, yüksek makamlara erişmek için okuyan ve yeteneklerini bütünüyle bu amaca yönelten kimse, başarısı nisbetinde amacına erişir. Allah rızasını düşünmeyerek başkalarının gözüne girmek için çırpınıp duran da hizmeti ve azmi oranında sonuca ulaşır. Bunun is­tisnaları her zaman söz konusudur. Ama istisna genel kaideyi değiştirmez.

Niyeti ve amact sırf Allah'ın sevgi ve hoşnutluğuna erişmek olan kim­se de bu düzeydeki amelinin karşılığını hem dünyada, hem âhirette görür, dünyada görmediği takdirde âhirette mutlaka fazlasıyla mükâfatlandırılır. Zaten öylesi dünyada pek karşılık beklemediğinden, olumlu bir neticenin gerçekleşip gerçekleşmemesi onun için fazla önemli değildir.

Yalnız dünyalık elde etmeğe çalışan, âhiretle ilgili bir niyeti veya gaye­si olmayan kimsenin yaptığı iş ve amelinden dolayı âhirette karşılık yani mükâfat beklemesi gereksizdir veya kendisine haksızlık yapıldığını iddia etmeye hakkı yoktur, çünkü kendisi böyle bir niyet taşımadığı gibi âhirette 5 bir mükâfat ve sevap verilmesini düşünmemiş veya arzu etmemişti.

İlgili âyetle konu çok özlü ve duyarlı bir anlatımla kalp ve kafalara neşter vururoasına işleniyor. [39]

 

Şöhret Ve Makam Hırsı Budalalığı

 

«İşte bunlar öyle kimselerdir ki, Âhiretfe kendilerine ateşten başkası yoktur. Dünyada işledikleri boşa gitmiştir ve yaptıklarının hepsi de değersiz ve anlamsızdır.»

Hakk'ı inkâr edip âhirete inanmayan bazı mucit ve kâşiflere, âlim ve filozoflara gelince, bunların göz kamaştıran keşif ve buluşları âhirette mü-kâfatsız mı kalacak? Beşeriyete bunca hizmetlerine karşılık Cenâb-ı Hak onları sırf inkârlarından dolayı Cehennemde mi yakacak?

Genellikle dar görüşlü ve İslâmî esas ve ölçülerden nasibini ya hiç al­mamış, ya da yeterince dinî kültüre, Kur'ân ilmine sahip olmamış Kişiler, bunları alkışlar, dünya ve âhiret cennetini herkesten çok onlara lâyık gö­rürler. Bu, ilk bakışta biraz mantıkî görünür. Öyle ya bunca çalışma, kafa yorma, insanlığın hayrına hizmet verme, keşifler yapma boşuna mıdır? Kelimeyle anlatıiamıyapak kadar başarılar mükâfatsız mı kalacak? Buna benzer bir takım sorular hatıra gelebilir ve bunları çoğaltmak mümkün. Ama meselenin derinliğine, iç yüzüne nüfuz edecek olursak, gerçeğin öy­le olmadığını, alkışlayanların düşündüğü doğrultuda cereyan etmediğini görürüz. Şöyle ki: Eğer bir mucit veya kâşif, ya da iimî araştırma ile çok değerli bilgiler toplayan ilim adamı, bütün bu çatışma, didinme ve gayret­leriyle, buluş ve iaatlarıyla dünya nimetlerini, şöhrete erişip ülkeler arasın­da tanınmayı, yüksek makamlara erişmeyi amaç olarak seçmiş ve niye­tini bu hususa teksîf edip Allah rızası, âhiret mükâfatı düşünmemişse, me­sele kendiliğinden çözüme kavuşmuş ve akla gelen soruların tamamı ce­vaplanmış sayılır. Öyle ki: sözünü ettiğimiz kimseler çalışma, keşif ve icatlarda bulunmanın karşılığını dünyada görmüşlerdir. Zaten onların da niyet ve amacı bu değil miydi? Kendisi Allah'ı, Allah'ın hoşnutluğunu, âhiretteki mükâfatı düşünmemiş, bunları amaç olarak seçmemiş ve böy­le bir niyet de taşımamışsa, kimin adına kime niçin âhiret mükâfatını. Cen­net ve ondaki saadeti lâyık görüyoruz? Allah'a ve âhirete inanmayan bir mucit veya kâşife, istemediği, beklemediği, düşünmediği ve inanmadığı bir mükâfat veya karşılığa lâyık olduğunu söylemek, hem Allah'ın adaletine ters düşmeyi, hem de o kimseye hakareti gerektirir. [40]

Tabii Allah'a ve âhirete dosdoğru inanan ilim adamlarına, mucit ve kâşiflere sözümüz yok..

Kur'ân, kişinin hizmet ve amelini, onun niyet ve amacına bağlarken ona göre, ya her iki hayatta, ya da yalnız dünya hayatında hizmet ve ame­linin karşılığını tastamam göreceğini belirterek ortaya genel bir kural Koy­muştur. Artık bu kuralın değişmesi söz konusu değildir. [41]

 

Amacı Sırf Dünyalık Olanlar

 

«Dunva hayatını, onun süs ve şatafa­tını isteyenlere, dünyada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz...»

Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Ameller niyetlere göre değer kazanır, karşılık görür..» buyurmuştur. Yaptıkları iş ve amellerden, keşif ve icat­lardan niyet ve maksadı sırf dünyalık olan kimseler, başarıları oranında dünyalıktan nasiplerini alırlar. Bu da Allah'ın devam edegelen sünnetlerin­den biridir ve pek az istisnası vardır.

Ne var ki, dünyalıklar, makam ve şöhretler, alkışlanma ve hayranları çoğaltma da insan kadar fanidir. Ölüm bir bakıma herkesi aynı seviyeye getirmektedir. .Geriae kayda öeğer ne kalmıştır? İyilikler ve kötülükler, Al­lah'a dosdoğru inanmalar ve inanmamalar.. Ölen kişinin kabirdeki ve âhiretteki asıl derece ve makamı ona göre bir farklılık arzeder. Kıyamet pazarında, ancak Allah rızasına yönelik iş ve ameller değer kazanır. Dün­yalıktan yana elde edilen bütün takdirler, şöhretler ve alkışların o pazar­da yeri ve değeri yoktur. İşte ilgili iki âyetle Kur'ân bu gerçeği bize öğre­tiyor.

Konuyu bir misal ile şöyle açıklayabiliriz :

Bu, köyde az-çok kıymetli kabul edilen boncuk ve âdi taşları toplayıp şehirde mücevherat pazarına getirerek satmaya benzer. Oysa mücevhe­rat pazarında boncuğun ve âdi taşların yeri ve dözü yoktur. «Köyümüzde bu taşlar pek değerliydi, siz bunlara neden değer vermiyor, iltifat etmiyor­sunuz?» şeklinde bir soru sormak bile abes ve anlamsız sayılır[42]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kişinin amel ve hizmetinin niyet ve amacına gö­re karşılık göreceği konu edinildi. Sadece dünya hayatını, onun süs ve şa­tafatını arzulayıp, âhirete inanmayanlara âhirette bir mükâfat verilmeye­ceği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle her iki hayatın amacını insanlara en iyi ve en doğ­ru şekilde öğreten kitap ve peygambere inanmanın nasıl bir mutluluk va'-dettiğine işaret ediliyor. Allah'ın koyduğu kurallar dışına çıkıp, Allah adına ebedî saadeti, inanmayan kâ ; ve -nucitlere, hakkı ret ve inkâr eden bazı ilim adamlarına lâyık görenlerin, Allah'a karşı yalan uydurdukları, o yüz­den büyük bir haksızlıkta bulundukları açıklanıyor. Aynı zamanda o gibilerin insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya çalıştıklarına dikkatler çeki­liyor. [43]

 

Meali:

 

17—  Rabbinden açık bir belge üzere olan ve onu, yine Rafabinden bir şahit izleyen ve önünde de bir önder ve rahmet ölçüsü olan Musa'nın ki­tabı bulunan kimse, (sadece dünyalık isteyen ve şöhret peşinde koşan) gi­bi midir? İşte bunlar Kur'ân'a inanırlar. Hangi zümre de onu inkâr eder, tanımazlık yaparsa, ateş onun va'dolunmuş yeridir. Ve sakın bu hususta şüpheci olma! Çünkü Kur'ân Rabbinden (inen) hakkın-gerçeğin kendisidir. Ne var ki insanların çoğu inanmazlar,

18— Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? İşte böyleler! Rablerinin huzuruna çıkarılırlar; şahitler de «Rablarına karşı ya­lan uyduranlar işte bunlardır!» derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zâlimleredir.

19— O zâlimler ki, Allah'ın yolundan akkorlar, onu eğri göstermek isterler. Bunlar, evet bunlardır Âhiret'i inkâr edenler.

20— Bunlar yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakıcı da değillerdir ve Al­lah'tan başka kendilerine dostluk elini uzatacak (kendilerine sahip çıka­cak) kimseleri de yoktur. Onlara azap kat kat olup katmerleşecek. Aslın­da onlar ne (hakk'ın sesini) işitmeye güc getirebilmişlerdi, ne de (gerçeği) görebilmişlerdi.

21— İşte bunlar kendilerine yazık edenlerdir ve uydurdukları şeyler (putlar ve benzeri uydurma ilâhlar) da kendilerine yan çizip gitmiştir.

22- Şüphe yok ki, Âhiret'te de daha çok zarara uğrayanlar onlardır.

23__ Onlar kî, imân edip iyi-yararlı amellerde bulundular ve Rabları-ı gönülden bağlanıp kalp yatışkanlığıyla O'na yönelip eğildiler, işte onlar Cennet yaranıdırlar ve orada ebedî kalıcılardır.

24— Bu iki (karşıt) zümrenin misâli, kör ile sağıra, gören ile işitene benzer; hiç bunlar eşit olurlar mı? Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?

 

İlgili Hadîsler

 

«Muhammed'in canını kudret efinde tutan zata and olsun kî, benim peygamberliğimi işiten şu ümmetten bir yahudî ve bir hıristiyan, benimle gönderilene imân etmeden ölürse, mutlaka Cehennem ehlinden olur.» [44]

«Doğan her çocuk fıtrat üzerine doğar; sonra ana-babası onu ya ya-hudtleştirir, ya hiristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir. Dört ayaklı bir hay­vanın, azası tam yerinde bir yavru doğurması gibi, onda ağız, burun, ku­lak kesikliğine benzer bir noksanlık bulabilir misiniz?» [45]

Kutsi hadîs :

«Şüphesiz ki ben, kullarımı hakka yönelik, Tevhit esası üzerine ya­rattım. Sonra şeytanlar gelip onları dinlerinden saptırdılar; benim helâl kıldıklarımı onlara haram kıldılar ve bana ortak koşmalarını onlara fısılda­yıp telkîn ettiler.» [46]

«Allah (c.c.) zâlime biraz mühlet verir, derken onu (ansızın) yakalar; yakalayınca da (artık) bırakmaz.» [47]

 

Dünyayı Amaç Edinen İle Allah'a Yönelen Arasındaki Fark

 

 «Rabbından açık bir belge üzere olan ve onu, yine Rabbindan bir şahit izleyen ve önünde de bir önder ve rahmet ölçüsü olan Musa'nın kitabı bulunan kimse, (sadece dünyalık isteyen ve şöhret peşinde koşan) gibi midir?»

Mealindeki âyetle dünyayı amaç edinip onun ötesinde başka bir ni­yet ve azmi olmayan kimse ile, Allah'ın indirdiği açık belgelere inanıp Hz.

Muhammed'in (A,S.) yolunda yürüyen kimse arasında bir mukayese yapıl­maktadır: Birinin niyet ve gayesi sadece dünya hayatı, insanların alkışı ve övgüsü; diğerinin amacı ve niyeti ise, Allah sevgisi, âhiret mükâfatıdır..

Böylece bunlardan her birinin niyet ve amacı, işinin ve amelinin ren­gini belirler. Biri, aklın kabul, naklin makbul saydığı, Musa Peygamber ta­rafından geleceği müjdelenen; İsrâiloğulları'na yol gösterip her yanıyla rahmet olan, Tevrat'ta geleceği birkaç yerde haber verilen ve beraberinde beşer kudretini aşan Allah sözü Kur'ân'ı taşıyan zata uymakta; diğeri ise, geçici bir hayata, kendisi gibi fanı olanların övgü ve alkışına gönül verip bağlanmaktadır. Bu ikisi hiç eşit olur mu? Görenle görmeyen, işitenle işit­meyen bir midir?

İlgili âyetin kelime ve cümleleri üzerinde dikkatle durulduğunda, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu açıklayan ve belgeleyen şahitlerden birinin de Musa Peygamber ve Tevrat olduğu gösteriliyor. An­cak sık sık belirttiğimiz gibi, mevcut Tevrat nüshalarında son peygambe­rin geleceğine dair bir takım ifadeler varsa da, çoğu değiştirilmiş ve bir kısmı da anlaşılmayacak şekle sokulmuştur. Bununla beraber bazı belge­leri ilgili yerlerde nakletme ihtiyacını duymuş ve meraklılara bu konuda malzeme vermeye çalışmış bulunuyoruz. Burada aynı belgeleri tekrar nak­letmeye gerek olmadığını sanırım. [48]

 

Sakın Şüpheci Olma!

 

«Ve sakın bu hususta şüpheci olma. Çünkü Kur'ân gerçekten Rabbından (indirilen) hakkın, gerçeğin ken­disidir.»

Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden göklerdeki ve yeryüzündeki belgeler sıralandıktan, Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî kudret bütün incelik ve mü-kemmelfiğiyle belirtildikten; Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber oldu­ğunu, Musa Peygamber ve ona indirilen Tevrat'ın müjdelediğine dikkatler çekildikten sonra, aklını ve diğer yeteneklerini sadece dünyalık adına kul­lanıp geçici bir hayatın alâyiş ve alkışından başka bir niyet ve amacı bu­lunmayan kişilerin kendilerine çok yazık ettikleri hatırlatıldı. Böylece Hakk'-m açtığı doğru yolu görebilmek için bol malzeme verildi. Aynı zamanda in­san aklına bu doğrultuda bir hareket kazandırmak istenildiğine işaret edildi.

Buna rağmen aklını, kevnî ve enfüsî delillere çevirmeyen, Allah kelamı olan Kur'ân üzerinde araştırma ihtiyacı duymayan inkarcı maddecilerin varacağı yerin ateş olacağı ve bunun Allah yânında belirlenmiş bir söz olduğu açıklanıyor ve «sakın bu hususta şüpheci olma» uyarısı yer alıyor. Çünkü şüphe, zihnin bir şeyin doğruluğunu veya yanlışlığını; varlığını yokluğunu; haklılığını, haksızlığını kestiremeyip duraklaması; olum­lu veya olumsuz kesin bir yargıya varamamasıdır.

Şüpheyi, açık belgeler, kesin kanıtlar, sıhhatli ve doğru nakiller gide­rebilir. O nedenle Kur'ân, önce aklî ve naklî delil ve belgeleri ardarda ge­tirdi, sonra da «sakın bu hususta şüpheci olma» diyerek sağlam bir ölçü ve kıstas ortaya koydu.

Bunun gibi, Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu anlayabilmek ve onunla il­gili kafa ve kaibde doğan şüpheleri gidermek için, on beş asır öncesi­ne uzanıp Kur'ân'ın hemen her konuda getirdiği hakikatleri ilmin ve aklın süzgecinden geçirmek ve böylece birtakım sağlam deliller edinip belgeler toplayarak sonuca varmak gerektir. 17. âyetin son kısmında bu gerçeğe parmak basılarak şöyle buyurulmuştur: «Çünkü gerçekten Kur'ân Rabbm-dan (indirilen) hakkın, gerçeğin kendisidir. Ne var ki insanların çoğu inan­mazlar.» [49]

 

Allah'a Karşı Yalan Uydurmak

 

«Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?»

Allah'a karşı yalan uydurmak iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, Al­lah'tan indirilmediği halde, bu Allah'tan indirilme bir kitap veya bir âyet­tir, diyerek kendine ait bir sözü veya insan kafasının ürünü olan bir kitabı Aflah'a nisbet etmektir. İkincisi, bir şeyi Allah helâl veya haram kılmadığı halde, onun helâl veya haram kılındığını iddia edip hükmü Allah'a izafe et­mektir. Şüphesiz ki, her iki iddia ve yakıştırma büyük bir haksızlık ve küf­rü gerektiren bir aşırılıktır. Bunlar gibi, Allah'ın indirdiği kitabı ve buyruk­larını konu edinerek, «Allah böyle bir kitap indirmemiştir, şu ve bu buyruk­lar Allah'a ait değildir» diyerek ret ve inkârda bulunmak da Allah'a karşı yalan uydurmaktır ve hem küfür, hem de büyük bir zulümdür. [50]

 

Neden Allah'a Yalan  Nisbet Etmek Büyük Bir Zulümdür?

 

Şüphesiz ki, hakkı ret ve inkâr etmek zulümdür. Günkü, hak her şey­de hâkim olan denge ve düzendir; en doğru yol, en doğru sözdür,- meşru

sınırları bilip dışına çıkmamak; başkalarının hürriyetine tecavüz etmemek, insan haklarına saygılı olup korumak; ruh ile beden, dünya ile âhiret, mad­de ile mâna arasında denge ve köprü kurup ilâhi murada uygun düzenli bir hayat sistemi oluşturmaktır. Bunun aksine bir yol izlemek, bir anlayış ve davranış içinde bulunmak zulümdür, haddi tecavüzdür, denge ve düzene ters düşmektir.

Allah ancak hakkı söyler, hakkı indirir, O bakımdan O'na karşı yalan uyduran kimse daha zâlim olarak vasıflandırılmıştır. Nitekim ilim adamla­rımız zulmü açıklarken bize şu satırları da yazıp miras bırakmayı ihmal etmemişlerdir:

__ İnsan haklarına el ve dil uzatmak, umumun haklarına tecavüzde bulunmak, ruhun değişmeyen gıdası olan ibâdeti ve Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmeyi ihmal veya terk etmek; sadece mide ve şehveti tatmine çalışıp kalp ve ruhu, vicdan ile basireti unutmak; bütün insanların hayrına yönelik bir kudret ve muhtevada indirilen Kur'ân ile amel etme­mek; insanla Allah arasındaki yolu açıp işlek duruma getiren ve insanca yaşamanın bütün yol ve yöntemlerini öğreten, insanı nefis ve şehvet ba­taklığından kurtarıp kutsal havaya kavuşturan Hz. Muhammed'i (A.S.) ta­nımamak veya O'nun sünnetiyle amel etmemek büyük zulümdür.

Tabii bu misalleri ve maddeleri çoğaltmak mümkün, ancak ilgili âyet­le asıl üzerinde durulan,şey, Allah'ın indirmediği şeyi, O'nun bildirmediği bir konuyu, O'nun helâl veya haram kılmadığı bir şeyi O'na nisbet edip bir­takım yakıştırmalarda bulunmaktır. O bakımdan Cenâb-ı Hak, haddini bil­meyen, insanlığının seviyesini tayin edemiyen, niçin yaratıldığının amaç ve hikmetini düşünmeyen ve tam bir sorumsuzluk içinde Allah'a, Peygam­berine yalan isnat edenleri lanetlemiş; dönüş yapmadıkları takdirde ilâhi rahmete erişemiyeceklerini bildirmiştir. Zira Allah'ın birini lanetlemesi, onu rahmetinden uzaklaştırması anlamına gelir. Nitekim ilâhî rahmetten mah­rum edilip yüce âlemden kovulan Şeytan'ın lânetlenmesinin de anlamı bu­dur. [51]

 

Allah Yolundan Alıkoymak

 

«O zâlim­ler ki, Allah'ın yolundan alıkorlar, onu eğri göstermek isterler. Bunlar, evet bunlardır Âhirefi inkâr edenler.»

Kutsai değerleri birer fantezi sayıp materyalizmi, kâinatın en doğru 'lımsel izahı kabul edenler, sadece kendilerini değil, başkalarını da Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar. Kari Marx'ın ortaya attığı ekonomik görüşü tek kurtarıcı ve can simidi sayanlar da hem kendilerini, hem de okuttukları talebeyi Allah yolundan alıkoymaktadırlar. Musevî asıllı olan Sigmund Freud'un zihinleri bulandıran varsayımlarıyla, Darvvin'in «evrim» nazariyesiyie semavî dinlerin getirdiği bütün esasları yıkmaya çalışan in­karcıların bu nazariyeyi hakikati bulup ortaya çıkaran müsbet bir ilim ola­rak yutturma gayretleri de, hem kendilerini, hem de başkalarını Allah yo­lundan alıkoymaya yönelik büyük bir haksızlık ve zulümdür.

İşte en doğru yolu en eğri yol diye tanımlayanlar, dinlerin omurgasını oluşturan âhiret inancını uydurma sayanlar bunlardır. Kuşkusuz bunlarla Mekkeli putperestler arasında inkâr bakımından fark yoktur. Ne var ki, on­ların inkârlarının temelinde koyu bir cehalet, bunların inkârlarının temelin­de bilimsel birtakım varsayımlar yer almaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların sonunda ne duruma düşecekleri çok düşündürücü bir anlatım çerçevesi içinde şöyle açıklanıyor:                                                   -

a) Bu zâlimler Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.-Geç de olsa zafer mutlaka Allah'ındır ve Allah'a dosdoğru imân edenlerindir.

b) Sonunda bu zâlimlerin elinden tutacak dostları da olmayacaktır. Felâket ve azap günü gelip çatınca, yapayalnız kalacaklardır.

c)  Azapları da yaptıkları tahrip kadar kat kat ve katmerli olacaktır.

d) Zira bu zâlimler ne hakikati görebilmişler, ne gerçeği anlayabil­mişler, ne de Hakk'ın rahmet sesine kulak vermişlerdir. Manevî körlük ve sağırlık onları çepeçevre kuşatmıştır; uçurumun kenarında bulunduklarının farkında bile değillerdir. Hakk'ın hükmü bütün haşmet ve şaşmazlığıyla inince, bunlar da o uçurumun can alıcı derinliğinde kendilerini bulacak­lardır.

e) İşte bunlardır kendilerine haksızlık edenler.  Çünkü  inkâr ateşini imansızlık fırtınasıyla  birleştirip kendi  aleyhlerine  hazırlamışlardır.  Allah yolundan alıkoyma haksızlığının cezasına kendilerini bilerek veya bitme­yerek lâyık görmüşlerdir.

f) Uydurdukları diyalektik ve materyalizm felsefesi, ekonomik yuttur­maca, ideolojik mücadele, varlığın tek kaynağının madde, düşüncenin ise ruh olduğunu göstermeye çalışmaları ne kendilerine, ne de başkalarına bir yarar sağlamamış, bilâkis ruhları öldürüp, kalpleri köreltmiştir. Eğitip ye­tiştirdikleri gençlerin çoğu büyük bir dengesizlik ve tatminsizlik içinde mev­cut düzene karşı âsi olmuşlar ve uyuşturucu madde kurbanları arasında ço-

âunluğu oluşturmuşlardır. O yüzden aile yapısı ağır yaralar almış; baba ev­lât ana evlât arasında ciddi hiçbir ilgi ve bağ kalmamıştır. Yine yetiştir­dikleri gençler arasında cinsel sapıklığın en kötüsü sayılan homoseksüel­lik gün geçtikçe artmakta ve bazı ülkelerde onlara maalesef birtakım ya­sal haklar bile tanınmaktadır. [52]

 

İman, Salih Amel Ve Gönül Yatışkanlığı

 

«Onlar ki, imân edip iyi-yararlı amellerde bulundular ve Rablarına gönülden bağ­lanıp kaJp yatışkanlığıyfa O'na yönelip eğildiler, işte onlar Cennet yaranı­dırlar ve orada ebedî kalıcılardır,»

İlgili âyetlerle, inkârcr putperest ve maddecilerin körlük ve sağırlık içinde nasıl elim bir sonuca kendilerini sürükleyip goiüruüklerinin portre­si çizildikten sonra; kendini inkâr fırtınasından, şüphecilik kararsızlığından kurtarıp imân ve sâlih amel doğrultusunda kalp yatışkanlığına eriştirerek Rablarına yönelen mü'minlerin, erişecekleri mutluluk ve huzur âleminin tablosu gözler önüne konuyor. Baş gözleriyle gönül gözlerini hakikati gör­mede birleştiren, baş kulaklarıyla gönül kulaklarını Hakk'ın sesini işitme hususunda biraraya getirenlerin ancak bu gibi inanan bahtiyarlar olduğu­na işaretle, bunların, körlük ve sağırlık içinde hayatını ve âhiretini berbat, edenlerle eşit olmadıklarına dikkatler çekiliyor.

Kur'ân çizdiği bu portre ve ortaya koyduğu tablodan sonra insan ak­lına ve vicdanına seslenerek «Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?» diyor.

Böylece hem kendine, hem de başkalarına haksızlık edip insanları Allah yolundan alıkoyan zalimlerin tutumu, vasıfları ve görecekleri karşı­lık 11 madde halinde açıklandıktan sonra; Allah'ın hidâyete eriştirdiği mü'­minlerin üç ana vasfı ve kendilerine verilecek mükâfat dört madde halin-e özetlenerek «İmân, sâlih âmel, Allah'a gönül yatışkanlığıyla yönelmek» gibi üç ana vasfın bütün iyilikleri, güzellikleri, hayır ve faziletleri berabe­rinde taşıdığına işaret ediliyor. Sonra da bu iki grup arasındaki fark, kör ile sa9ır- gören ile işiten misal verilerek belirtiliyor. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Kur'ân'ın hak kitap, Hz. Muhammed'in (A.S.)hak resul olduğuna Tevrat'ın da şehadet ettiğine işaret edildi. Allah'a karşı  yalan uyd" uran lordan daha zâlimin kimler olabileceği üzerinde durula-

rak, Allah sözünün olduğu gibi korunmasının ve aynen tebliğ edilmesinin gereği belirtildi. Sonra o zâlimlerin vasıfları, tutumları ve görecekleri aza­bın bir iki safhası anlatıldı. Arkasından iman, sâlih amef ve kalp yatışkan-lığıyla Allah'a yönelmenin bütün hayırları ve faziletleri beraberinde taşıdı­ğına atıf yapılarak iki zümre için düşündürücü bir misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle Hakk'a karşt gelen inkarcı zâlimlerle ilgili tarihî bir misal verilerek, Nûh Peygamber ile kavmi arasında geçen önemli kı­sımlar anlatılıyor. Böylece sıkıntı içinde bulunan mü'minlerin pek yakında Hakk'ın yardımına mazhar olacaklarına işaretle başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere mü'minler teselli ediliyor. [54]

 

Meali:

 

25—  And olsun ki, Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönder­dik. (O da kavmine:) «Şüphesiz ben sizin için açık bir uyarıcıyım.

26—  Allah'tan başkasına tapmayın. Doğrusu ben, hakkınızda elim bir günün azabından korkuyorum.» demişti.

27—  Kavminden inkâra sapanların ileri gelenleri: «Biz seni de ancak kendimiz gibi bir insan olarak görüyoruz; hem sana ancak ilk bakışta biz­den en rezil ve aşağılık kimselerin uyduğunu müşahede ediyoruz. Sizin bi­ze karşı bir üstünlüğünüzü de, faziletinizi de göremiyoruz; belki sizi yalan­cılar sanıyoruz» demişlerdi.

28—  Nûh: «Ey kavmim!» dedi, «ne dersiniz, eğer ben Rabbimden ge-en acık bir kanıt üzere isem ve O kendi katından bana bir rahmet vermiş

e o size kapalı kalmışsa, ondan tiksinip hoşlanmadığınız halde sizi ona zorlayabilir miyim?

29— Ey kavmim, buna karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim «rım (hizmetimin karşılığı) ancak Allah'a aittir ve elbette ben o imân i kovacak da değilim. Onlar mutlaka Rablarına kavuşacaklardır. ' ben sizi cehalet içinde (bocalayan) bir kavim olarak görüyorum.

30—«Ev kavmim, onları (imân edenleri) kovacak olursam, Allah'ın (ve­receği cezârlnnl nocak olursam, Allahın (ve sun    kİm (beni kurtan Yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz.

31— Ben size, «Allah'ın hazineleri benim yammdadır», demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Gözlerinizin, küçük görüp hafife aldığı kişilere Allah hiç hayır vermeyecek de demem. Onların içyüzünü Allah daha iyi bilir. Aksi halde şüphe etmeyin ki zâlim­lerden olurum.»

 

Küfürler Arasında Benzerlik

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e karşı her türlü hayasızlık, şarlatanlık ve saldırıyı mubah sayan; ahlâk ve fazileti bir tarafa İtip akıl ve mantık dışı hareket eden Mekkeli müşriklerin, suçlama, taşlama, yerme, iftirada bu­lunma, alaya alma, işkenceye baş vurma ve her bakımdan karşı gelme yöntemleriyle, daha önce gelip gecen peygamberlere karşı gelenlerin ha­reket, düşünce ve yöntemleri arasında birçok yönden benzerlik vardır. Ni­tekim Mekke'nin ileri gelenlerinin küfür ve hezeyanlarını, Nûh Peygam­bere karşı gelen o devrin ileri gelenlerinin küfür, inat ve hezeyanlarıyla mukayese ettiğimizde, büyük bir benzerlik arzettiğini görürüz.

