Hûd Suresi'nin Nüzulü ve Önceki Sureyle İlişkisi:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâfirlerin Hak'tan Yüz Çevirmeleri
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Lütfü, İlmi Ve Kudreti
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki
(Farklı) Tavırları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mekke Müşriklerinin Mucize İstemeleri, Peygamberimiz
(S.A.)İn De Onlara Kur'an İle Meydan Okuması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kim Sadece Dünyayı İsterse Ahiret Nimetlerinden Mahrum
Olur
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Nuh (A.S.) Kıssasından Alınacak İbret
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Firavun Ve Kavmi İle Hz. Musa (A.S.)'In Kıssası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Zalim Ümmetlerin Dünyadaki Hallerinden Alınacak İbretler
Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler
Kur'an Kıssalarında Yer Alan Ahiret Cezasından Alınacak İbretler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kur'an-ı Kerimdeki Kıssaların Hedefleri
Tevrat'ta İhtilaf Etmenin Akıbetinin Hatırlatılması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Muhammed (S.A)'İn Namaz Ve Sabırla Emrolunması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bazı Kasabaların Ve Geçmiş Bazı Kavimlerin Tamamen Helak
Olmalarının Sebepleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rahman ve Rahim Olan Allah 'in Adıyla
Hûd
suresi, (50, 60. ayetlerinde) Hz. Hûd (a.s.) ve onun kavmi olan "Âd
kavmi"nin kıssasını ihtiva ettiği için bu ismi almıştır.
Bu
kıssa da Kur'an'daki diğer kıssalar gibi Hz. Hûd (a.s.) ile putları bırakıp
Allah'a kulluk etmeye davet ettiği kavmi arasındaki şiddetli ve sert mücadeleyi
bize anlatmaktadır.
Âd
kavmi küfür ve yalanlama da ısrar edince Allah onları her taran kaplayan çetin
bir azapla cezalandırdı. Bu, yedi gece ve sekiz gün durmadan devam eden,
uğultu çıkaran, her şeyi kasıp kavuran ve şiddetle esen bir kasırga idi:
"(Âd
kavmini yok etme) emrimiz gelince Hûd'u ve O'nunla beraber iman edenleri
rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık." (Hûd, 58).
"Ad
kavmi ise, uğultu çıkaran, her şeyi kasıp kavuran ve şiddetle esen bir rüzgarla
yok edildi. Allah onların köklerini kazımak için o kasırgayı yedi gece sekiz
gün aralıksız estirdi. Eğer orada olsaydın, onların kökünden sökülmüş kof hurma
kütükleri gibi yere serildiklerini görürdün. Sen onlardan hiç kurtulup kalanı
gördün mü?" (Hâkka,69/ 6-8).
[1]
Bu
sure Mekkî'dir, yani zikredeceğimiz şu üç ayet hariç olmak üzere bütün
ayetleri Mekke'de nazil olmuştur.
Medine'de
nazil olan üç ayet şunlardır:
1- "Sana vahyedilenlerin bir kısmını, belki bırakabilirsin..."
(12. ayet). İbni Abbas ve Mukatil bu ayetin Medine'de nazil olduğunu söylemişlerdir.
2- "Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan..." (17. ayet)
Bu ayet Abdullah b. Selem ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.
3- "Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz
kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler." (114. ayet) Bu ayet Nebban
et-Temmar hakkında nazil olmuştur.
Hûd
suresi, Yunus suresinden sonra nazil olmuştur. Bu sure manası, konusu,
"Elif, Lâm, Ra" ile başlaması ve İslâm, Kur'an ve Allah'tan hakkı
getiren peygamber ile ve Rasulullah (s.a.)'ın getirdiği imana davetle ilgili
ayetlerle sona ermesi açısından Yunus süresiyle tam bir uyum içindedir.
Bu
surede Yunus suresinde anlatılan vahiy, tevhid, öldükten sonra dirilme, sevap,
ceza ve hesap görme gibi itikada dair hususlar; Kur'an'ın mucize oluşu ve
ayetlerinin muhkem oluşu, müşriklerin bu konudaki karşı çıkışı ve onlara
Kur'an'la meydan okunması, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût ve
Hz. Şuayb (a.s.) peygamberlerin kıssaları gibi konular tafsilatlı olarak
anlatılmıştır.
Bu
sure, ihtiva ettiği peygamber kıssalarındaki sert uyarılar ve kesin ihtarlarla,
başta Peygamberimiz (s.a.)'den başlayarak istikamet üzerinde olmak hususundaki
şiddetli davet üslubuyla diğer surelerden ayrı bir hususiyet arz etmektedir.
Tirmizî'nin
İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: Hz. Ebu-bekir
"Ya Rasulallah, yaşlandın" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Beni Hûd,
Vakıa, Mürselât, Amme ve Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurdu.
Yine
Peygamberimiz (s.a.)'e Hûd suresinden kendisini ihtiyarlatan şeyin ne olduğu
soruldu. Efendimiz (s.a.) "Beni ihtiyarlatan, 'Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol,' ayetidir" dedi.
[2]
Ebu
Muhammed ed-Darimî Müsned'inde Ka'b (r.a.)'dan şu hadis-i şerifi nakleder:
Peygamberimiz (s.a.) buyurdular: "Cuma günleri Hûd suresini okuyun.
"
Yine
Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Hûd
suresini okursa ecirden on hasenat verilir..."
[3]
Bu
sure de Yunus suresi gibi dinin temel esasları olan tevhid, peygamberlik,
öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesi konularım ihtiva
etmektedir.
Bu
hususları kısaca aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:
1- Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin sağlam bir bina gibi hiçbir eksiklik ve
hatası olmayan muazzam, eşsiz ve noksansız üslubuyla, son derece tutarlı ve düzenli
olmasının delaletiyle Allah tarafından geldiğinin ispat edilmesi.
Sonra
derhal ve hiç ara vermeden tevhid ve peygamberliğin delilleri, hükümler,
öğütler, kıssalar ve hakla batılın birbirinden ayırd edilmesi.
Kur'an'ın
mucize oluşu ve Araplara "Onun sureleri gibi on sure getirin" diyerek
meydan okuması:
'Yoksa
onlar, "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar1? De ki: Siz de
Kur'an'ın benzeri on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda
samimi iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de
çağırın." (Hûd, 13).
Müşrikler
Kur'an'ın taklidini yapmaktan ve benzerini getirmekten, hatta en kısa sure gibi
bir sure getirmekten aciz kalınca, Allah Tealâ onların iflas ettiklerini ve
aciz kaldıklarını ilân etti:
"Eğer
onlar size cevap vermezlerse bilin ki bu Kur'an ancak Allah'ın ilmiyle
indirilmiştir." (Hûd, 14)
2- Allah'ı birleme (tevhid) iki çeşittir.
a) Tevhîdü'l-ulûhiyyet: Tek olan Allah'a kulluk edip Ondan başka hiçbir
kimseye kulluk yapmamaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bu surenin başında "Allah'tan
başkasına kulluk yapmayasınız." (Hûd, 2) buyuruyor. Ondan başkasına
yapılan ibadet ve kulluk küfür ve dalâlettir.
b) Tevhîdü'r-rubûbiyyet: Bu kâinatı yaratan, düzene koyan ve bu kâinatta
hikmetinin gereği ve ilâhî sünnetinin nizamı üzerine tasarrufta bulunanın sadece
yüce Allah olduğuna inanmaktır.
Cahiliye
Arapları Allah'ın yaratıcı ve rab olduğuna inanıyorlardı: "Onlara, Gökleri
ve yeri yaratan Güneş'i ve Ay'ı insanların hizmetine veren kimdir?" diye
sorsan mutlaka "Allah'tır" derler..." (Ankebut, 29/ 61).
Fakat
onlar ilâhların birkaç tane olduğuna inanıyorlardı. Yani tevhîdü'r-rubûbiyeti
kabul ediyorlar, ama tevhîdü'l-ulûhiyyeti kabul etmiyorlardı.
Kur'an-ı
Kerim'de tevhîdü'r-rubûbiyyeti ispat eden pek çok ayet vardır. Bunlardan biri
bu surede zikredilen "Gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır."
(7. ayet) ayetidir. Yaratma, her şeyin uygun ölçüler içerisinde gayet güzel ve
sağlam bir şekilde takdir edilmesidir. Sonra bununla takdir edilen şeyin var
edilmesi murad edilmiştir.
3- Öldükten sonra dirilişin ve amellere karşılık verilmesinin ispat
edilmesi. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Dönüşünüz
ancak Allah'adır. O her şeye kadirdir." (Hûd, 4); "Eğer onlara
Mutlaka siz öldükten sonra dirileceksiniz" desen şüphesiz ki kâfirler
"Bu ancak apaçık bir sihirdir derler." (Hûd, 7).
4- Amelleri güzel işleyip işlemediklerinin bilinmesi için insanların
imtihana tabi tutulması: "Allah hanginizin daha iyi amel işleyeceği
hususunda, sizi imtihan etmek için kâinatı yarattı." (Hûd, 7)
5- Sıkıntı ve rahatlık durumlarında mümin ile kâfirin tabiatı arasında
karşılaştırma yapılması. Mümin sıkıntı zamanında sabreder, rahatlık zamanında
şükreder; kâfir ise nimet içindeyken şımarık ve gururlu, musibet durumunda ise
ümitsiz ve nankördür. (Hûd, 9-11).
6- İnsanların hayırda ve faydalı şeylerde, kâfirlerin de peygamberlerin
uyardığı azabın gelmesinde aceleci olmaları:
"Yemin
olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek, "Onu
bizden alıkoyan nedir?" derler" (Hûd, 8).
Yine
Cenab-ı Hak Yunus suresinde şöyle buyurmuştu: "Eğer Allah insanların hayrı
acele istedikleri gibi şerri de acele verseydi hepsinin vadesi bitmiş
olurdu." (Yunus, 10/11).
7- İnsanların tabiatları -Allah rahmet etmedikçe dini kabul etmekte
bile-farklı farklıdır.
"Onlar
durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesna.
Allah insanları bunun için yaratmıştır." (Hûd, 118, 119).
Bu
farklılık ve çeşitliliğin ilmî ve amelî faydaları vardır. Ancak bu, dinde
ayrılığa ve hayatın ve umumi menfaatlerin temel esaslarında ihtilâfa sebep
olursa bu farklılık zararlı olur.
8- Peygamberlerin kıssalarının tafsilatlı bir şekilde anlatılması
Peygamberimiz (s.a.)'in Kureyş'ten gördüğü eziyet ve cefalar ve onun
davetinden yüz çevirmeleri gibi karşılaştığı olaylar için teselli olmaktadır.
"Peygamberlerin
kıssalarından sana anlattığımız her şeyle senin kalbini pekiştiririz."
(Hûd, 120).
Aynı
zamanda her kıssada müminler için ibret ve öğütler vardır.
Allah
Tealâ beşeriyetin ikinci babası Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti. Bütün
dünyayı kaplayacak Tufan'da kavminin boğulması, kendisinin ve kendisiyle
beraber olan müminlerin kurtulması için ona gemi yapmasını emrettiğini anlattı.
Hz.
Nuh (a.s.) peygamberler arasında ömrü en uzun olan, en çok belâya mübtelâ olan
ve en çok sabreden bir peygamber idi (bkz. Hûd, 25-49).
Hz.
Nuh (a.s.) kıssasında, peygamberlere tabi olanların umumiyetle fakirler
oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak onun kavminin şu sözlerini
nakletmektedir: "İçimizden sana basit görüşlü en adi kimselerden başkasının
tabi olmadığını görüyoruz." (Hûd, 27).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu sureye ismini veren Hz. Hûd (a.s.) kıssasını, onun kavmi
olan gayet güçlü-kuvvetli, son derece azgın ve sert tabiatlı olan "Âd
kavmi"ni kulluğa davet etmesini anlattı.
Âd
kavmi güç ve kuvvetleriyle gururlandılar. "Bizden daha kuvvetli kim
olabilir?" dediler. Cenab-ı Hak da bir hafta gibi bir müddet içerisinde
son derece şiddetli bir kasırga ile onları helak etti: "Allah onların
köklerini kazımak için o kasırgayı yedi gece, sekiz gün aralıksız
estirdi." (Hakka, 7).
Allah'ın
ayetlerini inkâr edip küfretmeleri sebebiyle gelen bu azabın "çetin bir
azap" olduğunu ifade etti:
"İşte
Ad kavmi budur: Rablerinin açık delillerini inkâr ettiler. Peygamberlerine
isyan ettiler. (İleri gelenlerinden) inatçı her zorbanın sözüne uydular."
(Hûd, 59).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak, Hz. Salih (a.s.) ile kavminin kıssasını anlattı (Hûd,
61-68). Sonra Hz. İbrahim (a.s.) ile ona misafir olan meleklerin kıssasını
anlattı (Hûd, 69, 70). Daha sonra Hz. Lût (a.s.) kıssası (Hûd, 70, 83), Hz.
Şuayb (a.s.) kıssası (Hûd, 84, 95), Hz. Musa ile Firavun kıssasını (Hûd, 96,
99) anlattı.
9- Bu kıssaların hemen ardından zalimlerin helak olduklarına dair gerekli
ibret ve dersler zikredilmektedir. Şu ayette olduğu gibi:
"Sana
anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bir kısmıdır. Onların bir
kısmı hala ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir. Biz onlara
zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbi'nin emri
geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir fayda sağlamadı..."
(Hûd, 100, 101).
10- Dinde istikamet üzere olmanın emredilmesi (Hûd, 112). Bu nefisle
ci-had etmeyi, farzları eda etmekte sebatkâr olmayı ve nefsi, insanı helak eden
şeylerden, kötü ahlak ve haramlardan korumayı gerekli kılmaktadır. Bu da nefse
oldukça ağır gelen bir emirdir.
11- Aşırı gidip azgınlık yapmak insanı helâka götüren bir yoldur. Zulme
meyletmek cehennem azabına sebep olur: "Haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızı çok iyi görendir. Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde
cehennem ateşi size dokunur." (Hûd, 113).
12- Namazları gece-gündüz tam vaktinde ve dosdoğru kılmak. Çünkü iyi
ameller kötülükleri siler, götürür (Hûd, 114). İtaat üzere sebat etmek gerekir.
Çünkü Allah güzel amel işleyenlerin mükâfaatını zayi etmez.
13- Ümmeti ve fertleri helak olmaktan kurtarmak için yeryüzünde bozgunculuk
yapanlarla savaşmak: "Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri yeryüzündeki
fesadı (bozgunculuğu) önlemeli değil miydiler" (Hûd, 116).
14- Islah olmuş bir millet için hiçbir helak ve azap yoktur. (Hûd, 117).
15- Hakkın davetinden yüz çevirenlerin azapla tehdit edilmesi ve hayırlı
akıbetin Allah'tan gerçek manada korkanlara (muttakilere) ait olması.
Dikkat
edilecek bir husus da şudur: Tehdit ve teşvik fert ve toplumların ıslah
edilmesinde, ümmetin sağlam bir şekilde yapılanmasında ve. düşmanlarına karşı
ümmetin muzaffer olmasında gayet faydalı olan ve birbirinden ayrılmayan iki
husustur. Bu sebeple Kur'an'da umumiyetle yanyana zikredilmişlerdir.
16- Sure başladığı gibi, sadece Allah'a ibadet edip O'na güvenmek ve O'nun
cezasına karşı dikkatli olmak gerektiği emri ile sona ermektedir ve böylece
sonuçla başlangıç arasında uyum sağlanmıştır. "Rabbin hiçbir zaman yaptıklarınızdan
habersiz değildir." (Hûd, 123).
[4]
1- Elif, Lâm, Ra. Bu (Kur'an) Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) ve Habîr
(her şeyden haberdar olan Allah) tarafından ayetleri muhkem olan (hükmü baki kılınmış
olan) ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.
2- Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet et-meyesiniz. Şüphesiz ki ben Allah
tarafından sizin için bir uyarıcı ve müjdele-yiciyim.
3-
Rabbinizden af dileyin, sonra
O'na tevbe edin ki sizi belirlenen vade gelinceye kadar güzelce yaşatsın ve
her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin. Eğer yüz çevirirseniz,
şüphesiz ki ben sizin için o büyük günün azabından korkarım.
4-
Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O
her şeye kadirdir.
"...
ayetleri muhkem olan..., ... geniş olarak açıklanmış..." Bu ayette güzel
bir tezat sanatı vardır. Çünkü manası, "Bu ayetleri hüküm ve hikmet sahibi
olan Allah, ihkam eyledi (hükmünü baki kıldı) ve yine bunları her şeyden haberdar
olan, beyan edip şerhetti" demektir. Yine "uyarıcı" ve
"müjdeleyici" kelimeleri arasında tezat vardır.
"O
büyük günün azabı..." Burada "azap" kelimesinin "Büyük
Gün'e" yani kıyamet gününe izafe edilmesi o günün dehşetini bildirmek içindir.
[5]
"Elif,
Lâm, Ra" Yunus suresinin başında da belirtildiği gibi, bu harfler asıl
isimleriyle sakin olarak okunur; Elif, Lâm, Ra denilir. Bu harfler Kur'an'ın mucize
olduğunu ve Allah tarafından geldiğini ispat etmek, fesahat ehli Arapları
susturmak ve onlara meydan okumak için bu şekilde zikredilmiştir. Yahut bu
harfler kendilerinden sonra gelen ifadelere dikkat çekmek için "Dikkat
edin! İyi bilin ki!" manasındaki "elâ" gibi harflerdir.
Bu
çeşit harflerle başlayan sureler (Bakara ve Âl-i İmran sureleri hariç) Mekkî
surelerdir. Mekkî sureler tevhid, öldükten sonra dirilme, vahiy, Kur'an'ın
mucize oluşu gibi konulara ağırlık verir. Bu surelerde umumiyetle geçmiş
peygamberlerin kıssaları bulunur.
"Bu"
Kur1 an "Hakim" yani sözlerinde, fiillerinde ve hükümlerinde hikmetli
insanların ve bütün kâinatın gizli açık bütün durumlarını gayet iyi bilen
"ve Habîr" yani her şeyden, her şeyin neticesinden haberdar olan
lafız ve mana yönünden hiçbir eksiklik bulunmayan, gayet muazzam bir şekilde
tanzim edilen "sonra da geniş olarak açıklanmış olan" hükümleri,
kıssaları ve öğütleri beyan eden "bir kitaptır". Hem muhkem, hem de
mufassal oluşuyla Kuran, hem şekil hem de mana yönüyle kâmil bir kitaptır.
Zemahşerî
diyor ki: "Sonra geniş olarak açıklanmış" ifadesi tevhidin delilleri,
hükümler, vaazlar ve kıssalar gibi incilerle süslü gerdanlık gibi her şeyi tane
tane dizilmiş, yahut sure sure, ayet ayet bölümlere ayrılmış; yahut toptan bir
defada indirilmeyip ayrı ayrı indirilmiş, yahut kulların muhtaç oldukları
hususlar ayrı ayrı açıklanmış, beyan edilmiş ve özetlenmiş demektir.
