Bu sûre, 113 ayettir.
"Elif, Lâm, Râ.
Bu öyle bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmış, sonra da apaçık bildirilmiş,
her işi hikmetle yapan, her şeyden kemâliyle haberdâr ola Allah tarafından indirilmiştir" (Hûd,
1).
Bu ayetie ilgili
birkaç mesele vardır:[1]
Bil ki "Ellf-Lâm-Râ" kısmı bu sûrenin ismi
olub mübtedâ kıtab kelimesi onun haberi,
ifadelen de kıtab kelimesinin sıfatıdır.
Zeccâc, ifâdesinin mubteda; ûlsTifâdelerinin de bunun haberi olduğunun
söylenemeyeceğini; zira ifâdesinin, sadece bu sıfatla mevsûf olamayacağını
ileri sürmüştür ki, bu itiraz yerinde değildir. Zira, haberinin ona
hasredilmesi, bir şeyin mübtedâ olmasının şartı değildir. Ben, böyle bir
sorunun Zeccâc'm hatırına nereden geldiğini bilemiyorum. Sonra Zeccâc, takdîri
şeklinde olan bir başka görüşü tercih etmiştir ki, bana göre tercih ettiği bu
görüş de şu iki sebepten dolayı zayıftır:
1) Bu takdire göre, jS ifadesi, kendisinde herhangi bir
fayda bulunmayan hoş bir söz olarak bulunmuş olur.
2)
Sen, "Bu,
bir kitabtır" dediğinde, senin hazâ sözün, daha önce zikredilenlerin en
yakınma bir işaret olmuş olur ki bu da, sözüdür. Bu durumda "ayetleri
muhkem kılınmış bir kitab olmakla" kendisinden haber verilmiş olan bir
kelime olmuş olur. Bu görüşe göre Zeccâc, birinci görüşte razı olmamış olduğu
görüşü benimsemiş olur. Böylece, doğru olanın, bizim söylediğimiz şey olduğu
ortaya çıkar.
[2]
Cenâb-ı Hakk'ın ''Ayetleri
muhkem kılınmıştır" buyruğu ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) ifâdesinin manası, "ayetleri, çok sağlam,
muhkem, tıpkı muhkem ve sağlam bir bina gibi kendisinde
hiçbir noksanlık
bulunmayan ve herhangi bir bozukluk da mevcut olmayan bir tarzda tertîb
edilmiştir...", şeklindedir.
b) "İhkâm", bir şeyin bozulmasına mâni olmak,
önüne geçmek demektir. O halde bu ifâdenin manası, "Şeriatler ve kitaplar
onun bu ayetleriyle neshedildiği halde, bu ayetler herhangi bir kitapla
neshedilmemiştir" şeklindedir.
Bil ki, bu açıklamaya
göre, Kur'ân'ın tamamı muhkem değildir. Çünkü Kur'ân'da, mensûh olan ayetler de
bulunmaktadır. Ancak ne var ki, onun genel vasfı böyle olunca, geneli hakkında
söz konusu olan hükmü, tamamı hakkında varmış gibi kabul edilerek, bu vasıf ona
verilmiştir.
c) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: kelimesinin, bir şey
hakim ve muhkem olduğu zaman söylenilen, kâfin zammesiyle fiilinden if'âl babına
nakledilmiş olması caizdir. Buna göre bu ifâdenin manası, "O, ayetleri
hakîm ve muhkem kılınmış olan bir kitapdır" şeklinde olur. Bu Cenab-ı
Hakk'ın, (Yunus, i) ayetinde oldğu
gibidir."
d)
Kur'ân'ın
ayetleri, şu pekçok yönden muhkemdir:
1)
Bu kitabın
mânaları (konuları) tevhîd, adalet, nübüvvet ve meâddır. Bunlar, neshi kabul
etmeyip, son derece muhkemdirler.
2) Kur'ân'daki ayetler arasında tenakuz bulunmaz.
Tenakuz, muhkem olmanın zıddıdır. Onun ayetleri, tenakuzdan uzak olunca, o
zaman muhkem olmak tahakkuk etmiştir.
3) Bu ayetlerin lafızları, fesahat ve belagat hususunda,
muaraza kabul etmeyecek bir noktaya ulaşmıştır ki, bu da kuvvet ve sağlamlık
ihsas eder.
4)
Dinî ilimler
ya nazarî ya da amelîdir. Nazarî olanlar, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve âhiret gününü tanımaktır. O halde bu kitap, bu ilimlerin en
kıymetlisini ve en güzelini ihtiva etmektedir.
Amelî olanına gelince,
bu da, ya zahirî amelleri tezyin etmekten ibarettir ki, bu fıkıh ilminin
konusudur. Yahut da, bâtınî halleri tezyin etmekten ibarettir ki, bu da, ruhu
tasfiye etme ve gönlü anlaştırma, nefsi terbiye etme ilmidir. Biz, bu âlemde,
bütün bu konular hususunda, işte bu kitaba, Kur'ân'a denk olan bir kitab
göremiyoruz.
Böylece bu kitabın,
ruhanî gayelerin en kıymetlisini ve ilâhi konuların en yücesini . kapsadığı,
binâenaleyh onun, nakzolunma ve yokolmaya kabil olmayan bir kitap olduğu
kesinlik kazanmış olur. "Muhkem" kelimesinin tefsiri hususundaki
sözün tamamını, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetini (aıiimrân,7) tefsirinde zikretmiştik.
[3]
Fussilet kelimesi
hakkında şu izahlar yapılabilir:
a) Bu kitap, delillerin, ruhanî faydaların iyice
açıklanmış olması gibi, apaçık beyân edilip bildirilmiştir. Bu deliller de
tevhîd, nübüvvet, ahkâm, nasihatlar ve kıssaların delilleridir.
b)
Bu kitap, sûre
sûre, ayet ayet bölünüp fasıllara ayrılmıştır.
c) Bu kitap, toptan değil de parça parça, fasıl fasıl
indirilmiştir. Bu ştkdaki anlama göre bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'rn
(A'rât, 133) ayetidir.
Bu, "Bu mucize ve
ayetler, birbiri ardınca parça parça gelmişlerdir" demektir.
d) Kulların muhtaç oldukları şeyler fasledilmiş, yani
izah edilmiş ve özetlenmiştir.
e) Onun ayetleri, helâl -haram, meseller, terğib-
terhîb, öğütler, emirler ve yasaklar olarak, bölünüp fasıllara ayrılmıştır.
Böylece, herbirinin faydası tas.tamam olsun ve herbirinin konularına en
mükemmel bir biçimde vakıf olunsun diye, bunlardan her birinin kendi
başına müstakil, diğerine
karışmamış olan bir
faslı, bölümü bulunmaktadır.
[4]
Ayetteki ifadesinin başındaki sümme edatı, zaman
bakımından sonralığı ifâde etmeyip, durum bakımından sonralığı ifade eder. Bu,
senin tıpkı, O ev güzel bir biçimde muhkem, sonra da en güzel bir biçimde
mufassal kılınmış, tafsil edilmiştir " demen gibidir. Bu, senin yine,
"Falanca, nesebi ve sülâlesi leîm (düşük), sonra da fiili kerim (değerli)
olandır" demen gibidir.
[5]
Keşşaf sahibi:
"Bu ifâde, "Ben onları muhkem kıldım, sonra daonları
tafsilatlandırdım" manasında, şeklinde
de okunmuştur" der.
İkrime ve Dehhâk'dan, d-Cai p
ifâdesinin manasının, "Hak ile batılın arası ayrıldı" şeklinde olduğu
rivayet edilmiştir.
[6]
Cübbâî, Kur'ân'ın
muhdes ve mahluk olduğuna, şu üç bakımdan bu ayetle istidlal etmek istemiştir:
a) Muhkem, failinin çok sağlam yaptığı şeye denir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak,
Kur'ân'ı yaratmış olmasaydı, onun için böyle denilmesi doğru olmazdı. Çünkü
muhkem yapmak, ancak fiiller için söz konusudur. Kur'ân için, "O muhkem
olmayan bir varlık idi de, Allah onu sonradan muhkem kılmıştır" da
denilemez. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın muhkem kıldığı kısmın, muhdes olmasını
gerektirir ki, hiç kimse Kur'ân'ın bir kısmının kadîm, bir kısmının muhdes
olduğunu söylememiştir.
b)
Ayetteki e \M
p ifâdesi, o Kur'ân'da bir ayrılış ve bölünmenin (kısım ve bölümlere ayrılışın)
bulunduğuna delalet eder. Yine bu, o ayrılış ve bölünüşün, ancak bir yapanın ve
failin yapmast ve bir mükevvinin tekvini ile olduğuna delâlet eder. Bu da,
(bizim söylediğimiz) neticeye delâlet eder.
c) Ayetteki, "(Her işi) hikmetle yapan, (her
şeyden) kemâliyle haberdâr olan (AHah)'ın ledünnünden"ifâdesi,
"Allah'ın katından, indinden..." demektir. Halbuki kadîm olan şeyin,
bir başka kadîmin indinden olduğu söylenemez. Çünkü eğer her ikisi de kadîm
olmuş olsalardı, onlardan birinin öbüründen meydana geldiğini söylemek, bunun
tersini söylemekten daha evlâ olmazdı.
(Ehi-i sünnet)
alimlerimiz bu özelliklerin, o harf ve seslerle ilgili olduğunu söyleyerek bu
iddiaya cevap vermişlerdir. Harflerin ve seslerin muhdes ve mahlûk olduğunu biz
de kabul ediyoruz. Kur'ân hakkında, kadîm olduğunu iddia ettiğimiz şey, bu harf
ve seslerin dışında, başka birşeydir.
[7]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Ayetteki ifadesi şu manalara gelebilir:
a) Biz, ayetteki "kitap" lafzının haber,
uhktmet sözünün, bu haberin sıfatı ve ifadesinin de, haberin ikinci sıfatı
olduğunu söyledik. Buna göre bu kelamın takdiri: "Elif lâm-râ. Hakîm ve
Habîr'in katından bir kitapdır " şeklinde olur.
b)
Bu ifâde,
ikinci haber de olabilir' Buna göre takdiri, "Elif-lâm-râ. Hakîm ve Habir'in
kattndandır" şeklinde olur.
c) Bu ayetteki fiillerinin sıfatı da olabilir. Buna göre,
"Hakim ve Habir'in katından olarak, muhkem kılınmış ve apaçık bildirilmiş
(bir kitap)" şeklinde olur. Böyle olması halinde, ayetin başı ile sonu
arasına çok ince bir nükte girmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Ayetleri, Hakîm'in katından muhkem kılınan ve işlerin nasıllığını bilip
haberdar olanın katından tafsil edilen bir kitab..:" demiştir.
[8]
"Tâ ki Attah'dan
başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim
ve tâ ki Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi
belirlenmiş bir müddete kadar güzel nimetleriyle fâidelendirsin, her fazilet
sahibine kendi fazlını versin. Eğer yüz çevirirseniz ben sizin başınıza gelecek
büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye
hakkıyla kadirdir" (Hûd, 2-4).
Bil ki bu ayetlerle
ilgili birkaç mesele var:
[9]
Bil ki ayetteki
ifâdesi ile ilgili birkaç izah vardır:
1)
Bu, mef'ûl-ü lehtir ve takdiri, "Bu, Allah'tan başka
hiç kimseye ibâdet etmemeniz için, ayetleri muhkem kılınmış ve sonra apaçık
bildirilmiş bir kitabtır" şeklindedir. Ben derim ki: Bu izah, yüce kitabın
maksadının ancak bahsedilen bu şey, yani sâdece ve sadece Allah'a ibâdet
olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla, ömrünü başka gayelere sarfeden herkes,
pişman olur ve zarar eder.
2)
Bu kelamın başındaki "en" "en-i
müfessire"dir. Çünkü "ayetlerin tafsil edilmesi" ifâdesinde, "ayetlerin
söylenmesi" (yani fiili) manası vardır. Binâenaleyh daki edatını bu manaya hamletmek daha
münasiptir. Çünkü ayetteki cümlesi o cümle üzerine atfedilmiştir. Binâenaleyh
emrin nehiy üzerine atfedilebilmesi için,
bunun manasının "Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz" şeklinde
olması gerekir. Çünkü onun, "ibadet etmeyesiniz diye" şeklinde kalması, emir sığasında olan,
"istiğfar ediniz" kısmının onun üzerine affedilmesine manîdir.
3)
Ayetin
takdiri şu şekilde de olabilir:
"Elif-lâm-ra. Bu, insanlara, Allah'dan başkasına ibâdet etmemelerini
emretmen ve onlara "Ben, Allah katından size gelen bir nezir (uyarıcı) ve
bir beşir (müjdeleyici peygamberim)" demen için, hakîm ve habîr (Allah)
katından gönderilmiş, ayetleri muhkem kılınıp açıklanmış bir kitaptır."
Allah en iyi bitendir.
[10]
Bil ki bu
ayet, birkaç bakımdan
mükellefiyet ihtiva etmektedir:
a) Allah Teâlâ, insanların kendisinden başkasına ibadet etmemelerini
emretmiştir. Biz, menfî cümledeki istisnanın müsbeti ifâde ettiğini
söylediğimizde, bu ifâdenin manası, Allah'dan başkasına ibadeti yasaklayıp sadece
Allah'a ibadeti emretme olur ki doğrusu da budur. Çünkü Allah'ın dışındaki
bütün varlıkların muhdes, mahluk ve terbiye edilmiş(geliştirilmiş) olduklarını,
Allah'ın tekvini ve varetmesiyle var olduklarını daha önce beyân etmiştik.
İbadet, huzû ve huşûyu ortaya koyup, alabildiğine tevazu ve tezellül içinde
olmak demektir. Bu da, ancak kâinatı idare eden, merhametli ve lutufkâr bir
yaratıcı için yapılırsa uygun olur. Binâenaleyh Allah'dan başkasına ibâdet
etmenin ve Allah'a ibadetten yüz çevirmenin kötü bir şey olduğu aşikârdır. Bil
ki Allah'a ibadet etmek, ibâdetten önce, Allah'ı bilip tanıma şartına bağlıdır.
Çünkü mabudunu tanımayan, O'na yaptığı ibadetten istifade edemez. Bundan
dolayı, Allah'a ibâdet etmeyi emretmek, aynı zamanda herşeyden önce O'nun
marifetini elde etmeyi (O'nu bilip, tanımayı) emretmektir. Bunun bir benzeri
de, Bakara Sûresinin başlarındaki, "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz...
"(Bakara, 21)ayetidir. Cenâb-ı Hak, bu buyruğunun peşinden, yaratıcının
varlığına delâlet eden şu delilleri getirmiştir: "Sizi ve sizden
öncekileri yaratan Rabbinize (...)" (Bakara. 21). Bu, çok güzel ve
yerindedir. Çünkü ibadeti emretmek, aynı zamanda marifetullah'ı elde etmeyi
emretmektir. Dolayısıyla pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, marifetullah'ı elde
etmeye delâlet eden ifâdesini de getirmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Şüphesiz ben size, O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
[11]
Birinci bahis: Minhu
kelimesindeki zamir, daha önce geçmiş olan "Hakîm ve habîr"
lafızlarına râcîdir. Dolayısıyla mana, "8en sizin için, o hakîm ve habir
(Allah) tarafından gönderilmiş bir nezir ve bir beşirim" şeklindedir.
İkinci bahis: Ayetteki
"Allah'dan başkasına ibadet etmeyin" emri, hem Allah'tan başkasına
ibadeti yasaklamayı, hem de Allah'a ibadeti teşviki ihtiva eden bir sözdür. O
halde, Hz. Peygamber (s.a.s), birinciye göre, ibadeti yapmayanlara çok şiddetli
bir azabın geleceğini bildiren ve ikâz eden bir nezir, ikinci hususa göre de, o
ibadeti yerine getirenlere, büyük bir mükâfaatın verileceğini müjdeleyen bir
beşir olmuş olur.
Bil ki Hz. Peygamber
(s.a.s), şu iki şeyden, yani uygun olmayan ve gereksiz şeyleri yapma hususunda
uyarma ve uygun-gerekli şeyleri yapma hususunda, müjdelemek için
gönderilmiştir..
[12]
Bu ayetlerde
bahsedilen hususlardan ikincisi, "Rabbinizden mağfiret isteyin" cümlesi
ile; üçüncüsü "sonra O'na tevbe edin" cümlesi ile anlatılan şeydir.
Alimler bu iki konunun arasındaki farkı izah hususunda, şu değişik izahları
yapmışlardır:
Birinci izah:
Ayetteki, kelimesi "Rabbinizden, günahlarınızı bağışlamasını
isteyiniz" manasındadır. Cenâb-ı Hak, daha sonra, bağışlanmanın tevbe
vasıtası ile isteneceğini beyân ederek, "sonra O'na tevbe edin"
buyurmuştur. Çünkü tevbeye götüren ve ona teşvik eden, "mağfiret
is'.emek" demek olan istiğfardır. Bu da, Allah'dan mağfiret taleb etmenin
yolunun, ancak tevbe etmekten geçtiğine delalet eder. Durum da gerçekten böyledr.
Çünkü günahkâr, hak yoldan yüz çevirmiş demektir. Hak yoldan yüz çevirmeye
devam eden kimsenin, bundan dönmediği (tevbe etmediği) müddetçe, bizzat maksûd
olana yönelmesi mümkün değildir. O halde bizzat maksûd olan, matlûba
yönelmektir. Fakat bu da, ancak matlûba zıd şeylerden yüz çevirmeyle mümkün
olur. Binâenaleyh istiğfarın bizzat matlûb olmasından vetevbenin de istiğfarın
tamamlayıcısı olmasından dolayı, matiûb oldukları ortaya çıkar, Varlık
bakımından sonra olan, istenme hususunda önce olabilir. İşte bundan dolayı istiğfar
tevbeden önce zikredilmiştir.
İkinci izah: Bu,
"Geçmiş günahlarınızdan mağfiret taleb edin ve gelecek günahlarınız
hususunda da Allah'a tevbe edin, yani yönelin" demektir.
Üçüncü izah: Bu,
"şirkten ve günahlardan istiğfar edin, sonra da batıl işlerden Allah'a
dönün" demektir.
Dördüncü izah:
İstiğfar, Ailah'dan, uygun olmayan şeyi gidermesini istemek; tevbe de, insanın
uygun olmayan şeyleri gidermeye sa'y-ü gayret etmesidir. Binâenaleyh kişinin,
ancak Mevlâsından istemesine delâlet etsin diye, önce istiğfar zikredilmiştir.
Çünkü insanı ona muktedir kılan, Allah'dır. İstiğfar'dan sonra teybe
zikredilmiştir. Çünkü tevbe, insanın yaptığı ve sayesinde kötülükleri
giderebildiği bir ameldir. Allah'ın fazlından medet ummak, kişinin kendi
gayretinden medet ummasından önce gelir. .
Bil ki Allah Teâlâ o
üç hususu zikredince, bundan sonra o hususlara dayanan faydalı ve matlûb olan
neticeleri bildirmiştir. Matlûb olan şeylerin iki kısma hasredildiği malumdur.
Çünkü onların tahakkuku ya dünyada olur, yahut âhirette. Dünyevî menfaatlar,
ayette "Sizi belirlenmiş bir müddete kadar
güzel nimetleriyle fâidelendirsin" cümlesi ile anlatılmıştır. İşte
bu, ibâdete yönelenin, onunla meşgul olanın, dünyada durumunun düzgün ve
gönlünün huzur içinde kalacağına delâlet eder: Bu ifâde ile ilgili birkaç soru
vardır:
[13]
Birinci Soru: Hz.
Peygamber (s.a.s), hem "Dünya müminlerin hapishanesi, kâfirin ise
cennetidir "[14] hem
de "Belâ (en çok) Peygamberlere, sonra velilere, sonra buna yakın
olanlara, sonra (derece itibari ile) daha aşağıda olanlara gelir[15]
buyurmamış mıdır? Cenâb-ı Allah da ''Eğer bütün insanlar bir tek ümmet haline
gelmeyecek olsaydı,Rahman'} inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstüne
çıkacakları merdivenleri hep gümüşten yapardı"(Zuhru). 33i buyurmuştur. Bu
nasslar, dünyada taatla meşgul olanın nasibinin, bela ve sıkıntı olduğuna
delâlet etmektedir. Halbuki (tefsir edilen) ayetin muktezast ise, taatia meşgul
olanın dünyadaki nasibinin rahatlık olacağını göstermektedir. O halde bunlar
nasıl bağdaştırabilir?.
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
. .
a)
Bundan maksat,
"Allah Teâlâ'nın kâfir beldelerin ahâlisinin kökünü kazıdığı gibi,
mü'minlere kökten imha eden azap vermez" manasıdır.
b) Allah Teâlâ, onlar nerede olurlarsa olsunlar,
rızıklarını onlara ulaştırır. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehline (ve ümmetine)
namazı emret. Kendin de ona sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz,
seni biz rızıklandırınz" ıiaha. 1321 ayeti ile işaret edilmektedir.
c) Bana göre en güçlü izah şöyle denilmesidir: Allah'a
ibadetle ve O'nu sevmekle meşgul olan, değişmesi, son bulması ve yok olması
mümkün olmayan bir şeyi sevmekle meşgul demektir. Binâenaleyh kim bu hususta
daha fazla derinleşir ve buna- daha çok kendini verirse, onun mahlûkâttan
kesilmesi o nisbette tam ve mükemmel olur. Bu babdaki mükemmellik ne kadar çok
olursa, sevinç ve sürür da o nisbette tam olur. Zira o, matlûbunun
değişmeyeceği ve mahbûbunun sonlu olmayacağı hususunda emindir.
Fakat Allah'dan
başkasını sevmekle meşgul olan kimse, devamlı olarak mahbûbunu elden kaçıracağı
ve onun sön bulacağı korkusunun verdiği acı içinde olur. Dolayısıyla da
huzursuzluk İçinde yaşar, kalbi ızdırabla dolu olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı
Hak, kendisine hizmet ve ibadetle meşgul olanları anlatırken, "Hiç
şüphesiz onu dünyada çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nam. 97}
buyurmuştur.
[16]
İkinci soru: Ayetteki,
"Belirlenmiş bir müddete kadar..." kaydı, kulun iki eceli olduğuna ve
ecelin öne alınabileceğine veya sonraya bırakılabileceğine delalet eder mi?
Cevap: Hayır, delâlet
etmez. Çünkü ayet, "Allah Teâlâ, "Bu kul, şayet ibadet ederse, eceli
falanca vakte kadar; yok eğer ibâdet etmezse eceli başka bir vakte kadardır"
diye hükmetmemiştir. Fakat Allah, onun ibadetle meşgul olup olmaması halinde,
ecelinin,o belirli vakitte olacağını bilmektedir. Böylece her insanın sadece
tek bir eceli olduğu sabit olmuş olur.
Üçüncü soru: Niçin
dünya menfaatlarınr., "meta" adı verilmiştir?
Cevap: Onların
adiliğine ve ahiret yanında azlığına dikkat çekmek için. Ayrıca Cenâb-ı Hak,
"Belirlenmiş bir müddete kadar" ifadesi ile de, dünya menfaatlerinin
sonlu olduklarına dikkat çekmiştir. Böylece bu ayet, dünyâ menfaatlerinin
değersiz, âdî ve sonlu olduklarına delâlet etmiş olur.
[17]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin'7
buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdeditmiştir. Bu ifâdede bazı
incelikler vardır:
Birinci incelik:
Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak Teâtâ, fazlının gereğini ve
neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan
başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme
arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve
sayesinde lâhuîî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî
(karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu
alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar
ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak Teâlâ'nın, "Her fazîlet
sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur.
İkinci incelik: Bu,
âhiretteki mutluluk derecelerinin farktı farklı oiduğuna bir dikkat çekmedir.
Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir.
Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa
yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de
sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi
fazlını versin" buyurulmuştur.
Üçüncü incelik: Allah,
dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle
faidelendirsin": ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine,
kendi fazlım versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün
hayırlarının ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi,vermesi
ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle
derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü
insanların çoğunun aklı kıttır. Onların • akıllarının, bu fânî vastta ve
sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede
etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının
denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve
Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar. Böylece
onların bakışları mâsivallah (Allah'tn dışındaki herşey)den kesilir ve onlar
zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar."
Allah Teâlâ bütün bu
halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza
gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur.
Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta
kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha
şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini
elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve
dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yantnda o
şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz. Bu durumda da
belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce
bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz
sürece bilemeyiz.
Daha sonra da Allah
Teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir"
buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ'nın
bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder.
Yani, "Dönüşünüz başkasına değif, sadece Allah'a olacaktır" demektir.
Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin
olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı
insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'üi-esbâb (sebeblerin müsebbibi,
yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye
güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da
ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak
Allah'adır'1 hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir.
Allah Teâlâ daha sonra
"O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir
bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir. Büyük bir tehdid oluşu
şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da,
kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek,
meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok
ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak
gerçekten zordur.
Bu ayetin büyük bir
müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk
sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü,
kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu
helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel
muamelede bulun" darb-t meseli de bu manada söylenmiştir.
Bu kitabın musannifi
der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim.
Hiçbir şeyde ümidim
yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda
bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını
örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve
ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle,
kereminle kurtarmanı niyaz ederim.
[18]
"Haberiniz olsun
ki ondan (o peygamberden düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini dürüp
bükerler. Elbiseleriyle örtündükleri zaman da (hallerine) dikkat et. (Halbuki)
Allah, onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü O,
kalblerdekini bilir" (Hûd. 5).
[19]
Bil ki Allah Teâlâ
önceki ayette, "Eğer bana ibadet ve taattan yüz çevirirseniz, başınıza
gelecek büyük bir günün azabından korkarım" buyurup, bunun peşine, gizlice
yüz çevirmenin de, açıkça yüz çevirme gibi olduğunu beyan buyurunca,
"Haberiniz olsun ki onlar, yani o kâfirler, ondan, yani Hz. Peygamberden
ve kavminden, hallerini gizlemek için göğüslerini dürüp bükerler (içlerinde ne
olduğunu gizlemeye çalışırlar)..." buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ, o
kâfirlerin şu iki halini nakletmiştir:
a) "Onlar, göğüslerini dürüp bükerler."
Arapçada birşeyi dürüp büktüğünde (sarıp sarmaladığında) dersin. Ayetteki bu
ifade ile ilgili iki açıklama yapılmıştır:
[20]
Birinci izah: Rivayet
olunduğuna göre bir grup müşrik "Biz, kapılarımızı kapayıp, perdelerimizi
örtüp, elbiselerimize bürünüp, Muhammed'e karşı düşmanlığı göğüslerimizin içine
dürüp büktüğümüzde, o bizi daha nasıl bilip tanıyacaktır?"
demişlerdi. Bu izaha
göre, ayetteki ''Göğüslerini dürüp bükerler" ifadesi,
münafıklıktan bir kinaye olmuş olur. Buna göre sanki "onlar, Allah'tan
saklayıp gizlemek için, açığa vurdukları şeyin (yani inancın, sözün, tavrın)
zıddını kalblerinde saklarlar" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''Elbiseleriyle örtündükleri zaman da (hallerine) dikkat ef"
ifadesiyle de, onların elbiseleriyle örtündüklerinde, Hz. Peygamber'den saklayıp
gizledikleri şeye dikkat çekmiştir.
İkinci izah: Yine
rivayet edildiğine göre bir kısım kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s) kendilerine
uğradığında, göğsünü büker, sırtını döner ve elbiselerine bürünürlerdi. Buna
göre ayetteki ifâdenin takdiri şöyle olur: "Onlar, Resûlullah'ın sözünü,
okuduğu Kur'ân'ı duymamak ve aralarında arzu ettikleri gibi O'nu tenkid etmek
için, O'ndan hallerini saklamak gayesiyle, Hz. Peygamber'den yüz
çeviriyorlardı."
Ayetteki elâ edatı
dikkat çekmek içindir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak ilk önce, Hz. Peygamber'den
hallerini sakiamak için, ondan yüz çevirdiklerine dikkat çekmiş, sonra da
onların bu gizlemeyi istedikleri vakte, yani elbiselerine büründükleri zamana
dikkat çekmek için, elâ fafzını tekrar etmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir:
"Dikkat et ki onlar, Allah'tan saklamak için, O'ndan yüz çeviriyorlar.
Dikkat et ki onlar, elbiselerine büründüklerinde birşeyler saklıyorlar."
Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu saklayıp gizlemelerinde bir fayda
olmadığını, "Allah onların gizleyeceklerini de, agğa vuracaklarını da
biliyor" ifadesiyle belirtmiştir.
[21]
"Yerde yürüyen
hiçbir canlı hariç olmamak üzere nzıkları Allah'ın üstünedir. Onların duracak
yerlerini de, emânet edilen yerlerini de O bilir. (Bunların) hepsi (ve bütün
halleri) o apaçık kitaptadır" (HÛd. 6).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, kendisinin, onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da
bilen olduğunu belirtince, bunun peşinden yine kendisinin bütün malumatı
bildiğine delâlet eden ifâdeyi zikretmiştir. Binâenaleyh, her canlının,
rızkının kendisine ancak Allah'dan gelmiş olduğu sabittir. Bu sebeple, şayet
Cenâb-ı Hak bütün malumatı bilmeseydi, bu iş gerçekleşmezdi. Ayetle itgili
birkaç mesele vardır:
[22]
Zeçcâc şöyle demektedir:
Dâbbe kelimesi, her canlıya verileh bir addır. Zira "dâbbe" kelimesi,
debîb (kımıldama, debelenme) kelimesinden altnmış bir isimdir.. Bu lafza, müennesliktâ'si
getirilerek, erkek-dişi olsun, rûh sahibi her canlı hakkında kullanılmıştır.
Ancak ne var ki bu kelime, Arapların örfünde, hasseten, at için
kullanılmaktadır. Bu ayette, bu lafızla kastedilen ise, aslî, lügavt manasıdır.
Bu sebeple, bu ifâdenin içine bütün canlılar girmektedir. Bu husus, müfessirler
arasında müttefekun aieyh olan bir husustur. Canlıların kısım ve türlerinin
pekçok olduğunda ihtilâf yoktur. Bunlar, karada, denizde ve dağlarda bulunan
canlılardır ki, Allah'tan başkası onların sayısını bilemez. Allah Teâlâ,
onların yapılarının nasıl olduğunu, uzuvlarını, durumlarını, gıdalarını, girdikleri
delikleri ve yerlerini; onlara uygun olan olmayan şeyleri bilendir. Göklerin ve
yerlerin tabakalarını, hayvanların ve bitkilerin karakterlerini yöneten ilâh,
nasıl olur da onların hallerini bilemez? Rivayet edildiğine göre Hz. Musa
(a.s), kendisine vahiy geldiği bir sırada, kalbi, çoluk çocuğunun durumlarına
takılıp kalmıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Musa'ya. asasıyla, bir kaya
parçasına vurmasını emretti. O da vurunca, kaya parçası yarıldı, içinden ikinci
bir kaya parçası çıktı. Sonra, asasıyla ona da vurunca, o da yarıldı, içinden
üçüncü bir taş çıktı. Daha sonra da değneğiyle ona da vurunca, o da yarıldı ve
içinden, adeta bir zerre gibi, ağzında da gıdası yerine geçecek birşey olarak
bir kurtçuk çıktı. Musa (a.s)'nın kulağından perde kaldırıldı da O, kurtçuğun
"Beni gören, benim sözümü duyan, benim yerimi bilen, beni hatırlayan,
rızıklandiran ve beni unutmayan zâtı, noksan sıfatlardan tenzih ederim"
dediğini duydu.
[23]
Bazıları, bazı
şeylerin Allah'a vacib olduğu hususunda bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir:
"Çünkü, buradaki aiâ harf-i cerri. vücûb ifâde eder. Bu da, canlılara
rtzık vermenin Allah'a vâcib olduğuna delâlet eder." Buna, "Bu,
Allah'ın vaadi, fazlı ve ihsanı bakımından bir vâcibtir'1 diye cevap
verilebilir.
[24]
Ehl-i sünnet âlimleri,
rızkın, bazan haram da olacağını isbat hususunda bu ayete
tutunarak, şöyle demişlerdir: "Çünkü, her canlıya rızık
vermenin, vaad ve müstehak olmak bakımından, Allah'a vâcib olduğu sabittir.
Halbuki Allah Teâlâ, vâcib olanı ihlâl etmez. Sonra biz bazan, ömrü boyunca
helâldan yemeyen insanlar görürüz. Binâenaleyh haram, bir rızık olmasaydı,
Allah Teâlâ, o canlıya rızkını ulaştırmamış olurdu. Böylece de O, vacibi ihlâl
etmiş olurdu ki, bu muhaldir. İşte böylece biz, haramın bazan rızık olacağını
anlamış oluyoruz.
[25]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onların duracak yerlerini de, emânet edilen yerlerini de O bilir"
ifadesine gelince, bil ki, "müstekarr", o canlının yeryüzündeki,
dünyadaki yeridir. "Müstevda" ise, o canlının, sulbte veya rahimde,
yahut da yumurtada karar kılmadan önce bırakılmış olduğu yerdir. Ferrâ,
"Canlı mahlukun gece-gündüz sığındığı yere müstekarr, ölüp kaldığı yere
ise müstevda denilmiştir" demektedir. "Müstekarr" ve
"müstevda" kelimelerinin tafsilatlı bir biçimde izahı, En'âm
Sûresi'nde 98, ayetin tefsirinde geçmişti.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''(Bunların) hepsi (ve bütün halleri) o apaçık kitaptadır" buyurmuştur.
Zeccâc: "Bu, "Bu, Allah'ın ilminde sabittir" manasındadır"
derken, bazıları da bu ifâdeye Levh-i Mahfuz manasını vermişlerdir. Biz bunun
faydasını, Cenâb-ı Hakk'ın (Enam, 59) ayetinin tefsirinde anlatmıştık.
[26]
"O. hanginizin
amelinin daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri
altı günde yaratandır. Arşı su üstünde idi. Andolsun ki, "ölümden sonra
muhakkak diriltileceksiniz" dersen, kâfir olanlar mutlaka "Bu, apaçık
bir aldatmadan başka (bir şey) değildir" derler" (Hûd, 7),
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki deli! ile, bütün malumatı bildiğini isbât edince, bu ayet ile de,
kendisinin, bütün makdûrâta kadir olduğunu isbât etmiştir. Gerçekten de, bu iki
delilden her biri, Allah'ın hem ilminin, hem de kudretinin mükemmel olduğuna
delâlet eder.
[27]
Bif ki Cenâb-ı
Hakk'ın, "O. gökleri ve yeri altı günde yaratandır" ifâdesinin
tefsiri, Yunus, 3 ayetinin tefsirinde tafsilatlı olarak geçmişti.
Burada geriye, bizim"Arşı
su üstünde idi" ayetini tefsir etmemiz kalmaktadır. Bu hususta Ka'b şöyle
demektedir: "Allah Teâlâ, yeşil bir yakut yarattı; sonra da ona, heybetle
baktı. Bunun üzerine o yakut, titreyen bir su oluverdi. Sonra da rüzgârı
yarattı, böylece suyu, o rüzgârın üzerine koydu. Sonra da Arşı suyun üzerine
koydu." Ebu Bekr el-Esamm da şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinin manası, Arapların tıpkı"Semâ, arz üzerindedir" demelerine
benzer. Bu söz, onlardan birinin diğerine yapışık olduğunu belirtmek için
söylenmiş değildir."
Hâdise nasıl olursa
olsun, bu, Arş ve suyun, gökler ve yer yaratılmadan önce bulunduklarına delâlet
eder. Mutezile şöyle demektedir: "Ayette, Arş ve suyun yaratılmasından
önce meleklerin bulunduğuna dair bir delâlet bulunmaktadır. Zira, Arş ve sudan
hiç kimse yararlanma ksızın bunların yaratılması makul olmaz. Çünkü Cenâb-ı
Hak, Arş ve suyu yaratırken, onları ya bir fayda için yaratmıştır; veya bir
fayda söz konusu olmaksızın yaratmıştır. İkinci ihtimal anlamsızdır.
Binâenaleyh, geriye birinci ihtimal kalır ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın onları bir
faydadan dolayı yaratmış olmasıdır. O fayda da, ya Allah'a yönelik olur, ki bu
imkânsızdır; zira Allah Teâlâ, fayda ve zarardan münezzeh ve yücedir. Veyahut
da bu fayda, başkasına yöneliktir. Öyleyse o başkasının canlı olması gerekir.Bunu
kabul eden herkes, o canlının melekler cinsinden olduğunu-söyler.
Ebu Müslim
el-İsfehani'ye gelince o,*Cenâb-ı Hakk'ın, "Arş su üstünde idi"
buyruğunun manası, "Allah'ın, gökleri bina etmesi, suyun üzerine
olmuştur" şeklindedir" demiştir ki, bunun tefsiri, Yunus 3 ayetinin
tefsirinde geçmişti. Yine Allah Teâlâ, gökleri su üzerine bina ettiği zaman,
bunun çok bedî ve hayranlık uyandırıcı olduğunu beyân etmiş olur. Zira, hafif
bir yapı bile, sert ve sağlam bir zemin üzerine kurulmadığı zaman, ayakta
durmaz. O halde bu büyük şey, su üzerinde kurulduğu zaman, artık durum nasıl
olur? Burada birkaç soru bulunmaktadır:
[28]
Birinci soru: Arşın,
gökler ve yeryüzü yaratılmadan önce, su üzerinde bulunduğunun anlatılmasının
faydası nedir?
Cevap: Bunda birkaç
bakımdan, Allah'ın kudretinin çok mükemmel olduğuna bir delâlet bulunmaktadır:
a) Arş, göklerden ve yerden daha büyük olmasına rağmen,
su üzerinde bulunmaktadır. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, ağır olan şeyi
direksiz olarak tutmaya kadir olmasaydı, bunu yapması mümkün olmazdı.
b) Allah Teâlâ, suyu, herhangi bir şey üzerinde
olmaksızın tutmuştur. Aksi halde, âlemin kısımlarının sınırsız olması gerekirdi
ki, bu da bizim bahsetmiş olduğumuza delâlet eder.
c) Allah, yaratılanların en büyüğü olan Arş'ı, altında
bir direk, üstünde bir bağı olmaksızın, yedi kat göğün üzerinde tutmuştur ki,
bu da yine bizim bahsettiğimize delâlet eder.
[29]
İkinci soru: Şu
rivayet doğru mudur? "Ey Allah'ın Resulü, Rabbimiz, gökleri ve yeri
yaratmadan önce nerede idi?" denildi de, bunun üzerine Hz. Peygamber:
"O. hem altında hem de üstünde hava bulunan bir bulutta idi" buyurdu!
Cevap: Bu rivayet
zayıftır. Evlâ olan, meşhur olan haberin kabul edilmesidir ki, o da Hz.
Peygamber (s.a.s)'in: "Allah vardı: O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. Sonra, Arşı da su üzerinde idi "[30]
şeklindeki sözüdür.
[31]
Üçüncü soru: Cenâb-ı
Hakk'ın "hanginizin ameli daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek
için" ifâdesindeki lâm, Allahu Teâlâ'nın, gökleri ve yeri. mükellefleri
denemek için yaratmış olmasını iktizâ eder.
Binâenaleyh, bu
husustaki durum nasıldır?
Cevap: Bu sözün
zahiri, Allah teâlâ'nın, bu büyük âlemi, mükelleflerin menfaati için yaratmış
olmasını gerektirir. Bu görüşü, bazı kimseler benimsemiştir. Bu hususta her bir
kısmın, diğerinin benimsemiş olduğu görüşün dışında izahları bulunmaktadır.' O
görüşleri açıklamak, bu kitaba uygun düşmez. "Allah'ın fiil ve hükümleri,
kulların maslahatlarına bağlanamaz!" diyenler şöyle demişlerdir:"Bu
ifâdenin başındaki ta'lîl, illet lamı, zahir durum itibariyle gelmiş olup,
bunun manası, şayet, "Allahu Teâlâ, öyle bir nizama göre iş yapmıştır ki,
şayet fayda gözeterek işlerini yapması caiz olan bir kimsenin yapması halinde
de sadece bu maksad göz önünde tutulurdu."
[32]
Dördüncü soru: İmtihan
etmek, ancak işlerin neticelerini bilmeyenler için söz konusudur. Halbuki bu,
Allah hakkında imkânsızdır. O halde imtihan etmek, Allah hakkında nasıl
düşünülebilir?
Cevap: Bu sözü biz.
Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki {Bakara. 21) ayetinin tefsirinde detaylı
biçimde ele aldık.,
Bil ki Allah Teâlâ, bu
âlemi, mükellefleri deneyip imtihan etmek için yarattığını beyân buyurunca,
işte bu. haşrin ve neşrin kesinlikle tahakkuk edeceğine hükmetmeyi gerektirir.
Zira, denemek ve imtihan etmek, iyilikte bulunana rahmet ve mükâfaat, kötülük
yapana da ceza tahsis edilmesini gerektirir. Bu da ancak, mead'i ve Kıyameti kabul
etmekle tamamlanır. İşte tam bu sırada Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitâb ederek: "Andolsun ki,
"Ölümden sonra
muhakkak diriltileceksiniz" dersen, kâfir olanlar mutlaka. "Bu.
apaçık bir aldatmadan başka birşey değildir" derler" buyurmuştur. Bu,
"Onlar, bu sözü kabul etmez ve öldükten sonra dirileceğini söylemenin
yanlış olduğunu söylerler" demektir.
[33]
Eğer denilirse ki:
"Sihir diye vasfedilen bir şey, hususî bir fiil olamaz. O halde, bu söz,
nasıl olur da sihir olarak nitelendirilir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
a) Kafffll, bunun manasının şu şekilde olduğunu
söylemiştir: "Bu söz, sizin, insanlan dünya lezzetlerinden men etmek ve
onları, size inkıyada zorlamak ve itaatiniz altına almak için uydurduğunuz bir
hiledir."
b) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası, "sihir bâtıl
t bir iştir" şeklindedir. Nitekim Allah Hz. Musa'dan naklen, "Bu
sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Allah
şüphesiz ki onu iptal edecektir" (Yunus, sı) buyurmuştur. O halde
ifâdesinin manası. "O ancak, açık bir bâtıldır" şeklinde olur.
c)
Kur'ân,
öldükten sonra dirilmenin olacağına hükmetmektedir. Halbuki onlar, Kur'ân
hakkında, onun bir sihir olduğu şeklinde bir ta'n ve tenkîdde bulunurlar. Aslı
tenkîd etmek, fer'i tenkîdi ifâde eder.
d) Hamza ve Kisaî, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i
kastettiğini belirterek "Bu ancak, bir sihirbazdır" şeklinde
okumuşlardır. Buna göre onlar, "sihirbazsa, yalancıdır" demek
istemişlerdir.
[34]
"Andolsun ki biz
kendilerine gelecek azabı sayılı bir müddete kadar erteiesek. mutlaka
diyecektendir ki: "Bunu alıkoyan da ne?" Haberiniz olsun ki azab bunlara
geleceği gün, kendilerinden döndürülecek değildir- Eğlenceye
alageldikleri şey
onları çepeçevre kuşatmıştır" (Hûd. 8).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin, "Bu. apaçık bir sihirden başka birşey değildir" sözleri
ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'i yalanladıklarını nakledince, bu ayette de onların
bir başka bâtıllarını bildirmiştir. O da şudur: Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
tehdid ettiği azabın gelmesi gecikince, istihzaya başlayarak, "O azabın
bize gelmesine mâni olan sebeb ne?" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
onlara, "Alay ettikleri o azabın inmesi için. tayin ettiğim vakit gelince,
azab onlardan geri dönmeyecek ve onları her taraftan saracaktır" diyerek
cevap vermiştir.
Geriye ayetle ilgili
birkaç soru var:
[35]
Birinci soru: Bu
azabdan murad, dünyevi azab mı, uhrevi azab mı? Cevap: Müfessirlerin bu hususta
farklı görüşleri vardır:
a) Allah*ın bu ayetteki hükmü, onlardan hiçbirine kökünü
kazıma azabıyla azab etmeyip, bunu Kıyamet gününe bırakacağıdır. Binâenaleyh
Hak Teâlâ onlara gelecek azabı erteleyince, onlar istihza yolu ile, "Bunu
alıkoyan da ne?" demişlerdir.
b) Bununla, cihad emri ve Bedir günü başlarına gelen şey
kastedilmiştir. Bu izaha göre, bu görüştekiler ayetteki, "O. onları
çepeçevre kuşatmıştır" buyruğunu, "O azab onların başına Bedir günü
geldi" diye te'vil etmişlerdir.
[36]
İkinci sorg:
"Sayılı bir müddete kadar" ifadesinden murad nedir?
Buna iki bakımdan
cevap verilebilir:
a)
"Ümmet" kelimesinin asıl manası, insan ve cemaattir.
Binâenaleyh sen, "İnsanlardan bir ümmet bana geldi" dediğin zaman, bu
"ümmet" kelimesiyle, bir araya gelmiş bir topluluk kasdetmiş olursun.
Nitekim Cenâb-ı Allah, "O.
suyun üst tarafında
insanlardan bir ümmet buldu. Onlar,
hayvanlarını suluyorlardi." iKasas. 23) ve "Bir ümmetten sonra
(Yûsuf'u) hatırladı" yani "bir ümmet sona erip. yok olduktan sonra..
"(Yûsuf. 45) buyurmuştur. İşte burada da, Hak Teâlâ'nın bu buyruğunun
manası, "İnsanlardan bir ümmet sona erinceye kadar",, yani, "Bu
sözlü va'id ve tehdidden sonra bir ümmet sona erinceye kadar, eğer onlara azabı
ertelersek, onlar "Bunu alıkoyan da ne?" derler. Halbuki bu va'id ile
tehdid edilen insanlar yok olup gittiler" şeklindedir. Bu, birşeyi onda
meydana gelecek şeyin adıyla adlandırmaktc Bu tıpkı,"Ben, ikindi namazında
falancanın yanında idim, yani ikindi namazı zamanında onun yanındaydım"
demen gibidir,
b) "Ümmet" kelimesi, "maksad,
kasıt" manasına gelen masdanndan müştaktır. Sanki Altah, bununla
tehdid edilen azabın gerçekleştirileceği kastedilen o vakti murat etmiştir.
Üçüncü soru: Cenâb-ı
Allah, azab henüz meydana gelmemiş iken, niçin mazi sigasıyla, "onları
çepeçevre kuşatmıştır" buyurur?
Cevap: Bu kitabın
pekçok yerinde bu tür ayetler çokça geçti. Bu husustaki kaide, Cenâb-ı Hakk'ın,
iyice te'kid ve kesinliğini bildirmek için, Kıyamet hallerini mazi sîgalarıyla
haber vermiş olmasıdır.
[37]
"İnsana
tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip ahversek,
andolsun o, ümidini kesen bir adam. bir nankör olur. Şayet kendisine dokunan
bir dertten sonra ona nimeti tattınrsak. Andolsun "Benden kötülükler
uzaklaşıp gitti" diyecek. Çünkü o artık şımarıktır. böbürlenendir. (Dertlere)
göğüs gerip de güze! güze! amelde bulunanlar böyle değildir. Mağfiret ve büyük
mükafaat işte bunlar içindir" (Hûd. 9-11).
Bil ki Allah Teâlâ, o
kâfirlerin azabının, geç de olsa mutlaka başlarına geleceğini bildirince,
bundan sonra onların kâfirliklerini ve o azaba müstehak olduklarını bildirmek
üzere "insana bizden bir rahmet tattmrsak (...)" buyurmuştur. Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[38]
Ayetteki
"insan" ile kimin kastedildiği hususunda iki görüş vardır:
Ayette Geçen
"İnsan"ın, Herhangi Bir İnsan Olduğu Fikri
Birinci görüş:
Bununla, mutlak manada insan (yani herbir insan) kastedilmiştir. Bunun böyle
olduğunu şunlar gösterir:
1) Allah Teâlâ, bu ifadeden, "Göğüs gerip de güze!
güzel amelde bulunan!ar"\ istisna etmiştir. İstisna ise, istisna
yapılmaması halinde, sözün hükmüne girecekleri o hükmün dışında bırakmak için
yapılır. Binaenaleyh ayetteki "insan" lafzının içine, mü'min ve kâfir
herkesin girdiği sabit olur. Bu, bizim görüşümüze delâlet eder.
2)
Bu ayet,
yapılan bu izaha göre, Hak Teâlâ'nın, "Asra yemin ederim ki muhakkak insan
kesin ziyandadır. Ancak iman eden, güzel güzel amellerde bulunanlar (...)
müstesna''(ASr, 1-3) ayetleri ile, "Gerçekten insan hırsına düşkün
yaratılmıştır: kendisine ser dokundu mu feryadı basar, ona hayır dokununcaya
çok cimri olur. Fakat namaz kılanlar (...) müstesna.." (Meâric. 19-23}
ayetlerine de uygundur.
3) İnsan, acizlik ve zayıflık mizâc; üzere
yaratılmıştır. Nitekim İbn Cüreyc, bu ayetin tefsirinde: "Ey âdemoğ!u,sana
Allah'tan bir nimet geldiğinde, ne kadar nankör olursun! O nimet senden
alındığında da ne kadar ümidsiz olursun!" demiştir.
[39]
İkinci görüş: Ayetteki
"insan" ile, kâfir insan kasdedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şunlar
delâlet eder:
1) Başında elif-lâm bulunan müfred kelimede asıl olan,
onun, eğer bir mani yok ise, daha önce bahsi geçene hamledilmesidir. Bu ayette
buna. herhangibir mani yoktur. Binâenaleyh "insan" lafzının, daha
önce bahsedilene hamledilmesi gerekir. Burada az önce bahsi geçen ise, kâfir
insandır, kâfirlerdir.
2) Bu ayette insan için zikredilen sıfatlar, ancak
kâfirlere uygun düşer, zira Cenâb-ı Hak onu "ümidsiz" diye tavsîf
etmiştir. Ümidsizlik ise kâfirlerin özelliğidir. Nitekim Ailah "Kâfirler
güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"(Yusuf. 87ı
buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, bu insanı, nankörlükle tavsif etmiştir ki, bu
onun kâfir olduğunu açıkça ortaya kor. Yme bu insanın, rahata erdiğinde
"Benden kötülükler uzaklaşıp gitti" dediğinden bahsetmiştir ki, bu
söz Allah'a karşı bir cüretkârlıktır. Yine Allah Teâlâ, onun
"şımarık" olduğunu söylemiştir. "Allah ise. şimaranlan
sevmez" (Kasas 76). Allah, o insanı "fahur" (böbürlenen) diye
tavsif etmiştir ki bu da mü'minlerin sıfatı değildir. Bu görüşü benimseyenler
sonra, "Bütün bu mahzurların bizim için söz konusu olmaması için, ayette
bahsedilen istisnayı, "istisna-yı munkatî" olarak kabul etmek
gerekir'1 demişlerdir.
[40]
Gerek izake ve gerek
zevk kelimeleri, tadılan şeyin en azını (azıcık tadmayı) ifade ederler. Buna
göre, maksad, "O insan, azıcık dünyevi bir hayır elde edip tattığında,
hemen inada ve tuğyana girer, yine azıcık bir sıkıntı ve belaya uğrayınca da
hemen ümidsizliğe. çaresizliğe ve nankörlüğe düşer" manasıdır. Halbuki
dünya zaten az ve değersizdir. Dünyadan bir insanın elde edeceği şey de (ne
kadar çok olsa da aslında) azdır. O miktarı tadmak, azıcık bir hayırdır. Sonra
o. uyuyanların rüyasına, vesveseli insanların hayaline benzer ve son derece
hızla yok olur. O halde tadılan bu şey, azın azıdır. Bununla beraber insanın onu
taşımaya gücü yoktur ve onun yanısıra, insanın o azıcık şeyi en güzel bir
şekilde yerine getirmeye de sabrı yoktur. Na'mâ kelimesine gelince, Vahidî
şöyle der: "Bu, sahibinde izleri görünen nimettir. Darrâ kelimesi de,
sahibinde eseri, tesiri görünen zarar manasınadır. Çünkü bunlar, ve (kırmızı ve
şaşt) kelimeleri gibi, görünen halteri ifâde etmek için kullanılırlar. İşte,
"nimet" ile "na'mâ", "mazarrat" ile
"darrâ" arasındaki mana farkı budur."
[41]
Bil ki dünyanın
halleri devamlı değildir. Aksine hep değişken ve sonlu şeylerdir. Fakat
buradaki kaide ya
nimetin mihnete ve
lezzetin afete dönüşmesi, yahut da bunun aksi olmasıdır. Bu da, hoşlanılmayan
şeyden, sevilip hoşlanılana; haramlardan hoş ve.helal olan şeylere geçmektir.
[42]
Birinci kısım: Hak
Teâlâ'nın "insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu
kendisinden çekip ahversek, andolsun o ümidini kesen bir adam, bir nankör
olur" buyruğu ile kastedilendir. Velhasıl Allah Teâlâ, bu insanın, ümidini
keseceğini ve nankör olacağını bildirmiştir. Bunu şöyie izah edebiliriz: O
insan, nimetleri yok olunca ümidsizliğe düşer. Çünkü kâfir, o nimetin kendisine
gelişinin tesadüfen olduğuna inanır. Daha sonra o tesadüfün yeniden kendisi
için hasıl olma ihtimalini uzak görür ve bu sebebie de o nimetin tekrar
kendisine gelmesini adetâ imkânsız sayar. Böylece de ümidsizliğe düşer.
Müslüman ise, o nimetin ancak Allah'dan olduğuna, O'nun fazlı, ihsanı, lûtfu ve
keremi ile gerçekleştiğine inanır. Dolayısıyla o müslüman için, bir ümidsizlik
söz konusu olmaz Aksine o, "Belki de Allah Teâlâ bundan sonra, o nimeti
bana, öncekinden daha mükemmel, güzel ve daha üstün otarak tekrar verir"
der. Fakat o kâfir insan, bu nimetin tahakkuk etmesi halinde, nankör olur.
Çünkü oT kendisine nimet verildiğinde bunun tesadüfi olarak meydana geldiğine
veyahut da, kendi çaba ve gayretiyle olduğuna inantr. İşte bu durumda da, o
nimete karşılık Allah'a şükretmez. Velhasıl kâfir, elindeki nimet zail olunca
ümidsizliğe düşer, kendisine nimet verilince de nankör olur.
İkinci kısım da,
insanın sevmediği şeyden, sevdiğine; sıkıntıdan nimete geçmesidir. Kâfir bu
durumda şımarır ve böbürlenir. Şımarıklığın doruk noktasına gelen kâfirin en
son arzusu, dünyevi mutlulukları elde etmesidir. Çünkü o, manevi ve uhrevi
mutluluklara inanmamaktadır. Binâenaleyh o, dünyalığı elde ettiğinde, sanki
bütün mutlulukları elde ettiğini sanır. İşte bu sebebie de, onlar yüzünden
alabildiğine şımanr. Kâfir insanın böbürlenmesine gelince, bu şöyle oiur:
Gayelerini elde etmesi, mutluluklarının sonudur. İşte bu sebebie o, bunlarla
böbürlenir. Velhasıl Allah Teâlâ, kâfirin belâ esnasında sabreden ve nimetleri
elde edince şükreden kimselerden olmadığını beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu
hususu iyice izah edince, "(Dertlere) göğüs gerip de güzel güze! amelde
bulunanlar böyle değil'' buyurmuştur ki, bu cümle ile, önceki ifâdede
anlatılanların zıddı kastedilmiştir. O halde burada kastedilen o kimsenin belâ
esnasında sabredicilerden olmasıdır. Ayetteki, ""Güzel güzel amelde bulunanlar"
sözü ile kastedilen de, bu kimsenin rahatlık ve huzur esnasında şükredenlerden
olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların durumlarını beyan buyurarak,
"Mağfiret ve
büyük mükâfaat işte bunlar içindir" demiştir. Böylece Allah, o mü'minler
için şu iki neticeyi birleştirmiştir:
a) İkâb zail
olup ondan kurtulmak ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için (...) bir
mağfiret vardır" ifadesiyle kastedilendir.
b)
Mükâfaat elde
etmek. Bu da, O'nun, "ve büyük bir mükâfaat" ifâdesinden
anlaşılandır. Bahsettiğimiz bu açıklamaya iyice vâkıf olan kimse, bu kerîm
kitâb olan Kur'ân'ın lafızları bakımından mucize olması yanında, manaları
bakımından da mucize olduğunu anlamış olur.
[43]
"Şimdi sen
müşriklerin, belki: "Ona gökten bir hazine indirilseydi, yahut maiyyetinde
bir de melek gelseydi ya" demelerinden dolayı, sana vahyolunandan bir
kısmını, bu yüzden yüreğin daralarak, hemen terk mi edivereceksin? Sen ancak
bir uyarıcısın. Allah ise her şeye hakkıyla vekildir" (Hûd. 12).
Bil ki bu, o
kâfirlerin sözlerinin bir başka nev'idir. Allah Teâlâ, Peygamberinin kalbinin,
işte bu sebeple daraldığını beyân buyurmuş,sonra da onu, ikramı ve ilahi
teyidiyle kuvvetlendirerek takviye etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[44]
İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edildiğine
göre Mekkeli önderler: "Ey
Muhammed (s.a.s), şayet peygamber isen,
Mekke dağlarını bize
altın yap!"; başkaları da "Bize, senin peygamberliğine şehâdet
edecek melekler getir!" demişlerdi de, O da:
"Benim buna gücüm yetmez!" deyince de, işte o zaman bu ayet-i kerime
nazil olmuştu.
[45]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın "sana vahyolunandan bir kısmını, ... hemen terk mi
edevereceksin?" ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Müşrikler,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "Sana tâbi olmamız ve seni tasdik edebilmemiz
için, bize, içinde bizim putlarımızı, ilahlarımızı tenkit eden bir husus
bulunmayan bir kitap getir!.." diyorlardı!' Hasan el-Basrî: "O
müşrikler, HÎ. Peygamber'd en, "Kıyamet, muhakkak vukûbulacaktır"
dememesini talep ediyorlardı" derken; bazıları da: "Bu ifâdeyle,
onların cehalet, taklid ve batılda ısrar sıfatlarıyla nitelendirilmeleri
kasdedilmiştir" demiştir.
[46]
Bütün müslümanlar, Hz.
Peygamber (s.a.s) için, kendisine nazil
olan vahiy ve
tenzile hiyânet etmesinin ve kendisine vahyolunan şeylerin
bir kısmını terketmiş olmasının caiz olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Çünkü bunu caiz
görmek, bütün şeriat ve mükellefiyetler hususunda şüphe duyma neticesine
götürür ki, bu, peygamberlik müessesesini zedeler. Hem, peygamber göndermenin
gayesi, Allah'ın teklif ve hükümlerini tebliğ etmektir. Binâenaleyh, bu fayda
gerçekleşmeyince, peygamberlik, kendisinden beklenen faydayı ifa etmemiş,
yerine getirmemiş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın,
"'sana vahyolunandan bir kısmım ^ hemen terk mi edivereceksin?"
hitabından, Hz. Peygamberin bunu yapmış olması değil de, bir başka şeyin
kasdedilmiş olması gerekir. Alimlerin bu hususta çeşitli izahları
bulunmaktadır:
a) Hz. Peygamberin, Allah tarafından kendisine böylesi
etkili tenkitlerin gelmesine sebep olacak bir şeyden dolayı, vahyi ve tenzili
edâ etmede kusur etmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi imkânsız değildir.
b) Onlar, Kur1 ân-a inanmıyor ve onu hafife alıyorlardı.
İşte bundan dolayı da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in canı, onlara kabul
etmeyecekleri ve gülecekleri şeylerin ilkâ edilip vahyedilmesine sıkılıyordu.
Böylece Allah Teâlâ, risâleti edâ, onların bozuk iddialarına aldırmama ve
onların alaylarına kulak asmama hususunda peygamberini teşvik edip
heyecanlandırmıştır. Bundan maksadı da, "Eğer o, o vahyi edâ ederse,
onların alaylarına ve akılsız muamelelerine maruz kalacağına; yok eğer, vahyi
onlara tebliğ etmezse, Allah'ın vahyini terketmiş olup bu hususta hiyânet etmiş
olacağına" dikkat çekmektir. İşte bundan dotayı, peygamberin, bu iki
zarardan birisine mutlaka katlanması gerekir. Onların kendisine yapmış oldukları akılsızca ve
beyinsizce muamelelerine katlanması, Allah'ın vahyinde bir hiyânete düşmekten
daha basit ve daha hafiftir. Binâenaleyh, bu sözün zikredilmesinin gayesi, bu
inceliğe dikkat çekmektir. Zira insan, birşeyi yapma veya yapmama gibi iki
şıktan her birinin, büyük bir zarar ihtiva ettiğini bilir, sonra da,
yapmamadaki zararın daha büyük ve daha şiddetli olduğunu anlarsa, o fiili
yapmak, kendisine daha basit ve kolay gelir. Binâenaleyh, bu sözün
zikredilmesinin maksadı, anlatmış olduğumuz bu husustur.
İmdi eğer denirse ki:
"Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, şekk ve ihtimal ifâde eden bir kelimedir.
Öyleyse, bunun zikredilmesinin faydası nedir?" biz deriz ki:
Bundan maksat, men
etmektir. Çünkü Araplar, birisini bir şeyden uzaklaştırmak istedikleri zaman
ona, o "hususta herhangi bir şüphesi olmadığı halde, "Umulur ki sen,
şöyle yapabilirsin! (yani, yap) derlerdi. Yine, bir kimse çocuğuna, ona bir
şeyi emretmesi halinde "Galiba, sana emrettiğim hususta kusur
ediyorsun" der, bununla, o emrini kuvvetlencJirmeyi kasteder ki, bunun
manası, "Oğlum, emrimi yap, yerine getir, terketme" şeklinde olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"bu yüzden yüreğin daralarak" ifâdesine gelince, dâik kelimesi,
dayyık (sıkışmış, daralmış) anlamındadır. Vahidî şöyle demektedir "Bu ikisi
arasındaki fark şudur: kelimesi arızî,
devamlı ofmayan bir can sıkıntısını, daralmayı ifâde eder. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), insanların, gönlü ve kalbi en geniş olanı idi. Bu, senin, yerleşmiş ve
kökleşmiş bir efendiliği ve cömertliği kastederek, "Zeyd, efendi ve
cömerttir" demen gibidir. Ama, sen, daha arızi olan bir efendiliği ve
cömertliği kastettiğin zaman ise, "Zeyd, efendidir ve cömerttir"
dersin. Buna göre mana, "Onlar, "yahut maiyyetinde bir de melek
getirseydi ya!.." dedikleri için, senin göğsün geçici olarak
daralmıştır" şeklinde olur.
Eğer "Hazine
nasıl iner?" denilirse, biz deriz ki:
Bununla, "kenz,
hazine olarak edinilen şey" kastedilmiştir. Arapların âdeti, çok olan malı
bu isimle adlandrrmak şeklinde cereyan etmektedir. Buna göre o müşrikler, sanki
şöyle demişlerdir: "Şayet sen, herşeye kadir olmakla vasfettiğin ilahın
elçisi olman hususunda doğru söylüyorsan ve sen O'nun katında kıymetli ve
değerli isen, sana, sayesinde herşeyden müstağni olacağın,dostlarını
sıkıntıdan, meşakkatten kurtaracağın; böylece işlerini halledebileceğin ve
yardımcılarına destek olabileceğin birşey inmeli değil miydi? Yine sen eğer
doğru söylüyorsan. Aliah Teâlâ, senin sözünün doğruluğu hususunda sana şehâdet
edecek ve maksadına ulaşmanda sana yardımcı olacak, böylece de nübüvvetin
hususundaki şüphenin ortadan kalkmasına vesile olacak bir meleği, beraberinde
indirmeli değil miydi? Binâenaleyh, senin ilâhın bunu yapmadığına göre, sen
doğru söylemiyorsun^' Böylece Allah Teâlâ da onun, ikâbla inzâr eden, sevâbla
da müjdeleyen bir peygamber olduğunu ve onun, böylesi şeyleri yapmaya muktedir
olmadığını; onu gönderenin ancak bütün bunlara muktedir olduğunu, bundan dolayı
da dilerse, bunları yapacağını, dilerse yapmayacağını; fiilleri ve hükümleri
hususunda hiç kimsenin kendisine itirazda bulunamayacağını beyân etmiştir.
Ayetteki vekîl kelimesinin manası, hafîz demektir. Yani. "Onların
amellerini muhafaza eden" yani, "Onlara, onunla karşılık
veren..." şeklindedir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ne yücedir ki O,
dilerse sana bunlardan daha hayırlı olmak üzere, altından ırmaklar akıp duran
cennetler verir, senin İçin saraylar yapar (.. .) (Furkan,10) ve "B/z,
dediler, sana katiyyen inanmayız. Tâ ki bizim için şu yerden bir pmar akıtasın
(...) "De ki: "Rabbimin sânı yücedir. Ben, resul bir beşerden başkası
mıyım ki!?.." (isrâ,90-93) ayetleridir.
[47]
"Yoksa Kur'ân'ı
kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: "O halde haydi siz de onun sûreleri
gibi on sure getirin, düzme ve uydurma olarak!.,, Allah'dan başka çağırabileceğiniz
herkesi de çağırın, eğer iddianızda doğru iseniz..
(Hûd, 13).
Bil ki müşrikler, Hz.
Peygamber'den mucize isteyince, O: "Benim mucizem, bu Kur'ân'dır. Tek bir
mucize tahakkuk edince, fazlasını istemek haddi aşmak ve cehalet olur"
dedi. Sonra da, Kur'ân'ın bir mucize olduğunu, onlara o Kur'ân'a muaraza
etmelerini istemekle meydan okuyarak beyân etti. Bu ayetin muhtevasının izahı
hem Bakara 23, hem de Yunus 38. ayetlerin tefsirinde detaylı bir biçimde
geçmişti. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[48]
Ayetteki ifterâhu
kelimesindeki mef'ûl zamiri, bir önceki ayette geçen "sana vahyohnan şey,.." kısmına râcidir. Yani,
"Şayet onlar, "sana vahyedilen bu şey uydurulmuştur" derlerse
onlara, "haydi, isterse uydurulmuş* hakikatsiz sözler olsun, bunun gibi on
sure getirin" de!.." demektir. Ayetteki mislini kelimesinin, o on
sûreden herbirine hamledilebilmesi için, emsalini anlamındadır. Bununla, o
sûrelerin toplamının murad edilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira,
on sûrenin toplamı bir sûre olmuş olur.
[49]
İbn Abbas[50]
şöyle demiştir: "Tehaddîye (meydan
okumaya) esas teşkil eden bu sûreler muayyen ve belli olup, bm)ar Bakaraı Âl-i
jmran, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl, Tevbe, Yûnus ve Hûd (a.s) sûreleridir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"De ki: "O halde, haydi siz de onun sûreleri gibi on sûre getirin
düzme ve uydurma olarak!..." hitabı, bu sûreden önce geçmiş olan sûrelere
bir işarettir." Bu hususta bir müşkil ortaya çıkar: Zira bu sûre Mekki, bu
sûreden önce geçen sûrelerin bir kısmı ise, Medenîdir. Binâenaleyh, bu on sûre
ile, bu söz söylendiğinde henüz nazil olmamış olan o sûreler nasıf kasdedilmiş
olabilir? Bu sebeple, daha münasip olan, meydan okumanın, kendisinde kelâmın terkîb
ve ahenginin kuvvetinin müşahede edildiği herhangi on sûre ile tahakkuk
ettiğinin söylenmesidir.
Bil ki, on sûre ile
meydan okumanın, tek bir sûre ile meydan okumadan mutlaka .önce olması gerekir.
Bu, bir kimsenin, bir başkasına, "Tıpkı benim yazdığım gibi, on satır
yaz..." deyip, sonra da, onun bunu yapmaktan aciz olduğu görülünce,
"Ben, onun gibi olan tek bir satırla yetindim" demesi gibidir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Daha önce de geçtiği üzere, tek bir sûreyle meydan okuma
meselesi, Bakara ve Yunus sûrelerinde varid olmuştur. Bu sûrenin Sakara
sûresinden önce olmasına gelince, hu aşikârdır. Zira bu sûre Mekki, Bakara
sûresi ise Medenî'dir. Ama, Yunus sûresindekine gelince, buradaki problem de
zail olmuştur. Zira, bu iki sûreden her biri Mekkî'dir. Bu sözün doğru
olabilmesi için, bizim zikrettiğimiz delil, Hûd Sûresinin, nüzul itibariyle
Yûnus Sûresinden önce olmasını gerektirir.
[51]
Alimler, Kur'ân'ın
mu'cizliğinin hangi hususta olduğu konusunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları bunun,
fesahatinde; bazıları
üslubu; bazıları tenakuzun bulunmaması; bazıları, onun pek
çok ilim ihtiva etmesi;
bazıları sarf bazıları
gaybî haber kapsaması hususunda olduğunu söylemişlerdir. Bana ve ekser âlimlere
göre Kur'ân'ın asıl i'caz vechi, onun fesahatidir. Bu görüşte , olanlar, bu
ayeti görüşlerinin doğruluğuna dair delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Kur'ân'ın mucize olması şayet, ihtiva ettiği ilimlerin çokluğu yahut
gaybtan haberler vermesi, yahut da tenakuzun bulunmaması hususunda olsaydı o
zaman Cenâb-ı Hakk'ın, müftereyât ifâdesinin bir manası kalmazdı. Ama,
Kur'ân'ın i'câz yönü, onun fesahati olunca, bu lafzın kullanılmış olması doğru
olur. Zira, fasîh olanın fesahati, söylediği ister doğru ister yalan olsun,
onun sözüyle ortaya çıkar.
Hem, Kur'ân'ın mucize
olmasının sebebi "sarf" olmuş olsaydı, o zaman, fesahat hususunda
düşük ve zayıf olan kelâmın bu gayeye delâlet etmesi, fesahat bakımından daha
üstün olan kelamından daha kuvvetli olurdu.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, meydan okuma vechini iyice izah ederek ''Allah 'tan başka
çağırabileceğiniz herkesi de çağırın, eğer İddianızda doğru iseniz"
buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın da, "Yoksa onu (Kur'ân't) kendisi
mi uydurdu diyorlar?" buyurduğu gibi. eğer onun uydurulmuş olduğu
iddiasında doğru iseniz..." demektir. Bil ki bu söz, dinin isbatı
hususunda mutlaka aklî ve naklî delillerin izah edilmesi gerektiğine delâlet
eder. Zira Allahu Teâlâ. Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti hususunda, işte bu
delili, işte bu hücceti getirmiştir. Binâenaleyh, şayet din, ancak delil ile
tamamlanmış olmasaydı, bunun zikredilmesinin herhangi bir faydası olmazdı.
[52]
"Eğer bunun
üzerine onlar da size cevap veremedilerse bilin ki. demek, o (Kur'ân) ancak'Allah'ın
ilmiyle indirilmiştir. (O Allah ki), hakikaten kendisinden başka hiç bir Tanrı
yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz: (Hüd. 14).
Bil ki önceki ayet,
iki hitabı kapsamıştır:
a)
Hz.