Bunun için Cenâb-ı Hak, önce peygamberlerini ve mü'minleri teselli edip onlara tarihî bir ölçü ve benzerlik arzeden olayı nakletmeyi, sonra da Mekke'nin ileri gelenlerinin işledikleri cinayetlerin, sergiledikleri küfür ve azgınlıkların sonunun nereye varacağını onlara bir uyarı mahiyetinde ha­tırlatmayı rahmetinin genişliği gereği sayıp Nûh Peygamber kıssasının öğüt ve ibret alınacak safhalarından önemli bir kısmını açıklıyor,

Nûh Peygamber ile kavmi arasında devam eden çetin mücadelenin bazı kısımlarının uyarıcı bir misal olarak verilmesinin bir başka yanı ve yaran ise şudur: Mekke'de gerek ekonomik ablukadan, gerekse ardı arkası kesilmeyen hezeyan ve işkencelerden bunalan mü'miniere, küfrü, bâtılı baş aşağı getirecek, mağrurların belini bükecek, seslerini kesecek ilâhî hükmün tecelli edeceği günlerin pek yakın olduğu müjdesini verip, sonucu sabırla beklemelerini ilham etmektir.

Aynı tarihî kıssaya A'raf sûresinde de yer verildiğini görüyoruz. Bura­da tekrarın sebep ve hikmeti ne olabilir? Olayın birkaç yerde tekrarı, aynı hikmet ve uyanları taşıyor denilemez. O uyarılarla birlikte değişik bilgiler, yönlendirici safhalar ve farklı hükümler söz konusudur. İlâhî metodun ku­sursuzluğu, üslûbunun benzersizliği, verdiği malzemenin ruhları tazeleme­si, fikirleri açması, aklı kamçılaması, vicdanı serinletmesi bakımından her tekrar, farklı hikmetler, değişik uyarılar ve başka başka teselliler içermek­tedir.

Aynı kıssanın değişik yerlerde, bir önceki, bir sonraki âyetler ve konular itibariyle farklı mesajlar taşıdığı şüphesizdir. Bunları birkaç örnek vermek suretiyle açıklayalım :

a)  Allah'tan başka ilâh olmadığı belirtilirken, büyük bir günün azabı hatırlatılıyor.

b) Kavminin ileri gelenlerinin Nûh Peygambere, «Seni açık bir sapık­lık içinde görüyoruz» dedikleri nakledilirken, kafaları ve kalbleri inkâr, ve isyan isiyle kararan kâfirlerin bir peygamber hakkında neler düşündük­lerine, onu nasıl anladıklarına dikkatler çekiliyor.

c)  Nûh Peygamberin sapık  olmadığı,  ancak   âlemlerin   Rabbı   tara­fından gönderilen ve dosdoğru yolda bulunan bir peygamber olduğu vur­gulanıyor. Böylece asıl sapıkların inkarcı putperestler olduğuna işaret edi­liyor.

d)  Nûh Peygamberin dosdoğru tebligat yaptığı ve onlara nasihatçı ve hayırhah olduğu belirtiliyor. Böylece Nuh Peygamberin bu iki hizmet açı­sından hareket ettiğine işarette bulunuluyor.

e)  İnkarcı sapıkların bilmediğini Allah'tan altp bildiğini açıklayan Nuh Peygamberin, önce kendiliğinden bir hüküm, bir çağrı ortaya koymadığı açıklanıyor; sonra da bir peygamberle diğer insanlar arasındaki farklar­dan en önemlisi anlatılıyor.

f)  Her kavim veya milletin içinden o millete veya kavme bir uyarıcının gönderildiği ve bunda şaşılacak bir taraf bulunmadığı  açıklanıyor.  Her kavim veya milletin kendi aralarından filizlenip çıkan kimsenin kendilerine daha iyi hitap edebileceği, daha iyi anlaşılabileceği üzerinde duruluyor ve bu açıdan konuya eğilip iyi düşünmeleri isteniyor.

g) Sonra da Nuh kavminin inkâr ve azgınlıklarına devam ettikleri, ön yargılarının değişmesinin mümkün olmadığı, hislerinin esiri olup akılları­nı iyi kullanmadıkları üzerinde duruluyor ve olumlu bir sonuç alınmayınca aa onlar aleyhine ilâhî hükmün indiği belirtiliyor.

Şu halde A'raf sûresinde ise, Nûh kıssası yedi maddede özetlenmiş ve u olaydan bizlere verilmek îstenen mesajları bilmemizin gereği ürerinde durulmuştur. Onları şöyle sıralayabiliriz:

1— Her ülkede toplumu dejenere edenler, ahlâk ve fazileti yıkanlar ilahi buyrukları hice sayanlar, o ülkenin daha çok şımarık ileri ge-lenleridir.Buna çok dikkat edi!meli ve '9 başına getirilecek kadroda her şeyden önce dinî ahlâk ve fazilet ışığının mevcudiyeti aranmalıdır.

2— Her ülkede inkâr ve cehaletin izleri bulunabilir. Ama buna pas verildiği veya kendi haline terkedildiği takdirde, ileride büyüyüp bir çığ olabilir O bakımdan yeni kuşakları ahlâklı, faziletli, bilgili ve dindar yetiş­tirmemiz farzdır.

3— Hiçbir peygamber dengesiz ve sapık olamaz.  Çünkü genellikle peygamberler günah ve isyandan, yalan ve iftirada bulunmaktan korun­muşlardır. Onlar her bakımdan ilâhî terbiye ve ahlâkin yeryüzünde mü­messilleridirler.

4— Her peygamber aldığı görevi kusursuz yerine getirir ve her pey­gamber öğüt verir, hayırhah davranır ve söyledikleriyle, telkine çalıştıkla-rıyla önce kendileri yaşarlar. Peygamber yolunda yürüyen din mürşitleri­nin de tavrı bu olmalıdır.

5— Peygamber, Allah'tan alıp din adına konuşan bir elçidir. Bizler de ilâhî kitaptan, Peygamber sünnetinden alıp din adına konuşmakla em-rolunmuşuzdur. Buna kendimizden ne bir şey katabiliriz, ne de ondan bir şey değiştirebiliriz.

6— Her peygamber kendi milletinin içinden seçilmiştir. Daha rahat, daha iyi anlatması ve onlarla uyum sağlaması söz konusudur, O bakımdan din mürşitlerinin şive ve kültür farkı dikkate alınmalıdır.

7—  Zafer mutlaka hakkındır; üstünlük de, dosdoğru inanan ve ken­dini Hak yoluna adayan mü'minlerindir.

Aynı kıssa Hûd sûresinde :'

a) Nûh Peygamberin açık bir uyarıcı olarak kavmine gönderildiği; on-laFa, Allah'a tapmalarını önerdiği, bunun aksine bir yol tutmanın elim bir azaba yol açacağı hatırlatılıyor. Böylece Nûh Peygamberin hem sınırı be­lirleniyor, hem de görevinin ne olduğu açıklanıyor.

b) Kavminin ileri gelenlerinin onu kendileri gibi bir insan olarak gör­dükleri anlatılırken, onların, Allah tarafından gönderilen bir peygamberin ancak melek olması gerektiğine inandıklarına işaret ediliyor. A'raf sûresin­de bu husustan söz edilmiyor.

c) Nûh Peygambere İnanıp uyanları aşağılıkla suçluyorlar. Onlara gö­re, mal ve makam, soy-sop sahibi olmayanlar toplumda en aşağı tabaka­dır. Yine A'raf sûresinde bundan bahsedilmiyor.

d) Nûh kavmi üstünlüğü, erdemliği, imân, ahlâk ve fazilette değil, bir­takım dünyevî nîmetlere erişmede görüyorlar ve o yüzden Nûh Peygamberi v© imân edenleri yalancılıkla suçluyorlardı. A'raf sûresinde bu hususa atıf yapılmamıştır.

e) İnsanların idrâk ve irâdeleri harekete geçirilip yönlendirilerek yola aetiri I meleri, *öblîğ ve irşat metodu olarak işleniyor. Bunca âyet, belge ve delillere rağmen Hakk'ı kabul etmiyenleri zorla dine sokmanın uygun ve yararlı bir metot olmadığına işaretle mürşitler uyarılıyor. Böylece A'raf sûresinde geçen işaretten çok farklı bir hüküm ortaya çıkıyor.

f) Nûh Peygamberin uyarı ve irşadına karşılık hiçbir ücret ve mal is­temediği, başarılı olsun, olmasın mükâfatının sadece Allah'a ait olduğu açıklanıyor. O nedenle din mürşitlerinin mümkün olduğu, şartlar el verdiği nisbette irşat ettikleri kimselerden bir şeyler almamaları ilâhî bir kural ola­rak hatırlatılıyor.

g)  Nûh Peygamberin, kendisine   inanıp uyan   mü'minleri   hiçbir za­man, şunun, bunun hatırı için huzurundan kovmadığı, ilgisini azaltmadığı belirtiliyor. Onun için, Allah'a dosdoğru inananlara, her zaman saygılı ve itibarlı gözle bakılmasına işaret ediliyor. A'raf sûresinde bu hususa işaret edilmiyor.

h) İnkâr, azgınlık ve haksızlığın, ahlâksızlık ve şarlatanlığın cehalet­ten, baba ve dedelerin yoluna körü körüne uymaktan; aklı ve idraki hareke­te geçirmemekten kaynaklandığı çok anlamlı ve duyarlı bir ifadeyle anla­tılıyor.

i) İnkâroı sapıklara, hakkı ret ve inkâr edenlere yaranmaya çalışan­ların veya onları kendilerine dost edinenlerin Cenâb-ı Hak'tan yardım gö-remiyeçekleri açıklanıyor. A'raf sûresinde bu husustan da söz edilmiyor.

k) Peygamberlerin görevleri, yetkileri ve yetkilerinin sınırları konu edinilerek Allah'ın hazinelerinin onların elinde olmadığı haber veriliyor; ay­nı zamanda meleklerden peygamber gönderilmediği ve Allah bildirmedik­çe peygamberlerin gaybi bilmedikleri üzerinde duruluyor. Böylece mür­şitlerin yetki sınırlarının ne olabileceği hakkında bir ön bilgi veriliyor.

Görüldüğü gibi, Kur'ân'da gerçek anlamda tıpatıp bir tekrar yoktur, tekrar sanılan her olayın ayrı safhaları, başka başka hikmetleri söz konu­sudur. O bakımdan A'raf süresindeki yedi maddelik beyâna dayanarak tes­it ettiğimiz mesajlarla, aşağıda sıralayacağımız Nûh kıssasından tesbit ettiğimiz mesajlar arasında da hayli farklar mevcuttur:

1— Şartlar ve ortam elverdiği ölçüde Allah'ın son dinini yaymaya çalışmak peygamber mesleğidir ve en şerefli bir meslektir.

2— kalbini ve vicdanını  bütünüyle dünyalığa  çevirip kutsal değer-3 ilgisini kesen küfrün elebaşılarının alaylı sataşmaları, küçük düşü-

rücü anlamdaki sözleri, kınama ve tehditleri, Allah yolunda hizmet eden kişilerin azmini, hevesini kırmamalı, bilâkis azimlerini ve heveslerini artır­maya vesile olmalıdır.

3— İslâm her yanıyla yüksek anlamda ilim ve irfan, edep ve terbiye sevgi ve saygı dinidir. Onu bilimsel araştırma konusu haline getirip doyu­rucu, susturucu belge ve kanıtlarla işlemek vaciptir Zira İslâm'ın genel yapısı buna çok müsaittir.

4— Dine hizmeti geçim vasıtası haline getirmemek gerekir. Hi?meti imkânlar el verdiği nisbette Allah'ın hoşnutluğunu kazanma doğrultusun­da sürdürmek başarının ilk ve son adımıdır. Bununla daha çok dine hiz­meti kişisel çıkarlara alet etmemek kasdedilir.

5—  Mü'minlere, sosyal durumları ne olursa olsun, üstün değer ver­mek, onları her zaman inkarcı maddecilere, ikiyüzlü münafıklara tercih et­mek ve sırası geldikçe kendilerini onore edip desteklemek farzdır.

6—  Allah'ın dinine hizmeti, gaybı biliyorum iddiasıyla değil, gaybe ina­nıyorum beyanıyla tevazu, teslimiyet ve mahviyet içinde sürdürmek pey­gamberlerin değişmeyen şiarıdır. Onlara bu hususta da uymak vâoiptir.

7— Gayr-i müslimlere, inanmayan liderlere yaranmaya özenmek, di­ne ve ona hizmete zarar verir. Bunlardan sakınmak gerekir.

Görüldüğü gibi, Kur'ân'da anlatılan her kıssada nice hisseler ve öğüt­ler yer almaktadır. Onları bir hikâye gibi değil, üzerinde durarak, inceliye-rek, hikmetini araştırarak okumak şarttır. Aynı zamanda Allah kelâmını ku­ru bir mealden okuyup öğrenmek de mümkün değildir. Mutlaka sistemli, düzenli ve plânlı yazılmış bir tefsirden yararlanmak suretiyle onu anlamaya çalışmak gereklidir. Unutmamalıyız ki, hiçbir kıssa, âyet ve konu boşuna yazılmamış, hiçbir tekrar hikmetten uzak tutulmamıştır. [55]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkları, maddeci ahlâksızları uyarmak, mü'minleri müjdelemek için Nuh Peygamber'in kavmiyle olan mücadele safhaları anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle aynı kıssanın diğer önemli bölümleri anlatılarak sonunda Hak'tan yana olanların başarıya eriştiği, küfür ve tuğyanda ısrar edenlerin kökünün kesildiği belirtiliyor ve böylece hem Mekke'de sıkıntılı günler geçiren mü'minlere ferahlatıcı müjde veriliyor, hem de yaşamakta olan inkarcı kavim ve milletler uyarılıyor. [56]

 

Meali:

 

32—  (Kavmi ona:) «Ey Nuh! dediler, cidden bizimle tartışıp uğraştın ve bizimle uğraşmanı çoğalttın (ileri gittin). Eğer doğrulardan isen şu bizi tehdit edip durduğun (azabı) getir.»

33—  Nûh: «Onu size ancak, dilerse Allah getirir; Allah'ı âciz bıraka­cak değilsiniz.

34—  Eğer Allah, sizi azdırıp yok etmek istese, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size bir yarar sağlamaz. O sizin Rabbınızdır ve ancak O'na döndürüleceksiniz.

35—  Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: «Eğer onu uydurdumsa, günah ve vebali benim üzerimedir ve ben sizin işlediğiniz günah ve ve­balinizden beriyim,»

36—  Nuh'a, senin kavminden imân edenlerden başkası, şüphen ol­masın ki (sana) inanmıyacaktır. Artık onların işleyegeldiklerinden dolayı üzülüp tasalanma.

37—  Gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda gemiyi yap ve sakın zulmedenler hakkında bana hitapta bulunma; çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır, diye vahyolundu.

38—  Nûh gemiyi yapmaya başladı; kavminin ileri gelenleri yanından geçtikçe onu alaya alıyorlardı. Nûh onlara: «Bizimle alay ediyorsunuz; bi­zimle alay ettiğiniz gibi biz de (yakında) sizinle alay edeceğiz.

39—  İleride rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kalıcı azabın ki­min üzerine ineceğini anlayacaksınız» dedi.

 

Nuh Kıssasının Bu Bölümünden Alınacak Öğütler Ve İbretler

 

Nûh Peygamberin (A.S.) kavmiyle olan sürtüşme ve tartışmasının, uyarı anlamındaki mücadelesinin uzun sürdüğü bir gerçektir. Böylece uzun yıllar hakka davet eden, inkarcıları, bir olan Allah'a inanmaya çağıran Nûh Peygamberin yıllara dayalı teblîğ ve irşadı, inkarcı sapıklara bıkkınlık ve­recek bir noktaya gelip dayanmıştı. Zira her şeyi mubah sayan inkarcı maddeciler, hürriyetlerini sınırlayacak, isteklerinin meşru olmayanlarını frenliyecek dine ilgi göstermeyi kendi aleyhlerine bir dönüş kabul ediyor, o bakımdan Nûh Peygamberin öğütlerine kulak vermiyorlardı.

Onlara bu kadar uzun bir sürenin ayrılması, şüphesiz ki ilâhî rahme­tin bir tezahürü idi. Çünkü O'nun rahmeti gazabının önünü almıştır; bu ezelî bir kanundur ki, değişmez; yani koyduğu kanunları, hazırladığı plân ve programı kendisi bile bozmaz ve değiştirmez. Ama ne yazık ki, her uya­rı bir tepki, her öğüt bir usanç ve bıkkınlık doğurmuş ve bütün uğraşma­lar ve didinmeler aradaki mesafeyi açmaktan başka zahiri bir sonuç ver­memişti. Ancak unutmamak gerekir ki, bir de olayın ve devam eden uzun mücadelenin insanlıktan yana sayılmayacak kadar olumlu sonuçlar doğur­duğu, kıyamete kadar gelecek olan milletlere öğüt ve ibret dolu unutulmaz bir tablo meydana getirdiği cok açıktır.

Toplum uyarılma düzeyinde bu noktaya gelince, artık teblîğ ve irşa­dın, uyan ve öğüdün fayda vermeyeceği, onları ıslâh edemiyeceği kesinlik kazanır. Bu durumda mürşit başka bir irşat yeri ve ortamı aramak, ya da inecek olan ilâhî hükmü (azabı) beklemek arasında serbesttir. Ama birin­ci şıkkı tercih etmesi daha uygundur. Tıpkı İbrahim Peygamber'in ve son olarak Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yaptığı gibi..

Nûh kavmi de her şeye rağmen inkâr ve ahlâksızlığın, zulüm ve hak­sızlığın son kertesine gelip dayanmış, yapılacak başka bir şey kalmamış­tı. Nûh Peygamber (A.S.) kendine düşeni yapmış, bütün imkân ve gücü­nü kullanarak ilâhî buyrukları teblîğe çalışmıştı. Gerisi Allah'a kalmıştı; O'nun hükmünü beklemekten başka bir yol söz konusu değildi.

Ne var ki, peygamberler ancak ilâhî emirle hareket ederler, kendilik­lerinden bir karar vermeye me'zun değildirler. Onun için Nûh Peygamber bir tarafa ayrılamadı. Va'dedilen azabın gelmesini, alaylı bir ağızla isteyen kavmine, «Allah sizi azdırıp yok etmek isterse, vereceğim öğüt bir yarar sağlamaz» diyerek, Allah'ın ezelî ilminin bu azgınların doğru yolu seçmi-yeceklerinin tesbitini, ileride itiraz etme sebeplerinin ortadan kalktığını öğ­renmekle pek yakında azabın ineceğini biliyordu.

Ama aynı durum bir mürşit için geçerli değildir; yani uzun süre yap­tığı irşat ve teblîğden olumlu sonuç alamadığı takdirde, ilâhî emrin inme­sini bekler gibi bir karar vermesi gereksizdir. Çünkü vahiy ancak pey­gamberlere inmiştir, o bakımdan peygamberler böyle durumlarda da Al­lah'ın emrini bekler, kendiliklerinden bir karar vermezlerdi. Mürşit ise, kendiliğinden bir karar verebilir, dilerse, bekler, dilerse ayrılıp başka bir yer aramaya koyulur.

Allah'ın Nûh kavmini azdırıp yok etmesinin anlamı ise, şöyledir: Al­lah'ın insana kâinat plânında ayırdığı yeri bildirmesine rağmen insanlar slirlenen noktada yerlerini almaz, hayat kanunlarına uymaz; gönderdiği Peygamberlerin yol gösterici, akla ışık tutucu sözlerine kulaklarını tıkar,

mevcut ortam İçinde akıllarını, idrâklerini kullanmazlarsa, ilâhî hidâyetin tecelli edeceği sınıra kendilerini getirmemiş olurlar. Böylece inkâr ve az­gınlık kertesine sürüklenip ilâhî azabın inmesini çabuklaştıran noktada ka­rar kılarlar ve o takdirde kendilerine zulmetmiş sayılırlar. İşte Allah'ın on­ları azdırıp saptırmasının gerçek anlamı ve yorumu budur. [57]

 

Nûh Kıssasında Mekkeli Müşrikleri Uyaran Bölümler

 

İlâhî üslûbun Kur'ân'daki parlak özelliklerinden biri de, bir olay, ya da kıssayı anlatırken ara yerde -dikkatleri toplamak, konunun canlılığını korumak ve olayın ne amaçla anlatıldığına işarette bulunmak için- değişik bir konuya geçmesidir. Aslında ara yere serpiştirilen ikinci konu asıl ko­nudan kopuk başka bir konu değil, onu tamamlayan ve hikmetinin anlaşıl­masına yardımcı olan ek bir konudur. Nitekim Nuh Peygamber {A.S.) kıs­sası henüz bitmeden ara yere Mekkeli müşrikleri, daha çok onların ele­başılarını, olayın vereceği tesirle uyarmak, Hz. Peygamber'in (A.S.) arka­daşlarının imân ve irfanlarını artırmak maksadıyla şu cümleye yer veril­miştir : «Yoksa (Muhammed) onu (Nûh kıssasını veya Kur'ân'ı) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer onu uydurdumsa günah ve vebali benim üzerimedir ve ben sizin işlediğiniz günah ve vebalinizden beriyim.»

Bu uyarıdan sonra yine asıl konuya geçiliyor. Allah ezelî ilmiyle yap­tığı tesbitin hükmünü bildiriyor: «Nuh'a, senin kavminden imân edenlerden başkası, şüphen olmasın ki (sana) inanmayacaktır. Artık onların işleye geldiklerinden dolayı üzülüp tasalanma.» Zira gerçekten sen tebliğ ve ir­şat görevini yerine getirmiş bulunuyorsun. «Gözetimimiz altında gemiyi yap ve sakın zulmedenler hakkında bana hitapta bulunma; çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır, diye vahyofundu.»

Gemi yapılırken de onların inkâr ve ahlâksızlığı, alay ve sataşması de­vam etti. Akıl ve idrâklerini kullanıp da, aklî melekesi tam yerinde olan ve hayatında hiç yalan söylemeyen Nûh Peygamberin gemi inşa etmesinin nedenini, hikmet ve esrarını anlamak istemediler, sadeoe o kesimde de­niz olmadığını düşünerek işi alaya alıp geçtiler. Sonunda olan oldu, ilâhî hüküm ezelî plânını kusursuz uyguladı. Aklını, idrâkini, vicdanını bir türlü gerçeği anlayıp bulma doğrultusunda kullanmayan, Peygamber tebliğine kalp ve kafasını kapalı tutan Nuh kavmi bütünüyle yok edildi. [58]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Nûh (A.S.) kıssasının önemli birkaç safhası, ib­retli yanı anlatılarak inkarcı maddeciler, Allah'a ortak koşan şaşkınlar uyarıldı. İlâhî hükmün nasıl plânlı ve programlı tecelli edeceğine dikkatler çekildi. Dolayısıyla mü'miniere hem müjde verildi, hem de bunalanlar te­selli edildi.

Aşağıdaki âyetlerle tufan olayının ibretli yanları anlatılıyor, hayvan­ların korunması çok anlamlı bir ifadeyle işleniyor, Allah'a inanmayan ev­lâdın ilâhî hışma uğramasına üzülmenin bir yararı olmadığı, aksine üzülüp tasalanan babayı günahkâr edeceği hikmetiyle anlatılıyor. Gemi hedefine ulaşınca, ilâhî emir ikinci defa tecelli edip suların çekilmesinin sağlandığı, sonunda hiçbir zayiat vermeden Nuh'un (A.S.) gemisinin Cudi'de karar kıldığı çok açık biçimde belirtiliyor. [59]

 

Meali:

 

40—  Sonunda emrimiz gelip tennur kaynamaya başlayınca (Nuh'a) dedik ki: «Her (hayvanın) dişi ve erkeğinden ikişer taneyi ve aleyhinde (ilâhî) hüküm geçmiş olanlar dışında aileni ve imân edenleri gemiye yük­let (bindir)!» Ne var ki, beraberinde imân edenler pek az kimseler idi.

41— Nuh, «Bininiz ona; yüzüp yürümesi de, demir atıp durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim, çok bağışlayan çok merhamet eden­dir.» dedi.

42— Gemi, içinde taşıdıklarıyla birlikte dağ   gibi   dalgalar  arasında

yüzüp yol alıyordu. Nûh, ayrı bir yere çekilen oğluna, «oğulcağızım! bizimle beraber (gel) gemiye bin, kâfirlerle beraber olma.» diye seslendi.

43—o, «ben az sonra bir dağa sığınırım, o beni sudan korur» dedi.

Nûh ona: «Bugün Allah'ın emrinden koruyacak (hiçbir güç ve yardımcı) yoktur; ancak O'nun merhamet ettiği müstesna.» derken aralarına dalga­lar) girdi ve o da boğulanlardan (biri) oldu.

44—  Ey yeryüzü! suyunu yut; ey gök; sen de (suyunu) tut, denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi CÛDÎ üzerinde yöntemli şekilde durdu. O zâ­limler topluluğuna da «rahmetten uzak olun!» denildi.

45—  Nûh, Rabbına (yanık bir yürekle) seslendi: «Rabbim! doğrusu oğ­lum benim dilemdendi. Şüphesiz ki senin va'din haktır ve sen hükmeden­lerin en iyi hükmedenisin» dedi.

46—  Allah ona: «Ey Nûh. şüphesiz ki, o senin ailenden değildir; çün­kü onun (yaptığı) cidden sâlih (iyi-yararfı) bir âmel değildi. Artık (içyüzü­nü) bilmediğin bir şeyi benden isteme. Bilgisizlerden olmayasın diye ger­çekten sana öğüt veriyorum» buyurdu.

47—  Nûh dedi ki: «Rabbim! bilmediğim bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım; eğer beni bağışlamaz ve merhamet etmezsen elbette zara­ra uğrayanlardan olurum».,

48—  Denildi ki: «Ey Nûh! bizden sana ve seninle birlikte bulunan mü'minlere (topluluklara) bîr selâmet ve çok bereketlerle gemiden in.. İle­ride nice ümmetleri de geçindirip yararlandıracağız; sonra da bizden on­lara elem verici azap dokunacak.

 

Kıssanın Bu Bölümünden Alacağımız Öğütler Ve İbretler

 

1— Her peygambere olduğu gibi, Nûh Peygambere de inananlar az idi. Çünkü Allah'ın beyân buyurduğu ölçü ve anlamdaki imân, kişinin si-ırsız hürriyet arzularını ve bu yoldaki aşırılıklarını frenleyip meşru şınır-r içine sokar. Gemi azıya alan şehvetine yine meşru' ölçülerle yön ve­rir, düzenli, disiplinli bir hayat sürmesini emreder. Kendini bütünüyle hay­vanı duyguların tesirinden kurtaramayanlar, ilâhî dine inanmak istemezler, üstelik karşı çıkıp tesirini gidermeye çalışırlar.

2—  Herhangi bir vasıtaya binerken Allah'ın adını anarak ayak basmak ve selamet ve bereket kapılarının açılmasına sebep olur. Özellikle gemi uçak ve diğer motorlu araçlara binerken Nûh Peygamber'in (A.S.) kul-

landığı sözleri aynen söylememize işaret ediliyor:

«Yüzüp yürümesi de, de­mir atıp durması da Allah'ın adayladır. Şüphesiz ki Rabbım çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

3—  Evlâdın sapıklığından dolayı babasını, babanın sapıklık ve küf­ründen dolayı evlâdını kınamamak gerekir. Ergen oluncaya kadar kendi­sine aiiesince dinî esaslar ve prensipler, ahlâkî kurallar öğretilen bir ev­lâda karşı anne-baba görevlerini yapmış sayılırlar. Gerisi o evlâdın anla­yış ve irfanına, Allah'ın da hidâyet ve takdirine kalır.

Bu husustaki ilâhî sünnet ise, şöyledir:

Çocuğu ergenlik cağına kadar dinî kültürle beslemek, meşru ölçüler içinde olan millî kültürle desteklemek ve kendi günlük yaşantılarıyla en güzel örnek olmaya çalışmak ana-babantn görevidir. Bundan sonrası Al­lah'ın hidâyet ve inayetine bağlıdır. Öyle ki artık mükellef düzeye gelen gencin kalbi Allah'ın iki kudret ve rahmet parmakları arasında bulunur, O, onu dilediği gibi çevirir. Tabii bu çevirme, gene kişinin inanç, anlayış, idrâk ve basiretine göre gerçekleşir.

Uzun yıllar kavmini uyarıp onları her yönden irşada çalışan bir pey­gamberin, oğlunu, eşini ve yakınlarını ihmal etmiş olması düşünülemez. Nûh Peygamber kendi imkân ve iradesiyle varılması gereken sınıra kadar gelmiş, beşer gücünün yettiği noktaya kadar hizmetini sürdürmüştü. Bundan son­rası oğlunun ve eşinin kendilerini ona lâyık düzeyde tutmalarına ve Allah'ın yüksek takdirine kalmıştı.

4—  Baba-oğul bağı ve ilgisi pek çabuk kopmuyor; son deme kadar ümit besleyen Nûh Peygamber, gemi hareket edince bir defo daha âsi, gü­nahkâr oğluna seslenme duygusundan kendini alamıyor. Oysa ilâhî hü­küm kendisine daha önce bildirilmiş ve «Her (hayvanın) dişi ve erkeğinden İkişer taneyi ve aleyhinde (ilâhî) hüküm geçmiş olanlar dışında aileni ve imân edenleri gemiye yüklet (bindir)!» mealinde, ifâdesini bulan ilâhî be­yânla gemiye bindirilecek olanların kimler olacağı acık şekilde belirlen­mişti. Buna rağmen evlât sevgisi, yaşlı peygamberin şefkat duygusunu son bir defa daha kamçılamış ve onu gerçekleşmiyecek bir dilekte bulunmaya sevketmişti.

