Dâbbe (Yüzükoyun Yürü 'En, ' Erde Debelenen Canlılar) „
«Veryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait
olmasın.»
Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratıldığı Bildiriliyor
Su Üstünde Bulunan Arş'ın Büyüklüğü
Göklerle Yerin Altı Devirde Yaratılması
Öldükten Sonra Dirilmeye İnanmayıp Onu Sihir Olarak Niteleyenler
İyi, Güzel Amellerde Bulunanlar Ve Bulunmayanlar
Allah'ın Buyruklarını Alaya, Ya Da Hafife Alanlar
Ortamın Olumsuz Havasını Değiştirmek
Her Amelin Karşılığı Noksansız Verilir
Şöhret Ve Makam Hırsı Budalalığı
Dünyayı Amaç Edinen İle Allah'a Yönelen Arasındaki Fark
Neden Allah'a Yalan Nisbet Etmek
Büyük Bir Zulümdür?
İman, Salih Amel Ve Gönül Yatışkanlığı
Nuh Kıssasının Bu Bölümünden Alınacak Öğütler Ve İbretler
Nûh Kıssasında Mekkeli Müşrikleri Uyaran Bölümler
Kıssanın Bu Bölümünden Alacağımız Öğütler Ve İbretler
Tevrat'ta Nuh Tufanıyla İlgili Yazılar
Nûh (A.S.) Kıssasının Gerçek Yüzü
Hûd Sûresinde Mü'minlere Verilen Mesajlar
Kıssadan Alınacak Öğütler, İbretler Ve Bilgiler
Salih Peygamberin Mu'cizevî Devesi
Olayın Âyetler Sırasına Göre Açıklaması
Bir Yanardağın Harekete Geçmesi Azap Mıdır?
Lût Kıssasından Alınacak Öğütler Ve İbretler
Şuayb Peygamber Ve Medyen Kavmi
Şuayb Peygamber İle Medyenli'lerin Tartışması
Bu Kıssadan Mü'minlerin Alacakları Hisseler
Şuayb (A.S.) Kıssasının Tekrarı
Ancak Rabb1n Dilediği Müstesna
Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!
Aklı Eren Söz Sahiplerinin Görevi
Yalnız Ekonomik Güç Yeterli Midir?
Allah Dileseydi İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı
İnsanlar Meleklerden Ayrı Vasıflarda Yaratılmışlardır
Gelip Geçen Peygamberlerin Kıssalarından Önemli Bölümler
Sûre, ismini içinde
kıssa ve olayı anlatılan Hûd Peygamber'den alır. İlâhî buyrukların doğruluk
doruğunda bulunduğuna yer verilir. Sonra da Allah'ın varlığına, birliğine,
öncesiz ve sonrasız olduğuna delâlet eden belgeler sıralanır. Hakk'ı inkâr
edip yeryüzünde bozgunculuk yapan inkarcı azgınlar uyarılır. Kur'ân'ın bir
benzerini meydana getirmenin mümkün olamayacağı anlatılarak müşriklerin
iddiaları reddedilir ve on sûresine benzer on sûre düzenleyip getirmeleri
önerilerek buna da güçlerinin yetmeyeceği çok açık biçimde belirtilir.
Tarihin ibret
levhalarından birkaç tane seçilerek beşer aklına ve idrâkine bırakılır. O
nedenle Lût, Salih, Hûd, Şuayb ve Musa Peygamberlerin mücadeleli geçen
dönemlerine dikkatler çekilerek önemli safhalar anlatılır.
Küfürle imân, hak ile
bâtıl, doğru ile eğri mücadelesinin sürüp geldiğine işaret edilerek imân
cevherinin sabır sedefinde korunmasının gereği üzerinde durulur. Büyük
davaların, büyük himmetlerle, üstün fedakârlıklarla gerçekleşebileceği çok
anlamlı cümlelerle işlenir. Böylece Mekke döneminin ne kadar mücadeleli,
sıkıntılı ve çileli geçtiğine atıflar yapılır. Eninde sonunda Hakk'ın üstün
geleceği müjdelenir.
Hûd sûresi, Mekke'de
inmiştir. O bakımdan ona «Mekkî Sûre» denilir. Ancak İbn Abbas'a (R.A.) göre,
115. âyeti Medine'de inmiştir. Zira bu ayet günde beş vakit namazdan söz
etmekte, hangi vakitlerde kılınacağını kapalı bir anlatımla konu etmektedir.
Mukatil'e göre,
«Onların (inkarcı müşriklerin) O'na (Peygamber'e), bir lazine indirilmeli değil
miydi veya onunla beraber bir melek gelmeli değil mıydı? demelerinden neredeyse
sana vahyolunanın bir kısmını terkeder gibi oluyorsun ye bu sebeple göğsün
daralıyor. (Unutma ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeyi düzenleyen,
koruyan tek güven kaynağıdır.» mealindeki 12. âyet Medine'de inmiştir.
İlim adamlarının çoğu,
İbn Abbas (R.A.)nın görüş ve tesbitinin daha sıhhatli olduğunu belirtmişlerdir.
Sûrenin tamamı, 123 âyet,
1600 kelime ve 9567 harftir, Sûre sırası olarak, 11. sıradadır. [1]
Ebû Bekir Sıddîk
(R.A.). Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e:
— Ey Allah'ın Peygamberi saçlarınızı ağartan
nedir? diye sordu. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona şu cevabı verdi:
— Benim saçlarımı, Hûd, Vakı'â, Nebe1 ve Şems
sûreleri ağarttı! [2]
Tirmizî'nin tesbit ve
rivayetinde ise, Resûlüllah'ın (A.S.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: «Ebû
Bekir (R.A.), gerçekten saçların ağardı ya Resû-lellah! deyince, Peygamberimiz
(A.S.) şöyle buyurdu : Beni, Hûd, Vâkı'a, Murselât, Amme Yetesaelûn ve
İza'ş-Şemsü Küvviret sûreleri ağarttı.» [3]
Taberânî'nin yaptığı
rivayette ise, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur : «Beni, Hûd ile
arkadaşları (benzeri sûreler) ağarttı.» [4]
1— Elif- Lam- Râ. Bu bir kitaptır ki âyetleri
sağlam esaslara, kuvvetli kesin delillere oturtulmuştur. Sonra da bir bir
açıklanmıştır. Bu, yegâne hikmet sahibi ve her şeyden haberli (yüce kudret)
katındandır.
2— Öyle ki, Allah'tan başkasına ibâdet
etmiyesiniz. Ben de şüphesiz O'ndan size (gönderilen) bir uyarıcı ve
müjdeciyim.
3— Ve Rabbinizden bağışlanma isteyesinîz, sonra da O'na tevbe
deşiniz; tâ ki belli bir süreye kadar sizi güzel bir geçimle geçindirsin ve t
fazilet sahibine faziletini versin. Eğer yüzçevirirseniz, doğrusu ben sizin
için büyük bir günün azabından korkarım.
Dönüşünüz ancak
Allah'adır. O'nun güç ve kudreti her şeye yeter.
« Elif- Lâm- Râ»
Bu harfler sûrenin
şifresidir. Delâlet ettiği mana ve hikmetleri Allah daha iyi bilir.
Diğer bir yorumla, bu harfler
sûrenin özeti mahiyetinde ve giriş kapısı anlamındadır. Her harf, sûredeki
önemli bir bölüme işarettir. İlim adamlarından bir kısmına göre, sûrenin
Levh-i Mahfuz'daki yerinin remzi ve beraberinde inen meleklerin parolasıdır.
Başka bir yorumla bu harfler, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir;
taşıdığı ilim ve hikmet, remiz ve işaret sadece Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'i
ilgilendirir. [5]
«Bu bir kitaptır ki,
âyetleri sağlam esaslara, kuvvetli kesin delillere oturtulmuştur. Sonra da bir
bir açıklanmıştır..»
Kur'ân-ı Kerîm'in
ilâhî üslûp ve düzenlemesinde, genel anlamda iki husus hâkimdir: Birincisi,
bilimsel yoldan tesbit edilen konulara ve gerçeğe dayalı olaylara ters
düşmemektedir. Yer yer insan aklını harekete geçirmek için taşıdığı ana
fikirler, temel bilgiler en sağlam ölçülere dayanmaktadır. İkincisi, sözü
edilen ana fikirler, temel bilgiler her çağın gelişen ilim ve kültürüne ışık
tutmakta, insan ruhuna, taşıdığı Allah ve din duygusuna uymayan görüş ve sistemlerin
sakatlığını en açık biçimde haber vermektedir.
İlgili âyette geçen
«uhkimet» ve «fussilet» fiilleri bir bakıma Kur'ân'ın bu iki özeliiğini
yansıtmakta ve Allah'ın kitabını okurken her âyeti üzerinde dikkatle,
hassasiyetle durmamızı ilham etmektedir.
O bakımdan diyebiliriz
ki, insan zekâsının ürünü olan hiçbir kitapta böylesine sağlam ölçülere dayalı,
bütünüyle gerçeği yansıtan ve hiçbir çağda cumhur ile ters düşmeyen bir bilgi
demeti yoktur. Aynı zamanda insan elinden çıkan her kitap, zaman aşımıyla
değerini, birtakım özelliklerini kaybetmeye; içindeki fikirler,
buluşlar.ve.hükümler eskimeye, unutulmaya mahkûmdur. Kur'ân^böyie bir yıpranma
ve eskimeden, unutulma ve gözardı edilmeden çok yücedir.
Bunun sebebi gayet
açıktır:
İnsan aklının ve zekâsının
ürünü olan bir konu, bir düşünce ve bun-larf içeren bir kitap, insan kadar
kusurlu, onun kadar sınırlı ve onun kadar yıpranma ve silinmeye adaydır. Birçok
noksanlıklar içinde yüzen insandan noksansız, kusursuz, heryönüyle mükemmel bir
eser beklemek anlamsızdır. Allah'ın halk ve icat ettiği eser ise, Allah'ın
sıfatlarına paralellik içinde o nisbette mükemmel ve kusursuzdur. Ne
özelliğini kaybeder, ne de zaman aşımının törpülemesine maruz kalır. Bilakis
her geçen gün cilâsı, tesiri, üstünlüğü ve yararlılığı artar.
İşte Kur'ân bunun en
parlak örneğidir. Zira Allah yegâne hikmet sahibidir, o bakımdan yarattığı her
şeyi hikmet ölçülerine göre var kılıp sahneye çıkarmıştır. Varlık alanına
getirdiği her şeyi, lâyık olduğu yere o'turt-muş ve yaratıldığı amaca
yöneltmiştir. İnsanları hakka, iyiye ve doğruya çağırırken az kelimeyle çok
mâna ve çok hüküm ifade eden bir uslüp kullanır. Kelimeler ve cümleler
dizisinde mutlak bir bağlantı, uyum ve bütünleşme hâkimdir. Kur'ân'ın altıbin
küsur âyeti tıpkı bir zincirin halkaları gibi, biri diğerine tutunmakta ve
birbirini tamamlamaktadır.
Allah mutlak anlamda her
şeyden haberlidir. İleride nelerin ortaya çıkacağını, ilmî buluşları ve
gelişmeleri, insanların yerli yersiz itirazlarını, bâtılın hakka karşı saygısızlık
ve şarlatanlıklarını çok iyi bilir. O bakımdan sözünü, hükümlerini ve
tavsiyelerini ona göre sağlam, yapıcı, dengeyi koruyucu, akla ışık tutucu
güçte indirir ve tazeliğini devam ettirme kudretiyle donatır. [6]
«Öyle ki, Allah'tan
başkasına ibâdet etmeyiniz. Ben de şüphesiz O'ndan size (gönderilen) bir
uyarıcı ve müjdeciyim.»
Allah'ın kudretinin
üstünlüğünü ve sınırsızlığını bütün haşmetiyle yansıtan ve sadece insanlar
yararlansınlar diye indirilen Kur'ân, Allah'a yakışanı. Peygambere lâyık
olanı, insanlara uygun geleni açıklar. Peygamberin görevinin sınırını çizerken
Ona imân edenlerin Allah'a kulluklarının plân ve programını belirler. O
bakımdan 2, 3, 4. âyetlerle bu hususlar sekiz madde halinde sıralanır:
1— Allah
ibâdet edilmeye lâyık olduğu için ancak O'na ibâdet edilir. Çünkü Allah bütün
hayırların, faziletlerin, rahmet ve inayetlerin, feyiz ve bereketlerin yegâne
kaynağıdır. Onun için övülmeğe, ibâdet edilmeye her zaman lâyıktır. İnsan da O
yüce ve sonsuz kudretin en güzel eseri olduğu
için ibadet etmekle,
kulluğunun gereğini yerine getirmekle emrolunmuş-tur. «Öyle ki, Allah'tan
başkasına ibâdet etmeyiniz..» âyetiyle bu ölçüler net şekilde açıklanıyor ve
Kur'ân'ın taşıdığı yüce hikmetin amaçlarından başta gelenine dikkatler
çekiliyor.
2— Muhammed
(A,S.) son peygamberdir, aynı zamanda bir insandır. Onda ilâhlık vasfı yoktur.
O bakımdan ibâdet edilmeye lâyık değildir. O'nun önemli iki görevi vardır:
Birincisi, doğru yoldan sapanları uyarıp hakka davet etmektir. İkincisi ise,
doğru yolu seçip hidâyete mazhar kılınanları Allah'ın geniş rahmetiyle, ebedî
saadetle müjdelemektir.
Bunun için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ümmetini belirtilen konuda uyararak şöyle buyurmuştur:
«Nasârâ'nın Meryem'in oğlu İsa'yı aşın övüp (ilâhlaştırdıkları) gibi, beni
aşırı övüp (ilâhlaştırrnayın),» [7]
Diğer bir hadîslerinde
ise, kendi sınırını belirleyerek ümmetine en sağlam kıstası şöyle vermiştir:
«Dininizle ilgili bir şey size emrettiğim zaman onu (güvenerek) alın. Kendi
kişisel görüşüme dayanarak size bir şey emrettiğim zaman, şüphesiz ki ben bir
beşerim....» [8]
3— Allah'ın
her türiü noksanlık ve kusurdan, haksızlık ve zulümden pak ve münezzeh olduğuna
inanmamız; beşer olarak kendimizi kusurlu ve günahkâr kabul etmemiz,, yine
insanlığımıza yakışan bir ölçü ve kıstastır; hayatımız boyunca bunu gözönünde
bulundurarak her türlü gösteriş ve alayişten kaçınmamız, ifrat ve tefritten
uzak kalmamız gerekmektedir. O bakımdan her ân Allah'a muhtaç bulunduğumuzu
duyarak, bilerek el kaldırıp tevbe ve istiğfar etmemiz, bağışlanmamızı
istememiz emredilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, pişmanlık duyup dönüş yapan, tevbe
ve istiğfarda bulunan kullarını çok sevdiğini haber vermiştir.
Tevbe kapısının hep
acık bulunduğuna inanarak, eli boş döndü-rülmeyeceğimiz ümidiyle Cenâb-ı
Hakk'ın dergâhına yüz çevirip dileğimizi arzetmemiz kadar tabii ne olabilir.
Çünkü biz, O'nun yaratıp varlık alanına getirdiği kullarıyız, O'nun inayet,
rahmet ve lûtfuyla hayatımızı sürdürmekteyiz, O'nun mülkünde yaşıyor, O'nun
nimetleriyle besleniyoruz.
5— Kendimizi
belirtilen düzeye getirdiğimiz takdirde ic ve dış huzuruna, gönül rahatlığına,
vicdan serinliğine kavuşabiliriz. O takdirde belirlenen ecelimiz kapıyı
cahncaya kadar iyi bir geçimle geçinir, yani mevcuda kanaat getirip mutluluğu
dünyalıkta, onun makam ve servetinde değil, Allah'a dosdoğru imanda bulur;
ebediyet umudu,, âhiret inanoı ve ilâhî rahmete lâyık görülme duygusu ile
tertemiz, sade ve saf bir ömür sürme bahtiyarlığına erişiriz.
6— Şüphesiz
ki fazîlet, insana yakışan bir haslet ve meziyettir. O sadece olgunluğun,
güzel ahlâkın, sabrın, hoşgörünün, feragat ve fedakârlığın simgesidir. Bu
bakımdan fazîlet daha çok peygamber huyunun
bir tezahürü veya ürünüdür.
Peygamber'in (A.S.) nurlu yolunda yürümesini bilen kişilerdir ki,
bağlı bulundukları aile ve topluma fazîfet ışığını yansıtırlar. Cenâb-ı Hak
her fazîlet sahibine o güzel meziyetinin karşılığını fazla-sıya vereceğini de
va'detmiştir.
7— İnsan
ruhuyla, fıtratındaki mayayla uyum sağlayan, beşer idrâkine ışık tutup onu hayra
yönelten, kalbe huzur ve umut kıvılcımını atıp tutuşturan bu prensiplere ilgi
gösterip günlük hayatımıza uygulamamız, kurtuluşun en parlak belirtilerinden
biridir. Aksine bir yol izlemek, Hakk'ın rahmet sesine kulak vermeyip yüz
çevirmek, büyük bir günün azabını hakketmenin açık delilidir. Zira bütün
faziletler, iyilikler, güzellikler insan içindir. Kâinat plânında insana
ayrılan yer, hiçbir mahlûka müyesser olmamıştır. Kendini bunca hayır, iyilik,
fazîiet ve güzelliklerden uzak bulundurup hayat dizginini nefis ve iblisin
eline veren kimse, her şeyden önce kendine zulmetmiştir. Öyle ki, ikinci
hayatını berbat edip orayı azaba dönüştürmüş ve ateşini sırtına yüklenip
beraberinde götürmüştür. Allah ise, çok âdil ve yegâne hikmet sahibidir;
kimseye haksızlık etmez, herkesi niyet ve ameline göre değerlendirip karşılık
verir.
8— Dönüş
eninde-sonunda Allah'adır. O'ndan geldik, yine O'na döndürüleceğiz. Bence
uyarıların ve tavsiyelerin en tesirlisi bu sözde gizlenmiştir. Bütün güç ve
kudret Allah'a aittir. Kim nereye ve neye yönelirse yönetsin, neyi sevip
ilâhlaştırırsa ilâhlaştırsın, ne kadar inkâr ederse etsin, çok geçmeden cari
kanun onun önünü kesip dünya hayatının bittiğini, âhirete ayak basmanın,
Allah'a dönüp hesap verme zamanının geldiğini haber verir. O halde nereden
geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu, bizden nelerin istendiğini, görevlerimizin
neler olduğunu, bir süre sonra nereye niçin gideceğimizi bilmek ve ona göre
hayatımızı düzene koymak zorunlayız. Aksi halde hilkatimizin amaç ve hikmetinin
dışına çıkıp plândaki yerimizi almamış oluruz.
Unutmamalıyız ki,
dünya her türlü nîmetiyle, araç ve gereciyle emrimizeı yerilmiş ve bunları
ilâhî programa uygun kullanmamız emredilmiştir, Çunku mevcut bütün imkânlar,
ebedî hayata hazırlanmaya yönelik araç-'araır. Bu tmkaniarı heba ve heder
etmeye hiçbir zaman hakkımız yoktur, cnk T imkânları amac verine koyar ve
hayat, dar bir çerçeve içine ala-n««r , aSH amaç ve gavevi kaybetmiş oluruz. Kendini
bu düzeye getirenlerin de Allah'a dönüşleri pek acıklı ve üzücü olur. Zira
Cenâb-ı gamber (A.S.) kendilerini görmesin
diye elbiseleriyle yüzlerini örterlerdi.» [9]
Münafıklardan bir grup da :
«Biz evimize girip kapılarımızı kapadıktan, perdelerimizi çektikten ve
elbiselerimize büründükten sonra göğüslerimizi Muhammed'e olan kin ve
düşmanlığımızla büktüğümüzde kimin bizden haberi olabilir?» diye
fısıldaşıyorlardı. İlgili âyet onlar hdkkında inmiştir. [10]
«Dikkat et ki, onlar
O'ndan gizlenmek için göğüslerini katlayıp (iki) büklüm olurlar.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizi sıradan bir insan gibi kabul edip arkasından olmadık sözleri
söyleyen ve içlerindeki kin ve düşmanlığı kelime kalıbına döküp aşağılığın en
kötüsünü tezgâhhyan münafıkları uyarmak gerekiyordu. Zira onların ikiyüzlü
halleri, dönek karakterleri, İslâm'ın gelişmesini engelliyor ve Hz.
Peygamber'in (A,S.) kafa ve kalbinde taşıdığı ilâhi feyiz, rahmet ve inayetin
sırrı ve hikmeti bir bakıma meçhul kalıyordu. Gizli-açık her şeyi biien Cenâb-ı
Hak, ikiyüzlü alçakların iç yüzlerini ortaya koyarak mü minleri rahat ve
huzura; İslâm'a girmek İsteyenleri iyi niyet ve kararlı olmaya kavuşturdu. Hz.
Muhammed'e (A.S.) ve Kur'ân'a hasım olanları da insafa davet ederek, kapalı
kapılar arkasında birtakım entrikalar çevirmelerinin kendilerine hem dünyada,
hem de âhirette bir yarar ve şeref sağlamayacağına işarette bulundu.
Nitekim bu âyetin
inmesi üzerine, Peygambere (A.S.) olan kin ve nefretlerini çok gizli tutan ve
açık vermemeye özen gösteren münafıklar birbirlerinden şüphelenmeye ve kuşkulanmaya
başladılar. Böylece aralarındaki güven sarsıldı, birlik ve dirlikleri bozuldu.
Diğer birini ise, derinden derine şöyle düşünmeye şevketti; «Muhammed (A.S.)
bizim çok gizli konuşmalarımızı ve içimizden geçirdiklerimizi Allah'tan alıp
öğrenmiyorsa, nereden alıyor?! Haydi fısıltılarımızı duyup ona iletenler oluyor
diye varsayalım, ya içimizden geçenleri kim duyuyor ve haber veriyor?!»
Böylece münafıklar daha
temkinli davranmaya özen göstererek ortalığı karıştırmaktan, fitne ve fesat
tohumlarını saçmaktan biraz olsun vazgeçtiler. En azından kafalarında birtakım
sorular belirdi, Muhammed (A.S.)ın vahiy aldığı doğru olabilir şeklinde bazı
değişmeler ve dönüşler içlerini kemirmeye başladı. [11]
Yukarıdaki âyetle
ikiyüzlü döneklerin, İslâm'a kin ve düşmanlık besleyen münafıkların bazı gizli
halleri teşhir edilerek mü'minlere bilgi, onlara ise uyan verildi.
Aşağıdaki âyetlerle
inkarcılarla ikiyüzlüleri daha geniş ve etraflı düşünmeye sevketmek için
Allah'ın yeryüzünü canlılara nasıl hazırlayıp rı-zıklarını belirlediği
anlatılıyor. Her canlının eyleştiği yfc.i -w besleneceği gıdasını Allah'ın
bildiğine ve hiçbir şeyin O'ndan gizli olmadığına atıflar yapılıyor. Sonra
yerin ve göklerin insan için yaratıldığına işaretle dünya hayatının bir
hazırlık dönemi bulunduğu açıklanıyor. Sonra da akla ve araştırıcı olan ilim
adamlarına temel bilgi verilerek yerin ve göklerin altı dönemde veya devirde
yaratıldığı bildiriiiyor. Kalbleri küfürle kararıp gerçeği anlayamayanların
öldükten sonra dirilmeyi bir türlü havsalalarına sığ-dıramadıklanna temasla,
inkârın, hakikatleri göremiyecek kadar kalp gözünü kör ettiğine işarette
bulunuluyor. Sonra da inkarcı sapıkların korktukları şeyden yakalarını
kurtaramiyacakları hatırlatılıyor.
Böylece önce insanın duygu ve
düşüncesine hitap edilerek ufku biraz genişletiliyor; arkasından aklını ve
vicdanını kullanabilmesi için birtakım ana fikirler, ip uçları veriliyor;
sonra da gereken uyarı yapılarak kişiler kendi niyet ve amelleriyle başbaşa
bırakılıyor. [12]
6—
Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın.
Onların yerleştikleri yeri de, tevdi' edildikleri yeri de bilir. Bunların
hepsi açık kitapdadır.
7— O sizi
denemek, hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri
ve yeri altı gün (devir)de yarattı ki Arş'ı da su üstünde idi. Eğer onlara,
öldükten sonra diriltilip kaldırılacaksınız, diyecek olsan, o küfredenler,
«herhalde bu açık bir sihirden başkası değildir!» diyecekler.
8— Şayet
azabı onlardan sayılı bir süreye kadar geciktirecek olsak, «onu engelleyip
alıkoyan nedir?» diyecekler. Bilin ki azap onlara geldiği gün, artık
kendilerinden çevrilecek değildir ve alaya aldıkları şey onları iyiden iyiye
kuşatacaktır.
Ebû Rezîn el-Ulkiylî
(R.A.) anlatıyor: Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:
— Ey Allah'ın Resulü;
Cenâb-ı Hak, şu yarattıklarını yaratmadan önce neredeydi?
Cevap verdi:
— O bir âmâda idi, ne
üstünde hava vardı, ne de altında... [13]Açıklama
:
İmam Ahmed b. Hanbel'e
göre, hadîste geçen «ama» tabirinden maksat, Allah ile beraber hiçbir şey
yoktu, demektir.
Ebû Bekir el-Beyhakî
de diyor ki: «Allah hep vardı ve vardır, O'nunla beraber hiçbir şey yoktu.
O'ndan önce ne su, ne Arş, ne de oaşka bir şey vardı demektir.»
Yine aynı zat diyor
ki: «Ama kelimesini med ile yazılmış şekilde gördüm; eğer böyle ise, manası,
«çok ince bulut tabakası ve görüntüyü engelleyen gaz» anlamına gelir. Kasr ite
okunduğu zaman ise, «hiçbir şey sabit değildi» neticesi ortaya çıkar.»
İbnü'l-Esîr'e göre,
amâ, ince bulut tabakası demektir ve hadîs-i-şerîf hazfı muzaf üzeredir.
Resûlüllah (A.S.)dan «Allah halkı yaratmadan önce neredeydi?» diye sorulan
cümleden bir kelime hazfedilmiştir. Aslı, «Allah halkı yaratmadan önce Arş'ı
nerede idi?»dir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu :
«Allah henüz gökleri
ve yeri yaratmadan eiiioin yıl önce rrahiûkatın kaderlerini yazdı ve Arşı da su
üstünde i.i.»[14]
«Allah hep vardır, O'ndan , 9
.< hiçbir şey -oktu. Arşı da su üstünde idi. Sonra gökleri, yeri yarattı
ve itabr her şeyi yazdı.» [15]
Dâbbe kelimesi her ne
kadar debelenen canlılara konulan bir cins isimse de, yeryüzünde yürüyen,
hareket eden bütün canlıları kapsamına almaktadır ve insan da bu kapsamın
içinde bulunmaktadır.
Yeryüzünde yalnız
böceklerin milyarları aşan sayısına bakılırsa canlıların sayısı hakkında kesin
bir rakam vermenin mümkün olamıyacağı kendiliğinden anlaşılır.
Âyetin acık
anlatımından, her canlının rızkının Allah'a ait olduğunu, her birinin eyleşip
karar kıldığı yeri, doğum ve ölümünü de Allah'ın mutlak surette bildiğini
öğrenmekteyiz. Şüphesiz ki, İnsan idrâkine sığmayan, aklın sınırının çok
ötesinde olan, mahiyeti asla bilinmeyen O yüce yaratanın elbette her şeyi
bilmesi gerekir. Aksi halde o canlıların Rabbı olamaz. Çünkü Rab sıfatı,
kâinatta mevcut her şeyin mahiyetini bilip hilkatinin özelliğine göre,
plândaki yerini belirlemeye ve geliştirip tekâmül ettirmeye, maddî ve manevî
ihtiyaçlarını hazırlayıp programlamaya delâlet etmektedir.
O halde mesele, her
canlının rızkını nasıl ve hangi yoldan vermesi ve karşılaması ile ilgilidir.
Ama biraz düşünüp, biraz da araştırdığımız, hiç değilse hayvanlar hakkında
yazılan ciddi eserlere bir göz attığımız zaman, bu meseleyi çözmekte zorluk
çekmeyiz. Cenâb-ı Hak her canlıyı, onun yaratılış özelliğine, plânda ayrılan
yerine ve hizmetine göre belü kanunlara, programlara, diğer bir deyimle, ona
has hayat kanunlarına bağlamıştır. Hiçbir canlı başıboş, hikmetsiz ve amaçsız
yaratılmamıştır. Haklarındaki kanun onlara bir zekâ, içgüdü vermekte ve her
biri içgüdüsüyle, zekâsıyla rızkını bulabilmekte ve neslini devam
ettirebilmektedir.
Demek ki, ortada
tanımı çok zor bir plân ve program vardır. Aynı zamanda bu plânda yaratılması
takdir edilen her canimin özellikleri, eyleşe-cekleri yerler, yiyebilecekleri
gıdalar ve- nesneler, hayat süreleri ve üreyip çoğalmaları bütün ayrıntı ve
incelikleriyle belirlenmiştir. Kusursuz şekilde uygulanan plân aksamadan
hedefine doğru ilerlemekte ve taşıdığı ilâhî hikmeti bütün parlaklığıyla
yansıtmaktadır.
İlgili âyetle bu plân
bizlere hatırlatılmakta ve Cenâb-ı Hakk'a inanmayanların akılları ve
vicdanları kamçılanarak gerçeğe yönelmeleri istenmektedir. Sadece akıllara
durgunluk veren «dabbe ile ilgili plân ve program» üzerinde düşünecek olursak,
Allah'ın varlığı, birliği ve kudretinin sınırsızlığı, ilminin her şeyi kapsayıp
kuşattığı bütün ihtişamıyla gözlerimizin önüne serilir de «Allah!» deyip
secdeye kapanmaktan başka bir şey düşünemez oluruz.
Ayette gecen «kitab-ı mübîn»,
sözünü ettiğimiz muhteşem plânın devinin, ana hatlarının bütün incelikleriyle,
hikmet ve esrarıyla vazıh bulu-Le'vh-i Mahfuz'dur. Bu da bize, kâinatın en
mükemmel plânda yaratı "programlandığını, hiçbir şeyin amaçsız
yaratılmadığını, varlıkta mutlak bir denge ve düzenin hâkim olduğunu
öğretmekledir. [16]
<O sizi denemek,
hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri
altı gün (devir)de yarattı...»
A'râf sûresinde de
aynı mealde bir belge açıklanmış ve Allah'ın varlığı hakkında kuvvetli bir
delil anlamında insan aklına seslenilmişti. Burada yine putperest inkâroı
inatçıların duygusal davranarak Hakk'a karşı gelmeleri konu edinilirken üç
önemli delil ortaya konuluyor ve göklerle yerin altı devirde yaratıldığı
tekrarlanıp akla malzeme veriliyor.
Ayrıca dördüncü bir
delil daha getirilerek göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bir ipucu
veriliyor ki o da şudur: «Arşı da su üstünde idi..» Bilindiği gibi, su
canlıların hayat kaynağıdır. Hayatın tamamı, suda maddelerin bir eriyiği olan
protoplazmada oluşur, onunla korunur ve sürekliliği sağlanır. Susuz hiçbir
protoplazma mevcut olamıyacağı gibi, protoplazmasız da canlının, hayatın
olamayacağı kesinlik kazanmıştır.
Su sadece insan ve hayvan
için değil, bitkiler için de hayafkaynağıdır. O bakrmdan rahatlıkla denilebilir
ki: Hayat suda başlamış ve suda doğmuştur. İlk insan Adem Peygamber'in sıvı
yapışkan bir balçıktan yaratılması da bize hayatın suda başladığı hakkında
ipucu vermektedir. [17]
Arş'ın büyüklüğünü
tahmin veya tasavvur etmek bile mümkün değildir. Kâinat ve uzay alabildiğine
geniştir. Dünya'dan milyonlarca, hattâ milyarlarca defa büyük olan milyonlarca
yıldız bu geniş alanda bir toz serpintisi görünümündedir. Bunların üstünde ve
ötesinde Kur'ân ve Hadîslerin, 'arlığını belirlediği Arş ve Kürsî vardır.
Göklerin ve yerin bu iki varlığa ranla, büyükçe bir çöle atılan bir halka
misali otduğu haber verilmektedir. İşte bu kadar büyük olan ilâhî Arş'ın su
üstünde bulunduğunu Kur'ân ha-•eriyor. önce su ve Arş, sonra da göklerin ve
yerkürenin yaratıldığı (atılıyor. Böylece göklerin ve yerin Arş'tan kopma birer
parça olduğu ha-
tıra gelebilir. Nitekim
Enbiyâ sûresinde bu husus açıklanarak şöyle buyu-ruiuyor: «İnkarcı sapıklar,
göklerle yerin bitişik olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı
sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar
mı?!» [18]
«O, gökleri ve yeri
altı gün (de-vir)de yarattı....»
İnsan ve diğer
canlıların ve bitkilerin yaşamasına elverişli şartlan oluşturması için
göklerle yerin üzerinden altı önemli devrin geçmesi plânlanmıştır. Yer
kabuğunun oluşmasından, denizlerin meydana gelmesinden, bitki ve hayvanların
yaratılıp düzene sokulmasından sonra, insan yaratılmış ve hazır bir dünyaya
gözlerini açmıştır. Madenlerden su kaynaklarına, kömürden petrola kadar her
şey önceden planlandığı şekilde oluşturulup hazırlanmış ve insan oğlunun
istifadesine, diğer bir deyimle hizmetine verilmiştir.
Gerçi Allah yegâne kudret
sahibidir; dileseydi bütün bunları bir anda da yaratabilirdi. Ama öyle
dilememiştir. Her şeyin var kılınıp oluşmasını, gelişip yararlı duruma
gelmesini belli kanunlara ve programlara bağlamıştır. Böylece cok uzun
devirlerin geçmesiyle bu kâinat oluşmuş ve bugünkü düzene kavuşmuştur.
Sebebine gelince : İlmî araştırmalara imkân hazırlamayı, insan aklına ve
zekâsına malzeme verip harekete geçirmeyi ve her şeyde kendi kudret damgasını
gösteren denge ve düzen kurmayı dilemiştir. Günümüze kadar yapılan bilimsel
çalışmalar ve araştırmalar, Allah'ın bu yüksek irâdesinin birer yankısı
olmuştur. [19]
İnsanı ölümlü bir
dünyaya getirip ona hayatın acı ve tatlı yanlarını tattıran, yaşama zevkini
verip sonsuza kadar diri kalma arzu ve isteğini bahşeden Allah, neden onu
böylesine kısa ve ölümlü bir hayata getirmeden ebedî hayat sınırından içeri
gecirmemiştir? Bu sorunun cevabı yukarıda konumuzu oluşturan âyetle
açıklanmıştır; şöyle ki : «O sizi denemek, hanginizin amelînin daha güzel
olduğunu ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı gün (devir)de yarattı....»
buyurularak her nîmetin ve saadetin o nis-
bette bir külfet
karşılığında olduğuna işaret edilmiştir. Öyle ki, yüce ve sonsuz nimetlerin,
çilesiz bir hayatın, elemsiz ve kedersiz bir ömrün kıymeti ancak bunların
karşıtıyla donatılan bir hayattan geçtikten sonra anlaşılabilir.
İnsan diğer canlılara
benzemeyen ayrı bir hilkat ve özelliktedir; o ne melektir, ne de basit bir
hayvandır. İkisi arasında, her birinden bazı sıfatları kendinde taşıyan başka
bir varlıktır. İyiye, kötüye, imâna ve küfre eğilimlidir. Ona verilecek yüce
nimetler veya cezalar onun eğilimine göre bir ölçü ve anlamda olacaktır.
Özetliyecek olursak,
diyebiliriz ki : Dünya'ya getirilişimizin amaçlarından biri, kimin daha iyi,
daha güzel iş ve amelde bulunacağını ortaya çıkarmak, mayasındaki cevherin
üzerindeki kılıfı sıyırıp onun asıl karakterini belirlemektir. O halde inanan
kişilerin iyilikte, yararlı işlerde, güzel amellerde birbirleriyle yarış
halinde olmaları gerekmektedir. Nitekim Mülk sûresi ikinci âyette bu gerçeğe
değinilerek açıklık getirilmiştir: «Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını
deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur, O, çok üstündür,
çok güçlüdür ve çok bağışlayandır.» [20]
«Eğer onlara, öldükten
sonra diriltilip kaldırılacaksınız, diyecek olsan, o küfredenler, «elbette bu
açık bir sihirden başkası değildir!» diyecekler.»
Akıl ve idrâkini
kâinat kitabına çevirmeyen, en azından hayvanlar ve bitkiler âlemini araştırıp
ilâhî kudret, düzen, denge ve tasarrufun hâkim olduğu bu kesimlerle
ilgilenmiyen veya böyle bir zahmete katlanmayan ve insanların ellerinde ve
ayaklarında neden beşer parmağın yer aldığı üzerinde durmayan, sadece birtakım
varsayımlarla yetinip Darvvin'in «evrim» nazariyesini can simidi sayıp
canlıların devamlı bir değişme ve başkalaşma halinde olduğuna inanan maddeci
inkarcıların gayet tabii olarak ölümden sonra dirilmeye inanmaları düşünülemez
ve bu ilâhî beyâna karşı kayıtsız kalmaları pek yadırganmaz.
Gerçi bilim ve
tekniğin birçok imkânlarından yoksun olan Mekke putperestlerinin görüş ve
iddia acısı daha değişik idi. Onların, kabirlerde, ya-" toprak altında
çürüyüp ufalanan kemikleri görünce, «bunların tekrar bir-
araya gelip canlanması
ancak açık bir sihirle gözboyama olabilir» demekten başka bir bilgi ve
kültürleri yoktu. Yirminci asrın insanı ise, birçok alanlarda ilim ve tekniğin
nimetlerine, geniş çapta araştırma malzemesine erişmesine rağmen, hâlâ insanın
maymundan, gorilden veya okyanuslardaki beş kemikli yüzgeci olan balıktan
türediğini iddia etmekte ve böylece âhi-reti, öldükten sonra dirilmeyi bir
çırpıda inkâr etmekte ve kutsal değerleri temelinden reddedip hayatı bütünüyle
bir tesadüfe bağlamaktadır.