Peygamber'e hitab.ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın,"De ki: "O halde haydi siz
de onun gibi on sûre getirin, isterse düzme ve uydurma olsun"(Hûd. 13)
ayetidir
b) Kâfirlere hitab, ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'tan başka çağırabileceğiniz herkesi de çağırın "(Hüd.
gayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "Eğer bunun üzerine
onlar da size cevap
verem'ediierse (...)"
buyurunca, bundan muradın, "O kâfirler, kendilerine imkânsız ve zor
geldiği için Kur'ân'a karşı koyma teklifine cevap veremediler." şeklinde
bir mana olması muhtemel olduğu gibi, "Onların, Allah'dan başka yardıma
çağırdığı kimseler icabet etmediler..." şeklindeki bir mananın
kasdedilmesi muhtemeldir. İşte bundan dolayı müfessirler, şu iki görüş üzere
ihtilaf etmişlerdir:
[53]
Birinci görüş: Bu
görüşe göre bu ifâde hem H2. Peygamber'e, hem de mü'minlere bir hitap olup,
kastedilen mana şudur: "O kâfirler şayet, Kur'ân'a muaraza etme teklifine
icabet etmezlerse, bilin ki, demek o (Kur'ân) ancak Allah'ın ilmiyle
indirilmiştir." Buna göre mana, "üzerinde olduğunuz ilim üzere devam
edin. O Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş olduğu hususundaki katî bilginizi
ve kararlılığınızı, azminizi artırınız" şeklinde otur. buyruğunun manası
da, "Artık siz muhlis, muvahhid oluyor musunuz?" şeklinde olur.
Bazıları da, bu
ifâdede bir hazfın bulunduğunu, buna göre kelamın takdirinin de, "Ey
müslümanlar, o kâfirlere, "Biliniz ki, o Kur'ân ancak Allah'ın ilmi ile
indirilmiştir" deyiniz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
İkinci görüş: Bu,
kâfirlere yapılan bir hitap olup, mana şöyledir: "Allah'tan başka
çağırdığınız o kimseler, Kur'ân'a muâraza etme hususunda size yardımcı olma
teklifinize icabet etmezlerse, ey kâfirler biliniz ki, bu Kur'ân ancak Allah'ın
ilmiyle indirilmiştir. Şu halde sizi deliller ilzam edip susturduktan sonra,
halâ müslüman olmaz mısınız?" Bu görüşü benimseyenler, bunun birinci
görüşten daha münasip olduğunu şunu açıklayarak söylemişlerdir: "Çünkü
sizler birinci görüşte, Hak Teâlâ'nın fa'lemû emrini "sebat edin"
manasına alma, yahut külü (deyiniz ki) lafzını takdir etme cihetine gittiniz.
Bizim ileri sürdüğümüz ihtimalde ise böyle bir takdire ihtiyaç yoktur. O halde
bizimkisi daha uygundur. Hem zamiri, daha önce bahsedilen iki şeyden en yakın
olana râcî kılmak vâcibtir. Bu ayetle bahsedilen iki şeyin zamire en yakın olanı
ise, ikinci ihtimalde söylenen şeydir. Hem sonra birinci hitab, yani,
"De" hitabı, sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılmıştır. İkinci
hitab, yani "çağırın" hitabı ise, kâfirler topluluğunadır. Hak
Teâlâ'nın, "Eğer bunun üzerine onlar da size cevap vermedüerse..."
ifadesi, bir cemaata yapılmış hitabtır. Binâenaleyh bunu, bizim dediğimiz
manaya hamletmek daha evlâ olur. Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalır:
[54]
1- Yapamadıkları Şey
Nedir?
Birinci soru: Onların cevap vermedikleri şey nedir?
Cevap: Bu, "Eğer onlar, Kur'ân'a muâraza etme hususunda
size cevap vermezlerse" demektir. Bazıları da bunun manasının, "Eğer
onlar size iman mefhumunda cevap vermezlerse..." şeklinde olduğunu
söylemişlerdir ki bu uzak bir ihtimaldir.
[55]
İkinci soru:
"Size" ifâdesi ile, kimlere işaret edilmiştir?
Cevap: Eğer ayetteki,
"Eğer bunun üzerine onlar da size cevap vermedilerse (...)" hitabını
mü'minterle ilgili sayarsak, durum vazıhtır. Yok eğer bunu Hz. Peygamber
(s.a.s)'le ilgili sayarsak, bu soruya şu iki şekilde cevap verilir:
a) Bununla, "Eğer onlar sana ve mü'minlere cevap
vermedilerse..." manası kastedilmiştir. Çünkü hem Hz. Peygamber (s.a.s),
hem de mü'minler, o kâfirlere meydan okuyorlardı. Allah Teâlâ bir başka ayette
de, "Sana icabet etmek (teklifine karşılık vermek) istemezlerse, bil ki
onlar sırf nevalarının arkasından gitmektedirler" (Kasas. 50) buyurmuştur.
b)
Ayetteki
"size" zamirinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e saygı için cemi olarak
getirilmiş olması da mümkündür.
[56]
Üçüncü soru: Bu ayette
geçen şart ile ceza (cevap) arasında ne ilgi vardır?
Cevap: Kâfirler,
Kur'ân-ı Kerimin Allah adına uydurulduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak: "Eğer ü Kur'ân benim adıma uydurulmuş ise, o zaman insanların
onun gibisini yapmaya muktedir olmaları gerekir. . İnsanlar bunu
yapamadıklarına göre, onun Allah katından olduğu sabit olmuş olur"
demiştir. Buna göre ayetteki, '"O (Kur'ân} ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir"
cümlesi, Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından ve O'nun tarafından oluşunu mecazî
olarak anlatır. Bu, hâkimin, "Bu hüküm benim ilmim ile olmuştur"
demesi gibidir.
[57]
Dördüncü soru:
Ayetteki, "(O Allah ki), hakikaten kendisinden başka hiç bir tanrı
yoktur" cümlesinin kâfirleri Kur'ân'a muaraza etmekten (benzerini
söylemekten) aciz bırakma ile ne ilgisi vardtr?
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
1) Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s}'e, o kâfirlerin
Kur'ân'a muarazayı gerçekleştirme hususunda putlarından yardım isteyerek
muarazada bulunmalarını teklif edip, sonra da ontarın bundan aciz kaidtklan
ortaya çıkınca, o putların hiçbirşey hususunda kesinlikle fayda ve zararları
olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Durum böyle olunca da, onların ilah olduğunu
iddia eden görüş, batıl olmuş oldu. Böylece de kâfirlerin putlarından yardım
istemelerinden sonra da Kur'ân'a muaraza edememeleri, o putların uiûhiyyetinin
batıl olduğunu gösteren, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin sabit olduğu
hususunda bir delil olmuş oldu. Böylece ayetteki, ''Hakikaten kendisinden başka
hiç bir tanrı yoktur" ifâdesi, putların ilah olduğu şeklindeki görüşün
aşikar yanlışlığına bir işaret olmuş olur.
2) Usûl ilminde şu vardır: Allah'ın ortaklan olmadığını
söylemek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözüyle isbatı mümkün olan meselelerdendir.
Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir. "Karşı tarafın Kur'ân'a
muâraza edememesi sabit olunca, hem Kur'ân'ın hak olduğu, hem de Hz. Muhammed (s.a.s)'in
risâlet davasında doğru olduğu sabit olmuş olur. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s),
Allah'tan başka ilah olmadığını haber vermiştir. Binâenaleyh Peygamberin
(s.a.s), nübüvvet davasında haklı olduğu sabit olunca, Onun "Allah'tan
başka tanrı yoktur' sözünün doğruluğu
da sabit olmuş olur.
3) Ayetteki "Hakikaten kendisinden başka hiç bir
tann yoktur" ifâdesi, tehdidvârî bir sözdür. Sanki şöyle denilmektedir.
"Hz. Muhammed (s.a.s)'ın, risâlet iddiasında doğru olduğu delil ile sabit
olup, siz de Allah'tan başka ilah olmadığını bildiğinize göre, o Allah'ın
kahrından ve azabından çekininiz, küfürde ısrarı bırakıp, İslâm'ı kabul
ediniz." Bunun tor benzeri de, Bakara Sûresinde, "tehaddî"
ayetinin peşinden gelen şu ayettir: 'Takat bunu yapamazsanız -ki, hiç bir zaman
yapamayacaksınız- artık sakının o ateşten ki onun tutarağı (odunu-çırası),
insan ile taştır. O kâfirler için hazırlanmıştır" (Bakara, 24).
HakTeâlâ'nın
"Artık siz müslüman oluyor musunuz?"ifadesine gelince, eğer biz bunun
mü'minlere bir hitab olduğunu söylersek, bu, "ihlası artırmaya
teşvik" manasında olmuş olur. Yok eğer kâfirlere hitab olduğunu söylersek,
bu, "İslâm'a girmeye teşvik" manasında olmuş olur.
[58]
"Kim dünya
hayatını ve onun zinetini arzu ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada
tamamen öderiz. Onlar bu hususta bir haksızlığa uğratılmazlar. Onlar öyle
kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur, işledikleri
şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten yaptıkları şeyler, hep boştur" (Hûd, 15-16).
Bil ki kâfirler, genel
olarak Hz. Muhammed {s.a.s) ile münakaşa ediyor, onun haksız, kendilerinin
haklı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor ve "Biz, hakkın hak olduğunu
göstermek ve bâtılın bâtıl olduğunu ortaya koymak için onunla çok münakaşa
ediyoruz" diyorlardı. Halbuki onlar, yalan söylüyorlardı, Çünkü onların
esas maksadları, sırf hased etmek ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e uymamaktı. İşte
bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu hususu belirtmek için bu ayeti indirdi. Bunun bir
benzeri de, "Kim âhiret ekini (mahsulü) dilerse, onun ekinini artırırız:
kim de dünya ekinini dilerse, ona da (yalnız) bundan veririz. Ahirette ise onun
hiçbir nasibi yoktur" (Şurk, 20) ve "Kim bu âcil dünya zevkini
dilerse, biz de burada ona. (evet) kimi dilersek ona-, dileyeceğimiz şeyi çabucak
veririz..." {isra, ıs) ayetleridir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[59]
Bil ki bu ayetle
ilgili iki görüş vardır:
Birinci görüş:
Bu ayet, kâfirler
hakkındadır. Çünkü
ayetteki, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu
ederse..."
ifâdesinin içine, mü'min, kâfir, sıddîk, zındık bütün insanlar girer. Çünkü
herkes dünyanın leziz şeylerinden ve güzelliklerinden faydalanmak,
menfaatlarından ve arzu duyulan şeylerinden istifâde etmek ister. Fakat ayetin
sonu, bu umumî ifâdeden, hususî mananın ve kişilerin kasdedildiğini gösterir.
Bu kişiler de kâfirlerdir. Çünkü ayetteki, "Onlar öyle kimselerdir ki'
ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur, işledikleri şeyleri, orada
boşa gider. Zaten yaptıkları şeyler hep boştur'' ifâdesi, ancak kâfirlere uygun
düşer. Buna göre ayetin manası "Kim sadece dünya hayatını ve zinetini
isterse, yani o kişinin isteği sırf dünya sevgisi ve süsü püsü olur, ahiret
mutluluklarını istemez ise, onun durumu ahirette şöyle şöyle olur" şeklindedir.
Bu görüşte olanlar, bu kâfirlerin hangi kâfirler olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bazı âlimler, bunların, öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr
eden kâfirler olduklarını, çünkü onların ahirete inanmadıklarını, bütün
arzularının dünyevi mutluluklar olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Esamm'a
aittir ve görüşü açıktır.
Bu hususta ikinci
görüşe göre, ayet âhirete ve ahiret mükâfaatına inanmadıkları halde, Hz.
Muhammed (s.a.s) ile birlikte savaşıp ganimet elde etmeyi isteyen münafıklar
hakkındadır.
Üçüncü görüşe göre,
bununla yahudî ve hristiyanlar murad edilmiştir. Bu görüş, Enes (r.a)'den
nakledilmiştir.
Dördüncü görüş, ki bu
Kâdî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre ayetin manası: "Kim yaptığı bir
hayır ile dünya hayatını ve zinetini elde etmeye niyet ederse..."
şeklindedir. Hayırlar iki kısımdır:
a)
İbadetler.
b) Canlılara faydalı olma. Bu ikinci kısma, iyilikler,
sıla-i rahim, sadaka, köprü yapmak, yolları düzeltmek, kötülükleri defetmeye
çaba göstermek ve su getirmek, çeşme yaptırmak gibi şeyler girer. Bütün bunları
kâfir, dünyada övülmek ve beğenilmek için yaptığında, hepsi sayesinde birçok
hayır ve menfaat muhtaç olanlara ulaşır, böylece de hepsi hayırlı işlerden
olmuş olur. Binâenaleyh bu tür işler ister kâfir, ister müslüman tarafından
yapılmış olsun, bir taat olmuş olur. Fakat ibadetler, belli niyetler sayesinde
taat olurlar. Bundan dolayı insan, bu belli niyet ile başlamayıp, ibadetleri
sırf dünya süsünü elde etmek için veya gösteriş ve kahramanlık duygusuna
kapılarak yaptığında, bunların varlıkları yoklukları bir olur, dolayısıyla da
taat faslından olmazlar.
Bunu iyice anladığında
biz deriz ki: Ayetteki, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu
ederse.." ifadesi ile, kâfirden sâdır olabilen taatlar (iyilikler) murad
edilmiştir.
[60]
İkinci görüş: Bu,
ayetin zahirine göre olan umumî mananın tercih edilmesi görüşüdür. Buna göre,
diyoruz ki: Ayetteki bu ifâdenin hükmüne gösteriş, riya, kahramanlık ve şöhret
için taat yapan mü'mtnler ile bu durumda olan kâfirler girer. Bu görüşte bir
problem vardır. Çünkü, "Onlar öyle kimselerdir ki âhirette kendilerine
ateşten başka birşey yoktur" ifâdesi mü'minlere uygun düşmez. Fakat biz,
bu ayetle kastedilenin, bu fasit ameller ve riya ile yapılan batıl fiiller
olduğunu söylediğimizde, müşkil ortadan kalkar.
Sonra bu görüşü
benimseyenler, bu konuda pek çok haberler zikretmişlerdir: Rivayet edildiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) "Hüzün kuyusuna (düşmekten) Allah'a
sığının" buyurdu. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın Resulü,
"Hüzün" kuyusu nedir?" diye soruldu. Hz Peygamber (s.a.s) de:
"O. cehennemde, içine mürâî (gösterişçi) kurrâlann atıldığı bir
vâdidir"[61] buyurdu.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s): "Kıyamet günü insanların azabı en şiddetli olacak olanı,
kendisinde bir hayır olmadığı' halde insanların kendisini hayırlı zannettiği
kimsedir"[62]buyurmuştur.
Ebû Hureyre (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıyamet günü
olduğunda. Kur'ân'ı (hafızasında) toplayan bir adam huzura çağrılır ve ona,
"Bu hususta ne yaptın?" denilir. O, "Ya Rabbi, ben o Kuran) gece
gündüz yerine getirdim" der. Bunun üzerine, Allah Teâlâ "Yalan
söylüyorsun. Sen! "Falanca ne güzel okuyor" denilmesini istedin.
Nitekim, senin hakkında bu da söylendi" buyurur. Yine zengin birisi huzura
getirilir ve Allah ona: "Sana bol rızık (mal) vermedim mi, sana verdiğim
şey hususunda ne yaptın?" der. O zengin: "Sıla-i rahimde bulundum
(akrabalarıma yardım ettim) ve tasaddukta bulundum " der. Bunun üzerine,
Hak Teâlâ; "Yalan söylüyorsun, aksine sen "Falanca cömerttir'
denilmesini istedin. Nitekim, bu da denildi" buyurur. Yine Allah yolunda
cihâd edip öldürülen birisi getirilir ve o: "Ben cihâd için savaştım ve
öldürüldüm" der. Allah Teâlâ: "Yalan söylüyorsun, aksine sen.
''Falanca ne kadar cesur" denilsin istedin, bu da denildi"
buyurur." Ebu Hureyre <r.a) sözüne şöyle devam eder: "Resûlullah
(s.a.s) daha sonra, benim dizlerime vurarak, "Ey Ebu Hureyre, işte bu üç
(çeşit) kimse Kıyamet günü. cehennemin tutuşturulup cayır cayır yandığı
mahlukatm ilkidir" buyurdu. Rivayet olunduğuna göre. Ebu Hureyre (r.a) bu
hadisi Muâviye (r.a)'nin yanında nakletti. Râvî şöyle der: ' Muaviye öyle
ağladı ki, onun helak olacağını sandık. Sonra kendine gelince, "Allah ve
Resulü doğru söyledi" deyip, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini
arzu ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz "
ayetini okudu.[63]
O amellerin
ücretlerinin tastamam ödenmesinden murad. onların. müstehak oldukları mükâfatın tamamının, onlar
dünyada iken kendilerine verilmesidir. Binâenaleyh, onlar bu dünyadan göçünce,
kendileriyle beraber o amellerden, o hayır işlerinden de bir eser kalmaz,
Aksine, onlar için ahirette, artık sadece ateş vardır.
Bil ki, akıl da,
kesinlikle bunun böyle olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira amelleri,
dünyada medhedilmek ve riya olsun diye yapan herkesin kalbine, dünya sevgisi
galip gelmiş ve onun kalbinde, böylece ahiret sevgisi yer etmemiştir. Çünkü o,
âhireti ve o ahiretteki mutlulukları tanısaydı, o hayırları sırf dünyada
yapmaktan ve âhiret işini unutmaktan kaçınırdı. Böylece, o iyi işleri, sırf
dünya için yapanın, dünyaya olan arzusunun mutlaka büyük ve çok, ahirete olan
arzusunun da bulunmaması gerekir. Böyle olan herkes öldüğü zaman, bütün dünya
menfaatlerini geride bırakmış, onları artık bulamaz olmuş ve onları, artık elde
tutamaz ve elde edemez olmuştur. Binâenaleyh, bir şeyi sevip de, sonra da
kendisiyle o sevdiği şey arasına bir engel giren kimsenin kalbinde, mutlaka
hasret ateşlerinin tutuşup yanması gerekir. Böylece, bu aklî delil ile, sırf
dünya hallerini taleb etmek amacıyla iş yapan herkesin, o ameline uygun olan
dünyevî o menfaati elde edeceği; öldüğü zaman ise, onun için o dünya
menfaatinde sadece ateş bulunacağı ve o amelin ahirette boşa çıkıp hiçbir fayda
veremeyeceği, tesirinin de olmayacağı kesinlik kazanmış olur.
[64]
"(Yalnız dünya
hayatını arzu eden kimse), Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunup da ardınca
yine ondan bir şahit gelen, ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere
Musa'nın kitabı olan kimse gibi midir ki. böyle olanlar ona (Kur'âna)
inanırlar. Herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaat edilmiş yer, ateştir. Sen
de bundan şüphe içinde olma. Çünkü o. haktır. Rabbindendir. Fakat insanların
çoğu iman etmezler" (Hûd, 17).
[65]
Bil ki bu ayetin daha
önceki ayetle münasebeti aşikârdır. Buna göre ayetin takdiri, "Rabbinden
bir beyyine, delil üzere olan, dünya hayatını ve zînetini isteyip de kendileri
için ahirette sadece ateş bulunan kimseler gibi olur mu? (Olmaz)"
şeklindedir. Ancak ne var ki, cevap çok açık ve belli olduğu için,
hazfedilmiştir. Böylesi ifâdelerin benzerleri Kur'ân-ı Kerimde pek çoktur. Bu,
meselâ "Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam mı
(Allah'ın hidayet ettiği kimseler gibi muamele görecek?) Şüphe yok ki Allah
kimi dilerse şaşırtır... "(Fam-, 8) "Yoksa o. (...) gecenin
saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir hâlde taat ve İbâdet eden kimse
(gibi) midir?" (Zümer. 9) ve "De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?. ."(Zumer.9) ayetleri gibidir.
[66]
Bit ki bu ayet, hepsi
de mücmel olan dört laffz ihtiva etmektedir:
1) Allah Teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil
üzerinde bulunmakla nitelediği kişinin kim olduğu.
2)
Bu beyyine ile
neyin kasdedildiği.
3)
Yetlûhü kelimesinden
maksad, Kur'ân mıdır, yoksa o şahidin başkasının peşinden gitmesi midir?
4) Bu "şâhid" nedir? İşte bu dört husus,
mücmeldir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu ayet üzerinde çok ihtilâf
etmişlerdir.
[67]
Birincisine gelince,
ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla
nitelediği.kimsenin kim olduğudur? Bununla Hz. Peygamber {s.a.s)'ın kasdedilmiş
olduğu ileri sürüldüğü gibi, yine bununla Abdullah İbn Selâm ve diğerleri gibi,
yahudilerden müslüman olanların murad edildiği de ileri sürülmüştür ki, işte
bu. ayetin sonundaki. "İşte böyle olanlar ona (Kur'ân'a} inançlar"
ifâdesinden dolayı, apaçık anlaşılmaktadır. Zira bu ifâde çoğul olup, O'nun Hz.
Peygamber'e râci kılınması doğru olmaz. "Beyyine" (delil)den maksad,
sayesinde hak dinin doğruluğunun bilindiği, "beyân" yani naklî delil ile aklî delillerdir.
Yetlûhu kelimesindeki
zamir "beyyine"nin manası olan,naklî ve aklî delillere racidir.
"Şahid" ile kastedilen ise, Kur'ân'dır. Minhu tafzındaki zamir ise
Allah'a râci olup, "Allah'tan" demektir. ifadesinin manası, "Bu
aklî delili. Kur'ân gelmezden önce Musa'nın kitabı izledi..." demektir.
Bil ki. Hz. Musa'nın
kitabının, Kur'ân'a tâbi olması, meydana gelmede değil de, tam aksine aynı
gayeye delâlet etme hususundadır. İmam-en (imam olarak) kelimesi de. hâl olmak
üzere mansûbtur. Netice olarak Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Bu
dinin doğruluğunu ortaya koyma hususunda şu üç şey birbirini desteklemiştir:
a)
Aklî deliller
dinin doğruluğuna delâlet etmektedir.
b)
Kur'ân. o
dinin doğruluğuna şehâdet etmektedir.
c)
Tevrat o dinin
doğruluğuna şehâdet etmektedir. İşte, bu üç şey bir araya gelince, o dinin
doğruluğu hususunda hiçbir şek ve şüphe kalmaz. Bu görüş, bu ayet hakkındaki
görüşlerin en güzeli ve lafzına mutabakat etmeye de en yakın olanıdvr. Bu
hususta başka görüşler de bulunmaktadır:
[68]
Birinci görüş: Allah
Teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği, Hz.
Muhammed (s.a.s); "beyyine" ise, Kur'ândır. Yetlûhu ile de, kıraat
manasına gelen "tilâvet11 kastedilmiştir. Böyle olması halinde, bu görüşü
benimseyenler, ayetteki şâhid lafzını tefsir etmek için şu hususları ileri
sürmüşlerdir;
a) Bu, Cebrail (a.s)'dir. Buna göre mana, "Cebrail
(a.s), Kur'ân't Hz. Muhammed (s.a.s)'e okuyordu..." şeklinde olur.
b) Bu şahid Hz. Muhammed (s.a.s)'in lisânıdır. Bu, Hasan
el-Basrî'nin görüşü ve Muhammed İbnu'l-Hanefiyye'nin. Hz. Ali (r.a)'den yapmış
olduğu bir rivayettir. O şöyle demiştir: "Ben babama,"Talî"
(okuyan; veya, tâtî, ikinci olan..) sensin" dediğimde o, "Tâli ne
demektir?" deyince de ben, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğudur" dedim. Bunun
üzerine o da "Benim, o olmamı arzu ederdim; ancak ne var ki o, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in lisânıdır" dedi. İnsan, Kur'ân'.ı okuyup, lisanı ile
de onu takip edince, o zaman lisân, hiç şüphesiz, mecazi manada "talî
(izleyen)" olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Gören göz"
"İşiten kulak", "Konuşan dil" denilmiştir.
c)
Bununla, Hz.
Ali İbn Ebi Talib (r.a) kasdedılmiştir. Buna göre mana, "O. o
beyyineyi okur" şeklinde
olur. Minhu kelimesinin
manası ise, "Bu
şahit, Muhammed'dendir ve O'nun bir parçasıdır" şeklinde olur ki
bundan murad bu şahidi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bir parçası kılmakla
şereflendirmedir.
d)
Yetlûhü
kelimesinden, Kur'ân murad edilmeyip, aksine,
bu şahidin, o beyyinenin hemen peşinden gelmesi murad edilmiştir. Bu
şıktaki izaha göre, bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in
şekli şemaili, onun yüzü ve alâmetleri; evet bütün bunlar, onun doğruluğuna
şehadet etmektedir. Zira, aklını kullanarak ona bakan kimse, onun ne bir
mecnûn, ne bir kâhin, ne bir sihirbaz, ne de bir yalancı olmadığını anlar.
"Bu şahidin ondan olması"ndan maksad ise. bu hallerin, Hz. Peygamber'in
zâtı ile alâkalı olduğudur.
İkinci görüş: Buna
göre Cenâb-ı Hakk'ın bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş olduğu kimseler,
mü'minlerdir ki, bunlar da, Hz. Peygamber'in ashabıdır. "Beyyine" ile
Kur'ân murad edilmiş olup, yetlûhü kelimesine de, "Hüccet olan kitabı
takib eder" anlamı verilmiştir. Yani, "O kitabı. Allah'dan olan bir
şâhid izler ve tâkib eder" demektir. Bu görüşe göre âlimler, (bu kez de)
şahidin kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları
bunun, Hz. Muhammed (s.a.s) olduğunu ileri sürerken; diğer bazıları da şöyle
demişlerdir: "Tam aksine o şahid, Kur'ân'ın, kendisini inceleyen ve tetkik
eden herkesin, onun bir mucize olduğunu anlayabileceği bir tarzda olmasıdır. Bu
tarz da, Kur'ân'ın tam bir fesahat, mükemmel bir belagat ihtiva etmesi ve onun,
beşerin bir benzerini getirmeye muktedir" olamayacağı bir biçimde
olmasıdır. (Bu görüşe göre) Cenâb-ı Hakk'ın iÜ AaLi ifâdesine, "O
beyyinelerden bir şahit" manası verilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın halleri ve
kıraatlarla ilgili sıfatları bununla alâkalıdır.
Üçüncü görüş: Ferrâ
şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin manası, her ne kadar İncil
Kur'ân'dan önce indirilmişse de, "İncil Kur'an'ı takib eder, izler"
demektir. Buna göre mana, "İncil o Kur'ân'ı tasdikte takib eder"
şeklinde olur. Bunun izahı şöyledir: Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i,
İncil'de de zikretmiş ve o İncil'de, Muhammed (s.a.s)'e imanı emretmiştir.
Bil ki, bü iki görüş,
her ne kadar ihtimal dahilinde iseler de, birinci görüş daha kuvvetli ve daha
tamdır.
Bil ki Allah Teâlâ,
Musa (a.s)'nın kitabını, bir imâm ve rahmet olarak vasfetmiştir. Onun bir imâm
olmasının manası, onun, insanların tâbi oldukları bir kitap olması ve
kanunlarını ve şer'î hükümlerini bilme hususunda kendisine müracaat ettikleri
mercî, rehber olmasıdır.
Rahmet olmasına
gelince: Bu, bu kitabın, gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda hakka ve doğruya
iletmiş olmasıdır ki bu, rahmet ve mükâfaatın tahakkuk etmesinin sebebidir.
Binâenaleyh o, rahmetin sebebi olunca, "müsebbeb"in sıfatının
"sebeb"e verilmesi kabilinden, buna rahmet adı verilmiştir.
[69]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
''böyle olanlar ona (Kur'ân'a) inanırlar" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı
Hakk'ın, Rableri tarafından olan bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş
olduğu o kimseler, bu dinin doğruluğuna inanırlar" demektir.
Bil ki, gaye ve
matlûblar ikiye ayrılır: Doğrulukları bedîhî olarak bilinenler; bilgilerini
elde etme hususunda istek,sa'y-u gayret ve bir çaba gerektirenler. Bu ikinci
kısım da ikiye ayrılır, Zira, bilgileri elde etmenin yolu, ya hüccettir (naklî
delildir), yahut da akıl ile elde edilen burhandır (aklî delildir). Vahiy ve
ilhamdan elde edilene gelince, işte bu iki yol, bilinmeyenleri bilme hususunda
kendilerine başvurulan iki yoldur. Dolayısıyla, bunlar biraraya gelip
birbirlerini desteklediklerinde, kuvvet ve sağlamlık hususunda en son noktaya
ulaşmış olurlar. Sonra, Allah'ın peygamberleri de çoktur. Binâenaleyh, Allah'ın
peygamberlerinin sözleri, o dinin sıhhat ve doğruluğu hususunda birbirini
tutup, yakîni ve aklî delil de, o dinin sıhhatine delâlet edince, işte
ulaşılmış olan bu derece ve nokta, kuvvet itibariyle kendisine başka bir şeyin
ilâve edilmesine gerek kalmayan bir mertebe olmuş olur, Şu halde Cenâb-ı
Hakk'ın. ifadesindeki "beyyine" ile, aklî ve yakînî deliller
kastedilmiş olup, ifâdesi, Hz. Muhammed (s.a.s) için tahakkuk etmiş olan vahye;
ifadeleriyle de Hz. Musa (a.s) için tahakkuk etmiş olan vahye işaret
edilmektedir. İşte bu üç husus bir araya gelince, bu yakînî bilgi, kuyvet,
açıklık ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak olan
bir noktaya ulaşmış olur.
[70]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer ateştir"
buyurmuştur ki, bu ayetteki ahzâb (hizipler, topluluklar) ile kâfir çeşitleri
kastedilmiştir. Binâenaleyh, yahudî, hristiyan ve mecusiler bu hükmün kapsamına
dahi] olurlar, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Musa'dan Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir
Benim peygamberliğimi
herhangi bir yahudi ve hıristiyan duyar da iman etmezse, o mutlaka
cehennemliklerden olur"[71]
buyurmuştur. Ebu Musa: "Ben kendi kendime, Hz. Peygamber bu sözü, ancak
Kur'ân'dan mülhem olarak söylemiştir diye düşündüm ve derken bir de baktım ki
Cenâb-ı Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer
ateştir" buyurmakta" demiştir. Bazı kimseler de: "Ayet, onu
inkâr eden kimsenin vaadedilmiş yerinin ateş olduğuna delâlet edince, onu İnkâr
etmeyenin yerinin de, ateş olmadığına delâlet etmiş olur" demişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sen efe bundan şüphe içinde olma. Çünkü o, Rabbinden bir
gerçektir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) "Bu dinin doğruluğu ve Kur'ân'ın Allah katından
indirildiği hususunda bir şüphe içinde olma.." Mananın böyle olması
halinde bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetiyle alâkalı olmuş olur.
b) Kâfirlere vaadedilen yerin cehennem olduğunda hiç
şüphen olmasın..." Mîm'in dammesiyle, şeklinde de okunmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Takat insanların çoğu iman etmezler" buyurmuştur. Bu ifâdenin takdirî
manası: "Gerçek iyice ortaya çıktığına göre, sen ona tabi ol; ister
inansınlar, isterse inanmasınlar, cahillere aldırma..." şeklindedir.
Doğruya en yakın olan, bundan murad edilen mananın, "İnsanların çoğu, daha
önce bahsedilen o Kur'ân'ın vasıflarına inanmazlar" şeklinde olmasıdır.
[72]
"Allah'a karşı
yalan düzenden daha zalim kimdir? Onlar Rablerine arzedilecekler. Şâhidler de.
'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" diyecek. Haberiniz
olsun ki Allah'ın laneti zalimlerin tepesindedir. Öyle zalimler ki insanları
Allah'ın yolundan vazgeçirir, onu eğriltmek isterler. Onlar âhireti inkâr
edenlerin ta kendileridir" (Hûd, 18-19).
Bil ki kâfirlerin,
pekçok âdeti ve farklı farklı yolları, gidişatları vardır. Bunlardan birisi,
meselâ onların dünyaya çok fazla düşkün olmaları ve dünyayı elde etmedeki aşırı
arzulandır. Allah Teâlâ, onların bu gidişatlarının bâtıl olduğunu (Hûd. 15}
ayetiyle beyan buyurmuştur. Bir diğerde, onların Hz. Peygam-ber'in nübüvvetini
inkâr, mucizelerini de tenkid etmeleridir. Cenâb-ı Hak bu iddialarını da (Hûd,
17) ayetiyle iptal etmiştir. .
Bir üçüncüsü de
onların, putlarının, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia
etmeleridir ki, Allah Teâlâ bunu da, işte bu pyetiyle iptal etmiştir. Bu
böyledir. zira bu iddia, Allah'a bir iftira atmaktır. Allah, kendisine iftira
atanlarla ilgilivaîd ve tehdidini beyân buyurunca, bu da, onun içine girmiş
olur.
Bil ki, ''Allah'a
karşı yalan düzenden daha zalim kimdir?" ayeti, mübalağa sadedinde
zikredilmiş bir ifadedir. Bu cümlede Allah'a karşı iftirada bulunmanın, zulüm
çeşitlerinin en büyüğü olduğuna bir delâlet bulunmaktadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, böylesi kimselerle alâkalı olan vaîd ve tehdidini "Onlar Rablerine
arzedilecekler.." buyruğu ile beyan etmiştir. Allah, bu arzolunma işi sırf
kendilerine has olduğu için onları bu şekilde tavsif etmiş değildir. Çünkü
arzolunma bütün kullar için umumi bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Hepsi saflar halinde Rabbine arzedi!mişIerdir"(K8bi,48) buyurmuştur.
Allah bununla ancak, onların arzolunacaklarını ve böylece de,onlar
arzolunurken, şahidlerin, "hte bunlar Rablerine karşı yalan
söyleyenlerdir.. "demesiyle rüsvay ve perişan olacaklarını ve böylece de
onlar için alabildiğince fazla olan rüsvaylık ile cezanın tahakkuk edeceğini
anlatmak istemiştir.
[73]
Birinci soru: Allah'ın
herhangi bir mekânda bulunması caiz olmadığına göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl,
"Onlar Rablerine arzed ilecekler..." buyurmuştur?
Cevap: Bu,
"Onlar, hesâb ve suâle çekilmek için hazırlanmış olan yerlere
arzedilirler" demektir.
Bu arz'ın, Allah'ın
emriyle O'nun rnahlûkatından dilemiş olduğu meleklerine, peygamberlere ve
müzminlere olması da caizdir.
[74]
İkinci soru: Bu sözün,
kendilerine nisbet edilmiş olduğu o şahitler kimlerdir?
Cevap; Mücâhidi
"Bunlar, dünyada iken o insanların üzerinde olup. onların amellerini kayıt
ve muhafaza eden meleklerdir" derken, Katâde ve Mukâtil. "bu
şahitlerin insanlar olduğunu" söylemişlerdir. Bu, Arapça'da tıpkı,
"insanların huzurunda" manasının kastedilerek, denilmesi gibidir.
Diğer alimler de, "bunların peygamberler (a.s) olduğunu" söylemişlerdir.
Nitekim, Cenâb-ı Hak: "Kendilerine peygamber gönderilenlere de mutlak
soracağız, onlara gönderilen peygamberlere de muhakkak soracağız "(Araf.
6) buyurmuştur: O şahitlerin sözünün nazâr-ı dikkate alınmasının gayesi ise,
onları iyice rüsvay etmektir.
Üçüncü soru: Eşhâd
kelimesi çoğul bir kelimedir. O halde bunun tekili nedir?
Cevap: Sahib (cem'i
ashâb: arkadaşlar),' nasır (cem'i ensar: yardımcılar) kelimeleri gibi eşhâd da
şâhid'in cem'idir. Fakat şerif (cem'i eşraf) kelimesi gibi eşhad, şehîd
kelimesinin cem'i de olabilir. Ebu Ali e!-Farisî şöyle demiştir: "Sanki bu
ikincisi, tercihe daha şayandır. Çünkü Kur'ân'da aynı kelime; vezninde
gelmiştir. Bu, peygamber de sizin
üzerinize tam bir şahit olsun diye..."(Bakara 143) ve "onların
üzerine de (habibim) seni bir şahit olarak getirdiğimiz"(Nisa. 41)
ayetleri gibidir.
Sonra Cenâb-ı Hak.
onların Kıyamet günündeki azâb içindeki hallerini haber verince, şu anki
hallerini de haber vererek, "Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zâlimlerin
tepesindedir..." buyurmuş ve böylece onların şu anda, Allah'tan olan bir
lanet içinde bulunduklarını beyân etmiştir.
Daha sonra da onların
ayrılmaz vasıflarının, insanları Allah'ın yolundan alıkoymak ve Allah'ın
yolunun eğriliğini istemek olduğunu açıklamıştır. Yani onlar, küfrü ve
sapıklığı iltizâm etmeleri suretiyle, kendilerine zulmettikleri gibi, onlar bu
zulümlerine, insanları gerçek dinden vazgeçirmeyi, din hususunda şüpheler
uydurmayı ve dosdoğru delilleri eğri büğrü olarak göstermek istemeyi de
katmışlardır. Zira, Arapça'da isyan eden kimse hakkında, deyimi kullanılmaz. Bu
ifâde ancak, delillerin doğruluğunun keyfiyyetini bilip de. şüpheler atmak ve
sapıklıkları yayıp yerleştirmek suretiyle o delillerin nasıl tersyüz
edileceğini, eğri hale getirileceğini bilen kimseler hakkında kullanılır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir" buyurmuştur.
Zeccâc, buradaki hüm kelimesinin, onların küfürdeki ısrarlarını tekîd etmek
için tekrarlandığını söylemiştir.
[75]
"Onlar yeryüzünde
Allah'ı âciz bırakabilecek değillerdir. Kendilerini Allah'tan kurtaracak hiçbir
hamileri de yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (hakkı)
işitmeye kadir olamazlardı, onu göremezlerdi de. Onlar nefislerine ziyan
edenlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler (putlar) da kendilerinden uzaklaşıp
kaybolmuşlardır. Şüphesiz onlar âhirette ençok zarar görenlerin ta
kendileridir" (Hûd, 20-22).
Bil ki, Allah Teâlâ, o
inkarcı münkirleri, zemmetmek sadedinde pekçok sıfatla vasf etmiştir.
Birinci sıfat: Onların, Allah adına birşeyier uydurmalarıdır. Bu,
"Allah'a karşı yalan düzenden daha zalim kimdir?" (Hûd. 18) ayetinin
İfâde ettiği husustur.
İkinci sıfat: Onların, zillet hakirlık, kepazelik ve ceza
meydanının ortasında, Allah'ın huzuruna çıkarılıp arzolunmalandır. Bu da
"Onlar Rablerine arzedilecekler..." , 18) ayetinin ifade ettiği
husustur.
Üçüncü sıfat: Onlar için rüsvayiık, ceza ve büyük bir utancın
tahakkuk etmesidir. Bu da "şahidler de. "işte bunlar Rablerine karşı
yalan söyleyenlerdir" ayetinde beyan edilmiştir.
Dördüncü sıfat: Onların, Allah tarafından lanete uğratılmış
olmalarıdır. Bu da "Haberiniz olsun ki. Allah'ın laneti zalimlerin
tepesindedir"(Hûd, 18) ayetinin ifâde ettiği husustur.
Beşinci sıfat: Onların, Allah yolundan ve hakka uymaktan, insanları
men edici olmalarıdır. Bu da, "Öyle zalimler ki insanları Allah'ın
yolundan vazgeçirirler..." , 19) buyruğunda bildirilmiştir.
Altıncı sıfat: Bu, onların, ortaya şüpheler atmak ve dosdoğru olan
delilleri de tersyüz etme hususundaki çaba ve gayretleridir ki, bu, ayette
"onu eğriltmek isterler" kaydı ile ifade edilmiştir.
Yedinci sıfat: Onların, kâfir olmalarıdır. Bu, "Onlar ahireti
inkâr edenlerin ta kendileridir' (Hûd, 9j cümlesinde bildirilmiştir.
Sekizinci sıfat: Onların, Allah'ın azabından kaçamayışlandır. Bu da
"C yeryüzünde Allah'ı aciz bırakabilecek değillerdir" (Hûd, 20)
ayetinin ifâde " husustur.
Vahidî şöyle demiştir:
"İ'caz kelimesinin manası, maksadı gerçekleş' men etmektir. Arapça'da,
"Beni maksadımdan alıkoydu" manasında denilir." O hatde
ayetteki, deyiminin manası şöyle olur: "Onlam. tarr azabımızdan kaçıp
kurtulmaları mümkün değildir. Zira kulun, Allah'ın azabın kaçması imkânsızdır.
Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün mümkinâta kâdirdr C ıunİM uzaklık, yakınlık, güçlülük
ve zayıflılık ile değişmez."
Dokuzuncu sıfat: Onların, kendilerinden Allah'ın azabını savuşturacak
dostlarının bulunmayışıdır. Bundan maksat ise, onların, putları, Allah katında
kendilerinin şefaatçileri saymalarını reddetmektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabilecek değillerdir" buyruğu,
onların kaçıp kurtulamayacaklarına; "kendilerini Allah'tan kurtaracak
hiçbir hamilen de yoktur" buyruğu da hiç kimsenin, onları o azâbtan
kurtaramayacağına delâlet eder.
Böylece Allah Teâlâ,
onların kendilerine yönelik olanla başkalarına yönelik olanı bir arada
zikretmiş ve böylece onların, gerek dünyevi gerekse uhrevi >azabtan
kurtulmaları hususundaki çarelerinin bitip neticesiz kaldığını beyan
buyurmuştur. Sonra âlimler, bu hususta ihtilâf ederek bir kısmı şöyle demiştir:
"Bundan maksad şudur: Başkalarına azabın gelmeyişi, onların ne Allah'ı
kendilerine azabı indirmekten men etmeye kadir olmaları, ne de onlara bu azabın
gelmesine mani olacak bir yardımcı ve dostlarının bulunmasından dolayı
değildir. Aksine onlara verilmiş olan mühlet, ancak, tevbe edebilsinler ve
küfürlerinden vazgeçsinler diye, Allah'ın süre tanımasıyla tahakkuk etmiştir.
Binâenaleyh onlar, küfürde diretmeye devam edince, ahiretteki azablarının
mutlaka kat kat olması gerekmiştir." Bazıları da şöyle demiştir:
"Bundan maksat, onların, Cenâb-ı Hakk'ı gerek dünyada gerekse ahirette
başlarına getirmeyi dilediği azâbtan alıkoyamayacakları ve kendilerine yardımcı
olarak bu azabı onlardan savuşturacak bir dost bulamamalarıdır.
Onuncu sıfat: Ayetteki "Onların azabı kat kat olacaktır"
cümlesinin anlattığı sıfattır. Onların azabının kat kat olmasının sebebinin,
Allah'ı, öldükten sonra dirilmeyi ve haşrı-neşri inkâr etmeleri olduğu
söylenmiştir. Binâenaleyh onların mebde' ve meâdı (ilk yaratılışı ve ahireti)
inkâr etmeleri, azablarının kât kat olmasına sebeb olmuştur. Doğruya en yakın
olan, şöyle demektir: Onlar, kendileri alabildiğine sapmış olmalarının yanı
sıra, diğer insanları da hak dinden alıkoyup, ondan saptırmaya çaba
sarfetmişlerdir. İşte bundan ötürü azabları kat kat olmuştur.
"Onlar (hakkı)
cümlesinin anlattığı sıfattır.
Onbirinci sıfat: Ayetteki işitmeye
kadir olamazlardı. (Onu) görmezlerdi de.. Bu ifâde ile, onların dünyada iken,
kalblerinin sağır, ruhlarının kör oluşu kastedilmiştir. Alimlerimiz, bu ayete
dayanarak, Allah Teâlâ'nın bazan mükellefte, onu imandan alıkoyacak şeyi
yaratabileceğini söylemişlerdir. İbn Abbas (r.a)'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Allah Teâlâ kâfiri, hem dünyada hem de ahirette imân etmekten
alıkoymuştur. Dünyada alıkoyuşu. "Onlar hakkı işitmeye kadir olamazlardı,
onu göremezlerdi de..." buyruğu ile; ahirette alıkoyuşu da, "O gün
onlar secdeye davet edilecekler, fakat buna güç
yetiremiyecekler"(Ka\e™,42) ayetiyle anlatılmaktadır. Bu istidlalde sözün
özü şudur: Allah Teâlâ onların işitmeye muktedir olamayacaklarını haber
vermiştir. Bununla onların ya sesleri ve harfleri duymaya muktedir
olamayacakları, ya da Allah'ın delillerini anlamaktan aciz olacakları manası
kastedilmiştir. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü ortada olan açık durum
onların sesleri ve harfleri duyduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, ayeti
ikinci manaya hamletmek gerekir.
Cübbâî buna cevap
olarak şöyle demiştir: "Sem1 lafzı, ya belli işitme organı manasınadır,
yahut da Cenâb-ı Hakk'ın. kulak boşluğunda yarattığı şey {işitmenin kendisi)
manasınadır, O kul bu ikisine de muktedir olamaz. Çünkü o, bunu yapmaya veya
yapmamaya gayret etse bile, bunları yapamaz. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o
kulda "istita'a"nın (güç yetirmenin) olduğunu söylemek imkânsızdır.
İstita'a imkânsız olunca, kulda istita'anın olmadığım söylemek doğru olur.
Böylece ayetin zahirinin biz (Mu'tezile'nin) görüşüne zarar vermediği sabit
olur. Hem sonra, ayetteki, ''Onlar işitmeye kadir olamazlardı.." ifadesi
ile, onların (hakkı) işitmeyi ihmâl etmeleri ve onu işitmekten hoşlanmamaları
manası kastedilmiştir. Bu, tıpkı bir kimsenin, "şu, dinlemeye muktedir
olamadığım (tahammül edemediğimi), ama ister istemez kulağıma gelen bir sözdür
" demesi gibidir."
Cevab: Cübbâî'nin
dışındaki diğer (Mu'tezilî âlimleri), başka bir izah yaparak şöyle cevap
vermişlerdir: "Allah Teâlâ, o kâfirlerin dostları bulunmadığını
bildirmiştir ki dostlardan maksad onların putlarıdır Daha sonra da putların,
onların dostu olamayacağını, "Onlar, işitmeye kadir olamazlardı,
göremezlerdi de..." buyurarak bildirmiştir. Dolayısıyla onlar velî, yani
hami olmaya nasıl elverişli olabilirler?"
Cevap: Cübbâî'nin,
ayeti, kulların işitme duyusunu ve işitmenin kendisini yaratmaya kadir
olamamaları manasına hamletmesi yanlıştır. Çünkü ayet. bir tehdîd sadedinde
gelmiştir. Öyleyse bunun, onlara has birşey olması gerekir. Mu'tezile'nin
dediği husus ise, meleklerde ve peygamberlerde vardır. O halde, ayetin lafzını
bu manaya hamletmek nasıl mümkün olabilir?
Cübbâ: nin, "Bu,
onların, Hz. Peygamberin sözünü dinleme ve şeklini, şemâlini görmede ağır
davranmaları manasınadır1' şeklindeki sözüne de şöyle cevap veririz: Allah
Teâlâ, onlarda istija'a olmadığını bildirmiştir. Şu halde, bunu bir başka
manaya hamletmek ayetin zahirinin hilafına olur. Hem sonra bu ağır davranışın
bulunması, anlayışa ve maksada ulaşmaya ya manidir, ya değildir. Eğer mani ise.
maksadımız da zaten bunu anlatmaktır. Yok eğer mani değil ise, bu durumda bu,
anlama ve idrâk etmede nazar-ı dikkate alınan hususlara yabancı olan bir sebeb
olmuş olur. Halbuki bu sebeb yüzünden, bilme ve anlama bakımından kalbin hali
değişmez. Artık nasıl olur da bu, bu sadedde onlar için bir zemm kılınabiiir?
Hem, biz bu kitapta defalarca, bir işin, yapılmasına mâni birşey bulunurken
meydana gelmesinin imkânsız olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu
hususun hak dini kabûte mâni birşey olduğunu bildirip, bunun o esnada ortadan
kalkması mümkün olmayan bir şekilde kesinlikle mevcut olduğunu beyan edince,
mükellef (kul) o vakit imandan aiıkonmuş olur. Bizim demek istediğimiz de
budur.
Mu'tezile'nin,
"Biz, ayetteki bu sıfatı putların sıfatı sayıyoruz" şeklindeki oato
da, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Allah Teâlâ, önce, "Onların azabı kat
buyurmuş, bunun peşine de, "Onlar,
işitmeye kadir olamazla: getirmiştir. Binâenaleyh bu son ifâdedeki,
"Onlar" zamirinin, önceki rf râcî olduğu şeye aynen râcî olması
gerekir.
Allah Teâiâ'nın
"Onlar göremezlerdi de" buyruğuna gelince, buradaki "görme"
ile, basiret (kafbin görüp anlaması) manası kasdedildiği söylendiği gibi,
"Onlar, kendileri için hüccet olan şeyleri görmekten yüz çevirdiler"
manasının murad edildiği de söylenmiştir.
Onikinci sıfat: Ayetteki "Onlar, nefislerine ziyan
edenlerdir" buyruğunun anlattığı husustur. Bu, "Onlar, Allah'a ibadet
etmeyiverip, putlara ibadeti (âdeta) satın almışlardır. Binâenaleyh bu zarar ve
ziyan, en büyük zarar ve ziyandır" demektir.
Onüçüncü sıfat: Ayetteki "Uydurmakta oldukları şeyler de
kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır" buyruğunun ortaya koyduğu sıfat.
Bu, "Onlar, dinlerini dünya karşılığında satınca, zarar etmişlerdir. Çünkü
onlar böylece kıymetli olanı verip değersiz olanı almaya razı olmuşlardır ki,
bu, dünyadaki zarar-ziyânın tâ kendisidir" demektir. Sonra ahirette, bu
değersiz şey yok olacak ve ondan hiçbiı iz kalmayacaktır. İşte ayetteki,
"Uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir"
ifadesi ile kastedilen budur.
Ondördüncü sıfat: Ayetteki "Şüphesiz onlar ahirette en çok zarar
görenlerin tâ kendileridir" ayeti ile ortaya konulan sıfattır. Bu ayetin
izahı, bir önceki ayetin izahının aynısıdır. Çünkü bu kimse, kıymetli ve yüce
olanı verip, onun yerine kıymetsiz ve düşük olanı almaya razı olunca,
ticâretinde zarar etmiş olur. Sonra bu âdi ve değersiz şey, bakî kalmayıp
aksine yok olacak cinsten birşey olunca, bu ticaret, işin sonunda yine zarara
dönüşmüş olur. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, "Şüphe yok kî onlar ahirette
en çok zarar görenlerin tâ kendileridir" buyurmuştur.
[76]
Ayetteki ifâdesi,
hakkında Ferrâ şöyle demiştir: "Bu, ve (hiç şüphesiz, kesinlikle)
tabirlerimiz gibidir. Sonra bu kelime çokça kullanıldığı için, (gerçekten)
manasına gelmiştir. Nitekim Araplar, "Gerçekten sen muhsinsin, iyilik
seversin" manasında derler." Nahivciierin bu lafızla ilgili çeşitli
izahları vardır:
1) Lâ nefiy (olumsuzluk) ve kesinlik ifâde eden bir
edattır. Binâenaleyh la cerem dediğimizde, bunun manası, "Onlar, ahirette
kesinlikle zarara uğrayacaklardır" şeklinde olur.
2) Zeccâc şöyle der: "Lâ edatı, onlarfn, fayda
vereceğini sandıkları şeyin, nefyini (olumsuzluğunu) ifade eder. Cerem kelimesi
ise, "Fiili kazanmak" manasınadır. Buna göre bunun manası,'' Bu
onlara fayda vermez. Bu fiili kesbetmek, kazanmak da onlara fayda vermez. Hem
dünyada, hem de ahirette zarar onların basınadır" şeklinde olur." Biz,
cereme fiilinin, kesebe (kesbetti, kazandı, yaptı) manasına geldiğini, ayetinio tefsirinde ele almıştık. Ezherî:
"Bu, bu konuda yapılan izahların en güzellerindendir" demiştir.
3) Sibeveyh ve Ahfeş ise şöyle demişlerdir: "Lâ
edatı, daha evvel de söylediğimiz gibi, küfür ehline reddiyedir. (Yani
"hayır, sizin dediğiniz gibi değil..." demektir.) Cerem kelimesi ise,
"hak ve doğru" demektir. Buna göre ayetin manası, "Onların
inkârlarının hakkı, başlarına azâb ve hüsrâmn gelmesidir" şeklindedir."
Sîbeveyh bu görüşüne şairin şu beyti ile istişhad etmiştir: "Andölsun. Ebû
Uyeyne'yi öyle bir tenkit ettim ki, bundan sonra, Fezâre(oğul!an)'nın kızıp
buğzetmesi bir hak oldu (kaçınılmaz, zorunlu hale geldi)."
Şâir bununla, manasını kastetmiştir.
[77]
"îmân edip de
güzel ameller yapanlara, huşu ve tevâzuyla Rablerine bağlananlara gelince, işte
onlar cennetlik olanlardır. Onlar, orada ebedî kalıcıdırlar" (Hûd. 23).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin cezasından ve zarar-ziyan içinde olduklarından bahsedince, bunun
peşinden mü'minlerden bahsetmiştir.
Noktalı hı ile
"ihbât" kelimesi, huşu ve tevazu demek olup, düz ve engin yer
manasına gelen, kerimesinden alınmıştır. "Gizli oldu" manasında,
"zikri (adı) gizli kaldı" denilir. Binâenaleyh "düz ve engin
yere girdi" demektir. Nitekim Arapça'da, IMecid tarafına gidenlere Tihâme'ye gidenlere de, denilir. "Rabbine yönelen ve O'nda
mutmain olan" manasında da.muhbit denilir. Ahbete fiili, hem ilâ, ttem de
lâm harf-i cerleriyle müteaddi olur. Binâenaleyh biz, dediğimizde,
"Falanca falancaya bağlandı" manasına gelir. Ama dediğimizde, "O, ona boyun eğdi"
manasına gelir.
Bunu iyice
kavradığında biz deriz ki: Ayetteki, "ifnan edip de güzel ameller
yapanlar.." buyruğu, bütün sâlih amellere; "huşu ve tevâzuyla Rablerine
bağlananlar" ifâdesi de o amellerin, ahirette insana ancak kalbinin
hallerine göre fayda vereceğine bir işarettir. Biz, "ihbat"
kelimesini "itmî'nân" manasına tefsir edersek, o zaman bundan maksad,
"Onların kalbleri, ibadetleri edâ ederken, Allah'ın zikri ile itminan
bulmuştur ve onlar Allah'tan başkasına iltifat etmekten tamamen uzak olarak,
Allah'a ibadet ederler" şeklinde olur. Yahut da şöyle denilebilir:
"Onların kalbleri, Allah'ın vaadettiği sevab ve ikâb hususunda Allah'ın
doğruluğuna mutmain (kesin inanır) vaziyettedir." Fakat biz,
"ihbât"ı, huşu manasına alırsak, ayet, "Onlar, kusurlu ve eksik
bir şekilde ifâ etmekten korkarak, salih amellerini yaparlar" manasına
gelir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Allah, kendilerinde bu üç sıfat bulunan kimselerin, cennetlik olduklarını ve
onların cennette ebedî kalacaklarını beyân buyurmuştur.
[78]
"Bu iki zümrenin
hali, kör ve sağır ile gören ve işitenin hali gibidir. Bunlar, birbirine denk
olurlar mı hiç? Halâ iyi düşünmeyecek misiniz?" (Hûd. 24).
Bil ki, Allah Teâlâ bu
iki zümreden bahsedince bunlara tıpatıp uyan bir de misal getirmiştir. Alimler
bu hususta değişik izahlar yapmışlar; bazıları "bu ayetin, en son
bahsedilen mü'minler ile, daha önce bahsedilen kâfirler hakkında olduğunu"
söylemişlerdir. Diğer alimler ise, "Bunun, "Rabbinin açık bir delili
üzerinde bulunup da..." (Hüd, 17) ayetinde bahsedilen mü'minlerle ve bu
ayetten sonra bahsedilip, haklarında, "Onlar işitmeye kadir olamazlardı,
göremezlerdi de.." (Hûd, 20) buyurduğu kâfirlerle ilgilidir. Bu ayetteki
"basir" (gören) ve semî (işiten) ile de, Allah'ın "Rabbinin açık
bir delili üzerinde bulunan" diye tavsif ettiği kimseler
kastedilmiştir" demişlerdir.
Bil ki bu teşbih
(benzetme)deki vech-i şebeh (benzeme yönü) şudur: Allah Teâlâ, insanı beden ve
ruhtan mürekkeb olarak yaratmıştır. Bedenin gözü ve kulağı olduğu gibi, ruh
cevherinin de gözü ve kulağı vardır. Nitekim bedendeki göz ve kulak, kör ve
sağır olduğunda, hiçbir işine yol bulamaz vaziyette, şaşkın, hatta karanlığın
derinliklerinde, yolunu bulacağı hiçbir ışık görmez, hiçbir ses işitmez halde
yolunu şaşırmış kimse gibi, sapmış ve saptırmış câhil kimsenin de, kalbi kör ve
sağır olur. Dolayısıyla da dalâletin karanlıklarında şaşkın ve çaresiz
kalakalır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu körlüğün ve sağırlığın tedavisinin mümkün olduğuna dikkat çekmek için,
"Halâ iyi düşünmeyecek misiniz?" buyurmuştur. Bu körlük ve sağırlığın
sebeb olduğu zararın tedavisi mümkün olunca, insanın elinden geldiğince o
tedavi için gayret sarfetmesi qerekir.
[79]
Bil ki Allah Teâlâ'nın
âdeti, kâfirlere çeşitli deliller getirdiğinde, daha evvel de birçok yerde
bahsettiğimiz gibi, bu delilleri takviye etsin diye, bunların peşinden
kıssaları getirme şeklinde cereyan etmiştir. Bu sûrede de çeşitli kıssalar
anlatmıştır:
Birinci Kıssa: Nûh
(a.s)'un kıssasıdır.
[80]
"Andolsun ki
biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak
gönderdik. O şöyle demişti: "Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir
uyarıcıyım. Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Hakikat, ben sizin başınıza
acıklı bir günün azabının gelmesinden endişe ediyorum" (Hûd. 25-26).
Bil ki Allah Teâlâ bu
kıssaya Yûnus Sûresi'nde başlamış, içinde bulunan güzel hikmetler ve ilave
bilgilerden ötürü, onu bu sûrede de tekrar etmiştir. Bu ayetle ilgili iki
mesele .vardır:
İbn Kesir, Ebu Amr ve
Kisâî, hemzenin fethası ile ennî şeklinde okumuşlardır ki, bunun takdiri,
şeklindedir. Bunun manası,
"Biz Nuh'u, bu söz
ile gönderdik" demektir. O söz de ayetteki, "Şüphesiz ki ben
sizin için apaçık bir uyarıcıyım" ifadesidir. Bunun başına harf-i cerr
olan bâ bitişince, tıpkı den sonra geldiğinde fethalandığı gibi, en edatı,
fethalı olarak ennî şeklinde okunmuştur. Diğer kıraat imamları ise, bunu,
takdirinde olmak üzere, kesre ile okumuşlardır.
[81]
Bazıları şöyle
demişlerdir: "Peygamberin "nezir" olması, isyankâr kimseleri
ilahi ikâb ile tehdid etmesi; "mübîn"
olması ise, Allardın
itaatkârlar için hazırladığı mükâfatlan açıklamasıdır." Evlâ olan bunun
manasının şu şekilde olmasıdır: "O, âsîleri ikabtan korkutucudur ve
mübîndir, yani bu korkutmayı (uyarmayı) en güçlü, en mükemmel ve en açık bir
yol ile yapmıştır." Cenâb-ı Hak daha sonra, bu inzârın ancak Allah'tan
başkasına ibadetten alıkoyma ve Allah'a ibâdeti emretme hususunda olduğunu
beyan buyurmuştur. Çünkü ayetteki, "Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin" ifadesi, nefiyden yapılan istisnadır. Bu da, müstesnadan
başkasının nefyini gerektirir.
Bi! ki bu ayetin
takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın sanki şöyle demesidir: "Biz Nuh'u kavmine bu sözle,
yani "şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" sözü ile
gönderdik."
Allah Teâlâ daha sonra
"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" buyurmuştur. Binâenaleyh bu
ifâde, ayetteki, "Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir nezirim"
ifadesinden bedeldir. Sonra da Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, "Hakikat, ben sizin
başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden endişe ediyorum" ifadesiyle
te'kid etmiştir. O büyük acı, o günde gerçekleşeceği için, bu acı, o güne izafe
edilmiştir. Bu, Araplanrv "Gündüzün oruç, gecen namaz" sözü gibidir.
[82]
"Bunun üzerine
kavminden, küfredenlerin ileri gelenleri, "sen de bizim gibi bir insansın.
Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkasının sana . tabî olduğunu
görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Biz sizi aksine
yalancılar zannediyoruz" dediler" (Hûd, 27).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Nuh'un, kavmini Allah'a ibadete davet ettiğini anlatınca, kavminin, Hz.
Nuh'un peygamberliğini şu üç şüphe ile tenkid ettiklerini (reddettiklerini)
nakletmiştir:
Birinci şüphe: Hz.
Nuh'un da, Kendileri gibi bir insan olmasıdır. İnsan fertleri arasındaki
farklılığın, âlemdeki herkesin onlardan birisine itaat etmesinin vâctb olması
noktasına vanp ulaşması imkânsız olur.
İkinci şüphe: Hz. Nûh
(a.s)'a, kavmin basit insanlarının, mesela dokumacıların ve değersiz sanat
sahibi kimselerin tabî olmuş olmasıdır. Kavmi, "Eğer sen doğru olsaydın,
insanların en zekileri ve eşrefi sana tabî olurlardı" demişlerdir. Bunun
bir benzeri de, "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, biz sana iman eder
miyiz?" (Şuara. m) şeklindeki ifâdeleridir.
Üçüncü şüphe: Bu,
ayetteki, "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz"
cümlesinin anlattığı husustur. Bunun manası, "Biz, senin bizden ne akıl,
ne dünyevî menfaatleri görüp gözetme, ne de mücâdele kuvveti bakımından bir
üstünlüğünü görmüyoruz. Binâenaleyh senin bu görülebilecek şeylerden birisinde,
bizden daha üstün olduğunu görmediğimize göre, en yüce ve kıymetli derece ve
makam bakımından bizden üstün olduğunu nasıl kabut edebiliriz?"
şeklindedir. İşte şüphelerin izahı hususundaki sözün özü budur.
Bil ki ilk şüphe
ancak, insanların peygamber olmasını kayıtsız şartsız inkâr eden Brahmanlara
uygun düşer. Diğer iki şüpheye, başka peygamberlerin peygamberliğini kabul eden
kimselerin de düşmesi mümkündür.
Ayetin lafzı ile
ilgili birkaç mesele var:
[83]
“Mele” "kavmin eşrafı, ileri gelenleri" demektir.
Bu kelimenin neden iştikak
ettiği hususunda şu
izahlar yapılmıştır:
1) Bu, Arapların birşey tıkabasa dolduğunda, deyimlerinden alınmıştır. Bu son deyimin
kullanılışı "çok meşgul, işleri pek yoğun olup, isterini güzelce'
düzenleyen kişiler" manasınadır.
2) Onlar, bu şeref üzerlerinde görüldüğü için bu kelime
ile tavsif edilmişlerdir.
3) Onlar, kalblere heybet, meclislere de saygı
saldıkları için bu ismi almışlardır.
4) Onlar, üstün akıl ve isabetli fikirlerle dopdolu
oldukları için bu adı almışlardır.
[84]
Cenâb-ı Hak, daha
sonra birinci şüphelerini nakletmiştir. Bu onların, "sen de bizim gibi bir
insansın" şeklindeki sözleridir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği, bazı
Araplara ait, "O Peygambere bir melek indirilmeli değil miydi?"
Furtan, 7) şeklindeki söz gibidir. Bu, sırf cehalettir. Çünkü Peygamberin fizik
yaratılışı, dtş görünüşü ile değil, delil ve burhanla, aklî muhakeme ile ümmet
fertlerine müdahale etme hakkı vardır. Hatta diyebiliriz ki: Eğer Allah Teâlâ,
insanlara peygamber olarak melek gönderseydi, o zaman onun peygamberliğini
tenkid için ortaya atılacak şüphe daha kuvvetli olurdu. Çünkü o zaman akla şu
gelirdi: "Gösterilen mucizeleri, belki de o melek kuvvetinin ve kudretinin
daha mükemmel ve daha çok olmasından ötürü kendiliğinden yapmıştır." İşte
bu hikmetten ötürü, Allah Teâlâ insanlara, insan peygamberler göndermiştir.
[85]
Cenâb-ı Allah, onların
ikinci şüphelerini de, "Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan
başkasının sana tabî olduğunu görmüyoruz" ifâdesi ile nakletmiştir.
Bununla, peygambere tabî olanların mallarının azlığı, makamlarının düşüklüğü,
sanat ve zenâatlarının değersizliği kastedilmiştir ki bu da bir
cehalettir,Çünkü dindeki üstünlük ve yücelik, soy-sop ile, mal ile yüksek makam-mansıb
ile olmaz. Aksine fakir dine, zenginden daha yatkındır. Yine aksine diyoruz ki,
peygamberler, insanlar dünyayı bırakıp ahirete yönelsinler diye
gönderilmişlerdir. Binâenaleyh dünyada mal aztığt (fakirlik) daha nasıl,
peygamberlik hususunda bir tenkid sebebi sayılabilir?
Daha sonra Hak Teâlâ
onların üçüncü şüphelerini nakletmiştir. Bu da onların "Sizin bize karşı
bîr üstünlüğünüzü de görmüyoruz" şeklindeki sözleridir. Bu da bir
cehalettir. Çünkü, Allah katında muteber üstünlük, ancak ilim ve amel ile olur.
O halde, onlar daha nasıl insanların içine muttali oldular da bu faziletin
olmadığını anlayıverdiler?
Onlar, Hz. Nûh (a.s)
ve ona uyanlar hakkındaki bu şüphelerini ortaya koyduktan sonra, ''Biz sizi
aksine yalancılar zannediyoruz " demişlerdir. Bu ifâde ile ilgili şu iki
izah yapılmıştır:
a) Bu, Hz. Nûh ve kavmine bir hitabtır. Bununla
kavminin, Hz. Nuh'u, peygamberlik iddiası hususunda yalanlamaları
kastedilmiştir.
b)
Bu, kavmin
basit insanlarına bir hitabtır. Binâenaleyh Hz. Nuh'un kavmi, inananlara, Hz.
Nuh'a iman edip ona tabî olmaları
hususunda, "yalancılar"
demişlerdir.
[86]
Vahidî şöyle demiştir:
"Erzel, rezl kelimesinin çoğuludur. Bu, görünüşü ve hali düşük olan şey
demektir. Nitekim Arapça'da "Elbisesi ve işi düşük adam" denilir.
Erâzil ise. erzel kelimesinin çoğuludur. Bu, Arapların "Oranın günahkârlarının ileri
gelenleri" sözü gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Ahlakça en güzel
olanlarınız.." buyurmuştur. Buna göre Erâzil kelimesi, cem'u'l-cem fcem'in
cem'i) olmuş olur." Bazıları da bu kelimenin aslının, "Ocundan daha
rezil" deyimi olduğunu, çok kullanıldığı için şeklini aldığını, başındaki
elif-lâm'ın izafetten (hazfedilen den)
bedel olduğunu söylemişlerdir.
[87]
tabirine gelince bâdî
görünen demektir. Bu, bir şey ortaya çıkıp göründüğünde demenden alınmıştır.
Bakıp görenlere zahir olduğu ve açık göründüğü için çöle, "Bâdiye"
denilmiştir. Alimler, ayetteki ifâdesinin manası hususunda şu değişik izahları
yapmışlardır:
1) Bu, "Onlar sana, içleri (kalbleri) öyle olmadığı
halde, zahiren uydular" demektir.
2)
Bu,
"Onlar sana ilk nazarda, fikir ortaya atılır atılmaz ittibâ ettiler,
ihtiyatlı davranmadılar. Ona, isabetli fikrin ve tam düşüncenin hakkını
vermediler" demektir.
3) Onlar, Hz. Nuh'a uyanları "reziller" diye
tavsif edince şöyle dediler: "Onların, işte böylece basit görüşlü
olmaları, onları gören herkesçe meydandadır. Buna göre, ayetteki "re'y
(görüş)" kelimesi, kalbin görmesi (fikri) manasına değil, gözün görmesi manasınadır.
Bu izah, Mücâhid'den nakledilen şeklindeki kıraat ile de kuvvet kazanmıştır.
[88]
Ebu Amr, Kisâî'nin
râvisi Nusayr, bunu hemze ile, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, hemzesiz
olarak yâ ile şeklinde kıraat etmişlerdir. Bunu hemzeli okuyanlara göre mana,
"re'yin evveli" {görüşün başlangıcı) demek olur. Hemzesiz okuyanlara
göre ise, bu "ortaya çıktı, göründü" manasında olan fiilindendir.
Ayetteki kelimesi, mef'ul-ü mutlak olarak nasbedilmiştir. Bu, "ilk vuruşu
ben vurdum" demen gibidir.
[89]
"(Nûh) dedi ki:
"Ya ben, Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem?.. O, bana
katından bir rahmet vermiş de, o, sizden gizli bırakılmış ise?.. Söyleyin bana
ey kavmim, kendiniz hoş görmeyip dururken, sizi onu kabule zorlayıp duracak
mıyız?" (Hûd. 28).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[90]
Bil ki Allah Teâlâ,
Nûh (a.s)'un nübüvvetini inkâr edenlerin şüphelerini nakledince, bunun peşince
şüphelere cevapolacak şeyi nakletmiştir. Binâenaleyh onların, "Sen, ancak bizim
gibi bir insansın" şeklindeki şüphelerine karşı Nuh(a.s), "İnsan
olmak bakımından arada bir eşitliğin (aynılığın) bulunması, nübüvvet ve risalet
sıfatını alma bakımından bir ayrılığın olmasına mani değildir" demiş ve
sonra bunun mümkün olduğunu gösteren şeyi belirterek, "Ya ben, Rabbimden
gelen apaçık bir deli! üzerinde isem?.." demiştir. Bu, "Eğer ben,
Allah'ın zâtını ve sıfatlarını. O'nun hakkında vâcib, imkânsız ve caiz olan
şeyleri biliyorsam (...)" demektir. O, "Sonra Allah Teâlâ bana katından
bir rahmet vermiştir" demiştir. O rahmetten murad, ya peygamberlik, ya da
peygamberliğin delili olan mucizedir. 'Takat, o sizden gizli bırakılmış
ise", yani "O, sizin için şüphe edilecek birşey olmuş ve aklınız onu
tam seçip anlayamamış ise, isteseniz de, diretseniz de, ben sizi onu bilmeye
.ulaşacak hale nastl getirebilirim? Yani buna kesinlikle kadir değilim."
Katâde'nin şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Vallahi eğer o buna kadir olsaydı, bunu
mutlaka yapardı. Fakat o buna kadir olamamıştır." Velhasıl onlar
"sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" dediklerinde, Hz.