Sonuç olarak, küfür, babaya oğlunu, kan ile kocasını birbirinden uzak­laştıran başlıca sebepler arasınuu yer alıyor. Böylece aile yapısında fert­leri birbirine bağlayan manevî bağların çu«j kopmuş oluyor, arada sadece zahirî ilgiden başka fazla bir şey kalmıyor.

5—  Bir bölgede yağmurun yağması, sellerin oluşması şüphesiz ki belli kanunlara ve bağlı bulunduğ ' sebeplerin bir araya gelip gerçekleş­mesine bağlıdır. Ama unutmamak gerekir ki, belli ve zahirî sebeplerden başka bir de batınî sebepler söz konusudur. Sonra da bütün illet ve se­beplerin ucu Allah'ın kudret elinde ve O'nun mutlak tasarrufu altında bu­lunuyor. Normal tabii olayların dışında olağanüstü olaylar meydana getir­meyi dilediğinde, «kün=pl!» emriyle sebep ve illete ' oluşturup harekete geçirir. Kur'ân'da ilgili âyette bu husus cok net bir anlatımla şöyle açık­lanmaktadır: «£y yeryüzü! suyunu yut; ey gök! sen de (suyun^ *'it, denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî üzerinde yöntemli şekilde durdu...»

6—  İmân ile küfür birbirinin karşıtıdır; bir kişinin kalbinde biraraya gel­meleri mümkün değildir; o bakımdan imân gelince küfür gider, küfür ge­lince imân ayrılır, tıpkı gece ile gündüz, karanlık ile aydınlık gibi. O ba­kımdan küfür karanlığı Nuh ile oğlu arasına girince aşılması zor bir set halini aidi; baba daha aydınlık günlere, sonsuz mutluluklara doğru ilerler­ken oğul karaniıkfar içinde her şeyini kaybedip yok oldu. Aücîı Nuh'a (A.S.) bu hususta şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki, o senin ailenden değildir...»

7—  İç yüzünü bilmediğimiz bir şeyi olumlu, ya da olumsuz yönden Allah'tan istememiz, doğru ve isabetli bir düşünce ürünü değildir. O halde o gibi durumlarda işin hayırlı olanını dilemek en sağlıklı hal çaresi ve di­lekte bulunma yöntemidir.

8—  Nûh Peygamberin (A.S.) gemisinde yer atan insanların üreyip za­manla birçok ümmetler meydana getireceği biraz kapalı bir anlatımla ha­ber verilmiş ve ne yazık ki, onlardan çoğunun doğru yoldan sapıp bâtılı temsil edeceklerine dikkatler çekilerek gelecekle ilgili  haber verilmiştir. Böylece tufandan sonra o bölgedeki kabile ve milletlerin yalnız Nûh Pey­gamberin üc oğlundan değil, gemiye alınan diğer insanlardan üreyip mey­dana geldiği belirtilmiş ve bu hususta aniatıiagelen birçok yanlış görüş ve yorumlar tashih edilmiştir. [60]

 

Tennur'un Kaynamaya Başlaması

 

«Sonunda emrimiz gelip tennur kayna­maya başlayınca....»

Tennur   tabiri üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar yapıl­ıştır. Biz onları özetliyerek aşağıya naklediyoruz

1—Yeryüzü an'am'na gelir. Nitekim Arapların çoğu yeryüzünü böyle aaiand.rm.şlard.r. |bn Abbas (R.A.), İkrime, Zührî ve İbn Üveyde- de aynı görüştedirler. Böylece «tennur kaynadı»dan maksat, yeryüzünde, yağan yağmurdan dolayı sular sel halini alırken, yeraltı kaynakları da diğer yan­dan fışkınp önüne geçilmez birdeniz oluşturuyordu anlamt ortaya çıkmak­tadır.

2—  İçinde ekmek pişirilen   tandır   ve  fırın    demektir. Rivayete göre, Hz. Nuh'un, Havva anamızdan mîras kalma taştan oyulmuş bir tan­dırı bulunuyormuş. Tufanın kopacağına ilk belirti olarak o tandırın için­den su kaynayıp çıkması gösterilmiş. Nitekim el-Hasan, Mücahit ve Atiy-ye bu yorumu ve senetsiz rivayeti uygun görmüşlerdir.

3—  Gemide suyun toplanıp biriktiği yer, demektir.

4—  Fecrin doğduğu zaman, demektir. Zira   tennur,   «tenvîr» kö­künden türetilmedir. Fecrin doğup ufuğu aydınlattığı vakit anlamıyla iigi-şi pek yakındır. Nitekim Hz. Ali (R.A.) bu yorumu tercîh etmiştir.

Küfe Mescid'i kasdedilmiştir. Bunun da Hz. Ali (R.A.) ile tabiîn­den Mücahid'den rivayet edildiği söylenir. Küfe Mescid'inden, onun tam bitişiğindeki tandır kasdedilmiştir. Ne var ki, ilim adamlarının ço­ğu bu yorumu benimsememişlerdir.

6—  Yeryüzünün yüksekçe kısımları demektir. Katade de aynı görüşte­dir.

7—  Arap Yarımada'sındaki  pınar kasdedilmiş, diyenler olmuştur ki bu pınara «Aynü'l-Verde» denilir. Şam dolaylarında olduğu söylenir.

Ama en doğrusunu Allah daha iyi bilir.. [61]

 

 Tevrat'ta Nuh Tufanıyla İlgili Yazılar

 

Tevrat'ın Tekvin bölümünde bu tarihî olay geniş biçimde anlatılır. An­cak Allah'tan indiği gibi korunmadığı ve o yüzden sonraları bazı ilim adam­ları tarafından derlenip toplandığı için birçok bölümlerinde olduğu gibi, ilgili bölümde de hayli yanlışlara yer verilmiştir. Tufanın bütün yeryüzünü bir baştan bir başa kapladığından söz edilir ki, bu doğru değildir. Zira Nûh Peygamber (A.S.)ın sadeee bir bölgedeki insanlara uyarıcı ve tebşir edici bir resul olarak gönderildiği kesindir. O takdirde Nûh Peygamberin yüzü­nü görmeyen, sesini işitmeyen ve davetinden haberi olmayan kabile ve milletlerin günahı ne? Oysa Kur'ân'da Cenâb-ı Hakk'ın Jdu konuyla il­gili âdetuilaht şöyle açıklanmıştır: «Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz.» [62] «Rabbın kasabaların ana yerleşim yerlerine 3 amber göndermedîkçe o kasabaları yok etmiş (ve edecek) değildir. Ve biz, halkı zalimler olan kasabalardan başkasın» da yok ediciler deği­liz.»[63]

Ayrıca Tevrat'ta bu konuyla ilgili değişik bazı bilgilerde verilir: Nuh'un [AS) tufan sırasında 600 yaşında bulunduğu, huyvanlardan ikişer çift de­ğil, yedişer çift seçilip gemiye alındığı, Tufan'ın kırk gün sürdüğü, yeryü­zünde hareket eden bütün canlıların öldüğü ve geminin ARARAT dağı üze­rine oturduğu anlatılır.. [64]

Ararat, bugünkü Ağrı'nın eski ismidir. Kur'ân'da ise, Cûdî dağından söz edilmektedir. Nûh Peygamber'in tufanda kullandığı geminin bu dağ üzerinde yöntemli şekilde karar kıldığı anlatılır.

Bilindiği gibi, Cûdî dağı. Güneydoğu Anadolu'da Şırnak ve Silopi ilçe merkezleri arasında denizden yüksekliği 2089 metredir. Bu dağın dolay­larında çivi yazısıyla hazırlanmış Asur yazılarına rastlcndiğı da söylenir.

Nûh Peygamber'in (A.S.) Ağrı yöresinde değil, Irak-Suriye bölgesin­de tebliğ ve irşat görevini sürdürdüğü bilinmekte ve bunu kanıtlayan bazı belgelerden de bahsedilmektedir.

Böylece Kur'ân'da olayın en önemli ve ibretli yanlan, öğüt alınacak noktaları anlatılırken, Tevrat'ta meydana gelen yanlışlar da düzeltilir. [65]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Nûh kıssasından ve tufandan söz edildi. En ib­retli safhaları anlatılarak hem mü'minlere teselli verildi, hem de Mekkeli müşrikler bir defa daha uyarılmış oldu.

Aşağıdaki âyetle, Nûh Peygamber'in kıssası başta olmak üzere diğer birkaç kavmin kıssaları hakkında ne Hz. Peygamber'in, ne de Mekkeli müşriklerin yeterli bilgileri olmadığı bildiriliyor. Ancak vahiy ile onların ibret ve öğüt alınacak önemli safhaları açıklanıyor. Böylece düşünebilen Herkesin dikkati tarihin derinliklerine döndürülmek isteniyor. Arkasından mü'minlerin sabretmesi emredilerek, başarıya ancak imân doğrultusunda Allah'tan korkup, her türlü fenalıktan, zulüm ve azgınlıktan sakınanların erıştırlleceği müjdeleniyor. Böylece müşriklerin Mekke'de kurdukları kü­für saltanatının pek yakında başaşağı geleceğine işaret ediliyor. [66]

 

Meali:

 

49— İsjte bunlar, sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb ile ilgili haberler­dir. Daha önce ne sen bunu biliyordun- ne de kavmin biliyordu. Öyleyse sen de sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup (kötülük­lerden) sakınanlardır.

 

Nûh (A.S.) Kıssasının Gerçek Yüzü

 

«İşte bunlar, sana vahiy ile bildirdiği­miz gayb ile ilgili haberlerdir.»

İlgili âyetle, Nûh (A.S.) kıssasının o güne kadar gerçek ve sağlıklı ya­nını bilenlerin bulunmadığı açıklanıyor. Arapların bu konuda bildikleri, bir­takım hikâyelerden ve Tevrat'ta yazılı olanların abartılarak nakledilmele­rinden ibaretti. Kur'ân ise, olayın bilinmiyen gerçek tarafını gaybî bir bilgi olarak vererek hem tarihçilere sağlıklı bilgi ulaştırmış oluyor, hem de Tev­rat'taki ve halk arasındaki yanlışları düzeltiyor; konuyu mecrasından çı­kartıp hurafelerle süsleyenlerin önüne bir set çekmek suretiyle ilâhî hük­mün tecelli ölçüsünü öğretiyor.

Ayrıca, yukarıda değindiğimiz gibi, Mekke müşriklerinin ileri gelenle­rine, yakında kendilerine bir azabın ineceği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. Arkasından da hem Peygambere (A.S.), hem de arkadaşlarına sabır tavsi­ye edilerek ilâhî hükmün mutlaka gerçekleşeceği müjdeleniyor. Kurtulu­şun, başarı ve zaferin imân temeli üzerinde gelişen sabır ve takvada ol­duğu açıklanarak mü'minlerin bu iki fazileti elden bırakmamaları tenbîh ediliyor.   [67]                                                                                        

 

Meali:

 

50—  Âd (kavmine) de kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönder­dik.. «Ey kavmim, dedi, Allah'a tapın; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz ancak yalan uydurup duruyorsunuz.

51—  Ey kavmim, buna karşı sizden bir ecir (hizmet karşılığı bir ücret) istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yoktan yaratana aittir. Artık ak-lınızı kullanmaz mısınız?

52—  Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki, üzerinize bol yağmur göndersin; kuvvetinize kuvvet katarak gücünüzü artırsın; siz de artık günahkâr suçlular olarak (O'ndan) yüzce* virmeyin.»

53—  «Ey Hûd! dediler, sen bize acık bir belge (mu'cîze) getirmedin, bu yüzden senin sözünden dolayı tanrılarımızı bırakacak ve sana da imân edecek değiliz.

54—  Bizim sana sözümüz ancak şudur: Tanrılarımızdan bir kısmı se­ni fena halde çarpmıştır.» O da: «Ben, Allah'ı şâhît ediniyorum ve siz de şahit olun ki, ben sizin, Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuklarınızdan be­riyim.

55—  Artık hep birlikte benim için dilediğiniz tuzağı kurun, sonra da bana hic süre tanımayın.

56—  Doğrusu ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah'a güve' nip dayanmışımdır. Hiçbir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden tutmuş

bulunmasın, (her şeyin dizgini O'nun kudret elinde bulunuyor). Şüphesiz Icl Rabbim dosdoğru yoldadır, (buyrukları ancak doğruyu, iyiyi, güzeli, ya­rarlıyı ve mutluluğu yansıtır).

57__ Eğer yüzcevirirseniz,   -gerçekten ben size   benimle   gönderilen

(İlahî buyrukları) tebliğ ettim- Rabbim, sizden başka bir kavmi yeriniz© ge­tirir de siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi gözetip koruyandır,» dedi.

58__Buyruğumu taşıyan  hükmümüz  gelince,  kendi katımızdan  bir

rahmetle Hûd'u ve onunla birlikte olan mü'minleri kurtardık; onları olduk­ça ağır bir azaptan selâmete erdirdik.

59—  İşte bu Âd kavmi, Rablarının âyetlerini inatla inkâr ettiler, O'nun peygamberlerine karşı geldiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular.

60—  Bu Dünya'da da, Âhiret'te de lanet peşlerine takılıp kaldı. Habe­riniz olsun ki Ad kavmi, Rablarını tanımayıp küfrü seçtiler. Bilin ki Hûd kavmi Âd'a (ilâhî rahmetten) uzaklık olsun.

 

Âd Kavmi

 

A'raf sûresinde de belirttiğimiz gibi, bu kavim, Nûh (A.S.J kavminden sonra gelmiş ve Umman ile Dahraman arasında bir yörede oturmuşlardır. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarda da bazı ip uçları elde edildiği söylenmektedir.

A'raf sûresinde aynı olaya yer verilmiş, burada tekrar edilerek deği­şik bazı öğütler, ibretler ve hikmetlere dikkatler çekilmiştir. Nûh (A.S.) kıs­sasında olduğu gibi, bu kıssanın da konular arasındaki yerine ve akışına göre değişik önemii noktalar üzerinde durulmuş, birbirinin tam tekrarı ol­madığı anlaşılmıştır. Aralarındaki farklı mesajları ve hikmetleri özetliye-cek olursak, şöyle sıralayabiliriz:

A'raf sûresinde :

1— Âd kavminin önce Allah'a inanıp ibâdet etmeleri, sonra da O'ndan korkup kötülüklerden, haksızlık ve azgınlıktan sakınmaları önerilmiştir. Zi­ra ışın başı, Allah'a dosdoğru imân edip O'na karşı kulluk görevini yerine getirmektir.

2- Kavmin ileri gelen şımarıkları, Hûd Peygambere karşı gelmişler 1 onu beyinsizlik, geri zekâlıkla, sonra da yalancılıkla suçlamışlardır.

3 -  Hûd {A.S.) geri zekâlı olmadığını, aklî dengesinin yerinde oldu-

ğunu hatırlatarak, sadece Allah'ın buyruklarını tebliğ ile görevli bulundu­ğunu, bu açıdan hareketle güvenilir bir öğütçü olduğunu belirtmiştir.

4— Allah'ın bu kavme verdiği birçok nîmetler hatırlatılmış, şükretme­lerinin gereği üzerinde durulmuştur. Buna rağmen onlar babalarının di­ninden ve yolundan dönmeyeceklerini, o bakımdan Hûd Peygamberin teh­dit anlamında söz ettiği azabı hemen getirmesini istemişlerdir.

5—  İnkâr ve tuğyanda inat ve ısrar eden bu kavmin azabı hakettik-leri; kendi elleriyle yontup isim verdikleri taştan, ağaçtan yapılan putlara tanrı diye taptıkları üzerinde durulmuş ve bu açıdan Mekke'nin ileri gelen mağrurları uyarılmıştır.

6—  Hûd  Peygamberin  gelen  azaptan   kurtulduğu,  inkarcı   müşrikle­rin yok edilip köklerinin kazındığı duyarlı biçimde açıklanarak hem Mekke müşriklerinin, hem de yaşamakta olan inkarcı kavim ve - milletlerin düşün­ce ve idrâklerine ışık tutulmuş; gafletten uyanmaları istenmiştir.

Hûd sûresinde ise:

1—  Allah'tan başka ilâh olmadığına ve putperestlerin Allah'a karşı durmadan yalan uydurduklarına değinilmekte ve böylece aynı hava ve an­layış İçinde bulunan Mekke müşriklerinin onlara benzerlik gösterdiklerine işaret edilmektedir,

2—  Hûd Peygamberin   ilâhî   Buyrukları   tebliğde ve   bu açıdan dini hizmeti  yerine getirmede, kavminden hiçbir ücret ve karşılık beklemediği üzerinde durulmakta, sonra da inkarcılara akıllarını kullanmaları hatırla­tılmaktadır.

3—  Hûd Peygamberin kendi kavmini tevbe ve istiğfara, yani küfür ve ahlâksızlıktan vazgeçip pişmanlık duyarak Allah'a  yönelmelerine ve O'ndan bağışlanma dilemelerine davet ettiği, pişmanlık duydukları takdir­de Allah'ın rahmetinin  ineceği anlatılmakta, böylece ilâhî rahmetin  her zaman gazabının önüne geçtiğine işaret edilmektedir.

4— Buna rağmen Âd kavminin küfür ve azgınlıkta ısrar ettikleri ve Hûd Peygambere kesinlikle inanmayacakları belirtilmekte, inkârın önyargı haline gelince değiştirilmesinin çok zor olduğuna atıf yapılmaktadır.

5—  Hûd Peygamberin tebliğ ve irşat görevini aralıksız sürdürmeye ça­lışması üzerine, kavminin, onun bâtıi ilâhların hışmına uğradığını sanarak, putların Hûd'u fena halde çarptıklarını söylemekte bir sakınca görmedik­leri haber verilmektedir.

6—  Hûd Peygamberin   böylesine   çirkin   suçlamalar karşısında, kendisinin sadece Allah'ın elçilerinden bir elçi olduğunu beyânla Allah'ı şâh edindiğine ve müşriklerle ilişkisinin olmadığına, onların inanç ve ölçüsü hareketlerinden beri bulunduğuna yer verilmekte, böylece her peygambf rin fetanet ve ismet sıfatlarıyla da ayrı bir özellik taşıdıkları belirtilmekti dir.

7__ Hûd Peygamberin aldığı görevi her şeye rağmen kusursuz deva ettireceğine ve bunun için müşriklerin kendisine nasıl bir tuzak kuracal larsa hemen kurmalarını önerdiğine atıf yapılmakta; o bakımdan her pe-gamberin aynı zamanda emrolundukları şeyleri tastamam tebliğle yüküm bulunduklarına işaret edilmektedir.

8—  Müşriklerin aklını harekete geçirmek, düşünce ufuklarını açma idrâklerine ışık tutmak için yeryüzündeki bütün canlıların hayat ve meme rızık ve denge dizginlerinin Allah'ın kudret elinde bulunduğu, her canlın istisnasız her an Allah'a muhtaç olduğu, Allah'ın ise mutlak ganiy olup h bir şeye muhtaç olmadığı kevnî birer delil ve belge mahiyetinde gözlt önüne serilmektedir.

9—  Bütün uyarı ve irşatlara rağmen müşrikler yüz çevirmeye deva ederlerse, Hûd Peygamberin fazla üzülmeyeceği, zira bir peygamebr olı rak kendisine yükletilen görevi kusursuz yerine getirdiği, tebliğ ve irşa sürdürdüğü en açık bir anlatımla işlenmektedir.

10—  Sonra da Allah'ın onları yok edip yerlerine başka bir kavmi g tireceği hatırlatılarak dönüş yapmaları istenmekte, kendi kendilerine z lümden vaz geçmeleri dolaylı şekilde ihtar edilmektedir.

11—  Sonunda olan olmuş, ilâhî hüküm tecelli edip gerekeni yaprr ve böylece Âd kavminin kökü kazınıp yeryüzünden nesilleri kesilmiştir.

İşte iki ayrı sûrede aynı olayla ilgili kıssa, görüldüğü gibi farklı uy nlar, değişik öğütler ve ibretler, başka başka hikmetler ve hükümler arze mektedir. O bakımdan Kur'ân'da tekrar edilmiş gibi görünen her kıssa, il hî metodun bu müstesna işleyiş ve anlatılışıyla idrakleri uyanık tutmakt hafızalarda meydana getirdiği izleri derinleştirmekte ve değişik birçok h kümler ve hikmetleri beraberinde taşımaktadır. [68]

 

Hûd Sûresinde Mü'minlere Verilen Mesajlar

 

1      Hemen her kavim ya da millet kendilerine gönderilen Peygar

erlere karşı gelip birtakım uygunsuz hareketler izhar etmişler ve im<

enlere kar5' hastane davranıp haksızlıkta bulunmuşlardır. Bunun ned

ni bellidir: İçinde mutlak şifa ve rahmet taşıyan ilâhî buyruklar ilk nazar­da insana çok açı gelir, tıpkı doktorun hastayı iyileştirmek için verdiği açı ilâç gibi.. Ama gerek ilâhî beyân, gerekse doktorun verdiği aoı ilâç duygu çerçevesi içinde değil, akıl ve idrâk yoluyla benimsenip uygulanırsa, şifa­sı çok belirginleşir ve kişiyi bir anda rahat ve huzura, güven ve ümide ka­vuşturur.

2—  Ailah yolunda dine hizmet fahrî yürütülmelidir. İşin kutsallığı, ne­zaket ve duyarlığı bunu gerektirmektedir. Hele bir de imkânlar el verdiği takdirde manevî hizmetin yanısıra maddî yardımda bulunarak insanlığın saadetinden yana olan dine iki yönlü hizmette bulunmak büyük bir fazîlet ve mutluluktur.

3—  İslâm dini daha çok akla seslenir, insan idrâkini harekete geçirip uyanık tutmaya çalışır. Diğer hak dinler de bu metot doğrultusunda za­man zaman bazı telkinlerde bulunmuşlar ve aklın değerini dikkatten uzak tutmamışlardır.

4—  Sıkıntılı, üzüntülü ve felâketlerin baş gösterdiği günlerde mü'min-lerin daha çok tevbe ve istiğfarda bulunarak Allah'a yönelmeleri gerekir. Yardım, rahmet, feyiz ve ferahlık ancak böyle inebilir.

5—  İnkarcılar her devirde, din mürşitlerinden, Allah'ın gönderdiği pey­gamberlerden olağan üstü belgeler ve âyetler istemişlerdir. İslâm'ın ola­ğan üstü belgesi ve eskimeyen mu'cizesi Kur'ân'dır. Onu iyi anlamak ve anlatmak şarttır. Bunun için de hem ciddi bir eğitime, hem de güçlü ilim adamı yetiştirmeye ihtiyaç vardır.

6—  İnkarcı maddecilere, din düşmanlarına baş eğmemek, hiç değil­se taviz vermemek; yalnız kalınsa bile şartların ve ortamın el verdiği oran­da hizmeti seviyeli şekilde sürdürmek vaciptir.

7—  Din mürşitleri, ilim adamları tebliğ ve irşat görevlerini keza gü­nün şartlarına göre ve gelişen ilim ve teknik de dikkate alınarak metotlu şekilde yürüttükleri takdirde, İnkarcıların çokluğu ve yürüttükleri sinsi faa­liyetleri onları üzmemelidir. Çünkü onlar kendilerine düşeni yapmış, fazî­let mücadelesinin feyizli ürünlerinin yetişmesi için lâzım gelen tohumları serpmişlerdir. Gerisi Allah'a aittir.

8—  Ahlâk ve fazîleti yaymada, hakkı gönüllere işlemede sabırlı bir çalışma yapıldığı, olaylar karşısında dayanma güoü ortaya konulduğu tak­dirde, hakkın başarıya erişeceği müjdeleniyor.

9—  İnatçı azgın zorbaların paralelinde yer alıp onların uydusu haline gelmenin kimseye bir şey kazandırmayacağı, ama çok şeyler kaybettireceâi avnı zamanda öylelerinin dünyada da, âhirette de ilâhî lanete çarpı­lacakları hatırlatılıyor. [69]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle hem Mekketi müşrikler, hem de yaşamakta olan inkarcı toplum ve milletler uyarılarak geçmişte Hakk'a karşı gelip tuğyan eden, inkâr ve azgınlık gösterip kâinat planındaki yerlerinden uzaklaşan Âd, Semûd kavimlerinin kendilerine gönderilen peygamberlere karşı akıl dışı davranışları konu edinildi ve o nedenle sözü edilen kavimlerin dönüş yapmadıkları için ilâhî gazaba uğratıldıkları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle Salih Peygamberin Semûd kavmiyle olan mücade­lesine temas ediliyor; ibret ve öğüt alınacak önemli safhaları üzerinde du­rularak tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunuluyor. Böylece A'raf sû­resinde geçen aynı kıssalar yeni hükümler, değişik uyarılar, farklı öğütler ve ibretlerle tekrar ediliyor. Özellikle mü'minleri fazlasıyla üzen ve sıkın­tıya sokan Mekkeli putperestlere uyarılar yapılarak yakında küçümseyip haksızlık ettikleri mü'minlerin karşısında baş eğeceklerine işaretler yapı­lıyor. [70]

 

Meali:

 

61— S e m û d (kavmine)de kardeşleri Salih'i (peygamber olarak) gön­derdik. «Ey kavmim, dedi, Allah'a tapın, sizin O'ndan başka tanrınız yok­tur. Sizi yerden (topraktan) yetiştirip meydana getiren ve sizin bir ömür geçirip orayı bayındır hale getirmenizi dileyen O'dur. O halde O'ndan ba­ğışlanmanızı dileyin de O'na yöneüp tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır ve (duaları, tevbe ve istiğfarları) kabul edendir.»

62__ «Ey Salih, dediler, sen bundan önce aramızda ümit bağlanır bir

kişi idin; babalarımızın taptıklarına tapmamızdan bizi alıkoymaya mı çalı­şıyorsun?! Doğrusu biz, bizi davet ettiğin şey hakkında şüphe ve kuşku içindeyiz.»

63—  «Ey kavmim, dedi, söyleyin, eğer ben Rabbimden açık bir belge (mu'cize) üzere isem ve bana kendi katından bir rahmet vermişse, O'na isyan ettiğim takdirde (Allah'ın azabından kurtulabilmem için) kim bana yardım eder? O halde siz benim hakkımda zararı artırmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz.

64—  Ey kavmim, işte bu size bir âyet (mu'cize, açık belge) olarak Al­lah'ın (belirlediği) dişi devedir; bırakın da Allah'ın arzında otlayadursun; ona kötülükle dokunmayın, yoksa çok yakın bir azap sizi yakalayıverir.»

65—  Bu uyarıya rağmen onlar deveyi devirip öldürdüler. Salih onla­ra: «Öyle ise evinizde üç gün, (daha) yaşayıp yararlanın. Bu, yalanı olma­yan bir tehdittir.» dedi.

66—  Buyruğumuz gelince, Salih'i ve beraberindeki imân edenleri, ka­tımızdan bir rahmetle kurtardık, hem de o günün rezilliğinden., Şüphesiz ki, Rabbin yegâne güçlü ve yegâne üstündür.

67—  O zulmedenleri korkunç bir ses, bir gürültü yakalayıverdi, der­ken evlerinde dizüstü çöküp kaldılar.

68    Sanki daha önce orada hiç oturmamış (yuva kurup geçinmemiş) gibi oldular. Dikkat edin, Semûd kavmi Rablerini tanımadılar ve Semûd'a (ilâhî rahmetten) uzaklık olsun.

 

Semûd Kıssasının Tekrarı

 

A'raf sûresinde aynı kıssaya yer verilmiştir. Burada tekrar edilmesi, hafızalardaki izi derinleştirmeğe ve idrâki uyanık tutmaya; aynı zamanda değişik uyarılar, farklı öğütfer, hikmetler ve hükümler getirmeye yönelik­tir. Bu değişikliği özetleyip şöyle sıralayabiliriz:

A'raf sûresinde :

  Semûd kavminin ancak Âd kavminin yok edilmesinden sonra ge­lip onların yerine geçtiği, yerleştikleri bu bölgenin ova kısmına saray gibi evler yaptıkları, dağ kısmında ise, kayaları yontmak suretiyle birtakım sı­ğınma yerleri vücuda getirdikleri anlatılır.

  Böylece yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapanlar için ilâhî hükmün değişmiyeceği hatırlatılır. Sonra da Allah'ın insanlara hazırlayıp verdiği boi nimetler üzerinde durulur.

  Kavminin ileri gelen şımarıklarının Salih Peygambere imân eden­leri   küçümsediklerine,   kendilerinin ise, Salih Peygamberin getirdiklerine inanmayacaklarını ısrarla söylediklerine atıflar yapılır.

  Sonunda Allah'ın ortaya koyduğu mu'oizelerden biri olan deveyi devirip öldürdükleri, böylece mu'cizeye ve ilâhî kudrete inanmadıklarına bunun açık bir delil sayıldığı; bu yüzden Allah'ın azap vadeden sözünün tecelli vakti geldiği, öylece üzerlerine yok edici azabın indiği açıklanır.

  Ve bütün bu safhalar işlenirken hem Mekke müşriklerine, hem de her devirde yaşayan inkarcı maddecilere ibret ve öğüt dolu tarihî bir olay hatırlatılır.

Hûd sûresinde ise:

  Salih Peygamberin kendi kavmini Allah'a imâna ve O'na kulluğa davet ettikten sonra yeryüzünden önemli ve verimli bir bölgenin kendile­rine verildiği ve o bölgeyi bayındır hale getirme imkânlarına eriştirildikleri hatırlatılır,

  İnkâr ve tuğyanlarından dolayı dönüş yapıp tevbe ve istiğfarla Al­lah'a yönelmeleri üzerinde durulduğu açıklanır; Salih Peygamberin ciddi bir mesai sarfettiğine atıf yapılır.

