HUD SURESİ 5

Surenin İsmi: 5

Hûd Suresi'nin Nüzulü ve Önceki Sureyle İlişkisi: 5

Surenin Fazileti: 5

Surenin Muhtevası: 5

Kur'an'ın Muhkem Olması Ve Allah'a Kulluğa, O'na Yönelmeye Ve Öldükten Sonra Dirilmeye İmana Davet Etmesi 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Kâfirlerin Hak'tan Yüz Çevirmeleri 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 10

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Allah'ın Lütfü, İlmi Ve Kudreti 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 13

Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Mekke Müşriklerinin Mucize İstemeleri, Peygamberimiz (S.A.)İn De Onlara Kur'an İle Meydan Okuması 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki 17

Nüzul Sebebi 17

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Kim Sadece Dünyayı İsterse Ahiret Nimetlerinden Mahrum Olur. 19

Kelime ve İbareler: 19

Nüzul Sebebi 19

Ayetler Arası İlişki 19

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Kim Ahireti İsterse... 20

Kelime ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Hz. Nuh (A.S.) Kıssası 25

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 26

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetlerin Manası 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Hz. Nuh (A.S.) Kavminin, Azabın Gelmesinde Acele Etmeleri Ve Hz. Nuh (A.S.)'Un Onlardan Ümidini Kesmesi 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Hz. Nuh (A.S.)'un, Kavminin Helak Olması Sebebiyle Kederlenmesinin Yasaklanması Ve Kendisine Gemi Yapmasının Emredilmesi 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 32

Açıklaması 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Tufanın Sona Ermesi, Geminin Kurtulması, Babasının Şefaatçi Olmasına Rağmen Hz. Nuh (A.S.)'Un Oğlunun Helak Olması 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Hz. Nuh (A.S.) Kıssasından Alınacak İbret 38

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Hz. Hud (A.S.) Kıssası 40

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 41

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Hz. Salih (A.S.) Kıssası 45

Belagat: 46

Kelime ve İbareler: 46

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Hz. İbrahim (A.S.) Kıssası 49

Belagat: 49

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 50

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Hz. Lût (A.S.) Kavmi Kıssası 52

Belagat: 52

Kelime ve İbareler: 53

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası 57

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Firavun Ve Kavmi İle Hz. Musa (A.S.)'In Kıssası 64

Belagat: 64

Kelime ve İbareler: 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 65

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65

Zalim Ümmetlerin Dünyadaki Hallerinden Alınacak İbretler. 66

Belagat: 66

Kelime ve İbareler: 66

Ayetler Arası İlişki 66

Açıklaması 67

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Kur'an Kıssalarında Yer Alan Ahiret Cezasından Alınacak İbretler. 68

İ'râb: 68

Belagat: 68

Kelime ve İbareler: 68

Ayetler Arası İlişki 69

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 72

Kur'an-ı Kerimdeki Kıssaların Hedefleri 73

Tevrat'ta İhtilaf Etmenin Akıbetinin Hatırlatılması 75

İ'râb: 75

Belagat: 75

Kelime ve İbareler: 75

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 76

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 76

Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak.. 77

Kelime ve İbareler: 77

Ayetler Arası İlişki 77

Açıklaması 78

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 79

Hz. Muhammed (S.A)'İn Namaz Ve Sabırla Emrolunması 79

Belagat: 79

Kelime ve İbareler: 80

Nüzul Sebebi 80

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 80

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Bazı Kasabaların Ve Geçmiş Bazı Kavimlerin Tamamen Helak Olmalarının Sebepleri 82

İ'râb: 82

Kelime ve İbareler: 82

Ayetler Arası İlişki 83

Açıklaması 83

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 85

Peygamberlerin Kıssalarından Elde Edilecek Ameli Faydalar., İbadet Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi 86

Kelime ve İbareler: 86

Ayetler Arası İlişki 86

Açıklaması 86

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 87


Rahman ve Rahim Olan Allah 'in Adıyla

 

HUD SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Hûd suresi, (50, 60. ayetlerinde) Hz. Hûd (a.s.) ve onun kavmi olan "Âd kavmi"nin kıssasını ihtiva ettiği için bu ismi almıştır.

Bu kıssa da Kur'an'daki diğer kıssalar gibi Hz. Hûd (a.s.) ile putları bıra­kıp Allah'a kulluk etmeye davet ettiği kavmi arasındaki şiddetli ve sert müca­deleyi bize anlatmaktadır.

Âd kavmi küfür ve yalanlama da ısrar edince Allah onları her taran kap­layan çetin bir azapla cezalandırdı. Bu, yedi gece ve sekiz gün durmadan de­vam eden, uğultu çıkaran, her şeyi kasıp kavuran ve şiddetle esen bir kasırga idi:

"(Âd kavmini yok etme) emrimiz gelince Hûd'u ve O'nunla beraber iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık." (Hûd, 58).

"Ad kavmi ise, uğultu çıkaran, her şeyi kasıp kavuran ve şiddetle esen bir rüzgarla yok edildi. Allah onların köklerini kazımak için o kasırgayı yedi gece sekiz gün aralıksız estirdi. Eğer orada olsaydın, onların kökünden sökülmüş kof hurma kütükleri gibi yere serildiklerini görürdün. Sen onlardan hiç kurtulup kalanı gördün mü?" (Hâkka,69/ 6-8). [1]

 

Hûd Suresi'nin Nüzulü ve Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu sure Mekkî'dir, yani zikredeceğimiz şu üç ayet hariç olmak üzere bü­tün ayetleri Mekke'de nazil olmuştur.

Medine'de nazil olan üç ayet şunlardır:

1- "Sana vahyedilenlerin bir kısmını, belki bırakabilirsin..." (12. ayet). İbni Abbas ve Mukatil bu ayetin Medine'de nazil olduğunu söylemişlerdir.

2- "Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan..." (17. ayet) Bu ayet Abdul­lah b. Selem ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.

3- "Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında na­maz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler." (114. ayet) Bu ayet Nebban et-Temmar hakkında nazil olmuştur.

Hûd suresi, Yunus suresinden sonra nazil olmuştur. Bu sure manası, ko­nusu, "Elif, Lâm, Ra" ile başlaması ve İslâm, Kur'an ve Allah'tan hakkı getiren peygamber ile ve Rasulullah (s.a.)'ın getirdiği imana davetle ilgili ayetlerle sona ermesi açısından Yunus süresiyle tam bir uyum içindedir.

Bu surede Yunus suresinde anlatılan vahiy, tevhid, öldükten sonra diril­me, sevap, ceza ve hesap görme gibi itikada dair hususlar; Kur'an'ın mucize oluşu ve ayetlerinin muhkem oluşu, müşriklerin bu konudaki karşı çıkışı ve onlara Kur'an'la meydan okunması, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb (a.s.) peygamberlerin kıssaları gibi konular tafsilatlı ola­rak anlatılmıştır.

Bu sure, ihtiva ettiği peygamber kıssalarındaki sert uyarılar ve kesin ih­tarlarla, başta Peygamberimiz (s.a.)'den başlayarak istikamet üzerinde olmak hususundaki şiddetli davet üslubuyla diğer surelerden ayrı bir hususiyet arz etmektedir.

Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: Hz. Ebu-bekir "Ya Rasulallah, yaşlandın" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Beni Hûd, Vakıa, Mürselât, Amme ve Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurdu.

Yine Peygamberimiz (s.a.)'e Hûd suresinden kendisini ihtiyarlatan şeyin ne olduğu soruldu. Efendimiz (s.a.) "Beni ihtiyarlatan, 'Emrolunduğun gibi dosdoğru ol,' ayetidir" dedi. [2]

 

Surenin Fazileti:

 

Ebu Muhammed ed-Darimî Müsned'inde Ka'b (r.a.)'dan şu hadis-i şerifi nakleder: Peygamberimiz (s.a.) buyurdular: "Cuma günleri Hûd suresini oku­yun. "

Yine Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Hûd suresini okursa ecirden on hasenat verilir..." [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure de Yunus suresi gibi dinin temel esasları olan tevhid, peygamber­lik, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesi konularım ihtiva etmektedir.

Bu hususları kısaca aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:

1- Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin sağlam bir bina gibi hiçbir eksiklik ve ha­tası olmayan muazzam, eşsiz ve noksansız üslubuyla, son derece tutarlı ve dü­zenli olmasının delaletiyle Allah tarafından geldiğinin ispat edilmesi.

Sonra derhal ve hiç ara vermeden tevhid ve peygamberliğin delilleri, hü­kümler, öğütler, kıssalar ve hakla batılın birbirinden ayırd edilmesi.

Kur'an'ın mucize oluşu ve Araplara "Onun sureleri gibi on sure getirin" di­yerek meydan okuması:

'Yoksa onlar, "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar1? De ki: Siz de Kur'an'ın benzeri on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın." (Hûd, 13).

Müşrikler Kur'an'ın taklidini yapmaktan ve benzerini getirmekten, hatta en kısa sure gibi bir sure getirmekten aciz kalınca, Allah Tealâ onların iflas et­tiklerini ve aciz kaldıklarını ilân etti:

"Eğer onlar size cevap vermezlerse bilin ki bu Kur'an ancak Allah'ın ilmiy­le indirilmiştir." (Hûd, 14)

2- Allah'ı birleme (tevhid) iki çeşittir.

a) Tevhîdü'l-ulûhiyyet: Tek olan Allah'a kulluk edip Ondan başka hiçbir kimseye kulluk yapmamaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bu surenin başında "Al­lah'tan başkasına kulluk yapmayasınız." (Hûd, 2) buyuruyor. Ondan başkası­na yapılan ibadet ve kulluk küfür ve dalâlettir.

b) Tevhîdü'r-rubûbiyyet: Bu kâinatı yaratan, düzene koyan ve bu kâinatta hikmetinin gereği ve ilâhî sünnetinin nizamı üzerine tasarrufta bulunanın sa­dece yüce Allah olduğuna inanmaktır.

Cahiliye Arapları Allah'ın yaratıcı ve rab olduğuna inanıyorlardı: "Onlara, Gökleri ve yeri yaratan Güneş'i ve Ay'ı insanların hizmetine veren kimdir?" di­ye sorsan mutlaka "Allah'tır" derler..." (Ankebut, 29/ 61).

Fakat onlar ilâhların birkaç tane olduğuna inanıyorlardı. Yani tevhîdü'r-rubûbiyeti kabul ediyorlar, ama tevhîdü'l-ulûhiyyeti kabul etmiyorlardı.

Kur'an-ı Kerim'de tevhîdü'r-rubûbiyyeti ispat eden pek çok ayet vardır. Bunlardan biri bu surede zikredilen "Gökleri ve yeri altı günde yaratan Al­lah'tır." (7. ayet) ayetidir. Yaratma, her şeyin uygun ölçüler içerisinde gayet gü­zel ve sağlam bir şekilde takdir edilmesidir. Sonra bununla takdir edilen şeyin var edilmesi murad edilmiştir.

3- Öldükten sonra dirilişin ve amellere karşılık verilmesinin ispat edilme­si. Şu ayetlerde olduğu gibi:

"Dönüşünüz ancak Allah'adır. O her şeye kadirdir." (Hûd, 4); "Eğer onlara Mutlaka siz öldükten sonra dirileceksiniz" desen şüphesiz ki kâfirler "Bu ancak apaçık bir sihirdir derler." (Hûd, 7).

4- Amelleri güzel işleyip işlemediklerinin bilinmesi için insanların imtiha­na tabi tutulması: "Allah hanginizin daha iyi amel işleyeceği hususunda, sizi imtihan etmek için kâinatı yarattı." (Hûd, 7)

5- Sıkıntı ve rahatlık durumlarında mümin ile kâfirin tabiatı arasında karşılaştırma yapılması. Mümin sıkıntı zamanında sabreder, rahatlık zama­nında şükreder; kâfir ise nimet içindeyken şımarık ve gururlu, musibet duru­munda ise ümitsiz ve nankördür. (Hûd, 9-11).

6- İnsanların hayırda ve faydalı şeylerde, kâfirlerin de peygamberlerin uyardığı azabın gelmesinde aceleci olmaları:

"Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek, "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler" (Hûd, 8).

Yine Cenab-ı Hak Yunus suresinde şöyle buyurmuştu: "Eğer Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi şerri de acele verseydi hepsinin vadesi bitmiş olurdu." (Yunus, 10/11).

7- İnsanların tabiatları -Allah rahmet etmedikçe dini kabul etmekte bile-farklı farklıdır.

"Onlar durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesna. Allah insanları bunun için yaratmıştır." (Hûd, 118, 119).

Bu farklılık ve çeşitliliğin ilmî ve amelî faydaları vardır. Ancak bu, dinde ayrılığa ve hayatın ve umumi menfaatlerin temel esaslarında ihtilâfa sebep olursa bu farklılık zararlı olur.

8- Peygamberlerin kıssalarının tafsilatlı bir şekilde anlatılması Peygambe­rimiz (s.a.)'in Kureyş'ten gördüğü eziyet ve cefalar ve onun davetinden yüz çe­virmeleri gibi karşılaştığı olaylar için teselli olmaktadır.

"Peygamberlerin kıssalarından sana anlattığımız her şeyle senin kalbini pekiştiririz." (Hûd, 120).

Aynı zamanda her kıssada müminler için ibret ve öğütler vardır.

Allah Tealâ beşeriyetin ikinci babası Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti. Bü­tün dünyayı kaplayacak Tufan'da kavminin boğulması, kendisinin ve kendisiy­le beraber olan müminlerin kurtulması için ona gemi yapmasını emrettiğini anlattı.

Hz. Nuh (a.s.) peygamberler arasında ömrü en uzun olan, en çok belâya mübtelâ olan ve en çok sabreden bir peygamber idi (bkz. Hûd, 25-49).

Hz. Nuh (a.s.) kıssasında, peygamberlere tabi olanların umumiyetle fakir­ler oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak onun kavminin şu sözleri­ni nakletmektedir: "İçimizden sana basit görüşlü en adi kimselerden başkası­nın tabi olmadığını görüyoruz." (Hûd, 27).

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu sureye ismini veren Hz. Hûd (a.s.) kıssası­nı, onun kavmi olan gayet güçlü-kuvvetli, son derece azgın ve sert tabiatlı olan "Âd kavmi"ni kulluğa davet etmesini anlattı.

Âd kavmi güç ve kuvvetleriyle gururlandılar. "Bizden daha kuvvetli kim olabilir?" dediler. Cenab-ı Hak da bir hafta gibi bir müddet içerisinde son dere­ce şiddetli bir kasırga ile onları helak etti: "Allah onların köklerini kazımak için o kasırgayı yedi gece, sekiz gün aralıksız estirdi." (Hakka, 7).

Allah'ın ayetlerini inkâr edip küfretmeleri sebebiyle gelen bu azabın "çetin bir azap" olduğunu ifade etti:

"İşte Ad kavmi budur: Rablerinin açık delillerini inkâr ettiler. Peygamber­lerine isyan ettiler. (İleri gelenlerinden) inatçı her zorbanın sözüne uydular." (Hûd, 59).

Bundan sonra Cenab-ı Hak, Hz. Salih (a.s.) ile kavminin kıssasını anlattı (Hûd, 61-68). Sonra Hz. İbrahim (a.s.) ile ona misafir olan meleklerin kıssasını anlattı (Hûd, 69, 70). Daha sonra Hz. Lût (a.s.) kıssası (Hûd, 70, 83), Hz. Şuayb (a.s.) kıssası (Hûd, 84, 95), Hz. Musa ile Firavun kıssasını (Hûd, 96, 99) anlattı.

9- Bu kıssaların hemen ardından zalimlerin helak olduklarına dair gerekli ibret ve dersler zikredilmektedir. Şu ayette olduğu gibi:

"Sana anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bir kısmıdır. Onla­rın bir kısmı hala ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbi'nin emri geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir fayda sağlama­dı..." (Hûd, 100, 101).

10- Dinde istikamet üzere olmanın emredilmesi (Hûd, 112). Bu nefisle ci-had etmeyi, farzları eda etmekte sebatkâr olmayı ve nefsi, insanı helak eden şeylerden, kötü ahlak ve haramlardan korumayı gerekli kılmaktadır. Bu da nefse oldukça ağır gelen bir emirdir.

11- Aşırı gidip azgınlık yapmak insanı helâka götüren bir yoldur. Zulme meyletmek cehennem azabına sebep olur: "Haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehen­nem ateşi size dokunur." (Hûd, 113).

12- Namazları gece-gündüz tam vaktinde ve dosdoğru kılmak. Çünkü iyi ameller kötülükleri siler, götürür (Hûd, 114). İtaat üzere sebat etmek gerekir. Çünkü Allah güzel amel işleyenlerin mükâfaatını zayi etmez.

13- Ümmeti ve fertleri helak olmaktan kurtarmak için yeryüzünde boz­gunculuk yapanlarla savaşmak: "Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri yer­yüzündeki fesadı (bozgunculuğu) önlemeli değil miydiler" (Hûd, 116).

14- Islah olmuş bir millet için hiçbir helak ve azap yoktur. (Hûd, 117).

15- Hakkın davetinden yüz çevirenlerin azapla tehdit edilmesi ve hayırlı akıbetin Allah'tan gerçek manada korkanlara (muttakilere) ait olması.

Dikkat edilecek bir husus da şudur: Tehdit ve teşvik fert ve toplumların ıs­lah edilmesinde, ümmetin sağlam bir şekilde yapılanmasında ve. düşmanlarına karşı ümmetin muzaffer olmasında gayet faydalı olan ve birbirinden ayrılma­yan iki husustur. Bu sebeple Kur'an'da umumiyetle yanyana zikredilmişlerdir.

16- Sure başladığı gibi, sadece Allah'a ibadet edip O'na güvenmek ve O'nun cezasına karşı dikkatli olmak gerektiği emri ile sona ermektedir ve böy­lece sonuçla başlangıç arasında uyum sağlanmıştır. "Rabbin hiçbir zaman yap­tıklarınızdan habersiz değildir." (Hûd, 123). [4]

 

Kur'an'ın Muhkem Olması Ve Allah'a Kulluğa, O'na Yönelmeye Ve Öldükten Sonra Dirilmeye İmana Davet Etmesi

 

1- Elif, Lâm, Ra. Bu (Kur'an) Hakim (hü­küm ve hikmet sahibi) ve Habîr (her şeyden haberdar olan Allah) tarafından ayetleri muhkem olan (hükmü baki kı­lınmış olan) ve sonra geniş olarak açık­lanmış bir kitaptır.

2- Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet et-meyesiniz. Şüphesiz ki ben Allah tara­fından sizin için bir uyarıcı ve müjdele-yiciyim.

3-  Rabbinizden af dileyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi belirlenen vade gelin­ceye kadar güzelce yaşatsın ve her fazi­let sahibine faziletinin mükâfatını ver­sin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben sizin için o büyük günün azabından korkarım.

4-  Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O her şeye kadirdir.

 

Belagat:

 

"... ayetleri muhkem olan..., ... geniş olarak açıklanmış..." Bu ayette güzel bir tezat sanatı vardır. Çünkü manası, "Bu ayetleri hüküm ve hikmet sahibi olan Allah, ihkam eyledi (hükmünü baki kıldı) ve yine bunları her şeyden ha­berdar olan, beyan edip şerhetti" demektir. Yine "uyarıcı" ve "müjdeleyici" keli­meleri arasında tezat vardır.

"O büyük günün azabı..." Burada "azap" kelimesinin "Büyük Gün'e" yani kıyamet gününe izafe edilmesi o günün dehşetini bildirmek içindir. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, Lâm, Ra" Yunus suresinin başında da belirtildiği gibi, bu harfler asıl isimleriyle sakin olarak okunur; Elif, Lâm, Ra denilir. Bu harfler Kur'an'ın mu­cize olduğunu ve Allah tarafından geldiğini ispat etmek, fesahat ehli Arapları susturmak ve onlara meydan okumak için bu şekilde zikredilmiştir. Yahut bu harfler kendilerinden sonra gelen ifadelere dikkat çekmek için "Dikkat edin! İyi bilin ki!" manasındaki "elâ" gibi harflerdir.

Bu çeşit harflerle başlayan sureler (Bakara ve Âl-i İmran sureleri hariç) Mekkî surelerdir. Mekkî sureler tevhid, öldükten sonra dirilme, vahiy, Kur'an'ın mucize oluşu gibi konulara ağırlık verir. Bu surelerde umumiyetle geçmiş peygamberlerin kıssaları bulunur.

"Bu" Kur1 an "Hakim" yani sözlerinde, fiillerinde ve hükümlerinde hikmetli insanların ve bütün kâinatın gizli açık bütün durumlarını gayet iyi bilen "ve Habîr" yani her şeyden, her şeyin neticesinden haberdar olan lafız ve mana yö­nünden hiçbir eksiklik bulunmayan, gayet muazzam bir şekilde tanzim edilen "sonra da geniş olarak açıklanmış olan" hükümleri, kıssaları ve öğütleri beyan eden "bir kitaptır". Hem muhkem, hem de mufassal oluşuyla Kuran, hem şekil hem de mana yönüyle kâmil bir kitaptır.

Zemahşerî diyor ki: "Sonra geniş olarak açıklanmış" ifadesi tevhidin delil­leri, hükümler, vaazlar ve kıssalar gibi incilerle süslü gerdanlık gibi her şeyi tane tane dizilmiş, yahut sure sure, ayet ayet bölümlere ayrılmış; yahut toptan bir defada indirilmeyip ayrı ayrı indirilmiş, yahut kulların muhtaç oldukları hususlar ayrı ayrı açıklanmış, beyan edilmiş ve özetlenmiş demektir.

"Sonra geniş olarak açıklanmış" sözünün manası vakitte gecikme olmadan derhal yapılmış demektir. Meselâ: "Kur'an ayetlerinin lafzı en güzel şekilde tanzim edilmiş, sonra da manası en güzel şekilde açıklanmıştır" cümlesi "Fa­lan kimsenin aslı (babalan, dedeleri) cömerttir. Sonra o da cömertçe davran­maktadır" cümlesinde olduğu gibi. Buradaki "sümme(: sonra) kelimesine "ayrı­ca" manası vermek daha uygundur.[6]

"Şüphesiz ki ben Allah tarafından sizin için" küfrederseniz ve şirk koşar­sanız azapla "uyarıcı ve" iman ederseniz veya tevhid akidesine sarılırsanız se­vapla "müjdeleyiçiyim".

Şirk ve günahlardan dolayı "Rabbinizden af dileyin ve sonra O'na tevbe edin" İtaatle O'na yönelin "ki sizi, belirlenen vade" yani takdir edilen ömür ve­ya ölüm "gelinceye kadar" dünyada "güzelce" yani güzel bir yaşayış ve bol rızık-la "yaşatsın" Meta, geçim için istifade edilen her şey demektir, "ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin" yani amelinde fazilet sahibi olan her iyi­lik severin amelinin karşılığını versin.

"Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben sizin için büyük bir günün" Kıyamet gününün, dehşet gününün "azabından korkarım." Mekke müşrikleri kıtlıkla imtihan edilmişlerdi de leş bile yemek zorunda kalmışlardı.

O gün "Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O her şeye kadirdir." Sevap ve azap O'ndandır. Bu ifade o günün büyüklüğünü tespit ve tekit etmektedir. [7]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin konusu dinin esaslarının belirtilmesidir. Bu esaslar, Kur'an'ın muhkem oluşu ve her şeyi geniş bir şekilde açıklaması, Allah'a kulluğa, tevhide ve Ona yönelmeye davet edilmesi, öldükten sonra dirilme ve ahiret aleminde amellerin karşılığının verileceğine iman edilmesidir.

Bu ayetlerin geniş manası şu şekildedir: Bu hem lafız, hem mana yönün­den muntazam, hiçbir noksanlığı bulunmayan, hem şekil hem de mana yönün­den kâmil olan, şanlı ve değerli bir kitaptır. Çünkü bu kitap sözleri ve hüküm­lerinde hikmet sahibi olan, kulların ihtiyaçlarından ve her şeyin neticesinden haberdar olan Allah tarafından gönderilmiştir.

Bu surede diğer surelerde olduğu gibi itikat hakikatlerini beyan etmek ve kâfirlerin batıl inançlarını çürütmek, hayat için en münasip şer'î hükümleri açıklamak ve kıssalar vasıtasıyla en sağlam metodları, faziletleri ve öğütleri beyan etmek, huy ve ahlâkın en değerlilerine uyarıda bulunmak üslûbu benim­senmiştir.

Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz. Yani bu muazzam kitap Al­lah'tan başkasına ibadet etmemeniz ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamanız için nazil olmuştur. Yahut bu muazzam ve mufassal kitap eşi ve ortağı bulunma­yan, tek olan Allah'a ibadet için yahut Allah'tan başka hiçbir şeye ibadet etme­meniz için nazil olmuştur.

"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbi­ya, 21/25).

"Şüphesiz ki her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin. Tağuttan kaçının di­yen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).

"Ben Allah tarafından sizin için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Yani insanlara de ki: Ben size Allah tarafından gönderildim. O'na muhalefet ederseniz azapla sizi uyarıcıyım. O'na itaat ederseniz sevapla müjdeleyiciyim.

Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Safaya çıkmış ve Kureyş'in en yakın kabilelerini çağırmıştı. Hepsi toplandı. Peygamberimiz (s.a.):

-  "Ey Kureyş topluluğu! Size yarın sabah düşman süvarilerinin geleceğini haber versem, beni tasdik edersiniz, değil mi?" diye sordu. Kureyş'liler:

- "Biz senin yalan söylediğini duymadık" dediler. Peygamberimiz (s.a.):

- "Şüphesiz ki ben sizi şiddetli bir azapla uyarıcıyım" dedi.

Bu ifade, Rasulullah (s.a.)'m görev ve vazifesini beyan etmektedir. Bu va­zife de kendisine isyan edenleri cehennem ile uyarmak, kendisine itaat edenle­ri de cennetle müjdelemektir.

"Rabbinizden af dileyin." Yani size geçmiş günahlardan istiğfar etmenizi, şirk, küfür ve günahlardan af dilemenizi, geçmiş günahlardan pişmanlık duy­mak, gelecekte bir daha aynı günahlara dönmemeye azmetmek ve bunda de­vam etmek suretiyle bu günahlardan dolayı Allah'a tevbe etmenizi emrederim. Eğer istiğfar edip günahlardan tevbe ederseniz, Allah sizi dünyada güzelce ya­şatır. Yani dünyada güzel bir yaşayış, bol rızık ve peşpeşe nimetlerle hoşa giden güzel faydalı şeylerle ondan istifade etmenizi, belirlenen vade gelinceye, canınızı alıncaya kadar bir müddet daha uzatsın. Nitekim bir ayet-i kerimede "Onu güzel bir hayat içinde yaşatacağız." (Nahl, 16/97) buyrulmaktadır.

"İstiğfar" ile "tevbe"nin bir arada zikredilmesinin sebebi, tevbe edilmedik­çe istiğfarın Allah tarafından kabul edilme imkânı olmadığına delâlet etmek içindir.

İstiğfar bizzat istenen bir taat şeklidir. Tevbe ise istiğfarı tamamlayan un­surlardan olduğu için istenmektedir. Bu iki tabirin (istiğfar ile tevbenin) birbir­lerinden ayrı olduğu esasına göre durum böyledir. Çünkü istiğfar mağfireti -gü­nahların örtülmesini kapanmasını affedilmesini- istemektir. Tevbe ise günah­lardan tamamen sıyrılmak, geçmişte işlenilen günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bu günahlara bir daha dönmemeye, bir daha işlememeye azmetmek demektir. Bu duruma göre ayetin manası "Şirkten tevbe edin, sonra Allah'a ita­atle yönelin" şeklindedir.

İstiğfar ile tevbeyi aynı manada kabul edenler "Sonra tevbe edin" ifadesini 'Tevbeyi ihlâsla yapın. Tevbeye ibadet ve taatle istikamet üzerine devam edin." manasında almışlardır.

"... Ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin." Yani ahirette amelinde fazilet bulunan herkese bunun mükâfatım verir, onu eksiltmez.

Dünyada güzel bir yaşayış ve ahirette sevap vermek iki mükâfatı bir ara­da vermektir. Ancak dünya mükâfatı geçici ve sınırlıdır. Ahiret mükâfatı ise daimidir, mutlaktır, başka bir şeyle kayıtlı değildir.

Bu ayette dünya ve ahiret hayırlarının tamamının ancak Allah Tealâ'dan geldiğine ve sadece O'nun yaratması, meydana getirmesi ve bağışlamasıyla ol­duğuna işaret edilmektedir. Yine bu ayette dünyadaki nimetlerin tek tek her ferde değil, bütün insanlara toptan verildiğine, ahiretteki mükâfatın ise her ferde hususi olarak verildiğine işaret edilmektedir.

Kur'an'm üslûp ve âdeti şudur: Önce bir hususu ve teşvik için onun fayda­sını zikreder, sonra da korkutma, tehdit ve nefret ettirmek için o hususun zıd-dını zikreder.

Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: Eğer sizi davet ettiğim sadece Allah'a kulluk edip O'nun eşi-ortağı bulunmadığı inancından yüz çevirirseniz ben sizin için o büyük günün -kıyamet gününün- azabından korkarım.

Kıyamet günü, o gün meydana gelen büyük, ağır, şiddetli ve acıklı şeklin­de tavsif edildiği gibi, burada da o gün meydana gelecek korkunç ve dehşetli olaylar sebebiyle "Büyük Gün" diye tavsif edilmiştir.

Cenab-ı Hak bundan sonra "Onların dönüşleri her şeye kadir olan Al­lah'adır, azap ve sevap Ondandır" diyerek o büyük günün azabını beyan etti. Yani kıyamet günü onların dönüşleri kendi dostlarına dilediği şekilde ihsanda bulunmaya ve düşmanlarından intikam almaya o günde mahlûkatı yeniden ya­ratmaya kadir olan Allah'adır.

"Dönüşünüz yalnız Allah'adır" ifadesi hasr ifade eder. Yani "Dönüşünüz başkasına değil, yalnız Allah'adır" demektir. Bu ifade Allah Tealâ'nın emirle­rinden yüz çeviren ve peygamberlerini yalanlayan kimseler için şiddetli bir tehdittir. Çünkü kıyamet günü hiç şüphesiz ona azap ulaşacaktır. Daha önceki teşvike karşılık bu uyarı ve korkutma yapılmıştır. [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin tamamı muhkemdir ve bu ayetlerde hiçbir noksanlık veya batıl bir şey yoktur. Lafzının ve manasının muhkem oluşuyla gayet muntazamdır. Bu ayetlerde çelişki veya karışıklık yoktur. Tevhid, pey­gamberlik ve öldükten sonra dirilme ve diğer konulardaki bütün delilleri ihtiva eder, tam manasıyla tafsilatlıdır. Kur'an ayetleri hem şekil, hem de mana yö­nünden mükemmeldir, insanlığın dünya ve ahiretteki bütün ihtiyaçlarını ger­çekleştirmiştir.

"Sizi ve sizden öncekileri yaratan..." ifadesi yaratıcının, eşsiz sanatkâr Al­lah'ın varlığına delildir.

2- Kur'an'ın daveti açık olup nimet veren ve sayısız lütuflarda bulunan ya­ratıcıya kulluğun gerçekleşmesine ve Ondan başka hiçbir kimseye ibadet edil­memesine ve sadece Ona ibadet edilmesine yöneliktir. Dolayısıyla ayet Allah'a ibadet edilip O'ndan başkasına ibadet edilmemesini ihtiva etmektedir.

3- Rasulullah (s.a.)'ın vazifesi Ona isyan edeni azapla uyarmak ve korkut­mak, O'na itaat edeni de Allah rızası ve cennetle müjdelemektir.

4- İnsanın görevi istiğfar etmek -yani şirk ve günahlardan dolayı mağfiret istemek- ve ibadet ve taatle Allah'a yönelmektir. Buna göre "tevbe edin" emri­nin manası "Tevbe ve taatle Ona dönün" demektir.

Salihlerden biri diyor ki: Günahı terk etmeksizin yapılan istiğfar yalancı­ların tevbesidir.

5- İstiğfar ve tevbenin faydası -ki bu çeşit ibadet itaatkâr mümin insana Allah'ın bir lütfudur- dünya ve ahirete şamil olan geniş ve büyük bir faydadır.

Dünyada bol rızık, huzurlu bir yaşayış ile takdir edilen hayatın sonuna kadar afiyet içinde bir hayat sürmek ve daha önce helak olan ümmetlerin başı­na geldiği gibi korkunç bir felâketle yeryüzünden silinmemektir. Güzel bir ha­yat sürme (el-metau'1-hasen), hoşa gitmeyen ve korkulu her şeyden korunmak ve hayatın güzel nimetlerinden istifade etmektir. Ahirette ise salih amellerden herhangi birini işleyen kimseye amelinin karşılığının verilmesidir. Ayrıca bu ayet (Hûd, 3) her insan için sadece bir ecel (belirlenen bir vade) olduğuna delâ­let etmektedir.

6-  Bütün mahlûkatın ölümden sonra dönüşü sevap ve ceza vermek gibi her şeye kadir olan Allah Tealâ'yadır.

Bu ifade de önceki teşvikten sonra yapılan bir korkutmadır. [9]

 

Kâfirlerin Hak'tan Yüz Çevirmeleri

 

5- İyi bilin ki, onlar gizlenmek için iki  büklüm olurlar. Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"... onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir." Bu iki ifade arasında tezat sanatı vardır. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İyi bilin ki onlar", kâfirler Muhammed'den "gizlenmek için" yahut Al­lah'tan gizlenmeye çalışmak için "iki büklüm olurlar." Hak'tan yüz çevirirler ve kalplerindeki kin, haset ve Peygamber (s.a.) düşmanlığına rağmen göğüslerini bükerler.

"Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman" yani elbiseleriyle örtündükleri zaman "bile" Allah "onların" kalplerinde "gizlediklerini ve" ağızla­rıyla "açığa vurduklarını bilir" Allah'ın ilminde onların gizli ve açık durumları birdir. Ya açıkça yaptıkları O'na nasıl gizli kalır? "Çünkü Allah kalplerin özü­nü" yani kalplerde bulunan sırlan veya kalpleri ve kalplerin durumlarını "çok iyi bilendir." [11]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî, İbni Abbas'ın "iyi bilin ki, onlar... iki büklüm olurlar." (Hûd, 5) ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı kimseler hanımları ile ilişkiye girdikten sonra semaya doğru arkalarını dönmekten haya ediyorlardı. Bu ayet bu müslümanlar hakkında nazil oldu.

İbni Cerîr ve başkaları Abdullah b. Şeddad'dan şu sözü nakletmişlerdir: Onlardan biri Peygamberimiz (s.a.)'in yanından geçerken onun görmemesi için iki büklüm olurdu. Bu ayet böyle kimseler hakkında nazil oldu.

Bir rivayete göre, müşriklerden "Perdelerimizi indirirsek, elbiselerimize bürünürsek, kalbimizi Muhammed düşmanlığıyla doldurursak, nasıl bilecek?" diyen bir grup hakkında nazil oldu.

Vahidî ve Kurtubî bu ayetin Ahnes b. Şerik hakkında nazil olduğunu, bu şahsın tatlı konuşan biri olup Rasulullah (s.a.) ile onun hoşuna gidecek şekilde konuştuğunu halbuki kalbiyle de onu kötüleyen duygulara sahip olduğunu zik­retmişlerdir.

Benim görüşüme göre bu ayet (Hûd, 5) öncesi ve sonrasının delaletiyle kâ­firlerin haktan yüz çevirmesi hakkında nazil olmuştur. [12]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kâfirlerin durumunu tavsif edip onların, Allah'a ibadet ve taatten yüz çe­virirlerse büyük bir günün azabına uğrayacaklarını açıkladıktan sonra Allah Tealâ bundan gizlice yüz çevirmelerinin şaşkınlık ve bilgisizlikle nitelendirildi­ğini beyan etti. [13]

 

Açıklaması

 

İyi bilin ki kâfirler veya müşrikler Allah'a davet ettiğini duyunca Rasulul-lah (s.a.) ve başka hiç kimse kendilerini görmesin diye inat ve küfürde ileri gi­derek göğüslerini Rasulullah (s.a.)'tan öbür tarafa çevirirler.

Yine iyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri ve bu elbiseleriyle başları­nı örttükleri zaman Allah'tan veya Muhammed'den gizlenip de Allah'ın kendi­lerini görmediğini zannettiklerinde Allah onların kalplerinde gizlediklerini ve dilleriyle açığa vurduklarını iyi bilir. Onların geceleyin gizlediklerini, gündüz açığa vurduklarını iyi bilir.

Yüce Allah "Elâ(: iyi bilin ki)" edatını onların gizlenme vakitlerine işaret etmek için tekrarladı. Zamirin Allah'a raci olması ("Allah'tan gizlenmek için" şeklinde mana verilmesi) "Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir" ayetinin delâleti ile daha evlâdır.

Çünkü Allah kalplerdeki sırları, kalpten geçen duyguları çok iyi bilendir. O halde sırlarının Allah'a gizli kaldığını zannedenler dikkatli olsunlar ve bil­sinler ki Allah kâinattaki her şeyden, gönüllerde yer alan şüphe ve vesveseler­den haberdardır. O, her insanı gizlediği ve açığa vurduğu şeylerle sorgulaya­caktır. [14]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet kâfirlerin Kur'an'dan yüz çevirmekte direndiklerine, Rasulullah (s.a.)'ın peygamberliğine iman etmeye davet etmekteki samimiyetine ve kâfir­lerin bu çeşit yüz çevirmekle ahmak ve cahil olduklarına delâlet etmektedir.

Yine bu ayet onların Allah'tan veya Muhammed (s.a.)'den gizlenmelerinde hiçbir fayda olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Allah varlık alemindeki her şeyden; niyetler, gönüller ve sırlardan açık söz ve davranışlardan haberdardır. O'nun açık olanı bilmesi ile gizli olanı bilmesi birbirine denktir. O'nun ilminde onların gizlemesi ve açığa vurması arasında hiçbir fark yoktur. [15]

 

Allah'ın Lütfü, İlmi Ve Kudreti

 

6- Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yok­tur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah  her canlının (hayatta iken) yerleştiği  ve (ölümden sonra) konulduğu yeri bi- Kr-H^r W apaçık bir kitaptadır.

7- Gökleri ve yeri altı günde yaratan Al- lah'tır. Arş'ı (daha önce) su üzerinde  idi- AUah hanginizin daha iyi amel işle- yeceği hususunda, sizi imtihan etmek  için kâinatı yarattı. Yemin olsun ki,  eğer onlara "Mutlaka siz öldükten son- ra dirileceksiniz" desen, şüphesiz ki kâ­firler "Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derler.

 

Kelime ve İbareler:

 

'Yeryüzünde hiçbir canlı varlık ..." ifadesindeki Dabbe kelimesinin at, ka­tır ve eşek için kullanılması örfîdir. Buradaki manası ise şöyledir: Yeryüzünde sürünerek veya ayaklan üzerinde yürüyerek hareket eden hiç bir canlı varlık "yoktur ki rızkı" gıdası ve geçimi "Allah'a ait olmasın." Çünkü Allah bunu bir lütuf ve rahmet olarak kefaleti altına almıştır. Bunu bu şekilde vücup lafzı ile anlatması bu rızkın mutlaka ulaşacağını ve garantili olduğunu kesin bir dille ifade etmek ve bu konuda Allah'a güvenilmesine teşvik etmek içindir.

"Allah her canlının" yer yüzünde "yerleştiği yeri" ve meskenini, ayrıca yer yüzüne gelmeden "konulduğu yeri" sulbü rahmi veya yumurtayı "bilir." Bu iki kelimeden murad canlının hayatta iken ve ölümden sonraki yerleri yahut ra­himleri ve sulblerdir.

"Her şey apaçık bir kitaptadır." Yani kayıtlıdır. Her canlının durumu, rızkı, yerleşeceği ve nihayet konulacağı son yeri Levh-i Mahfuzda zikredilmiştir; orada yazılmış, beyan edilmiştir. Ayetten murad Allah'ın bütün bilgileri bildiği­ni ve bütün her şeye kadir olduğunu ifade etmek ve böylece tevhidi ve geçen vaad ve ihtarları teyit etmektir.

"Gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. O'nun Arş'ı" gökler ve yeryü­zü yaratılmadan önce "su üzerinde idi." Bu ayette Arş'ın ve suyun, göklerin ve yerin yaratılmasından önce yaratılmış olduklarına delil vardır. Buradaki ma­na, Arş ve suyun birbirine yapışık olması şeklinde değildir. Sadece "Gökyüzü, yeryüzünün üstündedir" sözü gibidir. Su, Arş'tan sonra bu âlemdeki maddî var­lıklardan ilk yaratılan varlıktır. Arş bütün mülkün tanzim edildiği merkez ve idare edildiği yerdir. Arş, gökyüzü ve yeryüzünden daha büyüktür.

Allah "Hanginizin daha iyi amel işleyeceği" yani daha fazla Allah'a itaat­kâr olacağı "hususunda sizi imtihan etmek için" kâinatı yarattı. O, kâinatı bü­yük bir hikmete binaen yaratmıştır. Bu da Allah'ın "size nasıl amel işleyeceksi­niz" diye sizi imtihana tabi tutan biri gibi muamele etmesidir. Ayrıca müminle­rin amelleri güzel ve daha güzel diye ayrılırken kâfirlerin amelleri ise, güzel ve çirkin diye ayrılır.

"Yemin olsun ki eğer onlara "Mutlaka siz öldükten sonra dirileceksiniz" de­sen şüphesiz ki kâfirler "Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir." Yani, ya Muhammedi Öldükten sonra dirilmeyi anlatan bu Kur'an ve senin söylediğin bu şeyler sadece sihirdir, yani hayali şeylerdir, göz boyamacılıktır "derler." Bu­rada "külte" kelimesi "zekerte" manasına (alınırsa) "Bu apaçık sihirden başka birşey değildir" ayetinin manası, "sihir batıl bir iştir ve Kur'anm batıl oluşu da, sihire benzetilirse, sinirin batıl oluşu gibidir" demektir. [16]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak geçen ayette "Onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah bilir." hakikatini beyan ettikten sonra, bunun peşindan bütün bilgile­ri bildiğine ve her şeye kadir olduğuna delâlet eden ayetleri getirdi. O, yaratıcı­dır, rızık vericidir, beşerin bütün hallerini bilendir, onları öldükten sonra yara­tacak olandır. Öldükten sonra dirilme hiç şüphesiz gerçekleşecektir. [17]

 

Açıklaması

 

Yerde, havada ve denizde yaşayan canlılardan hiçbir canlı yoktur ki rızkı, geçimi ve bunun için uygun olan araştırma, hareket ve çalışma sonrası yiyeceği için hazırlanan gıdası Allah'a ait olmasın.

Allah bu varlıkların yeryüzünde gideceği en son noktayı, yerleşeceği yeri, ayrıca en sonunda öleceği, gömüleceği ve son olarak konulacağı yeri bilir. Bu bilgi, bu varlıkların sulblerde ve rahimlerde oluşumları ve meydana gelmeleri­nin başlangıcına da hayat ve ölüm günlerine de şamildir.

Bütün bu varlıkların rızıkları, nerede yerleşecekleri ve sonunda nereye konulacakları, mahlûkatm bütün kaderleri sabit, değişmez bir şekilde Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır.

Bu ayet Allah Tealâ'nın bütün mahlûkatın nzıklarına kefil olduğuna delil­dir ve bunu "üzerine vacip kıldığı" manasına gelen "ala" kelimesiyle ifade edip bir lütuf ve rahmeti olarak bu durumu kendisine vacip kılmıştır.

Ancak rızık, Allah Tealâ'nın bu kâinattaki sünneti (İlâhî kanunu) gereği olarak sebep-netice ilişkisine bağlıdır. Yani rızkı elde etmek, mahlûkata verilen ilhamla rızkı talep ve tahsil etmeye yöneltme şartlarının gerçekleşmesinden sonra çalışma ve gayrete bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli verip sonra da ona doğru yolu gösteren­dir. " (Tâ-Hâ, 20/50).

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: 'Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı var­lık ve kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasın­lar. Biz, Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra hesap için Rableri-nin huzurunda toplanacaklardır." (En'am, 6/38).

"Gaybın anahtarları Allah'ın nezdindedir. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilme­sin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir Kitapta kayıtlıdır." (En'am, 6/59)

Allah Tealâ az önce beyan edilen delille bütün bilgileri bildiğini ispat ettik­ten sonra göklerin ve yerin yaratıcısı olması sebebiyle bütün kader programına kadir olduğunu ispat etti. Gerçekten bu iki delilin her biri Allah'ın ilminin ve kudretinin kâmil olduğuna delâlet etmektedir.

"Gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır..." Yani Allah Tealâ her şeye kadir olduğunu, gökleri ve yeri kendisinin yaratma ve meydana getirme günle-riyle altı gün içerisinde yarattığını, yoktan var ettiğini, meydana getirdiğini haber vermektedir. Ancak bu altı gün şu ayet-i kerimenin delaletiyle bizim günlerimiz gibi altı gün değildir. (Altı merhale demek daha uygundur).

"Şüphesiz Rabbinin nezdindeki bir gün, sizin saydığınız günlerle bin yıl gi­bidir." (Hac, 22/47).

"Melekler ve Cebrail Allah 'm emrinin indiği yere elli bin dünya yılının kar­şılığı olan bir günde çıkarlar." (Mearic, 70/4).

"O'nun Arş'ı suyun üstünde idi..." Arş, mahlûkatın en büyüğüdür. O'nun gerçek şeklini bilmiyor, sadece Allah Tealâ'nm haber verdiği şekliyle ona iman ediyoruz.

Allah'ın Arş'ın üzerinde istiva etmesine gelince: Ümmü Seleme (r.a.), İmam Malik ve Rabia'dan rivayet edildiği gibi, istiva bellidir ama nasıl olduğu meçhuldür, diyoruz.

Bu ayet Allah'ın gökleri ve yeri yaratmadan önce mahlûkatı yaratmaya nasıl başladığına, Arş'ın ve suyun göklerin ve yerin yaratılmasından önce var olduklarına, Arş'ın hiçbir şey yaratılmadan önce var olduğuna ve Arş'ın altında bulunan suyun canlı maddenin aslı olduğuna delâlet etmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler gökler ve yeryüzü bir­birine bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmez­ler mi? Hâlâ iman etmezler mi?" (Enbiya, 21/30). "Sedîm Teorisi" dedikleri ve Kur'an-ı Kerim'in de "Duhan (duman) su veya rüzgar metni" diye ifade ettiği gerçek budur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu eşsiz yaratmanın sebebini "Hanginizin da­ha iyi amel işleyeceği hususunda sizi imtihan etmek için." ifadesiyle açıkladı. Yani göklerin ve yerin yaratılması kendisine hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleri için yarattığı kullarının istifadeleri içindir, yoksa bu varlıkları boş ye­re gayesiz olarak yaratmamıştır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları an­cak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).

"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun, 23/115).

İbadet ve taat etmek, günahlardan sakınmakla mükellef kılınmak, imti­han ve daha güzel amel işleyenlerin bilinmesi içindir. Daha güzel amel, Al­lah'ın şeriatının esaslarına uygun, sadece Allah rızası için yapılan ihlaslı amel­dir. Amel ve ibadet bu iki şarttan birisini kaybederse bu amel boşa gider, batıl, geçersiz olur. Kim Allah'a şükreder ve itaatta bulunursa, Allah onu mükâfat­landırır. Kim de küfreder ve isyan da bulunursa Allah onu cezalandırır.

Bu durum imtihan eden bir kimsenin imtihanına benzeyince Cenab-ı Hak da bu keyfiyeti ifade etmek için "Sizi imtihan etmek için" ibaresini kullandı. Yani sizi imtihan edenin nasıl hareket edeceğinizi anlamak için yaptığı gibi muamele göreceksiniz.

İmtihan ve denemelerin bir neticesinin olması sebebiyle, iyi hareket ede­nin rahmet ve sevapla muamele görmesini, kötü hareket edenin de ceza görme­sini gerekli kılan haşr (toplanma) ve neşr (amel defterlerinin dağıtılması) mut­laka olacaktır. Aklı olan herkes de öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret günü iti­raf etmek zorundadır.

Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki... dirile­ceksiniz, desen..." Yani yemin olsun ki, Ya Muhammedi Sen öldükten sonra di­rilmeye ait deliller ortaya koysan ve bunları müşriklere zikretsen o kâfirler "Bu sihirdir", yani aldatmadır, geçersizdir, derler. Çünkü sihir onların anlayışı­na göre batıldır, geçersizdir. Cümlenin manası şöyledir: Onlar "öldükten sonra dirilmek veya bunu söylemek veya bunu anlatan Kur'an, aldatma ve asılsızlık hususunda sihir gibidir" derler. [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Allah mahlûkatm rızıklarına kefil olmuştur, Allah'ın onlara bir lütfü ve rahmeti olarak rızıklarını garanti altına almıştır. Bu, Allah Tealâ'nm "Adalet" ve "Rahmet" sıfatlarıyla muttasıf olduğuna delildir.

Ancak rızık gayret, emek ve çalışmaya bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöy­le buyurmaktadır: "Yeryüzünü size boynu bükük (emrinize hazır) kılan O'dur. Yeryüzünün her tarafında dolaşın ve Allah'ın vermiş olduğu rızıklardan yiyin. Dirildikten sonra dönüş O'nadır." (Mülk, 67/15).

2- Allah'ın ilmi yeryüzündeki bütün mahlûkatı, kara, deniz ve havadaki canlı ve cansız varlıkları ihata eder, kaplar. Bu varlıkların canlılarının sulb ve rahimlerdeki ana maddesinin varlığından başlayarak hayatın hareketli mey­danına çıkıncaya kadar yer değiştirmeleri, hareket etmeleri ve takip ettikleri yollara varıncaya ve nihayet bir yere yerleşinceye, sonunda öldüğü ve gömül­düğü yere varıncaya kadar hepsini bilir.

3- Allah göklerin, yerin ve aralarında bulunan canlı varlıkların yaratıcısı­dır. Bu iki ayet (Hûd, 6-7) Allah'ın ilminin kâmil, kudretinin mükemmel oldu­ğuna delâlet etmektedir.

4- Arş göklerden ve yerden daha büyük olmasına rağmen su üzerinde idi. Allah Tealâ suyu bir kaba ihtiyaç olmaksızın dökülmeden tuttu. Yaratılan var­lıkların en büyüğü olan Arş'ı Cenab-ı Hak yedi kat göklerin üstünde, altında herhangi bir direk, üstünde her hangi bir askı olmaksızın öylece tutmaktadır.

5-  Allah gökleri ve yeri mükellef kıldığı kullarını imtihan edip denemek için yaratmıştır. Bu da Cenab-ı Hakk'ın bu büyük âlemi mükellef kullarının is­tifade etmeleri için yaratmış olduğunu gösterir.

6- Mahlûkatın arasında gerçek adaletin sağlanması için, iyi hareket eden­lerle kötü hareket edenlerin arasını ayıracak, iyi hareket edenlere mükâfat ile, kötü hareket edenlere ceza ve azap ile karşılık verecek şekilde değerlendirme yapılması için haşr (mahlûkatın toplanması) olayının meydana gelmesi, öldük­ten sonra dirilme ve kıyametin gerçekleşeceğinin itiraf edilmesi kesin delillere dayanan, akla dayanan bir mecburiyetidir. [19]

 

Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları

 

8- Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o kendile­rinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap) kuşatacaktır.

9- Yemin olsun ki biz, insana tarafımız­dan bir rahmet tattırıp sonra onu ken­disinden alırsak şüphesiz ki insan, bü­yük bir ümitsizliğe düşer ve çok nan-körleşir.

10- Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattır-sak "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve çok gururludur.

11- Ancak sabredenler ve iyi amel işle­yenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

 

Belagat:

 

"Büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörlesin" Buradaki "yeûs" ve "ke-fûr" kelimeleri mübalağa sigalarındandır.

"İnsana uğradığı zarardan sonra nimetler tattırsak" cümlesindeki "zarar" ve "nimet" arasında tezat sanatı vardır. [20]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ümmet kelimesinin manaları:

a) 8. ayetteki ümmet kelimesinden murad, müddettir. Yani bir ümmetin vakitlerinin müddeti demektir. Ümmet aslında aynı cinsten olan topluluk, ce­maat demektir. Meselâ "(Musa) Medyen suyuna vardığında orada hayvanlarını sulayan bir topluluk (ümmet) buldu." (Kasas, 28/23) buyurulmaktadır.

b) Ümmet kelimesi "din" ve "millet" anlamında da kullanılmaktadır. Mese­lâ "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk... dediler." (Zuhruf, 43/22) buyurulmaktadır.

c) Bazan da bütün üstün vasıflara haiz, kendisine uyulacak kişiye de "üm­met" denilmektedir. Meselâ "Şüphesiz İbrahim bir ümmet (önder şahsiyet) idi." (Nahl, 16/120).

d) Burada ve "Bir ümmet (müddet) sonra hatırladı." (Yusuf, 12/45) ayetin­de olduğu gibi müddet ve zaman manasında da kullanılmaktadır.

e) Tabi olanlar manasındaki ümmet peygamberleri tasdik edenlerdir. Nite­kim Cenab-ı Hak "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Âl-i İm-ran, 3/112) buyurmaktadır. Sahih hadis-i şerifte "... ben, ümmetimi isterim, ümmetimi isterim, derim" buyurulmaktadır.

Bu açıklamaya göre "ümmet" beş manada kullanılmıştır. Topluluk, din, önder, müddet ve tabi olanlar manalarında kullanılmaktadır. Burada (Hûd, 8), müddet manasında kullanılmıştır.

"Yemin olsun ki eğer onlardan azabı, sayılı bir zamana kadar ertelesek" on­lar alay ederek "onu bizden alıkoyan nedir?" yani o azabın gelmesine engel olan nedir? "derler."

"İyi bilin ki" azap "onlara geldiği gün o kendilerinden uzaklaştırılmaya-caktır. Onları alay ettikleri azap kuşatacaktır" yani azap onlara inecektir.

"Yemin olsun ki, biz insana" yani insanoğluna yahut kâfire "tarafımızdan bir rahmet" zenginlik, sağlık maddî imkân "tattırıp" yani bu nimetlerden az bir şey verip "sonra kendisinden" çekip "alırsak şüphesiz ki insan" bu nimetin tek­rar geleceğinden, Allah'ın rahmetinden "büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörlesin"

"Yemin olsun ki insana uğradığı zarardan sonra nimetler" hayır, zenginlik ve sağlık gibi faydalı şeyler "tattırsak", kötülükler, musibet belâlar "başımdan gitti, der." Nimet vereni düşünmez, şükretmez. "Şüphesiz insanoğlu çok şıma­rık" nimete aldanan "ve çok gururludur." elde ettiği nimetler sebebiyle insanla­ra karşı kibirlidir.

"Ancak" Allah Tealâ'ya iman ederek ve kazasına teslim olarak sıkıntılara karşı "sabredenler" ve nimet içerisinde iken de "iyi amel işleyenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük mükâfat" yani cennet "vardır".[21]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak kâfirlerin "Bu apaçık bir sihirdir" sözleriyle Rasulullah (s.a.)'ı yalanladıklarını anlattıktan sonra birinci ayette (Hûd, 8) onlara başka çeşit batıl düşüncelerini anlattı. Bu da Rasulullah (s.a.)'ın onları uyardığı ve

korkuttuğu azabın gelmesini gecikince alay etmeye başlamaları ve "Bu azabı bizden alıkoyan nedir?" demeleridir.

Cenab-ı Hak kâfirlere verilecek azabın gecikse de mutlaka geleceğini zik­rettikten sonra onların küfrünü ve bu azaba müstahak olmalarının sebebini zikretti. Bu sebep de insanoğlunun kötü tabiatıdır. İnsanoğlu nimet içinde iken şımarır ve gururlanır, sıkıntı içinde iken de inkâr eder ve Allah'ın rahmetinden ümidini keser. Ancak sabreden, şükreden ve salih amel işleyenler bundan müs­tesnadır. [22]

 

Açıklaması

 

Yemin olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uya­rıp korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38) aye­tinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.

"Bu azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet" kelimesi müddet, zaman manasmdadır.

Allah Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir en­gel olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde cevap verdi.

Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8) buyurul-maktadır.

Bundan sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç insanların kötü sıfatlarını bildirdi:

Allah bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içi­nde yaşama, itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur, geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda gele­ceği için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve şükrün faziletine sanlmamasıdır.

Eğer Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gel­meyecektir der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürle­nerek, başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son derece şımarık ve kibirli olur.

İşte böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemek­te, bilakis kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yar­dımcı olmamaktadır.

Dikkati çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini idrak et­tirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.

Yine bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)" kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden "ne-za'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında "mukabele" sanatı vardır.

Bütün bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna de­lâlet etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır, iman, kaza ve kadere razı olmaktır.

"İnsan" denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit ol­muştur ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna "istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür" demektedir.

Bir başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir" denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok nankör)" sıfatları, "kötülükler başım­dan gitti" sözü, "ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır. Bun­lar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir. Bu du­rumda bu mahzurlar meydana gelmez.

Bundan sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işle­yenleri istisna ederek şöyle buyurdu:

"Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere şükret­mek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan müstesnadır.

Böyle kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sı­kıntılar sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üze­re büyük bir mükâfat vardır.

Bu ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3).

Yine aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hataları­nı bağışlar."

Buharî ve Müslim'in Sa/ıiMerinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder şük­rederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder, sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye nasip olmaz." [23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hükümleri bulundurmaktadır:

1- Allah Tealâ, Allah'ın veya Rasulü'nün kâfirleri uyardığı ve korkuttuğu azabın hiç şüphesiz geleceğine yemin etmiştir.

Bu azaba hiç bir güç engel olamaz. Alay ettiklerine karşılık olarak bu azap onlara gelecek ve onları kuşatacaktır.