"Sonra
geniş olarak açıklanmış" sözünün manası vakitte gecikme olmadan derhal
yapılmış demektir. Meselâ: "Kur'an ayetlerinin lafzı en güzel şekilde
tanzim edilmiş, sonra da manası en güzel şekilde açıklanmıştır" cümlesi
"Falan kimsenin aslı (babalan, dedeleri) cömerttir. Sonra o da cömertçe
davranmaktadır" cümlesinde olduğu gibi. Buradaki "sümme(: sonra)
kelimesine "ayrıca" manası vermek daha uygundur.[6]
"Şüphesiz
ki ben Allah tarafından sizin için" küfrederseniz ve şirk koşarsanız
azapla "uyarıcı ve" iman ederseniz veya tevhid akidesine sarılırsanız
sevapla "müjdeleyiçiyim".
Şirk
ve günahlardan dolayı "Rabbinizden af dileyin ve sonra O'na tevbe
edin" İtaatle O'na yönelin "ki sizi, belirlenen vade" yani
takdir edilen ömür veya ölüm "gelinceye kadar" dünyada
"güzelce" yani güzel bir yaşayış ve bol rızık-la "yaşatsın"
Meta, geçim için istifade edilen her şey demektir, "ve her fazilet
sahibine faziletinin mükâfatını versin" yani amelinde fazilet sahibi olan
her iyilik severin amelinin karşılığını versin.
"Eğer
yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben sizin için büyük bir günün" Kıyamet
gününün, dehşet gününün "azabından korkarım." Mekke müşrikleri
kıtlıkla imtihan edilmişlerdi de leş bile yemek zorunda kalmışlardı.
O
gün "Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O her şeye kadirdir." Sevap ve azap
O'ndandır. Bu ifade o günün büyüklüğünü tespit ve tekit etmektedir.
[7]
Bu
ayetlerin konusu dinin esaslarının belirtilmesidir. Bu esaslar, Kur'an'ın
muhkem oluşu ve her şeyi geniş bir şekilde açıklaması, Allah'a kulluğa, tevhide
ve Ona yönelmeye davet edilmesi, öldükten sonra dirilme ve ahiret aleminde
amellerin karşılığının verileceğine iman edilmesidir.
Bu
ayetlerin geniş manası şu şekildedir: Bu hem lafız, hem mana yönünden
muntazam, hiçbir noksanlığı bulunmayan, hem şekil hem de mana yönünden kâmil
olan, şanlı ve değerli bir kitaptır. Çünkü bu kitap sözleri ve hükümlerinde
hikmet sahibi olan, kulların ihtiyaçlarından ve her şeyin neticesinden haberdar
olan Allah tarafından gönderilmiştir.
Bu
surede diğer surelerde olduğu gibi itikat hakikatlerini beyan etmek ve
kâfirlerin batıl inançlarını çürütmek, hayat için en münasip şer'î hükümleri
açıklamak ve kıssalar vasıtasıyla en sağlam metodları, faziletleri ve öğütleri
beyan etmek, huy ve ahlâkın en değerlilerine uyarıda bulunmak üslûbu benimsenmiştir.
Ta
ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz. Yani bu muazzam kitap Allah'tan
başkasına ibadet etmemeniz ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamanız için nazil
olmuştur. Yahut bu muazzam ve mufassal kitap eşi ve ortağı bulunmayan, tek
olan Allah'a ibadet için yahut Allah'tan başka hiçbir şeye ibadet etmemeniz
için nazil olmuştur.
"Biz
senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur.
O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya,
21/25).
"Şüphesiz
ki her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin. Tağuttan kaçının diyen bir
peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).
"Ben
Allah tarafından sizin için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Yani insanlara de
ki: Ben size Allah tarafından gönderildim. O'na muhalefet ederseniz azapla sizi
uyarıcıyım. O'na itaat ederseniz sevapla müjdeleyiciyim.
Sahih
hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Safaya çıkmış ve Kureyş'in en
yakın kabilelerini çağırmıştı. Hepsi toplandı. Peygamberimiz (s.a.):
- "Ey Kureyş topluluğu! Size yarın sabah
düşman süvarilerinin geleceğini haber versem, beni tasdik edersiniz, değil
mi?" diye sordu. Kureyş'liler:
-
"Biz senin yalan söylediğini duymadık" dediler. Peygamberimiz (s.a.):
-
"Şüphesiz ki ben sizi şiddetli bir azapla uyarıcıyım" dedi.
Bu
ifade, Rasulullah (s.a.)'m görev ve vazifesini beyan etmektedir. Bu vazife de
kendisine isyan edenleri cehennem ile uyarmak, kendisine itaat edenleri de
cennetle müjdelemektir.
"Rabbinizden
af dileyin." Yani size geçmiş günahlardan istiğfar etmenizi, şirk, küfür
ve günahlardan af dilemenizi, geçmiş günahlardan pişmanlık duymak, gelecekte
bir daha aynı günahlara dönmemeye azmetmek ve bunda devam etmek suretiyle bu günahlardan
dolayı Allah'a tevbe etmenizi emrederim. Eğer istiğfar edip günahlardan tevbe
ederseniz, Allah sizi dünyada güzelce yaşatır. Yani dünyada güzel bir yaşayış,
bol rızık ve peşpeşe nimetlerle hoşa giden güzel faydalı şeylerle ondan
istifade etmenizi, belirlenen vade gelinceye, canınızı alıncaya kadar bir
müddet daha uzatsın. Nitekim bir ayet-i kerimede "Onu güzel bir hayat
içinde yaşatacağız." (Nahl, 16/97) buyrulmaktadır.
"İstiğfar"
ile "tevbe"nin bir arada zikredilmesinin sebebi, tevbe edilmedikçe
istiğfarın Allah tarafından kabul edilme imkânı olmadığına delâlet etmek
içindir.
İstiğfar
bizzat istenen bir taat şeklidir. Tevbe ise istiğfarı tamamlayan unsurlardan
olduğu için istenmektedir. Bu iki tabirin (istiğfar ile tevbenin) birbirlerinden
ayrı olduğu esasına göre durum böyledir. Çünkü istiğfar mağfireti -günahların
örtülmesini kapanmasını affedilmesini- istemektir. Tevbe ise günahlardan
tamamen sıyrılmak, geçmişte işlenilen günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bu
günahlara bir daha dönmemeye, bir daha işlememeye azmetmek demektir. Bu duruma
göre ayetin manası "Şirkten tevbe edin, sonra Allah'a itaatle
yönelin" şeklindedir.
İstiğfar
ile tevbeyi aynı manada kabul edenler "Sonra tevbe edin" ifadesini
'Tevbeyi ihlâsla yapın. Tevbeye ibadet ve taatle istikamet üzerine devam
edin." manasında almışlardır.
"...
Ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin." Yani ahirette
amelinde fazilet bulunan herkese bunun mükâfatım verir, onu eksiltmez.
Dünyada
güzel bir yaşayış ve ahirette sevap vermek iki mükâfatı bir arada vermektir.
Ancak dünya mükâfatı geçici ve sınırlıdır. Ahiret mükâfatı ise daimidir,
mutlaktır, başka bir şeyle kayıtlı değildir.
Bu
ayette dünya ve ahiret hayırlarının tamamının ancak Allah Tealâ'dan geldiğine
ve sadece O'nun yaratması, meydana getirmesi ve bağışlamasıyla olduğuna işaret
edilmektedir. Yine bu ayette dünyadaki nimetlerin tek tek her ferde değil,
bütün insanlara toptan verildiğine, ahiretteki mükâfatın ise her ferde hususi
olarak verildiğine işaret edilmektedir.
Kur'an'm
üslûp ve âdeti şudur: Önce bir hususu ve teşvik için onun faydasını zikreder,
sonra da korkutma, tehdit ve nefret ettirmek için o hususun zıd-dını zikreder.
Bundan
dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: Eğer sizi davet ettiğim sadece Allah'a kulluk
edip O'nun eşi-ortağı bulunmadığı inancından yüz çevirirseniz ben sizin için o
büyük günün -kıyamet gününün- azabından korkarım.
Kıyamet
günü, o gün meydana gelen büyük, ağır, şiddetli ve acıklı şeklinde tavsif
edildiği gibi, burada da o gün meydana gelecek korkunç ve dehşetli olaylar
sebebiyle "Büyük Gün" diye tavsif edilmiştir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra "Onların dönüşleri her şeye kadir olan Allah'adır, azap
ve sevap Ondandır" diyerek o büyük günün azabını beyan etti. Yani kıyamet
günü onların dönüşleri kendi dostlarına dilediği şekilde ihsanda bulunmaya ve
düşmanlarından intikam almaya o günde mahlûkatı yeniden yaratmaya kadir olan
Allah'adır.
"Dönüşünüz
yalnız Allah'adır" ifadesi hasr ifade eder. Yani "Dönüşünüz başkasına
değil, yalnız Allah'adır" demektir. Bu ifade Allah Tealâ'nın emirlerinden
yüz çeviren ve peygamberlerini yalanlayan kimseler için şiddetli bir tehdittir.
Çünkü kıyamet günü hiç şüphesiz ona azap ulaşacaktır. Daha önceki teşvike
karşılık bu uyarı ve korkutma yapılmıştır.
[8]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin tamamı muhkemdir ve bu ayetlerde hiçbir
noksanlık veya batıl bir şey yoktur. Lafzının ve manasının muhkem oluşuyla
gayet muntazamdır. Bu ayetlerde çelişki veya karışıklık yoktur. Tevhid, peygamberlik
ve öldükten sonra dirilme ve diğer konulardaki bütün delilleri ihtiva eder, tam
manasıyla tafsilatlıdır. Kur'an ayetleri hem şekil, hem de mana yönünden
mükemmeldir, insanlığın dünya ve ahiretteki bütün ihtiyaçlarını gerçekleştirmiştir.
"Sizi
ve sizden öncekileri yaratan..." ifadesi yaratıcının, eşsiz sanatkâr Allah'ın
varlığına delildir.
2- Kur'an'ın daveti açık olup nimet veren ve sayısız lütuflarda bulunan
yaratıcıya kulluğun gerçekleşmesine ve Ondan başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesine
ve sadece Ona ibadet edilmesine yöneliktir. Dolayısıyla ayet Allah'a ibadet
edilip O'ndan başkasına ibadet edilmemesini ihtiva etmektedir.
3- Rasulullah (s.a.)'ın vazifesi Ona isyan edeni azapla uyarmak ve korkutmak,
O'na itaat edeni de Allah rızası ve cennetle müjdelemektir.
4- İnsanın görevi istiğfar etmek -yani şirk ve günahlardan dolayı
mağfiret istemek- ve ibadet ve taatle Allah'a yönelmektir. Buna göre
"tevbe edin" emrinin manası "Tevbe ve taatle Ona dönün" demektir.
Salihlerden
biri diyor ki: Günahı terk etmeksizin yapılan istiğfar yalancıların
tevbesidir.
5- İstiğfar ve tevbenin faydası -ki bu çeşit ibadet itaatkâr mümin insana
Allah'ın bir lütfudur- dünya ve ahirete şamil olan geniş ve büyük bir faydadır.
Dünyada
bol rızık, huzurlu bir yaşayış ile takdir edilen hayatın sonuna kadar afiyet
içinde bir hayat sürmek ve daha önce helak olan ümmetlerin başına geldiği gibi
korkunç bir felâketle yeryüzünden silinmemektir. Güzel bir hayat sürme
(el-metau'1-hasen), hoşa gitmeyen ve korkulu her şeyden korunmak ve hayatın
güzel nimetlerinden istifade etmektir. Ahirette ise salih amellerden herhangi
birini işleyen kimseye amelinin karşılığının verilmesidir. Ayrıca bu ayet (Hûd,
3) her insan için sadece bir ecel (belirlenen bir vade) olduğuna delâlet
etmektedir.
6-
Bütün mahlûkatın ölümden sonra
dönüşü sevap ve ceza vermek gibi her şeye kadir olan Allah Tealâ'yadır.
Bu
ifade de önceki teşvikten sonra yapılan bir korkutmadır.
[9]
5-
İyi bilin ki, onlar gizlenmek için iki
büklüm olurlar. Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman
bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü Allah kalplerin
özünü çok iyi bilendir.
"...
onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir." Bu iki ifade arasında
tezat sanatı vardır.
[10]
"İyi
bilin ki onlar", kâfirler Muhammed'den "gizlenmek için" yahut Allah'tan
gizlenmeye çalışmak için "iki büklüm olurlar." Hak'tan yüz çevirirler
ve kalplerindeki kin, haset ve Peygamber (s.a.) düşmanlığına rağmen göğüslerini
bükerler.
"Yine
iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman" yani elbiseleriyle
örtündükleri zaman "bile" Allah "onların" kalplerinde
"gizlediklerini ve" ağızlarıyla "açığa vurduklarını bilir"
Allah'ın ilminde onların gizli ve açık durumları birdir. Ya açıkça yaptıkları
O'na nasıl gizli kalır? "Çünkü Allah kalplerin özünü" yani kalplerde
bulunan sırlan veya kalpleri ve kalplerin durumlarını "çok iyi
bilendir."
[11]
Buharî,
İbni Abbas'ın "iyi bilin ki, onlar... iki büklüm olurlar." (Hûd, 5)
ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı kimseler hanımları ile
ilişkiye girdikten sonra semaya doğru arkalarını dönmekten haya ediyorlardı. Bu
ayet bu müslümanlar hakkında nazil oldu.
İbni
Cerîr ve başkaları Abdullah b. Şeddad'dan şu sözü nakletmişlerdir: Onlardan
biri Peygamberimiz (s.a.)'in yanından geçerken onun görmemesi için iki büklüm
olurdu. Bu ayet böyle kimseler hakkında nazil oldu.
Bir
rivayete göre, müşriklerden "Perdelerimizi indirirsek, elbiselerimize
bürünürsek, kalbimizi Muhammed düşmanlığıyla doldurursak, nasıl bilecek?"
diyen bir grup hakkında nazil oldu.
Vahidî
ve Kurtubî bu ayetin Ahnes b. Şerik hakkında nazil olduğunu, bu şahsın tatlı
konuşan biri olup Rasulullah (s.a.) ile onun hoşuna gidecek şekilde konuştuğunu
halbuki kalbiyle de onu kötüleyen duygulara sahip olduğunu zikretmişlerdir.
Benim
görüşüme göre bu ayet (Hûd, 5) öncesi ve sonrasının delaletiyle kâfirlerin
haktan yüz çevirmesi hakkında nazil olmuştur.
[12]
Kâfirlerin
durumunu tavsif edip onların, Allah'a ibadet ve taatten yüz çevirirlerse büyük
bir günün azabına uğrayacaklarını açıkladıktan sonra Allah Tealâ bundan gizlice
yüz çevirmelerinin şaşkınlık ve bilgisizlikle nitelendirildiğini beyan etti.
[13]
İyi
bilin ki kâfirler veya müşrikler Allah'a davet ettiğini duyunca Rasulul-lah
(s.a.) ve başka hiç kimse kendilerini görmesin diye inat ve küfürde ileri giderek
göğüslerini Rasulullah (s.a.)'tan öbür tarafa çevirirler.
Yine
iyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri ve bu elbiseleriyle başlarını
örttükleri zaman Allah'tan veya Muhammed'den gizlenip de Allah'ın kendilerini
görmediğini zannettiklerinde Allah onların kalplerinde gizlediklerini ve
dilleriyle açığa vurduklarını iyi bilir. Onların geceleyin gizlediklerini,
gündüz açığa vurduklarını iyi bilir.
Yüce
Allah "Elâ(: iyi bilin ki)" edatını onların gizlenme vakitlerine
işaret etmek için tekrarladı. Zamirin Allah'a raci olması ("Allah'tan
gizlenmek için" şeklinde mana verilmesi) "Allah onların
gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir" ayetinin delâleti ile daha
evlâdır.
Çünkü
Allah kalplerdeki sırları, kalpten geçen duyguları çok iyi bilendir. O halde
sırlarının Allah'a gizli kaldığını zannedenler dikkatli olsunlar ve bilsinler
ki Allah kâinattaki her şeyden, gönüllerde yer alan şüphe ve vesveselerden
haberdardır. O, her insanı gizlediği ve açığa vurduğu şeylerle sorgulayacaktır.
[14]
Bu
ayet kâfirlerin Kur'an'dan yüz çevirmekte direndiklerine, Rasulullah (s.a.)'ın
peygamberliğine iman etmeye davet etmekteki samimiyetine ve kâfirlerin bu
çeşit yüz çevirmekle ahmak ve cahil olduklarına delâlet etmektedir.
Yine
bu ayet onların Allah'tan veya Muhammed (s.a.)'den gizlenmelerinde hiçbir fayda
olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Allah varlık alemindeki her şeyden;
niyetler, gönüller ve sırlardan açık söz ve davranışlardan haberdardır. O'nun
açık olanı bilmesi ile gizli olanı bilmesi birbirine denktir. O'nun ilminde onların
gizlemesi ve açığa vurması arasında hiçbir fark yoktur.
[15]
6-
Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın.
Allah her canlının (hayatta iken)
yerleştiği ve (ölümden sonra) konulduğu
yeri bi- Kr-H^r W apaçık bir kitaptadır.
7-
Gökleri ve yeri altı günde yaratan Al- lah'tır. Arş'ı (daha önce) su
üzerinde idi- AUah hanginizin daha iyi
amel işle- yeceği hususunda, sizi imtihan etmek
için kâinatı yarattı. Yemin olsun ki,
eğer onlara "Mutlaka siz öldükten son- ra dirileceksiniz"
desen, şüphesiz ki kâfirler "Bu, apaçık sihirden başka bir şey
değildir" derler.
'Yeryüzünde
hiçbir canlı varlık ..." ifadesindeki Dabbe kelimesinin at, katır ve eşek
için kullanılması örfîdir. Buradaki manası ise şöyledir: Yeryüzünde sürünerek
veya ayaklan üzerinde yürüyerek hareket eden hiç bir canlı varlık "yoktur
ki rızkı" gıdası ve geçimi "Allah'a ait olmasın." Çünkü Allah
bunu bir lütuf ve rahmet olarak kefaleti altına almıştır. Bunu bu şekilde vücup
lafzı ile anlatması bu rızkın mutlaka ulaşacağını ve garantili olduğunu kesin
bir dille ifade etmek ve bu konuda Allah'a güvenilmesine teşvik etmek içindir.
"Allah
her canlının" yer yüzünde "yerleştiği yeri" ve meskenini, ayrıca
yer yüzüne gelmeden "konulduğu yeri" sulbü rahmi veya yumurtayı
"bilir." Bu iki kelimeden murad canlının hayatta iken ve ölümden
sonraki yerleri yahut rahimleri ve sulblerdir.
"Her
şey apaçık bir kitaptadır." Yani kayıtlıdır. Her canlının durumu, rızkı,
yerleşeceği ve nihayet konulacağı son yeri Levh-i Mahfuzda zikredilmiştir;
orada yazılmış, beyan edilmiştir. Ayetten murad Allah'ın bütün bilgileri
bildiğini ve bütün her şeye kadir olduğunu ifade etmek ve böylece tevhidi ve
geçen vaad ve ihtarları teyit etmektir.
"Gökleri
ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. O'nun Arş'ı" gökler ve yeryüzü
yaratılmadan önce "su üzerinde idi." Bu ayette Arş'ın ve suyun,
göklerin ve yerin yaratılmasından önce yaratılmış olduklarına delil vardır.
Buradaki mana, Arş ve suyun birbirine yapışık olması şeklinde değildir. Sadece
"Gökyüzü, yeryüzünün üstündedir" sözü gibidir. Su, Arş'tan sonra bu
âlemdeki maddî varlıklardan ilk yaratılan varlıktır. Arş bütün mülkün tanzim
edildiği merkez ve idare edildiği yerdir. Arş, gökyüzü ve yeryüzünden daha
büyüktür.