  Semûd kavminin daha önce, yan- peygamberlik görevi henüz veril­meden evvel, Salih Peygambere umut bağladıkları, peygamberlik göreviyle ortaya çıkınca o umutlarını yitirdikleri, bu yüzden devamlı şüphe ve kuşku içinde bocaladıkları üzerinde durulur.

__ Hem peygamberliğini belgelendirmek ve doğruluğunu isbat etmek,

hem de onların duygu ve düşüncelerini gerçeğe yöneltmek için Salih Pey-aamberin acık bir mu'cize ortaya koyduğu ve böylece akıllarını kullanama­yan müşriklerin duygu ve düşüncelerini harekete geçirmeyi plânladığı açık­lanır.

__ Semûd kavminin istedikleri mu'cizenin tecellisine rağmen/yine de

inkâr ve tuğyanda ısrar ettikleri, o yüzden içtiği sudan kat kat fazla süt veren mu'cizevî deveyi devirip öldürdükleri, bu nedenle hakkı ret ve ,m-kârda son kerteye gelip dayandıkları, başkaca yapılacak bir şeyin kalma­dığı üzerinde durulur. İnkâr ve azgınlıkta grafiğin en üst noktasına sıçra­yan bir kavim veya milletin artık yeryüzünden silinme saatinin geldiğine işaretle ilâhî azabın indirildiği çok anlamlı ve duyarlı sözlerle anlatılır.

Görüldüğü gibi iki ayrı sûrede aynı kıssanın değişik yönleri, farklı saf­haları konu ediliyor, birbirini tamamlayan bilgiler veriliyor ve bağlı bulun­duğu konunun akışı içinde başka başka öğütler ve ibretler sıralanıyor. [71]

 

Kıssadan Alınacak Öğütler, İbretler Ve Bilgiler

 

1— İnsanların yeryüzü cinsinden yaratıldığı, Allah'ın varlığına delîl olarak gösteriliyor. Bu, hem ilk insanın doğrudan topraktan yaratıldığına, hem de insanların topraktan çıkan ürünlerle vücut bulduklarına, yani ye­nilen gıda maddelerinin vücut laboratuvarında birçok kimyevî değişiklik­lere uğradıktan sonra sperma olarak oluşmasına, sonra da intikal ettiği ana rahminde belli biyolojik kanunlarla şekillenip oluştuğuna işarettir.

2—  İnsanların beslenip gelişebilmeleri için yeryüzünü belli bir plâna göre çeşitli nimetler ve imkânlarla düzenleyen Allah'tır. Çünkü ortada mü­kemmel bir plân ve program söz konusudur. Ölçüsüz, hesapsız gelişigüzel hiçbir şey yoktur, O bakımdan her nîmetin nice sebeplerle, hizmetlerle ve tek kelimeyle sebep ve ortamları hazırlayan ilâhî sünnetlerle vücut bul­duğunu idrâk edip Yüce Yaratana şükretmek gerekir.

3—  Bâtılın her zaman hakka şüphe ve kuşkuyla baktığı.o nedenle bâ-lıla karşı çok uyanık bulunmanın lüzumu belirtilir.

- inkarcıların heveslerine meyletmek, ilgi duymak zarardan başka b'f Şey artırmaz.

5 - Haktan yana olup, o uğurda ciddi ve seviyeli hizmetlerde bulu­nanların eninde sonunda başarılı olacakları müjdeleniyor. Böyleoe insa-ı cok yüce amaçlar için yaratıldığı bir defa daha belirtilmiş oluyor.

6— Aklını, idrakini ve vicdanını harekete geçirmesini bilmeyen mil­letlerin, yanlış yolda yürüyüp ömürlerini bir hiç uğruna heder eden baba ve dedelerinin yolundan kolay kolay ayrılamıyacaktarına parmak basılarak her fert ve toplumun, aile ve milletin kendi iş ve amellerinden inanç ve ahlâklarından sorumlu tutulacağına işaret ediliyor. [72]

 

Salih Peygamberin Mu'cizevî Devesi

 

«Ey kavmim! işte bu size bir âyet (mu'-cize, açık belge) olarak Allah'ın (belirlediği) dişi devedir..»

Âyetin açık anlatımından, bu devenin bir mu'cize ölçü ve anlamında ortaya çıktığı anlaşılıyor. Kur'ân, diğer birçok geçmiş olaylar hakkında ol­duğu gibi, burada da detaya inmez, sadece öğüt ve ibret alınacak safha ve bölümlere yer vererek olayın portresini çizer.

A'raf sûresinde de kısmen değindiğimiz gibi, Semûd kavmi, Salih Pey­gambere inanabilmeleri için açık bir mu'cize istemişler ve meselâ dağın içinden veya kasabanın yakınındaki büyükçe bir kayadan bir dişi devenin diri olarak çıkarılmasını istemişler. Ne var ki, diğer bütün doğru haberlere, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden birçok âyet ve belgelere inanma­yan bu inatçı inkarcılar böyle bir mu'cize gösterildiğinde inanacaklarına kesin söz vermişlerdi. Şüphesiz ki, bu onlar için çok ciddi ve tehlikeli bir sınavdı. Zira istedikleri büyük mu'cizeden sonra inkârda ısrar edecek olur­larsa, artık kendi kendilerini mukadder âkibetin son noktasına getirmiş olacaklardı. Nitekim öyle oldu, kalbleri ve vicdanları küfür ve ahlâksızlıkla izole edilen bu kavim yok edildi. [73]

 

İnen Azabın Cinsi

 

«O zulmedenleri korkunç bir ses, bir gürültü yakalayıverdi, derken evlerinde dizüstü çöküp kaidı-

lar.»

Kur'ân-ı Kerîm'in beş yerinde Semûd kavmine inen azap anlatılır, an­cak dört değişik tabir kullanılır ki aralarında az fark olmakla beraber mey­dana gelen olayın özelliğini yansıtır mahiyette, bize konuyu iyi kavraya-bilmemiz için ipucu verilir:

a) Tâğiye

b)  Sayha

c)  Recfe

d)  Saika [74]

Birincisi, insan yüreğinin dayanamtyacağı çok korkunç bir uğultu; ikin­cisi müthiş deprem ve sarsıntı; üçüncüsü, yüreklu,' yerinden oynatan kor­kunç bir ses; dördüncüsü yıldırım misali korkunç bir ses anlamına gelir.

Böylece âyetler birbirini hem açıklamakta, hem de tamamlayarak ola­yın zahirî sebebini bize haber vermektedir. O halde dört âyeti biraraya ge­tirip açıkladığımız takdirde, onlardan çıkaracağımız neticeyi şöyle özet-liyebiliriz: Semûd kavmi müthiş uğultu çıkaran ve şiddet derecesi cok yüksek olan bir deprem ve ona eşlik eden cok şiddetli bir kasırgayla yok edilmiştir.

Bundan başka bir de Nem! sûresinde Semûd kavminde bozguncu bir grubun devamlı faaliyet gösterdiğine, Salih Peygamberi, ona inananlarla birlikte bir gece baskınına uğratıp kim vurduya getirme teşebbüslerine temas edilerek, inkarcıların bardağı iyice taşırdıkları anlatılıyor ve Mekke-li müşriklerin de Hz. Muhammed'e (A.S.) ve mü'minlere karşı hazırladık­ları tuzaklarla benzerlik arzettiğine işaret ediliyor. [75]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Salih Peygamber ile Semûd kavmi arasında ge­çen kıssanın önemli birkaç safhası anlatıldı. Yapılan, irşat, uyarı ve tebliğ hiçbir fayda sağlamayınca, inkârlarında inatla ısrar edip Allah'ın rahmet olarak gönderdiği peygamberi ailesiyle birlikte imha etmeye kalkışma­larının ve istedikleri mu'cize gösterilince verdikleri söze sadık kalmamala­rının bardağı taşıran son damla olduğuna işaretle inkarcı azgın bir kavmin yok edildiği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle tarihte geçen bir diğer kıssaya yer veriliyor, İs­lam'ın cihanı aydınlatacak nurunu söndürmeye çalışan ahlâksız müşrikler uyarılıyor ve yeryüzünde meydana gelen olayların sebeplere bağlı olduğu, ceplerin de Allah'ın kudretine bağlı bulunduğu, vakti gelince görevli me­leklerin o sebepleri harekete geçirdiği hakkında ön bilgi veriliyor. Sonra da Lut kavminin akibeti konu edinilerek ibret ve Öğüt alınacak birçok safha-'arı anlatılıyor.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm'de tekrarlanan bu önemli olayın daha geniş şekli bu sûrede yer almış oluyor. [76]

 

Meali:

 

69 _And olsun ki' e|C'lerimiz (melekler) İbrahim'e müjde ile geldiler ve « elam» dediler. O da (size de) «selâm» dedi ve oyalanmadan kızartılmış bir buzağı getirdi.

70 - (Gelen misafirlerin) ellerinin (sofraya) uzanmadığını görünce, durumlannı yadırgadı, onlardan içine bir korku düştü. İbrahim'e :  «Korkma, şüphesiz ki biz Lût kavmine gönderildik» dediler.

71—  İbrahim'in karısı ayakta idi, güldü. Biz de ona İshâk ve onun ar­dından Yâkub'u müjdeledik.

72—  «Vay, dedi, doğuracak mıyım? Oysa ben bir kocakarı, şu kocam da bir ihtiyar. Doğrusu bu şaşılacak şey!»

73—  (Elçi melekler) ona : «Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ev hal­kı, Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Şüphesiz ki Allah çok övül­meye lâyıktır ve O, çok yüce ve çok şanlıdır.»

74—  İbrahim'in korkusu gidip kendine müjde gelince, Lût kavmi hak­kında bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı.

75—  Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu, yufka yürekli ve ken­dini bütünüyle Allah'a veren bir kimse idi.

76—  Ey ibrahim, bu {tartişman)dan vazgeç. Çünkü gerçekten Rab-bin emri gelmiştir ve onlara reddi mümkün olmayan azap gelecektir.

77—  Elçilerimiz Lûî'a geldiler; bu yüzden Lût endişeye kapılıp fena­laştı, için için sıkıldı ve «Bu ne çetin bir gün!» dedi.

78—  Kavmi ise ona koşa koşa geldiler; zaten onlar daha önce de kötü fiiller işliyorlardı. Lût «Ey Kavmim, dedi, işte kızlarım, bunlar (nikâh akdiyle) sizin için daha pâk ve uygundur. Artık Allah'tan korkun da beni misafirlerim hakkında rüsvay etmeyin. İçinizde doğru düşünen, doğru yol­da yürüyen bir adam yok mudur?!»

79—  Lût'a dediler ki: «Herhalde sen de bilirsin, bizim senin kızların­da hiçbir hakkımız yoktur ve sen bizim ne istediğimizi de çok iyi bilirsin.»

80—  Lût onlara dedi ki: «Ah, keşke size karşı yetecek bir gücüm ol­saydı veya çok sağlam bir yere sığmabilseydim!»

81—  (O elçi melekler): «Ey Lût, dediler, şüphesiz ki biz, Rabbin elçi­leriyiz; onlar sana, mümkün değil el uzatamaziar. Geçenin bir bölümünde ailenle birlikte yola çık, hiç biriniz arkasına dönüp bakmasın. Ancak eşin değil; çünkü kavmine dokunacak olan (azap) ona da dokunacak. Şüphe­siz ki onlara va'dolunan vakit sabahtır; sabah vakti yakın değil midir?»

82-83— Buyruğumuz gelince (ülkenin) üstünü altına getirdik; birbiri üzerine konulmuş pişmiş balçık (gibi) taşlar yağdırdık ki bu taşlar Allah yanında belirlenmişti ve zâlimlerden de asla uzak değildi.

 

İlgili Hadisler

 

«Allah Lût Peygambere rahmet eylesin; o hep sağlam bir kaleye sı­ğınırdı, yani Allah'a güvenip dayanırdı, Allah, Lût'tan sonra gönderdiği her peygamberi, kavminin nüfusça kalabalık soyundan seçip gönderdi.» [77]

«Lût kavminin ameli gibi amelde bulunan kimseye rastladığınızda, faili de, mef'ûlü de öldürünüz!»[78]

«Lût kavminin ameli gibi amel eden kimse mel'ûndür.» [79]

 

Lût Peygamber Kimdir?

 

Lût (A.S.) da peygamberlerden biridir. Yapılan tesbitlere göre, o, hem İbrahim Peygamberin (A.S.) amcasının oğludur, hem de İbrahim Peygam­bere şeriat olarak indirilen sahifelerdeki hükümlerle amel edip onları in­sanlara, yani kendi kavmine tebliğ ile görevlendirilmiştir. Meşhur Lût Gö­lü de bu ismi ondan alır. O bakımdan Lût Peygamberin Lût Gölü kıyısında ve hâlen İsrail'e bağlı bulunan Sodom kasabasında yaşadığı ve bu kasa­ba halkını Tevhît inancına davet ettiği bilinmektedir.

Bazı tarihçilere ve coğrafyacılara göre, deniz seviyesinin 790 metre altında olup 1015 km2'lik bir alanı kaplayan Lût Gölü, Lût kavminin yaşa­dığı büyük kasabanın olduğu yerdir. Büyük bir deprem sonucu kasaba batmış ve yerinde bugünkü göl meydana gelmiştir.

İbrahim Peygamberin de o sıralarda Filistin topraklarında bulunduğu rivayet edilir.

Tevrat'taki yazılı kayıtlara göre, Lût Peygamberin, Lût Gölü kıyısın­daki Sodom kasabasında oturduğu anlaşılmakta ve yine aynı kayıtlara göre, Lût Peygamber aldığı emir üzerine geceleyin kasabayı terkedip Tsoar'a geldiğinde güneş doğmuş ve Rabbin Sodom ile Gomorra üzerine

kükürt ve ateş yağdırdığı ve kasabayı bütünüyle alt-üst ettiği belirtilmek­tedir. [80]

Tabii bu arada Tevrat'ın aynı bölümünde çok fahiş sayılacak bir ha­taya rastlanır ki, bu, Allah'ın âyetlerinin, bilgisizce uzanan insan eliyle de­ğiştirildiğine yeterli delillerden  biridir.  Şöyle  ki:  Sodom'u terkeden  Lût Peygamberin iki kızıyla birlikte şehrin dışında bir mağaraya sığındıkları, yaş­lı olan babalarından döl almak için ona şarap içirip onunla yattıkları ve her İki kızın da birer gece ara ile babalarından gebe kaldıkları detaylı şe­kilde anlatılır. [81]

Kur'ân'da bu hatalar düzeltilerek olayın içyüzü ve ana hatları açıkla­nır. Tevrat'a bu gibi ölçüsüz hikâyeleri sokanların peygamberler, kutsal kitaplar hakkında ciddi bilgileri olmadığı, ana kuralları bilmedikleri kesin­dir. Zira peygamberlere vacip olan sıfatlardan biri de ismet'tir, yani onlar her türlü günah ve isyandan, ölçüsüzlük ve dengesizlikten korun­muşlardır. [82]

 

Olayın Âyetler Sırasına Göre Açıklaması

 

1—  İnsan suretine girip gelen meleklerin önce İbrahim Peygamber'e uğramaları,  hem  Lût  Peygamber'in  İbrahim   Peygamber'in  şeriatı   üzere amel ettiğine, hem de benzerine az rastlanan olaydan onu haberdâr etme­lerine işarettir. Aynı zamanda Allah'ın İbrahim Peygamber'e geniş rahmet ve inâyetiyle çok yakın olduğunu, ona üstün değer verdiğini vurgular.

Böylece İbrahim Peygamber'in, iyice azıp sapıtan, ahlâksızlığın ve edepsizliğin en kötüsünü işleyen Lût kavminin yok edileceğini günü günü­ne kendi bölgesindeki kavimlere haber vermek suretiyle mü'minlerin imâ­nını artırma, kâfirleri yeterince uyarıp ilâhî kudretin vakti gelince azgın­ları yok edeceğine inandırma amacı da söz konusu olabilir.

2—  Meleklerin «selâm» demesi, İbrahim (A.S.)'ında «size de selâm» diye karşılık vermesi, selâmın İbrahim Peygamberin şeriatında da sünnet olduğunu ifade eder. Diğer yandan meleklerin de bu sünnete uyduklarına bir delil sayılır. Önemli bir yanı da, mü'min bir kimsenin bir yere ziyaretçi veya misafir olarak gittiğinde, söze başlamadan önce selâm vermesinin gü­zel bir âdet veya sünnet olduğunu gösterir.

3—  İbrahim Peygamberin gelen misafirlere ikram için tandtrda kızar­tılmış bir buzağı getirmesi, onun çok konuk sever olduğuna, evinin pek konuksuz kalmadığına ve bunun için hep hazırlıklı bulunduğuna delil sa­yılır. Sonra da en iyi yiyeceklerin konuklara ikram edilmesinin kadimî bir sünnet olduğuna işaret vardır.

4  Gelen konukların sofraya el uzatmamaları, İbrahim Peygamberde haklı olarak bazı endişeler doğurmuş ve biraz da korkmasına neden olmuştur. Zira böyle bir durumda daha çok şu iki ihtimal akla gelebilir: Ya bunlar melektirler, insan suretine girip çok önemli bir emri uygulamaya gel­mişlerdir, ya da çok kötü niyetli iki zorbadır, bir şeyler yapmayı planla­mışlardır. Nitekim melekler, İbrahim Peygamber'in (A.S.) endişesini anın­da anlayıp ne maksatla geldiklerini açıklayarak onu rahatlatmışlardır.

5__ ibrahim'in (A.S.) Lût kavmi hakkında Allah ile, yani O'nun elçileri

olan meleklerle tartışması, sevginin zerafet ve inceliğini yansıtır. Allah ya­nında halillik mertebesine yükselen bir peygamberin insanlıktan yana ne kadar geniş şefkat ve merhametle dolu olduğu da bu ifadenin başka bir delâletidir. Nitekim Tevrat'ta da bu husus şöyle bir anlatimla açıklanır: «Rab dedi: Ben yapmakta olduğum şeyi* İbrahim'den gizleyecek miyim? Çünkü İbrahim gerçekten büyük ve kuvvetli millet olacak ve yeryüzünün bütün milletleri onda mübarek kılınacaktır.» [83]

Ayrıca Tevrat'ta İbrahim'in tartışması, şefaat mahiyetindeki istek ve sorulan geniş şekilde anlatılmaktadır. Ancak Allah sözüne insan sözü ka­rıştırıldığı için birtakım yanlışlara rastlamamak mümkün değildir.

Nitekim İbrahim Peygamber'e insan suretinde gelen meleklerin sof­raya el uzatmadıkları Kur'ân'da en ölçülü bir anlatımla belirtildiği halde Tevrat'ta, yapılan ikramdan onların yedikleri yazılıdır. Oysa melekler ye­mez ve içmezler. Böylece Kur'ân, bu konuda da Tevrat'taki yanlışları tas-hîh edip olayın gerçek yüzünü ortaya koyar. [84]

6—  Homoseksüel olan, yani cinsel sapıklığın en kötüsü kabul edilen erkeğin erkekle temasta bulunmasını kendi aralarında bir âdet haline ge­tiren Lût kavmi, Tevrat'ın ifadesiyle Sodomlu'lar, ahlâksızlığın en çirkinini işliyorlar ve ilâhî hiçbir uyarı ve buyruğu tanımıyorlardı. Kasabaya gelen yabancı erkekleri yakalayıp sözü edilen maksat doğrultusunda zorla kul­lanıyorlardı.

Bu bakımdan İbrahim Peygambere gelen insan suretindski melekler, «Biz Lût kavmine gönderildik» deyince, ayakta durup misafirlere hizmet eden İbrahim Peygamber'in eşi, elde olmayarak güldü. Çünkü o kabileyi hatırlayıp da gülmemek ve için için üzülmemek mümkün müydü? Tevrat'­ta Sara'nın güldüğü konu edilirken çok farklı biçimde anlatılır, yersiz ve lüzumsuz detaylara girilir. Kur'ân böylece o bahsi de düzelterek en doğru bilgiyi verir.

7—  Gelen melekler yaşlı kadını İshak ile, sonra da İshak'ın oğlu Ya-kub ile müjdelediler. Bu, İbrahim Peygamberin eşinin daha çok yaşayaca-

gına, ileride doğacak oğlunun büyüyeceğine ve ondan bir torunu olacağı­na işaretti. Bu durumda kadının bir şaşkınlık göstermesi tabii karşılanır. Çünkü hem kendisi yaşlanıp hayızdan kesilmişti, hem de kocası İbrahim Peygamber hayli yaşlı idi. Ancak ne var ki, olayları sebep ve illetlere bağ­layan, sebep ve illetleri kendi kudret ve iradesine râm eden Cenâb-ı Hak, dilediği zaman sebep ve illetleri «ol!» emriyle harekete geçirip olmayacak gibi görünen şeyleri oluşturup ortaya çıkarır.

Tevrat'ta da bu kısım biraz detaylı anlatılır. Özellikle karı-kocanın yaş­lılığı üzerinde ve bir de Sara'nm içinden gülmesi hakkında durularak açık­lama yapılır. [85]

Görevli melekler kadının sözü edilen olayı hayretle karşıladığını gö­rünce ona : «Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir.» diyerek Allah'ın her zaman Hamîd ve Mecîd, yani O'nun çok övülmeye lâyık olduğunu, çok yüce ve çok şanlı bulundu­ğunu hatırlattılar.

8—  Peygamberler genellikle yumuşak  huylu,  yufka  yürekli, ve  her yönleriyle Allah'a teslimiyet ve mahviyet içinde yönelmiş kişilerdir. Bu sı­fatlar İbrahim Peygamber'de (A.S;) huy olarak daha belirgindi. O sebeple Lût kavminin hemen helak edilmesini istemiyor, biraz daha mühlet veril­mesini arzu ediyordu. Aynı zamanda Lût ailesinin başına bir felâketin gel­mesi ihtimali de onu endişelendiriyordu. Melekler ilâhî emrin artık indiği­ni, hükmünün mutlaka   gerçekleşeceğini, bunun gecikmesinin söz konu­su olamayacağım hatırlatırken Lût ve ailesinin kurtulacağını da ilâve et­mişlerdi, İbrahim Peygamber ilâhî hükmün geri çevirilemiyeceğini çok iyi bildiğinden meleklerin hatırlatmasıyla duygusallığı bırakıp bütün  mevcu­diyetiyle Hakk'a teslimiyet gösterdi.

Tevrat'ta Lût kavminin yok edileceğini öğrenen İbrahim Peygamberin Rabbin önünde durup salih kişileri kötülerle beraber yok edecek misin? diyerek tartışmayı sürdürdüğü ve Rabbın ona, «Eğer Sodom'da şehrin için­de elli salih bulursam, bütün yeri onların hatırı için bağışlayacağım..» bu­yurur ve karşılıklı mükâleme on kişinin bulunacağına kadar sürüp gider. Şüphesiz ki, bunlar Allah kelâmına karıştırılan insan sözleridir. Kur'ân ko­nunun özünü ve özetini en doğru şekilde açıklayarak her türlü şüphe ve tereddüdü kaldırır. [86]

9—  Herbiri oldukça yakışıklı birer genç erkek suretine girip Lût Pey-gamber'e gelen melekler, önce kendilerini tanıtmadılar. O bakımdan uzak-

tan gelen yabancı misafir gibi bir tavır içinde bulunduklarını gören Lût Peygamber hayli telaşlandı. Zira kasaba halkı böylesine genç ve yakışık-[, adamların geldiğini duyacak ve gelip birtakım hayasızca davranışlarda bulunmak isteyeceklerdi. Lût Peygamber olacak olayları düşündükçe üzü­lüyor ve sıkıntıdan yerinde oturamıyordu. Nitekim düşündüğü gibi oldu, ka­rısı çarçabuk o ahlâksızlara gizliden haber saldı. Onlar da koşa koşa gel­diler. Lût Peygamber, konuklarını bu alçak namussuzların elinden kurtar­ma- çarelerini araştırdı. Kendisi Peygamber olduğuna göre kasaba kızla­rının hemen hepsinin manevî babası,sayılırdı. O bakımdan gelen hayasız­lara: «İşte kızlarım, onları meşru yoldan alın, sizin için daha pak ve daha nezihtirler.» Veya Lût Peygamber kendi kızlarını yine onlara meşru şe­kilde nikâhlamayı önerdi. Ama ne jmümkün, o gözü dönmüş şehvet düş­künleri mutlaka gelen konukları alıp götürmekte ısrarlı ve kararlı olduk­larını belirttiler. Derken melekler/Lût Peygamberin çok sıkıldığını ve üzül­düğünü anlayınca, «Ey Lût! dediler, şüphesiz ki biz, Rabbının elcileriyiz; onlar sana mümkün değil el uzatamazlar. Gecenin bir bölümünde ailenle birlikte yola cık, hiç biriniz arkasına dönüp bakmasın. Ancak eşin değil; çünkü kavmine dokunacak olan (azap) ona da dokunacaktır. Şüphesiz ki onlara va'dolunan vakit sabahtır; sabah vakti yakın değil midir?» Dediler.

Böylece Lût Peygmber gerçeği öğrendi, bir yandan ferahladı, bir yan­dan da üzüldü..

10— Sabah vakti ilâhî hüküm tecelli ederek tabii sebepleri harekete geçirdi, derken müthiş bir uğultu, patlama ve sarsıntı birbirini izledi. Vol­kanik bir patlama bir anda gündüzü geceye çevirdi, lavların saçtığı pişmiş balçıklar her tarafı kapladı, böylece Sodom kasabası canlısıyla, cansızıyla yerlebir oldu.

Bilindiği gibi volkanın harekete geçip patlamasıyla birlikte lâvlar üşt-üste katlanmış ateş seli halinde akıp gelir ve çok geçmeden donup taşla-şır. İşte Kur'ân'da Ügili sûrenin 82, 83. âyetleriyle bu korkunç manzara tas-vîr ediliyor.

Tevrat'ta bu volkanik olay, «gökten kükürt ve ateş yağdırdi, ve o şe­hirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın ne­batını alt-üst etti.»[87] şeklinde ifade edilir ki, bu da, müthiş bir volkan pat­lamasına delâlet etmektedir. [88]          

 

Belirlenmiş Balçıktan Taşlar

 

«Ve bu taşlar Allah yanında be­lirlenmişti ve zalimlerden de asla uzak değildi.»

İlgili âyetler volkan patlamasıyla etrafa yayılan ateş yığını halindeki balçık taşlardan her birinin kime isabet edeceğinin Allah tarafından ön­ceden programlanıp sevkedildiğini açıklamaktadır. Bu, olayların hiçbir za­man plânsız, programsız, görevli melekleraiz cereyan etmediğini, kâinatta olup biten her şeyin görevli melekler tarafından belli bir plân ve programa göre yürütüldüğünü bize haber vermekte ve ilâhî tasarrufun mutlqk anlam­da nafiz bulunduğunu bildirmektedir. [89]

 

Bir Yanardağın Harekete Geçmesi Azap Mıdır?

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi, kâinatta meydana gelen her olay ta­bii birtakım sebeplere bağlanmıştır. Ancak mu'cize ve keramet bu genel­lemenin dışındadır. Ne var ki, sebepler başıboş bırakılmamış, plânda be­lirlendiği üzere ilâhî tasarrufa bağlanarak görevli meleklerin denetimine verilmiştir. Konu bu acıdan değerlendirildiğinde, meydana gelen olayları iki ayrı şıkta düşünmek mümkün olur: Biri, zaman zaman harekete geçen bazı yanardağlar, bazı bölgelerde meydana gelen depremler ve sel felâ­ketleri, belli sebepler ve kanunların belli öcülerde harekete geçmesiyle gerçekleşir, bunlar birer uyarı mahiyetinde de olsa, inkarcı azgınları yok etmekle ilgili değildir. Diğeri ise, inkarcı ahlâksızları, azgın müşrikleri yok etmeye yöneliktir ve yine tabii sebeplere dayanmaktadır, ancak o sebepleri «ol!» emriyle hemen harekete geçiren bizzat Allah'tır. Bu gibi kahredici olaylar birer istisna teşkil ederler.

Diğer yandan Cenâb-ı Hakk'ın hemen her milleti çeşitli olaylarla uyar­dığını unutmamak gerekir. Zira kâinatta hiçbir olay amaçsız, maksatsız gelişigüzel meydana gelmez. [90]

 

Lût Kıssasından Alınacak Öğütler Ve İbretler

 

a) Kâinatta sebepleri oluşturan Allah'tır. Dilediği zaman onu tabii sey­rinden alıp kudretini açığa vurur ve olmayacak sanılan şeylerin sebeple­rini hemen oluşturup harekete geçirir.