Nûh (a.s), bunun sebebinin. onların hücceti anlayamamaları ve onu açıkça
seçememiş olmaları olduğunu belirtmiştir. "Fakat sizler inadı ve diretmeyi
bırakıp, delillere nazar ederseniz, maksad ve Allah Teâlâ'nın biz
(peygamberleri) size büyük bir fazi olarak verdiği ortaya çıkar" (demek
istemiştir).
[91]
Hamza, Kisâî ve Âsım'ırı
râvisi Hafs, kelimeyi, ayn harfininzammesi ve mim'in şeddesi ile, meçhul
olarak, "karıştırıldı, gizli kılındı" manasında, şeklinde; diğer
kıraat imamları ise, ayn'ın fethası ile ve şeddesiz olarak şeklinde
okumuşlardır ki bu, '"karıştı, gizli oldu" manasınadır.
Bil ki bir şey tamamen
meçhul bir halde olursa, muammaya (bilmeceye) benzer. Çünkü ilim, (bilme)
batınî basiretin (kalb gözünün) nurudur. Görme de, zahirî gözün nurudur. Bu
"görme" ile "bilme" kelimelerinden herbirinin, mecazî
olarak diğeri yerine kullanılması güzel ve yerinde olur. Bunun izahı şudur:
Beyyine (delil) hakkında "görme" kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Ayetlerimiz böyle görünür şekilde geldiği zaman, "Bu apaçık bir
sihirdir" dediler" (Nemi. 13) buyurmuştur. Burada, beyyine
"görünememe7âmâ ile de tavsif edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık
o gün onlara karşı haberler saklı kalmıştır" (Kasas. 66) ve. bu ayette,
"O sizden gizli bırakılmış..." buyurmuştur.
[92]
Ayetteki "Sizi
ona zorlayacak mıyız?" ifadesinde üç zamir var; Mütekellim zamiri (yani
"biz"), gâib zamiri (yani
"ona") ve muhatab zamiri (yani
"sizi"). Ferrâ bundaki
birinci mim'i sakin okumanın caiz olduğunu söylemiş, bu şekildeki bir kıraati
Ebu Amr'dan rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Harekeler peşpeşe geldiği
için, bu böyle olmuştur. Binâenaleyh mim harfi, sakin kılınır. Kendinden önceki
harfin harekesi meksûr olur, kendinden sonra da ağır bir hareke olan zamme
bulunursa, merfûsu da böyledir." Zeccâc da şöyle demiştir. "Bütün
Basralı nahivciler, i'rab harfinin sakin kılınmasınıyancak şiir zaruretinden
dolayı (kâfiye için) caiz görmüşlerdir. Ebu Amr'dan nakledilen kıraata gelince,
Ferrâ bunu Ebu Amr'dan sağlam bir rivayetle almamıştır." Sibeveyh'in,
mim'in harekesini "tahfif" ve "ihtilas" ite okuduğu rivayet
edilmiştir. İşte doğrusu budur. Harekeyi sakin kılmak ancak İmriü'l-Kays'ın şu
beytinde olduğu gibi, şiirde caizdir.
'İşte bugün, kendim
istemeksizin ve irtikâb etmeksizin, bana içirilir..."
[93]
"Ey kavmim,
bundan dolayı sizden hiç bir mal istemiyorum. Benim mükâfaatım ancak
Allah'tandır ve ben iman edenleri kovacak da değilim. Çünkü onlar muhakkak ki
Rablerine kavuşacaklardır. Ancak ben sizi cahillik
eder bir topluluk
görüyorum. Ey kavmim, ben onları kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım eder,
hiç düşünmez misiniz? Ben size, "Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır" demiyorum. Ben gaybı bilmem. "Ben bir meleğim" de
demiyorum. Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü kimseler hakkında, ''Allah
onlara kesinlikle bir hayır vermez" de diyemem. Allah onların
içlerindekini en iyi bilendir. (Eğer onları tardedersem), o takdirde gerçekten,
zalimlerden olmuş olurum" {Hûd. 29-31).
Bu ayetlerle ilgili
birçok mesele var:[94]
Birinci şekil: Hz. Nuh (a.s) "Ben, risalet davasını tebliğ
etmeme karşılık mal istemiyorum ki, icabet edecek (davetime cevap verecek)
kimsenin fakir veya zengin olması sebebi ile durum değişsin. Benim, zor olan bu
taata karşılık ücretim, âlemlerin Rabbine aittir" demiştir. Durum böyle
olunca, onlar ister fakir ister zengin olsunlar, tebliğe karşı durumları
değişmez.
İkinci şekil: Hz. Nûh (a.s) onlara sanki şöyle demektedir:
"Siz, işin zahirine baktığınızda, beni fakir görüyorsunuz ve bundan dolayı
da benim, ancak elinizden malınızı almak için bu işle meşgul olduğumu
sanıyorsunuz. Bu zan, sizin bir hatanızdır. Çünkü ben, risaleti tebliğime
karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, Benim mükâfaatım ancak, alemlerin
Rabbinden olacaktır. Öyleyse, bu yanlış zannınız sebebiyle, kendinizi dinî
(uhrevi) mutluluktan mahrum etmeyiniz."
Üçüncü şekil: Onlar, "Sen de bizim gibi bir insansın. Sizin
bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" demişlerdi. İşte bunun üzerine
Nûh (a.s), Hak Teâlâ'nın kendisine, onlardan üstün olmasını sağlayan pek çok
şey verdiğini; işte bundan ötürü dünya peşinde koşmadığını; vazifesinin ancak
din peşinde koşmak olduğunu; dünyadan yüz çevirip, ona iltifat etmemenin de,
-herkesin üzerinde ittifak ettiği gibi-, faziletlerin en belli başlılarından
olduğunu söylemiştir. Belki de Nûh (a.s)'un maksadı, bu bakımdan bir
faziletinin olduğunu bildirmektir.
Ayetteki "Ben
imân edenleri kovacak değilim" ifâdesi, Nûh kavminin, kendilerini o
fakirlerle birlikte olmaktan kurtarmak için, Hz. Nûh'dan âdeta onları kovmasını
istediklerini göstermektedir. İbn Cüreyc'in rivayetine göre, onlar şöyle
demişlerdir: "Nûh, eğer sana tabî olmamızı istiyorsan, yanındaki fakir
fukarayı kov. Çünkü biz, onlarla beraber olmaya razı olamayız." Bunun
üzerine Hz. Nûh (a.s): "Ben, iman edenleri kovacak değilim" demiştir.
Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın onların söylediklerini naklettiği, "Aşağı
tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkasının sana tâbi olduğunu
görmüyoruz" şeklindeki sözleri, o kâfirlerin, Hz. Nûh (a.s)'dan,yanındaki
mü'minleri kovmasını istediklerini dolaylı olarak gösteren bir delildir. Çünkü
bu, onların sanki "Eğer sana kavmin ileri gelenleri uymuş olsalardı, biz
de sana uyar, yolunca giderdik" demiş olduklarının delilidir.
[95]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, Hz. Nuh'un o mü'minleri kovmadığını nakletmiş ve bu tür bir kovmadan
kaçınmayı gerektiren hususu açıklamak için üç şeyi bildirmiştir:
a) "Onlar. Rublerne kavuşacaklardır." Bu söz
de. birkaç manaya gelir:
1) Kaffirler,"Sana inanan bu kimseler, zahiren
gösterdikleri iman hususunda, münafıktırlar. Şu halde onlara kanma"
demişlerdir. Bundan dolayı Hak Teâlâ, durumun âhirette Rableriyle karşılaştıkları
zaman ortaya çıkacağını bildirerek cevap vermiştir,
2) O, bunu kovmaktan kaçınmanın bir sebebi olarak
bildirmiş ve sanki "Onlar Rablerinin vaadettiği şeyle karşılaşacaklardır.
Eğer sen onları huzurundan kovarsan, ahrette benimle davalaşırlar"
manasını kasdetmiştir.
3) O, bu emir ile,
"Bizim ahirette toplanıp biraraya gelip, onları kovduğum için hesaba
çekileceğim, binâenaleyh bana yardım edecek hiç kimse bulamıyacağım"
manasında bir ikazda bulunmuştur. Sonra Hz. Nûh (a.s) onların durumlarını,
işlerin akıbetlerini bilmeme ve sadece zahire aldanmaya bina ettiklerini beyan
etmiş ve, 'Sen. sizi cahillik eder bir topluluk görüyorum" demiştir.
Bundan sonra ise,"Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah'a karşı bana kim
yardım eder?" demiştir. Bu "Akıl ve şeriat, mü'min, muttaki iyi kimseye saygının, değer vermenin; fâcir
ve kâfir kimseyi de hor ve hakir kananın, onlara değer vermemenin gerektiği
hususunda mutabıktır (ittifak halindedir). Eğer bu durumda kaziyyeyi, ters yüz
eder ve kâfir fâciri. saygı ile yakın
kılıpmü'min hor ve hakir kılma yoluyla kovarsam, Allah'ın
emrinin ve hükmünün aksine banket etmiş olurum ve bu hükmümde (davranışımda),
Allah'ın, hakedenlere sevab ve mükâfaat, bâtıl ehline de ceza verilmesi emrinin
zıddını yapmış olurum. O zaman da. büyük bir cezayı haketmiş olurum. Böyle
olunca Allah'a karşı bana kim yardım ve
beni Allah'ın azabından kim kurtarır? Hiç düşünüp de anlamaz mısınız bu uygun değildir" demektir.
Hz. Nûh (a.s) bu
izahını, üçüncü bir vecih ile te'kid etmiş ve ''Ben size, "Allah'ın
baâneleri benim yanımdadır" demiyorum" demiştir. Bu, "Sizden
böyle bir ücret ejlemediğim gibi, mala veya ma! ile ilgili,mal almak veya mal
vermek gibi bir gayeye olduğumu iddia da etmiyorum. Ben gaybı da bilmem ki, bu
bilgi sayesinde ve tabî olanlarım için istediğim şeylere ulaşayım. Yine ben,
bir melek olduğumu da söylemiyorum ki bu yüzden size karşı büyükleneyim. Aksine
benim yolum, huzû ve tevâzûdur. Durumu ve yolu böyle olan, fakir fukaraya
karışmaktan kibirlenmez, geri durmaz,
hep emîrlerle sultanlarla oturup kalkmayı istemez. Bu «ensenin işi, dini
istemek; sireti (ahlâkı) da, mütevâzî ve
huşûlu kimselerle oturup kakmak, onlarla haşır neşir olmaktır. Benim yolum da,
fakir fukarayla haşır neşir olmayı
gerektirdiğine göre, siz nasıl bunu benim için bir ayıp sayarsınız?"
demektir.
Hz. Nûh (a.s) beyân
ettiği bu hususu, dördünci bir yol ile te'kid ederek, "Bununla beraber,
gözlerinizin hor gördüğü kimseler hakkında, "Allah onlara kesinlikle bir
kayar vermez" de diyemem" buyurmuştur. Bu, sanki onların Hz. Nuh'a,
fakirlik ve zillet ile birlikte uyulmasını münafıklık saydıklarına delâlet eder
gibidir. Bundan dolayı O "Ben, bunu
söyleyemem. Çünkü bu, gayb cinsinden bir husustur. Gaybı ise ancak Ateh
bilebilir. Dolayısıyla, olabilir ki onların içleri - dışları bir olur ve Allah
onlara âhiret mülkünü verir, böylece de ben, haber verdiğim hususta yalancı
olmuş olurum. Demek • eğer ben böyle yaparsam, hem kendime zulmedenlerden,
Allah onlara ahirette - ayır vermiş olduğu halde, onlarda hiçbir hayır
olmadığını söylemiş olacağım için, "em de onlara zulmetmiş olanlardan
olurum" demiştir.
[96]
Bir grup alim, bu
ayeti, meleklerin peygamberlerden daha üstün,
faziletli olduğuna delil
getirmişler ve şöyle demişlerdir:
"Bir kimse, "Ben, şöyle
şöyle iddia etmiyorum"
dediği zaman, bu ancak o şey, sözü söyleyenin hallerinden daha üstün ve şerefti
bir hal olduğu zaman uygun ve güzel
olur. Bu sözü söyleyen Hz. Nûh (a.s) olduğuna göre, meleklerin derecesinin,
peygamberlerinkinden daha yüce ve şerefli olması gerekir." Bu görüşte
olanlar sözlerini şöyle devam ettirmişlerdir: "Durum nasıl böyle olmasın
ki? Melekler, yaratıldıkları andan, tâa
Kıyamet kopuncaya kadar, ömürleri boyunca Allah'a ibadete devam
etmişlerdir."
Bu husustaki sözün özü
şudur: Ruhanî ve gerçek faziletler, ancak şu üç şeydir:
a)
Mutlak istiğna
(hiçbir şeye ihtiyacı olmama) hali. Dünyada, genellikle şöyle olur: Çok mala
sahip olan kimse,
"zengin" (gani, müstağni) diye nitelenir. Binâenaleyh Nûh (a.s)'un,
"Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanandadır" demiyorum"
sözü, âdeta, "Ben, mutlak manada bir istiğna iddiasında değilim"
manasına bir işaret olmuş otur.
b) Tam ilim. Buna da, "Gaybı da bilmem" sözü
ile işaret etmiştir.
c) Tam ve mükemmel bir kudret. Kudret ve kuvvet itibarı
ite meleklerin, mahlûkatın en kuvvetlileri olduğu akıllarımıza yerleşmiştir.
İşte Hz. Nûh (a.s), "Ben, bir meleğim" de demiyorum" sözü ile de
buna işaret etmiştir. Bu üç hususun zikredilmesinden maksad, şunu ortaya
koymaktır: "İyi biliniz ki benim yanımda, bu üç mertebeden ancak, beşerî
kuvvete ve insanî tâkata uygun düşen
miktar var. Mutlak kemâle gelince; ben onu asla iddia etmiyorum." Durum
böyle olunca, Hz. Nûh (a.s)'un, "Ben bir meleğim" de demiyorum"
ifadesinin, meleklerin insanlardan daha mükemmel olduğuna delâlet ettiği ortaya
çıkmış olur. Hem bu sözü, onların ileri sürdükleri şüpheye bir cevap kılmak da
mümkündür. Zira onlar, Nûh (a.s)'a tâbi olanları fakirlikle ta'n etmişlerdi.
Bunun üzerine de Nûh (a.s), "Ben size "Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır" demiyorum h. onlar, zengin yapayım!" demişti. Yine onlar,
Hz. Nuh'a tâbi olanları münafıklıkla itham etmişlerdi. Bunun üzerine de Nûh
(a.s), "Ben gaybı bilmem., ki onların içlerinin durumunu bileyim!..
Durumlar ancak, zahire göre değerlendirilir" demiştir. Yine onlar, onları,
birtakım fiilleri olması gerektiği gibi yapmadıklarını söyleyerek tenkit
etmişlerdi. Bunun üzerine de Nûh (a.s), "Ben bir meleğim" de
demiyorum ki böylece, bütün şehvanî ve nefsanî arzu ve isteklerden uzak ve ben
olayım!.." demişti.
[97]
Birtakim kimseler,
peygamberlerden günah sâdır olacağı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir:
"Bu ayet, kâfirleri
memnun etmek maksadıyla mü'minleri kovmanın, en büyük günahlardan olduğuna
delâlet etmiştir. Ama görüyoruz ki Hz. Muhammed (s.a.s) kâfirleri hoşnut etmek
için, fakir kimseleri huzurundan
kovmuştu. Bunun üzerine de
Cenâb-ı Hak,
"Sabah akşam, Rablerine, sırf O'nun cemâlini dileyerek, duâ edenleri huzurundan
kovma... buyurarak, onu azarlamıştır. Bu da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in günaha
yeltendiğine delâlet eder."
Buna şöyle cevap
verilebilir: Bu ayette bahsedilen kovma, ebediyen mutlak mânada kovma manasına
hamledilmiştir. Halbuki Hz. Muhammed
(s.a.s) hakkında bahsedilen kovma meselesi, bir fayda d üşü nü I erek, sadece
muayyen vakitlerde onları uzak tutma manasına hamledilmiştir.
[98]
Cübbaî, Hz. Nüh
(a.s)'un, "Ey kavmim, ben onları kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım
eder?" ifadesiyle
istidlal ederek, azabı
savuşturmak için, Allah katında şefaatçi
olmanın caiz olmadığını söylemiştir ki, bu ayetin manası, "Eğer bu
kovma haram ise, o takdirde kim Allah'a karşı bana yardımcı olabilir? Yani, kim
beni O'nun azabından kurtarır? " demektir. Dolayısıyla, şefaat şayet caiz
olsaydı, o zaman bu, Hz. Nuh (a.s) hakkında da caiz olurdu. Bu durumda da Nûh
(a.s)'un, "Allah a karşı bana kim yardım eder?" ifadesi manasız
olurdu. Bil ki bu istidlal, Mu'tezile'nın, tıpkı, (Bakara, 48) ayetiyle yapmış
oldukları istidlale benzemektedir. Buna burada verilecek cevap, o ayette
verilen cevâbın aynısıdır.
[99]
"Dediler ki: "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın.
Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin. Eğer sen doğru söyleyen
kimselerden isen, bizi tehdit edip durduğun
azâbt haydi getir bize!"
(Nûh da): "Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz (onu) âciz bırakabilecekler değilsiniz"
dedi. Eğer Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş
olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve nihayet
ancak O'na
döndürüleceksiniz"
(Hûd, 32-34).
Ayetle ilgili birkaç
mesefe vardır:
[100]
Bil ki kâfirler, o
şüpheleri ileri sürüp Nûh (a.s) da doğru ve uygun cevaplarla o şüphelere
karşılık verince, kâfirler, Hz. Nuh'a şu iki sözü yöneltmiştir:
1)
Onlar, Hz.
Nuh'u, çok mücadele etmekle niteleyerek, "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın.
Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin..." demişlerdir ki bu, Hz. Nûh (a.s)'un onlarla çok meşgul olduğuna delâlet
eder. Bu mücâdele ancak tevhîd, nübüvvet ve meâdi isbât hususunda olmuştur ki
bu da, delilleri izah etme, şüpheleri ortadan kaldırma hususunda mücadele
etmenin, peygamberlerin sanatı; taklîd, cehalet ve bâtılda ısrar etmenin de
kâfirlerin sanatı olduğuna delâlet etmektedir.
[101]
2) Onlar, Hz. Nuh'un
kendisiyle kendilerini tehdit etmekte olduğu o azabın hemen gelmesini
isteyerek "Eğer sen doğru söyleyen
kimselerden isen, bizi tehdit edip durduğun azabı haydi getir bize!"
demişlerdir. Nûh (a.s) da, bunu doğru bir cevapla cevaplayarak "Dilerse onu size ancak Allah getirir.
Siz O'nu aciz bırakabilecekler değilsiniz..." demiştir ki bu, "Azabı
getirme işi, bana ait değildir. O, Allah'ın yapacağı bir iştir. Binâenaleyh, O
onu, isterse, istediği gibi yapar. O, azabı indirmeyi istediğinde, hiç kimse
O'nu acze düşüremez. Yani, O'nun azabı indirmesine mâni olamaz..."
demektir. "Mu'ciz" başkasının
istediğini imkânsız hale
getirmek için, kendi nezdindekini yapan kimsedir. Binâenaleyh bu kimse,
"Onu acze düşürdü, âciz bıraktı" diye vasfedilir. O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın, buyruğunun manası, "Sizin,
O'nun katındakini yapma imkânınız yoktur. Binâenaleyh, eğer üzerinize azab indirmeyi isterse, Allah'ın
dilemiş olduğu azabı indirmesi imkânsız olmaz..." şeklinde olur.
Bu ifâdenin mânasının:
a)
"Sizler,
mâni olamazsınız";
b)
"Sizler,
kendinizi koruyamazsınız";
c)
"Sizler,
kurtulamazsınız" şeklinde olabileceği de ileri sürülmüştür ki, bütün bu
manâlar birbirine yakındır.
Bil ki Nûh (a.s),
onların şüphelerine cevap verince, sözünü kesin bir ifâdeyle bitirerek, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile,
bu nasihatim size fayda vermez... "demiştir. Yani, "Eğer Allah sizi
saptırmayı İstemişse, benim nasihatim kesinlikle size fayda vermez..."
demektir. Alimlerimiz, bu ayetle, Allahu Teââlâ'nın bazan, kulundan küfrü irade
ettiği ve O, ondan bunu dilediğinde de, o kuldan imanın sâdır olmasının
imkânsız olduğu hususunda istidlal ederek söyle demişlerdir: "Nûh (a.s),
"Eğer Allah sizi saptırmayı dilemişse. ben
sizin
iyiliğinizi arzu etmiş
olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez..." demiştir ki, bu ketemin
takdiri, "Eğer Allah sizi saptırmayı ve dalâlete düşürmeyi istemişse,
benim nasihatim fayda vermez..." demektir. Bu da, bizim görüşümüz lehinde
olan açık bir ödedir."
[102]
Mutezile ise şöyle demiştir: Ayetin zahiri, Allah Teâlâ'nın,
kâfirleri saptırmayı istediğinde, peygamberinin nasihatinin fayda vermeyeceğine
delâlet etmektedir ki, bu bizce de müsellemdir. Zira biz biliyoruz ki Allah bir
kulunu saptırmak istediğinde, kuluna nasihat edenlerin nasihati fayda vermez.
Fakat, "Siz niçin, "Allah bu saptırmayı istemiştir" diyorsunuz?
Zira münakaşa ancak bu husustadır. Aksine biz diyoruz ki, Nûh (a.s) bu sözü
ancak, Allah onları saptırmadığına, aksine tercihi onlara r-'alığına delâlet
etsin diye zikretmiştir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz:
1) Nûh (a.s), Allah'ın kullarını saptırmak istediği
zaman, onun nasihatinin herhangi ar faydası olamayacağını beyan buyurmuştur.
Binâenaleyh, onun nasihatında herhangi bir fayda olmasaydı, Allah, Nûh (a.s)'a, kâfirlere nasihat etmesini emretmezdi. Halbuki
müslümanlar Nûh (a.s)'un, kâfirleri dine davet etmekle ve onlara -âs hat
etmekle görevli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece, bu nasihatin
faydadan hâlî olmadığını anlamış oluyoruz. Nasihat faydadan hâlî olmayınca,
Allah Teâââ'nın onları saptırmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Öyleyse bu,
işte bu açıdan bizim lehimize bir delil olmuş olur.
2) Şayet, Allah'ın onları saptırdığına hükmedilirse, bu,
iman etmeme hususunda kafirler için bir mazeret olur ve Hz. Nûh da onlarla
münazara etmezdi. Zira onlar Nûh (a.s)'a "Sen, Allah'ın bizi saptırması
halinde, senin nasihatinin ve bizim gayretimizin herhangi bir faydasının
bulunamıyacağını kabul ettin. Şu halde sen, Allah'ın bizi saptırmadığını iddia
etmekle bizi mazur kılmış oldun. Öyleyse, bu daveti kabul etmemiz
gerekmez" derler. Böylece durum, şayet karşı tarafın demiş olduğu gibi
olsaydı bu, kâfirlerin lehine, Hz. Nuh'un da aleyhine bir hüccet olmuş olurdu.
Nûh (a.s)'unda kendisini acze düşürecek Allah'ın hüccetini izahtan aciz
bırakacak Dir sözü ileri sürmesinin caiz olamayacağı malûmdur. Böylece bu
anlattıklarımızla, ayetin Cebriyye'nin görüşüne delâlet etmediği sabit olmuş
olur.
Daha sonra Mutezile,
bu hususta çeşitli teviller yapmıştır:
1) "O kâfirler, mecbur idiler. Ve onlar, kendi
küfürlerinin Allah'ın dilemesiyle olduğunu söylüyorlardı. İşte bundan dolayı
Hz. Nûh (a.s), eğer durum onların dediği gibi ise, nasihatinin onlara fayda
veremeyeceğini söylemiştir. Bunun misali bir kimsenin çocuğunu, suçundan dolayı
cezalandırıp; çocuğu, "Ben bundan başkasını yapamam" dediğinde,
babasının, "O halde, benim nasihat ve zorlamam sana fayda
vermeyecektir" demesine benzer. Babasının böyle demesinin maksadı,
çocuğunu, ileri sürdüğü şey hususunda tasdik etmek değil, aksine onu kabul
etmemektir
2)
Hasan
el-Basrî, yuğviyekum kelimesine, "size azab etmeyi..." manasını
vermiştir. Böyle olması halinde ayet-i kerimenin manası, "Size azâb gelip,
siz de o zaman iman ettiğinizde, işte o gün benim nasihatim size fayda vermez.
Çünkü, azab inerken edilen iman kabul olunmaz. Benim nasihatim size, ancak
azabı görmenizden önce iman etmeniz halinde fayda verir" şeklindedir.
3) Cübbaî şöyle demiştir: "Gevâye kelimesi,
isteğine ulaşamamaktır. Bunun delili, Cenâb-t Hakk'ın, 'İşte bunlar da ileride azgınlıklarının
cezasına uğrayacaklardır" {Meryem, 59) ifadesidir. Yani, "Ahiret
hayırlarını elde edemeyeceklerdir" demektir. Nitekim, şair de "Kim
azgınlık yaparsa, azgınlığına mukabil, kendisini kınayandan başka bir şey elde
edemeyecektir" demiştir.
4) O kimse, küfründe devam edip onda ısrar edince, Allah
lütuflarını ondan kesmiş ve onu kendi başına bırakmıştır. Dolayısıyla bu durum,
Cenâb-ı Hakk'ın o kimseyi saptırmak istemesine benzer bir haldir. İşte bundan
dolayı, "Allah, onu saptırdı" denilmesi güzel ve yerinde olmuş
olur."
Mutezile'nin bu
konudaki sözlerinin tamamı budur. Mutezile'nin bu ve benzeri fikirlerine
verdiğimiz cevaplar, defalarca geçmişti. Binâenaleyh, bunları defalarca
tekrarlamaya mahal bulunmamaktadır.
[103]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer
Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile,
bu nasihatim size İki Şart Cümleciği
İhtiva Eden Cümle fayda vermez..." ayeti, kendisinden
sonra başka bir şartın geldiği, bir şarta bağlanan bir "ceza"
cümlesidir. Bu da, lafız bakımından sonra gelen, şartın hükmünün var olması
bakımından önce olmasını gerektirir. Bu böyledir, zira bir kimse hanımına,
"Eğer sen eve girersen
boşsun!" dediğinde, bundan anlaşılan, talâkın, girme işinin
levazımından olmasıdır. Binâenaleyh o kimse, meselâ, "Eğer ekmek (de)
yersen..." demek suretiyle, önceki (eve girmek) şartından sonra, bir başka
şart daha ilave ettiğinde, o zaman anlaşılan ve kastedilen önceki şarta
bağlanmış olan o cezanın, ikinci şartın tahakkukuna da bağlanmış olmasıdır.
Halbuki şart, var olma bakımından, meşrût'tan, (şart koşulan şeyden) önce olur.
Buna göre, eğer ikinci şart tahakkuk ederse, ceza o birinci şarta bağlanmış
olur. Ama, ikinci olarak zikredilen şart bulunmadığı zaman, o ceza, o zaman
birinci şarta taalluk etmez. İşte ayetin terkibindeki hakikat de budur. İşte
bundan dolayı fukaha, lafızda muahhar
olan şartın, manada önce; lafızda önce olanın, manada sonra geleceğini
söylemişlerdir.
Bil ki Nüh (a.s), bütün bunları izah edince, "O,
sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak Ona döndür üteceksiniz" demiştir. Bu,
tehdidin doruk noktasıdır. Yani, "O, sizi yaratan, sizi terbiye eden,
ölümden önce ve ölüm esnasında, sizin zât ve sıfatlarınızda tasarruf sahibi
olan ve ölümünüzden sonra da kendisine varacağınız ilâhınızdır" demektir.
İşte bu üslup sakındırmanın en ileri derecesini ifâde eder.
[104]
(Habibim} belki
"Onu kendiliğinden uydurdu" derler. De ki: "Eğer ben onu kendim
uydurdumsa günahı benim üstüme olsun. Halbuki ben sizin irtikâp edegeldiğiniz
şeylerden uzağım" (Hûd. 35}.
Bil ki, ifterah
kelimesinin manası, "O onu uydurdu; onu icad etti ve o onu kendilerinden
yaptı" demektir. Buradaki hû zamiri, o kâfirlere tebliğ edilmiş olan
râcidir. Nûh (a.s) "...günahı benim
üstüme olsun" demiştir. mahzurlu ve yasak olan şeyleri arzu edip onları
yapmaktır. Bu, muzafın hazfedilmesi
kabilinden bir ifâdedir. Çünkü, kelamın takdiri, "İşlediğim günahın cezası benim üstümedir"
şeklindedir. Ayette bir başka hazf daha bulunmaktadır ki, bu da, kelamın
takdirî manasının, "Eğer ben onu uydurdu isem, suçumun cezası bana aittir.
Yok, eğer ben doğru söylüyor ve siz de beni yalanlıyorsanız, bu yalanlamanızın
cezası da size aittir" şeklinde olmasıdır. Ancak var ki, söz bu hazfe delâlet ettiği için, bu
bırakılıp, söylenmeyen kelimeler -azledilmiştir. Bu, tıpkı"..gecenin
saatlerinde taat ve ibâdet eden kimse gibi midir?" (Zumer, 9) ayetinde
olduğu gibidir ki, Cenâb-ı Hak bu ayette, bazı şeyleri zikretmemiştir.
Ayetteki "Ben, sizin suçunuzun
cezasından uzak ve beriyim" demektir. Müfessirlerin ekserisi, bu sözün, Hz.
Nuh'un sözünün devamı olduğu ve bu ayetin, Hz. Nuh'un kıssasının nakledilmesi
esnasında, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kıssası hakkında vaki olduğu
kanaatindedirler ki, onların : sözü, gerçekten kabul edilemeyecek uzak bir
ihtimaldir. Hem, Hz. Nûh (a.s)' un "Eğer ben onu kendim uydurdumsa, günahı
benim üstüme olsun" sözü, onun bir şüphe içinde olduğuna delâlet etmez.
Ancak ne var ki bu, risâletini kabul etmelerinden ümidini kestiği esnada,
inkarı manada söylenilmiş olan bir sözdür.
[105]
"Nuh'a şu hakikat
vahyolundu: "Kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman
etmeyecekler. O halde işleyegeldikleri şeyden tasalanma" (Hûd. 36).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[106]
İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir; "Bu azâb
Allah katından gelince, Hz. Nuh (a.s), kavmine beddua ederek: "Yâ Rabbi,
yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nuh, 26)
demiştir.
Şu halde Cenâb-ı
Hakk'tn buyruğunun manası
"üzülme" demektir. Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da, insanın
başına hoşlanmadığı birşey geldiğinde "adam hüzünlendi" denilir.
Nitekim Ebu Ubeyde, "Allah'ın taksimine sana ayırdığına .hiç
hüzünlenmeksizin yönel ve al onu! Efendi efendi, gönlü rahat kişi olarak otur
yerine!.." beytini nakletmiştir. Buradaki gayre mubteis: "Mahzun
olma, ve hoş karşıla..." demektir.
[107]
Alimlerimiz, kaza ve
kader hakkındaki görüşlerinin doğru olduğuna dair bu ayetle istidlal ederek
şöyle demişlerdir; "Allah Teâlâ, Hz. Nûh (a.s)'un kavminin, artık bundan
sonra iman etmeyeceğini haber vermiştir. Binâenaleyh, şayet onlardan iman
tahakkuk etmiş olsaydı o zaman bu iman ya hem bu haber ve bu bilgi doğru bir
haber ve bilgi olarak kalması; yahut bu haberin yalana, bu ilmin de cehle
dönüşmesi tarzında tahakkuk etmiş olurdu. Birincisinin bâtıl olduğu açıktır.
Zira imanın varlığı halinde, imanın yokluğuna dair haberin doğru olması; iman
mevcut iken imanın yokluğuna dair bilginin hasıl olması, iki zıddın aynı anda
bir arada bulunması demek olur. İkincisi de bâtıldır; zira, Allah'ın haberinin
yalana, ilminin de cehle dönüşmesi imkânsızdır. Onlardan imanın sadır
olmasının, mutlaka bu iki kısım üzere olmasının gerektiği ve bunlardan
herbirinin de imkânsız olduğu sabit olunca, onlar iman etmekle emredilmiş
oldukları halde, onlardan imanın sadır olması imkânsız olur. Hem kâfirler iman
etmekte emrolunmuşlardır. Allah'ı, verdiği her haber hususunda tasdik etmek
de imandandır. Cenâb-ı
Hakk'ın, "kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman
etmeyecektir" beyanı da bu manadadır. Şunu kabul etmemiz gerekir: Onlar,
kendilerinin iman etmeyeceklerine dair habere de
iman etmekle görevli
idiler ki bu, iki zıddı bir arada bulundurmayı teklif etmektir. Bu sözün izahı,
bu kitapta
defalarca geçmiştir.
[108]
Mutezile, Allah'ın,
içlerinde ...'an edeceklerini yahut da, zürriyetleri içinde iman edecek
kirnselerin bulunduğunu
bildiği bir
kavme, köklerini kazıyıp kurutan bir azabı
indirmesinin caiz olup
olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazıları bunun caiz
olmadığını ileri sürmüşler ve Cenâb-ı Hakk'ın, Nûh (a.s)'dan «atfetmiş olduğu,
"Ya Rabbi yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü
eğer sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, dr kâfirden
başka da evlât doğurmazlar" (Nuh, 26-27) sözüne tutunarak şöyle demişlerdir:
"Bu, Allah Teâlâ'nın ne onların içinde, ne de onların zürriyetleri içinde
iman edecek tek bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, onların üzerinde
köklerini kazryan bir azabı indirmiş olmasının yerinde ve uygun olduğuna
delâlet etmiştir." Ham, Mutezİlî bir alim olan Kadî, hem de bizim
alimlerimizin pek çoğu ise şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ'nın onların içinde iman edecek olan bir kimsenin
sunduğunu bildiği halde, azâb indirmesi caizdir.*
Nüh (a.s)'un, "Ya
Rabbi, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" şeklindeki
sözüne gelince bu, Hz. Nuh'un bunu, ancak, onların Allah'ın kullarını saptırdıklarını ve onların doğurduklarının da
sadece öz günahkâr ve kâfir olduklarını bildiği için, istemiş olduğuna delâlet
eder ki, bu da, bu hükmün, bu iki illetin toplamına göre verilmiş olduğuna
delâlet eder. Yine bu ifâde de, bu iki illetin bulunmaması hafinde o azabın
İndirilmesinin caiz olmayacağına dair bir deli de bulunmamaktadır.
Doğruya en yakın olan
şöyle denilmesidir: Nûh (a.s), onların iman etmelerini aşırı bir biçimde arzuladığı için Rabbinden onları
bırakmasını, imha etmemesini istemişti, bunun üzerine de Rabbi ona, kalbinde
bulunan o arzuyu silmek için, onlardan hiç lansenin iman etmeyeceğini bildirmişti.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "O halde, işleyegeldikleri şeyden
tasalanma" buyurmuştur. Bu, "Bundan dolayı üzülme ve tanda bir zillet
olduğunu sanma. Zira, kendisine tutunanların sayısı az olsa dahi din sizdir.
Kendisini ileri sürenlerin sayısı çok olsa dahi, batıl, zelil ve hakirdir"
demektir.
[109]
"Bizim
nezâretimiz ve vahyimiz ile gemi yap. Zulmedenler hakkında bana birşey söyleme.
Çünkü onlar suda boğulmuşlardır" (Hûd, 37).
Bil kî, Cenâb-ı
Hakk'ın, bir önceki ayetteki, "kavminden gerçek iman etmiş olanlardan
başkası asla iman etmeyecektir " beyanı, O'nun, onları helak edeceğini,
azaba duçar kılacağını Nûh (a.s)'a bildirmiş olduğunu gösterir. Ama bu, aynı
zamanda, Allah'ın onlara çeşitli azabla azab edeceğine ihtimali olan bir
ifadedir de. Böylece Allah Teâlâ, Hz. Nûh (a.s)'a, kendisine iman etmeyenlere,
boğma azabı ile azab edeceğini bildirmiştir. Boğulmaktan kurtulmanın yolu gemi
yapmak olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Allah da Nûh (a.s)'a gemi yapıp onu
hazırlamasını emretmiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz.Nûh'a bu gemiyi
kuşların göğüs kafesi biçiminde yapmasını emretmiştir.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın, "gemi yap" emrinin vücub mu , yoksa ibâha
ifade eden bir emir mi olduğu" sorulursa, biz deriz ki:
Daha zahir olanı,
bunun vücub ifâde eden bir emir olmasıdır; zira Hz. Nuh'un hem kendi canını,
hem de başkalarının canını bu helâktan korumasının yolu, ancak budur. Canı,
helak olmaktan korumak ise, vâcibtir. Vacibi gerçekleştirmeye vesile olan şey
de vâcibtir. Bu emrin, vücub ifade eden bir emir olmayıp, aksine ibâha ifade
eden bir emir olması da muhtemeldir. Bu durumda bu, insanın, oturup içinde
ikâmet edebilmesi gayesiyle kendisine bir ev, bir yurt edinmesi gibidir.
[110]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyurmasına gelince, bu ifâdeyi şu sebeplerden dolayı zahirî manasına hamletmek
mümkün değildir:
a) Bu ifade, Allah Teâlâ'nın pekçok gözü olmasını iktiza
eder ki, bu durumda bu, buyruğunun zahirine ters düşer.
b)
Bu ifade, Nûh (a.s)'un, o gemiyi o gözler sayesinde yapmış
olmasını iktiza eder. Bu da, "bıçak ile kestim", "kalem ile
yazdım" denilmesi gibi olur. Halbuki, "o gözler ile yaptım"
denilmesi bâtıl ve yanlıştır.
c) Allah Teâlâ'nın uzuvlardan, organlardan, kısım ve
parçalardan münezzeh olduğu kesin olan aklî delillerle sabittir. Öyleyse işte
bütün bunlardan dolayı bu lafzı tevil etmek gerekir. Bu tevîl de birkaç yönden
yapılabilir:
1)
Bu tabirin
manası, "Hz.Nûh'a ,geminin nasıl yapılacağını öğreten meleğin gözetimi
ile... yap..." şeklindedir. Bu tıpkı, "falan kişi, falan üzerinde
ayın (göz)dür; onun hallerini araştırmak ve gözünü ondan Kıç ayırmamak üzere
görevlendirilmiştir" denilmesi kabilindendir. (Yani göz mecazi olarak
"nezaretçi" manasında kullanılmıştır.)
2) Bir kimse bir şeye çok itinâ gösterirse, gözünü onun
üzerine diker. Binâenaleyh, gözü bir şeye dikmek, o şeye çok ihtiyat ve itina
götürmenin bir sebebi olunca, bu ifâdedeki "ayn, ifâdesi, ihtiyat ve itinâdan bir kir olmuş olur. İşte bundan
dotayı müfessirfer,
bunun manasının, "Bizim, seni tıpkı, görüp ve seni kötülükleri M edebilen
kimsenin koruması tarzında olan bir korumayla gemiyi yap!" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak denilebilir ki: Hz. Nûh (a.s)'un gemiyi
yapmaya yönelmesi şu iki şeye bağlanmıştır:
a)
Düşmanlarının,
onun o işine mâni olamayışları.
b)
Onun, geminin
nasıl yapılacağını ve kötülüğü ve şerri kendisinden nasıl giderebileceğini
bilmesi. Cenâb-ı Hakk'ın "vahyimiz ile"tabiri, Allah Teâlâ'nın
nasıl yapacağını vahyettiğine bir
işarettir. Böyle olması halindedir ki, ancak bundan br netice elde edilebilir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Zulmedenler hakkında bana hiçbir şey
söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır" buyruğuna gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, "Benden, onlardan azabımı geciktirmemi
isteme, zira ben, onlar hakkında hûkmümü verdim..." demektir. Nûh (a.s)
bunu anlayınca, işte bundan sonra kavmine beddua ederek, "Ya Rabbi,
yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!.." (Nûh, 26)
demiştir.
b) Bunun manası, "O cezaların o zulmedenlere hemen
verilmesi hususunda bana da şey söyleme;
zira ben, o azabı belirli bir zamanda indirmeyi hükmedince, onu hemencecik
indirmek imkânsız olur" şeklindedir.
c)
Ayetteki "zulmedenler" ifadesiyle
kastolunanlar, onun karısıyla
oğlu Ken'ân'dır.
[111]
O gemiyi yapıyordu.
Kavminden herhangi bir güruh yanından geçtikçe, onunla eğleniyorlardı. Dedi ki:
"Eğer bizimle eğlenirseniz, biz de sizinle bu eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz! Artık kendisini rüsvây edecek azabın kime gelip çatacağını,
daimî azabın da kimin başına geleceğini ileride bileceksiniz" (Hûd,
38-39)-
Cenâb-ı Hakk'ın
"Nuh gemiyi yapıyordu " cümlesine gelince, bu hususta iki mesele
bulunmaktadır:
[112]
Bu cümle ile ilgili
iki açıklama yapılmıştır:
a) Bunda muzari, mazide cereyan etmiş bir durumun hikâye
edilmesidir. Yani, o vakitte, onun hakkında "gemi yapıyor" denilmesi
yerinde bir ifade olurdu" demektir.
b) Kelamın takdiri "Gemi yapmaya yöneldi"
şeklinde olup, burada ifadesiyle yetinilmiştir.
[113]
Alimler, bu
geminin vasfı hususunda
pekçok görüş belirtmişlerdir:
1) Nûh (a.s), o gemiyi iki senede yaptı. Bunun dört
senede yapıldığı da ileri
sürülmüştür. Ve yine o geminin uzunluğunun üçyüz zira', eninin
elli zira' olduğu belirtildiği gibi, onun yukarıya doğru, su yüzünden itibaren
yüksekliğinin otuz zira' olduğu ve abanoz ağacından yapıldığı, üç bölümü
bulunduğu; en alt bölüme vahşi hayvanların, yırtıcı hayvanların ve haşerâtın;
orta bölüme hayvanların ve en'âm (sığır, deve, koyun cinsi) yüklendiği; en üst
bölüme de kendisiyle beraber, inananlar ve ihtiyaç duydukları yiyeceklerin
konulduğu, ayrıca Hz. Adem'in cesedinin de gemiye yüklendiği de ileri
sürülmüştür.
2) Hasan el-Basrî şöyle demiştir:
"Geminin boyu
binikiyüz; eni ise altıyüz zira' idi."
Bil ki bu gibi konular
benim hoşuma gitmiyor. Çünkü bunlar bilinmesine kesinlikle ihtiyaç olmayan ve
bilinmesinde fayda da bulunmayan şeylerdir. Dolayısıyla, böyte konulara dalmak
lüzumsuz şeylerden olur. Hele hele ortada doğru olanı gösteren herhangibir
belge olmazsa. Bizim bildiğimiz, o geminin, Hz. Nûh (a.s)'un kavminin
mü'minlerini, ihtiyaç duydukları şeyleri ve her hayvandan bir çifti alacak
kadar geniş olmasıdır. Çünkü bu kadar bilgi Kur'ân'da zikredilmiştir. Fakat
bunun dışında kalan hususlar Kur'ân'da zikredilmemiştir.
[114]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kavminden herhangi bir güruh yanından geçtikçe onunla
eğleniyorlardı" buyruğuna gelince, bunda geçen "mele"'
kelimesinin tefsiri hususunda şu izah yapılmıştır:
a)
Bu, onlardan
herhangi bir güruhtur;
b)
Onların ileri
gelenlerinden ve kodamanlarından olan bir güruhtur. Alimler, onların hangi
hususta Hz. Nûh (a.s)'la alay ettiklerinde ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda da şu
izahlar yapılmıştır:
1) Onlar, "Ey Nûh, sen Allah'ın peygamberi olduğunu
iddia ediyordun; ama şimdi marangozluğa
başladın" diyorlardı.
2) Eğer sen, iddianda doğru olsaydın, tanrın seni bu zor
ve güç işten müstağni kılar böylesine yorulmana ihtiyaç bırakmazdı"
diyorlardı.
3)
Onlar daha
önce hiç gemi görmemiş ve ondan nasıl istifâde edileceğini bilmiyorlardı. İşte
bundan dolayı gemiye şaşıyor ve Hz. Nuh'la alay ediyorlardı.
4) O gemi gerçekten çok büyüktü ve Hz. Nûh (a.s) onu
sudan çok uzak bir yerde yapıyordu. Onlar, bundan ötürü, "burada su yok ve
senin onu büyük nehirlere, denizlere taşıman mümkün değil" diyorlar ve
bunu bir nevî akılsızlık ve delilik ; sayıyolardı.
5) Hz. Nuh'un kavmi içindeki ömrü uzayıp, bu müddet
zarfında onları boğulma azabı ile inzâr edince ve onlar da buna dair hiçbir
emare ve işaret görüp müşahede edemeyince, zann-ı galiblerince, Hz. Nûh
(a.s)'un bu sözünde yalancı olduğuna hükmettiler. Bu sebeble de, Hz. Nüh (a.s)
gemi yapmaya başlayınca, onunla alay ettiler.
İzah edilen bütün bu hususlar ihtimal dahilindedir.
[115]
Allah Teâlâ daha
sonra, Hz. Nûh (a.s)'un "Eğer bizimle alay ederseniz, biz de sizinle, bu
alay ettiğiniz gibi, alay edeceğiz"
Dediğini nakleîmiştir.
Bu ifade ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) Kelamın. takdiri, "Eğer siz bizimle şu anda eğleniyor
iseniz, başınıza dünyada boğulma belası, ahirette de zelil ve rüsvay olma
hadisesi geldiği zaman, biz de sizinle Aynen
sizin eğlendiğiniz gibi, sizinle alay edeceğiz" şeklindedir.
2) Eğer yaptığımız iş hususunda, câhil olduğumuzu
söylüyorsanız, biz de size, üzerinde olduğunuz küfür hususunda ve Allah'ın
gazabı ile azabına maruz kalmanız "hususunda cahil olduğunuzu söylüyoruz.
Demek ki siz, alay edilmeye bizden daha müstehaksınız.
3) Eğer siz, bizim câhil olduğumuzu söylüyorsanız, bilin
ki biz de sizin câhil olduğunuzu söylüyoruz. Hem sonra sizin cehaletiniz daha
çok ve daha ileridir. Çünkü siz tıpkı çocukların ve câhillerin yaptığı gibi,
işin gerçeğini bilmeyip, durumun zahirine adandığınız için, bizim câhil
olduğumuzu söylüyorsunuz.
İmdi, "Alay ve
istihza günahtır. Öyleyse bunu yapmak, peygamberlere nasıl uygun düşer?"
denilirse, biz deriz ki: "Allah Teâlâ, alaya karşılık vermeyi, mukabele
etmeyi aylay etme " diye ifâde etmiştir. Bu tıpkı
Allah Tealâ'nın "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür"(Şura.
40) ayetinde olduğu gibidir."[116]
Cenâb-ı Hak,
"Artık kendisini rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını ileride
bileceksiniz" buyurmuştur. Yani, "Alay edilmeye kimin müstehak
olduğunu ve kimin en güzel neticeyi elde edeceğini bileceksiniz."
Ayetteki "Kime gelecek" ifâdesi hususunda şu
iki izah yapılmıştır:
a) Bunun başındaki men edatı, eyyü manasında bir
istifhamdır. Buna göre sanki, "siz, o azabın hangimize geleceğini
göreceksiniz" denilmektedir. Bu izaha göre, men, mahallen merfu, mübtedâ
olmuş olur.
b)
Bu edat,
ellezi manasınadır. Bu durumda o mahallen mansub olur.
Cenâb-ı Hak, 'Vaimi
azabın da kimin başına geleceğini (bileceksiniz)"; yani "o azabın,
devamlı olarak, kime musallat olacağını görüp anlayacaksınız..."
buyurmuştur.
[117]
"Nihayet emrimiz
gelip de fırın kaynadığı zaman, dedik ki: "Her birinden ikişer çift ile,
aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna. aileni ve
iman edenleri, içine yükle." Zaten onun yanındaki az sayıda
insandan başkası da
iman etmemişti" (Hûd, 40).
Ayette ilgili birkaç
mesele vardır:
[118]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Ayetin başındaki hatta, kendisi ile yeni bir cümleye başlanan,
hatta-yı ıbtidâiyyedir. Burada o, şart ve ceza cümlesinin başına gelmiş ve
geçen ayetteki, "ve (Nûh) gemiyi yapıyordu" cümlesinin gayesi (son
vadesi) olmuştur. Yani, "Nûh o gemiyi, vaadedilen o tufan vakti gelinceye
kadar yaptı" demektir."
[119]
Ayetteki,
"Emrimiz gelip" ifâdesindeki "emir" kelimesi şu iki manaya
muhtemeldir:
a) Allah Teâlâ, herşeyin kendi emri ile olduğunu beyân
buyurmuştur. Nitekim O, "Bir şeyin olmasını dilediğimiz
zaman sözümüz ancak ona "öl" demektir. O da
derhal oluverir" (Nahi, 40) buyurmuştur işte
bu ayetteki emir" ile de bu mana kastedilmiştir.
b) Bununla vaadedilen o azab irade edilmiştir.
[120]
Ayette geçen
"tennûr" ile ilgili iki görüş vardır:
a) Bu, içinde ekmek pişirilen "tandır"
manasındadır.
b) Bu, tandırdan başka birşeydir.
Birincisi, İbn Abbas,
Hasan el-Basrî ve Mücâhid gibi -ssirlerin büyük bir kısmının görüşüdür Bunlar
da kendi aralarında ihtilaf etmişler •e bazıları bunun, Hz. Nuh'a ait bir
tandır olduğunu söylerken; Hz. Adem'e ait bir tandır olduğu da söylenmiştir.
Nitekim Hasan el-Basrî, "bunun taştan olup, Hz. Havva'ya ait iken daha
sonra Hz.Nûh'a geçtiğini" söylemiştir. Alimler bu tandırın -erede olduğu
hususunda da ihtilaf etmişlerdir Şa'bi, onun Küfe taraflarında okluğunu
söylemiştir. Hz. Ali (k.a.v)'den, "onun, Küfe Mescidi'nde olduğu"
rivayet edilmiştir. "Onun içinde, yetmiş peygamber ekmek pişirmiştir"
demiştir. Bu tandırın, Şam'da "Aynü Verdân" denilen yerde olduğu da
söylenmiştir. Bu görüş Mukatilc aittir. Bu "tennûr"un, Hindistan'da
olduğu da söylenmiştir. Yine Hz. Nuh'un hanımının o tandırda ekmek pişirdiği,
Hz. Nuh'a tandırdan su çıkmaya oaşladığını haber verdiği, böylece Hz. Nuh'un
eşyaları gemiye yüklemeye başladığı da söylenmiştir.
İkinci görüşe göre,
ayetteki "tennûr" ile, ekmek pişirilen tandır kastedilmemiştir. 8u
görüşe göre. tennûr hakkında çeşitli izahlar yapılmıştır:
1) Bu, "yeryüzünden su fışkırmaya başladı"
manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz de göğün kapılarını açıp. şarıl şarıl su akıttık. Yeri de
kaynaklar halinde fışkırttık. (Her iki) su. ezelde takdir edilmiş bir emr
üzerinde birleşiverdi" (Kamer, 11-12) buyurmuştur. Araplar, yeryüzüne
"tennûr" demişlerdir.
2) Tennûr, yeryüzünün en kıymetli ve en yüksek bir
yeridir. Tufan suyu, Hz. Nûh için bir mucize olsun diye, o yüksek yerden
çıkarılmıştır. Hem sonra manası, "su, yeryüzünün yüksek tepelerinden ve
yerlerinden kaynayıp fışkırınca, bu yerler, yüksekliğinden ötürü tandırlara
benzetildi" şeklindedir.
3) Bu kelime, "sabah doğdu" manasınadır. Bu
görüş, Hz. Ali'den nakledilmiştir.
4) Kelimenin,
"iş şiddetlendi (hızlandı)" manasına olması da muhtemeldir.
Nitekim Arapçada,"Tandır kızdı" yani (iş kızıştı)" denilir. Buna göre ayetin manası,
"Ey Nûh, işin kızıştığını ve suyun çoğaldığını gördüğünde, kendini ve
beraberindekileri gemiye alıp kurtar" şeklinde olur.
Eğer, "Bu
görüşlerin hangisi doğrudur?" denilirse, biz deriz ki: Aslolan (doğrusu)
sözü, hakiki manasına hamletmektir. "Tennûr" lafzının ise, hakiki
manası "ekmek pişirilen yer" demektir. Dolayısıyla bu lafzı, bu
manaya almak gerekir. Suyun ilk önce belli bir yerden fışkırmaya başladığını ve
o yerin de (Hz. Nuh'un) tandırı olduğunu söylemek de akten imkânsız değildir.
Eğer denirse ki:
"Tennûr" kelimesi elif-lam'lıdır, bu da, o tandırın muhatablarca
belli ve malum bir tandır olduğunu gösterir. Halbuki yeryüzünde böyle belli bir
tandır yoktur. Dolayısıyla bunun, "işin kızıştığını, suyun fışkırdığını
gördüğün zaman, hem kendini, hem beraberindekileri kurtar" manasına
hamledilmesi gerekir." Biz cevaben deriz ki: Şöyle denilebilir: "Bu
tandır, Hz. Adem'in veya Hz. Havva'nın, yahut da Allah'ın Nûh (a.s) için
belirleyip gösterdiği bir tandır olup, Cenâb-ı Allah'ın ona, "Sen, o
tandırdan su fışkırdığını gördüğünde bil ki iş tamamdır" demiş olması
muhtemeldir. Böyle olması halinde, ayetin lafzını zahirî manadan mecazi manaya
çevirmeye gerek yoktur.
[121]
Fare fiili, ateş çok
kızgın olduğunda tencerenin kaynamasına benzetilerek, "çok şiddetli ve
kuvvetli bir şekilde fışkırdı" manasınadır. Tandırın bizzat kendisinin
fışkırmayacağı bellidir. Şu halde bundan maksad, tandırdan suyun fışkırmasıdır.
Tandırın fışkırmasının, o kavmin helak olacağının bir alameti olacağının onlara
bildirilmiş olması imkânsız değildir. Çünkü bu büyük bir hadisedir. Allah Teâlâ
mü'minlere, kurtuluşu vaadetmiştir. Bu sebeple Allah'ın, mü'minlere, o belirli
vakti bilip tanıyacakları bir alamet vermesi gerekir. Binâenaleyh bunun, o
önemli hadisenin artık geldiğine dâir bir alamet kılınmış olması uzak bir
ihtimal görülemez.
[122]
Leys şöyle
demiştir.-"Tennûr, her dilde kullanılan genel bir kelimedir. Bu manada
"tennâr" da kullanılır." Ezherî
şöyle der: "Leys'in bu görüşü, bu kelimenin a'cemi
{Arapça olmayan) bir kelime olup, Arapların bunu arapça-
laştırdıklarına
delâlet eder. Bunun delili, kelimenin aslının "tennâr" olup, daha
önce Arapça'da "tennûr" diye bir kelimenin bilinmeyişidir.
Bunun bir benzeri de,
Arapça'ya Farsça'dan geçen, "dîbâc, dînar, sündüs ve istebrak"
kelimeleridir. Çünkü Araplar, bu kelimeleri kullanınca, bunlar da Arapça
olmuşlardır.
[123]
Bil ki tandır
kaynamaya, su fışkırmaya başlayınca, Allah Teâlâ Hz. Nûh (a.s)'a gemiye üç
çeşit şeyi yüklemesini emretmiştir:
[124]
"Her birinden
ikişer eş, içine yükle." Ahfeş şöyle der: "Sen, "şu ikisi, eş
(zevc) dirler" dersin. Cenâb-ı Hak da, "Her şeyden iki zevç eş
yarattık" (Zariyat. 49) buyurmuştur. Şu halde gök bir zevç, yer bir zevç,
kış bir zevç. yaz bir zevç, gündüz bir zevç, gece bir zevc'dir. Yine sen
kadına, "zevce" dersin ve "Bu (adam) o kadının zevci"
dersin. Cenâb-ı Hak da, "Allah Adem'den deyine onun zevcesini
yarattı"(Nisa. i) ve "Erkek ve dişi iki çifti (zevci) O yarattı"
«han. 45) buyurmuştur. Böylece tek bir şey için de bazan "zevç" (eş)
ifâdesi kullanıldığı sabit olmuş olur.
Hak Teâlâ'nın, "(Allah) sekiz zevç yarattı, koyundan iki keçiden iki, deveden iki, sığırdan iki...
"(En'âm, 143) ayeti de bunu göstermektedir.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki, "zevceyn" (iki zevç), biri erkek biri
dişi id şey demektir. Buna göre ayetin takdiri, "Böyle olan herşeyden
gemiye, biri erkek tari dişi çiftleri yükte" şeklinde olur. İşte bundan
ötürü Hafs kıraatinde,ayetteki etme tenvin ile şeklinde okunur, "Herşeyden
biri dişi biri erkek olmak re, birer çift yükle" manası kasdedilir.
"Zevceyn",
zaten iki olur. O halde, "ayette,
(iki zevce, iki çift) denilmesinin hikmeti nedir?" denilemez.
Çünkü biz diyoruz ki, bu tıpkı, iki, çift ilah edinmeyin" (Nahi, 5i) ve
"Tek bir nefha,."(Hakka, 13) ayetlerinde olduğu gibidir. (Yani tekid
ifade edip, ayrı bir çift manasına gelmez.) Fakat meşhur kıraata göre, bu soru
söz konusu olmaz.
Alimler, ayetteki
"ikişer çift" tabirinin içine, hayvanların dışında kalanların da
girip girmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Biz diyoruz ki: Hayvanlar buna
dahildirler. Çünkü her türlü caniı bu ifâdenin kapsamına girer. Fakat ayetin
lafzı, bitkilere delâlet etmez. Ama bu, halin muktezasına göre, uzak bir
ihtimal de değildir. Zira insanlar, etkilerin bütün kısımlarına muhtaçtırlar.
Rivayetlerde varid olduğuna göre İbn Mes'ûd (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Nuh (a.s)'un, aslanı gemiye yüklemeye gücü yetmeyince, aslan humma
hastalığına yakalandı. Çünkü, Nûh (a.s) "Ya Rabbi, eğer ben onu gemiye
bîndirirsem, aslanı nasıl doyururum?" deyince, Cenâb-ı Hak da, "Ben
onu, yemekten alıkoyacağım" buyurmuş ve bunun üzerine, aslana humma
hastalığını musallat kılmıştı." Bizce en münasip olan tutum, böylesi
sözleri bir kenara bırakmaktır; zira mesela fil, yemeğe daha çok muhtaç olduğu halde,
hummaya tutulmamıştır!.
[125]
Cenâb-ı Hakk'tn, Nûh
(a.s)'a, gemiye bindirmesini emretmiş olduğu şeylerin ikincisi, O'nun
"aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna,
aileni,.." ayetinin ifâde ettiği husustur. Alimler, "bunlar yedi
kişidir; Nûh (a.s), üç oğlu Hâm, Sâm ve Yafes; bir de, her birinin karısı"
demişlerdir. Yine bunların sekiz kişi olduğu; bunlara ilâveten Nûh (a.s)'un
hanımının da bulunduğu söylenmiştir.
Cenâb-t Hakk'ın,
"aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar
müstesna"
buyruğundan maksad da Nûh (a.s)'un oğlu ve hanımı olup, bunlar kâfir idiler;
bundan dolayı da Cenâb-ı Hak onların helaklerine hükmetmiştir.
İmdi eğer,
"İnsan, diğer bütün canlılardan daha şereflidir. O halde, önce diğer
canlıların zikredilmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:
İnsan akıllı bir
varlıktır. Aklından dolayı da o, helakine yol açacak sebepleri kendisinden
uzaklaştırmaya mecburdur. Dolayısıyla bu hususta onu daha fazla teşvike gerek
yoktur. Ama, diğer canlıları kurtarma hususunda sa'y-ü gayret göstermeye teşvik
etmekse böyle değildir. İşte bundan dolayı önce hayvanlar zikredilmiştir.
Bil ki bizim
alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir
edilmiş) olanlar müstesna" buyruğu ile kaçınılmaz (lâzım) olan kaza ve
vâcib olan kaderin isbatı hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle
demişlerdir: "Çünkü, "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir
edilmiş)" kaydı, hakkında kavl-i ilâhi sebkat etmiş olan hiç kimsenin durumunun
asla değişmeyeceğini ihsas ettirmektedir. Bu, tıpkı Hz. Peygamber'in şu sözüne
benzer: "Said, annesinin karnında sâid olandır; bedbaht da, annesinin
karnında bedbaht ve şakı olandır. "[126]
Bunlardan
üçüncüsü, buyruğunun ifâde ettiği
husustur. Alimler, bunların seksen kişi olduğunu söylemişlerdir. ise şöyle demiştir "Musul taraflarında bir köy
bulunmaktadır; adı ise, es-Semânîn (seksenler) köyüdür. Bu köye es-Semânîn adı
verilmiştir; zira, (bu seksen kişi) gemiden çıktıkları zaman, bu köyü
kurmuşlardır. Bundan dolayı da bu köy, bu adla isimlendirilmiştir."
Alimler yine, bu hususlara dair, bundan daha çok veya daha az şeyleri de
zikretmişlerdir ki, bütün bu hususları bilmek mümkün değildir. Ancak, Allah
onların "az" olduğunu bildirmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın,
'"Zaten onun yanındaki az sayıda insandan başkası da iman etmemişti"
buyruğudur.
İmdi, eğer denirse ki
"Beraberinde iman edenler gemiye bindikleri zaman bir cemâat olmuşlardır.
O halde Cenâb-ı Hak ''Şüphesiz bunlar
azar azar birer cemâattir"(şuarâ, 54) ayetinde olduğu gibi, niçin buyurmam ıştır?"
Cevaben deriz ki:
Her iki ifadeyi
kullanmak da caizdir. Burada kelamın takdiri, "Onun yanında, az bir
topluluktan başkası iman etmedi" şeklindedir.
İblis'in de gemiye
girmiş olduğunu söyleyen rivayete gelince; bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü İblis,
cinlerden idi; o ise, ateşten ya da hava misali bir şeyden yaratilmişti. O
halde daha nasıl o da boğulabilir? Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın kitabt buna Uet
etmediği gibi, bu hususta sahih bir haber de varid olmamıştır. En uygun olanı
bu konulara dalmamaktır.
[127]
"Nuh dedi ki:
"Bininiz içerisine. Onun akması da, durması da Allah'ın zdıyladır.
Muhakkak ki Rabbim çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir"
(Hûd. 41).
Ayetteki kale kelimesi
"Nûh (a.s)'un kavmine "bininiz" demesini ifade eder. Rükûb
kelimesi, "bir şeyin üzerine çıkmak" anlamına gelir. Nitekim Hayvana
binmek";"gemiye binmek" "Denize binmek", yani Gemiye
binmek" deyimleri de bu anlamdadır. Bir şeyin üzerine çıkan, bir şey onun
-zerine binmiş demektir. Nitekim Arapça'da, "Üzerine borç bindi"
anlamında denilmektedir. Leys de şöyle demiştir: "Araplar, gemiye binen
kimseye derlerdi. Ama rekb ve rükban kelimeleri ise, hayvanlara ve deveye binen
cemâate verilen bir isimdir.'' Vahidî şöyle demiştir: cümlesindeki fl harf-i cerrinîn
"binmek" fiilinin müteallakı olması caiz değildir. Çünkü,
"Gemiye bindim" denilir, fi harfi burada kullanılmaz. Aksine, doğru
olanı şudur: Ayetteki Irkebû "bininiz" fiilinin mef'ûlü hazf
olunmuştur. Kelamın takdiri ise, şeklindedir." Aynı şekilde, buradaki
harf-i cerrin ifâde ettiği mananın şu şekilde olması da mümkündür: Allah
onlara, geminin üstünde değil de, içinde bulunmalarını emretmiştir. Şayet
Cenâb-ı Hak, İrkebûhâ demiş olsaydı, onlar kendilerine, geminin üzerinde
bulunma emri verildiğini zannedebilirlerdi.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onun akması da durması da Allah'ın adıyladır" buyruğu ile ilgili
olarak birkaç mesele bulunmaktadır:
[128]
Hamza, Kisâî ve
Asım'ın ravisi Hafs, mim'in fethasıyla olmak üzere şeklinde; diğerleri de, mim'in dammesiyle şeklinde
okumuşlardır. kelimesinin ise damme ile okunacağında ittifak
etmişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Mücâhid bu kelimeleri, Lafza-i
Celâlin sıfatları olarak, mahallen mecrûr olmak üzere ism-i fail sîgalarıyla
şeklinde okumuştur.
Vahidî de şunları
söylemiştir:
"Mücra kelimesi,
icra (akıtmak) kelimesi gibi bir masdardır. Bunun bir benzeri de
{Mü'minun.agjve (isra, 80) ayetleridir. Ama bu kelimeyi mim'in fethasıyla
mecrâha şeklinde okuyana gelince, bu durumda da kelime masdardır; aynen cery
(akmak) kelimesi gibi. Bu kıraatla okuyan kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, (Hûd. 42)
ayetiyle ihticâc etmiş ve şöyle demiştir: "Şayet bu kelime mücrâha
şeklinde olsaydı, burada da (Hûd, 42) ifâdenin şeklinde olması gerekirdi."
Bu kelimeyi mücrâhâ şeklinde okuyanın hücceti ise şudur: deyimleri, mana
bakımından birbirine yakındır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak buyurunca, sanki
buyurmuş gibi olur. Mürsâ kelimesine gelince, bu da, irsfl (demir atmak,
durmak) kelimesi gibi masdardır. Arapça'da bir şey demir atıp durduğu,
sâbitleştiği zaman denilir, tabiri ise, "Başkası onu durdurdu,
sabitleştirdi" anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Dağlan da dikti,
sabitleştirdi" (Nâziat. 32} buyurmuştur.
İbn Abbas şöyle
demiştir: "O, şunu kasdetmiştir: "Bu gemi, Allah'ın ismi ve
kudretiyle akıp gider; yine O'nun kudreti ve ismiyle durur." Yine şu da
söylenmiştir: "Nûh (a.s) geminin kendilerini götürmesini dilediğinde,
"Onun akıp gitmesi Allah'ın adıyladır" der; gemi de akıp gitmeye
başlardı. Durmasını istediğindeyse "Durması da Allah'ın adıyladır"
der, bunun üzerine de gemi dururdu.
[129]
"Bismillah"
ifâdesindeki i'rabın amili olan bâ harf-i cerri hakkında, alimler birkaç görüş
zikretmişlerdir:
a) "Allah'ın adıyla bininiz" demektir.
b) "Allah'ın adıyta başlayınız" demektir.
c) "Onu akıtmak da durdurmak da Allah'ın
adıyladır" demektir.
[130]
Geminin Receb ayının
itk gününde yota çıktığı söylenildiği gibi, yine Receb ayının onuncu gününde
yola çıktığı, altı ay yol aldığı, Muharrem'in onuncu günü de, Cûdî Dağı'na
oturduğu da söylenmiştir.
[131]
Ayet hakkında iki
ihtimal bulunmaktadır: Birinci ihtimal: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun toplamının tek bir söz olmasıdır.
Buna göre mananın takdiri, "Gemiye, onu akıtan ve durduranın adını
zikrederek bininiz" şeklinde olur. Yani, "Bunu zikrederek o gemiye
binmeniz yaraşır ve gerekir."
İkinci ihtimal ise, bu
ifâdenin iki ayrı söz olmasıdır. Buna göre mananın takdirim otur: "Nûh
(a.s) onlara gemiye binmelerini emretmiş; sonra da onlara, bu m-n akıp
gitmesinin de durmasının da ancak Allah'ın adıyla, O'nun emri ve olduğunu haber
vermiştir."
Bunagöre birinci mana,
bir insan bir işe- başladığı zaman, ancak mukaddes Mrte Allah'ın adını anarak
başlamasının uygun ve güzel olacağına; böylece de, istenen maksadın, bu zikrin
hareketiyle elde edilip tamamlanacağına sa-ene bulunmuş olur.
İkinci mana ise, Nûh
(a.s)'un, gemiye bindiği zaman, ümmetine, geminin, Muşun tahakkuk etmesi için
bir vesile ve araç olmadığını; aksine yapılması «n şeyin, azmi sağlam tutup
kalbi Allah'ın lütfuna bağlamak olduğunu haber İ≠ yine onlara, gemiyi
akıtıp durduranın ancak Hak Teâlâ olduğunu; binâenaleyh, "Sizler gemiye
güvenmekten sakının, aksine sizin, Allah'ın na güvenip dayanmanız gerekir.
Zira, gemiyi akıtıp durduracak olan ancak O'dur"demek iastediğine delâlet
etmektedir. Birinci takdire göre, Nûh (a.s) gemiye bindiği ân zikir makamında
idi. İkinci takdire göreyse, Nûh (a.s) tefekkür ve kendisine kuvvet ve kudret
nisbet etmeden uzaklaşma; bütün sebeplerden sarf-ı nazar etme,
müsebbibu'l-esbâb olan Allah'ın celâl nuruna dalma (istiğrak) makamında idi.
Bil ki insan, delil ve
hüccet ile Marifetullah'ı elde etme hususunda tefekkür edince, vnât (karanlık)
ve dalâlet dalgalan o dağlara ve zulmet tepelerine kadar çıkmış :. bir zamanda,
sanki o tefekkür ve tedebbür gemisine oturmuş gibidir. ıpsıyta düşünce ve
tefekkür gemisi hareket etmeye başladığında, onun, o esnada - a dayanması, O'na
yalvarıp yakarması ve lisân-ı kalb ve akıl gözüyle başbaşa i* gerekir ve o bu
esnada, fikir gemisinin, kurtuluş sahiline ulaşması ve dalâlet ptanndan
kurtulabilmesi için, "Geminin akması da durması da Allah'ın
adıyladır"
Ayetteki
"Muhakkak ki Rabbim, çok bağışlayıcı ve çok met edicidir" buyruğu ile
ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: O vakit, Cenâb-ı n rmha etme ye
kahrını, kudretini izhâr etme zamanıdır. Dolayısıyla böyle frnesi nasıl uygun
düşer?
Cevap: Belki de,
gemiye binen o topluluk, "Biz ilmimizin bereketiyle kurtulduk!" diye
inanmış olabilirler. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bu sözüyle, onların
kendilerini •işliklerini izâle etmek istemiştir. Çünkü insan, çeşitli
hatalardan ve şehevî in karanlıklarından salim olamaz. O, daima Allah'ın
yardımına, lütfuna ve ı; suçlarına karşı merhametli, günahlarına karşı da çok bağışlayıcı
olmasına[132]
"O gemi bunları
dağlar gibi dalgalar içinden akıtıp götürüyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş
olan oğluna bağırdı: "Evladım! Gel bizim yanımıza sen de bin, kâfirler ile
beraberolma." O, dedi ki: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan
korur." Nuh da şöyle dedi. "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyici olan
kendisinden başka, hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin araşma dalga
girdi, o da boğulanlardan oldu" (Hûd, 42-43).