Allah
"Hanginizin daha iyi amel işleyeceği" yani daha fazla Allah'a itaatkâr
olacağı "hususunda sizi imtihan etmek için" kâinatı yarattı. O,
kâinatı büyük bir hikmete binaen yaratmıştır. Bu da Allah'ın "size nasıl
amel işleyeceksiniz" diye sizi imtihana tabi tutan biri gibi muamele
etmesidir. Ayrıca müminlerin amelleri güzel ve daha güzel diye ayrılırken
kâfirlerin amelleri ise, güzel ve çirkin diye ayrılır.
"Yemin
olsun ki eğer onlara "Mutlaka siz öldükten sonra dirileceksiniz" desen
şüphesiz ki kâfirler "Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir."
Yani, ya Muhammedi Öldükten sonra dirilmeyi anlatan bu Kur'an ve senin
söylediğin bu şeyler sadece sihirdir, yani hayali şeylerdir, göz boyamacılıktır
"derler." Burada "külte" kelimesi "zekerte"
manasına (alınırsa) "Bu apaçık sihirden başka birşey değildir"
ayetinin manası, "sihir batıl bir iştir ve Kur'anm batıl oluşu da, sihire
benzetilirse, sinirin batıl oluşu gibidir" demektir.
[16]
Cenab-ı
Hak geçen ayette "Onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah
bilir." hakikatini beyan ettikten sonra, bunun peşindan bütün bilgileri
bildiğine ve her şeye kadir olduğuna delâlet eden ayetleri getirdi. O, yaratıcıdır,
rızık vericidir, beşerin bütün hallerini bilendir, onları öldükten sonra yaratacak
olandır. Öldükten sonra dirilme hiç şüphesiz gerçekleşecektir.
[17]
Yerde,
havada ve denizde yaşayan canlılardan hiçbir canlı yoktur ki rızkı, geçimi ve
bunun için uygun olan araştırma, hareket ve çalışma sonrası yiyeceği için
hazırlanan gıdası Allah'a ait olmasın.
Allah
bu varlıkların yeryüzünde gideceği en son noktayı, yerleşeceği yeri, ayrıca en
sonunda öleceği, gömüleceği ve son olarak konulacağı yeri bilir. Bu bilgi, bu
varlıkların sulblerde ve rahimlerde oluşumları ve meydana gelmelerinin
başlangıcına da hayat ve ölüm günlerine de şamildir.
Bütün
bu varlıkların rızıkları, nerede yerleşecekleri ve sonunda nereye
konulacakları, mahlûkatm bütün kaderleri sabit, değişmez bir şekilde Levh-i
Mahfuz'da yazılmıştır.
Bu
ayet Allah Tealâ'nın bütün mahlûkatın nzıklarına kefil olduğuna delildir ve
bunu "üzerine vacip kıldığı" manasına gelen "ala"
kelimesiyle ifade edip bir lütuf ve rahmeti olarak bu durumu kendisine vacip
kılmıştır.
Ancak
rızık, Allah Tealâ'nın bu kâinattaki sünneti (İlâhî kanunu) gereği olarak
sebep-netice ilişkisine bağlıdır. Yani rızkı elde etmek, mahlûkata verilen
ilhamla rızkı talep ve tahsil etmeye yöneltme şartlarının gerçekleşmesinden
sonra çalışma ve gayrete bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz
her şeye takdir ettiği şekli verip sonra da ona doğru yolu gösterendir. "
(Tâ-Hâ, 20/50).
Bu
ayetin benzeri şu ayetlerdir: 'Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve
kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasınlar.
Biz, Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra hesap için Rableri-nin
huzurunda toplanacaklardır." (En'am, 6/38).
"Gaybın
anahtarları Allah'ın nezdindedir. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde
olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin
karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir Kitapta
kayıtlıdır." (En'am, 6/59)
Allah
Tealâ az önce beyan edilen delille bütün bilgileri bildiğini ispat ettikten
sonra göklerin ve yerin yaratıcısı olması sebebiyle bütün kader programına
kadir olduğunu ispat etti. Gerçekten bu iki delilin her biri Allah'ın ilminin
ve kudretinin kâmil olduğuna delâlet etmektedir.
"Gökleri
ve yeri altı günde yaratan Allah'tır..." Yani Allah Tealâ her şeye kadir
olduğunu, gökleri ve yeri kendisinin yaratma ve meydana getirme günle-riyle
altı gün içerisinde yarattığını, yoktan var ettiğini, meydana getirdiğini haber
vermektedir. Ancak bu altı gün şu ayet-i kerimenin delaletiyle bizim günlerimiz
gibi altı gün değildir. (Altı merhale demek daha uygundur).
"Şüphesiz
Rabbinin nezdindeki bir gün, sizin saydığınız günlerle bin yıl gibidir."
(Hac, 22/47).
"Melekler
ve Cebrail Allah 'm emrinin indiği yere elli bin dünya yılının karşılığı olan
bir günde çıkarlar." (Mearic, 70/4).
"O'nun
Arş'ı suyun üstünde idi..." Arş, mahlûkatın en büyüğüdür. O'nun gerçek
şeklini bilmiyor, sadece Allah Tealâ'nm haber verdiği şekliyle ona iman
ediyoruz.
Allah'ın
Arş'ın üzerinde istiva etmesine gelince: Ümmü Seleme (r.a.), İmam Malik ve
Rabia'dan rivayet edildiği gibi, istiva bellidir ama nasıl olduğu meçhuldür,
diyoruz.
Bu
ayet Allah'ın gökleri ve yeri yaratmadan önce mahlûkatı yaratmaya nasıl
başladığına, Arş'ın ve suyun göklerin ve yerin yaratılmasından önce var
olduklarına, Arş'ın hiçbir şey yaratılmadan önce var olduğuna ve Arş'ın altında
bulunan suyun canlı maddenin aslı olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine
bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler
mi? Hâlâ iman etmezler mi?" (Enbiya, 21/30). "Sedîm Teorisi"
dedikleri ve Kur'an-ı Kerim'in de "Duhan (duman) su veya rüzgar
metni" diye ifade ettiği gerçek budur.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu eşsiz yaratmanın sebebini "Hanginizin daha iyi amel
işleyeceği hususunda sizi imtihan etmek için." ifadesiyle açıkladı. Yani
göklerin ve yerin yaratılması kendisine hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk
etmeleri için yarattığı kullarının istifadeleri içindir, yoksa bu varlıkları
boş yere gayesiz olarak yaratmamıştır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları ancak bana
ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).
"Sizi
boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"
(Müminun, 23/115).
İbadet
ve taat etmek, günahlardan sakınmakla mükellef kılınmak, imtihan ve daha güzel
amel işleyenlerin bilinmesi içindir. Daha güzel amel, Allah'ın şeriatının
esaslarına uygun, sadece Allah rızası için yapılan ihlaslı ameldir. Amel ve
ibadet bu iki şarttan birisini kaybederse bu amel boşa gider, batıl, geçersiz
olur. Kim Allah'a şükreder ve itaatta bulunursa, Allah onu mükâfatlandırır.
Kim de küfreder ve isyan da bulunursa Allah onu cezalandırır.
Bu
durum imtihan eden bir kimsenin imtihanına benzeyince Cenab-ı Hak da bu keyfiyeti
ifade etmek için "Sizi imtihan etmek için" ibaresini kullandı. Yani
sizi imtihan edenin nasıl hareket edeceğinizi anlamak için yaptığı gibi muamele
göreceksiniz.
İmtihan
ve denemelerin bir neticesinin olması sebebiyle, iyi hareket edenin rahmet ve
sevapla muamele görmesini, kötü hareket edenin de ceza görmesini gerekli kılan
haşr (toplanma) ve neşr (amel defterlerinin dağıtılması) mutlaka olacaktır.
Aklı olan herkes de öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret günü itiraf etmek
zorundadır.
Bunun
için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki... dirileceksiniz,
desen..." Yani yemin olsun ki, Ya Muhammedi Sen öldükten sonra dirilmeye
ait deliller ortaya koysan ve bunları müşriklere zikretsen o kâfirler "Bu
sihirdir", yani aldatmadır, geçersizdir, derler. Çünkü sihir onların
anlayışına göre batıldır, geçersizdir. Cümlenin manası şöyledir: Onlar
"öldükten sonra dirilmek veya bunu söylemek veya bunu anlatan Kur'an,
aldatma ve asılsızlık hususunda sihir gibidir" derler.
[18]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah mahlûkatm rızıklarına kefil olmuştur, Allah'ın onlara bir lütfü
ve rahmeti olarak rızıklarını garanti altına almıştır. Bu, Allah Tealâ'nm
"Adalet" ve "Rahmet" sıfatlarıyla muttasıf olduğuna delildir.
Ancak
rızık gayret, emek ve çalışmaya bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Yeryüzünü size boynu bükük (emrinize hazır) kılan O'dur.
Yeryüzünün her tarafında dolaşın ve Allah'ın vermiş olduğu rızıklardan yiyin.
Dirildikten sonra dönüş O'nadır." (Mülk, 67/15).
2- Allah'ın ilmi yeryüzündeki bütün mahlûkatı, kara, deniz ve havadaki
canlı ve cansız varlıkları ihata eder, kaplar. Bu varlıkların canlılarının sulb
ve rahimlerdeki ana maddesinin varlığından başlayarak hayatın hareketli meydanına
çıkıncaya kadar yer değiştirmeleri, hareket etmeleri ve takip ettikleri yollara
varıncaya ve nihayet bir yere yerleşinceye, sonunda öldüğü ve gömüldüğü yere
varıncaya kadar hepsini bilir.
3- Allah göklerin, yerin ve aralarında bulunan canlı varlıkların yaratıcısıdır.
Bu iki ayet (Hûd, 6-7) Allah'ın ilminin kâmil, kudretinin mükemmel olduğuna
delâlet etmektedir.
4- Arş göklerden ve yerden daha büyük olmasına rağmen su üzerinde idi.
Allah Tealâ suyu bir kaba ihtiyaç olmaksızın dökülmeden tuttu. Yaratılan varlıkların
en büyüğü olan Arş'ı Cenab-ı Hak yedi kat göklerin üstünde, altında herhangi
bir direk, üstünde her hangi bir askı olmaksızın öylece tutmaktadır.
5-
Allah gökleri ve yeri mükellef
kıldığı kullarını imtihan edip denemek için yaratmıştır. Bu da Cenab-ı Hakk'ın
bu büyük âlemi mükellef kullarının istifade etmeleri için yaratmış olduğunu
gösterir.
6- Mahlûkatın arasında gerçek adaletin sağlanması için, iyi hareket edenlerle
kötü hareket edenlerin arasını ayıracak, iyi hareket edenlere mükâfat ile, kötü
hareket edenlere ceza ve azap ile karşılık verecek şekilde değerlendirme
yapılması için haşr (mahlûkatın toplanması) olayının meydana gelmesi, öldükten
sonra dirilme ve kıyametin gerçekleşeceğinin itiraf edilmesi kesin delillere
dayanan, akla dayanan bir mecburiyetidir.
[19]
8-
Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu
bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o
kendilerinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap)
kuşatacaktır.
9-
Yemin olsun ki biz, insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra onu kendisinden
alırsak şüphesiz ki insan, büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nan-körleşir.
10-
Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattır-sak
"Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve
çok gururludur.
11-
Ancak sabredenler ve iyi amel işleyenler bundan müstesnadır. İşte onlara
günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
"Büyük
bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörlesin" Buradaki "yeûs" ve
"ke-fûr" kelimeleri mübalağa sigalarındandır.
"İnsana
uğradığı zarardan sonra nimetler tattırsak" cümlesindeki "zarar"
ve "nimet" arasında tezat sanatı vardır.
[20]
Ümmet
kelimesinin manaları:
a) 8. ayetteki ümmet kelimesinden murad, müddettir. Yani bir ümmetin
vakitlerinin müddeti demektir. Ümmet aslında aynı cinsten olan topluluk, cemaat
demektir. Meselâ "(Musa) Medyen suyuna vardığında orada hayvanlarını
sulayan bir topluluk (ümmet) buldu." (Kasas, 28/23) buyurulmaktadır.
b) Ümmet kelimesi "din" ve "millet" anlamında da
kullanılmaktadır. Meselâ "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde
bulduk... dediler." (Zuhruf, 43/22) buyurulmaktadır.
c) Bazan da bütün üstün vasıflara haiz, kendisine uyulacak kişiye de
"ümmet" denilmektedir. Meselâ "Şüphesiz İbrahim bir ümmet
(önder şahsiyet) idi." (Nahl, 16/120).
d) Burada ve "Bir ümmet (müddet) sonra hatırladı." (Yusuf,
12/45) ayetinde olduğu gibi müddet ve zaman manasında da kullanılmaktadır.
e) Tabi olanlar manasındaki ümmet peygamberleri tasdik edenlerdir. Nitekim
Cenab-ı Hak "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz."
(Âl-i İm-ran, 3/112) buyurmaktadır. Sahih hadis-i şerifte "... ben,
ümmetimi isterim, ümmetimi isterim, derim" buyurulmaktadır.
Bu
açıklamaya göre "ümmet" beş manada kullanılmıştır. Topluluk, din,
önder, müddet ve tabi olanlar manalarında kullanılmaktadır. Burada (Hûd, 8),
müddet manasında kullanılmıştır.
"Yemin
olsun ki eğer onlardan azabı, sayılı bir zamana kadar ertelesek" onlar
alay ederek "onu bizden alıkoyan nedir?" yani o azabın gelmesine
engel olan nedir? "derler."
"İyi
bilin ki" azap "onlara geldiği gün o kendilerinden
uzaklaştırılmaya-caktır. Onları alay ettikleri azap kuşatacaktır" yani
azap onlara inecektir.
"Yemin
olsun ki, biz insana" yani insanoğluna yahut kâfire "tarafımızdan bir
rahmet" zenginlik, sağlık maddî imkân "tattırıp" yani bu
nimetlerden az bir şey verip "sonra kendisinden" çekip "alırsak
şüphesiz ki insan" bu nimetin tekrar geleceğinden, Allah'ın rahmetinden
"büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörlesin"
"Yemin
olsun ki insana uğradığı zarardan sonra nimetler" hayır, zenginlik ve
sağlık gibi faydalı şeyler "tattırsak", kötülükler, musibet belâlar
"başımdan gitti, der." Nimet vereni düşünmez, şükretmez.
"Şüphesiz insanoğlu çok şımarık" nimete aldanan "ve çok
gururludur." elde ettiği nimetler sebebiyle insanlara karşı kibirlidir.
"Ancak"
Allah Tealâ'ya iman ederek ve kazasına teslim olarak sıkıntılara karşı
"sabredenler" ve nimet içerisinde iken de "iyi amel işleyenler
bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük mükâfat"
yani cennet "vardır".[21]
Cenab-ı
Hak kâfirlerin "Bu apaçık bir sihirdir" sözleriyle Rasulullah (s.a.)'ı
yalanladıklarını anlattıktan sonra birinci ayette (Hûd, 8) onlara başka çeşit
batıl düşüncelerini anlattı. Bu da Rasulullah (s.a.)'ın onları uyardığı ve
korkuttuğu
azabın gelmesini gecikince alay etmeye başlamaları ve "Bu azabı bizden
alıkoyan nedir?" demeleridir.
Cenab-ı
Hak kâfirlere verilecek azabın gecikse de mutlaka geleceğini zikrettikten
sonra onların küfrünü ve bu azaba müstahak olmalarının sebebini zikretti. Bu
sebep de insanoğlunun kötü tabiatıdır. İnsanoğlu nimet içinde iken şımarır ve
gururlanır, sıkıntı içinde iken de inkâr eder ve Allah'ın rahmetinden ümidini
keser. Ancak sabreden, şükreden ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır.
[22]
Yemin
olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uyarıp
korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38)
ayetinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir
müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama
kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.
"Bu
azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet"
kelimesi müddet, zaman manasmdadır.
Allah
Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir engel
olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine
karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde
cevap verdi.
Nitekim
bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka
gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8)
buyurul-maktadır.
Bundan
sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç
insanların kötü sıfatlarını bildirdi:
Allah
bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içinde yaşama,
itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve
bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse
insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur,
geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda geleceği
için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu
an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve
şükrün faziletine sanlmamasıdır.
Eğer
Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra
kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler
benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gelmeyecektir
der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürlenerek,
başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son
derece şımarık ve kibirli olur.
İşte
böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemekte, bilakis
kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yardımcı
olmamaktadır.
Dikkati
çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet
verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini
idrak ettirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az
derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona
dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.
Yine
bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)"
kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden
"ne-za'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında
"mukabele" sanatı vardır.
Bütün
bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna delâlet
etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük
etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır,
iman, kaza ve kadere razı olmaktır.
"İnsan"
denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve
salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan
müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar
olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit olmuştur
ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman
insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna
"istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür"
demektedir.
Bir
başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale
edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir"
denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire
yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok
nankör)" sıfatları, "kötülükler başımdan gitti" sözü,
"ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır.
Bunlar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre
buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir.
Bu durumda bu mahzurlar meydana gelmez.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işleyenleri istisna
ederek şöyle buyurdu:
"Ancak
sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak
cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve
refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere
şükretmek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle
Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan
müstesnadır.
Böyle
kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sıkıntılar
sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah
zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üzere
büyük bir mükâfat vardır.
Bu
ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka
hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı
tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr,
103/1-3).
Yine
aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk,
hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hatalarını
bağışlar."
Buharî
ve Müslim'in Sa/ıiMerinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim
(kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey
takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder
şükrederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder,
sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye
nasip olmaz."
[23]
Bu
ayetler şu hükümleri bulundurmaktadır:
1- Allah Tealâ, Allah'ın veya Rasulü'nün kâfirleri uyardığı ve korkuttuğu
azabın hiç şüphesiz geleceğine yemin etmiştir.
Bu
azaba hiç bir güç engel olamaz. Alay ettiklerine karşılık olarak bu azap onlara
gelecek ve onları kuşatacaktır.
Buradaki
azaptan murad ya dünya azabıdır; bu da ya topyekün helak etme azabı veya Bedir
Savaşı gibi hakla batıl arasını ayırd eden bir savaşta ezici bir mağlubiyete
uğramaktır, yahut ahiret azabıdır.
Bu
ayette Cenab-ı Hak kıyametin durumlarından geçmiş zaman lafzı ile anlatmıştır.
"Onları azap kuşattı" sözü tekit ve ispatta mübalağa manası ifade
etmektedir.
2- Cenab-ı Hak, insanın (bütün insanları içine alan bir cins isim) yahut
kâfirlerin bu dünyadaki hayırlardan pek az bir şey bulsa, az bir şey tatsa hemen
ayak direteceğini ve azgınlığa düşeceğini bildirmektedir.
İnsan
belâ ve musibetlerden pek az bir miktarını idrak etse hemen ümitsizlik,
çaresizlik ve nankörlüğe düşer. Rahmetten çok ümitsiz olan (yeûs) ve nimetlere
karşı çok nankör olan, nimetin kıymetini tanımayan (kefûr) her ikisi de
mübalağa sigalardandır. Bununla aşırı derecede çok olmak keyfiyeti ifade
ediliyor. Tıpkı "fahur (çok gururlu)" kelimesinin mübalağa için
kullanılması gibi.