O bakımdan Lût kıssasıyla daha çok Mekkeli müşrikler ve sonra da yaşamakta olan inkâroı milletler uyarılıyor; inkâr ve ahlâksızlık zulüm İte

birleşip son kertesine gelince, ilâhî hükmün ineceğinde şüphe edilmeme­si dolaylı şekilde hatırlatılıyor.

b)  Selâmlaşmak,  mü'minleri   birbirlerine  güven,   kardeşlik  ve  huzur bağlarıyla bağlayan bir sünnettir. Toplum yapısında geliştirilip yaygınlaş­tırılması rahmet ve esenliktir; unutulması veya terkedilmesi, azap ve sı­kıntıdır.

c)  Konukseverlik, peygamberlerin güzel sünnetlerinden biridir. Konu­ğa ikram, Allah'a ikram kadar anlamlıdır.

d)  Allah'ın emir ve kudretinin nafiz olduğuna şaşmamak gerektir. Di­lediği zaman umulmad'k olayı meydana getirir.

e)  İnsanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olmak ve her hal-ü kârda Allah'a yönelip teslimiyet göstermek, mü'minın değişmeyen huyu olmalıdır.

f)  Zina, livata ve benzeri cinsel sapıklıkların yaygın hale gelmesi, top­lum ve milletin çökeceğine işarettir.

g)  Büyük felâket anlarında mal kurtarayım derken geriye dönüp bak­mak bile tehlikelidir. Çünkü her şeyden önoe insan unsuru önemlidir. O bakımdan melekler Lût ailesine «Hiç biriniz dönüp arkasına bakmasın!» diyerek tenbihte bulunmuşlardır.

h) Allah böylece kullarını dünyada da, âhirette de geniş rahmetine erdirmek için insanlıklarına yakışanı yapmalarını emretmekte, ruhlarının yüceliğine, Allah yanındaki azizliklerine ters düşen kötülüklerden kaçın­malarını hatırlatmakta ve O'nun emir ve tavsiyelerini dinlemeyip inkâr ba­taklığında cinsel sapıklığın en kötüsünü irtikâp eden bir milleti nasıl ha­ritadan sildiğini ibretli bir misal olarak gözler önüne sermektedir[91]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, gerek Mekkeli müşrikleri, gerekse her çağda yaşamakta olan inkarcı milletleri uyarmak, Allah'ın kâinattaki câri kanun­larının değişmezliğini bildirmek, zamanı gelince tarihin tekerrür edeceğini hatırlatmak üzere Lût kavminin kıssası çok önemli safhalarıyla anlatıldı.

Yine aynı amaç doğrultusunda aşağıdaki âyetlerle Şuayb Peygam­berin Medyenli'lerle olan mücadelesi konu ediliyor. İnkârda ısrar edip in­san haklarına pervasızca el uzatan, ölçü ve tartıda hile yapan bu kavmin ısıl yok edildiği anlatılarak bir kere daha inkarcı azgınlar uyarılıyor. [92]

 

Meali:

 

84—  Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (peygamber olarak) gönderdik. Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın; ben sizi gerçekten hayır (bol nîmet, geniş refah imkânları) içinde görüyorum. Ve doğrusu ben sizi çepeçevre sara­cak bir günün azabından endişe etmekteyim.

85—  Ey kavmim, ölçü ve tartıyı adaletle tastamam uygulayın, insan-arın eşyasını (haksız yollardan) eksiltmeyin; yeryüzünde bozgunculuk ede­rek fenalık yapmayın.

86—  İnanmış kişiler iseniz, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı kâr daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinizde koruyucu ve gözetici de değilim.

87—  Onlar, «Ey Şuayb, dediler, babalarımızın taptığını terketmemizî veya kendi mallarımızda dilediğimizi yapmamızı birakıvermemizi senin na­mazın mı emrediyor? Şüphesiz ki sen, yumuşak huylusun, doğru bir kim­sesin, aklı basındasın.»

88—  Ey kavmim, dedi, ya ben Rabbimden açık bir mucize üzere isem ve kendi katından beni güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa, ne dersiniz, (O'na nankörlük edebilir miyim?). Ve ben sizi men'ettiğim şeyde aykırı hareket edip (onu işlemek) istemem. Ben ancak gücüm yettiğince düzeltmek iste­rim. Muvaffakiyetim ancak Allah'ın yardımıyladır ve ben ancak O'na gü­venip dayanırım ve O'na derin saygı ve sevgi ile yönelirimi,

89—  Ey kavmim! bana düşmanlık beslemeniz,  Nûh  kavmine veya Hûd kavmine ya da Salih kavmine dokunan musibetin bir benzerini size dokundurmasın. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir.

90—  Rabbınızdan bağışlanma dileyin de O'na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim, çok merhametlidir ve çok sevendir, sevilendir.

91—  Dediler ki: Ey Şuayb! biz senin söylediklerinin çoğunu anlamı­yoruz ve biz seni aramızda zayıf olarak görüyoruz. Kabilen olmasaydı, her­halde seni taşlardık. Hem sen bizim yanımızda pek aziz=şerefli, itibarlı, üstün bir kimse de değilsin.

92—  Ey kavmim, dedi, size göre benim kabilem Allah'tan daha mı azizdir ki, O'nun (buyruklarını) arkanıza attınız? Rabbim elbette sizin ya-pageldiğinizi (ilmiyle) kuşatmıştır.

93—  Ey kavmim, imkânınızı ortaya koyup elinizden geleni yapın. Şüp­hesiz ben de (gerekeni) yapacağım. Rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. (Gelecek azabı) gözleyin, ben de sizinle beraber gözleyip bekliyorum,

94-95— Buyruğumuz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki imân edenleri rahmetimizle kurtardık. Zâlimleri ise korkunç bir ses ve uğultu yakalayı-verdi; evlerinde dizüstü çöküp kaldılar. Orada hiç bulunmamış, yaşamamış gibi oldular. Dikkat edin, Semûd kavmi nasıl (ilâhî) rahmetten uzak kal­dıysa Medyen de uzak kaldı.

 

İlgili Hadîsler

 

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

__Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ölçü ve tartı erbabına şöyfe seslendi:

«Doğrusu siz öyle bir işe sahip çıktınız ki, sizden önceki birçok kavimler (milletler) o yüzden yok olmuşlardır.» [93]

«Bizi aldatan bizden değildir.» [94]

«Sizden biriniz Mescid'e girdiğinde, Allahım! hayır kapılarını bana aç, desin. Mescid'den çıkınca da, Allahım! senin bol nimetini (helâl rızkını) istiyorum, desin.» [95]

 

Şuayb Peygamber Ve Medyen Kavmi

 

Lût kavmi yerle bir edildikten sonra Allah bolluk içinde yüzen ve fa­kat Tevhit İnancı'ndan uzak, koyu putperestlikle içice ulan, aynı zamanda ticarî ahlâkı çok bozuk bir düzeye gelen ve böylece cehaletin karanlık dünyasını yaşayan Medyen halkına, yine kendilerinden bir zatı seçip pey­gamber olarak gönderdi. Kur'ân bu peygamberin Şuayb (A.S.) olduğunu belirtir.

Medyen kasabası hakkında, A'raf sûresinde de kısmen belirttiğimiz gibi, bazı rivayetler söz konusudur, Tevrat'ta İbrahim Peygamber'in ni­kahladığı başka bir kadından -ki adının Ketura olduğu yazılıdır- Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuha adlarında altı çocuğunun dünya­ya geldiği açıklanmaktadır. [96] Böylece Sina Yarımadasına kadar uzanan ve Kızıldeniz'in doğu kesiminde geniş bir alanı kaplayan Medyen kasaba­sı, İbrahim Peygamberin sözünü ettiğimiz altı oğlundan Midyan'a nisbet edilerek bu adı aldığı söylenir. Anlaşılan Medan ile Midyan sözü edilen 'ölgede Tevhît İnancı'nı yaymakla görevlendirilmişler ve uzun yıllar ora halkını İbrahim (A.S.)ın Hanîf dini etrafında toplayarak yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Onların vefatından sonra bir fetret dönemi başlamış ve zaman aşımıyla Tevhît İnancı yerini putperestliğe bırakmıştır. Böylece Medyen halkı İbrahim Peygamber'in nurlu yolundan sapıp çok ilâhlı bâtıl dinlerin karanlığına gömülerek ahlâksızlığın birçok şubelerini ihya ederek zuium ve azgınlığa başlamışlarken, Allah rahmetinin eseri olarak, onlaryeniden Hakk'a döndürmek, cehalet bulutlarını üzerlerinden kaldırmak, dedeleri İbrahim'in (A.S.) tertemiz Hanîf diniyle kalp ve kafalarını aydın­latmak için Şuayb Peygamberi onlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönder­miştir.

Kur'ân'da ilgili âyetlerle konunun ana çizgileri üzerinde durulur, deta­yına inilmez, ibretli safhaları anlatılır; tarihî ve coğrafî yanları meraklı araş­tırıcılara bırakılır. Aynı zamanda Şuayb Peygamberin Medyenli olduğuna dikkatleri çekerek, kuvvetli bir ihtimalle İbrahim soyundan olduğuna işa­rette bulunulur.

Yine Kur'ân'ın açık beyânına göre, bir zamanlar Mısır'dan kaçan Mu­sa Peygamberin de gençlik çağında bu kasabaya uğradığı ve Şuayb Pey­gamberin kızıyla evlendiği bilinmektedir. [97]

 

Medyen Halkının Kötü Halleri

 

Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle Medyen halkının putperestlik doğrul­tusunda işleye geldikleri kötülükler özetlenerek şöyle sıraya konulmuştur:

1—  Tevhît İnanoı unutulmuş, putperestlik iyice kökleşmişti.

2—  Ticarî ve iş ahlâkları son derece bozulmuş, o sebeple insan hak­ları zedelenmiş, aralarında sürtüşme ve tartışmalar sürüp gitmişti.

3—  Medyen o devirde zengin bir yöre olarak bulunuyordu. Allah'ın onlara verdiği bol nimetler gıpta edilecek bir düzeydeydi.

4—  Yeryüzünde ticarî ahlâksızlıkla birlikte bozgunculuk yapmak, do-, laylı, dolaysız haklara tecavüz etmek onların süre gelen fena âdetlerinden biri idi.

Az yukarıda da değindiğimiz gibi, bu kadar bozuk bir toplumu ancak hak din ile ıslâh etmek mümkün olabilirdi. O bakımdan Şuayb Peygamber, İbrahim Peygamber'in şeriatı üzerinde bulunuyor, sahifelerde yer alan ah­kâmı ve ahlâkî kuralları çok tatlı ve yumuşak bir üslûpla anlatıp Hakk'ın emirlerini teblîğ görevini yerine getiriyordu. [98]

 

Şuayb Peygamber İle Medyenli'lerin Tartışması

 

— Her peygamber gibi, o da Allah'ın varlığını ve birliğini tanıtmakla işe başlamıştır. Sonra da toplumu içinden kemiren haksızlık, ahlâksızlık ve azgınlıkla ciddi ve seviyeli bir mücadele örneği vermiştir.

__ Bütün uyarıları, akla ve mantığa uygun gelen, fakat ihtiras havası

içinde küfür ve kötülüklerle bir bakıma izole edilen duygu ve düşüncele­riyle ters düşen öğütleri olumlu sonuç vermeyince, inkarcı ahlâksızları ku­şatacak bir azabın geleceği kaçınılmaz olmuştu. Şuayb Peygamber, Al­lah'ın bu yoldaki oâri âdetini çok iyi bildiğinden endişe duymaya başla­mıştı. Lût kavminin başına gelen felâketin neden ve niçinini çok iyi bili­yordu.

  Medyenli'ier.bu azgınlık ve inatlarıyla yetinmeyip, kendilerini doğru yola irşat eden bu peygamberi zaman zaman alaya alıp, «Doğrusu sen yu­muşak huylu ve akıllı bir adamsın...» diyerek takılırlardı.

  Şuayb Peygamber bu ve benzeri onur kırıcı söz ve davranışlara al­dırış etmeyerek ıslâh yollarını ve çarelerini araştırmaya devam etti, sonra da onları insafa davet ederek şöyle dedi: «Ey kavmim! ya ben Rabbımdan açık bir mu'cize üzere isem ve kendi katından beni güzel bir rızıkla (hak din.doğru yol, ilâhî hidâyet ve rahmet) rızıklandırmışsa, ne dersiniz, (O'na nankörlük edebilir miyim)? Ve ben sizi men'ettiğim şeyde aykırı hareket edip (onu işlemek) istemem. Ben ancak gücüm yettiğince düzeltmek iste­rim. Muvaffakiyetim ancak Allah'ın yardımıyladir ve ben ancak O'na gü­venip dayanırım ve O'na derin saygı ve sevgi ile yönelirim.»

Böylece Şuayb Peygamber hem onların akı! ve idrâklerini harekete geçirmeyi diledi, hem de son uyarısını yaptı. Ne var ki onlar bütün bu uya­nları. İlâhî beyânları, gemi azıya alan hürriyetlerini engelleyen bir bağ olarak görüyor, Allah'ın hayat veren emirleri nefislerine alabildiğine ağır geliyordu.

— Aradan hayli zaman geçti, ıslâh olacakları yerde, büsbütün azıttı­lar, «Senin dediklerinin çoğunu anlamıyoruz» diyerek irşada ihtiyaç duy­madıklarını tekrarladılar ve «Biz seni kendi aramızda zayıf olarak görüyo­ruz. Kabilen olmasaydı, elbette seni taşlardık. Hem sen bizim yanımızda pek aziz, şerefli, itibarlı, üstün bir kimse de değilsin» diyecek kadar küs-tahlaştılar.

" Havat dizginini nefis ve İblis'in eline teslim edip behimî bir haya-ı her şeye tercih eden inkarcı nankörlerin en çok gözüne batan, şüphe-kı NAMAZ'dır. Çünkü bu ibâdet imanla küfür arasında alâmet-i farika­da   M01™ d'reğİdİr: Allah ile kul!arı arasında en işlek yoldur. O bakım-n Medyen halkı zaman zaman Şuayb Peygamber'in (A.S.) namaz kılmabelirtild'âi gibi' <<EV 9uaVb, dediler. Babalarımızın taptığını  veya kendi mallarımızda dilediğimizi yapmamızı bırakıvermemizi senin NAMAZIN mı emrediyor?» şeklinde birtakım sözler sarfettik-leri anlaşılıyor. Nitekim İbn Abbas (R,A.) diyor ki: «Şuayb Peygamber çok namaz kılan bir kimse idi..» Ayrıca burada namaz diye çevirisini yaptığımız «salât» kelimesi, duâ, zikir ve din anlamında da kullanılmıştır. [99]

Dün olduğu gibi bugün de inkarcı maddecilerin en çok dil uzattığı, ala­ya aldığı ibâdet, namazdır. Zira dinî hayatı ayakta tutan, fertleri ve toplu­mu yönlendiren, ahlâkı düzeltip tezkiye eden, kardeşlik bağlarını merha­met, şefkat ve dayanışma idrâki içinde geliştiren en feyizli ibâdet şüphesiz ki, namazdır. O bakımdan kıyamet gününde insandan ilk sorulacak şey, namaz olacaktır.

— Böylece inkâr ve azgınlığın doruğuna erişen Medyenli'lerin ahlâk­sızlığı son noktasına ulaşarak titreşip kaldı. Şüphesiz ki, bu, gelmekte olan ilâhî azabın bir göstergesi idi. Ama içlerinde onu anlayacak aklı eren bir kimse yoktu.

  Bu durumda daha da saldırgan oldular ve Şuayb Peygamberi aile­siyle, kendisine imân edenlerle birlikte bir gece baskını tertipleyerek imha etmeyi  plânladılar. Şuayb  Peygamber onlar aleyhine yaklaşmakta  olan felâketi görür gibiydi. O bakımdan söylenecek başka bir şey kalmamıştı. Bir defa daha son uyarısını şu sözlerle yapma ihtiyacını duydu : «Ey kav­mim, imkânınızı ortaya koyup elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (ge­rekeni) yapacağım. Rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. (Gelecek azabı) gözleyin, ben de sizinle beraber gözleyip bekliyorum.»

  Sonunda olan oldu; korkunç bir gürültü ve uğultu onları ansızın yakalayıverdi. Evlerinde dizüstü çöküp kaldılar. Orada hiç bulunmamış, ya­şamamış gibi oldular. Bir varmış, bir yokmuş hikâyesine dönüştüler. [100]

 

Bu Kıssadan Mü'minlerin Alacakları Hisseler

 

1—  Bir olan, ortağı ve benzen olmayan Allah'a kulluk, insanlar ara­sında banş ve kardeşliğin tek çaresidir. O bakımdan ilk davet bu esasa yapılmıştır. Diğer hükümler, Tevhît İnancı'ndan sonra gelir.

Unutmamak gerekir ki, dünyada sürüp giden kavgaların, sürtüşme ve tartışmaların çoğu dünyevî maksatlara yönelik birtakım menfaatlardan kaynaklanmaktadır.

2—  İş ahlâkı, ticarî ahlâk, haklara saygılı olmak, başkasının hürriye­tine tecavüz etmemek, ölçü ve tartıda her zaman âdil olmak, insaf ve vic­dan kıstasını unutmamak, kul hakkının en ağır bir günah ve vebai olduğu-

nu kabul etmek, toplumları ve milletleri ayakta tutaı, önemli nedenlerdir. İthalat ve ihracatın gelişmesi ve devamlılığı bu ahlâkla sıkısıkıya bağlıdır.

Sözü edilen kıstasların yıkılması, dumura uğraması, toplum ve mille­tin ahlaken çökmesinin ve yıkılmasının yakın olması demektir.

3__ Allah'ın helâl kıldığı meşru kâr, elbette çok daha hayırlı ve feyiz­lidir. Aynı zamanda toplumu birbirine güvenle bağlayıp bütünleştiren bir iştir. Böyle bir hayrı reddetmek, elbetteki şerri davet etmek demektir ki bu kural pek değişmez. Zira hak gelince bâtıl gider. Bâtıl rağbet kazanıp kalp ve kafalara yerleşince hak uzaklaşır.

4—  Namaz her peygamberin  ibâdeti  olmakta  devam  etmiştir.  Zira namazsız bir din düşünülemez. Namazı önemsiz saymak, dinin ve dindar­lığın omurgasını kırmak demektir. İnkarcı maddecilerin de en çok hoşlan­madığı ibâdet, şüphesiz ki namazdır.

5—  Ticarette ne sınırsız kâr söz konusudur, ne de ölçü ve tartıda hi­leye yer vardır. İkisinin revaç bulduğu yerlerde ticarî anarşi başlar ve o takdirde madde tek amaç seçilir; ona ulaşmak için aradaki her türlü kut­sal değerler, iyi ve yararlı örf ve âdetler çiğnenir.

Bir milletin çözülüp dağılması, bölünüp parçalanması için başka bir şeye pek ihtiyaç ve gerek kalmaz. Bu anarşi yeter de artar..

6—  İnsanları doğru yola irşat edenlerin her zaman doğru yolda yü­rümeleri ve insanları men'ettikleri şeylerden önce kendilerinin kaçınmaları şarttır. Ciddi ve sağlıklı bir irşadın başka ölçüsü yoktur.

7—  Doğruya irşat edenlere düşman olup kin beslemek bir fert veya toplum, ya da millet için büyük bir talihsizlik sayılır.

8—  İnkarcı  maddeciler ne  kadar azgınlık ve taşkınlık gösterirlerse göstersinler, onları Hakk'a çağıranlar, -şartlar ve ortam elverdiği nisbette-görevlerini sürdürmekle yükümlüdürler. Aksi halde alan olduğu gibi inkar­cılara bırakılmış olur.

9-— HQk'tan yana olanlar metotlu, fakat sabırlı bir mücadele, şuurlu ir mücahede sergiledikleri takdirde, basan ve zafer onların yüzüne güler. [101]

 

Şuayb (A.S.) Kıssasının Tekrarı

 

Sırası geldikçe belirttiğimiz gibi, Kur'ân-ı  Kerîm'de her tekrar,  ilgili kümî meselenin nem önemini, hem de değişik yönlerini, farklı hükümler taşıdığını ve yer aldığı ayetler dizisinde değişik bir öğöt ve ibret yansıttığını ifade eder.  O nedenle Suavb Peygamber kıssası, biri A'raf, nud, biri de Ankebut sûrelerinde olmak üzere üç yerde anlatılır.

Önce A'raf sûresinde anlatılanla diğer sûrelerde anlatılanlar arasında­ki farklı uyarı, öğüt ve hükümleri karşılaştıralım.

A'raf sûresinde :

a)  Allah'ın varlığına, birliğine davet edilir.  Bunun için Allah'tan bir mu'cize getirildiğine dikkatler çekilir. Ancak o mu'cizenin ne olduğu açık­lanmaz.

b)  Ölçü ve tartı gibi ticaret ahlakıyla içice olan şeylerde büyük hak­sızlıklar yapıldığı ve bu tür çirkin davranışlarla ticarette sınırsız bir hürri­yet istendiği, o yüzden ülkelerinde düzen ve güvenin bozulduğu anlatılır.

c)  Medyenli'lerin dindarlığa, fazilete karşı savaş açtıkları, Allah yo­lundan alıkoymak için sosyal yapıda köşe başlarını, kavşak noktalarını tut­tukları belirtilir.

d)  Medyenli'lerden bir grubun Şuayb Peygambere inandıklarına, böyle­ce inananlarla inanmayanlar arasında tartışma ve sürtüşmenin sürüp git­tiğine parmak basılır. Sonunda Şuayb Peygamber'in, karşı tarafa söyle­necek başka söz kalmadığını düşünerek Allah'ın hakem olup hüküm ve­receğini; bunun gelecekle ilgili önemli bir haber, bir uyarı olduğunu hem mü'minlere, hem de inkarcılara duyurduğu açıklanır.

e)  Medyenli'lerin inkârda ısrar edip azgınlıkta bulunmalarından, bü­yüklük taslayıp mü'minleri ve başlarındaki peygamberi küçümsediklerin-den, sonra da Şuayb Peygamberle birlikte imân edenleri tehdit etmelerin­den ve ortaya attıkları düşünceden vaz geçmedikleri takdirde şehirden çıkarılacaklarından söz edilerek inkârın hiçbir kutsal değer tanımadığına İşaret edilir.

f)  Allah'a karşı yalan uydurmanın nasıl bir hüsrana yol açacağı an­latılır. Sonra da Şuayb Peygamber'in son bir defa daha onların azgınlık ve saldırılarından Allah'a sığınarak duâ ettiği hakkında bilgi verilir.

Hûd sûresinde :

a)  Şuayb Peygamber'in Medyen halkına gönderildiği, O'nun da onları Allah'ın varlığına ve birliğine imâna davet ettiği konu edilir.

b)  Medyenli'lerin bolluk ve refah içinde yüzdükleri; bununla beraber nankör bir kavim olduğu; ticarî alanda hak ve hukuk, sınır ve vicdan ta­nımadıkları, daha cok yabancı tacirlere dolaylı yollardan haksızlık ettik­leri anlatılır. Allah'ın meşru yoldan helâl kıldığı kazancın çok daha hayırlı olduğuna dikkatler çekilir.

c)  Peygamberlerin insanlar üzerinde bir koruyucu, bir bekçi ve gözetleyici olmadıkları hatırlatılarak onların yetki sınırlan belirlenir ve o sı­nır içinde ilâhî buyrukları teblîğ ile görevli oldukları açık şekilde ifade edi­lir.

d)  Şuayb Peygamber'in  her peygamber gibi  namaz  kıldığına  şahit olan inkarcı sapıkların namaz ile alay ettiklerinden veya devamlı dikkat çeken böyle bir ibâdete tahammül edemediklerinden bahsedilerek nama­zın dindeki yerine ve önemine işaret edilir.

e)  Medyenli'lerin sınırsız bir hürriyet havası içinde oldukları, devlet otoritesinden çok uzak kaldıkları,'disiplin altına girmek istemedikleri; özel­likle ticarî alanda engelleyici, insaf ölçülerine çekici hiçbir kuvvet tanıma­dıkları, düşünceleri yönlendirir bir anlatımla açıklanır.

f)  Peygamberlerin halkı men'ettikleri şeyleri kendilerinin işlemesinin hiçbir zaman söz konusu olamıyacağı belirtilir. Çünkü peygamberlerin yer­yüzünde bozulan ahlâkı düzeltmek, unutulan Tevhît inancını yeniden ihya etmek, fazîlete değer verip yaygınlaştırmak, haklan korumak, Allah sevgi ve korkusunu gönüllere işlemek, kalpleri ilim ve irfan merkezi haline ge­tirmek için görevlendirildikleri anlatılır.  Hiçbir peygamberin  ilâhî vahyin dışına çıkmasının ve hilâfına hareket etmesinin söz konusu olamıyacağına dikkatler çekilir.

g)  Hakk'a ve fazîlete karşı kin ve düşmanlığın felâket getireceği ha­ber verilir. Kurtuluşun, pişmanlık duyarak Hakk'a dosdoğru yönelmekte olduğu ilân edilir.

h) Şuayb Peygamberin kabile ve çevresini hesaba katan inkarcıların o yüzden fazla ileri gitmeye cesaret edemedikleri, yoksa kendilerine rah­met olarak gönderilen peygamberi taşlayarak imha edecekleri anlatılır ve böylece teblîğ ve irşat hizmetiyle ortaya çıkan mürşitlerin, herhalde kötü niyetlileri caydırıcı bîr aile veya aşirete mensup olmasının faydaları üze­rinde durulur.

i) Şuayb Peygamber'in, karşısına dikilen azgınlık ve taşkınlığa göğüs gerdiği ve neticeyi sabırla beklemekten başka yapılacak bir şey kalmadığı bir ölçü ve kıstas mahiyetinde ifade edilir.

İ) Sonunda inkarcı azgınların, küfür ve zulmün son  kertesine gelip dayandıkları için üzerlerine Allah'ın kahredici hükmünün indiği ve mü'min-nn kurtulduğu çok duyarlı bir anlatımla gözler önüne ibretli bir tablo ha-"nde serilir.

Görülduğü ğibi iki sûreden her birinde avm kıssanın değişik yönleri a ve tekrarın lüzumsuz olmadığına işaret edilerek ibretli olayların hafızalarda derin İz bırakması ve idrakleri devamlı uyanık tutması hikmetine dayalı olduğu belirtilmektedir. [102]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, doğru yoldan saparak hakkı ret ve inkâr eden milletleri uyarmak için, ibret ve öğüt dolu Şuayb Peygamber ile Medyen-ü'ler kıssası anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yine aynı maksada yönelik olarak Musa (A.S.) ile Fİr'avn kıssasının bir özeti veriliyor. Hakk'a karşı tuğyan edenlerin böyle­ce peşlerine şu dünyada da lanet takılacağı hatırlatılıyor. [103]

 

Meali:

 

96-97— And olsun ki, biz Musa'yı da âyetlerimizle ve açık-soğlam bel­ge ile Fir'avn'o ve onun (milletinin) ileri gelenlerine gönderdik. Bununla beraber onlar (o ileri gelenler) yine de Fir'avn'ın emrine uydular. Oysa Fir'avn'm emri doğru ve sıhhatli değildi.

98—  Fir'avn kıyamet günü kavminin önüne düşer de onları (suya gö­türür gibi) ateşe götürür. Varacakları yer ne kötü yerdir.

99—  Bumda lanet peşlerine takıldı; Kıyamet gününde de (öyle ola­cak). Desteklendikleri şey ne kötü destektir,

 

İleri Gelenlerin Tepkisi

 

«Bununla beraber onlar (o ileri gelenler) yine de Fir'avn'ın emrine uydular. Oysa Fir'avn'ın emri doğru ve sıhhatli değildi.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, peygamberlik gibi çok şerefli bir görevle donatılıp Mekke'de işe başlamakla emrolunduğunda, fakirler, köleler, za­yıflar ve güçlü bir aileye bağlı olmayanlar, birer insan olarak o güne kadar görmedikleri sıcak ilgi ve kıymeti, cihan peygamberinin kutlu meclisinde buldular. Akılları duygularına üstün geldi; idrakleri önyargılarının şeddini yıkıp öne geçti, öylece putlardan yüz çevirip bir olan, ortağı ve benzeri ol­mayan Allah'a döndüler. İman ve İslâm'ın feyizli havasında insan olduk­larını anladılar. Ülkenin şımarık zenginleri, söz sahibi azgınları ise, küfrün kalbler ve kafalar üzerine çöken kara bulutlarını dağıtıp hidâyet nuruna gönül kapılarını açmayı düşünemediler; çünkü hisleri akıllarının önünde yürüyor, düşünceleri önyargılarının şeddini aşamıyordu. İnsan şeref ve vakarını zedeleyip ruhunu katleden gayr-i meşru yollardan ayrılamıyor, sı­nırsız hürriyetlerini Tevhît Inancı'yla belli bir sınır içine almaktan kesin­likle hoşlanmıyorlardı. O bakımdan Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün uyarı ve irşatlarına tepki gösteriyor, büsbütün azgınlıklarını artırıyorlardı. Tıpkı Fir'avn ve meclisinde yer alan ileri gelenlerin, Musa Peygamber'in (A.S.) Hakk'a çağrısına gösterdikleri tepki gibi..

Böylece Kur'ân-i Kerîm, gelip geçen her peygamberin kendi kavmi arasındaki zenginlerin, ileri gelen söz sahiplerinin tepki gösterip karşı çık­malarıyla yüz yüze geldiklerini belirtirken Peygamber (A.S.) ile Ona uyan müzminlerin sabırlı ve temkinli olmalarını hatırlatıyor; terbiye, nezaket ve fazîletin hiçbir zaman elden bırakılmamasını öğütleyerek irşat usûlü hak­kında bilgi veriyor.

Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb Peygamberlerin (salât ve selâm hepsine olsun) aynı mücadeleyi verdiklerinde kavimlerinin ileri gelen şımarık Putperestlerinin tepkileriyle karşılaştıklarını, uzun süre sürtüşme ve tarışmanın devam ettiğini, ancak hepsinin de Hak yolunda sabır gösterip anı hükmün tecellisini güvenle beklediklerini, kalblere huzur ve rahatlık verecek bir anlatımla naklederek misalleri ardarda sıralıyor. Arkasından Musa Peygamber'in de benzeri şiddetli tepkiyle karşılaştığını gönüllere te­selli veren bir misal halinde ekliyor.