Kur'ân'da bunlara dört
ana fikir verilmekte ve bu açıdan hareketle kâinatın tesadüfler zinciri
olmadığı belirtilerek iyice düşünme imkânı bahsedilmektedir. Ne yazık ki,
pozitif ilimlerde söz sahibi olan uzmanların çoğu Kur'ân'ı bir gün olsun okuma
ihtiyacını duymamakta, din hakkında çok sığ ve basit bilgilerle yetinmeyi
ihtiyar etmekteler. Gerçi bu bir eğitim meselesidir. Kur'ân-ı Kerîm üzerinde
bilimsel araştırma yapacak bir enstitü, ya da akademi kurulmadıkça günümüzün
okumuşlarının çoğundan böylesine bir dönüş ve yöneliş beklenemez.
Hayreti mucip bir olaydır ki,
Hıristiyan olan Batılı bazı seçkin ilim adamları Kur'ân'ı iyice araştırma
zahmetine katlanmakta ve her kelimesiyle Üâhî olduğuna inanarak bu konuda
kitaplar yazmaktalar. Ümit ederiz ki, tek yanlı yetişen ilim adamlarımız, her
konuda Batılı ilim adamlarını kaynak görüp gösterdikleri gibi, Kur'ân ve İslâm
konusunda da pek yakında onları kaynak görmeye başlayacaklardır. [21]
Dünün olduğu gibi,
bugünün maddeci insanı da her felâketi ve yok edici her olayı tabii bir olay
saymakta, ilâhî plân, program ve tasarrufu aklının ucundan olsun geçirmemekte
ve aslında kendisini saran elim felâketi görmemektedir. Oysa Hakk'ı inkâr,
ilâhî kudretin eşyadaki damgasını görmemek ve böylece hayata tesadüfler
zincirinin oluşumu açısından bakmak musibetlerin en kötüsü, felâketlerin en
beteridir. En azından zekâsı gelişmiş, ruhu ve vicdanı ihmal edilmiş, kutsal
değerlerden uzak bırakılmış nesillerin ortaya çıkmasıyla kendi kültürlerine en
büyük kötülüğü yapmışlardır. BuF gerçekte bir felâket değil de nedir?
Sonra da toplum
yapısında güvenin sarsılması, insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygı
duymaması huzur havasını bütünüyle yok etmemiş midir? Zira aile ve toplumu
ayakta tutan birtakım değerler söz konusudur. Onlar gözardı edildiği veya
unutulduğu takdirde toplum ve aile manen çökmüş ve çözülmüş sayılır. Oysa hiç
kimsenin toplumu bu duruma düşürmeye hakkı yoktur. Bilmiyorlar ki, dengesiz
bir toplumun, güvensiz, istikrarsız bir ailenin oluşması, millet için yıkıcı
bir depremden, yakıcı bir yangından, silip süpürücü bir kasırgadan daha kötü ve
daha beterdir.
Kur'ân'da belirtildiği
gibi, bu azap ve felâketin temelinde Allahsızlık, imansızlık, dengesizlik
yatmaktadır. Böylesine bir azap ve felâket kendi haline bırakılıp acil tedbir
alınmadığı takdirde telafisi gayr-i mümkin neticeler doğurur. Aslında gelecek
azabın gecikmesi hiç kimseye umut vermemelidir. O yavaş yavaş, emekliyerek
oluşur, bir gün gelir de hiçbir engel ve set dinlemiyecek büyük bir sel
felâketi halini alabilir.
Kur'ân'da bu sonuca dikkatler
çekilerek söyle buyuruluyor: «Alaya ahp durdukları şey onları iyiden [yiye
kuşatocaktır.» [22]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâinat plânında yer alan her canlının rızkının ve eyleşeceği yerin belli
ölçülere bağlandığı ve ezelî ilimle takdir edildiği açıklanarak, araştırıcılar
için ana fikir verildi. Sonra da göklerin ve yerin altı uzun devirde
yaratıldığına değinilerek kâinatın önemli bir bölümünün insan için yaratılıp
hizmete sevked ildiği ne işaret edildi ve bu mükemmel düzen içinde insandan en
güzel ve en yararlı hizmetlerin beklendiği açıklanarak herkesin kendi
yeteneklerine göre ezelî plândaki yerini alması hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle insan
oğlunun dünya hayatında ardı-arkası kesilmeyen denemelerle karşılaşacağına, bazan
umut dolu günler, bazan da ümitsizliğe düşer gibi sıkıntılı anlar geçireceğine,
her iki durumda da sabırlı olup sonucu güvenle beklemesinin yararına işaret
ediliyor. [23]
9— İnsana kendi tarafımızdan bir rahmet
tattırdıktan sonra, onu ondan çekip alırsak, (bir de bakarsın ki) o çok
umutsuz ve çok nankördür.
10— Eğer
kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra nîmet tattırsak, and olsun ki o,
«sıkıntılar ve kötülükler benden ayrılıp gitti» der. Şüphesiz ki o (bu durumda)
çokça sevinir ve böbürlenir.
11— Ancak
sabredip güzel-yararlı amellerde bulunanlar böyle değildirler. İşte bunlara
bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.
«Canımı kudret elinde
tutana and olsun ki, mü'mine bir keder, bir dert, bir ağrı ve sızı, bir üzüntü,
hattâ bir diken dokunmaya görsün, mutlaka Allah o sebeple onun günah ve
hatâlarını temizleyip bağışlar.» [24]
«Canımı kudret elinde
bulunduran zata yemin ederim ki, Allah, mü'-min hakkında ne kadar bir kaza
hükmederse, mutlaka onun için hayırlı olur. Öyle ki: Ona bir genişlik (bolluk)
gelir de şükrederse, kendisi için hayırlı olur; bir sıkıntı dokunur da
sabrederse, yine onun için hayırlı olur. Bu fazilet ancak mü'mine aittir.» [25]
«İnsana kendi tarafımızdan
bir rahmet tattırdıktan sonra, onu ondan çekip alırsak, (bir de bakarsın ki) o
çok umutsuz ve çok nankördür.»
İnsan karakterinin,
diğer bir tabirle onun iç yapısının, huyunun ana çizgileri birbiriyle
kesişmektedir. Elindeki nîmet çekilip alınınca derin bir üzüntüye kapılıp
umutsuzluğa düşer ve o nimetten hiç yararlanmamış havasına girerek nankörlük
eder; bazan da hakkı inkâr edecek kadar dengesiz olur. Temelde sağlam bir iman
bulunmadığından sabır ve dayanma gücünü bir anda kaybeder. Bunun aksine dokunan
bir sıkıntıdan sonra nî-mete erişirse, ilâhî inayet ve kudreti unutup «sıkıntı
benden ayrılıp gitti» der de, «Allah beni sıkıntıdan kurtardı» demez. O sebeple
Allah'a hamdet-meyi aklından bile geçirmez. Üstelik sevincinden yerinde duramaz
olur da şımarır; sonra da kuvvet ve kudreti kendinde ve zahiri sebeplerde görür
ve böylece sebepleri kendi kudret elinde tutup harekete geçiren Allah'ı
hatırlamaz.
Bu bakımdan birbiriyle
durmadan kesişen bu duygu ve düşünceler, sabır, hamd ve şükürle gerçek ölçüsünü
bulmadığı takdirde, kişiyi bir sürü günah ve isyana itip hayatının denge ve
düzenini bozar ve âhiretini de berbat edebilir. Ancak kişinin sabır ve şükür
düzeyine gelebilmesi, kâmil anlamda bir imân ve irfanla mümkündür. Bunun için
de Peygamber mektebinin verdiği feyiz ve rahmetten yararlanmaya ihtiyaç vardır.
O da ancak ciddi bir eğitimle gerçekleşebilir.
İlgili âyetle bu
incelikler yansıtılarak, «Ancak sabredip güzel-yararlı amellerde bulunanlar
böyle değildirler, işte bunlara bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.»
buyurulmaktadır.
Unutmamak gerekir ki,
insana verilen her nîmet eğreti bir anlam taşımaktadır. Aym zamanda dünyevî
nimetler amaç değildir, her iki hayati kazanmanın birer aracıdır. O bakımdan
Allah verdiklerini bir gün geri alabilir, inancıyla Hakk'a teslimiyet
göstermek, gelecek olan her türlü sıkıntı ve musîbeti hafifletecek bir irfan
oluşturur. Böylece arız olan kusur ve günahlar da bağışlanıp temizlenir.
İnsana bol nîmet eriştiğinde
ise, onu vereni, hazırlayıp takdîm edeni hatırlar ve büyük bir imtihanla karşı
karşıya bulunduğunu düşünerek Al-ah'a kalbiyle, diliyle ve organlarıyla
şükreder ve ona lâyık olabilmenin yollarını arar da Hakk'a teslimiyet ve
mahviyetle yönelirse, hem sınavı basarıyla neticelendirmiş olur, hem de nimetin
daha da artmasına yol açmış bulunur. Böylesine âhirette daha büyük nimetler ve
mükâfatlar hazırlandığı ise, her türlü şüpheden uzak bir kesinlik arzeder. [26]
«Ancak sabredip
güzel-yararlı amellerde bulunanlar böyle değildirler.»
İlgili âyetler, bir
önceki âyetlerin taşıdığı mana ve hükümleri tamamlamaktadır. Sıkıntı ve
genişlik gibi iki karşıt durum arasında zikzak çizen insanlardan güzel, yararlı
amellerde bulunanlar övülürken, aksine bir anlayış ve tutum içinde bocalayıp
duranlar yeriliyor, en azından nankörlük ve şımarıklıkla vasıflanıyor ve
kınanıyorlar.
Böylece âyetlerin
delâletinden, sabır ve şükrün, sağlam imân ve sâlih amelin ürünü; nankörlük,
şımarıklık ve böbürlenmenin ise, kötü amellerin tabii neticeleri olduğu
anlaşılıyor.
11. Âyette sabır ve satıh amellerden
söz edilirken, imândan söz edilmemiştir. Çünkü Allah yanında makbul olan sabır
ve sâlih amel, yine Allah'a dosdoğru imânın ürünü olanıdır. O bakımdan imân
zımnen anılmış sayılır. [27]
«İşte bunlara mağfiret
ve ecr-i kebîr vardır.»
İlgili âyet, imân temeli
üzerinde filizlenip yeşeren sabır ve sâlih amelin İki büyük mükâfatından söz
etmektedir: Birincisi, mağfiret, ikincisi, ecr-i kebîr., Birinci mükâfat, insan
ne kadar sabırlı olur, sâlih amellerde bulunursa bulunsun, az-çok günah da
işlemekten kendini kurtaramıyaca-ğına delâlet etmektedir. Hem Allah sadece
peygamberleri günahlardan korumuştur. Diğer insanlara böyle bir mazhariyet
verilmemiştir. O bakımdan kişinin makam ve mertebesi ne kadar yüksek olursa
olsun, mutlaka Allah'ın mağfiretine muhtaçtır. Sağlam imânından fışkıran iyi,
yararlı amelleri ağır bastığı takdirde, hem iyi insan olarak yazılır, hem de
ilâhî mağfiretin tecellisine lâyık olur. İkinci mükâfat, âhirette Cenâb-ı
Hakk'ın o gibi kullarına Cennet ve Cemalini nasip edeceğine işarettir. Zira
Cemalüllah'-tan, sonra da Cennet'ten daha büyük mükâfat ancak ilâhî rıza
mertebesine lâyık görülmektir. Zaten Allah ancak kendilerinden razı
olduğu kullarına bu iki nimetin kapısını açar. [28]
Yukarıdaki âyetlerle
insan karakterinin kesiştiği hususlar üzerinde duruldu. Sağlam imân, köklü
dinî tahsîl ve ciddi dinî eğitim görmeyenlerin çoğunun olaylar karşısında
sarsılıp dengesizliğe düşeceğine işaret ediidi. Sonra da imân temeli üzerinde
yeşerip filizlenen sabır ve sâlih amele dikkatler çekilerek buna sahip olan
kişiler övüldü.
Aşağıdaki âyetlerle, imândan
uzak, sâlih amel ve sabırdan mahrum olan inkarcıların yersiz birtakım istekleri
konu edinilerek yeriliyor. Sonra da Peygamber'in (A.S.) görev sınırı
belirlenerek bütün mü'minlere o konuda en sağlam kıstas gösteriliyor.
Arkasından Kur'ân hakkında şüphe izhar ederek Muhammed'in (A.S.) uydurması
olduğunu iddia edenler isbata çağrılıyorlar. [29]
12— Onların
O'na (sapık inkarcıların Peygamber'e) bir hazîne indirmeli değil miydi veya
onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi? demelerinden neredeyse sana
vahyolunanın bir kısmını terkeder gibi oluyorsun ve bu sebeple göğsün
daralıyor. (Unutma ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise, her şeyi
düzenleyen, koruyan ve yönlendiren tek güven kaynağıdır.
13— Yoksa
Kur'ân'ı O mu uydurdu diyorlar? De ki: Öyle ise haydi onun gibi uydurma on sûre
getirin ve sözünüzde doğrulardan iseniz, Allah'tan başka gücünüzün yettiği
(kadar) kimseleri (de yardımınıza) çağırın.
14— Eğer
sizin (bu önerinize) olumlu cevap vermezlerse, bilin ki O, Allah'ın ilmiyle
donatılarak indirilmiştir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, ancak O vardır.
Artık siz teslimiyet gösterip İslâm'ı kabul etmez misiniz?
Putperest Mekkeli'ler,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizi küçük düşürmek, inen ilâhî âyetleri birer eğlence
ve oyun haline getirmek için ne lazımsa onu yapmaya çalıştılar. Hz. Muhammed'e
(A.S.) sihirbaz, şâir, eskilerin masallarını anlatan hikayeci, akli dengesi
bozuk gibi birçok yakışıksız sözler ve yersiz sıfatlar kullanarak kinlerini,
düşmanlıklarını aralıksız sürdürdüler. Ne var ki, bütün bunlar Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin yüksek şahsiyeti karşısında sabun köpüğü gibi sönmeye,
silinip değersiz hale gelmeye mahkûm olmuştur.
Sözünü ettiğimiz
yakışıksız sözler halk tarafından tutulmayınca taktiği değiştirerek inen
âyetleri alay konusu edinmeye, hafife almaya başladılar : «Ona bir hazine
indirilmeli değil miydi veya Onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi?»
diyerek çevreyi olumsuz yönde şüpheye sokmayı denediler. Kur'ân'ın putları ve
putperestleri yerden yere vuran belgelerini dillerine dolayıp bazı ilâvelerle
yıkıcı propagandada bulunmaya devam ettiler. O kadar ileri gittiler ki,
neredeyse Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz inen vahyin bazı kısımlarını tebliğ
etmiyecek veya bir süre erteliyecek gibi oldu. Derken yukarıdaki âyet inerek,
ortam ve şartlar ne olursa olsun, inen vahyin mutlaka tebliğ edilmesinin gereği
hatırlatıldı.
Şüphesiz ki Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in kafasından geçen böyle bir erteleme düşüncesi, sadece
İslâm'ın lehine yönelik bulunuyordu. Aşırı bir saldırı karşısında bir süre
susmanın faydalı olacağı umudu bir bakıma söz
konusu idi. Kesin bir karar
verilmiş değildi. Ancak tedbirde az bir kusur olabilirdi. İlgili âyet inince,
böyle bir tedbirin gereksiz ve faydasız olduğu anlaşıldı ve ilâhî emre mutlak
surette uyan Hz. Peygamber (A.S.) o gibi düşünceleri kafamdan çıkarıp attı. [30]
Kur'ân ilgili âyetle,
dini ve ilâhî buyrukları teblîğde mü'minlere ve daha çok ilim adamlarına bir
ölçü vermekte, tavizin yeri olmadığını belirtmektedir. Zira Hz. Peygamber
(A.S.) dini tebliğ ile görevli bulunduğuna göre, hemen her konu ve meselede
ümmetine bir misal ve ölçü vermekle yükümlüydü. Bütün teşebbüsleri,
düşünceleri, söz ve davranışları birer misal ve ölçüdür. Kur'ân'da önemli
konularda onun şahsında beliren bu ölçü ve misaller açıklanarak ümmetine
sağlam metotlar verilir.
Din ve mukaddesat
aleyhine olumsuz yönde propaganda yapanlar ve ilâhî âyetleri alaya alanlar ne
kadar çoğahrsa çoğalsınlar, günün şartlarına ve imkânların el vermesine göre,
teblîğ ve irşat görevini aksatmamak gerekir. Aksi halde alan bütünüyle inkarcılara
bırakılmış olur ki bu, dinin o yerde yanmakta olan meşalesinin sönmesine rıza
göstermek anlamına gelir. Ancak çevrenin, ortamın ve şartların çok iyi
değerlendirilip irşat ve tebfîğ hizmetini ona göre sürdürmeyi planlamakta büyük
yarar vardır. Düşmanın azgınlık ve zulmünü, aşırılık ve ahlâksızlığını
artıracak şekilde hareket etmek sünnete aykırıdır. 13 yıllık Mekke döneminde
uygulanan metot, izlenen strateji sözü edilen sünneti bütün açıklığıyla ortaya
koymaktadır.
O bakımdan Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin Kur'ân'ın gölgesinde, inen âyetlerin ışığında bilhassa Mekke'de
nasıl bir irşat ve teblîğ usulü uyguladığını çok iyi araştırıp ona göre bir
program hazırlamak gerekir. Aksine bir düşünce ve tutum İslâm'ın aleyhine
neticelenebilir. [31]
«Yoksa Kur'ân'ı O
mu dİy°rlar? De ki: Övle îse onun gibi
uydurma on sûre getirin.
Inkârçı müşrikler,
Kur'ân için «Muhammed'in uydurması» mı diyorlar; o halde iddialarını isbat için
kendileri de onun bir benzeri on sûre uydurup
taya koysunlar. Zira
Mekkeli'ler Arap dilinde ve edebiyatında oldukça ileri bir safta
bulunuyorlardı. Şiir kalıplarını çok iyi bilenlerden sayılırlardı. Söz söylemek
onların ayrı bir sanatı idi. Kur'ân'm beşer tarafından uydurulduğunu iddia
etmeleri, kendilerinin onun bir benzeri on sûre uydurup ortaya çıkarmalarına
çağrışım yapıyordu. İlgili âyet bu çağrışıma parmak basıyor ve onları bir
bakıma mindere davet ediyordu. Hem Hz. Muhammed (A.S.) Efendimizin çocukluğu ve
gençliği Mekke'de geçmişti. Onun günlük hayatı bile en ince taraflarına
varıncaya kadar biliniyordu. Hayatında hiç yalan söylememiş, hiçbir şey
uydurmamış, doğruluktan, ciddilikten hiç ayrılmamıştı. İnsanlara iftira etmiyen
Allah'a karşı nasıl yalan uydurabi-lirdi. Hiç yalan söylemeyen, nasıl olur da
Allah'a karşı yalan söyeyebilirdi. Sonra Onun konuşma tarzı, üslûbu ve bilgi
seviyesi çok iyi biliniyordu. Kur'ân'daki hakikatleri kendi kafasından çıkarıp
ortaya koyması mümkün değildi. Aynı zamanda Kur'ân'da hâkim olan ifade tarzı,
onun ifadesinden kesinlikle ayrılıyor, beşer sözüne asla benzemiyordu.
Eğer Kur'ân insan sözü
ise, ey inkarcı sapıklar! siz de insansınız; şâir ve edip sözü ise, sizde de
ünlü şâirler ve edipler vardır. Toplanın, bütün yeteneklerinizi ortaya koyun,
bütün yardımcılarınızı biraraya getirin, Kur1-ân'ın on sûresine benzer on sûre
uydurup ortaya koyun. Eğer iddialarınızda doğrular iseniz, haydi durmayın onun
bir benzerini getirin!.
Kur'ân'm, o sıkıntılı
ve buhranlı günlerde ve Arap edebiyatının doruğuna eriştiği dönemde
inkarcılara karşı açıktan meydan okuması, onun ilâhî olduğunun bir başka
belirtisi ve açık belgesidir.
Görülüyor ki, aradan
onbeş asır geçmesine rağmen, Kur'ân gibi dinî esasları, ahlâkî umdeleri, hukukî
sistemleri, ilmî esasları, ana fikirleri, temel bilgileri kusursuz, hatasız
yazıp biraraya getiren bir kuvvet ortaya çıkamamıştır. İnsan karakterini,
psikolojik yapısını, milletlerin hayat dengesini, var olma ölçü ve
kıstaslarını en doğru ve isabetli çizgileriyle ortaya koyan ve yüzdeyüz
isabetli olan bir sistem ortaya çıkarılamamıştır. Oysa Kur'ân'da bütün bu
esaslar ve prensipler en sağlam temeller üzerine oturtulup açıklanmış ve
hiçbir zaman ilmî tesbitler bunları çürütememiş, bilâkis tasdike mecbur
kalmıştır.
Kur'ân'da fizik
ötesinden en doyurucu bilgilere yer verilmiş, âhiret âlemi ve safhalarıyla
ilgili temel inançlar açıklanmış ve her yönüyle, her beyanıyla insanları
iyiye, doğruya, güzele, faydalı olana yönlendirme plânlanmış, insan ruhunun
temizliği ve yüceliğiyle ters düşmeyen bir hayat nizamına yer verilmiştir. Bu
kadar geniş kapsamlı ve inandırıcı başka bir kitap yazılabilmiş midir?
İşte ilgili âyetle
bütün bu gerçekler özetlenip bir komprime halinde beşer idrâkine sunulmuş,
inkarcılar susturularak Hakk'ın sesi perde perde yansıtılmıştır.
Böylece Muhammed'in (A.S.)
değil, inkarcı putperestlerin, maddeci müşriklerin yalancı, iftiracı oldukları
belgelenmiştir. Nitekim hem Mekke-li'ler hem de çevre kabileler çok iyi
biliyorlardı ki, Muhammed (A.S.) Efendimize inen sözler sihir ve büyü
değiidir. Zira sihir ve büyünün yönü, yöntemi ve kalıbı çok değişiktir. Şiir
türünden de hiç değildir. Bununla beraber sırf kin ve düşmanlıklarından dolayı
sözü edilen yalan ve iftiralara baş vuruyor, ortalığı bulandırmaya
çalışıyorlardı.
Tekrar edelim ki,
aradan onbeş asır geçmesine rağmen Kur'ân'm bir benzeri şöyle dursun, bir
âyetinin misli yazılamamıştır. İlmî araştırma ve tesbitler hep onu doğrulamış
ve doğrulamaya devam etmektedir. Eskime, yıpranma, unutulma, özelliğini
kaybetme gibi diğer kitaplar hakkında mukadder olan âkibetten her zaman uzak
kalmıştır. Gün geçtikçe cilâsı artmış, haklılığı cJaha iyi anlaşılmıştır.
Çünkü Kur'ân bütünüyle Allah sözüdür ve hep Allah sözü olarak, korunup
kalacak, kıyamete kadar tazeliğini muhafaza edecektir. Karşısına çıkan
hasımlarını mutlaka yere serecek, Allah kelâmının noksanlıktan, hatadan,
özefliğini kaybetme akibetinden beri olduğunu hep gösterecektir.
Kur'ân'm bir diğer
özelliği, biri geçmişle, diğeri gelecekle ilgili olmak üzere haberleri
verirken, geçmişle gelecek arasında en sağlam köprüyü kurmasıdır. Geçmişle
ilgili verdiği haberlerin doğruluğu, yapılan ilmî çalışmalar, arkeolojik
kazılar ve tesbitlerle, tarihî gerçekleri araştırıp gün yüzüne çıkarmakla
kesinleşmiştir. İnkarcı azgın müşriklerin, ahlâkan çöken milletlerin dönüş yapmadıkları
takdirde yıkılıp yok olacakları hakkındaki uyarıları yüzlerce misallerle
belirgin hale gelmiştir. Putperestlere yenik düşen Rumların en geç dokuz yıl
içinde üstünlük sağlayacaklarına dair 'erdiği haber aynen gerçekleşmiştir.
Yahudîlerle ilgili beyanları noksansız ortaya çıkmış, Yahudî ve
Hıristiyanların Müslümanlara hiçbir zaman samımı dost olamayaoaklarıyla ilgili
verdiği bilgi, bugüne kadar tazeliğini kaybetmemiştir,- aksini isbat eden bir
ortam gerçekleşmemiştir.
Kur'an'da bir de
geçmiş ümmetlerin hayatının önemli safhalarına de-gınıiır ve daha çok özlü
noktaları üzerinde durularak ibret ve öğüt alınmasına özen gösterilir ve
peygamberlerin tebliğ ettikleri hususlar açıklanarak dinler arasındaki ortak
esaslar sekiz madde halinde şöyle belirtilir:
1— Semevi dinlerin
hepsi bir tek ilân 'bancına dayanır ve o tek ilâhın oldua-u açıklanarak ortağı bulunmadığı
anlatılır.
2— Hak
dinlerin hePsi ölümden sonraki hayattan, âhiret âleminden, - ap ve cezadan soz
ederler ve bu hususta da aynı inancı paylaşırlar.
3— Peygamberlerin görevlerinin sadece Allah'ın
emirlerini olduğu gibi insanlara tebliğ etmek, azıp sapıtanları uyarmak, doğru
yolu seçenleri ebedî mükâfatlarla müjdelemek ve Allah ile kulları arasındaki
her türlü bâtıl engelleri kaldırıp insanlara ibâdetin amaç ve hikmetini
öğretmek ve dünya hayatından maksadın ne olduğunu hatırlatmak düzeyinde
bulunduğunu haber verirler
4—
İnsanların kâinat planındaki yerini belirlemek,
hayat kanunlarının değişmiyeceğini gösterip sünnetullaha uymanın her iki
hayat için lüzumlu ve şart olduğuna dikkatleri çekmek suretiyle hılkattan
maksadın ne olduğunu kafalara ve kalbiere işlerler.
5— İnkâr, azgınlık, şımarıklık, böbürlenmek,
haklara saygısızlık, insanlara tepeden
bakmak, ruhun yüceliğine gölge düşüren ve insanı Allah'tan uzaklaştıran
sebeplerden birkaçıdır. Bunlardan kurtulmanın yol ve yöntemlerini anlatırlar,
duygu, düşünce ve akla malzeme vererek destek sağlarlar.
6— Sosyal yapıyı Allah sevgisi ve korkusuyla
eğitip denge ve düzende tutma esaslarını açıklarlar,
7— Aile
yapısını dinî terbiye ve
güzel âdetlerle sağlam
temellere oturtmanın lüzumu üzerinde dururlar, gereken malzemeyi vererek
insan irâdesine yer ayırırlar.
8— Dini en
güzel, en yapıcı ve okşayıcı öğütlerle ayakta tutmanın metotfarını verirler.
Öğretim ve eğitimin şart olduğunu yer yer işlerler.
Kur'ân-ı Kerîm'de ise,
bu sekiz madde, gelişen ve gelişecek olan sosyal hayatın bütün safhaları
dikkate alınarak daha geniş ve daha bilimsel ölçülerle anlatılır. Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın insanlara en son mesajı olma özelliğini taşıyarak
indirilmiştir. O bakımdan Allah'ın ilmiyle donatılmış, insan ruhunun bütün
arzu ve isteklerine cevap verecek bir muhtevada hazırlanmıştır. Her yönüyle
mükemmeldir, doyurucu ve tatmin edicidir. Yeter ki insan, aklını, idrâkini son
noktasına kadar harekete geçirip onu inceleme zahmetine katlansın.
Aynı zamanda Kur'ân bu
maddeleri yer yer sıralarken hedefinin kâmil insan yetiştirmek olduğuna
işarette bulunur, sorumluluk duygusunu beşerin kalp ve kafasında hâkim kılmayı
dikkatten hiçbir zaman uzak tutmaz.
Nasıl Allah'tan başka hak
ilâh yoksa, Kur'ân'dan da daha hak, daha mükemmel kitap yoktur. Tevrat ve İncil
yürürlükten kaldırılmıştır. Elimizdeki mevaut nüshaların da Allah sözünün
önemli bir kısmı değiştirilmiştir. [32]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın buyruklarının aynen tebliğinin gereği üzerinde duruiau ve Hz.
Peygamber'in (A,S.) hayatından bizlere, yönlendirici bir misal verildi. Sonra
da Kur'ân'ın bütünüyle Allah sözü olduğu konu edinilerek bir benzerinin
insanlar tarafından meydana getirilmesinin mümkün olmadığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle küfür ve
azgınlık ahlâksızlıkla, zulüm ve haksızlıkla birleşmedikçe cezasının âhirete
bırakılacağına işaret ediliyor, aynı zamanda dünyada kim daha bilerek ve
sistemli çalışırsa, onun daha başarılı olabileceği hatırlatılıyor. Böylece
mü'minlerin dünya hayatını meşru sınırlar içinde yeterince değerlendirmeleri
dolaylı şekilde isteniliyor. [33]
Dünya haYatmı' onun
süs ve şatafatını isteyenler©, dünyada iş-leaıklerının karşılığını tastamam
veririz ve onlar burada bir zarara ve ek-siKiıge de uğratılmazlar.
Öyle kimselerdir ki,
Âhîret'te kendilerine ateşten VO Dünyaaa iŞ'edikleri boşa gitmiştir ve
yaptıklarmın hepsi rsiz ve anlamsızdır.
«Allah (c.c.) buyurdu
: Ben, ortaklıkta ortakların en müstağnişiyim, ortağa ve ortaklığa asla
ihtiyacım yoktur. Kim bir amelde bulunur, bir iş işler de, o işte ve amelde
benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu da ortağını da (kendi hallerine)
terkederim.» [34]
Açıklama :
Yapılan ibâdet taat ve
hizmeti Allah için yerine getirirken, başkalarının da görüp beğenmesini,
takdir etmesini isteyen kimse, amel ve ibâdetinde Allah'a ortak koşmuş olur. O
bakımdan Allah o kimseyi, ortak koştuğu kişilerle başbaşa bırakır, Âhiret'te
ona hiçbir sevap ayırmaz. Yukarıdaki hadîs bilhassa bu inceliği
yansıtmaktadır.
«Kim de Allah'tan
başkası için (ilâhî rızanın dışında bir takım amaç ve arzularını
gerçekleştirmek için) ilim tahsil ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.» [35]
«Kim Allah'ın
hoşnutluğu arzu edilen bir ilmi, sadece dünyalıktan bir şeyler elde etmek için
tahsil ederse, kıyamet gününde Cennet kokusunu bulamayacak (alamayacak)tır.» [36]
«Sizin hakkınızda en
çok korktuğum husus, küçük şirktir.»
Bunun üzerine soruldu
: «Küçük şirk nedir?» Cevap verdi: «Riya (gösteriştir.» [37]
Nitekim Enes b. Mâlik
(R.A.) ile Tabiînden Dahhak bu âyetin riyakârlar hakkında indiğini
söylemişlerdir.
«Ameller niyetlere
göre değer kazanır ve her kişiye niyetinin karşılığı vardır. Artık kimin
hicreti Allah ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Re-sûlünedir. Kimin de
hicreti dünyalıktan elde edeceği bir şey veya nikahlayacağı bir kadın ise,
onun da hicreti, niyet edip yöneldiği şeyedir.» [38]
«Dünya hayatını, onun
süs ve şatafatını isteyenlere, dünyada işlediklerinin karşılığını tastamam
veririz ve onlar burada bir zarar ve eksikliğe de uğratılmazlar.»
Allah'ın insanlar
hakkındaki hayat ve onu kazanma kanununun en belirgin ölçü ve neticelerinden
biri de, her işin ve amelin karşılığını noksansız vermektir. Sonra da o İş
veya amei kişinin niyet ve amacına göre değer kazanır veya hiçbir değer
taşımayıp dünyadaki karşılığı ile noktalanır, âhirette yararlı bir ürünü
görülmez. Nitekim dünya hukuk literatüründe de «Bir İşten amaç ve niyet ne
ise, hüküm ona göredir.» kuralının önemli bir yeri ve aniamı vardır. Bu
kuralı, ilk maddeleştirenler, İslâm hukukçularıdır.
O halde çalışan, iş
gören, ibâdet eden, ilim tahsili için didinip duran her kişinin ameli,
yetenekleri, niyeti ve başarısı oranında karşılık görür. Sadece dünyalık elde
etmek, yüksek makamlara erişmek için okuyan ve yeteneklerini bütünüyle bu amaca
yönelten kimse, başarısı nisbetinde amacına erişir. Allah rızasını düşünmeyerek
başkalarının gözüne girmek için çırpınıp duran da hizmeti ve azmi oranında
sonuca ulaşır. Bunun istisnaları her zaman söz konusudur. Ama istisna genel
kaideyi değiştirmez.
Niyeti ve amact sırf
Allah'ın sevgi ve hoşnutluğuna erişmek olan kimse de bu düzeydeki amelinin
karşılığını hem dünyada, hem âhirette görür, dünyada görmediği takdirde
âhirette mutlaka fazlasıyla mükâfatlandırılır. Zaten öylesi dünyada pek
karşılık beklemediğinden, olumlu bir neticenin gerçekleşip gerçekleşmemesi onun
için fazla önemli değildir.
Yalnız dünyalık elde
etmeğe çalışan, âhiretle ilgili bir niyeti veya gayesi olmayan kimsenin
yaptığı iş ve amelinden dolayı âhirette karşılık yani mükâfat beklemesi
gereksizdir veya kendisine haksızlık yapıldığını iddia etmeye hakkı yoktur, çünkü
kendisi böyle bir niyet taşımadığı gibi âhirette 5 bir mükâfat ve sevap
verilmesini düşünmemiş veya arzu etmemişti.
İlgili âyetle konu çok
özlü ve duyarlı bir anlatımla kalp ve kafalara neşter vururoasına işleniyor. [39]
«İşte bunlar öyle
kimselerdir ki, Âhiretfe kendilerine ateşten başkası yoktur. Dünyada
işledikleri boşa gitmiştir ve yaptıklarının hepsi de değersiz ve anlamsızdır.»
Hakk'ı inkâr edip
âhirete inanmayan bazı mucit ve kâşiflere, âlim ve filozoflara gelince,
bunların göz kamaştıran keşif ve buluşları âhirette mü-kâfatsız mı kalacak?
Beşeriyete bunca hizmetlerine karşılık Cenâb-ı Hak onları sırf inkârlarından
dolayı Cehennemde mi yakacak?
Genellikle dar görüşlü
ve İslâmî esas ve ölçülerden nasibini ya hiç almamış, ya da yeterince dinî
kültüre, Kur'ân ilmine sahip olmamış Kişiler, bunları alkışlar, dünya ve âhiret
cennetini herkesten çok onlara lâyık görürler. Bu, ilk bakışta biraz mantıkî
görünür. Öyle ya bunca çalışma, kafa yorma, insanlığın hayrına hizmet verme,
keşifler yapma boşuna mıdır? Kelimeyle anlatıiamıyapak kadar başarılar
mükâfatsız mı kalacak? Buna benzer bir takım sorular hatıra gelebilir ve
bunları çoğaltmak mümkün. Ama meselenin derinliğine, iç yüzüne nüfuz edecek
olursak, gerçeğin öyle olmadığını, alkışlayanların düşündüğü doğrultuda
cereyan etmediğini görürüz. Şöyle ki: Eğer bir mucit veya kâşif, ya da iimî
araştırma ile çok değerli bilgiler toplayan ilim adamı, bütün bu çatışma,
didinme ve gayretleriyle, buluş ve iaatlarıyla dünya nimetlerini, şöhrete
erişip ülkeler arasında tanınmayı, yüksek makamlara erişmeyi amaç olarak
seçmiş ve niyetini bu hususa teksîf edip Allah rızası, âhiret mükâfatı
düşünmemişse, mesele kendiliğinden çözüme kavuşmuş ve akla gelen soruların
tamamı cevaplanmış sayılır. Öyle ki: sözünü ettiğimiz kimseler çalışma, keşif
ve icatlarda bulunmanın karşılığını dünyada görmüşlerdir. Zaten onların da
niyet ve amacı bu değil miydi? Kendisi Allah'ı, Allah'ın hoşnutluğunu,
âhiretteki mükâfatı düşünmemiş, bunları amaç olarak seçmemiş ve böyle bir
niyet de taşımamışsa, kimin adına kime niçin âhiret mükâfatını. Cennet ve
ondaki saadeti lâyık görüyoruz? Allah'a ve âhirete inanmayan bir mucit veya
kâşife, istemediği, beklemediği, düşünmediği ve inanmadığı bir mükâfat veya
karşılığa lâyık olduğunu söylemek, hem Allah'ın adaletine ters düşmeyi, hem de
o kimseye hakareti gerektirir. [40]
Tabii Allah'a ve
âhirete dosdoğru inanan ilim adamlarına, mucit ve kâşiflere sözümüz yok..
Kur'ân, kişinin hizmet
ve amelini, onun niyet ve amacına bağlarken ona göre, ya her iki hayatta, ya da
yalnız dünya hayatında hizmet ve amelinin karşılığını tastamam göreceğini
belirterek ortaya genel bir kural Koymuştur. Artık bu kuralın değişmesi söz
konusu değildir. [41]
«Dunva hayatını, onun
süs ve şatafatını isteyenlere, dünyada işlediklerinin karşılığını tastamam
veririz...»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, «Ameller niyetlere göre değer kazanır, karşılık görür..»
buyurmuştur. Yaptıkları iş ve amellerden, keşif ve icatlardan niyet ve maksadı
sırf dünyalık olan kimseler, başarıları oranında dünyalıktan nasiplerini
alırlar. Bu da Allah'ın devam edegelen sünnetlerinden biridir ve pek az
istisnası vardır.
Ne var ki,
dünyalıklar, makam ve şöhretler, alkışlanma ve hayranları çoğaltma da insan
kadar fanidir. Ölüm bir bakıma herkesi aynı seviyeye getirmektedir. .Geriae
kayda öeğer ne kalmıştır? İyilikler ve kötülükler, Allah'a dosdoğru inanmalar
ve inanmamalar.. Ölen kişinin kabirdeki ve âhiretteki asıl derece ve makamı ona
göre bir farklılık arzeder. Kıyamet pazarında, ancak Allah rızasına yönelik iş
ve ameller değer kazanır. Dünyalıktan yana elde edilen bütün takdirler,
şöhretler ve alkışların o pazarda yeri ve değeri yoktur. İşte ilgili iki
âyetle Kur'ân bu gerçeği bize öğretiyor.