Bu
gerçeğin açıklamasını şöyle yapabiliriz: Kâfir bu tür nimetleri elde etmenin
sebebinin ya tesadüf ya da basit bir raslantı olduğuna inanır. Müslüman ise
elde ettiği bu nimetin Allah tarafından ve O'nun lütuf ve insanıyla olduğuna
inanır. Bundan dolayı ona ümitsizlik gelmez, bilakis ondan daha fazlasını ümid
eder. Kaybedince de sabreder.
Nitekim
bir ayet-i kerimede "Umulur ki, Rabbimiz bize bundan daha hayırlısını
verir. Biz her şeyi yalnız Rabbimizden isteriz, dediler." (Kalem, 68/32)
buyurulmaktadır.
Bir
başka ayet-i kerimede "... Allah'ın rahmetinden ancak kâfir bir topluluk
ümidini keser." (Yusuf, 12/87) buyurulmaktadır.
3- İnsana fakirlik ve musibet gibi bir sıkıntıdan sonra sağlık, refah ve
bol rızık ihsan edilse o, "kötülükler başımdan gitti, fakirlik ve sıkıntı
gibi kişiyi kötü bir duruma düşüren musibetler yok oldu" der. Elde ettiği
imkân sebebiyle çok şımarır ve insanlara karşı böbürlenir. Allah'a şükretmeyi
unutur.
Beyzavî'nin
dediği gibi "tatma" ve "dokunma" kelimelerinde insanın bu
dünyada karşılaştığı nimet ve musibetlerin ahirette karşılaşacağına nispetle
sadece bir numune gibi olduğuna uyarı yapılmaktadır.
4- Allah Tealâ insanın kötü vasıflan ve hallerinden zorluklar ve
sıkıntılara karşı sabreden, refah ve bolluk içerisinde iken de şükreden,
dünyada hayırlı ve güzel ameller işleyen müminleri hariç tuttu.
İşte
bu müminlere hayırlı amellerde sebat edip musibet durumunda da sabretmelerine
karşılık Allah tarafından mağfiret vardır, ayrıca en azı cennet olan büyük sevap
vardır.
Böylece
iki arzu bir arada gerçekleşmektedir. Birincisi cezanın kalkması ve ondan
tamamen kurtulma ki "Onlara mağfiret vardır" ifadesiyle anlatılmak
istenen de budur; ikincisi ise sevab kazanmak, ki "Büyük bir mükâfat
vardır" sözüyle ifade edilen de budur. Bu, Kur'an'ın sadece lafızlanyla
değil aynı zamanda manalanyla da mucize olduğuna delildir.
Kâfir
belâ zamanında umumi olarak sabreden kimselerden değildir, nimeti kazandığı
zaman da şükredenlerden olmaz. Çünkü gerçek şükür ancak nimet verene inanmakla
mümkün olabilir. Sabrın ise imandan kaynaklanmadığı müddetçe hiç sevabı yoktur.
Kâfir
çoğunlukla dehşete kapılır, sabrı tükenir, belki de intihar eder. Çünkü
öldükten sonra dirilmeye, hesaba ve tek olan Allah tarafından verilecek ceza
ve mükâfata inanmadığı için karşılaştığı musibete karşı ahirette onun yerine
geçecek bir teselli ve teskin edici bir şey bulamamaktadır.
Kısaca:
Ayetler mümin insan ile kâfir insanın vasıflan arasında ince bir karşılaştırma
yapmaktadır. Aradaki farkın kaynağı ise iman ve küfürdür.
5- Dünyanın durumu baki değildir, nimetten mihnete, lezzetlerden afetlere
geçebilir, değişebilir, tersi de olabilir. Yani hoşlanılmayan durumlardan hoşumuza
giden şeylere, haramlardan helâllere geçiş mümkündür.
[24]
12-
Belki sen, onların "O'na (gökten) bir hazine indirilmeli veya O'nunla
birlikte bir melek gelmeliydi, değil mi?" demelerinden dolayı gönlün
daralarak sana vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin. Ama sen
sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır.
13- Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed
uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Siz de Kur'an'ın benzeri on uydurma
sure getirin, bakalım. Eğer iddianızda samimi
iseniz,
Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın."
14-
Eğer onlar size cevap vermezlerse bilin ki, bu Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile
indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?
"Belki
sen" anlamındaki "lealle" kelimesi burada inkâr manasında soru
edatıdır ve bununla nefy yahut nehiy murad edilir. "Fe-lealleke
târîkun" "terk etme" manasındadır. Aslında "lealleke"
kelimesi ümit etme ve sevilen bir şeyin beklenmesi, "umulur ki"
manasındadır. Bazan da "Böylece takva derecesine erersiniz." (Bakara,
2/21) ayetinde olduğu gibi "böylece, bu şekilde" manasına gelir.
Bazan da ''öğüt alması veya Allah'tan korkması için ona yumuşak sözler
söyleyin." (Tâ-Hâ, 20/44) ayetinde olduğu gibi talil (sebebiyet) manasına
gelir.
"Belki
sen onların, ona gökten bir hazine indirilmeli" yani krallar gibi etrafında
adam toplamak için harcayacağı bir hazinesi -emek sarfetmeden elde ettiği malı-
olmalıydı, "veya onunla birlikte" teklif ettiğimiz gibi onu tasdik
edecek "bir melek gelmeliydi değil mi? demelerinden dolayı" onlara
Kur'an okumaktan "gönlün daralarak" yani gönlün sıkılarak "sana
vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin." Müşrikler
reddedebilir ve alay edebilir korkusuyla onların görüşlerine muhalif olan bazı
hususları onlara tebliğ etmek istemeyebilirsin. Ancak bir şeyin olmasını
beklemek bu şeyin olduğu ve meydana geldiği manasına gelmez. Çünkü vahiyde
belirtildiğine göre peygamberler hainlik etmekten masumdurlar.
"Ama
sen sadece bir uyarıcısın." Senin üzerine düşen, onların teklif ettikleri
şeyleri yapmak değil, sana vahyedilen şey ile onları uyarmaktır.
"Her
şeye vekil olan Allah'tır." O her şeyi gözeten ve koruyandır. Ona tevekkül
et. Çünkü O, onların hallerini gayet iyi bilir ve onların sözlerine ve davranışlarına
karşılık verir.
"Yoksa
onlar onu" Kur'an'ı "Muhammed uydurdu mu diyorlar" De ki: Siz
de" fesahat, belagat, ifade ve nazmının güzelliğinde "Kur'an'ın
benzeri on uydurma sure getirin bakalım." Kur'an önce Kur'an'ın benzerini
getirmekle, sonra on sure getirmekle onlara meydan okudu. Bundan aciz kalınca
bir sure ile onlara meydan okudu.
Eğer
benim kendi kendime uydurduğum sizce doğru ise siz de benim gibi fasih konuşan
Araplarsmız; benim yaptığım şeyi siz de yaparsınız. Hatta siz hitabet, şiir ve
nesir olarak beyan üsluplarını bilme noktasında daha muktedirsiniz.
"Eğer" Kur'an'ın uydurma olduğu "iddianızda samimi iseniz
Allah'tan başka" Kur'an-ı Kerim'in benzerini ortaya koymak konusunda
"yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın."
"Eğer
onlar" yardımcı olmak üzere davet ettiğiniz şeyden "size cevap vermezlerse,
bilin ki bu Kur'an Allah'ın ilmi ile indirilmiştir". Bu hitap müşrikleredir.
Yani bu Kur'an Allah'ın ilmi ile birlikte inmiştir. Bunu Allah'tan başka kimse
bilemez. Bunun benzerini getirmeye Ondan başka hiçbir kimse muktedir olamaz.
Kur'an, uydurularak Allah'a nispet edilen bir söz değildir.
Ayetteki
"size cevap vermezlerse" ifadesindeki "siz" ya Rasulullah
(s.a.)'ı tazim içindir, yahut da müminlere hitaptır. Çünkü müminler de onlara
Kur'anla meydan okuyorlardı.
"Ondan
başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?" Ey Müminler! Siz
İslâm üzerinde sabit misiniz, ihlâslı müslümanlar oldunuz mu? Ey kâfirler! Bu
kesin hüccetten sonra siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?
[25]
Allah
Tealâ müşriklerin Kur'an-ı Kerim'e "bu apaçık bir sihirdir" diye iftira
ettiklerini ve onu işitmemek için ondan yüz çevirdiklerini zikrettikten sonra
müşriklerin Rasulullah (s.a.)'ı ve Kur'an-ı Kerim'i yalanlamalarını, Peygamberin
de krallar gibi başkalarını aldatmak ve adamlarını çoğaltmak için mal-mülk
sahibi olduklarını zannettiklerini ve Onun hazinesi veya teyit edecek meleği
olmasını istediklerini beyan etti ve sonra da (s.a.)'m da onlara Kur'an
sureleri gibi on sure meydana getirmekle meydan okuduğunu anlattı.
[26]
İbni
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mekke'nin ileri gelenleri "Ya Muhammed!
Eğer peygambersen Mekke dağlarını bizim için altın eyle" dediler.
Başkaları
da "Bize senin peygamberliğine şahit olacak melekler getir" dediler.
Peygamberimiz (s.a.) "Bunu yapamam" dedi. Bunun üzerine bu ayetler
nazil oldu.
[27]
Belkide
sen ey Rasulüm, onların Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri ve hafife almaları
korkusuyla veya onların "Ona gökten bir hazine indirilseydi..." demeleri
üzere onlara Kur'an okumaktan dolayı gönlün daralarak onların putlara
tapmalarını tenkit eden ve batıl hayallerini karartan sana vahyedilmiş Kur'an
ayetlerinden bir kısmını onlara okumayı ve tebliğ etmeyi bırakmak isteyebilirsin.
Bu
inkâr ifade eden soru üslubuyla anlatılmak istenen nefy veya nehiydir. Yani
sana vahyettiğimiz ayetlerden hiçbirini müşriklere duyurmayı terk etme ve
onlara Kur'an okumaktan sıkılma, daralma.
Bu
şekildeki bir ifade ile şiddetle sakındırma, peygamberlik vazifesini eda etmeye
teşvik etme ve onların çürük sözlerine aldırmama ve insanlar hoşlansa-lar da
hoşlanmasalar da vahyin tamamını tebliğ etmeyi tekit etme manası kastedilmektedir.
Çünkü onlara şirin görünmek faydasızdır.
Rasulullah
(s.a.) vahyi ihmal etmek veya hainlik etmekten masum olduğu için bu ifade onun
nehyedilen bu hareketi yaptığı manasına gelmez. Bütün müslümanlar Rasulullah
(s.a.)'ın vahiy ve Kur'an'da hıyanet etmesinin veya kendisine vahyedilen
Kur'an'ın bir kısmını tebliğ etmemesinin caiz olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü bunu caiz görmek bütün hükümlerde ve farzlarda şüphe etmeye
götürür. Bu da peygamberliği lekeler.
Onların
"Ona (gökten) bir hazine indirilmeli..." yani onların
"Muhammed'e Rabbinin nezdinden onu çalışmaktan ve ticaretle meşgul
olmaktan müstağni kılacak ve doğruluğuna delâlet edecek bir hazine indirilmeli
"değil mi?" demelerinden dolayı veya böyle demelerinden
hoşlanmayarak daralma.
Bu
sözü söyleyen Abdullah b. Ebi Ümeyye b. Mugire el-Mahzumi idi.
"Yahut
"Gökten onun davetini teyit edecek bir melek indirilmeliydi, değil
mi?" dediler."
Bu
mana şu ayette de yer almaktadır: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim
peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de
onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine indirilseydi
veya bir bahçesi olsaydı da oradan yeseydi ya! Zalimler müminlere "Siz
ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler." (Furkan, 25/7-8).
Ayette
"dayk" kelimesi yerine, "târik" kelimesiyle müşakele olması
için "dâik" kelimesini getirdi. Ayrıca fail ismi olan
"dâik" kelimesi geçici bir daralmayı, "dayık" kelimesi ise
daha devamlı ve kalıcı olan bir daralma halini ifade etmektedir.
Bu
ayette yüce Allah Peygamberine vahiy ve ilâhî mesajı tebliğ etmek hususunda
gönlünün daralmaması, gece -gündüz onları Allah'a davet etmekten hiçbir şeyin
kendisini alıkoymaması için irşadda bulunmaktadır.
Nitekim
bir ayet-i kerimede "Şüphesiz ki biz, onların sözlerinden canının
sıkıldığını çok iyi biliriz." (Hicr, 15/97) buyurulmaktadır.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak peygamberinin görevini bir defa daha tekit ederek şöyle
buyurdu:
"Sen
sadece bir uyarıcısın..." Yani senin üzerine düşen onların söylediklerine
hiç aldırış etmeden ve yaptıkları teklifleri kabul etmeden sana vahyedilen
Kuranla onları uyarmandır. Bu hususta senden önceki peygamber kardeşlerin sana
örnektir. Çünkü onları da yalanladılar. Onlar da eziyetlere uğradılar, ama
Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabrettiler. Allah kullarını murakebe etmektedir,
işlerini korumaktadır. Allah onların durumlarını gayet iyi bilmektedir, onlara
amellerine göre karşılık verecektir.
Bu
ayet manasında şu ayetler de vardır:
"Onları
hidayete erdirmek sana ait değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete
erdirir." (Bakara, 2/272).
"Sen
hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici
değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).
"Biz
onların söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin.
Sen sadece tehdidimden korkan mümini Kur'anla hatırlatma yap." (Kaf, 50/45).
Allah
Tealâ daha sonra Araplara meydan okuma deliliyle Kur'an-ı Ke-rim'in mucize
olduğunu beyan etti:
"Yoksa
onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar." Yani yoksa Mekke
müşrikleri "Kur'an'ı Muhammed kendi kendine uydurdu" mu diyorlar? Bu
iddia ettikleri doğru ise aynen Kur'an gibi, siyaset, toplum, ekonomi, ticarî
ilişkiler vb. hayatın çeşitli yönlerinde hüküm ve esaslarının son derece
düzenli ve sağlam oluşunda, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve gaybe dair
bilgileri haber verme hususunda, fesahat ve belagatta Kur'an'la yarışacak on
uydurma sure getirsinler bakalım. Hem onlar ifade ve dildeki kabiliyetleri ve
üstünlük-leriyle çok ileri bir seviyededirler.
Müfessirlerin
çoğunluğuna göre tercih edilen görüş Kur'an-ı Kerimin fesahat yönünden mucize
olduğudur. Bir başka görüşe göre ise üslûp yönünden, bir görüşe göre de ifade
ve bilgilerinde çelişkili olmaması sebebiyle, bir başka görüşe göre pek çok
ilmi ihtiva etmesi sebebiyle, bir başka görüşe göre de gayba dair şeylerden
haber vermesi sebebiyle mucizedir.
Fakat
onlar aciz kaldılar. Çünkü hiçbir kimse onun ne benzerini getirebilir, ne onun
gibi on sure, ne de onun gibi kısa bir sure getirebilir. Çünkü Allah'ın kelâmı
yaratılan varlıkların sözlerine benzemez. O'nun sıfatları da sonradan meydana
gelen varlıkların sıfatlarına benzemez. Onun zatına hiçbir şey benzemez.
Bu
ayet iki ayrı hitabı içine almaktadır. Birincisi, "De ki: Siz de Kur'an m
benzeri on uydurma sure getirin bakalım" ayetiyle Rasulullah (s.a.)'a
yapılan hitaptır. İkincisi de "Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan
başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın" ifadesiyle
kâfirlere yapılan hitaptır.[28]
Bu
meydan okumadan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Eğer onlar size cevap
vermezlerse...' Yani onlar kendilerine yaptığınız çağrıya karşılık vermezlerse,
bilin ki onlar bunu yapmaktan aciz kalmışlardır ve Kur'an Allah'tan bir nazım
ile, kullarının ulaşamayacağı gaybi hususlardan haber vermesiyle, onların
erişemeyeceği emir ve nehiylerde koyduğu şeriatıyla Allah tarafından nazil
olmuş yüce bir kitaptır.
14.
ayetteki "leküm" kelimesindeki zamir cemi sigasıyla gelmiştir. Çünkü
bu hem Rasulullah (s.a.)'a hem de müminlere hitaptır. Ayetin manası şöyledir:
Kâfirler Kur'an'a benzer bir şey ortaya koymak suretiyle size cevap vermezlerse,
bilin ki Kur'an Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Bilin ki Allah (c.c.)'tan başka
hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur.
O
halde Kur'an'ın Allah nezdinden olduğuna dair kesin deliller ortaya konduktan
sonra artık siz müslüman oluyor musunuz? Allah'a, Kur'an'a ve Kur'an'ın ihtiva
ettiği inançlar, vaad ve korkutmalar ahlak ve edepler ve bütün hayatı kaplayan
eşsiz nizam vb. hususlara iman ediyor musunuz?
Bu
ifade, bu hitabın kâfirlere ait olduğuna delâlet etmektedir. Eğer hitap
müslümanlara olsaydı ifade "Siz ihlaslı oldunuz mu?" şeklinde olurdu.
Bunun
manası Peygamberimiz (s.a.)'in ve Kur'an'ın doğruluğunu belirten kesin delil
ortaya konunca onların küfretmeleri sadece inatçılık, haktan yüz çevirme ve
böbürlenme olmaktadır, şeklindedir.
[29]
1- Vahyin hiçbir şeyi eksiltmeden ve geri bırakılmadan bütünüyle tebliğ
edilmesinin vacip oluşu: Bu hüküm Rasulullah (s.a.)'ın vahiy ve Kur'an hususunda
hainlik etmek ve kendisine vahyedilen şeylerden bir kısmını terk etmekten
masum olduğu şeklindeki ana kaide ile uyuşmaktadır. Bu tıpkı vahyi tebliğ etme
eminim tekit edilmesi konusundaki şu ayet gibidir: "Ey Peygamber! Sana
Rabbinden geleni tebliğ et." (Maide, 5/67).
12.
ayetteki istifham inkâr ifadesindedir. Yani "Onların senden istedikleri
gibi onların ilâhlarını tenkit eden ayetleri terk mi ediyorsun"
manasındadır denilse de bu ayetin manası hali, uzak görerek reddetmektedir,
yani "senden bunu yapman beklenmez. Sen bilakis sana indirilen her şeyi
tebliğ et" şeklinde denilse de hüküm değişmez. Çünkü Mekke müşrikleri
Peygamberimiz (s.a.)'e "Sen bize içinde bizim ilâhlarımıza sövgü
bulunmayan bir kitap getirseydin sana tabi olurduk" dediler.
Peygamberimiz (s.a.) de bunun üzerine onların ilâhlarına sövgü saydıkları
şeyleri terk etmeye yöneldi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
2- Vahyin tebliğ edilmesinde şirin görünme veya uzlaşma olmamalıdır.
Bundan dolayı insanlar Allah'ın indirdi şeylerin kendilerine tebliğ edilmesinden
hoşlanmasalar da yahut "Ona gökten bir hazine veya bir melek indirilmeliydi
değil mi?" deseler de vahyin tebliğ edilmesinden geri durma olamaz.