Unutmamak gerekir ki, hislerinden sıynlamıyanlar doğru düşünme ni­metinden mahrum kalırlar. Doğru düşünemiyen kimse, doğru karar verme basiretini taşımıyor demektir. Nitekim hislerini yenemiyen Fir'avn, bütün âyet ve mu'cizelere rağmen doğru düşünme düzeyine kendini getireme­miştir. Doğru düşünemiyen kimsenin âdil karar vermesi mümkün değildir. Ona uyan ileri gelenler ise, ondan daha sapık, daha kör ve daha bilgi­sizdirler. Zira yanlışa doğru diyecek; bâtılı savunup hakkı reddedecek, baştaki liderin kusur ve hatalarının üzerine sünger çekip dalkavukluk ede­cek kadar şahsiyetini ve insanî vekarını kaybeden kişiler, alkış tuttukları liderlerinden daha âdi ve daha alçaktırlar. Kur'ân, bu alçaklığı bir cüm­leyle ifade ederek mü'minlere öğüt veriyor: «İleri gelenler yine de Fir'avn'-in emrine uydular. Oysa Fir'avn'ın emri doğru ve sıhhatli değildi.»

Musa Peygambere gelince, o, namus ve iffetin timsali, fazîlet ve gü­zel ahlâkın mümessili, ilâhî feyiz ve rahmetin yansıtıcısı; âdil ve doğru dü­şüncenin kaynağı idi. Bu güzel sıfatların hepsinden yoksun olan, Fir'avn'a ilâh nazarıyla bakacak kadar küçülen şahıslarla o büyük peygamberin uyum sağlaması beklenemezdi. Ne var ki, ortada bir görev ve onu kusur­suz yerine getirme emıi söz konusuydu. Aklı, vicdanı, idrâki harekete ge­çirecek bütün açık belgelere ve mu'cizelere, yönlendirici uyanlara rağmen Fir'avn'ın küfür potasında şekillenen o insanlar doğru yolu seçmediler, ko-Jj*tm sürüsü gibi, Fir'avn'ın peşine takıldılar, bir tutam ot uğruna en büyük, öö yararlı fırsatları kaçırdılar. Kur'ân'ın beyanıyla, kıyamet gününde de bu ziîtg$ten kurtulmayıp Fir'avn'ın arkasına takılarak ateşe sevkedilirler.

Kalblerini Allah'ın rahmet ve hidâyet ışığına devamlı kapalı tutan bu insanlara, hakkın sesini duyurmak elbetteki çok zordur. Kendilerini hidâ­yet çizgisine getirmeyenleri Allah'ın hidâyet güneşi nasıl aydınlatır? Ken­di irâde ve arzularıyla devamlı rahmetten uzaklaşanların elbette ki peş­lerine ilâhî lanet takılır da o vaziyette öldükleri takdirde bir daha ayrılmaz.

Günün şatafatına, makam ve şöhretine dalıp imân ve irfanını kaybe­den nioe kimseler vardır. Oysa hayatta karşılaştığımız iyi veya kötü her şeyle denenmekteyiz. Zaman ömrü törpüleyip tüketme faaliyetini aralıksız sürdürürken Allah'a dosdoğru imân ve O'nun rızası doğrultusunda yapılan sâlih amelden başka her şey bir sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûmdur. O bakımdan İslâm, insanı sözünü ettiğimiz dünyevî şatafata esir olmak­tan kurtarıp ona sade yaşamayı, alçak gönüllü olmayı, insanları sevmeyi, hilkatin hikmetine göre hayatını düzenlemeyi, fıtratındaki din ve Allah duy­gusuna göre kendini yönlendirmeyi, ruhundaki safiyet ve mayaya göre

olandaki yerini almayı, yaratıldığı amaca yönelip beklenilen hizmeti ver­meyi telkîn eder. Makamları birer hizmet basamağı, mal ve serveti meşru ölçülere göre hayatı devam ettirme aracı sayar. Zira şu dünyada kendi ihtiras ve bencilliği doğrultusunda yükseldiği basamakta ebediyen kalan bir fani olmamıştır. Kendi iradesiyle yükseldiği basamaktan inmesini bil­meyenlerin altından o basamaklar çekilip alınmıştır.

İslâm'ın bu hayat ve memat felsefesini anlayamayan ileri gelenlerin çoğu, ihtiras ve emellerini meşru sınıra çekmeyi emreden İslâm'a karşı nefret ve düşmanlık duygularıyla karşı çıkmışlardır. Ancak Allah'ın hidâ­yet nasip ettikleri müstesna.. [104]

 

Liderler Uyarılıyor

 

«Fir'avn kıyamet günü kavminin önüne düşer de onları (suya götürür gibi) ateşe götü­rür. Varacakları yer ne kötü yerdir.»

İlgili âyet Fir'avn'ı misal vererek liderleri dikkatli olmaya, peşine ta­kılan kitlelerden sorumlu tutulacaklarına işaretle hesaplı adım atmaya çağırıyor. Bu gerçeği iyi bilen II. Abdülhamit'in şu sözünü nakletmeden geçmek istemiyoruz :

«Liderler, kişiler karşısında değil, dünyada tarih, âhirette Allah hu­zurunda saltanat günlerinin hesabını verirler.»

Denildiği gibi, her koltukta diken vardır, her taç dikenlerden yapılmış­tır. O bakımdan liderin neyin üzerinde oturduğunu, kralın da başına nasıl bir şey koyduğunu unutmaması gerekir. Zira kötü ve zalim liderlerin dün­ya mutlulukları, idare ettikleri halkın felâketi demektir.

Dalkavukların ve çıkarcıların alkışlarıyla meşru sınırları aşıp oldu­ğundan fazla görünme hastalığına yakalanan bir hükümdar veya lider, hüsrana doğru hızlı adımlarla giderken peşinde bir sürü insanı da sürük-'eyip götürür. Kur'ân bu hususta Fir'avn'ı ve peşine takılanları tarihî bir misal olarak veriyor. [105]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, bir milletin felâketini hazırlayan önemli sebep­lerden biri üzerinde duruldu. İnancı sakat, görüşü yanlış, icraatı zulüm olan, halkının bir kısmına ikinci sınıf vatandaş muamelesinde bulunan ve

ülkesinde din ve inanç hürriyetini iyice kısıp yasaklayan Fir'avn'ın kötü idaresi misal verildi. Meclisinde yer alan ileri gelenlerin ona baş eğip evet demelerinin ve her kötülüğünü tasvip edip kraldan ziyade kralcı geçinme­lerinin, telafisi mümkün olmayan boşluklar meydana getirdiğine ve hepsi­nin sonunun felâketle noktalandığına dikkatler çekildi.

Böylece kıyamet gününde de efendilerinin o şuursuz dalkavukların önüne düşüp hepsini kendisiyle birlikte ateşe götüreceği haber verilerek hem Mderler ve hükümdarlar, hem de onlara uyanlar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minlere, liderlere uyma konusunda en sağlam ölçü ve kıstas veriliyor; daha sağlıklı düşünmeleri için, Allah'ı bırakıp az­gın ve zorba liderlerin peşine takılan milletlerin kalıntılarını gezip görme­leri isteniliyor. Aynı zamanda Mekkeli mağrur müşriklere böylesine elim bir akıbetin pusu kurup beklediğine işaret ediliyor. [106]

 

Meali:

 

100—  (Ey Muhammed!) bu, ilâhî azaba uğrayan kasabaların haberle­rinden (bazı safhalardır ki, sana nakledip anlatıyoruz. Bu kıssalardan bir kısmının kalıntısı duruyor, bir kısmı ise biçilmiş ekin gibi (belirsiz olmuş­tur).

101—  Biz onlara zulmetmedik; fakat   onlar   kendilerine   zulmettiler,

Rabbin buyruğu gelince, onlara, Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrılar bir ya­rar sağlamadı; zararlarını, silinip yok olmalarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.

102__ İşte Rabbin kasabalar halkını -zalimlikleri üzere- yakaladığı za^

man böyle yakalar. Şüphesiz ki, O'nun yakalaması çok eiîm ve şiddetlidir.

 

İlgili Hadîs

 

«Doğrusu Allah zalimi yakalayıncaya kadar biraz mühlet verir. Yaka­layınca da artık bir daha yakasını koyuvermez.» [107]

 

Kur'ân'da Masal Var Midir?

 

Bilindiği gibi, mesel kökünden gelen masal, genellikle olağanüstü ma­ceralara yönelik hayal ürünü birtakım hikâyelerdir. Kur'ân-i-Kerîm ise, in­san hayatını çizen, yaşayışını düzene sokan, aklı harekete geçiren, hak­ları belirleyen, helâl ve haram sınırlarını koyan, güzel ahlâkı ve fazileti iş­leyen, adaleti alkışlayan, dünya ile âhiret, ruh ile beden, madde ile mâna arasında köprü kurup denge sağlayan bir kitaptır; bütünüyle ilâhîdir. Ge­lip geçen milletlerin hayatından bazı önemli ve ibretli parçaları ve safha­ları anlatması, sadece öğüt ve ibret almamıza, geleceğimizi ona göre ha­zırlamamıza ve Allah'ın cari olan sünnetinin şaşmazlığını anlayıp kavrama­mıza yöneliktir. Onun için Kur'ân ne bir masaldır, ne de bir hayal ürünüdür.

Bu bakımdan yukarıdaki âyetle bilhassa sözü edilen önemli noktaya dikkatler çekiliyor ve anlatılan olayların birer gerçek olduğu belirtilerek : «Bu kıssalardan bir kısmının kalıntısı duruyor, bir kısmı ise biçilmiş ekin gibi (belirsiz olmuştur).» buyuruluyor.

Görülüyor ki, Kur'ân-i Kerîm sadece gerçekleri naklediyor ve vuku' bulmuş olaylara atıflarda bulunuyor. Nitekim Kur'ân'da anlatılan kıssala­rın hemen hepsi Arap Yarımadasında ve bir de Mezopotamya'da meydana gelmiştir. Bir kısmının kalıntıları hâlâ ayakta dururken bir kısmı silinip be­lirsiz hale gelmiş, ancak tarihçilerin ciddi araştırmalarıyla onların bir za­manlar var oldukları kesinlik kazanmıştır.

Şüphesiz ki, Kur'ân hayalle meşgul olmaz. O taşıdığı ilâhî üslûp ve ifadeyle hakikatleri zarif bir tül gibi dokuyup beşer aklının ve idrâkinin önü­ne serer. Sık sık konu değiştirerek dikkatleri toplar, ancak değişen konular arasında kesin irtibat sağlar. Bazan yüksek hikmetleri terennüm eder­ken, birdenbire duygu ve düşünceleri kamçılar. Cok geçmeden akla ses­lenir veya geçmiş milletlerin başlarından geçen önemli ve ibretli olaylar­dan birkaç parça nakleder; bazan ilme, ilim adamına ışık tutar mahiyet ve anlamda temel bilgi, ana fikir verir. Çok geçmeden Âhiret ile ilgili ko­nulara geçer, insan ihtirasını frenliyeçek, ahlâk ve faziletini artıracak tab­lolar oluşturup gözler önüne getirir. Derken ilâhî hükümlerden birini veya birkaçını sıralayarak insan hayatını yönlendirip düzenlemeyi amaçlar.

Tekrar edeyim ki, Kur'ân'da bütün bu değişik konular, hükümler ve kıssalar bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olarak sürüp gider, insan düşüncesine bol ve çeşitli malzeme vermek suretiyle hem yol gösterir, hem de sıkmadan sürükleyip götürür. [108]

 

Allah Kimseye Zulmetmez

 

«Biz onlara zulmetmedik; ama onlar kendilerine zulmettiler.»

Zulüm : Hak ve adalet sınırını aşmak, haklara tecavüz etmek, eşyayı lâyık olmadığı yere koymak, işi ehil olmayana vermek; nefisle imân, ruhla beden, dünya ile âhiret arasında denge kurmamak; sınırsız hürriyetle baş­kalarının hürriyetini çiğneyip aşmak; yaratanı tanımamak, insan olmanın hikmetini idrâk etmemek; fiziksel yapıyı geliştirip ruhu ve vicdanı ihmal et­mek; aklı nefsin emrine verip gerçeği araştırmamaktır.

Böylece inkarcı azgınlar, şımarık müşrikler; kula kul olan aşağılıklar, hakları çiğneyen zorbalar, hakikati görmeyen körler, gerçeğe kulak ver­meyen sağırlar kendilerine yazık etmişlerdir. Cenâb-ı Hak ise, rahmetinin kapılarını açarak insanlara hazır bir ortam, yeterince yardımcı malzeme vücuda getirip zulüm değil, lûtufta bulunmuştur.

İyilikle kötülüğün, hayırla şerrin sınırını belirlemiyen kimse, mayın dö­şeli bir arazide gelişigüzel dolaşıyor demektir. O bakımdan kurtulması çok zordur. Meğerki Allah'ın inayet ve hidâyet eli kendisine uzanmış olsun,.

İşte Allah'ın zalimleri yakalamasının anlamı bir bakıma budur. [109]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın insana verdiği birçok yetenekleri, bir çoklarının hakikati arayıp bulmakta kullanmadıkları; yol gösterici olarak

aönderdiği peygamber ve kitaba kalp ve kulaklarını kapalı tuttukları; o yüzden kendilerine büyük haksızlık ettikleri konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Kur'ön'da anlatılan tarihî kıssalar üzerinde aklını ve idrâkini kullananlar için ibretler ve öğütler bulunduğu hatırlatılıyor. Âhi­ret azabından korkanların, kendilerini sürükledikleri çıkmazdan kurtarma­ları için ölmeden önce mevcut fırsat ve imkânları değerlendirmeleri öneri­liyor. Kıyâmet'in ise belli bir vakte geciktirildiği, ancak o vaktin bilgisi­nin Allah yanında saklı tutulduğu kapalı şekilde anlatılıyor. Sonra da duygu ve düşünceleri harekete geçirmek için kıyametin önemli safhala­rından biri üzerinde duruluyor.. Her kişinin kendi iradesiyle ya mutlu, ya da mutsuz bir sonucu hazırladığına atıf yapılarak iyice düşünmemize im­kân veriliyor. [110]

 

Meali:

 

103—  Şüphesiz ki bu (naklettiğimiz kıssalarda) âhiret azabından kor­kanlar için ibretli befge vardır; o, insanların biraraya gelip toplanacağı bir gündür; o, hazır olup görülecek bir gündür.

104—  o günü ancak beili bir vakte kadar geciktiririz.

105—  O gün geldikte Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. On­lardan kimi bedbaht-mutsuz, kimi de bahtiı-mutludur.

106—  Bedbaht-mutsuz olanlar ateştedirler. Onların    orada   şiddetli

inilti ve sesli sesli soluğu vardır.

107—  Gökler ve yer durdukça orada temelli kalıcılardır; ancak Rab-bîn dilediği müstesna. Çünkü Rabbin dilediğini (hakkıyla) yapıp yerine ge­tirendir.

108—  Bahtlı-rnutlu olanlar ise, Cennet'tedirler; gökler ve yer durduk­ça orada temelli kalıcılardır; ancak Rabbin dilediği müstesna. Bu, ardı-arkası kesilmeyen bir bağıştır.

109—  Artık bunların taptıklarının (böyle bîr azaba; yol açacak bir sa­pıklık olduğunda) şüphen olmasın; onlar ancak daha önce babalarının taptıkları gibi taparlar. Biz de elbette (ateşten) nasiplerini noksansız ve­receğiz.

 

İlgili Hadîsler

 

«O gün (kıyamet günü) peygamberlerden başkası konuşamaz. Pey­gamberlerin o gün duası ise, Allahım, selâmet ver; Allahım, selâmet ver olacak..» [111]

«Kıyamet gününde ölüm, yünü siy ah-bey az karışımı olan bir koç şek­linde getirilerek Cennet ile Cehennem arasında boğazlanır. Sonra âa şöy­le seslenilir: Ey Cennet ehli! ölümsüz bir ebedilik.. Ey   Cehennem   ehli!

ölümsüz temelli kalıcılık..» [112]

«Cennet ehline şöyle denilecek: Ey Cennet ehli! Sizin için hep yaşa­mak var, bir daha ölmemek, gençleşip de bir daha yaşlanmamak, sağlıklı olup da bir daha hastalanmamak, nîmetlenip de bir daha umutsuzluğa düşmemek var..» [113]

 

Âhirete İman

 

«Şüphesiz ki bu (naklettiğimiz kıs­salarda) Âhiret azabından korkanlar için ibretli belge vardır..»

Allah'a imândan sonra Âhiret'e imân, dindarlığın ve sorumluluğun bel kemiğini oluşturur. Bu inanç kişinin kalbinden çekilip alındığı takdirde, ge­riye bir şey kalmaz. Zira Allah'a imanın bir ucu Âhiret'e inanmaya dayanır.

Nitekim Melek Cebrail, Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordu :

  Kıyamet ne zamandır?

Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi:

— Bu konuda sorulan sorandan dah,a bilgili değildir. Ancak sana onun alâmetlerinden haber vereyim: Cariye efendisini doğurduğu, kim oldukları belirsiz deve çobanları bina yükseltmekte birbirleriyle yarıştıkları zaman (Kıyâmet'ten önceki belirtiler ortaya çıkmış olur). Kıyâmet'in vakti de Al­lah'tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir.» [114]

O nedenle materyalistlerle komünistlerin tahribe çalıştıkları inanç, Al­lah ve Âhiret'le ilgili olanıdır. Daha çok Âhiret'i inkâra yönelik olan faali­yetlerinin sebebi ise açıktır; şöyle ki: Âhiret'e imân yıkılınca, beraberinde imânın diğer şartlarını da alıp götürür. Darvvinizmin kurtarıcı bir simit gibi, yetişmekte olan yeni kuşaklara öğretilmesinin sebebi budur. Yoksa bu :eori çoktan modern biyolojinin zaferi karşısında tazeliğini ve inanırlığını kaybetmiştir.

_    Kur'ân'da ilgili âyetle, geçen milletlerin renkli hayatlarından ibret ve t alınacak bölüm ve safhalar birer belge halinde aklın ve kalbin idrâki önüne serilince, «Âhiret azabından korkanlar için ibretli belgeler vardır.»

denilmekte ve böylece   âhirete imânın   nasıl   önem taşıdığı   ortaya   kon­maktadır.

Nitekim bu konuya daha çok Bakara sûresi 4. âyetin tefsirinde ye­terince ağırlık vermiş bulunuyoruz. [115]

 

Âhiretten Bir Tablo

 

«O gün geldikte Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz.»

Âhiret, dünyaya göz açıp ayak basan bütün insanların istisnasız ola­rak toplanıp bir araya getirileceği gündür. O gün her kişinin hesaba hazır olacağı ve görülmesi gereken bütün amellerinin ortaya döküleceğini he­yecan ve korkuyla bekleyeceği hesap, ceza ve mükâfat günüdür. Hüküm yalnız Allah'ın olacak, kimselerin itiraz hakkı olmayacak. İlâhî adalet kılı kırk yararcasına tecelli edecek..

O gün Allah'ın izni olmadan kimse konuşamıyacak. Ameller niyetlere göre asıl karşılık ve değerini bulunca, toplanan insanların kimi mutlu, ki* mi de mutsuz olacak ve böylece her kişi saadet veya azabını, Cennet ve­ya Cehennem'ini dünyada hazırlayıp beraberinde getirmenin üzüntü veya sevincini tadacak., O nedenle kimsenin konuşmasına, itirazda bulunma­sına, savunmaya geçmesine gerek kalmayacak.. [116]

 

Gökler Ve Yer Devam Ettikçe

 

«Gökler ve yer durdukça orada temelli kalıcılardır..»

Bu cümle, hem cehennemlikler, hem de cennetlikler için ayrı ayrı kul­lanılmıştır. Âyetlerin açık anlatımından, yerin ve göklerin devam edeceği anlaşıhyorsa da, bu kurulacak ikinci düzenle ilgilidir. Kıyametin kopması demek, mevcut nizamın alt-üst olup parçalanması demektir. Âhiret de­mek, bozulan kâinatın yeni bir nizama girmesi anlamına delâlet eder. O halde gerek yerküre, gerekse gökteki cisimler, bozulduktan sonra yeni dü­zende değişik biçimde kendilerine has bir sistem oluşturacaktır ki, biz bu­nun plânını bugün için bilmemekteyiz.

O halde kıyamet olayıyla kâinatta müthiş şekil ve düzen değişikliği

meydana gelecek, tamamen yok olup belirsizliğe itilmiyecektir. Zira her insan için yaratılmıştır. İnsan ikinci hayata kaldırılıp ebedileşince, var-hk âlemi de yeni düzeniyle ebedileşecektir. [117]

 

Cehennem'de Temelli Kalanlar

 

«Bedbaht-mutsuz olanlar ateştedirler. Onların orada şiddetli iniltileri ve sesli sesli soluğu vardır. Gökler ve yer durdukça orada temelli kalıcılardır. Ancak Rabbin dilediği müstesna..»

İlgili âyetlerin yorumunda ilim adamlarının farklı görüşleri olmuştur. Önemini dikkate alarak özetini veriyoruz :

a)  İbn Cerîr et-Taberî'ye göre, Araplar bir şeyin ebediyen devamını söz konusu ettiklerinde, «Göklerle yer devam ettikçe» derler. Allah da il­gili konuda Araplarca bilinen tabiri kullanarak anlayışlarına kolaylık sağ­lamıştır.

b)  İbn Kesîr'e göre, göklerle yer cinsi kasdediliyor. Maksat, dünya hayatında bilinen göklerle yer değil, âhiretteki göklerle yerdir. Çünkü o gün gökler ve yer şekil ve düzen değişikliğine uğrayacak, böylece deği-

>şik gökler ve değişik yer ortaya çıkacaktır. Oluşan yeni sistem durdukça, azgın kâfirler de Cehennem'de kalacaklardır.

c)  İbn Abbas (R.A.) ile Mücahid'e göre, âhiretteki göklerle yer kasde-dilmiştir. Zira her cennetin bir göğü, bir de yeri vardır. Onlar devam et­tikçe inkarcı sapıklar da ateşte kalacaklardır. [118]

 

Ancak Rabb1n Dilediği Müstesna

 

Bu istisna üzerinde duran ilim adamları on kadar farklı yorumda bu­lunmuşlardır, şöyle ki:

1— Mutsuzlar ateştedirler, ancak Rabbın diledikleri bunların dışında tutulacaklardır.

2-  Mutsuzlar ateştedirler, ancak günahkâr mü'minler bunun dışın-adır, onlar Cehennem'de ebedî kaimazlar, günahlarına göre azap çek­ten sonra imân sıfatlan sebebiyle Cennet'e girerler.

3-  Cehennem'deki bedbaht mutsuzların inilti ve sesli solukları ola-, ancak Allah'ın dilediği azap şekilleri bunun dışındadır.

4—  Gökler ve yer durdukça, orada temelli kalıcılar ir; ne ölürler, ne de oradan çıkarılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri bunun dışındadır. Allah ateşe onları yiyip yok etmesini emre», -cek, sonra da yeniden onları yara­tacaktır.

Bu yoruma pek iltifat edilmemiştir.

5—  Allah'ın dilediği temelli kalıştan başka, onlar gökler ve yer dur­dukça ateşte kalacaklardır.

Bu yorum da fazla itibar görmemiştir.

6—  Allah dileseydi onları çıkarırdı, ancak onları oradan çıkarmıya-cağını, temelli kalıcı olacaklarını hükme bağlayıp kendilerine bildirmiştir.

7—  Tirmizî Ebû Abdullah b. Ali'ye göre, Cehennem'e girecek olan bedbahtlar, Dünya'da göklerle yer durduğu süre kadar orada kalacaklar­dır. Çünkü kıyâme te göklerle yerin düzeni bozulacak, yeni bir düzen'kuru-lacaktır.

8—  Bazı ilim adamlarına ve kavaidçilere göre, âyette istisna mana­sına delâlet eden «illâ» edatı, (vav) manasına gelir. Şöyle ki: Onlar orada gökler ve yer durdukça temelli kalıcılardır ve Rabbin dilediği fazlalık ve temellilikle bu devam edecektir.

9—  Âyetteki istisna, şeriatın mendup saydığı türdendir ki, birçok söz­lerde kullanılır, öyle ki, Allah'ın dileği ile on'ar orada temelli kalırlar.

10—  Bedbahtlar, gökler ve yer durdukça Cehennem'de temelli kalı­cılardır;  ancak Allah'ın  dilediği   Muhammed  (A.S.)   ümmetinin  günahkâr âsileri müstesna, onlar imanları ve peygamberlerinin şefaatiyle Cehen-nem'den çıkacaklardır.

Bu maddelerin dışında bir diğer yorum ve ihtimal de şöyledir: Cen-net'e girenler orada ebedi kalırlar, sonu ve sınırı olmayan bir hayat sürer­ler. Çünkü âyette, «Mutlu-bahtlı olanlar Cennet'tedirfer; gökler ve yer dur­dukça orada temelli kalıcılardır. Ancak Rabbın dilediği müstesna. Bu, ardi-arkası kesilmeyen bir bağıştır.» buyurulmuştur. Cehennemliklerin orada temelli kalacaklarından söz edilirken, «Bu, ardı-arkası kesilmeyen bir azap­tır» denilmiyor. Böylece yapılan istisna ile Cehennem azabının sonsuz ol­madığı bir bakıma anlaşılıyor. Nitekim bu yorumu kuvvetlendiren bazı ri­vayetler ve hadîsler de vardır. Şöyle ki:

«Sonra Cenâb-ı Hak: Melekler, peygamberler ve mü'minler sıra ile günahkârlar için şefaat ederler. Onlara, şefaat edilecek bir kimse kalma­dı. Ancak merhamet edenlerin en  çok  merhamet  edeni  kaldı,   buyura-

cak..» [119]

«B*r gün gelecek Cehennem'de tek insan kalmayacak.» [120]

Bu konuda Hz. Ömer'in (R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Ce­hennemdeki günahkârlar çöldeki kumlar sayısınca olsa bile, bir gün gele­cek hepsi de oradan çıkarılacaktır.» [121]

Bunlar bir takım umut verici rivayetlerdir. Cumhur ise, bu rivayetler­den ziyade âyetin açık delâletini dikkate alarak kâfirler için ?»k!Ş olmaya­cağını belirtmiştir. Allah daha iyisini bilir ve şüphesiz ki O, merhamet eden­lerin en çok merhametlisidir. Kullarına olan merhametinin genişliğini yine O'nun meşietine bırakmamız, kulluğumuzun gereği ve Allah'a olan üstün saygımızın güzel bir ölçüsüdür.

Sonuç olarak şöyle noktalayabiliriz : Her kişi, dünya hayatında iken taşıdığı inkâr ve imânına, sevap ve günahına, azgınlık ve faziletine göre Cennet veya Cehennem'den payını alacaktır ve bu pay herhalde noksan­sız olacaktır.. Bunda asla şüphe söz konusu değildir ve olamaz da.. Nite­kim 109. âyetle bu husus açık şekilde belirtilerek şüpheler giderilmektedir. [122]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, tarihî kıssaların önemli safhalarının nakledilme­sinin sebebi üzerinde duruldu. İbret alanlar ve almayanlar konu edilerek âhiret âleminden duygu ve düşünceleri yönlendirici iki safha anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın bütün mükemmelliğine ve ilâhî özelli­ğine rağmen ona inanan ve inanmayanların her çağda olabileceğine işa­retle, Tevrat'a da inananların ve inanmayanların bulunduğu bir teselli an­lamında bildiriliyor ve her iki grup arasında Kıyamet gününde hükmedile-ceği, herkese inanç, niyet ve ameline göre noksansız karşılığı verileceği açıklanıyor. [123]

 

Meali:

 

110—  And olsun ki, Musa'ya kitap verdik, ne var ki, (idraksizler yü­zünden) onda anlaşmazlık meydana geldi. Eğer Rabbinden geçmiş bir söz olmasaydı hemen aralarında hükmedilip (çoktan) sonuca bağlanmış olur­du bile. Ve doğrusu onlar bunda kuşku ve şüphe içindeler.

111—  Şüphesiz her birinin amellerinin (karşılığını) Rabbin tastamam verecektir. Doğrusu O, onların yapageldiklerinden haberlidir.

 

Son Peygamberi Bekleyenler

 

Gerek kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyan din adamları, gerekse on­lara uyanlar, son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) risalet göreviyle orta­ya çıkıp insanları Allah'ın birliğini tasdîka davete başlayınca, O'nun gelme­sini sabırsızlıkla bekledikleri halde, kitaplarında O'nunla ilgili ilâhî âyetler üzerinde görüş ayrılığına düştüler ve aralarında kapanması zor ihtilâf çık­tı) Kimi o belgeleri değiştirmekten yana idi, kimi de farklı yorumda bulun-rrjak suretiyle son peygamberden söz edilmediğini anlatmanın lüzumunu savunuyordu. Yahudiler daha önce Tevrat'ın diğer hükümleri hakkında da buna benzer bir takım ihtilâflar izhar edip farklı görüşler ve yorumlar, yan­lış değerlendirmeler ortaya koymuşlardı. İlgili âyette bilhassa bu husus belirtilerek hem mü'minlere sağlam bilgi veriliyor, hem de Yahudi din adam-lan insafa davet edilerek uyarılıyor.