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[133]
Burası mahzuf bir söz
ile alâkalı olup, kelamın takdiri şöyledir: "Nuh (a.s), "Gemiye
bininiz" deyince, onlar o gemiye, -o gemi bunları dağlar gibi dalgalar
içinden akıtıp götürüyorken-, "Allah'ın adıyla" diyerek
bindiler."
[134]
Büyük dalgalar ancak,
çok şiddetli fırtınalar ve kasırgalar olduğu zaman meydana gelir ki, bu da o
zaman çok şiddetli kasırga ve fırtınaların meydana geldiğine delâlet eder ki
bundan maksat da, o zamanki korkunun ve dehşetin şiddetini beyan etmektir.
[135]
"Dalgalar içinde
akıp gitmenin" manası, o geminin dalgaların içinde olması anlamına gelir
ki, bu da boğulmayı
gerektiren bir haldir.
Şu halde bundan maksad şudur: O dalgalar, o gemiyi her taraftan kuşatınca, o
gemi, âdeta o dalgaların içinde, hareket eden bir şeye benzetilmiştir.
Sonra HakTeâlâ, Nûh
(a.s)'un oğluna seslendiğini nakletmiştir. Bu hususta birkaç mesele
bulunmaktadır:
[136]
Alimler, Hz. Nuh'un
seslendiği kimsenin, onun oğlu olup
olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta da taç birkaç görüş
vardır:
Birinci görüş: O kimse, gerçekte Hz. Nuh'un oğludur. Bunun delili,
Cenâb-ı Hakk'ın, bunu açıkça mzikredip, "Nûh buyurmuş olmasıdır. Yine Hz.
Nûh da bu hususta, açık bir ifâde 'Evlâdım!" demiştir. Bu lafzı, Hz.
Nuh'un yetiştirdiği bir evlatlık anlamına te seoepîen de ona "oğul!"
denilebileceğini ileri sürmek, sözü, hiç zaruret yok asından mecazi manasına
götürmek olur ki bu caiz değildir, Bu zahiri edenler ise, şunun için muhalefet
etmişlerdir: Bunlar, masum olan çocuğunun kâfir olmasını imkânsız
görmektedirler. Bu, uzak bir Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in babasının kâfir
olduğu kesindir. Hz. ls) m babası da, Kur'ân'ın açıkça ifâde ettiği gibi, kâfir
idi. İşte burada da Dara sonra bu görüşte olanlar, Nûh (a.s), "Ey Rabbim,
yeryüzünde toer. -,-urt tutan hiçbir kimse bırakma" inü*. 26) demiş olduğu
halde, daha nasıl »ar oğluna seslendiği hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Buna birkaç yönden
cevap vermişlerdir:
1)
O babasına münafıklık ediyordu. Bunun için de, Nûh
(a.s) onun mü'min
Olduğunu zanetti ve bundan ötürü ona böyle seslendi. Eğer
böyle olmasaydı, onun kurtulmasını istemezdi.
2)
Hz Nûh (a.s), onun kâfir olduğunu biliyordu. Fakat oğlu
boğulma ile yüz yüze «büyük ve korkunç hâdiseleri (tufanı) müşahede edince,
imanı kabul edecek zanetti. Buna göre, Hz. Nûh (a.s)'un "Evlâdım! Gel
bizim yanımıza sen de bin" sözü sanki oğlundan imân etmesini istemiş
olduğuna delalet eder gibidir. Bu, O'nun kafirlerle beraber olma" cümlesi
ile de kuvvet kazanır. Yani bu, "kâfirlikte onlara tabi olan bir kimse
olma, bizimle beraber bin" demektir.
3)
Baba şefkati belki de onu böyle bir nidada bulunmaya
sevketmiştir. Binâenaleyh fince geçmiş
olan, "Aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar cümlesi, mücmel (manası kapaiı) bir ifâde
gibidir ve bundan dolayı belkide Nûh (a.s). oğlunun bu hükmün kapsamına
girmemesini mümkün görmüş olabilir.
[137]
İkinci görüş: Bu, Hz. Nûh (a.s)'un karısının oğlu idi (yani üvey
oğlu idi). Bu görüş, b. Ali el-Bakır ile Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Rivayet
olunduğuna s Hz. Ali (r.a) burayı, şeklinde okumuştur ki, buradaki
"hâ" zamiri, m karısına aittir. Yine Muhammed b. Ali ve Urve b.
Zübeyr de bunu, ibnehâ adının oğluna" manasını kasdederek, (ibnehe)
şeklinde okumuşlar ve el Basrî'ye, bu
hususu sorduğumda, 'Vallahi o, Nuh'un oğlu değildi" dedi. Ben de bunun
üzerine, Hak Teâlâ onun hakkında, Nûh (a.s)'un "Ya Habbi, benim oğlum da
benim Şilemdendir" (Hûd, 45) dediğini naklediyor. Sen ise, onun Hz. Nuh'un
oğlu olmadığını söylüyorsun" dedim. Hasan el-Basrî de şöyle cevap
verdi:*Hz. Nûh, "O, bendendir" demedi, "O, benim
âilemdendir" dedi. İşte bu, benim görüşüme delildir."
Üçüncü görüş: "Bu kimse, gayr-ı meşru bir şekilde Hz. Nuh'un
yatağında doğmuştur." Bu görüşü söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
kâfirlere misal olarak, Nûh 'un kansı ile Löt'un karısını gösterdi. Onlar (...)
hainlik ettiler"fahrim, 10) ayetini delil getirmişlerdir. Bu, son derece
çirkin bir görüş olup, peygamberlerin yüce makamfannın böylesi rezilliklerden
kprunması gerekir, hele bir de görüş Kur'ân'ın ifâdesinin hilafına olunca.
Fakat, "hainlik ettiler" rrahrim, ıo) tabirihe gelince, bu hainliğin,
bu görüşte olanların söylediği manada olduğu hususuna bir delil yoktur. İbn
Abbas (r.a)'a "Bu hainlik nedir?" diye sorulduğunda şöyle dedi:
"Nuh'un karısı, "Benim kocam mecnûn" diyordu. Lût'un kansı da,
melek misafirleri Lût'un evine geldiği zaman, halka bu misafirlerin geldiğini
haber veriyordu.
Üçüncü görüşün yanlış
olduğuna delâlet eden bir başka kat'î delil de, "Kötü kadınlar, kötü
erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara: temiz kadınlar ise temiz erkeklere;
temiz erkekler de temiz kadınlara (yakışır)" (igor. 26) ayeti ile,
"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını
nikahlamaz"'(Nur, 3) ayetidir. Kısaca biz, doğru olanın, birinci
görüştekilerin sözü olduğuna dâir deliller getirmiş olduk.
Cenâb-ı Hakk'ın aynı
bir yere çekilmiş idi" ifâdesine gelince, bil ki, Arapça'da, ma'zil
kelimesi, "başka yerlerden ayrılmış, irtibatı kesilmiş yer"
manasındadır. Bu kelimenin aslı azl masdarı olup, bunun manası "Uzaklaşmak
ve uzaklaştırmaktır. Mesela sen, " dersin. Yani, "Ben falanca yerden
uzak olan bir yerde idim." Bil ki ayetteki bu tabir, Hz. Nuh'un oğlunun
hangi yerden uzak bir yerde olduğuna delâlet etmemektedir. İşte bundan ötürü
âlimler birkaç izah yapmışlardır:
a)
O, gemiden
uzak bir yerde idi. Çünkü o, dağın kendisini, boğulmaktan koruyacağını
zannediyordu.
b) O, babasından, kardeşlerinden ve kavminden uzak bir
yerde idi.
c) O, kâfirlerden uzak bir yerde idi. Buna göre sanki o,
kâfirlerden ayrı bulunuyordu. Bundan dolayı Hz. Nûh (a.s) da, zannetmişti ki
oğlu, kâfirlerden ayrılmayı istediği için, böyle uzaklaşmıştı.
[138]
Ayetteki,
"Evladım, gel bizim yanımıza sen de bin, kâfirlerle beraber olma"
sözüne gelince, biz deriz ki, Asım'ın râvisi Hafs, , sondaki yâ harfinin
fethası ile; diğer kıraat imamları da kesre ile ;- muşlardır. Ebu Ali ise şöyle
der: Kesre ile olan mana daha zahirdir. Çünkü "İbn" kelimesinin
lam'ül fi'li (yani asıl son harfi), ya yâ harfidir, ya vâv harfidir. Bu
kelimenin ismi tasğiri yapıldığı zaman, sonuna bir ism-i tasgir yâ'sı eklenir.
Bundan ötürü de,
I m&a önce
hazfedilmiş olan lâmü'l-fiilin (son harfin) tekrar gelmesi gerekir. Aksi halde,
s-- tasgir yâ'sının i'rab harekeleri ile harekelenmesi gerekir. Halbuki ism-i
tasgir i'rab harekeleriyfe harekelenemez. Çünkü o eğer i'rab
harekeleriyle -ir".elense,
onun da i'rab
harfleri oldukları zaman,
diğer med ve E ftı harflerinin başka
harfe dönüşmesi gibi dönüşmesi
gerekir, kelimelerinde olduğu gibi. Başka şekle (harfe) dönüşmesi halinde
ise,bu yâ harfinin, ism-i tasgire delalet etme manası yok olur. Hem sonra sen,
ism-i tasgiri «ndine nisbet ettin (yani buna nefs-i mütekellim yâ'sı ekledin).
Böylece üç tane yâ harfi bir araya gelmiş oldu. Birincisi, ism-i tasgir yâ'sı;
ikincisi, kelimenin aslındaki I aon harfi olan yâ; üçüncüsü de, muzafun ileyh
olan nefs-i mütekellim yâ'sı. benim evladımdır" dersin. Ona seslendiğin
zaman ise, bunu iki şekilde diyebilirsin:
a)
Yâ'nın
hazfedilmemesi ile,
b) Yâ'nın hazfedilmesi ile. Tercihe şayan olan ise,
muzafun ileyh nefs-i mütekellim ya saının
hazfedilip, bu yâ 'ya
delâlet etmesi için
geriye kalan son
harfin kesresinin bırakılmasıdır. Tıpkı, mesela, "Ey oğlum"
kelimesinde olduğu gibi kelimesini, yâ'nın fethası ile okuyan da, onu kesre ile
okuyan gibi, izafet manasını kastetmiştir. Fakat kesre yerine fetha, yâ yerine
de, hafif olsun diye, elif getirmiştir. Böylece ifâde şeklinde olmuştur. Nitekim şairin şu
ifadesinde de böyledir Ey kız, o şeyden dolayı beni kınama; ve uyu artık."
Sonra ise, bu kimse,
okunması kolay olsun diye, elifi de hazfetmiştir. Bil ki Allah Tealâ, Nuh'un,
oğlunu gemiye binmeye davet ettiğini nakledince, oğlunun da, "Bir dağa
sığınırım, o beni sudan korur" dediğini bildirmiştir. Bu da, o oğulun,
küfürde ısrarlı ve babasını, haber verdiği "hususlarda tamamen yalanlayıcı
olduğuna delalet etmektedir. İşte o zaman Nûh (a.s) "Bugün Allah'ın
emrinden, esirgeyici olan kendisinden başka, hiçbir koruyucu yoktur" der.
Bu hususta şöyle bir
soru var: Allah Teâlâ'mn, merhamet edip, esirgediği kimse korunmuştur. O halde,
korunmuş olanın, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün, Allah'ın emrinden hiçbir
koruyucu yok" buyruğunun delâlet ettiği, koruyucu olmaması nalinden
istisna edilmiş olması nasıl uygun otur? Alimler bu soruya cevap olarak pek
r^fc izah zikretmişlerdir:
Birinci izah: Allah Teâlâ, bu ayetten önce, ''Nûh (dedi) ki:
''Binin içine. Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Seksiz şüphesiz
Rabbim çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" (Hua, 4i) buyurarak,
kendisinin rahim olduğunu ve gemiye binen bu kimselerin, rahmeti sayesinde boğulmaktan
kurtulduğunu beyân etmiştir. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Hz. Nuh'un
oğlu: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur" deyince, Hz. Nûh da:
"Yanılıyorsun. Bugün Allah'ın emrinden, rahim olan zattan başka, hiçbir
koruyucu yoktur" demiştir. Bunun manası şudur: "Rahmeti sayesinde
boğulmaktan kurtulduğunu söylediğim kimse hariç." Böylece ayetin takdirî
manası, "Bugün, rahim olan Allah'dan başka azab-ı ilâhiden insanları
koruyabilecek hiçbir kimse yoktur" şeklinde olur ki bu da, "Allah'dan
ancak yine Allah'a sığınılır" demektir. Bu izah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
duasındaki "Allah'ım, senden, yine sana sığınırım" sözü gibidir. Bu,
son derece güzel bir te'vildir.
İkinci izah:
Bu, "Hallu't-uked" adlı eserin müellifinin
görüşüdür. Ona göre bu istisna, lafız kendisine delalet etmiş olduğu için,
sanki söylenilmiş gibi olan mahzûf bir ifâdeden yapılmıştır. Buna göre ifâdenin
takdiri, şeklindedir. Bu ifâde senin, Bugün, ancak Zeyd'i döveriz" sözün
gibidir. Zira bu kelamın takdiri de, "Bugün Zeyd'den başka hiç kimseyi
dövmeyiz" şeklindedir. Çünkü, lafız buna delâlet ettiği için, bu açıkça
zikredilmemiştir. İşte bu ayet için de böyledir.
Üçüncü izah: kelimesinin anlamı, "Koruması olan yok"
şeklindedir. Bu tıpkı, râmih ve labin kelimeleri gibidir ki, bunlar da
(mızraklı) ve (sütlü, sütü bol) anlamındadırlar. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak,
"atılıp dökülen bir sudan" (Tank, 6) ve "hoşnut bir hayat
içindedir" (Hakka, 21) buyurmuştur. Bunların manası da zikrettiğimiz
gibidir. İşte burada da böyledir. İşte yapılmış olan bu açıklamalara göre, âsim
kelimesi, zu'l-ısme anlamındadır ve o zaman buna, ma'sum manası da dahil olur.
O vakit, ifadesinin, ifadesinden istisna edilmesi, yerinde ve doğru olur.
Dördüncü İzah: ifadesinde (rahime fiilinin faili, o kişinin
kendisidir) mana: "Bugün ancak kendi nefsine merhamet eden kimse Allah'ın
himayesindedir" şeklindedir. Nitekim Hz. Nuh ile etrafındaki cemaatin ilahi
merhamete nail olmaları, kendi nefislerine merhamet etmeleri sebebiyle olmuştu.
Nasıl ki sözünde "hayat verme" özelliği Hz. İsa'ya izafe edilmiştir.
Halbuki aslında, bu hayat verme İşi, onun duası sebebiyle Allah tarafından
yapılmıştır.
Beşinci İzah: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, istisnâ-i munkatı'dır.
Buna göre mana, "Fakat Allah'ın merhamet ettiği kimse korunmuştur"
şeklindedir.
Bunun bir benzeri de,
Cenâb-ı Hakk'ın "Onların buna ait hiçbir bilgileri yoktur; fakat bir zanna
uymak(fadırlar)"(Nisa, 157) ayetidir.
Cenâb-ı Hak daha sonra
durumu "Derken, ikisinin arasına dalga pzdi" diye beyan etmiştir.
Yani aralarına dalganın girmesi ile, Hz. Nûh ona hitab •demez olmuş ve böylece
de o, "boğulanlardan olmuştur.
[139]
"Denildi ki:
"Ey arz suyunu yut, ey gök sen de tut." Su kesildi, iş bitirildi.
tCemİ de) Cûdi üzerine durdu. O zâlimler güruhuna, "{Allah'ın rahmetinden)
uzak olsunlar" denildi" (Hûd, 44).
Bil ki bu sözden
maksad, Tufan hâdisesinin bir başka yönünün anlatılmasıdır. 3u ifâdenin manası
şudur: Tufan sona erdiği zaman (taraf-ı ilâhiden) "Ey yeryüzü mu
yuf"' denildi. Arapça'da, bir kimse suyu içip yuttuğu zaman,; okmayı
çiğnemeden yuttuğu zaman da, denilir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Fasih
olan, bu kelimeyi lamın kesresiyle, mazisinde, muzaresinde şeklinde
okumaktır." Ayetteki "Ey gök, sen de tut" ifâdesine gelince,
Arapça'da işini bıraktığı zaman, adam için, Adam işinden elini çekti);
yağıyorken kesilen yağmur için de, (Gök, yağmurunu kesti) denilir. Ayetteki
tabirine gelince, Arapça'da su eksildiği zaman, denilir. Yine "Ben onu
eksilttim" denilir. Bu fiilin kullanılışı, ve (O şey oldu ve ben onu
yaptım) fiilindeki kullanış gibidir (yani hem lazım, hem müteaddidir). Bu tıpkı
, "Kemik sarıldı (iyileşti)"; (Onu sardım); "Ağız açıldı"
ve (Ağzımı açtım); "Dil çıktı" ve "Dilimi çıkardım"
ve"O şey eksildi" ve (Onu eksilttim) fiillerinde olduğu gibidir.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, "su eksildi ve ondan geriye hiçbir
şey kalmadı" manasındadır.
[140]
Bil ki bu ayet-i kerime,
herbiri Cenâb-ı Hakk'ın azametine ve kibriyâsının yüceliğine delalet eden pek
çok şeyler ihtiva etmektedir:
1) Ayetteki "Denildi ki" ifâdesi. Çünkü bu
lafız, Cenâb-ı Hakk'ın celâl, yücelik ve azamet itibarıyla, her ne zaman
"denildi" denilse, aklın ancak kendisine yöneleceği, fikrin de ancak,
bu söyleyenin ondan başkası olamayacağı düşüncesine varacağı bir makam ve
mertebede olduğuna delâlet eder. İşte bu, bu bakımdan, insanların aklında,
kâinatta O'ndan başka bir hâkim ve ulvî-süflî alemler de O'ndan başka bir
tasarruf sahibi bulunmadığı fikrinin yerleşip, takarrür ettiğine bir dikkat
çekmedir.
2) Ayetteki, "£y Arz suyunu yut, ey gök sen de
tut" ifâdesi. Çünkü duyular bu şeylerin, büyüklüğüne, sağlamlığına ve
gücüne delâlet eder. Akıl, bu şeylere hâkim, onları kudretiyle sarmış ve
onlarda istediği gibi bir tasarruf sahibi olan bir varlığın bulunduğunu
anlayınca, bu aklî kuvvetin, Cenâb-ı Hakk'ın celâlinin kemaline, kudretinin
yüceliğine, gücünün ve meşietintn mükemmelliğine vâkıf olmasına bir sebeb olmuş
olur.
3) Gök ve yer cansız varlıklardır. Binâenaleyh "Ey
gök ve ey yer" diye onlara emir vermek, zahirî durum itibariyle Allah'ın
emrinin ve teklifinin cansız nesnelerde de geçerli olduğunu ihsas
ettirmektedir. O zaman akıl," O'nun emri cansızlarda böyle geçerli olursa,
akıllılar için haydi haydi geçerli olması gerekir" diye hükmeder. Benim bu
izahtan kasdım, Hak Teâlâ'nın cansız nesnelere emrettiğini {ontart mükellef
tuttuğunu) söylemek değildir. Çünkü bu batıldır. Aksine, bundan kastım şudur:
Zahire göre, emir sigastnın, bu güçlü ve muhkem olan cansız varlıklara
yöneltilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini bir başka şekilde çok
mükemmel olarak zihinlere yerleştirir.
Ayetteki "iş
bitirildi" tabirinden maksad şudur: "Allah Teâlâ'nın ezelde, kesin ve
katî bir şekilde takdir edip hükmettiği şey, mutlaka meydana gelir."
Bununla, Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu herşeyin, vakti gelince meydana
geleceğine, ne yerde ne de gökte, O'nun takdirine manî olacak ve hükmünün
geçerli olup, tahakkuk etmesini önleyecek hiçbir şeyin bulunmadığına dikkat
çekmektir.
[141]
İmdi eğer,
"Kâfirlerin günahı yüzünden, çoluk çocuğu boğmak, Allah'ın hikmetine nasıl
yakışır?" denilirse, biz deriz ki:
Buna iki şekilde cevap
verilir:
a) Müfessirlerden çoğu şöyle demektedirler: Allah Teâlâ,
bu Tufandan kırk sene önceden itibaren, onların hanımlarını kısır bırakmıştı.
Dolayısıyla, ancak kırk ve daha yukarı ki yaştakiler boğulmuşlardır.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı bu, ezici ve şaşırtıcı bir mucize olmuş olurdu ve bu
ortaya çıktığı halde, Nûh (a.s)'ın kavminin
kâfirde ısrar etmeleri ve buna devam etmeleri de uzak bir ihtimal
olurdu." Yine farzet «- sz bunu diyorsunuz. Peki, üzerlerinde kesinlikle
hiçbir yükümlülük bulunmadığı maoe. kuşların ve vahşî hayvanların helak
edilmesine ne diyorsunuz?
İkinci cevap ki doğru olan da budur: Yaptığı fiiller hususunda
Allah'a itiraz. Çünkü Allah, "'O. yapacağından mesul olmaz, fakat insanlar mesul olurla (Enbiya, 23)
buyurmuştur.
Mutezile'ye gelince onlar, "Cenâb-ı Hak, çocukları ve
hayvanları boğmuştur. Bu da hak Teâlâ'nın, bu hayvanların boğazlanmasına ve güç
işlerde kullanılmasına izin vermesi durumundadır" demektedirler.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Gemi de Cudî üzerine durdu" ifadesine i bunun manası, "O gemi, ada üzerinde adı
Cûdî olan bir dağ üzerinde durdu" onoedır. Bu dağ alçak bir dağ idi. Buna
göre, geminin dağ üzerinde durması,
kökünün kesilmesine
bir delil olmuş olur. Geminin dağ üzerinde durması, "Aşura günü' idi.
CenAb-ı Hakk'ın Hali
"O zalimler güruhuna Allah'ın rahmetinden olsunlar" denildi"
ayetine gelince, bu hususta iki izah bulunmaktadır:
1) Bu,
Allah'ın sözü cümlesindendir. Bunu, Cenâb-ı
Hak, lanetleme ve inden kovma
üslubuyla söylemiştir.
2) Bunun, Nuh (a.s) ile yanındaki mü'minterin sözleri
cümlesinden olması ündür. Çünkü, bu korkunç hadiseden kurtulanların çoğu, (daha
önce) zalimden bir topluluğun içinde bulunduklarından, onlar helak olup
kendileri de onlardan kurtulunca, böyle bir söz söylemişlerdir. Bir de bu söz,
onlara beddua etmek geçer. Öyleyse bunu, Nuh (a.s) ile, yanındakilerin sözü
cümlesinden kabul etmek daha uygun olur.
[142]
"Nûh Rabbine duâ
edip dedi ki: "Ya Rabbi, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin,
vaadin elbette haktır. Ve sen, hakimlerin hakimisin."Allah da şöyle
buyurdu: "Ey Nûh, o katiyyen senin ailenden değildir. Çünkü o, salih
olmayan bir İştir. O halde, bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden
olmaktan kesinlikle men ederim." Nuh da şöyle dedi: "Ya Rabbi,, ben
bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve
affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" (Hûd. 45-47).
Ayetle ilgili iki
mesele bulunmaktadır:
[143]
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın, ayetteki "Ya Rabbi, oğlum
da şüphesiz benim ailemdendir" cümlesinde bahsedilen kimsenin, Hz. Nuh'un
oğlu olup olmadığı hususundaki ihtilafı daha önce zikretmiştik. Dolayısıyla
bunu burada tekrar ele almayacağız. Sonra Allah Teâlâ, kendisinin "Ey Nuh,
o katiyyen senin ailenden değildir" dediğini zikretmiştir. Bil ki,
bahsedilen bu kimsenin, Nuh (a.s)'un oğlu olduğu delillerle sabit olunca,
"o katiyyen senin ailenden değildir" cümlesini şu iki manadan birine hamletmek
gerekir:
1) Bu, "O,
senin dinine mensup olanlardan değildir" anlamındadır.
2) Bundan maksad, "O, sana, seninle beraber
kendilerini kurtaracağımı vaadetmiş olduğum ailene dahil değildir"
manasıdır. Her iki mana da, birbirine yakındır.
[144]
Bu ayet, neseb
yakınlığına değil, din yakınlığına bakılması gerektiğine delâlet eder. Çünkü bu
hadisede, Hz. Nûh ile oğlu arasındaki neseb yakınlığı, en kuvvetli biçimde
tahakkuk etmişti. Fakat, aralarında din yakınlığı olmadığı İçin, Allah Teâlâ da
"o katiyken senin ailenden değildir" şeklindeki çok beliğ bir
ifadeyle, aralarında hiçbir yakınlık bulunmadığını söylemiştir.
[145]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü o, salih olmayan bir iştir" buyurmuştur. Kisaî, kelimeyi
fiil_i mazî sîğasıyla (yaptı), kelimesini de nasb ile okumuştur. Bunun manası,
"şüphesiz senin oğlun, uygun olmayan bir iş yaptı; yani şrk koştu ve
yalanladı" şeklindedir. Buradaki gayre kelimesi mansub kılınmıştır; çünkü
o, mahzûf bir masdarın sıfatıdır. Diğer kıraat imamları ise, kelimeyi merfû
olarak tenvin ile okumuşlardır. Bunun da iki izahı bulunmaktadır:
1) İnnehû kelimesindeki hû zamiri, Nûh (a.s)'un isteğine
râcidir. Yani, "Bu istek, uygun olmayan bir istektir" manasınadır.
Yani, "benim oğlum da şüphesiz benim acemdendir. Senin vaadin elbette
haktır" sözün uygun değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onlar hakkında daha önce,
onlardan hiçbirini kurtarmayacağına hükmedip bunu takdir ettikten sonra,
kâfirin kurtulmasını talep etmek, uygun olmayan bir taleptir" demektir.
2) Bu zamir, ibn (oğul) kelimesine ait olabilir.
Binâenaleyh, o zaman da onun, salih olmayan bir iş olarak vasfedilmesi birkaç
yönden izah edilebilir:
a)
Bir adamın,
ibadeti ve iyiliği çok olursa, "O, serapa amel, cömertlik ve eremdir"
denilir. Burada da böyledir. Nûh (a.s)'un oğlunun batıl işlere yönelmesi çok
olunca, sanki onun kendisinin batıl bir iş olduğu söylenmiştir.
b) Bundan maksad, "O, batıl bir amel
sahibidir" şeklindedir. Ancak, söz kendisine delâlet ettiği için, muzaf
olan zû kelimesi hazfedilmiştir.
c)
Bazı alimler
şöyle demişlerdir: "Bunun manası, "o salih olmayan bir iştir",
yani, "o, bir veled-i zinadır" şeklindedir. Bu, kesinlikle yanlış bir
görüştür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Nuh (a.s)' "O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme.
Seni, cahillerden olmaktan kesinlikle men ederim" demiştir. Bu ifadeyle
ilgili iki mesele vardır:
[146]
İsmetu'l-enbiyayı
tenkit edenler, bu ayetle birkaç yönden istidlal etmektedirler:
Birinci vecih: Amel
kelimesini merfû ve tenvîn ile okumak, mütevatir bir kıraattir; binâenaleyh, bu
ayet muhkem olmuş olur. Bu da, innehu kelimesindeki hû zamirinin, ya Nuh'un
opuna, yahut o istekte bulunan kimseye râci olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh
bu jBrarin, Nuh'un oğluna râci olmasını söylemek, ancak, ayette bir takdir
yapmak ile pftnkün olur ki, takdir yapmak ise, zahirin hilâfınadır. Buna ancak,
mecbur kalındığında başvurulur. Halbuki burada ise bir zaruret bulunmamaktadır.
Çünkü biz, zamirin, daha önceki isteğe râci olduğunu söylediğimizde, böyle bir
takdirde bulunmaya gerek kalmaz. Bu sebeple zamirin, o isteğe râci olduğu sabit
olmuş olur. Böylece de kelamın takdiri, "Şüphesiz bu istek, uygun olmayan
bir iştir. Yani senin, "kurtulmasını arzuladığın için, "oğlum, benim
ailemdendir" demen, uygun olmayan bir iştir" şeklindedir ki, bu da,
bu isteğin bir günah ve bir masiyet olduğuna delâlet eder.
İkinci vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "Benden isteme' buyruğu, onu
böyte bir talepte bulunmaktan nehyetmektir. Daha önce bahsedilen ise, Nûh
(a.s)'un, "Oğlum, benim ailemdendir" sözüdür. Böylece bu, Allah
Teâlâ'nın, Nûh (a.s)'u böyle bir istekte bulunmaktan nehyettiğine delâlet etmiş
olur. Bu sebeple bu da, bir günah ve bir masiyet olmuş olur.
Üçüncü vecih: Cenâb-ı Hakk'tn, "bilgin olmayan bir şeyi benden
isteme" buyruğu, bu isteğin ilme dayanmadan sâdır olduğuna delâlet eder.
Halbuki, bir şey hakkında bilmeden hüküm vermek, (Bakara, 169) ayetinden
dolayı, bir günahtır.
Dördüncü vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni cahillerden olmaktan
kesinlikle men ederim" buyruğu, bu isteğin, mahzâ cehalet olduğuna delâlet
eder.
Beşinci vecih: Nûh (a.s), bu makamda (yani bu istekte bulunmakla)
günah ve masiyete yönelmiş olduğunu itiraf etti. Çünkü o, "Ya Rabbi, ben
bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığmmm. Eğer beni bağışlamaz ve affetmezsen
hüsrana düşmüşlerden olurum " demiştir. Onun bunu itiraf etmesi,
kendisinin günah işlemiş olduğuna delâlet eder.
Altıncı vecih: Bu ayet, Nûh (a.s)'un, oğlunu boğulmaktan kurtarması
için Cenâb-ı Hakk'a duâ ettiğine delâlet eder. Bundan önceki "Nûh, oğluna
bağırıp seslendi" ve "Evladım, gel bizimle yanımıza sen de bin"
dedi" (Hûd, 42) ayeti de, Hz. Nuh'un, oğlundan, kendilerine uymasını
istediğine delâlet eder. Dolayısıyla biz diyoruz ki: Ya, "O'nun bunu Cenâb-ı
Hak'tan istemesi, çocuğundan kendisine uymasını istemesinden sonra idi"
denilebilir, ya bunun aksi denilebilir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü Hz.
Nuh'un bunu Allah'tan taleb etmesinin, oğlundan uymasını istemesinden sonra
olması durumunda, onun Cenâb-ı Hak'tan bu oğlunu kurtarmayacağını zaten işitmiş
olur ve Hak Teâlâ da böyle bir şey istemesini yasaklamış olurdu. Binâenaleyh
bundan sonra, o daha nasıl olur da oğluna: "Evladım, gel bizimle yanımıza
sen de bin" demiş olabilir? Fakat bizim, "Onun bunu oğlundan istemesi
daha önce idi" dememiz ihtimaline gelince,o zaman oğlundan, "Bir dağa
sığınırım. O beni sudan korur" (Hûd.43) sözünü duymuş, böylece de onun
kâfirliği açıkça ortaya çıkmış olurdu. Böyle olduğu halde o, Allah Teâlâ'dan
oğlunu kurtarmasını nasıl istemiş olabilirdi? Yine Cenâb-ı Hak, Nûh (a.s),
oğlundan kendilerine uymasını isteyip, onun da bundan
Kaçınarak
boğulanlardan olacağını bildirince, Nûh (a.s) daha nasıl, oğlu RacaKİardan
olacağı halde, Allah'tan onu kurtarmasını istemiş olabilir? İşte bu herime,
zikredilen bu altı yönden, Nûh (a.s)'dan bir günahın sudur ettiğine
etmektedir."
pek çok delil, Allah
Teâlâ'nın peygamberleri günahlardan koruyup uzak olmast gerektiğine delâlet
edince, zikredilen bütün bu vecihleri, "daha efdat evla olanı
terketmek" manasına hamletmek gerekir. Çünkü ebrârın (iyi n) iyilikleri,
mukarrebûn'un (daha iyi kulların) seyyiâtı (günahı) ledir. İşte ayetteki
azarlama ve istiğfarda bulunma emri bu sebepten ötürü e omuştur. Dolayısıyla
bu, daha önceden bir günah işlendiğine delâlet etmez, »cm Cenâb-ı Hak, "Allah'ın
nusreti ve fethi gelince, sen de insanların fevc fevc c 'n dinine girdiklerini
görünce, hemen Rabbini hamd ile teşbih et. O'na istiğfar T-hesiz ki O,
tevbeleri çok kabul edendir" (Nasr, 1-3) buyurmuştur. Bilinen bir . Allah'ın nusretinin ve fethin gelmesi,
insanların fevc fevc, Allah'ın dinine nes
istiğfarda bulunmayı gerektiren birşey değildir. Yine Allah Teâlâ,
"Hem n. hem erkek mü'minler, hem de kadın mü'minler için istiğfar
ef"(Muhammed.19) buyurmuştur.
Halbuki onların hepsi günahkâr değildir. İşte bu da delalet eder ki, sazen, efdal ve evlâ olanı terketmek sebebi
ile olur.
[147]
Verş'in rivayetine
göre Nâfi ve
İsmail, nûn'un şeddelenmesi ve
yâ harfinin isbatı ile Jitfİ şeklinde; bn
Amir ve Kâlûn'un rivayetine
göre Nâfi nûn'un detenip, yâ isbât edilmeksizin, son
harfin kesresi ile şeklinde; Ebu Amr da, aesiz meksûr nün ile ve yâ'nın hazfi
ile şeklinde okumuşlardır. Nûn'un deli olarak okunması, te'kîd içindir. Yâ
harfinin hazfedilmemesi ise, kelimenin
mi (yâ-i mütekeliim) itibari iledir. Nûn'un şeddelenmeyip, yâ'nın
hazfedilmesi hangi bir ihlâle, bozukluğa
sebebiyet vermeksizin, tahfif içindir.
Bil ki Allah Teâlâ,
Nûh (a.s)'un böyle bir şey istemesini yasaklayınca, onun ben bilgim olmayan
şeyi, senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni şlamazsan ve affetmezsen,
hüsrana düşmüşlerden olurum" dediğini atfetmiştir. Bu sözün manası şudur:
Cenâb-ı Hak ona, "Bilgin olmayan bir şeyi hmden isteme" deyince, Nûh
(a.s) da, "Ya Rabbi, bunu kabul ettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Fakat
ben bundan, ancak senin yardımın ve hidayetin sayesinde çnabilirtm" dedi.
İşte bundan ötürü Hz. Nûh (a.s), "Ya Rabbi, sana sığınırım" tfye
başladı. Bil ki ayetteki bu ifâde, gelecekte olacak bir şeyi haber vermedir. Yani,
™Br daha bu işi yapmayacağım" demektir. Sonra Nûh (a.s), kendisinden sudur
etmiş aen o şeyden dolayı, Allah'dan özür dileyerek, "Eğer beni bağışlamaz
ve Metmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" demiştir. Tevbenin hakikati, şu
iki şeyi gerektirir:
a)
b)
"Denildi ki:
"Yâ Nûh, sana ve beraberinde bulunan ümmetlere, bizden bir selâmla ve
bereketlerle in. Başka ümmetler vardır ki, biz onları da faydalandıracağız ve
sonra onları bizden gelen acıklı bir azab çarpacaktır" (Hûd, 48).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[150]
Allah Teâlâ, geminin
"Cûdî" üzerine oturduğunu haber verince, bu ayette de, Hz. Nûh ile
kavminin gemide çıkışlarını anlatmıştır. Sonra onlar bu dağdan, araziye
indiler. Ayetteki İhbıt (in) emri, gemiden çıkıp, dağın üstüne rrme hususunda
bir emir olabileceği gibi, bu,
dağdan düz arazilere inme
jsusunda bir emir de olabilir.
[151]
Allah Teâlâ, Nûh
(a.s)'a, gemiden çıktığı zaman önce selâm ve
selâmet, daha sonra
da bereket vaadetmiştir. Selâm ve selâmet vaadine gelince,
bu şu iki manaya gelebilir:
1) Allah Teâlâ önceki ayette Nûh (a.s)'un, zellesinden
tevbe
•derek, "Eğer
beni bağışlamazsan ve affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" sözü ile,
Allah'a yalvarıp yakardığını bildirmişti. İşte bu yalvarıp yakarma, zellesinen
**vbe ettiği zaman, Hz. Adem'den Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği şu tazarru ve
yakarışın aynısıdır: "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz
ve sffetmezsen, muhakkak zarara uğrayanlardan olacağız"(A'raf; 23). İşte Nûh
(a.s) da, Allah Teâlâ'mn, tehdid ve va'idde olacağına dair bir müjde vermesine
muhtaç idi. Nûh (a.s)'a "£y Nûh, bizden bir selâm ile in"
denildiğinde ona, dine dâir hertürlü sıkıntılar hususunda bir emniyet ve güven
meydana geldi.
2) Bu boğulma işi, bütün yeryüzünü kaplayıp, Nûh (a.s)
da gemiden çıktığı zaman, yeryüzünde yararlanılabilecek hiçbir canlı ve bitki
olmadığını anlayınca, âdeta nasıl yaşayacağı, yeme ve içme ile ilgili
ihtiyaçlarını nasıl gidereceği hususunda endişeye düştü. İşte Cenâb-ı Hak,
"Bizden bir selâm ile in" buyurduğu zaman, onun bu endişeleri yok
oldu. Çünkü bu, hertürlü sıkıntıya karşı bir emniyetin olduğuna delâlet
etmektedir. Bu ise ancak, güvenlik ve bol rızık içinde bulunmakla olabilir.
Allah Teâlâ, •selâmette olmayı vaadedince bunun peşinden ona "berekef'i
vaadetmiştir. Bu da, hayatı devam edip sürdürmekten, var olmaya sebattan ve
arzu edilen şeyleri elde etmekten ibarettir. J£p Üjy. "Devenin çöküp,
iyice oturması" bu köktendir. İçine su do\up yerleştiği için de, gölcüğe
de, denilir. Yine, "Tebâreke
veTeâlâ" tabiri de bu kökten olup, "Daima ta'zim edilen"
demektir. Müfessirler daha sonra bu sebat ve bekanın ne olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir:
[152]
Birinci görüş: Atlah
Teâlâ, Nûh (a.s)'u beşeriyetin (ikinci) atası yapmıştır. Çünkü tufandan
kurtulanların hepsi, onun neslinden idi. Bu görüşte olanlar şöyle der:
"Nûh (a.s) gemiden çıkınca, onun zürhyetinöen olmayıp da beraberinde
bulunan diğer mü'mînler Öldüler. Böylece sonraki nesiller hep onun
zürriyetinden meydana geldi. Bundan dolayı insanların hepsi onun neslinden ve
zürriyetindendir."
Diğer bazı alimler de
şöyle demişlerdir: "Hz. Nuh'un gemisinde sadece onun soyundan olan
kimseler bulunuyordu." Her iki duruma göre de, bütün insanlar ondan ve
onun evladlarından meydana gelmişlerdir. Bunun delili de, "Onun
zürriyetini, devamlı kalanların tâ kendileri kıldık" (Saffat, 77)
ayetidir. Böylece Nûh (a.s)'un, "Küçük (ikinci) Âdem" olduğu sabit
olmuş olur. İşte Allah'ın ona vaadettiği "bereketlerden maksad budur.
[153]
Bu Ayetteki
"Ümmetler" Kimlerdir?
İkinci görüş: Cenâb-ı
Allah ona, bütün belalara karşı esenlikte olmayı vaadedince, bu selâm ve
selâmeti, rahatlığı ve gönül huzurunu sağlayacak şeylerin son derece fazla,
devamlı ve sebatlı olacağını da vaadetmiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak, onu
selamette olma ve bereket ile şereflendirince, onunla beraber olan kimselerin
durumunu açıklayarak "Beraberinde bulunan ümmetlere de" buyurmuştur.
Alimler, üç görüş belirterek, bu "ümmetler" ile kimlerin
kastedildiğinde ihtilaf etmişlerdir:
a) Alimlerden bir kısmı, bunu "Nûh (a.s) ile
beraber kurtulan kimseler" manasına hamletmiştir. Cenâb-ı Allah bunları,
"ümmetler" diye nitelemiştir. Çünkü o zaman bütün yeryüzünde,
onlardan başka insan yoktu. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ onlara
"ümmetler" demiştir.
b) Bir kısım alimler de, bu "ümmetler"den
maksadın, "türeme ve doğma itibarı ile, senden olan insanlar"
manasında olduğunu, bunun delilinin, Nûh (a.s)'un yanında ancak imân etmiş
kimselerin bulunuşu olduğunu ve Hak Teâlâ'nın bu kimseler hakkında, "zaten
onun maiyyetindeki az kimseden başkası da imân etmemişti" (Hud, 40) diye
bahsettiği gibi, onların az olduğunu bildirdiğini söylemişlerdir.
c)
Birkısım alimler ise, bundan muradın, o anda mevcûd
olanlar ile bundan sonra olanlar
olduğunu söylemiştir. Tercihe şayan olan ikinci görüştür.
Ayetteki min harf-i
cerh, ibtida-i gaye (bir başlangıç ifâde eden) manasınadır. Buna gün ayetin
manası, "seninle beraber olanlardan doğacak olan ümmetlere de"
frtftndedir..! ki Allah Teâlâ, Nûh (a.s) ile birlikte bulunanlardan doğacak
olan ümmetleri k «jsma ayırmıştır: Birincisi, selamını ve bereketlerini
kendilerine verme hususunda, (a.s) ile
birlikte zikrettiği kimselerdir.ki bunlar, iman ehli olanlardır. İkincisi ise,
Canâb-ı Hakk'ın, dünyada az bir müddet faydalandırıp, âhirette elîm bir azab
solunduracağını belirttiği ümmetlerdir. Böylece Hak Teâlâ, Nûh (a.s) ile
beraber Wunan kimselerden olacak olan ümmetlerin mutlaka mü'min ve kâfir olarak
iki kısma artacaklarına hükmetmiştir. Müfessirler şöyle demiştir: O
"selâmet" ifâdesine nete kadar gelecek olan her mü'min erkek ve
kadın; o, "geçici faydalanma ve »cine" de, Kıyamete kadar gelecek
olan her kâfir kadın ve erkek dahildir.
Ayrıca, tahkik ehli
şöyle demiştir: Allah Teâiâ, Nüh (a.s)'a selâmeti ve bereketi suretiyle onun
şanını yüceltmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, "Tarafımızdan bir selam
r"buyurmuştur. Bu ifade, sıddîk kimselerin, nimetin bir nimet olması
bakımından -voetle sevinmediklerine; onların ancak, o nimetlerin Allah
tarafından olması ^tamından o nimetle sevindiklerine delâlet eder. Gerçekten de
onların sevinçleri * İe olup, talebleri hep hak olmuş ve teveccühleri de hep
Hakk'a doğru olmuştur bu, çok kıymetli bir makam olup, onu ancak Allah'ın has
kulları bilebilir. Zira, ;t ve bereketle, onların sırf bereket ve selâmet
olmaları açısından sevinmek a bir şey; onların, Cenâb-ı Hak tarafından olması
bakımından onlarla sevinmekse başka bir şeydir. Birincisi, bütün insanların
işidir; ikincisi ise mukarreb, Allah'a ?mış kulların işidir. İşte bundan dolayı
bazıları şöyle demişlerdir: "Kim irfanı, çin tercih ederse, ikinci şıkkı
söylemiş olur. Kim de irfanı, irfan için değil de için tercih ederse, o kimse
vuslat deryasına dalmtş olur."
İkâba maruz olanlara
gelince, Cenâb-ı Hak, onların hallerini şerhetmek için ae "Başka ümmetler
vardır ki, biz onları da fa|if ve sonra onları bizden gelen acıklı bir azâb
çarpacaktır" ırmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara, dünya metâından paylarına
düşeni wmcceğine hükmetmiştir ki, bu, dünyanın değersiz olduğuna delâlet eder.
Zira Allah mü'minlerin hallerinden bahsederken, onlara dünyayı verip
vermeyeceğinden sinlikle bahsetmemiştir; ama, kâfirlerin hallerinden
bahsederken, onlara dünyayı vereceğini beyan buyurmuştur ki, bu, maddî
mutlulukların değersizliğine ve rthanî-manevî makamlara arzu duymanın yüce bir
şey olduğuna bir dikkat çekmedir.
[154]
"Bunlar gayb
haberSerindendir ki, sana onları vahyediyoruz. Onları bundan
evvel ne sen
biliyordun, ne kavmin. O halde, sen de katlan. Akıbet, hiç şüphesiz müttakiler
içindir" (Hûd, 49).
Bil ki, Allah Teâlâ
Nûh (a.s)'un kıssasını detaylıca ele alınca, buyurdu. Yani, "Bahsettiğimiz
o ayetler ve o tafsilatlı açıklamalar, "enbâ-i gayb"öan, yani halka
gizli, onların bitmediği haberlerdendir" demektir. Binâenaleyh, tilke
kelimesi mahallen mertû, mübtedâ; kısmı haber; il}', kısmı ikinci haber; bundan
sonra gelen ifâde ise üçüncü haberdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne kavmin" buyurmuştur.
Yani, "Bu kıssayı sen bilemediğin gibi, kavmin de bilemez" demektir.
Bunun bir benzeri ifâde de, senin bir kimseye, "Bu meseleyi ne sen; ne de,
senin memleketindeki bir kimse bilebilir!" demendir.
Buna göre şayet,
"Nûh (a.s)'un tufan kıssası, ilim ehline göre, yaygın ve meşhur değil
miydi?" denilirse, biz deriz ki:
O kıssa, genel
hatlarıyla herkesçe biliniyordu. Ama, bahsedilen tafsilatlara gelince, bunlar
onlar tarafından bilinmiyordu.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "O halde, sen de katlan. Akıbet, hiç şüphesiz müttakîierindir"
buyurmuştur. Bu, "Ey Muhammed (s.a.s), tıpkı Nûh ve kavminin, o kâfirlerin
eziyyetlerine katlanması gibi, sen ve kavmin de bu kâfirlerin eziyyetlerine
sabredin!" demektir. Bu ifâdede, "sabr"ın neticesinin, ilahî
yardım, ilahî muzafferiyet, sevinç ve sürür olduğuna bir dikkat çekme
bulunmaktadır. Bu tıpkı, Nûh (a.s) ve ona inananlar için tahakkuk ettiği gibi
olacaktır.
[155]
Buna göre şayet
birisi, "Cenâb-ı Hak bu kıssayı Yunus Sûresi'nde zikredip, burada ikinci
defa getirmiştir. Binâenaleyh, bu tekrarın hikmeti nedir?" derse, biz
deriz ki:
Aynı Kıssadan bazan
değişik yönlerden yararlanılabilir: Şöyle ki: Yunus Sûresi'nde, kâfirler,
başlarına gelecek azabın hemen gelmesini istiyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, Nûh
(a.s) kıssasını, Nûh (a.s)'un kavminin, o azabın henüz meydana ç*mamış olması
sebebiyle yalanladıklarını, ama işin sonunda zuhur ettiğini beyan afcnefc için
zikretmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s) olayında da böyledir. Bu sûrede ise Canâb-ı
Hak o kıssayı, kâfirlerin Hz. Peygambere son derece vahşetle davranmaları
vbebiyle zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bu kıssayı, kâfirlerin eziyyet
etmeye ve lortutmaya yönelmelerinin, aynı şekilde Nûh (a.s) zamanında da bulunduğunu;
ancak ne var ki Nûh (a.s)'un sabretmesi neticesinde, fethe ve muzafferiyete
nait olduğunu tayan için zikretmiştir. Öyleyse "Ey Muhammed (s.a.s), sen
de maksadına ulaşmak a*yofsan, böyle ol!" denilmek istenmiştir. Geçtiği
her sûrede aynı kıssadan istifâde yönü değişik olunca, kıssanın tekrar
edilmesi, faydadan hâlî olmamış olur.
[156]
Ad kavmine de
kardeşleri Hûd'u gönderdik: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kubul edin. Sizin
ondan başka hiçbir tanrınız yok. Siz, yalan düzenlerden başkası değilsiniz. Ey
kavmim, ben buna mukabil sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım,
beni yaratandan başkasına ait değildir. Halâ akıllanmayacak mısınız?" (Hûd,
50-51).
Bil ki bu, Allah
Teâiâ'nın bu sûrede bahsetmiş olduğu ikinci kıssadır. Yine bil bu
-Lâİj (Hûd, 26) cümlesine
atfedilmiş olup, kelamın takdiri "Ad'e de kardeşleri Hûd'u gönderdik"
şeklindedir, halde fcj* kelimesi £&W
kelimesinin atf-ı beyânıdır.
Bil ki Allah, Hûd'u
onların kardeşi diye vasfetmiştir. O kardeşliğin, dinî bakımdan sadece neseb
bakımından olduğu malumdur. Çünkü Hûd (a.s) Ad Kabilesine mensup birisi idi. Bu
kabile de Arap kabilelerinden olup Yemen civarında d. Bunun bir benzeri ifâde
de, "Onlardan biri" manası kastedilerek bir kimseye, "Ey, Temîm'in kardeşi" ve Süleym'in
kardeşi" denilmesidir.
[157]
İmdi eğer, denirse ki
"Allah Teâlâ Nûh (a.s)'un oğlu hakkında, "o katiyyen senin ailenden
değildir" (Hüd, 46) buyurmuş, böylece, din yakınlığı bulunmadığı sürece,
neseb yakınlığının hiçbir şey ifâde etmediğini beyân buyurmuştur. Burada ise,
din konusunda bir farklılık bulunduğu halde, Hûd için "kardeşleri"
ifâdesini kullanmıştır. Binâenaleyh, bu iki husus arasındaki fark nedir?"
Biz deriz ki:
Bu sözden maksad, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in kavminin, ona meyletmesini sağlamaktır. Çünkü onun kavmi,
Muhammed (s.a.s) onların kabilelerinden bir kimse olduğu halde, onun Allah
katından kendilerine gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul edemiyorlardı.
Böylece Allah Teâlâ bu uzak görmeyi bertaraf etmek için, HÛd (a.s)'ın Âd
Kabilesi'nden olan bir kimse; Salih (a.s)'ın da Semûd Kabilesi'nden olan bir
kimse olduğunu beyan etmiştir.
[158]
Bil ki, Allah Teâlâ
Hûd (a.s)'un kavmini çeşitli mükellefiyetlere davet ettiğinden bahsetmiştir:
Birinci
çeşit: Hûd
(a.s) kavmini, Allah'ın bir olduğu inancına davet ederek, "Ey kavmim,
dedi, Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok. Siz, yalan
düzenlerden başkası değilsiniz" demiştir. Bunda şöyle soru bulunmaktadır:
"Nûh (a.s), Allah'ın varlığına dair deliller getirmeden, onları, Cenâb-ı
Hakk'a ibâdet etmeye nasıl davet etmiştir?"
Deriz ki: Allah'ın
varlığına dair deliller aşikâr olup, bunlar afakî ve enfüsî delillerdir.
Dünyada, Allah'ın varlığını inkâr edebilecek pek az insan bulunur. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, kâfirlerle ilgili olarak, "Celâlim hakkı için, onlara
gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak "Allah"
derler" (Lokman, 25} buyurmuştur.
Bu kitabın musannifi,
-Allah kendisine rahmet edip, iyi hatimeler nasib etsin-Muhammed İbn Ömer
er-Razî şöyle demektedir: "Hindistan'ı dolaştım. Oradaki kâfirlerin
Allah'ın varlığını kabul etmek hususunda mutabık olduklarını gördüm. Türk
beldelerinin çoğu da böyledir. Esas mesele putperestlikle ilgili olup,
putperestlik, yeryüzünün pekçoğunu kaplamıştır. Eski zamanda, yani Hz. Nûh, Hûd
ve Salih (aliyhisselâm) zamanında da durum böyleydi. Binâenaleyh o peygamberler
(a.s) kavimlerini putperestlikten vazgeçirmeye çalışmışlardır. Bundan dolayı
Hûd (a.s)'un; "Allah'a ibadet ediniz" sözünün manası, "Allah'dan
başkasına tapmayınız" demektir. Bunun delili, Hûd (a.s)'ın, bu ifâdenin
hemen peşinden, "Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok" demiş
olmasıdır. Bu da, bu sözün maksadının, onları putlara tapmakla meşgul olmaktan
uzaklaştırıp alıkoymaktır.
"Sizin ondan
başka hiçbir tanrınız yok" beyanına gelince gayruhû kelimesi,
kelimesinin mahallinden sıfat olarak merfû
okunduğu gibi, lafzından sıfat olmak içere mecrûr okunmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Siz, yalan düzenlerden başkası değilsiniz" rcy-jrmuştur. Yani,
"Sizler, "3u putlara ibadet etmek güzeldir" sözünüzde yahut, O
putlar ibâdete müstehaktır "sözünüzde yalan düzüyorsunuz. O putlar ne bir
hissi tw de bir idrâk kabiliyeti olmayan nesnelerken, söylediğiniz bu söz nasıl
olur da yalan «e iftira olmaz?. Onları bir araya getirip onlara şekil veren
insandır. Daha nasıl onlara ttzwnde bulunmak maksadıyla onları yapan insanın,
onlara tapması ve alnını toprağa koyması yakışır?" demektir.
Sonra Hûd (a.s) onları
Allah'ın birliğine irşâd etmeye çalışıp ve onları putperestlikten men edince,
"Ey kavmim, ben buna mukabil sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim
mükâfaatım, beni yaradandan başkasına ait değildir" dedi. İşte bu, Nûh
(a.s)'un söylediği şeyin aynısıdır. Çünkü, Allah'a davet etme işi, bir karşılık
umma kirlerinden temizlenmiş ve annmış olunca, kalblerdeki tesiri de o nisbette
etkili olur.
Daha sonra Hûd "Halâ akıllanmayacak mısınız?"
demiştir. Yani, "Benim, sizleri putlara ibadet etmekten men etmemin doğru
ve isabetli olduğunu anlamıyor musunuz? Zira, bu men edişimin doğruluğu, adeta,
ilk anda akla gelecek olan şeyler cümlesi arasında bulunmaktadır"
demektir.
[159]
'Ey kavmim Rabbinizden
mağfiret isteyin. Sonra yine O'na tevbe edin ki üstünüze gökten bot bol
(yağmur) göndersin, kuvvetinize kuvvet katıp artırsın. Günahkârlar olarak yüz
çevirmeyin" (Hûd. 52).
Bil ki bu, Hûd
(a.s)'un kavmine söylediği mükellefiyetlerin ikincisidir. Çünkü Hûd a.s),
ilkinde onları tevhide davet etmiş, bunda da önce istiğfar etmeye, sonra da
revbeye çağırmıştır. İstiğfar iie tevbe arasındaki fark, bu sûrenin başında
geçmişti.
Ebu Bekr el-Esamm, bu
ayete şu manav vermiştir: "İstiğfar ediniz, yani Allah'tan, önceki
şirkinizi bağışlamasını İsteyin. Bundan sonra da geçmişlere pişman olup,
aynıların» bir daha yapmamaya azmetmek suretiyle tevbe ediniz."
[160]
Daha sonra Hûd (a.s):
"Siz ne zaman bunu yaparsanız, Allah Teâlâ size olan nimetlerini artırır
ve size o nimetlerden istifade etme gücü kuvveti verir" demiştir. İşte
mutluluklarda arzu edilenlerin son noktası budur. Çünkü eğer nimet bulunmazsa,
istifade etmek imkânsız olur. Nimetler bulunur, ama canlıların onlardan
yararlanması imkânsız olursa, maksad yine hasıl olmamış olur. Fakat nimetler
çok olur ve insanın da onlardan istifade edebileceği tam bir kuvveti de
bulunursa, işte o zaman mutlulukların ve sevincin zirvesi gerçekleşmiş olur.
Demek ki ayetteki, "Üstünüze gökten bol bol (yağmur) göndersin"
ifâdesi, çokça nimet vermeye bir işarettir. Çünkü nimetlerin olmasını sağlayan,
uygun yağmurların yağmasıdır. Ayetteki, "Kuvvetinize kuvvet katıp
artırsın" ifâdesi de, o nimetlerden istifâde etme hususunda en mükemmel
halin bulunmasına bir işarettir. Bu ifâdenin, mutlulukları elde etme müjdesi
taşıyan ve daha fazlasının aklen imkânsız olduğunu gösteren bir tabir olduğunda
şüphe yoktur. İnsanın, bu Kİtab-ı Kerim'de saklt sırları bilebilmesi için, bu
incelikleri düşünmesi gerekir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hûd
(a.s)'un kavmine, dünyada iki çeşit kemâl verilmiştir. Bunlardan birincisi,
onların bostanlarının ve ekinlerinin, son derece güzel ve hoş olmasıdır. Bunun
delili, ''Görmedin mi Rabbin ne yaptı "Ad" (kavmine), yani o direk
sahibi "lrem"e ki, şehirlerde onun bir benzeri yaratılmamıştı"
Fecr, 7.9) ayetidir. İkincisi, onların son derece güçlü-kuvvetli olmalarıdır.
İşte bundan ötürü onlar: "Onlar "bizden daha kuvvetli kim var?"
dediler" (Fussiiet, 15) buyurmuştur. Bu kavim, işte bu iki hususla diğer
insanlara karşı övününce, Hûd (a.s), onların putlara ibadeti bırakıp, istiğfar
ve tevbe etmeleri halinde, Allah Teâlâ'nm bu iki hususta, onları daha da
güçlendirip, onlara bu hususta pek çok dereceler vereceğini vaadetti."
Şu da
"nakledilmiştir: Allah Teâlâ, Hûd (a.s)'u kavmine gönderip, onlar da onu
yalanlayınca ve bu sebeble Cenâb-ı Hak onlardan yıllarca yağmuru kesip,
hanımlarını kısır bırakınca, Hûd (a.s), onlara: "Eğer siz Allah'a iman
ederseniz, O sizin beldelerinizi canlandırır, sizlere mallar, çocuklar
verir" demiştir. İşte bu, ayette "(Allah) gökten üstünüze bol bol
(yağmur) göndersin" buyruğu ile anlatılan husustur. "Midrâr",
çok yağmur manasına olup, mübalağa ile ism-i fail siğasıdır. Cenab-ı Hak
"Kuvvetinize kuvvet katıp artırsın" buyurmuştur. Müfessirler burada
bahsedilen kuvveti, mal ve çocuk verme ve bedence kuvvetli kılma diye tefsir
etmişlerdir. Çünkü bütün bunlar, sayesinde insanın güç-kuvvet bulduğu
şeylerdir.
Buna göre eğer,
"sözün özü şudur: Hûd (a.s), "Eğer Allah'a ibadet ederseniz, dünyevî
hayırların kapılan size açılır" demiştir. Halbuki durum böyle değildir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), "Belâlar öncelikle peygamberlere, sonra
velilere, sonra (derece bakımından) onlara yakın onlanlara has kılınmış,
verilmiştir"[161]
buyurmuştur. O halde bu ikisinin arası nasıl bağdaştırılır? Hem sonra Kur'ân'ın
taatlara teşvikteki örfü (metodu), hem dünyevi hem de uhrevî nayırların o
taatlara dayandığını bildirme şeklinde cereyan eder. Fakat taatlara, kendisine
bir-takım dünyevî hayırların dayanmasıyla teşvik etmek Kur'ân'a yakışmayan,
(tahrif edilmiş) Tevrat'ta bulunan bir metoddur" denilir ise, şöyle cevap
veririz: "Ahiret mutluluklarına fazlaca teşvik yapılınca, dünyevî
hayırlara kifayet miktarı :eşvik yapılmış olması uzak bir ihtimal
değildir."
Hak Teâlâ'ntn
"Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin" ifâdesi, 'suç ve günahta ısrar
ederek, benden, davet ettiğim ve teşvik ettiğim şeyden yüz çevirmeyin"
manasındadır.
[162]
"Dediler ki:
"Ey Hûd, sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle
tanrılarımız! bırakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. Biz,
"tanrılarımızdan kimi seni fena çarpmış" demekten başka bir şey
söylemeyiz.
Hûd dedi:
"Allah'ı hakikî şâhid gösteririm ve siz de şâhid olun ki ben sizin
Aliah'dan başka O'na ortak tutmakta devam ettiğiniz şeylerden kaüyyen uzağım.
Artık bana topyekün, istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de
vermeyin. Şüphesiz ki
ben, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Yürür hiç
bir mahlûk hâriç olmamak üzere (hepsinin) alnından tutan O'dur. Benim Rabbim
hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir"
{Hûd, 53-56).Bil ki
Allah Teâlâ, HÛd (a.s)'un, kavmine söylediği sözleri nakledince, bundan sonra
kavminin ona söyledikleri şu sözleri nakletmiştir:
1)
Onlar,
"Sen bize açık bir beyyine, yani hüccet getirmedin" demişlerdir.
"Beyyine"ye, sayesinde hak batıldan ayrıldığı için,
"beyyine" (ayıran) denilmiştir. Hûd (a.s)'un mucizeler ortaya
koyduğu, fakat kavminin, cahillikleri yüzünden o mucizeleri inkâr ettikleri ve
onun hiçbir mucize getirmediğini iddia ettikleri malumdur.
2) Onlar, "Biz de senin sözünle tanrılarımızı
bırakacak değiliz" demişlerdir. Bu söz de tutarsızdır. Çünkü onlar faydayı
ve zararı verenin Allah olduğunu, putların ise ne faydası ne de zararı olmayan
şeyler olduğunu kabul ediyorlardı. Durum böyle olunca, akla ilk gelen o putlara
ibadet etmenin caiz olmayacağı olur. Onların putlarını bırakmaları, sırf
sözleri ile değil, aksine aklın ve ruhun buna açıktan açığa karar vermesiyle
olur.
3) Onlar, "Sana inanacak da değiliz"
demişlerdir. Bu ise, onların küfürde, taklidde ve inkârda ısrarlı olduklarını
gösterir.
4) Onlar, "Biz. "TannJanmızdan kimi, seni fena
çarpmış" demekten başka birşey söylemeyiz" demişlerdir.
Bir kimseyi bir
şey sarıp bürüdüğünde,
başına geldiğinde denilir. Buna göre ayetin manası, "Ey Hûd, sen
putlarımızı tenkid ettin, bundan dolayı da onlar seni delirttiler"
şeklindedir.
[163]
Cenâb-ı Hak onların bu
sözüne karşılık Hûd (a.s)'un "Allah'ı hakiki şâhid gösteririm ve siz de
şâhid olun ki, ben sizin, AHah'dan başka O'na ortak tatmakta devam ettiğiniz
şeylerden kaüyyen uzağım" dediğini nakletmiştir ki bunun manası açıktır.
Hz. Hûd (a.s) daha sonra "Artık bana topyekün
istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin" demiştir ki bu,
Hz. Nuh'un kavmine, "siz ve ortaklarınız da attk toplanıp ne yapacağınızı
kararlaştmn... Bana mühlet de vermeyin" (Yûnus, 7) şeklindeki sözünün
aynısıdır.
Bil ki bu, kesin bir
mucizedir. Çünkü bir tek kimse, büyük bir topluluğa karşı: "Bana düşmanlık
ve eziyet hususunda elinizden geleni yapın, geri bırakmayın!" dediğinde, o
kimsenin bu sözü, ancak Allah Teâlâ'nın kendisini düşmanların vereceği
eziyetlerden koruyup muhafaza edeceğine dair, ilâhî bir garanti içinde olduğu
zaman söyleyebileceğini anlarız.
Daha sonra o,
"Yürür hiçbir mahlûk hâriç olmamak üzere hepsinin alnından tutan
O'dur" buyurmuştur. Ezheri şöyle demiştir: "Araplar'a göre
"nâsiye", başın ön kısmındaki (alındaki) saç biten yerdir. Orada
biten saç, bittiği yerin adı ile, "nâsiye" diye adlandırılmıştır.
Bil ki Araplar bir
insanı, zelil ve boyun eğmiş olarak tavsif ettiklerinde, "Falancanın
ıâsiyesi, ancak falancanın elindedir" derler, yâni "o, ona itaat
eder" demektir. Çünkü -âsiyesinden (perçeminden, kâkülünden) tuttuğun
kimseyi, zabî-u rabt altına almış olursun. Yine Araplar bir esir alıp, onu
salıvermek ve başına kakarak (minnetle) azâd etmek istediklerinde, onun hor ve
hakir olduğuna bir alâmet olsun diye, perçemini keserlerdi. Böylece Araplara,
bildikleri bir ifâde üslubuyla Kur'ân'da hitab edilmiştir. Buna göre ayetteki
bu ifâdenin manası, "Her canlı onun kahrı ve kudreti altında olup, onun
kaza ve kaderine boyun eğmiştir."
Daha sonra O
"Benim Rabbim hakikaten sırat~ı müstakim üzerindedir" demiştir. Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) O, "Yürür hiçbir mahlûk hâriç olmamak üzere, (hepsinin)
alnından tutan O'dur" deyince, bu yüce bir kudrete ve büyük bir kuvvete
işaret olur. Bundan dolayı O, bunun peşinden "Benim Rabbim hakikaten
sırat-ı müstakim üzerindedir" yani, "Allah, o kavme kadir ise de,
onlara zulmetmez, ancak hak, adalet ve doğru olanı yapar" demiştir.
Mutezile şöyle der: "Ayetteki, "Yürür hiçbir mahlûk hariç olmamak
üzere, (hepsinin) alnından tutan O'dur" ifâdesi Allah'ın birliğine;
"Benîm Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir" cümlesi de,
adâlet-i ilâhiyyeye delâlet eder. Böylece dinin ancak tevhid ve adaletle tam ve
mükemmel olduğu sabit olur."
2)
Allah Teâlâ,
kendi saltanatının, bütün mahlukatı, zabt-u rabt altına aldığını belirtince,
peşinden "Benim Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir"
fâdesini getirmiştir ki bu, "O'na hiçbirşey gizli kalmaz ve O'ndan hiçbir
kimse kaçamaz" demektir. Cenâb-ı Hak bu ayette, "strat-ı
müstakim'i" zikretmiş ve bununla nerkesin girmesi gereken yolun ancak bu
olduğunu belirtmek istemiştir. Nitekim Hak Teâlâ, "Çünkü Rabbin şüphesiz
ki rasad yerindedir (gözetlemededir)" (Fea, 14) buyurmuştur.
3) Bunun manası, "Senin Rabbin sırat-ı müstakime
sevkeder. yani oraya teşvik eder, yahut oraya çağırarak sizi oraya
sevkeder" şeklindedir.
[164]
"Eğer şimdi yüz
çevirirseniz (ne diyeyim?) Ben size ne ile gönderilmişsem işte size onu tebliğ
ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir ve O'na hiçbir surette
zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyin üstünde bir
gözeticidir" (Hûd, 57).
Bil ki ayetteki, fiilinin astı, şeklindedir. Buna şu iki mana verilmiştir:
a) İfâdenin takdirî manası, "Eğer siz yüz çevirirseniz, tebliğde
kusurlu davranmakla itâb olunmaz ve aleyhinize hüccet tahakkuk etmiş oîur"
şeklindedir. Buna göre Hûd (a.s) sanki "Tekzibde ısrar eden sizsiniz
" demek istemiştir.
b) Bu, "Eğer şimdi yüz çevirirseniz, ben size ne
ile gönderilmişsem işte size onu tebliğ ettim" demektir.
Daha sonra o,
"Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir" demiştir. Yani,
"Sizden sonra yerinize, kendisine sizden daha itaatkâr kimseler
yaratır" demektir. Bu, onlara kökünü kazıma (neslini kazıma) azabı
indireceğine bir işarettir. O, "O'na hiçbir surette zarar
veremezsiniz" demiştir. Yani, "O'nun sizi he!âk etmesi, mülkünden
hiçbirşey noksanlaştırmaz."
Daha sonra, Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyin üstünde
bir gözeticidir" demiştir. Bu hususta da şu üç izah yapılmıştır:
1) O, kullarına yaptıklarına göre karşılık vermek için,
onların amellerini muhafaza eder.
2) O, beni sizin şerrinizden ve tuzağınızdan korur.
3) O, herşeye karşı bir gözetici olup, istediği zaman o
şeyi helak etmekten korur, istediği zaman helak eder.
[165]
Vakta ki (azab)
emrimiz geldi. Hûd'u ve beraberindeki mü'minleri, bizden bir rahmet olarak,
selâmete erdirdik, onları ağır azaptan kurtardık. İşte Ad kavmi! Onlar,
Rablerinin ayetlerini bilerek inkâr ettiler, peygamberlerine âsî oldular, inada
her zorbanın emri ardınca gittiler. Onlar bu dünyada da, Kıyamet gününde de,
la'nete uğradılar. Haberiniz olsun ki Ad kavmi, Rabierini inkâr ettiler.
Haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Ad'e (rahmet-i ilahiyyeden) uzaklık
verildi" (Hûd, 58-60).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
"Vakta ki emrimiz geldi" buyurmuştur. Bu, "Azabımız geldiği
zaman..." demek olup, o azap, onların başına gelen, kasıp kavurucu ve
köklerini Kazıyan bir rüzgârdır. Allah Teâiâ bununla onlara yedi gece ve sekiz
gündüz azab etmiştir. Bu rüzgâr onların burun deliklerinden girip, arkalarından
çıkmış ve onları yeryüzüne yüzüstü baygın düşürmüştür. Böylece onlar, sanki
yere devrilmiş uzun hurma kütükleri gibi olmuşlardır.
Eğer denirse ki:
"Bu rüzgâr, onları helak etmede nasıl müessir olmuş?" Cevaben deriz
ki: "Bunun, o rüzgârın çok sıcak, çok soğuk yahut da varlıktan yerden
havaya kaldırıp, sonra geri çarpacak şekilde çok kuvvetli olmasından ötürü
olması muhtemeldir. Hepsi olabilir."
[166]
Cenâb-ı Hakk'ın
''Hûd'u ve beraberindeki mü'minleri, selâmete erdirdik (kurtardık)"
buyruğuna gelince; bil ki: Belâların aynı anda hem mü'minlere, hem kâfirlere
gelmesi caizdir. Bu durumda o bela, mü'minler için bir rahmet, kâfirler için
bir azâb olmuş olur. Fakat peygamberlerini tekzib eden kavimlere inen azaba
gelince; Allah'ın hikmeti mü'minleri bu azabtan kurtarmayı gerektirir. Eğer
böyle olmasaydı, o zaman bu belânın, onların küfürlerine karşı bir azab (ceza)
olduğu anlaşılmazdı. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Hûd'u ve
beraberindeki mü'minleri kurtardık" buyurmuştur.
Ayetteki
"Bizden bir rahmet olarak
(kurtardık)" buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Allah Teâlâ, bu sözü ile, insanın, iman ve salih
amelde gayret göstermiş olsa bile, ancak Allah'ın rahmeti ile kurtulabileceğini
kasdetmiştir.
2) Buradaki "rahmeften maksad, Allah'ın hidayet
ettiği ve muvaffak kıldığı iman ve sâlih ameldir.
3) Allah onlara o vakit merhamet etmiş ve cezada onları
kâfirlerden ayırmıştır.