Buradaki azaptan murad ya dünya azabıdır; bu da ya topyekün helak et­me azabı veya Bedir Savaşı gibi hakla batıl arasını ayırd eden bir savaşta ezici bir mağlubiyete uğramaktır, yahut ahiret azabıdır.

Bu ayette Cenab-ı Hak kıyametin durumlarından geçmiş zaman lafzı ile anlatmıştır. "Onları azap kuşattı" sözü tekit ve ispatta mübalağa manası ifade etmektedir.

2- Cenab-ı Hak, insanın (bütün insanları içine alan bir cins isim) yahut kâfirlerin bu dünyadaki hayırlardan pek az bir şey bulsa, az bir şey tatsa he­men ayak direteceğini ve azgınlığa düşeceğini bildirmektedir.

İnsan belâ ve musibetlerden pek az bir miktarını idrak etse hemen ümit­sizlik, çaresizlik ve nankörlüğe düşer. Rahmetten çok ümitsiz olan (yeûs) ve ni­metlere karşı çok nankör olan, nimetin kıymetini tanımayan (kefûr) her ikisi de mübalağa sigalardandır. Bununla aşırı derecede çok olmak keyfiyeti ifade ediliyor. Tıpkı "fahur (çok gururlu)" kelimesinin mübalağa için kullanılması gibi.

Bu gerçeğin açıklamasını şöyle yapabiliriz: Kâfir bu tür nimetleri elde et­menin sebebinin ya tesadüf ya da basit bir raslantı olduğuna inanır. Müslüman ise elde ettiği bu nimetin Allah tarafından ve O'nun lütuf ve insanıyla olduğu­na inanır. Bundan dolayı ona ümitsizlik gelmez, bilakis ondan daha fazlasını ümid eder. Kaybedince de sabreder.

Nitekim bir ayet-i kerimede "Umulur ki, Rabbimiz bize bundan daha ha­yırlısını verir. Biz her şeyi yalnız Rabbimizden isteriz, dediler." (Kalem, 68/32) buyurulmaktadır.

Bir başka ayet-i kerimede "... Allah'ın rahmetinden ancak kâfir bir toplu­luk ümidini keser." (Yusuf, 12/87) buyurulmaktadır.

3- İnsana fakirlik ve musibet gibi bir sıkıntıdan sonra sağlık, refah ve bol rızık ihsan edilse o, "kötülükler başımdan gitti, fakirlik ve sıkıntı gibi kişiyi kö­tü bir duruma düşüren musibetler yok oldu" der. Elde ettiği imkân sebebiyle çok şımarır ve insanlara karşı böbürlenir. Allah'a şükretmeyi unutur.

Beyzavî'nin dediği gibi "tatma" ve "dokunma" kelimelerinde insanın bu dünyada karşılaştığı nimet ve musibetlerin ahirette karşılaşacağına nispetle sadece bir numune gibi olduğuna uyarı yapılmaktadır.

4- Allah Tealâ insanın kötü vasıflan ve hallerinden zorluklar ve sıkıntıla­ra karşı sabreden, refah ve bolluk içerisinde iken de şükreden, dünyada hayırlı ve güzel ameller işleyen müminleri hariç tuttu.

İşte bu müminlere hayırlı amellerde sebat edip musibet durumunda da sabretmelerine karşılık Allah tarafından mağfiret vardır, ayrıca en azı cennet olan büyük sevap vardır.

Böylece iki arzu bir arada gerçekleşmektedir. Birincisi cezanın kalkması ve ondan tamamen kurtulma ki "Onlara mağfiret vardır" ifadesiyle anlatılmak istenen de budur; ikincisi ise sevab kazanmak, ki "Büyük bir mükâfat vardır" sözüyle ifade edilen de budur. Bu, Kur'an'ın sadece lafızlanyla değil aynı za­manda manalanyla da mucize olduğuna delildir.

Kâfir belâ zamanında umumi olarak sabreden kimselerden değildir, nime­ti kazandığı zaman da şükredenlerden olmaz. Çünkü gerçek şükür ancak ni­met verene inanmakla mümkün olabilir. Sabrın ise imandan kaynaklanmadığı müddetçe hiç sevabı yoktur.

Kâfir çoğunlukla dehşete kapılır, sabrı tükenir, belki de intihar eder. Çün­kü öldükten sonra dirilmeye, hesaba ve tek olan Allah tarafından verilecek ce­za ve mükâfata inanmadığı için karşılaştığı musibete karşı ahirette onun yeri­ne geçecek bir teselli ve teskin edici bir şey bulamamaktadır.

Kısaca: Ayetler mümin insan ile kâfir insanın vasıflan arasında ince bir karşılaştırma yapmaktadır. Aradaki farkın kaynağı ise iman ve küfürdür.

5- Dünyanın durumu baki değildir, nimetten mihnete, lezzetlerden afetle­re geçebilir, değişebilir, tersi de olabilir. Yani hoşlanılmayan durumlardan ho­şumuza giden şeylere, haramlardan helâllere geçiş mümkündür. [24]

 

Mekke Müşriklerinin Mucize İstemeleri, Peygamberimiz (S.A.)İn De Onlara Kur'an İle Meydan Okuması

 

12- Belki sen, onların "O'na (gökten) bir hazine indirilmeli veya O'nunla birlikte bir melek gelmeliydi, değil mi?" demele­rinden dolayı gönlün daralarak sana vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin. Ama sen sadece bir uya­rıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır.

13-  Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Siz de Kur'an'ın benzeri on uydurma sure getirin, bakalım. Eğer iddianızda samimi

iseniz, Allah'tan başka yardımını iste­yebileceğiniz kimseleri de çağırın."

14- Eğer onlar size cevap vermezlerse bi­lin ki, bu Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Belki sen" anlamındaki "lealle" kelimesi burada inkâr manasında soru edatıdır ve bununla nefy yahut nehiy murad edilir. "Fe-lealleke târîkun" "terk etme" manasındadır. Aslında "lealleke" kelimesi ümit etme ve sevilen bir şeyin beklenmesi, "umulur ki" manasındadır. Bazan da "Böylece takva derecesine erersiniz." (Bakara, 2/21) ayetinde olduğu gibi "böylece, bu şekilde" manasına gelir. Bazan da ''öğüt alması veya Allah'tan korkması için ona yumuşak sözler söyleyin." (Tâ-Hâ, 20/44) ayetinde olduğu gibi talil (sebebiyet) manasına gelir.

"Belki sen onların, ona gökten bir hazine indirilmeli" yani krallar gibi et­rafında adam toplamak için harcayacağı bir hazinesi -emek sarfetmeden elde ettiği malı- olmalıydı, "veya onunla birlikte" teklif ettiğimiz gibi onu tasdik ede­cek "bir melek gelmeliydi değil mi? demelerinden dolayı" onlara Kur'an oku­maktan "gönlün daralarak" yani gönlün sıkılarak "sana vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin." Müşrikler reddedebilir ve alay edebilir kor­kusuyla onların görüşlerine muhalif olan bazı hususları onlara tebliğ etmek is­temeyebilirsin. Ancak bir şeyin olmasını beklemek bu şeyin olduğu ve meydana geldiği manasına gelmez. Çünkü vahiyde belirtildiğine göre peygamberler ha­inlik etmekten masumdurlar.

"Ama sen sadece bir uyarıcısın." Senin üzerine düşen, onların teklif ettik­leri şeyleri yapmak değil, sana vahyedilen şey ile onları uyarmaktır.

"Her şeye vekil olan Allah'tır." O her şeyi gözeten ve koruyandır. Ona te­vekkül et. Çünkü O, onların hallerini gayet iyi bilir ve onların sözlerine ve dav­ranışlarına karşılık verir.

"Yoksa onlar onu" Kur'an'ı "Muhammed uydurdu mu diyorlar" De ki: Siz de" fesahat, belagat, ifade ve nazmının güzelliğinde "Kur'an'ın benzeri on uy­durma sure getirin bakalım." Kur'an önce Kur'an'ın benzerini getirmekle, son­ra on sure getirmekle onlara meydan okudu. Bundan aciz kalınca bir sure ile onlara meydan okudu.

Eğer benim kendi kendime uydurduğum sizce doğru ise siz de benim gibi fasih konuşan Araplarsmız; benim yaptığım şeyi siz de yaparsınız. Hatta siz hitabet, şiir ve nesir olarak beyan üsluplarını bilme noktasında daha mukte­dirsiniz. "Eğer" Kur'an'ın uydurma olduğu "iddianızda samimi iseniz Allah'tan başka" Kur'an-ı Kerim'in benzerini ortaya koymak konusunda "yardımını iste­yebileceğiniz kimseleri de çağırın."

"Eğer onlar" yardımcı olmak üzere davet ettiğiniz şeyden "size cevap ver­mezlerse, bilin ki bu Kur'an Allah'ın ilmi ile indirilmiştir". Bu hitap müşrikle­redir. Yani bu Kur'an Allah'ın ilmi ile birlikte inmiştir. Bunu Allah'tan başka kimse bilemez. Bunun benzerini getirmeye Ondan başka hiçbir kimse mukte­dir olamaz. Kur'an, uydurularak Allah'a nispet edilen bir söz değildir.

Ayetteki "size cevap vermezlerse" ifadesindeki "siz" ya Rasulullah (s.a.)'ı ta­zim içindir, yahut da müminlere hitaptır. Çünkü müminler de onlara Kur'anla meydan okuyorlardı.

"Ondan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?" Ey Mü­minler! Siz İslâm üzerinde sabit misiniz, ihlâslı müslümanlar oldunuz mu? Ey kâfirler! Bu kesin hüccetten sonra siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi? [25]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ müşriklerin Kur'an-ı Kerim'e "bu apaçık bir sihirdir" diye ifti­ra ettiklerini ve onu işitmemek için ondan yüz çevirdiklerini zikrettikten sonra müşriklerin Rasulullah (s.a.)'ı ve Kur'an-ı Kerim'i yalanlamalarını, Peygambe­rin de krallar gibi başkalarını aldatmak ve adamlarını çoğaltmak için mal-mülk sahibi olduklarını zannettiklerini ve Onun hazinesi veya teyit edecek meleği olmasını istediklerini beyan etti ve sonra da (s.a.)'m da onlara Kur'an sureleri gibi on sure meydana getirmekle meydan okuduğunu anlattı. [26]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mekke'nin ileri gelenleri "Ya Mu­hammed! Eğer peygambersen Mekke dağlarını bizim için altın eyle" dediler.

Başkaları da "Bize senin peygamberliğine şahit olacak melekler getir" dediler. Peygamberimiz (s.a.) "Bunu yapamam" dedi. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. [27]

 

Açıklaması

 

Belkide sen ey Rasulüm, onların Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri ve hafife almaları korkusuyla veya onların "Ona gökten bir hazine indirilseydi..." deme­leri üzere onlara Kur'an okumaktan dolayı gönlün daralarak onların putlara tapmalarını tenkit eden ve batıl hayallerini karartan sana vahyedilmiş Kur'an ayetlerinden bir kısmını onlara okumayı ve tebliğ etmeyi bırakmak isteyebilir­sin.

Bu inkâr ifade eden soru üslubuyla anlatılmak istenen nefy veya nehiydir. Yani sana vahyettiğimiz ayetlerden hiçbirini müşriklere duyurmayı terk etme ve onlara Kur'an okumaktan sıkılma, daralma.

Bu şekildeki bir ifade ile şiddetle sakındırma, peygamberlik vazifesini eda etmeye teşvik etme ve onların çürük sözlerine aldırmama ve insanlar hoşlansa-lar da hoşlanmasalar da vahyin tamamını tebliğ etmeyi tekit etme manası kas­tedilmektedir. Çünkü onlara şirin görünmek faydasızdır.

Rasulullah (s.a.) vahyi ihmal etmek veya hainlik etmekten masum olduğu için bu ifade onun nehyedilen bu hareketi yaptığı manasına gelmez. Bütün müslümanlar Rasulullah (s.a.)'ın vahiy ve Kur'an'da hıyanet etmesinin veya kendisine vahyedilen Kur'an'ın bir kısmını tebliğ etmemesinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunu caiz görmek bütün hükümlerde ve farzlarda şüphe etmeye götürür. Bu da peygamberliği lekeler.

Onların "Ona (gökten) bir hazine indirilmeli..." yani onların "Muhammed'e Rabbinin nezdinden onu çalışmaktan ve ticaretle meşgul olmaktan müstağni kılacak ve doğruluğuna delâlet edecek bir hazine indirilmeli "değil mi?" deme­lerinden dolayı veya böyle demelerinden hoşlanmayarak daralma.

Bu sözü söyleyen Abdullah b. Ebi Ümeyye b. Mugire el-Mahzumi idi.

"Yahut "Gökten onun davetini teyit edecek bir melek indirilmeliydi, değil mi?" dediler."

Bu mana şu ayette de yer almaktadır: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine indirilseydi veya bir bahçesi olsaydı da oradan yeseydi ya! Zalimler müminlere "Siz ancak büyü­lenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler." (Furkan, 25/7-8).

Ayette "dayk" kelimesi yerine, "târik" kelimesiyle müşakele olması için "dâik" kelimesini getirdi. Ayrıca fail ismi olan "dâik" kelimesi geçici bir daral­mayı, "dayık" kelimesi ise daha devamlı ve kalıcı olan bir daralma halini ifade etmektedir.

Bu ayette yüce Allah Peygamberine vahiy ve ilâhî mesajı tebliğ etmek hu­susunda gönlünün daralmaması, gece -gündüz onları Allah'a davet etmekten hiçbir şeyin kendisini alıkoymaması için irşadda bulunmaktadır.

Nitekim bir ayet-i kerimede "Şüphesiz ki biz, onların sözlerinden canının sıkıldığını çok iyi biliriz." (Hicr, 15/97) buyurulmaktadır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak peygamberinin görevini bir defa daha tekit ederek şöyle buyurdu:

"Sen sadece bir uyarıcısın..." Yani senin üzerine düşen onların söyledikleri­ne hiç aldırış etmeden ve yaptıkları teklifleri kabul etmeden sana vahyedilen Kuranla onları uyarmandır. Bu hususta senden önceki peygamber kardeşlerin sana örnektir. Çünkü onları da yalanladılar. Onlar da eziyetlere uğradılar, ama Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabrettiler. Allah kullarını murakebe etmek­tedir, işlerini korumaktadır. Allah onların durumlarını gayet iyi bilmektedir, onlara amellerine göre karşılık verecektir.

Bu ayet manasında şu ayetler de vardır:

"Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Ancak Allah dilediğini hidaye­te erdirir." (Bakara, 2/272).

"Sen hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).

"Biz onların söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onlara karşı bir zorba de­ğilsin. Sen sadece tehdidimden korkan mümini Kur'anla hatırlatma yap." (Kaf, 50/45).

Allah Tealâ daha sonra Araplara meydan okuma deliliyle Kur'an-ı Ke-rim'in mucize olduğunu beyan etti:

"Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar." Yani yoksa Mekke müşrikleri "Kur'an'ı Muhammed kendi kendine uydurdu" mu diyorlar? Bu iddia ettikleri doğru ise aynen Kur'an gibi, siyaset, toplum, ekonomi, ticarî ilişkiler vb. hayatın çeşitli yönlerinde hüküm ve esaslarının son derece düzenli ve sağlam oluşunda, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve gaybe dair bilgileri haber verme hususunda, fesahat ve belagatta Kur'an'la yarışacak on uydurma sure getirsinler bakalım. Hem onlar ifade ve dildeki kabiliyetleri ve üstünlük-leriyle çok ileri bir seviyededirler.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre tercih edilen görüş Kur'an-ı Kerimin fesa­hat yönünden mucize olduğudur. Bir başka görüşe göre ise üslûp yönünden, bir görüşe göre de ifade ve bilgilerinde çelişkili olmaması sebebiyle, bir başka gö­rüşe göre pek çok ilmi ihtiva etmesi sebebiyle, bir başka görüşe göre de gayba dair şeylerden haber vermesi sebebiyle mucizedir.

Fakat onlar aciz kaldılar. Çünkü hiçbir kimse onun ne benzerini getirebi­lir, ne onun gibi on sure, ne de onun gibi kısa bir sure getirebilir. Çünkü Al­lah'ın kelâmı yaratılan varlıkların sözlerine benzemez. O'nun sıfatları da son­radan meydana gelen varlıkların sıfatlarına benzemez. Onun zatına hiçbir şey benzemez.

Bu ayet iki ayrı hitabı içine almaktadır. Birincisi, "De ki: Siz de Kur'an m benzeri on uydurma sure getirin bakalım" ayetiyle Rasulullah (s.a.)'a yapılan hitaptır. İkincisi de "Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın" ifadesiyle kâfirlere yapılan hitaptır.[28]

Bu meydan okumadan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Eğer onlar size cevap vermezlerse...' Yani onlar kendilerine yaptığınız çağrıya karşılık vermez­lerse, bilin ki onlar bunu yapmaktan aciz kalmışlardır ve Kur'an Allah'tan bir nazım ile, kullarının ulaşamayacağı gaybi hususlardan haber vermesiyle, onla­rın erişemeyeceği emir ve nehiylerde koyduğu şeriatıyla Allah tarafından nazil olmuş yüce bir kitaptır.

14. ayetteki "leküm" kelimesindeki zamir cemi sigasıyla gelmiştir. Çünkü bu hem Rasulullah (s.a.)'a hem de müminlere hitaptır. Ayetin manası şöyledir: Kâfirler Kur'an'a benzer bir şey ortaya koymak suretiyle size cevap vermezler­se, bilin ki Kur'an Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Bilin ki Allah (c.c.)'tan başka hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur.

O halde Kur'an'ın Allah nezdinden olduğuna dair kesin deliller ortaya konduktan sonra artık siz müslüman oluyor musunuz? Allah'a, Kur'an'a ve Kur'an'ın ihtiva ettiği inançlar, vaad ve korkutmalar ahlak ve edepler ve bütün hayatı kaplayan eşsiz nizam vb. hususlara iman ediyor musunuz?

Bu ifade, bu hitabın kâfirlere ait olduğuna delâlet etmektedir. Eğer hitap müslümanlara olsaydı ifade "Siz ihlaslı oldunuz mu?" şeklinde olurdu.

Bunun manası Peygamberimiz (s.a.)'in ve Kur'an'ın doğruluğunu belirten kesin delil ortaya konunca onların küfretmeleri sadece inatçılık, haktan yüz çe­virme ve böbürlenme olmaktadır, şeklindedir. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Vahyin hiçbir şeyi eksiltmeden ve geri bırakılmadan bütünüyle tebliğ edilmesinin vacip oluşu: Bu hüküm Rasulullah (s.a.)'ın vahiy ve Kur'an husu­sunda hainlik etmek ve kendisine vahyedilen şeylerden bir kısmını terk etmek­ten masum olduğu şeklindeki ana kaide ile uyuşmaktadır. Bu tıpkı vahyi tebliğ etme eminim tekit edilmesi konusundaki şu ayet gibidir: "Ey Peygamber! Sana Rabbinden geleni tebliğ et." (Maide, 5/67).

12. ayetteki istifham inkâr ifadesindedir. Yani "Onların senden istedikleri gibi onların ilâhlarını tenkit eden ayetleri terk mi ediyorsun" manasındadır de­nilse de bu ayetin manası hali, uzak görerek reddetmektedir, yani "senden bu­nu yapman beklenmez. Sen bilakis sana indirilen her şeyi tebliğ et" şeklinde denilse de hüküm değişmez. Çünkü Mekke müşrikleri Peygamberimiz (s.a.)'e "Sen bize içinde bizim ilâhlarımıza sövgü bulunmayan bir kitap getirseydin sa­na tabi olurduk" dediler. Peygamberimiz (s.a.) de bunun üzerine onların ilâhla­rına sövgü saydıkları şeyleri terk etmeye yöneldi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

2- Vahyin tebliğ edilmesinde şirin görünme veya uzlaşma olmamalıdır. Bundan dolayı insanlar Allah'ın indirdi şeylerin kendilerine tebliğ edilmesinden hoşlanmasalar da yahut "Ona gökten bir hazine veya bir melek indirilme­liydi değil mi?" deseler de vahyin tebliğ edilmesinden geri durma olamaz.

3- Allah Araplara Kur'an'ın benzerini ortaya koymalarını isteyerek mey­dan okuduktan sonra bu surede Kur'an sureleri gibi on sure getirmelerini tek­lif ederek meydan okuma üslûbuna devam etti. Onlar ise her iki hususta aciz kaldılar. Hatta bir başka surede Kur'an surelerinden bir surenin benzerini or­taya koymaktan aciz kaldıkları belirtilmektedir. Buradaki meydan okuma Kur'an'ın Allah'ın mucizeli kelâmı olduğunu ispat etmek içindir.

4- "Eğer onlar size cevap vermezlerse..." (Hûd, 14) ayetiyle onların karşılık vermekten aciz kaldıkları sabit olmuştur. Böylece Kur'an'ın Muhammed veya bir başkası tarafından olmadığı, sadece Allah'ın kelâmı olduğu hususunda on­ların aleyhine delil ortaya konmuştur. Herkes bilsin ki Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir.

5- Kur'an-ı Kerim'in icaz yönleri çoktur. Meselâ, fesahat ve belâgati, gaybî haberleri ihtiva etmesi, şer'î hükümleri, modern ilmi keşiflere uygunluğu bu icaz yönlerindendir. [30]

 

Kim Sadece Dünyayı İsterse Ahiret Nimetlerinden Mahrum Olur

 

15- Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak dünyada ve­ririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.işte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse..." Kim güzel ameliyle, başkalarına yaptığı iyilikte dünyayı kastedip onun için hareket ederse "biz on­lara yaptıklarının karşılığını" işledikleri sadaka ve sıla-i rahim gibi hayırların karşılığını tam ve "eksiksiz olarak" rızıklannı genişletmek suretiyle "dünyada veririz." "Onlar orada" dünyada "hiçbir zarara uğratılmazlar." ecirlerinden hiç­bir şey eksiltilmez.

"Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır." Yani geçersiz olmuştur, bundan hiçbir şekilde istifade edememişlerdir. [31]

 

Nüzul Sebebi

 

Denildiğine göre, bu ayet kâfirlere yahut münafıklara mahsustur. Yine de­nildiğine göre bu ayet riya ehli için umumi ve mutlaktır. Bu umumi ifadeden murad edilen kâfir kimsedir. Çünkü "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşin­den başka bir şey yoktur" ayeti ancak kâfirlere yakışmaktadır. [32]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Kur'an'm Allah katından olduğunu ve müşriklerin iddia et­tikleri gibi Muhammed (s.a.)'in uydurması olmadığını ispat ettikten sonra; kâ­firlerin ona karşı çıkmalarının ve yalanlamalarının asıl sebebinin nefsî arzular, şehvet, sırf haset duygusu ve dünyalık zevkler olduğunu zikretti. [33]

 

Açıklaması

 

Kimin arzu ve iradesi sadece dünya sevgisi ve dünya malı, elbiseler, mü­cevherler, ev döşemesi gibi dünya ziynetleri üzerine tahsis edilmiş ise ve ahiret saadetine talip değilse, Allah ona amelinin karşılığını dünyada sağlık, başkanhk, bol rızık, çok evlat olarak ve gayretinin meyvesini amelin tesiri ve emeğin neticesi olarak hiç bir şeyi eksiltmeden tam olarak verir. Çünkü rızıklar niyet­lere değil, amellere bağlıdır.

Bu ayet dünyadaki çalışmanın meyvesinin emeğe ve Allah'ın takdirine bağlı olduğuna delâlet etmektedir. Ahiretin mükâfatı ise Allah'ın iradesi, lütfü ve ihsanı ile sınırlıdır.

İşte dünyadan başka kederleri olmayan bu kimselerin yaptıklarına karşı­lık olarak cehennem ateşinden başka bir nasipleri yoktur. Çünkü bunlar güzel amellerinin karşılığını dünyada tam olarak almışlardır. Ahirette ise onlara sa­dece kötü amelin günahı kalmıştır. Amellerinin tesiri daha dünyada iken dağıl­mış, ahirette ise amellerinin karşılığı boş çıkmıştır. Çünkü onlar Allah'ın rıza­sını istemediler. Halbuki ahiretteki sevapta ana esas ihdastır yani yapılan ame­lin Allah rızası için yapılmasıdır.

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Kim geçici dünya hayatını isterse bunu istediğimize dilediğimiz kadar veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Ora­ya perişan bir halde Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer. Kim de ahire-ti diler ve mümin olarak onun için gereken çalışmayı yaparsa, işte onların amelleri Allah katında makbuldür." (İsra, 17/18-19).

"Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise, hiç­bir nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).

Bu manayı Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerif teyit etmektedir: "Ameller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiğinin karşılığını bulur. Kimin hicreti Allah'a ve Rasulüne ise O'nun hicreti Allah ve Rasulünedir. Kimin hicreti dünya için veya nikahlayacağı bir kadını için o hicret ettiği şeye kavuşur."

Katade diyor ki: Kimin endişesi, niyeti ve arzusu dünya ise Allah ona dün­yada güzellikle mükâfat verir. Sonra ahirete götürür. Orada ona verilecek hiç­bir karşılık kalmaz. Mümin ise dünyada güzellikle mükâfat alır, ahirette ise güzel amellerinin sevabına nail olur. Yani amelinin karşılığı olarak mümine iki sevap verilir: Dünya sevabı ve ahiret sevabı. Kâfirin ise bir sevabı vardır, o da sadece dünyadadır. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet şu hususlara işaret etmektedir:

1- Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği kim sadece dünyayı ister ve sadaka vermek, sıla-i rahim, güzel söz söylemek gibi hayır ve iyilik yaparsa buna kar­şılık dünyada sadece vücut sağlığı ve bol nzıkla mükâfatlandırılır. Ahirette ise onun seyabı yoktur. Amelinin semeresinden mahrum olur.

2- Riya ve şöhret peşinde koşanlara sevapları dünyada verilir. Ne kadar az olursa olsun hiçbir şekilde dünyada haksızlığa uğratılmazlar; ancak uhrevî se­vaptan mahrum olurlar. Çünkü cennetin sevabı iman, amel-i salihî ve günahlardan kaçınmak suretiyle nefsin tezkiyesi ile olur. Dünya ehlinin ameline ge­lince, o dünyaya ve dünyanın gösterişlerine, ihtişamına tahsis edilmiştir.

3- Alimlerin çoğunluğu bu ve daha önce zikredilen benzeri ayetlerin mut­lak olduğu, mümin ve kâfire şamil olduğu kanaatine varmışlardır.

4- Kul, niyet eder ve irade-i cüz'iyesi ile ister, Allah da istediğine göre hü­küm verir.

5- Kâfir cehennemde ebedî kalacaktır. Günahkâr mümin ise "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affe­der." (Nisa, 4/48).

6- İslâm, ahiret için yapılan ameli dünya için yapılan amele tercih etmeye davet eder. İnsan dünya ve ahireti bir arada kastederse bu şer'an makbul olur. [35]

 

Kim Ahireti İsterse...

 

17- Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir de­lili olan, üstelik doğruluğuna Allah ta­rafından (Cebrail gibi) şahidi bulunan ve daha önce Allah'ın Musa'ya, insanlar için bir rehber ve rahmet olarak indir­diği, Tevrat tarafından doğrulanan kimse ile bunlara sahip olmayan bir olur mu? İşte onlar Kur'an'a iman eden kimselerdir. Cemaatlerden kim bunu inkâr ederse ona vaad edilen ateştir. Ey Peygamber! Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat insanların çoğu (yine de) iman etmezler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hiç Rabbinden" gelen ve hakkı gösteren, yapacağı, terk edeceği şeylerde doğru olana delâlet eden Kur'an gibi "bir delili olan" hücceti burhanı bulunan ve "üstelik doğruluğuna Allah tarafından" Cebrail gibi, yahut İncil gibi, yahut Kur'an gibi, yahut Peygamberimiz (s.a.) gibi), "şahidi bulunan ve daha önce Al­lah'ın Musa'ya" insanlar için "bir rehber ve rahmet olarak indirdiği Tevrat ta­rafından doğrulanan kimse" yani her ihlaslı mümin, bir görüşe göre burada anlatılmak istenen Peygamberimiz (s.a.)'dir, yahut müminlerdir. Bir başka gö­rüşe göre ise Ehl-i Kitabın müminleridir. Böyle bir kimse "ile bu vasıflara sa­hip olmayan bir olur mu?"

"İşte onlar" yani bu hüccet üzerine olanlar "ona" yani Kur'an'a "iman eden kimselerdir." Buradaki "men" kelimesi ile cem'i manası murad edilmiştir. Bu kimselere cennet vaad edilmiştir.

"Cemaatlerden" Mekke halkı ve Rasulullah (s.a.)'a karşı onlarla birlikte bir topluluk oluşturan bütün kâfirlerden "kim bunu inkâr ederse ona vaad edi­len ateştir". Bunlar hiç şüphesiz cehennem ateşine girecektir.

Ey Peygamber! Bende yani onlara verilen bu vaidde yahut "Kur'an üzerin­de bir şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat insanların çoğu" yani Mekke halkı ve benzerleri düşüncelerinin azlığı, fikirlerinin dumura uğra­ması sebebiyle yine de "iman etmezler".[36]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısı gayet açıktır. Cenab-ı Hak dün­yayı ve dünyanın ziynetini isteyip de ahirete ve ahiret amellerine hiç önem vermeyen kimseyi zikrettikten sonra ahireti isteyen ve ahiret için amel işleyen ve bununla birlikte yanında kendisinin doğruluğuna şahitlik eden bir Kitap (Kur'an) bulunan kimseyi anlattı. [37]

 

Açıklaması

 

Hiç Allah tarafından hakka ve doğruya ileten bir nur ve basiret üzerinde olan, üstelik doğruluğuna bir delil bulunduğu, İncil veya Kur'an gibi Allah'ın kitabının şahit olarak teyit ettiği kimseler ve fitraten Allah'tan başka ilâh ol­madığına iman edenler ile dünya hayatını ve ziynetlerini isteyenler bir olur mu?

Nitekim Cenab-ı Hak "Allah'ın gönlünü İslâm'a açtığı ve Rabbimden bir nur üzere olan kimse, kalbi mühürlü olan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/22) bu­yurmaktadır.

"Başka şeylerden yüzünü çevirerek kendini tamamen dine ver. Allah insan­ları yaratılıştan, bu din üzerine kılmıştır." (Rum, 30/30).

Yine Hz. Musa (a.s.) ümmetine dinde uyacakları bir rehber ve tabi olacak­ları bir önderdir. Allah'tan kendilerine rahmet olarak iki dünyanın hayrını bir­birine bağlayıcı olarak Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat da O'nu teyit etmek­tedir. Kim Tevrat'a hakkıyla iman ederse bu iman onu Kur'an'a iman etmeye götürür. Böylece bu kitap kendisine iman edip onunla amel edene rahmet olur.

Tevrat ve İncil'in Kur'an'a tabi olmaları Kur'an'dan sonra gelmeleri demek değildir. Bilakis bu manaya delâlet etmeleri ve Peygamberimizi müjdelemeleri, Peygamberimizin bu iki kitapta tavsif edilmiş olması hususundadır: "Onlar el­lerinde Tevrat ve İncil'de yazılı olarak onu bulurlar." (A'raf, 7/157).

"İşte bu vasıflara sahip olanlar Kur'an'a iman ederler." Yani Tevrat'taki Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyen (tahrif edilmemiş) ayetlere iman edenler bu Kur'an'a yakinen ve tam anlamıyla bağlanarak iman ederler.

Kısacı: Fitraten, aklını kullanarak, Kur'an nuruyla ve Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlere inen değişmez vahiy vasıtasıyla mümin olanlar hak ve doğru yol üzerindedirler. Mekkelilerden Kur'an'ı inkâr edenlere Yahudi, Hris-tiyan ve putperestlerden Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturanların yerleri cehennem ateşidir. Oraya gireceklerinden hiç şüphe yoktur. Onların varacağı yer mutlaka cehennem olacak ve böyleleri yalanlamalarına karşılık cehennem­lik olacaklardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır." (Hûd, 16).

Ayetteki "ahzab (gruplar)" Mukatil'in ifadesine göre Ümeyyeoğullan, Mu-gire b. Abdillah el-Mahzuir ioğulları ve Talha b. Ubeydillah ailesidir. Said b. Cübeyr ise "Ahzab, bütün diğer din mensuplarıdır" demiştir. Mukatil'den, bun­lar bütün diğer milletler (dinler)dir, şeklinde bir rivayet de nakledilmiştir.

Sahih-i Müslim'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, beni ümmet içerisinde (bu çağdaki) bir Yahudi veya Hristiyan duyar da bana iman etmezse cehenneme girer."

Ey mükellef müslüman! Sakın Kur'an'ın herhangi bir emri üzerinde şüphe içinde olma. Çünkü Kur'an Allah tarafından gelen bir haktır. Onda hiçbir şek ve şüphe yoktur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Elif, Lâm, Mim. Kendisine asla şüphe olmayan bu Kitab'ın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından-dır." (Secde, 32/1-2).

"Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın" ifadesindeki hitap Peygamber Efen­dimiz (s.a.)'edir. Kastedilen ise bütün mükelleflerdir.

"Fakat insanların çoğu..." bu Kur'an'a iman etmezler. Nitekim bir ayet-i kerimede "Sen ne kadar gönülden istesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/103) buyurulmaktdır.

Bunun sebebi de müşriklerin gururlu olmaları ve liderlerini körü körüne taklit etmeleri, ehl-i kitabın da peygamberlerinin dinlerini tahrif etmiş olmala­rıdır. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu noktalara işaret etmektedir:

1- Hidayeti ve doğru olanı fıtrat ve akıl yoluyla bulan ve ilâhî vahyin nu­ruyla hidayete eren kişi ahireti dünyaya tercih eder. Bu kimse kesinlikle fani dünyayı ve onun geçici ziynetlerini ebedî ahirete tercih eden kimse ile eşit tu­tulamaz.

2- Gerçek manada iman eden Yahudi ve Hristiyanlar Tevrat ve İncil'de bu­lunan Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyici ayetlere inanırlar. Ama gerçek mana­da inanmayan son devir Yahudi ve Hristiyanlarına vaad edilen ise cehennem ateşidir.

Diğer dinlerden olup da Kur'an'ı ve Peygamberimiz (s.a.)'i inkâr eden kim­seler cehennemliktirler.

3- Kur'an-ı Kerim haktır ve Allah tarafından gönderilmiş olduğu sabittir. Sakın hiçbir kimse bu konuda şüpheye düşmesin. Derhal getirdiği hususlara iman etmeye koşsun. Fakat maalesef insanların çoğu ona iman etmiyorlar.[39]

 

Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı

 

18- Allah'a yalan uydurandan daha za­lim kim olabilir? Onlar Rablerine arz edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rable­rine karşı yalan söyleyenlerdir" diye­cekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalim-ı üzerinedir.

dan alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de inkâr ederler.

20-  Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bıra­kamazlar. Onların Allah'tan başka hiç­bir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.

21- Kendilerini zarara sokanlar bunlar­dır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır.

22-  Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.

23- Şüphesiz ki, iman edip salih amel iş­leyen ve Rablerine boyun eğenler işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebe­dî kalacaklardır.

24- (Kâfir ve mümin) iki topluluğun ha­li, kör ve sağırla, gören ve işitenin hali­ne benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?

 

Belagat:

 

"İki topluluğun hali kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer." Burada benzetme sıfatı bulunup benzetme yönü hazfedildiği için mücmel mecaz-i mür-sel vardır. Yani, kâfir grup göz ve kulaklarını kullanmamak yönüyle kör ve sa­ğır gibi, mümin grup ise işiten ve gören gibidir. [40]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'a" ortak ve çocuk nispet ederek "yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" Yani hiç bir kimse olamaz.

"Onlar" kıyamet günü diğer bütün mahlûkatla birlikte hesapları görülmek üzere "Rablerine arz edilecekler." Anlatılmak istenen mana "Rableri onların he­sabını görür" şeklindedir.

"Şahitler" yani peygamberlerin tebliğ vazifesini yerine getirdiklerine, kâ­firlerin yalanlamalarına şahitlik edecek olan melekler, "işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir," diyecekler. İyi bilin ki, Allah'ın laneti" Allah'ın rah­metinden kovulmak "zalimlerin üzerinedir."

"O zalimler insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar." Allah'ın dininden, İs­lâm'dan yüz çeviriyorlar. "Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar." Yolun eğri olmasını isteyecekler. "Bunlar ahireti de inkâr ederler."

"Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar." Allah'ı yeryüzünde kendile­rini cezalandırmaktan aciz kılamazlar, O'nun azabından kaçamazlar.

"Çünkü Allah'tan başka" onları Allah'ın azap ve cezasından koruyacak dostları ve "hiç bir yardımcıları yoktur." Fakat Allah onların cezasını daha şid­detli ve devamlı olması için bu güne bıraktı.

Başkalarını saptırdıkları için "Onlara kat kat azap verilir." Son derece kö­tü gördükleri için "Onlar" hakkı "dinleyemez ve göremezler."

Akıbetleri edebiyyen cehennemde kalmak olacağı için "kendilerini zarara sokanlar bunlardır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır."

"Lâ-cereme=gerçekten" kelimesiyle ilgili olarak Ferra diyor ki: Bu kelime şüphe "yok ki" manasındadır. Sonra bu kelime daha çok "hakkan (gerçekten)" manasında kullanılmıştır.

"Şüphesiz ki, iman edip salih amel işleyen ve Rablerine boyun eğenler" ya­ni ihlâslı olanlar... "İşte onlar cennetlikler. Onlar orada ebedî kalacaklardır."

Kâfir ve mümin "iki topluluğun hali kör ve sağır ile" kâfir bunlara benze­tilmiştir. Kâfirin köre benzetilmesi Allah'ın ayetlerini görmezlikten gelmesi se­bebiyle, sağıra benzetilmesi ise Allah'ın kelâmını işitmemesi ve manalarını dü­şünmemesi sebebiyledir, "gören ve işitenin haline benzer." bu da müminin sıfa­tıdır; Kur'an'ı gördüğü ve onu düşünüp anlamak üzere dinlediği için. Bu sıfat­lar karşılıklı olarak her iki topluluk için kullanılmıştır.

"Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" İbret ve öğüt al­maz mısınız? [41]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an dünyayı ve dünyanın ziynetlerini isteyenlerle ahireti isteyenler şeklinde iki grubu anlattıktan sonra bu iki topluluğun dünya ve ahiretteki du­rumlarını beyan etti.

"Kim dünyayı ve dünyanın ziynetlerini isterse" ayetinden maksat dünyaya karşı hırslı olup da ahireti tamamen unutanları kötülemektir.

"Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan..." ayetiyle de Rasulullah • s.a.)'m peygamberliğini inkâr edip O'nun mucizelerine dil uzatanlara cevap verilmiştir.

"Allah'a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" ayetiyle de putların Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarını zanneden müşriklere cevap ve­rilmektedir. Bu Allah Tealâ'ya son derece büyük bir iftiradır. Bu kimseler Al­lah'a iftira edenlere yapılan tehdit altına girmektedir. [42]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrı­ca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nm sıfatı, hükmü ve vahyi hususun­da veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Al­lah'ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.

"Onlar Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günah­larına gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan söy­leyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.

Bu arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksa­dıyla yapılan bir arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şe­kilde işkenceye tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler hu­zurunda, yani melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mut­laka yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacak­tır. Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).

İmam Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim: "Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve gü­nahlarını ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı bili­yor musun? Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve ken­disinin helak olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir. Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."

"O zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler, yalanlarlar.

Allah'ın yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka ken­dilerine yardım edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri sapıttığı gibi, başkalarını da sapıttıkları için onlara kat kat azap verilir. Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.

Bu ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onla­rın cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim, 14/42).

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları se­bebiyle hak ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).

Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah za­lime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.

Böylelerine azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'm ayetleri­ne ve vahyin doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle de­diler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla ga­lip gelirsiniz." (Fussüet, 41/26).

"Onlar insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoy arlar ve kendileri de on­dan uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).

Ayetteki "dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve görmele­rine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak gibi ye­rinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları, isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile tahammül edememekte­dirler.

İşte yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini bü­yük bir zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kız­gın bir ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.

Allah'tan başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzakla­şırlar. Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları olduğunu anlarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü he­sap vermek üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf, 46/6).

"Kâfirler kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr ede­cekler, onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).

Gerçekten ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem aza­bını ve onun düşük derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sulan, misk kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukur­larını, Rahman'a yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını ter­cih etmişlerdir.

Cenab-ı Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardın­dan saadete nail olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işle­me, münkerleri terk etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapıla­mayacak kadar çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır. Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.

Allah daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bu­lundu. Şöyle buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile sa­adet ehli müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.

Kâfir dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulama­dığı ve hayrı bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.

Mümin ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.

Bu iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbi­rine zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).

"Kör ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).

Bu ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, kör­lüğün ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir. [43]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hükümleri bulundurmaktadır:

1- Allah'a iftira eden, Allah'ın kelâmım başkasına nispet eden, Allah'ın or­tağı ve çocukları olduğunu iddia eden ve putlar için "Bunlar bizim Allah'ın nez-dindeki şefaatçılarımızdır" diyen kimselerden daha çok nefsine zulmeden hiç­bir kimse olamaz.

2- Bütün mahlûkatın huzurunda kâfir ve münafıklar için "İşte bunlar Al­lah'a karşı yalan söyleyenlerdir. İyi biliniz ki Allah'ın laneti -Allah'ın gazabı ve rahmetinden uzaklaşma, ibadeti kendi asıl yerinden başka bir yere tahsis eden- zalimlerin üzerinedir" diye kıyamet günü nida edilecektir.

Bu şekilde nida eden şahitler ya melekler, vaya peygamberler yahut pey­gamberlerin mesajlarını ileten alimlerdir.

3- Zalimlerin lanete uğramalarının ve Allah'ın rahmetinden kovulmaları­nın sebebi sadece kendilerini ve başkalarını imandan ve Allah'a itaat etmekten alıkoymaları ve insanları Allah'ın yolundan alıp şirk ve günahlara, ahireti in­kâr etmeye teşvik etmektir.

4- Zalimler veya başkaları Allah'ı onlara dünyada ceza vermekten aciz bir duruma düşüremezler. Allah'ın hakimiyetinden, kudretinden ve kendilerini ye­rin dibine geçirmesinden kaçıp kurtulamazlar. Onların Allah'tan başka kendi­lerine yardım edecek yardımcıları da yoktur. Başkalarını sapıttıkları için ve hakkı görüp duyma hususunda görme ve işitme duyularını kullanmadıkları için, cezaları da inkârları ve günahları ölçüsünde kat kat olacaktır.

5- İşte bu zalimler kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Yaptıkları iftiraları boşa çıkmış ve bağlandıkları bütün boş ümitler dağılmıştır. Onlar cennet ni­metlerine karşılık cehennem azabını seçtikleri için, gerçekten insanlar arasın­da en çok zarar ve ziyana uğrayanlar olmuştur.

6- Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden, salih ameller işleyen, Rablerine boyun eğen ve O'na yönelen müminler ebedî olarak cennetliktirler.

7- Körle gören kimse, sağırla işiten kimse nasıl bir olmazsa kâfirle mümin de bir olmaz. Bu iki vasfa dikkatli bakıp da ibret almaz mısınız?

Özetle: Allah Tealâ saadet ehli olan cennetlikleri şu üç özellikle tavsif et­miştir: İman, salih amel ve Allah'a boyun eğme. İnkarcı, kâfir ve bedbaht ce­hennemlikleri de şu on dört özellikle anlatmıştır.

a)  Allah'a iftira etmeleri: "Allah'a yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (Hûd, 18).

b) Zalimler zillet, horlanma, rezil olma ve aşağılanma makamında Allah'a arz edilirler: "Onlar Rablerine arz edilecekler." (Hûd, 18).

c) Rezil, rüsvay olma, horlanma ve büyük bir perişanlık içerisine düşmele­ri: "Şahitler, işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir diyecekler." (Hûd, 18).

d) Allah katında lanete uğramaları: "İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimler üzerinedir." (Hûd, 18).

e) İnsanlan Allah'ın yolundan ve hakka uymaktan alıkoymaları: "Onlar insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar." (Hûd, 19).

f) Bir takım şüpheler ortaya atmaları ve sağlam delilleri sağa-sola kıvır­maya çalışmaları: "Onlar ahireti inkâr ederler." (Hûd, 19).

h) Allah'ın azabından kaçmaktan aciz olmaları: "Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar." (Hûd, 20).

i) Onları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir dostları yoktur. Putları Al­lah nezdinde şefaatçi olamayacaktır: "Onların Allah 'tan başka hiçbir yardımcı­ları yoktur." (Hûd, 20).

j) Kendileri son derece sapık olmakla birlikte, insanlara din konusunda engel olmaları ve sapıklığa düşürmeleri hususunda gayret sarf etmeleri sebe­biyle onlara verilecek azabın kat kat olması: "Onlara kat kat azap verilir". (Hûd, 20).

k) İman, bilgi ve doğru inanç vasıtalarını kullanmamaları: "Onlar hakkı dinlemez ve görmezler." (Hûd, 20).

1) Allah Tealâ'ya ibadet yerine asılsız tanrılara tapmaya talip olmaları se­bebiyle kendilerini zarara uğratmaları: "Onlar kendilerini zarara uğratanlar­dır." (Hûd, 21).

m) Uydurdukları şeylerin kendilerinden uzaklaşmaları ve onların hâlâ de­lâlette olduklarını anlamamaları: "Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaş­mıştır." (Hûd, 21).

n) Ahirette ziyana uğrayacak olmaları: "Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır." (Hûd, 21) [44]

 

Hz. Nuh (A.S.) Kıssası

 

25- Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine pey­gamber olarak gönderdik. O kavmine "Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uya­rıcıyım" dedi.

26- "Siz sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten sizin başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden korkarım" dedi.

27- Nuh'un kavminden ileri gelen kâfir­ler "Biz seni de bizim gibi bir insan ola­rak görüyoruz. Sana içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi ol­duğunu görüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz" dediler.

28-  (Nuh, kavmine) dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından elim­de açık bir delil varsa ve bana kendi nezdinden bir rahmet verdiyse ve bun­lar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, istemediğiniz halde size bunları zorla mı kabul ettirelim!

29- "Ey kavmim! Ben bu davetime karşı­lık sizden herhangi bir mal istemiyo­rum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır. Fakat ben sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.

30- "Ey kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz?"

31- "Size, Allah'ın hazinelerin benim ya-nımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmi­yorum. "Ben, bir meleğim" de demiyo­rum. Sizin gözlerinizin düşük gördüğü kimseler için "Allah onlara asla hayır vermeyecek" de demiyorum. Onların gö­nüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Ak­si takdirde ben zalimlerden olurum."

 

Belagat:

 

"Bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa..." kendisine hüccet gizli kaldı­ğı için hüccetle hidayeti bulamayan kimse, istiare-i temsiliyye yoluyla çöle dü­şüp de yollarını bilmeyen kimseye benzetilmiştir.

"Hiç düşünmez misiniz?" Buradaki istifham inkâr ve içinde bulundukları hallerini yermek içindir. [45]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine "Şüphesiz ben sizin için" her şeyi "apaçık" beyan eden "bir uyarıcıyım" yani si­ze azabı gerektiren şeyleri ve kurtulma yolunu açıkça anlatacağım "dedi".

"Siz sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten" Allah'tan başkasına ibadet ederseniz "sizin başınıza" dünya ve ahirette acı veren "acıklı bir günün azabı­nın gelmesinden korkarım, dedi".

Nuh'un "kavminden ileri gelen" önde gelen, lider durumundaki "kâfirler: Biz seni bizim gibi bir insan olarak görüyoruz" Yani senin bize hiç bir üstünlü­ğün yoktur, peygamberlik ve itaatin vacip olması gibi hususi surette sana ait olan bize karşı hiçbir ayrıcalığın da yoktur "dediler."

"Sana içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi olduğunu gö­rüyoruz." Badiye'r-re'y (basit görüşlü): Derinliği olmayan ve olayların sadece görünen kısmı ile ilgilenen kimse, yahut senin hakkında düşünmeden derhal ilk anda görüş beyan eden kimse.... Erâzilünâ (düşük kimselerimiz): Ayak ta­kımlarımız, adi insanlarımız, zor geçinen meslek erbabı fakirlerimiz. "Erâzil", "erzel" kelimesinin çoğuludur. O da "rezl" kelimesinin çoğuludur. Tıpkı "kelb-ekleb-ekâlib" gibi.

"Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de" sizi peygamberliğe ehil kılacak ve size tabi olmayı hak edeceğiniz bir fazlalığınızı, ayrı bir meziyetinizi de "gör­müyoruz. "

"Aksine" Peygamberlik ve risalet iddianızda "sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz, dediler." Bu hitapta Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte kavmini de dahil ettiler, dolayısıyla muhatap zamiri yerine cem'i-gaib sigası kullanıldı.

Nuh kavmine "Dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana, Rabbim tarafından elimde açık bir delil varsa" benim peygamberlik davamın doğruluğuna şahit olacak bir hüccet veya bir mucize varsa, "bana" Rabbim "kendi nezdinden bir rahmet" peygamberlik "verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa" yani size gizli kaldıysa, görmediyseniz "istemediğiniz halde" kabul etmediğiniz ve düşünmediğiniz halde "size zorla mı kabul ettirelim?" Yani size zorlama mı yapalım, kabul etmeniz ve hidayete ermeniz için icbar mı edelim? Bunu yapa­mayız.

"Ey kavmim! Ben bu davetime" yani bu tebliğe "karşılık sizden" bana ver­meniz için "herhangi bir mal istemiyorum. Benim ecrim" beklenen sevabım an­cak "Allah'a aittir. Ben" sizin isteğiniz üzere "iman edenleri kovacak değilim.

Çünkü onlar da" öldükten sonra dirilip "Rablerinin huzuruna çıkacaklardır." Allah da onlara amellerinin karşılığını verecek, kendilerine zulmeden ve onları tardedenlerden haklarını alacaktır. "Fakat ben sizi" sonunu düşünmeyen "ca­hillik eden bir topluluk olarak görüyorum" dedi.

"Ey kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yar­dım edebilir1?" O'nun azabından kim beni kurtarabilir? Yani onları kovarsam bana yardım edecek hiç kimse yoktur. "Hiç düşünmez misiniz1?" Öğüt almaz mı­sınız? Çünkü onları kovmak doğru değildir.

Size, "Allah'ın hazineleri" yani Onun rızkının ve mallarının hazineleri "benim yanımdadır, demiyorum" ki siz benim üstünlüğümü inkâr edesiniz. "Si­ze gaybı biliyorum da demiyorum" ki beni yalanlayasmız. Ben onların şuursuz, basiretsiz, kalpten olmayan basit görüşle bana tabi olduklarını nerden bileyim?

"Ben bir meleğim" de demiyorum. Bilakis ben de sizin gibi bir beşerim. "Sizin gözlerinizin düşük gördüğü" yani fakirliği sebebiyle küçümsediğiniz "kimseler için, Allah onlara asla hayır vermeyecek de demiyorum." Çünkü Al­lah'ın ahirette onlara vaad ettiği şeyler dünyada size verdiği şeylerden daha hayırlıdır. "Allah onların gönüllerinde" kalplerinde "olanı daha iyi bilir. Aksi takdirde" eğer bunlardan birini ben söyleyecek olsam "zalimlerden olurum".[46]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'in risaletle gönderildiğini, Kur'an-ı Ke-rim'in Allah Tealâ tarafından bir vahiy olduğunu ispat ettikten sonra ve mü­minler grubu ile yalanlayan kâfirler grubunu zikrettikten ve "Siz hiç öğüt al­maz mısınız?" ayetiyle bu iki durumdan öğüt ve ibret alınmasına teşvik ettik­ten sonra; geçmiş peygamberlerin kıssalarından bir kaç kıssa zikretti. Bu kıs­saları hem ders ve öğüt almak için, hem de Rasulullah (s.a.)'m kendisinden ön­ceki peygamberlerle ortak esaslara davet etmekte birleştiğini ifade etmek için -ki bu ortak esaslar sadece Allah'a kulluk etmek ve öldükten sonra dirilmeye ve hesap görmeye iman etmektir- ayrıca Allah kâfirlerin defterini dürünceye ka­dar onların yaptıkları eziyetlere sabretmek hususunda uyanda bulunmak için zikredildi. [47]

 

Açıklaması

 

Burada zikredilen bu kıssaların ilki Hz. Nuh (a.s.) kıssasıdır. Cenab-ı Hak bu kıssayı Yunus suresinde zikretmişti. Burada da bu kıssadaki öğütler ve fay­dalı hususlar sebebiyle tekrar zikretti. Bu öğütlerin en önemlisi, Muhammed s.a.)'in de diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve Allah'ın birliği­ne, öldükten sonra dirilişe inanmaya, hesap ve cezanın varlığına davet etmek için gönderildiğini kâfirlere bildirmek idi.

Hz. Nuh (a.s.) kıssası birkaç unsur ihtiva etmektedir. Bunlar Hz. Nuh'un davetinin toplu halde vasıfları, kavmiyle tartışması ve onlara cevap vermesi, kavminin azabın derhal gelmesini istemeleri, Hz. Nuh'un gemiyi yapma şekli, Hz. Nuh kavminin tufanda boğulması, Hz. Nuh ile birlikte iman edenlerin kur­tulması, Hz. Nuh'un oğlunun kendisiyle birlikte kurtulma arzusu.

Hz. Nuh (a.s.) Allah'ın yeryüzünde bulunan putperest müşriklere gönder­diği ilk resul idi. [48]

 

Ayetlerin Manası

 

Allah'a yemin olsun ki biz Nuh'u müşrik kavmine peygamber olarak gön­derdik. Nuh kavmine şöyle dedi: "Ben size Allah tarafından gönderilen ve sizi açık bir şekilde uyaran bir uyarıcıyım. Siz Allah'tan başkasına ibadet ederseniz sizi O'nun azabı cezası ile uyarıyorum. Allah'a iman edin, O'nun emrine itaat edin. Ondan başkasına ibadet etmeyin. Ona hiçbir şeyi şirk koşmayın. Zira ben gerçekten kıyamet günün çok acıklı azabından korkuyorum."

Bundan sonra Cenab-ı Hak kavminin Hz. Nuh'a verdiği cevapları zikretti. Bunlar dört şüphe idi.

a) "Nuh'un kavminden ileri gelenler..." yani kavminin büyükleri, efendileri "Sen de bizim gibi bir beşersin, yani kral değilsin, sadece bize benzeyen bir in­sansın, senin bizden ayrı olan sana itaat etmemizi mecburi kılan bir meyizetin, ayrıcalığın yok" dediler.

b) "Sana içimizden..." kavmimizin ayak takımı, adi insanlar, çiftçiler ve ze-naatkârlar gibi basit meslek sahipleri, fakirler, güçsüzler, basit görüşlü olup da işlerin neticesini düşünmeyen, incelemeyen, araştırmayan kimseler tabi olu­yor. Sen davanda doğru sözlü olsaydın sana şerefli kimseler, fikir erbabı tabi olurdu. Bir ayette de ifade edildiği gibi "Sana düşük insanlar tabi olmuşken, biz sana iman eder miyiz? dediler." (Şuara, 26/111).

c) "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü görmüyoruz". Sizin bizden farklı fa­zilet, güç-kuvvet, servet, ilim, akıl, mevki veya görüş hususunda bizi size tabi olmaya sevkedecek açık bir ayrıcalık, üstünlük görmüyoruz: "Eğer bu işte bir hayır olsaydı, onlardan önce biz iman ederdik de önümüze geçemezlerdi." (Ah-kaf, 46/11).

d) "Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz." Yani bizim kanaatimi­ze göre sizin (dünyada) huzur ve ahirette mutluluk iddianızda yalancı olduğu­nuz görüşü ağırlık basmaktadır.

Burada dikkati çeken bir nokta kâfirlerin bu cevabı verirken Hz. Nuh (a.s.)'a tabi olanları da katmalarıdır. Burada hitap Hz. Nuh (a.s.) ve onunla bir­likte iman edenleredir.

Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh'un bu şüpheleri ve Kur'an'm anlatmadığı ve özetlediği yahut onların söylemediği fakat sözlerinden anlaşılan diğer hu­susları bildirdi.

Nuh kavmine dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana ne yapayım? Görüşünüz nedir? Rabbim tarafından getirdiğin elimde açık bir hüccet varsa ve bununla ben O'ndan gelen bir hak üzerinde olduğumu açık bir şekilde anlıyorsam ve Rabbim bana kendi nezdinden bir rahmet -peygamberlik ve vahiy- verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, size gizli kaldıysa, buna ulaşamadıysanız ve bunun değerini bilemediyseniz bilakis bunu yalanlamaya ve red­detmeye koştuysanız; siz hiç istemediğiniz ve bundan yüz çevirdiğiniz halde, biz sizi bunları kabul etmeye mi zorlayalım. Zira dine girişte zorlama makul değildir. İşte bu peygamberliğin, cahillerle sıradan insanların görüşüne itibar etmemenin delilidir.

Ey Kavmim! Ben size yaptığım bu nasihatlara karşılık sizden bir mal veya bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Bu, Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra gelen Hz. Hûd, Hz. Şuayb, Hz. Muhammed (s.a.) gibi peygamberlerden de tek­rar tekrar sadır olmuş bir sözdür.

"Ben iman edenleri kovacak değilim". Yani müminleri kovmak ve mecli­simden uzaklaştırmak benim yapacağım bir hareket değildir. Bundan anlaşıl­maktadır ki tıpkı Peygamberimiz (s.a.) ile Kureyş büyükleri arasında olduğu gibi, kâfirlerin büyükleri kibir, gurur ve benliklerini tatmin etmek için Hz. Nuh'tan kendilerine fakir ve zayıflarla karşılaşmayacakları özel bir meclis tah­sis edilmesi gibi bir takım ayrıcalıklar istiyorlardı: Nitekim Cenab-ı Hak Pey­gamberimiz (s.a.)'e hitaben "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam Rab-lerine dua edenleri huzurunda kovma." (En'am, 6/52) buyurmuştur.

"Onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır." Bana tabi olanlar da Rab-lerinin huzuruna çıkacaklar, Rabbin sizleri hesaba çekeceği gibi onları da hesa­ba çekecek ve onları kovanları cezalandıracaktır. Fakat ben onları küçümseme­miz ve kovulmalarını istemeniz sebebiyle sizi gerçekleri bilmeyen ve bilgisizlik karanlıklarına yuvarlanan bir topluluk olarak görüyorum. Çünkü insanların birbirlerine üstünlüğü sizin iddia ettiğiniz gibi servet, mal ve mevki ile değil, güzel amel ve üstün ahlak iledir.

"Ey kavmim!" Ben onları kovarsam Allah'ın azabına karşı kim bana yar­dım edebilir? Çünkü "Onları kovarsın ve zalimlerden olursun" (En'am, 6/52) ayetinde olduğu gibi bu büyük bir zulümdür. Siz hiç düşünmez misiniz? Söyle­diğiniz sözleri düşünmez, olanlardan ibret almaz mısınız?

"Ben size., demiyorum." Yani Peygamberlik benim Allah'ın rızık hazinele­rine sahip olmam ve bu hazinelerde dilediğim gibi tasarrufta bulunmaya muk­tedir olmam demek değildir. Ben de diğer insanlar gibi bir beşerim. Mucizeler ile teyit edildim. Allah'ın izniyle O'na kulluğa davet ediyorum. Allah'ın bana bildirdiğinden başka gaybı da bilmiyorum. Ben meleklerden bir melek de deği­lim. Sizin hakir gördüğünüz ve küçümsediğiniz o insanlar da hiçbir zaman hayra ulaşamayacak ve onların amellerine karşı hiçbir sevap yoktur, diyemem. Çünkü vaadi vardır. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Eğer onla­rın içi de iman hususunda göründükleri gibiyse en güzel dereceler onlarındır, insan onların iç alemlerine hükmetse bilgisi olmayan bir şeyi söylediği için haksızlık yapmış olur.

Bu ayetten maksat Hz. Nuh'un onlara Allah'a karşı boynu bükük ve alçak gönüllü olduğunu ifade etmesidir.

Yine burada peygamberler ile devlet reislerini birbirinden ayıran çizgiye işaret edilmektedir. Peygamberler hiçbir mal hırsı ve menfaat arzusu gözetmeksizin insanları dünyevi ve uhrevi saadetlerini kazanmaları için irşad etme­ye önem verirler. Devlet reisleri ise taraftar toplamak hususunda maddî çıkar­lar vaad etmeye ve kendilerine destek kazanmak için kolayca mal harcamaya güvenirler. Ayrıca bu ayetlerde Peygamberin melek değil, beşer olduğu, gaybı bilmediği ve gayb bilgisinin Allah nezdinde olduğu ifade edilmektedir:

"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında, ben kendim için bir menfaat elde et­meye ve bir zarar vermeye kadir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim daha çok ha­yır elde ederdim. Ve bana bir kötülük dokunmazdı." (A'raf, 7/188). [49]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Hz. Nuh (a.s.) kavmini, diğer peygamberlerin daveti gibi, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan sadece O'na ibadet edip itaat etmeye ve putlara tapınmayı terk etmeye davet etti.

2- Küfür veya putlara tapınmaya devam etmek ahiret hayatında acıklı, can yakıcı ve meşakkatli bir azabı gerekli kılar.

3- Hz. Nuh (a.s.) kavmindeki ileri gelenlerin (Hak'tan) yüz çevirmesinin esası bütün inkâr eden ve yalanlayanlarda olduğu gibi boş bahanelerle dayan­maktadır. Bunların başında kibirlenme ve genellikle hakka tabi olanlar arasın­da yer alan fakir ve zayıflara karşı gururlanma arzusu gelmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Böylece senden önce ne zaman bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka o ülkenin ileri gelen varlıklı, şımarık kimseleri şöyle demişlerdir: Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerini takip ediyoruz." (Zuhruf, 43/23).

Böylece güçsüz insanların genellikle hakka tabi olduklarını, şereflilerin, büyüklerin ise hakka muhalefet ettiklerini görüyoruz. Tıpkı az önce geçen ayette buyrulduğu gibi.

Bizans Rum İmparatoru Herakl'in Ebu Süfyan'a Peygamberimiz (s.a.)'in sıfatlarıyla ilgili sorduğu soruların birinde:

-  İnsanların şereflileri mi, yoksa zayıfları mı ona tabi oluyorlar? demiş, Ebu Süfyan da:

- Hayır, zayıfları tabi oluyorlar demişti. Bunun üzerine Herakl:

- Peygamberlere tabi olanlar hep bu çeşit kimseler olmuştu, demiştir.

4- Kâfirlerin, "basit görüşlü" şeklindeki ifadeleri gerçekte bir zem veya ayıp değildir. Çünkü hak ortaya çıkınca görüş ve düşünceye gerek kalmaz. Zira bu durumda her akıl ve zekâ sahibinin hakka tabi olması gerekir. Böyle bir za­manda haktan uzaklaşmayı ancak ahmak veya aptal olanlar düşünebilir. Pey­gamberler ise ancak net ve açık bir mesajı getirmişlerdir.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Kimi İs­lâm'a davet ettiysem mutlaka ayağı sürçıü (tereddüt etti), Ebubekir müstesna. Çünkü onun dili dolaşmadı." Yani Ebubekir hazretleri açık muazzam bir dava gördüğü için hiç tereddüt etmedi, beklemedi, derhal koştu ve kabul etti.

5- Peygamberler insanların çoğunluğu bile karşı çıksa, gayet tabi olarak, kendilerince yakinen sabit olan Allah'ın vahyi, nübüvvet ve risalete sımsıkı sa­rılmışlardır.

6- Peygamberler umumiyetle hiçbir kimseyi davetlerini kabul hususunda zorlama metoduna baş vurmamışlardır. "İstemediğiniz halde size bunları zorla mı kabul ettirelim" ayetindeki istifham inkâr manasmdadır. Yani sizi imana veya kelime-i tevhid'e, peygamberliğe, ilâhî rahmete ve delile inanmaya zorla­mam mümkün değildir.

Bu ayet dine girişte zorlamayı yasaklayan ilk nasstır.

7- Peygamberlerin sadece fakir ve güçsüz diye kendilerine iman edenleri yanlarından kovmaları akıl, zevk ve edep açısından kesinlikle doğru değildir. Eğer onlardan biri böyle bir şey yapacak olsaydı, müminler Allah katında on­dan davacı olurlardı. Allah da onların imanlarının karşılığını verir, onları ko­vanları cezalandırırdı. İmanları sebebiyle onları tard ettiği için de o kimse ken­disini Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kimse bulamadı.

Kâfirlerin rızalarını kazanmak için müminlerin daimi bir şekilde kovul­maları büyük günahlardandır. Hiçbir peygamber böyle bir şeye teşebbüs ede­mez. Buradaki maksat ebedî bir şekilde mutlak olarak tard etmektir.

8- Rızık hazineleri Allah Tealâ'nın tasarrufundadır. Gaybı sadece O bilir. Hiçbir peygamber, insanların yanındaki derecesinin melekler derecesi olduğu­nu söylemez.

9- Bazı alimler "Ben bir meleğim demiyorum" ayetini melekler devamlı ibadet ve taatte bulundukları için, yaratıldıklarından beri kıyamet gününe ka­dar hiç kesilmeden ibadet ettikleri için peygamberlerden daha üstün oldukları­na delil kabul etmişlerdir.

10- Hakiki manevî yücelik üç şeyle olur:

a) Mutlak istiğna: Bunu iddia etmiyorum: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum." (Hûd, 31).

b) Tam bir ilim: "Gaybı da bilmiyorum." (Hûd, 31).

c) Tam, kâmil bir kudret: "Ben bir meleğim de demiyorum." (Hûd, 31). Me­lekler kuvvet ve kudret yönünden mahlûkatın en mükemmelidirler.

Bu üç şeyi zikretmekten maksat Hz. Nuh (a.s)'un beşeri kuvvet ve insan gücü dışında bir güç ve kuvvetle sahip olmadığını anlatmaktır. Mutlak kemali ise iddia etmemektedir.

11- Müminin Allah Tealâ'nın sevabını hak etmesi herhangi bir kimsenin "Allah onlara kesinlikle hayır vermez" şeklindeki itirazına engel değildir.

Onların hor ve hakir görmesiyle ecirleri boşa gidecek veya sevapları eksi-lecek değildir. Allah onların gönüllerinde olanı bilir. Ona göre onların karşılığı­nı verir yahut muaheze eder. [50]

 

Hz. Nuh (A.S.) Kavminin, Azabın Gelmesinde Acele Etmeleri Ve Hz. Nuh (A.S.)'Un Onlardan Ümidini Kesmesi

 

32- Kâfirler "Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Hem de bu mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin bu azabı haydi getir bize" dediler.

33-  Nuh onlara dedi ki: "O azabı size eğer dilerse ancak Allah getirir. Siz Al­lah'ı aciz bırakamazsınız."

34- Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse, si­ze öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir. So­nunda O'na döndürüleceksiniz.

35- Yoksa kâfirler "Kur'an'ı Muhammed kendiliğinden uydurdu" mu, diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurduysam, bu suçun cezası yalnız banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."

 

Belagat:

 

"Suçum yalnız banadır." Burada hazif yoluyla icaz vardır. Yani "Suçumun cezası yalnız banadır" demektir. Bu ifade şüpheye delâlet eden "in (eğer)" keli­mesi kullanıldığı için "farz edelim ki" kaydıyla yer almaktadır. Halbuki onların suç işlemeleri gerçekleşmiş bir durumdur: "Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım." [51]

 

Kelime ve İbareler:

 

Kâfirler "Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin" yani bize karşı çıktın, hasım ol­dun; "hem de bu mücadele de çok ileri gittin." Her tür mücadele yolunu kulla­narak bu mücadeleyi uzattın. "Eğer" peygamberlik iddiasında ve tehdit ettiğin azap konusunda "doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğini" yani bu azabı "haydi getir bize" zira senin konuşmaların bize tesir etmiyor "dediler".

"Nuh onlara dedi ki: O azabı size eğer dilerse" size acele olarak gelmesini veya gecikmesini isterse, çünkü bunun emri bana değil O'na aittir, "ancak Al­lah getirir." "Siz" azabı engellemek veya azaptan kaçmak suretiyle "Allah'ı aciz bırakamazsınız." Yani Allah'tan kurtulamazsınız.

"Eğer Allah sizi azdırmayı" yani azgınlık ve fesat içine düşürmeyi -yahut bir görüşe göre- sizi helak etmeyi "dilerse, size öğüt vermek" sizin için iyilikte bulunmak, söz ve davranışlarımla samimi davranmak "istesem de, öğüdüm" ve iyilik istemem "size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir." Yani sizi yaratan ve iradesine uygun olarak sizin hakkınızda tasarrufta bulunandır. "Sonunda O'na döndürüleceksiniz." O sizin amellerinize göre size karşılık verecektir.

"Yoksa kâfirler" Mekke kâfirleri: "Kur'anı Muhammed kendiliğinden uy­durdu mu, diyorlar. De ki: Eğer onu ben uydurduysam, bu suçum" yani bu gü­nahımın cezası ve vebali "yalnız banadır. Ama ben sizin işlediğiniz" yani benim Kur'an-ı Kerim'i kendiliğimden uydurduğumu söylemekle bana iftira isnat et­meniz gibi "suçlardan uzağım." [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Nuh (a.s.), ortaya attıkları asılsız şüphelere cevap verdikten sonra kavmi ona iki şüphe daha arz etti.

Birincisi, Hz. Nuh'u çok mücadele etmekle tavsif etmeleri.

İkincisi, Hz. Nuh'un, tehdit ettiği azabın derhal gelmesini teklif etmeleri.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Hz. Nuh'un onlardan ümidini kestiğini ve bu arada Hz. Muhammed (s.a.)'in onların isnat ettiği iftiralarından beri-uzak ol­duğunu zikretti. [53]

 

Açıklaması

 

Kâfirler Hz. Nuh'a "Sen bizimle mücadele ettin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz sana tabi olmayacağız. Allah'ın isyanımıza karşılık ahiretten önce dünyada bize azap edeceği şeklindeki iddianda samimi isen bizi tehdit ettiğin dünyadaki acil azabı getir bakalım" dediler.

Bu ayet şu ayete benzemektedir: "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Kavmimi gece-gündüz yılmadan imana davet ettim. Davetim onları senin yolundan daha çok uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramadı." (Nuh, 71/5-6).

Hz. Nuh onlara şöyle cevap verdi: Sizi cezalandıracak olan ve size derhal azap indirecek olan hiçbir şeyin kendisine engel olamayacağı Allah'tır. Eğer Al­lah derhal veya sonradan size ceza vermeyi dilerse siz Allah'ı aciz bırakamazsı­nız ve siz O'nun emri ve hakimiyeti altındasınız.

Eğer Allah sizi azdırmayı yani sizin delâlet ve fesada düşmenizi, yok ol­manızı ve helak olmanızı murad etmişse benim nasihat etmemin ve sizin iman etmeniz için gayret etmemin size faydası dokunmaz. O sizin Rabbinizdir, yani sizi yaratan, bütün işlerinizde tasarrufta bulunan ve asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Ahirette O'na döndürüleceksiniz ve O hayır-şer yaptıklarını­zın karşılığını verecektir. Allah'ın onları azdırmasının ve saptırmasının manası şudur: Onların gön­lünde azgınlık ve isyankârlığı yaratmak değil, sadece sebeplerle neticeleri bir­birine bağlamaktır. Çünkü azgınlık ve isyankârlık amel ve emeğe bağlıdır. Ne­ticeler ise mukaddimelere ve sebeplere bağlıdır.

"Yoksa onlar, Kur'anı Muhammed uydurdu mu diyorlar?"

Bu ayet Hz. Nuh kıssasının ortasında bu kıssayı tekit ve takviye eden bir ara cümlesidir. Bu ayet Mekke müşriklerinin bu kıssaları yalanlamak için söy­ledikleri sözü nakletmektedir.

Yoksa Mekke'deki inkarcı kâfirler "Kur'an'ı ve bu Kur'an'daki Hz. Nuh ve kavmini anlatan ayetleri Muhammed kendi kendine uydurdu mu, diyorlar?! Cenab-ı Hak da peygamberine şu şekilde söylemesini öğreterek cevap veriyor: Onu ben kendiliğimden uydurduysam, benim bu hatamın cezası, bu günahımın azabı benim üzerimedir. Sizi de Allah amellerinize karşılık cezalandıracaktır. Sizin günahınız ne yapmacık ne de kendiliğinden uydurulan bir günahtır. Çün­kü ben Allah'a karşı yalan söyleyenlerin Allah nezdindeki cezasını biliyorum. Her insan kendi günahından sorumludur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa Musa'nın ve vefakâr İbra­him'in sahifelerinde şu hususlar bildirilmedi mi? Hiç kimse başkasının günahı­nı yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." İnsanın yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. Sonra yaptıklarının karşılığı ona tamamen verilecektir. (Necm, 53/36-41).

Aynı manada şu ayet-i kerime vardır: "Seni yalanlarlarsa onlara de ki: Be­nim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).

Ayete ilk bakışta görünen şudur: Yoksa onlar "Bunu o kendiliğinden mi uydurdu?" diyorlar ifadesi -İbni Abbas'ın dediği gibi- Hz. Nuh (a.s.) ile kavmi arasında geçen karşılıklı konuşmanın bir bölümüdür. Çünkü bu ayetten önce ve sonra sadece Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi anlatılmaktadır. Buradaki hitap Hz. Nuh (a.s.) kavminden gelmiş ve onlara hitap edilmiştir. Onlara şöyle diyorlar: "Size bildirdiği, Allah'ın dinini ve bundan yüz çevirenlerin ceza göreceğini Nuh kendiliğinden uydurdu." [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- Kâfirlerin inatçılıkları, anlayışsızlık ve ahmaklıkları Allah'ın birliğini, O'na itaat ve ibadet etmenin lüzumunu ispat eden delilleri ortaya koysa da, Hz. Nuh (a.s.)'un davetini bütün bu şekillerle görmezlikten gelmelerine sebep olmuş ve onları Allah'ın cezası, azabı ve gazabının acilen gelmesini istemeleri gibi tehlikeli bir duruma düşürmüştür. Zira belâ dile bağlıdır.

2- Delilleri ortaya koymak ve ortaya atılan şüpheleri gidermek amacıyla dinî konularda yapılan mücadele takdir edilen bir husustur. Bu peygamberle­rin mesleğidir. Bunun için Hz. Nuh (a.s.) ve diğer peygamberler hakkın ortaya çıkması için mücadele ettiler. Kim hakkı kabul etmişse kurtulmuş, kim de red-detmişse zarar ve ziyana uğramıştır.

3- Körükörüne taklitçilik, bilgisizlik ve batılda ısrar etmek kâfirlerin mes­leğidir. Batılın hak şeklinde ortaya çıkması için haksız yere yapılan mücadele kötülenen bir husustur. Bu şekilde hareket eden iki cihanda tenkide lâyık olur.

4- "Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse" (Hûd, 34) ayeti Allah Tealâ'nm kâfi­rin ve isyankârın isyan etmesini, azgınlaşan kimsenin azgınlık yapmasını dile­mediğini, bütün bunları kendisinin yaptığını, Allah'ın murad etmediğini iddia eden Mu'tezile ve Kaderiye'nin bu görüşünü reddetmektedir.

Gerçekte ise hidayete erdiren de delâlete düşüren de Allah'tır. Allah'ın ira­desinin azdırmakla bağlantılı olması doğrudur. Buna göre ayetin manası şu­dur: Allah insanlara hidayet ve delâlet yolunu açıklıyor, insan da Allah'ın ira­desiyle birlikte dilediği yolu tercih ediyor.

Hz. Nuh (a.s.)'un sözü, Allah Tealâ'nm bizzat azdırmadığına ve tercih hak­kını onlara havale ettiğine şu iki yönden delâlet etmektedir:

Birincisi: Eğer Allah onları azdırmayı dileseydi nasihatin hiçbir faydası kalmazdı, Allah da Hz. Nuh (a.s.)'a kâfirlere nasihat ve tebliğde bulunmasını emretmezdi.

Bütün müslümanlar peygamberimiz (s.a.)'in de diğer peygamberler gibi kâfirlere davet ve nasihat etmekle emrolunduğu hususunda icma etmişlerdir.

İkincisi: Eğer Allah Tealâ'nın onları azdırdığı veya onları azgın ve sapık olarak yarattığı şeklinde bir hüküm sabit olsaydı, bu iman etmemeleri husu­sunda onlar için bir mazeret olurdu ve Hz. Nuh (a.s.)'un yaptığı iş gayesi ve he­defi olmayan, sebebi ve faydası bulunmayan bir iş olurdu. Zira onlarda bu şe­kilde kolayca mazeret beyan ederler, bu davasının faydasız olduğu şeklinde ce­vap verirlerdi.

Özetle ifade edersek, Ehl-i Sünnet'in bu konudaki ana esası şudur: Allah Tealâ insanın inkâr etmesini dileyebilir ama ona bunu emretmez, Allah ona iman etmesini emreder. Allah kulunun inkâr etmesini dilediği zaman da o ku­lun iman etmesi imkânsız olur.

5- Her insan kendisinden sorumludur. Peygambere karşı çıkan kavminin iddia ettiği gibi peygamber vahiy ve risaleti kendisi uydurmuş ve iftirada bu­lunmuş ise bu suçun cezası onadır. Eğer peygamber bu söylediklerinde haklı ise -ki bu da mutlaka haktır onların yalanlamalarının cezası ve günahı onların üzerinedir. [55]

 

Hz. Nuh (A.S.)'un, Kavminin Helak Olması Sebebiyle Kederlenmesinin Yasaklanması Ve Kendisine Gemi Yapmasının Emredilmesi

 

36- Nuh'a şöyle vahyedildi: Daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık kavminden hiç bir kimse iman etmeye­cektir. Onların yaptıklarından dolayı sakın üzülme.

37-  Gemiyi bizim gözlerimizin önünde vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler hakkında bana hitapta bulunma. Çün­kü onlar (tufanda) boğulacaklardır.

38-  (Nuh) gemiyi yapıyor, kavminin ile­ri gelenleri de yanından geçtikçe onun­la alay ediyorlardı. (Nuh onlara) dedi ki: "Eğer siz bizimle alay ediyorsanız, biz de sizin bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz."

39- "Rezil-rüsvay edici azabın kime ge­leceğini, kimin devamlı azaba uğraya­cağını yakında bileceksiniz."

40-  Nihayet emrimiz gelip ve tandır (kaynaması gibi sular) kaynamaya baş­layınca Nuh'a "Her hayvan türünden birer çift ile, daha önce (helakine) hük­mettiğimiz kimseler hariç, aile halkını ve iman edenleri gemiye yükle" demiş­tik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti.

41- Nuh (kavminden iman edenlere) de­di ki: "Siz gemiye binin. Bu geminin yü­rümesi de durması da Allah'ın adıyla-dır. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok ba­ğışlayan ve çok merhamet edendir."

 

Belagat:

 

"Gemiyi bizim gözlerimizin önünde yap." Bu ifade murakabe ve koruma­dan kinayedir ve "Bizim murakabemiz altında" manasındadır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onların yaptıklarından" şirkten "dolayı sakın üzülme" onların helak ol­ması sebebiyle kederlenme. Bu ayet Allah'ın onların iman etmelerinden Hz. Nuh (a.s.)'un ümidini kestiği ve kavminin yalanlama ve eziyette bulunma gibi işledikleri günahlar sebebiyle kederlenmesini yasakladığı manasına gelmekte­dir. Hz. Nuh (a.s.) kavmine 'Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma" (Nuh, 71/26) diye beddua etmiş, Cenab-ı Hak da onun bu bedduasını kabul etmişti.

"Gemiyi bizim gözlerimizin önünde" yani bizim korumamız, murakabemiz ve gözetimimiz altında "vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler" yani helak edilme­yip bu güne kadar hayatta bırakılan kimseler "hakkında bana hitapta bulun­ma. Çünkü onlar" yani tufanda "boğulacaklardır." Onların boğulmaları hükme-dilmiştir. Bundan geri dönmeye yol yoktur.

"Nuh gemiyi yapıyor," Burada ifade geçmiş bir durumun hikâye edilmesi­dir. Yani "yapıyordu" demektir. "Kavminin ileri gelenleri de" yani onlardan bir grup gemi yaptığı için "yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı." Çünkü Hz. Nuh (a.s.) gemiyi sudan uzak bir yerde, karada yapıyordu. Kavmi onunla alay ediyor ve ona "Peygamber olduktan sonra şimdi de marangoz oldun" diyorlardı. Nuh onlara "Dedi ki: "Eğer siz bizimle alay ediyorsanız" dünyada sulara kapılıp boğulurken, ahirette yanarken, biz kurtulup siz felâkete uğrarken "biz de sizin bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz." Bir rivayette alay etmekten murad "bilmezlikten gelmektir" denilmiştir.

"Rezil, rüsvay edici" zillete ve perişanlığa düşürücü "azabın kime geleceği­ni" ineceğini "kimin devamlı" kalıcı "azaba" cehennem azabma "uğrayacağını yakında bileceksiniz."

40. ayet başındaki "hatta" kelimesi iptidaiyyedir, şart-cevap cümlesinin başına gelmiştir. "Gaye" yani "sonunda ve nihayet" manasına kullanılmışsa "gemi bitirdikten sonra" demektir. Bu durumda 38. ayetteki "Nuh gemiyi yapı­yor" cümlesi "Nuh gemiyi yapıyordu. Nihayet vaad edilen vakit gelince" mana-smdadır. Bu durumda "yasnau" fiilinden sonrası bu fiilin hali olmaktadır. San­ki şöyle söylenmiş gibidir: "Kavminin ileri gelenleri yanında geçip onunla alay ettikleri halde Nuh gemiyi yapıyordu."

"Nihayet" onları helak etmek şeklindeki "emrimiz gelince ve tandır kaynama­ya başlayınca" yani su fışkırtıp da kaynayan tencere gibi yükselmeye başlayınca..

Suyun fışkırması harikulade bir halde Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi ola­rak tandırdan başladı. Bu tandır Küfe'nin mescidinde, bir rivayette Hindis­tan'da, diğer bir rivayette Cezire bölgesinde "Aynu verde" denilen yerde bulu­nuyordu. Bir başka rivayete göre ise "tandır" yeryüzü demektir.

Nuh'a "Her hayvan türünden birer çift ile ... gemiyi yükle" dedik. Hz. Nuh (a.s.) kıssasında şöyle bir haber nakledilmektedir: Allah yırtıcı hayvanları ve kuşları Hz. Nuh (a.s.)'a vermek üzere yarattı. Hz. Nuh (a.s.) elleriyle her çeşi­dine vuruyor, sağ eli erkeğine sol eli dişisine rastlıyor ve onları gemiye yüklüyordu.

Hepsinden birer çift "ile daha önce helakine hükmettiğimiz kimseler" yani Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu Ken'an ve kendi hanımı "hariç aile halkını" müslüman hanımını ve çocukları Sam, Ham, Yafes ve her birinin birer hanımını "ve iman edenleri gemiye yükle" demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti." Bir rivayete göre onlaı yarısı erkek, yansı kadın 80 kişi idiler. Diğer bir rivayete göre ise Hz. Nuh (a.s.)'un müslüman hanımı, üç oğlu (Sam, Ham, Yafes) ve hanımları, ayrıca kadın-erkek 72 kişi toplam 79 kişiydiler.

"Nuh dedi ki: Bu geminin yürümesi de durması da" varacağı yer de "Al­lah'ın adıyladır. Şüphesiz ki benim Rabbim çok bağışlayan, çok merhamet edendir." O'nun günahları bağışlaması ve kullarına rahmeti olmasaydı, sizi kurtaramazdı. O bizi helak etmemesi sebebiyle çok merhamet edicidir. [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler daha önce zikredilen hususların devamıdır. Burada Hz. Nuh (a.s.) kavminin boğulma ve helak olma hazırlığı, Hz. Nuh (a.s.)'a alayla karşılık vermeleri, kurtulma planı yapalım şeklindeki istihzaları ve Hz. Nuh (a.s.) kav­minin boğulması anlatılmaktadır. [58]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Hz. Nuh'a haber veriyor ki daha önce iman etmiş olanlardan başka artık kavminden hiçbir kimse senin davetine iman etmeyecektir. O hal­de onlara üzülme, onların durumu seni endişelendirmesin.

Hz. Nuh (a.s.) da onlara "Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek ki­şi bırakma." (Nuh, 71/26) diye beddua etti.

Tufandan kurtuluş vesilesi olan gemiyi gözlerimizin önünde yani bizim gö­zetimimiz, korumamız altında, yanlışlık yapmaman için sana nasıl yapılacağı­nı vahyimizle, yani öğrettiğimiz şekilde yap.

"Vahyimizle" ifadesi sana yapacağın şeyi öğretmemiz ile manasındadır. Ayette "gözlerimizle" kelimesinde çoğul kullanılması çokluğu değil azameti ifa­de etmektedir.

Kur'an-ı Kerim "gözler" kelimesini "mükemmel bir itina ve tam manasıyla gözetim" anlamında kullanmıştır. Meselâ Cenab-ı Hakkın Hz. Musa (a.s.)'ya "Gözümüzün önünde (korumam altında) yetişmen için" (Tâ-Hâ, 20/39) şeklinde­ki sözü ve Peygamberimiz (s.a.)'e hitabı "Sen Rabbinin hükmüne sabret. Şüphe­siz sen gözlerimizin önündesin (himayemiz altındasın)." (Tur, 52/48) ayetlerin­de olduğu gibi Ya Nuh! Kavminin durumunu düzeltmek için ve şefaat etmen sebebiyle onlardan azabın kalkması hakkında bana yalvarma, bana bu konuda dua etme. Onlara azap vacip olmuştur. Onların tufanda boğulacağı hükmü ta­mamlanmıştır. Senden istenen şey onlara karşı acıma ve şefkat hissi duyma-mandır.

Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelenlerinden bir grup ona her uğradıklarında onunla ve gemi yapmasıyla alay ediyorlar ve onlan tehdit ettiği boğulma konusunu yalanlıyorlardı.

Hz. Nuh (a.s.) şiddetli bir korkutma ve kuvvetli bir tehdit ifadesiyle onlara şöyle dedi: Siz bizimle size göre hiçbir şey ifade etmeyen gemi yapma hususun­da alay ediyorsunuz. Biz de sizin şu anda bizimle alay ettiğiniz gibi gelecekte suda boğulurken sizinle alay edeceğiz. Dünyada suda boğulma, ahirette cehen­nemde yanma olayı meydana geldiği zaman sizin alay ettiğiniz gibi biz de si­zinle alay edeceğiz.

Dünyada rezil, rüsvay edici azabın kime geleceğini ahirette de ebedî, kalıcı azaba kimin uğrayacağını -şu işimiz bittikten sonra- yakında öğreneceksiniz.

Nihayet sağanak halinde yağan yağmurlarla helak etme emrimiz gelip tandırdan su fışkırmaya başladı ve tencerenin kaynayıp fokurdaması gibi su kaynayıp yükseldi.

Suyun tandırdan fışkırması Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi idi. İbni Ab-bas'tan gelen bir rivayete göre tandır, yeryüzü demektir; yani bütün yeryüzü fışkıran kaynaklar haline döndü. Hatta ateşin üstündeki tandırlardan sular fışkırmaya başlamıştı. Bu mana ayete verilen ilk manadır. Çünkü Araplar yer­yüzüne tandır ismi vermektedir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz de boşanan sularla gök kapılarını açı-verdik. Yeri de yarıp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir iş için yerle göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik." (Kamer, 54/11-13).

O zaman Nuh'a şöyle dedik: Hayvanların cinslerini korumak için her hay­van türünden birer çift gemiye yükle, müslüman olmayan hamının ile Yam ve­ya Kenan ismindeki oğlun hariç kadın, erkek bütün aile fertlerini de gemiye yükle. Bu ikisi, cehennemlik olduklarına dair haklarında önceden hüküm veril­miş kimselerdi. Allah bu ikisinin küfrü tercih edeceklerini bildiği için bu hük­mü vermişti, yoksa haşa bunlara küfür etmeyi takdir ederek bir mecburiyet al­tında bırakmamıştı.

Kavminden iman edenleri de yanına al. Zaten 950 sene kavmini imana da­vet etmesine ve davet müddetinin uzamasına rağmen kendisine pek az kişi iman etmişti. Bir rivayete göre sayıları kadın erkek altı veya sekiz kişi idi. Bunlarda Hz. Nuh (a.s.) ve hanımı ile üç çocuğu ve onların hanımları idi. İbni Abbas ise, "Hanımları dahil hepsi 80 kişi idiler" demiştir.

Cenab-ı Hak bu müminlerin zikre değmeyen azlıkları sebebiyle sayılarını açıklamaya gerek görmedi. Ayrıca gemiye yüklenen hayvan çeşitleri ve yükle­me şeklini de beyan etmedi. Bu durumun yorumu beşere bırakılmıştır.

Allah Tealâ'nın bildirdiğine göre Hz. Nuh (a.s.) gemiye yüklediği kişilere şöyle demişti. Gemiye binin. Bu geminin su üstünde yürümesi Allah'ın adıyla olur. Durması da Allah'ın adıyla olur. Yani bu geminin yürümesi ve durması bi­zim kuvvetimizle değil, Allah'ın emri ve kudretiyle olur, şüphesiz benim Rab-bim kullarının günahlarını çok bağışlayıcı ve onlara çok merhamet edendir. Onun günahları bağışlaması ve size rahmet etmesi olmasaydı sizi boğulmaktan kurtarmazdı. "Benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." ifadesiyle gemide bulunanlara hitap edilmektedir.

Taberanî'nin Hüseyn b. Ali (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gemiye bindiklerinde (Bismillahil-Melikir-Rahma-nir-Rahıym. Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le-gafûru'r-rahiym) demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir."

Taberanî'nin İbni Abbas'tan ettiği diğer bir rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.) "Gemiye bindiklerinde "Bismillahil - Melikir - rahman. Ve ma kaderulla-he hakka kadrihî... Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî Le-Gafûrur-Rahiym" demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir" buyurmuştur.

Kâfirlerin toptan boğulmaları suretiyle intikam alınması zikredildikten sonra mağfiret ve rahmetin zikredilmesi Kur'an'ın zıtları ve birbirine karşı ifa­deleri bir arada toplama üslûbudur.

Yine "Şüphesiz Rabbin, azabı çok süratli olandır ve O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (A'raf, 7/167).

"Şüphesiz Rabbin, zulmetmelerine rağmen tevbe eden insanlara karşı mağ­firet sahibidir (bağışlayıcıdır). Aynı zamanda Rabbin cezası çok şiddetli olan­dır. " (Ra'd, 13/6) ve benzeri ayetlerde "rahmet" ile "intikam" bir arada zikredil­miştir.

Burada helak etme ve ezici gücünü ortaya koyma anında mağfiret ve rah­met ayetinin zikredilmesi Allah'ın tufanda boğulmaktan kurtardığı kullarına yaptığı lütfü beyan etmek içindir. Kullar her durumda Allah'ın yardımı, lütfü ve ihsanına muhtaçtırlar. İnsan normal olarak bir takım kusur ve hatalardan uzak kalamaz. Zira kulların belâlardan kurtulmaları -zannettikleri gibi- bilgi­lerinin fazlalığı ile değil, onların şüphelerini gidermek için sadece Allah'ın lüt-fuyladır. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Hz. Nuh kavminin, iman etmesinden tamamen ümit kesilmesi ve kendi­lerine yapılan azap tehdidinin gerçekleşmesi için küfürde devam etmeleri: Bu durum Ehl-i Sünnet'in kaza ve kader hakkındaki görüşünün doğruluğuna delâ­let etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak Nuh kavminin iman etmeyeceğini bildirdi. Mutlaka bu habere uygun bir durum meydana gelecektir. Aksi. takdirde Al­lah'ın ilmi cehalet ve yalana döner ki bu da imkânsızdır.

2- Allah'ın, peygamberi Hz. Nuh (a.s.)'a üzüntü ve keder içinde olmaması için kavminin helak olmasından kederlenmemesini, helak olmalarından önce haber vermek suretiyle lütufta bulunması.

3- Denizi ilk geçen Hz. Nuh (a.s.)'un gemisi idi. Bu geminin yapılışı Al­lah'ın gözetimi ve Hz. Nuh (a.s.)'a yapılma şeklini öğretmesiyle idi.

"Bi-a'yünina (gözlerimizin önünde)" ifadesinden maksat idrak etmek ve ihata etmektir, Allah'a cisim nispet etmek değildir. Çünkü Allah bizim muhtaç olduğumuz organlardan, benzetmeden, nicelikten münezzehtir. O'ndan başka hiçbir Rab yoktur.

Hz. Nuh (a.s.) gemiyi -İbni Abbas'ın ifadesine göre iki sene yaptı. Ka'bm ifadesine göre ise 30 senede yaptı. Zeyd b. Eslem'in zikrettiğine göre de 100 se­nede yaptı. Bir hadis-i şerifte geminin nasıl yapılacağını meleklerin ona öğret­tiği bildirilmiştir.

Uzunluğu ve genişliğine gelince: İbni Abbas'ın rivayetine göre uzunluğu 300 zira' (yaklaşık 120 metre, genişliği 50 zira' (yaklaşık 20 metre), yüksekliği de 30 zira' (yaklaşık 15 metre) idi ve gemi ardıç ağacından yapılmıştı.

4- İnsanların, yapacağı işler kendisine vahyedilen bir peygamberle alay et­meleri ahmaklıktır. Onların alayları ya "Ey Nuh! Peygamberlikten sonra ma­rangozluğa başladın" şeklindeki sözleri, yahut bir geminin yapıldığını ve su üzerinde yürüyeceğini hiç görmemeleri sebebiyle yaptıkları hareketlerdir. Hz. Nuh (a.s.)'un onlarla alay etmesi ise boğulmalarından sonradır. Buradaki alay etmeden maksat bilmezlikten gelmedir. Yani siz bizi tanımazsanız biz de sizi tanımayacağız.

5- Tufanın suyu gökyüzünden geldi: "Boşanan sularla gök kapılarını açtı." (Kamer, 54/11). Yeryüzünde tandırın kaynaması ise sadece bir alamet idi.

6- Hz. Nuh (a.s.)'un kavminden iman edenlerle birlikte kurtuluşu Allah'ın mahlûkatına rahmetindendir. İman edenler 80 kişi olup aralarında Hz. Nuh (a.s.)'un oğullarından Sam, Ham ve Yafes ile hanımları da vardı. Hayvan nesli­nin aslının korunması da Allah'ın lütfundandır. Zira Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)'a her cins hayvandan erkek, dişi bir çift almasını emretmişti.

7- Ayet (Hûd, 41), her işin başında besmele çekilmesine delâlet etmektedir. [60]

 

Tufanın Sona Ermesi, Geminin Kurtulması, Babasının Şefaatçi Olmasına Rağmen Hz. Nuh (A.S.)'Un Oğlunun Helak Olması

 

42- Gemi içindekilerle birlikte dağlar gi­bi dalgalar üstünde gidiyordu. O sırada Nuh gemi dışında ayrı bir yerde bulu­nan oğluna 'Yavrum, bizimle beraber ge­miye bin. Kâfirlerle beraber olma" dedi.

43-  (Nuh'un oğlu) "Beni sudan koruya­cak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bugün Allah'ın rahmet ettiği kimseler hariç, Allah'ın emrinden koruyacak hiç­bir şey yoktur" dedi. Nihayet baba ile oğlu arasına bir dalga girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulanlardan oldu.

44- Nihayet "Ey arz, suyunu yut. Ey gök, yağmurunu kes" denildi. Bunun üzerine su çekildi, iş olup bitti. Gemi Cûdi dağı­nın üzerinde oturdu. Zalim kavmi helak olsun, denildi.

45- Nuh Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum şüphesiz ki benim ailemdendir. Senin (ailemi helak etmeme şeklindeki) vaadin elbette hak­tır. Sen de hükmedenlerin en adilisin."

46- Allah şöyle buyurdu: "Ey Nuh! O se­nin ailenden değildir. Çünkü o, iyi ol­mayan bir amel sahibidir. O halde (ger­çek yüzünü) bilmediğin bir şeyi benden isteme. Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum."

47- Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! (Bundan sonra gerçek yüzünü) bilmediğim bir şe­yi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez ve bana rahmet et­mezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."

 

Belagat:

 

"Ey arz, suyunu yut. Ey gök yağmurunu kes." "Arz" ve "gök" arasında tezat sanatı vardır.

Ebu Hayyan diyor ki: Bu ayette (44. ayet) 19 kelime olmasına rağmen bedi ilmine göre 21 sanat vardır:

1- "Suyunu yut" ve "suyunu kes" kelimeleri arasındaki münasebet.

2- "Arz" ve "sema" arasındaki tezat.

3-  "Ey gök" ifadesindeki mecaz; çünkü burada kastedilen gökyüzü yağmu­rudur.

4- "Suyunu kes" cümlesindeki istiare.

5- "Su çekildi" cümlesindeki işaret. Çünkü bu kelime pek çok manaya işa­ret etmektedir.

6- "İş olup bitti" cülmesindeki temsil. Helak olanların helak edilmesi ve kurtulanların kurtulması "emr" kelimesiyle ifade edilmiştir.

7- "Gemi Cudi dağının üzerine oturdu" cümlesindeki irdaf (ilâve etme): Bu cümledeki "istevet (gemi oturdu)" kelimesi tam bir ifadedir. Buna, "ale'l-cudiyyi fCudi dağının üzerinde)" kelimesi, bu yerde tam manasıyla yerleştiğini müba­lağa şeklinde ifade etmek için irdaf (ilâve) edilmiştir.

8- "Su çekildi" cümlesindeki ta'lil (sebep beyan etme); çünkü geminin otur­masının sebebi suyun çekilmesidir.

9- "Zalim kavmi helak olsun" denildi cümlesindeki sakındırma.

10- Bu ifade aynı zamanda onları kötüleme ve beddua etme ifadesidir.

11- "Zalimler" kelimesiyle yapılan izah (açıklama); yani "kavminin ileri ge­lenleri ona her uğradıklarında... (Hûd, 38) ayetinde zikri geçen kimseler. Bura­daki "el-kavm" kelimesindeki "elif-lâm" ahd için yani daha önce bilinen bir şeyi belirtmek içindir.

12- Müsavat: Eşitlik "vestevet" lafzı manasına eşittir.

13- Her olayın birbirine atfedilmesi sebebiyle meydana gelen "hüsnü ne-sak" sanatı yani tertip güzelliği.

14- Bu kıssanın pek çok manayı ihtiva eden kısa lafızlarla zikredilmesi şeklinde yapılan icaz (kısa ve özlü ifade etme şekli).

15- Teshim (paylaştırma). Çünkü ayetin başı "Ey arz suyunu yut" olunca sonunun da "Ey gök yağmurunu kes" şeklinde olması gerekli olmuştur.

16- Tehzib (lafız güzelliği). Çünkü lafızların her biri son derece güzel ifade­lerdir.

17- Temkin: Çünkü söze ara verilmesi mananın istikrar bulmasıyla temin edilmiştir.

18- Tecnis: "Akliıy" ve "ebliıy" kelimelerinde cinas yapılması.

19-  "Ey arz, suyunu yut. Ey gök suyunu kes" ifadesindeki mukabele yani her kelimenin karşılığının bulunması.

20-  "Zalim kavmi helak olsun" cümlesindeki zem (kötüleme).

21- Vasfı yani kıssanın en güzel şekilde tavsif edilerek anlatılması.[61]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gemi içindekilerle birlikte" yükseklik ve büyüklükte "dağlar gibi dalgalar üstünde gidiyordu."

Bu cümle (41. ayetteki) "ırkebû" ayetinin delâlet ettiği mahzuf bir cümle ile irtibat halindedir. Yani Hz. Nuh "Gemiye binin" dedi. Onlar da Allah'ın is­miyle gemiye bindiler. Gemi de dağlar gibi dalgalar üstünde gidiyordu.

"O sırada Nuh gemi dışında" babasından veya babasının dininden "ayrı bir yerde bulunan" Ken'an isimli "oğluna, yavrum bizimle beraber gemiye bin. Kâfirlerle beraber olma dedi."

Nuh'un oğlu babasına "Beni sudan koruyacak" muhafaza edecek "bir dağa sığınacağım, dedi." tırmanacağım diye cevap verdi.

Nuh oğluna "Bu gün O'nun" Allah'ın "rahmet ettiği kimseler hariç Allah'ın emrinden" azabından "koruyacak hiçbir şey yoktur, dedi."

Nihayet "Ey arz, suyunu tut" senden fışkıran suyu içine çek, denildi. Bu­nun üzerine yeryüzü bu suları yuttu. Ancak gökten inen sular kaldı, bunlar da ırmak ve deniz oldular.

"Ey gök yağmurunu kes" yağmur yağdırma "denildi". Yağmurlar da durdu. "Bunun üzerine su çekildi" yani eksildi, "iş olup bitti." Hz. Nuh (a.s.)'un kâfir kavminin helak olması ve müminlerin kurtuluşu tamamlandı. "Gemi" Bekir oğulları diyarında Irak'ta Musul şehri yakınındaki Cezire bölgesinde bulunan "Cûdi dağının üstüne oturdu." yani yerleşti. 44. ayetteki bu nida ve emir şek­lindeki hitap istiare-i mecaziyyedir. "Zalim" kâfir, "kavmi helak olsun, denildi."

Bu ayet manayı bozucu tasarrufta bulunmadan yapılan kısa ve özlü ifade ile birlikte lafızlarının azameti ve nazmının güzelliği ve olayın ana esaslarına delâlet etmesi açısından son derece fasihtir. Haberlerin meçhul siga ile veril­mesi bunu yapan kimsenin büyüklüğüne ve bunun açık bir şekilde belirli oldu­ğuna delâlet etmesi içindir.

"Nuh Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum" Ken'an "şüphesiz ki benim ailemdendir." Sen de benim ailemin kurtulacağı vaadini verdin. "Senin vaadin elbette haktır." Yani vaadinden dönmen mümkün değil­dir. "Sen de hükmedenlerin en adilisin" en iyi bilenisin "dedi."

"Allah şöyle buyurdu: Ey Nuh! O senin" kurtuluşa erecek "ailenden" yahut senin dininin ehlinden "değildir."

İbni Abbas diyor ki: Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu onun sulbünden öz oğlu idi. Fa­kat mümin olmadı. Zira hiçbir peygamber hanımı zina etmemiştir.

Buna göre ayetin manası şudur: O, seninle beraber kendilerini kurtaraca­ğımı vaad ettiğim aile efradından değildir.

"Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir." Yahut bu şekilde benden onun kurtulmasını istemen iyi olmayan bir ameldir. Çünkü o kâfirdir, kâfirler için de hiçbir şekilde kurtuluş yoktur. Bir kıraate göre "amile gayra sâlih" diye okun­muştur. Bunun manası ise "O salih olmayan bir amel işledi" demektir. Zamir ise oğluna aittir.

"O halde" gerçek yüzünü "bilmediğin bir şeyi" yani oğlunun kurtulmasını "benden isteme". Gerçek yüzünü bilmediğin bir şeyi benden istemekle "cahiller­den olmaman için sana öğüt veriyorum." Çünkü Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden hakkında hüküm verilen kimsenin bu aileden istisna edildiğini çocuğun içinde bulunduğu hal zaten göstermektedir; suale bile ihtiyaç yoktur. Ancak evlat sev­gisi kendisini meşgul etmiş ve durum kendisine karışık gelmiştir.

"Dedi ki: Ey Rabbim!" Bundan sonra gelecekte doğruluğunu, gerçek yüzü­nü kesin "bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni" yap­tığım bu yersiz istekten dolayı "affetmez" tevbemi kabul edip lütufta bulunmak suretiyle "bana rahmet etmezsen" amellerinde "hüsrana uğrayanlardan olu­rum. "[62]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Nuh (a.s.) aile efradına ve müminlere "bismillah" diyerek gemiye bin­melerini emrettikten sonra bunu korku ve dehşetin şiddetini beyan etmek kas-dıyla ve şiddetli rüzgarlar sebebiyle oluşan büyük dalgalar arasında suların or­tasında geminin seyretmesini gayet muazzam, ilâhî bir tasvir ile beyanı izledi. [63]

 

Açıklaması

 

Gemi süratle gidiyor, bütün yeryüzünü kaplayan sular üzerinde onları gö­türüyordu. Nihayet dağların zirvelerine çıktı ve dağlardan 15 zira' (yaklaşık 8 metre), bir rivayete göre 80 mil (yaklaşık 144.000 metre) yüksekliğe çıktı.

Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgaların arasında gidiyordu. Bu durum o zaman şiddetli rüzgarların meydana geldiğine delâlet etmektedir. Maksat tufanın son derece korkulu ve dehşetli olduğunu beyan etmektir.

Gemi Allah'ın izniyle, O'nun himayesi, riayeti ve gözetimi altında yürüyor­du. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Sizlere bir ibret olsun ve duyabilen kulaklar iyice anlasın diye biz tufan kopup sular kabardığı zaman sizi gemide taşıdık." (Hakka, 69/11-12)

"Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik. İnkâr edi­len Peygambere bir mükafat olarak o gemi bizim nezaretimizde akıp gidiyordu. Biz bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç ibret alan var mı?" (Kamer, 54/13-15).

Hz. Nuh (a.s.)'u babalık sevgi ve şefkati kapladı. Gemi dışında ayrı bir yer­de bulunan Yam veya Ken'an isminde olan oğluna seslendi. Bu Hz. Nuh (a.s.)'un dördüncü oğluydu, kâfir idi. Babası gemiye binerken onu iman etmeye ve boğulmaması için kendisiyle birlikte gemiye binmeye davet etti. Oğluna, "Yavrum, gel bizimle birlikte gemiye bin. Helak olacak olan kâfirlerden olma" dedi.

İsyankâr oğul bu suların normal bir sel suyu olduğunu, yüksekçe bir yere veya yüksek bir dağa çıkıp kurtulabileceğini zannederek babasına "Beni suda boğulmaktan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi.

Hz. Nuh (a.s.) oğluna: "Bugün Allah'ın kâfirleri cezalandırdığı azabından, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Ancak Allah rahmet ettiği kim­seyi korur. Kime Allah rahmet ederse o kimse korunmuştur." Yani Allah'ın rah­met ettiği müminlerin bulunduğu yer korunmaya alınmıştır. Allah onların gü­nahlarını çok bağışlayan ve tevbe edip kendisine yöneldikleri zaman çok mer­hamet edendir. Yahut rahmet edici Allah'tan başka koruyacak hiçbir kimse yoktur, demektir.

Nihayet bu tartışma esnasında baba ile oğul arasına yükselmeye başlayan su girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulup helak olanlardan oldu.

Bu korkunç manzara ne kadar da dehşet vericidir! Gökyüzünden boşalan sular... Yerden fışkıran sular... Gittikçe yükseliyor!. Nihayet dağların zirveleri­ni ve bütün yeryüzünü kaplıyor.

Gemide bulunanlar hariç yeryüzünde bulunan herkes boğulunca Allah ar­za kendisinden fışkıran ve üzerinde toplanan suları yutmasını, gökyüzüne de yağmuru kesmesini emretti ve ulvi nida tamamlandı. "Ey arz fışkıran suyunu yut! Ey gök yağmuru kes!" Bunun üzerine emre uyarak su çekildi, azaldı. İş olup bitti. Yani Allah'ın Hz. Nuh (a.s.)'a vaad ettiği zalim kavmin helaki ta­mamlandı. Gemi içindekilerle birlikte Kuzey Irak'ta Cezire bölgesindeki Mu­sul'da bulunan Cûdi dağına oturdu." Zalim kavim helak olsun, Allah rahmetin­den uzak olsun" denildi. Çünkü zulüm ve inkâr etmeleri sebebiyle bu kavim son neferine kadar helak oldu, bunlardan hiçbir kimse kalmadı.

Hz. Nuh (a.s.)'da tekrar oğluna karşı şefkat belirdi. Çocuğunun durumunu öğrenmek için Rabbine şöyle seslendi: "Ey Rabbim, benim oğlum şüphesiz be­nim ailemdendir. Sen de bana benim aile efradımın kurtulacağını vaad ettin. Senin dönüşü olmayan vaadin elbette haktır. Çocuğumun durumu nedir? Sen hükmedenlerin en sağlam hüküm vericisi ve hakla en adil hükmedicisisin. Se­nin hükmün tam bir ilim ve hikmetle, tam bir adalet ve doğrulukla sadır olur. Sen bir kavme kurtuluşla, diğer bir kavme ise boğulmakla hükmettin."

Rabbi ona cevap verdi: "Ey Nuh! Şüphesiz senin oğlun kurtulmalarını va­ad ettiğim aile efradından değildir. Çünkü ben sana ailenden iman edenlerin kurtulacağını vaad ettim. Senin oğlun ise iyi olmayan amel sahibidir. Yani hi­dayet ve ıslah davetini görmezlikten geldi. Kâfirler grubuna katıldı."

Bu ifade onun Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden sayılmayacağının sebebini be­yan etmektedir. Cumhur ise "Senin dininin ve velayetinin ehli değildir" manasındadır. Burada muzaf hazfedilmiştir, demişlerdir.

Sen hakkında doğru bilgiye sahip olmadığın bir şeyi benden isteme. Künhüne, özüne vakıf olmadan, doğru olup olmadığını bilmediğin bir şeyi benden talep etme. Ben seni kendi nefsi arzularıma uyarak, Allah'ın mahlûkatı hak­kındaki hikmeti, hükmü ve takdirini yok etmek isteyen cahiller grubundan ol­maktan men ediyorum. Mananın özü şöyledir: Seni bu istekte bulunmaktan men ediyorum. Günahkârlardan olmaktan sakındırıyorum.

Hz. Nuh (a.s.)'un duası istek manası da ihtiva etmektedir. Yahut onun ni­dası istek olarak adlandırılmıştır. Halbuki bu nidada istek yoktur, yani istek açıkça ifade edilmemiştir. Çünkü aile efradının boğulmaktan kurtulması vaadi­nin zikredilmesi bu vaadin gerçekleşmesini istemektir. Bundan sonra da oğlu­nun kurtulmasını istedi. Yüce Allah ise gerçeğini bilmediği bir şeyi istemeyi ca­hillik ve ahmaklık saydı. Hz. Nuh (a.s.)'a bu ve bunun gibi cahillerin davranış­larını tekrar yapmamasını öğütledi.

Bu ayette gerçek değerin nesep yakınlığı değil, dinî yakınlık olduğuna, Al­lah'ın mahlûkatı hakkındaki hükmünün hiçbir peygamber veya veliye ayrıca­lık yapılmadan mutlak adalet esası üzerine kaim olduğuna, peygamberlerin de şahsi görüşlerinde bazan hata edebileceklerine, onların yüksek makamlarına ve Rablerini hakkıyla bilmelerine göre bu çeşit davranışın peygamberler için günah sayılacağına, Allah'ın kâinattaki ilâhî sünnetlerine (fıtrî kanunlarına) aykırı olan bir şeyi isteyerek dua etmenin caiz olmadığına , bir velinin peygam­berlere bile yasak edilen bir şeyi duasında İstemesinin cahillik olduğuna delil vardır.

Bu ifade, son derece acı bir tehdit ve gayet sert bir yasaklama olduğuna, buradaki bilgisizliğin günahtan kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Bu çeşit ifadeler Kur'an-ı Kerim'de geçen pek yaygın bir üslûp çeşididir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, dedi." (Bakara, 2/67). Bir başka ayette ise ".... Cehalette gü­nah işleyenler.." (Nisa, 4/17) buyurulmaktadır.

Hz. Nuh (a.s.) ve diğer peygamberlerden içtihat hatası olarak sadır olan bu çeşit hareketler en faziletli ve en kâmil olanı terk etmek şeklinde kabul edi­lir. Zira muttaki kulların yaptığı bazı hayırlar Allah'a çok daha yakın (mu-karrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bundan dolayı ihtar ve istiğfar etme emri verilmiştir. Bu emir "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde... O'na is­tiğfar et." (Nasr, 110/1-3) ayetlerinde olduğu gibi, daha önce bir günah işlenmiş olduğuna delâlet etmez. Zira bilindiği gibi Allah'ın yardımının ve fethin gelişi, insanların Allah'ın dinine bölük bölük girişleri istiğfarı gerektiren bir günah değildir.

Yine Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede "Günahın için, mümin erkek re kadınlar için istiğfar et." (Muhammed, 47/19) buyurmaktadır. Bütün mü­minler gayet tabii günahkâr değildirler. Dolayısıyla buradaki emir daha fazi­letli bir şeyin terk edilmesi sebebiyle istiğfar etmeye delâlet etmektedir.

Bunun için Hz. Nuh (a.s.) Rabbinden mağfiret talep ederek şöyle niyazda bulundu: "Ey Rabbim! Ben gerçek bilgi sahibi olmadığım bir şeyi işlemekten sana iltica ediyor, sana ve senin ulvi zatına sığınıyorum." Benim bu yersiz istekte bulunma günahımı bağışlamazsan, tevbemi ve sana yönelmemi kabul ederek bana rahmet etmezsen ben amelleri boşa giden, zarara uğrayanlardan olurum. [64]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki ibret ve öğütleri ihtiva etmektedir:

1- Gemilerin denizlerde Allah Tealâ'nm kudreti, iradesi, koruması ve göze­timi altında seyrettiği.

2- İnatçılık ve böbürlenme bu kötü huyları taşıyan kimselere hiçbir fayda ve çıkar sağlamaz. Allah Hz. Nuh (a.s.)'un Ken'an veya Yam ismindeki oğlunu tufanda boğdu, çünkü kâfir idi. Dağların zirvesine sığınmasının O'na hiçbir faydası olmadı. Kâfirlere umumi bir azap geldiğinde buna engel olacak hiçbir güç yoktur. Çünkü bugün bu azabın gerçekleştiği gündür. Ancak Allah'ın rah­met ettiği kimseler bundan hariçtir, onları Allah korur.

3- "Ey arz suyunu yut!." ayeti belagat, fesahat ve özlü sözü en yüksek sevi­yesindedir. Çünkü bu ayette geniş açıklamaya muhtaç pek çok mesele, pek çok amacı gerçekleştiren pek çok beyan ve belagat sanatları çeşitli ufukları bulu­nan sağlam ve özlü bir ifade ile açıklanmıştır.

4- Hz. Nuh (a.s.) Rabbine nizayda bulundu ve "Aile efradını da gemiye yükle" ayetindeki aile efradının kurtulacağı şeklindeki Allah'ın vaadine binaen oğlunun kurtulması için dua etti.

Hz. Nuh (a.s.) oğluna söylediği "Kâfirlerle beraber olma." Yani onlardan ol­ma sözünün delaletiyle "Haklarında daha önce hüküm verilmiş olanlar" ayeti­ni düşünmedi. Çünkü oğlu, Hz. Nuh'un zannına göre mümin idi. Zira Hz. Nuh (a.s.)'un hem kâfirlerin tamamen helak olmasını istemesi, sonra da bazılarının kurtulmasını istemesi imkânsızdır.

Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu imanını açığa vuruyor, ama küfrünü gizliyordu. Bu­nun üzerine Allah Tealâ Hz. Nuh (a.s.)'a yalnız kendisinin bildiği gayb ilmin­den haber verdi. Yani ben senin oğlun hakkında, senin bilmediklerini biliyo­rum, diyordu.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu münafık idi. Bunun için Hz. Nuh (a.s.)'un ona nida etmesi helâl oldu.