Konuyu bir misal ile
şöyle açıklayabiliriz :
Bu, köyde az-çok
kıymetli kabul edilen boncuk ve âdi taşları toplayıp şehirde mücevherat
pazarına getirerek satmaya benzer. Oysa mücevherat pazarında boncuğun ve âdi
taşların yeri ve dözü yoktur. «Köyümüzde bu taşlar pek değerliydi, siz bunlara
neden değer vermiyor, iltifat etmiyorsunuz?» şeklinde bir soru sormak bile
abes ve anlamsız sayılır[42]
Yukarıdaki âyetlerle,
kişinin amel ve hizmetinin niyet ve amacına göre karşılık göreceği konu edinildi.
Sadece dünya hayatını, onun süs ve şatafatını arzulayıp, âhirete inanmayanlara
âhirette bir mükâfat verilmeyeceği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
her iki hayatın amacını insanlara en iyi ve en doğru şekilde öğreten kitap ve
peygambere inanmanın nasıl bir mutluluk va'-dettiğine işaret ediliyor. Allah'ın
koyduğu kurallar dışına çıkıp, Allah adına ebedî saadeti, inanmayan kâ ; ve
-nucitlere, hakkı ret ve inkâr eden bazı ilim adamlarına lâyık görenlerin,
Allah'a karşı yalan uydurdukları, o yüzden büyük bir haksızlıkta bulundukları
açıklanıyor. Aynı zamanda o gibilerin insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya
çalıştıklarına dikkatler çekiliyor. [43]
17— Rabbinden açık bir belge üzere olan ve onu,
yine Rafabinden bir şahit izleyen ve önünde de bir önder ve rahmet ölçüsü olan
Musa'nın kitabı bulunan kimse, (sadece dünyalık isteyen ve şöhret peşinde
koşan) gibi midir? İşte bunlar Kur'ân'a inanırlar. Hangi zümre de onu inkâr
eder, tanımazlık yaparsa, ateş onun va'dolunmuş yeridir. Ve sakın bu hususta
şüpheci olma! Çünkü Kur'ân Rabbinden (inen) hakkın-gerçeğin kendisidir. Ne var
ki insanların çoğu inanmazlar,
18— Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? İşte böyleler! Rablerinin
huzuruna çıkarılırlar; şahitler de «Rablarına karşı yalan uyduranlar işte
bunlardır!» derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zâlimleredir.
19— O
zâlimler ki, Allah'ın yolundan akkorlar, onu eğri göstermek isterler. Bunlar,
evet bunlardır Âhiret'i inkâr edenler.
20— Bunlar
yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakıcı da değillerdir ve Allah'tan başka
kendilerine dostluk elini uzatacak (kendilerine sahip çıkacak) kimseleri de
yoktur. Onlara azap kat kat olup katmerleşecek. Aslında onlar ne (hakk'ın
sesini) işitmeye güc getirebilmişlerdi, ne de (gerçeği) görebilmişlerdi.
21— İşte
bunlar kendilerine yazık edenlerdir ve uydurdukları şeyler (putlar ve benzeri
uydurma ilâhlar) da kendilerine yan çizip gitmiştir.
22- Şüphe
yok ki, Âhiret'te de daha çok zarara uğrayanlar onlardır.
23__ Onlar
kî, imân edip iyi-yararlı amellerde bulundular ve Rabları-ı gönülden bağlanıp
kalp yatışkanlığıyla O'na yönelip eğildiler, işte onlar Cennet yaranıdırlar ve
orada ebedî kalıcılardır.
24— Bu iki
(karşıt) zümrenin misâli, kör ile sağıra, gören ile işitene benzer; hiç bunlar
eşit olurlar mı? Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?
«Muhammed'in canını
kudret efinde tutan zata and olsun kî, benim peygamberliğimi işiten şu ümmetten
bir yahudî ve bir hıristiyan, benimle gönderilene imân etmeden ölürse, mutlaka
Cehennem ehlinden olur.» [44]
«Doğan her çocuk
fıtrat üzerine doğar; sonra ana-babası onu ya ya-hudtleştirir, ya
hiristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir. Dört ayaklı bir hayvanın, azası tam
yerinde bir yavru doğurması gibi, onda ağız, burun, kulak kesikliğine benzer
bir noksanlık bulabilir misiniz?» [45]
Kutsi hadîs :
«Şüphesiz ki ben,
kullarımı hakka yönelik, Tevhit esası üzerine yarattım. Sonra şeytanlar gelip
onları dinlerinden saptırdılar; benim helâl kıldıklarımı onlara haram kıldılar
ve bana ortak koşmalarını onlara fısıldayıp telkîn ettiler.» [46]
«Allah (c.c.) zâlime
biraz mühlet verir, derken onu (ansızın) yakalar; yakalayınca da (artık)
bırakmaz.» [47]
«Rabbından açık bir belge üzere olan ve onu,
yine Rabbindan bir şahit izleyen ve önünde de bir önder ve rahmet ölçüsü olan
Musa'nın kitabı bulunan kimse, (sadece dünyalık isteyen ve şöhret peşinde
koşan) gibi midir?»
Mealindeki âyetle
dünyayı amaç edinip onun ötesinde başka bir niyet ve azmi olmayan kimse ile,
Allah'ın indirdiği açık belgelere inanıp Hz.
Muhammed'in (A,S.)
yolunda yürüyen kimse arasında bir mukayese yapılmaktadır: Birinin niyet ve
gayesi sadece dünya hayatı, insanların alkışı ve övgüsü; diğerinin amacı ve
niyeti ise, Allah sevgisi, âhiret mükâfatıdır..
Böylece bunlardan her
birinin niyet ve amacı, işinin ve amelinin rengini belirler. Biri, aklın
kabul, naklin makbul saydığı, Musa Peygamber tarafından geleceği müjdelenen;
İsrâiloğulları'na yol gösterip her yanıyla rahmet olan, Tevrat'ta geleceği
birkaç yerde haber verilen ve beraberinde beşer kudretini aşan Allah sözü
Kur'ân'ı taşıyan zata uymakta; diğeri ise, geçici bir hayata, kendisi gibi fanı
olanların övgü ve alkışına gönül verip bağlanmaktadır. Bu ikisi hiç eşit olur
mu? Görenle görmeyen, işitenle işitmeyen bir midir?
İlgili âyetin kelime
ve cümleleri üzerinde dikkatle durulduğunda, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak
peygamber olduğunu açıklayan ve belgeleyen şahitlerden birinin de Musa
Peygamber ve Tevrat olduğu gösteriliyor. Ancak sık sık belirttiğimiz gibi,
mevcut Tevrat nüshalarında son peygamberin geleceğine dair bir takım ifadeler
varsa da, çoğu değiştirilmiş ve bir kısmı da anlaşılmayacak şekle sokulmuştur.
Bununla beraber bazı belgeleri ilgili yerlerde nakletme ihtiyacını duymuş ve
meraklılara bu konuda malzeme vermeye çalışmış bulunuyoruz. Burada aynı
belgeleri tekrar nakletmeye gerek olmadığını sanırım. [48]
«Ve sakın bu hususta
şüpheci olma. Çünkü Kur'ân gerçekten Rabbından (indirilen) hakkın, gerçeğin kendisidir.»
Allah'ın varlığına,
birliğine delâlet eden göklerdeki ve yeryüzündeki belgeler sıralandıktan,
Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî kudret bütün incelik ve mü-kemmelfiğiyle
belirtildikten; Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu, Musa Peygamber
ve ona indirilen Tevrat'ın müjdelediğine dikkatler çekildikten sonra, aklını ve
diğer yeteneklerini sadece dünyalık adına kullanıp geçici bir hayatın alâyiş
ve alkışından başka bir niyet ve amacı bulunmayan kişilerin kendilerine çok
yazık ettikleri hatırlatıldı. Böylece Hakk'-m açtığı doğru yolu görebilmek için
bol malzeme verildi. Aynı zamanda insan aklına bu doğrultuda bir hareket
kazandırmak istenildiğine işaret edildi.
Buna rağmen aklını,
kevnî ve enfüsî delillere çevirmeyen, Allah kelamı olan Kur'ân üzerinde
araştırma ihtiyacı duymayan inkarcı maddecilerin varacağı yerin ateş olacağı ve
bunun Allah yânında belirlenmiş bir söz olduğu açıklanıyor ve «sakın bu hususta
şüpheci olma» uyarısı yer alıyor. Çünkü şüphe, zihnin bir şeyin doğruluğunu
veya yanlışlığını; varlığını yokluğunu; haklılığını, haksızlığını kestiremeyip
duraklaması; olumlu veya olumsuz kesin bir yargıya varamamasıdır.
Şüpheyi, açık
belgeler, kesin kanıtlar, sıhhatli ve doğru nakiller giderebilir. O nedenle
Kur'ân, önce aklî ve naklî delil ve belgeleri ardarda getirdi, sonra da «sakın
bu hususta şüpheci olma» diyerek sağlam bir ölçü ve kıstas ortaya koydu.
Bunun gibi, Kur'ân'ın
Allah sözü olduğunu anlayabilmek ve onunla ilgili kafa ve kaibde doğan
şüpheleri gidermek için, on beş asır öncesine uzanıp Kur'ân'ın hemen her
konuda getirdiği hakikatleri ilmin ve aklın süzgecinden geçirmek ve böylece
birtakım sağlam deliller edinip belgeler toplayarak sonuca varmak gerektir. 17.
âyetin son kısmında bu gerçeğe parmak basılarak şöyle buyurulmuştur: «Çünkü
gerçekten Kur'ân Rabbm-dan (indirilen) hakkın, gerçeğin kendisidir. Ne var ki
insanların çoğu inanmazlar.» [49]
«Allah'a karşı yalan
uydurandan daha zâlim kim olabilir?»
Allah'a karşı yalan
uydurmak iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, Allah'tan indirilmediği halde,
bu Allah'tan indirilme bir kitap veya bir âyettir, diyerek kendine ait bir
sözü veya insan kafasının ürünü olan bir kitabı Aflah'a nisbet etmektir.
İkincisi, bir şeyi Allah helâl veya haram kılmadığı halde, onun helâl veya
haram kılındığını iddia edip hükmü Allah'a izafe etmektir. Şüphesiz ki, her
iki iddia ve yakıştırma büyük bir haksızlık ve küfrü gerektiren bir
aşırılıktır. Bunlar gibi, Allah'ın indirdiği kitabı ve buyruklarını konu
edinerek, «Allah böyle bir kitap indirmemiştir, şu ve bu buyruklar Allah'a ait
değildir» diyerek ret ve inkârda bulunmak da Allah'a karşı yalan uydurmaktır ve
hem küfür, hem de büyük bir zulümdür. [50]
Şüphesiz ki, hakkı ret
ve inkâr etmek zulümdür. Günkü, hak her şeyde hâkim olan denge ve düzendir; en
doğru yol, en doğru sözdür,- meşru
sınırları bilip dışına
çıkmamak; başkalarının hürriyetine tecavüz etmemek, insan haklarına saygılı
olup korumak; ruh ile beden, dünya ile âhiret, madde ile mâna arasında denge
ve köprü kurup ilâhi murada uygun düzenli bir hayat sistemi oluşturmaktır.
Bunun aksine bir yol izlemek, bir anlayış ve davranış içinde bulunmak zulümdür,
haddi tecavüzdür, denge ve düzene ters düşmektir.
Allah ancak hakkı
söyler, hakkı indirir, O bakımdan O'na karşı yalan uyduran kimse daha zâlim
olarak vasıflandırılmıştır. Nitekim ilim adamlarımız zulmü açıklarken bize şu
satırları da yazıp miras bırakmayı ihmal etmemişlerdir:
__ İnsan haklarına el
ve dil uzatmak, umumun haklarına tecavüzde bulunmak, ruhun değişmeyen gıdası
olan ibâdeti ve Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmeyi ihmal veya terk
etmek; sadece mide ve şehveti tatmine çalışıp kalp ve ruhu, vicdan ile basireti
unutmak; bütün insanların hayrına yönelik bir kudret ve muhtevada indirilen
Kur'ân ile amel etmemek; insanla Allah arasındaki yolu açıp işlek duruma
getiren ve insanca yaşamanın bütün yol ve yöntemlerini öğreten, insanı nefis ve
şehvet bataklığından kurtarıp kutsal havaya kavuşturan Hz. Muhammed'i (A.S.)
tanımamak veya O'nun sünnetiyle amel etmemek büyük zulümdür.
Tabii bu misalleri ve
maddeleri çoğaltmak mümkün, ancak ilgili âyetle asıl üzerinde durulan,şey,
Allah'ın indirmediği şeyi, O'nun bildirmediği bir konuyu, O'nun helâl veya
haram kılmadığı bir şeyi O'na nisbet edip birtakım yakıştırmalarda
bulunmaktır. O bakımdan Cenâb-ı Hak, haddini bilmeyen, insanlığının seviyesini
tayin edemiyen, niçin yaratıldığının amaç ve hikmetini düşünmeyen ve tam bir
sorumsuzluk içinde Allah'a, Peygamberine yalan isnat edenleri lanetlemiş;
dönüş yapmadıkları takdirde ilâhi rahmete erişemiyeceklerini bildirmiştir. Zira
Allah'ın birini lanetlemesi, onu rahmetinden uzaklaştırması anlamına gelir.
Nitekim ilâhî rahmetten mahrum edilip yüce âlemden kovulan Şeytan'ın
lânetlenmesinin de anlamı budur. [51]
«O zâlimler ki,
Allah'ın yolundan alıkorlar, onu eğri göstermek isterler. Bunlar, evet
bunlardır Âhirefi inkâr edenler.»
Kutsai değerleri birer
fantezi sayıp materyalizmi, kâinatın en doğru 'lımsel izahı kabul edenler,
sadece kendilerini değil, başkalarını da Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar.
Kari Marx'ın ortaya attığı ekonomik görüşü tek kurtarıcı ve can simidi sayanlar
da hem kendilerini, hem de okuttukları talebeyi Allah yolundan
alıkoymaktadırlar. Musevî asıllı olan Sigmund Freud'un zihinleri bulandıran
varsayımlarıyla, Darvvin'in «evrim» nazariyesiyie semavî dinlerin getirdiği
bütün esasları yıkmaya çalışan inkarcıların bu nazariyeyi hakikati bulup
ortaya çıkaran müsbet bir ilim olarak yutturma gayretleri de, hem kendilerini,
hem de başkalarını Allah yolundan alıkoymaya yönelik büyük bir haksızlık ve
zulümdür.
İşte en doğru yolu en
eğri yol diye tanımlayanlar, dinlerin omurgasını oluşturan âhiret inancını
uydurma sayanlar bunlardır. Kuşkusuz bunlarla Mekkeli putperestler arasında
inkâr bakımından fark yoktur. Ne var ki, onların inkârlarının temelinde koyu
bir cehalet, bunların inkârlarının temelinde bilimsel birtakım varsayımlar yer
almaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların sonunda ne duruma düşecekleri çok
düşündürücü bir anlatım çerçevesi içinde şöyle açıklanıyor:
-
a) Bu
zâlimler Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.-Geç de olsa zafer mutlaka
Allah'ındır ve Allah'a dosdoğru imân edenlerindir.
b) Sonunda
bu zâlimlerin elinden tutacak dostları da olmayacaktır. Felâket ve azap günü
gelip çatınca, yapayalnız kalacaklardır.
c) Azapları da yaptıkları tahrip kadar kat kat
ve katmerli olacaktır.
d) Zira bu
zâlimler ne hakikati görebilmişler, ne gerçeği anlayabilmişler, ne de Hakk'ın
rahmet sesine kulak vermişlerdir. Manevî körlük ve sağırlık onları çepeçevre
kuşatmıştır; uçurumun kenarında bulunduklarının farkında bile değillerdir.
Hakk'ın hükmü bütün haşmet ve şaşmazlığıyla inince, bunlar da o uçurumun can
alıcı derinliğinde kendilerini bulacaklardır.
e) İşte
bunlardır kendilerine haksızlık edenler.
Çünkü inkâr ateşini imansızlık
fırtınasıyla birleştirip kendi aleyhlerine
hazırlamışlardır. Allah yolundan
alıkoyma haksızlığının cezasına kendilerini bilerek veya bitmeyerek lâyık
görmüşlerdir.
f)
Uydurdukları diyalektik ve materyalizm felsefesi, ekonomik yutturmaca,
ideolojik mücadele, varlığın tek kaynağının madde, düşüncenin ise ruh olduğunu
göstermeye çalışmaları ne kendilerine, ne de başkalarına bir yarar sağlamamış,
bilâkis ruhları öldürüp, kalpleri köreltmiştir. Eğitip yetiştirdikleri
gençlerin çoğu büyük bir dengesizlik ve tatminsizlik içinde mevcut düzene
karşı âsi olmuşlar ve uyuşturucu madde kurbanları arasında ço-
âunluğu
oluşturmuşlardır. O yüzden aile yapısı ağır yaralar almış; baba evlât ana
evlât arasında ciddi hiçbir ilgi ve bağ kalmamıştır. Yine yetiştirdikleri
gençler arasında cinsel sapıklığın en kötüsü sayılan homoseksüellik gün
geçtikçe artmakta ve bazı ülkelerde onlara maalesef birtakım yasal haklar bile
tanınmaktadır. [52]
«Onlar ki, imân edip
iyi-yararlı amellerde bulundular ve Rablarına gönülden bağlanıp kaJp
yatışkanlığıyfa O'na yönelip eğildiler, işte onlar Cennet yaranıdırlar ve
orada ebedî kalıcılardır,»
İlgili âyetlerle,
inkârcr putperest ve maddecilerin körlük ve sağırlık içinde nasıl elim bir
sonuca kendilerini sürükleyip goiüruüklerinin portresi çizildikten sonra;
kendini inkâr fırtınasından, şüphecilik kararsızlığından kurtarıp imân ve sâlih
amel doğrultusunda kalp yatışkanlığına eriştirerek Rablarına yönelen
mü'minlerin, erişecekleri mutluluk ve huzur âleminin tablosu gözler önüne
konuyor. Baş gözleriyle gönül gözlerini hakikati görmede birleştiren, baş
kulaklarıyla gönül kulaklarını Hakk'ın sesini işitme hususunda biraraya
getirenlerin ancak bu gibi inanan bahtiyarlar olduğuna işaretle, bunların,
körlük ve sağırlık içinde hayatını ve âhiretini berbat, edenlerle eşit
olmadıklarına dikkatler çekiliyor.
Kur'ân çizdiği bu
portre ve ortaya koyduğu tablodan sonra insan aklına ve vicdanına seslenerek
«Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?» diyor.
Böylece hem kendine,
hem de başkalarına haksızlık edip insanları Allah yolundan alıkoyan zalimlerin
tutumu, vasıfları ve görecekleri karşılık 11 madde halinde açıklandıktan
sonra; Allah'ın hidâyete eriştirdiği mü'minlerin üç ana vasfı ve kendilerine
verilecek mükâfat dört madde halin-e özetlenerek «İmân, sâlih âmel, Allah'a
gönül yatışkanlığıyla yönelmek» gibi üç ana vasfın bütün iyilikleri,
güzellikleri, hayır ve faziletleri beraberinde taşıdığına işaret ediliyor.
Sonra da bu iki grup arasındaki fark, kör ile sa9ır- gören ile işiten misal
verilerek belirtiliyor. [53]
Yukarıda geçen âyetlerle,
Kur'ân'ın hak kitap, Hz. Muhammed'in (A.S.)hak resul olduğuna Tevrat'ın da
şehadet ettiğine işaret edildi. Allah'a karşı yalan uyd" uran lordan daha zâlimin
kimler olabileceği üzerinde durula-
rak, Allah sözünün
olduğu gibi korunmasının ve aynen tebliğ edilmesinin gereği belirtildi. Sonra o
zâlimlerin vasıfları, tutumları ve görecekleri azabın bir iki safhası
anlatıldı. Arkasından iman, sâlih amef ve kalp yatışkan-lığıyla Allah'a
yönelmenin bütün hayırları ve faziletleri beraberinde taşıdığına atıf
yapılarak iki zümre için düşündürücü bir misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Hakk'a karşt gelen inkarcı zâlimlerle ilgili tarihî bir misal verilerek, Nûh
Peygamber ile kavmi arasında geçen önemli kısımlar anlatılıyor. Böylece
sıkıntı içinde bulunan mü'minlerin pek yakında Hakk'ın yardımına mazhar
olacaklarına işaretle başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere mü'minler
teselli ediliyor. [54]
25— And olsun ki, Nuh'u kendi kavmine (peygamber
olarak) gönderdik. (O da kavmine:) «Şüphesiz ben sizin için açık bir
uyarıcıyım.
26— Allah'tan başkasına tapmayın. Doğrusu ben,
hakkınızda elim bir günün azabından korkuyorum.» demişti.
27— Kavminden inkâra sapanların ileri gelenleri:
«Biz seni de ancak kendimiz gibi bir insan olarak görüyoruz; hem sana ancak ilk
bakışta bizden en rezil ve aşağılık kimselerin uyduğunu müşahede ediyoruz.
Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de, faziletinizi de göremiyoruz; belki sizi
yalancılar sanıyoruz» demişlerdi.
28— Nûh: «Ey kavmim!» dedi, «ne dersiniz, eğer
ben Rabbimden ge-en acık bir kanıt üzere isem ve O kendi katından bana bir
rahmet vermiş
e o size kapalı
kalmışsa, ondan tiksinip hoşlanmadığınız halde sizi ona zorlayabilir miyim?
29— Ey
kavmim, buna karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim «rım (hizmetimin karşılığı)
ancak Allah'a aittir ve elbette ben o imân i kovacak da değilim. Onlar mutlaka
Rablarına kavuşacaklardır. ' ben sizi cehalet içinde (bocalayan) bir kavim
olarak görüyorum.
30—«Ev
kavmim, onları (imân edenleri) kovacak olursam, Allah'ın (vereceği cezârlnnl
nocak olursam, Allahın (ve sun kİm
(beni kurtan Yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz.
31— Ben
size, «Allah'ın hazineleri benim yammdadır», demiyorum. Ben gaybı da bilmem.
Size, ben bir meleğim de demiyorum. Gözlerinizin, küçük görüp hafife aldığı
kişilere Allah hiç hayır vermeyecek de demem. Onların içyüzünü Allah daha iyi
bilir. Aksi halde şüphe etmeyin ki zâlimlerden olurum.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e karşı her türlü hayasızlık, şarlatanlık ve saldırıyı mubah sayan;
ahlâk ve fazileti bir tarafa İtip akıl ve mantık dışı hareket eden Mekkeli
müşriklerin, suçlama, taşlama, yerme, iftirada bulunma, alaya alma, işkenceye
baş vurma ve her bakımdan karşı gelme yöntemleriyle, daha önce gelip gecen
peygamberlere karşı gelenlerin hareket, düşünce ve yöntemleri arasında birçok
yönden benzerlik vardır. Nitekim Mekke'nin ileri gelenlerinin küfür ve
hezeyanlarını, Nûh Peygambere karşı gelen o devrin ileri gelenlerinin küfür,
inat ve hezeyanlarıyla mukayese ettiğimizde, büyük bir benzerlik arzettiğini
görürüz.
Bunun için Cenâb-ı
Hak, önce peygamberlerini ve mü'minleri teselli edip onlara tarihî bir ölçü ve
benzerlik arzeden olayı nakletmeyi, sonra da Mekke'nin ileri gelenlerinin
işledikleri cinayetlerin, sergiledikleri küfür ve azgınlıkların sonunun nereye
varacağını onlara bir uyarı mahiyetinde hatırlatmayı rahmetinin genişliği
gereği sayıp Nûh Peygamber kıssasının öğüt ve ibret alınacak safhalarından
önemli bir kısmını açıklıyor,
Nûh Peygamber ile
kavmi arasında devam eden çetin mücadelenin bazı kısımlarının uyarıcı bir misal
olarak verilmesinin bir başka yanı ve yaran ise şudur: Mekke'de gerek ekonomik
ablukadan, gerekse ardı arkası kesilmeyen hezeyan ve işkencelerden bunalan
mü'miniere, küfrü, bâtılı baş aşağı getirecek, mağrurların belini bükecek,
seslerini kesecek ilâhî hükmün tecelli edeceği günlerin pek yakın olduğu
müjdesini verip, sonucu sabırla beklemelerini ilham etmektir.
Aynı tarihî kıssaya
A'raf sûresinde de yer verildiğini görüyoruz. Burada tekrarın sebep ve hikmeti
ne olabilir? Olayın birkaç yerde tekrarı, aynı hikmet ve uyanları taşıyor
denilemez. O uyarılarla birlikte değişik bilgiler, yönlendirici safhalar ve
farklı hükümler söz konusudur. İlâhî metodun kusursuzluğu, üslûbunun
benzersizliği, verdiği malzemenin ruhları tazelemesi, fikirleri açması, aklı
kamçılaması, vicdanı serinletmesi bakımından her tekrar, farklı hikmetler,
değişik uyarılar ve başka başka teselliler içermektedir.
Aynı kıssanın değişik
yerlerde, bir önceki, bir sonraki âyetler ve konular itibariyle farklı mesajlar
taşıdığı şüphesizdir. Bunları birkaç örnek vermek suretiyle açıklayalım :
a) Allah'tan başka ilâh olmadığı belirtilirken,
büyük bir günün azabı hatırlatılıyor.
b) Kavminin
ileri gelenlerinin Nûh Peygambere, «Seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz»
dedikleri nakledilirken, kafaları ve kalbleri inkâr, ve isyan isiyle kararan
kâfirlerin bir peygamber hakkında neler düşündüklerine, onu nasıl
anladıklarına dikkatler çekiliyor.
c) Nûh Peygamberin sapık olmadığı,
ancak âlemlerin Rabbı
tarafından gönderilen ve dosdoğru yolda bulunan bir peygamber olduğu
vurgulanıyor. Böylece asıl sapıkların inkarcı putperestler olduğuna işaret ediliyor.
d) Nûh Peygamberin dosdoğru tebligat yaptığı ve
onlara nasihatçı ve hayırhah olduğu belirtiliyor. Böylece Nuh Peygamberin bu
iki hizmet açısından hareket ettiğine işarette bulunuluyor.
e) İnkarcı sapıkların bilmediğini Allah'tan altp
bildiğini açıklayan Nuh Peygamberin, önce kendiliğinden bir hüküm, bir çağrı
ortaya koymadığı açıklanıyor; sonra da bir peygamberle diğer insanlar
arasındaki farklardan en önemlisi anlatılıyor.
f) Her kavim veya milletin içinden o millete
veya kavme bir uyarıcının gönderildiği ve bunda şaşılacak bir taraf
bulunmadığı açıklanıyor. Her kavim veya milletin kendi aralarından
filizlenip çıkan kimsenin kendilerine daha iyi hitap edebileceği, daha iyi
anlaşılabileceği üzerinde duruluyor ve bu açıdan konuya eğilip iyi düşünmeleri
isteniyor.
g) Sonra da
Nuh kavminin inkâr ve azgınlıklarına devam ettikleri, ön yargılarının
değişmesinin mümkün olmadığı, hislerinin esiri olup akıllarını iyi
kullanmadıkları üzerinde duruluyor ve olumlu bir sonuç alınmayınca aa onlar
aleyhine ilâhî hükmün indiği belirtiliyor.
Şu halde A'raf
sûresinde ise, Nûh kıssası yedi maddede özetlenmiş ve u olaydan bizlere
verilmek îstenen mesajları bilmemizin gereği ürerinde durulmuştur. Onları şöyle
sıralayabiliriz:
1— Her
ülkede toplumu dejenere edenler, ahlâk ve fazileti yıkanlar ilahi buyrukları
hice sayanlar, o ülkenin daha çok şımarık ileri ge-lenleridir.Buna çok dikkat
edi!meli ve '9 başına getirilecek kadroda her şeyden önce dinî ahlâk ve fazilet
ışığının mevcudiyeti aranmalıdır.
2— Her
ülkede inkâr ve cehaletin izleri bulunabilir. Ama buna pas verildiği veya kendi
haline terkedildiği takdirde, ileride büyüyüp bir çığ olabilir O bakımdan yeni
kuşakları ahlâklı, faziletli, bilgili ve dindar yetiştirmemiz farzdır.
3— Hiçbir
peygamber dengesiz ve sapık olamaz.
Çünkü genellikle peygamberler günah ve isyandan, yalan ve iftirada
bulunmaktan korunmuşlardır. Onlar her bakımdan ilâhî terbiye ve ahlâkin
yeryüzünde mümessilleridirler.
4— Her
peygamber aldığı görevi kusursuz yerine getirir ve her peygamber öğüt verir,
hayırhah davranır ve söyledikleriyle, telkine çalıştıkla-rıyla önce kendileri yaşarlar.
Peygamber yolunda yürüyen din mürşitlerinin de tavrı bu olmalıdır.
5— Peygamber,
Allah'tan alıp din adına konuşan bir elçidir. Bizler de ilâhî kitaptan,
Peygamber sünnetinden alıp din adına konuşmakla em-rolunmuşuzdur. Buna
kendimizden ne bir şey katabiliriz, ne de ondan bir şey değiştirebiliriz.
6— Her
peygamber kendi milletinin içinden seçilmiştir. Daha rahat, daha iyi anlatması
ve onlarla uyum sağlaması söz konusudur, O bakımdan din mürşitlerinin şive ve
kültür farkı dikkate alınmalıdır.
7— Zafer mutlaka hakkındır; üstünlük de,
dosdoğru inanan ve kendini Hak yoluna adayan mü'minlerindir.
Aynı kıssa Hûd
sûresinde :'
a) Nûh
Peygamberin açık bir uyarıcı olarak kavmine gönderildiği; on-laFa, Allah'a
tapmalarını önerdiği, bunun aksine bir yol tutmanın elim bir azaba yol açacağı
hatırlatılıyor. Böylece Nûh Peygamberin hem sınırı belirleniyor, hem de
görevinin ne olduğu açıklanıyor.
b) Kavminin
ileri gelenlerinin onu kendileri gibi bir insan olarak gördükleri
anlatılırken, onların, Allah tarafından gönderilen bir peygamberin ancak melek
olması gerektiğine inandıklarına işaret ediliyor. A'raf sûresinde bu husustan
söz edilmiyor.
c) Nûh
Peygambere İnanıp uyanları aşağılıkla suçluyorlar. Onlara göre, mal ve makam,
soy-sop sahibi olmayanlar toplumda en aşağı tabakadır. Yine A'raf sûresinde
bundan bahsedilmiyor.
d) Nûh kavmi
üstünlüğü, erdemliği, imân, ahlâk ve fazilette değil, birtakım dünyevî
nîmetlere erişmede görüyorlar ve o yüzden Nûh Peygamberi v© imân edenleri
yalancılıkla suçluyorlardı. A'raf sûresinde bu hususa atıf yapılmamıştır.
e)
İnsanların idrâk ve irâdeleri harekete geçirilip yönlendirilerek yola aetiri I
meleri, *öblîğ ve irşat metodu olarak işleniyor. Bunca âyet, belge ve delillere
rağmen Hakk'ı kabul etmiyenleri zorla dine sokmanın uygun ve yararlı bir metot
olmadığına işaretle mürşitler uyarılıyor. Böylece A'raf sûresinde geçen
işaretten çok farklı bir hüküm ortaya çıkıyor.
f) Nûh
Peygamberin uyarı ve irşadına karşılık hiçbir ücret ve mal istemediği,
başarılı olsun, olmasın mükâfatının sadece Allah'a ait olduğu açıklanıyor. O
nedenle din mürşitlerinin mümkün olduğu, şartlar el verdiği nisbette irşat
ettikleri kimselerden bir şeyler almamaları ilâhî bir kural olarak
hatırlatılıyor.
g) Nûh Peygamberin, kendisine inanıp uyan
mü'minleri hiçbir zaman, şunun,
bunun hatırı için huzurundan kovmadığı, ilgisini azaltmadığı belirtiliyor. Onun
için, Allah'a dosdoğru inananlara, her zaman saygılı ve itibarlı gözle
bakılmasına işaret ediliyor. A'raf sûresinde bu hususa işaret edilmiyor.
h) İnkâr,
azgınlık ve haksızlığın, ahlâksızlık ve şarlatanlığın cehaletten, baba ve
dedelerin yoluna körü körüne uymaktan; aklı ve idraki harekete geçirmemekten
kaynaklandığı çok anlamlı ve duyarlı bir ifadeyle anlatılıyor.
i) İnkâroı
sapıklara, hakkı ret ve inkâr edenlere yaranmaya çalışanların veya onları
kendilerine dost edinenlerin Cenâb-ı Hak'tan yardım gö-remiyeçekleri
açıklanıyor. A'raf sûresinde bu husustan da söz edilmiyor.
k)
Peygamberlerin görevleri, yetkileri ve yetkilerinin sınırları konu edinilerek
Allah'ın hazinelerinin onların elinde olmadığı haber veriliyor; aynı zamanda
meleklerden peygamber gönderilmediği ve Allah bildirmedikçe peygamberlerin
gaybi bilmedikleri üzerinde duruluyor. Böylece mürşitlerin yetki sınırlarının
ne olabileceği hakkında bir ön bilgi veriliyor.
Görüldüğü gibi,
Kur'ân'da gerçek anlamda tıpatıp bir tekrar yoktur, tekrar sanılan her olayın
ayrı safhaları, başka başka hikmetleri söz konusudur. O bakımdan A'raf
süresindeki yedi maddelik beyâna dayanarak tesit ettiğimiz mesajlarla, aşağıda
sıralayacağımız Nûh kıssasından tesbit ettiğimiz mesajlar arasında da hayli
farklar mevcuttur:
1— Şartlar
ve ortam elverdiği ölçüde Allah'ın son dinini yaymaya çalışmak peygamber
mesleğidir ve en şerefli bir meslektir.
2— kalbini
ve vicdanını bütünüyle dünyalığa çevirip kutsal değer-3 ilgisini kesen küfrün
elebaşılarının alaylı sataşmaları, küçük düşü-
rücü anlamdaki
sözleri, kınama ve tehditleri, Allah yolunda hizmet eden kişilerin azmini,
hevesini kırmamalı, bilâkis azimlerini ve heveslerini artırmaya vesile
olmalıdır.
3— İslâm her
yanıyla yüksek anlamda ilim ve irfan, edep ve terbiye sevgi ve saygı dinidir.
Onu bilimsel araştırma konusu haline getirip doyurucu, susturucu belge ve
kanıtlarla işlemek vaciptir Zira İslâm'ın genel yapısı buna çok müsaittir.
4— Dine
hizmeti geçim vasıtası haline getirmemek gerekir. Hi?meti imkânlar el verdiği
nisbette Allah'ın hoşnutluğunu kazanma doğrultusunda sürdürmek başarının ilk
ve son adımıdır. Bununla daha çok dine hizmeti kişisel çıkarlara alet etmemek
kasdedilir.
5— Mü'minlere, sosyal durumları ne olursa olsun,
üstün değer vermek, onları her zaman inkarcı maddecilere, ikiyüzlü münafıklara
tercih etmek ve sırası geldikçe kendilerini onore edip desteklemek farzdır.
6— Allah'ın dinine hizmeti, gaybı biliyorum
iddiasıyla değil, gaybe inanıyorum beyanıyla tevazu, teslimiyet ve mahviyet
içinde sürdürmek peygamberlerin değişmeyen şiarıdır. Onlara bu hususta da
uymak vâoiptir.
7— Gayr-i
müslimlere, inanmayan liderlere yaranmaya özenmek, dine ve ona hizmete zarar
verir. Bunlardan sakınmak gerekir.
Görüldüğü gibi,
Kur'ân'da anlatılan her kıssada nice hisseler ve öğütler yer almaktadır.
Onları bir hikâye gibi değil, üzerinde durarak, inceliye-rek, hikmetini
araştırarak okumak şarttır. Aynı zamanda Allah kelâmını kuru bir mealden
okuyup öğrenmek de mümkün değildir. Mutlaka sistemli, düzenli ve plânlı
yazılmış bir tefsirden yararlanmak suretiyle onu anlamaya çalışmak gereklidir.
Unutmamalıyız ki, hiçbir kıssa, âyet ve konu boşuna yazılmamış, hiçbir tekrar
hikmetten uzak tutulmamıştır. [55]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkları, maddeci ahlâksızları uyarmak, mü'minleri müjdelemek için Nuh
Peygamber'in kavmiyle olan mücadele safhaları anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
aynı kıssanın diğer önemli bölümleri anlatılarak sonunda Hak'tan yana olanların
başarıya eriştiği, küfür ve tuğyanda ısrar edenlerin kökünün kesildiği
belirtiliyor ve böylece hem Mekke'de sıkıntılı günler geçiren mü'minlere
ferahlatıcı müjde veriliyor, hem de yaşamakta olan inkarcı kavim ve milletler
uyarılıyor. [56]
32— (Kavmi ona:) «Ey Nuh! dediler, cidden bizimle
tartışıp uğraştın ve bizimle uğraşmanı çoğalttın (ileri gittin). Eğer
doğrulardan isen şu bizi tehdit edip durduğun (azabı) getir.»
33— Nûh: «Onu size ancak, dilerse Allah getirir;
Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.
34— Eğer Allah, sizi azdırıp yok etmek istese,
ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size bir yarar sağlamaz. O sizin
Rabbınızdır ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
35— Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: «Eğer
onu uydurdumsa, günah ve vebali benim üzerimedir ve ben sizin işlediğiniz günah
ve vebalinizden beriyim,»
36— Nuh'a, senin kavminden imân edenlerden
başkası, şüphen olmasın ki (sana) inanmıyacaktır. Artık onların işleyegeldiklerinden
dolayı üzülüp tasalanma.
37— Gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda
gemiyi yap ve sakın zulmedenler hakkında bana hitapta bulunma; çünkü onlar
mutlaka boğulacaklardır, diye vahyolundu.
38— Nûh gemiyi yapmaya başladı; kavminin ileri
gelenleri yanından geçtikçe onu alaya alıyorlardı. Nûh onlara: «Bizimle alay
ediyorsunuz; bizimle alay ettiğiniz gibi biz de (yakında) sizinle alay
edeceğiz.