3- Allah Araplara Kur'an'ın benzerini ortaya koymalarını isteyerek meydan
okuduktan sonra bu surede Kur'an sureleri gibi on sure getirmelerini teklif
ederek meydan okuma üslûbuna devam etti. Onlar ise her iki hususta aciz
kaldılar. Hatta bir başka surede Kur'an surelerinden bir surenin benzerini ortaya
koymaktan aciz kaldıkları belirtilmektedir. Buradaki meydan okuma Kur'an'ın
Allah'ın mucizeli kelâmı olduğunu ispat etmek içindir.
4- "Eğer onlar size cevap vermezlerse..." (Hûd, 14) ayetiyle
onların karşılık vermekten aciz kaldıkları sabit olmuştur. Böylece Kur'an'ın
Muhammed veya bir başkası tarafından olmadığı, sadece Allah'ın kelâmı olduğu
hususunda onların aleyhine delil ortaya konmuştur. Herkes bilsin ki Kur'an
ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir.
5- Kur'an-ı Kerim'in icaz yönleri çoktur. Meselâ, fesahat ve belâgati,
gaybî haberleri ihtiva etmesi, şer'î hükümleri, modern ilmi keşiflere uygunluğu
bu icaz yönlerindendir.
[30]
15-
Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını
eksiksiz olarak dünyada veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.işte
böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları
boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır.
"Kim
dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse..." Kim güzel ameliyle,
başkalarına yaptığı iyilikte dünyayı kastedip onun için hareket ederse
"biz onlara yaptıklarının karşılığını" işledikleri sadaka ve sıla-i
rahim gibi hayırların karşılığını tam ve "eksiksiz olarak" rızıklannı
genişletmek suretiyle "dünyada veririz." "Onlar orada"
dünyada "hiçbir zarara uğratılmazlar." ecirlerinden hiçbir şey
eksiltilmez.
"Dünyada
yaptıkları boşa çıkmıştır." Yani geçersiz olmuştur, bundan hiçbir şekilde
istifade edememişlerdir.
[31]
Denildiğine
göre, bu ayet kâfirlere yahut münafıklara mahsustur. Yine denildiğine göre bu
ayet riya ehli için umumi ve mutlaktır. Bu umumi ifadeden murad edilen kâfir
kimsedir. Çünkü "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir
şey yoktur" ayeti ancak kâfirlere yakışmaktadır.
[32]
Cenab-ı
Hak Kur'an'm Allah katından olduğunu ve müşriklerin iddia ettikleri gibi
Muhammed (s.a.)'in uydurması olmadığını ispat ettikten sonra; kâfirlerin ona
karşı çıkmalarının ve yalanlamalarının asıl sebebinin nefsî arzular, şehvet,
sırf haset duygusu ve dünyalık zevkler olduğunu zikretti.
[33]
Kimin
arzu ve iradesi sadece dünya sevgisi ve dünya malı, elbiseler, mücevherler, ev
döşemesi gibi dünya ziynetleri üzerine tahsis edilmiş ise ve ahiret saadetine
talip değilse, Allah ona amelinin karşılığını dünyada sağlık, başkanhk, bol
rızık, çok evlat olarak ve gayretinin meyvesini amelin tesiri ve emeğin
neticesi olarak hiç bir şeyi eksiltmeden tam olarak verir. Çünkü rızıklar niyetlere
değil, amellere bağlıdır.
Bu
ayet dünyadaki çalışmanın meyvesinin emeğe ve Allah'ın takdirine bağlı olduğuna
delâlet etmektedir. Ahiretin mükâfatı ise Allah'ın iradesi, lütfü ve ihsanı ile
sınırlıdır.
İşte
dünyadan başka kederleri olmayan bu kimselerin yaptıklarına karşılık olarak
cehennem ateşinden başka bir nasipleri yoktur. Çünkü bunlar güzel amellerinin
karşılığını dünyada tam olarak almışlardır. Ahirette ise onlara sadece kötü
amelin günahı kalmıştır. Amellerinin tesiri daha dünyada iken dağılmış,
ahirette ise amellerinin karşılığı boş çıkmıştır. Çünkü onlar Allah'ın rızasını
istemediler. Halbuki ahiretteki sevapta ana esas ihdastır yani yapılan amelin
Allah rızası için yapılmasıdır.
Bu
ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Kim geçici dünya hayatını isterse bunu
istediğimize dilediğimiz kadar veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Oraya
perişan bir halde Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer. Kim de ahire-ti
diler ve mümin olarak onun için gereken çalışmayı yaparsa, işte onların
amelleri Allah katında makbuldür." (İsra, 17/18-19).
"Kim
ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini
isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise, hiçbir
nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).
Bu
manayı Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir
hadis-i şerif teyit etmektedir: "Ameller niyetlere göredir. Herkes niyet
ettiğinin karşılığını bulur. Kimin hicreti Allah'a ve Rasulüne ise O'nun
hicreti Allah ve Rasulünedir. Kimin hicreti dünya için veya nikahlayacağı bir
kadını için o hicret ettiği şeye kavuşur."
Katade
diyor ki: Kimin endişesi, niyeti ve arzusu dünya ise Allah ona dünyada
güzellikle mükâfat verir. Sonra ahirete götürür. Orada ona verilecek hiçbir
karşılık kalmaz. Mümin ise dünyada güzellikle mükâfat alır, ahirette ise güzel
amellerinin sevabına nail olur. Yani amelinin karşılığı olarak mümine iki sevap
verilir: Dünya sevabı ve ahiret sevabı. Kâfirin ise bir sevabı vardır, o da
sadece dünyadadır.
[34]
Bu
iki ayet şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği kim sadece dünyayı ister ve sadaka
vermek, sıla-i rahim, güzel söz söylemek gibi hayır ve iyilik yaparsa buna karşılık
dünyada sadece vücut sağlığı ve bol nzıkla mükâfatlandırılır. Ahirette ise onun
seyabı yoktur. Amelinin semeresinden mahrum olur.
2- Riya ve şöhret peşinde koşanlara sevapları dünyada verilir. Ne kadar
az olursa olsun hiçbir şekilde dünyada haksızlığa uğratılmazlar; ancak uhrevî
sevaptan mahrum olurlar. Çünkü cennetin sevabı iman, amel-i salihî ve
günahlardan kaçınmak suretiyle nefsin tezkiyesi ile olur. Dünya ehlinin ameline
gelince, o dünyaya ve dünyanın gösterişlerine, ihtişamına tahsis edilmiştir.
3- Alimlerin çoğunluğu bu ve daha önce zikredilen benzeri ayetlerin mutlak
olduğu, mümin ve kâfire şamil olduğu kanaatine varmışlardır.
4- Kul, niyet eder ve irade-i cüz'iyesi ile ister, Allah da istediğine
göre hüküm verir.
5- Kâfir cehennemde ebedî kalacaktır. Günahkâr mümin ise "Şüphesiz
ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi
affeder." (Nisa, 4/48).
6- İslâm, ahiret için yapılan ameli dünya için yapılan amele tercih
etmeye davet eder. İnsan dünya ve ahireti bir arada kastederse bu şer'an makbul
olur.
[35]
17-
Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan, üstelik doğruluğuna Allah tarafından
(Cebrail gibi) şahidi bulunan ve daha önce Allah'ın Musa'ya, insanlar için bir
rehber ve rahmet olarak indirdiği, Tevrat tarafından doğrulanan kimse ile
bunlara sahip olmayan bir olur mu? İşte onlar Kur'an'a iman eden kimselerdir.
Cemaatlerden kim bunu inkâr ederse ona vaad edilen ateştir. Ey Peygamber!
Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat
insanların çoğu (yine de) iman etmezler.
"Hiç
Rabbinden" gelen ve hakkı gösteren, yapacağı, terk edeceği şeylerde doğru
olana delâlet eden Kur'an gibi "bir delili olan" hücceti burhanı
bulunan ve "üstelik doğruluğuna Allah tarafından" Cebrail gibi, yahut
İncil gibi, yahut Kur'an gibi, yahut Peygamberimiz (s.a.) gibi), "şahidi
bulunan ve daha önce Allah'ın Musa'ya" insanlar için "bir rehber ve
rahmet olarak indirdiği Tevrat tarafından doğrulanan kimse" yani her
ihlaslı mümin, bir görüşe göre burada anlatılmak istenen Peygamberimiz
(s.a.)'dir, yahut müminlerdir. Bir başka görüşe göre ise Ehl-i Kitabın
müminleridir. Böyle bir kimse "ile bu vasıflara sahip olmayan bir olur
mu?"
"İşte
onlar" yani bu hüccet üzerine olanlar "ona" yani Kur'an'a
"iman eden kimselerdir." Buradaki "men" kelimesi ile cem'i
manası murad edilmiştir. Bu kimselere cennet vaad edilmiştir.
"Cemaatlerden"
Mekke halkı ve Rasulullah (s.a.)'a karşı onlarla birlikte bir topluluk
oluşturan bütün kâfirlerden "kim bunu inkâr ederse ona vaad edilen
ateştir". Bunlar hiç şüphesiz cehennem ateşine girecektir.
Ey
Peygamber! Bende yani onlara verilen bu vaidde yahut "Kur'an üzerinde bir
şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat insanların çoğu" yani
Mekke halkı ve benzerleri düşüncelerinin azlığı, fikirlerinin dumura uğraması
sebebiyle yine de "iman etmezler".[36]
Bu
ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısı gayet açıktır. Cenab-ı Hak dünyayı ve
dünyanın ziynetini isteyip de ahirete ve ahiret amellerine hiç önem vermeyen
kimseyi zikrettikten sonra ahireti isteyen ve ahiret için amel işleyen ve
bununla birlikte yanında kendisinin doğruluğuna şahitlik eden bir Kitap
(Kur'an) bulunan kimseyi anlattı.
[37]
Hiç
Allah tarafından hakka ve doğruya ileten bir nur ve basiret üzerinde olan,
üstelik doğruluğuna bir delil bulunduğu, İncil veya Kur'an gibi Allah'ın
kitabının şahit olarak teyit ettiği kimseler ve fitraten Allah'tan başka ilâh
olmadığına iman edenler ile dünya hayatını ve ziynetlerini isteyenler bir olur
mu?
Nitekim
Cenab-ı Hak "Allah'ın gönlünü İslâm'a açtığı ve Rabbimden bir nur üzere
olan kimse, kalbi mühürlü olan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/22) buyurmaktadır.
"Başka
şeylerden yüzünü çevirerek kendini tamamen dine ver. Allah insanları
yaratılıştan, bu din üzerine kılmıştır." (Rum, 30/30).
Yine
Hz. Musa (a.s.) ümmetine dinde uyacakları bir rehber ve tabi olacakları bir
önderdir. Allah'tan kendilerine rahmet olarak iki dünyanın hayrını birbirine
bağlayıcı olarak Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat da O'nu teyit etmektedir.
Kim Tevrat'a hakkıyla iman ederse bu iman onu Kur'an'a iman etmeye götürür.
Böylece bu kitap kendisine iman edip onunla amel edene rahmet olur.
Tevrat
ve İncil'in Kur'an'a tabi olmaları Kur'an'dan sonra gelmeleri demek değildir.
Bilakis bu manaya delâlet etmeleri ve Peygamberimizi müjdelemeleri,
Peygamberimizin bu iki kitapta tavsif edilmiş olması hususundadır: "Onlar
ellerinde Tevrat ve İncil'de yazılı olarak onu bulurlar." (A'raf, 7/157).
"İşte
bu vasıflara sahip olanlar Kur'an'a iman ederler." Yani Tevrat'taki
Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyen (tahrif edilmemiş) ayetlere iman edenler bu
Kur'an'a yakinen ve tam anlamıyla bağlanarak iman ederler.
Kısacı:
Fitraten, aklını kullanarak, Kur'an nuruyla ve Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer
peygamberlere inen değişmez vahiy vasıtasıyla mümin olanlar hak ve doğru yol
üzerindedirler. Mekkelilerden Kur'an'ı inkâr edenlere Yahudi, Hris-tiyan ve
putperestlerden Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturanların yerleri cehennem
ateşidir. Oraya gireceklerinden hiç şüphe yoktur. Onların varacağı yer mutlaka
cehennem olacak ve böyleleri yalanlamalarına karşılık cehennemlik
olacaklardır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşinden
başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün
işledikleri de batıldır." (Hûd, 16).
Ayetteki
"ahzab (gruplar)" Mukatil'in ifadesine göre Ümeyyeoğullan, Mu-gire b.
Abdillah el-Mahzuir ioğulları ve Talha b. Ubeydillah ailesidir. Said b. Cübeyr
ise "Ahzab, bütün diğer din mensuplarıdır" demiştir. Mukatil'den, bunlar
bütün diğer milletler (dinler)dir, şeklinde bir rivayet de nakledilmiştir.
Sahih-i
Müslim'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Nefsim kudret elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, beni ümmet içerisinde (bu çağdaki) bir Yahudi veya
Hristiyan duyar da bana iman etmezse cehenneme girer."
Ey
mükellef müslüman! Sakın Kur'an'ın herhangi bir emri üzerinde şüphe içinde
olma. Çünkü Kur'an Allah tarafından gelen bir haktır. Onda hiçbir şek ve şüphe
yoktur.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Elif, Lâm, Mim. Kendisine asla şüphe olmayan
bu Kitab'ın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından-dır."
(Secde, 32/1-2).
"Kur'an
üzerinde bir şüphen olmasın" ifadesindeki hitap Peygamber Efendimiz
(s.a.)'edir. Kastedilen ise bütün mükelleflerdir.
"Fakat
insanların çoğu..." bu Kur'an'a iman etmezler. Nitekim bir ayet-i kerimede
"Sen ne kadar gönülden istesen de, insanların çoğu iman etmezler."
(Yusuf, 12/103) buyurulmaktdır.
Bunun
sebebi de müşriklerin gururlu olmaları ve liderlerini körü körüne taklit
etmeleri, ehl-i kitabın da peygamberlerinin dinlerini tahrif etmiş olmalarıdır.
[38]
Bu
ayet şu noktalara işaret etmektedir:
1- Hidayeti ve doğru olanı fıtrat ve akıl yoluyla bulan ve ilâhî vahyin
nuruyla hidayete eren kişi ahireti dünyaya tercih eder. Bu kimse kesinlikle
fani dünyayı ve onun geçici ziynetlerini ebedî ahirete tercih eden kimse ile
eşit tutulamaz.
2- Gerçek manada iman eden Yahudi ve Hristiyanlar Tevrat ve İncil'de bulunan
Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyici ayetlere inanırlar. Ama gerçek manada
inanmayan son devir Yahudi ve Hristiyanlarına vaad edilen ise cehennem
ateşidir.
Diğer
dinlerden olup da Kur'an'ı ve Peygamberimiz (s.a.)'i inkâr eden kimseler
cehennemliktirler.
3- Kur'an-ı Kerim haktır ve Allah tarafından gönderilmiş olduğu sabittir.
Sakın hiçbir kimse bu konuda şüpheye düşmesin. Derhal getirdiği hususlara iman
etmeye koşsun. Fakat maalesef insanların çoğu ona iman etmiyorlar.[39]
18-
Allah'a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rablerine arz
edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir"
diyecekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalim-ı üzerinedir.
dan
alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de
inkâr ederler.
20- Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar.
Onların Allah'tan başka hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap
verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.
21-
Kendilerini zarara sokanlar bunlardır. Uydurdukları şeyler kendilerinden
uzaklaşmıştır.
22- Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak
olanlar da bunlardır.
23-
Şüphesiz ki, iman edip salih amel işleyen ve Rablerine boyun eğenler işte
onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
24-
(Kâfir ve mümin) iki topluluğun hali, kör ve sağırla, gören ve işitenin haline
benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
"İki
topluluğun hali kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer." Burada
benzetme sıfatı bulunup benzetme yönü hazfedildiği için mücmel mecaz-i mür-sel
vardır. Yani, kâfir grup göz ve kulaklarını kullanmamak yönüyle kör ve sağır
gibi, mümin grup ise işiten ve gören gibidir.
[40]
"Allah'a"
ortak ve çocuk nispet ederek "yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir?" Yani hiç bir kimse olamaz.
"Onlar"
kıyamet günü diğer bütün mahlûkatla birlikte hesapları görülmek üzere
"Rablerine arz edilecekler." Anlatılmak istenen mana "Rableri
onların hesabını görür" şeklindedir.
"Şahitler"
yani peygamberlerin tebliğ vazifesini yerine getirdiklerine, kâfirlerin
yalanlamalarına şahitlik edecek olan melekler, "işte bunlar Rablerine
karşı yalan söyleyenlerdir," diyecekler. İyi bilin ki, Allah'ın
laneti" Allah'ın rahmetinden kovulmak "zalimlerin üzerinedir."
"O
zalimler insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar." Allah'ın dininden, İslâm'dan
yüz çeviriyorlar. "Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar." Yolun
eğri olmasını isteyecekler. "Bunlar ahireti de inkâr ederler."
"Onlar
yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar." Allah'ı yeryüzünde kendilerini
cezalandırmaktan aciz kılamazlar, O'nun azabından kaçamazlar.
"Çünkü
Allah'tan başka" onları Allah'ın azap ve cezasından koruyacak dostları ve
"hiç bir yardımcıları yoktur." Fakat Allah onların cezasını daha şiddetli
ve devamlı olması için bu güne bıraktı.
Başkalarını
saptırdıkları için "Onlara kat kat azap verilir." Son derece kötü
gördükleri için "Onlar" hakkı "dinleyemez ve göremezler."
Akıbetleri
edebiyyen cehennemde kalmak olacağı için "kendilerini zarara sokanlar
bunlardır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır."
"Lâ-cereme=gerçekten"
kelimesiyle ilgili olarak Ferra diyor ki: Bu kelime şüphe "yok ki"
manasındadır. Sonra bu kelime daha çok "hakkan (gerçekten)" manasında
kullanılmıştır.
"Şüphesiz
ki, iman edip salih amel işleyen ve Rablerine boyun eğenler" yani ihlâslı
olanlar... "İşte onlar cennetlikler. Onlar orada ebedî
kalacaklardır."
Kâfir
ve mümin "iki topluluğun hali kör ve sağır ile" kâfir bunlara benzetilmiştir.
Kâfirin köre benzetilmesi Allah'ın ayetlerini görmezlikten gelmesi sebebiyle,
sağıra benzetilmesi ise Allah'ın kelâmını işitmemesi ve manalarını düşünmemesi
sebebiyledir, "gören ve işitenin haline benzer." bu da müminin sıfatıdır;
Kur'an'ı gördüğü ve onu düşünüp anlamak üzere dinlediği için. Bu sıfatlar
karşılıklı olarak her iki topluluk için kullanılmıştır.
"Hiç
bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" İbret ve öğüt almaz
mısınız?
[41]
Kur'an
dünyayı ve dünyanın ziynetlerini isteyenlerle ahireti isteyenler şeklinde iki
grubu anlattıktan sonra bu iki topluluğun dünya ve ahiretteki durumlarını
beyan etti.
"Kim
dünyayı ve dünyanın ziynetlerini isterse" ayetinden maksat dünyaya karşı
hırslı olup da ahireti tamamen unutanları kötülemektir.
"Hiç
Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan..." ayetiyle de Rasulullah •
s.a.)'m peygamberliğini inkâr edip O'nun mucizelerine dil uzatanlara cevap
verilmiştir.