Yine Hasan-ı Basrî'den gelen bir rivayete göre o, Hz. Nuh (a.s.)'un hanımı­nın oğlu idi. Hz. Ali (r.a.)'nin "nâdâ nuh'un ibneha" şeklindeki kıraati buna de­lildir. Fakat bu şaz (mütevatir olmayan) bir kıraat şeklidir. Bundan dolayı mü-tevatir kıraati terk edemeyiz.

Sahih olan görüşe göre ise, Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu idi. Ancak din, iman ve istikamet açısından babasının yolu üzerinde değildi.

5- Hz. Nuh (a.s.) oğlunun kurtulmasını isteme hususunda Allah'a isyan et­medi. Ancak bu istek iyi niyetle yapılan bir içtihat hatası idi, ama onun için günah sayıldı. Çünkü onun gibi doğru ilim erbabının, bu kasıtlı olmayan hataya düşmesi, daha faziletli ve daha kâmil olan yolu terk etmesi uygun değildi. Zira muttaki kimselerin hayırlı işleri Allah'a daha yakın (mukarrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bunun için Allah ona itabda bulundu ve istiğ­far etmesini emretti.

6- Din bağı nesep bağından daha kuvvetlidir. Salah ve takvanın veraset ve neseple alâkası yoktur. Bunun için Allah Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi içindeki mü­minleri kurtardı. Hanımı ve oğlunu ise kâfirlerle beraber helak etti. Sahih olan görüşe göre o Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu idi. Fakat niyette, amel ve dinde ona mu­halif idi. Bunun için Cenab-ı Hak "O senin ailenden değildir" demişti.

7- Bu ayet kendileri salih olsalar da evlatlarının bozulması hususunda in­sanlara bir teselli niteliğindedir. Yine bu ayette oğlun lügatte aileden ve aile halkından olduğuna delil vardır. Kim ailesine vasiyette bulunursa bunun içine oğlu da girer.

Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Yemin olsun ki Nuh, kav­minin imana gelmemesi üzerine bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik. Biz Nuh'u ve ona iman edenleri büyük bir felâketten kurtardık." (Sâffat, 37/75-76).

8- İlâhî adalet mutlaktır. Bu konuda ne bir veli, ne de bir peygamber için ayrıcalık söz konusudur. Allah Tealâ insanları dünya ve ahirette nesepleriyle değil, amelleri ve imanlarıyla hesaba çekecektir.

"Tekrar dirilmek için Sur'a üfürüldüğü zaman aralarında nesep bağının hiçbir değeri kalmaz. Ve birbirlerine de bir şey soramazlar.''(Müminun, 23/101).

Kim nesebiyle gururlanır, Rabbini razı edecek amelleri yapmazsa o kimse Allah'ın şeriatını ve dinini bilmiyor demektir.

Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yuruyor: "Ey Kureyş topluluğu! Başkaları bana yaptığı amelleri takdim ederken siz neseplerinizi ortaya koyuyorsunuz."

9- Allah'ın koyduğu haramlara karşı gösterdiği gayret ve hassasiyet, ka­sıtlı olmasa da peygamberlerinin işledikleri hatalara karşı uyarılmalarını ge­rekli kılmıştır.

İbnü'l-Arabî "Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum" (Hûd, 46) ayeti hakkında şöyle diyor: Bu Allah tarafından bir lütuf ve öğüttür. Allah bu­nunla Hz. Nuh (a.s.)'u "cahiller" makamından alıp "alimler ve arifler" makamı­na yükseltiyor. Bunun üzerine Hz. Nuh (a.s.) "Ey Rabbim! (Bundan sonra ger­çek yüzünü) bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım" dedi. İşte peygamberlerin günahları bu çeşittir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onun huşu ve tevazusunu kabul etti.

10- Hz. Nuh (a.s.)'un özür dilemesi tevbenin iki ana unsurunu da ihtiva eden mükemmel bir tevbe şeklindeydi:

Tevbenin birinci unsuru: Tevbe gelecekle ilgilidir ve günahı terk etmeye azimli olmaktır. Buna "Bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi sen­den istemekten sana sığınırım" ifadesiyle işaret edilmiştir.

İkinci unsur ise geçmişle ilgilidir. Bu da geçmişte yaptıklarına pişman ol­maktır. Buna da "Sera beni bağışlamaz, bana rahmet etmezsen ben hüsrana uğ­rayanlardan olurum" ifadesiyle işaret edilmiştir.

11- Tufan, müfessirlerin ve Ehl-i Kitabın görüşüne göre bütün yeryüzünü kaplayan umumi bir hadise idi. Coğrafya bilim adamlarının yüksek dağların zirvelerinde sadece denizlerde bulunan bazı sedef taşların ve fosilleşmiş balık­ların bulunduğunu söylemeleri de bunu teyit etmektedir.

İnanılması farz olan husus tufanın yeryüzünde kendilerinden başka kim­senin bulunmadığı o günde bütün Hz. Nuh (a.s.) kavmini kaplamış olmasıdır. Bu bölgede, Ortadoğu bölgesidir. Ama Kur'an'da yeryüzünün diğer bölgelerini de tufanın kapladığına delâlet eden kesin bir nass yoktur. [65]

 

Hz. Nuh (A.S.) Kıssasından Alınacak İbret

 

48- (Nuh'a şöyle) denildi: "Ey Nuh! Biz- den sana ve seninle birlikte olan üm- metlere verilen selamet ve bereketler  icinde (gemiden) in. Ama (onların nes- linden gelen) bazı ümmetleri de bir  müddet yaşatacağız. Sonra onlara bi- zim tarafımızdan acıklı bir azap doku- nacaktır."

49- Bu kıssa, sana vahyettiğimiz gayb ha- berlerindendir. Bundan önce sen de kav- min de bunları bilmiyordunuz. O halde sen de sabret. Şüphesiz ki, hayırlı netice Allah'tan hakkıyla korkanlarındır.

 

Kelime ve İbareler:

 

Nuh'a şöyle "denildi: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte" gemide "olan ümmetlere" yahut onların mümin çocuklarına ve zürriyetlerine "verilen emniyet" huzur, selâm ve selâmetle, bizim tarafımızdan gelecek bütün zorluk­lardan emin olarak, sana selâm verilerek "ve bereketler içinde" yani sana veri­len hayırlarla, bereketlerle, seni ikinci Adem haline getirecek neslindeki artış­la, gemiden "in".

Gemidekilere "ümmet" adı verilmesi ümmetlerin (milletlerin) onlardan ço­ğalması sebebiyledir. Bunlar beşeriyetin kökleridir. Bütün ırk ve cinsler Hz. Nuh (a.s.)'un evladından dünyaya gelmişlerdir: Sam Samanîlerin, Ham Afrika­lıların, Yafes Çin, Japon ve benzerlerinin babasıdır.

"Ama" seninle beraber olanların zürriyetinden gelecek "bazı ümmetleri de bir müddet" dünyada "yaşatacağız. Sonra onlara bizim tarafımızdan" ahirette "acıklı bir azap dokunacaktır." Bir rivayete göre bunlar Hûd, Salih, Lût, ve Şu-ayb kavimleridir. Azap ise onlara dünyada inen felâketlerdir.

"Bu kıssa" Ya Muhammed "sana vahyettiğimiz" senin bilmediğin "gayb ha-berlerindendir. Bundan (Kur'an-ı Kerimden) önce sen de kavmin de bunu bil­miyordunuz. O halde" Hz. Nuh (a.s.)'un sabrettiği gibi tebliğde ve kavminin eziyetlerine karşı "sen de sabret. Şüphesiz ki hayırlı netice" dünyada zafer ve ahirette cenneti kazanmak suretiyle şirkten ve günahlardan sakınanların "Al­lah'tan hakkıyla korkanlarındır." [66]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak geminin Cûdi dağına oturduğunu, müminlerin kurtulup kâ­firlerin helak olduğunu haber verdikten sonra ibret alınacak iki kıssayı zikretti.

Birincisi: Gemiden önce selâmetle ve ikinci olarak da bereketle çıkmak şeklindeki Allah'ın vaadiyle Hz. Nuh (a.s.) ve müminlere değer verilmesi. Selâ­met, onların her türlü kötülüklerden korunma çağrısını da ihtiva eder. Çünkü onlar bütün yeryüzünü tufan kaplayıp da yeryüzünde kendisinden yararlanıla­cak bitki ve hayvan kalmadığını gayet iyi bildikleri için nasıl yaşayacaklar? Ye-me-içme gibi ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar diye kendi durumlarından kor­kar gibiydiler.

Sonra Cenab-ı Hak, Hz. Nuh (a.s.) ve onunla beraber olanlara selâmeti va-ad edince hemen peşinden bereketi ekledi. Bereket, devamlılık, süreklilik, se-batkârlık ve arzulanan hedefe ulaşmaktır.

İkincisi: Yaratılanlardan uzak kalan, uyarı, korkutma ve ibret alma ve ay­rıca huzurun anahtarı olan sabır için bir takım örnekler verme durumunda ba­zı hususları haber vermektir. [67]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, gemi Cûdi dağı üzerinde oturduğu zaman Hz. Nuh (a.s.)'a, onunla birlikte olan müminlere ve onun zürriyetinden gelecek her mümine ve­rilen selâmı haber vermektedir.

Nitekim Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: Kıyamet gününe kadar gelecek kadın-erkek her mümin bu selâma dahil olmuştur. Yine kıyamete kadar gele­cek kadın-erkek her kâfir de bu "dünyadan geçici olarak istifade edip nihayet azaba yakalanmak" şeklindeki ifadeye dahil olmuştur.

Ayetin manası şudur: Bizden sana ve seninle birlikte olanların zürriyetin­den meydana gelecek müminlere selâmet ve bereket vardır. Yine seninle bera­ber olan bazılarının neslinden nice ümmetler gelecek, dünyadan geçici olarak yararlanacaklar ama sonunda cehenneme yuvarlanacaklardır.

Hz. Nuh (a.s.) peygamberlerin babası idi. Tufandan sonraki halk ondan ve onunla birlikte gemide bulunanların zürriyetinden gelmiştir.

Böylece selâmet ve bereket ayrı ayrı olmasına rağmen bütün müminleri kaplamıştır. Fakat o müminlerin neslinden bazı ümmetler ve sonradan gelen bazı topluluklar bu dünyada rızık ve bereketlerle geçici olarak yaşatılacaklar, sonra da inkarcılıkları ve inatçılıkları sebebiyle ahirette kendilerine acıklı bir azap verilecektir.

Dolayısıyla Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra insanlar iki kısım olmuşlardır:

a) Bir kısmı mümin ve salih olanlar: Bunlar dünya ve ahirette huzur ve saadet içinde olacaklardır.

b) Diğer bir kısım ise kâfir olanlar: Bunlarda dünyadan geçici olarak ya­rarlanıp ahirette azaba, uğrayacak olanlardır.

Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh (a.s.) kıssasından alınacak umumi ibreti zikretti: Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi hakkındaki bu haberler, sanki senin başından geçmişçesine sana vahyettiğimiz, sana vahiy olarak bildirdiğimiz geçmiş gaybi olayların haberleridir. Bundan önce sen de kavminden her hangi bir kimse de bu haberleri bilmiyordunuz ki, seni yalanlayanlar "Sen bunları birisinden öğ­rendin" diyebilsinler. Bilakis bunları sana Allah haber vermiştir.

Kavminin içindeki seni yalanlayan kimselerin yalanlamalarına ve sana yaptıkları eziyetlere karşı, sahip olduğun ilâhî mesajı tebliğ etme hususunda tıpkı Hz. Nuh (a.s.)'un kâfirlerin eziyetlerine karşı sabrettiği gibi sen de sabret. Çünkü zafer, kazanç ve kurtuluş Allah'a itaat edip günahlardan kaçınan mut­taki kullarındır. Biz sana yardım edeceğiz, seni gözeteceğiz, seni ve sana tabi olanları dünya ve ahirette hayırlı neticeye ulaştıracağız; tıpkı daha önceki pey­gamberlere yaptığımız gibi, onlara düşmanlarına karşı zafer ihsan ettiğimiz gi­bi.

"Şüphesiz biz peygamberimize ve iman edenlere... mutlaka yardım edece­ğiz." (Gafir, 50/51).

"Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlara mutlaka yardım edilecek (zafere ereceklerdir)." (Sâffat, 37/171-172). [68]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet (Hûd, 48, 49) aşağıdaki hususları ortaya koymaktadır:

1- Selâmet, emniyet, selâm, saygı, ikram, bereket ve nimetler Allah Te-alâ'dan gelip kıyamet gününe kadar kadın-erkek her mümine şamildir. Bu du­rum Hz. Nuh (a.s.) ve onunla birlikte iman edenlerden başlamaktadır.

2- Hz. Nuh (a.s.)'un asrındaki müminlerin ve onlardan sonraki ümmetle­rin neslinden başlayarak kıyamete kadar kadın erkek her kâfire dünya nimet­lerinden geçici olarak istifade edip ahirette azaba uğramak vardır.

3- Hz. Nuh (a.s.)'un haberi ve kavmiyle yaptığı mücadelenin kıssası Pey­gamberimiz (s.a.)'in bilmediği haberlerdendir. Bu kıssayı ona Allah vahyedip bildirmiştir. Hiç kimse bu tufan olayını bilmediği gibi kıssanın teferruatı pey­gamberimiz ve kavmi tarafından da bilinmiyordu.

4- Hz. Nuh (a.s.) kıssasının Yunus suresinde zikredilmesinin sebebi Hz. Nuh (a.s.) kavmi ile Hz. Muhammed (s.a.)'in kavmi (Kureyşliler) arasındaki benzer yönlerini bildirmek idi. Hz. Nuh (a.s.)'u kavmi yalanlamış, o da kendile­rine azap geleceği tehdidinde bulunmuştu. Bunun üzerine kavmi bu azabın derhal gelmesi talebinde bulunmuşlar, sonra nihayet azap gelmişti. Hz. Mu­hammed (s.a.)'in kavmi de böyleydi. Onlar da Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi gibi aza­bın derhal inmesini istemişlerdi. Yunus suresinde beyan edilen iki kavim ara­sındaki benzerlik, her iki kavmin de (azabın geleceğine inanmadıkları için) azabın derhal gelmesini istemeleridir.

Bu surede (Hûd suresinde) ise Allah Tealâ bu kıssayı bir başka gaye ile zikretmiştir. Bu da kâfirlerin Hz. Nuh (a.s.) zamanında eziyette bulunma te­şebbüslerinin ve Hz. Nuh (a.s.)'un da bu eziyetlere karşı sabretmesi üzerine fe­tih ve zafere nail olduğunun beyan edilmesidir. Yani sen de gayeye erişmen için böyle olmalısın ya Muhammedi Hz. Nuh (a.s.) ve müminlerin sabretmelerinin neticesini ve kâfirlerin kötü akıbetini öğrendin, demektir. Bu iki kavim arasın­daki benzerlik peygamberlerine eziyette bulunmaları ve Allah'ın bu eziyete sabretmeyi zaferle sonuçlandırmasıdır.

5- İlâhî risaleti tebliğ meşakketlerine ve (müşrik) kavmin eziyetlerine sab­retmek huzurun anahtarı, zafer ve yardımın yoludur. Nitekim Hz. Nuh (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.) de diğer Ulülazm peygamberlerin sabır yolunu tutmuş­lardır. Hz. Nuh (a.s.) kavminin eziyetlerine karşı sabretmiş, Cenab-ı Hak da ona yardım etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de kâfir Arapların eziyetlerine karşı sabretmiş, Cenab-ı Hak onu da teyid etmiş, aziz kılmış ve ona eşsiz yardım ve zafer ihsan etmiştir.

6- Dünyada zafer elde etmek, ahirette de cenneti kazanmak şeklindeki ha­yırlı netice şirk ve günahlardan sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getiren, koyduğu sınırlara bağlı kalan, şeriatına itaat eden kimselere aittir.

7- Hz. Nuh (a.s.) kıssasının anlatılması Hz. Muhammed (s.a.)'in peygam­berliğine delâlet etmektedir. Çünkü Peygamberimiz ve kavminden herhangi bi­ri Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin haberlerini bu kadar teferruatıyla ve doğru ola­rak bilmiyordu. [69]

 

Hz. Hud (A.S.) Kıssası

 

50-  Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. (Hûd, on­lara) dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a iba­det edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. (Bu halinizle) siz sadece if­tiracısınız.

51- "Ey kavmim! (Davetime) karşılık ola­rak sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak beni yoktan var edene (Allah'a) aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"

52- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmurlar indirsin. Kuv­vetinize kuvvet katsın. Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin."

53-  (Âd kavmi I ûd'a) Dediler ki: "Ey Hûd! Bize açık bir delil getirmedin. Biz­ler de sadece senin sözünle tanrılarımı­zı bırakacak değiliz ve biz sana inana­cak da değiliz."

54-  "Senin hakkında, tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış, demekten başka söz bulamıyoruz." (Hûd) dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a ortak koştuk­larınızdan uzağım"

55- "Allah'ı bırakıyorsunuz (O'na ortak koşuyorsunuz). Haydi hepiniz bana tu­zak kurun. Sonra bana hiç fırsat verme-

56- "Ben, gerçekten benim Rabbim ve si­zin Rabbiniz olan Allah'a güvendim. Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun per­çeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."

57- "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben size ne ile gönderilmişsem onu size teb­liğ ettim. Rabbim sizin yerinize sizden başka bir kavim de getirebilir. Sizler O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim her şeyi koruyandır."

58- (Âd kavmini yok etme) Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla birlikte iman edenle­ri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık.

59- İşte Ad kavmi budur! Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler. Allah'ın peygamberle­rine isyan ettiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular.

60- Ad kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır. İyi bi­lin ki Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Hûd (peygamberin) kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.

 

Belagat:

 

"Semayı üzerinize bol bol göndersin." (Hûd, 52). Burada, mecaz-ı mürsel kabilinden, gökyüzünden yağdığı için yağmur yerine "sema" kelimesini kullan­mıştır. "Midrârâ (bol bol)" kelimesi mübalağa içindir.

"Haydi hepiniz bana tuzak kurun." (Hûd, 55). Burada ta'ciz manası vardır.

"Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın." (Hûd, 56). Bu ifade istiare-i temsiliyyedir. Allah, hakimiyeti ve mülkü altında olan bütün mahlûkatı perçeminden tutulup götürülen canlılara benzetti. Yani "Hiç­bir canlı yoktur ki, idare ve tasarrufu Allah'ın elinde olmasın" demektir. Her şey O'nun takdiri iledir.

"Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 57) cümlesinde istiare vardır. "Doğru" ifadesini adaletinin kâmil olduğuna delâlet için kullanmıştır.

"(Ad kavmini yok etme) Emrimiz gelince..." (Hûd, 58). Burada "Emir" azap­tan kinayedir.

"Hûd'u ve O'nunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık." (Hûd, 58). "kurtardık" lafzı, durumun şiddetli, dehşetli olduğunu beyan etmek kastıyla tekrar edildiği için burada itnab (tafsi­latlı ifade) sanatı vardır.

"Allah'ın peygamberlerine isyan ettiler." (Hûd, 59). Bunun manası, "Pey­gamberleri Hûd'a isyan ettiler" demektir. Bu ifadede, hepsini zikredip bir kıs­mını murad etme demek olan babından mecaz-ı mürsel sanatı vardır.

"iyi bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır." (Hûd, 60). "iyi bilin" manasına gelen "elâ" tenbih harfinin ve "Âd" lafzının tekrar edilmesi onların durumunun deh­şetini ifade etmek üzere mübalağa içindir. [70]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Âd kavmine de" aynı kabileden "kardeşleri" sayılan, içlerinden biri olan "Hûd'u peygamber olarak gönderdik". Bu cümle "Şüphesiz Nuh'u kavmine pey­gamber olarak gönderdik." (Hûd, 25) ayetine atıftır. "Hûden" kelimesi ise atf-ı beyandır.

Hûd onlara "Dedi ki: Ey kavmim!" yalnız "Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Burada "min" harfi zaide olup "hiçbir" mana­sında tekit ifade eder.

Putlara tapmakla "Siz sadece iftiracısınız." Putları Allah'a ortak koştuğu­nuz ve onları Allah katında şefaatçi kabul ettiğiniz için yalancısınız.

"Ey kavmim!" Allah'a ve tevhide, yani O'nu bir olarak tanımaya davet et­meme "karşılık olarak sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım an­cak beni" selim fıtrat -Allah'ı bir tanıma fıtratı- üzerine "yoktan var edene" Al­lah'a "aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"

Bu ayetten maksat nasihat ederken ihlâslı olduğunu beyan etmektir. Çün­kü geçici tamahkârlıklarla lekelendiği müddetçe nasihatin hiçbir faydası olma­yacaktır.

"Ey kavmim!" Allah'a şirk koşmaktan dolayı "Rabbinizden mağfiret dile­yin. Sonra O'na tevbe edin." İsyanlardan ve Allah'ı inkâr etmekten dolayı ihlâs­lı bir şekilde tevbe edin. İtaatle O'na dönün. İmanla Allah'tan mağfiret isteyin, sonra da tevbeyi affa vesile kılın. Allah'tan başkalarından uzak kalmak ancak Allah'a iman ve O'nun nezdindeki derecelere rağbet etmekle mümkün olur.

Böylece Allah "Size gökten bol bol yağmurlar indirsin." Âd kavmi yağmur­lardan mahrum kalmışlardı ve ziraat ehli olmaları sebebiyle yağmura son de­rece muhtaç bir durumdaydılar. "Kuvvetinize kuvvet katın." Yani mal ve evlat yönünden güçlü olanızla birlikte kuvvetinizi artırsın. Yahut neslinizin artma­sıyla ve mallarla gücünü kat kat artırsın. "Suç işleyerek" müşrik olarak Al­lah'tan "yüz çevirmeyin."

Ad kavmi Hûd'a "Dediler ki: Ey Hûd! Bize" sözüne burhan olacak, iddia et­tiğin şeyin doğruluğuna hüccet olacak "açık bir delil getirmedin." Bu ifade on­ların aşırı inatçı olduklarını ve kendilerine gelen mucizeleri önemsemediklerini göstermektedir.

"Bizler de sadece senin sözünle" yani senin sözünden hareket ederek, ya­hut senin sözün sebebiyle "tanrılarımızı" tanrılarımıza tapınmayı "bırakacak değiliz. Ve biz sana inanacak da değiliz." Bu ifade, kavminin kabul ve tasdik edeceklerinden Hz. Hûd'un ümidini kesmek için getirilmiştir.

Senin hakkında "Tanrılarımızdan biri" sövdüğün veya ona tapmaya engel olduğun için "seni fena" halde cinnetle "çarpmış, demekten başka söz bulamıyo­ruz." Sen sayıklıyor ve hurafe şeyler konuşuyorsun. Bu cümle kavlin mefulü-dür. Aksi takdirde istisna müferrağ olduğu için lağv cümlesidir.

"Dedi ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin Al­lah 'a ortak koştuklarınızdan uzağım."

"Allah'ı bırakıyorsunuz." Yani ona ortak koşuyorsunuz. "Haydi hepiniz" siz ve putlarınız "bana tuzak kurun." Beni yok etmek için hiç mühlet vermeden bana tuzak kurmak için bir araya gelip toplanın. "Sonra bana hiç fırsat verme­yin. " Yani, hiç mühlet tanımayın. Burada murad edilen şey, putlarının hiçbir faydası ve zararı dokunmayan cansız varlıklar olduklarını bildikleri için kendi­sine zarar vermekten aciz olduklarını beyan etmektir.

"Ben gerçekten benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim." Yani bütün gücünüzü harcasanız da bana zarar veremezsiniz. Ben Allah'a da­yanıyorum ve O'nun himayesine güveniyorum.

Yeryüzünde yürüyen "Hiç bir canlı" varlık "yoktur ki Allah onun perçemin­den tutmuş olmasın." Yani Allah her canlının sahibidir, ona kadirdir, onu dile­diği yere gönderebilir. Allah'ın izni olmadan hiçbir fayda ve zarar meydana ge­lemez.

"Perçeminden tutmak" bunun temsili bir ifadesidir. Burada özellikle per­çem (başın ön tarafındaki saçlar) zikredilmiştir. Çünkü perçeminden tutulan kişi son derece zelil, teslim olmuş kişidir.

"Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." Yani Rabbimin yolu hak ve adalet üzerinedir. Bu yola sarılan Onun nezdinde zayi olmaz. Hiçbir zalim de O'ndan kurtulamaz.

"Eğer yüz çevirirseniz bilin ki ben size ne ile gönderilmişsem, onu size teb­liğ ettim." Yani üzerimdeki tebliğ ve hücceti ortaya koyma vazifesini eda ettim. Benim hiçbir ihmalim, sizin de hiçbir mazeretiniz yoktur. Ben size Rabbimin mesajını bildirdim.

"Rabbim" sizi yok edip "sizin yerinize" sizin beldenizde ve sizin mallarınıza hakim olacak "sizden başka bir kavim de getirebilir. Sizler" yüz çevirmekle ve O'na şirk koşmakla "O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rab­bim her şeyi koruyandır." Yani murakabe edendir.

Azabımız yahut azap etmek şeklindeki "emrimiz gelince Hûd'u ve O'nunla birlikte" sayıları dört bini bulan "iman edenleri rahmetimizle" hidayetimizle "kurtardık. Onları çetin" şiddetli "bir azaptan kurtardık." Bu ifade Ad kavmi­nin, bu dünyada zehir rüzgarı ile azap edildikleri gibi ahirette de şiddetli azap­la cezalandırılacağı hakkında bir tariz ifadesidir.

"İşte Âd kavmi budur!" Burada kabile ismine itibar edilerek ism-i işaret müennes olarak kullanılmıştır. Yahut kabirlerine ve eserlerine işaret edilmiş­tir. Yani onların yeryüzündeki eserlerine bakın, demektir.

"Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler." Yani küfrettiler. "Peygamberlerine is­yan ettiler." Burada peygamberler (rusul) ifadesiyle cemi olarak kullanılmıştır. Çünkü bir peygambere isyan eden, getirdikleri asıl konuda yani tevhid esasın­da birleştikleri için, bütün peygamberlere isyan etmiş olur. "ve" bu düşük in­sanlar hakkı kabul etmemekte "inatçı her zorbanın" yani tuğyan ve azgınlık içinde olan büyüklerinin ve reislerinin "emrine uydular." Ayetin manası, "Onla­rı imana ve kurtarıcı yola davet edene isyan ettiler, onları küfre ve aşağılayıcı yola davet edene itaat ettiler" demektir.

"Onlar" Âd kavmi "hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğra­mıştır." Lanet onları her iki dünyada takip etmektedir. Dünyada insanlardan lanet alırlar, kıyamet günü ise onları azaba düşürecek olan bütün insanların huzurunda lanete uğramak vardır.

"İyi bilin ki, Ad" kavmi "Rablerini inkâr ettiler." Veya O'nun nimetlerini inkâr ettiler yahut Rablerine küfrettiler.

"İyi bilin ki, Hûd" peygamberin "kavmi olan Âd kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır". Bu ifade onlara helak olmakla beddua etmektir. Bundan maksat onların yaptıkları işler sebebiyle, kendilerine gelen azabı hak ettiklerine işaret etmektir. Buradaki "Hûd peygamberin kavmi olan" ifadesi Âd kavmini beyan etmek için yapılan bir atf-ı beyandır. Bununla ikinci Âd kavmi olan "İrem Âd kavmi" ayırd edilmiş olmaktadır. [71]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa, Cenab-ı Hakk'ın bu surede zikrettiği ikinci kıssadır. Bu kıssa A'raf suresinde başka bir üslûp ve ifade ile zikredilmiştir. Hz. Hûd (a.s.) Nuh <a.s.) zürriyetinden ilk defa Arapça konuşan kişidir.

Bu kıssa burada Hz. Nuh (a.s.) ile kavmi arasındaki mücadeleye benzediği için zikredilmiştir. Bu kıssada Hz. Hûd (a.s.)'un davetini ve kavmine yüklediği vazifeleri tebliğ etmesi, kavminin ona verdiği cevaplan ve neticede müminlerin kurtuluşu ve kâfirlerin helak oluşu yer almaktadır. [72]

 

Açıklaması

 

Hz. Hûd (a.s.) kavmini birkaç çeşit vazifeyi yerine getirmeye davet etti:

Birincisi: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin." (Hûd, 50) ayetinde tevhide davet: Yani Nuh'u peygamber olarak gönderdiğimiz gibi, Âd kavmine de kar­deşleri Hûd'u gönderdik. Burada anlatılmak istenen dinde kardeşleri değil, ne­sep ve kabile hususunda kardeşleri demektir. Çünkü Hûd, Âd kavminden olan bir zat idi. Meselâ bir kişiye (Ya Ehal-Arab!) denilirse "Araplardan biri" mana­sına gelir. Bu kabile bir Arap kabilesi Yemen tarafından Hadramutun kuzeyin­de Ahkaf denilen beldeye yerleşmişlerdi. Güçlü, kuvvetli bir kabile olup ziraat ve hayvancılık işleriyle uğraşırdı.

Hz. Hûd (a.s.) onlara eşi ve ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet et­meyi emredip uydurdukları putlardan vazgeçmelerini söylüyordu. Onlara şöyle diyordu: "Size kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a ibadet etmeyi em­rediyorum. O'ndan başka hiçbir puta, heykele tapmayın. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi O yarattı. Size O rı-zık verdi. Size bol bol nimetler verdi. Siz, Allah'a eş-ortak koşmak ve bunları şefaatçi diye nitelemek suretiyle Allah'a yalan iftira ediyorsunuz.

Ey Kavmim! Sizi Allah'a kulluğa ve putlara tapmayı reddetmeye davet et­mem karşılığında sizden hiçbir ücret veya bana yararlı olabilecek hiçbir mal is­temiyorum. Benim mükâfatım ve sevabını ancak beni selim fıtrat (tevhid fıtra­tı) üzerine yaratan Allah'a aittir. Sizlere söylenen sırf samimiyet ve güven esa­sı üzerine kurulu nasihatleri takdir ettiğiniz halde; benim de putlara tapma­mak hususunda isabetli bir görüş sahibi olduğumu bildiğiniz halde, ücretsiz olarak dünya ve ahirette huzur verecek bir şeye sizi davet eden kimsenin sözü­nü hiç düşünmez misiniz?

İkincisi: Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine yüklediği vazifelerden biri de tevbe ve istiğfardır. Hz. Hûd (a.s.) dedi ki: Ey kavmim! Allah'tan şirk, küfür ve geçmiş ve gelecek günahlarınız için mağfiret dileyin. Ona halisane bir şekilde tevbe edin. İstiğfar edip tevbe ederseniz Allah size bol ve peşpeşe yağan yağmurlar gönderir.

O sırada Ad kavmi hiç yağmayan yağmurlara son derece muhtaç idiler. Çünkü onların ziraat ve bahçe işleri vardı.

Böylece mal ve evlatlarla sizin gücünüze güç katsın, izzetinize izzet katsın.

Âd kavmi güçlü, kuvvetli bir kavim olup üstünlük ve insanlara galip olma­ya, güç ve kuvvetle gururlanmaya çok önem veriyorlardı.

Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Hatırlayın bir za­man Allah sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı. Size yaratılış bakımından da güç ve kuvvet verdi. O halde sizler Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtu­luşa eresiniz." (Araf, 7/69).

"Siz, her tepeye bir bina kurup eğleniyor musunuz? Belki ebedî yaşarsınız diye sağlam köşkler mi ediniyorsunuz? Birini yakaladığınız zaman ona zorba­lar gibi mi davranıyorsunuz? Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bildiği­niz şu nimetleri bol bol veren Allah'tan korkun. O size bol bol hayvanlar ve ev­latlar verdi." (Şuara, 26/128-133).

"Âd kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var? dediler." Suçlar ve günahlar üzerinde ısrar ede­rek, benden, benim davetimden ve sizi teşvik ettiğim şeylerden yüz çevirmeyin.

Ayette zikredilen istiğfarın faydası konusunda Sünnet-i Nebeviyyede bunu teyit eden ifadeler vardır. Ebu Davud ve İbni Mace'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Kim istiğfara devam ederse Allah ona her endişeden ferah, her darlıktan bir çıkış kapısı açar ve ona ummadığı yerden rızık verir."

Cenab-ı Hak Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine söylediği sözleri anlattıktan sonra kavminin O'na söylediklerini de nakletti. Hûd kavmi peygamberine şöyle dedi­ler: Sen bize, iddia ettiğin gibi, senin Allah katından gönderilen bir peygamber olduğuna delâlet eden bir hüccet ve burhan getirmedin. Biz sadece "Putlara tapmayın" demenle tanrılarımıza tapmayı asla bırakmayız. Sonra biz seni tas­dik etmiyoruz. Öyle zannediyoruz ki senin bizim tanrılarımıza sövmen ve onla­ra ibadet etmeyi yasaklaman, onları ayıplaman sebebiyle tanrılarımızdan biri sende delilik ve aklında noksanlık meydana getirmiş.

Onların cevabı, tamamı inatçılık, ahmaklık ve kibirlilik olan şu dört şeyi ihtiva ediyordu:

1- Açık bir delil istemeleri.

2- Fayda veya zarar verenin Allah olduğunu, putların fayda veya zarar ve-remiyeceğini itiraf ettikleri halde putlara tapmakta ısrar etmeleri.

3-  Israr, körükörüne taklitçilik ve inkarcılık sebebiyle Hz. Hûd (a.s.)'un peygamberliğini tasdik etmeleri.

4- Tanrıları vasıtasıyla Hz. Hûd'un aklının bozulmuş olduğu ve delirdiği iddiaları.

Hz. Hûd (a.s.) da onlara "Ben kendime Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şa­hit olun ki, ben sizin şirk koşmanızdan ve putlara tapmanızdan beriyim (uza­ğım)."

Bu ifade onların şahitliğe ehil oldukları manasına gelmez. Sadece neticeyi kabul ettirmenin kuvvetli bir ifadesidir. Yani "böylece bilesiniz" demektir.

Ayette iki şehadet arasında ortaklık veya eşitlik olmaması için "Ben Al­lah'ı ve sizi şahit tutarım" şeklinde bir ifade kullanılmadı. Zira şirkten beri ol­duğuna Allah'ın şahit kılınması sahihtir, tevhidin yerleşmesi manasında sabit­tir. Ama onların şahit kılınması onların dinini hafife almak ve onlara az önem verildiğine delâlet etmektir.

Ben Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz bütün şeylerden, putlardan uzak olduğumdan, bunu açıkça ilân ediyorum. Siz ve tanrılarınız hepiniz bana göz açıp kapayıncaya kadar mühlet vermeksizin gücünüzün yettiğince her çeşit hile yapın, istediğiniz tuzağı kurun. Ben her şeyimi, benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a havale ettim. Beni korumak hususunda O'nu vekil bırak­tım. O her şeye kadirdir.

Yerde veya gökte hareket eden her canlı O'nun hakimiyeti ve idaresi altın­dadır. Bütün işlerinde tasarruf eden ve bu canlıları insanın emrine veren O'dur. O asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Gerçekten benim Rabbim hak ve adalet üzerinedir.

Hz. Hûd (a.s.)'un meydan okuma, göz kamaştırıcı mucizesi ve onlara hiç aldırış etmeme tarzındaki bu cevabı şu birkaç hususu ihtiva etmektedir:

- Şirkten uzak olduğunu ilân etme.

- Allah'ı buna şahit kılma.

- Onların şirkinden uzak olduğuna onları şahit tutma.

- Kendisine hile yapmalarını ve tuzak kurmalarını (korkusuzca) isteme.

-  Onlara pek az önem verdiğini, onlardan ve onların tanrılarından kork­madığını ortaya koyma.

Hz. Hûd (a.s.)'un bu tavrı, daha önce beyan edilen Hz. Nuh (a.s.)'un tavrı­na çok benzemektedir:

"Siz de ortaklarınızla bir araya gelerek, yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra yapacağınız işi, sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden, hükmünüzü uygulayın." (Yunus, 10/71).

"De ki: Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden bana hilenizi yapın." (A'raf, 7/195).

Eğer hiçbir eşi-ortağı bulunmayan Rabbiniz Allah'a kulluk etmeniz gerek­tiği halde size getirdiğim şeyden yüz çevirirseniz, iyi bilin ki ben Rabbimin be­nimle size gönderdiği mesajını size tebliğ ettim. Tebliğde kusur etmek gibi bir itham bana takdir edilemez. Size gönderilen şeyin size ulaşmasıyla aleyhinizde hüccet konulmuş oldu. Siz ise bu risaleti yalanlamak ve Rasulullah'a düşman­lık etmekte direndiniz.

Sonra yeni bir söze başlayarak şöyle dedi: Allah sizi yok edip başka bir ka­vim getirebilir. Ve bu yeni kavim de sizin yurtlarınız ve mallarınızda sizin yeri­nize geçebilir. Allah'a sizden daha itaatkâr olabilir. Siz O'ndan yüz çevirmekle ve küfrünüzle O'na zarar veremezsiniz. Bilakis bunun vebali de size döner. Siz sadece kendinize zarar verirsiniz. Benim Rabbim her şeyi murakabe eder, her şeye hakimdir. Sizin amelleriniz Ona gizli kalmaz. Size hesap sormaktan da gafil değildir.

Cenab-ı Hak bundan sonra azabı, azabın etkilerini Hz. Hûd (a.s.) ve kav­minin neticesini anlattı:

Azap emrimizin inme vakti gelince ve azabımız da bilfiil meydana gelince -ki bu her şeyi kökten yok eden bir rüzgar, müthiş bir kasırga idi- biz Hûd'u ve onunla birlikte olan müminleri bizim tarafımızdan bir rahmet ve lütuf ile ağır, meşakkatli ve şiddetli bir azaptan kurtardık, kavmini -iman etmeyenleri- son ferdine kadar helak ettik.

Bu cezasının sebebi ise Âd kavminin Rablerinin ayetlerini ve delillerini in­kâr etmeleri ve onun peygamberlerine isyan etmeleri idi.

Burada, maksat sadece kendi peygamberlerini yalanlamak olduğu halde "peygamberler" diye cemi sigası kullanılmıştır. Çünkü bir peygamberi yalanla­yan kimse bütün peygamberleri yalanlamış olur. Onlar Hz. Hûd (a.s.)'u yalan­ladılar. Böylece onu inkâr etmeleri bütün peygamberleri yalanlamak sayıldı.

Onlar inatçı, azgın ve zorba başkanlarına tabi oldular.

Bunun için onlara dünyada Allah'ın ve her zikredildiklerinde de mümin kullarının laneti ulaşır. Onlara bütün mahlûkatın huzurunda "İyi bilin ki Âd kavmi Rablerini ve O'nun nimetlerini inkâr ettiler. O'nun ayetlerine inanmadı­lar, Peygamberlerini yalanladılar. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi Al­lah'ın rahmetinden uzaktır, kovulmuştur" denilecektir.

Bu onlara helak, yok olma ve Allah'ın rahmetinden uzak kalma şeklinde yapılan bir bedduadır.

Hülâsa: Cenab-ı Hak Âd kavminin özelliklerini şu üç noktada topladı:

1- Hz. Hûd (a.s.)'un doğruluğuna delâlet eden mucizeleri ve her işinde hik­met sahibi olan yaratıcının varlığına delil olan varlıkların buna delil olmasını inkâr etmeleri.

2-  Peygamberlerine isyan etmeleri. Kim bir peygambere isyan ederse bü­tün peygamberlere isyan etmiş olur:

"Allah'ın peygamberlerini birbirinden ayırd etmeyiz dediler." (Bakara, 2/285).

3- Bu kavmin başkanlarını körükörüne taklit etmeleri.

Bundan sonra Cenab-ı Hak dünya ve ahirette bunların kötü akıbetlerini anlattı. Bu da dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Lanetin manası ise, Allah Tealâ'nın rahmetinden ve her çeşit hayırdan uzaklaştırılmalarıdır.

Daha sonra Cenab-ı Hak onların bu hallere düşmelerinin asıl sebebini şöy­le beyan etti: "İyi bilin ki. Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler." Yahut Rablerinin nimetini inkâr ettiler.

"Âd kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır." cümlesinden sonra "iyi bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler" ifadesinin ma­nası bunu kuvvetlice tekit etmektir.

"Hûd (peygamberin) kavmi olan Âd kavmi" ifadesinin gelmesi, kavmin be­lirlenmesi ve "sütunlar sahibi" irem halkı olan diğer Ad kavminden ayırd et­mek içindir. Bu ifade ile karışıklık giderilmiş olmakta yahut daha fazla tekit yapılmaktadır. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Hûd (a.s.) ve kavmi kıssası şu hususlara işaret etmektedir

1- Hz. Hûd (a.s.)'un davetini şu iki çeşit üzerinde yoğunlaştırması:

a) Tevhide ve tek olan Allah'a kulluğa davet.

b) İstiğfar ve peşinden tevbe etmeye davet.

İstiğfar ile tevbe arasındaki fark şudur. İstiğfar, af ve mağfiretin talep edilmesidir. Bu bizzat istenen şeydir. Tevbe ise istiğfarın şartlarından biridir. Bu da mağfirete zıt olan şeylerden tamamen uzaklaşmak ve onlardan yüz çe­virmek demektir. Ayette mağfiret talebi önce zikredilmiştir. Çünkü bu bizzat istenen husustur. Tevbe ise onun kabul edilmesi için şarttır. Bu surenin ilk ayetlerinde (Hûd, 4) tevbe ile istiğfar arasındaki fark açıklanmıştı.

2- Hz. Hûd (a.s.) kavmi olan Âd kavminin peygamberlerine olan cevabı, put ve heykellerden edindikleri tanrılarına tapınmayı sürdürecekleri, atalarını körükörüne taklit edecekleri şeklinde idi.

Bu da düşünce ve aklın kullanılmaması ve Allah'ın Hz. Hûd (a.s.)'un elin­de ortaya koyduğu pek çok mucize ve açık delillerden netice çıkarmak üzerine kurulan serbest ve bağımsız düşüncenin bulunmaması.

Bu delillerden biri, Hz. Hûd (a.s.)'un kendisine karşı hile ve tuzaklarını getirmelerini, onların ve tanrılarının kendisine hiç mühlet tanımadan zarar vermelerini istemesi idi.

Hz. Hûd (a.s.)'un bu tavrı düşmanların çokluğuna rağmen Allah Tealâ'nın yardımına tam manasıyla güvendiğine delâlet eder. "De ki: Ortak koşmakta olduklarınızı çağırın, sonra bir tuzak kurun da bana göz bile açtırmayın". (A'raf, 7/195). Bir peygamberin yalnız başına kavmine karşı "Haydi hepiniz ba­na tuzak kurun, sonra bana hiç fırsat vermeyin" diyerek meydan okuması pey­gamberliğinin alâmetlerinden biridir.

Peygamberimiz (s.a.) de Kureyş'e böyle demişti. Hz Nuh (a.s.) da kavmine "Siz de ortaklarınızla bir araya gelerek yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra yapacağınız iş sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden hükmünüzü uygulayın." (Yunus, 10/71) şeklinde meydan okumuştu.

3- Yaratan, dilediğini yok eden, mahlûkatında dilediği gibi tasarrufta bu­lunan, dilediğine engel olan Allah'a güvenip dayanmak imanın esaslarından-dır. Bu esas Hz. Hûd (a.s.)'a ve her sadık ve ihlâslı mümine, düşmanların zara­rının ulaşmasına engel olur. Yerde veya gökte hareket eden hiçbir canlı yoktur ki Allah'ın hakimiyeti, idaresi ve tasarrufu altında olmasın.

4- Allah Tealâ hak ve adaleti yerine getirmeye kadirdir. Allah azgın ve şid­detli Âd kavmini yok etmeye kadir olduğu halde o zulmetmez, onlara sadece hak, adalet ve doğruluğun gereği ne ise o şekilde muamele eder.

5- Peygamberlerin vazifesi ilâhî mesajı tebliğ etmek ve kâfirlere karşı hüc­cetleri ortaya koymaktır. İnsanlar peygamberlerin davetlerinden ve açık be­yanlarından yüz çevirirlerse peygamberler sorumluluklarını ve görevlerini ye­rine getirmiş olurlar. İnkâr edip yüz çeviren insanlar da kaybeden, zarara uğ­rayan, helak olmakla dünyada azaba uğrayan taraf olurlar. Onlardan daha çok Allah'a itaat edip O'nu bir kabul eden ve O'na ibadet eden başka bir kavim on­ların yerine geçer. Ahirette ise kâfirler cehenneme sokularak azaba uğrarlar. Allah kullarının söz ve davranışlarından her şeyi izleyip gözeten ve bunlara karşılık onları hesaba çekip ceza veya mükâfat verendir.

6- Âd kabilesinin tehlikeli durumu üç ana esasta toplanabilir: Rablerinin ayetlerini inkâr etmeleri, peygamberlerine isyan etmeleri ve başkanlarının emirlerine uyup düşünüp incelemeden körükörüne onları taklit etmeleri.

7- Hûd kabilesinin cezası dünyada Allah'tan ve insanlardan lanete uğra­ma, çok azgın ve korkunç bir rüzgar, şiddetli bir kasırga ile helak edilmeleri, hayırdan uzaklaşmaları, kıyamet gününde Allah'ın rahmetinden kovulmaları­dır. Ve "Rabbin kullara zulmedici değildir." [74]

 

Hz. Salih (A.S.) Kıssası

 

61- Semud kavmine de kardeşleri Sa­lih'i peygamber olarak gönderdik. Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan baeşka ilâh yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve yeryüzünü imar etmenizi istedi. O halde Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok yakındır. Duaları kabul edendir."

62- (Semud kavmi) "Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi idin. Babalarımızın taptıklarına tapmamızı mı yasaklıyorsun? Doğrusu biz senin bi­zi davet ettiğin şeyden şüphe içindeyiz, ev kuşkuluyuz" dediler.

63- Salih şöyle dedi: "Ey Kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim varsa ve o bana kendinden bir rahmet vermişse, buna rağmen ben Al­lah'a karşı gelirsem, Allah'tan kim beni kurtarabilir? O zaman siz sadece benim zararımı ve hüsranımı artırmış olursunuz-

64-Ey Kavmim! İşte Allah'ın yarattığı dişi deve, sizin için bir mucizedir. O deveyi serbest bırakın, Allah'ın mülkü olan yeryüzünde otlasın. Ona bir kötülükte bulunmayın. Aksi takdirde sizi pek yakın bir azap yakalar.

65- Yine de onlar deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek bir tehdittir."

66-  (Azap etme) Emrimiz gelince, Salih'i ve Onunla beraber iman edenleri tarafı­mızdan bir rahmetle, o günün perişanlığından kurtardık. Gerçekten Rabbin çok kuvvetlidir ve her şeye galiptir.

67- Nihayet zalimleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında yığı­lıp kaldılar.

68-  Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi., (izleri silinip gitti). İyi bilin ki, Se­mud kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.

 

Belagat:

 

"Ben Allah'a karşı gelirsem, O'na karşı kim bana yardım edebilir1?" Bu ifa­de nefy (olumsuzluk) manasında sorudur. Yani "Ben Allah'a karşı gelirsem O'na karşı bana hiçbir kimse yardım edemez" demektir. [75]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Semud'a" Semud kavmine "kardeşleri" yani aynı kabileden "Salih'i pey­gamber olarak gönderdik".

Salih kavmine "Dedi ki: Yalnız Allah 'a ibadet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur."

"O sizi topraktan yarattı." Sizi ilk defa topraktan yarattı, başka bir şeyden değil. Çünkü babanız Ademin ve neslinin yaratıldığı "nutfe'lerin maddeleri topraktandır.

'Ve yeryüzünü imar etmenizi istedi." Sizi yeryüzünü imar etmek üzere ya­rattı. Ömrünüzü de yeryüzünde yerleşmeniz için devam ettirdi.

"O halde" şirkten dolayı "Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin." İtaatle O'na dönün ve günahı tamamen terk edin. "Muhakkak ki Rabbim çok yakındır." İlmiyle veya mahlûkatına rahmeti yakındır. "Duaları kabul edendir." Kendisinden niyazda bulunan kimseye veya kendisine dua edene ica­bet edendir.

Semud kavmi "Dediler ki: Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi idin." Gördüğümüz olgunluk ve dürüstlük özelliklerin sebebiyle bize baş­kan veya işlerimizde danışılan bir kişi olmanı ümit ediyorduk. Senden sadır olan bu sözü duyunca hakkındaki ümidimiz kesildi.

"Sen babalarımızın taptıklarına" yani putlara "topmamızı mı yasaklıyor­sun? Doğrusu biz senin, bizi davet ettiğin şeylerden" putlardan tamamen uzak­laşma ve tevhid konusunda "şüphe içindeyiz, kuşkuluyuz, dediler."

"Salih şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim" yani beyanım ve basiretim "varsa". Burada muhataplar dikkate alına­rak şek (şüphe) harfi olan "in" (eğer varsa) harfi kullanılmıştır.

'Ye o bana kendinden bir rahmet" yani peygamberlik"vermişse" buna rağ­men "ben" O'nun ilâhî mesajını tebliğ etmek ve O'na şirk koşulmasını engelle­mek hususunda "Allah'a karşı gelirsem Allah'tan" yani O'nun azabından "kim beni kurtarabilir?" Kim bana yardım edebilir?! "O zaman siz" benden size tabi olmamı istediğiniz fikrinizle "sadece benim zararımı ve hüsranımı" sapıklığı, tevhid karşılığında şirki benimseyerek hüsrana düşmemi yahut Allah'ın bana bahşettiği şeyi ortadan kaldırmamı, O'nun azabına uğramamı, "artırmış olur­sunuz. " yahut bana söylediğiniz şeylerle sadece sizin hüsrana uğradığınız şek­lindeki fikrimi kuvvetlendirmiş olursunuz.

"Ey kavmim! İşte Allah'ın" yarattığı "dişi devesi sizin için bir mucizedir. Onu" yani deveyi "serbest bırakın, Allah'ın" mülkü olan "yeryüzünde otlasın'." Yani bitkilerinden yesin, suyunu içsin. "Ona bir kötülükte bulunmayın." O deveyi kesmeyin. Aksi takdirde "sizi pek yakın" o deveye herhangi bir kötülük yaptıktan ve onu kestikten sonra -üç gün gibi- pek az bir zaman geçmeden, acil "bir azap yakalar."

"Yine de onlar deveyi kestiler." Yani öldürdüler. Deveyi onların emriyle "Kadar" isimli şahıs boğazladı. Bunun üzerine Salih "Dedi ki: Evlerinizde üç gün daha" yani Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri "yaşayın" sonra helak ola­caksınız. "İşte bu yalan olmayan bir tehdittir."

Onları helak etme "Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber" sayıları dört bini bulan "iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle o günün perişanlığın­dan kurtardık." Yani onları o korkunç çığlıkla helak olmaktan, yahut zelil ol­maktan, yahut kıyamet gününde rezil olmaktan kurtardık. "Gerçekten Rabbin çok kuvvetlidir." Her şeye kadirdir, "Azizdir ve her şeye galiptir."

"Nihayet zalimleri korkunç bir çığlık" yani helak edici, şiddetli bir ses "ya­kaladı. " Bu ses ve çığlıktan murad kalplerde titreme meydana getiren gök gü-rültüsüdür. Kâfirler bununla derhal yere düştüler. "Böylece kendi yurtlarında" diz üstü çöküp yahut yüzleri üzerine ölü olarak "yığılıp kaldılar." "cüsüm" keli­mesi kuşlar için, "bürük" kelimesi de develer için çökme manasında kullanıl­maktadır.

"Sanki orada" yani yurtlarında "hiç yaşamamışlar" hiç oturmamışlar "gi­bi" izleri silinip gitti. "İyi bilin ki Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır" yani lanete uğramıştır. [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Salih (a.s.)'in Semud kavmiyle olan mücadelesini konu alan bu kıssa, bu surede zikredilen kıssaların üçüncüsüdür.

Hz. Salih (a.s.) Arap soyundan gelen ikinci peygamberdir. Kabilesi olan Semud kavminin yerleştiği yer ise Hicaz ile Şam arasında bulunan "Hicr" bel-desidir. Şehirlerinden kalan eserler "Medainü Salih" adıyla günümüze kadar ayakta kalmıştır.

Bu kıssanın üslûbu da Hûd kıssasında zikredilen üslûbun benzeridir. An­cak burada Hz. Salih (a.s.), kavmine tevhidi emrettiği zaman bunu ispat etmek için iki delil zikretmektedir:

- Topraktan yaratılmış oldukları,

- Yeryüzünü imar etmelerinin istenmesi.

Hz. Salih (a.s.) kıssası daha önce A'raf suresinde de yer almıştı. Bu kıssa bundan sonra Şuara, Nemi, Kamer, Hicr ve diğer surelerde de zikredilecektir..

Bu kıssanın muhtevası Hz. Salih (a.s.)'ın davetini tebliğ etmesi, kavmiyle tartışması, onları helak olmakla uyarması, kavminin kendisine verdiği cevap­lar, doğruluğunun "deve" mucizesiyle teyit edilmesi, kavminin deveyi öldürme­leri, korkunç bir çığlık veya gök gürültüsü ile helak olmalarıdır. [77]

 

Açıklaması

 

Ad kavminden sonra gelen ve Tebuk ile Medine arasında Hicr şehirlerinde oturan Semud kavmine kendi içlerinden, kabilelerinden bir adamı yani Salih (a.s.)'i peygamber olarak gönderdik. Salih (a.s.) de onlara yalnız Allah'a ibadet etmelerini emretti. Onlara tevhide delâlet eden iki delil gösterdi:

Birinci Delil "O sizi topraktan yarattı" ayetidir. Yani Yüce Allah sizi ilk de­fa topraktan yarattı. Zira o Ebul-Beşer (insanlığın babası), babanız Adem'i top­raktan yaratmıştır. Toprak maddesi Hz. Adem'in yaratıldığı ilk maddedir. Son­ra siz şu merhalelerden geçtiniz. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra bir et parçası, ondan sonra da bir iskelet ve bu iskeletin giydirilmesi. Nutfenin aslı kandandır, kan ise gıdalardan meydana gelir, gıdalar da yerdeki bitkilerden veya yine bitkilerden meydana gelen etten elde edilir.

İkinci delil de "Yeryüzünü imar etmenizi istedi" ayetidir. Yani sizi yeryüzü­nü imar etmeye ve tarım, sanat, inşaat ve madencilikle yeryüzünden yararlan­maya memur kıldı. Yeryüzünün insan için faydalı imara müsait oluşu, insanın da buna muktedir oluşu, takdir edip hidayete erdiren, insana yol gösterici, aklı ve dünyadaki varlıkları emrine almak için bir takım vasıtaları bahşeden ve in­sana tasarrufta bulunma kudreti veren, her şeyinde hikmet sahibi olan muaz­zam bir yaratıcının varlığına açık bir delildir.

Allah kendisine ibadet edilmeye lâyık tek varlık olunca siz şirk ve isyan gibi geçmişteki günahlarınızı tamamen terk ederek gelecekte aynı günahları veya benzerlerini bir daha işlememeye azmetmek suretiyle O'na tevbe edin.

Muhakkak ki Rabbim rahmeti, ilmi ve işitmesiyle mahlûkatına çok yakın­dır, halisane yalvaran muhtaç kulunun duasına lütfuyla ve rahmetiyle icabet etmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer kullarım beni senden so­rarlarsa şüphesiz ki ben çok yakınım. Dua edenin duasına dua ettiğinde icabet ederim." (Bakara, 2/186).

Semud kavmi Salih (a.s.)'a bilgisizliklerine ve inatçılıklarına alâmet sayı­lan şu sözle cevap verdiler:

Ey Salih! Sen şu söylediklerini söylemeden önce senin aklını gayet üstün görüyorduk. Yahut sende gördüğümüz üstün akıl ve isabetli düşüncen sebebiy­le senin bir başkan veya işlerimizde danışman olmanı ümit ediyorduk. Şu anda ümitlerimiz boşa çıktı, umudumuz kesildi.

Ka'b diyor ki: Onlar, başlarındaki kraldan sonra onun kral olacağını ümit ediyorlardı. Çünkü O, soylu ve servet sahibi biriydi.

İbni Abbas ise "O faziletli ve hayırlı bir kimse idi" demiştir.

Tercih edilecek görüş Cumhur'un naklettiği ve "Sen, büyüklerin yerini tu­tacak, başımıza idareci olacak, kendisine danışılan, kendisinden çok şeyler ümid edilen bir kişi idin" şeklinde tefsir edilen görüştür.

Semud kavmi daha sonra şu sözlerle onun davetinde hayrete düştüklerini ifade ettiler.

Sen babalarımızın, geçmişteki büyüklerimizin taptıkları gibi tapınmamızı mı yasaklıyorsun? Halbuki onlar bu çeşit tapınmayı, hiçbir kimse yadırgama­dan nesilden nesile aktararak devam ettirdiler.

Doğrusu biz senin sadece Allah'a ibadette bulunmamız hususundaki dave­tini ve Allah'la aramızda bulunduğunuzu farzettiğimiz şefaatçi aracıları terk etmemiz gerektiği şeklindeki sözlerinin doğruluğundan çok şüphe ediyoruz. Bu, töhmet ve su-i zanna götüren bir şüphedir.

Şek ve şüphe, insanın olumlu veya olumsuz düşünce arasında kararsız kalmasıdır. Mürib (kuşkulu) ise kötü kanaatin hakim olduğu bir şüphedir.

Bu sözün maksadı körükörüne taklitçilik yoluna ve babalarına, atalarına uymanın vacip olduğu inancına sımsıkı sarılmaktır. Bu ifade Allah'ın Mekke kâfirlerinden naklettiği şu sözlerine ne kadar benzemektedir:

"Tanrılarımızı bırakıp tek bir ilâh mı kabul ediyor? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey! dediler." (Sad, 38/5).