"Onları ağır
azabtan kurtardık" buyruğuna gelince, bundan önceki
"kurtarma"dan maksad, dünyadaki azabtan kurtarmadır.Bu ikinci
kurtarma ile de, Kıyamet azabından kurtarma kastedilmiştir. Allah Teâlâ,
Kıyamet azabını, onlar için ölümden sonra olacak bu azabın, içindeki
(dünyadaki) azaba nisbetle daha ağır olduğuna dikkat çekmek için, "galiz
(ağır) bir azab" diye nitelemiştir. O halde ayetteki, "Onları...
kurtardık" buyurmaktan maksad, "Biz onların, bu ağır azaba müstehak
olmadıklarına ve buna düşmemelerine hükmettik" manasıdır.
Bil ki Allah Teâlâ, Âd
Kavmi'nin kıssasını anlatınca, Ümmet-i Muhammed'e hitab ederek, 'İşte Ad
(kavmi)!" buyurmuştur. Bu, onların kabirlerine ve geride kalan izlerine
bir işaret olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Yeryüzünde gezip dolaşın, bütün bu
(eski eserlere, antik kentlere) bakın da ibret alın" demek istemiştir.
[167]
Allah Teâlâ daha
sonra, onların sıfatlarını zikrederek, dünyadaki ve ahiretteki durumlarını ele
almıştır. Onların sıfatları şu üç şeydir:
Birinci
Sıfat:
"Onlar, Rabierinin ayetlerini bilerek inkâr ettiler." Bu,
"Onlar, mucizelerin o peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini inkâr
ettiler" demektir. Şayet onların zındık (münkir) oldukları sabit ise mana:
"Onlar, yaratıkların hikmet sahibi Yaratıcının varlığına delâlet edişini
inkâr ettiler" olur.
İkinci
Sıfat:
"Onlar, O'nun peygamberlerine âsî oldular." Böyle denmesinin sebebi
şudur: Onlar tek bir peygambere âsî olunca, bütün peygamberlere isyan etmiş,
karşı çıkmış oldular. Nitekim şu ayet bu gerçeği ifade eder: "Onun
peygamberlerinden hiç birini diğerlerinin arasından ayırmayız
"(Bakara,285). Denildi ki: Onlara, Hûd (a.s)'den başka peygamber
gönderilmemişti.
Üçüncü
Sıfat:
"Onlar, inadcı her zorbanın emri ardınca gittiler." Bu,
"Sefiller, ayak takımı, "Bu (peygamber) de sizin gibi bir insandan
başka birşey değil" deme hususunda (ve buna inanmada), reislerini taklid
ediyorlardı. "Cebbar" (zorba)'dan maksad, yüksek tabakada olan ve inada,
"Anîd, anûd ve mu'ânid, nizacı ve muarız" demektir.
Bil ki Allah Teâlâ
onların bu sıfatlarını zikredince, bunun peşine hallerini de zınredip,
"Onlar bu dünyada da, Kıyamet gününde
lanete
uğradılar", yani "Dünyada da âhirette de lanet onların arkadaşı,
ayrılmaz tâbisi ve yandaşı kılındı" buyurmuştur. "Lanet",
Allah'ın rahmetinden ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmaktır.
Sonra Allah Teâlâ,
onların başına bu nahoş halterin gelmesindeki asıl sebebi öeyan edip,
"Haberiniz olsun ki Ad Kavmi, Rablerini inkâr ender" buyurmuştur.
Denilmiştir ki: "Ayetteki lafzı ile
manası kastedilmiştir. Şu halde burada bâ harf-i cerri mahztıftur." Yine
buradaki "Küfr"ün, bite bile inkâr manasına olduğu söylenmiştir. Buna
göre mana, "Haberiniz olsun ki Âd. Rablerini bile bile inkâr ettiler"
şeklindedir." Yine denilmiştir ki: "Bu, muzâfın hazfedilmiş olduğu
bir cümledir ve "Onlar, RabTorinin nimetine nankörlük ettiler"
rnanasındadır. (Dolayısıyla "nimet" kelimesi mahzuftur).
Sonra Cenbâb-ı Hak,
iyi "Haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Âd'e, rahmet-i ilâhiyyeden
uzaklık verildi" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki soru vardır:
Birinci Soru: Lanet,
uzaklık manasrndadır. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah, "Onlar bu dünyada da,
Kıyamet gününde de lanete uğradılar" buyurmuş olunca, "Haberiniz
olsun ki (...) Ad'e uzaklık verildi" sözünün ne hikmeti var?
Cevap: Aynı hususu
değişik iki ifâde ile tekrar etmek, son derece ileri bir te'kidi gösterir (onun
önemine delâlet eder).
[168]
İkinci Soru: Ayetteki "Hûd'un kavmi olan
tavsifintn ifade ettiği incelik nedir?
Cevap: İki "Âd" kavmi vardı. Birincisi daha önce
olan idi ki, bunlar Hûd (a.s)'un kavmi idiler. İkincisi ise, sütunlar (yüksek
binalar) sahibi İrem halkı idi. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, karışıklığı önlemek
için, bunu belirtti. İkinci bir husus da şudur: Birşeyi açıkça belirtmedeki
mübalağa, son derece ileri te'kide delâlet eder.
[169]
"Semûd kavmine de
kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim Allah'a kulluk edin. Sizin
O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. O, sizi topraktan meydana getirdi, sizi
orada ömür geçirmeye yahut imâra memur etti. O halde O'ndan mağfiret isteyin,
sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul
edendir." Onlar dediler ki: "Ey Salih, sen bundan evvel içimizde ümid
beslenen bir zât idin. Şimdi atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi
vazgeçirmek mi istiyorsun? Senin bizi davet ettiğin şey hakkında gerçekten şek
ve şüphe içindeyiz" (Hûd, 61-62).
Bil ki bu, Hûd
Sûresi'nde zikredilen üçüncü kıssadır. Bu kıssa, Hz. Salih (a.s) ile Semûd
Kavmi'nin kıssasıdır. Bu ayetlerin, daha öncekilerle münasebet ve alâkası,
tıpkı Hûd (a.s) Kıssası nda zikredilen münasebet gibidir. Fakat ne var ki Hz.
Safih (a.s), kavmine Cenâb-t Hakk'ın birliğini kabulü emredince, Allah'ın
birliğini ortaya koymak için şu iki delili "zikretmiştir:
[170]
Birinci
Delil:
Ayetteki, "O, sizi topraktan meydana getirdi" ifadesiyle ortaya
konulan delildir. Bu hususta şu iki izah yapılır:
Birinci
İzah:
Herkes, Âdem (a.s)'in sulbünden yaratılmış olup, o da topraktan yaratılmıştır.
Ben derim ki: Bu doğrudur. Ancak bu hususta, doğruya bundan daha yakın şöyle
bir izah daha yapılabilir: İnsan, meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Meni
ise, kandan meydana gelir. O halde insan, kandan yaratılmıştır. Kan da (insanın
yediği) gıdalardan neş'et eder. Gıdalarda ya hayvansal Olur, ya bitkisel olur.
Hayvanların durumu da, insanlarınki gibidir. Şu halde gerek hayvan, gerek
insan, hepsinin yaratılışı varıp bitkilere dayanır. Bitkilerin yerden bittiği
açıktır. O halde Allah Teâlâ'nın hepimizi yerden (topraktan) yarattığı sabit
olur.
İkinci
İzah:
Ayetteki mine'l-ard
"topraktan" kelimesindeki min edatı, fîlanasınadır ve takdiri,
sizi toprakta, yeryüzünde meydana getirdi" şeklindedir. Bu görüş zayıftır.
Çünkü ifâdeyi zahirine hamletmek mümkün iken, onu zahirî "•anasından
(mecazî manaya) geçirmeye gerek yoktur. Fakat insanın yerden neş'et ectsinin,
bir yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiği meselesinin izahına gelince; biz
Dunu daha önce defalarca açıkladık.
[171]
İkinci Delil: Ayetteki
"Sizi orada ömür geçirmeye, (yahut imâra) Mkemur etti" cümlesinin
ortaya koyduğu delildir. Bu ifâde ile ilgili şu üç mana imiştir:
a) "Allah sizi, yeryüzünü mamur kılan kimseler
kıldı." Bu görüşte olanlar şöyle denrişlerdir:"Fars kralları çokça
kanallar açtırıyor ve ağaçlar diktiriyorlardı. İşte bundan aotayı, onlar uzunca
bir ömür sürdüler. Bunun üzerine, onlartn zamanlarındaki peygamberlerden
birisi, Rabbine, "Onları böyle uzunca yaşatmanın sebebi nedir?"
deyince, Allah Teâlâ ona, "Çünkü onlar benim beldelerimi imâr ettiler ve
kullarım oralarda (rahat) yaşadılar" diye vahyetti." Muâviye (r.a)
ömrünün sonlarına doğru, yeryüzünü imâra başlayınca, ona, "Seni, buna
sevkeden ne?" diye sorulduğunda Beni buna sevkeden, şâirin şu
sözleridir" dedi.
"Kendisi ile
aydınlanılmayan ve yeryüzünde bir eseri olmayan yiğit, yiğit değildir."
b) "Allah Teâlâ, size orada uzun ömür verdi."
Bu manaya göre, -ısdarından türemiştir. Bu tıpkı, (sizi bakî kıldı) fiilinin,
"beka" masdarından tj'emiş olmast gibidir.
c)
fiili, umrâ kelimesinden iştikak etmiştir ve manası,
"Allah, orayı ömrünüz süresince sizin kıldı. Fakat siz ölünce, başkasına
geçer" şeklindedir.
Bil ki yeryüzünün,
insanlar için faydalı olacak bir imârı kabul edecek şekilde hazırlanmasında ve
insanların buna kadir olmasında, Halik Teâlâ'nın varlığına büyük b r delil
vardır. Bunun neticesi, HakTeâlâ'nın bir başka ayetindeki "O her mahluku
ölçüyle yapıp sonra da hayat yolunu gösterendir"(Aia. 3) buyruğunun ifâde
ettiği - jsusa dayanır. Bu böyledir. Çünkü kendi zâtında uygun tasarruflara
götürebilecek btr akıl ve kudret var iken, insanın sonradan yaratılmış olması,
hakîm bir Yaratıcının varlığına delalet eder. Yeryüzünün kulların menfaatlarına
uygun ve maslahatlarına yarar bazı özelliklerle mevsûf oluşu da, Hakîm bir
Yaratıcının varlığına delâlet eder.
Ayetteki, "O'ndan
mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin" buyruğunun tefsiri daha önce
geçmiş idi.
Ayetteki,
"Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, (duaları) kabul edendir" buyruğu
ise, "O, ilmi ve duyması ile çok yakındır, fazlı ve rahmeti ile de,
muhtaçların dualarını kabul edendir" demektir.
[172]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Salih (a.s), bu delilleri açıkladığı zaman, kavminin, "Ey Salih,
sen bundan evvel içimizde ümid beslenen bir zât idin" dediğini beyân
buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılır:
1)
O, aklı
keskin, güçlü kuvvetli ve zekâsı yerinde bir genç olup, kendi kabilelerinden de
olduğu için, kavmi onun dinlerine yardım edeceği, mezheblerini takviye edeceği
ve yolları ile metodlannı iyice yerleştireceği hususunda çokça ümidlendirmişti.
Çünkü bir cemiyet içinde, ne zaman üstün bir kişi meydana gelse, onlar işte bu yönden
ona ümid bağlarlar.
2) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bundan maksad,
"Sen, bizim fakirlerimize şefkat duyar, güçsüzlerimize yardım eder ve
hastalarımızı ziyaret ederdin. Böylece senin, bizi seven ve bize yardım eden
kimselerden olman hususundaki ümidimiz güç kazanmıştı. O halde artık nasıl olur
da sen, düşmanlık ve buğz izhar edersin?"
manasıdır. Sonra onlar
bu sözlerine çok şiddetli bir hayreti de ekleyerek, "Şimdi atalarımızın
taptığı şeylere tapmaktan bizi vazgeçirmek mi
istiyorsun?"
demişlerdir. Bu sözün maksadı, onların taklîde, babalarına ve atalarına tâbi
olmanın vücûbiyyetine sımsıkı sarıldıklarını ifâde etmektir. Bu teaccübün bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, Mekke kâfirlerinden naklettiği, "O, tannlan
bir tek Tann mı yapmış? Bu, cidden acayip birşey!" (Sa'd. 5) şeklindeki
sözdür.
Daha sonra onlar vo*
"Senin bizi davet ettiğin şey hakkında gerçekten şek ve şüphe
içindeyiz..." demişlerdir. "Şekk" insanın nefy ile isbât
arasında kalakalmasıdır. "Murîb" ise, sû-i zanda bulunan kimse
demektir. O halde, "biz (...) şek içindeyiz.' ifadesiyle, Salih (a.s)'in
sözünün doğruluğunun, onların inançlarında müessir olmamış olduğu
kastedilmektedir. "Murîb" ifadesiyle de, Salih (a.s)'in sözünün,
onların inançlarına göre, daha ağır basmış olduğu kasdedilmiştir ki, bu da
Salih (a.s)'in sözünü geçersiz kılmak için söylenmiş bir mübalağa ifadesidir.
[173]
'Salih dedi ki:
"Ey kavmim, ya ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O,
kendinden bana bir rahmet vermişse? Ne dersiniz? O halde Allah'dan, eğer O'na
isyan edersem, beni kim koruyabilir? Demek, siz beni ziyana ofratmaktan, bunu
bana karşı arttırmaktan başka bir şey yapmayacaksınız..."
(Hûd, 63).
Bil ki Salih (a.s)'in
"ya ben apaçık bir mucize üzerinde isem..." cümlesi, şek ifâde eden
in harfiyle kurulan bir cümledir. Halbuki o, peygamberliği Hususunda tam bir
yakînî inanç üzerinde bulunuyordu. Ancak ne var ki, muhalif • nselere bu
şekilde söz söylemek, sözün kabul edilmesini daha iyi temin edebilir. r jia
göre o sanki şöyle demek istemiştir: "Benim, Rabbimden olan bir delil
üzere olduğumu ve nebî olduğumu farzediniz. Ve düşününüz ki, şayet ben size
tâbi olur v* emirleri hususunda Rabbime isyan edersem, beni Allah'ın azabından
kim «onarabilir? Şu halde, böyle yaparsam, siz benim ziyanımı artırmaktan başka
bir şey yapmış olmazsınız..." Buradaki tahsîr (ziyan vermek) kelimesinin
izahı hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Bu
kelimenin manası, "Böyle
olması halinde siz
benim amellerimi •»oksanlaştırmış
ve onları iptal etmiş olursunuz..." şeklindedir.
b) Takdirin şu şekilde olması: "Siz, bana
söyledikleriniz ve beni sevkettiğiniz cihet «, benim sizi hüsrana nisbet
etmemden ve size, "siz, hüsrana düşmüş kimselersiniz" cememden başka,
benim bir şeyimi artırmazsınız..." Birinci görüş, doğruya daha yakındır.
Çünkü Salih (a.s)'in ""eğer O'na isyan edersem, beni Allah'ın
azabından kim koruyabilir?" şeklindeki sözü, şayet, beni kendisine davet
ettiğiniz küfür nususunda size tâbi olacak olursam, o zaman ben ancak dindeki hüsranımı
arttırmış ve böylece de hüsrana düşen ve helak olan kimselerden olmuş
olurum..." şeklindeki Dir manaya delâlet eder gibidir.
[174]
"Ey kavmim, işte
size bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Serbest bırakın
onu... Allah'ın arzında yesin. Ona fenalık edip dokunmayın... Aksi halde sizi
yakın bir azâb yakalar. Derken onu, ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun
üzerine (Salih) dedi ki: "Memleketinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu,
yalan çıkarılamayacak bir tehdittir" (Hûd. 64-65).
Bit ki putperest bir
toptum içinde, peygamberlik iddia eden bir kimsenin adet ve tutumu, önce onları
Allah'a ibâdete davet etmek, sonra da buna peygamberlik iddiasını eklemektir.
Bu durumda mutlaka onlar da, ondan bir mucize isterler. Salih (a.s)'in durumu
da böyleydi. Rivayet olunduğuna göre: Salih (a.s)'in kavmi, bir bayramları
esnasında sahraya çıkarlar. Böylece de, Salih (a.s)'den bir mucize getirmesini
isterler. Ve ona, gösterdikleri muayyen bir kaya parçasından, kendilerine bir
deve çıkarmasını söylerler. Bunun üzerine Salih (a.s) de Rabbine duâ eder;
böylece de, istedikleri gibi bir deve meydana gelir.
Bil ki o deve, birkaç
bakımdan mucizedir:
1)
Allah Teâlâ
onu, kaya parçasından yaratmıştır.
2)
Atlah onu,
dağın içinde yaratmış, sonra da dağ yarılmıştır.
3) Atlah onu, herhangi bir erkek deve bulunmaksızın,
hamile yaratmıştır.
4) Cenâb-ı Hak o deveyi, bir doğum ve gelişme, büyüme
olmaksızın bu durumda, bir anda yaratmıştır.
5) Rivayet olunduğuna göre su içme sırası bir gün o
devenin, diğer bir gün de kavmin tamamının idi.
6) O deveden, büyük bir topluluğa yetecek miktarda süt
elde ediliyordu. Bütün bunlar kahir ve kesin mucizelerdir. Halbuki Kur'ân'da, o
devenin "bir mucize" olduğundan başka bir izah yoktur. O devenin hangi
yönlerden mucize olduğunun beyanı ise Kur'ân'da yer almamıştır.
[175]
Daha sonra Salih (a.s)
"Serbest bırakın onu! Allah'ın mda yesin!" demiştir. O bu sözüyle
devenin bakım külfetinin kaldırıldığını ve peçe o devenin, onlar için bir
mucize olması yanında, onlara faydalı olup, zarar «madiğini kastetmiştir. Zira
onlar, onun sütünden yararlanıyorlardı. Salih (a.s), m küfürlerinde ısrar
ettiklerini gördüğü için, onlardan yana deveye herhangi bir rr dokunacağından
korkuyordu. Zira, hasım olan kimse, hasmının delilinin ortaya asrı sevmez;
aksine, var kuvveti ile onu gizlemeye ve ibtâl etmeye çalışır. İşte car dolayı
Salih (a.s), kavminin o deveyi öldürmeye yeltenmelerinden aşe-entyordu. Bunun
için ihtiyatlı davranarak tjlı. Ona fenalık
hjife dokunmayın..." demiş ve onları, ona kötülükle dokunmaları
halinde, çok tk2 gelecek bir azâb ile tehdit etmiştir ki bu, o deveyi öldürmeye
yeltenmekten, sakındırmaktır. Allah Teâlâ, Salih (a.s)'tn bu tenbihine rağmen
onların boğazladıklarını beyân
buyurmuştur. Onların o deveyi, ya o hücceti ibtâl yahut su sıkıntısına düştükleri için veyahut
da onun yağına ve etine gönül tatarı için, boğazlamış olmaları muhtemeldir.
Saati (a.s) üçüncü
günü kasdederek, "'Aksi halde sizi
zâbyakalar"demiştir. Bu da, onun "Memleketinizde gür. daha
yaşayın" şeklindeki sözüdür.
[176]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Salih (a.s)'in kavminin o deveyi boğazladığında, irin onlara,
"memleketinizde üç gün daha yaşayın" dediğini beyan tur.
"Temettü1 " his ve duygularla idrâk edilen menfaat ve lezzet veren »n
istifade etmek demektir. Faydalanma, ancak canlılar için söz konusu hayat ve
yaşama, bu kelime ite ifâde edilmiştir. Salih (a.s)'in dârikum tabiriyle şu iki
açıktama yapılabilir:
a) Bu tabirle belde, memleket
kastedilmiştir. Beldelerde deveran ve tasarruf için, bu adla
adlandırılmışlardır. Nitekim "Bekr kabilesinin beldesi" "Dİyar-ı Bekr" denilmektedir.
Bu tabirle,
"dünya" kastedilmiştir, Salih
(a.s) "işte , çıkarılamayacak
bir tehdittir..." demiştir.
Yani, "içinde yalan ..." demektir. Meclûd
(celdelenmiş), ma'kûl düşünülmüş, ıiş), ve meftun (fitnelenmiş) kelimelerinde
olduğu gibi, bazan ism-i mef'ûl masdar manası kastedilebilir.
tabirine * manası da
verilmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle r "Allah Teâlâ onlara o üç gün mühlet
verince, onları adetâ iman etmeye teşvik etmiştir. Zira onlar, deveyi
boğazlayınca, Salih (a.s) onları, başlarına gelecek bir azab ile inzar etti...
Bunun üzerine onlar, "Bunun alâmeti nedir?" dediklerinde de Salih
(a.s), "Yüzlerinizin, ilk günde sararması, ikinci günde kızarması, üçüncü
günde de simsiyah olması ve dördüncü günde de size azabın gelmesidir"
demiştir. Onlar, yüzlerinin siyah lastiğini görünce, azabın geleceğine kesinkes
inandılar. Derken tedbir olarak ona karşı hazırlık yaptılar. Nihayet, dördüncü
gün sabahleyin azâb onları yakalayıverdi. Bu azab da müthiş bir sayha, yıldırım
veya diğer bir azab idi.
[177]
İmdi şayet, "Bu
alâmetlerin, onlar arasında, Salih (a.s)'in sözüne mutabık olarak zuhur edip
de, yine buna rağmen onların küfürlerinde ısrar etmiş olmaları nasıl makûl
olabilir?" denilirse, biz şöyle deriz:
Bu alâmetler, kesin ve
yakın noktasına ulaşmadıkları sürece, onların küfürlerine devam etmeleri
imkânsız olmaz. Ama bu emareler, kesin ve katî olunca da, iş mecbûriyyet
noktasına varmış olur. Halbuki o vakitte de iman etmek, kabul edilmez.
[178]
"Vakta ki emrimiz
geldi, Salih de, onun maiyyetinde iman etmiş olanları da tarafımızdan bir
esirgeme olarak o günün rüsvaylığmdan kurtardık. Şüphesiz ki senin Rabbin, O,
çok kuvvetlidir, mutlak gâlibtir, O zalimleri ise korkunç bir ses alıp götürdü
de yurtlarına diz üstü çöken kimseler oluverdiler. Sanki orada hiç
oturmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semud, hakikaten Rablerine küfrettiler, dikkat
edin ki Semûd'a rahmet-i ilahiyeden uzaklık verilmiştir..." (Hûd. 66-68).
Bil ki bu
ayetin bir benzeri, Âd
Kıssasında geçmişti "O günün rüsvaylığmdan" buyruğu ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[179]
Bu kelamın başındaki
vav, atıf vâvı'dır. Buna göre bunun iki izahı yapılmıştır:
1) Kelamın takdirinin, "Biz Salih'i ve onunla
beraber iman i, tarafımızdan olan bir rahmet ile, onun kavminin başına gelen
azâbtan ve ayrılmayan, utancı hep kendUerinde görülen ve daima onlara ait olan
m kurtardık..." şeklinde olmasıdır. Zira hizy kelimesinin manası,
rüsvaylığı insana utanç veren bir kusur ve ayıp demektir. Böylece,
söylenilenlere itimâd bu hazif yapılmıştır.
2) Takdirin, "Biz Salih'i tarafımızdan bir rahmet
ile kurtardık; mü'minleri de bu ıiûsvaylığından kurtardık..." şeklinde
olmasıdır.
[180]
Kisaî, Verş'in
rivayetine göre Nâfî, Kalûn ve bir rivayete göre A'şâ hem burada, hem de Meâric
(Ayet, ııj sûresinde mim'in fethasıyla.; diğer kıraat imamları ise, bu iki
yerde mim'in kesresiyle iş'y. şeklinde okumuşlardır. Bu d mim'in fethasıyla
okuyanlar, çjı kelimesinin oî ifâdesine muzâf olmasına m î* kelimesinin de
mebnî olmasına göre okumuşlardır. Mebntye muzâf olanınbnî kılınması caizdir.
Görmüyor musun? Muzaf, muzâfun ileyh'den ya marifeliği da
nekreliği kazanır. İşte
burada da böyledir,
ij kelimesinin meksûr sebebi, onun, mübtedâ-haberden
meydana gelen cümleye muzâf olmasıdır. "Güneş doğarken sana
geldim..." dersin. Ama bu muzâf olmayınca, muzafun iteyhe delâlet etmesi
için tenvîn almıştır. Daha zrı za. hem kendisi hem de tenvîn sakin olduğu için,
zâl harfi kesrelenmiştir.
Bu kelimeyi mim'in
kesresiyle şeklinde okumaya gelince; bu.tinin yevm kelimesine muzaf olmasından
ve mebnî olan bir kelimeye sebebiyle, o kelimenin de mebnî olması gerekmediği
içindir. Çünkü bu izafet, gerekli değildir.
[181]
,
"Hizy",
rezil ve rüsvayhk noktasına varan, büyük bir zillet demektir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak harbîler için, "Bu onların dünyadaki rüsvayhğıdır...
"(Makie. 33) buyurmuştur. Mı bu azabı, onlar gibi olanların ibret
alacakları devamlı bir rûsvaylık olması tfıettfyle. "hizy" (rûsvaylık)
diye adlandırmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz ki senin Rabbin, t. çok kuvvetlidir, mutlak
gâlibtir.." buyurmuştur. Bu, tam yerinde söylenmiş bir ttoedır. Zira Allah
Teâlâ, bu azabı kâfirlere verip, mü'minleri de ondan koruduğunu ^yir
buyurmuştur. Bu ayırma, birine azâb verip diğerine vermeme işi, ancak
eşyanın nfcterini değiştirebilen ve aynı
şeyi bir kimseye nisbetle belâ ve azâb; diğer bir
kimseye nisbetle de
rahat ve huzur vesilesi yapabilen kadir ve muktedir olan bir zât İçin söz
konusu olabilir.
[182]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu durumu beyân buyurmak üzere "O zalimleri ise korkunç bir ses alıp
götürdü..." demiştir. Bu cümle ile ilgili iki mesele vardır:
[183]
Cenâb-ı Hak,) ehazet
değil de, ehaze buyurmuştur. Zira, (fail olan) sayha kelimesi, mana itibariyle
müzekker olan siyah yerindedir. Ayrıca, fiit ile müennes olan faili arasına,
bir fasıla girmiştir. Binâenaleyh, araya giren bu kelimeler, sanki müenneslik
tfi'sının yerini tutmuş gibidir. Bu durumun benzerleri geçmiş idi.
[184]
Alimler, burada
bahsedilen "sayha"mn ne olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:
a) İbn Abbas (r.a): "Bununla yıldırım
kastedilmektedir" demiştir.
b) Sayha, onların işitip de, böylece hepsinin kendisi
sebebiyle öldüğü ve evlerinde, meskenlerinde yüzüstü yıkılmış ölüler haline
geldikleri büyük bir sestir, çığlıktır. Ayette bahsedilen câsimîn tabirinin
manası, onların diz üstü ve yüz üstü düşmeleri anlamındadır. Rivayet olunduğuna
göre Allah Teâlâ Cebrail'e, onların ölümüne sebeb olacak bir nara atmasını
emretmiştir. Bu sayhayı biifii! Allah'ın yaratmış olması da caizdir. Siyah
kelimesi ise ancak, ağızda ve boğaz içinde meydana gelen sese denilir kelimesinin anlamı da böyledir. Eğer bu
bizzat Allah'ın yaratmasıyla ise, Cenâb-ı Hak bunu, bir canlının boğazında
yaratmış demektir. Yok, eğer bunu Cebrail (a.s) yapmış ise, bu onun, ağzında ve
boğazında meydana gelmiş demektir. Bunun böyle olduğunun delili; gök
gürültüsünün hertürlü naradan daha kuvvetli ve tonlu olup, ne "sayha"
ne de "surâh" diye adlandırılmayadır.İmdi şayet, "O sayhanın
ölüme sebebiyet vermesinin sebebi nedl'?" denilirse biz deriz ki, bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1)
Büyük bir nara
ancak, havanın dalgalanmasını gerektirecek büyük bir şey bulunduğu zaman
meydana gelir. Bu şiddetli dalga çoğu kez, insanın kulağını delerek geçer ve
beyin zarını paramparça ederek ölüme yol açar.
2)
Bu, çok
korkunç bir şeydir; meydana geldiğinde, çok büyük bir dehşet hasıl olur. Ruhî
hastalıklar şiddetlendiği zaman, ölüme sebebiyet verir.
3) Bu büyük sayha, buluttan neş'et ettiğinde mutlaka
onunla birlikte, yakıcı olan çok şiddetli bir şimşek de bulunur. İşte İbn Abbas
(r.a)'ın "saika" dediği de budur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"yurtlarına diz üstü çöken -eler oluverdiier..." buyurmuştur. Cüsûm
kelimesi, dinmek, sükûnete ermek temektir. Nitekim kuş, yuvasına gecelediğinde
denilir. Daha sonra Vaplar bu kelimeyi, ölümden dolayı hareket edememe
manasında kullanmışlardır. Böylece Allah Teâlâ, helak olan kimseleri, helak oldukları
andaki o hareketsizlikleri e vasfetmiştir ki, buna göre sanki onlar hiç diri
değillermiş manası kastedilmiştir.
Cenâb-ı Hak
"Sanki orada hiç olmamışlardı..." buyurmuştur. vani, "Sanki
onlar, orada hiç bulunmamışlardır" demektir. Bu fiilden iştikak etmiş oan
kelimesi, canlının kendisinde ikamet ettiği yer demektir. Nitekim bir bir yerde
ikamet ettiğinde denilir.
[185]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak Haberiniz olsun -:. Semûd, hakikaten
Rablerine küfrettiler. Dikkat edin ki Semûd'a rahmet-i iiahiyyeden uzaklık
verilmiştir" buyurmuştur. Hamza ve Asım'ın ravisi Hafs, Kur'ân'ın her
yerinde tenvinsiz olarak Semûde şeklinde okurlarken, diğer kıraat namları
tenvinle Semûden şeklinde okumuşlardır. Semûd kelimesinin, hem Tiunsanf, hem de
gayr-i munsarıf olarak kullanılması söz konusudur. Semûd kelimesinin munsarıf
olması, bu kelimenin "hayy" (kabile), yahut da "büyük baba,
ata" manasına alınmasından dolayıdır. Gayr-ı munsarıf olması ise,
kelimenin marife ve "kabile" manasında olarak, müennes olması
sebebiyledir.
[186]
"Celâlim hakkı
için, elçilerimiz, İbrahim'e müjde ile gelip "selâm" dediler. O da.
"selâm" dedi ve hiç beklemeden gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi.
İbrahim onların
ellerinin buna uzanmadığını görünce durumlarından hoşlanmadı ve onlardan
dolayı, gizli bir endişe duydu. Onlar, korkma
dediler, çünkü biz Lût
kavmine gönderildik." (İbrahim'in) karısı ayakta idi. Bu söz üzerine
güldü. Biz de ona İshâk'ı, îshâk'm ardından da torunu Ya'kûb'u müjdeledik"
(Hûd, 69-71).
Bil ki bu, sûrede
bahsedilen kıssaların dördüncüsüdür. Burada birkaç mesele vardır:
[187]
Nahivciler şöyle
demişlerdir: Burada, bu ifâdenin başına, peygamberlerin kıssalarını
dinleyenler, bir kıssadan sonra
başka bir kıssayı
bekledikleri için kad edatı getirilmiştir. Çünkü kad, tavakku' ifâde eder.
Haberi tekîd etmek için de, bunun başına lâm gelmiştir. Lekad, rusül kelimesi
çoğul olup, çoğulun en azı da üçtür. Şu halde bu kelime en az üç meleğin
olduğunu kesinlikle belirtir. Ama bundan fazlasının bulunduğunu isbât etmenin
yolu ise, ancak başka bir delil iledir. Alimler, onların içinde mutlaka
Cebrail'in bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca, bu husustaki rivayetler
de farklı farklıdır. Bu cümleden olarak, Cebrail (a.s)'in, yanında son derece
güzel olan çocuklar kılığında oniki melek olarak Hz. İbrahim'in yanına geldiği
ileri sürülmüştür. Dahhak ise, bunların sayısının dokuz olduğunu belirtmiştir.
İbn Abbas (r.a), bunların Cebrail, Mikâil ve İsrafil olmak üzere üç tane
olduğunu ve bunların, Cenâb-t Hakk'ın Zariyât Sûresi'nde "İbrahim'in
şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (Zanyat, 24) ayetinde ve
Hicr Sûresi, "Onlara İbrahim'in misafirlerinden de bahset..."
(Hicr,51) ayetinde bahsetmiş olduğu kimseler olduğunu söylemiştir.
[188]
Alimler, ayette geçen
buşrâ ile neyin kasdedildiği hususunda şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:
a) Bununla, Allah Teâlâ'nın, hemen bu ayetten sonra
"Biz
de ona İshak'ı,
Ishak'ın ardından da torunu Yakûb'u müjdeledik" ayetiyle müjdelediği şeyi
kastetmiştir.
b) Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İbrahim'e, Lût'un,
esenlik içinde olacağı; kavminin ise helak olacağı müjdesi kastedilmiştir. -
Cenâb-ı Hakk'ın
"Selâm" dediler. O da "selâm" dedi" ifâdesine gelince,
bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[189]
Hamza ve Kisaî, hem
burada, hem de Zariyat 25. ayette sin'in kesresi, lâm'ın sükûnu ve elifsiz
olarak,
şeklinde okumuşlardır.
Ferrâ, bu iki kıraat arasında fark bulunmadığını, zira Arapların, dediklerini;
zira tefsirde, onlar gelince, Hz. İbrahim'e selâm verdiklerini söylemiştir. Ebu
Ali el-Farisî de şöyle demiştir: "Bu kelimenin, düşmanlığın ve harbin
zıddı olarak, barış anlamında, silm manasına gelmiş olması da muhtemeldir. Buna
göre o melekler sanki, Hz.
torahim'in kendilerine
sunduğu şeyi yemekten çekinip Hz. İbrahim de onları yadırgayarak bir tür
endişeye kapılınca "Biz barışçıyız... Biz harpçi ve düşman aegiliz...
Öyleyse, düşmanın taamını yemekten çekinilmesi gibi, benim ikramımı da yemekten
çekinmeyiniz" dedi..." Bana göre bu izah, uzak ihtimaldir. Zira böyle
olması -a inde, Hz. İbrahim (a.s)'in bunu, yiyeceği hazırladıktan sonra
söylemiş olması gerekir. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, bu sözün, yemek hazırlanmadan
önce söylenilmiş delâlet etmektedir.
Zira Cenâb-ı Hak, buyurmuştur, ifâdesinin başındaki fâ harfi, takibiyye
faşıdır. âenaleyh bu, Hz. İbrahim'in o kızartılmış danayı getirmesinin,
"selâm" sözünden 5onra olduğuna delâlet eder.
[190]
Bu kelamın
takdiri, kelamının takdırı ıse'
"Benim selâmdır" şeklinde
olup, "Ben, barış ve sulhtan başka
bir şey " demektir. Vahidî ise şöyle demiştir: "Bu sözden maksadın,
şeklinde olması da muhtemeldir. Böylece o, bu ifâdeyi, onun dediği sözü aynen
aaUetmek için, merfû olarak getirmiş ve haberini de hazfetmiştir. Bu tıpkı,
Cenâb-ı (Yusuf, i8) ayetinde olduğu gibidir. Böyle bir hazf ancak, hazf
»asıldıktan sonra, maksat malum olduğunda güzel olur. Burada da maksad -a
umdur. Şu halde bu hazf, hiç şüphesiz güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de
CeNâb-ı Hakk'ın (Zuhruf, 89) ayetidir. Burada da haber azledilmiştir.
Bil ki, onlar
birbirlerine, Cenâb-ı Hakk'ın, "£y iman edenler, başka evlere ve odalara
sahiplerinden izin almadan ve selâm da vermeden girmeyin..."(Nûr,27) bnde
bahsedilen izne riâyet etmek için, selâm vermişlerdir.
[191]
Selamun Aleykum
Tabirinin İzahı
Bu kelime, genel
olarak eliflâmsız, şeklinde kullanılır. Zira bu, duâ anlamındadır. Bu Arapların
tıpkı, 5erv Aleykûm Tabirinin İrabı "Allah hayrını versin" demeleri
gibidir.
Şayet, "Nekire bir kelimenin mübtedâ
yapılması nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:
Nekire, herhangi bir
kelimeyle vasfedildiğinde onun mübtedâ kılınması caizdir. Binâenaleyh sen
dediğin zaman,burada kullanmış olduğun bu nekire ifade, : seâmın tam ve
mükemmel olduğuna delâlet eder. Buna göre sanki o, "Tam ve mükemmel selâm,
sizin üzerinize olsun..." demiştir. Bunun bir aanzeri de bizim, şeklindeki
ifademiz ile, Maryenı. (Rad,24) ayetlerindeki kullanılışlardır. Ama, (rânâ, 47)
ayetindeki kullanılış da caizdir. Bununla, buradaki selâmın hakikati ve
mahiyeti kastedilmiştir. Ben derim ki: Selâmün aleyküm tabiri, demekten daha
anlamlıdır. Çünkü, selâmün aleyküm ifadesindeki nekire,kemâli, tamlığı ve
mükemmelliği ifade eder. Ama, es-Selâm lafzına gelince, bu sadece mahiyeti
ifâde eder. Ahfeş şöyle demiştir: Araplardan bazıları, selâmün aleyküm der ve
"selâm" sözünü, eliflâm ve tenvinden tecrîd eder. Bunun sebebi, çokça
kullanılmanın, böyle bir tahfifi mubah hale getirmesidir. Allah en iyi
bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "ve hiç beklemeden gidip onlara kızartılmış bir buzağı
getirdi.." buyurmuştur. Alimler şöyle demişlerdir: İbrahim (a.s),
kendisine hiç misafir gelmeksizin onbeş gün bekledi. Bunun için üzüldü. Daha
sonra da kendisine melekler gelince, bunların, daha önceki misafirler gibi
olmadığını gördü. İşte bundan dolayı hemen acele ederek, kızarmış bir buzağı
getirdi. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "O, bu buzağıyı
getirmede hiç çekinmedi, aksine acele etti..." şeklindedir. Veyahut da
kelamın takdiri, "Onun gelmesi gecikmedi..." şeklindedir. İcl sığırın
yavrusuna denilir. Hanız ise, yerde kazılan bir çukurda kızdırılmış taşlarla
yapılan kebaba verilen isim olup, bu kebap çöl araplarının bilinen bir
âdetidir. Bu kelime mahnûz anlamındadır. Bu tıpkı, aynı anlamda olarak hem
tabîh, hem de matbûh denilmesine benzer. Yine hanız kelimesinin, yağı damlayan
şey anlamına geldiği de söylenir. Nitekim Arapça'da, atın üzerine çul atıp,
böylece de attan terler damladığında denilir.
[192]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hz. ibrahim onların ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce"
buyurmuştur. Ferrâ, "Taama uzanmadığını..." manasını vermiştir ki,
taam da buzağı demektir. , yani, "onları yadırgadı" demektir.
Arapça'da, aynı manada olmak üzere denilmektedir.
Bil ki o müsafirler,
melek oldukları için, yemek yememişlerdir. Zira melekler, yemezler içmezler. O
melekler, Hz. İbrahim'e, onun hoşuna gidecek bir durumda olmak için, misafir kılığında
gelmişlerdir. Zira, Hz. İbrahim'in kalbi misafir sevgisiyle yanıp tutuşuyordu.
[193]
İbrahim (a.s)'e
gelince biz diyoruz ki: O, onların melek olduklarını ya bilmiyor, aksine
onların beşer olduklarını zannediyordu; yahut da onların melek olduklarını
biliyordu. Birinci ihtimale göre, Hz. İbrahim'in korkmasının sebebi şu iki şey
olabilir:
a) Hz. İbrahim, insanlardan çok uzak bir yerde
konaklamıştı. Bu sebepten, onlar yemekten kaçınınca onların kendisine bir
kötülük düşündüklerinden endişelendi.
b) Tanınmayan birisi misafir olarak gelip, kendisine
yemek ikram edildiğinde, eğer o yemekten yerse, bir güven duygusu hasıl olur.
Yok, eğer yemezse, o zaman da korku meydana gelir.
Onların, melek
olduğunu bilmesi ihtimaline gelince, onun bu durumda onlardan şu iki sebepten
dolayı korkmuş olması mümkündür:
a) Hz. İbrahim (a.s)'in, o meleklerin,
Allah'ın,yaptığını beğenmediği bir işten dolayı gelmiş olmalarından korkmuştur.
b)
O, meleklerin,
kavmine azâbetmek için
gelmiş olmalarından dolayı endişelenmiştir.
Buna göre eğer,
"Bu iki ihtimalden hangisi doğruya daha yakın ve açıktır?" denilir
ise, biz deriz ki: Hz. İbrahim (a.s)'in, onların Allah'ın melekleri olduğunu
bilemediğini söyleyenler, şu şekillerde istidlal edebilirler:
1) Hz. İbrahim (a.s) onlar için, hemen yemek hazırlama
gayretine girmiştir. Eğer o, onların melek olduğunu anlasaydı, bunu yapmazdı.
2) O, onların yemek yemekten geri durduklarını görünce,
onlardan korkmuştur. Binâenaleyh eğer o, onların melek olduğunu bilseydi,
yememelerinden bir kötü niyetleri olduğuna istidlal etmezdi.
3) Hz. İbrahim (a.s) onları, işin başlangıcında insan
suretinde görmüştür ve bu da onların melek olmadıklarına delâlet etmiştir.
Hz. İbrahim (a.s)'in
onları tanıdığını söyleyenler de, Hak Teâlâ'nın,. "Onlar "Korkma,
çünkü biz Lût Kavmi'ne gönderildik" dediler" (hûd 70) ayetini delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Bu söz, ancak onların kim olduğunu bilip, fakat hangi
sebebten ötürü gönderildiklerini bilmeyen kimseye söylenebilecek sözdür."
Sonra Cenab-ı Hak, meleklerin bu korkuyu Hz. İbrahim'den gidererek,
"Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik" dediklerini beyân
buyurmuştur ki bu, "Biz, Lût Kavmi'ne azab etmek için gönderildik"
demektir. Çünkü bu sözde mukadder bir "azab" kelimesi vardır. Çünkü
bir başka sûredeki şu ayet buna delâlet etmektedir: "Onlar, "Biz,
günahkârlar güruhuna gönderildik. Çünkü onların üzerine çamurdan taşlar
atacağız" dediler" (Zariyat, 32-33).
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"(ibrahim'in) karısı ayakta idi" buyurmuştur. Karısı kendisinin
amcası kızı olan Sflre binti Âzer b. Bâhura'dır.
Bu ayette kelimesinin, cümledeki takdirinin (ayakta idi) şeklinde olduğu ve manasının,
"Onun karısı, meleklerin sözlerini dinlemek için
perdenin gerisinde
ayakta duruyordu. Çünkü o da endişelenmişti" şeklinde olduğu söylendiği
gibi, "Onun karısı, misafirlere hizmet ediyor vaziyette ayakta idi,
İbrahim (a.s) de meleklerle beraber oturuyordu" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Bu son manayı, İbn Mes'ûd (r.a)'un, ayeti "ibrahim oturur
iken, hanımı ayakta idi" şeklinde okuyuşu da te'kid etmektedir.
[194]
Cenâb-ı Allah sonra,
"Bu söz üzerine güldü. Biz de ona îshâk'ı müjdeledik" buyurmuştur.
Alimler dahiket fiilinin hangi manada kullanıldığı hususunda şu iki görüş üzere
ihtilaf etmişlerdir: Bazıları bunu "gülme" manasına, bazıları da
gülme dışında bir manaya hamletmişlerdir.
1) Bunu bizzat gülme manasına hamledenler de Hz.
İbrahim'in hanımının niçin güldüğü hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları
yapmışlardır:
1) Kfidl şöyle demiştir: "Bunun sebebinin, mutlaka
bu ayette bahsedilen birşey olması gerekir. O şey ise, Hz. İbrahim'in
karısının, İbrahim (a.s)'in korkusunun zail olmasına sevinmiş olmasından başka
birşey değildir. Çünkü o melekler, "Korkma, biz Lût Kavmi'ne
gönderildik" deyince, Hz. İbrahim'in korkusunun zail olup sevinmesinden
dolayı, hanımı da büyük sevinç duymuştur. İnsan böyle durumlarda bazan
gülebilir.
Netice olarak
diyebiliriz ki: Hz. İbrahim'in hanımının gülmesi, meleklerin Hz. İbrahim'e
"Korkma..." demelerinden ötürüdür. Bu söz sanki bir müjde gibi
olmuştur. Bu sebeble Hz. İbrahim'in hanımına sanki şöyle denilmiştir: Biz bu
müjdeyi ikiliyoruz, yani korkunun giderilmesi ile bir müjde gerçekleştiği gibi,
ömrünüz boyunca istediğiniz bir çocuğunuzun olması ile diğer bir müjde daha
tahakkuk etmiştir." Kâdi'nin bu izahı, son derece güzeldir.
2) Hz. İbrahim (a.s)'in hanımının, Lût Kavmi' nin
küfründen ve o rezil fiillerinden ötürü, yani onların benimsememesinden ötürü
olması da muhtemeldir. Dolayısıyla melekler Lût Kavmi'ni imha etmek için
geldiklerini açıklayınca, Hz. İbrahim'in hanımı buna sevinip gülmüştür.
3) Süddf şöyle demiştir: "Hz. İbrahim meleklere,
"Yemez misiniz?" deyince, onlar, "Biz, yemeği ancak karşılığını
vererek yeriz" dediler. Bunun üzerine Hz. İbrahim de: "Onun
karşılığı, başlarken besmele çekip, sonunda da Allah'a hamd etmenizdir"
deyince, Cebrail (a.s), Mikâil (a.s)'e: "Cenâb-ı Hakk'ın böyle kimseleri
halîl (dost) edinmesi, uygun olmuştur" dedi. Hz. İbrahim'in hanımı işte bu
sözden hoşlandığı için gülmüştür.
4) Sâre, İbrahim (a.s)'e: "Kardeşinin oğluna
(Lût'a) haber sal ve onu kendine kat. Çünkü Allah, onun kavmine mutlaka azâb
edecektir" dedi. O sözünü tamamlar
tamamlamaz, Hz.
İbrahim (a.s)'in yanına melekler geldi. Melekler, Hz. İbrahim'e kendilerinin,
sadece Lût'un kavmini helak etmek için geldiklerini haber verince, meleklerin
sözü, Sâre'nin sözüne uygun düşmüş oldu. İşte o, kendi sözü ile meleklerin
sözünün böylesine birbirine uygun düşmesinden dolayı çok sevindiği için güldü.
5)
Melekler, Hz.
İbrahim (a.s)'e, kendilerinin insan değil, melek olduklarını ve Lût Kavmi'nİ
imha etmek için geldiklerini haber verdiklerinde, Hz. İbrahim (a.s) onlardan,
melek olduklarına delâlet edecek bir mucize göstermelerini istedi. Bunun
özerine melekler, Rablerine, o kızarmış buzağıyı diriltmesi için duâ ettiler.
Böylece : Mzarmış buzağı konulduğu yerden canlanıp, otlaklara koştu. İbrahim
(a.s)'in hanımı ayakta idi. Kızarmış buzağının, bulunduğu yerden canlanıp
otlağa sıçradığını görünce, z rden gülüverdi.
6)
O, Lût Kavmine
azabın ansızın gelmesine taaccüb ettiği için güldü.
7)
Şöyle de
denebilir: "Melekler, Hz. İbrahim'in hanımına, bir çocuğunun : acağını
müjdelediler. Bunun üzerine o güldü." Bu gülüş ya hayret etmeden dolayı
otan bir gülüştür. Çünkü denildiğine göre o, bu esnada doksan küsur, İbrahim
(a.s) tse yüz yirmi yaşında idi. Yahut bu, sevinçten kaynaklanan bir gülme idi.
Sonra o gülünce, Allah Teâiâ ona, o çocuğun adının "İshak" olduğunu,
İshâk'tan sonra da Ya'kûb'un olacağını müjdelemiştir.
8) O, Kz. İbrahim'in taraftarları ve hizmet edenleri
olduğu halde, bu üç şahıstan korkmuş olmasına şaşarak, gülmüştür.
9) Bu gülüş, ayette yapılacak bir takdim ve tehir ile
anlaşılır: Buna göre ayetin takdiri: "O'nun hanımı ayakta iken biz ona
İshâk'ı müjdeledik. O da, bu müjdeden dolayı sevinerek güldü" şeklindedir.
Binâenaleyh ayette "güldü" fiili önce zikredilmiş tse de, manaca
sonradır.
2) "Dahiket fiili, "hayız oldu"
manasınadır." Bu görüş, Mücâhid ve İkrime'den nakledilmiştir. Bunlar şöyle
demişlerdir: "Hz. İbrahim'in hanımı, korkudan emin olduğu için
sevindiğinde hayız olmuştu. Hayız olunca da ona, bir çocuğunun olacağı müjdesi
verilmişti." Ferrâ ve Ebu Ubeyde, bu fiilin "hayız oldu"
manasına gelmesini kabul etmemişlerdir. Ebu Bekr el-Enbârî İse: "Onlar, bu
fiilin bu manaya geldiğini bilmiyor iseler de, başkaları bilir" demiştir.
Leys, ayetteki dahiket fiiline, "hayız gördü" manasını vermiştir.
Ezherî de, bazı kimselerden, "bu fiilin aslının, hurma tomurcuğunun
yarılıp açılması manasında olan, masdarı olduğunu" nakletmiştir. Nitekim
Arapça'da "Tomurcuk yarıldı (açtı)" manasına denilir.
Bit ki bütün bu
izahlar lüzumsuzdur. En doğrusu, birinci görüştür.
[195]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İshak'ın ardından da Yâ'kûb'u müjdeledik" buyurmuştur. bu ifâde
ile ilgili iki mesele vardır:
[196]
İbn Âmir, Hamza ve Âsimin râvisi
Hafs, ya'kube şeklinde; diğer kıraat imamları ise ref' ile ya'kubü
şeklinde okumuşlardır. Bunun mansub okunuşunun sebebi, bu kelamın takdirinin,
"Biz, İbrahim'in hanımına İshâk'ı müjdeledik, İshak'ın ardından da, ona
Yâ'kûb'u verdik" şeklinde düşünülmesidir. Merfû okunmasının sebebi ise,
kelamın takdirinin, "İshak'dan sonra da Ya'kûb doğmuştur" şeklinde
düşünülmesidir.
[197]
Ayette geçen Verâ
kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
1) Ekserî âlimlere göre bu kelime "sonra"
demek olup, ayetin manası, "İshak'tan sonra Yâ'kûb'u müjdeledik"
şeklindedir. Bu izah açıktır.
2) "Bu kelime, "torun" manasınadır."
Şa'bî'den şu rivayet edilmiştir: "Kendisine bu oğfun" denildiğinde o,
"Evet verâ'dan..." demiştir. Çünkü onun torunu vardı. Bana göre bu,
son derece zorlama ile yapılan bir izahtır. Çünkü kelime, bu manadan çok
uzaktır.
[198]
"Kadın,
"Vay, kendim bir koca kan, şu zevcim de bir ihtiyar iken, ben mi doğuracak
mışım? Bu, cidden çok şaşılacak bir şey!" dedi. (Elçi melekler de):
"Allah'ın emrine
(işine) mi şaşıyorsun? Ey ev ahâlisi, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin
üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, hamtd ve mecîddir" (dediler)" (Hûd,
72-73).
Ayetie ilgili birkaç
mesele vardır:
[199]
Ferrâ şöyle demiştir:
"Veyl"in aslı "veyy" olup, bu da"hizy" (rüsvaylık)
manasınadır. Nitekim^ Arapça'da,
"rüsvaylık
falancaya olsun" manasında denilir.binaenaleyh veylek sözü,
"Yazıklar, rüsvaylıklar olsun sana!" demektir." Sibeveyh çöyle demiştir: "jvj ölümle yüzyüze olan
kimseyi uyarmak için; ise, Mttfce (ölüme)
düşen kimse için kullanılır." Halil de: "Ben bu kelimenin kalıbında
kelimelerini gördüm" demiştir. Bunlar, manaca arturine yakın
kelimelerdir.Hz. İbrahim'in hanımının sözüne gelince, bazıları bunun sonundaki
maksûre'nin, "elif-i nüdbe" olduğunu söylemişlerdir. Keşşaf sahibi
ise şöyle "Bu kelimenin sonundaki
elif, izafet yasından (mütekellim yâ'smdan) bedel «an eliftir. Çünkü bunun aslı şeklindedir
(Vah yazık oldu!) ve fâninin inin
sonundaki elif de böyledir. Sonra yâ'dan ve kesresinden bedel olarak - aKsûre
ve fetha getirilmiştir. Çünkü elif ile fetha, yâ ile kesreden daha
hafiftirler söylenirler).
Ayetteki "Kendim
bir koca kan, şu zevcim de bir Atiar iken, ben m; doğuracak mışım!" sözü
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[200]
İbn Kesir, Nâfî ve Ebu
Amr, hemze ve med ile. diğer ktraat imamları ise iki hemze ile ve medsiz olarak,
şeklinde okumuşlardır.
[201]
Birisi şöyle
diyebilir: "O, Allah'ın kudreti hususunda mı hayrete düştü? Halbuki
Allah'ın kudretine taaccüb etmek, küfrü gerektirir.-
Bi rinci mukaddime şu
üç yönden izah edilebilir:
1) Allah Teâlâ Hz. Sâre'den, taaccüb sadedinde,
"Kendim bir koca kan iken mi doğuracak mışım!" sözünü nakletmiştir.
2\ Ayetteki, "Su, cidden çok şaşılacak bir
şey!" sözü.
3) Meleklerin ona, "Allah'ın emrine (işine) mi
şaşıyorsun?" demeleri.
Allah'ın kudretine
şaşmanın küfrü gerektirdiğinin izahı ise şöyledir: Böylesi bir b, onun Allah'ın
kudretini bilmediğini (kabul etmediğini) gösterir ki bu da küfrü rir.
Cevap: O, Allah'ın kudretini nazar-ı dikkate almaksızın, örf
ve âdete (genel göre hayret etmiştir.
Zira müslüman bir kimseye, doğru sözlü bir haberci, "Alan şu dağı, saf
altına çevirecek" dediği zaman, hiç şüphe yok ki o, Allah'ın buna tfcfer
oluşunu yadırgadığı için değil de, genel âdete göre buna şaşar.
[202]
Ayetteki "Şu
zevcim de thtiyor iken" ifâdesine gelince bil ki, buradaki
"şeyh" kelimesi, "hal" olarak mansubtur. Vahidî (r.h.)
şöyle der: "Bu, nahiv ilminin inceliklerinden ve sırlanndandır. Çünkü
buradaki Haza kelimesi işaret manasındadır. inâenaleyh bu ifâde,"Kocam
ihtiyar olarak, şu Kocama işaret ediyorum" manasında olup, maksad bu belli
durumu, yani ihtiyarlığı bildirmektir."
[203]
Bazı alimler bu
kelimeyi mahzûf bir mübtedânın haberi olmak üzere, şeklinde okumuştur. Yani, "Bu,
benim zevcimdir; o ihtiyardır..." Yahut da, ba'lî kelimesi mübtedâdan
bedel olup, şeyhun kelimesi haberdir. Ya da, her ikisi birden mübtedânın iki
haberidirler.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, meleklerin, "Allah'ın emrine (işine) mi şaşıyorsun?.."
dediklerini nakletmtştir. Bunun manası, meleklerin, onun bu şaşırmasından
teaccüb ettiklerini dile getirmektir.
Daha sonra ise onlar,
"£y ev ahalisi, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdcdir"
demişlerdir. Bu ifâdeden maksat, böyle bir şaşkınlığı giderecek olan şeyleri
söylemek, dile getirmektir. Bu kelâmın takdiri "Allah'ın sizin
üzerinizdeki rahmeti çoktur. Size olan bereketleri de kesintisiz ve ardarda
gelir. Bunlar ise, nübüvvet, kesin mucizeler ve büyük hayırlara muvaffak
kılmadır. İşte sen Cenâb-ı Hakk'ın, bu yüce ve üstün ikramları size tahsis
etme, harikulade şeyler vücûde getirme ve apaçık deliller ve mucizeler yaratma
hususundaki âdetlerin hilâfına olan fiillerini gördüğünde, artık nasıl olur da
hayret edebilirsin?" şeklindedir.
Ayetteki "£y ev
ahalisi.." sözüne gelince, bu onları bir methetmedir.
"İhtisâs"tan ya da "nidâ"dan dolayı mansûbtur. Onlar daha
sonra bunu"Şüphe yok ki O, hamîd ve mecîd'dir" sözleriyle tekid
etmişlerdir. Hamîd kelimesi ism-i mef'ûl anlamında olup, bu da fiilleri övülen,
medhedilen demektir. Mecîd kelimesi ise, mâcid anlamındadır. Bu ise, şeref ve
kerem sahibi kimse demektir. Medhedilen fiillerden bazıları, itaatkâr kulu
gayesine ve matlubuna ulaştırmak; fadl-u kerem nevilerinden bazıları da,
isteyeni matlûbundan alıkoymamasıdır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, her şeye kadir,
hamîd ve mecîd olduğu malum olunca, daha böyle bir taaccüb nasıl kalabilir?
Böylece bu kelimelerin zikredilmesinden gayenin, şaşkınlık ve hayreti gidermek
olduğu sabit olmuş olur.
[204]
"Vafca ki
İbrahim'den o korku gitti, kendisine bir de müjde geldi. (Şimdi o), Lût kavmi
hakkında adetâ bizimle mücadeleye başladı. Çünkü İbrahim ödden yumuşak huylu,
yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş biri idi" (Hûd, 74-75).
Bil ki bu, beşinci kıssa olup, Lût (a.s)'ın
kıssasıdır. Biiesin ki rav' kelimesi, korku ındadtr. Bu ise onun, müsafirlerini
tamyamayıp yadırgadığı zaman, kalbinde duymuş olduğu korkudur. Bunun manası
"kendisinden korku gidip de çocuğunun olacağına dair müjde sebebiyle de
sürür ve neşe hasıl olunca, o Lût Miıt hakkında bizimle mücadele etmeye
başladı" demektir. Ayetteki lemma datmın cevâbı, ehaze'dir. Ancak, sözün
gelişi ona'delâlet ettiği için, bu kelime fcKfedilmiştir. Bunun takdirinin,
"İbrahim'den korku gidince, o bizimle mücadele şeklinde olduğu da
söylenilmiştir. 31 ki yücâdilünâ demek, "Bizim elçilerimizle mücadele
eder" demektir.
[205]
İmdi, denirse ki:
"Bu mücadele eğer Allah ile olmuşsa, bu, Allah'a karşı yakışıksız ar şeye
cür'et etmek demektir. Allah'a karşı cür'et etmek ise, en büyük jj-ahlardandır.
Bir de, bu mücadelenin gayesi, bu hükmü geçersiz kılıp izâle «anektir. Bu da
onun, Allah'ın hükmüne razı olmadığına delâlet eder ki, bu ise .Türdür. Şayet
bu mücadele meleklerle ise, yine bu da şaşılacak bir durumdur. £ûnkü bu mücadelenin
gayesi o zaman, onların, Lût Kavmi'ni helak etmemelerini sağtamak olur. Şayet
o, o meleklerin, kendiliklerinden Lût Kavmi'ni helak etmeye sarstıklarını
zannetmişse, bu da onlar hakkında bir sû-i zan'dır. Yok, onların bunu Aâan'ın
emriyle yaptıklarını zannediyor idiyseler, o zaman da onlarla olan bu
--cadelesi, onun o meleklerden, Allah'ın emrine muhalefet etmelerini istemiş
Anasını iktizâ eder ki, bu da kabul edilemez..." Buna şu iki şekilde cevap
verilebilir:
Birinci
Vecih: Bu
toplu bir cevap olup buna göre; Cenâb-ı Hak onu, bu ayetin peşinden methetmiş
ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü İbrahim,
cidden şak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş biri
idi"{hm, 75).Şayet bu mücadelesi günah olmuş olsaydı, bunun peşinden,
büyük bir medhe delâlet eden bu ayeti zikretmezdi.
[206]
İkinci Vecih: Bu da
mufassal cevap olup, buna göre bu mücâdeleden maksad, jrâhim (a.s)'in, azabı
onlardan geciktirmeye çalışmış olmasıdır. Bu da birkaç yönden anfatılabilir:
a)
Melekler,
İbrahim (a.s)'e, "Biz bu memleketin
ahalisini imha edeceğiz" (Ankebüt,31) deyince o: "Söyleyin bakalım,
bu beldede ehl-i mü'min bulunsa da mı siz onu hetâk edeceksiniz?" dedi.
Onlar: "Hayır" deyince: "Ya kırk tane olunca?" dedi; onlar,
"Hayır" deyince: "Ya otuz tane olunca?" dedi. Onlar:
"Hayır" deyince... ilh. Böylece o, ona kadar indi, onlar da:
"Hayır" dediler. Bunun üzerine İbrahim (a.s): "Söyleyin bakalım,
orada tek bir müslüman kimse bulunsa dahi, orayı imha edecek misiniz?" deyince,
yine onlar: "Hayır" dediler. İşte o zaman İbrahim (a.s): "Orada
Lût bulunuyor ya!" dedi.
İşte Cenâb-ı Hak bunu
Ankebût Sûresi'nde zikretmiş ve: "Elçilerimiz İbrahim'e o müjdeyi
getirince dediler ki: "Biz bu memleketin ahalisini imha edeceğiz. Çünkü oranın
ahalisi zalim oldular." (ibrahim), "Onların içinde dedi, Lût da
var." Dediler ki: "Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi bilenlerdeniz.
Onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız. Yalnız, geride kalacaklardan olan
karısı müstesna..." {Ankebût. 31-32) buyurmuştur. Daha sonra ise, Cenâb-ı
Hak, "Vakta ki elçilerimiz Lût'a geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya düştü,
bunlar sebebiyle göğsü daraldı, "Korkma, tasalanma, dediler, çünkü biz
seni de, senin aileni de kurtaracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karın
müstesna... "{Ankebût, 33) buyurmuştur. Böylece, İbrahim (a.s)'in
mücadelesinin ancak, Lût (a.s)'un onlar arasında bulunması sebebiyle, Lût Kavmi
hakkında olduğu ortaya çıkmıştır.
b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: İbrahim (a.s), onlar
belki iman ederler de, işledikleri günahlardan tevbe ederler ümidiyle, azabı
onlardan tehir etmek suretiyle, kendilerine Allah'ın rahmetinin isabet etmesini
arzuluyordu. Çoğu kez bu mücadeleler de, İbrahim (a.s): "Allah'ın emri,
azabı iletmek suretiyle gelir. Emrin mutlak manası ise, o işin derhal
yapılmasını icab ettirmez, aksine geciktirmeyi kabul edebilir. Binâenaleyh
sizler (ey melekler), biraz daha bekleyin..." demesinden; buna mukabil
meleklerin de: "Muhakkak ki, emrin derhal yapılması gerekir. Üstelik burada
da, emrin derhal yapılması gerektiğine delâlet eden karineler
bulunmaktadır" demelerinden ileri geliyordu. Daha sonra ise her bir taraf,
bilinen şekillerde, kendi görüşünü anlatmaya başlar, işte bundan dolayı da
mücadele meydana getir. Bana göre kendisine güvenilecek olan görüş de budur.
c) Muhtemeldir ki İbrahim (a.s), buradaki
"emir" hakkında soru sormuştur. Bu ır. bir şart ile mukayyet idi.
Çünkü bunun üzerine onlar, bu şartın, bu kavim rkında tahakkuk edip etmediği
hususunda ihtilâf ettiler. Bu sebeple de, bir cadele meydana geldi. Kısaca biz,
zamanımızdaki alimlerin de nasslara tutunmak usunda birbirleriyle mücadele
ettiklerini görmekteyiz. Nasıl ki bu, onların herhangi ri ta'n etmemizi
gerektirmiyorsa, işte burada da böyledir..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak; "Çünkü ibrahim cidden r-rrıiışak huylu, yüreği yanık, kendisini
tamamen Allah'a vermiş birisi idi" urmuştur Bu da, Allah tarafından Hz.
İbrahim'in büyük bir medhe mazhar u"-v-ıasıdır. Ayette geçen halım
kelimesi, "başkasına yetişebilmek için acele etmeyip, tüme teenni ile
hareket ederek, yavaş davranan, genişten alan kimse" anlamına pm. Durumu
böyle olan kimse, başkasının da böyle olmasını ister. Bu da, onun MM eHe olan
mücadelesinin, hilme ve azabın ertelenmesine taalluk eden, bununla ço şeyden
ötürü olduğuna bir delâlet gibi olmuş olur. Daha sonra Allah Teâlâ M hilmiyle
alâkalı olan hususu da buna ilâve etmiştir ki; bu da, "yüreği yanık,
bncfezm tamamen Allah'a vermiş birisi idi" sıfatlarıdır. Çünkü hilm sahibi
olan menin, başkasına sıkıntılar ve belâlar ulaştığını müşahede ettiğinde,
yüreği yanar -"-;_' Lüt, Kavmi'ni imha etmek için meleklerin geldiğini
görünce, işte o zaman, SLrcan dolayı hüznü çoğaldı ve bundan dolayı yüreği
yanmaya başladı. İşte bu Mele de, Allah onu bu sıfatla nitelemiştir.
Yine, Cenâb-ı Hak onu,
"kendisini tamamen Allah'a vermiş olmakla" nitelemiştir. . başkasına
karşı kendisinde, böylesi büyük bir şefkat ve acıma duygusu kimse, bu azabı
onlardan gidermek için, daima Allah'a yönetir, O'na döner rücû eder. Ya da şöyle denilebilir:
Başkasının sıkıntılara duçar olmasını n kimse, kendi nefsinin sıkıntılara
düşmesini haydi haydi istemez ve bundan olmaz. Nefsi Allah'ın azabına duçar
olmaktan korumanın yoluysa, ancak tevbe Alah'a yönelmedir. Şu halde, durumu
böyle olan kimsenin de, kendisini tamamiyle a vermesi gerekir.
[207]
"Ey İbrahim,
bundan vazgeç. Zira hakikat şudur: Rabbinin emri gelmiştir.Onlara muhakkak
reddolunamayacak bir azap gelip çatacaktır." Vakta ki elçilerimiz Lût'a
geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya düştü, bunlar yüzünden
göğsü daraldı ve:
"Bu çetin bir gündür" dedi"(Hûd, 76-77).cümlesinin manası şudur:
"Melekler İbrahim'e şöyle dediler: "Bu mücadeleden vazgeç. Çünkü bu
azabı onlara ulaştırma hususunda Rabbinin emri gelmiştir..." Çünkü, nassın
bu hükme delâlet etme yönü ortaya çıkınca, bunu önlemenin yolu yoktur. İşte
bundan dolayıdır ki onlar, İbrahim'e, bu mücadeleyi terketmesini emrettiler.
Onlar, "Zira hakikat şudur: Rabbinin emri gelmiştir" deyip, bu
lafızda da, bu emrin ne ile geldiğine dair bir delâlet bulunmayınca, şüphesiz
ki Cenâb-ı Hak, onlara, reddolunamayacak, yani defedilmesi ve savuşturulması
mümkün olmayacak bir azabın geleceğini beyân buyurmuştur.
[208]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, teji "Vakta ki elçilerimiz Lût'a geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya
düştü, bunlar yüzünden göğsü daraldı" buyurmuştur. Bu elçiler, İbrahim
(a.s)'e çocuk müjdesini veren elçilerdir, l'bn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Onlar, İbrahim (a.s)'în yanından Lût'un yanına gittiler. İki köyün
arasında kırk fersahlık bir mesafe bulunuyordu. Onlar, parlak delikanlılar
kılığında Lût'un yanına girdiler. Onlar son derece güzel idiler. Lût (a.s),
onların, Allah'ın melekleri olduğunu bilememişti.
Alimler bu hususta şu
altı izahı yapmışlardır:
a)
Lût (a.s) onları
insan sandı. Böylece de kavminin onlara,
o kötü fiili yapacaklarından, misafirlerin de onlara karşı koyamayacaklarından
endişelendi.
b) Lût (a.s)'u,onların gelmesi üzmüştü. Çünkü onun,
onlara harcayacak bir şeyi bulunmuyordu ve O, onları gerektiği gibi
ağırlayabilecek durumda değildi.
c) Bu onu üzmüştü, zira Lût (a.s)'un kavmi, Hz. Lût'un
evine misafir almasına mani oluyorlardı.
d) Onların gelmesi onu üzmüştü zira O, onların Allah'ın
melekleri olduğunu ve onların, kavmini imha etmek için geldiğini biliyordu.
Birinci izah, en doğrusudur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "kavmi, kendisine doğru
(soluk soluğa) koşarak yanma geldi..." (Hûd. 78) ayeti buna delâlet
etmektedir. Geriye ayette, mutlaka açıklanması gereken şu üç lafız kalmıştır:
Birinci Lafız: Ayetteki sözü
olup, bunun manası, "Onların gelmesi iyi olmadı" şeklindedir hem
lâzım, hem de müteaddî bir fiildir. Nitekim Arapçada tıpkı “meşgul ettim meşgul
oldu” ve “saevindirdim, o da sevindi" fiillerinde olduğu gibi "Onu
üzdüm, o da üzüldü" denilir. Zeccâc, "bunun aslının, şeklinde
olduğunu, ancak ne var ki vâv'ın Kılınarak, kesresinin sîn'e verildiğini"
söylemiştir.
İkinci Lafız: Ayetteki "Bunlar yüzünden göğsü daraldı..."
buyruğu. Ezherî şöyle demiştir: Zer', "takat" manasında kullanılan
bir kelimedir. menin aslı, şu ifâdeye dayanır: Deve, adımlarının ği nisbetinde, güçlü ve kuvvetli bir biçimde
yürür. Ama onar taşıyabileceğinden yük
yüklendiğinde, o bunu taşımaktan acze düşer, zayıflar ve böylece de aoynunu
uzatır..." Böylece tabiri, güç ve takatin azalmasını ifade örnektedir.
İşte bundan dolayı, "benim ona takatim yetmez" manasında, denilir.
Söylediğimizin doğru olduğunun delili; Arapların, zari' kelimesini af
kelimesinin yerinde kullanarak, "Bu işe gücüm yetmedi" demiş ıdır.
üçüncü Lafız:
Ayetteki, cümlesidir. Yani, "Bu çetin, şiddetli örgündür" demektir.
"Şiddetlidir" manasında olmak üzere, asîb denilmiştir. Zira, 2 gün,
insanı, kötülüklerle kuşatır.
[209]
“(lut) un kavmi,
kendisine doğru koşarak yanma geldi. Onlar daha evvelden jfcferi işlemeye
alışmış kimselerdi. (Lût), "Ey kavmim, işte kızlarım. Sizin onlar daha
temiz. Artık Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin yanında jk düşürmeyin,
içinizde aklı başında olan bir kimse de mi yok?" dedi.