"Allah'a
yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" ayetiyle de putların Allah
katında kendilerine şefaatçi olacaklarını zanneden müşriklere cevap verilmektedir.
Bu Allah Tealâ'ya son derece büyük bir iftiradır. Bu kimseler Allah'a iftira
edenlere yapılan tehdit altına girmektedir.
[42]
Cenab-ı
Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve
ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrıca
kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nm sıfatı, hükmü ve vahyi hususunda
veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut
Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Allah'ın
oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri
süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme
gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi
nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.
"Onlar
Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günahlarına
gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba
çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan
söyleyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın
rahmetinden koyulmuşlardır.
Bu
arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz
olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksadıyla yapılan bir
arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şekilde işkenceye
tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan
yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler huzurunda, yani
melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.
Bu
ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem
dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka
yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacaktır.
Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).
İmam
Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah
(s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim:
"Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve günahlarını
ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun?
Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve kendisinin helak
olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de
onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir.
Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine
karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir."
"O
zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a
ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel
olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının
doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler,
yalanlarlar.
Allah'ın
yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve
yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar
Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada
onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım
edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri
sapıttığı gibi, başkalarını da sapıttıkları için onlara kat kat azap verilir.
Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.
Bu
ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onların
cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim,
14/42).
"İnkâr
eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle hak
ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).
Peygamberimiz
(s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah zalime mühlet
verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.
Böylelerine
azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle
dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'm ayetlerine ve vahyin
doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle dediler:
Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla galip gelirsiniz."
(Fussüet, 41/26).
"Onlar
insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoy arlar ve kendileri de ondan
uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).
Ayetteki
"dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve
görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve
görmelerine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak
gibi yerinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları,
isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an
ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile
tahammül edememektedirler.
İşte
yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini büyük bir
zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kızgın bir
ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi
hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne
ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.
Allah'tan
başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzaklaşırlar.
Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları
olduğunu anlarlar.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü hesap vermek
üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman
kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf,
46/6).
"Kâfirler
kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır,
bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr edecekler,
onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
Gerçekten
ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü
bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem azabını ve onun düşük
derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sulan, misk
kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan
yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukurlarını, Rahman'a
yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını tercih etmişlerdir.
Cenab-ı
Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardından saadete nail
olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada
amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işleme, münkerleri terk
etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen
kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapılamayacak kadar
çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer
kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır.
Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne
yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey
çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.
Allah
daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bulundu. Şöyle
buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile saadet ehli
müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.
Kâfir
dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulamadığı ve hayrı
bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak
şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.
Mümin
ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı
açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve
düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.
Bu
iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin
arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbirine
zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.
Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).
"Kör
ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir
olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir.
Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).
Bu
ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, körlüğün
ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir.
[43]
Bu
ayetler şu hükümleri bulundurmaktadır:
1- Allah'a iftira eden, Allah'ın kelâmım başkasına nispet eden, Allah'ın
ortağı ve çocukları olduğunu iddia eden ve putlar için "Bunlar bizim
Allah'ın nez-dindeki şefaatçılarımızdır" diyen kimselerden daha çok
nefsine zulmeden hiçbir kimse olamaz.
2- Bütün mahlûkatın huzurunda kâfir ve münafıklar için "İşte bunlar
Allah'a karşı yalan söyleyenlerdir. İyi biliniz ki Allah'ın laneti -Allah'ın
gazabı ve rahmetinden uzaklaşma, ibadeti kendi asıl yerinden başka bir yere
tahsis eden- zalimlerin üzerinedir" diye kıyamet günü nida edilecektir.
Bu
şekilde nida eden şahitler ya melekler, vaya peygamberler yahut peygamberlerin
mesajlarını ileten alimlerdir.
3- Zalimlerin lanete uğramalarının ve Allah'ın rahmetinden kovulmalarının
sebebi sadece kendilerini ve başkalarını imandan ve Allah'a itaat etmekten
alıkoymaları ve insanları Allah'ın yolundan alıp şirk ve günahlara, ahireti inkâr
etmeye teşvik etmektir.
4- Zalimler veya başkaları Allah'ı onlara dünyada ceza vermekten aciz bir
duruma düşüremezler. Allah'ın hakimiyetinden, kudretinden ve kendilerini yerin
dibine geçirmesinden kaçıp kurtulamazlar. Onların Allah'tan başka kendilerine
yardım edecek yardımcıları da yoktur. Başkalarını sapıttıkları için ve hakkı
görüp duyma hususunda görme ve işitme duyularını kullanmadıkları için, cezaları
da inkârları ve günahları ölçüsünde kat kat olacaktır.
5- İşte bu zalimler kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Yaptıkları
iftiraları boşa çıkmış ve bağlandıkları bütün boş ümitler dağılmıştır. Onlar
cennet nimetlerine karşılık cehennem azabını seçtikleri için, gerçekten
insanlar arasında en çok zarar ve ziyana uğrayanlar olmuştur.
6- Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden, salih ameller işleyen, Rablerine
boyun eğen ve O'na yönelen müminler ebedî olarak cennetliktirler.
7- Körle gören kimse, sağırla işiten kimse nasıl bir olmazsa kâfirle
mümin de bir olmaz. Bu iki vasfa dikkatli bakıp da ibret almaz mısınız?
Özetle:
Allah Tealâ saadet ehli olan cennetlikleri şu üç özellikle tavsif etmiştir:
İman, salih amel ve Allah'a boyun eğme. İnkarcı, kâfir ve bedbaht cehennemlikleri
de şu on dört özellikle anlatmıştır.
a)
Allah'a iftira etmeleri:
"Allah'a yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (Hûd, 18).
b) Zalimler zillet, horlanma, rezil olma ve aşağılanma makamında Allah'a
arz edilirler: "Onlar Rablerine arz edilecekler." (Hûd, 18).
c) Rezil, rüsvay olma, horlanma ve büyük bir perişanlık içerisine düşmeleri:
"Şahitler, işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir
diyecekler." (Hûd, 18).
d) Allah katında lanete uğramaları: "İyi bilin ki, Allah'ın laneti
zalimler üzerinedir." (Hûd, 18).
e) İnsanlan Allah'ın yolundan ve hakka uymaktan alıkoymaları: "Onlar
insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar." (Hûd, 19).
f) Bir takım şüpheler ortaya atmaları ve sağlam delilleri sağa-sola kıvırmaya
çalışmaları: "Onlar ahireti inkâr ederler." (Hûd, 19).
h) Allah'ın azabından kaçmaktan aciz olmaları: "Onlar yeryüzünde
Allah'ı aciz bırakamazlar." (Hûd, 20).
i) Onları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir dostları yoktur. Putları
Allah nezdinde şefaatçi olamayacaktır: "Onların Allah 'tan başka hiçbir
yardımcıları yoktur." (Hûd, 20).
j) Kendileri son derece sapık olmakla birlikte, insanlara din konusunda
engel olmaları ve sapıklığa düşürmeleri hususunda gayret sarf etmeleri sebebiyle
onlara verilecek azabın kat kat olması: "Onlara kat kat azap
verilir". (Hûd, 20).
k) İman, bilgi ve doğru inanç vasıtalarını kullanmamaları: "Onlar
hakkı dinlemez ve görmezler." (Hûd, 20).
1) Allah Tealâ'ya ibadet yerine asılsız tanrılara tapmaya talip olmaları
sebebiyle kendilerini zarara uğratmaları: "Onlar kendilerini zarara
uğratanlardır." (Hûd, 21).
m) Uydurdukları şeylerin kendilerinden uzaklaşmaları ve onların hâlâ delâlette
olduklarını anlamamaları: "Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır."
(Hûd, 21).
n) Ahirette ziyana uğrayacak olmaları: "Gerçekten ahirette en çok
zarara uğrayacak olanlar da bunlardır." (Hûd, 21)
[44]
25-
Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine
"Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" dedi.
26-
"Siz sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten sizin başınıza acıklı bir
günün azabının gelmesinden korkarım" dedi.
27-
Nuh'un kavminden ileri gelen kâfirler "Biz seni de bizim gibi bir insan
olarak görüyoruz. Sana içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi olduğunu
görüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin
yalancı olduğunuzu zannediyoruz" dediler.
28- (Nuh, kavmine) dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin
bana Rabbim tarafından elimde açık bir delil varsa ve bana kendi nezdinden bir
rahmet verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, istemediğiniz
halde size bunları zorla mı kabul ettirelim!
29-
"Ey kavmim! Ben bu davetime karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum.
Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Çünkü
onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır. Fakat ben sizi cahillik eden bir
topluluk olarak görüyorum.
30-
"Ey kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yardım
edebilir? Hiç düşünmez misiniz?"
31-
"Size, Allah'ın hazinelerin benim ya-nımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum.
"Ben, bir meleğim" de demiyorum. Sizin gözlerinizin düşük gördüğü
kimseler için "Allah onlara asla hayır vermeyecek" de demiyorum.
Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Aksi takdirde ben
zalimlerden olurum."
"Bunlar
da sizin gözünüzden uzak kaldıysa..." kendisine hüccet gizli kaldığı için
hüccetle hidayeti bulamayan kimse, istiare-i temsiliyye yoluyla çöle düşüp de
yollarını bilmeyen kimseye benzetilmiştir.
"Hiç
düşünmez misiniz?" Buradaki istifham inkâr ve içinde bulundukları hallerini
yermek içindir.
[45]
"Andolsun
ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine "Şüphesiz ben
sizin için" her şeyi "apaçık" beyan eden "bir
uyarıcıyım" yani size azabı gerektiren şeyleri ve kurtulma yolunu açıkça
anlatacağım "dedi".
"Siz
sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten" Allah'tan başkasına ibadet
ederseniz "sizin başınıza" dünya ve ahirette acı veren "acıklı
bir günün azabının gelmesinden korkarım, dedi".
Nuh'un
"kavminden ileri gelen" önde gelen, lider durumundaki "kâfirler:
Biz seni bizim gibi bir insan olarak görüyoruz" Yani senin bize hiç bir
üstünlüğün yoktur, peygamberlik ve itaatin vacip olması gibi hususi surette
sana ait olan bize karşı hiçbir ayrıcalığın da yoktur "dediler."
"Sana
içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi olduğunu görüyoruz."
Badiye'r-re'y (basit görüşlü): Derinliği olmayan ve olayların sadece görünen
kısmı ile ilgilenen kimse, yahut senin hakkında düşünmeden derhal ilk anda
görüş beyan eden kimse.... Erâzilünâ (düşük kimselerimiz): Ayak takımlarımız,
adi insanlarımız, zor geçinen meslek erbabı fakirlerimiz. "Erâzil",
"erzel" kelimesinin çoğuludur. O da "rezl" kelimesinin
çoğuludur. Tıpkı "kelb-ekleb-ekâlib" gibi.
"Sizin
bize karşı bir üstünlüğünüzü de" sizi peygamberliğe ehil kılacak ve size
tabi olmayı hak edeceğiniz bir fazlalığınızı, ayrı bir meziyetinizi de
"görmüyoruz. "
"Aksine"
Peygamberlik ve risalet iddianızda "sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz,
dediler." Bu hitapta Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte kavmini de dahil ettiler,
dolayısıyla muhatap zamiri yerine cem'i-gaib sigası kullanıldı.
Nuh
kavmine "Dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana, Rabbim tarafından elimde açık
bir delil varsa" benim peygamberlik davamın doğruluğuna şahit olacak bir
hüccet veya bir mucize varsa, "bana" Rabbim "kendi nezdinden bir
rahmet" peygamberlik "verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak
kaldıysa" yani size gizli kaldıysa, görmediyseniz "istemediğiniz
halde" kabul etmediğiniz ve düşünmediğiniz halde "size zorla mı kabul
ettirelim?" Yani size zorlama mı yapalım, kabul etmeniz ve hidayete
ermeniz için icbar mı edelim? Bunu yapamayız.
"Ey
kavmim! Ben bu davetime" yani bu tebliğe "karşılık sizden" bana
vermeniz için "herhangi bir mal istemiyorum. Benim ecrim" beklenen
sevabım ancak "Allah'a aittir. Ben" sizin isteğiniz üzere "iman
edenleri kovacak değilim.
Çünkü
onlar da" öldükten sonra dirilip "Rablerinin huzuruna
çıkacaklardır." Allah da onlara amellerinin karşılığını verecek,
kendilerine zulmeden ve onları tardedenlerden haklarını alacaktır. "Fakat
ben sizi" sonunu düşünmeyen "cahillik eden bir topluluk olarak
görüyorum" dedi.
"Ey
kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yardım
edebilir1?" O'nun azabından kim beni kurtarabilir? Yani onları kovarsam
bana yardım edecek hiç kimse yoktur. "Hiç düşünmez misiniz1?" Öğüt
almaz mısınız? Çünkü onları kovmak doğru değildir.
Size,
"Allah'ın hazineleri" yani Onun rızkının ve mallarının hazineleri
"benim yanımdadır, demiyorum" ki siz benim üstünlüğümü inkâr
edesiniz. "Size gaybı biliyorum da demiyorum" ki beni yalanlayasmız.
Ben onların şuursuz, basiretsiz, kalpten olmayan basit görüşle bana tabi
olduklarını nerden bileyim?
"Ben
bir meleğim" de demiyorum. Bilakis ben de sizin gibi bir beşerim.
"Sizin gözlerinizin düşük gördüğü" yani fakirliği sebebiyle
küçümsediğiniz "kimseler için, Allah onlara asla hayır vermeyecek de
demiyorum." Çünkü Allah'ın ahirette onlara vaad ettiği şeyler dünyada
size verdiği şeylerden daha hayırlıdır. "Allah onların gönüllerinde"
kalplerinde "olanı daha iyi bilir. Aksi takdirde" eğer bunlardan
birini ben söyleyecek olsam "zalimlerden olurum".[46]
Cenab-ı
Hak Peygamberimiz (s.a.)'in risaletle gönderildiğini, Kur'an-ı Ke-rim'in Allah
Tealâ tarafından bir vahiy olduğunu ispat ettikten sonra ve müminler grubu ile
yalanlayan kâfirler grubunu zikrettikten ve "Siz hiç öğüt almaz
mısınız?" ayetiyle bu iki durumdan öğüt ve ibret alınmasına teşvik ettikten
sonra; geçmiş peygamberlerin kıssalarından bir kaç kıssa zikretti. Bu kıssaları
hem ders ve öğüt almak için, hem de Rasulullah (s.a.)'m kendisinden önceki
peygamberlerle ortak esaslara davet etmekte birleştiğini ifade etmek için -ki
bu ortak esaslar sadece Allah'a kulluk etmek ve öldükten sonra dirilmeye ve
hesap görmeye iman etmektir- ayrıca Allah kâfirlerin defterini dürünceye kadar
onların yaptıkları eziyetlere sabretmek hususunda uyanda bulunmak için
zikredildi.
[47]
Burada
zikredilen bu kıssaların ilki Hz. Nuh (a.s.) kıssasıdır. Cenab-ı Hak bu kıssayı
Yunus suresinde zikretmişti. Burada da bu kıssadaki öğütler ve faydalı
hususlar sebebiyle tekrar zikretti. Bu öğütlerin en önemlisi, Muhammed s.a.)'in
de diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve Allah'ın birliğine,
öldükten sonra dirilişe inanmaya, hesap ve cezanın varlığına davet etmek için
gönderildiğini kâfirlere bildirmek idi.
Hz.
Nuh (a.s.) kıssası birkaç unsur ihtiva etmektedir. Bunlar Hz. Nuh'un davetinin
toplu halde vasıfları, kavmiyle tartışması ve onlara cevap vermesi, kavminin
azabın derhal gelmesini istemeleri, Hz. Nuh'un gemiyi yapma şekli, Hz. Nuh
kavminin tufanda boğulması, Hz. Nuh ile birlikte iman edenlerin kurtulması,
Hz. Nuh'un oğlunun kendisiyle birlikte kurtulma arzusu.
Hz.
Nuh (a.s.) Allah'ın yeryüzünde bulunan putperest müşriklere gönderdiği ilk
resul idi.
[48]
Allah'a
yemin olsun ki biz Nuh'u müşrik kavmine peygamber olarak gönderdik. Nuh
kavmine şöyle dedi: "Ben size Allah tarafından gönderilen ve sizi açık bir
şekilde uyaran bir uyarıcıyım. Siz Allah'tan başkasına ibadet ederseniz sizi
O'nun azabı cezası ile uyarıyorum. Allah'a iman edin, O'nun emrine itaat edin.
Ondan başkasına ibadet etmeyin. Ona hiçbir şeyi şirk koşmayın. Zira ben
gerçekten kıyamet günün çok acıklı azabından korkuyorum."
Bundan
sonra Cenab-ı Hak kavminin Hz. Nuh'a verdiği cevapları zikretti. Bunlar dört
şüphe idi.
a) "Nuh'un kavminden ileri gelenler..." yani kavminin
büyükleri, efendileri "Sen de bizim gibi bir beşersin, yani kral değilsin,
sadece bize benzeyen bir insansın, senin bizden ayrı olan sana itaat etmemizi
mecburi kılan bir meyizetin, ayrıcalığın yok" dediler.
b) "Sana içimizden..." kavmimizin ayak takımı, adi insanlar,
çiftçiler ve ze-naatkârlar gibi basit meslek sahipleri, fakirler, güçsüzler,
basit görüşlü olup da işlerin neticesini düşünmeyen, incelemeyen, araştırmayan
kimseler tabi oluyor. Sen davanda doğru sözlü olsaydın sana şerefli kimseler,
fikir erbabı tabi olurdu. Bir ayette de ifade edildiği gibi "Sana düşük
insanlar tabi olmuşken, biz sana iman eder miyiz? dediler." (Şuara,
26/111).
c) "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü görmüyoruz". Sizin
bizden farklı fazilet, güç-kuvvet, servet, ilim, akıl, mevki veya görüş
hususunda bizi size tabi olmaya sevkedecek açık bir ayrıcalık, üstünlük
görmüyoruz: "Eğer bu işte bir hayır olsaydı, onlardan önce biz iman
ederdik de önümüze geçemezlerdi." (Ah-kaf, 46/11).
d) "Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz." Yani bizim
kanaatimize göre sizin (dünyada) huzur ve ahirette mutluluk iddianızda yalancı
olduğunuz görüşü ağırlık basmaktadır.
Burada
dikkati çeken bir nokta kâfirlerin bu cevabı verirken Hz. Nuh (a.s.)'a tabi
olanları da katmalarıdır. Burada hitap Hz. Nuh (a.s.) ve onunla birlikte iman
edenleredir.
Allah
Tealâ daha sonra Hz. Nuh'un bu şüpheleri ve Kur'an'm anlatmadığı ve özetlediği
yahut onların söylemediği fakat sözlerinden anlaşılan diğer hususları
bildirdi.
Nuh
kavmine dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana ne yapayım? Görüşünüz nedir? Rabbim
tarafından getirdiğin elimde açık bir hüccet varsa ve bununla ben O'ndan gelen
bir hak üzerinde olduğumu açık bir şekilde anlıyorsam ve Rabbim bana kendi
nezdinden bir rahmet -peygamberlik ve vahiy- verdiyse ve bunlar da sizin
gözünüzden uzak kaldıysa, size gizli kaldıysa, buna ulaşamadıysanız ve bunun
değerini bilemediyseniz bilakis bunu yalanlamaya ve reddetmeye koştuysanız;
siz hiç istemediğiniz ve bundan yüz çevirdiğiniz halde, biz sizi bunları kabul
etmeye mi zorlayalım. Zira dine girişte zorlama makul değildir. İşte bu
peygamberliğin, cahillerle sıradan insanların görüşüne itibar etmemenin delilidir.