Salih (a.s.) da kavminin bu sözlerine ulvi prensiplerde ve peygamberlik yo­lunda sebatkâr olduğunu beyan eden şu sözleriyle cevap verdi:

Üzerinde bulunduğum apaçık delili terk ederek nasıl Allah'a karşı gelebi­lirim? Ben Allah'ın size gönderdiği şeyde bir delil, basiret ve yakin ilim sahibi isem ve Allah kendi tarafından bana vahyedilen şeyi tebliğ etme vazifesini ihti­va eden bir rahmet -yani peygamberlik- vermişse söyleyin bana ne yapabili­rim?

Benim gerçekten peygamber olduğumu ve yakinen açık bir delil üzerinde bulunduğumu farz edin (çünkü onun muhatabı inkarcılar idi). Şöyle bir düşü­nün. Ben size tabi olursam ve Rabbimin emirlerinde O'na karşı gelirsem beni O'nun azabından kim kurtaracak? Size tabi olursam ve sizi hakka ve yalnız Al­lah'a ibadet etmeye davet etmeyi terk edersem bana hiçbir faydanız olmaz. Bu durumda Allah katındaki nimeti sizin yanınızdaki geçici nimetlerle değiştir­mem sebebiyle sadece hüsranımı ve delâletimi artırmış olursunuz.

Peygamberlerin âdeti önce Allah'a kulluğa davet etmek sonra da peygam­berlik davasını ortaya koymak olduğuna göre, Salih (a.s.) da, kavmi ondan bu sözünün doğruluğuna işaret eden bir mucize istedikleri için onlara "deve" mu­cizesini getirdi.

Rivayete göre Semud kavmi kendilerine ait bir bayram gününe çıktıkla­rında Hz. Salih (a.s.)'ten bir mucize getirmesini ve işaret ettikleri belirli bir taştan deve çıkarmasını istemişlerdi. Hz. Salih de Rabbine dua etmiş ve kav­minin istedikleri gibi taştan deve çıkmıştı.

Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Bu benim doğruluğumu gösteren mucizedir. Yemesi, içmesi ve sütünün bolluğuyla diğer develerden ayrılan Allah'ın (mucize olarak yarattığı) devesidir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "(Salih'e şunu vahyetmiştik): Biz onları imtihan etmek için dişi deveyi bir mucize olarak göndereceğiz. Sen şimdi onların yaptıklarını gözetle ve sabret. Onlara sırası gelenin nöbetinde ha­zır bulunması şeklinde suyun deve ile kendileri arasında taksim edildiğini ve nöbetleşe içeceklerini haber ver." (Kamer, 54/27-28). (Salih (a.s.) sözüne devam ederek dedi ki: O deveyi serbest bırakın. Siz onun beslenmesini üstlenmeksi-zin, o Allah'ın toprağındaki otlaklardan dilediği gibi yesin. Hangi çeşit olursa olsun ona kötülükte bulunmayın. Yoksa sizi üç gün gibi pek az bir müddet geç­meden acil bir azap yakalar.

Semud kavmi onun nasihatini dinlemediler. Onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Deveyi onların emriyle Kadar b. Salif isimli kişi kesti.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar (Semud kavmi) arkadaş­larından birini çağırdılar. O da kılıcını alıp deveyi kesti." (Kamer, 54/29).

Bunun üzerine Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Evinizde -yani yurdunuzda-üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek ve kesin bir vaaddir.

Sonra kendilerini tehdit ettiği azap meydana geldi. Azap ve helak etme emrimizin vakti gelince, ceza inip acı olay meydana gelip, yıldırım düşünce, biz Salih'i ve onunla beraber olan müminleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları şiddetli bir azaptan, o gün -helakin meydana geldiği gün, veya kıyamet günü- meydana gelen zillet ve perişanlıktan kurtardık.

"el-Hızy" rezalet derecesine varan büyük bir zillet halidir. Gerçekten Rab-bin çok kuvvetli ve muktedir, her şeye galiptir. Yerde veya gökte hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz.

Nihayet onları azap çığlığı kapladı. Bu çığlık kalpleri sarsan, duyulduğun­da canları alan, helak edici ve son derece şiddetli bir ses diye anlatılan müthiş bir gök gürültüsü idi. Derhal hepsi toptan canlarını vermişler ve yere atılan cansız cüsseler haline gelmişlerdi.

Sanki onlar küfürleri ve Rablerinin ayetlerini inkâr etmeleri sebebiyle sü­ratle helak oldukları için dünyada hiç bulunmamış, kendi yurtlarında hiç otur­mamış gibi helak olup gittiler.

îyi bilin ki onlar Rablerini inkâr ettiler ve O'nun şiddetli azabına müste-hak oldular. İyi bilin ki onlar Allah'ın rahmetinden uzaktırlar. Semud kavmine ve benzerlerine helak olma ve mahrumiyet vardır. [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Salih (a.s.) ve O'nun kavmi olan Semud kavmi kıssası aşağıdaki öğüt ve ibretlere işaret etmektedir:

1- Babalarını, atalarını körükörüne taklit etme yolunu tercih etmeleri se­bebiyle, Semud kavminin Allah'ın ayetlerini red ve inkâr etmeleri ve peygamberlerinin emirlerine itaat etmemeleri bu kavmin en belirli özelliği idi. Halbuki Hz. Salih (a.s.) hem nesep, hem de kabile yönünden kendi içlerinden gelmiş, yeryüzünde yaratma ve var etme gibi Allah'a kulluk ve tevhide delâlet eden ye­terli ve esaslı delilleri ortaya koymuştu.

2- Günahlardan istiğfar ve masiyetlerden tevbe etmek duanın süratle ka­bul edilmesine vesile olur. Çünkü Allah, kullarına çok yakındır, dualarını ka­bul eder, kendisine dua edenlere icabet etmekle çok yakındır.

3- Semud kavmi ve benzerleri inkarcıların inkârı ile Hz. Salih (a.s.) ve di­ğer peygamberler arasında hiçbir ortak yön yoktur. Çünkü inkarcıları, babalan ve atalarını körükörüne taklit etme yoluna sımsıkı sarılmışlardır. Peygamber de ulu dağların dimdik durması gibi ulvi prensiplerine bağlıdırlar. Çünkü Pey­gamber davetinin doğruluğundan son derece emindir ve Allah'ın kendisine vahyettiği şeylerin doğruluğuna basiretle inanmıştır. Zira peygamber Allah'a isyan edip Onun emrine muhalefet ederse Allah'ın azabının geleceğinden en çok korkan kimsedir.

4- Hz. Salih (a.s.)'ın devesi.

- Kayadan yaratılması,

- Dağın ortasında yaratılması,

- Erkeği olmadan hamile olarak yaratılması,

- Hiç doğum olmaksızın bu şekliyle bir defada yaratılması,

- Bir gün devenin ertesi gün kavmin su içme hakkı,

-  Büyük bir topluluğa yetecek kadar süt vermesi sebebiyle çok acaip ve müthiş bir mucizedir.

Bu altı hususun hepsi insanların yapmaktan aciz kaldığı şeylerdendir. Do­layısıyla Hz. Salih (a.s.)'m devesi Allah'ın kudretinin delillerinden biridir ve el­bette ki bir mucizedir.

5- İlâhî adalet ve Allah'ın rahmeti Hz. Salih (a.s.) ve onunla beraber olan sayıları dört bini bulan müminlerin kurtulmalarını, peygamberlerinin risaleti-ni reddetmeleri ve Rablerine karşı kâfir olmaları ve O'nun varlığını inkâr et­meleri sebebiyle Semud kabilesinin helak olmasını gerekli kıldı.

6- Şüphe yok ki peygamberlerin vaadi gerçek ve doğru bir vaaddir, azapla tehdit etmeleri de mutlaka meydana gelecektir. Hz. Salih (a.s.) kavmini üç gün sonra gelecek azapla tehdit etti. Dördüncü gün bu tehdidi gerçekleşti.

7- Semud kavminin azabı korkunç bir çığlık veya şiddetli bir gök görültü-sü, yahut müthiş bir sarsıntı şeklindeydi. Bu korkunç sesi duyar duymaz öldü­ler, memleketlerinin her köşesinde şuraya buraya atılmış cesetler haline geldi­ler.

Bu korkunç ses ya Cebrail'in sesidir. Yahut gök gürültüsü gibi bir ses ve­yahut yeryüzündeki her şeyin sesine eşit müthiş bir sestir. Bu sesin meydana getirdiği dehşetli korku sebebiyle Semud kavminin kalpleri paramparça olup öldüler.

8- Rablerini inkâr eden Semud kavmi helak ve perişan olmuştur. Gerçeği red ve inkâr etmeleri sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulmuşlar, ondan mah­rum kalmışlardır. [79]

 

Hz. İbrahim (A.S.) Kıssası

 

69- Şüphesiz ki elçilerimiz bir müjde ile İbrahim'e geldiler. Ona "selâm" dediler. İbrahim de "selâm" dedi. Hemen semiz bir buzağıyı getirdi.

70- Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları hoşuna gitmedi ve onlardan dolayı içine korku düştü. Melekler "korkma! Biz Lût kavmine gönderildik" dediler.

72-  İbrahim'in hanımı "Vay başıma ge­lenler! Ben bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! O da ihtiyar. Cidden bu, şaşılacak bir şeydir" dedi.

73- Melekler (İbrahim'in hanımına) "Al­lah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizde-dir. Şüphesiz ki O, övgüye çok lâyıktır. İzzet ve şeref sahibidir" dediler.

74- İbrahim'in korkusu geçip, O'na müj- hakkmda bizimle ı mücadeleye başladı. çok yumuşak huylu, yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi.

76- (Melekler) "Ey İbrahim! Bundan (bu tutumundan) vazgeç. Çünkü (onların yok olmaları için) Rabbinin emri gel­miştir. Önlenemeyecek azap mutlaka onlara gelmektedir" (dediler).

 

Belagat:

 

"Ben mi çocuk doğuracağım?" (Hûd, 72). Taaccüp manasında istifham ifa­de eder.

"Korku gitti... Müjde geldi." (Hûd, 74) ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Rabbinin emri gelmiştir." (Hûd, 76) Allah'ın onların üzerine hükmettiği azabından kinayedir. [80]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki elçilerimiz" Melekler. Bir rivayete göre bunlar dokuz kişiydi­ler. Diğer bir rivayete göre üç kişiydiler: Cebrail, Mikail, İsrafil, "bir müjde ile" evlat olacağı müjdesiyle. Diğer bir görüşe göre Lût kavminin helaki müjdesiyle "İbrahim'e geldiler. O'na "selâm" dediler." Yani, bizden selâmette ol. Yahut bu kelime mansuptur. Yani "selâmı zikrettiler", "selâm verdiler" demektir. "İbra­him de "selâm" dedi". Yani durumunuz selâmettedir. Yahut cevabın selâmıdır yahut da "Aleyküm selâm" dedi. İbrahim (a.s.) merfu olarak onların selâmına daha güzeliyle cevap vermiş oldu. "Hemen semiz" güzelce pişirilmiş "bir buzağı­yı getirdi."

"Ellerinin" almak için "ona" yemeğe "uzanmadığını görünce durumları ho­şuna gitmedi." Yani bunu yadırgadı. "Onlardan dolayı içine korku düştü." Gön­lünde onlardan korktuğunu hissetti. "Onlar" Melekler "korkma! Biz" melekler "Lût kavmine" azapla "gönderildik" yani biz yemek yemeyeceğimiz için ona eli­mizi uzatmadık "dediler."

Hz. Lût (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)'in kardeşinin oğlu ve O'na ilk iman eden kişi olup kendisine peygamberlik verilmişti.

O sırada "İbrahim'in hanımı" perdenin arkasında "ayaktaydı ve" Onların konuşmalarını dinliyor veya hizmetini yapıyordu. Korkunun gittiğine yahut fe­sat ehlinin helak olacağına sevinerek "güldü. Biz O'na İshak'ı ve İshak'ın ar­dından da Yakup'u müjdeledik." Yani onları hibe ettik.

"İbrahim'in hanımı, vay başıma gelenlere! dedi" "Ya Veyletâ!" kelimesinin aslı "ya veylî ve helâkî"dir. Bir belâ, facia veya rezaletten hayrete düşme anın­da söylenen bir ibaredir. "Ben" 90 yahut 99 yaşında "bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! "O da ihtiyar" yani yüz veya yüz yirmi yaşında­dır. Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı aynı zamanda kısır idi. "Cidden bu" bu durum yani iki ihtiyardan çocuğun dünyaya gelmesi "şaşılacak bir şeydir dedi." Bu du­rum ilâhî kudret açısından değil, âdet (normal şartlar) açısından şaşılacak bir şeydir.

Melekler İbrahim'in hanımına "Allah'ın işine" kudretine ve hikmetine "mi şaşıyorsun, dediler" Çünkü peygamberin ev halkına ve mucizelerin indiği hane halkına göre harikulade hallerin meydana gelişi ve pekçok nimet ve ikramlarla özel muamele görmeleri garip bir şey değildir. Allah'ın kudretinin ayetlerini düşünerek yetişen ve bu şekilde yaşlanan birinin değil, sıradan akıl sahibi biri­nin bile bunu garip karşılaması normal değildir. "Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Şüphesiz O övgüye çok lâyıktır" yaptığı her şey övü­lür; "izzet ve şeref sahibidir" Hayırları ve ihsanı çoktur "dediler."

"İbrahim'in korkusu geçip" korku yerine "ona müjde gelince, Lût kavmi hakkında" onların aralarında Lût vardır, diyerek "bizimle" yani elçilerimizle "mücadeleye başladı."

"Çünkü İbrahim çok yumuşak huylu", kendisine kötülük edenden intikam almakta aceleci olmayan "yüreği yanık" günahlardan dolayı ve insanların hali­ne üzülmekten dolayı çok ah eden, içli ve "Allah'a çok yönelen" kendisini tamamen Allah'a vermiş "bir kimse idi". Bu ifadeden maksat Hz. İbrahim (a.s.)'i me­leklerle mücadele etmeye sevkeden sebebi beyan etmektir. Bu da kalbinin ince­liği ve son derece merhametli oluşudur.

Melekler dediler ki: "Ey İbrahim! Bundan" bu mücadeleden "vazgeç. Çün­kü Rabbinin emri" onları azap etmek şeklindeki ezelî kazası gereğince takdir ettiği kaderi "gelmiştir". O onların halini en iyi bilendir. Mücadele, dua veya başka bir şeyle "Önlenemeyecek azap mutlaka onlara gelmektedir." [81]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa bu surede zikredilen kıssaların dördüncüsüdür. Hz. İbrahim (a.s.) kıssası daha önce Bakara suresinde de zikredilmiştir.

Hz. İbrahim (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde geçmektedir. Babası ve kavmiyle birlikte zikredilmiştir, burada da kendisine İshak ve Yakup'u müjde­leyen, Lût kavminin helak olacağını bildiren meleklerle birlikte zikredilmekte­dir. Bir başka yerde Hz. İsmail (a.s.) ile birlikte özellikle zikredilmiştir.

Hz. Lût (a.s.)'un köyleri Şam tarafında (Bugün Ürdün devleti sınırlan içinde), Hz. İbrahim (a.s.) ise Filistin'de idi. Allah melekleri Lût kavmine azap etmek için görevlendirince Hz. İbrahim (a.s.)'e uğrayıp ona misafir oldular. Hz. İbrahim (a.s.) misafirlerine misafirperverlik gösteriyordu. [82]

 

Açıklaması

 

Allah'a yemin olsun ki, bizim elçilerimiz olan melekler -Cebrail, Mikail ve İsrafil (Atâ'dan ve tabiin alimlerinden bazılarına göre Cebrail ve başka yedi melek) evlat müjdelemek gibi bir müjde ile İbrahim (a.s.)'e geldiler.

Nitekim Cenab-ı Hak "Biz ona İshak'ı müjdeledik." (Hûd, 71) ve yine "Onu ileride büyük ilim sahibi olacak bir erkek çocuk ile müjdeledik." (Zariyat, 51/28) buyurmaktadır.

Bir başka görüşe göre Lût kavminin helaki ve Hz. Lût (a.s.)'un kurtuluşu ile müjdelendi.

Melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen aleyk" dediler. Hz. İbrahim (a.s.) de "selâmün aleyküm" diye cevap verdi. Bu cevap onların selâmlarından daha gü­zeldi. Çünkü "selâmen" yerine "selâmün" denilmesi (merfu halde kullanılması) ilm-i beyan alimlerinin zikrettikleri gibi değişmezliğe ve devamlılığa delâlet et­mektedir.

Hz. İbrahim (a.s.) hiç beklemeden, hemen onlara ateşte, taş üzerinde kı­zartılmış bir buzağıyı ikram olarak getirdi.

"Hemen ailesine giderek semiz bir danayı kızartıp getirmiş, önlerine koy­muş ve 'Yemez misiniz?" demişti."(Zariyat, 51/26).

Hz. İbrahim (a.s.) onların ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce bunu yadırgamış ve onlardan dolayı içine korku ve titreme düşmüştü. Zira bunların beşer olmadıklarını, belki de azap melekleri olabileceklerini anlamıştı.

Melekler ona "Korkma! Biz sana bir kötülük düşünmüyoruz. Biz sadece Lût kavmini helak etmek için gönderildik" dediler. Lût kavminin yerleri Hz. İb­rahim (a.s.)'in diyarına yakın idi.

Biz seni ileride büyük ilim sahibi olacak, neslini devam ettirecek, adını unutturmayacak İshak isminde bir erkek çocuk ile, onun ardından da zürriye-tinden İsrailoğulları peygamberlerinin geldiği Yakup (a.s.) ile müjdeliyoruz.

O sırada Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı perdenin arkasında ayaktaydı ve melekleri görüyordu. Yahut ayakta meleklere hizmet ediyordu. Korku gittiği ve güvenlik ortamı gerçekleştiği için sevinerek ve Lût kavminin çirkin fiilleri ve aşırı derece inkarcılık ve inatçılıkları yüzünden onları asla sevmediği için bu kavmin helak olacağına sevinerek güldü. İyas (çocuk olmasının kesilmesi) ha­linden sonra çocukla müjdelenerek mükâfatlandırıldı.

"Biz O'na İshak'ı müjdeledik." Yani biz ona İshak ismindeki çocuğu İs-hak'ın da Yakup isimli bir çocuğunun olacağını müjdeledik. Nitekim bir ayet-i kerimede de "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Enam. 6 84» buyurulmaktadır.

Mücahid ve İkrime "güldü" kelimesini müjdenin gerçekleşmesi için, iyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinde olduğu halde "hayız gördü" şeklinde tefsir etmişlerdir. Ancak bu tefsir cumhur alimlerin görüşüne muhalif olan garip bir tefsirdir.

Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'in Hacer'den oğlu Hz. İsmail (a.s.) dünyaya gelin­ce, diğer hanımı Sârre kendisinin de bir oğlu olmasını temenni etmişti. Yaşlılı­ğı sebebiyle iyas haline girdiği halde peygamber olacak ve aynı zamanda pey­gamber babası olacak bir çocukla müjdelenince oğlunun oğlunu görmek onun için büyük bir müjde oldu.

Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı Sârre erkek çocukla müjdelendiği zaman şöy­le demişti: Hayret doğrusu! Ben mi, bu yaşlı ve kısır halimle çocuk doğuraca­ğım? Kocam da benzerlerinin de çocuğu olmadığı yaşlılık çağmdadır. Cidden bu haber şaşılacak bir şeydir, çok gariptir.

Melekler ona cevap verdiler: Allah'ın kaza ve kaderine nasıl şaşarsın? Ya­ni Allah'ın ikinize İshak ismindeki o erkek çocuğu ikram etmesinde hiçbir ga­riplik yoktur. Çünkü kâinatta hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeye ka­dirdir. "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "ol" demek­tir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).

Melekler devam ettiler: Çünkü ey Peygamber ailesi efradı! Allah'ın geniş rahmeti ve bol bereketleri sizin üzerinizedir. Peygamberlik kıyamete kadar İb­rahim (a.s.)'in neslinden miras olarak devam edip gidecektir. Şüphesiz ki Ce-nab-ı Hak bütün ayetleri ve efaliyle sena edilir, bütün övgülere lâyıktır. Sıfatla­rı ve zatıyla yüceltilir, çok hayır ve ihsan sahibidir. O hamd ve sena edilen, iz­zet ve şeref sahibidir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak İbrahim (a.s.)'in meleklerin yemek yememeleri sebebiyle meydana gelen korkusu geçip kendisini çocukla müjdelediklerini ve Lût kavminin helak olacağını haber verdiklerini ve bu gelenlerin Lût kavmi için gelen azap melekleri olduklarını öğrenince Hz. İbrahim (a.s.) Lût kavmine gönderilen Allah'ın elçileri olan bu meleklerle mücadele etmeye başladı. Onla­rın mücadelesi Allah için idi. Zira onlar Allah'ın emriyle gelmişlerdi.

Çünkü İbrahim (a.s.) cidden yumuşak huylu, kendine kötülük edenden in­tikam almakta aceleci olmayan, yüreği yanık insanların başına gelen kötü ve acı olaylardan çok ah çeken ve bütün işlerinde Allah'a yönelen bir kişi idi. Yani kalbinin hassaslığı ve aşırı derecede merhametli oluşu Onu meleklerle müca­dele etmeye sevketmişti.

Melekler İbrahim (a.s.)'e "Ey İbrahiml Lût kavmi hakkındaki bu mücade­leden vazgeç. Çünkü Rabbinin onlar hakkındaki azabı ve kazasının icra edil­mesi emri gelmiştir. Hiç şüphe yok ki bu azap onlara gelecektir, ne mücadele, ne dua, ne şefaat ne de başka bir şeyle kesinlikle bu azabın önlenmesi ve buna engel olunması mümkün değildir.' dediler. [83]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa şu hususları bize bildirmektedir:

1- Meleklerle peygamberler arasında karşılıklı selamlaşmanın olması: Me­lekler Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen" sözüyle selâm vermişler, tıpkı "kâlû hay­ran" cümlesinde olduğu gibi. Hz. İbrahim (a.s.) da daha güzel bir selâmla "selâ-mün aleyküm" diyerek karşılık vermiştir.

2- Ayet (Hûd, 69) misafire ikram etmekte acele davranılması, var olan, el altında bulunan şeyin sunulması, eğer imkân varsa daha sonra başka ikram­larda bulunulması ve elde bulunmayan, gücün yetmediği, darlığa sebep olacak şeyi ikram etmek için tekellüfte bulunulmamasının misafirperverlik adabın­dan olduğuna işaret etmektedir.

Misafir ağırlamak güzel ahlâklardandır ve İslâm'ın adabından, peygam­berler ve salihlerin ahlâkındandır. Bu sünnettir, farz değildir.

Buharî'nin Ebu Şürayh'tan, İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Ebu Hurey-re'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur­lar:

"Misafirlik üç gündür. Misafire ikram bir gün bir gecedir. Bundan sonrası (ev sahibine) sadaka yazılır."

Yine Buharî, Müslim, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Şürayh ve Ebu Hurey- ' reden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar:

"Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna ikram etsin. Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin."

Misafir ağırlamada muhatap olan İmam Şafiî'ye göre hem şehirliler hem badiye halkıdır (köylülerdir). İmam Mâlik ise "Şehirlilerin misafir ağırlama mecburiyeti yoktur" der. Delil olarak da Kudaî'nin İbni Ömer'den rivayet ettiği hadis-i şerifi zikreder: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Misafir ağırlama bedevilerin üzerine borçtur. Şehirlilerin üzerine borç değildir." Fakat bu ha-dis-i şerif Kurtubî'nin dediği gibi sahih değildir.

Misafire yemek takdim edildiği zaman misafirin hemen yemeğe başlaması sünnettir. Çünkü ev sahibinin yemeği takdim etmekte acele etmesi misafire verdiği değeri, misafirin de hemen kabul edip yemeğe başlaması ev sahibine verdiği değeri gösterir.

Melekler ellerini çekince Hz. İbrahim (a.s.) onların kötü bir maksat taşı­maları ihtimaline binaen korkmuştu.

Yemek adabından biri de ev sahibinin misafirinin yiyip yemediğine dikkat etmesidir. Ama bu sadece göz ucuyla olmalı, uzun süren bakışlarla olmamalı­dır.

3- Hanımın kocasının duygularına ortak olması güzel görülen bir şeydir. Çünkü Sârre Lût kavminin işledikleri pislikleri kerih gördüğü için Lût kavmi­nin azaba, uğramasından memnun kalarak gülmüştü.

Buradaki gülmek bilinen şekliyledir. Bazı lügatçiler Arap dilinde "güldü" kelimesinin "hayız gördü" manasına geldiği şeklindeki görüşü reddetmişlerdir.

4- Kadının mahremi olan misafir erkeklere bizzat hizmet etmesi sünnet­tendir. Buharî bu husustaki hadis-i şerifi "kadının düğünde (mahremi olan) er­keklere bizzat hizmet etmesi babı" başlığı altında nakletmiştir. Kurtubî "kadı­nın (mahremi olmayan) erkeklere hizmet etmesinin, örtünme emrinin inmesin­den önce olması muhtemeldir" demektedir.

5- Melekler yemekten imtina ettiler. Çünkü onlar melektirler: Melekler ise bir şey yemez ve içmezler. Onlar Hz. İbrahim (a.s.)'in sevdiği "misafir" sıfatıyla gelmek için misafir olarak Hz. İbrahim (a.s.)'e geldiler. Hz. İbrahim (a.s.) misa­fir ağırlamayı çok severdi.

6- Taberî'nin zikrettiğine göre Hz. İbrahim (a.s.) kızarmış buzağıyı takdim ettiği zaman melekler:

- Biz fiatını ödemeden yemek yemeyiz, dediler. Bunun üzerine Hz. İbrahim

a.s.):

- Bunun fiatı başlarken Allah'ın adını zikretmeniz "Bismillah demeniz", sonunda da "Elhamdülillah deyip" şükretmenizdir, diye cevap verdi. Bu söz üzerine Cebrail arkadaşları olan meleklere:

- Allah bunu -hakkıyla- halil edinmiştir, dedi.

Bu rivayet yemeğin başında besmele çekmek ve sonunda da şükretmek sünnetinin bizden önceki ümmetlerde de bulunduğuna delâlet etmektedir.

7- Allah'ın rahmeti boldur. Peygamberin aile halkına verdiği bereketleri de peşpeşedir. İki yaşlı eşe kendilerinden erkek çocuğun dünyaya geleceğinin müjdelenmesi olağanüstü bir hal, bir mucizedir, Peygamber ailesinin özellikle yüksek ve yüce bir ikrama mazhar olmasıdır. Allah Tealâ her şeye kadirdir. O bütün övgülere lâyıktır, izzet ve şeref sahibidir. Bundan sonra da hayret edile­rek hiçbir şey yoktur.

8- Hz. İbrahim (a.s.)'in Lût kavminin helak edilmesi hakkında mücadele etmesi günah değildir. Bunun delili de hemen bundan sonra gelen "Çünkü İb­rahim cidden yumuşak huylu yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi" ayetidir. Yani onun kalbinin inceliği, son derece merhametli oluşu ve çok yumu­şak huylu oluşu onu mücadeleye sevketmişti. Bu mücadeleden maksat da Hz. İbrahim (a.s.)'in Lût kavmine gelen bu azabı imana ve günahlardan tevbeye yönelirler ümidiyle geciktirme gayretiydi.

9- "Ey aile halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir" ayeti kişinin hanımın "ehl-i beyt"ten olduğuna, peygamberlerin hanımlarının da "ehl-i beyt"ten olduklarına delâlet etmektedir. Dolayısıyla Hz. Aişe (r.a.) validemiz ve Efendimiz'in (s.a.) diğer hanımları da "ehl-i beyt-i Rasulullah" cümlesindendir ve Cenab-ı Hakkın haklarında:

"Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındı­rıp tertemiz kılmak ister." (Ahzap, 33/33) buyurduğu Peygamberimiz (s.a.)'in ehl-i beytindendirler. [84]

 

Hz. Lût (A.S.) Kavmi Kıssası

 

77-  Elçilerimiz Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna gitmedi ve içi daraldı, ve 'İşte bugün zor bir gündür" dedi.

78-  Bunun üzerine daha önce iğrenç davranışlarda bulunan Lût kavmi he­men koşup ona geldiler. (Misafirleri is­tiyorlardı). Lût onlara "Ey kavmim! İşte kızlarım. Bunlar sizin için daha temiz­dir. Allah'tan korkun. Misafirlerime karşı (onlara tecavüzde bulunarak) be­ni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir kişi yok mu?" dedi.

79- Kavmi Lût'a "biliyorsun ki, bizim se­nin kızlarına ihtiyacımız yoktur. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyor­sun" dediler.

80- Lût da onlara "Keşke benim size yete­cek gücüm olsa (size engel olabilsem) ve­ya sağlam bir köşeye sığınabilsem" dedi.

81- Melekler 'Ta Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamaya­caklardır. Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Hiçbiriniz ar­kasına dönüp bakmasın. Ancak hanı­mın hariç. Çünkü kavminin başına ge­lecek azap ona da gelecektir. Onların (helak olma) vakitleri bu sabahtır. Sa­bah da yakın değil mi?" dediler.

82-  (Azap etme) emrimiz gelince yaşa­dıkları köylerin altını üstüne çevirdik. Üzerlerine kızgın taşları sağanak ha­linde yağdırdık.

83- Bu taşlar Rabbin tarafından işaret­lenmişti. Bu (azap) zalimlerden (hiçbir zaman) uzak değildir.

 

Belagat:

 

"İçinizde aklı başında bir kişi yok mu?" Bu cümle, taaccüp (hayret etme) ve tevbîh (azarlama) ifadesi taşıyan bir sorudur.

"... veya sağlam bir köşeye sığınabilsem." Burada istiare sanatı vardır. Bundan murad kavmi ve yakınlarıdır. Çünkü insan onlara sığınır, bir köşeye dayanır gibi onlara dayanır.

"... kasabanın altını üstüne çevirdik. " Burada alt üst kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [85]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elçilerimiz Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna gitmedi." Onların gelişini kötü bir durum olarak gördü, onların gelişi sebebiyle üzüldü. Çünkü melekler genç delikanlı şeklinde gelmişlerdi. Hz. Lût (a.s.) onları insan zannetmişti. Do­layısıyla kavminin onlara tecavüz edeceğinden, kendisinin de onları savun­maktan aciz kalacağından korktu "ve içi daraldı," Yani onların gelişiyle göğsü daraldı ve bu durumdan hoşlanmadı. Bu ifade kötülüğe engel olmaktan aciz kalma sebebiyle şiddetli bir sıkıntı halinden kinayedir.

"Ve işte bugün zor" eziyeti ve sıkıntısı şiddetli "bir gündür dedi."

"Bunun üzerine daha önce" yani bu meleklerin gelmesinden önce "iğrenç davranışlarda bulunan" fuhuş yapan, erkeklere arkadan yaklaşan, homosek­süellik yapan "Lût kavmi hemen koşup" süratle "ona" Hz. Lût (a.s.)'a "geldiler." (Misafirlerin kendilerine verilmesini istiyorlardı.)

"Lût (a.s.) onlara dedi ki: Ey kavmim! İşte kızlarım." Bunları nikahlayın. "Bunlar sizin için daha temizdir." Yani fuhuştan uzaktır, helâldir, temizdirler.

Ebu Hayyan diyor ki: En güzeli izafetin mecazî olmasıdır. Yani benim kız­larım yerine "Benim kavmimin kızları" şeklinde düşünülmelidir. Buna göre "Erkekler değil kavmimin kızları sizin için helâldir, temizdir" manasına gelir. Zira Peygamber, kavminin babası mertebesindedir. İbni Mes'ud'un kıraatine göre "Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır. Onun hanımları müminlerin anneleridir" ayetini müteakip "ve hüve ebün lehüm (O onların ba­basıdır)" şeklinde bir ilâve vardır. Yine "Hz. Lût (a.s.)'un sadece iki kızı vardı. Buradaki ifade ise çoğuldur" denilmesi de bu manaya delâlet etmektedir. Ayrı­ca iki kızını bütün kavmine nikahlaması da mümkün değildir. Bir rivayete gö­re Hz. Lût (a.s.) kendi kızlarına işarette bulunarak kavmini nikâha teşvik et­mişti. Zira mümine kızın kâfir erkekle evlenmesi onlara göre sünnet idi. Yine denilmiştir ki: Ayette geçen "atharu" kelimesi ism-i tafdil değildir. Zira erkek erkeğe cinsi münasebette zerre kadar temizlik yoktur.

(Hz. Lût (a.s) sözüne devamla) "Allah'tan korkun! Misafirlerime..." Ayette geçen "dayf (misafir)" kelimesi tekil için de çoğul için de kullanılabilir. Burada çoğul için "adyafî (misafirlerim)" manasında kullanılmıştır. Misafirlerime "teca­vüzde bulunarak beni rezil etmeyin." Yani beni rüsvay eylemeyin yahut beni utandırmayın. "İçinizde" hakkı bulabilecek, çirkin şeylerden elini çekecek ol­gunluk sahibi "aklı başında bir kişi yok mu?" dedi."

Kavmi Hz. Lût (a.s.)'a "Dediler ki: Biliyorsunuz ki bizim" senin kızlarında hakkımız "senin kızlarına ihtiyacımız yok. Sen bizim ne istediğimizi" yani oğ­lanlarla cinsi münasebet kurma arzumuzu "çok iyi biliyorsun, dediler."

Hz. Lût (a.s.) da onlara "Dedi ki: Keşke benim size yetecek gücüm" yani size engel olabilecek kuvvetim "olsa, veya sağlam bir köşeye sığınabilsem." Yani ba­na yardım edecek yakınlarım, size mani olabilecek adamlarım olsaydı, sizi pe­rişan ederdim.

"Melekler, "ya Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamaya­caklardır." Sana hiçbir kötülük yapamayacaklardır. "Sen ailenle birlikte gece­nin bir bölümünde" gece yarısı "yürü git. Hiçbiriniz arkasına dönüp bakma­sın. " Yani geri kalmasın, arkaya bakmasın. Nehiy lafız olarak tek kişiye, mana olarak Hz. Lût (a.s.)'adır. Nehiy sebebi onlara inen büyük azabı görmemeleri­dir.

"Ancak hanımın hariç." Onu giderken yanına alma. "Çünkü kavminin ba­şına gelecek azap ona da gelecektir." Bu cümle istinaf (yeni bir cümle) şeklinde ta'lildir, yani önceki ifadenin sebebini bildirmektedir. Rivayete göre Hz. Lût (a.s.) gece giderken hanımını yanına almadı. Bir başka rivayete göre hanımı da onunla birlikte çıktı ama yolda giderken arkasına baktı ve "Yazık benim kav­mime!" dedi. O sırada ona bir taş isabet etti ve öldü.

"Onların" helak olma "vakitleri bu sabahtır." Sanki bu cümle gece yürüme­nin illetini bildirmektedir. Yahut Hz. Lût (a.s.) meleklere kavminin helak olma zamanını sormuş, onlar da bu şekilde cevap vermişlerdir. "Sabah da yakın de­ğil mi? dediler."

Azabımız yahut "Azap etme emrimiz gelince köylerinin altını üstüne çevir­dik. " Cebrail (a.s.) bu köyleri semaya kaldırıp ters olarak yere bıraktı.

"Üzerlerine" ateşle pişirilmiş, çamurdan yapılmış "kızgın taşları... yağdır­dık." Nitekim bir ayet-i kerimede de "Üzerlerine çamurdan yapılmış taşları gönderelim..." (Zariyat, 51/33) buyurulmaktadır, yani taşlaşmış çamur demek­tir.

"Sağanak halinde" yani peşpeşe düzenli bir şekilde onlara azap etmek için hazırlanmış bir şekilde "yağdırdık".

"Bu taşlar Rabbin tarafından işaretlenmişti." Azap etmek üzere işaretlen­mişti yani hepsinin üzerinde Cenab-ı Hak tarafından konulmuş özel alâmet vardı.

"Bu azap" yani bu taşlar veya bu köyler veya bu çeşit azap Mekke halkı ve benzeri "zalimlerden uzak değildir." Bu ifade her zalime bir tehdit niteliğinde­dir.

Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.) Cebrail (a.s.)'e bunu sormuş, o da şöyle cevap vermişti: "Ümmetinin zalimlerini kastetmektedir. Onlardan hiçbir zalim yoktur ki üzerine bugün veya yarın bir taş düşmekle azaba uğramayacak ol­sun." Onlar mutlaka azaba uğrayacaklardır. [86]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Lût (a.s.) ve kavmim konualan bu kıssa bu sürede zikredilen beşinci kıssadır. Hz. Lût kavmi Ürdün'de Sodom kasabası halkıdır.

İbni Abbas diyor ki: Hz. ibrahim (a.s.) kasabası ile kardeşinin oğlu olan Hz. Lût (a.s.) kasabası arasında 4 fersah (13 mil: 23, 4 km.) mesafe vardı. Me­lekler Hz. Lût (a.s.)'a insan suretinde, sakalsız, son derece yakışıklı delikanlı­lar olarak gelmişler, Hz. Lût (a.s.) onların Allah'ın melekleri olduklarını anla­mamıştı. [87]

 

Açıklaması

 

Elçilerimiz olan melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e Lût kavminin bu gece helak olacağını bildirdikten sonra Allah tarafından bir imtihan vesilesi olarak gayet güzel yüzlü, yakışıklı, güzel bir fiziki yapıya sahip gençler olarak geldiklerinde Lut (a.s.) onların bu durumunu ve gelişlerini kötüye yormuş ve bu sebeple gön­lü daralmıştı. Çünkü bunları gerçekten insan zannetmiş, kavminin pisliğinin onlara bulaşmasından korkmuş, kendisinin de kavmine karşı çıkmaya aciz ol­masından dolayı "İşte bugün zor yani belâsı şiddetli bir gündür' demişti.

Hz. Lût (a.s.)'un hanımının bildirmesiyle misafirlerin geldiklerini duyan kavmi buna sevindikleri için fuhuş yapmak üzere hemen koşup Lût (a.s.)'a gel­diler. Bu onlar için garip bir davranış değildi. Çünkü onlar bu misafirlerin geli­şinden önce de bu çeşit günah işliyorlar, fuhşa irtikap ediyorlardı. Bu artık on­ların normal seciyyeleri haline gelmişti. Bunlar bu hallerinde azap gelinceye kadar devam etmişlerdi.

Nitekim Cenab-ı Hak onların bu durumu hakkında Hz. Lût (a.s.)'un sözü­nü nakletmişti. "Sizler hâlâ erkek erkeğe cinsi münasebette bulunacak, yol kese­cek ve toplantı yerinizde edepsizce davranışlarda bulunacak mısınız?" (Anke-but, 29/29). Lût kavmi helak vakti gelinceye kadar bu fuhşu işlemeye devam ettiler.

Hx. L&fc (.a.s.) karovme. "îty kavmimi İşte. şu kıtları ırikâhlaym" demişti. Bu, ifadeden maksat kavminin kızları ve hanımlarıdır. Çünkü -İbni Abbas'ın dediği gibi- ümmeti için peygamber baba mertebesindedir. Hz. Lût (a.s.) onlara kendi­leri için dünya ve ahirette en faydalı olanı göstermişti. Nitekim bir başka ayet­te Hz. Lût (a.s.)'un kavmine şöyle dediği anlatılır.

"Rabbinizin size eş olarak yarattığı kadınları bırakıp da bütün âlemler içe­risinde siz, erkeklerle temas eden kimseler mi oluyorsunuz? Doğrusu siz, haddi aşan bir kavimsiniz." (Şuara, 26/165-166).

Mücahid, Katade ve daha pek çok alim şöyle demişlerdir. Ayette geçen "kızlarım" tabirinden maksat Hz. Lût (a.s.)'un kendi kızları değil, ümmetinin kızlarıdır. Her peygamber ümmetinin babasıdır.

İbni Cüreyc diyor ki: Hz. Lût (a.s) onlara hanımları nikahlamalarını em­retti. Onları zinaya teşvik etmedi.

Said b. Cübeyr diyor ki: Kavminin kızları Hz. Lût (a.s.)'un kızları sayılır. O da kavminin babasıdır. Hz. Lût, kendisine gelenlere şöyle seslenmişti: Al­lah'tan korkun. Size emrettiğim şekilde sadece nikâhlı hanımlarınıza yönelin.

Misafirlerimin huzurunda beni rezil rüsvay etmeyin, beni utandırmayın. Çün­kü onları küçümsemek beni küçümsemektir.

Devamla, "Sizin içinizde emrettiğimiz şeylere yönelecek, yasak ettiğim şeyleri terk edecek, sizi en sağlam yola iletecek olgun, hikmetli, akıllı, hayırlı bir kişi yok mudur?" dedi.

Lût kavmi şöyle cevap verdiler: Sen bizim kadınlara ihtiyacımız olmadığı­nı, onları arzulamadığımızı eskiden beri biliyorsun. Senin söylediğinde hiçbir fayda yoktur. Bizim sadece erkeklere karşı arzumuz vardır. Sen bizim bu arzu­muzu biliyorsun. Bize bu konuda aynı şeyi tekrar etmekten fayda nedir? Bu ifadeden maksat onların bu arzularında kararlı olduklarını bildirmektir.

Bunun üzerine Hz. Lût kavmini tehdit ederek şöyle dedi: Sizinle çarpışa­cak bir kuvvete sahip olsaydım, size karşı bana destek verecek ve yardım ede­cek yakınlarım olsaydı, sizin kötülüğünüze engel olabilseydim sizinle savaşır­dım, sizin arzu ettiğinize ulaşmanızı engellerdim.

Hz. Lût (a.s)'u endişeye sevkeden misafirlerine karşı rezil-rüsvay olma korkusundan sonra melekler ona kavminin azapla helak olacağını ve kendisi­nin kurtulacağını müjdeleyerek şöyle dediler:

"Ey Lut! Bizler seni kavminin şerrinden kurtarmak ve onları helak etmek için gönderilen Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana veya misafirlerine asla hiçbir kötülük yapamayacaklardır."

O anda Allah onların gözlerini kör etti. Ne Lût'u, ne de yanındakileri göre­mez oldular. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede şöyle buyuruyordu: "Şüp­hesiz onlar Lâftan misafirlerini kendilerine vermesini istemişlerdi. Biz de onla­rın gözlerini silme kör ettik. Haydi azabımı ve uyarılarımı (dinlememenin ceza­sını) tadın, dedik." (Kamer, 54/37).

Melekler devamla şöyle dediler: Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Yani geceleyin bu kasabadan çık. Bunun için kasabanın hudutlarını geçmen yeterlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nihayet o kasabada bulunan müminleri çıkardık. Zaten biz orada bir tek ailenin dışında müslü-man bulamadık." (Zariyat, 51/35-36).

Hiçbiriniz sakın arkasına bakmasın. Zira ona azaptan bir şey isabet eder, yahut onlara şefkat besler. Emrolunduğunuz tarafa doğru yürüyün.

Ailenle birlikte git. Ancak hanımın hariç. Onu beraberine alma. Çünkü onlara isabet eden azap hanımına da isabet edecektir. Zira o kâfir ve hain idi.

Bundan sonra gece yürümenin sebebi zikredildi. Şüphesiz onların azabı ve azabının başlangıcı sabah fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan va­kittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Onları şafak vakti korkunç bir çığ­lık yakaladı." (Hicr, 15/73).

"Sabah vakti yakın bir vakit değil mi?" Bu vaktin seçilmesinin sebebi hep­sinin evlerinde bulundukları bir vakit oluşudur.

Rivayet edildiğine göre Melekler Hz. Lût (a.s.)'a "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır" dediklerinde Hz. Lût (a.s.) "Beri bundan daha çabuk, hatta şu anda helak edilmelerini istiyorum" demiş, melekler de "sabah yakın değil mi?" demişlerdi. Müfessirler diyor ki: Hz. Lût (a.s.) bu sözü işitince ailesiyle birlikte geceleyin kasaba dışına çıkmıştı.

Fecir vakti olup da azap etme emrimizi yerine getirmek için kazamız icra edilince Sodom kasabasının altını üstüne çevirdik. Onları yerin dibine geçirdik. Üzerlerine, sertleşmiş çamurdan yapılmış taşlan peşpeşe sağanak halinde yağ­dırdık. Bu taşlar azap için işaretlenmiş, üzerlerinde Rabbin tarafından Onun hazinelerinde hususi alâmet konulmuştu.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini yere gömen de O'dur. Onları o kuşatan azap kuşatmıştı." (Necm, 53/53-54).

Kim yere düşüp ölmemişse Allah onun üzerine kızgın taşlar (kuvvetli taş­laşmış çamur) yağdırmıştı.

Tefsir'de "emtarna" azap için "matarna" rahmet için kullanılır, denilmek­tedir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün zalimlere tehdit mahiyetinde bu kıssa­dan alınacak ders ve ibreti şöyle zikretti: "Bu azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir." Bu azap veya bu azabın meydana geldiği kasaba, Mekke halkı gibi zulmetmekte onlara benzeyen kimselerden uzak değildir. Bundan maksat Cenab-ı Hak onlara da bu şekilde azap edebilir, demektir.

Enes b. Malik (r.a.) diyor ki: Rasulullah (s.a.) bu ayeti Cebrail'e sordu. O da "Yani senin ümmetinin zalimlerinden uzak değildir. Onlardan hiçbir zalim yoktur ki, bugün-yann üzerine düşecek taş ile azaba maruz olmasın" dedi.

Bu ifadede her zaman ve her yerde zalimler için alınacak ders ve ibret var­dır. "Baîd" kelimesinin müzekker olarak gelmesi "uzak bir yer" manasına da kullanıldığı içindir.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz1?" (Sâffât, 37/137-138) Sizler sabah akşam yolculuk yaparken onların kasabasından geçiyorsunuz. Onlara inen bu belâyı hiç düşünmez, ibret almaz mısınız?.. [88]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Lût (a.s.) ve kavmi kıssası aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Mümin Allah'ın koyduğu yasaklara karşı gayret sahibidir. Belâ inme­den önce olayların meydana gelmemesi için gayret eder.

Melekler Hz. İbrahim (a.s.)'in yanından çıkınca Hz. Lût (a.s.)'un iki kızıyla karşılaştılar. Hz. İbrahim (a.s.)'in kasabası ile Hz. Lût (a.s.)'un kasabası arası 4 fersah (13 mil=23,4 km.) idi. Hz. Lût (a.s.)'un kızları nehirden su alırken me­lekleri gördüler. Melekler gayet yakışıklı idiler. Peygamber kızları meleklere:

- Durumunuz nedir? Nereden geliyorsunuz? diye sordular. Melekler:

- Şu kasabadan geliyoruz. Bu kasabaya geldik, dediler. Peygamber kızları:

- Ama bu kasaba halkı fuhuş yapmaktadır, dediler. Melekler:

- Peki, bizi misafir edecek kimse var mıdır? diye sordular:

-  Evet! Şu yaşlı zat vardır, deyip. Hz. Lût (a.s.)'a işaret ettiler. Hz. Lût (a.s.) misafirlerin durumunu görünce kavminin onlara zarar vermelerinden korktu.

2- Lût kavminin fuhuş yapmak için süratle misafirlerin bulunduğu eve gelmeleri melekler ve başkaları için onların acıklı bir azaba ve süratli bir ceza­ya lâyık olduklarına kesin bir delil idi.

Onların koşup gelmelerinin sebebi ise şu idi. Hz. Lût (a.s)'un kâfir olan hanımı misafirleri ve misafirlerin yakışıklılığını görünce evinden çıkarak kav­minin bulunduğu meclise geldi. Onlara "Bu gece Lût, evinde benzeri görülme­miş şöyle şöyle yakışıklı delikanlıları misafir etmektedir" dedi. Bunun üzerine insanlar koşarak Hz. Lût (a.s.)'un evine geldiler.

Anlatıldığına göre melekler Hz. Lût (a.s.)'un kasabasına geldiklerinde Hz. Lût (a.s)'u bir bahçede bulmuşlardır. Kızı da Sodom nehrinden su alıyordu... Kıssanın devamı daha önce geçtiği gibidir.

3- Lût kavmi kötü fiiller işliyorlardı. Adetlerinden biri de erkeklerin er­keklerle cinsi münasebette bulunmalarıydı. Kavmi Hz. Lût (a.s.)'a gelip misa­firleri isteyince Hz. Lût (a.s.) misafirlerini korumak için "işte kızlarım" demiş, kavmine kadınları nikahlamaları ve erkek misafirler yerine kızları tercih et­meleri yolunu göstermişti.

Rivayete göre Hz. Lût (a.s.) kavmini bu durumda nikaha teşvik etmişti. Çünkü o sırada sünnet, kâfir erkeğin mümine kadınla evlenmesine caiz olduğu idi. Bu durum İslâm'ın ilk yıllarında caiz olup sonra neshedilmişti. Peygambe­rimiz (s.a.) bir kızını Ukbe b. Ebi Leheb'e, diğer kızını da peygamberlik ve va­hiyden Önce Ebil-As b. Rabi'ye nikahlanmıştı. Kızlarının kocaları o sırada kâfir idiler.

Mücahid, Said b. Cübeyr gibi müfessirlerden bir grup şöyle demişlerdir: Hz. Lût (a.s.) "kızlarım" ifadesiyle kavminin kadınlarına işaret etmiştir. Çünkü bir kavmin peygamberi onların babası sayılır. İbni Mes'ud'un kıraatinde yer alan "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha yakındır. Peygamberin hanımları müminlerin anneleridir. Peygamber de onların babalandır" ifadesi bu manayı teyit etmektedir. Görüldüğü gibi bu görüş en uygun ve doğruya en yakın görüştür.

4- İkram sever, asil, şahsiyetli kişi misafirlerinin şahsiyetini koruyan kişi­dir. Bunun için Hz. Lût (a.s.) "Allah'tan korkun. Beni misafirlerime karşı rezil etmeyin." Yani beni hiçe alırcasına davranmayın, beni rüsvay eylemeyin, dedi.

Daha sonra "içinizde aklı başında -yani iyiliği emredip kötülüklerden neh-yedecek, olgun, salih, ıslah edici- bir kişi yok mu?" dedi. Rüşd ve reşad, hidayet ve istikamet demektir.

5-  Kim fesat ve fuhşa alışırsa dürüstlük ve temizlikten uzak olur. Bu sebeple Lût kavmi "Biliyorsun ki bizim senin kızlarına ihtiyacımız yoktur." Yani bizim senin kızlarında bir arzumuz yoktur. Onları istemiyoruz. Bizim kadınları nikahlamak gibi âdetimiz de yoktur. Çünkü kadınları nikahlamak bizim meto­dumuz dışında veya bizim üzerinde bulunduğumuz yolun haricinde bir iştir. Bizim kızlara karşı bir ihtiyacımız yoktur. Yahut sen bizim kızlarla-kadınlarla evlendiğimizi görmüş değilsin. O halde bu ifade ciddiyeti olmayan bir arz etme­dir. Ayetteki "hakkımız yok" ifadesi kızlarına karşı "ihtiyacımız, arzumuz yok" manasmdadır.

Lût kavmi bundan sonra gerçek arzularını şu sözleriyle bildirdiler: "Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun." Bununla misafirlere işaret ediyorlar, arzularının erkeklerle münasebet kurmak olduğunu, kendilerinin bu hususta arzulu olduklarını ifade ediyorlardı.

6- Hz. Lût (a.s.) onları engellemek ve korkutmak için kavminin bu tutu­mundan, delâlette devam etmelerinden, onlara karşı zayıf ve onları engelle­mekten aciz olması sebebiyle rahatsız olduğunu ortaya koymaktan son derece kızgınlık ve tehditten başka bir çare bulamadı. Onları engellemek için yardım­cıları olmasını temenni etmişti. Çaresizlik ve bitkinlik içinde "Keşke benim size yetecek gücüm olsa..." yardımcılarım veya bana destek olanlar bulunsa fesatçı­lara engel olurdum, onlarla yapmak istedikleri fuhuş arasında mani olurdum. Yahut keşke sığınacağım bir sığınak, bir kabile veya fuhuş ve işleyenlere, zu­lüm ve zalimlere, fısku fücur ve fasıklara karşı bana destek olacak yakınlarım olsa! demişti.

Bu ifade Hz. Lût (a.s.)'un o fuhuş ehlinin misafirlerine tecavüzde bulunup rezil etmeye kalkışmaları sebebiyle, son derece endişe ve üzüntü içinde bulun­duğuna delildir.

7- Melekler Hz. Lût (a.s.)'un üzüntüsünü ızdırabını ve onları müdafaa etti­ğini görünce kendilerini tanıttılar ve "Ya Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz, dedi­ler."

Hz. Lût (a.s.) onların elçi olduklarını öğrenince kavminin içeri girmesine müsaade etti. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) elini gelenlerin gözlerine koydu. Anında kör oldular. Elini gelenlerin ellerine koydu o anda elleri kurudu, felç ol­dular.

Melekler Hz. Lût (a.s.)'u "Onlar sana hiçbir şekilde kötülük yapamayacak­lardır" diyerek mutmain kıldılar.

Meleklerin bu sözü beş çeşit müjdeyi ihtiva ediyordu.

a) Kendilerinin Allah'ın elçileri (melekler) olduğu müjdesini,

b) Kâfirlerin niyet ettikleri kötülüğe ulaşamayacakları müjdesini,

c) Allah Tealâ'nın onları helak edeceği müjdesini,

d) Allah Tealâ'nın onu ailesiyle birlikte bu azaptan kurtaracağı müjdesini.

e) Onun dayandığı köşenin sağlam oluşu, yardımcısının Allah olduğu müjdesi.

8- Allah Tealâ'nın rahmeti ve adaleti müminlerin kurtulmasını, kâfirlerin helak olmasını gerektirmiştir. Bu, peygamberin bir mucizesi, O'nunla beraber iman edenlere Allah'ın bir ikramı, zalimlere karşı bir tehdit, kâfirlere karşı bir korkutmadır.

Allah, Hz. Lût (a.s.)'u ve aile halkından -hanımı hariç- sadece iki kızını kurtarmış, kavmini de helak etmiştir.

9- Lût kavminin helak edilmesi tan yerinin ağarması ile Güneş'in doğuşu arasında Cebrail (a.s.)'in Lût kavmine ait köyleri ters-yüz ederek altını üstüne çevirmesiyle meydana gelmiştir. Bu köyler beş tane idi. Sodom (en büyük köy idi), Amura, Dadûma, Da'vah ve Katem.

Yani bu azabın iki sıfatı vardı:

Birincisi: "Yaşadıkları köylerin altını üstüne çevirdik" ayetidir. Cebrail bu köyleri bir defada ters-yüz etmiş, sonrada yere vurmuştu.

İkincisi: "Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık" ayetidir. Bu şekil azap vermede iki yönden mucizedir.

a) Toprağın yerinden alınıp göğe çıkarılması harikulade (olağanüstü) bir harekettir.

b) Diğer köyleri hiç sarsmadan bu kadar uzak mesafeden köylerin yere çarpılması gayet acaip bir haldir.

Ayrıca Hz. Lût (a.s.) ve aile halkı bu yere yakın oldukları halde bu belânın onlara ulaşmaması da gayet büyük bir mucizedir.

10- Allah Tealâ Lût kavmine atılan taşların üç özelliğini belirtti.

a) "Siccîl" yani çok sert oluşu, yahut taşlaşmış çamurdan oluşu.

b) "Menzûd" yani peşpeşe, ardarda, sağanak halinde yağmaları.

c) "Müsevveme" yani işaretli oluşları, taşların üzerinde mühür gibi alâmet bulunması.

"Rabbinin nezdinde işaretlenmiş" ifadesi hakkında Hasan-ı Basrî "Bu ifa­de bu taşların yeryüzündeki taşlardan olmadığına delildir" demiştir.

"Bu azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir" ayetindeki zalimler Lût kavmidir. Yani bu azap onlara tam manasıyla isabet etmiştir. Bu azap aynı za­manda Mekke halkı ve diğer zalimler için de bir ders ve ibrettir.

Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetimin sonunda bir topluluk gelecek, bunların erkekleri erkeklerle kadınları da kadın­larla yetinecek. Bu, olduğu zaman Lût kavminin azabını yani "Allah 'in bunlar üzerine kızgın taşlar göndermesini bekleyin." Sonra da Rasulullah (s.a.) şu aye­ti okumuştur: "Bu azap zalimlerden (hiçbir zaman) uzak değildir." (Hûd, 83).

11- "Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık" ayeti kim Lût kavminin fiilini yaparsa ona verilecek hüküm recm (toprağa gömülüp taşlan­mak) cezasıdır. Nitekim bu husus A'raf suresinde de geçmişti. [89]

 

Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası

 

84- Medyen'e de (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. (Şuayb) şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutma­yın. Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım.

85- "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyaları­nı eksik olarak vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık yapmayın."

86-  "Eğer inançlı kimseler iseniz, Al­lah'ın sizin için geriye bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üze­rinizde bekçi değilim."

87-  (Medyen kavmi) şöyle dediler: "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığını bırakma­mızı ve mallarımızda dilediğimiz şeyi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hem de sen cidden yu­muşak huylu, aklı başında bir adamsın."

88-Şuayb da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana. Benim Rabbim tarafın­dan açık bir delilim varsa, ve o beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızık-landırdıysa... (Ben O'na nasıl karşı gele­bilirim?) Ben> sizlere yasak ettiğim, şey­leri kendim yapmak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi is­terim. Benim muvaffak olmam ancak Allah'tandır. Sadece O'na güvendim ve sadece O'na yönelirim.

89-  "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh veya Hûd yahut Salih kavimlerinin başlarına gelenler gibi, size bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir."

90- "Rabbinizden affınızı isteyin. O'na dönün. Şüphesiz ki Rabbim çok merha­metlidir, çok sevendir."

91-  (Bunun üzerine) kavmi şöyle dedi: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin ço­ğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramız­da çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin."

92- Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Size gö­re benim kabilem Allah'tan daha mı üs­tün ki, Allah'a sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim, (yaptıklarınızı il­miyle) kuşatmıştır."

93- "Ey kavmim! Olduğunuz yerde de­vam edin. Ben de amelime devam ede­ceğim. İleride rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı oldu­ğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, . ben de sizinle beraber bekliyorum."

94-  (Azap etme) emrimiz gelince Şu-ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında yığılıp kaldılar.

95-  Sanki orada hiç yaşamamışlar gi­bi... (izleri silinip gitti). İyi bilin ki da­ha önce Semud kavmi (Allah'ın rahme­tinden) uzaklaştığı gibi, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.

 

Belagat:

 

"... Çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım." (Hûd, 84). Bura­da aklî mecaz sanatı vardır. Kuşatma kelimesi cisim olmayan zamana, yani gü­ne ve o gündeki azaba isnat edilmiştir.

"... O'na sırt çeviriyorsunuz." Burada istiare-i temsiliyye vardır. O'nu sırtın arkasına atılan şey gibi telakki ediyorsunuz, demektir. [90]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Medyene de" yani Medyen halkına da "kardeşleri Şuayb'ı peygamber ola­rak gönderdik." Medyen, İbrahim (a.s.)'in oğlu Medyen'in kurduğu ve O'nun is­miyle anılan kasabadır. Şuayb "Dedi ki: Ey kavmim!" Sadece "Allah'a kulluk edin."

"Ben sizi nimet içinde görüyorum." Yani sizi servet ve nzık bolluğu içeri­sinde ve hile yapmanıza ihtiyaç bırakmayacak bir hal içerisinde yahut sizi Al­lah Tealâ tarafından verilen nimet içerisinde görüyorum. Bu nimetin hakkı da yaptığınız şekilden başkasıyla mukabelede bulunmaktır. Yahut hayır içinde görüyorum. Üzerinde bulunduğunuz bu hayırlı durumu kaybetmeyin, demektir.

Eğer iman etmezseniz "sizin için çepeçevre kuşatacak" içinizden hiçbir kimsenin kurtulamayacağı ve hepinizi helak edecek "bir günün azabından kor­kuyorum. " "Gün" kelimesinin "azap" ile tavsif olunması, azabın gündüz meyda­na gelmesi sebebiyle mecazdır.

"Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın." Burada ölçü ve tartıyı "eksik yapmak'tan nehyettikten sonra, onların kasden hile yapmayı bırakmalarının onlar için yeterli olmayacağını, bilakis onların ölçü ve tartıyı tam yapmaya gayret etmelerinin gerekli olduğunu tenbih etmek için ve müba­lağa kasdıyla "ölçü ve tartıyı tam yapma"yı emretti.

"İnsanlara eşyalarını eksik olarak vermeyin." Onların haklarından hiçbir şey eksiltmeyin.

'Yeryüzünde fesatçılık, bozgunculuk yapmayın." Yani hakkı eksik vermek yahut adam öldürmek, yahut hırsızlık ve yağmalama gibi fesat çıkarmayın. Üç cümleden meydana gelen 85. ayetteki son iki cümle hususi bir ifadeden sonra umumi bir ifadeye geçmektedir. "Eksik olarak vermeyin" ifadesi de haklarda noksanlaştırmayı ve diğer fesat çeşitlerindeki bozgunculuğu da şamildir.

"Eğer inançlı kimseler iseniz" Yani iman etmeniz şartıyla... Zira salih ame­lin sevabı ve kurtuluş iman şartına bağlıdır. Bu şartla "Allah'ın sizin için geri­ye bıraktığı şey" yani ölçü ve tartıyı tam olarak yaptıktan sonra sizin için geri kalan rızık veya size haram olan şeyden sakındıktan sonra Allah'ın sizin için geriye bıraktığı helâl rızık, "sizin için" eksik ölçüp-tartmakdan ve hilekârlıkla topladığınız mallardan "daha hayırlıdır."

"Ben sizin üzerinize bekçi değilim" ki sizi çirkin şeylerden koruyayım; ya­hut murakıp değilim ki, sizin amellerinizi tespit edip size bu amellerin karşılı­ğını vereyim. Ben sadece uyarıcı, nasihat ve tebliğ ediciyim. Sizi uyardığım za­man artık hiçbir mazeretimiz kalmaz.

Hz. Şuayb (a.s.) Medyen kavmine tevhidi (Allah'ı bir tanımalarını) emret­tikten sonra ona alaylı bir şekilde cevap verdiler. "Dediler ki: Ey Şuayb! Atala­rımızın taptıklarını" yani putları "bırakmamızı ve mallarımızda dilediğimiz şe­yi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?" Ayetin manası şudur: Bu hayra davet eden hiçbir davetçinin davet etmeyeceği batıl bir şeydir. Onlar bununla Hz. Şuayb (a.s.)'ın namazıyla alay etmek istiyorlardı. Çünkü Hz. Şu­ayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Bundan dolayı özellikle namazı zikretmişler­di. Medyen kavmi şunu diyorlardı: Senin davetini hiçbir akli sebep teyit etme­mektedir. Seni buna sevk eden şey devamlı kıldığın namaz cinsinden birtakım kuruntu ve vesveselerdir.

"Hem de sen cidden çok yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın." Bunu alay etmek için söylemişler, gerçek vasfının bu ifadenin zıddı olduğunu kaste­derek onunla eğlenmek istemişlerdi. Halim, teenni ile (büyük bir titizlikle ve ağırbaşlılıkla) hareket eden akıllı kişi, reşid ise hidayet üzere dosdoğru devam eden, bu yolda sabit olan kişi demektir.

"Şuayb da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana, benim Rabbim tarafın­dan açık bir delilim varsa" ki bu ifade Allah'ın ona ihsan ettiği ilim ve peygam­berliğe işarettir; "... ve O beni kendi nezdinde güzel bir rızıkla rızıklandırdıy-sa..." "Minhü" kelimesindeki zamir Allah'a aittir. Bu ifade ile Allah'ın ona (Hz. Şuayb'e) ihsan ettiği helâl rızka işarettir. Yani "Ben o helâl rızka eksik tarta­rak, hile yaparak haram mı bulaştırayım?' demektedir. Ayetteki şart cümlesi­nin cevabı hazfedilmiştir. Takdiri ise şöyledir: Benim bu ruhani ve cismani sa­adetten sonra Onun vahyine ihanet etmem, Onun emir ve nehiylerinde aykırı davranmam makul olur mu? Hz. Şuayb (a.s.)'m bu cevabı kavminin alışılagel­miş âdetlerini değiştirmesini ve ataların dinini yasaklamasını yadırgamalarına karşı bir mazeret beyanıdır.

"Ben sizlere yasak ettiğim şeyleri" aykırı davranarak onları "kendim yap­mak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim." Yani sizi adaletle ve iyiliği emretmek, kötülüğü engellemek suretiyle ıslah etmek iste­rim.

"Benim muvaffak olmam, ancak Allah'tandır." Benim buna ve bundan başka taatlere güç yetirmem, hakka ve doğruya isabet etmem ancak Onun hi­dayeti ve yardımıyladır.

"Sadece O'na güvendim." İşimi O'na havale ettim. Çünkü o her şeye imkâ­nı olan, kadir olandır. O'ndan başkaları acizdirler. Hatta yok hükmündedir, iti­bar dereceleri düşüktür. Burada sırf tevhide işaret edilmektedir.

"Sadece O'na yönelirim." O'na dönerim, dönüşüm O'nadır. Bu ifade de ger­çek dönüşü -ahireti- bilmeye işarettir. Mef ulun fiile takdim edilmesiyle bu ifa­de de hasr (yalnız Ona ait oluş)ifade etmektedir.

Bu kelimelerde Allah Tealâ tarafından hakka isabet etmeye muvaffak kı­lınma arzusu, bütün işlerde O'nun yardımını isteme, O'na yönelme, kâfirlerin ümitlerini tamamen kesme, onların düşmanlıklarına aldırış etmeme ve kâfirle­ri ceza için Allah'a dönecekleri şeklinde tehdit etme manaları bulunmaktadır.

"Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz" yani sizinle olan şiddetli ihtilâfım ve bana düşman olmanız "Nuh" kavminin başına gelen tufanda boğulmak, "veya Hûd" kavmine isabet eden kasırga ve "Salih kavminin başına gelen" korkunç sarsıntı "gibi size bir musibet getirmesin." Yani böyle bir şeye sebep olmasın.

"Lût kavmi de sizden pek uzak değildir." Yani Lût kavminin yerleri yahut helak edilme zamanı, yani hem yer hem de zaman bakımından size uzak değil­dir. Lût kavminden önceki kavimlerden ibret almazsanız, hiç olmazsa onlardan ibret alın.

"Baîd (uzak)" kelimesinin müfred oluşunun sebebi kelimenin ya onların helak olması uzak değildir, yahut onlar uzak bir şey değildir, yahut uzak bir zamanda değildir veyahut uzak bir yerde değildir manasında olması sebebiyle­dir.

"Rabbinizden affınızı isteyin, sonra O'na dönün."

"Şüphesiz ki Rabbim" müminlere "çok merhametlidir." Tevbe edenlere rah­meti büyüktür. "Çok sevendir" müminleri sever. Onlara gayet içten seven biri­nin sevdiğine yaptığı lütuf ve ihsanı yapar. Bu ifade günahta ısrar edene karşı yapılan tehditten sonra, tevbe eden kullara vaadde bulunma anlamı taşımak­tadır.

Bunun üzerine Medyen halkı, Hz. Şuayb (a.s.)'a pek aldırış etmediklerini bildirmek için "Şöyle dediler:" Tevhid hakkında "Biz senin söylediklerinin çoğu­nu anlayamıyoruz." Ayette geçen fıkıh, ince ve derin anlayış demektir.

"Şüphesiz seni aramızda çok zayıf düşük "bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen" yani yakınların ve kavmin "olmasaydı seni taşlayarak öldürürdük."

Ayette geçen "raht", üç ile on kişi arasında insandan oluşan gruba denir.

"Esasen sen bizim aramızda itibarı olan" taşlanmayacak kadar değerli "bir kişi de değilsin." Bu tavır deliller karşısında perişan olan beyinsiz kişilerin tavrıdır. Böyleleri hüccet ve delillere söverek ve tehditle karşılık verirler.

Şuayb (a.s.) "Dedi ki: Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı üstün ki" beni Allah için değil de onların hatırına öldürmeyip sağ bırakıyor­sunuz. "Allah'a sırt çeviriyorsunuz." O'na başka şeyi şirk koşmakla O'nu arka­ya atılan bir şey gibi telakki ediyor, O'nun hakkını gözetmiyorsunuz. Yahut O'na şirk koşmakla ve peygamberini küçümsemekle O'nu arkaya atılan unu­tulmuş bir şey gibi kabul ediyorsunuz.

"Şüphesiz ki Rabbim yaptıklarınızı ilmiyle kuşatmıştır." Onların karşılığı­nı size verecektir. Çünkü Ona bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz.

"Ey kavmim! Olduğunuz yerde" yani o kuvvete sahip olarak "devam edin. Ben de" bu durumda "amelime devam edeceğim."

Allah Tealâ'nm kime azap edeceğini "ileride bileceksiniz."

Amelinizin sonunu "Bekleyin bakalım. Ben de sizinle beraber bekliyorum."

Bu ifadenin benzeri En'am suresinde (135. ayette) ve başka surelerde "fe" harfiyle "fe-sevfe" şeklinde gelmiştir. Burada "fe" harfi küfür üzerinde ısrar et­menin azaba sebep olduğunu açıklamak içindir, "fe" burada hazfedilmiştir. Çünkü bu ifade "Bundan sonra ne olacak?" diye soran kişiye cevap mahiyetin­dedir. Bu haliyle dehşeti ifade etme hususunda daha beliğ bir ifadedir.

Onları helak etme "emrimiz gelince Şuayb'ı ve onunla birlikte iman eden­leri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık yakaladı." Cebrail (a.s.) yüksek sesle nida etti ve hepsi helak oldular.

"Böylece yurtlarında yığılıp kaldılar." Yani dizleri üzerine çöküp ölü olarak yere yığıldılar.

"Sanki onlar hiç yaşamamışlar" yani orada hiç oturmamışlar "gibiydiler."

"İyi bilin ki daha önce Semud" kavmi Allah'ın rahmetinden "uzak kaldığı gibi Medyen kavmi de öylece uzak kalmıştır." Medyen kavmini Semud kavmine benzetmesinin sebebi Semud kavminin azabının da korkunç bir çığlık şeklinde oluşudur. Ancak onlara gelen korkunç çığlık yerin altından gelmiş, Medyen'e gelen çığlık ise üstten (gökyüzünden) gelmişti. [91]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa, bu surede zikredilen kıssaların altıncısıdır. Bu kıssa daha önce A'raf suresinde de zikredilmiştir. Zikredildiği her yerde üslûp ve ifadeler farklı olmakla beraber kıssa öğüt ve ibret almak, çeşitli hükümler çıkarmak için an­latılmıştır.

Bu kıssa burada Hz. Şuayb (a.s.)'ın davetini tebliğ etmesi, kavmiyle tartış­ması ve kavmine cevap vermesi, kavmini azapla uyarması, sonra bilfiil azabın meydana gelmesi ve müminlerin kurtulması konularını ihtiva etmektedir.

Medyen, Hicaz ile Şam arasnda Maan yakınlarında bir şehirdir ve kurucu­sunun, Hz. İbrahim (a.s.)'in oğlu Medyen'in, adıyla anılmaktadır. [92]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah'ı Medyen halkına aynı kabileden ve aralarında nesebi en şeref­li olanlardan Şuayb'ı peygamber olarak göndermiştir. Şuayb kavmine şöyle de­di: Ey Kavmim! Sadece bir olan, ortağı olmayan Allah'a kulluk edin. Bu, ima­nın aslı olan tevhidi emretmektir.

Bundan sonra ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan nehyederek şöyle dedi: Ölçü ve tartıda insanların haklarını eksik vermeyin. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hali­ne! Onlar insanlardan bir şey alırken tam alırlar. Başkalarına bir şey ölçüp tartarken de eksik tutarlar." (Mutaffifin; 83/1-3).

Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizi insanların hakkında tamah etmek ve onların hakkıyla oynama alçaklığına düşmekten kurtaracak kadar servet, rızık bolluğu ve refah içinde görüyorum. Sizin için Allah Tealâ'nın haramlarını çiğnemeniz sebebiyle içinde bulunduğunuz nimetlerden mahrum olmanızdan ve hepinizi toptan kuşatıp geride hiçbir kimseyi bırakmayacak bir azaptan kor­kuyorum. Bu ya dünyadan toptan helak olma azabı yahut cehennemdeki ahiret azabıdır.

Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı, alırken de verirken de adaletle ve tam ola­rak yapın.

Bu, ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan sonra sadece hilekârlık yapmaktan ka­çınmanın yeterli olmadığına, bilakis biraz fazlalıkla bile olsa tam almanın ve tam vermenin gerekli olduğuna işaret edip tekitte bulunmaktır.

Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra her şeyde noksanlık yapmayı yasaklayarak şöyle dedi: İnsanlara eşyalarını noksan olarak vermeyin. Yani insanların hak­kında haddi aşmaktan, zulmetmekten sakının. Yeryüzünde din ve dünya men­faatlerinden hiçbir şeyde bozgunculuk yapmayın. Yol kesicilik yaparak fesat çı­karmayın. (Medyen kavmi yol kesicilik yapıyorlardı.)

"Lâ ta'sevu..." el-A'svü ifadesi dinî ve dünyevî, insan haklarına ait olsun-olmasm her çeşit noksanlığı ihtiva eder. Bundan sonra gelen "müfsidîn" keli­mesinin manası ise bozgunculuk çıkarmak kasdıyla demektir. Dolayısıyla yan­lışlık sonucu veya ıslah niyetiyle yapılan işlerde günah yoktur.

Ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra geriye kalan helâl kazanç sizin için haramdan daha hayırlıdır. Daha çok bereketlidir, haram yoluyla aldığınız şeyin sonucundan daha güzeldir. Ancak mümin olmanız şartıyla... Çünkü geri kalan helâl kazancın hayırlı oluşu iman halinde gerçekleşir. Küfür ve inkâr duru­munda hiçbir amelde hayır yoktur. Ayrıca iman itaate teşvik eder, götürür. Zira onlar mümin iseler, sevap ve cezayı kabul ediyorlarsa sevap kazanmaya ve azaptan kurtulmaya vesile olacak şeyleri elde etmeye çalışırlar. Bu da ölçü ve tartı esnasında haram olan pek az bir şeyi almaya çalışmalarından daha hayır­lıdır.

Ben sizin amellerinizin bekçisi, kontrolcüsü değilim, sizi çirkinliklerden men edecek gücüm de yok. Ben sadece güvenilir bir nasihatçıyım. O halde Al­lah için kendi içinizden gelen arzu ile helâli ve farz olanı yapın. Bunu da insan­lar görsün diye yapmayın. Benim üzerime düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Sözlerin ve davranışların hesabı Allah'a aittir.

Cenab-ı Hak bundan sonra sadece Allah'a ibadet etmeyi emretmesi, ölçü ve tartıda hilekârlık veya eksiklik yapmalarını yasaklaması hususunda Med-yen halkının Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevaplarını nakletti.

Birincisi: Allah'a ibadet etme hakkında idi. Şöyle demişlerdi: "Ey Şuayb! Senin namazın (özel ibadetlerin) sana atalann-babalann ibadeti olan putlara heykellere tapınmayı bırakmamızı mı emrediyor?" Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Kavmi de bu sözlerini alay ve küçümseme edasıyla söyle­mişler, din ve iman konusunda körükörüne taklit metoduna sarıldıklarını ilân etmişlerdi. Bu ifadeleri, bugün ıslahçı bir din alimine "Senin ilmin veya hocalı­ğın seni şu işlediğimiz âdetleri (yani bidatleri) terk etmeye mi sevkediyor?" de­nilmesi gibidir.

İkinci cevapları ise hilekârlığı terk etmek hususunda idi. Bu konuda şöyle demişlerdi: Senin namazın sana bizim mallarımızda dilediğimiz şekilde hare­ket etmemeyi mi emrediyor? Maksatları onların mallarında hür olduklarını, kendilerinin menfaati olan hususlarda diledikleri gibi tasarruf edebilecekleri­ni, zekât vermeyip mallarını hiçbir şekilde hayır yolunda harcamayacaklarını, sadece çeşitli vesilelerle mallarını artıracaklarını beyan etmekti. O halde senin bize emrettiğin ölçü ve tartıda hilekârlığı ve sahtekârlığı bırakmak, az ve helâl malla kanaat etmek, az ve helâl malı değerlendirme ve çoğaltma siyasetine zıt idi. Bu da bizim ekonomik bağımsızlığımızı sınırlamaktan başka bir şey değil­dir, demek istiyorlardı.

Kısaca: Kavminin her iki hususta Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevapları, onların körükörüne taklide sımsıkı sarılmak hatası ve sahibinin helâl-harama aldırış etmediği bir tamahkârlık içine düştüğünü göstermektedir.

Medyen kavmi bu alaylı tavırlarını "Hem de sen cidden çok yumuşak huy­lu, aklı başında bir adamsın" sözüyle tekit ettiler. Bununla onu, bu vasıfların tam zıddı olan bilgisizlikle aşırı gitmekle, düşüncelerinde ahmaklık, davranış­larında tutarsızlıkla suçlamak istediler, alay etmek için de aksini söylediler.

Hz. Şuayb (a.s.) da bunun üzerine küfür yanlılarının arzularını tek kelime ile kesti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Söyleyin bana. Ben davet ettiğim hususlar­da Rabbim tarafından basiret ve tam bir yakın ilim üzerinde isem, size emretti­ğim ve yasakladığım konularda açık bir delil, bir hüccet üzerinde isem ve Rab­bim beni kendi nezdinden, peygamberlik ve hikmet gibi güzel nimetlerle, yahut hiçbir hilekârlık ve sahtekârlık yapmadan helâl, temiz, güzel rızıklarla rızık-landırmışsa... Söyleyin bana. Ben Rabbim tarafından yakinen gönderilmiş, doğru bildiğim bir yol üzerinde ve gerçekten peygamber isem, bu durumda size put ve heykellere tapmayı bırakmanızı, günahlardan elinizi çekmenizi emret­memem doğru olur mu? Halbuki peygamberler sadece bunun için gönderilmiş­lerdir". Bu sözün cevabı zikredilmiştir.

"Ben size bir şeyi yasaklayıp da kendim gizlice buna aykırı davrananam, bunu, sizden ayrı olduğum yerlerde gizlice yapamam." Bu ifadeden murad, Ben size bir şeyi yasaklamışsam onu kesinlikle yapmam. Bu prensibe sımsıkı bağlıyım" demektir.

Daha sonra asıl görevi bir defa daha tekit etti: "Sadece gücümün yettiği kadar vaaz ve nasihatlerimle iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak suretiyle ıslah etmeyi isterim. Bu hususta hiçbir gayreti de esirgemem." Burada kendisi­nin akıl ve hidayet hususunda gayet tutarlı olduğuna, onların olaylarında da tutarsız olduklarına ima vardır.

"Gerçekleştirmeyi istediğim hususlarda ve gerçeği bulmamda muvaffaki­yetim ancak Allah'tandır. Bu O'nun hidayeti ve yardımıyladır. Ben bu davamı tebliğ için de olmak üzere- bütün işlerimde sadece Ona güvendim ve sadece Ona yönelirim, O'na iltica ederim." Bu ifadeler Hz. Şuayb'ın davet hususunda kavminin kötülük etmesinden korkmaksızın sebatkâr olduğu manasına gel­mektedir.

"Ey kavmim! Benimle ihtilâfa düşmeniz, bana kızıp düşmanlık etmeniz sakın içinde bulunduğunuz küfür ve fesatta ısrar etmenize sebep olmasın. Aksi takdirde sizin başınıza da Nuh kavminin tufanda boğulması, Hûd kavminin şiddetli bir kasırga ile helak olması, Salih kavminin de bir sarsıntı ile yok ol­ması gibi eski kavimlere isabet eden bir musibet gelebilir."

"Lût kavmine gelen azap ne zaman, ne de yer bakımından size uzak değil­dir. Daha öncekilerden ibret almazsanız onlardan ibret alın."

"Rabbinizden putlara tapmak, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi geçmiş gü­nahlardan dolayı Rabbinizden af dileyin. Sonra bundan sonraki kötü amelleri­nizde de Ona dönün. O'na itaate yönelin. Çünkü Rabbim kendine dönüp yöne­len kimseye çok merhamet edicidir. O, tevbe edenleri sever, tevbe edenlere kar­şı çok merhametlidir ve sevgi doludur. Onlara sevenin sevdiğine yaptığı iyilikleri yapar." Bu ifadede de günahlardan tevbe ve istiğfar etmenin onları ortadan kaldıracağına, dünya ve ahiretin hayrına sebep olacağına delildir.

Bütün bu konuşmalar ve mücadeleler boşa çıkınca Medyen kavmi Hz. Şu-ayb (a.s.)'ı küçümsemeye, tehdit etmeye ve ona asılsız bir takım suçlamalar is­nat etmeye, onu hiçe saymaya kalkıştılar.

Medyen kavmi şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb! Biz senin sözlerinin çoğunu anlamıyoruz."

Halbuki Hz. Şuayb (a.s.) Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi "Peygamberlerin hatibi" idi.

"Sen güçsüz bir kimsesin. Senin fayda vermek yahut zarar vermek husu­sunda hiçbir gücün, kuvvetin, kudretin yoktur. Senin cemaatin ve kabilen ol­masa, onların bizim üzerimizde şeref ve itibarı olmasa seni taşlayarak öldürür­dük. Senin bizim yanımızda hiçbir itibarın ve değerin yoktur, hiçbir saygınlığın ve gönlümüzde hiçbir yerin yoktur."

Raht, üçle on arası kişiden oluşan gruptur. Rahtur-racül ise kişinin dayan­dığı, kuvvet aldığı yakınlarıdır. Ayetin manası şöyledir: "Senin bizim yanımız­da itibarın olmayınca seni öldürmek ve sana eziyette bulunmak bizim için ko­laydır."

Kavminin söyledikleri bütün bu sözler Hz. Şuayb (a.s.)'ın ortaya koyduğu delilleri çürütememektedir. Bilakis bu sözler açık delil ve hüccete saçma-sapan, bilgisizce karşılık vermektir.

Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s.) onların beyinsizliklerine karşı şu ihtarda bulundu: "Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün, daha mı değerli ki, siz beni kabilem için bırakıyorsunuz da Allah için bırakmıyorsu­nuz? Halbuki Allah Tealâ emrine uyulmaya daha lâyıktır. Siz Allah'tan yüz çe­virdiniz, O'nu arkanıza attınız, Ona itaat etmiyor, hürmet ve ta'zimde bulun­muyorsunuz. O'nun cezası ve azabından korkmuyorsunuz. Şüphesiz ki benim Rabbimin ilmi amelinizi kuşatmıştır. O bütün durumlarınızı bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sizi cezalandıracaktır." Bu bir uyarı, tehdit ve korkutma idi.

Hz. Şuayb (a.s.), kavminin davetini kabul edeceklerinden ümidini kesince onlara karşı kesin ve sert bir tavır koyarak şöyle dedi:

"Ey kavmim! Aynı yolunuzda devam edin. Bana yapabileceğiniz elinizden gelen bütün kötülükleri yapın. Ben de Allah'ın bana verdiği kudretle kendi yo­lumda, kendi metodumla gayret edeceğim. Siz küfür ve delâlet üzerine devam edin. Ben de davet ve Allah'ın kutretine güvenmek üzerine sebat edeceğim." Bu ifadeler de bir tehdit idi.

Dünya ve ahirette rezil, rüsvay edici azabın kime ineceğini, benim mi sizin mi yalancı olduğunuzu pek yakında bileceksiniz. Size söylediğim azabın mey­dana gelmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyeceğim." Bu ifade onları oldukları gibi bıraktıktan sonra onlara açıkça azap tehdidir.

Nihayet onun doğru sözlü olduğunu teyit eden olay meydana geldi: Sonun­da onlara azap etme şeklinde emrimiz gelip onlar hakkındaki hükmümüz icra edilince peygamberimiz Şuayb'ı ve onunla birlikte olan müminleri bizim onlara tahsis ettiğimiz hususi bir rahmetle kurtardık. Zulümleri sebebiyle zalimleri korkunç bir çığlık kapladı: Bu gökyüzünden gelen helak edici, sarsıcı, çok şid­detli bir ses şeklindeydi.

Bu durum A'raf süresinde "korkunç bir sarsıntı", Şuara suresinde de "bu­lutlu günün azabı" şeklinde anlatılmıştır. Halbuki hepsi aynı ümmetin azabını anlatmaktadır. İşte onlar, helak günü bütün bu azapların hepsini bir arada ya­şamıştır. Sonunda hepsi asla kıpırdayamadan ölüler halinde yığılıp kaldılar.

Her surede, zikredilen günahlarına uygun değişik bir ifade kullanılmıştır. A'raf suresinde Hz. Şuayb (a.s.) ve onunla birlikte olanları kasabalarından çı­karmakla tehdit ettikleri konusu anlatıldı. Bundan dolayı orada "korkunç bir sarsıntı" olduğu zikredildi. Burada peygamberleriyle konuşurlarken (terbiye­sizlikte) bulundukları ifade edildi. Bu sebeple onları "cansız yere seren korkunç bir çığlık" meydana geldiği bildirildi. Şuara suresinde ise üzerlerine gökten taş­lar düşmesini istedikleri ve bundan dolayı bulutlu günün azabına yakalandık­ları anlatıldı.

Sanki onlar memleketlerinde uzun müddet bolluk ve refah içinde oturma­mışlar, sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular; izleri silinip gitti.

İyi bilin ki Medyen halkı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış, helak olmuş­lardır. Tıpkı kendilerinden önce Semud kavminin de Allah'ın rahmetinden mahrum kalıp helak oldukları gibi... Semud kavmi onların komşuları idi, yerle­ri yakın, küfür ve inkârda, yol kesmede onlara benzemekteydiler. Semud kav­mi de Medyen halkı gibi Arap soyundan idiler. Azapları da aynı oldu: Bu, şid­detinden yeryüzünün sarsıldığı ve hepsinin derhal öldüğü son derece şiddetli, müthiş bir gökgürültüsü idi.

İbni Abbas diyor ki: Allah Tealâ Şuayb ve Salih kavimlerinden başka iki ümmete aynı azabı vermemiştir. Salih kavmine gelen korkunç çığlık alt taraf­tan, yani yerden gelmiştir. Şuayb kavmine gelen korkunç çığlık ise üstten yani gökyüzünden gelmiştir. [93]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Şuayb (a.s.) ve kavmi kıssası şu hususlara işaret etmektedir: Kıssanın özü, ilâhî mesajdan yüz çevirdikten sonra insanlara azabın isa­bet ettiği gerçeğini beyan etmektir.

1- Hz. Şuayb (a.s.)'ın daveti iki hususu ihtiva etmektedir:

a) İnançların ıslah edilmesi,

b) İçtimaî hayatın ıslah edilmesi.

Birinci hususla ilgili olarak Hz. Şuayb (a.s.) kavmini sadece Allah'a ibadet etmeye ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaya davet etti.

İkinci hususla ilgili olarak ise onlara ölçü ve tartıyı tam olarak yapmaları­nı, hilekârlık, noksanlık ve sahtekârlık yapmamalarını emretti. Çünkü onlar kâfir olmalarının yanında insanların haklarını eksik veren ve hilekârlık yapan kimseler idiler. Bir satıcı buğday, arpa gibi bir mal getirdiği zaman fazla fazla alıyor ve haksızlık yapıyorlardı. Kendilerine bir müşteri gelince de eksik ölçek­le satış yapıyorlar, mümkün olduğu kadar açgözlülük yapıyorlardı.

Bu sebeple şirki tamamen terk etmeleri için imanla, hilekârlıktan men et­mek için tam ve kâmil olarak hakka riayet etmekle emrolundular. Zira bilindi­ği gibi onlar hayır, bereket, bol rızık ve geniş bir nimet içindeydiler. Fakat ta­mahkârlık, maddî hırs ve tatminsizlik onları alçaltmış, insanlar arasında iti­barlarını lekelemiştir.

2- Medyen halkının azabı dünyada tamamen helak olmak ve umumi telef idi. Çünkü ayet-i kerimede "Ben sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün aza­bından korkarım" buyurulmuştur. Burada gün "çepeçevre kuşatma" yani ken­dilerini çepeçevre kuşatma özelliğiyle tavsif edilmiştir. Çünkü azap günü onları çepeçevre kuşattığı zaman onları azap kuşatmış olacaktır. Bu "şiddetli bir gün" ifadesine benzer; yani "sıcağı şiddetli bir gün" demektir. "Bu azap ahiretteki ce­hennem azabıdır" şeklinde bir görüş de nakledilmektedir.

Taberanî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir kavim ölçü ve tartıda açıkça eksiklik yaptığı zaman Allah onlara kıtlık ve pahalılık belâsı verir."

3- Hz. Şuayb (a.s.) Allah'ın birliğine davet konusunda bir defa ile yetinmiş, kul haklarında hilekârlık yapmaktan nehyetmeyi değişik şekillerde tekrar ve tekit etmiştir.

Hz. Şuayb (a.s.) ölçü ve tartıda eksiklik yapmayı yasakladıktan sonra tam yapmayı tekitle emretmiştir. Ölçü ve tartıyı, tam olmakla birlikte, hak sahibi­nin hakkını alması için de adalet ve hakka uygun olmakla tavsif etmiştir. Bu­nunla ölçeklerin bilinen hacminden ve aynı şekilde ağırlık ölçülerinin (okka vb.) bilinen ağırlıktan eksik olmamasını murad etmiştir.

Bu hususi ifadelerden sonra insanlara eşyalarını eksik vermemek yani hak ettikleri şeylerden hiçbir şey eksiltmemek hususunda umumi ifade kullan­mıştır. Bundan sonra da dünya ve ahiret menfeatleri hususunda bozgunculuk yapmayı yasaklamıştır: "Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık yapmayın." Yani ölçü ve tartıda hainlik yapmak, yeryüzünde fesat çıkarmakta aşırı gitmektir.

Hz. Şuayb (a.s.) ölçü ve tartıda hile yapmalarının nimeti hafife alma, so­rumsuzluk ve tamahkârlık olduğunu, aslında onların buna muhtaç olmayıp ni­met içinde olduklarını zikretti ve "Ben sizi nimet içinde görüyorum" yani "Bol­luk ve refah içinde görüyorum" dedi.

Sonra da "Allah'ın sizin için geriye bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlı­dır" dedi. Yani insanların haklarını adaletle tam olarak verdikten sonra Al­lah'ın sizin için geriye bıraktığı mallarda daha çok bereket vardır ve sizin zor­balık ve zulümle yaptığınız, hilekârlık sebebiyle artan fazlalıktan netice itibariyle daha değerlidir. Ancak istikametin şartı imanın bulunmasıdır. "... eğer inançlı kimseler iseniz..." Bunu şart koşmasının sebebi şudur: Onlar mümin iseler Allah'ın onlar için geriye bıraktığının kendileri için daha hayırlı olduğu­nun doğruluğuna inanacaklardır.

Her ticaret ehlinin gizli ve açık her yerde Allah'ın murakabesi altında ol­duğunu hissetmesi Allah'tan korkmaya, O'na itaat etmeye ve hakları yerine getirmeye vesile olan temel bir kaidedir: "Ben sizin üzerinizde bekçi değilim." Yani ben ölçme ve tartma anında sizi gözetleyen kontrol memuru değilim. Be­nim için sizin yaptığınız her muameleyi görmek mümkün değildir ki sizi hakla­rı tam manasıyla vermek hususunda muaheze edeyim.

4- Açık deliller ve ispatlar karşısında çaresiz kalan Medyen kavminin ce­vapları onların bilgisizliklerini ve ahmaklıklarını ifade ediyordu. Medyen kav­mi put ve heykellere tapma hususunda körükörüne taklide sarıldıkları, adalet ve hakkaniyete dayanmayan tarzda ticari hürriyetlerini iddia ettikleri şeklinde cevap verdiler. Çok isabet eden Hz. Şuayb (a.s.)'in namaz ve ibadetini alaya al­dılar, vasıflarına dil uzattılar. Alaylı bir tarzda "Namazın mı sana., bunları em­rediyor?" "Hem de sen cidden yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın. " Yani beyinsiz düşüncesiz, dengesiz, sapık birisin, demek istiyorlardı. Bunu başka bir sebeple değil, sadece O'nun babalarının taptıkları putlara tapmayı bırakmala­rını emretmesi sebebiyle söylüyorlardı. Diğer taraftan Hz. Şuayb 'a.sj'in bu sı­fatlarını itiraf etmiş oluyorlardı. Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) halk arasında hilim (yumuşak huyluluk) ve rüşd (aklı başında olma, olgunluk) sıfatlarıyla tanın­mıştı.

5- Bu kavmin çirkin âdetlerinden biri de mikdarını eksiltmek ve vasfını bozmak için kırmak suretiyle dirhem (gümüş para) borç veriyorlardı.

Müfessirler diyorlar ki: "Hz. Şuayb (a.s.)'ın yasakladığı ve Medyen kavmi­nin bu sebeple azaba uğradığı şeylerden biri de dirhem (gümüş para) ve dinar­ları (altın paraları) kırmaları idi."

Para verirken, verdikleri borç para fazla olsun diye sahih para veriyorlar, peşin muamelelerde sayı ile, borç paralarda ise tartı ile alış-veriş yapıyorlar, tartıyı da eksik tutuyorlardı.

Bütün bunlar cezayı gerektiren ve şahitliğin reddedilmesini vacip kılan günahlar ve fasit muameleler idi.

6- Hz. Şuayb (a.s.) Allah Tealâ'yı bir tanımak (tevhid) hususundaki tavrını da değiştirmedi. "Söyleyin bana, benim Rabbim tarafından açık delilim var­sa..." diyordu. Allah'a güvenmesi, her şeyi Ona havale etmesi, bütün hadiseler­de Ona yönelmesi, hidayet ve muvaffakiyet hususunda Ona dayanması konu­sunda da aynı tavrı değişmemiş, sarsılmamıştı: "Benim muvaffak olmam an­cak Allah'tandır. Sadece O'na güvenir ve sadece O'na yönelirim."

Benim bu hususiyetlerim ise iyi bilin ki, benim tevhidi ve insanları rahat­sız etmeyi terk etmeyi emretmem Hak Din'dir. Benim vazifem sadece tebliğ et­mek ve uyarmaktır. İtaat etmeye zorlamaya ise benim gücüm yetmez, demek istiyordu. Hz. Şuayb (a.s.) başkalarının haklarını yerine getirmek, ölçü ve tar­tıyı tam yapmak hususunda bir an bile tereddüt etmemişti: "O beni rızıklan-dırdı" diyordu. Zira Hz. Şuayb (a.s.) zengin bir kimseydi.

"Ben, sizlere yasak ettiğim şeyleri kendim yapmak istemem." Yani işlediğim bir şeyi size yasaklamıyor, size emrettiğim bir şeyi de kendim terk etmiyorum, diyordu. Elbette böyle olacaktı. Çünkü Peygamberin fiili, sözüne uygun olacak­tır. Çünkü O, güzel bir örnektir. Zaten bundan başkası da düşünülemez.

Kısaca, Allah Tealâ bana bütün ruhani ve cismani saadetleri, mal-mülk ve güzel nzıklar vermişse benim bu büyük ikrama rağmen Onun vahyinde hain­lik yapmam, O'nun emir ve nehiylerine muhalefet etmem mümkün mü?

7- "O beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızıklandırdı" ifadesi bu rızkın doğrudan Allah tarafından ve O'nun yardımıyla meydana geldiğine, bu rızıkta şahsi kazancın bir tesiri bulunmadığına delâlet etmektedir. Burada ayrıca izzet ve şeref vermenin de zillet ve perişanlığa düşürmenin de Allah tarafından ol­duğuna işaret edilmektedir. Hepsi Allah tarafından olunca Hz. Şuayb (a.s.) kavmine "Ben sizin karşı çıkmanıza da aldırış etmiyorum, sizin uygun bulma­nızla da sevinmiyorum. Ben sadece Allah'ın dinini anlatıyor, O'nun şeriatını açıklıyorum" şeklinde hitap etmişti.

8- Azap meydana gelmeden önce yapılan tehdit ve uyarılar insanlara rah­met ve lütufla muamele etmektir. Belki bu sebeple insanlar yumuşarlar ve ya­kın yoldan Allah'a itaat etmeye, onu bir tanımaya, şirk ve putperestlikten kur­tulmaya dönerler.

Hz. Şuayb (a.s.) kavmi olan Medyen halkını şu sözüyle uyarmıştı: Bana düşman olmanız Nuh (a.s.)'un kavminin başına gelen tufanda boğulma, Hûd'un kavmine gelen sert rüzgar, Salih (a.s.)'in kavmine gelen korkunç sar­sıntı ve Lût (a.s.)'un kavminin yerin dibine geçirilmesi gibi size bir musibet ge­tirmesin. Lût kavminin helakinden pek fazla zaman geçmiş sayılmazdı.

9- Geçmiş günahlardan istiğfar ve tevbe, azaptan kurtuluşun ve emin ol­manın yoludur. Çünkü kullarını azaptan kurtarmak için Allah'ın rahmeti bü­yük, kullarına sevgi ve muhabbeti çoktur.

Rivayet edildiğine göre, peygamberimiz (s.a.) Hz. Şuayb (a.s.) zikredildiği zaman "O, peygamberlerin hatibidir" derdi.

10- Medyen'in kâfir halkı Hz. Şuayb (a.s.)'ı alaya alma, küçümseme ve ta­rizde bulunma gibi yollarla arzularını gerçekleştirmekten ümit kesince, Onu desteği olmayan güçsüz bir kişi, kendilerinin ise güçlü-kuvvetli kişiler olduğu­nu ifade ederek kabilesi olmasaydı kendisini öldürebilecekleri tehdidinde bu­lundular: Şuayb bize göre itibarlı, değerli, üstün, sözü geçerli, karşı çıkılama­yacak bir kişi değildir, diyerek onu tehdit ettiler.

Kâfirlerin âdeti daima böyledir. Onlar maddî kuvvete dayanır, Allah'ın tedbiri, kuvveti, gücü ve kudretini dikkate almazlar. Bunun için Hz. Şuayb (a.s.) onların dikkatini sadece kavimlerinin haklarını gözetmeye değil, Allah'ın haklarını da gözetmeye çekmek istemiş ve şöyle demişti: Siz benim kabileme

değer vererek beni öldürmekten vazgeçtiğinizi iddia ediyorsunuz. Halbuki Al­lah emrine uyulmaya herkesten daha lâyıktır.

11- Hz. Şuayb (a.s.), daha şiddetli, daha kuvvetli daha tesirli ve daha isa­betli bir tehdit ve uyarı ile onlara karşılık verdi ve şöyle dedi: "Olduğunuz yer­de devam edin. Siz kimin doğru sözlü kimin yalancı olduğunu yakında bilecek­siniz ve kime rezil, rüsvay edici, helak edici azabın geleceğini göreceksiniz. Aza­bı ve gazabı bekleyin. Ben de yardım ve rahmeti bekleyeceğim."

12- Medyen halkının azabı da Semud gibi "korkunç bir çığlık" ile olmuştu. Denilmiştir ki: Cebrail (a.s.) onlara bir çığlık attı, derhal ruhları cesetlerinden çıktı. Sanki hiç memleketlerinde yaşamamış gibi, hepsi derhal ölüverdiler.

13- Bu azaba kâfirlere beddua ve Allah'ın rahmetinden kovulma ilanı ilâ­ve edilmektedir: "İyi bilin ki, Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzaklaşıp helak olduğu gibi Medyen kavmi de öylece uzaklaşıp helak oldu."

14- Allah'ın Şuayb (a.s.)'ı ve O'nunla birlikte olan müminleri kurtarması O'nun lütuf ve rahmetindendir. Burada ayrıca kula ulaşan her hayrın ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle olduğuna, kurtuluş, zafer, iman, itaat ve salih amellerin Allah Tealâ'nın muvaffak kılmasıyla gerçekleştiğine işaret vardır. [94]

 

Firavun Ve Kavmi İle Hz. Musa (A.S.)'In Kıssası

 

96- Şüphesiz ki biz Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak gönderdik.

97- Onu Firavun ve kavmine gönderdik.Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst

98- Firavun kıyamet günü kavminin önü-ne düşecek ve onları ateşe götürecektir.  Vardacak o yer ne kötü bir yerdir "- Onlar, hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır!

 

Belagat:

 

"... Onları ateşe götürecektir." Burada istiare-i mekniyye sanatı vardır. Ateş su içilecek pınara benzetildi. Müşebbehün bih (kendisine benzetilen) su hazfedildi ve ona, gereklerinden biri olan "suya götürülmekle" işaret etti. Fira­vun'un kavminin önüne düşmesi, susuzluktan kurtulmak için su içmeye giden­lerin önüne düşen kimse makamında oldu.

"Varılacak o yer ne kötü bir yerdir." Bu daha önceki ifadeyi tekit etmekte­dir. Çünkü suya, normal olarak susuzluğu gidermek için gidilir. Ateşe gitmek ise susuzluğu şiddetlendirmek içindir. [95]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz biz Musa'yı mucizelerimizle" Bu mucizeler İsra suresi (101. ayette), Nemi suresi (12. ayette) ve A'raf suresinde (133. ayette) zikredilen do­kuz mucizedir, "ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak gönderdik." Sultan ke­limesi burada kuvvetli deliller ve açık hüccet anlamındadır, mübin kelimesi ise apaçık, zahir demektir.

Bu üç kelime (ayet, sultan, mübin) arasındaki fark şudur: "Ayet" zan ifade eden alâmetler ile yakin ifade eden delâletler arasında ortak olan noktanın adıdır. "Sultan" ise kesinlik ve yakin ifade eden şeyin ismidir. Ancak "sultan" beş duyu ile anlaşılan delâletler ile anlaşılmayan delâlet arasında ortak nokta­nın adıdır. "Sultan-ı mübîn" ise beş duyu ile anlaşılan kesin bir delildir. Hz. Musa (a.s.)'nın mucizeleri de bu şekilde -beş duyu ile idrak edilen maddî muci­zeler- olunca Cenab-ı Hak bunları "sultan-ı mübîn (apaçık bir kuvvet) diye adlan­dırdı.

"Onu Firavun ve kavmine" yani onların ileri gelenlerine "gönderdik", el-Mele', kavmin ileri gelenleri ve önderleridir. "Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani Onun durumu ve tasarrufları, hiç doğruya iletecek değildi, doğru, dürüst ve rehber değildi. Sırf azgınlık ve açık bir delâlet idi.

"Firavun" dünyada delâlette önlerinde olduğu gibi "kıyamet günü kavmi­nin önüne düşerek onları ateşe götürecektir." Kavmi her iki halde de ona uya­caktır. Bunu mazi sigası ile zikretmesi kesin ve mübalağalı bir tarzda gerçekle­şeceğini ifade etmek içindir. Burada cehennem su mertebesine indirilmiş, ce­henneme sürüklenmek de suya götürmeye benzetilmiştir. Yarılacak o yer ne kötü bir yerdir!" Su kaynağına, gayet tabiî olarak susuzluğu teskin etmek için gidilir. Ateş ise bunun tam zıddıdır. Bu ayet 'Firavun'un emri hiç de dürüst de­ğildi" ayetinin delili şeklindedir. Yani sonucu bu olan emri dürüst olamaz. [96]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa Cenab-ı Hakkın bu surede zikrettiği yedinci kıssa olup bu sure­nin son kıssasıdır.

"Hz. Musa (a.s.) ile Firavun" kıssası Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde zik­redilmiştir. Meselâ A'raf suresinde (104 ve 105. ayetlerde), Şuara suresinde (17, 28. ayetlerde), Tâ-Hâ suresinde (48, 55. ayetlerde), Kasas suresinde (38. ayette) ve Gafir suresinde (36 ve 37. ayetlerde) zikredilmiştir.

Bu kıssadan alınacak ibret açıktır. Bu da, Hz. Musa (a.s.) ve onunla bera­ber iman edenlerin kurtulması, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin helak olması, daha önce geçtiği şekilde, peygamberlerinin davetinden yüz çeviren za­lim kavimlerin kâfirleri gibi dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Ancak Fi­ravun ve ileri gelenlerinin denizde boğulmaları şeklinde azaba uğramaları kav­minin tamamına şamil bir azap değildi. [97]

 

Açıklaması

 

Yemin olsun ki, biz Musa'yı dokuz büyük mucize ile ve Allah'ın birliğine delâlet eden açık delâletler ile Kıptîlerin kralı Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderdik. Bu mucizelerde apaçık bir kuvvetle yani gözle görülür olay­larla teyit edilen kesin delillerle peygamberliğinin doğruluğuna işaret edilmek­tedir.

Ayetlerden murad, "Tevrat ve içindeki şeriat ve hükümlerdir" denilmiştir. Yine bunlardan maksat apaçık dokuz büyük mucizedir. Bunlar da Hz. Mu­sa'nın asası, nurlu beyaz eli, tufan, çekirge, bit, kurbağa yağması, kan ve mey­velerde ve canlarda noksanlıktır. Bazı alimler meyvelerde ve canlarda noksan­lık yerine dağın gölge gibi oluşu ve denizin yarılmasını zikretmişlerdir.

Bütün bu ayetlerde Hz. Musa (a.s.)'nm peygamberliğinin doğruluğuna apaçık deliller vardır.

"Fakat kavmi Firavun'un emrine uydular. Yani Firavun'un etrafındakiler

Hz. Musa'yı inkâr edip İsrailoğullan'na, erkek çocukları öldürüp kız çocukları bırakmak şeklinde zulmetmeleri gibi delâlet ve azgınlıkta Firavun'un metodu, yolu ve usulüne tabi oldular.

Burada sadece "etrafındakiler"in zikredilmesinin sebebi onların önder, li­der, danışman ve icra elemanları olması, başkalarının ise sadece onlara tabi olanlar durumunda bulunması sebebiyledir.

"Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani onun durumu, tasar­rufları, metodu düzgün ve makul değildi. Onda olgunluk ve hidayet yoktu. Sa­dece bilgisizlik, sapıklık, inkarcılık, inatçılık, haksızlık ve bozgunculuk vardır.

Ahiretteki cezasına gelince: "Kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve on­ları ateşe götürecektir." Yani Firavun kavminin büyüğü olarak kıyamet günü önlerine geçip onları cehenneme götürecek ve ateşe sokacaktır. Çünkü dünyada ona uydukları gibi, Firavun da onların önderleri olduğu için kıyamet gününde de önlerinde yürüyüp onları cehenneme sokacaktır. Onun cehennemde büyük azaptan bol bol nasibi vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Firavn (gönderdiğimiz) peygambe­re isyan etti. Bunun üzerine biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık." (Müz-zemmil, 73/16).

Bütün zalim önderler de aynı şekilde kıyamet günü büyük bir azaba uğra­tılacaklardır. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: "... Onların her birinin azabı kat kattır. Fakat siz bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).

Yine Cenab-ı Hak kâfirlerin cehenneme girince şöyle diyeceklerini bildir­mektedir: "Ey Rabbimiz! Onların azabını iki kat ver. Onları büyük bir lanete uğrat." (Ahzap, 33/68).

İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif­te Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İmru'l-Kays cahiliyye şairlerinin sancağını taşıyarak cehenneme girecektir."

Yine Kur'an-ı Kerim'de Firavun ailesinin adamlarının öldüklerinden itiba­ren sabah-akşam cehenneme arzedildikleri bildirilmektedir.

"... Firavun'un adamlarını ise kötü bir azap kuşatıverdi. O azap onların sabah akşam maruz kaldıkları ateştir. Kıyamet kopunca "Firavun'un taraftar­larını azapların en şiddetlisine sokun" denilecektir." (Gafir, 40/45-46).

"Varılacak o yer ne kötü bir yerdir!" Varıp girecekleri o cehennem denilen yer ne kötüdür! Zira suya giden, susuzluk hararetini söndürmek için suyun ba­şına gider. Ateşe giden ise ateşin aleviyle daha fazla yanar, onun sıcağıyla kav­rulur.

"Vird" kelimesi "vürud (varma)" manasında mastar olduğu gibi "vârid (va­ran) manasında ism-i fail de olabilir. "Mevrûd" ise varılacak su veya varılacak yer manasındadır.

"Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır." Yani Allah onları azaptan ayrı olarak dünyada kendilerinden sonra gelen üm­metler tarafından lanete uğratmıştır. Kıyamet günü de bütün mahşer halkı onlan lanetleyecektir. Onlar hor ve hakir bir durumdadırlar. Onlara dünya ve ahirette azaplarından başka iki lanet vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Bu dünya haya­tında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimseler­den olacaklardır." (Kasas, 28/42).

Mücahid diyor ki: "Ahirette hem azaba hem de lanete uğrayacaklar, böyle­ce iki defa lânetlik olacaklardır."

"Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır." Yapılan bu yardım ne kötü bir yardımdır. Hem dünya hem de ahirette uğradıkları bu lanet ne kötü bir ikram­dır. Lanetin ikram olarak isimlendirilmesi onlarla istihza etmek içindir.

İbni Abbas bu ayete "lanetten sonra lanete uğramak ne kötüdür!" diye ma­na vermiştir. [98]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Az önce zikredilen bu ayetler Hz. Musa (a.s.) ile Firavun ve kavmi kıssa­sından alınacak öğütlere şu şekilde işaret etmektedir:

1- Tevrat ve Tevrat'ta bulunan şeriat ve hükümler ayrıca Allah Tealâ'nın birliğine delâlet eden mucize gibi ayetler Firavun ve kavmine peşpeşe gönderil­di. Ama bu ayetlerin onlara faydası olmadı. Zira onlar bu ayetlere isyan edip dalâlet ve azgınlıkta Firavun'un yoluna ve metoduna uymaya devam ettiler.

2- Firavun'un ve onun gibi ilâhlık taslayanların yolu doğruya ulaştıran ve hayra irşad eden bir yol değildir. Bu ancak azgınlık, sapıklık, inkarcılık ve boz­gunculuktur.

3- Dünyadaki her dalâlet önderi ahirette de cehenneme önderlik yapacak ve ona kat kat azap verilecektir.

4- Firavun ve adamları için cehennem azabından başka dünya ve ahirette iki lanet vardır. Onlar kabirlerinde şiddetli bir azap görecekler ve kabirlerinde sabah-akşam ateşe arz edileceklerdir.

5- Kâfirlerin akıbeti ne kötüdür! Onlara verilen ikram ne kötü bir ikram­dır. Zira cehennem şöyle anlatılıyor: "İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür. Onunla karındakiler ve derileri eri­tilir. Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteler her defa­sında oldukları yere döndürülürler. Onlara, inkârınızın cezası olarak yakıcı azabı tadın denilir." (Hac, 22/19- 22). [99]

 

Zalim Ümmetlerin Dünyadaki Hallerinden Alınacak İbretler

 

100- Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıssalarıdır. Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise bi­çilmiş ekin gibidir.

101- Biz onlara zulmetmedik. Fakat on­lar kendi nefislerine zulmettiler. Sonra da Rabbinin emri geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir fayda veremedi. O putlar sadece onların helakini artırdı.

102- Rabbinin zalim olan kasabaları ya­kaladığı zaman çarpması böyledir. Şüp­hesiz Rabbinin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir.

 

Belagat:

 

"Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir." Bu­rada istiare-i mekniyye sanatı vardır. Helak edilen kasabaların geriye kalan iz­leri ayakta kalan ekine, halkı ile birlikte tamamen yıkılıp yok olan yerler de bi­çilmiş ekine benzetilmektedir.

"Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler." Bu iki cümle arasında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.

"... Zalim olan kasabaları yakaladığı zaman" ifadesinde mecaz-i mürsel sanatı vardır. Yeri zikretmiş, o yerde bulunanları yani kasaba halkını zikret-memiştir. Mana şöyledir: Zalim olan kasabaların halkını yakaladığı zaman. [100]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ya Muhammedi "Sana anlattığımız bu kıssalar" daha önce helak edilen "bazı kasabaların kıssalarıdır."

"Bunların" yani bu kasabaların "bir kısmı hâlâ ayaktadır." Bazılarının iz­leri ekin tarlasında tek tük ayakta kalan ekin gibidir, ama halkı helak olmuş­tur. "Bir kısmı ise" tamamen "biçilmiş ekin gibidir." Yani izleri de halkı da orta­dan kalkmıştır. Biçilmiş ekin gibi hiçbir eseri kalmamıştır.

"Biz" günahsız yere helak etmek suretiyle "onlara zulmetmedik. Fakat on­lar" kendilerini azaba maruz kılan şirk sebebiyle "kendi nefislerine zulmettiler." "Bu sebeple Rabbinin emri" yani azabı, cezası "geldiği zaman Allah'tan başka"

O'^dasa. gayri "taptıkları il&fılar oniara fıiçbir fa^da ueremedi." Bilakis zararları, dokundu. Taptıklan "Oputlar sadece onların helakini" ve zararını "artırdı."

"Rabbinin" günahları sebebiyle "zalim olan kasabaları" yani bu kasabala­rın halkını "yakaladığı zaman çarpması böyledir." O'nun yakalamasından son­ra hiçbir şey onlara fayda vermez. "Şüphesiz Rabbinizin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir." Yani çok can yakıcıdır, ondan kurtulmak mümkün değildir. Bu ifade tehdit ve ihtarın şiddetini göstermektedir. [101]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerle bundan önceki ayetler arasındaki münasebet gayet açıktır. Allah Tealâ geçmiş bazı peygamberlerin ümmetleriyle geçen kıssalarını (Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Şuayb, Hz. Musa (a.s.)'nın kıssalarını, bu yedi kıssayı) zikrettikten sonra bu kıssalardan alınacak öğüt ve ibretlere şöyle işaret etti: "Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıs­salarıdır. Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir."

İnsan bu kıssalardan mücadele üslûbunu ve delile delille cevap verilmesi­ni, aklî delillerin gerçek kıssalarla teyit edilmesini öğreniyor. Dinleyici ve oku­yucu da bu ders ve ibretlerden istifade etmeye hazırlanıyor, kalbi yumuşuyor, gönlü hassaslaşıyor. Bütün azaları Allah'ın adıyla titriyor ve isyankârlar için yapılacak azaptan korkuyor. Gayet iyi biliyor ki mümin bu dünyadan dünyada­ki güzel takdirler ve ahiretteki bol sevapla, kâfir ise dünyada lanet ve ahirette ceza ile ayrılır.

Bu kıssalar, hiçbir kitap okumadan, hiçbir öğreticiden ders almadan ve hiçbir kimsenin talebesi olmadan bunlardan haber vermesi sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğuna delildir. Bu, peygamberliğe delâlet eden büyük bir mucizedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki bu kıssalarda akıl sa­hipleri için ibretler vardır. Kur'an uydurulmuş bir söz değildir. O, sadece geç­miş kitapları doğrulayan, her şeyi açıklayan, iman eden bir kavme hidayet reh­beri ve rahmet kaynağı olan bir kitapdır." (Yusuf, 12/111)[102]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak peygamberleri ve peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olayları, kâfirleri nasıl helak edip müminleri nasıl kurtardığını haber verdik­ten sonra şöyle buyurdu:

Ya Muhammed! Bu zikredilen haberler, insanlara bildirmen ve kıyamete kadar gelecek müminlerinden senden gelen bir tebliğ olarak okumaları için sa­na anlatılan ve daha önce helak edilen bazı kasabaların haberleridir.

"zâlike (şu)" kelimesi uzakta olan bir şeyi işaret etmek için kullanılır. Buradaki manası ise "daha önce zikredilen şu kıssalar" demektir. Ancak bu kıs­salar uzak bir yerde değil, az önce geçmiştir. Bu kullanış tarzı "Şu kitapta hiç­bir şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ayetine benzemektedir.