Dediler ki: "Andolsun, senin de bildiğin gibi, bizim senin
kızlarında hiçbir hakkımız yok. Sen bizim, neyi dilediğimizi elbette
biliyorsun." (Lût) şöyle dedi: "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı
keşke!.. Yahut, sarp bir kaleye sığmabilseydim..." (Hûd, 78-80).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[210]
Melekler Lût (a.s)'un
evine gelince, ihtiyar ve kötü karısı haberi ulaştırarak kavmine şöyle dedi:
"Bizim evimize öyle adamlar geldi ki, onlardan daha güzel yüzlü, daha
temiz elbiseli ve daha hoş kokulu olan bir başkasını görmedim." Bunun
üzerine Lût'un kavmi, soluk soluğa koşarak ona geldiler. Allah Teâlâ, onların
çabucak, koşarak gelmelerinin çoğu kez, o kötü fiili yapmak için olduğunu,
"Onlar daha evvelden kötülükleri işlemeye alışmış kimselerdi.." diye
beyân etmiştir. Nakledildiğine göre, Lût'un kavmi onun evine girer ve, Cebratl
(a.s)'in bulunduğu odaya girmek isterler. Cebrail (a.s) de elini kapının
üzerine koydu. Dolayısıyla onlar kapıyı kırmadan açamadılar. Bunun üzerine
Cebrail (a.s) de, onların gözlerini sıvadı da, onlar bunun üzerine kör oldular.
Bundan dolayı, "Ey Lûi, bizim üzerimize sihirbazlar geldi ve fitne zuhur
etti" dediler.
[211]
Dil âlimlerinin yuhreûn fiili ile ilgili iki
görüşü bulunmaktadır
Birinci
Görüş: Bu,
malûm sığası, meçhul sîğası üzerine gelen fiiller kabilindendir. Bunun malûm
(fail) sîğası bilinmez. Şu fiillerde de böyledir:
"Falanca, şu işe
daldı, kendini verdi, tutuldu"; "Zeyd titredi" ve"Amr
övündü."
İkinci Görüş: Malum sîğasımn meçhul sîğası üzere gelmesi mümkün
değildir. Misal gösterilen bu fiillerin failleri hazfolunmuştur. Binâenaleyh,
cümlesinin takdiri, "Tabiatı, huyu onu... düşkün kıldı, arzulu yaptı"
şeklinde; kelamının takdiri, "Gazabı onu titretti" şeklinde ve ifadesinin
tevili de, "Malı onu gururlu, kibirli kıldı" şeklindedir. Ayetteki
kelimesinin manası da, "Korkusu veya hırsı onu teşvik ve tahrik etti,
koşmaya şevketti" şeklindedir. Bu görüşte olanlar kendi aralarında da
ihtilaf ettiler, bazıları ihrâc kelimesinin, "titreyerek, soluk soluğa,
hızlıca koşmak" anlamında olduğunu söylerlerken, bazıları da bunun,
"hızlı koşmak" anlamında olduğunu söylemektedirler.
[212]
Cenâb-ı Hakk'ın
"(Lût), "Ey kavmim, işte kızlarım. Son için onlar daha temiz"
ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır: Katâde şöyle demiştir: Kızlarından
murad, kendi sulbünden olan kızlardır. Mücâhid ve Said İbn Cübeyr de:
"Bundan maksad, ümmetinin kadınlarıdır. Çünkü onlar, haddi zatında katar
olup, onların tâbi olmak ve davetini kabul etmek suretiyle, Lût (a.s)'a bir
ensubiyyeti bulunmaktadır..." demişlerdir.
Nahivciler, izafetin
güzel ve uygun olabilmesi için, en ufak bir sebebin bile yeterli olacağını,
çünkü Lût (a.s)'un onların peygamberi olduğunu, dolayısıyla, adeta onların
babası mesabesinde olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Peygamber mmcelen, mü'minlerin ana/ancf/r" <Ahzât>, 6)
buyurmuştur. Buna göre Hz. Peygamber 3e. ümmetin babasıdır. İşte bence, tercihe
şayan olan görüş de budur. Bunun doğruluğuna birçok şey delâlet eder:
1) İnsanların, kızlarını günahkâr ve kötü kimselere
peşkeş çekmesi, şahsiyyeti akan kimseye yakışmayacak,uzak bir iştir. O halde
bu, peygamberlerin ulularına nasıl yakışabilir?
2) Ayetteki, "İşte kızlanm. Sizin için onlar daha
temiz..." cümlesidir. Onun kendi adbûnden olan kızlar, büyük bir topluluk
için yeterli değildir. Ümmetinin kadınlarına geince; onlar herkese yetecek
sayıdadır.
3) Sahih oian şu rivayete göre onun iki kızı
bulunuyordu: Birisi Zenta, diğeri de Zeürâ . İki kıza, "kızlar"
lafzının itlâk edilmesi caiz değildir. Çünkü, çoğulun en azının
olduğu bilinmektedir.
Birinci görüşte olanlar, Lût (a.s)'un, kavmini, ümmetin feadmlarıyla zinaya
davet etmediği hususunda ittifak halindedirler. Onlara göre bilakis Dundan maksad
şudur: Aksine O, kavmini, kadınlarla evlenmeye davet etmiştir. Bu '•ususta iki
görüş bulunmaktadır:
1)
O onları,
imana yönelmek şartıyla, kadınlarla evlenmeye davet etmiştir.
2) Onun şeriatinde, mü'min kadınların, kâfir erkeklerle
evlenmesi caiz idi. Hz. Peygamberin, kızı Zeyneb'i, müşrik oiduğu halde
Ebu'l-As İbnu'r-Rebî'yle; yine, t»r diğer kızını Utbe İbn Ebİ Leheb ile
evlendirmesi de delâlet eder ki, İslâm'ın başlangıcında da bu böyle idi. Sonra
bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "... iman edinceye kadar, Allah'a eş tanıyan
kadınlarla evlenmeyin... İman edinceye kadar, müşrik erkeklere kahrınızı
nikahlamayın..." (Bakara, esi) ayetiyle nesholunmuştur. Yine bu görüşte :
anlar ihtilâf etmiş, ekserisi, "Onun iki kızı var idi" demişlerdir.
Bu takdire göre, tesniye, çoğul lafzıyla
ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Onun, (iki veya daha fazla) kızkardeşleri varsa..." (Nim, i
i)
Hakikaten sizin (yani,
sizlerin) kalbleri kaymıştır" (Tahrim. 4} ayetlerinde de böyledir. Yine,
Lût'un kızlarının ikiden daha fazla olduğu da söylenmiştir.
Ayetteki "sizin
için onlar daha temiz" cümlesiyle ilgili iki mesele vardır:
[213]
"Sizin için onlar
daha temiz" ifâdesinin zahiri, onların yapmak istedikleri fiilin temiz
olmasını gerektirir. Oysa malûmdur ki bu, fasit bir iştir. Çünkü, erkeğin
nikâhlanması temiz olan bir şey değildir. Aksine bu söz, bizim, "Allahu
ekber" sözümüz gibidir. Halbuki bu sözden maksadımız "Allah
büyük" manasıdır. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın "Böyle bir nimete konmak mı
daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mj?"(Saftât, 62) ayetinde de böyledir;
zira, zakkumda hiçbir hayır bulunmamaktadır. Nitekim Ebu Süfyan, "Uhud,
şanın yüce olsun!" veya, "Hübel şanın yücedir" dediği zaman, Hz.
Peygamber "Daha büyük ve yüce olan Allah'tır..." buyurmuştur; oysa
ki, Allah ile o put arasında hiçbir yakınlık ve mukayese olamaz.
[214]
Abdulmelik İbn Mervân,
Hasan el-Basrî ve İsa İbn Amr'ın, bu
ayeti, hal olmak üzere nasb ile hunne athara şeklinde okudukları rivayet
edilmiştir. Nitekim biz de, (Hûd,72) ayetinde benzer bir açıklama yapmıştık.
Fakat nahivcilerin çoğu, bunun bir hata olduğunda ittifak etmişler ve
"Eğer, şeklinde okunmuş olsaydı-bu,
ifâdesi gibi olmuş olurdu. Ama ne var ki hunne zamiri, iki kelimenin arasında
kalmıştır. Bu ise, athara kelimesini hal addetmeye mânidir" diyerek, bu
hususta uzun uzun açıklamada bulunmuşlardır. Sonra Lût (a.s) "Beni
misafirlerimin yanında küçük düşürmeyin..." demiştir. Bu cümle ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[215]
Ebu Amr ve Nâfi,
fiili, aslına uygun olarak, o yâ'yı isbât etmek suretiyle şeklinde, diğer
kıraat imamları ise, hafiflik olsun diye
yâ'yı hazfederek şeklinde
okumuşlardır. Buradaki kesre, yâ'ya delâlet etmektedir.
[216]
tabiriyle ilgili iki
izah bulunmaktadır:
1) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu,
misafirlerine hoş olmayan bir şeyi yapmaya hücum ettiklerinde, o rezilliğin
kendisine de isabet edeceğini kasdederek, "Misafirlerimin yanında beni
rezil rüsvay etmeyin..." anlamındadır.
2) Bunun ro&nasi şudur: "Misafirlerimin yanında
beni utandırmayın. Çünkü, her türlü nahoş fiilden dolayı, o misafiri ağırlayan
kimseye utanç getir..." Bu kimse
utandığı zamandenilir.
[217]
Dayf kelimesi burada
edyaf (misafirler) anlamındadır.Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut henüz kadınların gizli yerlerine
muttali olmayan
çocuktadır..."(Hûr,31) ayetindeki kelimesi, etfal (çocuklar) anlamındadır.
Buradaki
tfayf kelimesinin
masdar olması da mümkündür. Dolayısıyla o zaman, onun çoğul adamında olduğunu
söylemeye gerek kalmaz. Nitekim
"Oruç tutan adamlar..." denilmektedir. Lût(a.s) sonra,
"içinizde aklı başında atan bir kimse de mi yok?" demiştir. Bu
hususta iki görüş bulunmaktadır:
a) Reşîd
kelimesi, mürşitf, yani,
"Hakkı söyleyen ve
o adî kimseleri -msafiderinden uzaklaştıracak olan
kimse yok mu?.." anlamındadır.
b) Reşîd kelimesi mürşed "yani doğruya
ulaştırılmış" anlamındadır. Buna göre manası, "içinizde, Allah'ın
salâh ve doğruluğa ilettiği, hakka ve gerçeğe ış olduğu bir kimse yok mu ki, o
bu çirkin işe mani olsun?!." şeklindedir, görüş daha evlâdır.
[218]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Dediler ki: "Andolsun, mim. de bildiğin gibi, bizim senin kızlarında
hiçbir hakkımız yoktur" buyurmuştur. Surun birkaç manası vardır.
1)
Bu, "Bizim, senin kızlarına hiçbir ihtiyacımız
yok; onlara, bir şehvet de Onuyoruz..." demektir. Bunun manası şudur:
"Bir şeye muhtaç olan kimse için, o şeyde kendisi için bir tür hak meydana
gelmiş olur. İşte bundan dolayı, bir olmadığını söylemek, ihtiyacın
bulunmadığından bir kinayedir."
2)
Biz bu tabiri,
zahirî manasına hamlederek deriz ki: "Bunun manası, "Onlar
zevcelerimiz değildir ve onlarda kesinlikle bizim bir hakkımız bulunmamaktadır.
bizim gönlümüz de
onlara meyletmemektedir. Şu halde onlar, bizim yapmak imiz,işlediğimiz o fiili
nasıl yerine getirebilirler?.." şeklindedir. Bu tabir onların, pis
fiillerine bir işarettir.
3) Bu, "Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımız yok.
Çünkü sen bizi, iman etmemiz şartıyla, onları nikâhlarnaya davet ediyorsun.
Halbuki bu hususta, sana icabet «Biliyoruz. Öyleyse, bizim onlarda hiçbir
hakkımız olamaz" demektir.
Sonra Cenâb-ı Hak, Lût
(a.s)'un bu sözü işittiği zaman, şöyle dedi: "Size yetecek bir kuvvetim
olsaydı keşke sarp bir kaleye sığınabilseydim " dediğini nakletmiştir.
Bununla ilgili iki mesele
[219]
Ayetteki lev (eğer)
edatının cevâbı, sözün gelişinden anlaşıldığı için mahzûftur. Takdiri ise,
"Size mani olurdum
" ve sizi defetme
hususunda elimden geleni yapardım..." şeklindedir. Bunun bir benzeri de
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onunla dağlar yürütülseydi..."(Ra'o, 31);
"Onlar ateşin karşısında durdurulup da..." (En-âm, 2?) ayetleridir.
Vahidî şöyle demiştir: "Cevap burada hazmedilmiştir, çünkü bu durumda
insanın aklına, pek çok mani olma ve def etme çeşidi gelmektedir."
[220]
buyruğunun manası,
"Elimde, size karşı koyabileceğim bir kuvvet, bir şey olsaydı..."
şeklindedir.
Kuvvet sağlayacak şeyi
"kuvvet" diye isimlendirmek mümkündür, Nitekim Cenâb-ı Allah da,
"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın.."(Entu.eo) buyurmuştur ki, buradaki "kuvvet"
ifâdesinden maksad, (onu sağlayacak olan) silâhtır. Diğer bazıları da, bunun
manasının, "onları defedebilme kudreti" olduğunu söylemişlerdir.
Ayetteki rüknün şedîd tabirinden maksad sağlam ve koruyucu yerdir. Bu, dağdaki
sağlam bir sığınağa benzetilmiştir.
Buna göre eğer,
"Burada, fiilin isim üzerine affedilmesinin sebebi nedir?" denilirse,
biz deriz ki:
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Bu fiil, gizli bir en ile mansûb olarak 4i} ü\ şeklinde
okunmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmiştir. "Eğer benim size karşı bir
kuvvetim ya da bir sığınma imkânım olsaydı..."
Bil ki, "Size
yetecek bir kuvvetim olsaydı keşke!.. Yahut, sarp bir kaleye
sığmabilseydim..." ifâdesindeki her bir cümleyi, ayrı ayrı manalara
hamletmek gerekir. Bunun birkaç izahı vardır:
1)
"Size
yetecek bir kuvvetim olsaydı..." cümlesinden maksat, Lût (a.s)'un
kendisinin onları defetmeye kadir olması veya kendi başına, yahut da
başkalarının yardımıyla, zapt-u rapt altına alıp terbiye etmeye muktedir
olabilmesidir.
2) "Yahut, sarp bir kaleye sığınabilseydim..."
cümlesinin manası ise, onları def etmeye muktedir olamayıp, sayesinde
kötülüklerinden emin olabileceği sağlam bir kaleye sığınmaya muktedir
olabilmesidir.
3) O kavminin sefihliğini ve edepsizliğe yönelmelerini
müşahede edince, onları bundan alıkoymaya yetecek olan bir kuvvetin kendisinde
bulunmasını istedi. Daha sonra, kendi kendisine daha önceki söylediğinden
vazgeçerek, "Aksine, daha evlâ olanı, sarp bir kaleye sığınmamdır..."
der. İşte bu, Allah'ın yardımına sarılmaktır. Bu takdire göre, "yahut,
sarp bir kaleye sığınabilseydim" sözü, öncekinden ayrı ve onunla hiçbir
alâkası olmayan müstakil bir cümledir. 8u izaha göre, fiil cümlesinin isim
cümlesine atfedilmesi de gerekmemiş olur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s), "Allah, kardeşim Lût'a merhamet etsin.. O, zaten sağlam bir yere
sığınmıştı..." buyurmuştur.
[221]
"Elçi melekler:
"Yâ Lût, emin ol, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana katiyyen
dokunamazlar. Sen hemen, gecenin bir kısmında ailenle yürü. İçinizden hiç biri
geri kalmasın. Yalnız karın müstesna. Çünkü onlara isabet edecek azab. ona da
çarpacaktır. Onlara vaadolunan helak zamanı, sabahdır. Sabah vakti yakın değil
mi?" dediler" (Hûd, 81).
Bil ki Allah Teâlâ,
Lût (a.s)'un, "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı (keşke).. Yahut sarp bir
kaleye sığmabilseydim" dediğini haber verişi, Hz. Lût'un bu sefil
kimselerin, misafirleri hususunda utanç veren, rezil-rüsvaylığa sebeb olan
böyle bir işe cüret etmeleri sebebiyle, son derece sıkıntı ve hüzün içinde
olduğuna delâlet etmektedir. İşte melekler onun bu durumunu görünce, ona birçok
müjdeler verdiler:
a) Onlar Allah'ın elçileri idiler.
b)
Kâfirler,
düşündükleri şeyi yapamayacaklardı.
c)
Allah Teâlâ o
kâfirleri helak edecekti.
d) Allah Teâlâ, Lût'u, ailesiyle birlikte bu azaptan
kurtaracaktı.
e) Onun sağlam sığınağı ve yegâne yardımcısı Hak Teâlâ
idi. İşte ona verilen bu müjdeler tahakkuk etmişti. Rivayet edildiğine göre,
Cebrail (a.s), Lût (a.s)'a "Kavmin sana hiçbir zarar veremez. Binâenaleyh
(korkma), kapıyı aç" der. Onlar içeri girince, Cebrail (a.s) kanadı ile
onların yüzüne vurur, gözlerini sıvazlar ve kör eder. Bunun üzerine de onlar
yollarını bulamaz bir hale gelirler ve evlerine varamazlar.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın,
"Andolsun ki onlar (Lût'un) misafirlerine kötülük yapmayı kastetmişlerdi.
Biz de gözlerini silme kör ediverdik" (Kamer, 37) ayetinin ifâde ettiği
budur. Ayetteki, cümlesi, "sana hiçbir kötülük ve nahoşluk yapamazlar.
Çünkü biz, o fiilleri ile kendileri arasına gireriz (mani oluruz)"
manasındadır.
[222]
Allah Teâlâ daha
sonra, ''Gece ailenle yürü" buyurmuştur. Nâfi ve İbn Kesîr bunu, vasıl
hemzesiyle, şeklinde, diğer kıraat âlimleri de, hemze-i kat' ile şeklinde
okumuşlardır ki, ikisi de aynı manaya gelir. Arapça'da aynı manada olmak üzere,
(gece yürüdüm) denilir. Nitekim şâir Hassan b. Sabit (r.a) de şöyle demiştir:
"Sen ona gece
gitmemiş olduğun halde, o (sevgili) sana geceleyin geldi'.'
Binâenaleyh bu fiil
(Kur'ân'da) her iki lügat (şekil) ile de gelmiş (kullanılmıştır). Bunu hemze-i
kat1 ile okuyanın delili, Cenâb-ı Hakk'ın (isra, i) ayetidir. Yine bunu hemze-i
vasıl ile okuyanın delili de {Fecr. 4) ayetidir. masdarı da, gece yürümek
manasındadır. Birisi gece yürüdüğü, yolculuk yaptığı zaman, denilir. Yine
birisi, birisini gece yürüttüğü zaman, denilir. tabiri de, gecenin bir kısmı;
bir parçası manasınadır. Bu, "kıt'a" kelimesi gibidir. Bu söz ile
melekler, "sizler sabah vakti gelecek olan o azabın çatmasından önce,
acele edip çıkınız" manasını kasd-etmişlerdir. Nafîb. el-Ezrâk Abdullah b.
Abbas (r.a)'a: "Bana, Kur'ân'daki tabiri hakkında ne dersin?" dediği
zaman, İbn Abbas: "O, gecenin son parçası olup, seher vaktidir"
demiştir. Katâde buna: "Gecenin bir parçasından sonra..." manası
verirken; bazıları da bunun, "Gecenin yarısı" olduğunu, çünkü Lût
(a.s)'un gecenin tam yarısında yola çıktığını söylemişlerdir.
Sonra "İçinizden
hiçbiri geri dönüp bakmasın " buyrulmuştur. Bu, Lût (a.s) İle birlikte
olanları geriye dönmekten nehyetmek içindir. "İltifat", insanın
arkasına dönüp bakmasıdır. Görünen odur ki bundan maksad şudur: Onların,
memleketlerinde malları, mülkleri, kumaşları ve dostları vardı. İşte bundan
dolayı melekler onlara, vakti gelince çıkmalarını, bütün bu şeyleri terkedip,
kesinlikle onlara dönüp bakmamalarını emretmişlerdir. Bundan maksad ise,
onların kalelerinin o şeylerle olan ilgisini kesmek idi. Bu kelime ile
"yüz çevirip gitme" manası da kastedilmiş olabilir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar dediler ki: "Bizi (...) döndermek, yani çevirmek için
mi bize geldin?.." (Yûnus. 78) ayeti de bu manadadır. Bu takdire göre,
"İçinizden hiç biri iltifat etmesin" ayetinden maksad, onları geride
kalmaktan nehyetmektir.
Daha sonra, "Yalnız
kan müstesna.." buyrulmuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr, bunu ref ile ' Y
şeklinde; diğer kıraat imamları da nasb ile, şeklinde okumuşlardır. Vahidî (bu
hususta) şunu demiştir: "Bunu nasb ile okuyan, -ki mana itibariyle muhtar
olan kıraat budur- kelimeyi "Karın hâriç, aileni geceleyin alıp
götür" manasında olmak üzere, "ehl" kelimesinden müstesna
saymışlardır. Bu kıraatin doğru olduğuna şehâdet eden bir husus da, Abdullah b.
Mes'ûd'un kıraatında bunun şeklinde okunup, ifâdesinin burada bulunmamasıdır.
Bu kelimeyi ref ile okuyanlara göre kelamın takdiri, "Karın müstesna,
içinizden hiçbiri geri dönmesin" şeklindedir." Buna göre şayet:
"Bu okuyuş şekli, Lût'un karısına, arkasını dönmesinin emredilmiş olmasını
gerektirir. Çünkü bir kimse: "Zeyd hariç, içinizden hiçbiri ayağa
kalkmasın" dediği zaman, bu "Zeyd ayağa kalksın" manasında bir
emir olmuş olur" denilir ise, buna karşı Ebu Bekir el-Enbârî de şöyle
diyerek cevap verir: "Ayetteki illâ (müstesna) lafzı, istisna-ı munkatîdır.
Buna göre ayetin manası: "Sizden hiç kimse arkasına dönmesin. Fakat karın
arkasına dönecek ve kavminin başına gelecek azap, onu da çarpacaktır"
şeklindedir. Bu istisna, böyle istisnâ-ı munkatî olduğu zaman, onun arkasına
dönmesi bir günah olmuş olur. Zikrettiğimiz bu mana, Katâde'den rivayet edilen
şu haber ile de kuvvet kazanır: Katâde, köyden ilk çıktıklarında Hz. Lût'un
karısının, beraberinde olduğunu, ama o azabın seslerini duyunca arkasına
dönerek: "Vah milletim" dediğini, bunun üzerine ona bir taşın isabet
edip, onu öldürdüğünü söylemiştir.
Bil ki bu kelimeyi
merfû olarak okumak daha kuvvetlidir. Çünkü bunu nasb ile okumak, Lût (a.s)'un
karısının, ehl-ü iyâli içinde çıktığını ifâde etmez. Fakat bu durumda istisna,
"ehl" kelimesinden olmuş olur. Buna göre sanki Hak Teâlâ Lût (a.s)'a,
ehl-ü iyâli ile beraber çıkmasını, bu hanımını terketmesini emretmiştir. Çünkü
o, helak olanlarla birlikte helak olacaktır. Bu kelimeyi nasb ite okumak ise,
bir başka bakımdan, daha kuvvetlidir. Çünkü bu kelime mansûb olarak okunduğu
zaman, istisna, istisna-ı muttasıl olmakta; merfû okunduğunda ise, istisna-ı
munkatî olmaktadır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
o meleklerin, diğer günahkârlara isabet edecek olan şeyin onun başına da
geleceğini söylediklerini bildirmiştir. Bundan maksad o günahkârlara isabet
edecek olan azabın, Lût'un karısına da isabet edeceğidir.
Daha sonra melekler
"Onlara vadolunan (helak) zamanı, sabahtır" demişlerdir. Rivayet
edildiğine göre onlar, bunu dedikleri zaman, Lût (a.s): "Ben, bundan daha
erken, hatta hemen çıkmak istiyorum" deyince, melekler, "Sabah vakti
yakın değil mi?" demişlerdir. Müfessirler, Lût (a.s)'un, bu sözü duyunca,
ailesi ile birlikte geceleyin yola çıktığını söylemişlerdir.
[223]
"Emrimiz geldiği
zaman o memleketin üstünü altına getirdik ve tepelerine, balçıktan pişirilmiş,
istif edilmiş taşlar yağdırdık ki onlar, Rabbinin katında hep damgalanmalardı.
Onlar zalimlerden uzak değildir" (Hüd, 82-83).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[224]
Ayetteki
"emr" kelimesi ile ilgili birkaç izah vardır;
1) Bununla, nehyin (yasaklanmanın) zıddı olan
"emretme" kastedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şunlar da delalet
eder:
a)
Müşterekliği
defetmek için, "emir" kelimesi bu manada hakikat, bunun dışındaki
manalarda mecazdır.
b) Ayetteki "emr" sözünü azab manasına almak
mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Emrimiz geldiği zaman, o memleketin
üstünü altına getirdik" buyurmuştur ki bu alt-üst etme işinin kendisi
zaten azabtır. Binâenaleyh ayet, emrin şart, azabın da ceza (netice) olduğuna
delâlet etmektedir. Şart ise neticeden başka birşeydir. Şu halde ayetteki
"emr", azab manasına değildir. Böyle söyleyen herkes, ayetteki
"emr"in, "nehy"in zıddı olan "emir" olduğunu
söylemiştir.
c)
Allah Teâlâ bundan önce, "(O melekler):
"Çünkü biz Lût kavmine
gönderildik" dediler"(hm, 70) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifâde, o
meleklerin Lût Kavmi'ne gidip, onlara azab etmek için Allah Teâlâ tarafından
görevlendirilmiş olduklarına delâlet eder. Bunu iyice anladığın zaman biz
diyoruz ki: "Allah Teâlâ, bir grup meleklerine, o şehirleri beffı bir
zamanda harap efmeferrnı emretmiştir ve vakti gelince onlar, bu emri yerine
getirmişlerdir. Şu halde ayetteki, "Emrimiz geldiği zaman.." sözü,
meleklere yüklenen o göreve bir işaret olmuş olur.
Eğer, "Şayet
durum böyle olsaydı, o zaman "Bizim emrimiz gelince, o melekler o
şehirlerin altını üstüne getirdiler" denilmesi gerekirdi. Çünkü bu fi\\,
memur (emredilen) meleklerden meydana gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
"Görüşümüze göre, böyle söylenilmesi gerekmez. Çünkü biz ehl-i sünnete
göre, kulların fiili de,
Allah'ın fiilidir,
yani Allah tarafından yaratılır. Hem sonra onlardan sâdır olan bu fiil,
Allah'ın emri ve kudreti ile tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu fiilin, Allah'a
isnad edilmesi tuhaf sayılmaz. Çünkü fiilin, bizzat onu yapana izafe edilmesi
makul olduğu gibi, sebeb olana isnad edilmesi de güzel ve yerinde olur.
2) Bu "emr" ile, Hak Teâlâ'nın, "Birşeyin
olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak dememizden ibarettir. O da derhal
oluverir"(Nam, 40) ayetinin ifade ettiği husus kastedilmiştir. Bu
"emr"in ne olduğunun izahı daha önce geçmişti.
3) Bu "emir" lafzı ile, "azab"
manası kastedilmiştir. Böyle olması halinde ayette, şu şekilde bir takdir yapma
ihtiyacı hissederiz: "Azabımızın zamanı gelince, o memleketin üstünü
altına getirdik."
[225]
Bil ki Allah Teâlâ bu,
ayette bahsedilen azabı, şu iki sıfat ile nitelemiştir
Birincisi, ayetteki
"O memleketin üstünü altına getirdik"tabiridir. Rivayet olunduğuna göre, Cebrail (a.s), bir
Kanadını Lût kavminin
yaşadığı şehirlerin altına soktu, onları kökünden söküp, gök ehlinin, onların
eşeklerinin anırmasını, köpeklerinin havlamasını ve horozlarının ötmesini
işitecekleri kadar bir yüksekliğe kaldırdı. Buna rağmen hiçbir testileri ve
kapları ters çevrilip dökülmedi. Sonra onların hepsini birden aynı anda altını
üstüne çevirip yere çaldı.
Bil ki bu iş, şu iki
bakımdan kesin bir mucizedir:
a) Yeri söküp, en yakın birinci kat semâya kadar
kaldırmak, görülmemiş bir iştir.
b) Lût kavmi'nin beldelerinin etrafındaki diğer beldeler
hiç hareket etmeksizin, bunlara yakın olmalarına rağmen, azab Lût (a.s) ve
ehline ulaşmaksızın, onları çok yüksek bir mesafeden yere çalmak da kesin bir
mucizedir.
[226]
İkincisi, ayetteki
"Tepelerine, balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık"
ifadesidir. Alimler, "Siccîl" hususunda, şu değişik görüşleri
belirtmişlerdir:
1) Bu kelime, Arapçalaşmış Farsça bir kelimedir. Aslı
"Seng-i kil" "(kil toprak, taş)" şeklindedir. Yine bu, son
derece sert olarak, taş ve çamurdan mürekkeb bir şeydir. Ezherî şöyle der:
"Araplar onu Araplaştırınca Arapça bir kelime olmuştur. Araplar,
"Dîvan, dîbâç, istebrâk" gibi nice kelimeleri Arapçalaştırmalardır.
2)
Siccîl,
"büyük kova" manasına olan, "seci" kelimesindendir ve
"Kova gibi, büyük taşlar" demektir.
3) Siccîl, sert taş demektir.
4) Bu kelime, "Onların üzerine salıverilmiş"
manasınadır. Kelime, birşeyi salıverdiğinde kullandığın, isb^ı filinden,
"fi'îl" sîğasında bir isimdir.
5)
Bu, "Onu
verdim, bağışladım " manasında olan İsbv-ı deyiminden alınmış olup, manası
"Akıtma, dökme bakımından, tıpkı bir bağışın dökülmesi gibi olan"
şeklindedir. O taşların üzerine, azaba uğrayacak olanların isimlerinin
"tescil" edilmiş (yazılmış) olduğu da söylenmiştir.
6) Bu kelime, "büyük defter" demek olan
"siccil"den otup, manası, "ezelde yazılmış, yani Allah
tarafından onlar için ezelde takdir edilmiş olan azab" şeklindedir. Bu
takdire göre "slccil", "büyük kova" demek olan seci
kelimesindendir. Çünkü bu defter de, (bu kovanın çok su alışı gibi) birçok
hükmü ihtiva etmektedir. Bu kelimenin, "iftihar etmek, böbürlenmek"
manasına olan, "müsâcele" masdanndan olduğu da söylenmiştir.
7) Slccil'in aslı "siccin (cehennem)dir. Bundaki
"nün" harfi lâm'a çevrilmiştir.
8) Bu, "En yakın semâ" manasınadır. Buna
"siccfl" denilmiştir. Bu görüş, Ebu Zeyd'den rivayet edilmiştir.
9) Slccil, çamur demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Balçıktan (çamurdan) olan taş" buyurmuştur. Bu, İkrime ve Katade'nin
görüşüdür. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Taşın aslı da çamurdur. Fakat
o, aradan geçen uzun zaman ile sertleşmiş, taşlaşmıştır."
10)
Siccil, taş
yeri demektir. Bu da, belli bir dağdır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu manada, 'İçinde
dolu (buz) bulunan dağ..."(Nor,43) buyurmuştur.
[227]
Bil ki Allah Teâlâ,
bahsedilen bu taşları birkaç sıfatla nitelemiştir:
Birinci Sıfat: Onların Siccil'den oluşudur ki bunun izahı geçti.
İkinci Sıfat: "Mandûd'dur. Vahidî, "Bu kelime,
masdarından ism-i mef'ul'dür. Jûrf ise, bir şeyi bir şeyin üzerine koymak,
istif etmek demektir" demiştir. Bununla ilgili olarak şu izahlar
yapılmıştır;
1) O taşlar, gökten inerken bir biri üzerine iniyordu.
Binâenaleyh bu kelime, bu hususu iyice ifade etmek için getirilmiştir.
2) O taşların her birinde üstüste konulmuş ve top haline
getirilmiş küçük taşlar vardı.
3) Allah Teâlâ, bu taşları madenlerinde öyle yaratmış,
üst üste koymuş ve zalimleri im/âk etmek için onları hazırlamıştır.
Bil ki ayetteki mandûd
kelimesi, "siccil"in sıfatıdır.
Üçüncü Sıfat, "müsevveme" kelimesidir. Bu da o taşların
sıfatı olup, "atametlendirilmiş, belirlenmiş, işaretlenmiş"
manasındadır. Bununla ilgili izah, (aı-i imrân, 14) kelimesinin tefsirinde
geçmişti. Alimler, bu alametlendirmenin -e şekilde olduğu hususunda şu değişik
izahları yapmışlardır:
1) Hasan el Basrî ve Süddi: "O taşların üzerinde
mühüre benzeyen işaretler •ardı" demişlerdir.
2) İbn Salih: "O taşlardan Ümm-i Hânî'nin evinde
gördüm. Onların üzerinde göz boncuğu şeklinde kırmızı çizgiler vardı"
demiştir.
3) İbn Cüreyc şöyle demiştir: "Onların üzerinde,
yeryüzü taşlarına benzemeyen bir alamet vardı ve o alamet, Allah Teâlâ'ntn
bunları ancak o azab için yarattığını gösteriyordu."
4) Rebî: "O taşların herbirinin üzerinde, kendisine
atıldığı şahsın adı yazılı idi"
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Rabbinin katında" yani, "Allah'tan başka iminde hiç kimsenin
tasarruf edemediği, harcayamayacağı hazinelerinde.."buyurmuştur,
Cenâb-ı Allah sonra
da, "Onlar zâlimlerden uzak değildir" buyumuştur, Allah Teâlâ,
"zalimler" tabiri ile, Mekke kâfirlerini kastetmiş olup, hmnla o
taşları, o kâfirlere de atabileceği ima edilmiştir. Enes (r.a)'in şöyle dediği
ayet edilmiştir: "Allah'ın Resulü bunu, Cebrail (a.s)'e sordu da, Cebrail:
"Yani *Senin ümmetinin zâlimleri" demektir. Onlardan hiçbir zâlim
yoktur ki bu taşlar anbean onların üzerine düşmesin" demiştir."
Ayetteki hiye (onlar) zamirinin, Lût jn kavminin- beldeleri manasına olduğu da
söylenmiştir. Buna göre, "Bu hadisenin cereyan ettiği o beldeler, Mekke
kâfirlerinden uzak bir yerde değildir" danilmiş olur Çünkü o beldeler, Şam
mıntıkasında olup, Mekke'ye yakın idiler.
[228]
"Medyen'e de
kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. O dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin.
Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Ben
sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum. Şüphesiz ki ben, bir gün hepinizi
çepeçevre kuşatacak olan bir azabtan korkmaktayım. Ey kavmim, ölçüde ve tartıda
adaleti yerine getirin, insanların eşyasını eksiltmeyin. Yeryüzünde fesadcılar
olarak fenalık yapmayın. Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı kâr,
sizin için daha hayırlıdır. (Bununla beraber), ben sizin üzerinizde bir bekçi
de değilim" (Hüd, 84-86).
Bil ki bu, Hûd
Sûresi'nde zikredilen kıssaların altıncısıdır. Bil ki Medyen, İbrahim (a.s)'in
oğullarından birinin ismidir. Sonra bu kelime, onun kabilesinin ismi olmuştur.
Müfessirlerden çoğu, "Medyen"in, Medyen b. İbrahim (a.s)'in inşâ
ettiği bir şehrin adı olduğu görüşüne sahip olmuşlardır. Buna göre ayetin
manası: "Biz Medyen ahâlisine de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik"
şeklindedir. Binâenaleyh ayette mahzûf bir "ahâlisine" lafzı vardır.
Bil ki biz,
peygamberlerin, işin başında önce kavimlerini tevhide (Allah'ın birliğine
inanmaya) davet ile başladıklarını beyân etmiştik. İşte bundan dolayı Şuayb
(a.s), "Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur" demiştir.
Peygamberler, tevhide davetten sonra, ehemmiyet sırasına göre diğer işlere
başlarlar. Medyen ahâlisi içinde eksik Ölçüp tartma alışkanlık haline gelmiş
birşey olduğu için, Şuayb (a.s) onları "ölçüyü ve tartıyı eksik
tutmayın" diyerek, bu alışkanlığı ve âdeti bırakmaya çağırmıştır. Naks
(eksiltmek) tabiri ile ilgiti iki izah vardır:
1) Bu ölçüp tartma onlar taralından olup, onların eksik
ölçmeleridir..
2) Bu ölçüp tartmanın onlar için yapılıp, onların
gerekenden fazla almalarıdır.
Burada,
"başkasının hakkını eksiltme" manasına gelir. Her iki şekilde de,
başkasının hakkını eksiltme meydana gelmiş olur.
Sonra Şuayb (a.s),
"Ben sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum* demiştir. Bunun iki şekilde
izahı yapılabilir:
a)
O onları, eğer
tevbe etmezlerse, fiatın yükselip, nimetin ellerinden gitmesi sonucunda
sakındırmıştt. O sanki şöyle demişti: "Bu eksik ölçüp tartmayı bırakın.
Aksi halde Cenâb-ı Hak, sizin elinizde bulunan mal ve rahatı giderir."
b) Bunun takdiri şöyte de olabilir: "Allah Teâlâ,
size çok mallar, hayırlar, kolaylıklar ve genişlikler vermiştir. Şu halde böyle
eksik tartmaya ihtiyacınız yoktur."
Sonra "Şüphesiz
ki ben, birgün hepinizi çepeçevre kuşatacak olan bir azaptan korkmaktayım"
demiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: İbn Abbas (r.a), şöyle demiştir: "Korkuyorum,
yani, "Bir gün hepinizi çepeçevre kuşatacak bir azabın geleceğini
biliyorum..." demektir." Diğer -ı jfessirler ise, hayır bundan murat,
bizzat korkudur. Çünkü onların bu işi, başlarına r r azâb geleceği korkusuyla
bırakmaları caizdir. Bu korkutma bulunduğuna göre, bunun neticesi bir ilim
değil, zandır" demişlerdir.
İkinci Bahis: Allah Teâlâ onları, içinden hiç kimsenin çıkamayacağı
bir biçimde «uşatacak bir azab ile korkutup tehdit etmiştir. Ayetteki
"muhit" kelimesi, görünüşte, yevm kelimesinin sıfatıdır. Mana
bakımından ise, azab kelimesinin sıfatıdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu çetin
bir gündür" (h<w. 77) ayetinde olduğu gibi meşhur bir mecazdır.
Üçüncü Bahis: Müfessirler bu "azab" ile neyin
kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "Bu, Kıyamet gününün
azabıdır; çünkü azabın, azabı hak etmiş olanları kuşatması için tesbit edilmiş
olan gün, budur" demişlerdir. Bazıları: "Hayır, Duna hem dünya, hem
de ahiret azabı dahildir" demişlerdir Bazıları da: "Aksine Dundan
maksat diğer peygamberlerin kavimlerinin de başına geldiği gibi, dünyada
köklerinin kazınması azabıdır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu
azaba, bütün azabların dahil olmasıdır. Azabın onları kuşatması, bir dairenin,
içinde bulunan şeyi ihata edip çepeçevre sarması gibidir. Binâenaleyh, azâb
onlara, her yönden gelecektir. Bu, iyice tehdit etmek manasını ifâde
etmektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "(Nihayet) onun bütün serveti
istilaya uğratıldı; (kuşatıldı)"(Kehf,42) ayetinde olduğu gibidir.
Şuayb (a.s) sonra
şöyle demiştir: "Ey kavmim, Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin.
[229]
Buna göre eğer,
"Bu ayette, üç bakımdan tekrar meydana gelmiştir. Çünkü O önce
"Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın " demiştir. Sonra, "Ölçüde ve
tartıda adaleti yerine getitin" demiştir. Bu, birinci sözün aynısıdır.
Daha sonra da, "insanların eşyasını eksiltmeyin" demiştir. Öyleyse,
bu tekrardaki hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bunun birkaç izah
şekli vardır:
Birinci İzah: Onun kavmi, bu işte ısrar etmekteydiler. Bundan
dolayı O, eksik ölçü ve tartıdan men etmek hususunda, iyice açıklamada bulunup
bu men'ini tekid etmek ihtiyacını duymuştur. Tekrar ise, tekidi, o meseleye
gösterilen önem ve ihtimamın fazlalığını gösterir.
İkinci İzah: "Ölçüyü ve tartıyı' eksik tutmayın" tabiri,
eksik nehyetmektir. "Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin"
adaleti tam olarak yerine getirmeyi emretmektir. Bir şeyin zıddıni nehyetmek,
onu emretmekten farklıdır. Bir kimse çıkıp da "Bir şeyin zıddını
nehyetmek, onu emretmektir. Binâenaleyh, bu bakımdan ayette bir tekrarın
yapılmış olması gerekir" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, buna iki şekilde
cevap verilebilir:
1) Allah Teâlâ, iyice tekid etmek için, bir şeyi
emretmek ile onun zıddfnı nehyetmek için beraber zikretmiştir. Nitekim sen,
"Akrabalarına sıla-i rahim yap, onlardan ilgini kesme" dersin. Böyle
bir cem' son derece fazla olan bir tekide işaret etmektedir.
2) Şöyle diyebiliriz: "Biz, emrin, sizin
söylediğiniz gibi olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü, hem bir işin eksik
yapılmasının nehyedilmesi, hem de o işin aslının nehyedilmesi mümkündür. Şu
halde, Cenâb-ı Hak, burada, hem eksik ölçüp tartmaktan nehyetmekte, hem de
hakkın tam olarak verilmesini emretmektedir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
muameleleri men edip alışverişi yasaklamadığına; ancak eksik ölçüp tartmayı
reddettiğine delâlet eder. Bu böyledir, çünkü bir grup kimse, "Alışveriş,
eksik ölçüp tartmaktan ve kimilerinin hakkını alıkoymaktan hâlî olamaz.
Binaenaleyh, alışveriş külliyen haramdır" demektedir. İşte böyle bir vehmi
ibtâl etmek için, Allah Teâlâ birinci ifâdede eksik ölçüp tartmayı nehyetti;
ikinci ayette de, ölçüp tartmayı tam adaletle yapmayı emretti.
"İnsanlann
eşyasını eksiltmeyin" şeklindeki üçüncü ifâdeye gelince, bu bir tekrar
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, önceki buyruğunda yasaklamayı, ölçüyü ve tartıyı
noksanlaştırma meselesine tahsis etmiştir. Sonra Allah Teâlâ bu hükmü, bütün
şeylere tamîm etmiştir. Bu izah ile, bunun bir tekrar olmayıp, aksine bu
ifâdelerin herbirinde farklı bir mananın bulunduğu ortaya çıkar.
Üçüncü İzah: Allah Teâlâ birinci ayette "ölçüyü ve tartıyı
eksik tutmayın"; ikinci ayette ele, "ölçüde ve tartıda adaleti yerine
getirin " buyurmuştur, "İfa" adaleti yerine getirmek, o işi, tam
ve mükemmel bir biçimde yapmaktan ibarettir. Bu ise, ancak, hak edilenden daha
fazla verdiği zaman tahakkuk eder. İşte bu manadan dolayı Allahâ şöyle
demiştir: Allah Teâlâ, mesela abdestde yüzü yıkamayı emretti. Fakat, isaşm
cüzlerinden birini yıkamadıkça, yüzün tamamını yıkama emri yerine gelmez, •
elhasıl Cenab-ı Hak, birinci ayette, noksan ölçüp tartmayı nehyetmiş; ikinci
ayette ae. iazlastyla vermeyi emretmiştir. Bu vacibin, kesin ve kati olarak
yapılmış olabilmesi c* bu miktardan fazlasının verilmesi gerekir. Şu halde
Cenâb-ı Hak sanki, önce rsanı, bu fazlalığın kendisinde kalması için,
başkalarının mallarını eksiltmeye gayret «İnekten nehyetmiş, ikinci olarak da;
mesuliyetten kesin olarak kurtulmak için, kendi hakkını azaltmaya gayret
etmesini emretmiştir.
Ayetteki
"bil-kıst" tabiri, "adaletle" anlamındadır. Bunun manası
"Kesin olarak -esuliyetten kurtulmanın tahakkuk edeceği bir biçimde hakkı,
tastamam yerine getirmeyi emretmektir." Bundan fazlasını vermeyi emretmek
ise, söz konusu değildir.
Şuayb (a.s) sonra,
"İnsanların eşyasını eksiltmeyin" demiştir. "Bahs" her
türlü şeyden yapılan eksiltme anlamındadır. Daha önce de zikrettiğimiz gibi,
birinci ayet, ölçü ve tartıdan, noksan yapmayı yasaklamaya delâlet •inektedir.
Bu ayet ise, her şeyde noksanlaştırmayı yasaklamaya delâlet etmektedir.
[230]
Sonra Şuayb (a.s)
"Yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık yapmayın" demiştir.
Eğer, kelimesi de tam
fesat anlamındadır. Dolayısiyle bu kelime '"yeryüzünde, fesat
çıkarmayın" demek gibi olmuş olur" denilirse, biz deriz ki:
Bunun birkaç izahı
vardır:
1) Kim, başkasına zarar verme peşinde olursa, o
başkasını da, kendisine zarar «-ermesi için tahrik etmiş olur. Binâenaleyh, bu
cümlenin manası, "Başkasının menfaatlerini bozmaya gayret etmeyin. Çünkü,
hakikatte bu, sizin kendi maksat ve menfaatlerinizi ifsâd etmek olmuş
olur" şeklindedir.
2)
Bu ifâdeden
maksat, "yeryüzünde dünya ve ahiret menfaatlerinizi bozucu <imseler
olarak fesat çıkarmayın!" manası olabilir.
3) Bu, "Yeryüzünde, dinî menfaatlerinizi bozan
kimseler olarak fesat çıkarmayın" demektir.
[231]
Sonra o,
"Allah'ın bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır"demiştir. Bu
tabir, "Allah'ın takvabi" (koruması) şeklinde de okunmuştur. Bu,
"Allah'ın koruması ve sizi, günahlardan alıkoyan murakabesi, sizin için
daha hayırlıdır" anlamındadır. Sonra diyoruz ki, bunun manası şu
şekildedir: "Allah'ın ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra, sizler için
geride bırakmış olduğu helâl kâr, noksanlaştırmaktan daha hayırlıdır. Yani
Allah'ın, size geride bıraktığı helâl mal, aldatma ve eksik ölçüp tartma
yoluyla meydana gelebilecek bu fazlalıktan hayırlıdır." Hasan el-Basri
yani "Allah'a tâat, sizin için, bu azıcık miktardan daha hayırlıdır. Çünkü
tâtin sevabı, ebedî olarak bakî kalır" demiştir. Kâtade de şöyle demiştir;
"Rabbinizden alacağınız payınız sizin için daha hayırlıdır!' Ben de
diyorum ki: "Bu "bakiyye"den gaye, ya dünyada, insanın elinde
kalan mal veya Allah'ın vereceği mükâfaat, yahut Allah Teâla'nın ondan razı
olmasıdır. Bütün bunların hepsi de eksik ölçüp tartılan miktardan daha
hayırlıdır.
Elde kalan malın daha
hayırlı olmasına gelince: Bu böyledir, çünkü, insanlar, bir kimsenin emin,
doğru ve hainlikten uzak olduğunu bilirlerse, ona itimat ederler ve, bütün
muamelelerinde, ona yönelirler. Böylece de o kimseye, bol rızık kapıları
açılır. Yine insanlar, birisinin hâin ve hilekâr olduğunu bilirlerse, ondan
uzaklaşır ve kesinlikle onunla bir araya gelmezler. Böylece de, onun rızık kapıları
daralmış olur. Biz bu "bakiyye"ye, Allah'ın mükâfaatı anlamı
verirsek, bunun daha hayırlı olacağı keyfiyeti açıktır. Çünkü, bütün dünya fani
ve yok olucudur. Allah'ın sevabı ise, bakidir. Yine biz bu kelimeye, Allah'ın
rızasının meydana gelmesi anlamını verirsek bunun daha hayırlı olduğu da yine
meydandadır. Binâenaleyh, bu delil ile sabit olur ki,
"Bekıyyetu'llâh" daha hayırlıdır.
Şuayb (a.s.) sonra
"Eğer mümin kimseler iseniz" demiştir. Bunun kendileri için hayırlı
olması için, imanı şart koşmuştur. Çünkü onlar sevabı ve ikâbı kabul eden
mü'minler oldukları zaman, bu sevabı elde etmeye ve o ikâbtan da sakınmaya
gayret etmelerinin kendileri için, o azıcık ziyâdeyi, fazlalığı elde etmeye
gayret etmelerinden daha hayırlı olduğunu bilirler,
Bil ki, şarta bağlı
olan bir şey, şart bulunmayınca tahakkuk etmez. Binâenaleyh bu ayeti zahiren
böyle eksik ölçüp tartmaktan kaçınmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet
eder.
[232]
Sonra Şuayb {a.s.),
"Bununla beraber, ben sizin üzerinizdebir bekçi değilim" demiştir.
Bununla ilgili iki izah bulunmaktadır:
Birincisi, bunun
manasının şöyle olmasıdır: "Ben size nasihat edip, size doğruyu gösterdim.
Bununla beraber, ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim." Yani,
"Benim sizi, bu çirkinliklerden alıkoyacak kudretim yok."
İkincisi: O, geçmiş
olan ifadelerinde, aldatma ve eksik ölçüp tartmayla meşgul olmanın, Allah'ın
verdiği nimetlerin elden çıkmasına sebebiyet vereceğine işaret etmiş ve:
"Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim", yani, "Eğer siz, bu
kötü işi terketmezseniz, Allah'ın nimetleri elinizden gider. Ben de o zaman
onları sizin elinizde tutmaya kadir olamam" demek istemiştir.
"Dediler ki:
"Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımızda ne dilersek
onu yapmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?Aslında sen, yumuşak
huylu ve aklı başında bir adamsın"
(Hûd, 87).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[233]
Hamza, Kisaî ve
Asım'ın ravisi Hafs, kelimeyi vavsız olarak, salâtüke; diğerleri ise, cemi
olarak salavâtüke şeklinde okumuşlardır.
[234]
Bil ki, Şuayb (a.s),
onlara iki şey emretmiştir. Tevhidi ve insanları aldatmaktan vazgeçmelerini.
Kavmi ise, onun bu iki çeşit tâat eririni yadırgamalardır. Buna göre onların,
"atalarımızın taptığı şeylerden vazgeçmemizi" cümlesi Şuayb'ın onlara
tevhidi emrettiğine; "Yahut mallarımızda ne dilersek onu yapmamızdan
vazgeçmemizi" cümlesi de Şuayb'ın onlara, bu aldatmayı terketmelerini
emretmiş olduğuna işarettir.
Birincisine gelince,
onlar bu hususta taklide tutunduklarına işaret etmişlerdir. Çünkü onlar,
Peygamber (s.a.s)'in kendilerine atalarının ibadet ettikleri şeye İbadet etmeyi
bırakmalarını emretmesini uzak bir şey görmüşlerdir. Yani onlar: "Biz
atalarımızdan devraldığımız yolu nasıl bırakırız?" demişlerdir ki, bu sırf
takliddir.
Bu, "Salât"
lafzı ile ilgilidir. Bununla ilgili iki görüş vardır:
[235]
a) Bundan maksad Hz. Şuayb'ın dini ve imanıdır. Zira
namaz, dinin şiarını gösterir. Böylece onlar namazı dinden kinaye olarak
zikretmişlerdir. Yahut da şöyle deriz: Namaz, asıl olarak ittiba edip, uymak
manasınadır. Musalli'nin (namaz kılanın), "önde koşan atı takip eden
at" manasından alınmış olması da bunu gösterir. Çünkü o atın başı, öndeki
atın iki "salv"i hizasındadtr. İki "salv" de, atın iki
uyluğudur. Bu kelime ile "Bunu sana dinin mi emrediyor?" manası
kastedilmiştir.
b) Bununla bildiğimiz o hususî ibadet yani namaz kasd
edil m iştir. Rivayet edildiğine göre Şuayb (a.s) çokça namaz kılardı. Kavmi,
onu namaz kılarken gördüğünde, birbirlerine kaş göz işareti yapıp onunla
eğlenir ve gülüşürlerdi. Dolayısiyle, onlar: "Bunu sana namazın mı
emrediyor" diyerek onunla alay etmek istemişlerdi. Bu tıpkı, bir kitap
okuyan, sonra da saçma sapan konuşan bir bunağı görüp de, alay ve istihza
ederek, ona: "Bu senin okuduğun o kitaplardan mı mülhem!" demen
gibidir. İşte burada da böyledir. Buna göre eğer, "Ayetin takdiri
"Namazın mı sana, mallarımız hakkında dilediğimizi yapmamızı emrediyor?"
şeklindedir. Onlar ise bu sözü, yadırgama manasında söylemişlerdir. Halbuki
onlar, mallan hakkında kendilerinin dilediklerini yapmalarını
yadırgamıyorlardı. Şu halde bu nasıl izah edilir?udenilirse, biz deriz ki: Bu
hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Kelamın takdiri "senin namazın sana,
atalarımızın ibadet ettiği şeyi bırakmamızı ve mallarımız hususunda
istediğimizi yapmamamızı mı emrediyor" şeklindedir. Buna göre ayetteki
"yapmamızı" ifâdesi "taptığı şeyler" kelimesinin başındaki
mâ edatına atfedilmiş olur.
b) Bu bizzat namazın emredici ve yasaklayıcı kabul
edilmesidir. Buna göre ayetin manası, "senin namazın sana, bizim putlara
tapmamamızı emredip ve mallarımız hakkında istediğimizi yapmamızı mı
nehyediyor" şeklindedir. İbn Ebi Able, ayette her iki fiili de muhatab sigasıyla
"yapmanı" ve dilediğini" şeklinde okumuştur. Bu da Hz. Şuayb'ın
onlara, eksik ölçüp tartmayı bırakmalarım, az ama helal kazanç ile
yetinmelerini emretmesi ve az helalin, çok haramaan hayırlı olduğunu
bildirmesidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların "Aslında sen, muhakkak ki yumuşak huylu ve akh başında bir
adamsın" dediklerini nakletmiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
Birinci izah: Bu, "sefih (akılsız) ve câhil olan sensin
sen" demektir. Fakat onlar, istihza ve alay etmek için, lafı tersinden
söylemişlerdir. Nitekim cimri ve hasis kimseye, "Hatem-i Taî. seni
görseydi, sana secde ederdi" denilmesi de bunun gibidir.
İkinci İzah: bunun manası, "Sen, kendince ve taraftarlarınca
halim ve aklı başında bir adam olarak niteleniyorsun" şeklindedir.
Üçüncü İzah: Hz. Şuayb (a.s.), onlar nezdinde de hatim ve reşîd
(aklı başında) olarak meşhur idi. Fakat O, onlara atalarının dinini
bırakmalarını emredince, onlar ona, "sen bu hususta yolu belli, halim ve
akiı başında bir kimsesin, Nasıl oluyor da bizi, atalarımızı üzerinde
bulduğumuz dinden nehyediyorsun?" dediler. Bu sözden naksad, böylesi bir
işin, halim ve aklı başında bir kimseden çıkmasının pek tuhaf görüldüğünü ifâde
etmektir. Bu izah, yapılan izahların en doğrusudur.
[236]
"Ey kavmim, dedi,
ya ben Rabbimden (gelen) apaçık bir burhan üzerinde isem ve O, bana katından
güzel bir rızık ihsan etmiş ise, buna ne dersiniz? Size yasak etmeme rağmen,
size muhalefet etmek istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadarı ile ıslahtan başka
birşey istemiyorum. Muvaffak olmam da ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben yalnız
O'na tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim. Ey kavmim, bana düşmanlığınız, Nûh
kavminin, ya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler türünden,
size bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden uzak değil. Rabbinize istiğfar
edin ve tevbe edin. Çünkü Rabbim rahim ve vedüddur" (Hûd, 66-90).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[237]
Bil ki Allah Teâla,
onların sözlerine karşı Şuayıb (a.s.)'in, ne
cevap verdiğini nakletmiştir: Birinci
olarak o,"Ey kavmim, ya ben
Rabbimden (gelen) apaçık bir burhan
üzerinde isem ve O, bana katından güze! bir nzık ihsan etmiş ise"
demiştir. Bu sözle ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Onun "Ya ben Rabbimden gelen apaçık bir burhan
üzerinde isem" sözü, Allah'ın kendisine verdiği ilim, hidayet, din ve
peygaberliğe; "Ve O, bana katından güze] bir nzık ihsan etmiş ise"
sözü de, Allah Teâlâ'nın ona vermiş olduğu helâl mala işarettir. Çünkü rivayet
olunduğuna göre Hz. Şuayb'in çok malı vardı.
Bil ki ayetteki in
şart edatının cevabı mahzûf olup, takdiri şöyledir: "Allah bana, açık
burhan gibi bütün manevî mutlulukları ve mal ve güzel nzık gibi bütün maddi
(dünyevi) mutlulukları nasib edince, benim bu büyük lütufları karşısında, O'nun
vahyine hainlik edip, emir ve yasaklarına muhalefet etmem uygun olur mu?"
Bu cevap, önceki ifâdeler ile son derece uyumludur. Çünkü onlar ona, "Sen
halim ve aklı başında bir adamsın, o halde bu hilm ve rüşdüne rağmen, bizi
atalarımızın dininden çevirmeye uğraşman uygun düşüyor mu" demişlerdi.
Buna karşı Şuayb (a.s.) da sanki onlara şöyle demiştir: "Bunu yapıyorum,
çünkü Allah'ın bende çok nimeti vardır. Bana bu tebliği ve peygamberliği, O
emretmiştir. Şu halde Allah'ın bunca nimetlerine rağmen, O'nun emir ve
mükellefiyetlerine muhalefet etmem hiç münasip olur mu?"
2)
Bunun manası
şudur: Hz. Şuayb (a.s.) onlara sanki şöyle demiştir:
"Allah'dan
başkasına ibadet etmek ve eksik ölçüp tartmak, bana göre kötü t:-iş olup, ben
de sizin işlerinizi düzeltmeyi isteyen ve Allah'ın verdiği azıklardan ötürü,
mallarınıza hiç ihtiyacı olmayan bir kimse olunca, bütün bunlara rağmen,
Allah'ın vahyine ye hükümlerine hainlik etmem nasıl doğru olur?"
3) O, "Ya benim yanımda bir beyyine, yani bir
mucize varsa ve Cenâb-ı Hak da bana güzel bir nzık vermişse" demiş ve
bununla onlardan bir ücret ve karşıliK istemediğini kasdetmiştir. İşte diğer
peygamberlerin de, "Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum. Benim
mükafaatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit deöildir" (Şuara, 127)
demeleri de bu manadadır.
[238]
Onun, "ve O bana
katından güzel birrızık ihsan etmiş ise" sözü, rızkın ancak Allah katından
ve O'nun yardımı ile olup kulun kesbinin bunda bir tesiri olmadığına delâlet
eder.
Bunda, aziz kılmanın
ve zelil etmenin Allah'dan olduğuna bir işaret vardır. "Herşey Allah'dan
olduğuna göre, ne sizin muhalefetinize aldırıyorum, ne de muvafakat etmenize
seviniyorum. Allah'ın dinini yerleştirmek ve kanunlarını açıklamak için
çalışıyorum."
[239]
Şuayb (a.s.) ikinci
cevap olarak, yasak etmeme rağmen, size muhalefet etmek istemiyorum"
demiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Arapçada, bir kimse bir yere
yönelip, bir başkası da oradan döndüğündebirisi oradan dönerken, sen oraya yöneldiğinde
il denilir. Yine sudan dönen bir adam seninle karşılaşır ve arkadaşını sorarsa,
"O suya gitti, ben de oradan dönüyorum" manasını kastederek dersin.
İşte ayetteki buyruğu da bu manadadır. Yani "Şayet ben, sizi nehyettiğim
arzularımıza sizden önce koşarsam, o zaman siz değil, ben kendi bildiğime
gitmiş olurum" demektir. Ayetle ilgili lugavi açıklama Sundan ibarettir.
Bu hususta sözün özü şudur: Şuayb (a.s.)'ın kavmi, O'nun halim ve aklı başında
bir kimse olduğunu kabul etmişlerdir. Bu da, onun aklının tanrılığına delâlet
eder. Aklın mükemmelliği, sahibini en doğru ve en uygun yolu tercihe sevkeder.
Buna göre sanki Şuayb (a.s.) kavmine, "Siz benim aklımın mükemmel olduğunu
kabul ettiğinize göre, aklımın kendim için tercih edeceğinin mutlaka en doğru ve
en uygun yol olduğunu biliniz. Allah'ın birliğine davet ve eksik ölçüp noksan
ttrtmayı bırakmanın neticesi şu iki şeye varır: Allah'ın emrine saygı ve
mahlukata şefkat. Ben, işte bu iki şeye devam ediyor ve onları hiçbir şekilde
katiyyen brakmıyorum. Binâenaleyh siz benim hiimimi ve rüşdümü (aklımı) kabul
edip, benim bu yolu terketmediğimi gördüğünüze göre, bunun en hayırlı yol ve
dinlerin-şeriatların en kıymetlisi olduğunu biliniz" demek istemiştir.
Şuayb (a.s) üçüncü
cevap olarak, "Ben gücümün ;: kadarı ile ıslah'dan başka birşey
istemiyorum" demiştir. Bu, "Ben, ancak va"z-u nasihatımla sizi
ıslah etmeyi istiyorum" demektir.
Ayetteki (gücümün
yettiği) ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1)
Bu, zarftır.
Buna göre kelâmın takdiri "Islah etmeye gücüm yettiği ve buna ~Kan
bulduğum müddetçe, bu husustaki gayretimi esirgemeyeceğim" şeklindedir.
2) Bu ifade, ' ıslâh" kelimesinden bedeldir, yani
"gücümün yettiği kadar ıslah" söylemektir.
3) Bu, mef'ul-ü tehdir. Yani, "Ben ancak ıslah
yapabildiğim müddetçe, ıslahı istiyorum" demektir. Bil ki bu sözün maksadı
şudur: Şuayb (a.s.)'m kavmi, onun halim «•e aklı bacında birisi olduğunu kabul
etmişlerdi. O, insanlar arasında bu sıfatla meşhur olduğu ivm, bunu kabul
etmişlerdi. Dolayısıyla Şuayb (a.s) onlara sanki şöyle demek istemiştir:
"Sizler benim ıslaha ve fesad ile düşmanlığı gidermeye çalıştığımı kabul
ediyorsunuz. Öyleyse ben size tevhidi ve insanlara eziyeti bırakmayı
emrettiğime
göre, bunun, hak bir
din olduğunu ve böyle davranmaktan maksadımın aranıza düşmanlık sokup fitne
çıkarmak olmadığını da bilin. Çünkü siz, benim böyle şeylere kızdığımı ve
gücümün yettiğince sulhu-salâhı gerektiren şeylere çabaladığımı biliyorsunuz.
İşte bu, tebliğ ve İnzârdır. Fakat sizleri îaata mecbur etmeye benim gücüm
yetmez."
[240]
Daha sonra Şuayb
(a.s.) "Muvaffak olmam da ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben yalnız O'na
tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim" diyerek bu hususu te'kid etmiş ve
bütün sâlih amelleri infaz etme hususunda, Allah'ın tevfik ve hidayetine
tevekkül ve itimâd ettiğini beyan buyurmuştur.
Bil ki O'nun,
"Yalnız O'na tevekkül ederim" sözü mahzâ tevhide işarettir. Çünkü
O'nun bu sözü hasr (sadece) manasını ifâde eder. İnsanın, Allah'dan başka hiç
kimseye tevekkül etmemesi gerekir. Hak Teâlâ'nın dışında kaian herşey, zatı
gereği mümkün ve fânî iken, sırf Allah'ın yaratması ve tekvini olarak meydana
gelmiş iken, nasıi Allah'dan başkasına tevekkül edilebilir? Durum böyle olunca,
ancak Allah'a tevekkül edilir. Mebde' (başlangıç, yaratılış) bilgisinin en
büyük mertebesi işte bu bahsettiğimiz şeydir.
Şuayb (a.s.)'ın
"Yalnız O'na yönelirim" sözüne gelince; bu da me'âd (âhiret)
bilgisine bir işaret otup, "hasr" ifade eder. Çünkü bu söz,
insanların Allah'dan başka dönecekleri, başvuracakları bir merci olmadığına
delâlet eder. Şuayb (a.s)'dan bahsedilince, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in "O,
Peygamberlerin hatibidir" dediği rivayet edilmiştir. Şuayb (a.s.) her
kelimeyi yerli yerinde konuşup kelamda pek güzel tasarrufta bulunduğundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle buyurmuştur.
[241]
Şuayb (a.s.), dördüncü
cevap olarak, "Ey kavmim, bana düşmanlığınız, size bir musibet
getirmesin" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Cereme fiili bazan
bir, bazan iki mef'ul alma hususunda tıpkı kesebe (kazandı) fiili gibidir.
Nitekim Arapça'da "O, bir günah işledi, onu kesbetti" denildiği gibi,
"O, ona günah işletti ve o, ona onu kazandırdı" da denilir. Ayetteki
fiil de bu şekildedir, yani, "Bana olan düşmanlığınız, başınıza bir azabın
isabet etmesine sebebiyet vermesin" demektir."
İbn Kesir bu kelimeyi,
yâ'nın zammesiyle yücrimenneküm şeklinde okumuştur ki, bu takdirde fiil, bir
kimseyi suça sevkedip, yaptırdığında söylediğin "Ona bir günah
işlettim" sözünden alınmıştır. Bu kıraate göre fiil, bir mef'ul alan
cereme fiilinin if'âl babına nakledilmiş şekli olur. Buna göre cümleleri
arasında bir fark yoktur. Binâenaleyh her iki kıraat de, mana bakımından
eşittir ve aralarında fark yoktur. Fakat meşhur olan kıraat, lafız bakımından
daha fasihtir. Bu da "O, ona mal kazandırdı" deyiminin, (aynı manaya
gelen) deyiminden daha fasih olması gibidir. Bunu iyice anladığın zaman biz
deriz Ayetten kastedilen mana, "Bana olan düşmanlığınız, dünyada, Nûh
(a.s.)'un «avminin başına gelen boğulma; Hûd'un kavminin başına gelen kasıp
kavurucu -izgar; Salih (a.s.)'in kavminin başına gelen deprem ve Lût kavminin
başına gelen yere batırma azabları gibi, kökünüzü kazıma azabının başınıza
gelmesine sebebiyet Kermesin" şeklindedir.
Şuayb (a.s.)'ın
"Lût kavmi de sizden uzak değildir" sözü ile ilgili şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bununla onların mekan bakımından, birbirlerinden uzak
olmadıkları manası kastedilmiştir. Çünkü Lût (a.s.)'un kavminin beldesi,
Medyen'e yakın idi.
b) Bununla zaman bakımından onlardan uzak olmadıkları
kastedilmiştir. Zira Lût a.s.)'un kavminin helaki, Şuayb (a.s.) zamanındaki
insanların haberdar olduğu en yafan helak hadisesidir. Bil ki her iki manaya
göre de, zaman ve mekan bakımından y«km olma, o şeyi iyice bilme ve onların durumlarına
tam vâkıf olma manasına gelir. 5 -âenaleyh Şuayb (a.s.) sanki "Başınıza
benzeri bir azabın gelmemesi için, onların başlarına gelenlerden ibret alın ve
Allah'a muhalefet edip, O'nunla nizalaşmaktan satanın" demek istemiştir.
İmdi şayet,
"Normaldeşeklinde, kelime cemi gelmesi gerekirken, niçin olarak
denilmiştir?" denilirse, Keşşaf sahibi buna şu iki bakımdan cevap verir:
1) Bunun takdiri, "Onların helaki sizden uzak
birşey değildir" şeklinde olabilir.
2) Bu kelime "Sehîl", "nehik" ve
benzeri masdarlar vezninde geldiği için, karib-baîd ve kesîr-kalîl kelimeleri
müzekker ve müenneslik bakımından aynıdırlar.
[242]
Şuayb (a.s.), beşinci
cevap olarak, "Rabbinize putlara tapmanızdan dolayı istiğfar edin, (eksik
ölçüp noksan tartmanızdan ötürü) tevbe edin. Çünkü Rabbim (dostlarına) rahim ve
vedûddür" demiştir.
Ebu 3ekr el-Enbâri
şöyle der: "Allah'ın isimleri arasında yer alan vedûd, "Allah'ın
<ullarınt sevmesi" manasınadır. Bu Araplarıni ve "Adamı
sevdim" deyimlerindendir." Ezheri ise, "Şerhu
Esmâi'llâh" isimli kitabında
"Vedûd"un
tıpkı, rekûb (binilen), helûb (sağılan) kelimeleri gibi, ism-i mefûl manasında
fe'ûl vezninde olmuş olması mümkündür. Buna göre manası,"Allah'ın Salih
kulları, mahlûkatına çokça ihsan ve lutufta bulunmasından ötürü Allah'ı
severler (Yani O, sevilendir)" şeklindedir.
Bil ki Şuayb
(a.s.)'in, bu beş cevabı zikrederken yaptığı bu sıralama, güzel bir tertiptir.
Çünkü O, ilk defa, kendisi İçin apaçık beyyinelerin zuhur ettiğini ve Allah
Teâlâ'nın kendisine zahiren-batınen çokça nimetler vermesinin, kendisini
Allah'ın vahyine hıyanet etmekten ve Allah'a karşı mükellefiyetlerine
aldırmamaktan alıkoyduğunu belirtmiş, ikinci defa da bu davet ile o işe devam
ettiğini beyân etmiştir. Eğer bu davet batıl olsaydı, kendisinin halim ve aklı
başında bir kimse olduğunu kabul ettiğinize göre, o böyle batıl bir işle meşgul
olmazdı. Daha sonra o, bunun doğruluğunu, bir başka şekilde şöyle beyân
etmiştir*. O, ıslahı gerektiren şeyleri yapmak, fitneyi gerektiren şeyleri
örtmekle meşhurdu. Dolayısiyle eğer bu davet bâtıl olsaydı, o bununla meşgul
olmazdı. Daha sonra o, yolunun doğruluğunu beyân edince buna karşı çıkmaya bir
sebep olmadığına işaret ederek, "Sizin bana düşmanlığınız daha önce geçmiş
peygamberlerin kavimlerinin"başına geldiği gibi, bunun yüzünden çok
şiddetli ilahî bir azaba düşeceğiniz bir yola sizi sürüklemesin' demiştir. Daha
sonra da,işte bu delillerle kendi yolunun doğruluğunu ortaya koyunca "Ve
Allah'a tevbe edin1' ifâdesi ile, ilk defa zikrettiği Allah'ın birliğine inanıp,
eksik ölçüp tartmayı bırakmayı izaha dönmüştür. Bunun peşinden de onların daha
önce kâfir ve isyankâr olmalarının, kendilerini Allah'a iman ve itaattan
alıkoymaması gerektiğini, çünkü Allah'ın kâfir ve fasıklann iman ve tevbelerini
kabul eden bir rahîm ve vedud olduğunu, ve çünkü kullarına olan rahmet ve
sevgisinin bunu gerektirdiğini beyân buyurmuştur. İşte bu son derece güzel bir
izahtır.
[243]
"Dediler ki;
"Ey Şuayb, biz senin söylediklerinden çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni de
içimizde cidden zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı muhakkak ki seni taşla
öldürürdük. Sen bizden üstün bir şeref sahibi değilsin" (Hud, 91).
Bil ki Şuayıb (a.s.)
tebliğini iyice ortaya koyup beyân edince, kavmi ona cümlelerle cevap verdiler.