Ayrıca Tevrat ilk indiği zaman da İsrâiloğulları iki, üç gruba ayrılmış, kirni İnanmış, kimi ret ve inkâr yolunu seçmiş, kimi de şüphe ve tereddüt içirae bocalamıştı.

Onların gerek Tevrat, gerek Kur'ân ve gerekse Hz. Muahmmed (A.S.) hakkında ortaya attıkları farklı yorumlar ve görüşler, hemen çözüme ka­vuşturulmak istenseydi, her şey bir anda olup biterdi. Ama böyie yapmak, sünnetullah gereği değildir. O bakımdan ihtilâfın çözümü ve hakkın izharı daha çok âhirete bırakılmış oluyor.

Yahudiler ve Hıristiyanlar son Peygamber Hz. Muhammed'i (A.S,) ret ve inkâr ederken, putperest Araplara kötü örnek oldular. Nitekim Mekke müşrikleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmış, bir kısmı Hz. Muhammed'i (A,S.) peygamber olarak kabul edip inanmış, çoğu ise kin ve düşmanlık bayrağını çekip en şeni yollara baş vurmaktan çekinmemişlerdi.

İlgili âyetlerle, tarihin hemen her döneminde gönderilen peygamber­lere ve indirilen hak kitaplara karşı buna benzer sataşmaların, inkâr ve is­yanların ortaya çıktığına dikkatler çekilerek Hz. Peygamber (A.S.) ve mü'-minler teselli ediliyor. Sonra da ihtilâfa düşenlerin her birinin kendi niyet ve ameline göre karşılık göreceği bildirilerek, Hakk'a davette sabırlı olma­nın gereği üzerinde duruluyor. En çirkin olaylar karşısında vakar ve ne­zaketin elden bırakılmamasına işaretle başarılı olmanın yol ve yöntemi ilham ediliyor.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke'de 13 yıl süren davet, teblîğ ve irşadı tamamıyla ilâhî tavsiye doğrultusunda geçmiş, Kur'ân'ın çizdiği sınırdan dışarı çıkılmamıştır. [124]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Müslümanların Kur'ân'ın belirlediği doğrultuda irşat görevlerini sürdürmeye çalıştıkları ve Allah korkusunu ön plânda tu­tup beşerî münasebetlerini ona göre sürdürdükleri takdirde İslâm ve Kur'-ân'a karşı olanların eninde sonunda hüsrana uğrayacaklarına işaret edil­di. Tevrat üzerinde ihtilâfa düşen Yahudilerin parçalanıp perişan olduk­ları konu edilerek Müslümanların Kur'ân üzerinde ihtilâfa düşmelerinin çok sakıncalı sonuçlar doğuracağı kapalı bir anlatımla hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle mü'minlerin ilâhî emirler uyarınca dosdoğru ol­maları, aşırı gitmemeleri emrediliyor. Sonra da gerek kendi nefislerine, gerekse haktan yana olanlara zulmedenlere meyledilmemesi bildirilerek, mü'minlerin ancak Allah'ı, Peygamberi ve kendi din kardeşlerini dost seç­melerinin gereği üzerinde duruluyor. Arkasından mü'minleri bu emir ve tavsiyeler düzeyinde dimdik ayakta tutacak olan namaz ibâdetinin belir­lenmiş vakitlerinde yerine getirilmesi emrediliyor. [125]

 

Meali:

 

112—  O halde sen -ve beraberinde tevbe edenlerle birlikte- emrolun-duğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin. Allah ne yaptıklarınızı şüphesiz ki iyiden iyiye görendir.

113—  Ve bir de zulmedenlere meyletmeyin, yoksa dokunur size ateş. Allah'tan başka sizin dostunuz, yardımcınız ve sahip çıkanınız da yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz.

114—  Hem gündüzün iki ucunda ve hem de gecenin İlk saatlerinde namaz kıl. Çünkü gerçekten iyilikler kötülükleri (temizleyip) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüt, bir hatırlatmadır.

115—  Ve sabret; şüphesiz ki Allah iyiliği huy edinip iyilikte bulunan­ların mükâfatını zayi1 etmez.

 

İniş Sebebi

 

Abdullah b. Mes'ûd (R.A.) diyor ki: Bir adam yabancı bir kadını öp­müştü. İşlediği bu günahın tesiri altında kalmış olacak kî, büyük bir piş­manlık içinde Resûiüllah (A.S.) Efendimize gelerek durumunu arzetti. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler indi. Adam, «Ya Resûlellah! bu âyetler yal-

nız benimle mi ilgilidir, yoksa diğer bütün insanları da mı kapsamaktadır? diye sordu. Peygamber (A.S.) ona: «Şüphesiz ki, ümmetimden bu âyetle amel eden herkesle ilgilidir.» buyurdu. [126]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kiram'dan Süfyan b. Abdullah (R.A.) anlatıyor: Bir gün Re­sûiüllah (A.S.) Efendimiz'e dedim ki, «Ey Allah'ın Peygamberi! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle kî, onu senden sonra bir başka kimseye sorma ihtiyacını duymayayım. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle bu­yurdu : «Allah'a imân ettim, de, sonra da dosdoğru ol!» [127]

«Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan namaz) ve ramazandan ramazana (tutulan oruç) arayerdekî (günahlara) keffarettir, büyük günah­lardan kaeınıldiğı sürece..» [128]

Peygamber (A.S.) Efendimiz sordu : «Ne dersiniz, birinizin kapısının önünden bir ırmak akar da, o da her gün beş defa ona girip yıkanırsa, üze­rinde kir ve pastan bir şey kalır mı?»

Ashab-ı Kiram: «Hayır, bir şey kalmaz», deyince, Efendimiz (A.S.) de­vamla buyurdu ki: «İşte bu, beş vakit namaza bir misaldir ki Ahah hataları (küçük günahları) onunla silip temizler.» [129]

«Hangi bir müslüman bir günah işler de, sonra (pişmanlık duyup) ab-dest alarak iki rek'ât namaz kılarsa, şüphesiz bağışlanır.» [130]

«Namazlar ara yerdeki günahlara keffaret kılınmıştır.» [131]

«Şüphesiz ki Allah aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da taksim etmiştir. Hem Allah dünyalığı sevdiğine de, sevmediğine de verir; ama dini (dindarlığı) ancak sevdiğine verir. O halde Allah kime din (din­darlık) verirse, onu cidden sevmiştir. Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki, kulun kalbi ve dili müsîüman olmadıkça, kendisi müslüman olmuş

sayılmaz ve komşuları onun eziyet ve kötülüklerinden güven içinde kal­madıkça, imân etmiş olmaz.» [132]

«Nerede olursan ol, Allah'tan kork. Kötülüğün arkasından hemen iyi­lik yap ki onu silsin. İnsanlara da güzel ahlâk ölçüleriyle davran.» [133]

 

Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!

 

«O halde sen -ve beraberinde tevbe edenlerle birlikte- emrolunduğun gibi dosdoğru ol!»

Peygamber (A.S.) Efendimize neler emredilmiştir? Şüphesiz bunlar sayılmayacak kadar çoktur; ama hepsini kendinde toplayan emirleri şöyle sıralayabiliriz:

  İnen ilâhî buyrukları kusursuz şekilde teblîğ etmek,

  Kur'ân-ı Kerîm'i indiği gibi kalp ve kafalara nakşedip korumak, kâ­tiplere yazdırmak suretiyle tek kelime ve harfinin değişmesine imkân ver­memek,

  İslâmiyeti evrensellik hüviyetiyle muhafaza edip yaymak,

  Allah'a karşı yükümlü bulunduğu hizmetleri kusursuz yerine ge­tirmek,

  Din  kardeşliğini  hikmet ve felsefesiyle geliştirip yaygınlaştırmak bu cümledendir.

Resûlülfah (A.S.) Efendimiz bütün bu görevleri kusursuz yerine getir­me azmi ve gayreti içindeydi. Şartlar, ve ortam elverişli olmamakia bera­ber, yüklendiği davanın büyüklüğüne yakışır anlamda mevcut yetenek ve imkânlarını sonuna kadar kullanmıştır. Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle kendi peygamberinden ve ona uyan mü'minlerden bunun devamını istemektedir. O nedenle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Hûd ve Vakiâ sûreleri saçlarımı ağarttı!» buyurmuştur. [134]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Allah yolunda, din uğrunda her türlü sı­kıntı ve meşakkate rağmen teblîğ ve irşat hizmetini sürdürmüş ve daya­nılması güç olaylar karşısında sarsılmayıp Allah'a güvenip dayanmıştır.

Allah sözü daha yüce, daha aziz olsun diye hiçbir fedakârlıktan kaçınma­mış, nimetin büyüklüğünün külfetin büyüklüğüne kapı açacağını çok iyi bildiğinden, karşısına çıkan en tehlikeli olaylar gözünde küçülmüş, şahla­nan küfür Onun nazarında bir kum tepesi kadar önemsiz kalmıştır.

Ancak vasıtanın küçüklüğünü, davanın büyüklüğünü göz önüne getir­diğimizde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in inanılması zor ve başarılması ha­yal olan büyük bir inkılâb yaptığı bütün haşmetiyle karşımıza dikilir. [135]

 

Tevbe İmânın Ürünüdür

 

  «O halde Sen -ve beraberinde tevbe edenlerle birlikte- emrolunduğun gibi dosdoğru ol!»

Şüphesiz ki, Kur'ân'ın birçok yerlerinde Peygamber'e (A.S.) verilen emir, umumilik ifade eder, yani ümmetinden imân eden herkesi kapsa­maktadır. O bakımdan ilim adamları bu konuda şu kuralı belirlemişlerdir: «Hitap özellik, emir genellik arzeder.» Bu nedenle Peygamber (A.S.) Efen­dimize hitapla inen emirler, dolayısıyla ümmetine inmiştir, onlar da aynı emirle muhatap tutulmuşlardır. Zira sadece inandım veya imân ettim de­mekle iş bitmiyor. Bu, ancak kapıdan içeri girmeyi sağlar, asıl yükümlü­lükler, sorumluluklar, hizmetler, sabırlar ve fedakârlıklar ondan sonra baş­lar. «Nîmet külfet karşılığı» açısından baktığımızda, mü'minierin de Pey­gamber (A.S.) Efendimizle birlikte birçok sıkıntılara katlanmaları, Allah ve din uğrunda büyük fedakârlıkları göze almaları gerekmektedir. Onun için ilgili âyetteki emir hem Peygambere (A.S.), hem de mü'minlere yöne­liktir.

Ancak âyette imânla birlikte «tevbe» kelimesine yer verilmesinde bir incelik vardır: Mü'minler diğer insanların imreneceği bir sadelik, dürüstlük, doğruluk, kardeşlik düzeyinde bulunmak; güzel ahlâk ve faziletle söz ve davranışlarına dikkat etmek; ibâdetleriyle hayatlarının her saatini ilâhî gö­zetleme altında bulundurma idrâkine erişmekle yükümlüdürler. O bakım­dan kendilerinden sâdır olacak günahlardan hemen dönüş yapıp tam bir pişmanlık içinde Allah'a yönelerek tevbe etmeleri, onları örnek insanlar derecesinde tutar. Unutmamak gerekir ki, mü'minin aile ve toplum içinde­ki davranışları çok önemlidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin nezih hayatı­na baktığımız zaman, O'nun ölçülü, edepli, düzenli ve nezaketli, aynı za­manda ilâhî rızaya uygun davranışları, çevresindeki insanlar üzerinde ge-njŞ çapta müsbet tesirler meydana getirmiş, İslâm'ın ne olduğunu O'nun günlük hayatındaki söz ve davranışlarda görüp anlamışlardır. Zira İslâm'­da dosdoğru olmanın yolu, imân temeli üzerinde kurulan doğruluk ve dü-

zenden geçer. Nitekim Hz. Ömer (R.A.), «Dosdoğru olmak demek, emir ve yasaklar hususunda doğruluktan ayrılmamak, tilki misali yan çizmemek-tir.» demiştir.

Her türlü aşırılıktan kaçınmak da, dosdoğru olmanın bir diğer ölçüsü­dür. [136]

 

Zulmedenlere Meyletmemek

 

cVe bir de zulmedenlere mey­letmeyin, yoksa dokunur size ateş..»

İslâm, sadeoe zulmetmeyi haram kılmamış, zâlimlere içten meyletme­yi, onlara sıcak ilgi duymayı da yasaklamıştır. Zira haksızlıktan kaçınma­nın gerçek anlamı, hem haksızlık etmemek, hem haksızlığa uğramamaya çalışmak, hem haksızlardan yana olmamak, hem de onlara sıcak ilgi duy­mamaktır.

Zulüm, çok kapsamlı bir kavramdır. Daha çok adalet karşıtı olarak bi­linir. Başta Rağıb el-Esbehanî ve Ebû'l-Baka olmak üzere lûgatçiler zul­mü şöyle tarif etmişlerdir: Eşyayı lâyık olduğu yere koymamaktır. Bu da ya noksanlaştırmak, ya fazialaştırmak, ya vaktini geciktirmek, ya da asıl yerinden saptırmak suretiyle olur.

Hikmet erbabı ise, zulmü üçe ayırmışlardır:

1.  İnsanla Allah arasındaki zulüm. Bunun en büyüğü, küfür, şirk ve ni­faktır. O bakımdan Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da, «Şüphesiz ki, şirk (Allah'a or­tak koşmak) büyük bir zulümdür!» buyurmuştur.

2.  Kişiyle insanlar arasındaki  zulümdür.  Kur'ân'da,  «Doğrusu Allah zâlimleri sevmez.»  buyurulurken, daha çok başkasına haksızlık edenler" kasdedilmiştir.

3.  Kişiyle  kendi  nefsi arasındaki zulümdür.  Kur'ân'da  birkaç yerde buna temas edilmiştir. Örneğin, «Biz onlara zulmetmedik, ama onlar ken­dilerine zulmettiler.» mealindeki âyette kişinin kendine yaptığı haksızlıktan söz ediliyor. [137]

 

Beş Vakit Namaz

 

«Hem gündüzün iki ucunda ve hem de gecenin ilk saatlerinde namaz kıl.»

Bu âyetle beş vakit namaza işaret ediliyor. İlâhî üslûp gereği, iki ka­palı tabir kullanılmıştır: «Gündüzün iki ucu» ve «Gecenin ilk saatleri.» Bu, daha çok konuya eğilmemizi, düşünmemizi ve ilâhî muradı anlamak için zekâ ve yeteneğimizi ortaya koymamızı ilham etmektedir. Zira hafıza ar­şivimizde en çok göze çarpan, yani hatırlanan konu, üzerinde bir süre düşünülerek araştırma yapılanı ve bir de tekrar edilenidir. Şüphesiz na­maz denilen ibâdetin hem vakitleri, hem hikmet ve sebepleri üzerinde du­rulması gerekir. O bakımdan Kur'ân'da çok düşündürücü ve kalblere neş­ter vurucu bir ifade tarzı seçilmiştir. Onun için ilim adamlarımız âyetin delâlet ettiği mana ve hükümleri çıkarırken Kur'ân'ın taşıdığı yüksek fe­sahat ve olağanüstü anlatım tarzı karşısında hayranlıklarını dile getirmiş­lerdir. Bakıllanî, «Sadece, Allah'ın indirdiği bu âyete baktığımızda, Kur'ân'­ın lafzıyla, manasıyla ilâhî olduğunu anlamakta gecikmeyiz» demiştir.

İlgili âyetin delâlet ettiği mana ve hükümler ve ilim adamlarının farklı yorumlarını şöyle özetliyebiliriz :

a)  Tabiîn'dan Mücahid ve İbn Atıyye'ye göre, gündüzün bir ucu sa­bah, diğer ucu öğle ile ikindi vakitleridir. Gecenin ilk saatleri ise, gündüze yakın olan vakitlerdir ki akşam ile yatsıyı içine almaktadır. Böylece âyet beş vakit namaza işaret etmekte ve belirtilen vakitlerde kılınması emredil-mektedir. Bilindiği gibi, emir burada vüoubu yani namazın farz olduğunu ifade eder.

b)  İbn Abbas (R.A.), el-Hasan, İbn Cerîr et-Taberî'ye göre, gündüzün iki ucu sabah ile akşam vakitleridir.

c)  Kurtubî'ye göre, âyette farz namazlar kasdedilmiştir. Çünkü  na­maz imândan sonra gelir, o bakımdan namazın dindeki yeri, kalbin beden­deki yeri gibidir diyebiliriz. Hem en korkunç anlarda ve tehlikeli zamanlar­da namaz kılmak suretiyle tehlikeye   göğüs   gerilir.   Nitekim   Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir sıkıntı ve üzüntü ile karşılaştığı zaman her şeyi bırakıp namaz kılardı.

d)  Sofilerin ileri gelenlerine göre, âyet-i kerîme ile bütün vakitlerin, farz, sünnet ve nafile ibâdetlerde değerlendirilmesi söz konusudur. [138]

e)  Gündüzün iki ucu, öğle ile ikindi vakitleridir. Gecenin ilk saatleri ise, akşam, yatsı ve sabah vakitleridir.

z ü I e f :   «zülf»ün çoğuludur. Gecenin gündüze yakın olan vakitleri emektir. Nitekim Arafat'a yakınlığı sebebiyle, Meş'ârü'l-Haram'ın bulun­duğu yere Müzdelife denilmiştir.

İbn Arabi'ye göre, zülef, saatlar anlamına delâlet eden bir tabir­dir, burada gecenin bazı saatleri kasdedilmiştir. İbn Abbas'a (R.A.) göre, gecenin ilk saatleri manasında kullanılmıştır. el-Hasan'a göre, akşam ve yatsı vakitleri demektir.

Sonuç olarak : Âyet-i Kerîme beş vakit namaza delâlet etmektedir: Gündüzün iki tarafı, sabah ile öğle ve ikindi vakitleridir. Gecenin gündüze yakın saatleri ise, akşam ile yatsı vakitleridir.

Kur'ân'da beş vakit namazdan bahseden üç âyet daha vardır ki, on­ların delâleti daha yakın ve daha kesin bir hüküm taşımaktadır. Onları meâlen nakletmemizde yarar görüyorum. Geniş bilgi için tefsirimizde on­larla ilgili kısımların açıklamasına bakılmasını tavsiye ederiz.

Birincisi :

«Güneş'in (zeval vaktinde batıya doğru) kaymasından, gecenin karar­masına kadar namaz kıl. Bir de Kur'ân'ın (feyiz ve bereketiyle iç-içe olan) sabah namazını kıl; şüphesiz ki sabah namazına (melekler) şahit olur­lar.» [139]

İkincisi:

«O halde akşamlarken, sabahlarken Allah'ı tesbîh edin (sabah, ak­şam ve yatsı namazlarını kılın). Hamd (her türlü güzel övgü) göklerde de, yerde de O'na mahsustur, (övülmeye ancak O lâyıktır). İkindi vaktinde de, öğleye girerken de (Onu tesbîh edin, namaz kılın).» [140]

Üçüncüsü :

«O halde onların (o inkarcı sapıkların) dediklerine karşı sabırlı ol ve güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbmı hamd ile tesbîh et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından O'nu tesbîh et.» [141]

f) Diğer bir rivayete göre, bu âyet henüz beş vakit namaz farz kılın­madan önce inmiştir. Sadece sabah ve akşam vakitlerinde namaz kılın­masını ve bir de gece namazına devam edilmesini tavsiye etmektedir. Ni­tekim beş vakit namaz farz kılınmadan önce, biri sabah, diğeri akşam vak­ti olmak üzere günde iki vakit namaz kılınırdı. Rivayete göre, bu iki vakit sadece Hz. Peygamber'e (A.S.) vacip idi. Sabah vaktinde güneş doğma­dan, akşam vaktinde güneş batmadan önce kılınması emredilmişti. Başka bir rivayete göre, bu iki vakit namaz hem Peygamber'e (A.S.), hem de mü'minlere vacipti... Gece kalkıp ibâdet etmek de böyle idi. Sonra gece namdzının vücubu ümmetten kaldırıldı, sadece Peygamber (A.S.) Efendi­mize vacip olarak kaldı. [142]

Mi'rac gecesinde beş vakit namaz farz kılınınca, daha önce vacip kı­lınan namazlar kaldırıldı. [143]

 

İyilikler Kötülükleri Giderir

 

«Çünkü gerçekten iyilikler kötülükleri (temizleyip) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüt, bir hatırlat­madır.»

İnsan, yaratılışındaki özelliği, mayasindaki madeni gereği hem iyilik yapmaya, hem de kötülük işlemeye yatkın bir yapıdadır. Diğer bir tabirle onun karakterinde bu iki renk mevcuttur. Bu karakter ve taşıdığı renkler, 0-7 yaş arası aile ocağında, anne kucağında kendini belli eder. Çevre ve okulun da onun iyi ve kötü yönde gelişmesi üzerinde önemli tesirleri vardır.

Mayadaki maden veya karakterin iyi yönde gelişmesi, kişinin iyiliğe yönelmesine ağırlık kazandırır, kötü yönde gelişmesi ise, bunun tam ak­sini meydana getirir. Ama her iki durumda da, yani ağırlık ister iyilik, ister kötülük tarafında meydana gelsin, insan iyilik ve kötülük işleyebilir. An­cak peygamberler kötülük işlemekten korunmuşlardır ki onlar istisna teş­kil ederler.

Durum bu olunca, insan, Allah'ın lütfettiği ömür sermayesini daha çok iyilikler ve faziletler doğrultusunda  harcadığı oranda, Allah'a yaklaşmış

olur ve iyilikleri kötülüklerini temizleyip giderecek bir özelliği beraberinde taşır.

O halde bilerek, bilmeyerek işlenen bir kötülüğün farkına varıldığında, hemen pişmanlık duyup Allah'ı hatırlamak ve bu duygu içinde iyiliğe yö­nelerek o kötülüğü gidermeye çalışmak kadar Allah'ın hoşuna giden az amel vardır.

İşlenen günah ve kötülük kul ve millet hakkıyla ilgili bulunuyorsa, der­hal o hakları sahiplerine geri çevirmek ve onlarla heiâllaştıktan sonra Al­lah'ın rahmet ve mağfiretini dileyerek iki rekât namaz kılmak kadar asil bir davranış ve duyuş düşünebilmek mümkün müdür?

Namazın günde beş vakit farz kılınmasının sebep ve hikmetlerinden biri de, bu feyizli ve ilâhî rızaya kapı açıcı iyilik ile, arada işlenen birçok küçük günahları temizlemektir. Çünkü namaz, insanın mayasındaki ma­denin paslarını giderip onu iyiliğe çevirmede son derece tesirlidir. Aynı zamanda günlük hayatımızı düzenli, dengeli, plânlı ve programlı tutmamı­za son derece yardımcı olur. Zira namaz bizatihi disiplindir, düzendir, plân ve programdır. Hayatın-akışını hayra ve fazilete döndüren en kuvvetli amel ve ibâdettir. O nedenle namaz her peygamberin gözünün nuru, her mü'-minin değişmeyen manevî gıdası kabul edilmiştir. [144]

 

Hasenat Ve Seyyiat

 

«İyilikler ve kötülükler» diye çevrisini yaptığımız bu iki kelime üzerin­de hayli durulmuştur. Âyetin iniş sebebiyle bir araya getirildikleri zaman daha çok neye delâlet ettikleri anlaşılıyor. O bakımdan ashab ve tabiînin çoğu, «hasenatsın bu âyetteki konumu itibariyle beş vakit namaza işaret olduğunu söylemişlerdir. O halde mü'minin günlük hayatında namazın ye­ri oldukça önemlidir. Bilerek, bilmeyerek işlenen bazı günahların kılınan namazlarla affedileceği müjdelenmiş ve namazsız geçen bir günün, feyiz ve bereketten mahrum kaldığı ifade edilmiştir.

Böylece Allah'ın rahmetinin her zaman gazabının önüne geçtiği, kul­larının işledikleri kötülüklerin cezasını hemen vermeyip, dönüş yaptıkları, iyilik işledikleri takdirde, onların o kötülüklerini temizleyeceği hatırlatılı­yor[145]

 

Sabır Ve Güzel Ahlâk

 

«Ve sabret; şüphesiz ki Allah lyill-ği huy edinip iyilikte bulunanların mükâfatını zayi' etmez.»

İyiliğin, faziletin hedefi mutlaka saadettir. Ancak bu saadete hemen erişmek bazan veya çoğu zaman mümkün değildir. İman ile bütünleşen iyi­lik ve fazilet, dünyada hedefine ulaşamadığı takdirde, ümitsizliğe düşme­mek gerekir. Çünkü mutlaka o hedefine erişmeye namzettir; dünyada' ger­çekleşmediği takdirde âhirette mutlaka gerçekleşecektir. Allah'ın koyduğu düzen, hazırladığı plân ve program şaşmaz; O, verdiği sözünden asla cay­maz. Bu bakımdan ilgili âyette :'«Allah iyiliği huy edinenlerin mükâfatını zayi' etmez» buyurulmuştur.   

Âyetin başında Peygamber (A.S.) Efendimizin sabretmesi emredilmiş, arkasından iyilerin iyiliklerinin mükâfatsız, karşılıksız kalmayacağı açıklan-

mıştır. Çünkü imânda sebat, ibâdete devam, İblîs'in vesvese sinyallerin­den uzak kalmayı başarmak hep sabırla olur. Nitekim İmam Kurtubî bu­radaki sabırla ilgili emri namazla alâkalı saymıştır, yani namaz kılarken de, namaza devam gösterirken de sabırlı olmaya ihtiyaç vardır. Diğer bazı ilim adamları ise; inkarcı sapıklardan, maddeci azgınlardan gelen eza ve ce­faya sabretmek emredilmiştir, şeklinde yorumlamışlardır. Bize göre, emir her ikisini de içermektedir. [146]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, her kişinin önce kendinden sorumlu olduğuna işaret edildi. «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» hitabıyla bu sorumluluğun gereği belirtildi. Sonra da her kişinin, özellikle lider veya aile reisi duru­munda olanların çevrelerindeki insanlardan,.yakınlarından ve hısımların­dan bir bakıma sorumlu tutulacaklarına kapalı şekilde atıf yapıldı.

Zalimlerin toplum arasında desteksiz, ilgisiz bırakılıp yalnızlığa itilme­lerinin gereği üzerinde duruldu. Aksi halde zulmün ateşinde hepsinin ya­nacağı bir uyan anlamında hatırlatıldı.

Arkasından hayatta doğruluk düzeyinde başarılı olmanın namaz iba­detiyle yakından ilgili bulunduğu konu edilerek, bu ibâdetin önemi üzerinde duruldu. Sonra da sabır ve iyilik gibi iki hasletle emredilerek, mü'minin ha­yat terazisi ortaya konuldu; kefenin birinde sabır, diğerinde iyilik yer aldığı takdirde, kendi nefsinde adaleti sağlayabileceği, kısa bir cümleyle kalp ve kafalara işlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, önce gelip geçen kavim ve ümmetlerin çoğunun ilâhî azaba uğratılmalarının bir başka sebebi üzerinde durularak, zâlim ahlâksızların toplumun yıkılıp dağılmasında nasıl nazım rol oynadıklarına işarette bulunuluyor. İrşat ve öğüt hizmetinin önemi üzerinde durularak hiç­bir toplumun bundan müstağni kalamıyacaği ilham ediliyor. Sahanın zalim zorbalara, ahlâksız sapıklara terkedildiği takdirde, bütün bir ülke halkının günahkâr olacağı ima edilerek mü'minler uyarılıyor. Ülkede iyiliği emre-en, kötülükten men1 eden ıslahatçılar bulunduğu sürece, Allah'ın o ülke halkına azap indirmiyeoeği, açıklanıyor. [147]

 

Meali:

 

116— Sizden önceki nesillerden akıl ve idrâk sahiplerinin yeryüzün­de fitne ve fesadı yasaklamaları gerekmiyor muydu? Onlardan kurtardığı­mızın pek azı ancak (bu fazileti gösterip mücâdele etmişti). O zulmeden­ler ise kendilerine sunulan refahın peşine düştüler, zaten onlar suçlu gü­nahkârlar idiler.

117—Rabbin, halkından, kendilerini (ve çevrelerini) düzeltenler* bu­lundukça kasabaları haksız yere yok edecek değildir.

118—  Eğer Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet haline getirirdi. (Görüldüğü gibi) onlar durmadan anlaşmazlık halindeler.

119—  Ancak  Rabbinin   merhamet  ettiği kimseler  müstesna.   Zaten Rabbin insanları bunun için (bu duygu ve düşüncede) yaratmıştır. Ve Rab­binin şu sözü tamamlanıp yerini bulmuştur: «And olsun ki, Cehennem'! ta-

mamen cinlerden ve insanlardan (olan günahkâr suçlularla) dolduracağım».

 

İlgili Hadîsler

 

«İnsanlar zâlimi gördüklerinde onun elindei. »utup (zulmüne) engel ol­mazlarsa, çok sürmez Allah hepsini kendi yanından (göndereceği) bir azap ile azâplandırır.» [148]

«Yahudiler gerçekten yetmiş bir fırkaya, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkan ya ayrılmışlardır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bun­ların hepsi ateştedir, ancak bir fırka değil..»

Bunun üzerine soruldu :

  O bir fırka kimlerdir?