Ey
Kavmim! Ben size yaptığım bu nasihatlara karşılık sizden bir mal veya bir ücret
istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Bu, Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra gelen Hz.
Hûd, Hz. Şuayb, Hz. Muhammed (s.a.) gibi peygamberlerden de tekrar tekrar
sadır olmuş bir sözdür.
"Ben
iman edenleri kovacak değilim". Yani müminleri kovmak ve meclisimden
uzaklaştırmak benim yapacağım bir hareket değildir. Bundan anlaşılmaktadır ki
tıpkı Peygamberimiz (s.a.) ile Kureyş büyükleri arasında olduğu gibi,
kâfirlerin büyükleri kibir, gurur ve benliklerini tatmin etmek için Hz. Nuh'tan
kendilerine fakir ve zayıflarla karşılaşmayacakları özel bir meclis tahsis
edilmesi gibi bir takım ayrıcalıklar istiyorlardı: Nitekim Cenab-ı Hak Peygamberimiz
(s.a.)'e hitaben "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam Rab-lerine
dua edenleri huzurunda kovma." (En'am, 6/52) buyurmuştur.
"Onlar
da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır." Bana tabi olanlar da Rab-lerinin
huzuruna çıkacaklar, Rabbin sizleri hesaba çekeceği gibi onları da hesaba
çekecek ve onları kovanları cezalandıracaktır. Fakat ben onları küçümsememiz
ve kovulmalarını istemeniz sebebiyle sizi gerçekleri bilmeyen ve bilgisizlik
karanlıklarına yuvarlanan bir topluluk olarak görüyorum. Çünkü insanların
birbirlerine üstünlüğü sizin iddia ettiğiniz gibi servet, mal ve mevki ile
değil, güzel amel ve üstün ahlak iledir.
"Ey
kavmim!" Ben onları kovarsam Allah'ın azabına karşı kim bana yardım
edebilir? Çünkü "Onları kovarsın ve zalimlerden olursun" (En'am,
6/52) ayetinde olduğu gibi bu büyük bir zulümdür. Siz hiç düşünmez misiniz?
Söylediğiniz sözleri düşünmez, olanlardan ibret almaz mısınız?
"Ben
size., demiyorum." Yani Peygamberlik benim Allah'ın rızık hazinelerine
sahip olmam ve bu hazinelerde dilediğim gibi tasarrufta bulunmaya muktedir
olmam demek değildir. Ben de diğer insanlar gibi bir beşerim. Mucizeler ile
teyit edildim. Allah'ın izniyle O'na kulluğa davet ediyorum. Allah'ın bana
bildirdiğinden başka gaybı da bilmiyorum. Ben meleklerden bir melek de değilim.
Sizin hakir gördüğünüz ve küçümsediğiniz o insanlar da hiçbir zaman hayra
ulaşamayacak ve onların amellerine karşı hiçbir sevap yoktur, diyemem. Çünkü
vaadi vardır. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Eğer onların
içi de iman hususunda göründükleri gibiyse en güzel dereceler onlarındır, insan
onların iç alemlerine hükmetse bilgisi olmayan bir şeyi söylediği için
haksızlık yapmış olur.
Bu
ayetten maksat Hz. Nuh'un onlara Allah'a karşı boynu bükük ve alçak gönüllü
olduğunu ifade etmesidir.
Yine
burada peygamberler ile devlet reislerini birbirinden ayıran çizgiye işaret
edilmektedir. Peygamberler hiçbir mal hırsı ve menfaat arzusu gözetmeksizin
insanları dünyevi ve uhrevi saadetlerini kazanmaları için irşad etmeye önem
verirler. Devlet reisleri ise taraftar toplamak hususunda maddî çıkarlar vaad
etmeye ve kendilerine destek kazanmak için kolayca mal harcamaya güvenirler.
Ayrıca bu ayetlerde Peygamberin melek değil, beşer olduğu, gaybı bilmediği ve
gayb bilgisinin Allah nezdinde olduğu ifade edilmektedir:
"De
ki: Allah'ın dilediğinin dışında, ben kendim için bir menfaat elde etmeye ve
bir zarar vermeye kadir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim daha çok hayır elde
ederdim. Ve bana bir kötülük dokunmazdı." (A'raf, 7/188).
[49]
Bu
ayetler aşağıdaki şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Hz. Nuh (a.s.) kavmini, diğer peygamberlerin daveti gibi, Allah'a
hiçbir şeyi şirk koşmadan sadece O'na ibadet edip itaat etmeye ve putlara
tapınmayı terk etmeye davet etti.
2- Küfür veya putlara tapınmaya devam etmek ahiret hayatında acıklı, can
yakıcı ve meşakkatli bir azabı gerekli kılar.
3- Hz. Nuh (a.s.) kavmindeki ileri gelenlerin (Hak'tan) yüz çevirmesinin
esası bütün inkâr eden ve yalanlayanlarda olduğu gibi boş bahanelerle dayanmaktadır.
Bunların başında kibirlenme ve genellikle hakka tabi olanlar arasında yer alan
fakir ve zayıflara karşı gururlanma arzusu gelmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Böylece senden önce
ne zaman bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka o ülkenin ileri gelen
varlıklı, şımarık kimseleri şöyle demişlerdir: Biz atalarımızı bir din üzerinde
bulduk. Biz de onların izlerini takip ediyoruz." (Zuhruf, 43/23).
Böylece
güçsüz insanların genellikle hakka tabi olduklarını, şereflilerin, büyüklerin
ise hakka muhalefet ettiklerini görüyoruz. Tıpkı az önce geçen ayette
buyrulduğu gibi.
Bizans
Rum İmparatoru Herakl'in Ebu Süfyan'a Peygamberimiz (s.a.)'in sıfatlarıyla
ilgili sorduğu soruların birinde:
- İnsanların şereflileri mi, yoksa zayıfları mı
ona tabi oluyorlar? demiş, Ebu Süfyan da:
-
Hayır, zayıfları tabi oluyorlar demişti. Bunun üzerine Herakl:
-
Peygamberlere tabi olanlar hep bu çeşit kimseler olmuştu, demiştir.
4- Kâfirlerin, "basit görüşlü" şeklindeki ifadeleri gerçekte
bir zem veya ayıp değildir. Çünkü hak ortaya çıkınca görüş ve düşünceye gerek
kalmaz. Zira bu durumda her akıl ve zekâ sahibinin hakka tabi olması gerekir.
Böyle bir zamanda haktan uzaklaşmayı ancak ahmak veya aptal olanlar
düşünebilir. Peygamberler ise ancak net ve açık bir mesajı getirmişlerdir.
Bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Kimi İslâm'a
davet ettiysem mutlaka ayağı sürçıü (tereddüt etti), Ebubekir müstesna. Çünkü
onun dili dolaşmadı." Yani Ebubekir hazretleri açık muazzam bir dava gördüğü
için hiç tereddüt etmedi, beklemedi, derhal koştu ve kabul etti.
5- Peygamberler insanların çoğunluğu bile karşı çıksa, gayet tabi olarak,
kendilerince yakinen sabit olan Allah'ın vahyi, nübüvvet ve risalete sımsıkı sarılmışlardır.
6- Peygamberler umumiyetle hiçbir kimseyi davetlerini kabul hususunda
zorlama metoduna baş vurmamışlardır. "İstemediğiniz halde size bunları
zorla mı kabul ettirelim" ayetindeki istifham inkâr manasmdadır. Yani sizi
imana veya kelime-i tevhid'e, peygamberliğe, ilâhî rahmete ve delile inanmaya
zorlamam mümkün değildir.
Bu
ayet dine girişte zorlamayı yasaklayan ilk nasstır.
7- Peygamberlerin sadece fakir ve güçsüz diye kendilerine iman edenleri
yanlarından kovmaları akıl, zevk ve edep açısından kesinlikle doğru değildir.
Eğer onlardan biri böyle bir şey yapacak olsaydı, müminler Allah katında ondan
davacı olurlardı. Allah da onların imanlarının karşılığını verir, onları kovanları
cezalandırırdı. İmanları sebebiyle onları tard ettiği için de o kimse kendisini
Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kimse bulamadı.
Kâfirlerin
rızalarını kazanmak için müminlerin daimi bir şekilde kovulmaları büyük
günahlardandır. Hiçbir peygamber böyle bir şeye teşebbüs edemez. Buradaki
maksat ebedî bir şekilde mutlak olarak tard etmektir.
8- Rızık hazineleri Allah Tealâ'nın tasarrufundadır. Gaybı sadece O
bilir. Hiçbir peygamber, insanların yanındaki derecesinin melekler derecesi
olduğunu söylemez.
9- Bazı alimler "Ben bir meleğim demiyorum" ayetini melekler
devamlı ibadet ve taatte bulundukları için, yaratıldıklarından beri kıyamet
gününe kadar hiç kesilmeden ibadet ettikleri için peygamberlerden daha üstün
olduklarına delil kabul etmişlerdir.
10- Hakiki manevî yücelik üç şeyle olur:
a) Mutlak istiğna: Bunu iddia etmiyorum: "Size Allah'ın hazineleri
benim yanımdadır, demiyorum." (Hûd, 31).
b) Tam bir ilim: "Gaybı da bilmiyorum." (Hûd, 31).
c) Tam, kâmil bir kudret: "Ben bir meleğim de demiyorum." (Hûd,
31). Melekler kuvvet ve kudret yönünden mahlûkatın en mükemmelidirler.
Bu
üç şeyi zikretmekten maksat Hz. Nuh (a.s)'un beşeri kuvvet ve insan gücü
dışında bir güç ve kuvvetle sahip olmadığını anlatmaktır. Mutlak kemali ise
iddia etmemektedir.
11- Müminin Allah Tealâ'nın sevabını hak etmesi herhangi bir kimsenin
"Allah onlara kesinlikle hayır vermez" şeklindeki itirazına engel
değildir.
Onların
hor ve hakir görmesiyle ecirleri boşa gidecek veya sevapları eksi-lecek
değildir. Allah onların gönüllerinde olanı bilir. Ona göre onların karşılığını
verir yahut muaheze eder.
[50]
32-
Kâfirler "Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Hem de bu mücadelede çok ileri
gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin bu azabı haydi
getir bize" dediler.
33- Nuh onlara dedi ki: "O azabı size eğer
dilerse ancak Allah getirir. Siz Allah'ı aciz bırakamazsınız."
34-
Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse, size öğüt vermek istesem de öğüdüm size
fayda vermez. O sizin Rabbinizdir. Sonunda O'na döndürüleceksiniz.
35-
Yoksa kâfirler "Kur'an'ı Muhammed kendiliğinden uydurdu" mu,
diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurduysam, bu suçun cezası yalnız
banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."
"Suçum
yalnız banadır." Burada hazif yoluyla icaz vardır. Yani "Suçumun
cezası yalnız banadır" demektir. Bu ifade şüpheye delâlet eden "in
(eğer)" kelimesi kullanıldığı için "farz edelim ki" kaydıyla
yer almaktadır. Halbuki onların suç işlemeleri gerçekleşmiş bir durumdur:
"Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."
[51]
Kâfirler
"Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin" yani bize karşı çıktın, hasım oldun;
"hem de bu mücadele de çok ileri gittin." Her tür mücadele yolunu
kullanarak bu mücadeleyi uzattın. "Eğer" peygamberlik iddiasında ve
tehdit ettiğin azap konusunda "doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit
ettiğini" yani bu azabı "haydi getir bize" zira senin
konuşmaların bize tesir etmiyor "dediler".
"Nuh
onlara dedi ki: O azabı size eğer dilerse" size acele olarak gelmesini
veya gecikmesini isterse, çünkü bunun emri bana değil O'na aittir, "ancak
Allah getirir." "Siz" azabı engellemek veya azaptan kaçmak
suretiyle "Allah'ı aciz bırakamazsınız." Yani Allah'tan
kurtulamazsınız.
"Eğer
Allah sizi azdırmayı" yani azgınlık ve fesat içine düşürmeyi -yahut bir görüşe
göre- sizi helak etmeyi "dilerse, size öğüt vermek" sizin için
iyilikte bulunmak, söz ve davranışlarımla samimi davranmak "istesem de,
öğüdüm" ve iyilik istemem "size fayda vermez. O sizin
Rabbinizdir." Yani sizi yaratan ve iradesine uygun olarak sizin hakkınızda
tasarrufta bulunandır. "Sonunda O'na döndürüleceksiniz." O sizin
amellerinize göre size karşılık verecektir.
"Yoksa
kâfirler" Mekke kâfirleri: "Kur'anı Muhammed kendiliğinden uydurdu
mu, diyorlar. De ki: Eğer onu ben uydurduysam, bu suçum" yani bu günahımın
cezası ve vebali "yalnız banadır. Ama ben sizin işlediğiniz" yani
benim Kur'an-ı Kerim'i kendiliğimden uydurduğumu söylemekle bana iftira isnat
etmeniz gibi "suçlardan uzağım."
[52]
Hz.
Nuh (a.s.), ortaya attıkları asılsız şüphelere cevap verdikten sonra kavmi ona
iki şüphe daha arz etti.
Birincisi,
Hz. Nuh'u çok mücadele etmekle tavsif etmeleri.
İkincisi,
Hz. Nuh'un, tehdit ettiği azabın derhal gelmesini teklif etmeleri.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Hz. Nuh'un onlardan ümidini kestiğini ve bu arada Hz.
Muhammed (s.a.)'in onların isnat ettiği iftiralarından beri-uzak olduğunu
zikretti.
[53]
Kâfirler
Hz. Nuh'a "Sen bizimle mücadele ettin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz
sana tabi olmayacağız. Allah'ın isyanımıza karşılık ahiretten önce dünyada bize
azap edeceği şeklindeki iddianda samimi isen bizi tehdit ettiğin dünyadaki acil
azabı getir bakalım" dediler.
Bu
ayet şu ayete benzemektedir: "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Kavmimi gece-gündüz
yılmadan imana davet ettim. Davetim onları senin yolundan daha çok
uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramadı." (Nuh, 71/5-6).
Hz.
Nuh onlara şöyle cevap verdi: Sizi cezalandıracak olan ve size derhal azap
indirecek olan hiçbir şeyin kendisine engel olamayacağı Allah'tır. Eğer Allah
derhal veya sonradan size ceza vermeyi dilerse siz Allah'ı aciz bırakamazsınız
ve siz O'nun emri ve hakimiyeti altındasınız.
Eğer
Allah sizi azdırmayı yani sizin delâlet ve fesada düşmenizi, yok olmanızı ve
helak olmanızı murad etmişse benim nasihat etmemin ve sizin iman etmeniz için
gayret etmemin size faydası dokunmaz. O sizin Rabbinizdir, yani sizi yaratan,
bütün işlerinizde tasarrufta bulunan ve asla zulmetmeyen adil bir hüküm
vericidir. Ahirette O'na döndürüleceksiniz ve O hayır-şer yaptıklarınızın karşılığını
verecektir. Allah'ın onları azdırmasının ve saptırmasının manası şudur: Onların
gönlünde azgınlık ve isyankârlığı yaratmak değil, sadece sebeplerle neticeleri
birbirine bağlamaktır. Çünkü azgınlık ve isyankârlık amel ve emeğe bağlıdır.
Neticeler ise mukaddimelere ve sebeplere bağlıdır.
"Yoksa
onlar, Kur'anı Muhammed uydurdu mu diyorlar?"
Bu
ayet Hz. Nuh kıssasının ortasında bu kıssayı tekit ve takviye eden bir ara
cümlesidir. Bu ayet Mekke müşriklerinin bu kıssaları yalanlamak için söyledikleri
sözü nakletmektedir.
Yoksa
Mekke'deki inkarcı kâfirler "Kur'an'ı ve bu Kur'an'daki Hz. Nuh ve kavmini
anlatan ayetleri Muhammed kendi kendine uydurdu mu, diyorlar?! Cenab-ı Hak da
peygamberine şu şekilde söylemesini öğreterek cevap veriyor: Onu ben kendiliğimden
uydurduysam, benim bu hatamın cezası, bu günahımın azabı benim üzerimedir. Sizi
de Allah amellerinize karşılık cezalandıracaktır. Sizin günahınız ne yapmacık
ne de kendiliğinden uydurulan bir günahtır. Çünkü ben Allah'a karşı yalan
söyleyenlerin Allah nezdindeki cezasını biliyorum. Her insan kendi günahından
sorumludur.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa Musa'nın ve vefakâr İbrahim'in
sahifelerinde şu hususlar bildirilmedi mi? Hiç kimse başkasının günahını
yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." İnsanın
yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. Sonra yaptıklarının karşılığı ona
tamamen verilecektir. (Necm, 53/36-41).
Aynı
manada şu ayet-i kerime vardır: "Seni yalanlarlarsa onlara de ki: Benim
yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan
uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).
Ayete
ilk bakışta görünen şudur: Yoksa onlar "Bunu o kendiliğinden mi
uydurdu?" diyorlar ifadesi -İbni Abbas'ın dediği gibi- Hz. Nuh (a.s.) ile
kavmi arasında geçen karşılıklı konuşmanın bir bölümüdür. Çünkü bu ayetten önce
ve sonra sadece Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi anlatılmaktadır. Buradaki hitap Hz. Nuh
(a.s.) kavminden gelmiş ve onlara hitap edilmiştir. Onlara şöyle diyorlar:
"Size bildirdiği, Allah'ın dinini ve bundan yüz çevirenlerin ceza
göreceğini Nuh kendiliğinden uydurdu."
[54]
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Kâfirlerin inatçılıkları, anlayışsızlık ve ahmaklıkları Allah'ın
birliğini, O'na itaat ve ibadet etmenin lüzumunu ispat eden delilleri ortaya
koysa da, Hz. Nuh (a.s.)'un davetini bütün bu şekillerle görmezlikten
gelmelerine sebep olmuş ve onları Allah'ın cezası, azabı ve gazabının acilen
gelmesini istemeleri gibi tehlikeli bir duruma düşürmüştür. Zira belâ dile
bağlıdır.
2- Delilleri ortaya koymak ve ortaya atılan şüpheleri gidermek amacıyla
dinî konularda yapılan mücadele takdir edilen bir husustur. Bu peygamberlerin
mesleğidir. Bunun için Hz. Nuh (a.s.) ve diğer peygamberler hakkın ortaya çıkması
için mücadele ettiler. Kim hakkı kabul etmişse kurtulmuş, kim de red-detmişse
zarar ve ziyana uğramıştır.
3- Körükörüne taklitçilik, bilgisizlik ve batılda ısrar etmek kâfirlerin
mesleğidir. Batılın hak şeklinde ortaya çıkması için haksız yere yapılan
mücadele kötülenen bir husustur. Bu şekilde hareket eden iki cihanda tenkide
lâyık olur.
4- "Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse" (Hûd, 34) ayeti Allah
Tealâ'nm kâfirin ve isyankârın isyan etmesini, azgınlaşan kimsenin azgınlık
yapmasını dilemediğini, bütün bunları kendisinin yaptığını, Allah'ın murad
etmediğini iddia eden Mu'tezile ve Kaderiye'nin bu görüşünü reddetmektedir.