Bunlardan birincisi
biz senin arkaiklerinden çoğunu iyice anlamıyoruz" sözüdür. Bu ifâde ile
ilgili birkaç mesele vardır.
[244]
Birisi şöyle
diyebilir: "Şuayb (a.s.) onlara kendi dilleriyle konuşuyordu. Arlık onlar
nasıl olur da "söylediklerini anlamıyoruz" diyebilirler?"
Alimler, buna değişik cevaplar vermişlerdir:
a) Bu, "Biz senin söylediklerinin çoğunu
anlamıyoruz" demektir. Çünkü onlar, sözlerinden hiç hoşlanmadıkları için, sözlerini anlamak
maksadıyla lardı. Bu tıpkı, "Onların kalbleri üzerine Kufân'ı iyice
anlamalarına (engel) gereriz" (isra, 46) ayetinde beyân edilen husus
gibidir.
b) Onlar onun sözünü kafaları ile anladılar, ama ona
bir değer vermediler. siyle onlar, değer vermediklerini beyan etmek için böyle söylediler.
Bu tıpkı Kimsenin, arkadaşının sözüne değer vermediğinde, "Senin söylediğini atamıyorum" demesi gibidir.
c) Hz. Şuayb (a.s.)'in ileri sürdüğü bu deliller,
tevhid, nübüvvet ve âhiretin ile
haksızlığın ve hırsızlığın bırakılması gerektiği hususunda onları ikna tir.
Binâenaleyh onların "Anlamıyoruz" sözleri, "Biz iddialarına dâir
gecrdığin delillerin doyru olup olmadığın bilemiyoruz" demektir.
[245]
Bazı kimseler şöyle
demişlerdir: "Fıkıh, husûsî bir ilmin adı olup,lügat bakımından konuşanın sözünün
maksadına (manasına) nüfuz etmek demektir* Bu görüşte olanlar, bu ayeti delil
getirerek fıkhı (anlamayı) söze (yani anlaşılması manasına) izafe etmişlerdir.
Daha sonra bu kelime, belli bir dinî çeşidinin ismi olmuştur. Bazı kimseler de,
bu kelimenin ıtmutlak manada anlama"manasında olduğunu ileri sürerek şöyle
demişlerdir: Arapça'da ralancaya dinde bir fıkıh verilmiştir" yani
"anlayış" denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) O manasını) bildirir"[246]
buyurmuştur.
Hz. Şuayb (a.s.)'in
kavminin ikinci cevabı
a) Bu "Sen, kendini ahaliye karşı savunması
imkânsız olan, zayıf bir kimsesin" demektir.
b) Zayıf, Himyer
lügatine göre "kör' bakımlardan zayıftır:demektir. Bil ki bu ikinci görüş,
şu
1)
Bu, ayetin
zahirî manasını, bir delil olmaksızın bırakmaktır.
2) Ayetin İçimizde" ifadesi, bu görüşü geçersiz
kılar. Baksana bir kimse, "Biz seni içimizde kör görüyoruz" dese, bu
söz yanlış otur. Çünkü kör, onların içinde de, başkalarının içinde de kördür.
3) Onlar bundan sonra "Eğer kabilen olmasaydı
muhakkak ki, seni taşla öldürürdük" demişler ve böylece Şuayb (a.s.)'da
kabilesinde bulunan kuvvetin olmadığını söylemişlerdir. Onların, Şuayb
(a.s.)'ın kabilesi için var saydıkları kuvvet ile yardım olunacağı murad
edilince, Şuayb (a.s.)'da olmadığını söyledikleri kuvvet de yma
"yardım" manasının kasdedilmış olması gerekir. "Zayıf"
kelimesini, gözün görmesinin zayıflığı (körlük) manasına hamledenler belki de,
gözün görmemesinin bir zayıflık sebebi olmasından ötürü böyle yapmışlardır.
[247]
Bil ki alimlerimiz,
peygamberlerin kör olabileceklerini söylemişlerdir. Fakat beyân ettiğimiz
sebebten ötürü, ayetteki bu kelimeyi, buna delil getirmek yerinde bir iş olmaz.
Mutezile ise bu
hususta ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun caiz olmayacağını, çünkü
peygamberin, kullukta kusur etmeyen birisi olduğunu, kör olması hâlinde,
pisliklerden sakınmayacağını, bir de bu hususun onun hâkim ve şahid olmasını
zedeleyeceğini, dolayısıyla körlük gibi şeylerin, peygamberliğe mânı olacağını
söylemişlerdir.
Bu ayeti, buna delil
getirmek uygun değildir. Çünkü biz, ayette buna delalet eden herhangi bir husus
olmadığını açıkladık. Şuayb (a.s.)'ın kavminin ileri sürdüğü üçüncü cevap
şudur: "Eğer kabilen olmasaydı muhakkak ki seni taşla öldürürdük." Bu
ifâde ile ilgili iki mesele vardır:
[248]
Keşşaf sahibi:
"Raht, sayısı üç ile on arası olan gruba denir. Bunun üç ile yedi arası
olan gruba dendiği de söylenmiştir. Şuayb (a.s.)'ın rahti (kabilesi) de
kavminin dininde idi. Buna göre onlar sanki o "Bizim dinimizde
oldukları için, eğer
kabilenin yanımızda bir saygınlığı olmasaydı seni taşlayarak öldürürdük"
demek istemişlerdir. Onlar bu sözleri ile Hz. Şuayb (a.s.)'ın kendisinin,
tanlarında bir saygınlığı olmadığını, kafa ve gönüllerinde bir yeri bulunmadığını
ve onu, sırf kabilesini saydıkları için öldürmediklerini açıklamışlardır"
demiştir.
[249]
Arapça'da
"recm", "atmak" manasınadır. Bu atma, bazen öldürme niyeti
ile ve taşla olur. Atmak, öldürmenin sebebi olunca, "öldürme" manasına
da recm demişlerdir. Bazan da bu, "iftira" demek olan söz ile olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak "(Bu), gaybs taşlamaktır (iftiradır)"(Kehf, 22)
ve "Uzak bir perden gayba atıp tutuyorlardı" (Sebe, 53) buyurmuştur.
Bazan bu atma, ktnamak
ve lanet etmekle olur, "Şeytân-ı racim"de (yani kınanan, tanetienen
şeytan ifâdesinde) olduğu gibi.
Bazan da, tardetme ife
olur, j ''Şeytanları tardetme
olarak" 5ı ayetinde olduğu gibi.
Bunu iyice
kavradığında, bil ki bu ayetteki "recm";
a) Biz seni öldürürdük,
b) "Seni tenkid eder ve kovardık" manalarına
gelmiş olur.
Onların Hz. Şuayb
(a.s.)'a karşt dördüncü cevapları da şudur: "Sen bizden üstün bir şeref
sahibi değilsin." Bu "Sen, bizden kıymetli ve şerefli lığına göre,
seni öldürmeye yönelip, sana eziyet etmemiz, bizim için kolay" demektir.
Bil ki onların ileri
sürdükleri bütün bu hususlar, Hz. Şuayb'ın delil ve beyyinelerini savuşturacak
cinsten olmayıp, aksine, delil ve hüccetlere, sırf kınama ve beyinsizlikle
karşı koymaktan ibarettir.
[250]
"(Şuayb) dedi ki;
"Ey kavmim, size göre benim kabilem Allah'dan daha mı şereflidir ki O'nu
arkanıza atılmış bir şey edindiniz? Benim Rabbim, şüphesiz ne yaparsanız
hepsini çepeçevre kuşatıcıdır. Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de,
yaparım. Rüsvay edecek azabın kimin başına geleceğini ve yalancının kim
olduğunu yakında bileceksiniz! Gözetleyin, ben de sizinle beraber
gözetliyorum'1
(Hûd, 92-93).
Bil ki kâfirler Şuayb
(a.s)'ı öldürme ve eziyet etme tehdidinde bulunarak korkutunca, Allah Teâlâ
onun, bu durumda şu iki sözü söylediğini nakletmiştir.
[251]
Birinci Söz "Ey
kavmim, size göre benim kabilem Allah'dan daha mı şereflidir ki O'nu arkanıza
atılmış bir şey edindiniz?" ifadesidir. Bu, şu manayadır: Kavmi,
kabilesinin yanlarındaki kıymetinden dolayı ona eziyet etmediklerini iddia
etmişti. Bundan dolayı o: "Siz, kabileme bir ikram olmak üzere beni
öldürmediğinizi mi iddia ediyorsunuz? Halbuki Allah Teâlâ^ emrine uyulmaya daha
lâyıktır" demiştir. Binâenaleyh sanki şöyle demek istemiştir: "Sizin
beni, Allah'ın emrine riayet ederek muhafaza etmeniz, öldürmemeniz, kabilemin
hakkına riayet ederek (saygı göstererek) muhafaza etmenizden daha münasip bir
davranıştır." Onun: "Onu, arkanıza atılmış bir şey edindiniz"
sözü, "Siz O'nu {yani Allah'ı) unuttunuz ve sanki sırtların gerisine
atılıp, kulak asılmaz birşey haline getirdiniz" manasınadır. Keşşaf sahibi
zıhriyy kelimesi zahr (sırt) kelimesinin ism-i mensubudur. Zâ'nın meksûr
okunuşu ise, ism-i mensub yapmanın getirdiği değişiklikten ötürüdür. Bunun bir
benzeri de, ism-i mensub yaparak, hemzenin kesresi ile sözüdür. Şuayb (a.s)
"Benim Rabbim, şüphesiz ne yaparsanız hepsini çepeçevre kuşatıcıdır"
yani "O, sizin durumunuzu ve halterinizi en iyi bilendir. O'na
hallerinizden hiçbiri, gizli kalmaz
demiştir.
[252]
İkinci Söz "Ey
kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de yaparım" sözüdür. Bu ifâdede geçen
mekâne, kendisinde bulunduğu şahsın, onun sayesinde iş yapabildiği
yey, mkân ve mevki
demektir. Buna göre mânâ: "Sizler, bana kötülük yapma hususunda elinizdeki
bütün imkan, güç ve kuvveti kulanınız. Ben de, Allah'ın bana verdiği kudret
nisbetinde elimden geleni yapacağım" şeklindedir.
Daha sonra
"Rüsvay edecek min başına
geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz"
Bu hususta iki mesele
vardır:
[253]
Birisi niçin, bu
cümlenin başına fâ getirilerek buyurulmamıştır?
diyebilir. Buna şöyle cevap verilir: Fâ'yı
getirmek, bunun
makabli ile açık bir ilgisi olduğunu gösterir. j harf, bağlamak-eklemek için
icâd edilmiştir. Cümlenin başına fâ edatınınemesi, bu cümlenin mukadder bir
soruya cevap kılınmış olmasından dolayıdır.göre kelâmın takdiri şöyledir:
"Hz. Şuayb, "Ey kavmim elinizden geleni yapın, ıparım" deyince,
sanki onlar da, "Daha ne olacak ki!" demişler, bunun "Te O da
"Görürsünüz!" demiştir. Binâenaleyh bu ifâdenin başındaki fâ
edatının (yani getirilmemesinin) daha
çok korkutma ve endişelendirmeyi ifâde ettiği
Daha sonra Şuayb
(a.s.) "Gözetleyin, ben de sizinle Baber gözetliyorum" demiştir.
Bunun manası, "Neticeyi bekleyin. Ben de sizleri bekliyorum"
şeklindedir. "Rakib" ya tıpkı darîb ve sarim kelimelerinin, döven
keskin olan manasına gelmesi gibi, (falancayı
gözetledi) fiilinden, ism-i ı râkib (gözetleyen) manasınadır; yahut a'şîr ve
nedfm kelimeleri gibi, "murâkıb" Denetleyen) manasınadır, yahut da,
fakfr ve refî' kelimelerinin, müftekîr ve mürtefî' analarına olması gibi,
mürtekib (gözetleyen) manasınadır.
[254]
"Vakta ki emrimiz
geldi. Hem Şuayb, hem onun beraberinde iman etmiş ilanları bizden bir rahmet
olarak kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı ve onlar
yurdlarında diz üstü çöke kaldılar.
Sanki onlar orada hiç oturmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd rahmet-i
ilâhiyyeden naşı) uzak/aştıysa, Medyen'e de öylece bir uzak/ık verildi"
(Hûd 94-95).
Kelbî, İbn Abbas
(r.a.)'ın şöyie dediğini rivayet etmiştir: "Allah Teâla Şuayb (a.s.) ile
Salih (a,s.)'in kavmi hariç, hiçbir zaman iki ümmete aynı azabı vermemiştir.
Salih (a.s.)'in kavmini yerin altından; Şuayb (a.s.)'ın kavmini ise üstten
gelen bir korkunç ses yakalayıvermiştir."
Ayetteki,
"Vaktaki emrimiz geldi" cümlesinden şu mana kasdedilmiş olabilir:
"Meleklerden birine bu müthiş sesi çıkarma emrini vereceğimiz zaman
gelince..." Keza "emir", burada "ceza" manasına da
gelebilir. Her iki manaya göre de, Cenâb-ı Hak, Hz. Şuayb'ı ve onun
beraberindeki inananları katından bir rahmet ile kurtardığını haber
vermektedir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Allah Teâlâ, Hz. Şuayb'ı ve inananları; kullara gelen
her nimetin Allah'ın fazlı ve rahmeti ile olduğuna dikkat çekmek için, o
azabtan sırf rahmeti ile kurtardığını belirtmiştir.
b)
Ayetteki
"rahmet" ile, Cenâb-ı Hakk'a iman, taat ve diğer sâlih ameller
kastedilmiştir ki, bunlar da ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla tahakkuk eden
şeylerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o azabın ne şekilde olduğunu, "Zulmedenleri ise korkunç bir ses
yakaladı" buyurarak anlatmıştır. Cenâb-t Hak, "Sayha" (ses)
kelimesini, daha önce bahsedilmiş malum bir sese işaret olmak üzere elif-lamlı
olarak zikretmiştir. O belli sayha da, Cebrail (a.s.)'in sayhası(narası)dır.
"Onlar yurdlarmda diz üstü çökekaldılar." "Câsim"
"Yerine, ayrılmayacak şekilde yapışıp kalan" demektir. Yani Cebrail
(a.s.), onlara o narayı attığında, herbirinin canı oldukları yerde çıkıverdi.
"Sanki onlar orada hiç oturmamışlardı" yani "sanki onlar, o
yurdlannda, alıp-satan, gidip-gelen diriler değillerdi."
Daha sonra Cenâb-t Hak
"Semûd, rahmet-i ilâhiyyeden hasıl uzaklaştıysa, Medyen'e de öylece bir
uzaklık (verildi)" buyurmuştur. Bu ifâdenin tefsiri, daha önce geçmişti.
Bahsettiğimiz gibi, Şuayb'ın kavmine de, tıpkı Semûd'unki gibi bir azabla azab
ettiği için, onların durumunu Semûd'un haline kıyâs etmiştir,
[255]
"Celalim hakkı
için biz Musa'yı da, Firavun'a ve onun ileri gelen etkilerine mucizelerimizle
ve apaçık bir hüccetle gönderdik. Ama onlar vun'un emrine tâbi oldular. Halbuki
Firavun'un emri hiç de "reşid"O, Kıyamet günü kavminin önüne
düşecektir. Artık o, bunları (suya f^DEûrûr gibi) ateşe götürür. Varacakları o
yer ne kötü bir yerdir! Bu dünyada Kıyamet gününde de, onlar lanete tabî
tutuldular. (Kendilerine) verilen bu vergi ne kötü vergidir" (Hûd 96-99).
Bu ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın Hûd Suresinde zikrettiği yedinci ve sonuncu kıssadır.
[256]
Ayetteki
"Mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle" ifâdesi ile ilgili şu
izahlar yapılmıştır:
1) Buradaki "Ayetlerimiz" ile, Tevrat ve
Tevrat'taki şer'î hükümler; "apaçık bir " ile de, kesin ve aşikâr
mucizeler kastedilmiş olup, kelamın takdiri, "Andolsun * otz. Musa'yı bazı
şer'î hüküm ve mükellefiyetlerle gönderdik, onu apaçık mucizeler v* kesin
delillerle destekledik" şeklindedir.
2) Ayette geçen âyât kelimesiyle, mucizeler ve
beyyineler kasdedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Nezdinizde buna ait
hiçbir delil de yoktur"(Yunus. 68) ve "Allah : - ar hakkında hiçbir
hüccet indirmedi"(Uecm, 23) ayetlerinde olduğu gibidir. Böyle halinde
ayete iki şekilde mana verilebilir:
a) Bu ayetlerde Hz. Musa'nın nübüvvetinin doğruluğuna
dâir, Musa için apaçık r«r hüccet bulunmaktadır.
b) Ayette geçen, "apaçık delil, hüccet "ten
maksat, Hz. Musa'ya verilen değnektir. "âsâ" Hz. Musa'ya verilen
mucizelerin en meşhurudur. Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz, Musa'ya apaçık
olan dokuz mucize vermiştir ki, bunlar şunlardır: Âsâ, yed-i beyzâ, tufan,
çekirge istilası, bit istilası, kurbağa istilası, suların kana çevrilmesi,
ürünlerin noksanlaşması ve insanların ölümü. Bazı alimler ürünlerin ve
insanların noksanlaşması yerine Tûr Dâğı'nın kökünden sökülüp İsrailoğullarının
üzerlerinde durdurulmasını ve denizin yarılmasını saymışlardır.
[257]
Alimler,
"hüccef'in, niçin "Sultân" diye isimlendirildiği hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazı muhakkikler şöyle demişlerdir:
Sultan'ın padişahın başkasını ezip geçmesi gibi, delili olan kimse de, münazara
esnasında, delili olmayan kimseyi ezip geçer. İşte bundan dolayı
"hüccef'e, "Sultân" adı verilmiştir. Zeccâc ise şöyle demiştir:
"Sultan" hüccet anlamındadır; o, yeryüzünde Allah'ın hücceti olduğu
için sultan adını almıştır. Bu kelime salît (susam yağı) kelimesinden iştikak
etmiştir ki bu "aydınlanma vasıtası olan şey" demektir. Zeytin
yağına, "Salît" denilmesi de bu manadadır."
Bu hususta şöyle bir
üçüncü görüş daha vardır. "Sultan" kelimesi taslit (musallat-hükümran
kılmak)'den türemiştir. Alimlere, ilmî kuvvetlerinin mükemmel olması sebebiyle
sultan denilmiştir. Krallara da, kendilerindeki güç ve kuvvet sebebiyle bu ad
verilmiştir. Ancak ne var ki alimlerin saltanatı, krallarınkinden daha mükemmel
ve daha güçlüdür. Zira ulemânın saltanatı, neshi ve azli kabul etmez.
Meliklerin saltanatı ise, azlolunmayı ve neshi kabul eder. Kralların saltanatı
ulemânın saltanatına tâbidir. Ulemânın saltanatı, peygamberlerin saltanatı
cinsindendir. Kralların, meliklerin saltanatı da, Firavunların saltanatı
cinsindendir.
Buna göre şayet,
"Ayette geçen âyât sözünü mucizeler anlamına; "Sultan"
kelimesini de "deliller" manasına aldığınızda "mübîn"
kelimesinin manası da, açıklığa sebep olan şey anlamına geldiğinde, bu üç
mertebe arasındaki mana farkı ne olabilir?" denilirse, biz deriz ki:
"Âyât" zan
ifâde eden alâmetler ile yakîn ifâde eden deliller arasında müşterek olan kısma
denilir. "Sultan" ise, katiyyet ve yakîn ifade eden delillere
denilir. Ancak ne varki bu da, his (duyu organları) ile kuvvetlenen deliller
ile, his ile kuvvetlenmeyen deliller arasındaki müşterekliğin adıdır. His ile
kuvvetlenen kesin delile "apaçık delil" (Sultan-ı mübin) denilir. Hz.
Musa'nın mucizeleri de bu cinsten olunca, pek yerinde olarak, Allah onları
"Sultan-ı mübîn" diye vasfetmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Firavun'a ve onun ileri gelen yöneticilerine" buyurmuştur. Yani,
"Biz, Musa'yı, bu gibi ayetlerle Firavun ve onun topluluğuna
gönderdik" demektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ Ama onlar yine Firavun'un emrine
tâbi oldular" buyurmuştur. Burada geçen "emir"den maksad
Firavun'un kavmine
Kz. Musa'yı ve onun
mucizelerini inkâr etmelerini emretmesi olabileceği gibi, bundan onun
"metod, yol, davranışına uymaları" da kasdedilmiş olabilir.
[258]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, . "Halbuki Firavun'un emri, hiç de d" değildi" buyurmuştur.
Yani "Firavun'un işi,hayra irşâd etmez.." demektir. Reşid"
kelimesinin zî rüşd (rüşt sahibi) anlamına geldiği de ileri sürülmüştür.
Bil ki Firavun'un
yolunun, rüşd-doğruluktan uzak olduğu aşikârdır. Zira Firavun, r«' yaratıcının
varlığını kabul etmeyen,ahireti inkâr eden bir dinsiz idi ve o, şöyle arwdu:
"Alemin bir ilâhı yoktur, Her belde ve her devlet, ehline düşen, alemin
ahatından dolayı kendi sultanlarına itaatte bulunmak ve onlara kulluk etmekle
meşçul olmalarıdır." Firavun, Allah'a ibâdet etmede ve O'nu ikrar etmede,
bir, doğru bir davranışın söz konusu olduğunu kabul etmezdi. Binâenaleyh o,
hususu kabul etmeyince, "rüşd"den, tamamiyle uzak ve beri olmuştur.
[259]
Daha sonra Cehâb-ı
Hak, hem Firavun hem de kavminin vasıflarından fcrtsederek, "O, Kıyamet
günü kavminin önüne düşecektir. Artık o bunları (suya götürür gibi), ateşe
götürür" buyurmuştur. Bu fideyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Bu bahis, lügat açısından olup, buna göre Arapça'da,
"önüne geçti" manasında "falanca falancanın önüne geçti"
denilir. "kervanın öncüleri" denilmiş olması da bu anlamdadır.
Nitekim, yine Arapça'da, "önüne geçti" manasında denilir
"Ordunun öncüleri" de bu manadadır.
İkinci Bahis: Bu, mana bakımındandır. Zira Firavun, onlar dünyada
oldukları, sapıklık bakımından kavminin önderi idi. Tıpkı, dünyada olduğu gibi,
ahirette de o onları, ateşe sevk edecek olan bir önderdir. Kavmi de, ahirette
ona uyacaktır, nut da şöyle denilebilir: Firavun dünyada kavminin önüne geçip
onları denize sokup boğduğu gibi, kıyamette de onların önüne geçip, böylece de
ateşe sokarak akacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı ile "Firavun'un işi,
neticesi, iyi ve güzel bir iş değildi" manasının kasdedilmesi; fiilinin oe
bunun bir tefsiri ve izah; olması mümkündür. Bu, "Onun işinin neticesi bu
şekilde olunca, artık nasıl olur da onun işi reşîd, doğru olabilir?"
demektir.
İmdi şayet,
"Cenâb-ı Hak niçin dememiş de, aksine mazi sîğasıyla jü buyurmuştur?" denilirse, biz deriz
ki:
Mazî fiili, mutlaka
olmuş, bitmiş.varlık alemine girmiş bir manayı ifade eder. Şu halde, bu işi
savuşturmak, kesinlikle mümkün değildir. Buna, muzarî yerinde mazî sığası
kullanılmışsa, bu da, en mükemmel derecede bir mübalağa ifâde eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Varacakları o yer. ne kötü bir yerdir! buyurmuştur. Bu hususta da
iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Nâr (ateş) kelimesi, semaî müennestir. Dolayısıyle
denilmesi beklenirdi. Ancak ne var ki, vird kelimesi de müzekkerdir. İşte bu
iki şeyden dolayı, fiilin müzekker veya müennes getirilmesi caizdir. Bu, senin
yi tıpkı "Evin, ne güzel bir konaklama yeridir" ve demen gibidir.
Binâenaleyh burada, fiili müzekker kılan, menzil kelimesini itibare almış olur;
müennes getiren de, bunu dâr kelimesinin müennesliğine hamletmiş olur. Vahidî
de, bunu bu şekilde açıklamıştır.
İkinci Bahis: Vird kelimesi bazan, vürûd manasına olur ki, bu
durumda masdar olmuş olur. Bazan da bu kelime ism-i fail vârid anlamında olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Günahkârları ise süreceğimiz gün..." (Meryem.
86) buyurmuştur. Bazan da, (yani, ism-i mefûl) manasına gelir ki, bu da,
kendisine gelinen suya, denilmesi gibidir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Vird
kelimesi, vürûdu tahakkuk eden mevrûd "gelinilmiş şey" manasındadır.
Böylece Cenâb-ı Hak, Firavun'u suya gelen kimseye; tâbi olanları da suya
gelenlere benzetmiş; daha sonra da, "onları ateşe götüren o vird, yani
götürücü ne kötüdür!" buyurmuştur. Çünkü "vird" ile ancak,
susuzluğu gidermek ve ciğerlerin yanıklığını soğutmak anlamı kastedilir. Ateş
ise, bunun aksirledir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Bu dünyada da, Kıyamet gününde de, onlar lanete tâbi tutuldular"
buyurmuştur. Bu, "Onlar, hem bu dünyâda, hem de Kıyamet gününde lanete
uğratıldılar..." demek olup, bu da, "Allah'ın, meleklerin ve
peygamberlerin laneti, hem bu dünyada hem de ahirette onlara
bitişiktir..." anlamındadır. Bu ifâdenin bir benzeri de, Cenâb-ı Kvl.k'm
Kasas SÛresi'ndeki, "Bununla beraber bu dünyada biz onların arkalarına
lanet de taktık. Kıyamet gününde onlar, çok menfur
(adam)lardandır..."{Kasas, 42) ayetidir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, "(Kendilerine) verilen bu vere , ne kötü vergidir" buyurmuştur.
Rifd, "atiyye, bağış" demek olup, bunun asıl manası, "matlûba
ulaştıran, yardımcı olan" demektir. Nâfİ İbn el-Ezrak, İbn Abbas (r.a)'a
bu iki kelimenin manasını sorduğunda o: "Bu, lanetten sonra lanettir"
demiştir. Katfide de şöyle demektedir: "Onları, Allah tarafından olan iki
lanet izlemiştir: Dünyadaki lanet ve ahiretteki lanet. O halde bir şeyi birşeye destek ve yardımcı kıldın mı, sen onu
onunla teyid etmiş, sağlamlaştırmış olursun."
[260]
"Sana, kıssa
olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş emleketlerin
haberlerindendir ki, onların kiminin izleri ayakta kalmış, kimi de biçilmiş
ekin gibi yok olmuştur. Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi
elerine zulmettiler.
Allah'ın dışında taptıkları yalana tanrılar, Rabbinin azâb emri geldiği zaman,
onlara hiçbir fayda vermedi. Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye
yaramadı"
Bil ki Allah Teâlâ,
evvelki kavimlerin kıssalarından bahsedince,"Sana kıssa olarak bildirmekte
olduğumuz bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir..."
buyurmuştur. Bu kıssaların zikredilmesinin
faydası vardır:
Birinci Fayda: Sırf aklî delilden istifâde etmek, ancak kâmil
kimseler için söz konusudur. Bu ise, çok nâdir olur. Ama, delilleri zikredip,
sonra da onları, evvelkilerin ssalarıyla tekid ettiğinde, bu kıssalar adeta o
aklî delilleri akıllara sokan unsurlar olurlar.
İkinci Fayda: Allah Teâlâ, bu kıssalara, peygamberlerin tutunduğu
çeşitli delilleri de karıştırmış, kâfirlerin o delillere karşı delil
getirmelerinden o delilleri savuşturmak husunda ki şüphelerinden bahsetmiş,
bazıları peşinden de, peygamberlerin o s johelere karşı vermiş oldukları
cevapları zikretmiş, daha sonra da küfürlerinde ısrar edip büyüklendikleri
için, onların dünya azabına düştüklerini ve onların, hem dünyada ahirette lanet ve ceza içinde kalakaldıklarını
belirtmiştir. Binâenaleyh, bu ssaların ele alınması, delillerin ve şüphelere
karşı verilen cevapların, münkirlerin girmesine, onların kalblerindeki katılık
ve sertliğin yok olmasına vesile olmuştur. Böylece, Allah'a davet hususunda en
güzel yolun, işte bu şey olduğu sabit olmuş olur.
Üçüncü Fayda: Hz. Peygamber (s.a.s), bu kıssaları, hiçbir kitap
karıştırmadan ve hiç kimseden öğrenmeden anlatıyordu ki bütün bunlar, daha önce
de anlattığımız gibi, O'nun peygamberliğine delâlet eden büyük bir mucize gibi
olmuş olurlar.
Dördüncü Fayda: Bu kıssaları dinleyenlerin aklına şu husus
yerleşmiştir: Sıddîkın zındıkın ve hakka uyanın, münafık olanın akibeti, er geç
bu dünyadan ayrılmaktır. Ancak ne var ki mümin, dünyadan dünyada bırakmış
olduğu güzet medihlerle ayrılır, ahirette de bol mükâfaat elde eder. Kâfir de,
dünyadan, orada maruz kaldığı lanetlerle çıkar, ahirette de ilahî cezaya uğrar.
Binâenaleyh, dinleyenlere bu kıssalar tekrarlandığında, onların mutlaka
kalblerinin yumuşaması, gönüllerinin boyun eğmesi, düşmanlıklarının da
silinmesi gerekir ve onların kalblerinde, onları tefekkürde bulunmaya sevkeden
bir korku meydana gelir. Bu, kıssaların zikredilmesinin faydalan hususunda,
yazılmış olan güzel bir açıklamadır.
Cenâb-ı Hakk'ın, illi
"Bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir" buyruğuna
gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:.
Birinci Bahis: Zâllke tabiri, görülmeyen, mevcut olmayan şeye
işaret etmek için. kullanılır. Halbuki burada bununla, daha evvel geçmiş olup
halen mevcut bulunan ö kıssalara işaret edilmek istenmiştir. Zihinlere gelen bu
sorunun cevâbı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde geçmişti.
İkinci Bahis: Zâlike lafzıyla, bire, ikiye, üçe ve üçten yukarısına
işaret edilebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "ne çok yaşlı, ne de çok genç değil,
ikisi ortası, bir dinç (inek)tir..." (Bakara, 68) buyurmuştur. Bu tabir
ile, "Bahsettiğimiz o şeyler, şöyle şöyledir..." şeklinde bir mananın
kastedilmesi de muhtemeldir.
Üçüncü Bahis:
Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Zâlike mübtedâ; ikinci
haberdir. Buna göre manâ, "Bu bahsedilenler, memleketlerin önemli
haberlerinin bir kısmıdır. Onlar sana anlatılmıştır" şeklinde olur.
Daha sonra da Cenâb-ı
Hak, "Onların kiminin izleri ayakta kalmış, (kimi de biçilmiş ekin gibi
yok olmuştur)" buyurmuştur. Minha'daki zamir, kura kelimesine racidir. O
beldelerden geriye kalan izler ve duvarların yıkıntıları, gövdesi üzerinde
ayakta duran, bir kısmı biçilmiş bir kısmı da biçilmemiş ekinlere
benzetilmiştir. Buna göre mana, "O beldelerden bazısından geriye bir şe,
jr kalmtş,-bir kısmt ise yok olmuş, onlardan geriye kesinlikle hiçbir iz
kalmamıştır" şeklinde olur.
[261]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine
zulmettiler..." buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
1) "Biz, onlara azâb ve onları imha etmekle, onlara
zulmetmedik. Onlar küfürleri ve isyanları sebebiyle kendi kendilerine
zulmetmişlerdir..."
2) O kavmin başına gelen, Allah'tan olan bir zulüm
değil, aksine o mahzâ adalet ve hikmettir. Çünkü o kavmin, küfür ve isyanlara
yönelmiş olmaları sebebiyle, nerşeyden önce kendisine zulmetmiş, böylece de o
amelleri yüzünden, Allah'tan o azaba duçar kılınmışlardır.
3) İbn Abbas (s.a) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu
buyruğu ile, "Biz onların, dünyadaki nimetlerini ve nzıklarını
noksanlaşttrmadık; ancak ne var ki onlar, Allah'ın hukukunu hafife almış
olmaları sebebiyle, kendilerinin nasibini noksanlaştırmışlardır." Daha
sonra Cenâb-ı Hak "Allah 'ı bırakıp taptıkları yalancı tanrılar.. onlara
hiçbir fayda vermedi...." Duyurmuştur. Bu, "O ilâhlar onlara, hiçbir
konuda kesinlikle fayda vermeyecektir" cemektir. Cenâb-ı Hak daha sonra,
"Ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı" buyurmuştur. İbn
Abbas (r.a), deyimine j£ manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da, bir kimse
ziyana uğradığında, "Falanca helak oldu, ziyana uğradı"; birisi,
birisini ziyana soktuğunda, denilmektedir. 3jna göre mana, "O kâfirler,
putlarının, menfaatlerin elde edilmesinde, zararların za savuşturulmasında
kendilerine yardımcı olacaklarına inanıyorlardı. Daha sonra ra Cenâb-ı Hak
onların, bir yardımcıya muhtaç olduklarında, o putlarından hiçbir .-ardım elde
edemediklerini, onların ne bir fayda sağladıklarını ne de herhangi bir zararı
gideremediklerini haber vermiştir. Sonra onlar, böyle bir yardım göremedikleri
910i, hatta bunun zıddını görmüşlerdir. Çünkü, böylesi bir inanç, onlardan hem
dünya hem de ahiret menfaatlerini gidermiş, böylece onlara hem dünya hem de
ahiret zararlarını getirmiştir. Dolayısıyla bu, en büyük hüsran sebeplerinden
olmuş olur."
[262]
"Rabbinin
yakalamışı, ahalisi zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı zaman, işte
böyle olur. Şüphesiz ki, O'nun çarpması pek acıklıdır, pek çetindir. Bunda,
ahiret azabından korkanlar için, katî birer ibret vardır. O, bütün insanların
bir arada toplanmış olacakları bir gündür. O, istisnasız bütün insanların hazır
olacakları bir gündür. Biz onu, Kıyamet gününü ancak sayılı bir müddet için
erteleriz..."
{Hûd, 102-104).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[263]
Asım ve Cuhterî, tek
bir elif ile iz ehaze; diğer kıraat imamları da, iki elif ile iza ehaze
okumuşlardır. Bil ki Allah
Teâiâ, peygamberlerine
muhalefet ettikleri için, daha önceki peygamberlerin ümmetlerine neler
yapıldığını kitabında haber verip, onları kökten imha azabına uğrattığını
bildirip, onlar kendilerine zulmettikleri için de başlarına bu dünyada bir
azabın geldiğini beyân buyurunca, bunun peşinden ' "Rabbinin yakalayışı,
ahalisi zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle
olur" buyurmuş, böylece, azabın sadece öncekilere has olmadığını, aksine
her türlü zalimi yakalayıp çarpma hususunda durumun böyle olacağını beyan
buyurmuştur. cümlesindeki zamir, lafız itibariyle kura kelimesine râci olup,
hakikatte ise, orada yaşayanlara racidir. Bunun bir benzeri de, (Enbiyâ, n) ve
ayetleridir.
Bil ki Allah Teâlâ,
geçmiş ümmetleri nasıl kıskıvrak yakaladığını beyan buyurup, sonra da, bütün
zalimleri işte bu şekilde yakalayacağını
beyan buyurunca, bunun peşinden işte bu hususu tekid ve takviye etmeyi
arttıracak olan hususa da yer vererek "O'nun çarpması, pek acıklıdır, pek
çetindir..." buyurmuş, böylece o azabı, elem verici ve şiddetli olmakla nitelemiştir. Dünyada, elemden daha
keder verici bir şey yoktur; dünyada, ahirette, vehim ve akılda da, elemi
şiddetlendirmekten daha şiddetli başka bir şey bulunmaz.
Bil ki bu ayet, Allah
Teâlâ'nın elîm ve şedîd diye nitelediği o yakalamasına düşmemek için, zulme
yönelen ve onu yapan kimsenin, bu zulmünü tevbeyle, Allah'a rücû ile tedavî
etmesinin gerekli olduğuna; bu hükümlerin öncekilere tahsis edilmiş olmasının
zannedilmemesi gerektiğine delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, öncekilerin
hallerini nakledince, "Rabbinin yakalayışı, ahalisi zulmeder halde bulunan
memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle olur" buyurmuş, böylece uygun
olmayan şeyleri yapmak hususunda o öncekilerle ortak olan herkesin bu şiddetli
ve elem verici yakalama hususunda da mutlaka onlarla ortak olmaları gerektiğini
beyan buyurmuştur.
[264]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
\ "Bunda, ahiret azabından
korkanlar için katî birer ibret vardır" buyurmuştur. Kaffâl
şöyle demektedir: "Bu sözün izaht, şöyle denilmesidir: Onlar, bu
dünyada ancak peygamberlerini yalanlamaları ve Allah'a şirk koşmaları sebebiyle
azaba uğramışlardır. Binâenaleyh onlar, amel yurdu olan bu dünyada, işte bundan
dolayı azaba uğrayınca, onlar, ceza yurdu olan ahirette haydi haydi azaba duçar
olurlar."
Bil ki bu açıklamaya
dikkatlerini çeken pekçok müfessir, işte buna dayanmışlardır. Ama, aksine bu
tutarsız bir açıklamadır." Zira, Kaffâl'in yaptığı bu açıklamaya göre,
dünyada tahakkuk etmiş olan "kökünü kazıma azabı" Kıyametin, ba'sin,
neşrin hak ve doğru olduğunu ileri süren görüşün bir delili olmuş olur. Halbuki
ayetin zahiri, Kıyametin hak olduğunu bilmenin, kökünü kazıma azabının meydana
gelmesiyle güdülen ibretin tahakkuk etmesi için bir şart gibi olmasını
gerektirmektedir. Bu mana ise, Kaffâl'in ileri sürdüğü şeye zıt gibidir. Çünkü
Kaffâl, kökünü kazıma azabını bilmeyi, Kıyametin hak olduğunu bilmenin bir
temeli ve aslı saymıştır. Böylece, Kaffâl'in ileri sürmüş olduğu şey, geçersiz
olmuş olur.
Bana göre ise, bu
hususta en doğru olanı şöyle denilmesidir: Kıyametin hak olduğunu bilmek, bu
göklerin ve yerlerin varlığını idare edenin, mucib-i bizzat (zâtı gereği mûcib)
olmayan, hür ve irade sahibi bir fâil-i muhtar olduğunu bilmeye dayanır.
-san, âlemin ilâhının
hür ve irade sahibi bir fail, bütün mümkinâta kadir ve göklerde ve yerlerde
meydana gelen bütün hadiselerin ancak kendisinin kaza ve kaderi ile -neydana
gelen bir zât olduğunu bilmediği sürece, bu kökten imha azabından ibret alması
mümkün değildir. Bu böyledir, zira bu âlemin meydana gelmesinde müessir olanın,
hür ve irâde sahibi bir fail değil de, mucib-i bizzat bir varlık olduğunu iddia
edenler, o peygamberlerin zamanında meydana gelen boğulma, yanma, yere batma,
domuz ve maymunlara çevrilme, sayha ve benzeri bütün hallerin, ancak
yıldızların Dirbtriyle çarpışmasından ve birbirleriyle bir araya gelmesinden
meydana geldiğini
ddiâ etmişlerdir.
Durum böyle olunca da, bu gibi hadiselerin meydana gelmesi, peygamberlerin
sıdkına bir delil olmaz. Ama, Kıyametin varlığına inanan kimsenin o imanı,
ancak, âlemin ilâhının hür ve irâde sahibi bir fâif-i muhtar olduğuna ve O'nun,
bütün cüz'iyyâtı bilen bir zât olduğuna inandığı zaman tam ve mükemmel olur.
Durum oöyle olunca da, bu korkunç hadiselerin ve o büyük vakıaların ancak,
âlemin ilâhının, onları yaratıp icad etmesiyle, onların yıldızların çarpışması,
bir araya gelmesi sebebiyle olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. O zaman da,
bu kıssaları dinlemekle beklenen fayda sağlanmış olur ve bunlarla,
peygamberlerin doğruluklarına istidlal edilmiş olur. İşte böylece de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bunda, ahiret azabından korkanlar için, katî birer ibret
vardır" ifadesinin yerinde olduğu sabit olmuş olur.
[265]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"O, bütün insanların bir arada toplanmış olacaklan bir gündür. O,
(istisnasız bütün insanların) hazır olacakları bir gündür" buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ,
ahiretten bahsedince, o günü şu iki vasıfla tavsif etmiştir:
a)
O, bütün
insanların toplanacağı bir gündür. Buna göre mana, "önceki ve sonraki
bütün halk, o günde haşrolunacak ve o günde bir araya getirilecek"
şeklinde olur.
b) Bu gün, nuzura çıkma günüdür. Nitekim İbn Abbas
(r.a): "O gün, kendisinde iyinin ve kötünün hazır olacağı bir gündür"
şeklinde bir mana verirken, başkaları da: "O gün, göktekilerin ve
yerdekilerin kendisinde hazır bulunacakları bir gündür" şeklinde bir mana
vermişlerdir. Buradaki meşhud kelimesinden, orada bulunma ve hazır olmak manası
kastedilmiştir ki bu tabirin zikredilmesinin maksadı şudur: İnsanın kalbine,
bazan şöyle bir fikir gelebilir: "O vakitte onlar bir araya geldiklerinde,
herkes ancak kendisiyle ilgili hadiseleri bilir, haberdar olur." İşte
bundan dolayı Cenâb-ı Hak, yapılacak olan karşılıklı hesaplaşma ve soruşturma
sebebiyle, bütün o hadiselerin herkese malûm olacağını beyân buyurmuştur. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, "Biz onu, Kıyamet gününü ancak sayılı bir müddet için
erteleriz" buyurmuştur. Bu, "ahiretin geriye bırakılması, dünyanın
yok edilmesi belli bir zamana bağlanmıştır. Belli bir zamanı olan her şeyse
sonludur. Sonlu olan herşeyin de, mutiaka son bulması lazımdır. Şu halde,
"Ahiretin ertelenmesi, mutlaka, Allah'ın Kıyameti koparacağı ve dünyayı
harap edeceği bir zamana varıp dayanacaktır. Gelecek olan her şey ise,
yakındır.
[266]
"Gelecek olan o
günde. Allah'tan izinsiz hiçbir kimse konuşamaz. Artık, onlardan kimi şaki kimi
de saîddir. Şakı olanlara gelince, onlar ateştedirler ki, orada çok feci bir
nefes alıp vermeleri vardır onların. Gökler ve yer
durdukça, orada ebedî
kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği müddet müstesna. Çünkü, Habbin ne dilerse, onu
hakkıyla yapandır. Saîd olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin
dilediği müddet müstesna olmak üzere,
gökler ve yer durdukça
onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu bir lütuf ve ihsandır
ki, tükenip kesilmesi
yoktur " . (Hüd. 105-108).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[267]
Ebû Amr. Asım ve
Hamza, yâ'nın hazfiyle, diğer kıraat imamları ise, yâ ile J± şeklinde
okumuşlardır.
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Yayı hazfedip kesre ile ktifâ etmek, Huzeyl lehçesinde çokça
görülen bir husustur. Halil ve Sibeveyh'in naklettiği "bilemiyeceğim"
şeklindeki sözleri de böyledir.
[268]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Ye'ti fiilinin faili, Cenâb-ı (Bakara 210) ve (£n,am ^ ayet|erinde 0|duğu gjbidjr
BunU(ayeti (Hud, 104) şeklinde
okuyanların kıraati da destekler. Ben derim ki, "Bu forum, pek hoşuma
gitmedi. Zira * sözünü, Cenâb-ı Allah bir fcavimden nakletmiştir. Bu kavmin
yahûdîler olduğu zahirdir. Bunda onun için, hüccet ctacak bi şey yoktur. ^
(Enam, 158) ayeti de böyledir. Fakat bu ayetteki fide tamamen Allah'ın sözüdür.
Burada "gelme" fiilinin Allah'a isnâd edilmesi."Hak Teâlâ'nın,
"Rabbin geldiği zaman..."(Fecr, 22) ayeti ne dersin?" derterse, biz deriz ki:
"Bu hususta birkaç te'vil yapılmıştır. Btrada da mesele vazıhtır.
Binâenaleyh bunu savuşturmak mümkün değildir. Şu İde, bu manadan kaçınmak
gerekir. Hatta vâcib olan şöyle denilmesidir: "Bundan "Çok korkunç,
dehşetli ve büyük birşey geldiğinde..." manasıdır. Fakat Allah Teâtâ. daha
fazla korku salıp, daha etkili olsun diye, bunu açıkça zikretmemiş,
tazfetmiştir,"
[269]
Keşşaf sahibi,
"Ayetteki "yevm" kelimesi üzerinde âmil olan,
"konuşmaz" fiili, yahut da mahzûf bir üzkur (hatırla) fiilidir"
demiştir.
[270]
Hak Teâlâ nın "Allah'tan izinsiz hiçbir
kimse konuşamaz" Adesinde bîr hazif vardır ve takdiri, "...O günde
hiçbir kimse konuşamaz" şeklindedir eğer denirse ki "Bu ayetle, bu
ayete ters düştüğü sanılan şu gibi ayetler nasıl z -eştirilebilir?: "O gün
herkes öz canının kurtuluşu için uğraşır1' (Nahi, 111); "Onlar AlaA a
yemin ederek, yalan söyler "Vallahi Ey Rabbimiz biz müşrik değildik"
derİer" (Enam. 23); "Onları habsedin, çünkü onlar mes'uldür"
(Sâftât, 24) ve "Bu, hepsinin dillerinin tutulacağı bir gündür. Onlara
izin de verilmeyecek ki özür besinler" (Murseiat, 35-36).
Evet, böyle denirse,
buna şu iki şekilde cevap verilir:
a) Ayetlerde bahsedilen, "konuşmaktan men
edilme" işi, hakiki ve doğru cevap verememe diye izah edilebilir.
b) Kıyamet, uzunca bir gün olup, onun çeşitli durakları
vardır. Onlar, o durakların bazısında kendilerini müdafaa ederler, bazısında
konuşamazlar, bazısında da müsaade edilir ve konuşabilirler, bazısında da
ağızlarına mühür vurulur, elleri ayakları konuşur.
Hak Teâlâ'nın
"Artık onlardan kimi şakı, kimi de sâiddir" buyruğu ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[271]
Keşşaf sahibi,
"Ayetteki "onlar" zamiri, Kıyamettekilere râcîdir. Bilindiği
için, ve "Allah'tan izinsiz hiçbir kimse
konuşamaz" cümlesi
onu gösterdiği için,
açıkça zikredilmemiştir. Çünkü daha önceki "O, bütün insanların
birarada topianmış olacakları bir gündür" ayetinde, insanlardan
bahsedilmiştir" demiştir.
[272]
HakTeâlâ'nın bu
beyanının zahiri, Kıyamettekilerin, bu iki kısmın dışında olamayacaklarını
gösterir. Buna göre eğer, "insanlar içinde, deliler ve çocuklar yok mu?
Bunlar, bu iki kısmın dışında kalırlar?" denilirse, biz deriz ki:
"Hasredilenlerden maksad, hesabı olan kimselerdir. İşte o hesab verecek kimseler
bu iki kısmın dışında kalamazlar."
[273]
Eğer, "Kâdî, bu
ayeti, A'raf ehlinin ne cennette, ne de cehennemde olmadıkları görüşünün
yanlışlığına delil getirmiştir. Ya sizin bu husustaki görüşünüz nedir?"
denilirse, biz deriz ki: Hesaba tabî tutulmayacakları için, çocukların ve
delilerin, bu iki kısmın dışında olacakları kabul edildiğine göre, niçin
A'raftakilerin de bu iki kısmın dışında kaldıkları söylenemesin? Çünkü onlar da
hesaba tabî tutulmayacaklardır. Çünkü Hak Teâlâ onların sevablartntn
günahlarına denk olduğunu biliyor. Dolayısıyla onları hesaba çekmenin bir
manası yoktur.
Eğer, "Kâdî, bu
ayetle yine, Kıyamet meydanında bulunan herkesin mutlaka, ya sevabının, ya
günahının fazla olacağına; orada, sevabı günahına eşit olacak kimselerin
bulunabilmesi aklen mümkün ise de, ayetin orada böyle kimselerin
bulunmayacağına delâlet ettiğine istidlal etmiştir" denilirse, biz deriz
ki: Bu hususta söylenecek söz, daha önce de söylenmiş olan şu husustur: Saîd,
mükâfaata ehil olan (cennetlik), şâkî ise cezaya müstehak olan
(cehennemlik)dır. Sadece bu iki kısmın zikredilmeleri, bir üçüncü kısmın
olmadığını göstermez. Bunun delili şudur: Pek çok ayet, sadece mü'min ve
kâfirden bahseder. O ayetlerde ne mü'min, ne de kâfir bir üçüncü kısım zikredilmemektedir. Halbuki Kâdî, böyle bir
üçüncü olduğunu kabul eder.
Binâenaleyh o ayetlerde
bu üçüncü kısmın meyişinden,
onların yokluğu gerekmediği gibi, bu ayette de, üçüncü bir kısmın ilmeyişi, yok
oldukları manasına gelmez.
[274]
Bil ki Allah Teâlâ,
daha şimdiden, Ktyamettekilerin bir kısmının saîd, bir kısmının da şakî
olduğunu bildirmiştir. tan Hakkında
Allah'ın böyle bir
hükmü bulunan ve kendilerinden böyle
bir halin sâdır
olacağını bildiği ci-selerin,
bunun aksine olmaları imkânsız olur. Aksi halde Allah'ın haber verdiği ayrı
yalan, ilminin de cehalet olması gerekir ki, bu imkânsızdır. Böylece saîd'in
şakî, ş*d"nin de saîd olamayacağı sabit olmuş olur. Bu delilin izahı, bu
tefsirde defalarca geçti. Hz. Ömer (r.a)'in, bu ayet nazil olunca şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Ya RKulallah, buna göre şimdi biz, olmuş bitmiş,
hükmü verilmiş bir şeye göre mi amel (çabalıyoruz), yoksa henüz hükmü
verilmemiş bir şeye göre mi amel öryoruz?"
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s) de r'azûıp)
bitirilmiş bir şeye göre, ey Ömer. Kalemler (onu yazıp) kurumuş, kaderler
cereyan etmiş (ona göre meydana gelmiş)-Fakat her insana, yaratıldığı şey kolaylaştırılır[275]
buyurmuştur. Mutezile ise, Hasan el-Basrî'nin: "İnsanlardan tazısı ameli
ile saîd, bazısı da yine ameliyle şakî olur" dediğini nakletmiştir. Biz
{ehl-i «ûnnet) deriz ki: Kesin delil, bu rivayetlerle savuşturulamaz. Hem
kişinin ameli ile »d veya şakî olduğu hususunda bir münakaşa yoktur. Ancak
kişinin amelleri, Allah'ın aza ve kaderi ile meydana geldiğine göre, bizim
delilimiz devam etmiş oiur.
Bil ki Allah Teâlâ,
Kıyamettekileri bu iki kısma ayırınca, herbirinin durumunu apMamak üzere:
"Şakî olanlara gelince, onla/ ateştedirler ki orada (çok feci) bir nefes
alıp vermeleri vardır" buyurmuştur. Bj tabirle ilgili birkaç mesele
vardır:
[276]
Alimler ayetteki "zefir" ile
"şehîk" arasındaki
farkhususunda birkaç izah yapmışlardır:
Birinci İzah: Leys şöyle
der: " Zefir, bir kimsenin, son derece kederlendiğinde göğsünü hava ile
doldurup, onu
;txr müddet) dışarı
vermemesi; "şehîk" ise, işte bu nefesi birden salı vermesidir."
Ferra da: "Atâ, "karnı büyük" manasında, denilir" demiştir.
Ben derim ki: "İnsan çok kederlendiğinde, nefesi göğsünde kalır. Nefes
göğsünde «alınca, harareti yükselir. İşte insan bu esnada, o hararetini
söndürebilmek için, çokça 5 Müslim, Kader, 8 (4/2041); Ibn Maca, Mukaddime, 10
(1/35). serin havayı içine çekebilmek için, kuvvetli bir nefese ihtiyaç duyar.
Bundan dolayı o esnada, havanın, göğse çokça çekilmesi arzu edilir. Bu durumda
göğsü kabarır, ciğerleri şişer. O çok hararet ve insanın nefesi, göğüste tıkalı
kalınca, dış organları soğuk sarar. Böylece de, nefes organları çoğu kez, içeri
alınan o fazla havayı dışarı vermekten adeta aciz kalır. Dolayısıyla da bu çok
hava, göğüste tıkanmış olur ve nerede ise insan ondan boğulacakmış gibi olur.
Bu durumda insanın tab'ı o havayı çıkarmaya gayret eder. İşte tabiblerin bu
acıkmasına göre, "zefir", nefesin göğüste tıkanıp kalması yüzünden,
kalbte meydana gelen harareti düşürmek için, içeri alınan çokça havadır. Şehîk
ise, insan tabiatının, o nefesi kuvvet sarfetmek suretiyle dışarı vermesine
denir. Bu iki halin her biri, çok büyük sıkıntı ve kedere delâlet eder.
İkinci İzah: Zefir, eşeğin anırmaya başladığı zaman çıkardığı ilk
ses gibi olan ses; şehîk ise, anırmasının sonunda çıkardığı sestir.
Üçüncü İzah: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Biz
"zefir"in, yükselmek manasına olduğunu söyledik. Biz diyoruz ki:
Zefir, cehennem alevinin, çok kuvvetli olduğu için, cehennemlikleri yukarı
doğru kaldırmasıdır. Onlar en yüksek bir noktaya ulaşıp, oradan cehennemin
dışına çıkmak istediklerinde, melekler demir tokmaklarla onlara vurur ve onları
cehennemin dibine yollarlar. İşte, "Ne zaman oradan çıkmak isteseler oraya
döndürülürler." (secde, 20) ayeti ile kastedilen budur. Binâenaleyh
onların cehennemin yukarısına çıkmalarına "zefir", yeniden dibe
inmelerine de "şehik" denilir."
Dördüncü İzah: Ebû
Müslim şöyle der: "Zefir, çok şiddetli ağlandığı zaman, insanın göğsünde
toplanan ve nerede ise kesilen nefes; şehik ise, çok sıkıntı ve keder anında
dışarı verilen nefestir. Bu iki durumu çoğu kez, bir baygınlık takib eder,
bazan bunun peşinden ölüm meydana gelir"
Beşinci İzah:
Ebul-Âliye. "Zefir, boğazda olan, şehik ise göğüste olan nefestir"
demiştir.
Altıncı İzah: Bazı
kimseler: " Zefir, çok şiddetli ve kuvvetli ses; şehik ise, çok zayıf olan
sestir" demişlerdir.
Yedinci İzah: İbn
Abbas (r.a) "Cenâb-ı Hak, bu tabir ile, cehennemliklerin pişmanlık içinde
olduklarını, ardı arkası kesilmeyen bir ağlama, bir üzüntü ve bir ah-ü vâh
halinde olduklarını kastetmiştir" demiştir.
Sekizinci İzah: Zefir,
daha önce de bahsettiğimiz gibi, lügat manası bakımından, kuvvetli olmayı;
"şehik" ise, zayıflığı göstermektedir. Bunu iyice anladığında biz
deriz ki: Ayette, "zefir" ile, onların dünya âlemine ve bedenî
lezzetlere son derece meyletmeleri, "şehik" ile de, onların ruhanî
alem ile mesûd olmaktan ve ilâhî nurlar, kudsî yücelikler ile kemâle ermekten
âciz ve z^yıf oluşları kastedilmiştir.
[277]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gökler w* yer durdukça, orada ebedî kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği
müddet müstesna..." rcyu/muştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:
[278]
Bazı kimseler,
kâfirlerin azabının sonlu olup, (bir gün) nihayete ereceğini iddia edip, hem
Kur'ân ile hem aklî deliller ile istidlal etmişlerdir.
Bunların Kur'ân'dan
delilleri, pek çok ayettir. Birisi, bu (tefsir ettiğimiz) ayettir. bakımdan, bu
ayetle istidlal etmişlerdir:
a) Allah Teâlâ, "Gökler ve yer durdukça..."
buyurmuştur. Bu tabir, onların ceza , metlerinin, göklerin ve yerin bakî kalma
müddetine denk olduğunu gösterir. Bu fcöyte olmakla birlikte biz, göklerin ve
yerin devam müddetinin sonlu olduğu tasusunda anlaşma halindeyiz. Öyleyse
kâfirlerin cezasının müddetinin de, sonlu r>~ası gerekir.
b) Ayetteki, "Rabbinin dilediği müddet
müstesna,.." istisnası, onların cezalarının sûresinden yapılan bir
müstesnadır. Bu, azabın istisna edilen o vakitte son bulacağına delâlet eder.
Bu görüşte olanların, delil getirdikleri ayetlerden birisi de, "Onlar devirler
boyunca cehennemin içinde
kalacaklar " (Nebe1, 23)
ayetidir. Allah Teâfâ, cehennemliklerin bu azabta
beklemelerinin ancak, belli sayıda devirler boyunca nacağını beyân etmektedir.
Onların bu husustaki
aklî delilleri de şu iki şeydir:
a)
Kâfirlerin
isyanları sonlu ve sınırlıdır. Sonu o!an bir suça, sonsuz bir ceza ermek
zulümdür. Bu ise caiz değildir.
b) O ceza, faydası olmayan sırf bir zarardır.
Binâenaleyh çirkin (kabın) bir şeydir. O cezanın faydadan uzak olduğunu şöyle
izah edebiliriz: "Onun Allah'a yönelik bir *aydası olamaz. Çünkü Allah
Teâlâ fayda ve zarar verilmekten münezzehtir. Bu azabın, ceza görene de bir
faydası yok. Çünkü bu, onun için sırf zar^rHır. Bunun, başkasına da faydası
yok.Çünkü zaten cennetlikler kendi lezzetleri ile meşguldürler. 5 nâenaleyh
onların, başkalarına verilen devamlı azabtan lezzet duymalarının, kendilerine
bir faydası yoktur. Bu sebeble o azabın, her türlü faydadan uzak, strf b*r
zarar olduğu sabit olmuş olur. Öyleyse bunun caiz olmaması gerekir.
[279]
Ümmet-i Muhammed'in
büyük çoğunluğu, kâfirlerin azabının devamlı olacağı -ususunda ittifak
etmişlerdir. Böyle ittifak edince de, karşı tarafın bu ayetle istidlal
edişlerine cevap verme ihtiyacı hissetmişlerdir. Hak Teâlâ'nın, "Gökler ve
yer
durdukça, orada ebedî
kabadırlar..." ayeti ile istidlal edilmesine karşı şu iki cevabı
vermişlerdir:
1) Ayetteki gökler ve yer ile, âhiretin gökleri ve yeri
kastedilmiştir. Ahirette gök ve yerin olduğunun delili, "O gün yer, başka
bir yere, gökler de başka göklere tebdil o/unaca/f"(İbrahim, 48) ve
"Bizi, cennetten neresini dilersek, konmak üzere bu yere mirasa yapan
Allah'a hamdolsun" <zumer, 74) ayetleridir. Hem sonra cennetlikler,
kendilerini üzerinde taşıyan ve üzerlerinden onları gölgeleyen bir şeye
muhtaçtırlar. Bunlar da, cennetin göğü ve yeridir.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Teşbih, ancak "müşebbehun bih"in malum ve iyice
belirlenmiş olması durumunda makul ve yerinde olur. İşte o zaman da,
müşebbehteki hükmün sübutunu tekid etmek için, başkası ona teşbih edilir.
Göklerin ve yerin ahiretteki varlığı ise, malûm değildir. Malûm olduğu
farzedilse bile, ancak ne var ki, hiç fanî olmayacak bir biçimde bakî olması
malûm değildir. Onların her ikisinin de varlıklarının astı, insanların çoğuna
meçhul olma; ve yine, onların her ikisinin devamı ve bekası da ekseriyyete
meçhul olunca, devamlı olma hususunda cehennemliklerin ikâb ve cezasını ona
teşbih etmek faydasız bir söz olur."
,
Bu konuda
söylenebilecek en son şey şudur: Kur'ân ile, ahirette gökler ve bir de yerin
bulunduğu sabit olunca, onu kabul etmek vacib olur. İşte o zaman da teşbîh
güzel ve yerinde olur. Ancak ne var ki biz şöyle diyoruz: Ahiret ehlinin
semâlarının devamlı ve bakî olduğunu; yine onların arzının da daim olduğunu
isbat etmenin yolu nakil olunca; sonra nakil de, kâfirin ikâbının devamlı olduğuna
delâlet edince, işte o vakit asıldaki hükmün sübutuna delâlet etmiş olan delil,
ayniyle fer'de de bulunmuş olur. İşte bu durumda ulemâ, kıyasın boşuna ve
teşbihin de batıl olduğunda ittifak etmişlerdir. Burada da böyledir.
İkinci bir cevap şekli
de şudur: Alimler demişlerdir ki: Araplar, devamlılığı ve sürekli (ebed)
olmayı, "Gökler ve yerler durdukça" ifadesiyle dile getirmektedirler.
Bunun benzeri olan diğer ifadeler de, "Gece ile gündüz birbirini
izledikçe", "Deniz dalgalı oldukça" ve "dağ yerinde durdukça"
şeklindeki deyimlerdir. Cenâb-ı Hak da Araplara, dillerindeki alışmış oldukları
örfe göre hitâb etmiştir. İşte onlar, onların ebedî olarak bakî olduklarına
dair inançlarından dolayı bu şeyleri bu şekilde zikredip kullanınca, biz
anlıyoruz ki, onların örfüne göre bu lafızlar ebedîliği ve inkıtâya uğramaktan
uzak olan bir sürekliliği dile getirmektedir.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Siz, "Gökler ve yerler durdukça, onlar orada ebedî
kalıcıdırlar" diyen bir kimsenin bu sözünün, onun, göklerin sona erip yıkılmasından
sonra da mevcut olarak kalmasına mani olduğunu mu kabul ediyorsunuz, yoksa
bunun o manaya delâlet etmediğini mi söylüyorsunuz? Birincisi olursa, o zaman
bir problem ortaya çıkar. Çünkü nass ve ayet, onların ateş içinde kalma
sürelerinin göklerin devam etme müddetine eşit olması gerektiğine.delâlet edip,
gökler sona erdikten, yıkıldıktan sonra ise, onların ateşte kalmaya devam
etmelerine de mani
oulca, sonra yine,
göklerin de mutlaka son bulacağı kesinlik kazanınca, işte o vakit :- azabın
kesileceğini söylemeniz gerekmiş olur. Ama "Bu söz, göklerin ve yerin 3C-^
bulmasından sonra onla/ın ateşte kalmasına mani teşkil etmez" derseniz,
bizim scyie bir cevaba kesinlikle ihtiyacımız yoktur. Böylece, bu cevap, her
iki takdire göre Dosuna olmuş olur.
Bil ki, bana göre, bu
konuda verilebilecek doğru cevap, başka bir şeydir. Bu da şudur: Ayetten ilk
anlaşılan şey, gökler ile yerin devamlı ve baki olmaları halinde, cenennemdeki
kimselerin de devamlı olarak cehennemde kalacak olduklarıdır. Bu şart bulunduğunda,
meşrutun da bulunmasını gerektirir; yoksa şart : Junmadığında meşrutun da
bulunmamasını gerektirmez. Baksana, biz, "Bu bir ,o canlıdır..."
demekteyiz! Eğer biz, "Fakat o, bir insandır" dersek, bu, bir canlı olduğu neticesini verir. Ama biz,
"O, insan değildir" dersek, bu, onun zr canlı olmadığı neticesini
vermez! Çünkü mantık ilminde şöyle bir kaide :, unmaktadır: "Öncülün
nakîzının istisna edilmesi, hiçbir şeyi netice vermez..." İşte r^ada da
böyledir. Biz, "Gökler durduğu müddetçe" dediğimizde, onların ikâbtda
devamlı ve bakî olmuştur; biz, "Fakat gökler, daim ve bakîdirler..."
dediğimizde, :- arın ikâb ve cezalarının da bulunmuş olması, var olması
gerekir. Ama biz, "Fakat bakî olmadı..." dediğimizde ise, onların
ikâbının devamlı olmaması gerekmez.
Şayet onlar,
"Gökler bakî olsa da olmasa da, onların ikâbı hep bulunacağına göre, o
zaman bu teşbihin ne faydası olur?" derlerse, biz deriz ki; Doğrusu, bunda
çok büyük bir fayda bulunmaktadır. Bu, o azabın, uzunluğunu •e süresini insan
aklının anlayamayacağı miktarda, çağlar ve çağlar boyunca infaz edileceğine,
yerine getirileceğine delâlet etmektedir.
Bu azabın bir sonu var
mıdır yok mudur, meselesine gelince, bu, başka delillerden e ce edilebilecek
bir husustur. İşte, vermiş olduğum bu cevap, doğru bir cevaptır, =ra onu ancak,
aklî meselelere birazcık olsun ünsiyyeti bulunan kimseler anlayabilir.
Cenâb-ı Hakk'ın, Allah
Teâlâ'nın yapmış olduğu bir stisna olup, Allah da muhakkak bunu yapmaz. Bu
senin, kendisini dövmeye azmetmiş a duğun halde, "Allah'a yemin ederim ki,
seni mutlaka döveceğim; bundan başka bir karara varırsam müstesna..."
demen gibidir. İşte, burada da böyledir..." Onlar du cevabı tam olarak
anlatmak ve buna dair misaller zikretmek hususunda sözü uzattıkça
uzatmışlardır. Sözlerin tamamının neticesi ise, yukarda zikretmiş Dİduğumuzdur.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Bu, zayıf bir izahtır. Çünkü bir kimse, "Seni mutlaka döneceğim,
bundan başka bir karara varırsam müstesna" dediğinde, bunun manası şudur:
"Seni mutlaka döveceğim; ancak, evlâ olanın, dövmeyi terketmek olduğunu
görürsem müstesna..." Bu ifâde, bu görme işinin tahakkuk edip etmediğine
delâlet etmemektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökler ve yer durdukça, orada
ebedî kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği müddet müstesna..." beyanı ise böyle
değildir. Çünkü bunun manası, "Rabbinin dilemiş olduğu müddet hariç,
onların orada ebedî olarak kalmalarına hükmedilmiştîr" şeklindedir. İşte
burada ifade, bu meşîet ve dilemenin, kesin olarak bulunup tahakkuk ettiğine
delâlet etmektedir. Daha nasıl bu söz o sözle mukayese edilebilir?.
İkinci Cevap Şekli:
Şöyle denilebilir: Buradaki illâ kelimesi, jj- anlamında varid olmuştur. Buna
göre mana şu şekilde olur: "Cenâb-ı Hak, "Gökler ve yer durdukça,
orada ebedî kalıcıdırlar..." buyurunca, bundan onların, dünyadaki gökler
ve yer ayakta durduğu müddetçe onların da cehennemde bulunacakları manası
anlaşılmıştır. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak, "Bu kesintisiz ebedîlikten
artakalan kısım hariç" buyurmuş, böylece önce, ohlartn, Araplar nezdinde,
daha uzun olamayacak bir biçimde ebedî kalışlarını zikretmiş, sonra da,
"Rabbinin dilediği müddet, müstesna" istisnasıyla da buna sonu
olmayan devamlılığı ilâve etmiştir. Buna göre mana şu şekilde olur:
"Rabbinin dilemiş olduğu sonu olmayan ilâve hariç..."
Üçüncü Cevap Şekli: Bu
istisnadan maksat, onların, mahşer meydanındaki durma zamanlarıdır. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Şakî olanlara gelince, onlar ateştedirler. Muhasebe
edilmek için durdukları zaman müstesna; çünkü onlar o vakit, ateşte
bulunmazlar..." buyurmuştur. Ebu Bekr el-Esamm ise; "Bundan murad,
"Rabbinin dilediği müddet müstesna; bu, onların kabirde bulunmaları
halidir..." şeklindedir" demiştir. Veya bundan murad "Rabbinin
dilemiş olduğu, onların dünyadaki hayatta'olmaları hali hariç..."
şeklindeki bir manadır. Bu üç görüş de, birbirine yakındır ki buna göre mana,
"Onlar orada, dünyadaki... veya berzahtaki... veya hesaba çekilmek için
durduruldukları müddetleri miktarınca kalacaklar, daha sonra da ateşe
gireceklerdir..." şeklinde olur.
Dördüncü Cevap Şekli:
Alimler şöyle dediler: Bu istisna, Cenâb-ı Hakk'ın, "orada çok feci bir
nefes alıp vermeleri vardır" ifadesine racidir. Bunu anlatmak içinse, $unu
deriz: Allah'ın, "Onlar orada ebedî kalıcı oldukları halde, orada çok feci
bir nefes alıp vermeleri olacaktır onların..." sözü, ebedîlikle birlikte
feci nefes alıp vermenin bulunacağını belirtmektedir. Cümleye istisna dahil
olunca, kendisinde bu iki halin bulunmadığı bir zamanın bulunmuş olması
gerekir. Fakat, aktiyyatla ilgili meselelerde kesinleşmiş olan kural
bulunmaktadır: "Cüzlerinin tamamı bulunmadığı zaman, yekûn da, toplam da
bulunmaz.. Aynı şekilde, cüzlerinden tek biri bulunmadığı zaman da
bulunmaz." İşte, işin sonunda onlar hareketsiz, cansız ve adeta sönmüş bir
hale gelince, o vakit onların feci nefes alıp vermeleri de kalmaz. Binâenaleyh,
bu toplamın cüzlerinden birisi de bulunmamış olur. O zaman da, onların ateşte
kalmalarının
nkıtaya uğrayacağını
söylemeye gerek kalmaksızın, böyle bir rstisnânın yapılması sahih olmuş olur.
[280]
Beşinci Cevap Şekli:
Bir cemaat şöyle demiştir: "Bu istisna, tevhîd ehlini ateşten çıkarmayı
ifâde etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesi, bütün bedbahtlar hakkında bu
hükmün verildiğini ifâde etmektedir. Sonraki cümlesi ise, bu hükmün bu bütün
için bulunmamasını gerektirir. Ebedîlik hükmünü tamamından nefyetmek içinse,
onu, tamamın bir kısmından nefyetmek kâfidir. Binâenaleyh, bazı bedbahtlar
için, ebedî kalış hükmünün kalmamış olması gerekir. İşte, cehennemde ebedî
kalmanın kâfirler için söz konusu olduğu sabit olunca, "Kendilerinden ebedî
cehennemde kalmak hükmünün nefyedilmiş olduğu kimseler, ehl-i kıble olan
günahkârlardır, fâstklardır" denilmesi gerekir. İşte ou, bu konuda
söylenmiş olan kuvvetli bir sözdür.