Bu kasabalardan bir kısmının hâlâ biçilmemiş ekin gibi ayakta kalan eserleri mevcuttur. Meselâ Hz. Salih kavmi gibi... Bir kısmının ise izi silinmiş, kaybolmuş ve tıpkı tamamen biçilmiş ekin tarlası gibi olmuştur. Meselâ, Lût kavminin köyleri gibi..

Biz günahsız yere onları helak etmek suretiyle zulmetmedik. Fakat onlar, peygamberlerimizi yalanlamak, onları inkâr etmek, şirk koşmak, yeryüzünde fesat çıkarmak ve sahte tanrılarının kendilerini korkulu, tehlikeli ve mahzurlu şeylere karşı korur diye güvenmeleri suretiyle kendi kendilerine zulmettiler. Sonra da bunların onlara hiçbir faydası dokunmadı. Allah'ın azabına engel ola­madılar. Bilakis Allah'ı bırakıp da tapındıkları ve yalvardıkları putların onlara zararı dokundu. Onlara ne fayda verebildiler, ne de onları helak olmaktan kur­tarabildiler.

"Yalvardıkları putlar" ifadesinde hazf vardır, yani "dünyada yalvardıkları, taptıkları putlar" demektir. 'Onlar kendilerine fazla bir şey kazandırmadı" ifa­desinde de isim yerine zamir kullanılmış, muzaf hazfedilmiştir. Yani putlara tapınmaları kendilerine fazla bir şey kazandırmadı, demektir.

O putlar sadece onların hüsranını ve helakini artırmıştır. Çünkü onların helak edilmelerinin ve yok olmalarının sebebi bu tanrılara tabi olmalarıdır. Böylece hem dünyayı hem de ahireti kaybettiler.

İşte bu şekilde bir azap ile, peygamberlerimizi yalanlayan o zalim ümmet­leri nasıl helak etmişsek onların benzerlerine de aynı şekilde davranacağız. Kasabaları çok şiddetli bir zulüm içindeyken onları kıskıvrak yakalayıp helak edeceğiz. Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklıdır, ondan kurtulma ümidi yoktur.

Bu ifade bir uyandır ve zulmün kötü akıbetine dikkat çekmektedir. "O ka­sabalar zalimdir" ifadesinde muzaf hazfedilmiştir. Yani o kasabaların halkı za­limdir denilmektedir. Tıpkı "köye sor" cümlesinde olduğu gibi. Ayetin manası şöyledir: O'nun çarpması çok acıklı ve çok şiddetlidir. Yani şirk ehline vereceği ceza can yakıcı ve sert bir cezadır.

Buharî ve Müslim'in Sa/«Merinde Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiği­ne göre Peygamberimiz Is.a.) şöy\e buyurmuştur. "Allah zalime müMet uerir. Onu yakaladığı zaman da asla bırakmaz." Rasulullah (s.a.) bundan sonra şu ayeti okudu: "Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böy­ledir." (Hûd, 102). [103]

 

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmıştır:

1- Kur'an kıssalarının faydası insanların bunlardan öğüt ve ibret almalarım sağlamaktır. Çünkü helak edilen bu kasabalardan geriye kalan kalıntıları gören herkes açık hiçbir tesir olmadan meydana gelen hadiseyi gayet iyi anlar. Bu kimseyi korku, ürperme ve titreme kaplar. Eskilerin başına gelen korkunç bir azaba maruz kalmaktan korkar.

2- Şüphesiz Cenab-ı Hak Nuh kavmi, Âd ve Semud kavmi vb. geçmiş üm­metleri cezalandırdığı gibi bütün zalimleri de aynı şekilde cezalandıracaktır. "Rabbinizin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir" ayeti de bunu ifade etmektedir.

Bundan sonra da aynı manayı tekit ve takviye için "Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir" ifadesini zikretti.

Burada "acıklı" ve "şiddetli" vasıflarıyla zikretmektedir. Acı ve şiddet dün­ya ve ahirette keder sebebidir. Bu ayetin beyanına göre yapılması uygun olma­yan amelleri işleyen önceki kavimlerle aynı durumda olan herkes acıklı azapta da onlarla aynı durumda olacaktır.

3- Bu zalim ümmetlerin cezası kendilerinin işledikleri zulüm, yani küfür ve masiyetler sebebiyle verilmiştir. Bu sebeple onların cezalandırılmaları ada­let ve hikmetin gereği idi.

4- Bir zulme teşebbüs eden herkesin, Allah Tealâ'nm tavsif ettiği "çok acıklı" ve "çok şiddetli" bir azaba yakalanmaması için tevbe ederek ve Allah'a yönelerek derhal yaptığı zulüm ve haksızlıktan yüz çevirmesi gerekir.

5- Sahte tanrılar müşrik ve kâfirlere fayda vermemiş, bilakis onlara zarar­ları dokunmuştur. Putlara tapınmak sadece onların ahiret sevabını kaybetme­lerine sebep olmuş, hüsranlarını artırmıştır. [104]

 

Kur'an Kıssalarında Yer Alan Ahiret Cezasından Alınacak İbretler

 

103- Şüphesiz ki, bunlarda ahiretin aza­bından korkan için ibret vardır. O (gün), insanların (tamamen bir araya) toplandıkları bir gündür. O gün herke­sin hazır olacağı bir gündür.

104- Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz.

105-  O gün gelince hiçbir kimse O'nun izni olmadan konuşamaz. O gün insan­ların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur.

106- Bedbahtlara gelince, onlar ateşte­dirler. Onlar orada ızdıraplı bir şekilde soluk alıp vereceklerdir.

107- Onlar, gökler ve yer durdukça ateş­te kalacaklardır. Ancak Rabbinin dile­mesi müstesnadır. Çünkü Rabbin dile­diğini tam manasıyla yapandır.

108-  Mesud olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklar­dır. Ancak Rabbinin dilemesi müstesna­dır. (Bu, onlara Allah tarafından) hiç eksilmeyen bir nimettir.

109- Şunların taptıklarının batıl olduğun­dan hiç şüphe etme. Onlar da daha önce­ki atalarının taptığı gibi (putlara) tap­maktadırlar. Muhakkak biz onların da (azaptan) nasiplerini eksiksiz vereceğiz.

 

İ'râb:

 

"O gün geldiğinde" (Hûd, 105) ifadesindeki mukadder zamir (103. ayette­ki) "yevmün meşhûd" tamlamasını gösterir.

"Hiçbir kimse konuşamaz." cümlesi "yevm" kelimesinin sıfatıdır. Yani "O gün geldiğinde hiçbir kimse konuşamaz" demektir. Tıpkı "O gün hiçbir kimse fayda sağlayamaz." (Bakara, 21/48) ayetinde olduğu gibi... Yahut "O gün geldiğinde" (Hûd, 105) ifadesindeki zamirden haldir. Yani "Hiçbir kimsenin konuşa­madığı halde o gün geldiğinde..." demek olur. [105]

 

Belagat:

 

"Bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Bu iki vasıf arasında tezat (zıt ifadelerin birlikte zikredilmesi) sanatı vardır.

"Bedbahtlara gelince..." ve "Mesut olanlara gelince" ifadelerinde leff ü neşr-i mürettep sanatı vardır. [106]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki bunlarda" zikredilen bu kıssalarda veya helak edilen ümmet­lere inen bu belâlarda "ahiretin azabından korkan için delil" yani ibret "var­dır. " Yani bu kıssalardan, bu kavimlere inen belâların Allah'ın ahirette müc­rimler için hazırladığı azabın bir örneği olduğunu bildiği için uhrevî azaptan korkan kimse ibret alır.

"O gün" kıyamet günüdür. Ahiret azabı buna delâlet etmektedir, "insanla­rın" tamamen bir araya "toplandıkları bir gündür." Yani insanlar onun için top­lanır. İsm-i mef ul sigası o gün için yapılan toplanmanın manasının devamlılı­ğına ve bu konuda hiç şüphe bulunmamasına, insanların oradan ayrılamaya­caklarına delâlet etmek için kullanılmıştır. Bu ifade "O gün sizi toplanma günü için toplayacak.." (Tegabün, 64/9) ayetinden daha beliğdir. "O gün için toplan­madın manası "O gün içinde bulunan hesap ve ceza için toplanma"dır.

"O gün herkesin hazır bulunacağı bir gündür." O gün bütün yaratıklar ha­zır bulunur. Daha dakik bir mana ise şöyledir: O gün bütün yerlerin ve gökle­rin halkı hazır bulunur. Eğer "O günü herkes görecektir" manasında kendi nef­sinde meşhud olsaydı, "yevm" kelimesinin tazimi ve temyizi kasdı boşa giderdi. Çünkü diğer günler de böyledir.

"Biz onu" o günü "ancak sayılı bir süreye kadar" yani Allah nezdinde ma­lum olan bir vakte kadar "erteliyoruz." Burada muzaf hazfedilmiştir. Yani "sona erecek olan sayılı bir müddetin bitmesine kadar erteliyoruz" demektir.

"O gün" ceza günü "gelince, hiçbir kimse O'nun izni" yani Allah Tealâ'nın izni "olmadan konuşamaz."

"O gün insanların" mahşer halkı olan mahlûkatın "bir kısmı bedhahtır." Vaîd sebebiyle cehennem ateşi ona vacip olmuştur. Şaki (bedbaht), günahkârlı­ğı sebebiyle cehenneme müstehak olan kişidir, "bir kısmı ise mesuttur". Vaad gereği cennet onlara vacip olmuştur. Said (mesut), ameli sebebiyle Allah'ın lüt­fü ve rahmetiyle cennete hak kazanan kişidir.

Allah'ın ilminde "Bedbaht olanlara gelince onlar ateştedir. Onlar orada ız-dıraplı bir şekilde soluk alıp vereceklerdir." "Zefir" şiddetli bir ses, "şehîk" güç­süz bir ses demektir. Bundan murad son derece sıkıntı ve keder içinde bulun­duklarına delâlet etmektir. "ZefiV'in asıl manası soluk vermektir. "Şehîk" ise süratle ve zorla soluk almaktır.

"Onlar, gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır." Yani gökler ve yer dünyada devam ettiği müddetçe demektir. Yoksa onların ateşte devamlı kalma-larıyla gökler ve yerin devamlı kalmaları arasında irtibat yoktur. Çünkü naslar (ayet ve hadisler) kâfirlerin ebedî cehennemde kalacaklarına, ancak gökler ve yerin ebedî olmadığına delâlet etmektedir. Burada maksat Arapların temsil tarzında ifade ettikleri şekilde ebedî olduğunu ifade etmektir. Zira mefhum do-lasıyla anlaşılan mana mantuk olana (açıkça ifade edilen manaya) zıt olmaz.

"Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır." Ancak Allah'ın göklerin ve yerin müddetlerini artırmak hususunda sonu olmayan hayattan dilediği hariçtir. Ayetin manası şudur: Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Yahut bu ifadede cehennem ateşinde ebedî kalmaktan istisna edilenler yer almaktadır. Çünkü bunların bir kısmı (yani müminlerden fasık olanlar) cehennemden çıkarılacak­lardır.

Özetle cennetliklerin cennette, cehennemliklerin cehennemde ebedî kala­cakları Kur'an-ı Kerim'in çeşitli naslanyla sabittir. Burada Allah'ın diledikleri­nin hariç tutulmasıyla ise sabit olma ve devamlılığa işaret edilmektedir. Bu ifade ile bütün bu hususların Allah Tealâ'nın dilemesiyle olduğu beyan edil­mektedir.

"Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani hiçbir kimsenin itirazı olmaksızın dilediğini yapar.

"Mesut olanlara gelince, onlar da cennettedirler... Bu, onlara ... hiç eksil­meyen bir nimettir." Bu ifade sevabın kesilmeyeceğini açıkça beyan etmektedir.

Ya Muhammedi "Şunların taptıklarından" putlardan "şüphe içinde olma." Biz onlara da onlardan öncekilere azap ettiğimiz gibi azap edeceğiz. Bu, Pey­gamberimiz (s.a.)'e yapılmış bir tesellidir.

"Onlar da daha önceki atalarının taptığı gibi" yani onların âdeti olduğu gi­bi putlara "tapmaktadırlar." Buradaki istisnanın maksadı şüphe etmekten nehyetmenin sebebini açıklamaktır. Yani onlar ve ataları şirk koşmada aynı­dırlar demektir.

"Muhakkak biz onların da nasibini" azaptan paylarını "eksiksiz" yani tam olarak "vereceğiz." [107]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler zalim ümmetlerin kıssalarından alınacak ibretleri beyan etme hususunda daha önceki ayetlerle irtibat halindedir.

Allah Tealâ zalim ümmetlerin dünyada helak edilmelerinden alınacak ib­reti belirttikten sonra burada da bedbaht ve mesut olanların ayrı ayrı ahirette-ki ceza ve mükâfatlarından alınacak ibreti zikretmiştir.

Bu ibret ise peygamberlerin doğruluğuna ve Allah'ın ahiretteki vaadinin gerçekleşeceğine dair delilleri ortaya koymak, insanı cehennemde yanacak bed­bahtlardan olmaması için Allah'a isyan etmekten ve O'nu inkâr etmekten kor­kutmak, insanı, cennetten istifade eden mesut kimselerle birlikte olmasını sağlayacak itaatkâr bir mümin olması için Allah'a iman ve itaat etmeye teşvik etmektir. [108]

 

Açıklaması

 

Bu surede geçen, kâfirlerin helak olduğu ve müminlerin kurtulduğu konu­larını ihtiva eden bu kıssalar, bunlara iman edip zikredilen azaptan korkan kimse için, Allah'ın ahiretteki vaadinin doğruluğuna gayet açık bir delil ve kuvvetli bir hüccettir. Bundan dolayı dünyada küfür, zulüm ve isyandan çeki­nir. Çünkü peygamberlerin haber verdiği öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesinin şüphesiz bir gerçek olduğunu, dünyada zalimlere azap verenin onlara ahirette de azap vermeye kadir olduğunu ve mücrimlere dünyada isabet eden azabın ahiret azabının sadece küçük bir örneği olduğunu gayet iyi bilmektedir.

Zemahşerî diyor ki: "Burada vardır" ifadesiyle Allah'ın zikrettiği, günah­ları sebebiyle helak olan ümmetlerin kıssalarına işaret edilmektedir. "Ayet" ya­ni ahiret azabından korkan kimse için ibret vardır. Çünkü böyle bir kimse Al­lah'ın mücrimlere dünyada verdiği azaba ve bunun onlar için ahirette hazırla­dığı azaptan sadece bir örnek olduğuna bakar. Bunun büyüklüğünü ve şiddeti­ni görünce bununla vaad edilen azabın büyüklüğü hususunda kanaat sahibi ol­maya çalışır. Ve bu onun için bir ibret, bir öğüt ve daha fazla takva ve Allah korkusu içinde bulunması hususunda bir lütuf olur. Bu ayetin bir benzeri de "Bunda Allah'tan korkan için ibret vardır." (Naziat, 79/26) ayetidir.[109]

Bu gün, amellerinin hesabı görülmek ve buna göre karşılığı verilmek üzere ilk insandan sonuncusuna kadar bütün insanların toplandığı ahiret günüdür.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir kimse bırakmadan bü­tün insanları bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).

Bu gün "yevm-i meşhud "dur. Yani meleklerin de hazır olduğu, peygamber­lerin de toplandığı insan, cin, kuşlar, vahşi hayvanlar ve diğer canlı mahlûka-tın topyekün mahşer yerine toplandığı ve zerre kadar zulmetmeyen, adil olan Rabbü'l-âleminin hüküm vereceği ve güzel amellere kat kat ecir vereceği bir gündür.

Mahlûkat hakkında tasarrufta bulunmak, isterse bu ümmetleri ve benzer­lerini helak etmek gibi dünyada olsun, isterse ahirette olsun, bu ancak ümmet­leri terbiye etmek için Allah'ın iradesi ve ihtiyarı ile olur. Yoksa "Tufan veya tu­fanda boğulmak, gök gürültüsü, yerin batması veya deprem gibi olaylar, ilâhî değil, tabii olaylardır" diyen maddecilerin iddia ettikleri gibi hakim kuvvet ta­biat değildir.

Bu gibi kimselere verilecek en basit cevap bu cezaların peygamberlerin kavimlerini uyardıktan sonra meydana gelmesidir. Hatta kavimlerine belirli bir vakit bile tayin etmişlerdi.

Nitekim Hz. Salih (a.s.) "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlana-mayacak bir tehdittir." (Hûd, 65) ve Hz. Lût (a.s.) kavmi için "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır." (Hûd, 81) demiştir.

Daha sonra Cenab-ı Hak kıyamet gününün ve azabının belirli bir müddete ertelendiğini bildirerek şöyle buyurdu: "Biz o günü ancak sayılı bir süreye ka­dar erteliyoruz." (Hûd, 104). Yani biz kıyamet gününün meydana gelişini bizim ilmimizde belirli bir müddetin bitmesine kadar erteliyoruz. Bundan fazla da ol­maz, eksik de olmaz. Bu, dünyanın ömrüdür. Böylece insanlara amellerini ıs­lah etmeleri ve inançlarını düzeltmeleri için yeterli firsat verilmiştir.

Nitekim bir ayet-i kerimede "Rabbin çok mağfiret edicidir, rahmeti boldur. Eğer Allah, onları işledikleri yüzünden cezalandırmak isteseydi, hemen azabı indiriverirdi. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58) buyurulmaktadır.

"O gün gelince.." Yani kıyamet günü gelince Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Emir ve nehiy sahibi O'dur. O gün O'nun izni olmadan bir kimsenin bir söz söylemesi veya harekette bulunması imkânsızdır. Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cebrail ve meleklerin saf saf dizildikleri gün, Rah­man olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan hariç O'nun huzurunda kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle geçmektedir: "O gün insanlar, kendile­rini Allah'ın huzuruna davet edene (İsrafil'e) uyacaklar, kimse yan çizemeyecek-tir. Rahman olan Allah'ın azameti karşısında bütün sesler kısılacak, fısıltıdan başka hiçbir şey işitmeyeceksin." (Tâ-Hâ, 20/108).

"O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Yani mahşer günü insanların bir kısmı bedbaht, mutsuz, küfrü ve isyanı sebebiyle azaba uğ­ramış kimselerdir. Diğer bir kısmı ise mesuttur, mutludur, imanı ve doğru yol­da yürümesi sebebiyle cennetlerde nimet içindedir. Aynen Yüce Allah'ın bildir­diği gibi: "Bir grup cennette, diğer bir grup ise alevlerin içindedir." (Şûra, 42/7)

Kimin için şer murad edilmiş ve o da o kötü amelleri işlemişse o bedbaht kimseler arasındadır. Kimin için de hayır murad edilmiş ve o da hayırlı amelleri işlemişse o da saadet ehli arasındadır. Herkese yaratıldığı akibet kolaylaştırılır.

Tirmizî ve Hafız Ebu Ya'la Müsned'inde Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesut­tur." (Hûd, 105) ayeti nazil olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.)'e sordum: 'Ya Rasulallah! Niçin çalışıyoruz? Bitmiş, sonucu kararlaştırılmış bir şey için mi, yoksa henüz bitmemiş bir şey için mi?" Peygamberimiz (s.a.) "Tamamen bitmiş bir şey için, ya Ömer! Kalemler yazdılar. Ancak herkese yaratıldığı akıbet ko­laylaştırılır" dedi ve sonra da şu ayetleri okudu: "Kim Allah yolunda harcar ve O'ndan korkar ve en güzel olanı "İslâm inancını" tasdik ederse biz onu en kolay olana muvaffak kılacağz. Fakat kim de cimrilik eder ve Allah'a ihtiyacı olmadı­ğını iddia eder ve en güzel olan "İslâm inancını" yalanlarsa, biz onu en zor ola­na sürükleriz." (Leyi, 92/5-10).

Bundan sonra Yüce Allah bedbahtların durumunu da, mesut olacakların durumunu da beyan etti. Birinci grup yani bedbaht olanlar batıl inançları ve kötü amelleri sebebiyle yerleşecekleri ve varacakları yer olan cehennemdedir­ler. Onlar endişe, keder ve gönül darlığından dolayı zorlukla nefes alıp vermek­tedirler.

İbni Kesir'in zikrettiği gibi içinde bulundukları azap ve işkence sebebiyle soluk almaları soluk verme, soluk vermeleri de soluk alma şeklinde bir ızdıra-ba dönüşmüştür. Halbuki normal olarak "zefir" soluk vermek, "şehîk" ise soluk almaktır. Yani cehennemdekiler ızdıraplı bir şekilde, süratle ve zorlukla soluk alıp vermektedirler.

Onlar orada devamlı olarak yer ve göklerin aynen kaldığı müddetçe kala­caklardır. Burada maksat ebedî kalacaklarının ve arada kesintisinin olmama­sının temsil tarzında ifade edilmesidir. Arapların "Sebir dağı ayakta kaldığı müddetçe, yıldızlar parladığı müddetçe, kuşlar öttüğü müddetçe şöyle yapaca­ğım veya yapmayacağım" tarzındaki ifadelerinde olduğu gibi.

Buradaki maksat ahiretteki yer ve gökyüzü manası da olabilir. Çünkü bunlar sonsuza kadar devam edecektir. Ahiretin gökyüzünün (yani mahlûkatın üstünde bulunan şeyin) ve yeryüzünün (yani onların üzerinde durdukları bir zeminin) bulunduğuna delil Cenab-ı Hakk'ın:

'Yaşadığınız yeryüzünün bir başka yeryüzüne, göklerin de başka (göklere) çevrileceği... o gün" (İbrahim, 14/48) ve "Onlar da "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş, derler." (Zümer, 39/74) ayetleridir.

Ayrıca ahiret halkını gölgesi altına alacak, üstlerinde şemsiye gibi dura­cak bir gökyüzü mutlaka olacaktır. İbni Abbas diyor ki: "Her cennetin yeri ve göğü vardır.

"Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır." Bu istisnadan maksat sabitliğe ve devamlılığa delâlet etmektir. Çünkü cennet ve cehennem ehlinin orada ebedi­yete kadar istisnasız kalacakları kesindir. Bundan maksat ise orada ebedî kal­manın Allah Tealâ'nın iradesiyle olacağının, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâ­hî iradenin dışında olmayacağının beyan edilmesidir. Bu ayet aynen şu ayetle­re benzemektedir:

"... Allah da (buyurucak ki:) "Sizin durağınız cehennemdir. Orada Allah'ın dilemesi müstesna ebedî kalacaksınız." Şüphesiz Rabbin Hakim'dir (Hüküm ve hikmet sahibidir), Alîm'dir (Her şeyi çok iyi bilendir)." (En'am, 6/128).

"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında ben kendim için bir fayda elde etmeye ve bir zarar vermeye muktedir değilim." (Araf, 7/188).

"(Ey Muhammed) Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve onu asla unutmayacak­sın. Ancak Allah'ın dilediği müstesna..." (Ala, 87/6-7).

Bütün bu ayetlerde maksat hükümlerin sadece Allah'ın iradesiyle kayıtlı bulunduğunu bildirmektir, yoksa bu hükümlerin umumi olmadığını ifade etmek için değildir. Tercih edilen ve kuvvetli olan görüş de budur.

İbni Cerîr diyor ki: Arapların âdetlerinden biri de bir şeyin daimi olduğu­nu anlatmak istediklerinde "Bu yer ve gökler devam ettikçe devam edecektir" çekimdeki sözleridir. Yine şöyle derler: "Bu gece ile gündüz birbiri ardınca gel­diği müddetçe baki kalacaktır."

Müfessir alimlerin bu konuda Kurtubî'nin zikrettiği gibi 11 görüşü var[110]

Zemahşeri diyor ki: Bu ifade cehennem azabında ve cennet nimetleri için­de ebedî kalmaktan istisnadır. Çünkü cehennemlikler sadece ateş azabında ebedî kalmayacaklardır. Bilakis zemherir (soğuk) ile ateş azabından onlara başka çeşitli azaplarla da azap edilirler. Bunların hepsinden daha şiddetlisi ise Allah'ın onlara gazap etmesi ve onları basite almasıdır. Cennetlikler de böyle­dir. Onların da cennetten başka ondan daha büyük bir nimet ve daha değerli bir lütuf vardır ki bu da Allah'ın rızasıdır. Cennetliklerin cennet sevabından başka Allah'ın kendilerine lütfettiği, mahiyetini sadece kendisinin bildiği ni­metler vardır. İstisnadan murad edilen budur. Bunun delili de "kesilmeyen bir lütuf ayetidir.[111]

Yani Rabbin bu hazırlanan nizamı değiştirmeyi, buna ilâve etmeyi ve bun­dan eksiltme yapmayı dilemediği müddetçe, onlar cennet veya cehennemde ebedî kalacaklardır. Böylece maksat, her şeyin O'nun elinde ve O'nun tasarru­funda olduğunu göstermektir. Dilerse bunu aynen bırakır, dilerse böyle yap­maz.

Ebu Hayyan diyor ki: Görünen odur ki, "Ancak Rabbinin dilemesi müstes­nadır" ayeti zamana delâlet eden "Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır" ayetinden istisnadır. Ayetin manası şudur: Allah Te-alâ'nın dilediği zaman hariç, ne ateşte ne de cennette ebedî olurlar. Eğer bu is­tisna ateşte ve cennette olmaktan istisna ise, bu istisna edilen zaman, Allah'ın kıyamet günü mahlûkatı arasında hüküm verdiği zaman olabilir. Çünkü o za­man bedbaht ve mesut olanlar henüz cennet ve cehenneme girmemişlerdir.

Ancak buradaki istisna "ebedî olmak"tan istisna ise bunun cehennemlikle­re göre olması mümkündür. O durumda bu istisna edilen zaman cehennemde olan isyankâr müminlerin oradan çıkıp cennete girmeleridir. Bu durumda on­lar ebedî cehennemde değildirler. Zira cehennemden çıkıp cennete girmişlerdir. Cennet ehline gelince, cehennemlikler hakkında meydana gelenler onlar hak­kında meydana gelmez. Çünkü cehennemlik olup da cennete girecek ve orada ebedî kalacak kimse yoktur.[112]

"Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani ilmine uygun ve hikmetinin gereği olarak dilediğini yapar. Cehennemliklere dilediği azabı verir.

Cennetliklere kesintisiz lütfuyla ihsanda bulunur.

Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci grup olan mesut olanların cezasını zik­retti: Mesut olanlara, saadet ehline gelince, onlar peygamberlere tabi olanlar­dır. Onların yeri cennettir. Orada yer ve gök durduğu müddetçe, Allah Tealâ'nın dilemesiyle, kesilmeyen ve mani olunmayan, sonsuza kadar uzanan lü­tuf içinde ebedî olarak kalacaklardır. "Onlar için orada arkası kesilmeyen bir mükâfat vardır." (İnşikak, 84/25).

İbni Kesir diyor ki: Buradaki istisnanın manası, onların içinde bulunduk­ları nimetlerin bizzat vacip olan bir durum olmadığıdır. Bilakis bu, Allah Te-alâ'nın dilemesine havale edilmiştir. Onların üzerinde daima Onun minneti, lütuf ve ihsanı vardır. Bu sebeple nefes alma-verme imkânı verildiği gibi, teş­bih (Sübhanallah) ve tahmid (Elhamdülillah demeleri) ilham olunur.[113]

Cehennemlik ve cennetliklerden herbirinin karşılığı Allah'ın dilemesiyle daimidir. Cehennemliklerin cehennemdeki azabı daimi bir surette Allah'ın di­lemesine havale edilmiştir. Verilen bu ceza Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği amellerine uygundur. Cennetliklerin cennetteki sevabı ise yaptıklarına karşılık olarak yine Allah'ın iradesine göredir.

Ancak Allah Tealâ her iki gruba ait ayetlerin sonunda farklı ifade kullan­mıştır. Bedbahtların durumunu beyan eden ayetin sonunda "Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." (Hûd, 107) denilmiştir. Bir başka surede aynı yerde "Allah yapdıklarından mesul değildir. Onlar ise mesuldürler." (Enbiya, 21/23) denilmiştir.

Mesut olanların durumu açıklandıktan sonra da kalplerini hoş tutmak ve müminlere verilen bu karşılığın Allah tarafından bir bağış olduğuna işaret et­mek için "Bu onlara (Allah tarafından) hiç kesilmeyen bir lütuftur." (Hûd, 108).

Buharî, Müslim ve Nesai'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şe­rifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz ameli karşılığı cen­nete kesinlikle giremez." Sahabe-i kiram "Sen de mi ya Rasulallah?" dediler. Efendimiz: "Evet ben de. Ancak Allah beni rahmetiyle kuşatmıştır" buyurdu.

Yine Buharî ve Müslim Sa/»Merinde şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır: "Kıyamet günü ölüm gayet güzel bir koç şeklinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında kesilir. Sonra şöyle denilir: "Ey Cennet ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok. Ey cehennem ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok."

Yine sahih bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Ey Cennet ehli! Ar­tık devamlı yaşayacak hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı genç kalacak hiç yaşlanma­yacaksınız. Devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hastalanmayacaksınız. Devamlı nimet içinde bulunup hiç ümitsizliğe düşmeyeceksiniz."

Cenab-ı Hak bedbaht ve mesut olanların durumlarını belirttikten sonra Peygamberimiz (s.a.)'in düşmanlarım daha önce helak edilen ümmetlere verdi­ği azap gibi azap vermekle korkuttu ve şöyle buyurdu: "Sakın şüphe etme."

Yani ey Muhammedi Eski kavimlere ait zikredilen hususları anladın, Allah kulları hakkındaki sünnetini de öğrendin. Bundan dolayı müşriklerin taptıkla­rı şeylerin akibeti ve müşriklerin sonunun ne olacağı hususunda şüphe etme. Onların taptıklarının hepsi batıldır, bilgisizlik ve sapıklık eseridir. Azapları gerçektir, şüphe yoktur. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'i teselli ve kavmini teh­dit içindir.

Şüphesiz onlar da atalarının taptıkları gibi putlara, heykellere tapıyorlar. Onlar bilgisizlikte ataları gibidirler. Atalarını körükörüne taklit etmektedirler. Onların içinde bulundukları bu durum hakkında atalarına bilgisizce tabi ol­maktan başka dayandıkları hiçbir hüccetleri de yoktur. Allah bu amellerine karşılık onlara tam manasıyla ceza verecek, onları hiç kimseyi azap etmediği gibi bir azapla cezalandıracaktır. Dünyadaki güzel amellerinin karşılığını Al­lah ahiretten önce dünyada tam olarak vermiştir. Dünyada ana-babaya itaat, akrabayı ziyaret, fakirlere yardım, hayır işlemek gibi bir takım iyilikler yap­mışlarsa Allah bu amellerinin karşılığı olarak dünyada rızık genişliği, sağlık sevinç içerisinde olmak, başlarına gelecek bazı zararları def etmek gibi nimet­ler verir. Bu hemen kaybolan acil, fakat ilâhî adaletin gereği olan tam ve eksik­siz bir karşılıktır. Sakın hiçbir kimse bazı kâfirlerde gördüğü nimet ve dünya refahına aldanmasın. Onlara sadece dünya vardır. Ahiret nimetinden mahrum­durlar. Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle onlara ahirette sadece şiddetli bir azap vardır. [114]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:

1- Peygamberler ister dünya âleminde eski kavimlere ait haberler ve gele­cekte meydana gelecek gaybi haberler olsun, isterse ahiret aleminde azap ve cezanın meydana gelmesi, mahşerde toplanma ve hesabın görülmesi gibi ha­berler olsun, verdikleri haberlerde tam manasıyla doğruluk üzeredirler.

"Bu kıssada ahiret azabından korkan kimse için ibret ve öğüt vardır."

"İnsanlar o günde bir araya gelmişlerdir" ayeti haşrin meydana geleceğine delildir. "el-Cem", haşr manasındadır. Yani onlar kıyamet günü haşredüecek-lerdir. O gün müttaki-facir herkesin hazır bulunacağı, gökyüzü ehlinin de hazır bulunacağı bir gündür.

2- Öldükten sonra dirilme haktır. Fakat Allah'ın hikmeti, bugünün, daha önce kaza ve kaderle belirlenip malum bir güne tecil edilmesini gerekli kılmış­tır.

3- Kıyamet gününde mutlak hakimiyet Allah'ındır. O gün Yüce Allah'ın iz­ni olmadan hiçbir kimse hüccet veya şefaat etme konusunda konuşamaz.

Bir grup alim, "Bu gün çok uzun bir gündür. O gün bazı yerler ve bazı sah­neler vardır ki bunların bazısında insanlar söz söylemekten menedilirler, bazı­sında ise söz söyleme izni verilir" derler. Bu durum o gün hiçbir kimsenin O'nun izni olmadan konuşamayacağına delâlet etmektedir.

4- İnsanlar kıyamet günü iki sınıftır:

a) Bedbaht olanlar

b) Mesut olanlar

Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Mesut olanlar ise cennettedirler. Her iki grup da içinde bulundukları azap veya sevapta Allah'ın dilemesi ve irade­siyle ebedî olarak kalacaklardır.

Allah'ın bu hükmü değişmez ve değişikliğe uğramaz. Allah kime bir hü­küm vermişse ve O'nun amelini ve durumunu bilmişse artık onun buna aykırı davranması imkânsız olur. Aksi takdirde Allah'ın verdiği haberin yalan olması, ilminin bilgisizlik sayılması gerekir. Bu ise tamamen imkânsızdır. Bununla sa­bit olmuştur ki, mesut olan artık bedbaht olamaz, bedbaht olan da mesut ola­maz.

5- Ümmetin büyük çoğunluğu kâfirin azabının devamlı olacağı hususunda ittifak etmiştir. Çünkü ayette zikredilen ve gökler ve yerin daimi oluşuyla ilgili bulunan "ebedî" olmaktan maksat devamlılıktır. Tıpkı Arapların devamlılık ve ebedîlik hakkında söyledikleri "yer ve gökler devam ettikçe, gece ve gündüz peşpeşe geldiği müddetçe, deniz dalgalandığı müddetçe, dağ dimdik ayakta kaldığı müddetçe..." şeklindeki sözleri gibi.

Yahut "ebedî" olan, ahiretin yeri ve gökyüzüdür. Şu ayetlerin delaletiyle ahirette de yer ve gök bulunmaktadır:

"Yeryüzünün bir başka yeryüzüne, göklerin başka göklere çevrileceği... o gün..." (İbrahim, 14/48).

"Onlar da "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulu­nanların mükâfaatı ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).

Ayrıca ahiret ehlini gölgeleyen bir gökyüzü de mutlaka olmalıdır. İşte o da yeryüzü ve gökyüzüdür.

6- "Ancak Rabb'inin dilediği şey müstesna" ayeti cehennemliklerin cehen­nemde, cennetliklerin cennette kalmalarının Allah Tealâ'nın iradesiyle meyda­na geldiğine, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâhî irade dışına çıkmayacağına delâlet etmektedir. Bu ayetle değişmezlik ve devamlılık murad edilmiştir.

Razî bu ayeti namaz kılan ama fasık olan müminlerin cehennemden çıka­caklarına delil olarak getirmiştir. Ebu Hayyan'ın tercihine benzeyen tercihiyle bu istisnadan murad budur. Ayet ebedî cehennemde kalmaktan istisna getir­mektedir. Bu ayet kendilerinden ebedîlik kalkan kimseler yani isyankâr mü­minler hakkındadır.

Saadet ehli için yapılan istisna ile ise Razî'nin zikrettiği bir görüşe göre derecelerin yükseltilmesi murad edilmektedir. Allah cennette arşına ve sadece Allah'ın bildiği yüksek derecelere yükseltir:

"Allah mümin erkek ve kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde de­vamlı kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel köşkler vaad etmiştir.

Allah'ın rızası ise daha büyüktür." (Tevbe, 9/72).

7- Müşriklerin put ve heykellere tapmalarının akli ve mantıki hiçbir delili yoktur. Bu sadece bilgisizlik, baba ve atalarını körükörüne taklit etmekten doğmaktadır.

Nitekim Cenab-ı Hak "Onların taptıklarından şüphe etme" yani onların taptıklarının hiçbir fayda temin edemiyeceğinden ve hiçbir zarar veremiyece-ğinden, Allah puta tapmayı emretmediğinden şüphe etme. Onlar sadece baba­larının yaptığı gibi, onları taklit ederek putlara tapmaktadırlar.

8- Cennet ehlinin nimeti kesintili ve engelli olmayıp devamlıdır. Bunun delili şu ayetlerdir:

"Hiç kesilmeyen bir nimet..." (Hûd, 108).

"Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan..." (Vakıa, 56/33).

9- Yüce Allah kâfirlerin hakkında da adildir. Onlara güzel amellerinin se­vabını dünyada tam olarak verir. Bu amellerine karşılık onlara ahirette hiçbir sevap yoktur. Çünkü o gün amellerin kabulü imana bağlıdır. Bunun delili ise "Biz onların nasibini eksiksiz tam olarak vereceğiz" ayetidir. Yani onlar kâfir ol­salar da, haktan yüz çevirseler de biz onların nzık ve dünya nimetleri gibi na­siplerini tam olarak vereceğiz.

Bundan maksat İbni Abbas (r.a.)'ın dediği gibi kâfirlere vaad edilen hayır ve şer de olabilir. Ayrıca onlara azaptan düşen nasipleri tam olarak verilecektir manası murad edilmiş de olabilir. Belki de hepsi murad edilmiştir. [115]

 

Kur'an-ı Kerimdeki Kıssaların Hedefleri

 

Kur'an-ı Kerim'de bir kıssa değişik üsluplarla müteaddit münasebetlerle, farklı psikolojik tesirle ve değişik hedefler ilham ederek birkaç defa zikre­dilmektedir.

Bu surede veya diğer Mekkî (Mekke'de inen) surelerdeki geçmiş ümmetle­rin kıssalarını beyan ederken umumiyetle belirli amaçların gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Bu amaçların en önemlileri şunlardır:

1- Bazı geçmiş ümmetlerin tarihlerinden haber vermek ve Peygamberimiz (s.a.)'in ve kavminden hiçbir kimsenin bilmediği çok önemli gaybî olaylara ışık tutmak: "Bu kıssa sana vahyettiğimiz gaybın haberlerindendir. Onlar (Yusuf un kardeşleri) tuzak kurmak üzere ittifak kurduklarında sen onların yanında değildin." (Yusuf, 12/102).

Bu, onun peygamberliğinin doğruluğuna ve bu Kur'an'ın Allah tarafından indirilip müşriklerin iddia ettikleri gibi onun uydurduğu bir şey olmadığına delil olmaktadır.

Nitekim müşrikler Kur'an'ın anlattığı gibi şöyle demişlerdi: "İnkâr edenler "Bu Kur'an Muhammed'in uydurduğu iftiradan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da kendisine yardım etmiştir" dediler. Böylece haksızlığa ve yalan­cılığa saptılar. Onlar "Kur'an öncekilerin efsaneleridir. Muhammed onu başkalarına yazdırmış da sabah-akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor" dediler. Ey Muhammedi Onlara de ki: Onu göklerde ve yerdeki sırları bilen Allah indir­di. Şüphesiz ki O Gafur'dur, Rahîm'dir. (Çok affeden ve çok merhamet eden­dir). " (Furkan, 25/4-6).

2- Bütün insanlara nebi ve rasullerin davetlerini yaymak yolundaki gay­retlerini, kavimleriyle yaptıkları mücadelelerini, hakkı ortaya çıkarmak ve batılı ortadan kaldırmak için yaptıkları çeşitli haklı tartışmalarını ve kavim­lerinin onların bu davetlerine ne derece icabet ettiklerini ve onlardan nasıl yüz çevirdiklerini haber vermek. Ayrıca insanların risaletine iman etmekten uzak­laşmalarının Peygamberimize elem vermesinden dolayı onu teselli etmek.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey Muhammedi Peygamberlerin kıssalarından sana anlattığımız her şeyle senin kalbini pekiştiririz. Bu haber­lerde sana işin hakikati müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." (Hûd, 120).

Bu ayette geçmiş peygamberlerin davet yolunda gösterdikleri sabır ve cihad hususunda güzel örnekler oldukları beyan edilmektedir: "Ey Muham­medi Sen de azim ve sebat sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret. Kâfirler için acele azap isteme." (Ahkaf, 46/35).

3- Risaletin esasları, Allah'ın birliğine davet hususunda peygamberlerin birbirlerini teyit etmeleri, öldükten sonra dirilmeye, amellerin karşılığının verilmesine ve ahiret gününe iman etmeleri, faziletli ameller, yüce ahlak ve manevî değerler gibi ortak hayır esaslarını beyan etmeleri hususunda bütün peygamberlerin ittifak içinde olmalarını ortaya koymak:

"Şüphesiz ki bunların (geçmiş peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. Kur'an uydurulmuş bir söz değildir. Ancak O, geçmiş kitapları doğrulayan, her şeyi açıklayan, iman eden bir kavme hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olan bir kitaptır." (Yusuf, 12/111).

4- Kıssa eğitim ve öğretimde, aklî burhanları maddi olaylarla ispat hususunda teşvik edici, ilgi çekici, sevindirici, rağbet edilen bir unsurdur. Kıs­saların üslûbundan ve olayların anlatılmasından etkilenme hususunda genç-ihtiyar, erkek-kadm arasında pek fark yoktur.

Kıssa iman tohumu ekmekte, ibadet ve taate teşvik etmekte, günahlardan sakındırmaya vesile olmakta ve böylece hocaları peygamberler, olayların sah­nesi kavimler, tarihleri eski tarih, konusu zalimlerin helak edilmesi, gayesi ah­lakı güzelleştirme, insanları ıslah etme ve güzel terbiye olan ve müminler için ilâhî bir medrese hüviyetini taşımaktadır.

5- Kur’an kıssası, ilk derecede Allah'ın birliğini ispat etme, varlığını ifade etme, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeyi ispat etme amacım taşımakta ve bu esnada da fert ve cemiyet, millet ve devlet ve bütün milletler ve bütün idareciler için faydalı, planlı ve programlı şer'î hükümler ihtiva etmektedir.

6- Kur'an kıssası, peygamberlerin asıl vazifesinin vahyi olduğu gibi tebliğ etmek, peygamberin erteleme, değiştirme, fayda ve zarar verme hususunda en küçük bir yetkisi olmaksızın, yakın veya uzak gelecek azabın gerçekleşeceği şeklinde insanlara ilâhî uyanlarda bulunmak olduğunu beyan etmektedir.

7- Kur'an kıssası, insan tabiatlarının birbirlerine benzerlik derecesini, iman-küfür, hayır-şer hususundaki istidatlarının derecesini gösterir.

8- Kur'an kıssasında Allah'ın hakimiyeti, kudreti, ahiret azabının küçük bir örneği olan dünyadaki acil azabı vermedeki ezici gücü ortaya konulmak­tadır.

9- Kur'an kıssası, peygamberlere verilen ilâhî teyit insanları ilâhî davetin doğruluğuna ve bu kıssaların sahipleri ve kahramanları olan peygamberlere iman etme konusunda ikna etmeye vesile olacak Allah'ın ayetlerini, mucizelerini ve hüccetlerini insanların önüne serme konusunu ihtiva eder.

10- Her kıssada, kahramanların değişmesiyle farklılık arz eden dersler, öğütler ve hususi ibretler vardır.

Meselâ Nuh (a.s.) kıssası iyice kökleşmiş gururu ve putperestlik üzerinde ısrar edilmesini temsil etmektedir. Ad kavmi kıssası güç, kuvvet, zorbalık ve taşkınlığın ne derece dikkate alındığını ortaya koymaktadır. Lût kavmi kıssası insanlık seviyesinin düşmesi, homoseksüellik ve ahlâkî rezalete delâlet etmek­tedir.

Şuayb kavmi kıssası da içtimaî sapma veya içtimaî zulüm, insanların hak­larını alma, mallarını batıl yolla yeme görüntülerinden biridir. Firavun kavmi kıssası da idarî güç, servet ve mevkiye dayanmanın açık bir örneği olup her zaman ve her yerde Firavunlaşmış zorba idarecilerin tahtlarını ve şahsiyet­lerini titreten bir kıssadır.

Bütün bu kıssalar, cemiyet nizamında putperestlik ve anarşiye karşı koy­mak için anlatılmıştır. Çünkü bu ümmetlerin hepsi putlara tapan putperest ümmetler idi. Geçmiş peygamberlerin yoğun gayretleri insanları put ve heykel­lere tapınmaktan kurtarmak üzerine yoğunlaşmıştı.

11- Kur'an kıssası bir bütün halinde öğüt ve ibrettir. Nefislerin ilâcıdır, is­yankârlar ve inatçı kâfirlerin başına gelen insanın aklını başından alacak, saç­ları ağartacak, kalbin damarlarını parçalayacak ve insanı korkuya ve dehşete düşürecek azap ve belâlardan ibret alma vesilesidir.

12- Okuma yazma bilmeyen, tarihle ilgilenmeyen ümmî bir peygamberin -Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.)'in- bu kıssalardan haber vermesi onun peygamberliğine ve yüce risaletine, ilim ve irfanı yayma konusundaki gay­retine, hidayet ve hak yol bayraklarının dalgalanmasına kesin bir delildir. Her şeyden önce bu Kur'an'm Allah'ın kelâmı ve kıyamete kadar insan oğlunun uyacağı anayasası olduğuna delildir.

13- Kıssalar her peygamberin ayıplanma, görüşünün basite alınması, hat­ta bazan öldürülme ve memleketinden uzaklaştırılmasına teşebbüs edilmesine rağmen ulvî prensiplere ve davetine tam manasıyla bağlılığını ihtiva etmek­tedir. Bunun örnekleri çoktur. Meselâ bunlardan biri Kur'an'ın Hz. Nuh (a.s.)'tan naklettiği şu sözüdür: "Nuh kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana, Rabbim tarafından açık bir delilim varsa ve kendi nezdinden bana bir rahmet verdiyse ve bunlar da gözünüzden gizlendiyse istemediğiniz halde size bunları zorla mı kabul ettirelim?!" (Hûd, 28).

Bu sözün benzeri Hz. Şuayb (a.s.)'m diliyle, (Hûd, 88) ve diğer peygamber­lerin diliyle tekrar edilmiştir.

Yine bu misallerden bir başkası Hz. Hûd (a.s.)'dan naklettiği şu sözüdür: "Kavminin ileri gelen kâfirleri Hûd'a "Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve seni yalancılardan zannediyoruz" dediler. Hûd da onlara şöyle dedi: Ey kav­mim! Bende bir beyinsizlik yok. Ben sadece âlemlerin Rabbi tarafından gön­derilmiş bir peygamberim." (A'raf, 7/66-67).

Bir başka misal ise kavminin Hz. Şuayb'a söylediği sözüdür: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni taşlayarak öl­dürürdük. Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin." (Hûd, 91).

14- Kur'an surelerinde bir kıssanın birkaç defa zikredilmesi her nesilde in­sanların gözlerinin önünde misal olması için ve pek çok maksat, hedef ve manayı gerçekleştirmek için benimsemiş bir yoldur. Fakat bu kıssalar bıkkın­lık verici olmayıp dikkatleri çeken, akılları uyaran, okuyucu ve dinleyicinin nefsinde usanç ve bıkkınlığı gideren çeşitli üslûplarla anlatılmıştır. [116]

 

Tevrat'ta İhtilaf Etmenin Akıbetinin Hatırlatılması

 

110- Şüphesiz ki biz Musa'ya Kitab'ı ver­miştik. Onda ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin (cezalarını kıyamete kadar erteleyeceğine dair) önceden vaadi ol­masaydı onların aralarında hüküm der­hal verilirdi. Doğrusu onlar onun hakkında şüphe içindedirler, kuş­kuludurlar.

111- Elbette Rabbin bunlardan her-birine yaptıklarının karşılığını verecektir. Şüphesiz Allah onların yap­tıklarından haberdardır.

 

İ'râb:

 

"Lemmâ le-yüveffiyennehüm" ifadesindeki şeddeli "lemma" biraz zor bir ifadedir. Zira burada "Ne zaman ki" manasında olmadığı gibi "illâ" manasında da "lem" manasında da değildir. Bunun hakkında bazı görüşler vardır:

a) Bu kelimenin aslı "le-min-mâ" idi. Sonra nun mime idgam edildi. Böy­lece üç mim bir araya geldi. Kesreli mim hazfedildi, "lemmâ" oldu. Cümlenin takdiri, "le-min-mâ halaka (yarattıklarının hepsine)" Rabbin amellerinin kar­şılığını tam olarak verecektir" şeklindedir.

b) Bu kelime "le-min-mâ" şeklindeydi. "Min" hazfedildi "le-mâ" oldu. "Mâ" ise zaidedir. Cümlenin takdiri "le-halkun" şeklindedir.

Zemahşerî diyor ki: "lem-mâ" daki "lem" yemine hazırlık içindir. "Mâ" ise iki "le" nin arasında fasıl için ziyade edilmiştir. Mana şudur: "Hepsine vallahi tam olarak verecektir." [117]

 

Belagat:

 

"Eğer Rabbinin önceden kelimesi olmasaydı..." Buradaki "kelime" kaza ve kaderden kinayedir. [118]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki, biz Musa'ya kitab'ı" Tevrat'ı "vermiştik." Tasdik etmek veya yalanlamak şeklinde "Onda ihtilâfa düştüler." Bir grup iman etti, diğer bir grup inkâr etti. Tıpkı Mekke müşriklerinin Kur1 an hakkında ihtilâfa düştük­leri gibi.

"Eğer Rabbinin" hesap görmeyi ve kullarını cezalandırmayı kıyamet gününe erteleyeceğine dair "bir vaadi olmasaydı, onların aralarında" ihtilâf et­tikleri hususlarda haklı olanı haksız olandan ayırd etmek için haksız olana hak ettiği azabı indirmek suretiyle dünyada iken derhal "hüküm verilirdi."

"Doğrusu onlar" yani Mekke kâfirleri veya Tevrat'ı yalanlayanlar, "onun hakkında" Tevrat veya Kur'an hakkında "şüphe içindedirler, kuşkuludurlar."

"Elbette Rabbin bunlardan herbirine" yani ihtilâf edenlerden herbirine mümin olsun, kâfir olsun "amellerini" yani amellerinin karşılığını "tam olarak verecektir."

"Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır." Amellerin dış görünüşü gibi içini-özünü de bilir. [119]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Mekke müşriklerine küfürleri sebebiyle helak olan ümmet­lerin kötü akıbetini hatırlattıktan sonra burada da onlara Tevrat hakkında inanan ve inanmayanlar diye iki gruba ayrılan, ihtilâfa düşen ve Allah'ın da kendilerine azap ettiği kötü amelleri sebebiyle cezalandırdığı Musa fa.s.) kav­mini hatırlattı.

Bu, kâfirlerin bütün peygamberlere karşı fasit âdetlerinin aynı olduğuna delâlet etmektedir. Mekke kâfirleri tevhidi inkâr ettikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini de inkâr etmişler, Allah'ın kitabını yalanlamışlardı. Mekke kâfirlerinin bu tavrı kendilerinden önceki kâfirlerin tavır ve âdetlerinin aynısı idi. [120]

 

Açıklaması

 

Yemin olsun ki, biz Musa'ya kitabı yani Tevrat'ı verdik. İsrailoğullan da zulmederek ve haddi tecavüz ederek, liderlik ve maddî menfaatlerde çekişerek bu Tevrat'ta ihtilâfa düştüler.

Allah'ın Kitabı insanların aynı metod etrafında toplanmaları için ve söz birliği olsun diye inmesine rağmen bir kısmı bu kitaba iman edip bir kısmı in­kâr ettiler.

Ya Muhammed! Kavminin Kur'an hakkındaki ihtilafına aldırış etme. Sen­den önceki peygamberler de senin için örnek vardır. Onların, yalanlamalanyla telâşa kapılma.

Rabbinin, azabı belirli bir vakte erteleme suretiyle bir takdiri olmasaydı onlar hakkında diğer kavimlerde olduğu gibi isyankârları helak etmek ve müminleri kurtarmak suretiyle dünyada hüküm verilirdi.

Yalanlayanlar endişe ve kuşkuya düşürücü bir şüphe içindedirler. Daha isabetli görüşe göre "Onlar" ve "hakkında" kelimelerindeki zamir Hz. Musa (a.s.)'nın kavmine racidir. Zira onlar kitapta ihtilafa ve Tevrat'ta şüpheye düşenlerdir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da muhakkak ki ondan şüphe ve tereddüt içindedirler." (Şûra, 42/14).

Kitab'a varis kılananlar Yahudi ve Hristiyanlardır. Gerçek Tevrat Babil-lilerin Süleyman heykelini yakması esnasında kaybolmuştur.

Buradaki zamir peygamberin muasırlarından O'nun hakkında ihtilâfa düşen kimselere racidir de denilmiştir.

İbni Atıyye "Bu lafzın hepsine şamil olduğu fikri bana göre daha güzeldir" demiştir.

Bu cümle Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmek için zikredilmiştir.[121]

Mümin olsun kâfir olsun, Allah'ın Kitabı'nda ihtilâf edenlerden her birine Allah amellerinin karşılığını ve vaad olundukları hayır ve şerri tam olarak verecektir. Çünkü O bütün bu amellerden haberdardır. O'na bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz.

Bu da yine Peygamberimiz (s.a.)'e teselli, kavmine tehdit ve onları azapla korkutmaktır. [122]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayetten şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- İnsanların bütün peygamberlere karşı tavırları aynıdır. Bir kısmı on­ların davetlerini kabul edip risaletlerine iman eder, diğer bir kısmı ise bu risaleti inkâr ederler.

Hz. Musa kavminin kâfirleri ve diğerleri tevhidi inkâr ettiler, peygamber­liği inkârda ve semavî kitapları yalanlamakta ısrar ettiler. Hz. Muhammed (s.a.)'in kavminden olan Mekke kâfirleri ve başkaları da belirtilen hususlarda kendilerinden önceki kavimler gibiydi. Dolayısıyla cezaları da aynı olacaktır.

2- Tevrat ve Kur'an gibi ilâhî kitaplarda ihtilâf edip kimin iman edip kimi­lerinin de inkâr etmesi ahirette ceza ve azabı gerektirmektedir.

3- İsrailoğulları gibi Tevrat'ı yalanlayanlar ve tasdik edenler diye iki kıs­ma ayrılan kavimler içindeki kâfirlerin cezası hususundaki erteleme Allah'ın hükmü sebebiyle kavmin düzeleceği bilindiği için, kıyamet gününe ertelenmek­tedir.

Bu şekilde bir erteleme olmasaydı mümini mükâfatlandırmak, kâfiri cezalandırmak ve üzerlerine onları tamamen helak edecek azabı indirmek suretiyle Cenab-ı Hak onların aralarında kesin hüküm verirdi. Fakat Allah'ın kazası olarak daha önceden tayin edilen karar, onların dünyalarmdaki bu azabı ahirete ertelemiştir.

4- Tevrat hakkında ihtilâfa düşen şu Yahudiler Hz. Musa (a.s.)'nın kitabın­dan şüphe etmektedirler. Onlar Kur'an hakkında da şüphe içindedirler.

5- Mümin olsun, kâfir olsun bütün ümmetler ve fertler ister geçmiş pey­gamberlerin kavimlerinden olsun, isterse Hz. Muhammed (s.a.) kavminden ol­sun, ahirette amellerinin karşılığını göreceklerdir.

Cezası dünyada verilenlerle cezası ahirete kalanlar, peygamberleri tasdik edip yalanlayanların durumu Allah Tealâ'nm ahirette kendilerine amellerinin karşılığını tam olarak vereceği hususunda aynıdır.

Bu netice ayetteki "Onlara amellerinin karşılığı tam olarak verilecektir" şeklinde vaad ile tehdidi bir arada toplayan ifadeden alınmıştır. Zira ibadet ve taatlerin karşılığının tam olarak verilmesi büyük bir vaad, günahların kar­şılığının tam olarak verilmesi ise büyük bir tehdittir.

Bu vaad ve tehdit "Şüphesiz O bütün yaptıklarından haberdardır" ayeti ile tekit edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak bütün malumatı bildiği için, ibadet ve taatlerin, günahların miktarlarım ve her amele verilecek karşılığın münasip olan miktarını da bilmekte O'nun nezdinde hak ve karşılıktan hiçbir şey zayi olmamaktadır.

Yüce Allah hak sahiplerine hak ettikleri ceza ve mükâfatların tam olarak verileceğini bildiren ayette (Hûd, 111) yedi çeşit tekit edici unsura yer vermiş­tir.

a) "İnne" (Muhakkak ki).

b) "Küllen" (Hepsine).

c) "İnne"nin başına gelen "lem"

d) "Mâ" harfi Ferra'nm görüşüne göre, mevsul olursa.

e) Gizli yemin kelimesi "vallahi." Zira ayetin takdiri "Onların hepsine val­lahi karşılığını tam olarak verecektir" şeklindedir.

f) Yemin cevabının başındaki "le" tekit edatı.

g) Fiildeki tekit nunu.

Tekide delâlet eden bu yedi lafız Rububiyet (Allah'ın Rab olma sıfatı) ve ubudiyetin (Allah'a kulluğun) ancak öldükten sonra dirilme, kıyamet, mahşer yerinde toplanma ve amel defterlerinin dağıtılması ile tamamlanacağına delil­dir.

Bu ayetin sonunda "Şüphesiz O bütün yaptıklarından haberdardır" ifadesini getirmiştir ki, bu ifade en büyük tekit cümlelerindendir. [123]

 

Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak

 

112- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de (böyle olsunlar). Haddi tecavüz etmeyin. Şüp­hesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.

113- Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Emrolunduğun gibi" Rabbinin emriyle amel etmek ve ona davet etmek üzere "dosdoğru ol." İstikamet, vahyî ve İslâmî hükümleri indirildiği gibi, beyan etmek ve ibadet vazifelerini eksiksiz ve aşırıya gitmeden yerine getir­mek gibi hem akaid hem de amellerde dosdoğru olma manasını ihtiva etmek­tedir. Bundan dolayı istikamet üzere olmak çok zordur. Bunun için Efendimiz (s.a.) "Beni Hûd suresi ihtiyarlattı" buyurmuştur.

"Seninle birlikte tevbe edenler de." Yani şirk ve küfürden tevbe edip iman etmek suretiyle seninle birlikte Allah'a yönelenler de dosdoğru olsunlar.

"Haddi tecavüz etmeyin." Allah'ın koyduğu sınırları aşmayın. Tuğyan, ifrat (aşırı gitmek) ve tefrit (tamamen ihmal etmek) suretiyle haddi aşmaktır.

"Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." Dolayısıyla size amel­lerinizin karşılığını verir. Bu cümle emir ve nehyin sebebini beyan etme manasındadır.

"Zalimlere asla meyletmeyin." En az haliyle bile onların tarafına yönel­meyin. Rükün, az bir şekilde meyletmek demektir. Sevgi, yağcılık veya amel­lerinden razı olmak suretiyle zalimlere meyletmeyin. "Aksi takdirde" onlara meyletmeniz sebebiyle "cehennem ateşi size dokunur."

"Sizin Allah'tan başka hiçbir dostunuz yoktur." Size yardım edip Allah'a karşı sizi kurtaracak yahut sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yok­tur. Ayetteki "min" harfi zaidedir, tekit ifade eder.

"Sonra yardım görmezsiniz." O'nun azabına engel olamazsınız. Allah'ın hükmünde size azap etmek ve yaşatmamak yazılmışsa Allah size yardım et­mez.

"Sümme (sonra)" kelimesi, Allah onların fiillerine karşı azapla uyarıda bulunduktan ve onlara bu azabı vacip kıldıktan sonra yardımın çok uzak ol­duğunu ifade için kullanılmıştır. [124]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak tevhid ve peygamberlik hususunda ihtilâfa düşenlerin duru­munu beyan edip onlara uzun uzun vaad ve vaidde bulunduktan sonra, Rasulüne (s.a.) başkasına emrettiği şekilde istikamet üzere (dosdoğru) ol­masını emretti. Bu kelime akide, ilim, amel ve ahlâk ile ilgili her şeyi içine alan bir kelimedir. [125]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın.

İstikamet Allah'ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehen­nem, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî hususlara iman etmeyi, Kur'an'ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emret­tiklerine sarılmayı gerektirir.

Bu, yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzulan ve şehvet­lerini tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.

Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) da şu ayette "istikamet" ile emrolunmuştu: "İkinizin de duaları kabul edildi. O halde istikamet üzere (dosdoğru) olun. (Hakkı) bilmeyenlerin yoluna tabi olmayın." (Yunus, 10/89).

İstikametin mükâfatı ise meleklerin korku ve üzüntüden emin olmakla ve cennetle müjdelemek suretiyle onları tatmin etmeleridir:

"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olun­duğunuz cennetle müjdelenin." (Fussilet, 41/30).

Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Süfyan es-Sekafî isimli bir sahabinin:

- Ya Rasulallah! Bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım, şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (s.a.):

-  Allah'a iman ettim de, sonra da istikamet üzerine (dosdoğru) ol, diye cevap vermiştir.

Rasulullah (s.a.)'a istikamet ile (dosdoğru olmakla) emredilmesi onun is­tikamet üzerine olmadığı manasına gelmez. Zira o bunun aksine son derece is­tikamet üzerine idi. Bu emirden maksat devamlılık ve bulunduğu hal üzere kalmaktır. Bu düşmanlara karşı zafer elde etmekte en büyük yardımcıdır. Rasulullah (s.a.) ve onunla birlikte olan müminlere istikamet üzerine olmakla emredilmesi onların istikamet üzerinde sabit olmaları içindir.

Bu ayette, şer'î naslara hiçbir tasarrufta bulunmaktan, hiçbir sapma olmadan, taklide düşmeden, fasit ve doğru olmayan bir görüşle amel etmeden it-tiba etmenin vacip olduğuna delil vardır. Kim selefin metodundan saparsa eğ-rilir ve dalâlete düşer. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi: "Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlardan olup her fırka kendilerine olanla övünüp durur." (Rum, 30/32).

İhtilâfın kalkmasının yolu Kur'an ve Sünnete dönüştür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "... Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Rasulüne havale edin." (Nisa, 4/59).

Allah Tealâ "istikamet" üzerine olmayı emrettikten sonra zıddı olan "tuğ-yan"dan yani Allah'ın koyduğu sınırlan tecavüz etmekten, haddi aşmaktan nehyetti. Çünkü tuğyan helake götüren kaygan bir yoldur. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Haddi tecavüz etmeyin."

Bundan sonra da muhalif davranmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Şüp­hesiz ki O yaptıklarınızı çok iyi görür." Yani Yüce Allah kullarının amellerini görür, hiçbir şeyden gafil değildir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O hepsinin kar­şılığını verir."

İstikamet üzere olmaya ve haddi tecavüz etmekten kaçınmaya davet Kur'an-ı Kerim'in sık sık tekrarladığı ana hedefidir. Cenab-ı Hak şöyle buyu­ruyor:

"Ey Muhammed! işte bunun için sen onları hakka davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma. Onlara şöyle de: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmak­la emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amel­lerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Benimle sizin aranızda (tartışılacak) bir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecek (yüzleştirecektir), dönüş ancak O'nadir."(Şûra, 42/15).

Daha sonra Cenab-ı Hak zalimlere meyletmenin tehlikesine işaret ederek şöyle buyurdu: Zalimlere sevgi ile, yağcılık yaparak veya amellerinden razı olarak, onlardan yardım isteyerek, onlara güvenerek meyletmeyin. Aksi tak­dirde onlara meyletmeniz sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Zalimlere meyletmek de zulümdür. Allah'tan başka size faydası dokunacak, sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yoktur. Sonra Allah da size yardım etmez. Size bu hadisede yardım edecek kimse bulamazsınız. Çünkü Allah Tealâ zalim­lere yardım etmez.

"Zalimlerin yardımcıları yoktur." (Bakara, 2/270).

"Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (Hac, 22/71; Fatır, 35/37).

Ayet, zalimlere azıcık meyletmenin kötü akıbetine, normal olarak insanı zulme düşürdüğüne ve zalimlerin yaptıklarını ikrar etmeye, içinde bulunduk­ları zulme razı olmaya, yollarını güzel görmeye, onların veya başkalarının yanında bu zulmü medhü sena etmeye ve dolayısıyla onların zalim amellerine ortak olmaya sebep olacak kaygan bir zemin olduğuna delâlet etmektedir.

Beyzavî diyor ki: Belki de bu ayet zulümden nehyetmek ve tehdit etmek hususunda tasavvur olunabilecek en beliğ ayettir.

Zulme meyletmek cehennem azabını gerektiriyorsa ya bizzat zalimin hali nasıl olur? [126]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet istikamet üzere olmayı, sebatkâr olup doğru yolda devam et­meyi emretmekte, zıddı olan tuğyanın yani Allah Tealâ'nın koyduğu sınırları aşmanın haram olduğuna işaret etmekte ve zalimlere güvenip dayanmamaya, zulümlerine rıza göstermemeye delâlet etmektedir.

İstikamet, Allah'ın emrine uymaktır. Bu kolay bir iş değildir. Bu, devamlı itaat etmeyi, insanın nefsini murakabe etmesini, muhalefet etmekten sakın­mayı gerektiren zor ve meşakkatli bir iştir.

İbni Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.)'a bu ayetten daha şiddetli, daha ağır bir ayet inmemiştir. Bunun içindir ki Ashabı kendisine "Size yaşlılık çabuk gel­di" dediklerinde Efendimiz (s.a.) "Beni Hûd suresi ve kardeşleri (benzerleri) ih­tiyarlattı" demişlerdir.

Ebu Ali es-Seriyye'den şöyle dediği rivayet olunur: Peygamberimiz (s.a.)'i rüyada gördüm.

-  Ya Rasulallah! Senden "Beni Hûd suresi ihtiyarlattı" dediğin rivayet olunuyor, dedim.

- Evet, dedi. Ben:

-  Seni bu surede ihtiyarlatan nedir? Geçmiş peygamberlerin kıssaları ve geçmiş ümmetlerin helak olması mı? diye sordum. Efendimiz (s.a.):

-  Hayır, sadece Cenab-ı Hakk'ın "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." aye­tidir, dedi.

İstikamet Kur'an ve Sünnetin naslanna tabi olmayı, batıl tevillerden ve Şeriatın ruhuna ve umumi prensiplerine aykırı fasit görüşle amel etxnekten uzaklaşmayı gerektirir.

Ayet bundan sonra da zalimlere itimat etmek, zulümlerine rıza göstermek, onlardan yardım istemek, onlarla işbirliği yapmak, onlara sevgi beslemek ve itaat etmekten sakındırmaktadır. Çünkü onlara sevgi beslemek onları medhü sena etmeye, onlara dalkavukluk yapmaya, gerçekleri tahrif etmeye, hakkı giz­lemeye, münkeri görüp susmaya, ma'rufu emretmemeye sebep olacaktır.

Zulüm, şirki ve her çeşit çirkinlik, günah ve münkeratı ihtiva etmektedir.

Ayet bidat ehli veya diğer masiyet ve küfür ehlini terk etmeye delâlet et­mektedir. Çünkü bunlarla arkadaşlık ve dostluk ya küfür, yahut masiyettir. Çünkü sevgi olmadan arkadaşlık olmaz. Ancak zalimle takıyye yapılarak (şer­rinden emin olmak gayesiyle) kurulan dostluk, mecburiyet sebebiyle nehiyden istisna edilmiştir.

İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin Hz. Ebubekir (r.a.)'den rivayet ettik­lerine göre Hz. Ebubekir (r.a.) hutbe için ayağa kalkmış, Allah'a hamdü sena ettikten sonra şöyle demişti:

"Ey insanlar! Siz şu ayeti okuyorsunuz: "Ey iman edenler!. Siz kendinize bakın. Siz hidayete erdiyseniz dalâlet eden kimseler size zarar vermez."

İyi bilin ki, insanlar zalimi görür de ellerini tutmazlarsa Allah pek yakın­da umumi bir ceza gönderir.

İyi bilin ki, ben Rasulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar aralarında münkeri (haram ve çirkinlikleri) görür de bunu yadırgamazlarsa Allah'ın onlara umumi bir ceza göndermesi yakındır."

Bu ayet-i kerime zalimlere meyletmenin akıbetini açıklıkla beyan etmiştir. Bu da zalimlerle içice olmaları, onlarla dostluk kurmaları ve onların içinde bulundukları duruma razı olmaları ve işlerine muvafakat göstermeleridir.

Zalimler, müşriklerden mümin olanların düşmanlarıdırlar. Yahut müs-lüman olsun, kâfir olsun her zalim buna dahildir. Bu ikinci görüş daha doğ­rudur. Çünkü ayetin umumi ifadesine bağlı kalmak daha evlâdır.

"Dosdoğru ol" ve "meyletmeyin" cümleleri arasında şöyle bir farklılık mülâhaza edilmektedir: Hayır fiilleriyle gelen emirler, mana umumi olsa bile Rasulullah (s.a.)'a müfred (tekil) olarak gelmektedir.

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" (Hûd, 112). Gelecek ayetteki "Namazı dosdoğru kıl" (Hûd, 113) ve "Sabret!" (Hûd, 113) emirleri de böyledir.

Ama yasaklanan şeylerde ümmet için cemi (çoğul) sigası kullanılmıştır: "Haddi tecavüz etmeyin." (Hûd, 112) ve "Zalimlere zulmetmeyin." (Hûd, 113) ayetleri de böyledir. [127]

 

Hz. Muhammed (S.A)'İn Namaz Ve Sabırla Emrolunması

 

114- (Ey Muhammedi) Gündüzün iki  tarafında ve gecenin gündüze yakın  zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler. Bu, Rablerini ananlar için bir öğüttür.

115- Sabret!. Çünkü Allah iyilik yapan­ların mükâfatını zayi etmez.

 

Belagat:

 

"İyilikler kötülükleri siler" ifadesinde "iyilik" ve "kötülük" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Bu Rablerini ananlar için bir öğüttür." Burada "zikrâ" ve "zâkirîn" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak vardır.

"Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez." Maksada bir burhan ol­ması, namazın ihsan olduğuna delil olması ve ihlâs olmadıkça bunların değer ifade etmeyeceğine işaret etmesi için zamirden vazgeçilmiş, isim kullanılmıştır. [128]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gündüzün iki tarafında" yani sabah ve akşam. Hasan-ı Basrî, Katade ve Dahhak'ın ifadelerine göre sabah, öğle ve ikindidir. Bir şeyin ucu, onun başı ve sonundan bir kısmıdır.

"ve gecenin gündüze yakın zamanlarda namaz kıl." "Zülef' kelimesi "zül-fe"nin çoğuludur. O da gecenin sabaha yakın ilk anları demektir. Bu ifade Hasan-ı Basrî'nin dediğine göre akşam ve yatsı namazlarını içine alır.

"Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler." Yani kötülüklere kefaret olur, onları örter. Ebu Nuaym'ın Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadis-i şerifte "Beş vakit namaz büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe aralarındaki (küçük) günah­lara kefaret olur" buyurulmuştur. Hasenat (iyilikler) beş vakit namaz vb. ibadet ve hayırlardır. Seyyiat (kusurlar) ise küçük günahlardır.

"Bu, Rablerini ananlar için bir öğüttür." Yani bunlar, öğüt alacak kimseler için bir öğüttür.

İbadet ve taatte, günahları işlememekte "Sabret! Çünkü Allah" ibadet ve taatte sebat etmek suretiyle "iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez." [129]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî, Müslim ve İbni Cerîr'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre bir adam bir kadını öpmüş, sonra da Peygamberimiz (s.a.)'e gelip bunu haber vermişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi:

"Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler." (Hûd, 114).

O kişi "Bu hüküm sadece bana mı aittir?" diye sordu. Efendimiz (s.a.) "Ümmetimin tamamı içindir" dedi.

Tirmizî ve başkaları Ebu'l-Yeser (r.a.)den şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Hurma almak üzere bana bir kadın geldi. Ben de, evde bu hurmadan daha güzeli var, dedim. Benimle birlikte eve girdi. Ona doğru yaklaştım. Bana şöyle dedi: Allah yolunda savaşa çıkan gazinin arkasından ehline böyle mi dav­ranıyorsun? Uzun bir müddet başını eğdi. Nihayet Allah O'na şu ayeti vahyet-ti: "Gündüzün iki tarafında... namaz kıl." Ve ayeti sonuna kadar okudu.

Bu hadis-i şerif Ebu Ümame, Muaz b. Cebel, İbni Abbas, Büreyde ve baş­kalarından da rivayet edilmektedir. Bundan kişinin küçük günahlarında had olmadığı, buna namaz kılmak, güzel söz ve davranışlarda bulunmak gibi salih amellerin kefaret olacağını göstermektedir.

Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayeti şu şekildedir: Bir adam Peygam­berimiz (s.a.)'e geldi ve "Ben Medine'nin bir ucunda bir kadını tedavi ettim. Onunla münasebet kurmadan sadece öptüm. İşte ben buradayım. Benim hak­kımda dilediğin şekilde hükmet" dedi. Hz. Ömer (r.a.) o adama "Allah senin hatanı örttü. Keşke bunu sadece kendin buseydin" dedi. Peygamberimiz (s.a.) o adama hiçbir cevap vermedi. Adam ayrıldı gitti. Rasulullah (s.a.) peşinden biri­ni göndererek o adamı çağırdı ve ona şu ayeti okudu: "Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülük­leri siler. Bu, Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." (Hûd, 114).

Sahabeden biri "Bu, sadece ona mı hastır?" üye sordu. Efendimiz (s.a.) "Hayır, bilakis bütün insanlara aittir" buyurdu. Tirmizî, bu hasen-sahih bir hadistir, demektedir. [130]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Rasulüne ve müminlere istikamet üzere olmalarını, dinin sınırlarını aşmamalarını ve zalimlere boyun eğmemelerini emredip ardından namaz ve sabır emrini getirdi.

Bu da Allah'a imandan sonra ibadetlerin en büyüğünün namaz olduğuna delâlet eder. Onun peşinden de sabır gelmektedir. Zira sabır imanın yarısıdır. Bu ikisi itaatin araçlarıdır. Namaz ibadetlerin temeli, dinin direğidir. [131]

 

Açıklaması

 

Bu iki ayetin konusu, namaz ve sabır vesilesiyle Allah'ın yardımını istemektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153).

Namazla ilgili ayet namaz vakitlerinin tayini hakkındadır. Manası şudur: Namazı tam olarak rükünleri, şartları ve vasıfları kâmil olarak eda et. Namaz kul ile Rabbi arasındaki irtibat, nefsin temizlik vesilesi, Rabbin rızasına kavuşturucu, fuhşiyet ve münkerleri engelleyicidir.

"Gündüz iki tarafı" ifadesi üç vakti yani sabah, öğle ve ikindi namazlarını, "Gecenin gündüze yakın zamanları" ifadesi de akşam ve yatsı namazlarını içine almaktadır. Böylece bu ayet-i kerime bütün namaz vakitlerini ihtiva et­miş olmaktadır.

Namaz vakitleri diğer bazı ayetlerde de zikredilmiştir.

1- "Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar geçen zaman içinde namazları kıl, sabah namazını da eda et. Doğrusu sabah namazında melekler hazır bulunmaktadır." (İsra, 17/78).

2- "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih edin. Namaz kılın. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Günün sonunda ve ve öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin, namaz kılın." (Rum, 30/17-18).

Sabah namazı "sabaha ererken", diğer namazlar da "akşam" tabiri altına girer. Çünkü bu tabir öğle ile akşam ve daha sonrasını içine almaktadır.

3- "... Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd ile teşbih edip ibadette bulun. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de Rabbini teşbih edip ibadette bulun ki, rızasına eresin." (Tâ-Hâ, 20/130). Teşbih namazla ve diğer şekillerle de olur.

Daha sonra Cenab-ı Hak namazın faydasını zikrederek "İyilikler kötülük­leri siler" buyurdu. Yani hayır işleme ve salih ameller -ki beş vakit namaz da bunun içindedir- geçmiş günahlara ve küçük günahlara kefaret olur.

Nitekim İmam Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Ali (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'tan bir hadis duyduğum zaman Allah bana dilediği kadar bu hadisten istifade etmeyi nasip ederdi. Biri bana hadis rivayet ettiği zaman ondan yemin etmesini isterdim. Yemin ederse onu tasdik ederdim. Bana Ebubekir (r.a.) rivayet etti. Ebubekir (r.a.) doğru söyledi. Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu işitmişti: "Hiçbir müslüman yoktur ki, bir günah işlesin de abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra affolunmasın."

Buharî ve Müslim'in Sa/uMerinde Hz. Osman b. Affan (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman Rasulullah (s.a.)'ın abdesti gibi abdest almış ve şöy­le demişti: Rasulullah (s.a.)'m aynen böyle abdest aldığını gördüm ve buyur­dular ki: "Kim benim bu abdestim gibi abdest alır, iki rekât namaz kılarsa bu iki rekâtta içinden hiçbir şey geçirmezse geçmiş günahları affolunur."

Hasenat (iyilikler) bütün salih amellerdir. Hatta günahı terk etmek bile hasenata girer.

Seyyiat (kusurlar) ise küçük (sağair) günahlardır. Çünkü kebairi ancak tevbe örter. "Büyük günahlardan kaçarsanız kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız." (Nisa, 4/31). Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği "Beş vakit namaz aralarındaki (küçük) günahlara kefarettir. Büyük günahlardan kaçın­mak şartıyla..." hadis-i şerifi de buna delildir.

Sadık tevbenin şartlan ise dört tanedir:

1- Günahı tamamen terk etmek.

2- Günah işlediğine pişman olmak.

3- Gelecekte aynı günahı bir daha işlememeye azmetmek.

4- Günahın tesirini silmeye yardımcı olacak salih amel işlemek. Hakların hak sahiplerine verilmesi ve eziyet ettiği kimseden helâllik istemesi de buna girer.

"Bu, Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." Yani güzel ameller işlemek ve istikamet üzere olmak, dinin sınırlarını aşmamak ve zalimlere meylet­memek şeklinde geçen bu nasihatler hadiseleri düşünen, tehlikelerini takdir eden, Allah'tan korkan ve bunlardan öğüt alacak kimseler için bir öğüttür.

"Sabret!" Yani itaat ve meşakkatlerine karşı sebat et, günah ve günaha teşvik edici şeylere karşı sabır göster. Haramlardan ve çirkin şeylerden uzak-laş. Zorluk ve musibetlere karşı sabret. Zira Allah iyi amel işleyenlerin, Al­lah'ın muradı ve kaderine sabredenlerin sevabını boşa çıkarmaz.

Bu, sabrın iyilik ve fazilet olduğuna delildir. [132]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet şu hususları beyan etmektedir:

1- Farz namazların emredilmesi ve farziyetinin beyan edilmesi. Namaz burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü imandan sonra ikinci önemli rükündür. Sıkıntı anlarında namaza iltica olunur. Peygamberimiz (s.a.) önemli bir hadise olunca veya kederlenince hemen namaza yönelirdi.

2- Bu ayet, İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin sabah namazına tanyerinin ağarmasıyla kılınmasının ve ikindi namazının tehir edilmesinin daha efdal ol­duğu şeklindeki kavline delildir.

Zira bu ayetin zahiri namazın, gündüzün iki ucunda eda edilmesinin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Gündüzün iki ucu ise ilk zaman güneşin doğuşu, ikinci zaman da güneşin batışıdır. Ayetin zahirinin murad edilmediğinde icma olduğuna göre bunun mecaza hamledilmesi vacip olur. O da namazın gün­düzün iki ucuna yakın olan bir vakitte kılınmasıdır. Zira bir şeye yakın olana onun isminin verilmesi caizdir. Sabah namazının da (güneş doğmadan önceki) aydınlıkta kılınması karanlık zamanda kılınmasından "güneşin doğmasına" daha yakındır.

İkindi namazı da böyledir. Gölgenin cismin iki misli olması anında ikin­dinin kılınması, bir şeyin gölgesinin bir misli olması anında kılınmasından "Güneşin batmasına" daha yakındır.

Mecaz hakikate ne kadar yakın olursa lafzın ona hamledilmesi o kadar ev­lâ olur.

3- Ayet beş vakit farz namazın vakitlerini de açıklamaktadır. Çünkü (gün­düzün iki tarafı) sabah, öğle ve ikindi namazlarını ihtiva etmektedir. (Gecenin gündüze yakın zamanları) da akşam ve yatsı namazlarının kılınması emrini gerektirmektedir. "Zülef', birbirine yakın saatler demektir. "Zülefü'1-leyl" ifade­si ise akşam ve yatsı namazını içine alan bir ifadedir.

4- Hasenat, beş vakit namaz ve kişinin Sübhanallah, Velhamdülillah, La ilahe illallah, Vallahu ekber demesi gibi salih amellerdir. Evlâ olan bu lafzın umumi manasında anlaşılmasıdır.

Seyyiat (kusurlar) ise küçük günahlardır. "Büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe..." şeklinde geçen hadis-i şerif buna delildir.

5- Bu ayet iman oldukça günahın zarar vermeyeceğine delâlet etmektedir. Çünkü iman hasenatın (iyiliklerin) en şereflisi, en değerlisi ve en üstünüdür.

Yine bu ayet hasenatın (iyiliklerin) kusur ve kötülükleri giderdiğine, sil­diğine delâlet etmektedir. Zira hasenatın en üstün derecesi olan iman isyanın en üst derecesi olan küfrü giderir. Bunun seyyiatının en alt derecesi olan kusurları silmesi ise daha basittir. İman, cezanın tamamen silinmesi hususun­da faydalı olmasa bile, en azından daimi azabı ortadan kaldırma hususunda faydalı olur.

6- Bu ayet nüzul sebebi hakkında varid olan hadis-i şeriflerle beraber öp­me ve haram olan el sürme hakkında haddin vacip olmadığına delâlet etmek­tedir. İbnü'l-Münzir bu hususta "te'dib" ve "ta'zir" cezalarının da vacip olmadığı görüşünü tercih etmiştir.

7- Kur'an-ı Kerim ibret ve öğüt alacak kimselere öğüt ve tevbe vesilesidir. Burada Allah'ı ananlar özellikle zikredilmiştir. Çünkü öğütten gerçekten is­tifade edecekler onlardır.

8- Namazda sebat etmek. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ailene namazı emret. Kendin de namazda sabır ve sebat et." (Tâ-Hâ, 20/133).

İbadet ve taat üzerinde sabretmek, müminin düşmanlarından gördüğü eziyetlere sabretmesi, sıkıntı ve zorluklara karşı sabretmek emredilmektedir.

Bütün bu hususlarda sabırlı olmak bir iyilik ve fazilettir. Bunun sevabı büyüktür. Peygamberimiz (s.a.) Ebu Nuaym'ın Hilye'de, Beyhaki'nin Şuabül-İman'da rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Sabır imanın yarısıdır. Yakin ise imanın tamamıdır." Ancak bu hadis-i şerif zayıftır. [133]

 

Bazı Kasabaların Ve Geçmiş Bazı Kavimlerin Tamamen Helak Olmalarının Sebepleri

 

116-  Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri yeryüzünde fesadı önlemeli  değilmiydiler? Ancak onların içinden  kendilerini kurtardığımız pek az kişi  mustesna- Zalimler ise kendilerine ver- j]en refahm peşine düştüler ve suçlu oldular-

117- Senin Rabbin, halkı ıslah edici olan kasabaları haksız yere helak edecek değildi.

118-  Rabbin dileseydi, insanları tek bir  ummet yapardı. Onlar da (bu halleriyle)  durmadan ihtilâf etmektedirler.

119-Ancak Rabbinin rahmetine mazhar  olan kimseler müstesnadır. Allah insan- ^arı kunun için yaratmıştır. Rabbinin  "Şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve cinlerle mutlaka dolduracağım" sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.

 

İ'râb:

 

"Zalimler ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler." (Hûd, 116). Buradaki "vettebe'a" fiili, kelâmın delâlet ettiği gizli bir cümleye atfedilmiştir. Zira manada "Onlar fesadı önlemediler" cümlesi gizlidir.

Bi-zulmin "haksız yere" (Hûd, 117) kelimesi failden haldir. Yani Allah'ın hikmeti icabı bu kasabaları zulmederek helak etmesi imkânsızdır, demektir. [134]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden önceki ümmetlerin" yani nesillerin içinde... Ayette geçen "kurun" kelimesi "karn" kelimesinin çoğuludur. Karn ise aynı zamanda yaşayan, çağdaş olan insanlar, nesil demektir. 100 sene olarak takdir edilmesi yaygındır, "ileri gelenleri..." akıl, fikir, görüş sahipleri, faziletli kişiler... "Bakıyye" kelimesi bir şeyin çoğu gittikten sonra geriye kalan şey demektir. Normal olarak bir malın kötü olanı harcanıp daha iyisi geri kaldığı için çoğunlukla "geriye kalan iyi mal" için kullanılır. Bu iyinin geri kalması kaidesidir. Bu sebeple "Falan bu kavim içinde eskilerden geriye kalan kişidir. Yani bu kavmin iyilerindendir" denilir. Bakıyye kelimesi takıyye gibi masdar olabilir. Buna göre, nefsine dik­kat edip, onu azaptan koruyan kimse demektir.

"yeryüzünde fesadı önlemeli değil miydiler?" Buradaki "levlâ" kelimesi teş­vik içindir.

"Zalimler ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler" Yani kendilerine ihsan edilen nimetlerden şehvetlerine tabi oldular, "ve suçlu oldular." Yani kâfir oldular. İşte ümmetlerin tamamen helak edilmelerinin sebebi budur. İç­lerinde zulmün yaygınlaşması, nefsî arzulara tabi olma ve küfürle birlikte münkerata engel olunmamasıdır.

"Senin Rabbin halkı" kendi aralarında "ıslah edici olan" şirkleri yanında ayrıca fesat çıkarma ve haddi tecavüz etme yoluna sapmayan" kasabaları hak­sız yere" yani sadece şirk sebebiyle "helak edecek değildi." Bu da Allah'ın aşırı rahmeti ve kendi hakkı konusunda müsamahası sebebiyledir. Bunun içindir ki fakihler haklar konusunda kul haklarını Allah'ın haklarına tercih ve takdim etmişlerdir.

"Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı." Hepsini müslüman kılardı. Bu da bu durumun irade dışı olduğuna, Allah Tealâ'nın herkesin iman etmesini dilemediğine ve Onun dilediği her şeyin olmasının vacip olduğuna delildir.

"Onlar da durmadan ihtilâf etmektedirler." Yani bir kısmı hak üzerine, bir kısmı batıl üzerinedirler. Mutlak olarak ittifak eden nerdeyse iki kişi bile bulu­namaz.

"Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler" Allah'ın lütfuyla hidayete erdirdiği insanlar "müstesna." Bunlar hak dinin esaslarında ve bu konuda temel olan şeylerde ittifak etmişlerdir.

"Allah insanları bunun için yaratmıştır." Buradaki zamir insanlara raci ise ihtilâfa işaret edilmiştir. "Lâm" akıbet içindir, yahut zamir insanlara raci olup rahmete işaret edilmiştir. Zamir "Rabbinin rahmetine mazhar olan kim­selere" raci ise yine rahmete işaret edilmiş olur.

"Rabbinin: Şüphesiz ben Cehennemi bütün insan ve cinlerle" Yani sadece insanlar veya sadece cinlerle değil, hem insanların hem de cinlerin asi olan­larıyla "mutlaka dolduracağım sözü" vaadi, kazası ve emri "tam manasıyla yer­ine gelmiştir." Cinlere "cin" ismi görünmemeleri sebebiyle verilmiştir. [135]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlerin başına gelen dünyada tamamen yok olmak, ahirette ise cehennem ateşine müstahak olmak gibi azapları beyan ettikten sonra burada bu azabın sebeplerini zikretti.

Bunlardan biri, aralarında yeryüzünde fesadı önleyecek bir grubun bulun­mamasıdır.

İkinci sebep ise zalimlerin şehevî arzuları ve zevklerine tabi olup, mevki makam elde etmekle meşgul olmalarıdır. Yani emr-i bi'1-maruf ve nehy-i ani'l-münkeri (iyiliği emredip, kötülüğe mani olmayı) terk etmeleridir. [136]

 

Açıklaması

 

Zulümleri ve fesatları sebebiyle helak ettiğimiz önceki ümmetler ve kavimler, önceki nesiller içinde akıl, görüş ve basiret sahibi, hayırlı bir cemaat bulunup da aralarında meydana gelen serleri, münkeratı ve yeryüzündeki fesadı önlemeli değil miydi? Bu, kâfirleri bir çeşit azarlamadır.

Fakat onlardan pek azı vardır ki, bunlarda Allah Tealâ'nın gazabı ve ani azabı gelince Allah'ın kendilerini kurtardığı kimselerdir. Bunlar yeryüzünde fesadı nehyettiler.

Buradaki istisna munkatıdır, istisna-i muttasıl olması mümkün değildir. Aksi takdirde "kurtulanlardan pek az kısmı" ifadesinin muhatapları fesattan nehyetmeye teşvik edilmemiş olurlar.

Zalimler ise nefislerine tabi oldular. Bunlar çoğunluk olup kendilerine verilen nimet, izzet, mevki ve makam peşine düştüler. Mütraf, nimetin ve geçim rahatlığının şımarttığı kimsedir. Burada zulmedenlerden murad, mün-keri (haramları, kötülükleri) yasaklamayı terk eden kimselerdir. Bunların refahın peşine düşmeleri ise nefsani şehvetler, mal, zevkler, başkanlıklarla meşgul olmaları, içinde bulundukları günahlar ve münkerler üzerine devam et­meleri, içlerinden ıslah edici kimselerin yadırgamalarına aldırış etmemeleri ve dünya zevklerini ahirete tercih etmeleridir.

"Ve suçlu oldular." Yani zalim oldular. Allah nefsine zulmetmedikçe bir kasaba halkını helak etmemiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler." (Hûd, 101). Yine başka yerde şöyle buyuruyor: "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

Bu ayette refahın israfın davetçisi olduğuna, israfın da fısk ve isyana, zulüm ve haktan sapmaya götürdüğüne işaret vardır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi devam edegelen bir âdettir:

"Biz, bir kasabayı yok etmeyi dilediğimizde, orada zevkine düşkün kim­selere (hakka uymalarını) emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o kasaba yok olmayı hak eder. Biz de orayı yerle bir ederiz." (İsra, 17/16).

Yüce Allah bundan sonra ıslah edici kimseler hakkındaki adaletini ve sün­netini (ilâhî kanununu) beyan etmektedir.

Allah Tealâ zatını zulümden tenzih ederek ve ıslah edici kimselerin helak edilmesinin de zulümden dolayı olacağını bildirerek, "Halkı ıslah edici olan kasabaları zulmederek helak etmesi Allah Tealâ'nın şanından değildir" buyur­maktadır.

Zulüm, şirk manasındadır. Ayetin manası "Allah halkı aralarındaki muamelelerde, veya içtimai işlerinde ıslah edici olan, aralarında hakça muamele eden, şirk koşmalarının yanısıra başka bir fesat işlemeyen kasa­baları sadece halkının şirk koşması sebebiyle helak etmez, demektedir. Yani sadece şirk ve küfrü benimsemeleri sebebiyle bir kavme tamamen helak olma azabı indirmez. Böyle br azabı ancak Şuayb kavmi, Hûd kavmi, Firavun kavmi ve Lût kavmine olduğu gibi muamelelerinde kötü bir tavır takındıkları, eziyet ve zulme baş vurdukları zaman indirir. Ümmetlerin küfürle birlikte ayakta kaldıkları halde zulümle yıkılmaları da bu manayı teyit etmektedir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak insanları iman veya küfürde tek bir millet kıl­maya kadir olduğunu bildererek şöyle buyurdu. "Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı."

Zemahşerî Mutezile mezhebinin görüşünü ifade ederek diyor ki: Yani on­ları tek bir millet olmaya zorlardı. Bu da İslâm milletidir. Cenab-ı Hak buyu­ruyor ki: "İşte sizin ümmetiniz budur, tek ümmettir." (Müminim, 23/52).

Mutezile mezhebi ayeti zorlama ve icbari dileme manasında almaktadır­lar. Burada murad olunan mana şudur: Böyle bir zorlama yoktur, Allah insan­ları Hak Din üzerine zorlamamıştır. Fakat insanlara mükellefiyetin temel taşı olan seçme imkânım tanımıştır. Dolayısıyla insanların bir kısmı hakkı, diğer bir kısmı ise batılı tercih etmişler ve ihtilâfa düşmüşlerdir. Rabbinin rah­metine mazhar olan, yani Allah'ın hidayete erdirip kendilerine lütufta bulun­duğu ve ihtilâfa düşmeden hak din üzerine ittifak eden kimseler hariç bunlar bu halleriyle durmadan ihtilâf etmektedirler.

Ehl-i sünnet ise şu görüştedir: Bu ayet, Allah Tealâ'nın bütün insanları tek dini kabul edecek şekilde yaratarak iman veya küfür yolu üzerinde kıl­maya kadir olduğunu beyan etmek içindir.

Ancak "Rabbin dileseydi yeryüzünde olanların hepsi toptan iman ederdi." (Yunus, 10/99) ayetinde olduğu gibi Allah bunu dilememiştir. Kullarının, sadece hakka ve imana yönelme, dalâlet ve şirki bırakma hususunda bir tercih rolü olmasını dilemiştir.

"Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetindeki istisna, istisna-i munkatı'dır. Yani Ancak Rabbinin iman ve hidayetle lütfuna ve rahmetine mazhar olan kimseler hariçtir. Bunlar ihtilâfa düşmemişlerdir.

"Onlar durmadan ihtilâf etmektedirler. "Yani dinler, itikatlar, mezhep ve görüşlerde, bir görüşe göre hidayette veya rızık hususunda birbirini kan­dırarak ihtilaf etmektedirler. İbni Kesir diyor ki: Meşhur ve doğru olan görüş budur. "Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna." Yani din­de emrolunan şeylere sımsıkı sarılan peygamberlerin ümmetlerinden rahmete nail olanlar ihtilâfa düşmemişlerdir. Onların âdeti daima böyle olmuş, nihayet son peygamber gelmiştir. O'na tabi olanlar dünya ve ahiretin saadetini kazan­mıştır. İşte fırka-i naciye (kurtuluşa eren cemaat) budur.

"Allah insanları bunun için yarattı." Zemahşerî Mutezilenin görüşünün temsilcisi olarak diyor ki: "Bu, birinci cümlenin delâlet ve imtina ettiği manaya işaret etmektedir. Yani, Allah, ihtilâf konusu olan ve zikredilen bu imkân verme ve tercih sebebiyle, hakkı tercih edeni güzel tercih yaptığı için mükâfatlandır­mak, batılı tercih edeni kötü tercih yaptığı için cezalandırmak üzere insanı yaratmıştır. "[137]

Ehl-i sünnete göre ise Ebu Hayyan'm zikrettiği gibi buradaki "lâm" sebe­biyet için değildir. Bu tahkik edilen görüşe göre sayruret (sonunda olacak manasında) lamıdır. Yani ihtilaf ve rahmet yaratılış sebebi değildir. Allah on­ları neticede onların durumu ihtilafa düşmek olsun diye yarattı.

Bunun benzeri şu ayettir: "Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8).

Bu mana "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarat­tım." (Zariyat, 51/56) ayetiyle çatışmaz. Çünkü bunun manası ibadeti emret­mektir.[138]

"Bunun için" kelimesindeki "bu" Taberî'nin de tercih ettiği gibi İbni Ab-bas'ın görüşüne göre hem ihtilâf hem de rahmete işaret etmektedir. Mücahid ve Katade ise "bu" kelimesinin ""Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetinin ihtiva ettiği rahmete işaret etmektedir; "Onları yarattı" cümlesindeki zamirde Rahmete nail olan kimselere aittir" demektedirler.

Allah'ın kaza ve kaderinde tam ilmi ve kâmil hikmeti sebebiyle yarattık­larından bir kısmının cennete lâyık olduğu, bir kısmının ise cehenneme müs­tahak olduğu, insanlar ve cinler ile yani bunlar arasında Allah'ın peygamber­lerine gönderdiği ayet ve hükümlerle hidayeti bulamayanlarla cehennemi dol­duracağı şeklindeki sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.

İbni Abbas diyor ki: Allah insanları iki grup halinde yarattı: Rahmete nail olup ihtilâfa düşmeyen grup, rahmete nail olmayıp ihtilâfa düşen grup. Aynen "İnsanlardan bir kısmı bedbaht, diğer kısmı ise mesuttur" ayeti gibi.

"Mine'l-cinneti" ifadesindeki "min" cinsi beyan eder. Yani insanların ve cinlerin cinsinden demektir. "Ecmaîn' ise tekit ifade eder.

Buharî ve Müslim'in Sa/ıtMerinde Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"Cennet ile cehennem tartışma yaptılar. Cennet dedi ki: Bana ne oluyor ki, sadece insanların zayıfları ve basitleri bana geliyor. Cehennem dedi ki: Ben kibirliler ve zorbalara ayrıldım. Cenab-ı Hak cennete hitaben şöyle buyurdu: Sen benim rahmetimsin, ben seninle dilediğime rahmet ederim. Cehenneme ise şöyle buyurdu: Sen benim azabımsın. Seninle dilediğimden intikam alırım. İkinizden herbiriniz de doldurulacaktır. Cennete gelince, orada daima fazlalık olacak, nihayet Allah onun için bazı mahlûkat yaratacak, cennetin boş kalan bölümünü onlar dolduracaklar. Cehenneme gelince o daima "Daha fazla yok mu?" diyecek. Nihayet izzet sahibi olan Rabbül-âlemin oraya kademini koya­cak. Cehennem "izzetine yemin olsun ki, yeter yeter" diyecekler. [139]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu neticeler elde edilmektedir:

1- Kötülük ve fesadın önlenmesi, iyiliğin emredilmesinin vacip oluşu.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte on­lardır. " (Âl-i İmran, 3/104). Sahih hadis-i şerifte de "İnsanlar kötülüğü görürler de onu değiştirmezlerse Allah'ın onlara umumi bir ceza göndermesi pek yakın­dır" buyurulmaktadır.

2- Her zaman ıslah ediciler, Yunus kavmi gibi yeryüzünde fesada engel olanlar, peygamberlere tabi olanlar ve hak ehli olanlar Allah Tealâ'nın azabın­dan kurtulanlardır.

3- Refah normal olarak fasıklık, isyan ve zulme sebep olan israfçılığa götürür. Mütraf, nimetin ve bol rızkın şımarttığı kimsedir.

4- Zulüm veya haksızlık da şirk, küfür, insanlara eziyet etmek ve zarar vermek gibi dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir sebeptir. Her ne kadar şir­kin ahiretteki azabı çok çetin olsa da, günahlar şirkten daha fazla dünyada helak olma azabının gelmesine daha yakındır.

5- Allah'ın Şuayb kavmini ölçü ve tartıda hile yapmak, Lût kavmini de livata sebebiyle helak ettiği gibi, küfrün yanında muameleleri de ve içtimaî münasebetlerinde fesatçılık yapmadıkça, Allah bir kavmi sadece küfür sebebiy­le helak etmez.

6- Yüce Allah bütün insanları iman veya küfür ehli olarak tek ümmet kıl­maya kadirdir.

Dahhak "Rabbin dileseydi..." ayetindeki "tek bir ümmet" ifadesini tek din mensubu, ehl-i dalâlet veya ehl-i hidayet şeklinde tefsir etmiştir.

Said b. Cübeyr ise "sadece İslâm ümmeti üzerine" diye açıklamıştır.

"Onlar durmadan ihtilâf etmektedirler" ayetiyle ilgili Mücahid ve Katade "Yani çeşitli dinler üzerine ihtilâf etmektedirler" demişlerdir.

"Allah insanları bunun için yaratmıştır" ayeti hakkında Hasan-ı Basrî, Mukatil ve Atâ "Burada ihtilâfa işaret edilmiştir. Yani "ihtilâf etmeleri için on­ları yarattı demektir" şeklinde açıklama yapmışlardır.

İbni Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak ise şöyle demişlerdir: Allah on­ları rahmeti için yarattı.

Taberî'nin tercih ettiği, Kurtubî'nin de tabi olduğu görüş ise şudur: "Bununla hem ihtilâfa hem de rahmete işaret edilmiştir." Benim takdirimde de evlâ olan görüş budur. Çünkü bu daha umumidir. Yani Allah onları zikredilen bu hususlar için yarattı demektir. "Li-zâlike" kelimesindeki "lâm" ise daha ön­ce açıkladığımız gibi akibet ve sayruret içindir.

"li-zâlike" kelimesindeki işaretin umumi olduğunu İmam Malik (r.a.) de şu sözleriyle belirtmiştir: Onları bir grubu cennette diğer bir grubu cehennemde olsun diye yarattı. Yani ihtilâf edenleri ihtilâf için, rahmet ehlini de rahmet için yarattı. İbni Abbas da -daha önce geçtiği gibi- aynı şekilde açıklama getir­miştir: Onları iki grup olarak yaratmıştır: Rahmet edeceği bir grup, rahmet et­meyeceği bir grup şeklinde.

7- Ehl-i Sünnet "Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstes­nadır" ayetini hidayet ve imanın ancak Allah Tealâ'nın yaratmasıyla elde edilebileceğine delil olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu rahmet sadece kudret ve aklın verilmesi, peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi ve mazeretin kaldırılmasından ibaret değildir. Çünkü bütün bunlar kâfirler için de sabittir. Geriye sadece şunu demek kalmıştır: Bu rahmet Allah Tealâ'nın kulunda hidayet ve hakkı bilmeyi yaratmasıdır.[140]

8- Ezelde sabit olan, Allah'ın kendisinden haber verdiği ve takdir ettiği şeylerden biri de cennetini ve cehennemini dolduracağı gerçeğidir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin, şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve cinlerle mutlaka dolduracağım sözü tam manasıyla yerine gel­miştir." (Hûd, 119).

Buharî Ebu Hureyre'den Peygamberimiz (s.a.)'in cennet ve cehennem hak­kında "Her biri doldurulacaktır." buyurduğunu rivayet etmektedir. [141]

 

Peygamberlerin Kıssalarından Elde Edilecek Ameli Faydalar., İbadet Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi

 

120- (Ey Muhammedi) Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her Şeyle» (senin) kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana hak, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.?

121- İman etmeyenlere şöyle de: "Olduğunuz yerde devam edin. Biz de (böylece) devam edeceğiz."

122-"Bekleyin, biz de bekleyeceğiz."

123- Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a aittir- Bütün ^ler (sonunda> O'na döner. O halde sadece Ona kulluk et. O'na güven. Rabbin (hiçbir zaman) yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Peygamberlerin haberlerinden" "Enba, nebe" kelimesinin çoğuludur. Nebe', önemli haber demektir, "sana anlattığımız" yani sana bildirdiğimiz... el-Kass, bir şey hakkında bilgi sahibi olmak için izini takip etmek demektir. Bir ayet-i kerimede "Kızkardeşine dedi ki: Onun (Musa'nın) izini takip et..." (Kasas, 28/11) buyurulmuştur.

"her şeyle" her haberle "senin kalbini pekiştiririz" takviye ederiz, tatmin ederiz. Kalbini dağ gibi dimdik, sağlam kılarız. Zaten bu kıssaları anlatmanın maksadı budur. Yakinin artmasını, kalbinin mutmain olmasını, ilahi mesajı iletmek hususuna sebatkâr olmasını, kâfirlerin eziyetlerine karşı tahammüllü olmasını temin etmektir.

"Bunlarda" bu haberlerde ve bu ayetlerde "sana hak" işin hakikati, ger­çeği gelmiştir, "müminlere ise bir öğüt gelmiştir." Burada diğer faydalara işaret edilmektedir. Müminlerin öğütle tahsis edilmesi kâfirlerin aksine iman hususunda bu öğütlerden istifade etmeleri sebebiyledir.

"İman etmeyenlere şöyle de: Olduğunuz yerde" bu halinizle, bu yerinizde, bu gücünüzle "devam edin." gayret edin. "Biz de" bu halimizle "devam edeceğiz." Bu, onlara bir tehdittir.

İşinizin sonunu "Bekleyin, biz de" sizin benzerlerinize inen azabın size in­mesini "bekleyeceğiz."

"Göklerin ve yerin gaybı" yani göklerde ve yerde görünmeyenlerin bilgisi "Allah'ındır." Göklerde ve yerde olan hiçbir şey Ona gizli kalmaz.

"Bütün işler O'na döner." Senin işin de, onların işleri de şüphesiz sonunda Ona döner ve O isyan edenlerden intikam alır.

"O halde sadece O'na kulluk et. O'na dayan." Ona güven, çünkü O sana yeter. İbadetin tevekkülden önce zikredilmesi kul için daha faydalı olana işaret etmek içindir.

"Rabbin sizin" senin ve onların "yaptıklarınızdan gafil değildir." Herkese lâyık olduğu şekilde karşılık verecek, onları belirlenen vakitlerine erteleyecek­tir. [142]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak peygamberine geçmiş peygamberlerin kavimleriyle yaptıkları mücadele haberlerini anlattıktan sonra bu kıssaların faydalarını zikretti. Bu faydalan iki kısımda topladı:

- Bu peygamberliği eda etmek, eziyetlere tahammül ve sabretmek için kal­bin takviye edilmesi.

- Hakkın beyanı ve müminlere öğüt, ibret ve ders vermek.

Sonra da bu sureyi, başladığı gibi, ibadet, Allah'a tevekkül ve müşriklerin düşmanlığına aldırış etmemeyi beyan ederek bitirdi. [143]

 

Açıklaması

 

Senden önceki Rasullerin kavimleriyle yaptığı mücadele haberlerinden her haberi sana şu iki faide ile anlatıyoruz:

Birincisi: "Senin kalbini pekiştiriyoruz." Kalbini, risaleti eda etmesi, eziyetlere tahammül ve sabır göstermesi için takviye ediyoruz. Çünkü senden önceki peygamberler kavimleriyle mücadele ederlerken çok eziyetlere katlan­dılar, onların yalanlamalarına karşı sabrettiler. Allah da onlara yardım etti. Düşmanları olan kâfirleri rezil-rüsvay etti. Geçmiş peygamber kardeşlerinden senin için örnek vardır.

İkincisi: "Bu haberlerde sana işin hakikati, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." Yani geçmiş peygamberlerin kıssalarını ihtiva eden bu surelerde yahut bu haberlerde ve bu ayetlerde gerçek olan, doğru olan, yakin olan nedir, sana açıkça beyan edilmiştir: Bu da Allah'ın birliği ve sadece ken­disine kulluk edilmesi, öldükten sonra dirilmenin ispat edilmesi, takvanın ve güzel ahlâkın faziletidir.

Bu haberlerde kâfirleri ürkütecek ders ve ibretler, müminlere öğüt olacak nasihatlar vardır. Bu surede özellikle zikri bildirdi. Çünkü burada peygamber­lerin, cennet ve cehennemin haberleri yer almaktadır.

Hak, tevhide, adalete ve peygamberliğe delâlet eden açık burhanlardır.

Mev'ıza (öğüt) dünyaya ve dünyadaki bedbahtlığa tamamen dayanmak­tan, dünyayı ahirete ve ahiret saadetine tercih etmekten uzaklaştırmak için söylenen sözler.

Zikrâ (hatırlatma) ise devamlı kalacak salih amellere irşad etmektir. Bu uyarı, korkutma ve teşvikten sonra Allah Rasulüne şu emri verdi: (Ey Rasulüm!) Rabbinden sana gelene iman etmeyen kâfirlere tehdit ederek şöyle söyle: Bu yolunuzda, metodunuzda ve halinizde devam edin. Benim hakkımda gücünüzün yettiği her şeyi yapın. Nitekim Hz. Şuayb (a.s.) da kavmine böyle demişti. Biz de aynı yolumuzda ve metodumuzda gücümüzün yettiği kadar hayra davet yolunda gayret edeceğiz. Bizimle birlikte ya ölüm veya düşündüğünüz başka bir şekilde bizim sonumuzu bekleyin. Biz de sizin akıbetinizi, sizin emsalinize inen azabın ya Allah tarafından ya da müminlerin eliyle gelmesini bekleyeceğiz.

İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Siz helak olmayı bekleyin. Biz de size gelecek azabı bekliyoruz.

"Olduğunuz yerde devam edin" tehdidi aynen Cenab-ı Hakkın İblise söy­lediği "Onlardan gücünün yettiklerini vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar..." (İsra, 17/64) ve "Artık kim isterse iman etsin, kim de isterse küfretsin." (Kehf, 18/29) ayeti gibidir.

Peygamberimizin işinin sonunu temenni etmek hususunu da Cenab-ı Hak müşriklerden nakletti: 'Yoksa onlar senin için "O bir şairdir. Onun zamanın felâketine uğramasını bekliyoruz" mu diyorlar?" (Tür, 52/30).

İki grubun da akıbetini beklemesinin bir benzeri de şu ayette yer almak­tadır: "... Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz. Şüphesiz ki zalimler, kurtuluşa ermezler." (En'am, 6/135).

Sonra da Cenab-ı Hak bu sureyi bütün hayır isteklerini toparlayan yüce ve toparlayıcı bir netice ile bitirdi. Cenab-ı Hak şöyle Duyuruyordu:

Yüce Allah geçmişte, şu anda ve gelecekte göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını en iyi bilendir. O'nun ilmi küllî ve cüzî, yok olanlara ve var olanlara, şu anda bulunanlara ve bulunmayanlara her şeye nüfuz eder. Hepsinin dönüşü, bütün mahlûkatın ve kâinatın sonu O'nadır. Çünkü o hepsinin kay­nağıdır, hepsinin başlangıç noktasıdır. O'nun kudreti büyük, iradesi tesirlidir, kullarını kahredicidir. Herkesi hesap gününde küçük-büyük ameliyle hesaba çekecektir.

Allah bütün bu zikredilen sıfatlarla muttasıf olduğuna göre o halde sen ve seninle beraber olan müminler sadece Ona kulluk edin. Her işinde O'na hak­kıyla tevekkül et, gücünün yettiği ve yetmediği hususlarda O'na tam manasıy­la güven. Kim O'na tevekkül ederse O ona yeter. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir. Yani yalanlayanların ve tasdik edenlerin hiçbir şey yaptığı, şu andaki durumları, ağızlarından çıkan sözleri Ona gizli değildir. O onlara dünya ve ahirette bu amellerinin karşılığını verecektir. Sana ve cemaatine her iki dün­yada yardım edecektir. Sen onlara hiç aldırış etme.

İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedirler: "Akıllı kimse nefsini bilen, ölümden sonrası için amel işleyendir. Aciz kimse nefsinin arzularına tabi kılan, Allah'tan birtakım temennilerde bulunan kimsedir." [144]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- Geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve onların davetleri uğrunda katlan­dıkları meşakkatleri anlatmak Peygamberimiz (s.a.) için bir teselli ve ona risaletini eda etmek, bu konuda karşılaşacağı eziyetlere karşı sabretmek hususunda takviyede bulunmaktır.

Bu kıssalarda hakkı ve yakini beyan etmek gibi ihtiva ettiği hususlarla birlikte her mümin için ders, ibret ve öğüt vardır.

Burada, mev'ıza (öğüt), geçmiş ümmetlerin helak olmasından elde edilecek öğütlerdir.

Zikrâ (hatırlatma) ise müminlere helak olan kimselere inen azabı hatır­latıp tevbe etmelerine vesile olacak uyarıcıdır.

Cenab-ı Hak özellikle müminleri zikretti. Çünkü geçmiş peygamberlerin kıssalarını duyunca istifade edecek olanlar müminlerdir.

2-  Bu kıssalarda kâfirlerin yaptıkları amellerine karşılık onlara tehdit ve uyan ve Peygamberimiz (s.a.) hakkında yapabilecekleri her şerri yapmalarını teşvik vardır. Ama onlar kesinlikle O'na dokunamazlar.

Burada Allah'ın O'nu koruduğuna dair tam bir kanaat içinde olmanın ilânı, O'nun amelinin sahih olduğuna dair imanın tekidi ve muhalif olanların kötü akibetine dair uyan yapılmaktadır.

3- Bütün göklerde ve yerde geçmişte, şu anda ve gelecekte görüneni -görünmeyeni bilmek Allah Tealâ'ya mahsustur.

4- Ahiret yurdunda dönüş Allah'adır. Hiçbir yaratık O'nun izni olmadan hiçbir şey yapamaz.

5- Yalnız Allah'a ihlâsla kulluk edilmesi ve her şeyde Allah'a tevekkül edilmesi yani O'na iltica edilmesi, Ona güvenilmesi ve bütün işlerin O'na havale edilmesi vaciptir.

6- Allah kullarının hallerine, sözlerine ve davranışlarına muttalidir. Her­kese amelinin karşılığnı verir. İtaat edenlerin taatlerini zayi etmez. İnatçıların ve inkarcıların durumlarını ve kıyamet sahnesine getirip ceza vermeyi, küçük büyük her şeyin hesabını görmeyi, her şeye itabda bulunmayı ihmal etmez. Bütün işlerin neticesinde bir grup cennette, bir grup da cehennemde olacaktır. [145]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/261.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/261-262.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/262.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/262-265.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/266.

[6] Zemahşerî, 11/89- 90.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/266-267.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/267-270.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/270.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/271.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/271.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/271-272.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/272.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/272.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/272.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/273-274.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/274.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/274-276.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/276-277.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/278.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/278-279.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/279-280.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/280-282.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/282-283.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/284-285.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/285.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/285-286.

[28] Bu ikinci hitap birinci hitabın devamı sayılabilir. (Çeviren).

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/286-288.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/288-289.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290-291.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/291-292.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/293.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/293-294.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/294-295.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/295.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/296.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/296-297.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/297-298.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/298-300.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/301-302.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/304.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/304-305.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/305.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/305-306.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/306-308.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/308-309.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/310.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/310-311.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/311.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/311-312.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/312-313.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/314.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/315-316.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/316.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/316-318.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/318-319.

[61] en-Nehrü'l-Madd minel-Bahr, Ebu Hayyan, V/227. (el-Bahru'l-Muhit dipnotu).

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/321-322.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/322-323.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/323.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/323-326.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/326-328.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/329.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/330.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/330-331.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/331-332.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/334.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/334-337.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/337.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/337-341.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/341-342.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/344.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/344-345.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/345.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/346-348.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/348-349.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/350.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/351-352.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/352.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/352-354.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/354-356.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/357-358.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/358-359.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/359-360.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/360-362.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/362-365.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/367.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/367-371.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/371.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/371-375.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/375-379.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/380.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/380-381.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/381.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/381-383.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/383.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/384.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/384-385.

[102] Razî, XVIII/55.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/385.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/385-386.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/386-387.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/388-389.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/389.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/389-390.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/390-391.

[109] Zemahşerî, 11/115.

[110] Kurtubî, Di/88; Razî, XVIII/ 65.

[111] Zemahşeri, 11/116.

[112] el-Bahru'l-Muhit, V/263.

[113] İbni Kesir, 11/460.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/391-396.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/396-398.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/398-401.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/402.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/402.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/402-403.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/403.

[121] Ebu Hayyan, el-Bahrü'l-Muhit, V/266.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/403-404.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/404-405.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/406-407.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/407.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/407-409.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/409-410.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/411.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/411.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/412.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/412.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/412-414.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/414-415.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/416.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/416-417.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/417.

[137] Zemahşerî, 11-120.

[138] a.e., a.y.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/418-420.

[140] Razî, XVIII/77-78.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/420-422.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/423-424.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/424.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/424-426.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/426.