39— İleride rüsvay edici azabın kime geleceğini
ve kalıcı azabın kimin üzerine ineceğini anlayacaksınız» dedi.
Nûh Peygamberin (A.S.)
kavmiyle olan sürtüşme ve tartışmasının, uyarı anlamındaki mücadelesinin uzun
sürdüğü bir gerçektir. Böylece uzun yıllar hakka davet eden, inkarcıları, bir
olan Allah'a inanmaya çağıran Nûh Peygamberin yıllara dayalı teblîğ ve irşadı,
inkarcı sapıklara bıkkınlık verecek bir noktaya gelip dayanmıştı. Zira her
şeyi mubah sayan inkarcı maddeciler, hürriyetlerini sınırlayacak, isteklerinin
meşru olmayanlarını frenliyecek dine ilgi göstermeyi kendi aleyhlerine bir
dönüş kabul ediyor, o bakımdan Nûh Peygamberin öğütlerine kulak vermiyorlardı.
Onlara bu kadar uzun
bir sürenin ayrılması, şüphesiz ki ilâhî rahmetin bir tezahürü idi. Çünkü
O'nun rahmeti gazabının önünü almıştır; bu ezelî bir kanundur ki, değişmez;
yani koyduğu kanunları, hazırladığı plân ve programı kendisi bile bozmaz ve
değiştirmez. Ama ne yazık ki, her uyarı bir tepki, her öğüt bir usanç ve
bıkkınlık doğurmuş ve bütün uğraşmalar ve didinmeler aradaki mesafeyi açmaktan
başka zahiri bir sonuç vermemişti. Ancak unutmamak gerekir ki, bir de olayın
ve devam eden uzun mücadelenin insanlıktan yana sayılmayacak kadar olumlu
sonuçlar doğurduğu, kıyamete kadar gelecek olan milletlere öğüt ve ibret dolu
unutulmaz bir tablo meydana getirdiği cok açıktır.
Toplum uyarılma
düzeyinde bu noktaya gelince, artık teblîğ ve irşadın, uyan ve öğüdün fayda
vermeyeceği, onları ıslâh edemiyeceği kesinlik kazanır. Bu durumda mürşit başka
bir irşat yeri ve ortamı aramak, ya da inecek olan ilâhî hükmü (azabı) beklemek
arasında serbesttir. Ama birinci şıkkı tercih etmesi daha uygundur. Tıpkı
İbrahim Peygamber'in ve son olarak Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yaptığı gibi..
Nûh kavmi de her şeye
rağmen inkâr ve ahlâksızlığın, zulüm ve haksızlığın son kertesine gelip
dayanmış, yapılacak başka bir şey kalmamıştı. Nûh Peygamber (A.S.) kendine
düşeni yapmış, bütün imkân ve gücünü kullanarak ilâhî buyrukları teblîğe
çalışmıştı. Gerisi Allah'a kalmıştı; O'nun hükmünü beklemekten başka bir yol
söz konusu değildi.
Ne var ki,
peygamberler ancak ilâhî emirle hareket ederler, kendiliklerinden bir karar
vermeye me'zun değildirler. Onun için Nûh Peygamber bir tarafa ayrılamadı.
Va'dedilen azabın gelmesini, alaylı bir ağızla isteyen kavmine, «Allah sizi
azdırıp yok etmek isterse, vereceğim öğüt bir yarar sağlamaz» diyerek, Allah'ın
ezelî ilminin bu azgınların doğru yolu seçmi-yeceklerinin tesbitini, ileride
itiraz etme sebeplerinin ortadan kalktığını öğrenmekle pek yakında azabın
ineceğini biliyordu.
Ama aynı durum bir
mürşit için geçerli değildir; yani uzun süre yaptığı irşat ve teblîğden olumlu
sonuç alamadığı takdirde, ilâhî emrin inmesini bekler gibi bir karar vermesi
gereksizdir. Çünkü vahiy ancak peygamberlere inmiştir, o bakımdan peygamberler
böyle durumlarda da Allah'ın emrini bekler, kendiliklerinden bir karar
vermezlerdi. Mürşit ise, kendiliğinden bir karar verebilir, dilerse, bekler,
dilerse ayrılıp başka bir yer aramaya koyulur.
Allah'ın Nûh kavmini
azdırıp yok etmesinin anlamı ise, şöyledir: Allah'ın insana kâinat plânında
ayırdığı yeri bildirmesine rağmen insanlar slirlenen noktada yerlerini almaz,
hayat kanunlarına uymaz; gönderdiği Peygamberlerin yol gösterici, akla ışık
tutucu sözlerine kulaklarını tıkar,
mevcut ortam İçinde akıllarını,
idrâklerini kullanmazlarsa, ilâhî hidâyetin tecelli edeceği sınıra kendilerini
getirmemiş olurlar. Böylece inkâr ve azgınlık kertesine sürüklenip ilâhî
azabın inmesini çabuklaştıran noktada karar kılarlar ve o takdirde kendilerine
zulmetmiş sayılırlar. İşte Allah'ın onları azdırıp saptırmasının gerçek anlamı
ve yorumu budur. [57]
İlâhî üslûbun
Kur'ân'daki parlak özelliklerinden biri de, bir olay, ya da kıssayı anlatırken
ara yerde -dikkatleri toplamak, konunun canlılığını korumak ve olayın ne amaçla
anlatıldığına işarette bulunmak için- değişik bir konuya geçmesidir. Aslında
ara yere serpiştirilen ikinci konu asıl konudan kopuk başka bir konu değil,
onu tamamlayan ve hikmetinin anlaşılmasına yardımcı olan ek bir konudur.
Nitekim Nuh Peygamber {A.S.) kıssası henüz bitmeden ara yere Mekkeli
müşrikleri, daha çok onların elebaşılarını, olayın vereceği tesirle uyarmak,
Hz. Peygamber'in (A.S.) arkadaşlarının imân ve irfanlarını artırmak maksadıyla
şu cümleye yer verilmiştir : «Yoksa (Muhammed) onu (Nûh kıssasını veya
Kur'ân'ı) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer onu uydurdumsa günah ve vebali benim
üzerimedir ve ben sizin işlediğiniz günah ve vebalinizden beriyim.»
Bu uyarıdan sonra yine
asıl konuya geçiliyor. Allah ezelî ilmiyle yaptığı tesbitin hükmünü
bildiriyor: «Nuh'a, senin kavminden imân edenlerden başkası, şüphen olmasın ki
(sana) inanmayacaktır. Artık onların işleye geldiklerinden dolayı üzülüp
tasalanma.» Zira gerçekten sen tebliğ ve irşat görevini yerine getirmiş
bulunuyorsun. «Gözetimimiz altında gemiyi yap ve sakın zulmedenler hakkında
bana hitapta bulunma; çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır, diye vahyofundu.»
Gemi yapılırken de
onların inkâr ve ahlâksızlığı, alay ve sataşması devam etti. Akıl ve
idrâklerini kullanıp da, aklî melekesi tam yerinde olan ve hayatında hiç yalan
söylemeyen Nûh Peygamberin gemi inşa etmesinin nedenini, hikmet ve esrarını
anlamak istemediler, sadeoe o kesimde deniz olmadığını düşünerek işi alaya
alıp geçtiler. Sonunda olan oldu, ilâhî hüküm ezelî plânını kusursuz uyguladı.
Aklını, idrâkini, vicdanını bir türlü gerçeği anlayıp bulma doğrultusunda
kullanmayan, Peygamber tebliğine kalp ve kafasını kapalı tutan Nuh kavmi
bütünüyle yok edildi. [58]
Yukarıdaki âyetlerle
Nûh (A.S.) kıssasının önemli birkaç safhası, ibretli yanı anlatılarak inkarcı
maddeciler, Allah'a ortak koşan şaşkınlar uyarıldı. İlâhî hükmün nasıl plânlı
ve programlı tecelli edeceğine dikkatler çekildi. Dolayısıyla mü'miniere hem
müjde verildi, hem de bunalanlar teselli edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
tufan olayının ibretli yanları anlatılıyor, hayvanların korunması çok anlamlı
bir ifadeyle işleniyor, Allah'a inanmayan evlâdın ilâhî hışma uğramasına
üzülmenin bir yararı olmadığı, aksine üzülüp tasalanan babayı günahkâr edeceği
hikmetiyle anlatılıyor. Gemi hedefine ulaşınca, ilâhî emir ikinci defa tecelli
edip suların çekilmesinin sağlandığı, sonunda hiçbir zayiat vermeden Nuh'un
(A.S.) gemisinin Cudi'de karar kıldığı çok açık biçimde belirtiliyor. [59]
40— Sonunda emrimiz gelip tennur kaynamaya
başlayınca (Nuh'a) dedik ki: «Her (hayvanın) dişi ve erkeğinden ikişer taneyi
ve aleyhinde (ilâhî) hüküm geçmiş olanlar dışında aileni ve imân edenleri
gemiye yüklet (bindir)!» Ne var ki, beraberinde imân edenler pek az kimseler
idi.
41— Nuh,
«Bininiz ona; yüzüp yürümesi de, demir atıp durması da Allah'ın adıyladır.
Şüphesiz ki Rabbim, çok bağışlayan çok merhamet edendir.» dedi.
42— Gemi,
içinde taşıdıklarıyla birlikte dağ gibi
dalgalar arasında
yüzüp yol alıyordu.
Nûh, ayrı bir yere çekilen oğluna, «oğulcağızım! bizimle beraber (gel) gemiye
bin, kâfirlerle beraber olma.» diye seslendi.
43—o, «ben
az sonra bir dağa sığınırım, o beni sudan korur» dedi.
Nûh ona: «Bugün
Allah'ın emrinden koruyacak (hiçbir güç ve yardımcı) yoktur; ancak O'nun
merhamet ettiği müstesna.» derken aralarına dalgalar) girdi ve o da
boğulanlardan (biri) oldu.
44— Ey yeryüzü! suyunu yut; ey gök; sen de
(suyunu) tut, denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi CÛDÎ üzerinde yöntemli
şekilde durdu. O zâlimler topluluğuna da «rahmetten uzak olun!» denildi.
45— Nûh, Rabbına (yanık bir yürekle) seslendi:
«Rabbim! doğrusu oğlum benim dilemdendi. Şüphesiz ki senin va'din haktır ve
sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin» dedi.
46— Allah ona: «Ey Nûh. şüphesiz ki, o senin
ailenden değildir; çünkü onun (yaptığı) cidden sâlih (iyi-yararfı) bir âmel
değildi. Artık (içyüzünü) bilmediğin bir şeyi benden isteme. Bilgisizlerden
olmayasın diye gerçekten sana öğüt veriyorum» buyurdu.
47— Nûh dedi ki: «Rabbim! bilmediğim bir şeyi
senden istemekten yine sana sığınırım; eğer beni bağışlamaz ve merhamet
etmezsen elbette zarara uğrayanlardan olurum».,
48— Denildi ki: «Ey Nûh! bizden sana ve seninle
birlikte bulunan mü'minlere (topluluklara) bîr selâmet ve çok bereketlerle
gemiden in.. İleride nice ümmetleri de geçindirip yararlandıracağız; sonra da
bizden onlara elem verici azap dokunacak.
1— Her
peygambere olduğu gibi, Nûh Peygambere de inananlar az idi. Çünkü Allah'ın
beyân buyurduğu ölçü ve anlamdaki imân, kişinin si-ırsız hürriyet arzularını ve
bu yoldaki aşırılıklarını frenleyip meşru şınır-r içine sokar. Gemi azıya alan
şehvetine yine meşru' ölçülerle yön verir, düzenli, disiplinli bir hayat
sürmesini emreder. Kendini bütünüyle hayvanı duyguların tesirinden
kurtaramayanlar, ilâhî dine inanmak istemezler, üstelik karşı çıkıp tesirini
gidermeye çalışırlar.
2— Herhangi bir vasıtaya binerken Allah'ın adını anarak
ayak basmak ve selamet ve bereket kapılarının açılmasına sebep olur. Özellikle
gemi uçak ve diğer motorlu araçlara binerken Nûh Peygamber'in (A.S.) kul-
landığı sözleri aynen
söylememize işaret ediliyor:
«Yüzüp yürümesi de, demir
atıp durması da Allah'ın adayladır. Şüphesiz ki Rabbım çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.»
3— Evlâdın sapıklığından dolayı babasını,
babanın sapıklık ve küfründen dolayı evlâdını kınamamak gerekir. Ergen
oluncaya kadar kendisine aiiesince dinî esaslar ve prensipler, ahlâkî kurallar
öğretilen bir evlâda karşı anne-baba görevlerini yapmış sayılırlar. Gerisi o
evlâdın anlayış ve irfanına, Allah'ın da hidâyet ve takdirine kalır.
Bu husustaki ilâhî
sünnet ise, şöyledir:
Çocuğu ergenlik cağına
kadar dinî kültürle beslemek, meşru ölçüler içinde olan millî kültürle
desteklemek ve kendi günlük yaşantılarıyla en güzel örnek olmaya çalışmak
ana-babantn görevidir. Bundan sonrası Allah'ın hidâyet ve inayetine bağlıdır.
Öyle ki artık mükellef düzeye gelen gencin kalbi Allah'ın iki kudret ve rahmet
parmakları arasında bulunur, O, onu dilediği gibi çevirir. Tabii bu çevirme,
gene kişinin inanç, anlayış, idrâk ve basiretine göre gerçekleşir.
Uzun yıllar kavmini
uyarıp onları her yönden irşada çalışan bir peygamberin, oğlunu, eşini ve
yakınlarını ihmal etmiş olması düşünülemez. Nûh Peygamber kendi imkân ve
iradesiyle varılması gereken sınıra kadar gelmiş, beşer gücünün yettiği noktaya
kadar hizmetini sürdürmüştü. Bundan sonrası oğlunun ve eşinin kendilerini ona
lâyık düzeyde tutmalarına ve Allah'ın yüksek takdirine kalmıştı.
4— Baba-oğul bağı ve ilgisi pek çabuk kopmuyor;
son deme kadar ümit besleyen Nûh Peygamber, gemi hareket edince bir defo daha
âsi, günahkâr oğluna seslenme duygusundan kendini alamıyor. Oysa ilâhî hüküm
kendisine daha önce bildirilmiş ve «Her (hayvanın) dişi ve erkeğinden İkişer
taneyi ve aleyhinde (ilâhî) hüküm geçmiş olanlar dışında aileni ve imân
edenleri gemiye yüklet (bindir)!» mealinde, ifâdesini bulan ilâhî beyânla
gemiye bindirilecek olanların kimler olacağı acık şekilde belirlenmişti. Buna
rağmen evlât sevgisi, yaşlı peygamberin şefkat duygusunu son bir defa daha
kamçılamış ve onu gerçekleşmiyecek bir dilekte bulunmaya sevketmişti.
Sonuç olarak, küfür,
babaya oğlunu, kan ile kocasını birbirinden uzaklaştıran başlıca sebepler
arasınuu yer alıyor. Böylece aile yapısında fertleri birbirine bağlayan manevî
bağların çu«j kopmuş oluyor, arada sadece zahirî ilgiden başka fazla bir şey
kalmıyor.
5— Bir bölgede yağmurun yağması, sellerin
oluşması şüphesiz ki belli kanunlara ve bağlı bulunduğ ' sebeplerin bir araya
gelip gerçekleşmesine bağlıdır. Ama unutmamak gerekir ki, belli ve zahirî
sebeplerden başka bir de batınî sebepler söz konusudur. Sonra da bütün illet ve
sebeplerin ucu Allah'ın kudret elinde ve O'nun mutlak tasarrufu altında bulunuyor.
Normal tabii olayların dışında olağanüstü olaylar meydana getirmeyi
dilediğinde, «kün=pl!» emriyle sebep ve illete ' oluşturup harekete geçirir.
Kur'ân'da ilgili âyette bu husus cok net bir anlatımla şöyle açıklanmaktadır:
«£y yeryüzü! suyunu yut; ey gök! sen de (suyun^ *'it, denildi. Su çekildi, iş
bitirildi ve gemi Cûdî üzerinde yöntemli şekilde durdu...»
6— İmân ile küfür birbirinin karşıtıdır; bir
kişinin kalbinde biraraya gelmeleri mümkün değildir; o bakımdan imân gelince
küfür gider, küfür gelince imân ayrılır, tıpkı gece ile gündüz, karanlık ile
aydınlık gibi. O bakımdan küfür karanlığı Nuh ile oğlu arasına girince
aşılması zor bir set halini aidi; baba daha aydınlık günlere, sonsuz
mutluluklara doğru ilerlerken oğul karaniıkfar içinde her şeyini kaybedip yok
oldu. Aücîı Nuh'a (A.S.) bu hususta şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki, o senin
ailenden değildir...»
7— İç yüzünü bilmediğimiz bir şeyi olumlu, ya da
olumsuz yönden Allah'tan istememiz, doğru ve isabetli bir düşünce ürünü
değildir. O halde o gibi durumlarda işin hayırlı olanını dilemek en sağlıklı
hal çaresi ve dilekte bulunma yöntemidir.
8— Nûh Peygamberin (A.S.) gemisinde yer atan
insanların üreyip zamanla birçok ümmetler meydana getireceği biraz kapalı bir
anlatımla haber verilmiş ve ne yazık ki, onlardan çoğunun doğru yoldan sapıp
bâtılı temsil edeceklerine dikkatler çekilerek gelecekle ilgili haber verilmiştir. Böylece tufandan sonra o
bölgedeki kabile ve milletlerin yalnız Nûh Peygamberin üc oğlundan değil,
gemiye alınan diğer insanlardan üreyip meydana geldiği belirtilmiş ve bu
hususta aniatıiagelen birçok yanlış görüş ve yorumlar tashih edilmiştir. [60]
«Sonunda emrimiz gelip
tennur kaynamaya başlayınca....»
Tennur tabiri üzerinde hayli durulmuş ve farklı
yorumlar yapılıştır. Biz onları özetliyerek aşağıya naklediyoruz
1—Yeryüzü
an'am'na gelir. Nitekim Arapların çoğu yeryüzünü böyle aaiand.rm.şlard.r. |bn
Abbas (R.A.), İkrime, Zührî ve İbn Üveyde- de aynı görüştedirler. Böylece
«tennur kaynadı»dan maksat, yeryüzünde, yağan yağmurdan dolayı sular sel halini
alırken, yeraltı kaynakları da diğer yandan fışkınp önüne geçilmez birdeniz
oluşturuyordu anlamt ortaya çıkmaktadır.
2— İçinde ekmek pişirilen tandır
ve fırın demektir. Rivayete göre, Hz. Nuh'un, Havva
anamızdan mîras kalma taştan oyulmuş bir tandırı bulunuyormuş. Tufanın
kopacağına ilk belirti olarak o tandırın içinden su kaynayıp çıkması
gösterilmiş. Nitekim el-Hasan, Mücahit ve Atiy-ye bu yorumu ve senetsiz
rivayeti uygun görmüşlerdir.
3— Gemide suyun toplanıp biriktiği yer,
demektir.
4— Fecrin doğduğu zaman, demektir. Zira tennur,
«tenvîr» kökünden türetilmedir. Fecrin doğup ufuğu aydınlattığı vakit
anlamıyla iigi-şi pek yakındır. Nitekim Hz. Ali (R.A.) bu yorumu tercîh
etmiştir.
Küfe Mescid'i
kasdedilmiştir. Bunun da Hz. Ali (R.A.) ile tabiînden Mücahid'den rivayet
edildiği söylenir. Küfe Mescid'inden, onun tam bitişiğindeki tandır
kasdedilmiştir. Ne var ki, ilim adamlarının çoğu bu yorumu benimsememişlerdir.
6— Yeryüzünün yüksekçe kısımları demektir.
Katade de aynı görüştedir.
7— Arap Yarımada'sındaki pınar kasdedilmiş, diyenler olmuştur ki bu
pınara «Aynü'l-Verde» denilir. Şam dolaylarında olduğu söylenir.
Ama en doğrusunu Allah
daha iyi bilir.. [61]
Tevrat'ın Tekvin
bölümünde bu tarihî olay geniş biçimde anlatılır. Ancak Allah'tan indiği gibi
korunmadığı ve o yüzden sonraları bazı ilim adamları tarafından derlenip
toplandığı için birçok bölümlerinde olduğu gibi, ilgili bölümde de hayli
yanlışlara yer verilmiştir. Tufanın bütün yeryüzünü bir baştan bir başa
kapladığından söz edilir ki, bu doğru değildir. Zira Nûh Peygamber (A.S.)ın
sadeee bir bölgedeki insanlara uyarıcı ve tebşir edici bir resul olarak
gönderildiği kesindir. O takdirde Nûh Peygamberin yüzünü görmeyen, sesini
işitmeyen ve davetinden haberi olmayan kabile ve milletlerin günahı ne? Oysa
Kur'ân'da Cenâb-ı Hakk'ın Jdu konuyla ilgili âdetuilaht şöyle açıklanmıştır:
«Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz.» [62]
«Rabbın kasabaların ana yerleşim yerlerine 3 amber göndermedîkçe o kasabaları
yok etmiş (ve edecek) değildir. Ve biz, halkı zalimler olan kasabalardan
başkasın» da yok ediciler değiliz.»[63]
Ayrıca Tevrat'ta bu
konuyla ilgili değişik bazı bilgilerde verilir: Nuh'un [AS) tufan sırasında 600
yaşında bulunduğu, huyvanlardan ikişer çift değil, yedişer çift seçilip gemiye
alındığı, Tufan'ın kırk gün sürdüğü, yeryüzünde hareket eden bütün canlıların
öldüğü ve geminin ARARAT dağı üzerine oturduğu anlatılır.. [64]
Ararat, bugünkü
Ağrı'nın eski ismidir. Kur'ân'da ise, Cûdî dağından söz edilmektedir. Nûh
Peygamber'in tufanda kullandığı geminin bu dağ üzerinde yöntemli şekilde karar
kıldığı anlatılır.
Bilindiği gibi, Cûdî
dağı. Güneydoğu Anadolu'da Şırnak ve Silopi ilçe merkezleri arasında denizden
yüksekliği 2089 metredir. Bu dağın dolaylarında çivi yazısıyla hazırlanmış
Asur yazılarına rastlcndiğı da söylenir.
Nûh Peygamber'in
(A.S.) Ağrı yöresinde değil, Irak-Suriye bölgesinde tebliğ ve irşat görevini
sürdürdüğü bilinmekte ve bunu kanıtlayan bazı belgelerden de bahsedilmektedir.
Böylece Kur'ân'da
olayın en önemli ve ibretli yanlan, öğüt alınacak noktaları anlatılırken,
Tevrat'ta meydana gelen yanlışlar da düzeltilir. [65]
Yukarıdaki âyetlerle
Nûh kıssasından ve tufandan söz edildi. En ibretli safhaları anlatılarak hem
mü'minlere teselli verildi, hem de Mekkeli müşrikler bir defa daha uyarılmış
oldu.
Aşağıdaki âyetle, Nûh
Peygamber'in kıssası başta olmak üzere diğer birkaç kavmin kıssaları hakkında
ne Hz. Peygamber'in, ne de Mekkeli müşriklerin yeterli bilgileri olmadığı
bildiriliyor. Ancak vahiy ile onların ibret ve öğüt alınacak önemli safhaları
açıklanıyor. Böylece düşünebilen Herkesin dikkati tarihin derinliklerine
döndürülmek isteniyor. Arkasından mü'minlerin sabretmesi emredilerek, başarıya
ancak imân doğrultusunda Allah'tan korkup, her türlü fenalıktan, zulüm ve
azgınlıktan sakınanların erıştırlleceği müjdeleniyor. Böylece müşriklerin
Mekke'de kurdukları küfür saltanatının pek yakında başaşağı geleceğine işaret
ediliyor. [66]
49— İsjte
bunlar, sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb ile ilgili haberlerdir. Daha önce ne
sen bunu biliyordun- ne de kavmin biliyordu. Öyleyse sen de sabret. Sonunda
kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakınanlardır.
«İşte bunlar, sana
vahiy ile bildirdiğimiz gayb ile ilgili haberlerdir.»
İlgili âyetle, Nûh
(A.S.) kıssasının o güne kadar gerçek ve sağlıklı yanını bilenlerin
bulunmadığı açıklanıyor. Arapların bu konuda bildikleri, birtakım hikâyelerden
ve Tevrat'ta yazılı olanların abartılarak nakledilmelerinden ibaretti. Kur'ân
ise, olayın bilinmiyen gerçek tarafını gaybî bir bilgi olarak vererek hem
tarihçilere sağlıklı bilgi ulaştırmış oluyor, hem de Tevrat'taki ve halk
arasındaki yanlışları düzeltiyor; konuyu mecrasından çıkartıp hurafelerle
süsleyenlerin önüne bir set çekmek suretiyle ilâhî hükmün tecelli ölçüsünü
öğretiyor.
Ayrıca, yukarıda
değindiğimiz gibi, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerine, yakında kendilerine
bir azabın ineceği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. Arkasından da hem Peygambere
(A.S.), hem de arkadaşlarına sabır tavsiye edilerek ilâhî hükmün mutlaka
gerçekleşeceği müjdeleniyor. Kurtuluşun, başarı ve zaferin imân temeli
üzerinde gelişen sabır ve takvada olduğu açıklanarak mü'minlerin bu iki
fazileti elden bırakmamaları tenbîh ediliyor.
[67]
50— Âd (kavmine) de kardeşleri Hûd'u (peygamber
olarak) gönderdik.. «Ey kavmim, dedi, Allah'a tapın; sizin O'ndan başka
ilâhınız yoktur. Siz ancak yalan uydurup duruyorsunuz.
51— Ey kavmim, buna karşı sizden bir ecir (hizmet
karşılığı bir ücret) istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yoktan yaratana
aittir. Artık ak-lınızı kullanmaz mısınız?
52— Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanmanızı
dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki, üzerinize bol yağmur göndersin;
kuvvetinize kuvvet katarak gücünüzü artırsın; siz de artık günahkâr suçlular
olarak (O'ndan) yüzce* virmeyin.»
53— «Ey Hûd! dediler, sen bize acık bir belge
(mu'cîze) getirmedin, bu yüzden senin sözünden dolayı tanrılarımızı bırakacak
ve sana da imân edecek değiliz.
54— Bizim sana sözümüz ancak şudur: Tanrılarımızdan
bir kısmı seni fena halde çarpmıştır.» O da: «Ben, Allah'ı şâhît ediniyorum ve
siz de şahit olun ki, ben sizin, Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuklarınızdan
beriyim.
55— Artık hep birlikte benim için dilediğiniz
tuzağı kurun, sonra da bana hic süre tanımayın.
56— Doğrusu ben, benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz Allah'a güve' nip dayanmışımdır. Hiçbir canlı yoktur ki Allah onun
perçeminden tutmuş
bulunmasın, (her şeyin
dizgini O'nun kudret elinde bulunuyor). Şüphesiz Icl Rabbim dosdoğru yoldadır,
(buyrukları ancak doğruyu, iyiyi, güzeli, yararlıyı ve mutluluğu yansıtır).
57__ Eğer
yüzcevirirseniz, -gerçekten ben
size benimle gönderilen
(İlahî buyrukları)
tebliğ ettim- Rabbim, sizden başka bir kavmi yeriniz© getirir de siz ona
hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi gözetip
koruyandır,» dedi.
58__Buyruğumu
taşıyan hükmümüz gelince,
kendi katımızdan bir
rahmetle Hûd'u ve
onunla birlikte olan mü'minleri kurtardık; onları oldukça ağır bir azaptan
selâmete erdirdik.
59— İşte bu Âd kavmi, Rablarının âyetlerini
inatla inkâr ettiler, O'nun peygamberlerine karşı geldiler ve her inatçı
zorbanın emrine uydular.
60— Bu Dünya'da da, Âhiret'te de lanet peşlerine
takılıp kaldı. Haberiniz olsun ki Ad kavmi, Rablarını tanımayıp küfrü
seçtiler. Bilin ki Hûd kavmi Âd'a (ilâhî rahmetten) uzaklık olsun.
A'raf sûresinde de
belirttiğimiz gibi, bu kavim, Nûh (A.S.J kavminden sonra gelmiş ve Umman ile
Dahraman arasında bir yörede oturmuşlardır. Son yıllarda yapılan arkeolojik
kazılarda da bazı ip uçları elde edildiği söylenmektedir.
A'raf sûresinde aynı
olaya yer verilmiş, burada tekrar edilerek değişik bazı öğütler, ibretler ve
hikmetlere dikkatler çekilmiştir. Nûh (A.S.) kıssasında olduğu gibi, bu
kıssanın da konular arasındaki yerine ve akışına göre değişik önemii noktalar
üzerinde durulmuş, birbirinin tam tekrarı olmadığı anlaşılmıştır. Aralarındaki
farklı mesajları ve hikmetleri özetliye-cek olursak, şöyle sıralayabiliriz:
A'raf sûresinde :
1— Âd
kavminin önce Allah'a inanıp ibâdet etmeleri, sonra da O'ndan korkup
kötülüklerden, haksızlık ve azgınlıktan sakınmaları önerilmiştir. Zira ışın
başı, Allah'a dosdoğru imân edip O'na karşı kulluk görevini yerine getirmektir.
2- Kavmin
ileri gelen şımarıkları, Hûd Peygambere karşı gelmişler 1 onu beyinsizlik, geri
zekâlıkla, sonra da yalancılıkla suçlamışlardır.
3 - Hûd {A.S.) geri zekâlı olmadığını, aklî
dengesinin yerinde oldu-
ğunu hatırlatarak,
sadece Allah'ın buyruklarını tebliğ ile görevli bulunduğunu, bu açıdan hareketle
güvenilir bir öğütçü olduğunu belirtmiştir.
4— Allah'ın
bu kavme verdiği birçok nîmetler hatırlatılmış, şükretmelerinin gereği
üzerinde durulmuştur. Buna rağmen onlar babalarının dininden ve yolundan
dönmeyeceklerini, o bakımdan Hûd Peygamberin tehdit anlamında söz ettiği azabı
hemen getirmesini istemişlerdir.
5— İnkâr ve tuğyanda inat ve ısrar eden bu
kavmin azabı hakettik-leri; kendi elleriyle yontup isim verdikleri taştan,
ağaçtan yapılan putlara tanrı diye taptıkları üzerinde durulmuş ve bu açıdan
Mekke'nin ileri gelen mağrurları uyarılmıştır.
6— Hûd
Peygamberin gelen azaptan
kurtulduğu, inkarcı müşriklerin yok edilip köklerinin kazındığı
duyarlı biçimde açıklanarak hem Mekke müşriklerinin, hem de yaşamakta olan
inkarcı kavim ve - milletlerin düşünce ve idrâklerine ışık tutulmuş; gafletten
uyanmaları istenmiştir.
Hûd sûresinde ise:
1— Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
putperestlerin Allah'a karşı durmadan yalan uydurduklarına değinilmekte ve
böylece aynı hava ve anlayış İçinde bulunan Mekke müşriklerinin onlara
benzerlik gösterdiklerine işaret edilmektedir,
2— Hûd Peygamberin ilâhî
Buyrukları tebliğde ve bu açıdan dini hizmeti yerine getirmede, kavminden hiçbir ücret ve
karşılık beklemediği üzerinde durulmakta, sonra da inkarcılara akıllarını
kullanmaları hatırlatılmaktadır.
3— Hûd Peygamberin kendi kavmini tevbe ve
istiğfara, yani küfür ve ahlâksızlıktan vazgeçip pişmanlık duyarak Allah'a yönelmelerine ve O'ndan bağışlanma
dilemelerine davet ettiği, pişmanlık duydukları takdirde Allah'ın
rahmetinin ineceği anlatılmakta, böylece
ilâhî rahmetin her zaman gazabının önüne
geçtiğine işaret edilmektedir.
4— Buna
rağmen Âd kavminin küfür ve azgınlıkta ısrar ettikleri ve Hûd Peygambere
kesinlikle inanmayacakları belirtilmekte, inkârın önyargı haline gelince
değiştirilmesinin çok zor olduğuna atıf yapılmaktadır.
5— Hûd Peygamberin tebliğ ve irşat görevini
aralıksız sürdürmeye çalışması üzerine, kavminin, onun bâtıi ilâhların hışmına
uğradığını sanarak, putların Hûd'u fena halde çarptıklarını söylemekte bir
sakınca görmedikleri haber verilmektedir.
6— Hûd Peygamberin böylesine
çirkin suçlamalar karşısında,
kendisinin sadece Allah'ın elçilerinden bir elçi olduğunu beyânla Allah'ı şâh
edindiğine ve müşriklerle ilişkisinin olmadığına, onların inanç ve ölçüsü
hareketlerinden beri bulunduğuna yer verilmekte, böylece her peygambf rin
fetanet ve ismet sıfatlarıyla da ayrı bir özellik taşıdıkları belirtilmekti
dir.
7__ Hûd
Peygamberin aldığı görevi her şeye rağmen kusursuz deva ettireceğine ve bunun
için müşriklerin kendisine nasıl bir tuzak kuracal larsa hemen kurmalarını
önerdiğine atıf yapılmakta; o bakımdan her pe-gamberin aynı zamanda
emrolundukları şeyleri tastamam tebliğle yüküm bulunduklarına işaret
edilmektedir.
8— Müşriklerin aklını harekete geçirmek, düşünce
ufuklarını açma idrâklerine ışık tutmak için yeryüzündeki bütün canlıların
hayat ve meme rızık ve denge dizginlerinin Allah'ın kudret elinde bulunduğu,
her canlın istisnasız her an Allah'a muhtaç olduğu, Allah'ın ise mutlak ganiy
olup h bir şeye muhtaç olmadığı kevnî birer delil ve belge mahiyetinde gözlt
önüne serilmektedir.
9— Bütün uyarı ve irşatlara rağmen müşrikler yüz
çevirmeye deva ederlerse, Hûd Peygamberin fazla üzülmeyeceği, zira bir
peygamebr olı rak kendisine yükletilen görevi kusursuz yerine getirdiği, tebliğ
ve irşa sürdürdüğü en açık bir anlatımla işlenmektedir.
10— Sonra da Allah'ın onları yok edip yerlerine
başka bir kavmi g tireceği hatırlatılarak dönüş yapmaları istenmekte, kendi
kendilerine z lümden vaz geçmeleri dolaylı şekilde ihtar edilmektedir.
11— Sonunda olan olmuş, ilâhî hüküm tecelli edip
gerekeni yaprr ve böylece Âd kavminin kökü kazınıp yeryüzünden nesilleri
kesilmiştir.
İşte iki ayrı sûrede
aynı olayla ilgili kıssa, görüldüğü gibi farklı uy nlar, değişik öğütler ve
ibretler, başka başka hikmetler ve hükümler arze mektedir. O bakımdan Kur'ân'da
tekrar edilmiş gibi görünen her kıssa, il hî metodun bu müstesna işleyiş ve
anlatılışıyla idrakleri uyanık tutmakt hafızalarda meydana getirdiği izleri
derinleştirmekte ve değişik birçok h kümler ve hikmetleri beraberinde
taşımaktadır. [68]
1 Hemen her kavim ya da millet kendilerine
gönderilen Peygar
erlere karşı gelip
birtakım uygunsuz hareketler izhar etmişler ve im<
enlere kar5' hastane
davranıp haksızlıkta bulunmuşlardır. Bunun ned
ni bellidir: İçinde
mutlak şifa ve rahmet taşıyan ilâhî buyruklar ilk nazarda insana çok açı
gelir, tıpkı doktorun hastayı iyileştirmek için verdiği açı ilâç gibi.. Ama
gerek ilâhî beyân, gerekse doktorun verdiği aoı ilâç duygu çerçevesi içinde
değil, akıl ve idrâk yoluyla benimsenip uygulanırsa, şifası çok belirginleşir
ve kişiyi bir anda rahat ve huzura, güven ve ümide kavuşturur.
2— Ailah yolunda dine hizmet fahrî
yürütülmelidir. İşin kutsallığı, nezaket ve duyarlığı bunu gerektirmektedir.
Hele bir de imkânlar el verdiği takdirde manevî hizmetin yanısıra maddî
yardımda bulunarak insanlığın saadetinden yana olan dine iki yönlü hizmette
bulunmak büyük bir fazîlet ve mutluluktur.
3— İslâm dini daha çok akla seslenir, insan
idrâkini harekete geçirip uyanık tutmaya çalışır. Diğer hak dinler de bu metot
doğrultusunda zaman zaman bazı telkinlerde bulunmuşlar ve aklın değerini
dikkatten uzak tutmamışlardır.
4— Sıkıntılı, üzüntülü ve felâketlerin baş
gösterdiği günlerde mü'min-lerin daha çok tevbe ve istiğfarda bulunarak Allah'a
yönelmeleri gerekir. Yardım, rahmet, feyiz ve ferahlık ancak böyle inebilir.
5— İnkarcılar her devirde, din mürşitlerinden,
Allah'ın gönderdiği peygamberlerden olağan üstü belgeler ve âyetler
istemişlerdir. İslâm'ın olağan üstü belgesi ve eskimeyen mu'cizesi Kur'ân'dır.
Onu iyi anlamak ve anlatmak şarttır. Bunun için de hem ciddi bir eğitime, hem
de güçlü ilim adamı yetiştirmeye ihtiyaç vardır.
6— İnkarcı maddecilere, din düşmanlarına baş
eğmemek, hiç değilse taviz vermemek; yalnız kalınsa bile şartların ve ortamın
el verdiği oranda hizmeti seviyeli şekilde sürdürmek vaciptir.
7— Din mürşitleri, ilim adamları tebliğ ve irşat
görevlerini keza günün şartlarına göre ve gelişen ilim ve teknik de dikkate
alınarak metotlu şekilde yürüttükleri takdirde, İnkarcıların çokluğu ve
yürüttükleri sinsi faaliyetleri onları üzmemelidir. Çünkü onlar kendilerine
düşeni yapmış, fazîlet mücadelesinin feyizli ürünlerinin yetişmesi için lâzım
gelen tohumları serpmişlerdir. Gerisi Allah'a aittir.