İmdi, eğer denirse ki:
"Bu izah şekli ancak, 2ikretmiş olduğunuz diğer izah şekilleri oozuk
olduğu zaman taayyün eder, ortaya çıkar. O halde, onların fasit olduğuna dair
oelil nedir? Yine, böyle bir istisna, mutlu kullar hakkında da
zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mesûd olanlara gelince, onlar da
cennettedirler. Rabbinin dilediği -rMddet müstesna olmak üzere, gökler ve yer
durdukça onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu. bir lütuf ve ihsandır ki. tükenip,
kesilmesi yoktur" buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:
Biz bu izah şekli ile,
bu ayetin, kâfirlerin azabının kesintiye uğrayacağına delâlet etmediğini beyân
ettik. Sonra, eğer biz bu ayetle, "Allah Teâlâ nın ehl-i kıbfe olan
günahkârları ateşten çıkaracağı" hususundaki sözünün doğruluğuna
istidlalde bulunursak, şöyle deriz:
İllâ kelimesinin sivâ
manasına hamledilmesine gelince, bu, ayetin zahirinden aynlmaktır. İstisnayı,
dünyada yaşama haline, berzaha ve Kıyamet duraklarında durmak haline hamletmek
de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü istisna, cehennemde ebedî kalmaktan yapılmıştır.
Cehennemde uzun boylu kalmanın, cehennemde tahakkuk eden hallerden birisi
olduğu malumdur. Şu halde, cehennemde bulunmazdan önce, cehennemde ebedî
kalışın tahakkuk etmesi imkânsızdır. Ebedî kalış tahakkuk etmeyince de, ondan
istisna yapılmaz ve istisnanın yapılması imkânsız olur. Onun, istisna, feci bir
biçimde nefes alıp vermeyle ilgilidir" şeklindeki görüşü de, ayetin
zahirini terketmektir. Şu halde, geriye ayetin, bizim bahsettiğimiz şeyden
başka, sahih olarak hamledilecek bir manası kalmamıştır.
Onun, "Buradaki
istisnadan maksat, Allah'ın ateşten şiddetli soğuğu nakletmesidir" sözüne
karşı deriz ki: Durum şayet böyle olsaydı, şiddetli soğuk ile yapılan azabın,
ancak göklerin ve yerin süresinin sona ermesinden sonra olması gerekirdi.
Halbuki sahih hadisler, ateşten şiddetli soğuğa ve şiddetli soğuktan ateşe nakledilmelerinin,
hergün defalarca olacağına delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu izah şekli
geçersizdir, Onun,"Böyle bir istisna, sa'îd kutlar hakkında da
mevcut" sözüne karşı biz deriz ki: Ümmet, "Bir kimse cennete girer,
sonra oradan çıkıp cehenneme girer" denilmesinin imkânsız olduğu hususunda
ittifak etmiştir. İşte bu icmâdan ötürü biz, bu ifadede, bu istisnayı,
zikredilen o tevillerden birine hamletmek zorunda kaldık. Bu ayete gelince,
bununla ilgili böyle bir icmâ yoktur. Bu sebeple de onu, zahirî manasına
hamletmek gerekmiştir. İşte ayet hakkındaki sözün tamamı budur.
Bil ki Cenâb-t Hak, ÜU
istisnayı zikredince, "Çünkü, Rabbin ne dilerse, onu hakkıyla
yapandır" buyurmuştur. Biz, istisnaya, fasıkların ateşten çıkarılması
manası verirsek bu ifâdenin ayete uygunluğu güzel olur. Sanki Hak Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Ben hakimiyyet ve kudretimi izhâr ettim. Sonra mağfiret ve
rahmetimi de izhâr ettim. Çünkü ben, dilediğimi hakkıyla yapanım. Şüphesiz hiç
kimsenin bana karşı hiçbir hükmü ve gücü olamaz."
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Saîd olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müddet
müstesna olmak üzere, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî
kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:
[281]
Hamza, Kisâî ve
Âsım'ın râvisi Hafs, sîn'in zammesi ile suidû; diğer kıraat âlimleri, fethalı
olarak saidû şeklinde
okumuşlardır. Sîn harfinin zammesi
ile okuma, if'al babından (es'ade) zaid harfin
hazfedilmesi tarzında olmuştur. Zira, Jm sîgâsı, müteâddî değildir, sîğası ise
müteaddidin Binâenaleyh aynı manadadır. Nitekim erkek adı olan
"Mes'ûd" da, bu fiilden alınmadır.
[282]
Saîd, yani cennetlik
kullar hakkındaki ayetteki istisnayı, daha önce (şakilerle ilgili olarak)
zikredilmiş olan izah
şekillerinden birisine
hamletmek gerekir. Bur^ja bir başka
izah şekli daha
vardır, bu da şudur: Muhtemeldir ki onların bir kısmı bazan, cennetten alınıp
Arşa ve ancak Allah'ın bilebileceği yüksek menzillere çıkarılırlar. Nitekim Hak
Teâ\â, "Allah, rnü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da -içinde ebedî î
.'»u oldukları halde- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel
meskenler vaadetti. Allah'ın ndvam (rızası) ise daha büyüktür"<Tevt»,
72) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bu bir lütuf ve ihsandır ki, tükenip kesilmesi yoktur" beyanı ile de
ilgili iki mesele vardır:
[283]
Arapça'da, birisi bir
şeyi kesip parçaladığı zaman, iardenilir. Yine "Allah onların arkalarını
kessin, sayılarını kurutsun" denilir. Buna göre ayetteki,tabiri,
"kesintiye uğramayan" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın
Na'îm cennetini anlatırken buyurduğu, "Kesilip tükenmeyen, yasak
edilmeyen... "(vakıa. 33) tabiridir.
[284]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
ayette bu istisnadan maksadın, bu halin kesintiye uğraması olmadığını iyice
açıklayıp, bu gerçeği de, bilhassa burada zikredip, şakî kullar için
zikretmemiş olunca, bu deyim, şakîlerle ilgili o istisnadan maksadın, inkıta
olduğuna delalet eder. işte ayet hakkında söylenecek sözün hepsi bundan
ibarettir.
[285]
A onların tapmakta
oldukları şeylerden şüphe içinde olma. Onlar, daha önceleri ataları nasıl
tapıyor idiyseler, tıpkı onlar gibi tapıyorlar. Biz de elbet nasîblerini
eksiksiz vereceğiz" (Hüd, 109).
Bil ki Allah Teâlâ,
putlara tapan kimselerin kıssalarını anlatınca, bunun peşinden şattenn ve
saîdlerin hallerini zikredip, daha sonra bu ayette de, kavminin içindeki
Mirlerin halini peygamberine açıklayarak, yi "artık şüphe içinde
olma" auyurmuştur. Bu kelimenin aslı, şeklidir. Fakat bu kelime çok
kullanıldığı içinhazfedilmiştir. Bir de, nûn harfi sözün (kelimenin) sonunda
bulunduğu zaman, edildiğinde sadece gunnesi farkedilir. Bundan dolayı Araplar
bu nûn'u -azlederler. Bu cümlenin manası şudur: "(Ey Resulüm), putlara
tapan bu kimselerin auxımu ile ilgili olarak, o putların onlara hiçbir fayda ve
zarar veremeyeceği hususunda şüphen olmasın."
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Onlar, daha önceleri
x&an nasıl tapıyor
idiyseler, tıpkı onlar gibi tapıyorlar" buyurmuştur. Bundan murad, «ntann,
cehalete ve taklide sarılma hususunda atalarına benzediklerini anlatmaktır.
Hak Teâlâ, sonra
"Biz de elbet nasiblerini eksiksiz vereceğiz" buyurmuştur. Bu
cümleden maksadın, "Biz onların nasiblerini, yani onların payı olan azabı
eksiksiz vereceğiz" manası olabileceği gibi, "Onlar her nekadar kâfir
olup, hakdan yüz çevirmiş olsalar da, onların rızıklarını ve dünyevî
hayırlardan nasiblerini eksiksiz vereceğiz" manası olması da muhtemeldir.
Yine bu cümleden maksadın, "Biz, özürlerini ve mazeretlerini gidermek için
deliller ortaya koyma, peygamberler gönderme ve kitaplar indirme hususundaki
hisselerini eksiksiz vereceğiz" şeklinde olması da muhtemel olabileceği
gibi, bu manaların hepsinin birden kasdedilmiş olması da muhtemeldir.
[286]
"Andolsun ki biz,
Musa'ya o kitabı verdik de, onun hakkında da ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir
söz (kader) geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilmiş, iş bitmişti
bile... Muhakkak ki onlar bu Kur'ân'dan yana şiddetli bir tereddüt ve şüphe
içindedirler. Şüphesiz Rabbin, herbirinin amellerini onlara
tam verecektir. Çünkü
O, onların yaptıklarından hakkıyla haberdârdır" (Hûd. 110-111).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette Mekke kâfirlerinin tevhidi inkârda ısrar ettiklerini beyân
edince, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr edip, O'nun
kitabını yalanlama hususunda da ısrar ettiklerini beyân etmiştir, 'ne Hak TeâlA
kâfirlerin, bütün peygamberlere karşı aynı yanlış yaklaşım içinde olduklarını
beyân etmiş ve buna bir misal getirmiştir. Bu misal de şudur: Allah Teâlâ, Musa
(a.s)'ya Tevrat'ı indirince, kavmi Tevrat hakkında ihtilafa düşmüşler; bir
kısmt op :.abul ederken, diğerleri inkâr etmiştir. Bu delâlet eder ku
insanların âdeti ve tavrı hep böyledir[287]
Sonra Allah Teâlâ,
"Eğer Rabbinden bir söz (kader) geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm
verilmiş, iş bitmişti bile..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç izah
vardır:
a) Bundan maksad şudur: Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın daha
önce, bu ümmetin başına gelecek olan azabı Kıyamete kadar erteleme hükmü
bulunmamış olsaydı, bu kâfirlerin küfürlerinin büyüklüğünden ötürü müstehak
oldukları, başlarına köklerini kazıma azabını indirme hâdisesi tahakkuk
ediverirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın önceden mevcud olan hükmü ve takdiri, bu
azabı ertelemiştir.
b) Bundan maksad şudur: "Eğer Rabbinden bir kelime
-ki bu kelime Allah "eâJâ'ntn ihtilaf edenler arasında, Kıyametgünü
hükmedeceği hükmüdür-, geçmemiş asaydı, bu dünya yurdunda iken haktan yana
olanı, bâtıldan yana olandan ayırmak olurdu."
Hak Teâlâ, bunu iyice
ortaya koyunca, "Muhakkak ki onlar, geçtiği ve ihsanının, kahrına gâlib
geldiğidir. Yoksa aralarında hemen hükmedilir, tirilirdi.
Hak Teâlâ, bunu iyice
ortaya koyunca, "Muhakkak ki onlar, meni senin kavminin kâfirleri bu
Kur'ân hakkında bir tereddüt ve şüphe içindedirler" buyurmuştur. Daha
sonra da, "Şüphesiz Rabbin -erbirinin amellerini onlara tam
verecektir" buyurur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele rardır:
[288]
Bu cümlenin manası
şöyledir: "Kimin azabını hemen verir, kiminkini de tehir edersem; yine kim
peygamberlerimi tasdik eder, kim de yalanlar ise, şüphesiz onların durumları,
amellerinin karşılıklarının eksiksiz verilmesi hususunda eşittir."
Binâenaleyh ayet, aynı anda hem bir vaad, hem de bir vaîd ifâde etmektedir. Çünkü
taatlann karşılığını eksiksiz vermek büyük bir vaad, yine günahların
karşılığını eksiksiz vermesi de büyük bir vaîddir. O'nun, , onların
yaptıklarından hakkıyla :dardır" cümlesi de, bu vaad ve vaîd için bir
te'kiddir. Çünkü Cenâb-ı Hak bütün malumatı (herşeyi) bildiğine göre, taatlann
ve masiyetlerin miktarını da bilir. Böylece ete, her amele uygun düşen cezayı
da bilir. O zaman da, hiçbir hak ve karşılık zâyı olmaz. İşte bu, çok güzel bir
izahtır.[289]
Ebu Amr ve Kisâî, nûnu
şeddeli olarak, lemmâ lafzını da şeddesiz olarak lemâ şeklinde okumuşlardır.
Ebu Ali şöyle demiştir: "Lemmâdaki lâm,
innenin gerektirdiği bir harftir. Çünkü inne edatı, haberinin
veya isminin başına bir "lâm"ın çelmesini gerektirir. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" wm. 17) ve "Bunda, bir ayet var" (Hud. 103)
ayetlerinde olduğu gibidir. kelimesindeki ikinci lâm ise, senin "Vallahi
sen bunu mutlaka yapacaksın" sözünde olduğu gibi, kasemden sonra gelen
lamdır. İşte ayette
bu iki lâm birlikte
bulununca, aralarına mâ harfi girmiştir. Buna göre mâ zâiddir." Ferrâ ise
şöyle demiştir: "Buradaki mâ, men (kim) manasındadır." Diğer
kısımların izahı ise, yukarıda geçtiği gibidir. Bunun bir benzeri de,
'İçinizden öylesi vardır ki muhakkak ağır davranır"(Nisa, 72) ayetidir. Bu
ayetin ikinci kıraatine göre, İbn Kesir, Nâfi ve Âsım'ın râvisi Ebu Bekr her
iki lafzı da şeddesiz olarak, uve in küllen lema" şeklinde okumuşlardır.
Bunun sebebi şudur: Bunlar, inne'nin şeddeli iken amel etmesi gibi, şeddesiz
olarak in şeklini de amel ettirmişlerdir. Çünkü in kelimesi fiile benzer. Nasıl
fiillerin, senin ve (Zeyd ayağa kalkmadı) sözlerinde olduğu gibi, tam veya
(bazı harfleri) hazfedilmiş iken amel etmeleri caiz ise, inne ve in kelimeleri
de böyledir.
Ayetin üçüncü bir
kıraatine göre, Hamza, İbn Âmir ve Hafs, her iki lafzı da şeddeli olarak,
şeklinde okumuşlar ve: "Bu hususta söylenilmiş olanların en güzeli şudur:
Lemma lafzının aslı, tenvinli olarak, lemmen şeklidir. Nitekim
"Alabildiğine yemek..." (Fecr, 19) ayetinde de böyledir"
demişlerdir. Buna göre mana, "Onların hepsi bir araya getirilecekler, yani
toplanacaklardır" şeklinde olur. Sanki "Ontarın hepsi..."
denilmektedir.
[290]
Bir faziletli zâtın
şöyle dediğini duydum: "Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, müstehak olan
herkese, hakettiği Bu Ayetteki Yedi Te'kid Unsuru şeyi tam olarak vereceğini haber verince,
bu ayette yedi
çeşit te'kid
kullanılmıştır:
1) Te'kid için kullanılan inne edatı.
2)
Yine te'kid
için kullanılan küllen kelimesi.
3)
İnne edatının
haberinin başına gelen ve te'kid ifâde eden lâm.
4) Lemâdaki mâ edatı. Çünkü biz onun, Ferrâ'nın görüşüne
göre, bir mevsûle olduğunu söyledik.
5) Mahzûf bir kasem. Çünkü sözün takdiri, "Allah'a
yemin olsun ki, Allah onların herbirinin amellerini onlara tam verecektir"
şeklindedir.
6)
Kasemin
cevabının başına gelmiş olan, ikinci lâm.
7) cümlesindeki şeddeli te'kid nûnu.
İşte bu tek ifâdedeki, te'kid için olan yedi lafzın tamamı, Rububiyyet
ve ubûdiyyet işinin ancak ba's (öldükten sonra dirilme), Kıyamet, haşir ve
neşir ile tamam olacağına delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak bunun peşinden,
"O. onların yaptıklanndan hakkıyla haberdardır" buyurmuştur ki bu, en
ileri te'kid unsurlarındandır.
[291]
"O halde sen (ey
Resulüm) beraberindeki tevbe edenlerle birükte, emrolunduğun şekilde dosdoğru
hareket et. Aştrı gitmeyin. Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görendir. Bir de
zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size
ateş çarpar. Zaten
sizin Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra yardım
göremezsiniz"
(Hûd, 112-113).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[292]
Bit ki Cenâb-ı Hak,
açıkça vaad ve va'îdde bulununca, bunun peşinden peygamberine,
"Emolunduğun şekilde
dosdoğru hareket
et" buyurmuştur. Bu söz, ister kendisiyle alakalı olsun, isterse vahyin
tebliğ edilip, hükümlerin beyân edilmesiyle alakalı olsun, bütün akâid ve amel
meselelerini içine alan, umûmî (genel) bir sözdür. Şüphe yok ki, gerçek
istikamet (doğruluk) üzere bulunmak cidden zordur. Ben sana, bunun zorluğunu
akl-ı selime kolayca gösterecek olan bir misal vereceğim. O da şudur: Gölge ile
aydınlığın arasını birbirinden ayıran düz çizgi, enine bölünemez bir bütündür.
Fakat bu çizginin, iki tarafını hissedip (gözle) iyice birbirinden
ayırdedemezsin. Çünkü gölge tarafı, aydınlık tarafına yakın olduğu için,
görülme bakımından birbirine karışır. Bundan dolayı insanın bakışı, herbiri
diğerinden iyice ayırdedilecek şekilde, bu çizgiyi tam olarak göremez.
Bunu, verdiğimiz
misalde anladığın zaman, ubûdiyyetin bütün kısımlarındaki misallerini de buna
göre anla. Bunlardan birincisi, marifetullahtır. Bu marifetullah, kulun,
"isbâf'ı kabul edip "teşbih"ten; "nefy"i söyleyip
"ta'tîTden korunmuş olarak elde edebilmesi son derece zordur. Sen, diğer
marifet makamlarını da, kendiliğinden düşün. Yine, gazab kuvvetiyle şehvet
kuvvetinden ve birinin, ifrat ve tefrit olmak üzere, iki aşırt ucu bulunup,
ikisi de kınanmıştır. Bu ikisini birbirinden ayıran, iki taraftan hiçbirisine
meyletmeyecek biçimde ortada duran çizgidir. İşte bu çizgi üzerinde durabilmek
zordur. Sonra bununla amel etmek daha da zordur. Binâenaleyh, böylece sabit
olur ki, "sırat-ı müstakim"i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse
bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur. Bu makam son
derece zor olduğu için Ibn Abbas şöyle demiştir: "Kur'ân'ın tamamında,
riz. Peygamber'e bundan daha zor ve daha meşakkatli gelen, başka bir ayet nazil
olmamıştır." Bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.s): "Hûd suresi ve
benzerleri beni ihtiyarlattı" buyurmuştur.
Birisinin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Hz, Peygamber (s.a.s)'i rüyamda gördüm ve "Senin
"Hûd suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı" dediğin rivayet
ediliyor" dedim. Bunun üzerine O: "Evet" dedi. Ben de:
"Hangi ayetten dolayı?" deyince, O da: "O halde sen (ey
Resulüm), emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" ayetiyle1 buyurdular.
[293]
Bil ki bu ayet,
şeriatta, büyük bir kaide oluşturmaktadır. Çünkü Kur'ân, abdest fiillerinin
belirli bir sıraya göre yapılmasını emredince, "O halde sen, emrolunduğun
şekilde dosdoğru hareket et" ayetinden dolayı bu sıraya uymak vacib olur.
Yine Kur'ân'da, devenin zekâtının deveden, sığırın zekâtının sığırdan verilmesi
emri varid olunca, buna da Uymak vacib olur. Kur'ân-ı Kerim'de varid olan,
Allah'ın bütün emirleri hakkında söylenecek olan söz aynıdır. Bana göre, ayetin
kıyas ile tahsis edilmesi caiz olmaz. Çünkü, bir ayetin umumî manası bir hükme
delâlet ettiği zaman, "O halde sen emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket
et" buyruğundan dolayı, onun gerektiği hüküm vacib olmuş olur, Kıyasla
amel etmek ise, ondan sapmaktır.
[294]
Sonra Cenâb-ı Hak,
beraberindeki tevbe edenlerle birlikte" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç
meseie vardır:
Vahidî şöyle demiştir:
[295]
"Ayetteki men,
birkaç bakımdan, ref mahallindedir:
1) O'nun, emrindeki
müstetîr zamir olan ente (sen) üzerine atfedilerek merfû olması. Burada,
attf sahih olduğu için, muttasıl olan zamir ile tekîd yerine, harf-i cer olan
kemâ'daki kâf ile vasfediimekle yetinilmiştir. Yani, "Sen ve onlar,
dosdoğru olunuz" demektirr
2) Bunun, 'deki zamire atfedilmiş olması.
3) Bunun, manasında mübteda olması."Beraberindeki
tevbe edenler de, doğru olsunlar"[296]
Kâfir ve fasığın,
küfür ve ftsklarından rücû etmeleri gerekir Bu halleri üzere iken, istikametle
meşgul olmaları sahîh olamaz. Ama, küfür ve fısktan tevbe edenin, Allah'ın
dininin yollan üzere istikametle meşgul olması ve Allah'ı kulluk yolu üzere
devam etmesi doğru ve sahihtir. Daha sonra Cenâb-ı. Hak, "Aşırı gitmeyin"
buyurmuştur. Bu o fiilin adarı olan tuğyan, haddi ve ölçüyü, sınırı aşmak
anlamındadır. İbn Abbas: "Allah Tatta bununla, "Allah'a boyun eğin;
hiçkimseye karşı kibirlenmeyin" manasını «astetmiştir" demiştir. Yine
bunun, "Kur'ân hakkında haddi aşıp da, onun haramını ketti, helâlini da
haram kılmayın" veya, "Size emrolunan şeylerde haddi aşmayın «e
sınırları tecavüz etmeyin" veyahut "Allah size büyük nimetler in'âm
ettiğinde, O'na >--jr ve boyun eğme yolundan sapmayın" manalarında olduğu
da söylenmiştir. Evlâ : anı, bütün bu manaların ayete dahil olduğudur.
[297]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bir.de zulmedenlere etmeyin... "buyurmuştur. Bu fiilin mastarı
olan rükün kelimesi, bir şeye itminan auyjp, muhabbetle ona meyletmek, yönelmek
anlamındadır. Kelimenin zıddı ise, «ötür (nefret etmek) kelimesiyle ifade
edilir. Kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi *âf ve tâ harflerinin fethasıyla
şeklinde okumuşlardır. Bunun mazisi, *ime (bitdi) fiilindeki gibi rekine
şeklindedir. Bu fiilin şeklinde başka ör kullanışı da bulunmaktadır. Ezherî:
"Bu, fasîh değildir" demiştir. Muhakkik alimler: "3urada nehyedilen
şey, zalimlerin üzerinde bulundukları zulme rıza göstermek, r^farın bu işini
iyi görmek, hem kendileri hem başkalarına onun güzel olduğunu öeirtmek ve bu
kabîl şeylerde onlara katılmaktır. Ama, onlardan gelebilecek bir zararı
defetmek ve zarurî, hemen elde edilmesi gereken bir menfaati temin etmek için
onların arasına karışmak, yasaklanan bu meyil çeşidine dahil değildir"
demiştir. cümlesinin manası, "Siz onlara eğer meylederseniz, işte böyle
bir -"eyiin sonu budur, yani sizi ateş çarpar..." şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur. Yani, Zaten sizin
Allah'tan başka, sizi Allah'ın azabından kurtaracak yardımcılarınız
yoktur" buyurmuştur.
Daha sonra,
"Sonra yardim göremezsiniz" buyurmuştur, -dan maksat, "Siz, size
böyle vakıa karşısında yardım edebilecek hiç kimseyi nazsınız..."
manasıdır.
Bil ki Allah Teâlâ,
zalimlere meyleden kimseye, mutlaka ateş isabet edeceğine hüküm vermiştir.
Durum böyle olunca, bizatihi zalim olan kimsenin hali nice
"Gündüzün iki
tarafında ve gecenin yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler
kötülükleri giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür. Sabret, zira Allah,
muhsinlerin mükâfaatmı zayi etmez"
(HÛ(J, 114-115).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Peygambere dosdoğru olmayı emredince, bunun peşinden namaz emrini getirdi.
Bu, Allah'a imandan sonra ibâdetlerin en büyüğünün namaz olduğuna delâlet eder.
Ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
[298]
Ben Kadî
Ebu Bekr el-Baklllanî'nin bir
kitabında, Haricîlerin, şu iki bakımdan bu ayeti sadece sabah ve akşam
namazlarının farz olduğuna delil getirdiğini gördüm.
1) Bu iki vakit, gündüzün iki tarafında bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hak da, gündüzün iki tarafında namaz kılmayı farz kılmıştır. Şu halde,
bu kadar miktar namazın yeterli olması gerekir. Buna göre eğer,
"ayetteki
"gecenin yakın saatlerinde" tabiri, diğer namazları gerektirir"
denilirse, biz (Haricîler) deriz ki, biz, bunu kabul etmiyoruz. Çünkü gündüzün
iki tarafı, gecenin yakın saatleri olarak vasfedilirler. Zira, gündüz olmayan
vakit, gece olur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu, sıfatın mevsûfuna
atfedilmesini gerektirir. Ama ne var ki, Kur'ân'da ve şiirde bunun misali pek
çoktur.
2) Allah Teâlâ, ''iyilikler, kötülükleri
giderir..." buyurmuştur. Bu, gündüzün iki tarafında namaz kılan kimsenin,
kıldığı bu vakit namazın, bunlar dışındaki bütün kötülüklere keffâret olacağını
ihsas eder, bildirir. Diğer namazların da farz olduğu söylense bile, bu iki
vakit namazın ikame edilmesinin, diğer namazların terkine keffâret olması
gerekir. Bil ki bu görüş, ümmetin icmâsıyla batıl olup, buna iltifat edilemez.
[299]
Ayetteki
"gündüzün iki tarafı" deyiminin tefsiri hususunda birçok görüş
bulunmaktadır. Doğruya en yakın "Gündüzün İki Tarafı" Hangi Vakitlere
olan, gündüzün iki tarafında olan bu namazların, sabah ve Delâlet Eder? ikindi namazları olduğu
görüşüdür. Bu böyledir, çünkü, gündüzün iki tarafından birisi, güneşin doğuşu;
diğer tarafı da güneşin batışıdır. Birinci taraf, sabah namazı vaktidir. İkinci
tarafın akşam namazı vakti olması caiz değildir. Çünkü akşam namazt, ayetteki
"gecenin yakın saatleri" tabirinin hükmüne dahildir. Binâenaleyh,
ikinci tarafı, ikindi namazının vaktine -amletmek gerekir. Bunu anladığın zaman
bil ki ayet, sabah namazını biraz aydınlığa yakın; İkindi namazını ise, tehir
ederek kılmanın daha efdal olduğu hususunda, Ebu Hanîfe (r.h.) en bir delildir.
Bu böyledir, çünkü bu ayetin zahiri, gündüzün iki tarafında namaz « manın farz
olduğuna delâlet etmektedir. Biz, gündüzün iki tarafından birisinin, güneşin
doğuşu zamanı, diğerinin de güneşin batışı zamanı olduğunu açıklamıştık,
-albuki ümmet-i Muhammed, o vakitte, zaruret olmaksızın namaz kılmanın meşru
:-madiği hususunda ittifak etmiştir. Böylece bu ayetin zahiriyle amel etmek
imkânsız ; muştur. Binâenaleyh, ayeti mecazî manaya hamletmek gerekir ki, bu
da, bundan • astedilen mananın, "Namazı iki tarafına yakın olan vakitte
kıl" şeklinde olmasıdır. Çünkü bir şeye yakın olana, onun isminin
verilmesi caizdir. Durum böyle olunca, güneşin doğuşuna ve batışına yakın olan
her vakit, lafzın zahirine en yakın olan <a<it demektir. Ortalık hafifçe
aydınlanmaya başladığında sabah namazını kılmak, nu, alaca karanlıkta
kılmaktan, güneşin doğuş zamanına daha yakın olmuş olur. k ndi namazını da, her
şeyin gölgesinin iki misli olduğu bir zamanda kılmak, o namazı, şeyin
gölgesinin bir misli olduğu zamanda kılmaktan, güneşin batışı zamanına ;aha
yakındır. Mecazî mana, her ne zaman, hakîkî manaya daha fazla yaklaşırsa, arzı
o mecazî manaya hamletmek daha evlâ olur. Böylece, ayetin zahirinin bu iki
->eselede, Ebu Hanîfe'nin görüşünü kuvvetlendirdiği kesinlik kazanmış olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"gecenin yakın saatlerinde" deyimine gelince, :, tabir, namazı, geceye
yakın üç vakitte kılmayı emretmiş olmayı gerektirmektedir. Çünkü, çoğulun en
azı üçtür. Akşam ve yatsının iki vakti vardır. Binâenaleyh, nama kılImak
gereken geceye yakın üç zamanın tahakkuk edip bulunabilmesi için, vitir
namazının da vacib olduğuna hükmetmek gerekir. Peygamber (s.a.s) için vitir
^amazının vacib olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "ve ona
uyunuz"emrinden dolayı, başkaları hakkında da vacib olur. Bu ayetin bir
benzeri de, "Rabbini, güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce, hamd
ile teşbih et..." 39) ayetidir.
Güneşin doğuşundan önce kılınan,
sabah namazı; güneşin satışından önce kılman ise, ikindi namazıdır.
"Gecenin birkısım saatlerinde ve gündüzün uçlarında dahi teşbih
ef..."rraha, 130) ayeti de, "Ve gecenin yakın saatlerinde" ayeti
gibidir.
[300]
Müfessirler, bu
ayetin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek,
şöyle diyen bir kimse hakkında nazil olduğunu söyle- mislerdir: "Cimânın dışında,
kendi hanımına yaptığı herşeyi, kendisine haram olan bir
kadına yapan adam
hakkında ne
buyurursunuz?.." Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Güzelce bir abdest
alsın, sonra kalksın namaz kılsın" deyince, Allah Teâlâ işte bu ayeti
indirir.Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Ayetteki, hüküm size mi
mahsus?" denildiğinde, O, "Hayır, bütün insanlara" buyurdu.
[301]
Cenâb-t Hak,
"Gecenin yakın saatlerinde..." buyurmuştur. Leys: "Gecenin ilk
kısmına, "zülfe" dendiğini, bunun cem'inin zülef geldiğini söylerken,
Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı kökündendir. "Zülfâ"
ise, yakın olan demektir. Nitekim Arapça'da, "Onu yaklaştırdım, o da
yaklaştı" manasında denilir.
[302]
Keşşaf sahibi, bu
kelimenin hem lâm'ın hem de zâ harfinin zammesiyle zülüf; lâm'ın sükûnu ile
zülf ve "kurbâ "
vezninde olarak zülfâ
şekillerinde okunduğunu söylemiştir. Buna göre, zülef şekli, tıpkı
"zulmet'in çoğulu olan zulem gibi, zülfe kelimesinin çoğulu; zülf ise,
tıpkı büsre kelimesinde olduğu gibi, zülfe şeklinin çoğulu ve iki zammeli şekil
olan zülüf ise, tıpkı yüsr (yüsür) kelimesinde olduğu gibi, Zülf kelimesinin
çoğuludur. Zülfâ ise tıpkı, kurbâ'nın "kurbet" (yakınlık) manasına
olduğu gibi, zülfe manasınadır. Bu da, gündüzün sonunun geceye yaklaşması
manasınadır. ifâdesine, "geceye yakın olan" manası da verilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir" buyurmuştur. Bununla
ilgili iki mesele vardır:
"Hasenat"
ile ilgili iki görüş vardır:
[303]
1) İbn Abbas
"Bunun manası, "Büyük
günahlardan kaçınmak şartı ile, beş vakit namaz, diğer günahlar için bir
keffâret sayılır" şeklindedir" demiştir.
2) Mücâhid'in: "Hasenat, kulun, "Allah'ı
teşbih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en
büyüktür" demesidir" dediği rivayet edilmiştir.
[304]
Günahın imana zarar
vermeyeceğini söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:
"Çünkü iman, hasenatın (iyiliklerin) en kıymetlisi, en yücesi ve en
efdalidir. Ayet,
hasenatın seyyiâtı
(kötülükleri-günahları) giderip temizlediğine delâlet etmektedir. Hasenatın en
yücesi olan iman, isyanın en ilerisini teşkil eden küfrü bertaraf eden bir
derecedir. Binâenaleyh onun, derece bakımından en aşağıda olan günahlara, haydi
haydi gücü yeter. Dolayısıyla bu, bütün ikâbı gidermeyi olmasa bile, devamlı ve
ebedî azabı gidermeyi ifâde eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, iyi
düşünenlere bir öğüttür" fcayurur. Ayetteki, "bu" kelimesi,
"Emrolunduğun üzere, dosdoğru o/"(Hûd, 112) ettne işarettir. tabiri
de, "Va'zu nasihattan alanlar için bir va'z ve roCt irşâd alanlar için,
bir irşâddır" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Sabret, zira Allah mohsinlenn mükâfaatını zayi etmez"
buyurmuştur. Denildi ki, "Bu, "Namaza sabret, tfnom et"
manasındadır. Bu,Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehl-ü lyâline namazı emret,kendin de
ona sebatla devam et" (Taha, 132) ayetinde ifâde edildiği gibidir.
[305]
Sizden önceki
devirlerde, yeryüzünde fesat çıkarmaktan vazgeçirmeye yaşacak fazilet sahibi
kimseler bulunmalı değil miydi? (Onlar) içinden kurtardıklarımız, pek azdır.
Zalim olanlar ise, yalnız kendilerine verilen dünyevi refahın ardına düştüler.
Onlar, günahkâr insanlardı" t(Hud, 116). Bil ki Allah Teâlâ, önceki
ümmetlerin başına, köklerini kazıma azabının geldiğini ■ ân edince, bunun
iki sebebi olduğunu açıklamıştır:
Birinci Sebep: Onların içinde, yeryüzünde fesat ve fitne çıkarmaktan
nehyedip koyacak toplulukların bulunmamasıdır. İşte bunun için Allah Teâlâ "Onlardan (...) bulunmalı değil mi idi,
olması gerekmez miydi" buyurmuştur. Kur'ân-t Kerim'de bulunan bütün levtâ
edatlarının -sıfatlan ifâde etmek için anıldıkları durumlar hâriç-, {değil miydi, olmalı değil mi?)
manasında dttuğunu" söylemiştir.
Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Halil'den böyle bir rivaye yapılmış
olamaz. Çünkü bunun delili, Hak Teâlâ'nın sıfatların söz konusu olmamış
I dttuğu şu
ayetlerdir: (Kaiem,49) ve[306]
Ayetteki deyimi,
"Fazilet ve hayır sahipleri" manasınadır. Fazilet ve cömertlik,
"bakiyye" diye isimlendirilmiştir. Çünkü insan, elde ettiği şeylerin
en kıymetlisini ve en üstününü geride bırakmak ister. Dolayısıyla bu lafız,
cömertliği ifâde eden, bir darb-ı mesel haline gelmiştir. Mesela, denilir,
yani, "Falanca, kavminin en hayırlılarındandır." Yine Arapların küçük
mescidler hakkında (çadırlar); insanlar için de flî (hayırlılar) demeleri de bu
manayadır. Yine "bakıyye" kelimesinin, "takıyye"
kelimesinin tıpkı "takva" manasında olması gibi, manasında olması da
mümkündür. Buna göre ayetin manası, "Onlardan, onlara karşı fazilet sahibi
olan ve onları Allah'ın gazabından koruyacak olan kimseler bulunmalı değil
miydi?" şeklindedir. Bu, vezninde olmak üzere «ju şeklinde de okunmuştur
ki bu durumda kelime, "Birisi birisini gözleyip beklediği zaman
kullanılan, fiilinden alınmış olur ve bu "bukye" kelimesi masdar
bina-i merre olur. Bu kıraate göre ayetin manası, "Onlardan, onları görüp
gözeten ve Allah'ın cezalandırmasından korkan kimseler bulunması gerekmez
miydi?" şeklinde olur.
SonraCenâb-ı Hak,
"Pek azı (müstesna)"buyurmuştur. Bunun, istisna-ı muttasıl sayılması
mümkün değildir. Çünkü o takdirde bu ifâde, senin, "onlardan sâlih olanlar
müstesna, kavmin Kur'ân okumalı değil miydi?" deyip de, sâlih kimseleri Kur'ân
okumaya teşvik edilenlerden istisna tutmayı murad etmende olduğu gibi, onlardan
kurtulmuş olan pek azı müstesna, fazilet sahibi kimseleri fesattan nehyetme
hususunda bir teşvik olmuş olur!,. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: Ayetteki
istisna, istisna-i munkatîdır. Kelamın manası, "Fakat önceki nesiller
arasında kurtardığımız pek az bir kısım, fesattan vazgeçirmeye çalıştılar;
onların dışındakiler ise bu nehyi terkettiler" şeklinde olur.
İkinci Sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, çfrj "Zalim olanlar ise yalnız
kendilerine verilen dünyevi refahın ardına düştüler" buyruğunun ifâde
ettiği husustur. Üjâı kelimesi, "nimet" manasınadır. Çocuğun bünyesi
sağlıklı ve bakımlı olduğu zaman denilir. Aynı şekilde, nimet ve bolluk İle
şımarmış kişiye de, "mütref" denilir. Cenâb-ı Hak, ayetteki
"zalim olanlar" tabiri ile, insanları münkerlerden (kötü şeylerden)
nehyetmeyi terkedenleri, yant.dinin rükünlerinden büyük ve önemli birisi olan
"emr-i ma'rûf, ve nehy-i münker" ile ilgilenmeyip de, şehevî arzular
ile dünyevî lezzetleri elde etme peşine düşerek makam mansıb elde etmekle
meşgul olan kimseleri kastetmiştir. Ebu Amr, Cu'fi'nin rivayetine göre bu
kelimeyi ı £Sij yani, "zâlim olanlar" diye okumuştur.*6'
6. Kıraat ve tefsir
kitaplarında Ebu Amr'dan bu rivayeti bulamadık (ç.).
Cenâb-ı Allah daha
sonra"Onlar günahkâr /nsan/ard;" buyurmuştur Dunun manası açıktır.
[307]
"Senin Rabbin
-ahâlisi ıslahçı davranırken- o memleketleri, sırf zulüm dünden imha edecek
değildi ya. Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet
yapardi. Onlar ihtilaf edici bîr halde (işte
böylece) devam edip
gideceklerdir. Rabbinin, rahmetine mazhar ettiği müstesna. (Allah) onları bunun
için yaratmıştır. Bununla beraber Rabbinin şu sözü de tastamam yerine
gelmiştir: "Celâlim hakkı için
cehennemi bütün insan
ve cinlerden dolduracağım" (Hûd, 117-119).
Bil ki Allah Teâlâ,
kendilerinde zulüm olmaksızın hiçbir belde ahalisini imha etmez. Bu hususta
birkaç izah yapılmıştır:
Birinci İzah: Buradaki "zulüm"den maksat şirktir. Nitekim
Hak Teâlâ, "Hiç şüphesiz şirk, en büyük zulümdür" (Lokman, 13)
buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah "eâlâ, onlar aralarındaki
muameleleri düzgün yaptıkları sürece, bir beldenin halkını, sr* müşrik olmaları
yüzünden helak etmez" şeklindedir. Velhasıl kökünü kazıma azabı, bir
toplumun, şirk ve küfür içinde olmalarından ötürü gelmeyip, aksine onlar ancak
muamelelerinde kötü olur ve insanlara haksızlık yapmaya gayret gösterirterse
ner İşte bundan dolayı fakihler, "Hukûkullah (Allah'ın hakları), müsamaha
ve colaylığa dayanır. Fakat hukûk-i ibâd (kul hakları) inceden inceye elemeye
ve sıkı tutmaya dayanır" demişlerdir. Nitekim hadis-i şerifte,
"Hakimiyet, küfürle birlikte devam eder, ama zulümle birlikte devam
etmez" buyurulmuştur. Buna göre, "Senin Rabbin, -ahalisi ıslahçı
davranırken- o memleketleri imha edecek değil" ayeti, Onlar, birbirlerine
karşı doğru dürüst muamelede bulundukları müddetçe, Allah sırf şirkleri
yüzünden onları imha etmez" manasınadır. Ehl-i sünnet, ayete bu manayı
vererek şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb
(a.s)'ın kavimlerinin, Cenâb-ı Hakk'ın
naklettiği üzere, insanlara eziyet etmeleri
ve zulmetmeleri sebebiyle başlarına köklerini kazıma azabının iriivermiş
olmasıdır."
İkinci İzah: Bu, Mu'tezile'nin tercih ettiği şu izahtır:
"Allah Teâlâ, onlar birbirlerine karşı doğru ve dürüst muamele ettikleri
halde, onları imha edecek olsaydı zulmetmiş olmaktan münezzeh olamazdı. Halbuki
O, kesinlikle böyle yapmaz. Aksine O onları kötü işleri yüzünden helak
etmiştir."
[308]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "EğerRabbin dikseydi, bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet
yapardı" buyurmuştur. Mutezile, bu ayetteki "dileme"yi (meşîeti),
"Allah'ın mecbur kılması ve zorlaması manasında bir meşîete"
hamletmiştir ki, bu hususla ilgili cevabımız daha önce geçmiştir.
Hak Teâlâ daha sonra,
"Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna, onlar ihtilaf edici
bir halde işte böyle devam edip gideceklerdir" buyurmuştur. Buradaki
ihtilaf ile insanların din, huy ve fiil bakımından farklılıkları ve ayrılıkları
kastedilmiştir.
Bil ki bu tefsirde,
âlemdeki dinleri ve mezhebleri sayıp dökmenin imkânı yok. Bunu isteyen kimse,
"er-Riyazul-Münika" adlı eserimizi okusun. Fakat biz burada, bütün
mezheb ve dinleri kapsayacak bir taksimat yapmak istiyoruz ve diyoruz ki:
İnsanlar iki kısımdır: Bazıları, "Ateş yakıcıdır, güneş
aydınlatıcıdır" şeklindeki hükümleri (prensipleri) bilmemiz gibi,
hissî-maddî ilimler ile "Menfî ile müsbet aynı anda olamaz"
şeklindeki mantıkî hükümleri bilmemizde olduğu gibi, bedîhî (açık seçik)
ilimleri kabul ederken, bazıları bunları kabul etmemiştir. Kabul etmeyenler,
sofestâîler (sofistler)dir. Kabul edenler ise, bu âlemdeki insanların çoğudur.
Bunlar da ikiye
ayrılır: Bazıları, kendisinden ilmî ve nazarî (teorik) neticeler çıkarabilecek
bir şekilde, bedihî ilimlerin terkibinin (sentezinin) mümkün olduğunu kabul
ederlerken, bazıları bunu kabul etmezler. Bunlar, ilimleri nazar-ı itibare
almayı da kabul etmezler ve azınlıktadırlar. Birinciler, alemdeki insanların
çoğunu teşkil ederler. Bunlar da ikiye ayrılır: Bunların bazıst, bu maddî
âlemin bir aslının (başlangıcının) olduğunu kabul etmezler ve azınlıktadırlar.
Diğerleri ise, bu âlemin bir aslının ve başlangıcının varlığını (yani
yaratılmış olduğunu) kabul ederler. Kabul edenler de ikiye ayrılır: Bazıları,
âlemin başlangıcının "mûcib-i biz-zât" (yani zâtı itibarı ile
yaratmaya mecbur olan) bir varlık olduğunu söylerler. Zamanımızdaki
felsefecilerin çoğunluğu bu görüştedir. Bazıları da, âlemin yaratıcısının, hür
ve irade sahibi bir fâil-i muhtar olduğunu kabul ederler. Bunu kabul edenler,
insanların çoğudur. Sonra bunu kabul edenler de ikiye ayrılır: Bazıları o
fâil-i muhtarın, kullarına peygamber göndermediğini ileri sürerlerken;
diğerleri O'nun peygamber gönderdiğini kabul ederler. Birinciler,
Brahmanlar'dır. İkinci kısım ise, şeriat ve din sahibi olan insanlardır.
Bunlar, müslüman, hristiyan, yahudîve mecûsîlerdir. Bu guruplardan herbirinin,
kendi çnde sınırsız ve akla sığmaz ihtilafları ve kısımları vardır. Akıllar,
farklı farklı; gayeler gtd«; vehim ve hayallerin çekişmeleri sonsuzdur.
Hipokrat'ın tıpla ilgili: "Ömür kısa, zo sanatı uzun (derin), hüküm vermek
zor, denemek tehlikeli..." sözü pek yerinde sayılırsa, bu yüce gayeler ve
derin meseleler hakkında, aynı sözün söylenmesi de pek güzel olur.
Eğer, "Siz Hak
Teâlâ'nın, "Onlar ihtilaf edici bir halde işte böyle devam edip
edeceklerdir" ayetindeki ihtilafı, dinlerin farklı olması manasına
aldınız. Buna bir oe* iniz var mı? Bunun, insanların renkleri, dilleri,
geçimleri ve işleri bakımından olan Mdrfıklar manasına hamledilmesi niçin caiz
olmasın?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun datt, bunun önünde geçen,
"Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları muhakkak ki bvtek ümmet yapardı
"buyruğudur. Binâenaleyh ayette bahsedilen ihtilafı, insanları *e« oir
ümmet olmaktan alıkoyan bir hususa hamletmek gerekir. Yine Cenâb-ı Hakk'ın
cümleden sonraki, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler
müstesna..." arntesi de, bunun delilidir. Binâenaleyh bu ihtilafı,
kapsamından, "Rabbinin tahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna..."
şeklindeki istisnanın yapılabileceği bir manaya hamletmek gerekir ki, o da
ancak bizim söylediğimiz manadır.
[309]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna.."
buyurmuştur. Âlimlerimiz, hidâyet ve imanın, ancak Allah'ın yaratması ile
meydana gelebileceğine bu ayeti delil yetirerek şöyle demişlerdir:
"Bu dindeki ihtilafların sona
ermesinin, ancak Aıiah Teâlâ'nın, rahmetini nasib ettiği *r-5eler için söz
konusu olduğuna delâlet etmektedir. Bu rahmet, Allah'ın, kullarına aaoret ve
aktl verip, peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi ve böylece mazeret
kapılarını kapaması demek değildir. Çünkü bütün bunlar, kâfirler için de
vardır. Doayısıyla geriye ancak, "Bu rahmet, Allah Teâlâ'nın hidayet ve
marifetullahı yaratmasıdır" demek kalır. Kâdî ise bu ayete birinci ihtimal
olarak: "Rabbinin, cennet ve mükâfaat ehlinden kılıp, kendisine mükâfaat
vererek rahmet ettiği kimseler --stesnâ..." manasını vermiştir. O, ayete
ikinci ihtimal olarak da şu manayı vermiştir: Ailah'ın, kendisine lutuflarını
vererek rahmet ettiği ve böylece de Allah'ın olaylaştırması ve lütfü ile mü'min
olanlar müstesna..." Bu iki mana da, çok zayıftır.
Birincisinin, zayıf
oluşu şundan dolayıdır: "Onlar ihtilaf edici bir halde işte böyle davam
edip gideceklerdir. Rabbinin, rahmetine mazhar ettiği kimseler
müstesna..." ayeti, bu ihtilafın, ancak Allah'ın rahmeti ile ortadan
kalkacağını ifade eder. fcaen aleyh bu rahmetin, ihtilafın kalkmasından önce
bulunan bir sebeb gibi olması
k r. Sevab ise,
ihtilafın kalkmasından sonra olan birşeydir. Binâenaleyh ihtilaf, olunan şey,
yani netice olan şeydir. Bu sebeble, ayetteki "rahmet"),
Allah'ın manasına almak akıldan uzak bir
şeydir.
JTnin verdiği ikinci
mananın zayıflığı hususunda da deriz ki: Allah'ın, mü'minler ıda yaptığı bütün
lütufları, kâfirler için de söz konusudur. Halbuki ayetteki rahmet, mü'minlere
has kılınmış bir şeydir ve dolayısıyla O'nun, İütuf fiillerine ilâve başka
birşey olması gerekir. Hem sonra, o lütuf fiillerin bulunması, imanın varlığını
yokluğuna tercih edilmesini gerektirir mi, gerektirmez mi? Eğer
gerektirmiyorsa, bu maksadın gerçekmeşmesinde, o lütuf fiillerinin varlığı ile
yokluğu denktir. Binâenaleyh onlar, bu hususta bir lütuf olmaz. Yok eğer imanın
üstün gelmesini gerektirirce, biz aklî ilimlerle ilgili kitaplarda,
"Üstünlüğü gerektiren şey bulununca, o iş mutlaka olur" diye beyân
etmiştik. Bu durumda imanın tahakkuk etmesi, yine Allah'tan olmuş olur.
"İmanı küfürden, ilmi cehaletten ayırmadığı müddetçe O'nun, imanı ve ilmi
yaratması imkânsızdır" şeklindeki görüş de, imanın gerçekleşmesinin ancak,
Allah'ın yaratmasıyla olabileceğini gösterir. Bu ayırma işi ancak, o iki
inançtan birinin, inanılan şeye uygun, diğerinin de uygun olmadığı bilindiğinde
söz konusudur. Bunu bilmek ise, ancak o kimsenin, inanılan şeyin haddizatında
nasıl olduğunu (ne olduğunu) bilmesi halinde mümkün olur. Bu da, kulun birşeyi
bilmeye yönelmesinin ancak, o şeyi bilmesinden sonra olabileceğini gerektirir.
Bu da, zaten mevcut olanı yeniden oldurmayı gerektirir ki bu imkânsızdır.
Böylece dindeki ihtilafların ortadan kalkmasının, ilim ve hidayetin elde
edilmesinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla olacağı sabit olmuş olur ki elde etmek
istediğimiz netice de budur.
[310]
Cenâb-ı Allah daha
sonra "(Allah) onları bunun için yaratmıştır" buyurur. Bu ifâde ile
ilgili üç görüş vardır:
Birinci Görüş: İbn
Abbas (r.a.), buna, "Allah onları bunun için, yani bu rahmet için
yaratmıştır" buyurmuştur ki, Mu'tezile'nin çoğunluğu da bu manayı tercih
ediyorlar. Onlar şöyle derler: "Allah'ın, insanları ihtilaf için yaratmış
olduğu söylenemez. Bunun böyle oluşuna şunlar delâlet eder:
a) Zamirin, daha önce bahsi geçen iki şeyden yakın olan
isme râcî olması, uzak olana râcî olmasından daha uygundur. Ayette
bahsedilenlerden, zâlike işaret zamirine en yakın şey, "rahmet",
uzakta olan şey de "ihtilaf'dır.
b)
Allah Teâlâ,
eğer hem insanları ihtilaf için yaratıp, hem de onlardan imanı istemiş olsaydı,
O'nun, insanlar ihtilaf etmek suretiyle kendisine itaat ettikleri için, onlara
azab etmesi caiz olmazdı.
c) Biz, ayete bu manayı verdiğimizde, bu, ''Ben,
insanları ve cinleri ancak bana ibadet için yaratf;m"<zâriya!,56)
ayetine de uygun düşer. Eğer: "Şayet bununla, "Allah onları rahmet
için yaratmıştır" manası murad edilmiş olsaydı, Cenâb-ı Hak bunu bu
şekilde değil de, buyururdu (Yani zamiri müennes getirirdi)" denilirse,
biz (Mu'tezile) deriz ki: "Rahmet kelimesi, müennes-i hakikî değildir.
Binâenaleyh bu (lafzen müzekker olan) fazi ve gufran-ı ilâhî manalarına
hamleditmiştir. Bu tıpkı "Bu, Rabbimden gelen bir rahmettir" (k«m,
9e) ve "Allah'ın rahmeti,
muhsinlere yakındır" (A'râf, 56) ı*etlerinde olduğu gibidir."
[311]
İkinci Görüş: Bundan "Allah onları ihtilaf için yarattı"
manası kastedilmiştir.
Üçüncü Görüş: Tercih edilen bu görüşe göre, "Allah rahmete
ehil olan insanları -aımet için; ihtilaf ehli olan insanları da ihtilaf için
yaratmıştır." Ebu Salih, İbn Abbas * a)"ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Ailah Teâlâ, rahmet ehlini ihtilaf etmesinler ; ye; azab ehlini
de ihtilaf etsinler diye yaratmıştır. Cenneti yaratmış ve oraya uygun -sanlar
da yaratmış. Cehennemi yaratmış ve oraya uygun kimseleri de yaratmıştır."
5,* izahın doğru olduğuna şu hususlar da delalet eder:
1) İlim ve cehaletin insanda meydana gelmesinin, ancak
Allah'ın yaratmasıyla söyleceğini gösteren kesin deliller.
2) Şöyle denebilir: "Allah Teâlâ, insanların bir
kısmının ihtilaf edeceklerine, eğerlerinin de rahmet ehti olacaklarına
hükmedip, böyle olacağını bilince, bunun aK&inin olması imkânsız olur.
Yoksa Allah'ın ilmi cehalete dönüşmüş olur ki, bu nkânsızdır.
3)
Allah Teâlâ bu
ifâdenin peşinden, "Bununla beraber Rabbinin şu sözü de tastamam yerine
gelmiştir: "Celalim hakkı için cehennemi bütün insan ve cinlerden
oduracağım" buyurmuştur ki bu, Allah Teâlâ' kimseleri hidayet ve cennet
en. bazı kimseleri de dalâlet ve cehennem İç
arattığını açıkça gösterir. BU da, du üçüncü görüşü kuvvetlendirir.
[312]
"Peygamberlerin
haberlerinden kendisi ile kalbini (tatmin) ve tesbit edip sağlamlaştıracağımız
her çeşidi, sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda, senin için hak, mü'minler
için bir öğüt ve hatırlatma geldi"
{Hûd, 120).
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede, pek çok kıssadan bahsedince, bu ayette de onların .Oydaşından
bahsetmiştir:
Birinci Fayda: Peygamberliğini edâ etme hususunda sabra ve
eziyetlere katlanmaya karşı Hz. Peygamberin kalbini sağlamlaştırmaktır. Çünkü
insan, bir sıkıntı ve belâya uğrayıp, o hususta kendisi gibi başkalarının
olduğunu görürse, bu ona hafif gelir. Nitekim "belâ herkese birden
gelince, insana hafif gelir" denilir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s) bu
kıssaları duyup, bütün peygamberlerin kavimleri ile olan durumlarının aynı
olduğunu anlayınca, kavminin eziyetlerine katlanıp sabretmesi kolay gelir.
İkinci Fayd:a Ayetteki, "Bunda senin için hak, mü'minler için
bir öğüt ve hatırlatma geldi" cümlesinin ortaya koyduğu husustur.
"Bunda" kelimesi ite ilgili şu manalar verilmiştir:
a)
Bu sûrede.
b)
Bu ayette.
c)
Bu dünyada...
Üçüncü mana, ayete uygun düşmeyen uzak bir ihtimaldir.
Bil ki "hakkın
geimesj"nin, bu sûreye has kılınmasından, diğer sûrelerin böyle olmadığı
neticesi çıkmaz. Çünkü bu sûrede "hak"dan, diğer sûrelerdekinden daha
mükemmel bahsedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu sûrede, sadece,
"Emroiunduğun gibi, dosdoğru o!" (Hûd. 112) ayeti bile bulunmuş
olsaydı, durum bahsettiğimiz gibi olurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede
"Hak", "Mev'ıza" ve "Zikr" diye üç şeyin olduğunu
bildirmiştir:
Hak, tevhide, adalete
ve nübüvvete delil olan aklî delillere; zikir, geriye kalan diğer sâlih
amellere; mev'ıza ise, dünyadan nefret edip, âhirete bakarak dünya hallerini
çirkin görmeye bir işarettir. Yine mev'ıza, bu sûrede bahsedilen sa'îdlik ve
şakiliğe de bir işarettir. Çünkü insanın ruhu o âlemden gelmiştir. Fakat
dünyada, bedenini alabildiğine sevip bağlandığı için, o âlemin hallerini
unutmuştur. Binâenaleyh bu ilahî kelâm ruha, o âlemin hallerini
hatırlatmaktadır. Bu sebepten ötürü, "zikr" kelimesinin, bu manaya
hamledilmesi de doğrudur.
Sonra burada, çok
enteresan şöyle bir başka ineelik daha vardır: İlâhî bilgilerin
(marifetullah'ın) mutlaka bir kabul edeni ve bir mucibi olması gerekir. Bunları
kabul eden yer, kalbtir. Kaib, o ilâhî bilgileri ve kudsî yücelikleri kabul
etmeye tam manasıyla isti'dadı ve kabiliyeti olmadığı sürece, o delilleri
dinlemeyle bir fayda elde edemez. İşte bu sebepten ötürü Hak Teâlâ ayette, önce
kalbin ıslahından bahsetmiştir ki bu, kalbin Allah yolundaki ezâ ve cefâlara
katlanması için tesbiti (sağlamlaştınlması)dır. İlâhî bilgileri kabul eden
kalbin halinin ıslahından sonra, peşinden, bunun mucibini (bunu icab ettiren
hususu) zikretmiştir. Bu da, bu sûrenin hakkı, mev'ızayı ve zikri ihtiva etmiş
olmasıdır. İşte ayetteki bu tertip ve düzen, son derece güzel bir tertiptir.
[313]
İman etmeyenlere de
ki; "Elinizden geleni (gücünüzün yettiğini) yapın. Biz de elbette
çalışacağız. Bekleyin, biz de mutlaka bekliyoruz! Göklerin ve yerin :-vbı
Allah'ındır. Her iş, O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et, O'na :evekkü!
et. Senin Rabbin, yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir"
(Hûd, 121-123).
Bil ki Allah Teâlâ,
mazeret kabul etme ve inzârda, teşvik ve korkutmada, etkili iteri derecede
ifâdeler kullanınca, bunun peşisıra, peygamberi için, "İman etmeyenlere de
ki..." ifâdesini eklemiştir. Onlarda, ileri derecedeki 'Elinizden geleni
zjcünüzün yettiğini) yapm" hitabı da tesir etmemiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın,
Şuayb
n kavmine söylediğini
bildirdiği şeyin aynısı olup, manası "Bana, elinizden gelen kötülüğü
yapın, biz de yaparız (yapacağımızı biliriz)" şeklindedir. Ayetteki
"yapm" kelimesi her nekadar bir emir sığası ise de, bununla eftdıt
kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Onlar içinden gücünün yettiği kimseleri sesinle
.erinden oynat, onlara karşı süvarilerin ve piyadelerinle yaygara çıkart!"
(isrâ, 64) ve "Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun!" {Kehf.
29) ayetlerinde olduğu gfcidtr. Yani, "Siz, şeytanın size vaadettiği
hızlânı bekleyin. Biz de, Rahman'ın bize joadettiği çeşit çeşit ihsan ve
lütufları bekleyeceğiz" demektir. İbn Abbas (r.a), ayetteki ıntezirû
"bekleyin..." emrine, "Siz,helakimizi gözleyin. Biz de sizin
için, azab-f ilâhi'yi gözleyip duruyoruz" manasını vermiştir.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, bütün kıymetli ve ulvî gayeleri câmî, çok güzel ve bir neticeye bağlamak
üzere "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır" buyurmuştur. Bil ki
insanın, bilmeye muhtaç olduğu şeyler üçtür, sanlar da mazi (geçmiş), hal
(şimdiki zaman) ve istikbâl (gelecek)tir.
Birincisi:
Mazi, insanın daha evvel mevcut olan varlığı bilip
tanımasıdır. Daha evvel mevcut olan varlık, insanı yokluktan varlığa çıkaran
Allah Teâlâ'dır. Bil ki Allah'ın zâtının hakikati, künhü, insan tarafından
kesinlikle bilinemez, İnsan tayfından bilinebilecek olan ancak O'nun
sıfatlarıdır. O'nun sıfatları da, celâl ve ikram sıfatları olarak ikiye
ayrılır. Celâl sıfatları, selbî (olumsuz) sıfatlardır. Bunlar, "O cevher
değildir, cisim değildir,
şöyle değildir, böyle
değildir" şeklindeki (olumsuz) sözlerimizdir. Selbî sıfatlar
gerçekte kemâl sıfatı değildir. Çünkü bunlar, sırf yokluğu ifâde eder. Sırf
yoklukta ise kemâl aranamaz. O halde, "O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne
de bir uyku" (Bakara, 255) ayeti, herşeyi kuşatan, devamlı olan ve
değişmeden uzak olan bir ilme delâlet ettiği için, kemâli ifâde eder. Eğer bu
olmasaydı, uyku tutmama işi asla bir kemâle delâlet etmiş olmazdı. Baksana
ölüleri ve cansızları da ne uyku, ne uyuklama tutar. Hak Teâlâ'nın, 'O
doyuruyor, kendisi doyurulmuyor" {Enam, 14) ayeti Allah'ın celâlini,
kemâlini ve kibriyasını ifâde eder. Çünkü "Kendisi doyurulmuyor"
hükmü, zâtı gereği va'cibu'l-vücûd olanın, yemeden, içmeden ve kendisi
dışındaki herşeyden müstağni olduğunu ifâde eder. Böylece kemâl, izzet ve
yücelik sıfatlarının s'übûtî sıfatlar olduğu sabit olmuş olur. Kemal ve celâle
delâlet eden sübûtî sıfatların en kıymetlileri, ilim ve kudret sıfatlarıdır.
İşte Hak Teâlâ bu ayette, ta'zim ve medh-ü sena sadedinde kendisini bu iki
sıfatla tavsif etmiştir. İlim sıfatı, ayetteki, "Göklerin ve yerin gaybı
Allah'ındır" beyanından anlaşılmaktadır ki bu, "O'nun ilmi, külliyyâtın,
cüz'iyyâtın, yok olanların, var olanların, hazırların ve gâiblerin hepsi
hakkında geçerlidir " demektir. Bu lafzın, sonsuz kemâle delâlet ettiği
hususundaki uzun izah, "Gaybm anahtarları O'nun
yanındadır.,."(En'am,59} ayetinin tefsirinde geçmişti. Kudret sıfatı da
ayetteki, "Her iş, O'na döndürülür" buyruğundan anlaşılmıştır ki bu,
"Herşeyin dönüp varacağı merci O'dur" demektir. Herşeyin kaynağı ve
başlangıcı O olduğu takdirde, ancak böyle olabilir. Bütün mümkinâtın başlangıcı
ve bütün sonradan olma varlıkların, kâinatın ve kâinattaki herşeyin, kendisine
varıp dayandığı zatın, varlık ile yokluğu, bilfiil, bil-kuwe ve bit-tekmil
erebilmesi,hakim olabilmesi için, kudretinin büyük, meşîetinin geçerli olması
gerekir. Bu iki vasıf, mebde'in celâlini ve kibriyasını açıklamak için
zikredilmiştir.
İkincisi: İnsanın dünyada yaşadığı zaman içinde, kendisi için
önemli olan şeyi bilip tanımasıdır. Bu da, nefsi, ruhanî bilgiler ve kutsî
yüceliklerle kemâle erdirmektir ki, bu mertebenin bir başlangıcı ve bir neticesi
vardır. Bu ikinci mertebenin başlangıcı, insanın maddî-manevî ibadetlerle
meşgul olmasıdır. Bedenî (maddî) ibâdetlere gelince: Hareketle yapılanların en
üstünü namazdır. Sükûnet haliyle ifâ edilenlerin en mükemmeli oruç ve iyilik
şeklindeki ibadetlerin en faydalısı da sadakadır. Manevî ibadetler, Allah'ın
gökler ve yer melekûtundaki sanat harikaları hususunda inceden inceye
düşünmektir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında inceden inceye düşünürler" (am imr«n, 191) buyurmuştur. Bu
mertebenin neticesi, sebepler zincirinden geçip, müsebbibe (sebepleri yaratana)
varıp dayanmak, bütün mümkin ve muhdes varlıklardan sarf-ı nazar edip, akıl
gözünü celâl âleminin nuruna yöneltmek ve ruhu, kibriya âleminin ışıklarına
garketmektir. Bu dereceye ulaşan herkes, O'nun dışındaki herşeyin, O'nun
kibriya sahasında, şaşkın olarak koştuğunu, O'nun isimlerinin yüceliğinin
boşluğunda fânî ve helak olucu olduğunu görür. Velhasıl, Allah'a doğru
yolculuğun derecelerinin ilki, Allah'a ibadettir, sonuncusu da Allah'a
tevekküldür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Öyle ise O'na ibadet et,
O'na tevekkül et" buyurmuştur.
Üçüncüsü: İnsanın bu maddî (dünyevî) hayatın sona ermesinden
sonra halinin asıl olacağını ve yaptığı amellerin sa'îd veya şaki olmasında bir
tesirinin bulunup olunmadığını bilmesidir. Cenâb-ı Hak, buna da, OjîiiS
"Senin Rabbin yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir" buyurarak
işaret etmiştir ki, randan murad şudur: "Allah, itaat edenlerin taatlarını
boşa çıkarmaz, isyancı ve --«ârcı kimselerin hallerini de ihmal etmez." Bu
şöyle olur: Onlar mahşerde bir araya irilir, çok önemsiz ve cüz'î şeylerden
dolayı bile hesaba çekilirler, küçük-büyük
kusur hususunda
kınanır, azarlanırlar. İşin sonunda bir kısmın cennete, bir kısmın cehenneme
gitmesi neticesi hasıl olur.. Böylece bu ayetin, bütün uivî ve kudsî gaye ve
maksatlara, bunların ötesinde gideceği, hatıranın (zihnin) ulaşabileceği başka
bir yer olmadığına tastamam şaret ettiği sabit olur. İnsanı, doğruya ileten
Allah'tır.
Bu sûre, elhamdülillah,
Allah'ın yardımı ile tamamlandı. Musannif (Razı r.h)'den -îiKât eden tefsir
nüshasında, kendi ef yazısı ile, şu ibare yer almıştır: Bu sûrenin tefsiri,
Receb ayının, bir pazartesi günü sabah vakti tamamlandı. Allah onu, 601
senesinde, hayır ve bereketle sona erdirtti. Gidişatı güzel, salih bir çocuğum
vardı. Tam gençliğinin baharında gurbette oluverdi. İşte bu sebepten ötürü
kalbim âdeta yanıyor. Ben, din kardeşlerimden, yakîn peşinde olan
arkadaşlarımdan, bu tefsiri xuyup istifâde eden herkesten, şöyle diyerek genç
yavrumu rahmet ve mağfiret ile, ben miskini de duâ ile yâd etmelerini
istiyorum. "Ya Rabbena, bizi doğru yola iettikten sonra, kalblerimizi
saptırma. Bize kendi canibinden bir rahmet ver. :esiz bağışı en çok olan sensin
sen..."(aı-i imrân, 8) Allah'ın salât ve selâmı, •nahlûkatın en hayırlısı
olan Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline (ailesine) ve ashabına olsun.
[314]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/495
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/495-496
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/496-497
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/497
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/497
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/497
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/497-498
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/498
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/499
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/499
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/500
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/500
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/500-501
[14] Keşfu'l-Hafa 1/410,
[15] Benzeri bir hadis: Tlrmizi, Zühd, 56 (4/602); Buhârî, Merdâ, 3 7/3).
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/502
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/502-503
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/503-505
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/505
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/505
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/505-506
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/506
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/507
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/507
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/507
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/507-508
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/508
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/508-509
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/509-510
[30] Keşfu'l-Hafâ 2/130-131
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/510
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/510
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/510-511
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/511
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/511-512
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/512
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/512-513
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/513
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/513-514
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/514
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/514-515
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/515
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/515-516
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/516
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/516
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/517
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/517-519
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/519
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/519
[50] İbu Abbas*(r.a)'ın bu sözü söylemiş olacağını
zannetmiyoruz (Ç).
* Sarf veya sarfe şu demektir: Beşer gücü aslında Kur'an'a nazire yapmaya yeter. Fakat Allah beşeri bundan sarfetmiş, yani alıkoymuştur. (Ç).
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/520
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/520-521
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/521-522
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/522
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/522
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/523
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/523
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/523-524
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/524-525
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/525-526
[61] Tirmizi, Zühd, 48 (4/593).
[62] Kenzu'l-Ummal, 3. cilt, 7485. hadis.
[63] Tirmlzi, Zühd, 48 (4/592-593).
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/526-527
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/527
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/528
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/528
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/528-529
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/529
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/529-531
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/531
[71] Müslim, İman 240 (1/134).
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/531-532
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/532-533
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/533
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/533-534
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/534-538
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/538-539
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/539-540
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/540-541
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/541
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/541
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/542
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/542-543
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/543
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/543-544
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/544
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/544
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/545
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/545
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/545
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/546
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/546
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/547
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/5
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/5-6
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/6-7
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/8
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/8-9
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/9
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/9
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/10
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/10-11
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/11-12
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/12
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/13
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/13-14
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/14
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/14.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/14-15.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/15-16.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/16-17.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/17.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/18.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/18.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/18-19
[116] Yani burada yapılan alay ve kötülüğün karşılığını, layık olduğu cezayı verme söz konusudur ve bu kötülük değildir. Fakat müşakele denilen san'at kullanılarak,mahiyet farklı olduğu halde aynı kelime kullanılmıştır.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/19-20
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/20
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/20
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/21
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/21-22
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/22
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/22
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/22
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/22-23
[126] Müslim, Kader, 3 (4/237); Ibn Mice, Mukaddime, 7
(1/18} benzeri hadis.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/23-24
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/24-25
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/25
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/25-26
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/26
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/26
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/26-27
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/28
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/28
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/28
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/28
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/29
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/29-30
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/30-33
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/33
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/34
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/34-35
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/36
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/36
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/36-37
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/37.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/37--39
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/39-40
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/39-40
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/40
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/41
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/41-42
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/42
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/42-43
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/44
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/44-45
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/45
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/46
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/46-47
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/47-48
[161] Tirmizi, Zühd 56 (4/8602); Buhari, Merda, 3 (7/3).
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/48-49
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/49-50
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/50-51
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/52
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/53
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/53-54
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/54-55
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/55
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/56
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/56-57
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/57-58
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/58
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/59
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/60
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/61
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/61-62
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/62
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/62
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/63
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/63
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/63-64
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/64
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/64
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/64-65
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/65
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/65-66
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/66
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/66
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/66
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/67
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/67-68
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/68
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/68-70.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/70-71
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/72
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/72
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/72
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/72
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/72-73
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/73
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/73
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/74
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/74
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/75
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/75-76
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/76-77.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/77.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/78-79
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/79-80
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/80
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/80
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/81-82
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/82
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/82
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/82
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/82
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/83
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/83
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/84
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/84-85
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/85-86
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/86-87
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/88
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/88-89
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/89
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/89-90
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/90-91
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/92-93
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/94-95
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/95
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/95-96
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/96-97
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/97
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/97
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/98-99
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/99
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/100
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/100
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/101-102
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/102
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/102-103
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/103-104
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/104-105
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/105
[246] Buhari, İlim, 10 (1/25); Müslim, İmare, 175 (3/1524).
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/105-106
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/106
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/106
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/106-107
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/108.
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/108
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/108-109
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/109.
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/109-110
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/111
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/111-112
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/112-113
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/113
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/113-114
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/115-116
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/116-117
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/117-118
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/118
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/118-119
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/119-120
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/120-121
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/121
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/121
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/121
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/121-122
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/122
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/122
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/122-123
[275] Müslim, Kader, 8 (4/2041); İbn Mace, Mukaddime, 10 (1/135).
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/123
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/124
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/125
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/125
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/125-126-127-128-129
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/129-130
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/130
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/130
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/130-131
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/131
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/131-132
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/132
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/132-133
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/133
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/133-134
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/134
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/135
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/135-136
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/136
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/136
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/136
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/136-137
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/137-138
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/138
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/138-139
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/139-140
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/140
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/140
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/140
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/140-141
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/141
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/142
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/143-144
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/144-145
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/145-146
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/146-147
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/147
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/147-148
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/149-150-151