  Benim ve ashabımın yolu üzerinde bulunanlardır, diye cevap ver­di.» [149]

«Cennet ile Cehennem tartışırlar: Cennet, bana ne oluyor da sadece insanların zayıfları, makam ve mevki sahibi olmayanları giriyor! dedi. Ce­hennem de, ben, büyüklük taslayanlar, zorba zâlimler için seçilip tercih edildim, dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Cennet'e : Sen benim rahme-timsin. Seninle dilediğime merhamet ederim, buyurdu. Cehennem'e de: Sen benim azabimsm; seninle dilediğimden intikam alırım. Sizden her bi­riniz için dolup taşacağı (kimseler) vardır. Cennet'e gelince: Onda devam­lı bir fazlalık meydana gelecek, Allah onun fazlalığına oranla Cennetlik meydana getirinceye kadar devam edecek. Cehennem'e gelince. O, dur­madan, daha da var mı? diyecek ve bu hal, Aziz olan Rab, kudret ayağını onun üzerine koyuncaya kadar devam edecek. İşte o zaman Cehennem, izzetin hakkı için yeter, yeter! diyecek.» [150]

 

Aklı Eren Söz Sahiplerinin Görevi

 

«Siz­den önceki nesillerden akıl ve idrâk sahiplerinin yeryüzünde fitne ve fesa­dı yasaklamaları gerekmiyor muydu?»

İlgili âyetle, tarihte gelip geçen milletlerden çoğunun azgınlıkları, bozgunculuklari; fazîieti bırakıp rezileti seçmeleri, hayat dizginlerini nefis ve İblisin ellerine vermeleri yüzünden yıkılıp yok edildikleri hatırlatılırken, iç­lerinde aklı eren söz sahiplerinin o gidişe ve tuğyan eden anarşiye karşı susmayı tercih ettiklerine parmak basılıyor ve yaşamakta olan milletler, özellikle İslâm ülkeleri uyarılıyor.

Bir milletin iç yapısında idare edenlerle idare edilenler, aklı eren söz sahipleriyle, kendilerini nefis akıntısına bırakanlar arasındaki mesafe iyice açılır, aradaki irtibat kopar, otorite ve disiplin kalmaz, herkes kendi başı­na buyruk olursa, sahayı bir anda ahlâksız şirretler, vurguncu zorbalar, sömürücü düzenler doldurmaya başlar ve bu hal biraz daha ihmal edilir­se, o ülkenin yıkılması, başka bir millete yem olması kaçınılmaz bir çiz­giye gelip dayanır.

O bakımdan Kur'ân-! Kerîm, aklı eren söz sahiplerini «Ulû-Bakiyye» tabiriyle anmıştır ki, bu çok anlamlı ve çok düşündürücü bir ifade tarzıdır. Nitekim müfessirlerle lûgatçılar bu tabiri şöyle açıklamışlardır:

a)  Dindarlar,

b)  Aklı eren söz sahipleri,

c)  İyiyi kötüden ayırt edebilenler,

d)  İyilik ve fazileti şiar edinenler,

e)  Geçmişin iyi ve yararlı hasletlerini koruyanlar..

Kendilerini sözü edilen düzeye getirenler, fitne ve fesat havası eser­ken, ortalık karışıp anarşi kol gezerken, aile ve toplum büyük bir ahlâkî çalkantı içinde bulunurken susup yerlerinde otururlar da, bize dokunmayan yılan bin yaşasın, şeklinde düşünürlerse, kendileri de aynı suç ve günah­lara katılmış kabul edilirler ve gelecek azap hepsini kasıp kavurur.

Dinin, aklın ve faydalı örfün, iyi, yararlı kabul ettikleri hususlarla ya­şanmasını sağlamaya, bu üç temel direğin kötü ve zararlı gördükleri şey­leri yasaklamaya çalışanların hemen her devir ve dönemde az oldukları, çoğunun da kendilerine düşeni yapmadıkları görülmüştür. İlgili âyetle bil­hassa bu ortamlara dikkatler çekiliyor. İlim ile işlenmemiş zekâ, ayan bo­zuk saat gibidir; kâh ileri gider, kâh geri kalır, denildiği gibi. İrfan ile bes­lenmemiş, imân ile güçlendirilmemiş akıl da, yoldaki tehlike işaretlerini görmeyecek kadar şaşkındır.

O halde aile ve toplum üzerinde ahlâkî disiplini sağlayacak güçlerin felce uğradığı, hayasızlığa alkış tutulduğu ve o yüzden sahanın tamamıyla ahlâksız maddecilere, sapık zorbalara terkedildiği bir ülkenin zevali pek yakın sayılır.

Görülüyor ki, Kur'ân, bir ülkenin yıkılmasında bâtıl inançların, put­perestliğin, ahlâksızlığın, anarşinin ve haklara saygısızlığın nazım rol oy­nadığım haber vererek gereken uyarıyı yapıyor. [151]

 

Yalnız Ekonomik Güç Yeterli Midir?

 

İslâm, her iki hayatı birden kucaklamış, birini diğerine feda etmeye rıza göstermemiştir. «Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.» mealindeki âyetle, hayat ve ölümün hikmetlerinden biri üzerinde duruluyor ve insanın dünya­ya getirilmesinin sebep ve hikmetlerinden birine parmak basılıyor: «Kim daha güzel iş ve amelde bulunacak..» O halde, Allah'a dosdoğru imân eden kimselerin herkesten daha çaiışkan, daha verimli ve deha sağlam iş yap­ması gerekmektedir. Biz buna «vaciptir» de diyebiliriz.

Ancak mü'minin yapacağı en güzel iş ve amelin iki yüzü bulunmalıdır: Biri dünyaya, diğeri âhirete yönelik olmalıdır. O zaman ekonomik güç, imân gücüyle birleşip denge ve düzenini bulmuş olur."O denge ve düzenini bu­lunca da toplum ve aile rahat ve huzura kavuşur. Millet sağlam iki kuv­vetin desteğinde hayatiyetini sürdürme şansına erişir.

Bir iş adamının, «Ekonomi azgın ata benzer; üzerinde durmak hüner ister.» dediği gibi, bu azgın atın ağzına hem iyi bir gem gerekhv, hem de üzerinde durabilmek için, Ailah'a dosdoğru imânla birlikte birtakım yete­neklere ihtiyaç vardır.

O halde Müslüman ülkelerin ayakta durabilmesi için iki şeye, su ve ha­va kadar ihtiyaçları vardır: Allah'a imân temeli üzerinde yükselen fazîletli, ahlâklı nesiller yetiştirmek, sonra da durmadan çalışmak suretiyle büyük bir ekonomik güç oluşturmak..

İşte bu iki güç arasında sağlam bir köprü kurulduğu takdirde, prob­lemler çözülür, dertler ortadan kalkar, sıkıntılar giderilir, ahlâksızlık fren­lenmiş olur.

Kur'ân 116. âyetin son bölümünde, «O zulmedenler ise, kendilerine sunulan refahın peşine düştüler. Zaten onlar suçlu  günahkârlar idiler.»

buyururken, dindarlık, iyi ahlâk ve fazîletten nasibini almayan refahın, di-3er bir tabirle ekonominin tam bir vurdum duymazlık havası içinde toplu­mu peşinden sürükleyip götüreceğini, maddeyi hedef seçtiği için de ara-ti ahlâk ve fazilet adına ne varsa hepsini çiğneyip atlayacağını haber veriyor. Bununla, ayakta durabilmek için yalnız maddî refahın hiçbir za­man yeterli olamıyacağına işarette bulunarak mü'minlere en sağlam ve sıhhatli bilgiyi sunuyor[152]

 

Allah Dileseydi İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı

 

«Eğer Rabbın dileseydi, insanları bir tek ümmet haline getirirdi.»

Kudreti her şeye yetip hâkim olan ve kâinatın her zerresine nüfuz eden Aliah, dileseydi insanların hepsini Tevhît İnancı üzere biraraya geti­rir, bir tek ümmet olma düzeyine eriştirirdi. Ama neden böyle yapmayı di­lemedi? Üzerinde ciddi şekilde durduğumuzda, şu tablo karşımıza çıkar: O takdirde insanlar arasındaki bilgi altş-verişi olmaz; rekabet kalkar, çu-lışma bu kadar azimli ve verimli olmaz ve dünyada şu gördüğümüz ilim, teknik ve bu ikisiyle geliştirilen medeniyet diye fazla bir şeye rastlanmazdı. Herkes bir.lokma, bir hırka ile yetinir; sürtüşme, tartışma, didinme, araştır­ma diye bir şey olmazdı. Zira öyle bir ortamda insan oğullarının içlerinde hırs, üstün gelme arzusu bulunmazdı. Bütün bunlar, bugünkü dünyamızda kurulan hayat kanununa ters düşer, dünyanın yaratılması bir bakıma hik-metsiz kalırdı.

Nitekim ilgili âyetin son kısmında, «Onlar durmadan anlaşmazlık ha­lindedirler,» yani ihtilâf edip duruyorlar, buyurularak, dünya hayatında muhtelif ümmetlere ayrılan insanların içlerine yerleştirilen hırs, bencillik, rekabet, üstün gelme arzusundan doğan anlaşmazlığın asıl sebeplerinden biri açıklanmış oluyor. Akıl, idrâk, zekâ, indirilen kitap, gönderilen peygam­ber, insanın mayasında bulunan bu gibi duyguları meşru sınırlar içine al­maya, ilâhî rizaya çevirmeye yöneliktir. . [153]

 

İnsanlar Meleklerden Ayrı Vasıflarda Yaratılmışlardır

 

İnsanlar bir tek ümmet halinde, aynı imân ve irfan düzeyinde yaratılıp içleri ve dışları her türlü kir ve pislikten, kötülük ve haksızlıktan tertemiz tutulmuş olsalardı, melekler gibi olmaları gerekecekti. Oysa Cenâb-ı Hak, yeryüzünde melek yaratmayı dilememiş, melekî ve şehevî sıfatlarla dona­tılmış ayrı bir canlı türü meydana getirmeyi ezelde takdir etmiştir. O ba­kımdan kendinde zıt sıfatları taşıyan insanların bir tek ümmet haline ge­lip kavgasız, gürültüsüz, tartışmasız ve rekabetsiz bir hayat yaşamaları düşünülemez, Kur'ân, insan denilen çok mükemmel canlıdan amacın me­lekler derecesinde olmadığını, yani Allah'ın bu vasıfta bir canlı yaratmayı murat etmediğini belirtiyor. İhtilâfın, rekabetin, hırs ve sınırsız arzuların tehlikeli boyutlara ulaşmaması, aile ve toplumları tedirgin edecek kadar

azgınlık göstermemesi için de Cenâb-ı Hak, Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar yüz binin üstünde nebi ve resul göndermiş, yü­zün üstünde kitap ve sahife indirmiştir. O bakımdan «Ancak Rabbının mer­hamet ettiği kimseler müstesna» buyuruiarak, Allah'ın muradının insanları bu çekişmeli hayatta meşru sınırlar içinde tutmaya yönelik bulunduğuna işaret edilmiştir. [154]

 

Allah'ın Çizdiği Hayat Yolu

 

Hayatın yolu dikenlerle, fakat onların yanında yer alan güllerle do­ludur. Biri üzer diğeri sevindirir. O halde Allah sevgisiyle başlayıp, imân şerefiyle biten bir hayat, en mutlu hayattır. Dikenler onun için birer uya­rıdır; silkinme ve toparlanmayı iihâm eder. Güller onun için geçici bir fe­rahlığı, fakat asıl ferahlık ve neşenin yolun sonunda başlayacağını fısıldar.

Dünya hayatında insanın elde edebileceği en büyük nîmet, Allah'ın! tanıması ve O'na kullukta bulunmaktan zevk duymasıdır. Böylece kısa bir ömür içinde önümüzü aydınlatacak birkaç hakikati idrâk etmemiz ve bizi karanlığa iten birkaç yanlışı ortadan kaldırmaya muvaffak olmamız, bizi her iki âlemde de mutlu ve bahtiyar kılar.

O halde yolumuzun üzerine konulan güllerden derleyebiimemiz, diğer bir tabirle geçici nimetlerden yararlanabilmemiz için, hem kendimizi meşru sınırlar içine almak, hem de bir takım külfetlere katlanmak zorundayız.

Böyleae hayatın dikenli ve güllü yolunda ilerlerken insanlar genellikle ikiye ayrılırlar: Bir kısmı sadece dünyayı ve taşıdığı nimetleri amaç olarak seçerken yolun nereye kadar uzandığını hesaba katmaz. O yüzden de mad­deyi gaye seçtiğinden, hem yaratılışının hikmetini düşünemez, hem de ga­yesine erişmek için her şeyi kendine mubah sayma gafletine düşer.

Kur'ân, dünya hayatının bize neler verebileceğini, neler veremiyece-ğıni çok açık hatlarıyla belirtmiştir. Bize düşen, yasak olanlarla, yasak ol­mayanlar arasındaki sınırı bilip hayatımızı ona göre düzene sokmaktır. Hayat bir yarıştır, diyerek bu sınıra iltifat etmeden koşmak, elbette ki in­sanı kurtulması zor bir çukura düşürebilir. Ama hayatı, ruhun ebedî yolcu-ugunda bir aşama olarak gördüğümüz gün, o yarışın gerçek manasını öğ­renmiş oluruz. Bir düşünürün de dediği gibi, «Hayattan yakınaniar, ondan olmayacak şeyler isteyenlerdir.»

cak ?üp,!1esiz ki' az oian- klsa olan ner 9Qy gibi- hayat da kıymetlidir. An-k bu kısa süreyi tamamlarken karşımıza iki yolun çıkacağını hiçbir za-

uzan un"tmamamız 9erekir Yollardan biri Cennete, diğeri Cehennem'e anır. Seçme hakkı  insanın hür irâdesine bırakılmıştır.  Kur'ân, hayata hevesle atılan ve henüz yaratılışın hikmetini kavrayamıyan gençlere bu iki yolun öğretilmesini tavsiye eder. Çocuğun yedi yaşına girince namaz ile emredilmesi, or\ yaşına girince ibâdete iyice ısınmasının sağlanması bu hikmete dayalıdır.

Konumuzla ilgili 119. âyetle, Cenâb-i Hak, insanlara olan merhameti gereği karşımıza çıkan iki yolu hatırlatmakta ve doğru olanı telkîn edip bizi serbest bırakmaktadır: «Ve Rabbın sözü tamamlanıp yerini bulmuştur: And olsun kî, Cehennemi tamamen cinlerden ve insanlardan (olan günah­kâr suçlularla) dolduracağım.» [155]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, tarihin birçok dönemlerinde azıp- sapıtan millet­leri, daldıkları inkâr ve ahlâksızlık uykusundan, aklı eren söz sahiplerinin uyandırmadıkları konu edildi. O yüzden maddî refahla Allah'a imân ve iyi ahlâk arasında ciddi hiçbir denge kuramadıkları için kendilerine yazık et­tikleri belirtildi. Sonra da insanların hepsinin bir tek ümmet kılınmadığı üzerinde durularak hikmetine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, gelip geçen bazı milletlerin hayatından anlatılan safhaların, mü'minlerin kalblerini yatıştırmaya yönelik bulunduğu bildirili­yor. Arkasından ilâhî hükmün değişmiyeceği, plânda bir aksamanın olma­yacağı, tarihin gerektiğinde tekerrür edeceği hatırlatılıyor Eninde sonun­da dönüşün Allah'a olacağı acısından hareketle, insan için en büyük dev­let ve nimetin Cenâb-ı Hakk'a ibâdet olduğu ve esasen yaratılmasının en önde gelen hikmetinin bundan kaynaklandığı açıklanarak Hûd sûresi nok­talanıyor. [156]

 

Meali:

 

120—  (İşte ey Muhammedi) gelip geçen peygamberlerin olup biten bu haberlerinden senin kalbini yatıştırıp pekiştirecek kadarını sana anlat­tık. Bu sûrede de sana hak; mü'minlere öğüt ve (düşünüp gerçeği daha iyi kavrayabil meleri için) hatırlatma gelmiştir,

121—  Sen o iman etmiyenlere de ki: Yapacağınızı yapın; doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız.

122—  Bekleyip durun, biz de bekliyoruz.

123—  Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler O'na döndürü­lür. Artık O'na ibâdet edin ve O'na güvenip dayanın. Rabbin yapageldiği-nizden habersiz değildir.

 

Gelip Geçen Peygamberlerin Kıssalarından Önemli Bölümler

 

«(İşte ey Muhammedi) Gelip geçen peygamberlerin olup biten bu haberlerinden senin kalbini yatıştırıp Pekiştirecek kadarını sana aniattrk.»

İlgili âyetle, daha önce gefip geçen peygamberlerden, Arap Yarımada-

sı'nda bilinip unutulmayanların başlarından geçen olayların anlatılması­nın sebep ve hikmetlerinden biri açıklanıyor. Hz. Muhammed'in (A.S.) kar­şısına çıkan azgın putperestlerin ortaya koydukları vahşet ve gayr-i insa­nî saldırılar her mü'minin sabrını taşıracak sınıra ulaşmıştı. Davanın ve yapılan inkılâbın büyüklüğüyle orantılı sayılacak bir tepkiyle karşılaşılmış ve çok üzücü olaylar birbirini izleyip durmuştu. Cenâb-ı Hak, geniş rah­metinin bir tezahürü olarak mü'minleri teselli etmekte ve büyük nîmetlerin büyük külfetlere kapı açacağına işaretle geçmişte diğer peygamberlerin karşılaştıkları sıkıntı ve zorlukları hatırlatarak onlara nasıl göğüs gerdik­lerini bazı safhalarıyla nakletmektedir. Geçmiş olayların dramatik yanla­rı yansıtılırken cidden gönülleri yatıştıracak, İslâm'a hizmette azim ve gay­retleri artıracak pasajlara yer verildiğini görmekteyiz.

Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minlerin başarıya ulaşabilmelerinden yana gereken bilgiyi vermekte ve mutlu günlerin çok yakın olduğunu müjdele­yerek feth-i mübînin anahtarını göstermektedir.

O bakımdan da Hûd Sûresi, hak ve gerçekleri bir dizi halinde sırala­yan, mü'minlerin moralini yükseltip küfrü alt etmeleri için kendilerine bol bilgi ve malzeme verilen bir sûre olarak bilinir. [157]

 

İmanla Küfrün Sürtüşmesi

 

«Sen o İmân etmiyenlere de ki: Ya­pacağınızı yapın; doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız.»

Bu, şüphesiz ki insanla başlamış ve yine onunla sona erecek bir sür­tüşme ve tartışmadır. İblîs ile Âdem'in (A.S.), sonra da onun zürriyetiyle şeytanların mücadeleleri sürüp gelmekte ve tarih sahifelerinde silinmez izler bırakmaktadır. O bakımdan önce gelip geçenler, sonradan gelenlere öğüt ve ibret alınacak çok şeyler bırakmışlardır. Bu birikim hâlâ artmak­ta ve bütün hızıyla yoluna devam etmektedir. Ama bazı istisnalarla her zaman mutlu sonuç, tatlı başarı, hakkın ve gerçeğin olmuştur. Yeter ki, hak, haklılığını bütün şartlarıyla ve belgeleriyle ortaya koyabilsin..

Kur'ân-ı Kerîm bu sonuca dikkatleri çekerek Peygamber'in (A.S.) di­liyle şöyle diyor: «İmân etmîyenlere de ki: Yapacağınızı yapın, Doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız. Bekleyip durun, biz de bekliyoruz.»

Kimlerin üstün geleceği, kimlerin hezimete uğrayacağı ileride belli olacak. Çünkü gaybın bilgisi Allah'a aittir. Bütün işler O'nun koyduğu ha­yat kanunlarına gelip dayanır. Hiçbir olay sünnetullahın sınırlarını aşamaz. Bu kanunlara uyan mutlu olur, uymayanlar kendilerine yazık etmiş olur-

lar O halde dünyada hazırlık dönemimizin süresi bitmeden Allah'ın koy­duğu hayat nizamıyla uyum sağlama yollarını aramamız gerekmektedir. Kuşkusuz bu yolun başında Allah'a dosdoğru imân ve onun en güzel ürü­nü sayılan salih ameller yer almaktadır. «Artık O'na ibâdet edin ve O'na güvenip dayanın. Rabbın yapa geldiklerinizden habersiz değildir.» mealin­deki âyetle bu gerçeğe parmak basılıyor ve uyarı mahiyetinde sinyal ve­riliyor. Zira yegâne terbiyeci ve geliştirip kemale erdirici olan Rabbımız, yaptığımız ve işlediğimiz her şeyden mutlaka haberlidir. Cenâb-ı Hak, yer­de ve göklerde meydana gelen hiç bir olaydan habersiz veya gafil değildir ve olamaz da. Çünkü gaflet, habersizlik arızî şeylerdir ki, vücudu mümkün olan varlıklara arız olur. Allah ise, vâcibü'l-vücuttur, beşere arız olan şey­ler ona arız olmaz, O nasılsa öyledir, yine de öyle kalacaktır. Hem gaflet noksanlığın tabii sonucudur. Allah ise, her türlü noksanlıktan pak ve yü­cedir.

Allah'ın yardımıyla Hûd Sûresinin tefsirini burada bitirirken, bize ken­di keiâmıyla bol malzeme veren, geniş bilgi kapısını aralamak suretiyle kalbimizi ve kafamızı aydınlatan; her vesileyle yüzümüzü hakka yönelten Rabbımıza hamd-u senalar; Allah'ın emirlerini bize noksansız teblîğ^derek risâlet görevini lâyıkıyla yerine getiren Rahmet Peygamberi Hz. Muham-med'e ve O'na dosdoğru uyanlara salât ve selâmlar olsun! [158]

 



[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2787-2788.

[2] Dâremî

[3] Tirmizî/tefsîr : 56- Hadîstin hasenün garibün.

[4] Taberânî/el-Kebîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2788.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2790.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2790-2791.

[7] Buharî/enbiyâ:   48-  Dâremî/rikak :   68-  Ahmed :   1/23,  24,  47

[8] Müslim/fezâil : 140

[9] Lübabu't-te'vîl - tbn Kesîr - Kurtubî

[10] Mefatihü'l - Gayb - Lübabu't-te'vİl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2791-2794.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2796-2797.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2797.

[13] Tirmizî / tefsir ; 11- îbn Mâce/mukaddeme : 13- Ahmed- 4/11   12

[14] Sahıh-ı  Müslim ;   Abdullah  b. Amr   (R.A.)dan

[15] sahihi Buharî : îmrân b" Husayn <R-A->d»n / bed-i halk: 1- Tirmizi ietsır.  3/5-9/H- Ahmed:  3/313, 501- 4/431

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2799.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2799-2801.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2801.

[18] Enbiyâ Sûresi :  30

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2801-2802.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2802.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2802-2803.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2803-2804.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2804-2805.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2805.

[24] Müslim/birr:  52- Tirmizî/çenâiz:  1- Ahmed:  3/4, 24

[25] Buhari - Müslim - Ahmed:  2/458, 470

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2806.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2807-2808.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2808.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2808-2809.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2809.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2810-2811.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2811.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2811-2814.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2815.

[34] Tirmizî/tefsîr:   18- îbn Mâce/zühd:  21- Ahmed: 4/215

[35] Tirmizî/ilim ;  6

[36] Ebû Dâvud/ilim :   12-  îbn Mâce/mukadderae :   23-  Ahmed;   2/338

[37] Tirmizi/hudud:  24, fiten:  59, zühd:  21- îbn Mâce/hudud:   12, zühd:  21-Ahmed:  1/22, 44. - 3/7, 30, 382-4/126- 5/428, 429

[38] Buharî/bed'ü'l-vahiy:   1, ıtık:  6, menakıb:  45, talâk:   11, eyman:  23, ik­rah:   1-  Müslim/imaret:   155-  Ebû  Dâvud/talâk:   11-   Nesâî/taharet:   59,  talâk: 24,, eyman;   19-  îbn  Mâce/zühd:   26

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2816.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2817.

[40] Bilgi için : Mâide : 5, En'am : 88, Bakara: 217, Al-i traran: 22, A'raf: 147, Tevbe:  69 tefsirlerine bak.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2817-2818.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2819.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2819-2820.

[44] Müslim/imân;   240

[45] Buharî/cenâiz :  80, tefsîr :  30, kader:  3- Müslim/kader:   22, 23, 24- Ah-med :  2/315, 346

[46] Müslim/Cennet:  63- Ahmed:  4/162                                                           

[47] Buharî/tefsîr: 11- Müslim/birr: 62- Tirmizî/tefsîr: 11- Ibn Mâce/fiten: 22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2822.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2822-2823.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2823-2824.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2824.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2824-2825.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2825-2827.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2827.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2827-2828.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2830-2834.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2834.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2836-2838.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2838.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2839.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2841-2843.

[61] Fazla bilgi için bak:  Tefsîr-i Kurtubî:   9/33, 34

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2834-2844.

[62] İsrâ sûresi : 15

[63] Kasas sûresi:  59

[64] Bilgi için bak : Tevrat-Tekvîn : 7-10

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2844-2845.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2845.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2846.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2849-2851.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2851-2853.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2853.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2856-2857.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2857-2858.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2858.

[74] el-Hakka sûresi: 5- Hûd sûresi:  67, 95- A'raf sûresi :  73- Pussilet sûresi 13

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2858-2859.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2859-2860.

[77] Tirmizî/tefsir :   12

[78] Ebû Dâvud/hudud:  28- Tirmizî/hudud:  24- İbn Mâee/hudud:   12

[79] Tirmizî/hudud:  24

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2863.

[80] Geniş bilgi için bak :  Tevrat-Tekvîn :  19/1-25

[81] Geniş bilgi için:  Tevrat-Tekvin:   19/29-38

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2863-2864.

[83] Tekvîn : 18/17-18

[84] Fazla bilgi için bak : Tekvîn : 18/1-8

[85] Tekvîn : 18/9-15

Tekvîn : 18/9-15

[86] Tekvin :   18/22-33

[87] Tevrat/Tekvîn :   19/23-27

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2864-2867.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2868.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2868.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2868-2869.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2869.

[93] Tirmizî - el-Hâkim : İsnad-i sahih

[94] Müslim /iman: 164" Ebû Dâvud/büyû: 50- Tirmizî/büyû': 72- İbn Mâce/ ticaret: 36

[95] Sahîh-i Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2873.

[96] Bilgi için bak : Tevrat-Tekvîn : 25/1-3

[97] Geniş bilgi için bak : Kasas sûresi :  21-29. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2873-2874.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2874.

[99] Lübabu't-te'vü :  2/340

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2874-2876.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2876-2877.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2877-2880.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2880.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2881-2883.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2883.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2883-2884.

[107] Buharî/tefsîr :   11- Müslim/birr :   62- Tirmizî/frefsîr :   11-  İbn Mâce/ fiten :22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2885.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2885-2886.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2886.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2886-2887.

[111] Buharî/tevhîd: 24, rikak: 52, ezan: 129- Müslim/iman: 299,302,329- Tir-mizl/kıyâmet: 9, cennet: 20- Ahmed: 2/285, 293, 369- 3/16, 17, 26-6/110

[112] Bulmrî/tefsîr : 19- Müslim/cennet: 4- Tirmizî/tefsîr:  19- Dâremî/rikak: yU~ Ahmed: 2/377, 423, 513- 3/6

[113] Eshab-ı Süne

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2888-2889.

[114] Buhari / imen : 37' İ1İm:  2' ahkâm:   10, 'fezâil:  6, tefsîr:   3, edeb:   95, 96, sâî/iman   fi    Sim/iman: J. 5- 7- birr: "I, 164, fiten: 136- Tirmizî/imân:  14- Ne-• o- ibn Mâce/mukaddeme:  9, fiten:  25- Ahmed:   1/27, 31-9-2/361

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2889-2890.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2890.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2890-2891.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2891.

[119] Sahîh-i  Müslim - Ahmed :   5/43

[120] Kenzü'l-Ummal :   7/245

[121] ed-Dürrü'1-Mensûr/Süyutî - Fethü'1-Bârî-Kurtubî

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2891-2893.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2893.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2894-2895.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2895.

[126] Buharî-Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2896-2897.

[127] Müslim/imân:   62-  Ahmed:   3/413-4/385

[128] Müslim/taharet:   14,   16-  Ebû Dâvud/taharet:   127,  salât:   ?-?9-  Tirmizî/ salat: 46- Nesâî/cumua: 23- İbn Mâce/taharet:  106, ikamet:  79, 81, 83- Ahmet-2/229,  359, 400, 414

[129] MÜSİtm/mesacid:   284"   Dâremî/salât:   1-   Taberânî/sefer:   91-  Ahmed: 1/177- 2/426, 441-  3/305, 317, 357

[130] Ebu Davut /Vİtİr: 26" Tttmizî/salât1:  181, tefsir:  3, 14- tbn Mâce/ikamet: 1,2,9,10

[131] Buharî/mevakiyt:  6

[132] Ahmed:   1/387

[133] Tirmizî/birr:   55- Dâremî/rikak :  47- Ahmed:   3/5-  5/153,  158,  177,  228, 236

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2897-2898.

[134] Tirmizî/tefsîr :  56

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2898-2899.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2899-2900.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2900.

[138] Tefsîr-i Kurtubî :   9/109

[139] İsra Süresi :78

[140] Rum Sursi : 18

[141] Kaf Suresi : 39

[142]  Fazla bilgi iÇin bak:  Tefsîr-i İbn Kesîr :   2/462

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2900-2903.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2903-2904.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2904.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2904-2905.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2905.

[148] Ebû Dâvud/melahim : 17- Ahmed: 1/5, 7- Tirmizî/fiten: 8, tefsîr: 5, 117

[149] Dâremî/siyer : 75- Tirmizî/imân: 18- îbn Mâce/fiten: 17- Hâkim

[150] Buharî/tevhîd : 25- Ahmed :  2/507

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2907.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2907-2909.

[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2909.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2910.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2910-2911.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2911-2912.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2912.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2913-2914.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2914-2915.