8— Ahlâk ve fazîleti yaymada, hakkı gönüllere
işlemede sabırlı bir çalışma yapıldığı, olaylar karşısında dayanma güoü ortaya
konulduğu takdirde, hakkın başarıya erişeceği müjdeleniyor.
9— İnatçı azgın zorbaların paralelinde yer alıp
onların uydusu haline gelmenin kimseye bir şey kazandırmayacağı, ama çok şeyler
kaybettireceâi avnı zamanda öylelerinin dünyada da, âhirette de ilâhî lanete çarpılacakları
hatırlatılıyor. [69]
Yukarıdaki âyetlerle
hem Mekketi müşrikler, hem de yaşamakta olan inkarcı toplum ve milletler
uyarılarak geçmişte Hakk'a karşı gelip tuğyan eden, inkâr ve azgınlık gösterip
kâinat planındaki yerlerinden uzaklaşan Âd, Semûd kavimlerinin kendilerine
gönderilen peygamberlere karşı akıl dışı davranışları konu edinildi ve o
nedenle sözü edilen kavimlerin dönüş yapmadıkları için ilâhî gazaba
uğratıldıkları belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Salih Peygamberin Semûd kavmiyle olan mücadelesine temas ediliyor; ibret ve
öğüt alınacak önemli safhaları üzerinde durularak tarihin tekerrür edeceğine
işarette bulunuluyor. Böylece A'raf sûresinde geçen aynı kıssalar yeni
hükümler, değişik uyarılar, farklı öğütler ve ibretlerle tekrar ediliyor.
Özellikle mü'minleri fazlasıyla üzen ve sıkıntıya sokan Mekkeli putperestlere
uyarılar yapılarak yakında küçümseyip haksızlık ettikleri mü'minlerin
karşısında baş eğeceklerine işaretler yapılıyor. [70]
61— S e m û
d (kavmine)de kardeşleri Salih'i (peygamber olarak) gönderdik. «Ey kavmim,
dedi, Allah'a tapın, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yerden
(topraktan) yetiştirip meydana getiren ve sizin bir ömür geçirip orayı bayındır
hale getirmenizi dileyen O'dur. O halde O'ndan bağışlanmanızı dileyin de O'na
yöneüp tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır ve (duaları, tevbe ve
istiğfarları) kabul edendir.»
62__ «Ey
Salih, dediler, sen bundan önce aramızda ümit bağlanır bir
kişi idin;
babalarımızın taptıklarına tapmamızdan bizi alıkoymaya mı çalışıyorsun?!
Doğrusu biz, bizi davet ettiğin şey hakkında şüphe ve kuşku içindeyiz.»
63— «Ey kavmim, dedi, söyleyin, eğer ben
Rabbimden açık bir belge (mu'cize) üzere isem ve bana kendi katından bir rahmet
vermişse, O'na isyan ettiğim takdirde (Allah'ın azabından kurtulabilmem için)
kim bana yardım eder? O halde siz benim hakkımda zararı artırmaktan başka bir
şey yapmıyorsunuz.
64— Ey kavmim, işte bu size bir âyet (mu'cize,
açık belge) olarak Allah'ın (belirlediği) dişi devedir; bırakın da Allah'ın
arzında otlayadursun; ona kötülükle dokunmayın, yoksa çok yakın bir azap sizi
yakalayıverir.»
65— Bu uyarıya rağmen onlar deveyi devirip
öldürdüler. Salih onlara: «Öyle ise evinizde üç gün, (daha) yaşayıp
yararlanın. Bu, yalanı olmayan bir tehdittir.» dedi.
66— Buyruğumuz gelince, Salih'i ve beraberindeki
imân edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık, hem de o günün
rezilliğinden., Şüphesiz ki, Rabbin yegâne güçlü ve yegâne üstündür.
67— O zulmedenleri korkunç bir ses, bir gürültü
yakalayıverdi, derken evlerinde dizüstü çöküp kaldılar.
68 Sanki daha önce orada hiç oturmamış (yuva
kurup geçinmemiş) gibi oldular. Dikkat edin, Semûd kavmi Rablerini tanımadılar
ve Semûd'a (ilâhî rahmetten) uzaklık olsun.
A'raf sûresinde aynı
kıssaya yer verilmiştir. Burada tekrar edilmesi, hafızalardaki izi
derinleştirmeğe ve idrâki uyanık tutmaya; aynı zamanda değişik uyarılar, farklı
öğütfer, hikmetler ve hükümler getirmeye yöneliktir. Bu değişikliği özetleyip
şöyle sıralayabiliriz:
A'raf sûresinde :
— Semûd kavminin ancak Âd kavminin yok
edilmesinden sonra gelip onların yerine geçtiği, yerleştikleri bu bölgenin ova
kısmına saray gibi evler yaptıkları, dağ kısmında ise, kayaları yontmak
suretiyle birtakım sığınma yerleri vücuda getirdikleri anlatılır.
— Böylece yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk
yapanlar için ilâhî hükmün değişmiyeceği hatırlatılır. Sonra da Allah'ın
insanlara hazırlayıp verdiği boi nimetler üzerinde durulur.
— Kavminin ileri gelen şımarıklarının Salih
Peygambere imân edenleri
küçümsediklerine, kendilerinin
ise, Salih Peygamberin getirdiklerine inanmayacaklarını ısrarla söylediklerine
atıflar yapılır.
— Sonunda Allah'ın ortaya koyduğu mu'oizelerden
biri olan deveyi devirip öldürdükleri, böylece mu'cizeye ve ilâhî kudrete
inanmadıklarına bunun açık bir delil sayıldığı; bu yüzden Allah'ın azap vadeden
sözünün tecelli vakti geldiği, öylece üzerlerine yok edici azabın indiği
açıklanır.
— Ve bütün bu safhalar işlenirken hem Mekke
müşriklerine, hem de her devirde yaşayan inkarcı maddecilere ibret ve öğüt dolu
tarihî bir olay hatırlatılır.
Hûd sûresinde ise:
— Salih Peygamberin kendi kavmini Allah'a imâna
ve O'na kulluğa davet ettikten sonra yeryüzünden önemli ve verimli bir bölgenin
kendilerine verildiği ve o bölgeyi bayındır hale getirme imkânlarına
eriştirildikleri hatırlatılır,
— İnkâr ve tuğyanlarından dolayı dönüş yapıp
tevbe ve istiğfarla Allah'a yönelmeleri üzerinde durulduğu açıklanır; Salih
Peygamberin ciddi bir mesai sarfettiğine atıf yapılır.
— Semûd kavminin daha önce, yan- peygamberlik
görevi henüz verilmeden evvel, Salih Peygambere umut bağladıkları,
peygamberlik göreviyle ortaya çıkınca o umutlarını yitirdikleri, bu yüzden
devamlı şüphe ve kuşku içinde bocaladıkları üzerinde durulur.
__ Hem peygamberliğini
belgelendirmek ve doğruluğunu isbat etmek,
hem de onların duygu
ve düşüncelerini gerçeğe yöneltmek için Salih Pey-aamberin acık bir mu'cize
ortaya koyduğu ve böylece akıllarını kullanamayan müşriklerin duygu ve
düşüncelerini harekete geçirmeyi plânladığı açıklanır.
__ Semûd kavminin
istedikleri mu'cizenin tecellisine rağmen/yine de
inkâr ve tuğyanda
ısrar ettikleri, o yüzden içtiği sudan kat kat fazla süt veren mu'cizevî deveyi
devirip öldürdükleri, bu nedenle hakkı ret ve ,m-kârda son kerteye gelip
dayandıkları, başkaca yapılacak bir şeyin kalmadığı üzerinde durulur. İnkâr ve
azgınlıkta grafiğin en üst noktasına sıçrayan bir kavim veya milletin artık
yeryüzünden silinme saatinin geldiğine işaretle ilâhî azabın indirildiği çok
anlamlı ve duyarlı sözlerle anlatılır.
Görüldüğü gibi iki
ayrı sûrede aynı kıssanın değişik yönleri, farklı safhaları konu ediliyor,
birbirini tamamlayan bilgiler veriliyor ve bağlı bulunduğu konunun akışı
içinde başka başka öğütler ve ibretler sıralanıyor. [71]
1—
İnsanların yeryüzü cinsinden yaratıldığı, Allah'ın varlığına delîl olarak
gösteriliyor. Bu, hem ilk insanın doğrudan topraktan yaratıldığına, hem de
insanların topraktan çıkan ürünlerle vücut bulduklarına, yani yenilen gıda
maddelerinin vücut laboratuvarında birçok kimyevî değişikliklere uğradıktan
sonra sperma olarak oluşmasına, sonra da intikal ettiği ana rahminde belli
biyolojik kanunlarla şekillenip oluştuğuna işarettir.
2— İnsanların beslenip gelişebilmeleri için
yeryüzünü belli bir plâna göre çeşitli nimetler ve imkânlarla düzenleyen
Allah'tır. Çünkü ortada mükemmel bir plân ve program söz konusudur. Ölçüsüz,
hesapsız gelişigüzel hiçbir şey yoktur, O bakımdan her nîmetin nice sebeplerle,
hizmetlerle ve tek kelimeyle sebep ve ortamları hazırlayan ilâhî sünnetlerle
vücut bulduğunu idrâk edip Yüce Yaratana şükretmek gerekir.
3— Bâtılın her zaman hakka şüphe ve kuşkuyla
baktığı.o nedenle bâ-lıla karşı çok uyanık bulunmanın lüzumu belirtilir.
- inkarcıların
heveslerine meyletmek, ilgi duymak zarardan başka b'f Şey artırmaz.
5 - Haktan
yana olup, o uğurda ciddi ve seviyeli hizmetlerde bulunanların eninde sonunda
başarılı olacakları müjdeleniyor. Böyleoe insa-ı cok yüce amaçlar için yaratıldığı
bir defa daha belirtilmiş oluyor.
6— Aklını,
idrakini ve vicdanını harekete geçirmesini bilmeyen milletlerin, yanlış yolda
yürüyüp ömürlerini bir hiç uğruna heder eden baba ve dedelerinin yolundan kolay
kolay ayrılamıyacaktarına parmak basılarak her fert ve toplumun, aile ve
milletin kendi iş ve amellerinden inanç ve ahlâklarından sorumlu tutulacağına
işaret ediliyor. [72]
«Ey kavmim! işte bu
size bir âyet (mu'-cize, açık belge) olarak Allah'ın (belirlediği) dişi devedir..»
Âyetin açık
anlatımından, bu devenin bir mu'cize ölçü ve anlamında ortaya çıktığı
anlaşılıyor. Kur'ân, diğer birçok geçmiş olaylar hakkında olduğu gibi, burada
da detaya inmez, sadece öğüt ve ibret alınacak safha ve bölümlere yer vererek
olayın portresini çizer.
A'raf sûresinde de
kısmen değindiğimiz gibi, Semûd kavmi, Salih Peygambere inanabilmeleri için
açık bir mu'cize istemişler ve meselâ dağın içinden veya kasabanın yakınındaki
büyükçe bir kayadan bir dişi devenin diri olarak çıkarılmasını istemişler. Ne
var ki, diğer bütün doğru haberlere, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden
birçok âyet ve belgelere inanmayan bu inatçı inkarcılar böyle bir mu'cize
gösterildiğinde inanacaklarına kesin söz vermişlerdi. Şüphesiz ki, bu onlar
için çok ciddi ve tehlikeli bir sınavdı. Zira istedikleri büyük mu'cizeden
sonra inkârda ısrar edecek olurlarsa, artık kendi kendilerini mukadder
âkibetin son noktasına getirmiş olacaklardı. Nitekim öyle oldu, kalbleri ve
vicdanları küfür ve ahlâksızlıkla izole edilen bu kavim yok edildi. [73]
«O zulmedenleri
korkunç bir ses, bir gürültü yakalayıverdi, derken evlerinde dizüstü çöküp
kaidı-
lar.»
Kur'ân-ı Kerîm'in beş
yerinde Semûd kavmine inen azap anlatılır, ancak dört değişik tabir kullanılır
ki aralarında az fark olmakla beraber meydana gelen olayın özelliğini yansıtır
mahiyette, bize konuyu iyi kavraya-bilmemiz için ipucu verilir:
a) Tâğiye
b) Sayha
c) Recfe
d) Saika [74]
Birincisi, insan
yüreğinin dayanamtyacağı çok korkunç bir uğultu; ikincisi müthiş deprem ve
sarsıntı; üçüncüsü, yüreklu,' yerinden oynatan korkunç bir ses; dördüncüsü
yıldırım misali korkunç bir ses anlamına gelir.
Böylece âyetler
birbirini hem açıklamakta, hem de tamamlayarak olayın zahirî sebebini bize
haber vermektedir. O halde dört âyeti biraraya getirip açıkladığımız takdirde,
onlardan çıkaracağımız neticeyi şöyle özet-liyebiliriz: Semûd kavmi müthiş
uğultu çıkaran ve şiddet derecesi cok yüksek olan bir deprem ve ona eşlik eden
cok şiddetli bir kasırgayla yok edilmiştir.
Bundan başka bir de
Nem! sûresinde Semûd kavminde bozguncu bir grubun devamlı faaliyet
gösterdiğine, Salih Peygamberi, ona inananlarla birlikte bir gece baskınına
uğratıp kim vurduya getirme teşebbüslerine temas edilerek, inkarcıların bardağı
iyice taşırdıkları anlatılıyor ve Mekke-li müşriklerin de Hz. Muhammed'e (A.S.)
ve mü'minlere karşı hazırladıkları tuzaklarla benzerlik arzettiğine işaret
ediliyor. [75]
Yukarıdaki âyetlerle,
Salih Peygamber ile Semûd kavmi arasında geçen kıssanın önemli birkaç safhası
anlatıldı. Yapılan, irşat, uyarı ve tebliğ hiçbir fayda sağlamayınca,
inkârlarında inatla ısrar edip Allah'ın rahmet olarak gönderdiği peygamberi
ailesiyle birlikte imha etmeye kalkışmalarının ve istedikleri mu'cize
gösterilince verdikleri söze sadık kalmamalarının bardağı taşıran son damla
olduğuna işaretle inkarcı azgın bir kavmin yok edildiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
tarihte geçen bir diğer kıssaya yer veriliyor, İslam'ın cihanı aydınlatacak
nurunu söndürmeye çalışan ahlâksız müşrikler uyarılıyor ve yeryüzünde meydana
gelen olayların sebeplere bağlı olduğu, ceplerin de Allah'ın kudretine bağlı
bulunduğu, vakti gelince görevli meleklerin o sebepleri harekete geçirdiği
hakkında ön bilgi veriliyor. Sonra da Lut kavminin akibeti konu edinilerek
ibret ve Öğüt alınacak birçok safha-'arı anlatılıyor.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm'de tekrarlanan bu önemli olayın daha geniş şekli bu sûrede yer almış
oluyor. [76]
69 _And olsun
ki' e|C'lerimiz (melekler) İbrahim'e müjde ile geldiler ve « elam» dediler. O
da (size de) «selâm» dedi ve oyalanmadan kızartılmış bir buzağı getirdi.
70 - (Gelen
misafirlerin) ellerinin (sofraya) uzanmadığını görünce, durumlannı yadırgadı,
onlardan içine bir korku düştü. İbrahim'e :
«Korkma, şüphesiz ki biz Lût kavmine gönderildik» dediler.
71— İbrahim'in karısı ayakta idi, güldü. Biz de
ona İshâk ve onun ardından Yâkub'u müjdeledik.
72— «Vay, dedi, doğuracak mıyım? Oysa ben bir
kocakarı, şu kocam da bir ihtiyar. Doğrusu bu şaşılacak şey!»
73— (Elçi melekler) ona : «Allah'ın emrine mi
şaşıyorsun? Ey ev halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir.
Şüphesiz ki Allah çok övülmeye lâyıktır ve O, çok yüce ve çok şanlıdır.»
74— İbrahim'in korkusu gidip kendine müjde
gelince, Lût kavmi hakkında bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı.
75— Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu, yufka
yürekli ve kendini bütünüyle Allah'a veren bir kimse idi.
76— Ey ibrahim, bu {tartişman)dan vazgeç. Çünkü
gerçekten Rab-bin emri gelmiştir ve onlara reddi mümkün olmayan azap
gelecektir.
77— Elçilerimiz Lûî'a geldiler; bu yüzden Lût
endişeye kapılıp fenalaştı, için için sıkıldı ve «Bu ne çetin bir gün!» dedi.
78— Kavmi ise ona koşa koşa geldiler; zaten onlar
daha önce de kötü fiiller işliyorlardı. Lût «Ey Kavmim, dedi, işte kızlarım,
bunlar (nikâh akdiyle) sizin için daha pâk ve uygundur. Artık Allah'tan korkun
da beni misafirlerim hakkında rüsvay etmeyin. İçinizde doğru düşünen, doğru yolda
yürüyen bir adam yok mudur?!»
79— Lût'a dediler ki: «Herhalde sen de bilirsin,
bizim senin kızlarında hiçbir hakkımız yoktur ve sen bizim ne istediğimizi de
çok iyi bilirsin.»
80— Lût onlara dedi ki: «Ah, keşke size karşı
yetecek bir gücüm olsaydı veya çok sağlam bir yere sığmabilseydim!»
81— (O elçi melekler): «Ey Lût, dediler, şüphesiz
ki biz, Rabbin elçileriyiz; onlar sana, mümkün değil el uzatamaziar. Geçenin
bir bölümünde ailenle birlikte yola çık, hiç biriniz arkasına dönüp bakmasın.
Ancak eşin değil; çünkü kavmine dokunacak olan (azap) ona da dokunacak. Şüphesiz
ki onlara va'dolunan vakit sabahtır; sabah vakti yakın değil midir?»
82-83—
Buyruğumuz gelince (ülkenin) üstünü altına getirdik; birbiri üzerine konulmuş
pişmiş balçık (gibi) taşlar yağdırdık ki bu taşlar Allah yanında belirlenmişti
ve zâlimlerden de asla uzak değildi.
«Allah Lût Peygambere
rahmet eylesin; o hep sağlam bir kaleye sığınırdı, yani Allah'a güvenip
dayanırdı, Allah, Lût'tan sonra gönderdiği her peygamberi, kavminin nüfusça
kalabalık soyundan seçip gönderdi.» [77]
«Lût kavminin ameli
gibi amelde bulunan kimseye rastladığınızda, faili de, mef'ûlü de öldürünüz!»[78]
«Lût kavminin ameli
gibi amel eden kimse mel'ûndür.» [79]
Lût (A.S.) da
peygamberlerden biridir. Yapılan tesbitlere göre, o, hem İbrahim Peygamberin
(A.S.) amcasının oğludur, hem de İbrahim Peygambere şeriat olarak indirilen
sahifelerdeki hükümlerle amel edip onları insanlara, yani kendi kavmine tebliğ
ile görevlendirilmiştir. Meşhur Lût Gölü de bu ismi ondan alır. O bakımdan Lût
Peygamberin Lût Gölü kıyısında ve hâlen İsrail'e bağlı bulunan Sodom
kasabasında yaşadığı ve bu kasaba halkını Tevhît inancına davet ettiği
bilinmektedir.
Bazı tarihçilere ve
coğrafyacılara göre, deniz seviyesinin 790 metre altında olup 1015 km2'lik bir
alanı kaplayan Lût Gölü, Lût kavminin yaşadığı büyük kasabanın olduğu yerdir.
Büyük bir deprem sonucu kasaba batmış ve yerinde bugünkü göl meydana gelmiştir.
İbrahim Peygamberin de
o sıralarda Filistin topraklarında bulunduğu rivayet edilir.
Tevrat'taki yazılı
kayıtlara göre, Lût Peygamberin, Lût Gölü kıyısındaki Sodom kasabasında
oturduğu anlaşılmakta ve yine aynı kayıtlara göre, Lût Peygamber aldığı emir
üzerine geceleyin kasabayı terkedip Tsoar'a geldiğinde güneş doğmuş ve Rabbin
Sodom ile Gomorra üzerine
kükürt ve ateş yağdırdığı
ve kasabayı bütünüyle alt-üst ettiği belirtilmektedir. [80]
Tabii bu arada
Tevrat'ın aynı bölümünde çok fahiş sayılacak bir hataya rastlanır ki, bu,
Allah'ın âyetlerinin, bilgisizce uzanan insan eliyle değiştirildiğine yeterli
delillerden biridir. Şöyle
ki: Sodom'u terkeden Lût Peygamberin iki kızıyla birlikte şehrin
dışında bir mağaraya sığındıkları, yaşlı olan babalarından döl almak için ona
şarap içirip onunla yattıkları ve her İki kızın da birer gece ara ile
babalarından gebe kaldıkları detaylı şekilde anlatılır. [81]
Kur'ân'da bu hatalar
düzeltilerek olayın içyüzü ve ana hatları açıklanır. Tevrat'a bu gibi ölçüsüz
hikâyeleri sokanların peygamberler, kutsal kitaplar hakkında ciddi bilgileri
olmadığı, ana kuralları bilmedikleri kesindir. Zira peygamberlere vacip olan
sıfatlardan biri de ismet'tir, yani onlar her türlü günah ve isyandan,
ölçüsüzlük ve dengesizlikten korunmuşlardır. [82]
1— İnsan suretine girip gelen meleklerin önce
İbrahim Peygamber'e uğramaları, hem Lût
Peygamber'in İbrahim Peygamber'in
şeriatı üzere amel ettiğine, hem
de benzerine az rastlanan olaydan onu haberdâr etmelerine işarettir. Aynı
zamanda Allah'ın İbrahim Peygamber'e geniş rahmet ve inâyetiyle çok yakın
olduğunu, ona üstün değer verdiğini vurgular.
Böylece İbrahim
Peygamber'in, iyice azıp sapıtan, ahlâksızlığın ve edepsizliğin en kötüsünü
işleyen Lût kavminin yok edileceğini günü gününe kendi bölgesindeki kavimlere
haber vermek suretiyle mü'minlerin imânını artırma, kâfirleri yeterince uyarıp
ilâhî kudretin vakti gelince azgınları yok edeceğine inandırma amacı da söz
konusu olabilir.
2— Meleklerin «selâm» demesi, İbrahim
(A.S.)'ında «size de selâm» diye karşılık vermesi, selâmın İbrahim Peygamberin
şeriatında da sünnet olduğunu ifade eder. Diğer yandan meleklerin de bu sünnete
uyduklarına bir delil sayılır. Önemli bir yanı da, mü'min bir kimsenin bir yere
ziyaretçi veya misafir olarak gittiğinde, söze başlamadan önce selâm vermesinin
güzel bir âdet veya sünnet olduğunu gösterir.
3— İbrahim Peygamberin gelen misafirlere ikram
için tandtrda kızartılmış bir buzağı getirmesi, onun çok konuk sever olduğuna,
evinin pek konuksuz kalmadığına ve bunun için hep hazırlıklı bulunduğuna delil
sayılır. Sonra da en iyi yiyeceklerin konuklara ikram edilmesinin kadimî bir
sünnet olduğuna işaret vardır.
4 Gelen konukların sofraya el uzatmamaları,
İbrahim Peygamberde haklı olarak bazı endişeler doğurmuş ve biraz da korkmasına
neden olmuştur. Zira böyle bir durumda daha çok şu iki ihtimal akla gelebilir:
Ya bunlar melektirler, insan suretine girip çok önemli bir emri uygulamaya gelmişlerdir,
ya da çok kötü niyetli iki zorbadır, bir şeyler yapmayı planlamışlardır.
Nitekim melekler, İbrahim Peygamber'in (A.S.) endişesini anında anlayıp ne
maksatla geldiklerini açıklayarak onu rahatlatmışlardır.
5__
ibrahim'in (A.S.) Lût kavmi hakkında Allah ile, yani O'nun elçileri
olan meleklerle
tartışması, sevginin zerafet ve inceliğini yansıtır. Allah yanında halillik
mertebesine yükselen bir peygamberin insanlıktan yana ne kadar geniş şefkat ve
merhametle dolu olduğu da bu ifadenin başka bir delâletidir. Nitekim Tevrat'ta
da bu husus şöyle bir anlatimla açıklanır: «Rab dedi: Ben yapmakta olduğum
şeyi* İbrahim'den gizleyecek miyim? Çünkü İbrahim gerçekten büyük ve kuvvetli
millet olacak ve yeryüzünün bütün milletleri onda mübarek kılınacaktır.» [83]
Ayrıca Tevrat'ta
İbrahim'in tartışması, şefaat mahiyetindeki istek ve sorulan geniş şekilde
anlatılmaktadır. Ancak Allah sözüne insan sözü karıştırıldığı için birtakım
yanlışlara rastlamamak mümkün değildir.
Nitekim İbrahim
Peygamber'e insan suretinde gelen meleklerin sofraya el uzatmadıkları
Kur'ân'da en ölçülü bir anlatımla belirtildiği halde Tevrat'ta, yapılan
ikramdan onların yedikleri yazılıdır. Oysa melekler yemez ve içmezler. Böylece
Kur'ân, bu konuda da Tevrat'taki yanlışları tas-hîh edip olayın gerçek yüzünü
ortaya koyar. [84]
6— Homoseksüel olan, yani cinsel sapıklığın en
kötüsü kabul edilen erkeğin erkekle temasta bulunmasını kendi aralarında bir
âdet haline getiren Lût kavmi, Tevrat'ın ifadesiyle Sodomlu'lar, ahlâksızlığın
en çirkinini işliyorlar ve ilâhî hiçbir uyarı ve buyruğu tanımıyorlardı.
Kasabaya gelen yabancı erkekleri yakalayıp sözü edilen maksat doğrultusunda
zorla kullanıyorlardı.
Bu bakımdan İbrahim
Peygambere gelen insan suretindski melekler, «Biz Lût kavmine gönderildik»
deyince, ayakta durup misafirlere hizmet eden İbrahim Peygamber'in eşi, elde
olmayarak güldü. Çünkü o kabileyi hatırlayıp da gülmemek ve için için üzülmemek
mümkün müydü? Tevrat'ta Sara'nın güldüğü konu edilirken çok farklı biçimde
anlatılır, yersiz ve lüzumsuz detaylara girilir. Kur'ân böylece o bahsi de
düzelterek en doğru bilgiyi verir.
7— Gelen melekler yaşlı kadını İshak ile, sonra
da İshak'ın oğlu Ya-kub ile müjdelediler. Bu, İbrahim Peygamberin eşinin daha
çok yaşayaca-
gına, ileride doğacak
oğlunun büyüyeceğine ve ondan bir torunu olacağına işaretti. Bu durumda
kadının bir şaşkınlık göstermesi tabii karşılanır. Çünkü hem kendisi yaşlanıp
hayızdan kesilmişti, hem de kocası İbrahim Peygamber hayli yaşlı idi. Ancak ne
var ki, olayları sebep ve illetlere bağlayan, sebep ve illetleri kendi kudret
ve iradesine râm eden Cenâb-ı Hak, dilediği zaman sebep ve illetleri «ol!»
emriyle harekete geçirip olmayacak gibi görünen şeyleri oluşturup ortaya
çıkarır.
Tevrat'ta da bu kısım
biraz detaylı anlatılır. Özellikle karı-kocanın yaşlılığı üzerinde ve bir de
Sara'nm içinden gülmesi hakkında durularak açıklama yapılır. [85]
Görevli melekler
kadının sözü edilen olayı hayretle karşıladığını görünce ona : «Allah'ın
emrine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri
üzerinizdedir.» diyerek Allah'ın her zaman Hamîd ve Mecîd, yani O'nun çok
övülmeye lâyık olduğunu, çok yüce ve çok şanlı bulunduğunu hatırlattılar.
8— Peygamberler genellikle yumuşak huylu,
yufka yürekli, ve her yönleriyle Allah'a teslimiyet ve mahviyet
içinde yönelmiş kişilerdir. Bu sıfatlar İbrahim Peygamber'de (A.S;) huy olarak
daha belirgindi. O sebeple Lût kavminin hemen helak edilmesini istemiyor, biraz
daha mühlet verilmesini arzu ediyordu. Aynı zamanda Lût ailesinin başına bir
felâketin gelmesi ihtimali de onu endişelendiriyordu. Melekler ilâhî emrin
artık indiğini, hükmünün mutlaka
gerçekleşeceğini, bunun gecikmesinin söz konusu olamayacağım
hatırlatırken Lût ve ailesinin kurtulacağını da ilâve etmişlerdi, İbrahim
Peygamber ilâhî hükmün geri çevirilemiyeceğini çok iyi bildiğinden meleklerin
hatırlatmasıyla duygusallığı bırakıp bütün
mevcudiyetiyle Hakk'a teslimiyet gösterdi.
Tevrat'ta Lût kavminin
yok edileceğini öğrenen İbrahim Peygamberin Rabbin önünde durup salih kişileri
kötülerle beraber yok edecek misin? diyerek tartışmayı sürdürdüğü ve Rabbın
ona, «Eğer Sodom'da şehrin içinde elli salih bulursam, bütün yeri onların
hatırı için bağışlayacağım..» buyurur ve karşılıklı mükâleme on kişinin
bulunacağına kadar sürüp gider. Şüphesiz ki, bunlar Allah kelâmına karıştırılan
insan sözleridir. Kur'ân konunun özünü ve özetini en doğru şekilde açıklayarak
her türlü şüphe ve tereddüdü kaldırır. [86]
9— Herbiri oldukça yakışıklı birer genç erkek
suretine girip Lût Pey-gamber'e gelen melekler, önce kendilerini tanıtmadılar.
O bakımdan uzak-
tan gelen yabancı
misafir gibi bir tavır içinde bulunduklarını gören Lût Peygamber hayli
telaşlandı. Zira kasaba halkı böylesine genç ve yakışık-[, adamların geldiğini
duyacak ve gelip birtakım hayasızca davranışlarda bulunmak isteyeceklerdi. Lût
Peygamber olacak olayları düşündükçe üzülüyor ve sıkıntıdan yerinde
oturamıyordu. Nitekim düşündüğü gibi oldu, karısı çarçabuk o ahlâksızlara
gizliden haber saldı. Onlar da koşa koşa geldiler. Lût Peygamber, konuklarını
bu alçak namussuzların elinden kurtarma- çarelerini araştırdı. Kendisi
Peygamber olduğuna göre kasaba kızlarının hemen hepsinin manevî babası,sayılırdı.
O bakımdan gelen hayasızlara: «İşte kızlarım, onları meşru yoldan alın, sizin
için daha pak ve daha nezihtirler.» Veya Lût Peygamber kendi kızlarını yine
onlara meşru şekilde nikâhlamayı önerdi. Ama ne jmümkün, o gözü dönmüş şehvet
düşkünleri mutlaka gelen konukları alıp götürmekte ısrarlı ve kararlı olduklarını
belirttiler. Derken melekler/Lût Peygamberin çok sıkıldığını ve üzüldüğünü
anlayınca, «Ey Lût! dediler, şüphesiz ki biz, Rabbının elcileriyiz; onlar sana
mümkün değil el uzatamazlar. Gecenin bir bölümünde ailenle birlikte yola cık,
hiç biriniz arkasına dönüp bakmasın. Ancak eşin değil; çünkü kavmine dokunacak
olan (azap) ona da dokunacaktır. Şüphesiz ki onlara va'dolunan vakit sabahtır;
sabah vakti yakın değil midir?» Dediler.
Böylece Lût Peygmber
gerçeği öğrendi, bir yandan ferahladı, bir yandan da üzüldü..
10— Sabah
vakti ilâhî hüküm tecelli ederek tabii sebepleri harekete geçirdi, derken
müthiş bir uğultu, patlama ve sarsıntı birbirini izledi. Volkanik bir patlama
bir anda gündüzü geceye çevirdi, lavların saçtığı pişmiş balçıklar her tarafı
kapladı, böylece Sodom kasabası canlısıyla, cansızıyla yerlebir oldu.
Bilindiği gibi
volkanın harekete geçip patlamasıyla birlikte lâvlar üşt-üste katlanmış ateş
seli halinde akıp gelir ve çok geçmeden donup taşla-şır. İşte Kur'ân'da Ügili
sûrenin 82, 83. âyetleriyle bu korkunç manzara tas-vîr ediliyor.
Tevrat'ta bu volkanik
olay, «gökten kükürt ve ateş yağdırdi, ve o şehirleri ve bütün havzayı ve
şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt-üst etti.»[87]
şeklinde ifade edilir ki, bu da, müthiş bir volkan patlamasına delâlet
etmektedir. [88]
«Ve bu taşlar Allah
yanında belirlenmişti ve zalimlerden de asla uzak değildi.»
İlgili âyetler volkan
patlamasıyla etrafa yayılan ateş yığını halindeki balçık taşlardan her birinin
kime isabet edeceğinin Allah tarafından önceden programlanıp sevkedildiğini
açıklamaktadır. Bu, olayların hiçbir zaman plânsız, programsız, görevli
melekleraiz cereyan etmediğini, kâinatta olup biten her şeyin görevli melekler
tarafından belli bir plân ve programa göre yürütüldüğünü bize haber vermekte ve
ilâhî tasarrufun mutlqk anlamda nafiz bulunduğunu bildirmektedir. [89]
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, kâinatta meydana gelen her olay tabii birtakım sebeplere
bağlanmıştır. Ancak mu'cize ve keramet bu genellemenin dışındadır. Ne var ki,
sebepler başıboş bırakılmamış, plânda belirlendiği üzere ilâhî tasarrufa
bağlanarak görevli meleklerin denetimine verilmiştir. Konu bu acıdan
değerlendirildiğinde, meydana gelen olayları iki ayrı şıkta düşünmek mümkün
olur: Biri, zaman zaman harekete geçen bazı yanardağlar, bazı bölgelerde
meydana gelen depremler ve sel felâketleri, belli sebepler ve kanunların belli
öcülerde harekete geçmesiyle gerçekleşir, bunlar birer uyarı mahiyetinde de
olsa, inkarcı azgınları yok etmekle ilgili değildir. Diğeri ise, inkarcı
ahlâksızları, azgın müşrikleri yok etmeye yöneliktir ve yine tabii sebeplere
dayanmaktadır, ancak o sebepleri «ol!» emriyle hemen harekete geçiren bizzat
Allah'tır. Bu gibi kahredici olaylar birer istisna teşkil ederler.
Diğer yandan Cenâb-ı
Hakk'ın hemen her milleti çeşitli olaylarla uyardığını unutmamak gerekir. Zira
kâinatta hiçbir olay amaçsız, maksatsız gelişigüzel meydana gelmez. [90]
a) Kâinatta
sebepleri oluşturan Allah'tır. Dilediği zaman onu tabii seyrinden alıp
kudretini açığa vurur ve olmayacak sanılan şeylerin sebeplerini hemen oluşturup
harekete geçirir.
O bakımdan Lût
kıssasıyla daha çok Mekkeli müşrikler ve sonra da yaşamakta olan inkâroı
milletler uyarılıyor; inkâr ve ahlâksızlık zulüm İte
birleşip son kertesine
gelince, ilâhî hükmün ineceğinde şüphe edilmemesi dolaylı şekilde hatırlatılıyor.
b) Selâmlaşmak,
mü'minleri birbirlerine güven,
kardeşlik ve huzur bağlarıyla bağlayan bir sünnettir.
Toplum yapısında geliştirilip yaygınlaştırılması rahmet ve esenliktir;
unutulması veya terkedilmesi, azap ve sıkıntıdır.
c) Konukseverlik, peygamberlerin güzel
sünnetlerinden biridir. Konuğa ikram, Allah'a ikram kadar anlamlıdır.
d) Allah'ın emir ve kudretinin nafiz olduğuna
şaşmamak gerektir. Dilediği zaman umulmad'k olayı meydana getirir.
e) İnsanlara karşı merhametli ve yufka yürekli
olmak ve her hal-ü kârda Allah'a yönelip teslimiyet göstermek, mü'minın
değişmeyen huyu olmalıdır.
f) Zina, livata ve benzeri cinsel sapıklıkların
yaygın hale gelmesi, toplum ve milletin çökeceğine işarettir.
g) Büyük felâket anlarında mal kurtarayım derken
geriye dönüp bakmak bile tehlikelidir. Çünkü her şeyden önoe insan unsuru
önemlidir. O bakımdan melekler Lût ailesine «Hiç biriniz dönüp arkasına
bakmasın!» diyerek tenbihte bulunmuşlardır.
h) Allah
böylece kullarını dünyada da, âhirette de geniş rahmetine erdirmek için
insanlıklarına yakışanı yapmalarını emretmekte, ruhlarının yüceliğine, Allah
yanındaki azizliklerine ters düşen kötülüklerden kaçınmalarını hatırlatmakta
ve O'nun emir ve tavsiyelerini dinlemeyip inkâr bataklığında cinsel sapıklığın
en kötüsünü irtikâp eden bir milleti nasıl haritadan sildiğini ibretli bir
misal olarak gözler önüne sermektedir[91]
Yukarıdaki âyetlerle,
gerek Mekkeli müşrikleri, gerekse her çağda yaşamakta olan inkarcı milletleri
uyarmak, Allah'ın kâinattaki câri kanunlarının değişmezliğini bildirmek,
zamanı gelince tarihin tekerrür edeceğini hatırlatmak üzere Lût kavminin
kıssası çok önemli safhalarıyla anlatıldı.
Yine aynı amaç
doğrultusunda aşağıdaki âyetlerle Şuayb Peygamberin Medyenli'lerle olan
mücadelesi konu ediliyor. İnkârda ısrar edip insan haklarına pervasızca el
uzatan, ölçü ve tartıda hile yapan bu kavmin ısıl yok edildiği anlatılarak bir
kere daha inkarcı azgınlar uyarılıyor. [92]
84— Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (peygamber
olarak) gönderdik. Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka
ilâhınız yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın; ben sizi gerçekten hayır (bol
nîmet, geniş refah imkânları) içinde görüyorum. Ve doğrusu ben sizi çepeçevre
saracak bir günün azabından endişe etmekteyim.
85— Ey kavmim, ölçü ve tartıyı adaletle tastamam
uygulayın, insan-arın eşyasını (haksız yollardan) eksiltmeyin; yeryüzünde
bozgunculuk ederek fenalık yapmayın.
86— İnanmış kişiler iseniz, Allah'ın (helâlinden)
bıraktığı kâr daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinizde koruyucu ve gözetici de
değilim.
87— Onlar, «Ey Şuayb, dediler, babalarımızın taptığını
terketmemizî veya kendi mallarımızda dilediğimizi yapmamızı birakıvermemizi
senin namazın mı emrediyor? Şüphesiz ki sen, yumuşak huylusun, doğru bir kimsesin,
aklı basındasın.»
88— Ey kavmim, dedi, ya ben Rabbimden açık bir
mucize üzere isem ve kendi katından beni güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa, ne
dersiniz, (O'na nankörlük edebilir miyim?). Ve ben sizi men'ettiğim şeyde
aykırı hareket edip (onu işlemek) istemem. Ben ancak gücüm yettiğince düzeltmek
isterim. Muvaffakiyetim ancak Allah'ın yardımıyladır ve ben ancak O'na güvenip
dayanırım ve O'na derin saygı ve sevgi ile yönelirimi,
89— Ey kavmim! bana düşmanlık beslemeniz, Nûh
kavmine veya Hûd kavmine ya da Salih kavmine dokunan musibetin bir
benzerini size dokundurmasın. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir.
90— Rabbınızdan bağışlanma dileyin de O'na tevbe
edin. Şüphesiz ki Rabbim, çok merhametlidir ve çok sevendir, sevilendir.
91— Dediler ki: Ey Şuayb! biz senin
söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve biz seni aramızda zayıf olarak
görüyoruz. Kabilen olmasaydı, herhalde seni taşlardık. Hem sen bizim yanımızda
pek aziz=şerefli, itibarlı, üstün bir kimse de değilsin.
92— Ey kavmim, dedi, size göre benim kabilem
Allah'tan daha mı azizdir ki, O'nun (buyruklarını) arkanıza attınız? Rabbim
elbette sizin ya-pageldiğinizi (ilmiyle) kuşatmıştır.
93— Ey kavmim, imkânınızı ortaya koyup elinizden
geleni yapın. Şüphesiz ben de (gerekeni) yapacağım. Rüsvay edici azabın kime
geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. (Gelecek azabı) gözleyin,
ben de sizinle beraber gözleyip bekliyorum,
94-95—
Buyruğumuz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki imân edenleri rahmetimizle kurtardık.
Zâlimleri ise korkunç bir ses ve uğultu yakalayı-verdi; evlerinde dizüstü çöküp
kaldılar. Orada hiç bulunmamış, yaşamamış gibi oldular. Dikkat edin, Semûd
kavmi nasıl (ilâhî) rahmetten uzak kaldıysa Medyen de uzak kaldı.
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
__Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, ölçü ve tartı erbabına şöyfe seslendi:
«Doğrusu siz öyle bir
işe sahip çıktınız ki, sizden önceki birçok kavimler (milletler) o yüzden yok
olmuşlardır.» [93]
«Bizi aldatan bizden
değildir.» [94]
«Sizden biriniz
Mescid'e girdiğinde, Allahım! hayır kapılarını bana aç, desin. Mescid'den
çıkınca da, Allahım! senin bol nimetini (helâl rızkını) istiyorum, desin.» [95]
Lût kavmi yerle bir
edildikten sonra Allah bolluk içinde yüzen ve fakat Tevhit İnancı'ndan uzak,
koyu putperestlikle içice ulan, aynı zamanda ticarî ahlâkı çok bozuk bir düzeye
gelen ve böylece cehaletin karanlık dünyasını yaşayan Medyen halkına, yine
kendilerinden bir zatı seçip peygamber olarak gönderdi. Kur'ân bu peygamberin
Şuayb (A.S.) olduğunu belirtir.
Medyen kasabası
hakkında, A'raf sûresinde de kısmen belirttiğimiz gibi, bazı rivayetler söz
konusudur, Tevrat'ta İbrahim Peygamber'in nikahladığı başka bir kadından -ki
adının Ketura olduğu yazılıdır- Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuha
adlarında altı çocuğunun dünyaya geldiği açıklanmaktadır. [96]
Böylece Sina Yarımadasına kadar uzanan ve Kızıldeniz'in doğu kesiminde geniş
bir alanı kaplayan Medyen kasabası, İbrahim Peygamberin sözünü ettiğimiz altı
oğlundan Midyan'a nisbet edilerek bu adı aldığı söylenir. Anlaşılan Medan ile
Midyan sözü edilen 'ölgede Tevhît İnancı'nı yaymakla görevlendirilmişler ve
uzun yıllar ora halkını İbrahim (A.S.)ın Hanîf dini etrafında toplayarak
yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Onların vefatından sonra bir fetret dönemi
başlamış ve zaman aşımıyla Tevhît İnancı yerini putperestliğe bırakmıştır.
Böylece Medyen halkı İbrahim Peygamber'in nurlu yolundan sapıp çok ilâhlı bâtıl
dinlerin karanlığına gömülerek ahlâksızlığın birçok şubelerini ihya ederek
zuium ve azgınlığa başlamışlarken, Allah rahmetinin eseri olarak, onlaryeniden
Hakk'a döndürmek, cehalet bulutlarını üzerlerinden kaldırmak, dedeleri
İbrahim'in (A.S.) tertemiz Hanîf diniyle kalp ve kafalarını aydınlatmak için
Şuayb Peygamberi onlara uyarıcı ve müjdeci olarak göndermiştir.
Kur'ân'da ilgili
âyetlerle konunun ana çizgileri üzerinde durulur, detayına inilmez, ibretli
safhaları anlatılır; tarihî ve coğrafî yanları meraklı araştırıcılara
bırakılır. Aynı zamanda Şuayb Peygamberin Medyenli olduğuna dikkatleri çekerek,
kuvvetli bir ihtimalle İbrahim soyundan olduğuna işarette bulunulur.
Yine Kur'ân'ın açık
beyânına göre, bir zamanlar Mısır'dan kaçan Musa Peygamberin de gençlik
çağında bu kasabaya uğradığı ve Şuayb Peygamberin kızıyla evlendiği
bilinmektedir. [97]
Kur'ân-ı Kerîm'de
ilgili âyetlerle Medyen halkının putperestlik doğrultusunda işleye geldikleri
kötülükler özetlenerek şöyle sıraya konulmuştur:
1— Tevhît İnanoı unutulmuş, putperestlik iyice
kökleşmişti.
2— Ticarî ve iş ahlâkları son derece bozulmuş, o
sebeple insan hakları zedelenmiş, aralarında sürtüşme ve tartışmalar sürüp
gitmişti.
3— Medyen o devirde zengin bir yöre olarak
bulunuyordu. Allah'ın onlara verdiği bol nimetler gıpta edilecek bir
düzeydeydi.
4— Yeryüzünde ticarî ahlâksızlıkla birlikte
bozgunculuk yapmak, do-, laylı, dolaysız haklara tecavüz etmek onların süre
gelen fena âdetlerinden biri idi.
Az yukarıda da
değindiğimiz gibi, bu kadar bozuk bir toplumu ancak hak din ile ıslâh etmek
mümkün olabilirdi. O bakımdan Şuayb Peygamber, İbrahim Peygamber'in şeriatı
üzerinde bulunuyor, sahifelerde yer alan ahkâmı ve ahlâkî kuralları çok tatlı
ve yumuşak bir üslûpla anlatıp Hakk'ın emirlerini teblîğ görevini yerine
getiriyordu. [98]
— Her peygamber gibi,
o da Allah'ın varlığını ve birliğini tanıtmakla işe başlamıştır. Sonra da
toplumu içinden kemiren haksızlık, ahlâksızlık ve azgınlıkla ciddi ve seviyeli
bir mücadele örneği vermiştir.
__ Bütün uyarıları,
akla ve mantığa uygun gelen, fakat ihtiras havası
içinde küfür ve
kötülüklerle bir bakıma izole edilen duygu ve düşünceleriyle ters düşen
öğütleri olumlu sonuç vermeyince, inkarcı ahlâksızları kuşatacak bir azabın
geleceği kaçınılmaz olmuştu. Şuayb Peygamber, Allah'ın bu yoldaki oâri âdetini
çok iyi bildiğinden endişe duymaya başlamıştı. Lût kavminin başına gelen
felâketin neden ve niçinini çok iyi biliyordu.
— Medyenli'ier.bu azgınlık ve inatlarıyla
yetinmeyip, kendilerini doğru yola irşat eden bu peygamberi zaman zaman alaya
alıp, «Doğrusu sen yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın...» diyerek
takılırlardı.
— Şuayb Peygamber bu ve benzeri onur kırıcı söz
ve davranışlara aldırış etmeyerek ıslâh yollarını ve çarelerini araştırmaya
devam etti, sonra da onları insafa davet ederek şöyle dedi: «Ey kavmim! ya ben
Rabbımdan açık bir mu'cize üzere isem ve kendi katından beni güzel bir rızıkla
(hak din.doğru yol, ilâhî hidâyet ve rahmet) rızıklandırmışsa, ne dersiniz,
(O'na nankörlük edebilir miyim)? Ve ben sizi men'ettiğim şeyde aykırı hareket
edip (onu işlemek) istemem. Ben ancak gücüm yettiğince düzeltmek isterim.
Muvaffakiyetim ancak Allah'ın yardımıyladir ve ben ancak O'na güvenip
dayanırım ve O'na derin saygı ve sevgi ile yönelirim.»
Böylece Şuayb
Peygamber hem onların akı! ve idrâklerini harekete geçirmeyi diledi, hem de son
uyarısını yaptı. Ne var ki onlar bütün bu uyanları. İlâhî beyânları, gemi
azıya alan hürriyetlerini engelleyen bir bağ olarak görüyor, Allah'ın hayat
veren emirleri nefislerine alabildiğine ağır geliyordu.
— Aradan hayli zaman
geçti, ıslâh olacakları yerde, büsbütün azıttılar, «Senin dediklerinin çoğunu
anlamıyoruz» diyerek irşada ihtiyaç duymadıklarını tekrarladılar ve «Biz seni
kendi aramızda zayıf olarak görüyoruz. Kabilen olmasaydı, elbette seni
taşlardık. Hem sen bizim yanımızda pek aziz, şerefli, itibarlı, üstün bir kimse
de değilsin» diyecek kadar küs-tahlaştılar.
" Havat dizginini
nefis ve İblis'in eline teslim edip behimî bir haya-ı her şeye tercih eden inkarcı
nankörlerin en çok gözüne batan, şüphe-kı NAMAZ'dır. Çünkü bu ibâdet imanla
küfür arasında alâmet-i farikada M01™
d'reğİdİr: Allah ile kul!arı arasında en işlek yoldur. O bakım-n Medyen halkı
zaman zaman Şuayb Peygamber'in (A.S.) namaz kılmabelirtild'âi gibi' <<EV
9uaVb, dediler. Babalarımızın taptığını
veya kendi mallarımızda dilediğimizi yapmamızı bırakıvermemizi senin
NAMAZIN mı emrediyor?» şeklinde birtakım sözler sarfettik-leri anlaşılıyor.
Nitekim İbn Abbas (R,A.) diyor ki: «Şuayb Peygamber çok namaz kılan bir kimse
idi..» Ayrıca burada namaz diye çevirisini yaptığımız «salât» kelimesi, duâ,
zikir ve din anlamında da kullanılmıştır. [99]
Dün olduğu gibi bugün
de inkarcı maddecilerin en çok dil uzattığı, alaya aldığı ibâdet, namazdır.
Zira dinî hayatı ayakta tutan, fertleri ve toplumu yönlendiren, ahlâkı
düzeltip tezkiye eden, kardeşlik bağlarını merhamet, şefkat ve dayanışma
idrâki içinde geliştiren en feyizli ibâdet şüphesiz ki, namazdır. O bakımdan
kıyamet gününde insandan ilk sorulacak şey, namaz olacaktır.
— Böylece inkâr ve
azgınlığın doruğuna erişen Medyenli'lerin ahlâksızlığı son noktasına ulaşarak
titreşip kaldı. Şüphesiz ki, bu, gelmekte olan ilâhî azabın bir göstergesi idi.
Ama içlerinde onu anlayacak aklı eren bir kimse yoktu.
— Bu durumda daha da saldırgan oldular ve Şuayb
Peygamberi ailesiyle, kendisine imân edenlerle birlikte bir gece baskını
tertipleyerek imha etmeyi plânladılar.
Şuayb Peygamber onlar aleyhine
yaklaşmakta olan felâketi görür gibiydi.
O bakımdan söylenecek başka bir şey kalmamıştı. Bir defa daha son uyarısını şu
sözlerle yapma ihtiyacını duydu : «Ey kavmim, imkânınızı ortaya koyup
elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (gerekeni) yapacağım. Rüsvay edici
azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. (Gelecek azabı)
gözleyin, ben de sizinle beraber gözleyip bekliyorum.»
— Sonunda olan oldu; korkunç bir gürültü ve
uğultu onları ansızın yakalayıverdi. Evlerinde dizüstü çöküp kaldılar. Orada
hiç bulunmamış, yaşamamış gibi oldular. Bir varmış, bir yokmuş hikâyesine
dönüştüler. [100]
1— Bir olan, ortağı ve benzen olmayan Allah'a
kulluk, insanlar arasında banş ve kardeşliğin tek çaresidir. O bakımdan ilk
davet bu esasa yapılmıştır. Diğer hükümler, Tevhît İnancı'ndan sonra gelir.
Unutmamak gerekir ki,
dünyada sürüp giden kavgaların, sürtüşme ve tartışmaların çoğu dünyevî
maksatlara yönelik birtakım menfaatlardan kaynaklanmaktadır.
2— İş ahlâkı, ticarî ahlâk, haklara saygılı
olmak, başkasının hürriyetine tecavüz etmemek, ölçü ve tartıda her zaman âdil
olmak, insaf ve vicdan kıstasını unutmamak, kul hakkının en ağır bir günah ve
vebai olduğu-
nu kabul etmek,
toplumları ve milletleri ayakta tutaı, önemli nedenlerdir. İthalat ve ihracatın
gelişmesi ve devamlılığı bu ahlâkla sıkısıkıya bağlıdır.
Sözü edilen
kıstasların yıkılması, dumura uğraması, toplum ve milletin ahlaken çökmesinin
ve yıkılmasının yakın olması demektir.
3__ Allah'ın
helâl kıldığı meşru kâr, elbette çok daha hayırlı ve feyizlidir. Aynı zamanda
toplumu birbirine güvenle bağlayıp bütünleştiren bir iştir. Böyle bir hayrı
reddetmek, elbetteki şerri davet etmek demektir ki bu kural pek değişmez. Zira
hak gelince bâtıl gider. Bâtıl rağbet kazanıp kalp ve kafalara yerleşince hak
uzaklaşır.
4— Namaz her peygamberin ibâdeti
olmakta devam etmiştir.
Zira namazsız bir din düşünülemez. Namazı önemsiz saymak, dinin ve
dindarlığın omurgasını kırmak demektir. İnkarcı maddecilerin de en çok hoşlanmadığı
ibâdet, şüphesiz ki namazdır.
5— Ticarette ne sınırsız kâr söz konusudur, ne
de ölçü ve tartıda hileye yer vardır. İkisinin revaç bulduğu yerlerde ticarî
anarşi başlar ve o takdirde madde tek amaç seçilir; ona ulaşmak için aradaki
her türlü kutsal değerler, iyi ve yararlı örf ve âdetler çiğnenir.
Bir milletin çözülüp
dağılması, bölünüp parçalanması için başka bir şeye pek ihtiyaç ve gerek
kalmaz. Bu anarşi yeter de artar..
6— İnsanları doğru yola irşat edenlerin her
zaman doğru yolda yürümeleri ve insanları men'ettikleri şeylerden önce
kendilerinin kaçınmaları şarttır. Ciddi ve sağlıklı bir irşadın başka ölçüsü
yoktur.
7— Doğruya irşat edenlere düşman olup kin
beslemek bir fert veya toplum, ya da millet için büyük bir talihsizlik sayılır.
8— İnkarcı
maddeciler ne kadar azgınlık ve
taşkınlık gösterirlerse göstersinler, onları Hakk'a çağıranlar, -şartlar ve
ortam elverdiği nisbette-görevlerini sürdürmekle yükümlüdürler. Aksi halde alan
olduğu gibi inkarcılara bırakılmış olur.
9-— HQk'tan
yana olanlar metotlu, fakat sabırlı bir mücadele, şuurlu ir mücahede
sergiledikleri takdirde, basan ve zafer onların yüzüne güler. [101]
Sırası geldikçe
belirttiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de
her tekrar, ilgili kümî meselenin nem
önemini, hem de değişik yönlerini, farklı hükümler taşıdığını ve yer aldığı
ayetler dizisinde değişik bir öğöt ve ibret yansıttığını ifade eder. O nedenle Suavb Peygamber kıssası, biri
A'raf, nud, biri de Ankebut sûrelerinde olmak üzere üç yerde anlatılır.
Önce A'raf sûresinde
anlatılanla diğer sûrelerde anlatılanlar arasındaki farklı uyarı, öğüt ve
hükümleri karşılaştıralım.
A'raf sûresinde :
a) Allah'ın varlığına, birliğine davet
edilir. Bunun için Allah'tan bir mu'cize
getirildiğine dikkatler çekilir. Ancak o mu'cizenin ne olduğu açıklanmaz.
b) Ölçü ve tartı gibi ticaret ahlakıyla içice
olan şeylerde büyük haksızlıklar yapıldığı ve bu tür çirkin davranışlarla
ticarette sınırsız bir hürriyet istendiği, o yüzden ülkelerinde düzen ve
güvenin bozulduğu anlatılır.
c) Medyenli'lerin dindarlığa, fazilete karşı
savaş açtıkları, Allah yolundan alıkoymak için sosyal yapıda köşe başlarını,
kavşak noktalarını tuttukları belirtilir.
d) Medyenli'lerden bir grubun Şuayb Peygambere
inandıklarına, böylece inananlarla inanmayanlar arasında tartışma ve
sürtüşmenin sürüp gittiğine parmak basılır. Sonunda Şuayb Peygamber'in, karşı
tarafa söylenecek başka söz kalmadığını düşünerek Allah'ın hakem olup hüküm vereceğini;
bunun gelecekle ilgili önemli bir haber, bir uyarı olduğunu hem mü'minlere, hem
de inkarcılara duyurduğu açıklanır.
e) Medyenli'lerin inkârda ısrar edip azgınlıkta
bulunmalarından, büyüklük taslayıp mü'minleri ve başlarındaki peygamberi
küçümsediklerin-den, sonra da Şuayb Peygamberle birlikte imân edenleri tehdit
etmelerinden ve ortaya attıkları düşünceden vaz geçmedikleri takdirde şehirden
çıkarılacaklarından söz edilerek inkârın hiçbir kutsal değer tanımadığına
İşaret edilir.
f) Allah'a karşı yalan uydurmanın nasıl bir
hüsrana yol açacağı anlatılır. Sonra da Şuayb Peygamber'in son bir defa daha
onların azgınlık ve saldırılarından Allah'a sığınarak duâ ettiği hakkında bilgi
verilir.
Hûd sûresinde :
a) Şuayb Peygamber'in Medyen halkına
gönderildiği, O'nun da onları Allah'ın varlığına ve birliğine imâna davet
ettiği konu edilir.
b) Medyenli'lerin bolluk ve refah içinde
yüzdükleri; bununla beraber nankör bir kavim olduğu; ticarî alanda hak ve
hukuk, sınır ve vicdan tanımadıkları, daha cok yabancı tacirlere dolaylı
yollardan haksızlık ettikleri anlatılır. Allah'ın meşru yoldan helâl kıldığı
kazancın çok daha hayırlı olduğuna dikkatler çekilir.
c) Peygamberlerin insanlar üzerinde bir
koruyucu, bir bekçi ve gözetleyici olmadıkları hatırlatılarak onların yetki
sınırlan belirlenir ve o sınır içinde ilâhî buyrukları teblîğ ile görevli
oldukları açık şekilde ifade edilir.
d) Şuayb Peygamber'in her peygamber gibi namaz
kıldığına şahit olan inkarcı
sapıkların namaz ile alay ettiklerinden veya devamlı dikkat çeken böyle bir
ibâdete tahammül edemediklerinden bahsedilerek namazın dindeki yerine ve
önemine işaret edilir.
e) Medyenli'lerin sınırsız bir hürriyet havası
içinde oldukları, devlet otoritesinden çok uzak kaldıkları,'disiplin altına
girmek istemedikleri; özellikle ticarî alanda engelleyici, insaf ölçülerine
çekici hiçbir kuvvet tanımadıkları, düşünceleri yönlendirir bir anlatımla
açıklanır.
f) Peygamberlerin halkı men'ettikleri şeyleri
kendilerinin işlemesinin hiçbir zaman söz konusu olamıyacağı belirtilir. Çünkü
peygamberlerin yeryüzünde bozulan ahlâkı düzeltmek, unutulan Tevhît inancını
yeniden ihya etmek, fazîlete değer verip yaygınlaştırmak, haklan korumak, Allah
sevgi ve korkusunu gönüllere işlemek, kalpleri ilim ve irfan merkezi haline getirmek
için görevlendirildikleri anlatılır.
Hiçbir peygamberin ilâhî vahyin
dışına çıkmasının ve hilâfına hareket etmesinin söz konusu olamıyacağına
dikkatler çekilir.
g) Hakk'a ve fazîlete karşı kin ve düşmanlığın
felâket getireceği haber verilir. Kurtuluşun, pişmanlık duyarak Hakk'a
dosdoğru yönelmekte olduğu ilân edilir.
h) Şuayb
Peygamberin kabile ve çevresini hesaba katan inkarcıların o yüzden fazla ileri
gitmeye cesaret edemedikleri, yoksa kendilerine rahmet olarak gönderilen
peygamberi taşlayarak imha edecekleri anlatılır ve böylece teblîğ ve irşat
hizmetiyle ortaya çıkan mürşitlerin, herhalde kötü niyetlileri caydırıcı bîr
aile veya aşirete mensup olmasının faydaları üzerinde durulur.
i) Şuayb
Peygamber'in, karşısına dikilen azgınlık ve taşkınlığa göğüs gerdiği ve
neticeyi sabırla beklemekten başka yapılacak bir şey kalmadığı bir ölçü ve
kıstas mahiyetinde ifade edilir.
İ) Sonunda
inkarcı azgınların, küfür ve zulmün son
kertesine gelip dayandıkları için üzerlerine Allah'ın kahredici hükmünün
indiği ve mü'min-nn kurtulduğu çok duyarlı bir anlatımla gözler önüne ibretli
bir tablo ha-"nde serilir.
Görülduğü ğibi iki sûreden
her birinde avm kıssanın değişik yönleri a ve tekrarın lüzumsuz olmadığına
işaret edilerek ibretli olayların hafızalarda derin İz bırakması ve idrakleri
devamlı uyanık tutması hikmetine dayalı olduğu belirtilmektedir. [102]
Yukarıdaki âyetlerle,
doğru yoldan saparak hakkı ret ve inkâr eden milletleri uyarmak için, ibret ve
öğüt dolu Şuayb Peygamber ile Medyen-ü'ler kıssası anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine aynı maksada yönelik olarak Musa (A.S.) ile Fİr'avn kıssasının bir özeti
veriliyor. Hakk'a karşı tuğyan edenlerin böylece peşlerine şu dünyada da lanet
takılacağı hatırlatılıyor. [103]
96-97— And
olsun ki, biz Musa'yı da âyetlerimizle ve açık-soğlam belge ile Fir'avn'o ve
onun (milletinin) ileri gelenlerine gönderdik. Bununla beraber onlar (o ileri
gelenler) yine de Fir'avn'ın emrine uydular. Oysa Fir'avn'm emri doğru ve
sıhhatli değildi.
98— Fir'avn kıyamet günü kavminin önüne düşer de
onları (suya götürür gibi) ateşe götürür. Varacakları yer ne kötü yerdir.
99— Bumda lanet peşlerine takıldı; Kıyamet
gününde de (öyle olacak). Desteklendikleri şey ne kötü destektir,
«Bununla beraber onlar
(o ileri gelenler) yine de Fir'avn'ın emrine uydular. Oysa Fir'avn'ın emri
doğru ve sıhhatli değildi.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, peygamberlik gibi çok şerefli bir görevle donatılıp Mekke'de işe
başlamakla emrolunduğunda, fakirler, köleler, zayıflar ve güçlü bir aileye
bağlı olmayanlar, birer insan olarak o güne kadar görmedikleri sıcak ilgi ve
kıymeti, cihan peygamberinin kutlu meclisinde buldular. Akılları duygularına
üstün geldi; idrakleri önyargılarının şeddini yıkıp öne geçti, öylece putlardan
yüz çevirip bir olan, ortağı ve benzeri olmayan Allah'a döndüler. İman ve
İslâm'ın feyizli havasında insan olduklarını anladılar. Ülkenin şımarık
zenginleri, söz sahibi azgınları ise, küfrün kalbler ve kafalar üzerine çöken
kara bulutlarını dağıtıp hidâyet nuruna gönül kapılarını açmayı düşünemediler;
çünkü hisleri akıllarının önünde yürüyor, düşünceleri önyargılarının şeddini
aşamıyordu. İnsan şeref ve vakarını zedeleyip ruhunu katleden gayr-i meşru
yollardan ayrılamıyor, sınırsız hürriyetlerini Tevhît Inancı'yla belli bir
sınır içine almaktan kesinlikle hoşlanmıyorlardı. O bakımdan Rahmet Peygamberi
Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün uyarı ve irşatlarına tepki gösteriyor, büsbütün
azgınlıklarını artırıyorlardı. Tıpkı Fir'avn ve meclisinde yer alan ileri
gelenlerin, Musa Peygamber'in (A.S.) Hakk'a çağrısına gösterdikleri tepki
gibi..
Böylece Kur'ân-i
Kerîm, gelip geçen her peygamberin kendi kavmi arasındaki zenginlerin, ileri
gelen söz sahiplerinin tepki gösterip karşı çıkmalarıyla yüz yüze geldiklerini
belirtirken Peygamber (A.S.) ile Ona uyan müzminlerin sabırlı ve temkinli
olmalarını hatırlatıyor; terbiye, nezaket ve fazîletin hiçbir zaman elden
bırakılmamasını öğütleyerek irşat usûlü hakkında bilgi veriyor.
Nûh, Hûd, Salih, Lût
ve Şuayb Peygamberlerin (salât ve selâm hepsine olsun) aynı mücadeleyi
verdiklerinde kavimlerinin ileri gelen şımarık Putperestlerinin tepkileriyle
karşılaştıklarını, uzun süre sürtüşme ve tarışmanın devam ettiğini, ancak
hepsinin de Hak yolunda sabır gösterip anı hükmün tecellisini güvenle
beklediklerini, kalblere huzur ve rahatlık verecek bir anlatımla naklederek misalleri
ardarda sıralıyor. Arkasından Musa Peygamber'in de benzeri şiddetli tepkiyle
karşılaştığını gönüllere teselli veren bir misal halinde ekliyor.
Unutmamak gerekir ki,
hislerinden sıynlamıyanlar doğru düşünme nimetinden mahrum kalırlar. Doğru
düşünemiyen kimse, doğru karar verme basiretini taşımıyor demektir. Nitekim
hislerini yenemiyen Fir'avn, bütün âyet ve mu'cizelere rağmen doğru düşünme
düzeyine kendini getirememiştir. Doğru düşünemiyen kimsenin âdil karar vermesi
mümkün değildir. Ona uyan ileri gelenler ise, ondan daha sapık, daha kör ve
daha bilgisizdirler. Zira yanlışa doğru diyecek; bâtılı savunup hakkı
reddedecek, baştaki liderin kusur ve hatalarının üzerine sünger çekip
dalkavukluk edecek kadar şahsiyetini ve insanî vekarını kaybeden kişiler,
alkış tuttukları liderlerinden daha âdi ve daha alçaktırlar. Kur'ân, bu
alçaklığı bir cümleyle ifade ederek mü'minlere öğüt veriyor: «İleri gelenler
yine de Fir'avn'-in emrine uydular. Oysa Fir'avn'ın emri doğru ve sıhhatli
değildi.»
Musa Peygambere
gelince, o, namus ve iffetin timsali, fazîlet ve güzel ahlâkın mümessili,
ilâhî feyiz ve rahmetin yansıtıcısı; âdil ve doğru düşüncenin kaynağı idi. Bu
güzel sıfatların hepsinden yoksun olan, Fir'avn'a ilâh nazarıyla bakacak kadar
küçülen şahıslarla o büyük peygamberin uyum sağlaması beklenemezdi. Ne var ki,
ortada bir görev ve onu kusursuz yerine getirme emıi söz konusuydu. Aklı,
vicdanı, idrâki harekete geçirecek bütün açık belgelere ve mu'cizelere,
yönlendirici uyanlara rağmen Fir'avn'ın küfür potasında şekillenen o insanlar
doğru yolu seçmediler, ko-Jj*tm sürüsü gibi, Fir'avn'ın peşine takıldılar, bir
tutam ot uğruna en büyük, öö yararlı fırsatları kaçırdılar. Kur'ân'ın
beyanıyla, kıyamet gününde de bu ziîtg$ten kurtulmayıp Fir'avn'ın arkasına takılarak
ateşe sevkedilirler.
Kalblerini Allah'ın
rahmet ve hidâyet ışığına devamlı kapalı tutan bu insanlara, hakkın sesini
duyurmak elbetteki çok zordur. Kendilerini hidâyet çizgisine getirmeyenleri
Allah'ın hidâyet güneşi nasıl aydınlatır? Kendi irâde ve arzularıyla devamlı
rahmetten uzaklaşanların elbette ki peşlerine ilâhî lanet takılır da o
vaziyette öldükleri takdirde bir daha ayrılmaz.
Günün şatafatına,
makam ve şöhretine dalıp imân ve irfanını kaybeden nioe kimseler vardır. Oysa
hayatta karşılaştığımız iyi veya kötü her şeyle denenmekteyiz. Zaman ömrü
törpüleyip tüketme faaliyetini aralıksız sürdürürken Allah'a dosdoğru imân ve
O'nun rızası doğrultusunda yapılan sâlih amelden başka her şey bir sabun köpüğü
gibi sönmeye mahkûmdur. O bakımdan İslâm, insanı sözünü ettiğimiz dünyevî
şatafata esir olmaktan kurtarıp ona sade yaşamayı, alçak gönüllü olmayı,
insanları sevmeyi, hilkatin hikmetine göre hayatını düzenlemeyi, fıtratındaki
din ve Allah duygusuna göre kendini yönlendirmeyi, ruhundaki safiyet ve mayaya
göre
olandaki yerini
almayı, yaratıldığı amaca yönelip beklenilen hizmeti vermeyi telkîn eder.
Makamları birer hizmet basamağı, mal ve serveti meşru ölçülere göre hayatı
devam ettirme aracı sayar. Zira şu dünyada kendi ihtiras ve bencilliği doğrultusunda
yükseldiği basamakta ebediyen kalan bir fani olmamıştır. Kendi iradesiyle
yükseldiği basamaktan inmesini bilmeyenlerin altından o basamaklar çekilip
alınmıştır.
İslâm'ın bu hayat ve
memat felsefesini anlayamayan ileri gelenlerin çoğu, ihtiras ve emellerini
meşru sınıra çekmeyi emreden İslâm'a karşı nefret ve düşmanlık duygularıyla
karşı çıkmışlardır. Ancak Allah'ın hidâyet nasip ettikleri müstesna.. [104]
«Fir'avn kıyamet günü
kavminin önüne düşer de onları (suya götürür gibi) ateşe götürür. Varacakları
yer ne kötü yerdir.»
İlgili âyet Fir'avn'ı
misal vererek liderleri dikkatli olmaya, peşine takılan kitlelerden sorumlu
tutulacaklarına işaretle hesaplı adım atmaya çağırıyor. Bu gerçeği iyi bilen II.
Abdülhamit'in şu sözünü nakletmeden geçmek istemiyoruz :
«Liderler, kişiler
karşısında değil, dünyada tarih, âhirette Allah huzurunda saltanat günlerinin
hesabını verirler.»
Denildiği gibi, her
koltukta diken vardır, her taç dikenlerden yapılmıştır. O bakımdan liderin
neyin üzerinde oturduğunu, kralın da başına nasıl bir şey koyduğunu unutmaması
gerekir. Zira kötü ve zalim liderlerin dünya mutlulukları, idare ettikleri
halkın felâketi demektir.
Dalkavukların ve
çıkarcıların alkışlarıyla meşru sınırları aşıp olduğundan fazla görünme
hastalığına yakalanan bir hükümdar veya lider, hüsrana doğru hızlı adımlarla
giderken peşinde bir sürü insanı da sürük-'eyip götürür. Kur'ân bu hususta
Fir'avn'ı ve peşine takılanları tarihî bir misal olarak veriyor. [105]
Yukarıdaki âyetlerle,
bir milletin felâketini hazırlayan önemli sebeplerden biri üzerinde duruldu.
İnancı sakat, görüşü yanlış, icraatı zulüm olan, halkının bir kısmına ikinci
sınıf vatandaş muamelesinde bulunan ve
ülkesinde din ve inanç
hürriyetini iyice kısıp yasaklayan Fir'avn'ın kötü idaresi misal verildi.
Meclisinde yer alan ileri gelenlerin ona baş eğip evet demelerinin ve her
kötülüğünü tasvip edip kraldan ziyade kralcı geçinmelerinin, telafisi mümkün
olmayan boşluklar meydana getirdiğine ve hepsinin sonunun felâketle
noktalandığına dikkatler çekildi.
Böylece kıyamet
gününde de efendilerinin o şuursuz dalkavukların önüne düşüp hepsini kendisiyle
birlikte ateşe götüreceği haber verilerek hem Mderler ve hükümdarlar, hem de
onlara uyanlar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minlere, liderlere uyma konusunda en sağlam ölçü ve kıstas veriliyor; daha
sağlıklı düşünmeleri için, Allah'ı bırakıp azgın ve zorba liderlerin peşine
takılan milletlerin kalıntılarını gezip görmeleri isteniliyor. Aynı zamanda
Mekkeli mağrur müşriklere böylesine elim bir akıbetin pusu kurup beklediğine
işaret ediliyor. [106]
100— (Ey Muhammed!) bu, ilâhî azaba uğrayan
kasabaların haberlerinden (bazı safhalardır ki, sana nakledip anlatıyoruz. Bu
kıssalardan bir kısmının kalıntısı duruyor, bir kısmı ise biçilmiş ekin gibi
(belirsiz olmuştur).
101— Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar
kendilerine zulmettiler,
Rabbin buyruğu
gelince, onlara, Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrılar bir yarar sağlamadı;
zararlarını, silinip yok olmalarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102__ İşte
Rabbin kasabalar halkını -zalimlikleri üzere- yakaladığı za^
man böyle yakalar.
Şüphesiz ki, O'nun yakalaması çok eiîm ve şiddetlidir.
«Doğrusu Allah zalimi
yakalayıncaya kadar biraz mühlet verir. Yakalayınca da artık bir daha yakasını
koyuvermez.» [107]
Bilindiği gibi, mesel
kökünden gelen masal, genellikle olağanüstü maceralara yönelik hayal ürünü
birtakım hikâyelerdir. Kur'ân-i-Kerîm ise, insan hayatını çizen, yaşayışını
düzene sokan, aklı harekete geçiren, hakları belirleyen, helâl ve haram
sınırlarını koyan, güzel ahlâkı ve fazileti işleyen, adaleti alkışlayan, dünya
ile âhiret, ruh ile beden, madde ile mâna arasında köprü kurup denge sağlayan
bir kitaptır; bütünüyle ilâhîdir. Gelip geçen milletlerin hayatından bazı
önemli ve ibretli parçaları ve safhaları anlatması, sadece öğüt ve ibret
almamıza, geleceğimizi ona göre hazırlamamıza ve Allah'ın cari olan sünnetinin
şaşmazlığını anlayıp kavramamıza yöneliktir. Onun için Kur'ân ne bir masaldır,
ne de bir hayal ürünüdür.
Bu bakımdan yukarıdaki
âyetle bilhassa sözü edilen önemli noktaya dikkatler çekiliyor ve anlatılan
olayların birer gerçek olduğu belirtilerek : «Bu kıssalardan bir kısmının
kalıntısı duruyor, bir kısmı ise biçilmiş ekin gibi (belirsiz olmuştur).»
buyuruluyor.
Görülüyor ki, Kur'ân-i
Kerîm sadece gerçekleri naklediyor ve vuku' bulmuş olaylara atıflarda
bulunuyor. Nitekim Kur'ân'da anlatılan kıssaların hemen hepsi Arap
Yarımadasında ve bir de Mezopotamya'da meydana gelmiştir. Bir kısmının
kalıntıları hâlâ ayakta dururken bir kısmı silinip belirsiz hale gelmiş, ancak
tarihçilerin ciddi araştırmalarıyla onların bir zamanlar var oldukları
kesinlik kazanmıştır.
Şüphesiz ki, Kur'ân
hayalle meşgul olmaz. O taşıdığı ilâhî üslûp ve ifadeyle hakikatleri zarif bir
tül gibi dokuyup beşer aklının ve idrâkinin önüne serer. Sık sık konu
değiştirerek dikkatleri toplar, ancak değişen konular arasında kesin irtibat
sağlar. Bazan yüksek hikmetleri terennüm ederken, birdenbire duygu ve
düşünceleri kamçılar. Cok geçmeden akla seslenir veya geçmiş milletlerin
başlarından geçen önemli ve ibretli olaylardan birkaç parça nakleder; bazan
ilme, ilim adamına ışık tutar mahiyet ve anlamda temel bilgi, ana fikir verir. Çok
geçmeden Âhiret ile ilgili konulara geçer, insan ihtirasını frenliyeçek, ahlâk
ve faziletini artıracak tablolar oluşturup gözler önüne getirir. Derken ilâhî
hükümlerden birini veya birkaçını sıralayarak insan hayatını yönlendirip
düzenlemeyi amaçlar.
Tekrar edeyim ki,
Kur'ân'da bütün bu değişik konular, hükümler ve kıssalar bir zincirin halkaları
gibi birbirine bağlı olarak sürüp gider, insan düşüncesine bol ve çeşitli
malzeme vermek suretiyle hem yol gösterir, hem de sıkmadan sürükleyip götürür. [108]
«Biz onlara
zulmetmedik; ama onlar kendilerine zulmettiler.»
Zulüm : Hak ve adalet
sınırını aşmak, haklara tecavüz etmek, eşyayı lâyık olmadığı yere koymak, işi
ehil olmayana vermek; nefisle imân, ruhla beden, dünya ile âhiret arasında
denge kurmamak; sınırsız hürriyetle başkalarının hürriyetini çiğneyip aşmak;
yaratanı tanımamak, insan olmanın hikmetini idrâk etmemek; fiziksel yapıyı
geliştirip ruhu ve vicdanı ihmal etmek; aklı nefsin emrine verip gerçeği
araştırmamaktır.
Böylece inkarcı
azgınlar, şımarık müşrikler; kula kul olan aşağılıklar, hakları çiğneyen
zorbalar, hakikati görmeyen körler, gerçeğe kulak vermeyen sağırlar
kendilerine yazık etmişlerdir. Cenâb-ı Hak ise, rahmetinin kapılarını açarak
insanlara hazır bir ortam, yeterince yardımcı malzeme vücuda getirip zulüm
değil, lûtufta bulunmuştur.
İyilikle kötülüğün,
hayırla şerrin sınırını belirlemiyen kimse, mayın döşeli bir arazide
gelişigüzel dolaşıyor demektir. O bakımdan kurtulması çok zordur. Meğerki
Allah'ın inayet ve hidâyet eli kendisine uzanmış olsun,.
İşte Allah'ın
zalimleri yakalamasının anlamı bir bakıma budur. [109]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın insana verdiği birçok yetenekleri, bir çoklarının hakikati arayıp
bulmakta kullanmadıkları; yol gösterici olarak
aönderdiği peygamber
ve kitaba kalp ve kulaklarını kapalı tuttukları; o yüzden kendilerine büyük
haksızlık ettikleri konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Kur'ön'da anlatılan tarihî kıssalar üzerinde aklını ve idrâkini kullananlar
için ibretler ve öğütler bulunduğu hatırlatılıyor. Âhiret azabından
korkanların, kendilerini sürükledikleri çıkmazdan kurtarmaları için ölmeden
önce mevcut fırsat ve imkânları değerlendirmeleri öneriliyor. Kıyâmet'in ise
belli bir vakte geciktirildiği, ancak o vaktin bilgisinin Allah yanında saklı
tutulduğu kapalı şekilde anlatılıyor. Sonra da duygu ve düşünceleri harekete
geçirmek için kıyametin önemli safhalarından biri üzerinde duruluyor.. Her
kişinin kendi iradesiyle ya mutlu, ya da mutsuz bir sonucu hazırladığına atıf
yapılarak iyice düşünmemize imkân veriliyor. [110]
103— Şüphesiz ki bu (naklettiğimiz kıssalarda)
âhiret azabından korkanlar için ibretli befge vardır; o, insanların biraraya
gelip toplanacağı bir gündür; o, hazır olup görülecek bir gündür.
104— o günü ancak beili bir vakte kadar
geciktiririz.
105— O gün geldikte Allah'ın izni olmadan hiç
kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbaht-mutsuz, kimi de bahtiı-mutludur.
106— Bedbaht-mutsuz olanlar ateştedirler.
Onların orada şiddetli
inilti ve sesli sesli
soluğu vardır.
107— Gökler ve yer durdukça orada temelli
kalıcılardır; ancak Rab-bîn dilediği müstesna. Çünkü Rabbin dilediğini
(hakkıyla) yapıp yerine getirendir.
108— Bahtlı-rnutlu olanlar ise, Cennet'tedirler;
gökler ve yer durdukça orada temelli kalıcılardır; ancak Rabbin dilediği
müstesna. Bu, ardı-arkası kesilmeyen bir bağıştır.
109— Artık bunların taptıklarının (böyle bîr
azaba; yol açacak bir sapıklık olduğunda) şüphen olmasın; onlar ancak daha
önce babalarının taptıkları gibi taparlar. Biz de elbette (ateşten) nasiplerini
noksansız vereceğiz.
«O gün (kıyamet günü)
peygamberlerden başkası konuşamaz. Peygamberlerin o gün duası ise, Allahım,
selâmet ver; Allahım, selâmet ver olacak..» [111]
«Kıyamet gününde ölüm,
yünü siy ah-bey az karışımı olan bir koç şeklinde getirilerek Cennet ile
Cehennem arasında boğazlanır. Sonra âa şöyle seslenilir: Ey Cennet ehli!
ölümsüz bir ebedilik.. Ey Cehennem ehli!
ölümsüz temelli
kalıcılık..» [112]
«Cennet ehline şöyle
denilecek: Ey Cennet ehli! Sizin için hep yaşamak var, bir daha ölmemek,
gençleşip de bir daha yaşlanmamak, sağlıklı olup da bir daha hastalanmamak,
nîmetlenip de bir daha umutsuzluğa düşmemek var..» [113]
«Şüphesiz ki bu
(naklettiğimiz kıssalarda) Âhiret azabından korkanlar için ibretli belge
vardır..»
Allah'a imândan sonra
Âhiret'e imân, dindarlığın ve sorumluluğun bel kemiğini oluşturur. Bu inanç
kişinin kalbinden çekilip alındığı takdirde, geriye bir şey kalmaz. Zira
Allah'a imanın bir ucu Âhiret'e inanmaya dayanır.
Nitekim Melek Cebrail,
Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordu :
— Kıyamet ne zamandır?
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona şu cevabı verdi:
— Bu konuda sorulan
sorandan dah,a bilgili değildir. Ancak sana onun alâmetlerinden haber vereyim:
Cariye efendisini doğurduğu, kim oldukları belirsiz deve çobanları bina
yükseltmekte birbirleriyle yarıştıkları zaman (Kıyâmet'ten önceki belirtiler
ortaya çıkmış olur). Kıyâmet'in vakti de Allah'tan başka kimsenin bilmediği
beş şeyden biridir.» [114]
O nedenle materyalistlerle
komünistlerin tahribe çalıştıkları inanç, Allah ve Âhiret'le ilgili olanıdır.
Daha çok Âhiret'i inkâra yönelik olan faaliyetlerinin sebebi ise açıktır;
şöyle ki: Âhiret'e imân yıkılınca, beraberinde imânın diğer şartlarını da alıp
götürür. Darvvinizmin kurtarıcı bir simit gibi, yetişmekte olan yeni kuşaklara
öğretilmesinin sebebi budur. Yoksa bu :eori çoktan modern biyolojinin zaferi
karşısında tazeliğini ve inanırlığını kaybetmiştir.
_ Kur'ân'da ilgili âyetle, geçen milletlerin
renkli hayatlarından ibret ve t alınacak bölüm ve safhalar birer belge halinde
aklın ve kalbin idrâki önüne serilince, «Âhiret azabından korkanlar için
ibretli belgeler vardır.»
denilmekte ve
böylece âhirete imânın nasıl
önem taşıdığı ortaya konmaktadır.
Nitekim bu konuya daha
çok Bakara sûresi 4. âyetin tefsirinde yeterince ağırlık vermiş bulunuyoruz. [115]
«O gün geldikte
Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz.»
Âhiret, dünyaya göz
açıp ayak basan bütün insanların istisnasız olarak toplanıp bir araya
getirileceği gündür. O gün her kişinin hesaba hazır olacağı ve görülmesi
gereken bütün amellerinin ortaya döküleceğini heyecan ve korkuyla bekleyeceği
hesap, ceza ve mükâfat günüdür. Hüküm yalnız Allah'ın olacak, kimselerin itiraz
hakkı olmayacak. İlâhî adalet kılı kırk yararcasına tecelli edecek..
O gün Allah'ın izni
olmadan kimse konuşamıyacak. Ameller niyetlere göre asıl karşılık ve değerini
bulunca, toplanan insanların kimi mutlu, ki* mi de mutsuz olacak ve böylece her
kişi saadet veya azabını, Cennet veya Cehennem'ini dünyada hazırlayıp
beraberinde getirmenin üzüntü veya sevincini tadacak., O nedenle kimsenin
konuşmasına, itirazda bulunmasına, savunmaya geçmesine gerek kalmayacak.. [116]
«Gökler ve yer durdukça
orada temelli kalıcılardır..»
Bu cümle, hem
cehennemlikler, hem de cennetlikler için ayrı ayrı kullanılmıştır. Âyetlerin
açık anlatımından, yerin ve göklerin devam edeceği anlaşıhyorsa da, bu
kurulacak ikinci düzenle ilgilidir. Kıyametin kopması demek, mevcut nizamın
alt-üst olup parçalanması demektir. Âhiret demek, bozulan kâinatın yeni bir
nizama girmesi anlamına delâlet eder. O halde gerek yerküre, gerekse gökteki
cisimler, bozulduktan sonra yeni düzende değişik biçimde kendilerine has bir
sistem oluşturacaktır ki, biz bunun plânını bugün için bilmemekteyiz.
O halde kıyamet
olayıyla kâinatta müthiş şekil ve düzen değişikliği
meydana gelecek,
tamamen yok olup belirsizliğe itilmiyecektir. Zira her insan için
yaratılmıştır. İnsan ikinci hayata kaldırılıp ebedileşince, var-hk âlemi de
yeni düzeniyle ebedileşecektir. [117]
«Bedbaht-mutsuz
olanlar ateştedirler. Onların orada şiddetli iniltileri ve sesli sesli soluğu
vardır. Gökler ve yer durdukça orada temelli kalıcılardır. Ancak Rabbin
dilediği müstesna..»
İlgili âyetlerin
yorumunda ilim adamlarının farklı görüşleri olmuştur. Önemini dikkate alarak
özetini veriyoruz :
a) İbn Cerîr et-Taberî'ye göre, Araplar bir
şeyin ebediyen devamını söz konusu ettiklerinde, «Göklerle yer devam ettikçe»
derler. Allah da ilgili konuda Araplarca bilinen tabiri kullanarak
anlayışlarına kolaylık sağlamıştır.
b) İbn Kesîr'e göre, göklerle yer cinsi
kasdediliyor. Maksat, dünya hayatında bilinen göklerle yer değil, âhiretteki
göklerle yerdir. Çünkü o gün gökler ve yer şekil ve düzen değişikliğine
uğrayacak, böylece deği-
>şik gökler ve
değişik yer ortaya çıkacaktır. Oluşan yeni sistem durdukça, azgın kâfirler de
Cehennem'de kalacaklardır.
c) İbn Abbas (R.A.) ile Mücahid'e göre,
âhiretteki göklerle yer kasde-dilmiştir. Zira her cennetin bir göğü, bir de
yeri vardır. Onlar devam ettikçe inkarcı sapıklar da ateşte kalacaklardır. [118]
Bu istisna üzerinde
duran ilim adamları on kadar farklı yorumda bulunmuşlardır, şöyle ki:
1— Mutsuzlar
ateştedirler, ancak Rabbın diledikleri bunların dışında tutulacaklardır.
2- Mutsuzlar ateştedirler, ancak günahkâr
mü'minler bunun dışın-adır, onlar Cehennem'de ebedî kaimazlar, günahlarına göre
azap çekten sonra imân sıfatlan sebebiyle Cennet'e girerler.
3- Cehennem'deki bedbaht mutsuzların inilti ve
sesli solukları ola-, ancak Allah'ın dilediği azap şekilleri bunun dışındadır.
4— Gökler ve yer durdukça, orada temelli
kalıcılar ir; ne ölürler, ne de oradan çıkarılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri
bunun dışındadır. Allah ateşe onları yiyip yok etmesini emre», -cek, sonra da
yeniden onları yaratacaktır.
Bu yoruma pek iltifat
edilmemiştir.
5— Allah'ın dilediği temelli kalıştan başka,
onlar gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır.
Bu yorum da fazla
itibar görmemiştir.
6— Allah dileseydi onları çıkarırdı, ancak
onları oradan çıkarmıya-cağını, temelli kalıcı olacaklarını hükme bağlayıp
kendilerine bildirmiştir.
7— Tirmizî Ebû Abdullah b. Ali'ye göre,
Cehennem'e girecek olan bedbahtlar, Dünya'da göklerle yer durduğu süre kadar
orada kalacaklardır. Çünkü kıyâme te göklerle yerin düzeni bozulacak, yeni bir
düzen'kuru-lacaktır.
8— Bazı ilim adamlarına ve kavaidçilere göre,
âyette istisna manasına delâlet eden «illâ» edatı, (vav) manasına gelir. Şöyle
ki: Onlar orada gökler ve yer durdukça temelli kalıcılardır ve Rabbin dilediği
fazlalık ve temellilikle bu devam edecektir.
9— Âyetteki istisna, şeriatın mendup saydığı
türdendir ki, birçok sözlerde kullanılır, öyle ki, Allah'ın dileği ile on'ar
orada temelli kalırlar.
10— Bedbahtlar, gökler ve yer durdukça
Cehennem'de temelli kalıcılardır; ancak
Allah'ın dilediği Muhammed
(A.S.) ümmetinin günahkâr âsileri müstesna, onlar imanları ve
peygamberlerinin şefaatiyle Cehen-nem'den çıkacaklardır.
Bu maddelerin dışında
bir diğer yorum ve ihtimal de şöyledir: Cen-net'e girenler orada ebedi
kalırlar, sonu ve sınırı olmayan bir hayat sürerler. Çünkü âyette,
«Mutlu-bahtlı olanlar Cennet'tedirfer; gökler ve yer durdukça orada temelli
kalıcılardır. Ancak Rabbın dilediği müstesna. Bu, ardi-arkası kesilmeyen bir
bağıştır.» buyurulmuştur. Cehennemliklerin orada temelli kalacaklarından söz
edilirken, «Bu, ardı-arkası kesilmeyen bir azaptır» denilmiyor. Böylece
yapılan istisna ile Cehennem azabının sonsuz olmadığı bir bakıma anlaşılıyor.
Nitekim bu yorumu kuvvetlendiren bazı rivayetler ve hadîsler de vardır. Şöyle
ki:
«Sonra Cenâb-ı Hak:
Melekler, peygamberler ve mü'minler sıra ile günahkârlar için şefaat ederler.
Onlara, şefaat edilecek bir kimse kalmadı. Ancak merhamet edenlerin en çok
merhamet edeni kaldı,
buyura-
cak..» [119]
«B*r gün gelecek
Cehennem'de tek insan kalmayacak.» [120]
Bu konuda Hz. Ömer'in
(R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Cehennemdeki günahkârlar çöldeki
kumlar sayısınca olsa bile, bir gün gelecek hepsi de oradan çıkarılacaktır.» [121]
Bunlar bir takım umut
verici rivayetlerdir. Cumhur ise, bu rivayetlerden ziyade âyetin açık
delâletini dikkate alarak kâfirler için ?»k!Ş olmayacağını belirtmiştir. Allah
daha iyisini bilir ve şüphesiz ki O, merhamet edenlerin en çok
merhametlisidir. Kullarına olan merhametinin genişliğini yine O'nun meşietine
bırakmamız, kulluğumuzun gereği ve Allah'a olan üstün saygımızın güzel bir
ölçüsüdür.
Sonuç olarak şöyle
noktalayabiliriz : Her kişi, dünya hayatında iken taşıdığı inkâr ve imânına,
sevap ve günahına, azgınlık ve faziletine göre Cennet veya Cehennem'den payını
alacaktır ve bu pay herhalde noksansız olacaktır.. Bunda asla şüphe söz konusu
değildir ve olamaz da.. Nitekim 109. âyetle bu husus açık şekilde belirtilerek
şüpheler giderilmektedir. [122]
Yukarıdaki âyetlerle,
tarihî kıssaların önemli safhalarının nakledilmesinin sebebi üzerinde duruldu.
İbret alanlar ve almayanlar konu edilerek âhiret âleminden duygu ve düşünceleri
yönlendirici iki safha anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ın bütün mükemmelliğine ve ilâhî özelliğine rağmen ona inanan ve
inanmayanların her çağda olabileceğine işaretle, Tevrat'a da inananların ve
inanmayanların bulunduğu bir teselli anlamında bildiriliyor ve her iki grup
arasında Kıyamet gününde hükmedile-ceği, herkese inanç, niyet ve ameline göre
noksansız karşılığı verileceği açıklanıyor. [123]
110— And olsun ki, Musa'ya kitap verdik, ne var
ki, (idraksizler yüzünden) onda anlaşmazlık meydana geldi. Eğer Rabbinden
geçmiş bir söz olmasaydı hemen aralarında hükmedilip (çoktan) sonuca bağlanmış
olurdu bile. Ve doğrusu onlar bunda kuşku ve şüphe içindeler.
111— Şüphesiz her birinin amellerinin
(karşılığını) Rabbin tastamam verecektir. Doğrusu O, onların yapageldiklerinden
haberlidir.
Gerek kitap ehli olan
Yahudi ve Hıristiyan din adamları, gerekse onlara uyanlar, son peygamber Hz.
Muhammed (A.S.) risalet göreviyle ortaya çıkıp insanları Allah'ın birliğini
tasdîka davete başlayınca, O'nun gelmesini sabırsızlıkla bekledikleri halde,
kitaplarında O'nunla ilgili ilâhî âyetler üzerinde görüş ayrılığına düştüler ve
aralarında kapanması zor ihtilâf çıktı) Kimi o belgeleri değiştirmekten yana
idi, kimi de farklı yorumda bulun-rrjak suretiyle son peygamberden söz
edilmediğini anlatmanın lüzumunu savunuyordu. Yahudiler daha önce Tevrat'ın
diğer hükümleri hakkında da buna benzer bir takım ihtilâflar izhar edip farklı
görüşler ve yorumlar, yanlış değerlendirmeler ortaya koymuşlardı. İlgili
âyette bilhassa bu husus belirtilerek hem mü'minlere sağlam bilgi veriliyor,
hem de Yahudi din adam-lan insafa davet edilerek uyarılıyor.
Ayrıca Tevrat ilk
indiği zaman da İsrâiloğulları iki, üç gruba ayrılmış, kirni İnanmış, kimi ret
ve inkâr yolunu seçmiş, kimi de şüphe ve tereddüt içirae bocalamıştı.
Onların gerek Tevrat,
gerek Kur'ân ve gerekse Hz. Muahmmed (A.S.) hakkında ortaya attıkları farklı
yorumlar ve görüşler, hemen çözüme kavuşturulmak istenseydi, her şey bir anda
olup biterdi. Ama böyie yapmak, sünnetullah gereği değildir. O bakımdan
ihtilâfın çözümü ve hakkın izharı daha çok âhirete bırakılmış oluyor.
Yahudiler ve
Hıristiyanlar son Peygamber Hz. Muhammed'i (A.S,) ret ve inkâr ederken,
putperest Araplara kötü örnek oldular. Nitekim Mekke müşrikleri arasında farklı
görüşler ortaya çıkmış, bir kısmı Hz. Muhammed'i (A,S.) peygamber olarak kabul
edip inanmış, çoğu ise kin ve düşmanlık bayrağını çekip en şeni yollara baş
vurmaktan çekinmemişlerdi.
İlgili âyetlerle, tarihin
hemen her döneminde gönderilen peygamberlere ve indirilen hak kitaplara karşı
buna benzer sataşmaların, inkâr ve isyanların ortaya çıktığına dikkatler
çekilerek Hz. Peygamber (A.S.) ve mü'-minler teselli ediliyor. Sonra da
ihtilâfa düşenlerin her birinin kendi niyet ve ameline göre karşılık göreceği
bildirilerek, Hakk'a davette sabırlı olmanın gereği üzerinde duruluyor. En
çirkin olaylar karşısında vakar ve nezaketin elden bırakılmamasına işaretle
başarılı olmanın yol ve yöntemi ilham ediliyor.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in Mekke'de 13 yıl süren davet, teblîğ ve irşadı tamamıyla
ilâhî tavsiye doğrultusunda geçmiş, Kur'ân'ın çizdiği sınırdan dışarı
çıkılmamıştır. [124]
Yukarıdaki âyetlerle,
Müslümanların Kur'ân'ın belirlediği doğrultuda irşat görevlerini sürdürmeye
çalıştıkları ve Allah korkusunu ön plânda tutup beşerî münasebetlerini ona
göre sürdürdükleri takdirde İslâm ve Kur'-ân'a karşı olanların eninde sonunda
hüsrana uğrayacaklarına işaret edildi. Tevrat üzerinde ihtilâfa düşen
Yahudilerin parçalanıp perişan oldukları konu edilerek Müslümanların Kur'ân
üzerinde ihtilâfa düşmelerinin çok sakıncalı sonuçlar doğuracağı kapalı bir
anlatımla hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
mü'minlerin ilâhî emirler uyarınca dosdoğru olmaları, aşırı gitmemeleri
emrediliyor. Sonra da gerek kendi nefislerine, gerekse haktan yana olanlara
zulmedenlere meyledilmemesi bildirilerek, mü'minlerin ancak Allah'ı, Peygamberi
ve kendi din kardeşlerini dost seçmelerinin gereği üzerinde duruluyor.
Arkasından mü'minleri bu emir ve tavsiyeler düzeyinde dimdik ayakta tutacak
olan namaz ibâdetinin belirlenmiş vakitlerinde yerine getirilmesi emrediliyor. [125]
112— O halde sen -ve beraberinde tevbe edenlerle
birlikte- emrolun-duğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin. Allah ne
yaptıklarınızı şüphesiz ki iyiden iyiye görendir.
113— Ve bir de zulmedenlere meyletmeyin, yoksa
dokunur size ateş. Allah'tan başka sizin dostunuz, yardımcınız ve sahip
çıkanınız da yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz.
114— Hem gündüzün iki ucunda ve hem de gecenin İlk
saatlerinde namaz kıl. Çünkü gerçekten iyilikler kötülükleri (temizleyip)
giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüt, bir hatırlatmadır.
115— Ve sabret; şüphesiz ki Allah iyiliği huy
edinip iyilikte bulunanların mükâfatını zayi1 etmez.
Abdullah b. Mes'ûd
(R.A.) diyor ki: Bir adam yabancı bir kadını öpmüştü. İşlediği bu günahın
tesiri altında kalmış olacak kî, büyük bir pişmanlık içinde Resûiüllah (A.S.)
Efendimize gelerek durumunu arzetti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.
Adam, «Ya Resûlellah! bu âyetler yal-
nız benimle mi
ilgilidir, yoksa diğer bütün insanları da mı kapsamaktadır? diye sordu.
Peygamber (A.S.) ona: «Şüphesiz ki, ümmetimden bu âyetle amel eden herkesle
ilgilidir.» buyurdu. [126]
Ashab-ı Kiram'dan
Süfyan b. Abdullah (R.A.) anlatıyor: Bir gün Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'e
dedim ki, «Ey Allah'ın Peygamberi! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle
kî, onu senden sonra bir başka kimseye sorma ihtiyacını duymayayım. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Allah'a imân ettim, de, sonra da
dosdoğru ol!» [127]
«Beş vakit namaz,
cumadan cumaya (kılınan namaz) ve ramazandan ramazana (tutulan oruç) arayerdekî
(günahlara) keffarettir, büyük günahlardan kaeınıldiğı sürece..» [128]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz sordu : «Ne dersiniz, birinizin kapısının önünden bir ırmak akar da,
o da her gün beş defa ona girip yıkanırsa, üzerinde kir ve pastan bir şey
kalır mı?»
Ashab-ı Kiram: «Hayır,
bir şey kalmaz», deyince, Efendimiz (A.S.) devamla buyurdu ki: «İşte bu, beş
vakit namaza bir misaldir ki Ahah hataları (küçük günahları) onunla silip
temizler.» [129]
«Hangi bir müslüman
bir günah işler de, sonra (pişmanlık duyup) ab-dest alarak iki rek'ât namaz
kılarsa, şüphesiz bağışlanır.» [130]
«Namazlar ara yerdeki
günahlara keffaret kılınmıştır.» [131]
«Şüphesiz ki Allah
aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da taksim etmiştir. Hem Allah
dünyalığı sevdiğine de, sevmediğine de verir; ama dini (dindarlığı) ancak
sevdiğine verir. O halde Allah kime din (dindarlık) verirse, onu cidden
sevmiştir. Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki, kulun kalbi ve dili
müsîüman olmadıkça, kendisi müslüman olmuş
sayılmaz ve komşuları
onun eziyet ve kötülüklerinden güven içinde kalmadıkça, imân etmiş olmaz.» [132]
«Nerede olursan ol,
Allah'tan kork. Kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu silsin. İnsanlara
da güzel ahlâk ölçüleriyle davran.» [133]
«O halde sen -ve
beraberinde tevbe edenlerle birlikte- emrolunduğun gibi dosdoğru ol!»
Peygamber (A.S.)
Efendimize neler emredilmiştir? Şüphesiz bunlar sayılmayacak kadar çoktur; ama
hepsini kendinde toplayan emirleri şöyle sıralayabiliriz:
— İnen ilâhî buyrukları kusursuz şekilde teblîğ
etmek,
— Kur'ân-ı Kerîm'i indiği gibi kalp ve kafalara
nakşedip korumak, kâtiplere yazdırmak suretiyle tek kelime ve harfinin
değişmesine imkân vermemek,
— İslâmiyeti evrensellik hüviyetiyle muhafaza
edip yaymak,
— Allah'a karşı yükümlü bulunduğu hizmetleri
kusursuz yerine getirmek,
— Din
kardeşliğini hikmet ve
felsefesiyle geliştirip yaygınlaştırmak bu cümledendir.
Resûlülfah (A.S.)
Efendimiz bütün bu görevleri kusursuz yerine getirme azmi ve gayreti
içindeydi. Şartlar, ve ortam elverişli olmamakia beraber, yüklendiği davanın
büyüklüğüne yakışır anlamda mevcut yetenek ve imkânlarını sonuna kadar
kullanmıştır. Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle kendi peygamberinden ve ona uyan
mü'minlerden bunun devamını istemektedir. O nedenle Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «Hûd ve Vakiâ sûreleri saçlarımı ağarttı!» buyurmuştur. [134]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Allah yolunda, din uğrunda her türlü sıkıntı ve meşakkate rağmen
teblîğ ve irşat hizmetini sürdürmüş ve dayanılması güç olaylar karşısında
sarsılmayıp Allah'a güvenip dayanmıştır.
Allah sözü daha yüce,
daha aziz olsun diye hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, nimetin büyüklüğünün
külfetin büyüklüğüne kapı açacağını çok iyi bildiğinden, karşısına çıkan en
tehlikeli olaylar gözünde küçülmüş, şahlanan küfür Onun nazarında bir kum
tepesi kadar önemsiz kalmıştır.
Ancak vasıtanın
küçüklüğünü, davanın büyüklüğünü göz önüne getirdiğimizde, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in inanılması zor ve başarılması hayal olan büyük bir inkılâb
yaptığı bütün haşmetiyle karşımıza dikilir. [135]
«O halde Sen -ve beraberinde tevbe edenlerle
birlikte- emrolunduğun gibi dosdoğru ol!»
Şüphesiz ki, Kur'ân'ın
birçok yerlerinde Peygamber'e (A.S.) verilen emir, umumilik ifade eder, yani
ümmetinden imân eden herkesi kapsamaktadır. O bakımdan ilim adamları bu konuda
şu kuralı belirlemişlerdir: «Hitap özellik, emir genellik arzeder.» Bu nedenle
Peygamber (A.S.) Efendimize hitapla inen emirler, dolayısıyla ümmetine
inmiştir, onlar da aynı emirle muhatap tutulmuşlardır. Zira sadece inandım veya
imân ettim demekle iş bitmiyor. Bu, ancak kapıdan içeri girmeyi sağlar, asıl
yükümlülükler, sorumluluklar, hizmetler, sabırlar ve fedakârlıklar ondan sonra
başlar. «Nîmet külfet karşılığı» açısından baktığımızda, mü'minierin de Peygamber
(A.S.) Efendimizle birlikte birçok sıkıntılara katlanmaları, Allah ve din
uğrunda büyük fedakârlıkları göze almaları gerekmektedir. Onun için ilgili
âyetteki emir hem Peygambere (A.S.), hem de mü'minlere yöneliktir.
Ancak âyette imânla
birlikte «tevbe» kelimesine yer verilmesinde bir incelik vardır: Mü'minler
diğer insanların imreneceği bir sadelik, dürüstlük, doğruluk, kardeşlik
düzeyinde bulunmak; güzel ahlâk ve faziletle söz ve davranışlarına dikkat
etmek; ibâdetleriyle hayatlarının her saatini ilâhî gözetleme altında
bulundurma idrâkine erişmekle yükümlüdürler. O bakımdan kendilerinden sâdır
olacak günahlardan hemen dönüş yapıp tam bir pişmanlık içinde Allah'a yönelerek
tevbe etmeleri, onları örnek insanlar derecesinde tutar. Unutmamak gerekir ki,
mü'minin aile ve toplum içindeki davranışları çok önemlidir. Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin nezih hayatına baktığımız zaman, O'nun ölçülü, edepli, düzenli ve
nezaketli, aynı zamanda ilâhî rızaya uygun davranışları, çevresindeki insanlar
üzerinde ge-njŞ çapta müsbet tesirler meydana getirmiş, İslâm'ın ne olduğunu
O'nun günlük hayatındaki söz ve davranışlarda görüp anlamışlardır. Zira İslâm'da
dosdoğru olmanın yolu, imân temeli üzerinde kurulan doğruluk ve dü-
zenden geçer. Nitekim
Hz. Ömer (R.A.), «Dosdoğru olmak demek, emir ve yasaklar hususunda doğruluktan
ayrılmamak, tilki misali yan çizmemek-tir.» demiştir.
Her türlü aşırılıktan
kaçınmak da, dosdoğru olmanın bir diğer ölçüsüdür. [136]
cVe bir de
zulmedenlere meyletmeyin, yoksa dokunur size ateş..»
İslâm, sadeoe zulmetmeyi
haram kılmamış, zâlimlere içten meyletmeyi, onlara sıcak ilgi duymayı da
yasaklamıştır. Zira haksızlıktan kaçınmanın gerçek anlamı, hem haksızlık
etmemek, hem haksızlığa uğramamaya çalışmak, hem haksızlardan yana olmamak, hem
de onlara sıcak ilgi duymamaktır.
Zulüm, çok kapsamlı
bir kavramdır. Daha çok adalet karşıtı olarak bilinir. Başta Rağıb el-Esbehanî
ve Ebû'l-Baka olmak üzere lûgatçiler zulmü şöyle tarif etmişlerdir: Eşyayı
lâyık olduğu yere koymamaktır. Bu da ya noksanlaştırmak, ya fazialaştırmak, ya
vaktini geciktirmek, ya da asıl yerinden saptırmak suretiyle olur.
Hikmet erbabı ise,
zulmü üçe ayırmışlardır:
1. İnsanla Allah arasındaki zulüm. Bunun en
büyüğü, küfür, şirk ve nifaktır. O bakımdan Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da, «Şüphesiz
ki, şirk (Allah'a ortak koşmak) büyük bir zulümdür!» buyurmuştur.
2. Kişiyle insanlar arasındaki zulümdür.
Kur'ân'da, «Doğrusu Allah
zâlimleri sevmez.» buyurulurken, daha
çok başkasına haksızlık edenler" kasdedilmiştir.
3. Kişiyle
kendi nefsi arasındaki zulümdür. Kur'ân'da
birkaç yerde buna temas edilmiştir. Örneğin, «Biz onlara zulmetmedik,
ama onlar kendilerine zulmettiler.» mealindeki âyette kişinin kendine yaptığı
haksızlıktan söz ediliyor. [137]
«Hem gündüzün iki
ucunda ve hem de gecenin ilk saatlerinde namaz kıl.»
Bu âyetle beş vakit
namaza işaret ediliyor. İlâhî üslûp gereği, iki kapalı tabir kullanılmıştır:
«Gündüzün iki ucu» ve «Gecenin ilk saatleri.» Bu, daha çok konuya eğilmemizi,
düşünmemizi ve ilâhî muradı anlamak için zekâ ve yeteneğimizi ortaya koymamızı
ilham etmektedir. Zira hafıza arşivimizde en çok göze çarpan, yani hatırlanan
konu, üzerinde bir süre düşünülerek araştırma yapılanı ve bir de tekrar
edilenidir. Şüphesiz namaz denilen ibâdetin hem vakitleri, hem hikmet ve
sebepleri üzerinde durulması gerekir. O bakımdan Kur'ân'da çok düşündürücü ve
kalblere neşter vurucu bir ifade tarzı seçilmiştir. Onun için ilim adamlarımız
âyetin delâlet ettiği mana ve hükümleri çıkarırken Kur'ân'ın taşıdığı yüksek fesahat
ve olağanüstü anlatım tarzı karşısında hayranlıklarını dile getirmişlerdir.
Bakıllanî, «Sadece, Allah'ın indirdiği bu âyete baktığımızda, Kur'ân'ın
lafzıyla, manasıyla ilâhî olduğunu anlamakta gecikmeyiz» demiştir.
İlgili âyetin delâlet
ettiği mana ve hükümler ve ilim adamlarının farklı yorumlarını şöyle
özetliyebiliriz :
a) Tabiîn'dan Mücahid ve İbn Atıyye'ye göre,
gündüzün bir ucu sabah, diğer ucu öğle ile ikindi vakitleridir. Gecenin ilk
saatleri ise, gündüze yakın olan vakitlerdir ki akşam ile yatsıyı içine almaktadır.
Böylece âyet beş vakit namaza işaret etmekte ve belirtilen vakitlerde kılınması
emredil-mektedir. Bilindiği gibi, emir burada vüoubu yani namazın farz olduğunu
ifade eder.
b) İbn Abbas (R.A.), el-Hasan, İbn Cerîr
et-Taberî'ye göre, gündüzün iki ucu sabah ile akşam vakitleridir.
c) Kurtubî'ye göre, âyette farz namazlar
kasdedilmiştir. Çünkü namaz imândan
sonra gelir, o bakımdan namazın dindeki yeri, kalbin bedendeki yeri gibidir
diyebiliriz. Hem en korkunç anlarda ve tehlikeli zamanlarda namaz kılmak
suretiyle tehlikeye göğüs gerilir.
Nitekim Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir sıkıntı ve üzüntü ile karşılaştığı zaman her şeyi bırakıp namaz
kılardı.
d) Sofilerin ileri gelenlerine göre, âyet-i
kerîme ile bütün vakitlerin, farz, sünnet ve nafile ibâdetlerde
değerlendirilmesi söz konusudur. [138]
e) Gündüzün iki ucu, öğle ile ikindi
vakitleridir. Gecenin ilk saatleri ise, akşam, yatsı ve sabah vakitleridir.
z ü I e f : «zülf»ün çoğuludur. Gecenin gündüze yakın
olan vakitleri emektir. Nitekim Arafat'a yakınlığı sebebiyle,
Meş'ârü'l-Haram'ın bulunduğu yere Müzdelife denilmiştir.
İbn Arabi'ye göre,
zülef, saatlar anlamına delâlet eden bir tabirdir, burada gecenin bazı
saatleri kasdedilmiştir. İbn Abbas'a (R.A.) göre, gecenin ilk saatleri manasında
kullanılmıştır. el-Hasan'a göre, akşam ve yatsı vakitleri demektir.
Sonuç olarak : Âyet-i
Kerîme beş vakit namaza delâlet etmektedir: Gündüzün iki tarafı, sabah ile öğle
ve ikindi vakitleridir. Gecenin gündüze yakın saatleri ise, akşam ile yatsı
vakitleridir.
Kur'ân'da beş vakit
namazdan bahseden üç âyet daha vardır ki, onların delâleti daha yakın ve daha
kesin bir hüküm taşımaktadır. Onları meâlen nakletmemizde yarar görüyorum.
Geniş bilgi için tefsirimizde onlarla ilgili kısımların açıklamasına bakılmasını
tavsiye ederiz.
Birincisi :
«Güneş'in (zeval
vaktinde batıya doğru) kaymasından, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Bir
de Kur'ân'ın (feyiz ve bereketiyle iç-içe olan) sabah namazını kıl; şüphesiz ki
sabah namazına (melekler) şahit olurlar.» [139]
İkincisi:
«O halde akşamlarken,
sabahlarken Allah'ı tesbîh edin (sabah, akşam ve yatsı namazlarını kılın).
Hamd (her türlü güzel övgü) göklerde de, yerde de O'na mahsustur, (övülmeye
ancak O lâyıktır). İkindi vaktinde de, öğleye girerken de (Onu tesbîh edin,
namaz kılın).» [140]
Üçüncüsü :
«O halde onların (o
inkarcı sapıkların) dediklerine karşı sabırlı ol ve güneş doğmadan ve batmadan
önce Rabbmı hamd ile tesbîh et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından
O'nu tesbîh et.» [141]
f) Diğer bir
rivayete göre, bu âyet henüz beş vakit namaz farz kılınmadan önce inmiştir.
Sadece sabah ve akşam vakitlerinde namaz kılınmasını ve bir de gece namazına
devam edilmesini tavsiye etmektedir. Nitekim beş vakit namaz farz kılınmadan
önce, biri sabah, diğeri akşam vakti olmak üzere günde iki vakit namaz
kılınırdı. Rivayete göre, bu iki vakit sadece Hz. Peygamber'e (A.S.) vacip idi.
Sabah vaktinde güneş doğmadan, akşam vaktinde güneş batmadan önce kılınması
emredilmişti. Başka bir rivayete göre, bu iki vakit namaz hem Peygamber'e
(A.S.), hem de mü'minlere vacipti... Gece kalkıp ibâdet etmek de böyle idi.
Sonra gece namdzının vücubu ümmetten kaldırıldı, sadece Peygamber (A.S.) Efendimize
vacip olarak kaldı. [142]
Mi'rac gecesinde beş
vakit namaz farz kılınınca, daha önce vacip kılınan namazlar kaldırıldı. [143]
«Çünkü gerçekten
iyilikler kötülükleri (temizleyip) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüt, bir
hatırlatmadır.»
İnsan, yaratılışındaki
özelliği, mayasindaki madeni gereği hem iyilik yapmaya, hem de kötülük işlemeye
yatkın bir yapıdadır. Diğer bir tabirle onun karakterinde bu iki renk
mevcuttur. Bu karakter ve taşıdığı renkler, 0-7 yaş arası aile ocağında, anne
kucağında kendini belli eder. Çevre ve okulun da onun iyi ve kötü yönde
gelişmesi üzerinde önemli tesirleri vardır.
Mayadaki maden veya
karakterin iyi yönde gelişmesi, kişinin iyiliğe yönelmesine ağırlık kazandırır,
kötü yönde gelişmesi ise, bunun tam aksini meydana getirir. Ama her iki
durumda da, yani ağırlık ister iyilik, ister kötülük tarafında meydana gelsin,
insan iyilik ve kötülük işleyebilir. Ancak peygamberler kötülük işlemekten
korunmuşlardır ki onlar istisna teşkil ederler.
Durum bu olunca,
insan, Allah'ın lütfettiği ömür sermayesini daha çok iyilikler ve faziletler
doğrultusunda harcadığı oranda, Allah'a
yaklaşmış
olur ve iyilikleri
kötülüklerini temizleyip giderecek bir özelliği beraberinde taşır.
O halde bilerek,
bilmeyerek işlenen bir kötülüğün farkına varıldığında, hemen pişmanlık duyup
Allah'ı hatırlamak ve bu duygu içinde iyiliğe yönelerek o kötülüğü gidermeye
çalışmak kadar Allah'ın hoşuna giden az amel vardır.
İşlenen günah ve
kötülük kul ve millet hakkıyla ilgili bulunuyorsa, derhal o hakları
sahiplerine geri çevirmek ve onlarla heiâllaştıktan sonra Allah'ın rahmet ve
mağfiretini dileyerek iki rekât namaz kılmak kadar asil bir davranış ve duyuş
düşünebilmek mümkün müdür?
Namazın günde beş
vakit farz kılınmasının sebep ve hikmetlerinden biri de, bu feyizli ve ilâhî
rızaya kapı açıcı iyilik ile, arada işlenen birçok küçük günahları
temizlemektir. Çünkü namaz, insanın mayasındaki madenin paslarını giderip onu
iyiliğe çevirmede son derece tesirlidir. Aynı zamanda günlük hayatımızı
düzenli, dengeli, plânlı ve programlı tutmamıza son derece yardımcı olur. Zira
namaz bizatihi disiplindir, düzendir, plân ve programdır. Hayatın-akışını hayra
ve fazilete döndüren en kuvvetli amel ve ibâdettir. O nedenle namaz her
peygamberin gözünün nuru, her mü'-minin değişmeyen manevî gıdası kabul
edilmiştir. [144]
«İyilikler ve
kötülükler» diye çevrisini yaptığımız bu iki kelime üzerinde hayli
durulmuştur. Âyetin iniş sebebiyle bir araya getirildikleri zaman daha çok neye
delâlet ettikleri anlaşılıyor. O bakımdan ashab ve tabiînin çoğu, «hasenatsın
bu âyetteki konumu itibariyle beş vakit namaza işaret olduğunu söylemişlerdir.
O halde mü'minin günlük hayatında namazın yeri oldukça önemlidir. Bilerek,
bilmeyerek işlenen bazı günahların kılınan namazlarla affedileceği müjdelenmiş
ve namazsız geçen bir günün, feyiz ve bereketten mahrum kaldığı ifade
edilmiştir.
Böylece Allah'ın
rahmetinin her zaman gazabının önüne geçtiği, kullarının işledikleri
kötülüklerin cezasını hemen vermeyip, dönüş yaptıkları, iyilik işledikleri
takdirde, onların o kötülüklerini temizleyeceği hatırlatılıyor[145]
«Ve sabret; şüphesiz
ki Allah lyill-ği huy edinip iyilikte bulunanların mükâfatını zayi' etmez.»
İyiliğin, faziletin
hedefi mutlaka saadettir. Ancak bu saadete hemen erişmek bazan veya çoğu zaman
mümkün değildir. İman ile bütünleşen iyilik ve fazilet, dünyada hedefine
ulaşamadığı takdirde, ümitsizliğe düşmemek gerekir. Çünkü mutlaka o hedefine
erişmeye namzettir; dünyada' gerçekleşmediği takdirde âhirette mutlaka
gerçekleşecektir. Allah'ın koyduğu düzen, hazırladığı plân ve program şaşmaz;
O, verdiği sözünden asla caymaz. Bu bakımdan ilgili âyette :'«Allah iyiliği
huy edinenlerin mükâfatını zayi' etmez» buyurulmuştur.
Âyetin başında
Peygamber (A.S.) Efendimizin sabretmesi emredilmiş, arkasından iyilerin
iyiliklerinin mükâfatsız, karşılıksız kalmayacağı açıklan-
mıştır. Çünkü imânda
sebat, ibâdete devam, İblîs'in vesvese sinyallerinden uzak kalmayı başarmak
hep sabırla olur. Nitekim İmam Kurtubî buradaki sabırla ilgili emri namazla
alâkalı saymıştır, yani namaz kılarken de, namaza devam gösterirken de sabırlı
olmaya ihtiyaç vardır. Diğer bazı ilim adamları ise; inkarcı sapıklardan,
maddeci azgınlardan gelen eza ve cefaya sabretmek emredilmiştir, şeklinde
yorumlamışlardır. Bize göre, emir her ikisini de içermektedir. [146]
Yukarıdaki âyetlerle,
her kişinin önce kendinden sorumlu olduğuna işaret edildi. «Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol!» hitabıyla bu sorumluluğun gereği belirtildi. Sonra da her
kişinin, özellikle lider veya aile reisi durumunda olanların çevrelerindeki
insanlardan,.yakınlarından ve hısımlarından bir bakıma sorumlu tutulacaklarına
kapalı şekilde atıf yapıldı.
Zalimlerin toplum
arasında desteksiz, ilgisiz bırakılıp yalnızlığa itilmelerinin gereği üzerinde
duruldu. Aksi halde zulmün ateşinde hepsinin yanacağı bir uyan anlamında
hatırlatıldı.
Arkasından hayatta
doğruluk düzeyinde başarılı olmanın namaz ibadetiyle yakından ilgili bulunduğu
konu edilerek, bu ibâdetin önemi üzerinde duruldu. Sonra da sabır ve iyilik
gibi iki hasletle emredilerek, mü'minin hayat terazisi ortaya konuldu; kefenin
birinde sabır, diğerinde iyilik yer aldığı takdirde, kendi nefsinde adaleti
sağlayabileceği, kısa bir cümleyle kalp ve kafalara işlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
önce gelip geçen kavim ve ümmetlerin çoğunun ilâhî azaba uğratılmalarının bir
başka sebebi üzerinde durularak, zâlim ahlâksızların toplumun yıkılıp
dağılmasında nasıl nazım rol oynadıklarına işarette bulunuluyor. İrşat ve öğüt
hizmetinin önemi üzerinde durularak hiçbir toplumun bundan müstağni kalamıyacaği
ilham ediliyor. Sahanın zalim zorbalara, ahlâksız sapıklara terkedildiği
takdirde, bütün bir ülke halkının günahkâr olacağı ima edilerek mü'minler
uyarılıyor. Ülkede iyiliği emre-en, kötülükten men1 eden ıslahatçılar bulunduğu
sürece, Allah'ın o ülke halkına azap indirmiyeoeği, açıklanıyor. [147]
116— Sizden
önceki nesillerden akıl ve idrâk sahiplerinin yeryüzünde fitne ve fesadı
yasaklamaları gerekmiyor muydu? Onlardan kurtardığımızın pek azı ancak (bu
fazileti gösterip mücâdele etmişti). O zulmedenler ise kendilerine sunulan
refahın peşine düştüler, zaten onlar suçlu günahkârlar idiler.
117—Rabbin,
halkından, kendilerini (ve çevrelerini) düzeltenler* bulundukça kasabaları
haksız yere yok edecek değildir.
118— Eğer Rabbin dileseydi, insanları bir tek
ümmet haline getirirdi. (Görüldüğü gibi) onlar durmadan anlaşmazlık halindeler.
119— Ancak
Rabbinin merhamet ettiği kimseler müstesna.
Zaten Rabbin insanları bunun için (bu duygu ve düşüncede) yaratmıştır.
Ve Rabbinin şu sözü tamamlanıp yerini bulmuştur: «And olsun ki, Cehennem'! ta-
mamen cinlerden ve
insanlardan (olan günahkâr suçlularla) dolduracağım».
«İnsanlar zâlimi
gördüklerinde onun elindei. »utup (zulmüne) engel olmazlarsa, çok sürmez Allah
hepsini kendi yanından (göndereceği) bir azap ile azâplandırır.» [148]
«Yahudiler gerçekten
yetmiş bir fırkaya, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkan ya ayrılmışlardır. Benim
ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların hepsi ateştedir, ancak bir
fırka değil..»
Bunun üzerine soruldu
:
— O bir fırka kimlerdir?
— Benim ve ashabımın yolu üzerinde
bulunanlardır, diye cevap verdi.» [149]
«Cennet ile Cehennem
tartışırlar: Cennet, bana ne oluyor da sadece insanların zayıfları, makam ve
mevki sahibi olmayanları giriyor! dedi. Cehennem de, ben, büyüklük
taslayanlar, zorba zâlimler için seçilip tercih edildim, dedi. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, Cennet'e : Sen benim rahme-timsin. Seninle dilediğime merhamet
ederim, buyurdu. Cehennem'e de: Sen benim azabimsm; seninle dilediğimden intikam
alırım. Sizden her biriniz için dolup taşacağı (kimseler) vardır. Cennet'e
gelince: Onda devamlı bir fazlalık meydana gelecek, Allah onun fazlalığına
oranla Cennetlik meydana getirinceye kadar devam edecek. Cehennem'e gelince. O,
durmadan, daha da var mı? diyecek ve bu hal, Aziz olan Rab, kudret ayağını
onun üzerine koyuncaya kadar devam edecek. İşte o zaman Cehennem, izzetin hakkı
için yeter, yeter! diyecek.» [150]
«Sizden önceki
nesillerden akıl ve idrâk sahiplerinin yeryüzünde fitne ve fesadı
yasaklamaları gerekmiyor muydu?»
İlgili âyetle, tarihte
gelip geçen milletlerden çoğunun azgınlıkları, bozgunculuklari; fazîieti
bırakıp rezileti seçmeleri, hayat dizginlerini nefis ve İblisin ellerine
vermeleri yüzünden yıkılıp yok edildikleri hatırlatılırken, içlerinde aklı
eren söz sahiplerinin o gidişe ve tuğyan eden anarşiye karşı susmayı tercih
ettiklerine parmak basılıyor ve yaşamakta olan milletler, özellikle İslâm
ülkeleri uyarılıyor.
Bir milletin iç
yapısında idare edenlerle idare edilenler, aklı eren söz sahipleriyle,
kendilerini nefis akıntısına bırakanlar arasındaki mesafe iyice açılır, aradaki
irtibat kopar, otorite ve disiplin kalmaz, herkes kendi başına buyruk olursa,
sahayı bir anda ahlâksız şirretler, vurguncu zorbalar, sömürücü düzenler
doldurmaya başlar ve bu hal biraz daha ihmal edilirse, o ülkenin yıkılması,
başka bir millete yem olması kaçınılmaz bir çizgiye gelip dayanır.
O bakımdan Kur'ân-!
Kerîm, aklı eren söz sahiplerini «Ulû-Bakiyye» tabiriyle anmıştır ki, bu çok
anlamlı ve çok düşündürücü bir ifade tarzıdır. Nitekim müfessirlerle lûgatçılar
bu tabiri şöyle açıklamışlardır:
a) Dindarlar,
b) Aklı eren söz sahipleri,
c) İyiyi kötüden ayırt edebilenler,
d) İyilik ve fazileti şiar edinenler,
e) Geçmişin iyi ve yararlı hasletlerini
koruyanlar..
Kendilerini sözü
edilen düzeye getirenler, fitne ve fesat havası eserken, ortalık karışıp
anarşi kol gezerken, aile ve toplum büyük bir ahlâkî çalkantı içinde bulunurken
susup yerlerinde otururlar da, bize dokunmayan yılan bin yaşasın, şeklinde
düşünürlerse, kendileri de aynı suç ve günahlara katılmış kabul edilirler ve
gelecek azap hepsini kasıp kavurur.
Dinin, aklın ve
faydalı örfün, iyi, yararlı kabul ettikleri hususlarla yaşanmasını sağlamaya,
bu üç temel direğin kötü ve zararlı gördükleri şeyleri yasaklamaya
çalışanların hemen her devir ve dönemde az oldukları, çoğunun da kendilerine
düşeni yapmadıkları görülmüştür. İlgili âyetle bilhassa bu ortamlara dikkatler
çekiliyor. İlim ile işlenmemiş zekâ, ayan bozuk saat gibidir; kâh ileri gider,
kâh geri kalır, denildiği gibi. İrfan ile beslenmemiş, imân ile
güçlendirilmemiş akıl da, yoldaki tehlike işaretlerini görmeyecek kadar
şaşkındır.
O halde aile ve toplum
üzerinde ahlâkî disiplini sağlayacak güçlerin felce uğradığı, hayasızlığa alkış
tutulduğu ve o yüzden sahanın tamamıyla ahlâksız maddecilere, sapık zorbalara
terkedildiği bir ülkenin zevali pek yakın sayılır.
Görülüyor ki, Kur'ân,
bir ülkenin yıkılmasında bâtıl inançların, putperestliğin, ahlâksızlığın,
anarşinin ve haklara saygısızlığın nazım rol oynadığım haber vererek gereken
uyarıyı yapıyor. [151]
İslâm, her iki hayatı
birden kucaklamış, birini diğerine feda etmeye rıza göstermemiştir. «Hanginizin
daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi
yaratan O'dur.» mealindeki âyetle, hayat ve ölümün hikmetlerinden biri üzerinde
duruluyor ve insanın dünyaya getirilmesinin sebep ve hikmetlerinden birine
parmak basılıyor: «Kim daha güzel iş ve amelde bulunacak..» O halde, Allah'a
dosdoğru imân eden kimselerin herkesten daha çaiışkan, daha verimli ve deha
sağlam iş yapması gerekmektedir. Biz buna «vaciptir» de diyebiliriz.
Ancak mü'minin
yapacağı en güzel iş ve amelin iki yüzü bulunmalıdır: Biri dünyaya, diğeri
âhirete yönelik olmalıdır. O zaman ekonomik güç, imân gücüyle birleşip denge ve
düzenini bulmuş olur."O denge ve düzenini bulunca da toplum ve aile rahat
ve huzura kavuşur. Millet sağlam iki kuvvetin desteğinde hayatiyetini sürdürme
şansına erişir.
Bir iş adamının,
«Ekonomi azgın ata benzer; üzerinde durmak hüner ister.» dediği gibi, bu azgın
atın ağzına hem iyi bir gem gerekhv, hem de üzerinde durabilmek için, Ailah'a
dosdoğru imânla birlikte birtakım yeteneklere ihtiyaç vardır.
O halde Müslüman
ülkelerin ayakta durabilmesi için iki şeye, su ve hava kadar ihtiyaçları
vardır: Allah'a imân temeli üzerinde yükselen fazîletli, ahlâklı nesiller
yetiştirmek, sonra da durmadan çalışmak suretiyle büyük bir ekonomik güç
oluşturmak..
İşte bu iki güç
arasında sağlam bir köprü kurulduğu takdirde, problemler çözülür, dertler
ortadan kalkar, sıkıntılar giderilir, ahlâksızlık frenlenmiş olur.
Kur'ân 116. âyetin son
bölümünde, «O zulmedenler ise, kendilerine sunulan refahın peşine düştüler.
Zaten onlar suçlu günahkârlar idiler.»
buyururken, dindarlık,
iyi ahlâk ve fazîletten nasibini almayan refahın, di-3er bir tabirle ekonominin
tam bir vurdum duymazlık havası içinde toplumu peşinden sürükleyip
götüreceğini, maddeyi hedef seçtiği için de ara-ti ahlâk ve fazilet adına ne
varsa hepsini çiğneyip atlayacağını haber veriyor. Bununla, ayakta durabilmek
için yalnız maddî refahın hiçbir zaman yeterli olamıyacağına işarette
bulunarak mü'minlere en sağlam ve sıhhatli bilgiyi sunuyor[152]
«Eğer Rabbın
dileseydi, insanları bir tek ümmet haline getirirdi.»
Kudreti her şeye yetip
hâkim olan ve kâinatın her zerresine nüfuz eden Aliah, dileseydi insanların
hepsini Tevhît İnancı üzere biraraya getirir, bir tek ümmet olma düzeyine
eriştirirdi. Ama neden böyle yapmayı dilemedi? Üzerinde ciddi şekilde
durduğumuzda, şu tablo karşımıza çıkar: O takdirde insanlar arasındaki bilgi
altş-verişi olmaz; rekabet kalkar, çu-lışma bu kadar azimli ve verimli olmaz ve
dünyada şu gördüğümüz ilim, teknik ve bu ikisiyle geliştirilen medeniyet diye
fazla bir şeye rastlanmazdı. Herkes bir.lokma, bir hırka ile yetinir; sürtüşme,
tartışma, didinme, araştırma diye bir şey olmazdı. Zira öyle bir ortamda insan
oğullarının içlerinde hırs, üstün gelme arzusu bulunmazdı. Bütün bunlar,
bugünkü dünyamızda kurulan hayat kanununa ters düşer, dünyanın yaratılması bir
bakıma hik-metsiz kalırdı.
Nitekim ilgili âyetin
son kısmında, «Onlar durmadan anlaşmazlık halindedirler,» yani ihtilâf edip
duruyorlar, buyurularak, dünya hayatında muhtelif ümmetlere ayrılan insanların
içlerine yerleştirilen hırs, bencillik, rekabet, üstün gelme arzusundan doğan
anlaşmazlığın asıl sebeplerinden biri açıklanmış oluyor. Akıl, idrâk, zekâ,
indirilen kitap, gönderilen peygamber, insanın mayasında bulunan bu gibi
duyguları meşru sınırlar içine almaya, ilâhî rizaya çevirmeye yöneliktir. . [153]
İnsanlar bir tek ümmet
halinde, aynı imân ve irfan düzeyinde yaratılıp içleri ve dışları her türlü kir
ve pislikten, kötülük ve haksızlıktan tertemiz tutulmuş olsalardı, melekler
gibi olmaları gerekecekti. Oysa Cenâb-ı Hak, yeryüzünde melek yaratmayı
dilememiş, melekî ve şehevî sıfatlarla donatılmış ayrı bir canlı türü meydana
getirmeyi ezelde takdir etmiştir. O bakımdan kendinde zıt sıfatları taşıyan
insanların bir tek ümmet haline gelip kavgasız, gürültüsüz, tartışmasız ve
rekabetsiz bir hayat yaşamaları düşünülemez, Kur'ân, insan denilen çok mükemmel
canlıdan amacın melekler derecesinde olmadığını, yani Allah'ın bu vasıfta bir
canlı yaratmayı murat etmediğini belirtiyor. İhtilâfın, rekabetin, hırs ve
sınırsız arzuların tehlikeli boyutlara ulaşmaması, aile ve toplumları tedirgin
edecek kadar
azgınlık göstermemesi
için de Cenâb-ı Hak, Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar yüz
binin üstünde nebi ve resul göndermiş, yüzün üstünde kitap ve sahife
indirmiştir. O bakımdan «Ancak Rabbının merhamet ettiği kimseler müstesna»
buyuruiarak, Allah'ın muradının insanları bu çekişmeli hayatta meşru sınırlar
içinde tutmaya yönelik bulunduğuna işaret edilmiştir. [154]
Hayatın yolu
dikenlerle, fakat onların yanında yer alan güllerle doludur. Biri üzer diğeri
sevindirir. O halde Allah sevgisiyle başlayıp, imân şerefiyle biten bir hayat,
en mutlu hayattır. Dikenler onun için birer uyarıdır; silkinme ve toparlanmayı
iihâm eder. Güller onun için geçici bir ferahlığı, fakat asıl ferahlık ve
neşenin yolun sonunda başlayacağını fısıldar.
Dünya hayatında
insanın elde edebileceği en büyük nîmet, Allah'ın! tanıması ve O'na kullukta
bulunmaktan zevk duymasıdır. Böylece kısa bir ömür içinde önümüzü aydınlatacak
birkaç hakikati idrâk etmemiz ve bizi karanlığa iten birkaç yanlışı ortadan
kaldırmaya muvaffak olmamız, bizi her iki âlemde de mutlu ve bahtiyar kılar.
O halde yolumuzun
üzerine konulan güllerden derleyebiimemiz, diğer bir tabirle geçici nimetlerden
yararlanabilmemiz için, hem kendimizi meşru sınırlar içine almak, hem de bir
takım külfetlere katlanmak zorundayız.
Böyleae hayatın
dikenli ve güllü yolunda ilerlerken insanlar genellikle ikiye ayrılırlar: Bir
kısmı sadece dünyayı ve taşıdığı nimetleri amaç olarak seçerken yolun nereye
kadar uzandığını hesaba katmaz. O yüzden de maddeyi gaye seçtiğinden, hem
yaratılışının hikmetini düşünemez, hem de gayesine erişmek için her şeyi
kendine mubah sayma gafletine düşer.
Kur'ân, dünya
hayatının bize neler verebileceğini, neler veremiyece-ğıni çok açık hatlarıyla
belirtmiştir. Bize düşen, yasak olanlarla, yasak olmayanlar arasındaki sınırı
bilip hayatımızı ona göre düzene sokmaktır. Hayat bir yarıştır, diyerek bu
sınıra iltifat etmeden koşmak, elbette ki insanı kurtulması zor bir çukura
düşürebilir. Ama hayatı, ruhun ebedî yolcu-ugunda bir aşama olarak gördüğümüz
gün, o yarışın gerçek manasını öğrenmiş oluruz. Bir düşünürün de dediği gibi,
«Hayattan yakınaniar, ondan olmayacak şeyler isteyenlerdir.»
cak ?üp,!1esiz ki' az
oian- klsa olan ner 9Qy gibi- hayat da kıymetlidir. An-k bu kısa süreyi
tamamlarken karşımıza iki yolun çıkacağını hiçbir za-
uzan un"tmamamız
9erekir Yollardan biri Cennete, diğeri Cehennem'e anır. Seçme hakkı insanın hür irâdesine bırakılmıştır. Kur'ân, hayata hevesle atılan ve henüz
yaratılışın hikmetini kavrayamıyan gençlere bu iki yolun öğretilmesini tavsiye
eder. Çocuğun yedi yaşına girince namaz ile emredilmesi, or\ yaşına girince
ibâdete iyice ısınmasının sağlanması bu hikmete dayalıdır.
Konumuzla ilgili 119.
âyetle, Cenâb-i Hak, insanlara olan merhameti gereği karşımıza çıkan iki yolu
hatırlatmakta ve doğru olanı telkîn edip bizi serbest bırakmaktadır: «Ve Rabbın
sözü tamamlanıp yerini bulmuştur: And olsun kî, Cehennemi tamamen cinlerden ve
insanlardan (olan günahkâr suçlularla) dolduracağım.» [155]
Yukarıdaki âyetlerle,
tarihin birçok dönemlerinde azıp- sapıtan milletleri, daldıkları inkâr ve
ahlâksızlık uykusundan, aklı eren söz sahiplerinin uyandırmadıkları konu
edildi. O yüzden maddî refahla Allah'a imân ve iyi ahlâk arasında ciddi hiçbir
denge kuramadıkları için kendilerine yazık ettikleri belirtildi. Sonra da
insanların hepsinin bir tek ümmet kılınmadığı üzerinde durularak hikmetine
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
gelip geçen bazı milletlerin hayatından anlatılan safhaların, mü'minlerin
kalblerini yatıştırmaya yönelik bulunduğu bildiriliyor. Arkasından ilâhî
hükmün değişmiyeceği, plânda bir aksamanın olmayacağı, tarihin gerektiğinde
tekerrür edeceği hatırlatılıyor Eninde sonunda dönüşün Allah'a olacağı
acısından hareketle, insan için en büyük devlet ve nimetin Cenâb-ı Hakk'a
ibâdet olduğu ve esasen yaratılmasının en önde gelen hikmetinin bundan
kaynaklandığı açıklanarak Hûd sûresi noktalanıyor. [156]
120— (İşte ey Muhammedi) gelip geçen
peygamberlerin olup biten bu haberlerinden senin kalbini yatıştırıp pekiştirecek
kadarını sana anlattık. Bu sûrede de sana hak; mü'minlere öğüt ve (düşünüp
gerçeği daha iyi kavrayabil meleri için) hatırlatma gelmiştir,
121— Sen o iman etmiyenlere de ki: Yapacağınızı
yapın; doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız.
122— Bekleyip durun, biz de bekliyoruz.
123— Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün
işler O'na döndürülür. Artık O'na ibâdet edin ve O'na güvenip dayanın. Rabbin
yapageldiği-nizden habersiz değildir.
«(İşte ey Muhammedi)
Gelip geçen peygamberlerin olup biten bu haberlerinden senin kalbini yatıştırıp
Pekiştirecek kadarını sana aniattrk.»
İlgili âyetle, daha
önce gefip geçen peygamberlerden, Arap Yarımada-
sı'nda bilinip
unutulmayanların başlarından geçen olayların anlatılmasının sebep ve
hikmetlerinden biri açıklanıyor. Hz. Muhammed'in (A.S.) karşısına çıkan azgın
putperestlerin ortaya koydukları vahşet ve gayr-i insanî saldırılar her
mü'minin sabrını taşıracak sınıra ulaşmıştı. Davanın ve yapılan inkılâbın
büyüklüğüyle orantılı sayılacak bir tepkiyle karşılaşılmış ve çok üzücü olaylar
birbirini izleyip durmuştu. Cenâb-ı Hak, geniş rahmetinin bir tezahürü olarak
mü'minleri teselli etmekte ve büyük nîmetlerin büyük külfetlere kapı açacağına
işaretle geçmişte diğer peygamberlerin karşılaştıkları sıkıntı ve zorlukları
hatırlatarak onlara nasıl göğüs gerdiklerini bazı safhalarıyla nakletmektedir.
Geçmiş olayların dramatik yanları yansıtılırken cidden gönülleri yatıştıracak,
İslâm'a hizmette azim ve gayretleri artıracak pasajlara yer verildiğini
görmekteyiz.
Böylece Cenâb-ı Hak,
mü'minlerin başarıya ulaşabilmelerinden yana gereken bilgiyi vermekte ve mutlu
günlerin çok yakın olduğunu müjdeleyerek feth-i mübînin anahtarını
göstermektedir.
O bakımdan da Hûd Sûresi,
hak ve gerçekleri bir dizi halinde sıralayan, mü'minlerin moralini yükseltip
küfrü alt etmeleri için kendilerine bol bilgi ve malzeme verilen bir sûre
olarak bilinir. [157]
«Sen o İmân
etmiyenlere de ki: Yapacağınızı yapın; doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız.»
Bu, şüphesiz ki
insanla başlamış ve yine onunla sona erecek bir sürtüşme ve tartışmadır. İblîs
ile Âdem'in (A.S.), sonra da onun zürriyetiyle şeytanların mücadeleleri sürüp
gelmekte ve tarih sahifelerinde silinmez izler bırakmaktadır. O bakımdan önce
gelip geçenler, sonradan gelenlere öğüt ve ibret alınacak çok şeyler
bırakmışlardır. Bu birikim hâlâ artmakta ve bütün hızıyla yoluna devam
etmektedir. Ama bazı istisnalarla her zaman mutlu sonuç, tatlı başarı, hakkın
ve gerçeğin olmuştur. Yeter ki, hak, haklılığını bütün şartlarıyla ve
belgeleriyle ortaya koyabilsin..
Kur'ân-ı Kerîm bu
sonuca dikkatleri çekerek Peygamber'in (A.S.) diliyle şöyle diyor: «İmân
etmîyenlere de ki: Yapacağınızı yapın, Doğrusu biz de (gerekeni) yapacağız.
Bekleyip durun, biz de bekliyoruz.»
Kimlerin üstün
geleceği, kimlerin hezimete uğrayacağı ileride belli olacak. Çünkü gaybın
bilgisi Allah'a aittir. Bütün işler O'nun koyduğu hayat kanunlarına gelip
dayanır. Hiçbir olay sünnetullahın sınırlarını aşamaz. Bu kanunlara uyan mutlu
olur, uymayanlar kendilerine yazık etmiş olur-
lar O halde dünyada
hazırlık dönemimizin süresi bitmeden Allah'ın koyduğu hayat nizamıyla uyum
sağlama yollarını aramamız gerekmektedir. Kuşkusuz bu yolun başında Allah'a
dosdoğru imân ve onun en güzel ürünü sayılan salih ameller yer almaktadır.
«Artık O'na ibâdet edin ve O'na güvenip dayanın. Rabbın yapa geldiklerinizden
habersiz değildir.» mealindeki âyetle bu gerçeğe parmak basılıyor ve uyarı
mahiyetinde sinyal veriliyor. Zira yegâne terbiyeci ve geliştirip kemale
erdirici olan Rabbımız, yaptığımız ve işlediğimiz her şeyden mutlaka
haberlidir. Cenâb-ı Hak, yerde ve göklerde meydana gelen hiç bir olaydan
habersiz veya gafil değildir ve olamaz da. Çünkü gaflet, habersizlik arızî
şeylerdir ki, vücudu mümkün olan varlıklara arız olur. Allah ise,
vâcibü'l-vücuttur, beşere arız olan şeyler ona arız olmaz, O nasılsa öyledir,
yine de öyle kalacaktır. Hem gaflet noksanlığın tabii sonucudur. Allah ise, her
türlü noksanlıktan pak ve yücedir.
Allah'ın yardımıyla
Hûd Sûresinin tefsirini burada bitirirken, bize kendi keiâmıyla bol malzeme
veren, geniş bilgi kapısını aralamak suretiyle kalbimizi ve kafamızı
aydınlatan; her vesileyle yüzümüzü hakka yönelten Rabbımıza hamd-u senalar; Allah'ın
emirlerini bize noksansız teblîğ^derek risâlet görevini lâyıkıyla yerine
getiren Rahmet Peygamberi Hz. Muham-med'e ve O'na dosdoğru uyanlara salât ve
selâmlar olsun! [158]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2787-2788.
[2] Dâremî
[3] Tirmizî/tefsîr : 56- Hadîstin hasenün garibün.
[4] Taberânî/el-Kebîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2788.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2790.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2790-2791.
[7] Buharî/enbiyâ:
48- Dâremî/rikak : 68-
Ahmed : 1/23, 24, 47
[8] Müslim/fezâil : 140
[9] Lübabu't-te'vîl - tbn Kesîr - Kurtubî
[10] Mefatihü'l - Gayb - Lübabu't-te'vİl
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2791-2794.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2796-2797.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2797.
[13] Tirmizî / tefsir ; 11- îbn Mâce/mukaddeme : 13- Ahmed-
4/11 12
[14] Sahıh-ı Müslim
; Abdullah b. Amr
(R.A.)dan
[15] sahihi Buharî : îmrân b" Husayn <R-A->d»n /
bed-i halk: 1- Tirmizi ietsır. 3/5-9/H-
Ahmed: 3/313, 501- 4/431
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2799.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2799-2801.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2801.
[18] Enbiyâ Sûresi :
30
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2801-2802.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2802.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2802-2803.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2803-2804.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2804-2805.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2805.
[24] Müslim/birr:
52- Tirmizî/çenâiz: 1-
Ahmed: 3/4, 24
[25] Buhari - Müslim - Ahmed: 2/458, 470
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2806.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2807-2808.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2808.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2808-2809.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2809.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2810-2811.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2811.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2811-2814.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2815.
[34] Tirmizî/tefsîr:
18- îbn Mâce/zühd: 21- Ahmed:
4/215
[35] Tirmizî/ilim ;
6
[36] Ebû Dâvud/ilim :
12- îbn Mâce/mukadderae : 23-
Ahmed; 2/338
[37] Tirmizi/hudud:
24, fiten: 59, zühd: 21- îbn Mâce/hudud: 12, zühd:
21-Ahmed: 1/22, 44. - 3/7, 30,
382-4/126- 5/428, 429
[38] Buharî/bed'ü'l-vahiy:
1, ıtık: 6, menakıb: 45, talâk:
11, eyman: 23, ikrah: 1-
Müslim/imaret: 155- Ebû
Dâvud/talâk: 11- Nesâî/taharet: 59,
talâk: 24,, eyman; 19- îbn
Mâce/zühd: 26
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2816.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2817.
[40] Bilgi için : Mâide : 5, En'am : 88, Bakara: 217, Al-i
traran: 22, A'raf: 147, Tevbe: 69
tefsirlerine bak.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2817-2818.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2819.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2819-2820.
[44] Müslim/imân;
240
[45] Buharî/cenâiz :
80, tefsîr : 30, kader: 3- Müslim/kader: 22, 23, 24- Ah-med : 2/315, 346
[46] Müslim/Cennet:
63- Ahmed: 4/162
[47] Buharî/tefsîr: 11- Müslim/birr: 62- Tirmizî/tefsîr:
11- Ibn Mâce/fiten: 22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2822.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2822-2823.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2823-2824.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2824.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2824-2825.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2825-2827.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2827.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2827-2828.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2830-2834.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2834.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2836-2838.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2838.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2839.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2841-2843.
[61] Fazla bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî: 9/33, 34
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2834-2844.
[62] İsrâ sûresi : 15
[63] Kasas sûresi:
59
[64] Bilgi için bak : Tevrat-Tekvîn : 7-10
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2844-2845.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2845.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2846.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2849-2851.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2851-2853.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2853.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2856-2857.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2857-2858.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2858.
[74] el-Hakka sûresi: 5- Hûd sûresi: 67, 95- A'raf sûresi : 73- Pussilet sûresi 13
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2858-2859.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2859-2860.
[77] Tirmizî/tefsir :
12
[78] Ebû Dâvud/hudud:
28- Tirmizî/hudud: 24- İbn
Mâee/hudud: 12
[79] Tirmizî/hudud:
24
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2863.
[80] Geniş bilgi için bak :
Tevrat-Tekvîn : 19/1-25
[81] Geniş bilgi için:
Tevrat-Tekvin: 19/29-38
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2863-2864.
[83] Tekvîn : 18/17-18
[84] Fazla bilgi için bak : Tekvîn : 18/1-8
[85] Tekvîn : 18/9-15
Tekvîn : 18/9-15
[86] Tekvin :
18/22-33
[87] Tevrat/Tekvîn :
19/23-27
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2864-2867.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2868.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2868.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2868-2869.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2869.
[93] Tirmizî - el-Hâkim : İsnad-i sahih
[94] Müslim /iman: 164" Ebû Dâvud/büyû: 50-
Tirmizî/büyû': 72- İbn Mâce/ ticaret: 36
[95] Sahîh-i Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2873.
[96] Bilgi için bak : Tevrat-Tekvîn : 25/1-3
[97] Geniş bilgi için bak : Kasas sûresi : 21-29. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2873-2874.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2874.
[99] Lübabu't-te'vü :
2/340
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2874-2876.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2876-2877.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2877-2880.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2880.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2881-2883.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2883.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2883-2884.
[107] Buharî/tefsîr :
11- Müslim/birr : 62-
Tirmizî/frefsîr : 11- İbn Mâce/ fiten :22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2885.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2885-2886.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2886.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2886-2887.
[111] Buharî/tevhîd: 24, rikak: 52, ezan: 129- Müslim/iman:
299,302,329- Tir-mizl/kıyâmet: 9, cennet: 20- Ahmed: 2/285, 293, 369- 3/16, 17,
26-6/110
[112] Bulmrî/tefsîr : 19- Müslim/cennet: 4-
Tirmizî/tefsîr: 19- Dâremî/rikak: yU~
Ahmed: 2/377, 423, 513- 3/6
[113] Eshab-ı Süne
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2888-2889.
[114] Buhari / imen : 37' İ1İm: 2' ahkâm:
10, 'fezâil: 6, tefsîr: 3, edeb:
95, 96, sâî/iman fi Sim/iman: J. 5- 7- birr: "I, 164,
fiten: 136- Tirmizî/imân: 14- Ne-• o-
ibn Mâce/mukaddeme: 9, fiten: 25- Ahmed:
1/27, 31-9-2/361
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2889-2890.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2890.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2890-2891.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2891.
[119] Sahîh-i Müslim
- Ahmed : 5/43
[120] Kenzü'l-Ummal :
7/245
[121] ed-Dürrü'1-Mensûr/Süyutî - Fethü'1-Bârî-Kurtubî
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2891-2893.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2893.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2894-2895.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2895.
[126] Buharî-Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2896-2897.
[127] Müslim/imân:
62- Ahmed: 3/413-4/385
[128] Müslim/taharet:
14, 16- Ebû Dâvud/taharet: 127,
salât: ?-?9- Tirmizî/ salat: 46- Nesâî/cumua: 23- İbn
Mâce/taharet: 106, ikamet: 79, 81, 83- Ahmet-2/229, 359, 400, 414
[129] MÜSİtm/mesacid:
284" Dâremî/salât: 1-
Taberânî/sefer: 91- Ahmed: 1/177- 2/426, 441- 3/305, 317, 357
[130] Ebu Davut /Vİtİr: 26" Tttmizî/salât1: 181, tefsir:
3, 14- tbn Mâce/ikamet: 1,2,9,10
[131] Buharî/mevakiyt:
6
[132] Ahmed: 1/387
[133] Tirmizî/birr:
55- Dâremî/rikak : 47-
Ahmed: 3/5- 5/153,
158, 177, 228, 236
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2897-2898.
[134] Tirmizî/tefsîr :
56
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2898-2899.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2899-2900.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2900.
[138] Tefsîr-i Kurtubî :
9/109
[139] İsra Süresi :78
[140] Rum Sursi : 18
[141] Kaf Suresi : 39
[142] Fazla bilgi
iÇin bak: Tefsîr-i İbn Kesîr : 2/462
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2900-2903.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2903-2904.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2904.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2904-2905.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2905.
[148] Ebû Dâvud/melahim : 17- Ahmed: 1/5, 7- Tirmizî/fiten:
8, tefsîr: 5, 117
[149] Dâremî/siyer : 75- Tirmizî/imân: 18- îbn Mâce/fiten:
17- Hâkim
[150] Buharî/tevhîd : 25- Ahmed : 2/507
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2907.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2907-2909.
[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2909.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2910.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2910-2911.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2911-2912.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2912.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2913-2914.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2914-2915.