Gerçekte
ise hidayete erdiren de delâlete düşüren de Allah'tır. Allah'ın iradesinin
azdırmakla bağlantılı olması doğrudur. Buna göre ayetin manası şudur: Allah
insanlara hidayet ve delâlet yolunu açıklıyor, insan da Allah'ın iradesiyle
birlikte dilediği yolu tercih ediyor.
Hz.
Nuh (a.s.)'un sözü, Allah Tealâ'nm bizzat azdırmadığına ve tercih hakkını
onlara havale ettiğine şu iki yönden delâlet etmektedir:
Birincisi:
Eğer Allah onları azdırmayı dileseydi nasihatin hiçbir faydası kalmazdı, Allah
da Hz. Nuh (a.s.)'a kâfirlere nasihat ve tebliğde bulunmasını emretmezdi.
Bütün
müslümanlar peygamberimiz (s.a.)'in de diğer peygamberler gibi kâfirlere davet
ve nasihat etmekle emrolunduğu hususunda icma etmişlerdir.
İkincisi:
Eğer Allah Tealâ'nın onları azdırdığı veya onları azgın ve sapık olarak
yarattığı şeklinde bir hüküm sabit olsaydı, bu iman etmemeleri hususunda onlar
için bir mazeret olurdu ve Hz. Nuh (a.s.)'un yaptığı iş gayesi ve hedefi
olmayan, sebebi ve faydası bulunmayan bir iş olurdu. Zira onlarda bu şekilde
kolayca mazeret beyan ederler, bu davasının faydasız olduğu şeklinde cevap
verirlerdi.
Özetle
ifade edersek, Ehl-i Sünnet'in bu konudaki ana esası şudur: Allah Tealâ insanın
inkâr etmesini dileyebilir ama ona bunu emretmez, Allah ona iman etmesini
emreder. Allah kulunun inkâr etmesini dilediği zaman da o kulun iman etmesi
imkânsız olur.
5- Her insan kendisinden sorumludur. Peygambere karşı çıkan kavminin
iddia ettiği gibi peygamber vahiy ve risaleti kendisi uydurmuş ve iftirada bulunmuş
ise bu suçun cezası onadır. Eğer peygamber bu söylediklerinde haklı ise -ki bu
da mutlaka haktır onların yalanlamalarının cezası ve günahı onların üzerinedir.
[55]
36-
Nuh'a şöyle vahyedildi: Daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık kavminden
hiç bir kimse iman etmeyecektir. Onların yaptıklarından dolayı sakın üzülme.
37- Gemiyi bizim gözlerimizin önünde
vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler hakkında bana hitapta bulunma. Çünkü onlar
(tufanda) boğulacaklardır.
38- (Nuh) gemiyi yapıyor, kavminin ileri
gelenleri de yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. (Nuh onlara) dedi ki:
"Eğer siz bizimle alay ediyorsanız, biz de sizin bizimle alay ettiğiniz
gibi sizinle alay edeceğiz."
39-
"Rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini, kimin devamlı azaba uğrayacağını
yakında bileceksiniz."
40- Nihayet emrimiz gelip ve tandır (kaynaması
gibi sular) kaynamaya başlayınca Nuh'a "Her hayvan türünden birer çift
ile, daha önce (helakine) hükmettiğimiz kimseler hariç, aile halkını ve iman
edenleri gemiye yükle" demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse
iman etmişti.
41-
Nuh (kavminden iman edenlere) dedi ki: "Siz gemiye binin. Bu geminin yürümesi
de durması da Allah'ın adıyla-dır. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir."
"Gemiyi
bizim gözlerimizin önünde yap." Bu ifade murakabe ve korumadan kinayedir
ve "Bizim murakabemiz altında" manasındadır.
[56]
"Onların
yaptıklarından" şirkten "dolayı sakın üzülme" onların helak olması
sebebiyle kederlenme. Bu ayet Allah'ın onların iman etmelerinden Hz. Nuh
(a.s.)'un ümidini kestiği ve kavminin yalanlama ve eziyette bulunma gibi
işledikleri günahlar sebebiyle kederlenmesini yasakladığı manasına gelmektedir.
Hz. Nuh (a.s.) kavmine 'Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi
bırakma" (Nuh, 71/26) diye beddua etmiş, Cenab-ı Hak da onun bu bedduasını
kabul etmişti.
"Gemiyi
bizim gözlerimizin önünde" yani bizim korumamız, murakabemiz ve
gözetimimiz altında "vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler" yani helak
edilmeyip bu güne kadar hayatta bırakılan kimseler "hakkında bana hitapta
bulunma. Çünkü onlar" yani tufanda "boğulacaklardır." Onların
boğulmaları hükme-dilmiştir. Bundan geri dönmeye yol yoktur.
"Nuh
gemiyi yapıyor," Burada ifade geçmiş bir durumun hikâye edilmesidir. Yani
"yapıyordu" demektir. "Kavminin ileri gelenleri de" yani
onlardan bir grup gemi yaptığı için "yanından geçtikçe onunla alay
ediyorlardı." Çünkü Hz. Nuh (a.s.) gemiyi sudan uzak bir yerde, karada
yapıyordu. Kavmi onunla alay ediyor ve ona "Peygamber olduktan sonra şimdi
de marangoz oldun" diyorlardı. Nuh onlara "Dedi ki: "Eğer siz
bizimle alay ediyorsanız" dünyada sulara kapılıp boğulurken, ahirette
yanarken, biz kurtulup siz felâkete uğrarken "biz de sizin bizimle alay ettiğiniz
gibi sizinle alay edeceğiz." Bir rivayette alay etmekten murad
"bilmezlikten gelmektir" denilmiştir.
"Rezil,
rüsvay edici" zillete ve perişanlığa düşürücü "azabın kime geleceğini"
ineceğini "kimin devamlı" kalıcı "azaba" cehennem azabma
"uğrayacağını yakında bileceksiniz."
40.
ayet başındaki "hatta" kelimesi iptidaiyyedir, şart-cevap cümlesinin
başına gelmiştir. "Gaye" yani "sonunda ve nihayet" manasına
kullanılmışsa "gemi bitirdikten sonra" demektir. Bu durumda 38.
ayetteki "Nuh gemiyi yapıyor" cümlesi "Nuh gemiyi yapıyordu.
Nihayet vaad edilen vakit gelince" mana-smdadır. Bu durumda
"yasnau" fiilinden sonrası bu fiilin hali olmaktadır. Sanki şöyle
söylenmiş gibidir: "Kavminin ileri gelenleri yanında geçip onunla alay
ettikleri halde Nuh gemiyi yapıyordu."
"Nihayet"
onları helak etmek şeklindeki "emrimiz gelince ve tandır kaynamaya
başlayınca" yani su fışkırtıp da kaynayan tencere gibi yükselmeye
başlayınca..
Suyun
fışkırması harikulade bir halde Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi olarak
tandırdan başladı. Bu tandır Küfe'nin mescidinde, bir rivayette Hindistan'da,
diğer bir rivayette Cezire bölgesinde "Aynu verde" denilen yerde bulunuyordu.
Bir başka rivayete göre ise "tandır" yeryüzü demektir.
Nuh'a
"Her hayvan türünden birer çift ile ... gemiyi yükle" dedik. Hz. Nuh
(a.s.) kıssasında şöyle bir haber nakledilmektedir: Allah yırtıcı hayvanları ve
kuşları Hz. Nuh (a.s.)'a vermek üzere yarattı. Hz. Nuh (a.s.) elleriyle her
çeşidine vuruyor, sağ eli erkeğine sol eli dişisine rastlıyor ve onları gemiye
yüklüyordu.
Hepsinden
birer çift "ile daha önce helakine hükmettiğimiz kimseler" yani Hz.
Nuh (a.s.)'un oğlu Ken'an ve kendi hanımı "hariç aile halkını"
müslüman hanımını ve çocukları Sam, Ham, Yafes ve her birinin birer hanımını
"ve iman edenleri gemiye yükle" demiştik. Zaten onunla beraber ancak
pek az kimse iman etmişti." Bir rivayete göre onlaı yarısı erkek, yansı
kadın 80 kişi idiler. Diğer bir rivayete göre ise Hz. Nuh (a.s.)'un müslüman
hanımı, üç oğlu (Sam, Ham, Yafes) ve hanımları, ayrıca kadın-erkek 72 kişi
toplam 79 kişiydiler.
"Nuh
dedi ki: Bu geminin yürümesi de durması da" varacağı yer de "Allah'ın
adıyladır. Şüphesiz ki benim Rabbim çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
O'nun günahları bağışlaması ve kullarına rahmeti olmasaydı, sizi kurtaramazdı.
O bizi helak etmemesi sebebiyle çok merhamet edicidir.
[57]
Bu
ayetler daha önce zikredilen hususların devamıdır. Burada Hz. Nuh (a.s.)
kavminin boğulma ve helak olma hazırlığı, Hz. Nuh (a.s.)'a alayla karşılık
vermeleri, kurtulma planı yapalım şeklindeki istihzaları ve Hz. Nuh (a.s.) kavminin
boğulması anlatılmaktadır.
[58]
Allah
Tealâ Hz. Nuh'a haber veriyor ki daha önce iman etmiş olanlardan başka artık
kavminden hiçbir kimse senin davetine iman etmeyecektir. O halde onlara
üzülme, onların durumu seni endişelendirmesin.
Hz.
Nuh (a.s.) da onlara "Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi
bırakma." (Nuh, 71/26) diye beddua etti.
Tufandan
kurtuluş vesilesi olan gemiyi gözlerimizin önünde yani bizim gözetimimiz,
korumamız altında, yanlışlık yapmaman için sana nasıl yapılacağını vahyimizle,
yani öğrettiğimiz şekilde yap.
"Vahyimizle"
ifadesi sana yapacağın şeyi öğretmemiz ile manasındadır. Ayette
"gözlerimizle" kelimesinde çoğul kullanılması çokluğu değil azameti
ifade etmektedir.
Kur'an-ı
Kerim "gözler" kelimesini "mükemmel bir itina ve tam manasıyla
gözetim" anlamında kullanmıştır. Meselâ Cenab-ı Hakkın Hz. Musa (a.s.)'ya
"Gözümüzün önünde (korumam altında) yetişmen için" (Tâ-Hâ, 20/39)
şeklindeki sözü ve Peygamberimiz (s.a.)'e hitabı "Sen Rabbinin hükmüne
sabret. Şüphesiz sen gözlerimizin önündesin (himayemiz altındasın)."
(Tur, 52/48) ayetlerinde olduğu gibi Ya Nuh! Kavminin durumunu düzeltmek için
ve şefaat etmen sebebiyle onlardan azabın kalkması hakkında bana yalvarma, bana
bu konuda dua etme. Onlara azap vacip olmuştur. Onların tufanda boğulacağı
hükmü tamamlanmıştır. Senden istenen şey onlara karşı acıma ve şefkat hissi
duyma-mandır.
Hz.
Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelenlerinden bir grup ona
her uğradıklarında onunla ve gemi yapmasıyla alay ediyorlar ve onlan tehdit
ettiği boğulma konusunu yalanlıyorlardı.
Hz.
Nuh (a.s.) şiddetli bir korkutma ve kuvvetli bir tehdit ifadesiyle onlara şöyle
dedi: Siz bizimle size göre hiçbir şey ifade etmeyen gemi yapma hususunda alay
ediyorsunuz. Biz de sizin şu anda bizimle alay ettiğiniz gibi gelecekte suda
boğulurken sizinle alay edeceğiz. Dünyada suda boğulma, ahirette cehennemde
yanma olayı meydana geldiği zaman sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle
alay edeceğiz.
Dünyada
rezil, rüsvay edici azabın kime geleceğini ahirette de ebedî, kalıcı azaba
kimin uğrayacağını -şu işimiz bittikten sonra- yakında öğreneceksiniz.
Nihayet
sağanak halinde yağan yağmurlarla helak etme emrimiz gelip tandırdan su
fışkırmaya başladı ve tencerenin kaynayıp fokurdaması gibi su kaynayıp
yükseldi.
Suyun
tandırdan fışkırması Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi idi. İbni Ab-bas'tan gelen
bir rivayete göre tandır, yeryüzü demektir; yani bütün yeryüzü fışkıran
kaynaklar haline döndü. Hatta ateşin üstündeki tandırlardan sular fışkırmaya
başlamıştı. Bu mana ayete verilen ilk manadır. Çünkü Araplar yeryüzüne tandır
ismi vermektedir.
Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Biz de boşanan sularla gök kapılarını açı-verdik.
Yeri de yarıp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir iş için yerle
göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye
bindirdik." (Kamer, 54/11-13).
O
zaman Nuh'a şöyle dedik: Hayvanların cinslerini korumak için her hayvan
türünden birer çift gemiye yükle, müslüman olmayan hamının ile Yam veya Kenan
ismindeki oğlun hariç kadın, erkek bütün aile fertlerini de gemiye yükle. Bu
ikisi, cehennemlik olduklarına dair haklarında önceden hüküm verilmiş
kimselerdi. Allah bu ikisinin küfrü tercih edeceklerini bildiği için bu hükmü
vermişti, yoksa haşa bunlara küfür etmeyi takdir ederek bir mecburiyet altında
bırakmamıştı.
Kavminden
iman edenleri de yanına al. Zaten 950 sene kavmini imana davet etmesine ve
davet müddetinin uzamasına rağmen kendisine pek az kişi iman etmişti. Bir
rivayete göre sayıları kadın erkek altı veya sekiz kişi idi. Bunlarda Hz. Nuh
(a.s.) ve hanımı ile üç çocuğu ve onların hanımları idi. İbni Abbas ise,
"Hanımları dahil hepsi 80 kişi idiler" demiştir.
Cenab-ı
Hak bu müminlerin zikre değmeyen azlıkları sebebiyle sayılarını açıklamaya
gerek görmedi. Ayrıca gemiye yüklenen hayvan çeşitleri ve yükleme şeklini de
beyan etmedi. Bu durumun yorumu beşere bırakılmıştır.
Allah
Tealâ'nın bildirdiğine göre Hz. Nuh (a.s.) gemiye yüklediği kişilere şöyle demişti.
Gemiye binin. Bu geminin su üstünde yürümesi Allah'ın adıyla olur. Durması da
Allah'ın adıyla olur. Yani bu geminin yürümesi ve durması bizim kuvvetimizle
değil, Allah'ın emri ve kudretiyle olur, şüphesiz benim Rab-bim kullarının
günahlarını çok bağışlayıcı ve onlara çok merhamet edendir. Onun günahları
bağışlaması ve size rahmet etmesi olmasaydı sizi boğulmaktan kurtarmazdı.
"Benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." ifadesiyle
gemide bulunanlara hitap edilmektedir.
Taberanî'nin
Hüseyn b. Ali (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Gemiye bindiklerinde (Bismillahil-Melikir-Rahma-nir-Rahıym.
Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le-gafûru'r-rahiym) demeleri
ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir."
Taberanî'nin
İbni Abbas'tan ettiği diğer bir rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.)
"Gemiye bindiklerinde "Bismillahil - Melikir - rahman. Ve ma
kaderulla-he hakka kadrihî... Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî
Le-Gafûrur-Rahiym" demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir
emniyettir" buyurmuştur.
Kâfirlerin
toptan boğulmaları suretiyle intikam alınması zikredildikten sonra mağfiret ve
rahmetin zikredilmesi Kur'an'ın zıtları ve birbirine karşı ifadeleri bir arada
toplama üslûbudur.
Yine
"Şüphesiz Rabbin, azabı çok süratli olandır ve O çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir." (A'raf, 7/167).
"Şüphesiz
Rabbin, zulmetmelerine rağmen tevbe eden insanlara karşı mağfiret sahibidir
(bağışlayıcıdır). Aynı zamanda Rabbin cezası çok şiddetli olandır. "
(Ra'd, 13/6) ve benzeri ayetlerde "rahmet" ile "intikam"
bir arada zikredilmiştir.
Burada
helak etme ve ezici gücünü ortaya koyma anında mağfiret ve rahmet ayetinin
zikredilmesi Allah'ın tufanda boğulmaktan kurtardığı kullarına yaptığı lütfü
beyan etmek içindir. Kullar her durumda Allah'ın yardımı, lütfü ve ihsanına
muhtaçtırlar. İnsan normal olarak bir takım kusur ve hatalardan uzak kalamaz.
Zira kulların belâlardan kurtulmaları -zannettikleri gibi- bilgilerinin
fazlalığı ile değil, onların şüphelerini gidermek için sadece Allah'ın
lüt-fuyladır.
[59]
Bu
ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Hz. Nuh kavminin, iman etmesinden tamamen ümit kesilmesi ve kendilerine
yapılan azap tehdidinin gerçekleşmesi için küfürde devam etmeleri: Bu durum
Ehl-i Sünnet'in kaza ve kader hakkındaki görüşünün doğruluğuna delâlet
etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak Nuh kavminin iman etmeyeceğini bildirdi. Mutlaka
bu habere uygun bir durum meydana gelecektir. Aksi. takdirde Allah'ın ilmi
cehalet ve yalana döner ki bu da imkânsızdır.
2- Allah'ın, peygamberi Hz. Nuh (a.s.)'a üzüntü ve keder içinde olmaması
için kavminin helak olmasından kederlenmemesini, helak olmalarından önce haber
vermek suretiyle lütufta bulunması.
3- Denizi ilk geçen Hz. Nuh (a.s.)'un gemisi idi. Bu geminin yapılışı Allah'ın
gözetimi ve Hz. Nuh (a.s.)'a yapılma şeklini öğretmesiyle idi.
"Bi-a'yünina
(gözlerimizin önünde)" ifadesinden maksat idrak etmek ve ihata etmektir,
Allah'a cisim nispet etmek değildir. Çünkü Allah bizim muhtaç olduğumuz
organlardan, benzetmeden, nicelikten münezzehtir. O'ndan başka hiçbir Rab
yoktur.
Hz.
Nuh (a.s.) gemiyi -İbni Abbas'ın ifadesine göre iki sene yaptı. Ka'bm ifadesine
göre ise 30 senede yaptı. Zeyd b. Eslem'in zikrettiğine göre de 100 senede yaptı.
Bir hadis-i şerifte geminin nasıl yapılacağını meleklerin ona öğrettiği
bildirilmiştir.
Uzunluğu
ve genişliğine gelince: İbni Abbas'ın rivayetine göre uzunluğu 300 zira'
(yaklaşık 120 metre, genişliği 50 zira' (yaklaşık 20 metre), yüksekliği de 30 zira'
(yaklaşık 15 metre) idi ve gemi ardıç ağacından yapılmıştı.
4- İnsanların, yapacağı işler kendisine vahyedilen bir peygamberle alay
etmeleri ahmaklıktır. Onların alayları ya "Ey Nuh! Peygamberlikten sonra
marangozluğa başladın" şeklindeki sözleri, yahut bir geminin yapıldığını
ve su üzerinde yürüyeceğini hiç görmemeleri sebebiyle yaptıkları hareketlerdir.
Hz. Nuh (a.s.)'un onlarla alay etmesi ise boğulmalarından sonradır. Buradaki
alay etmeden maksat bilmezlikten gelmedir. Yani siz bizi tanımazsanız biz de
sizi tanımayacağız.
5- Tufanın suyu gökyüzünden geldi: "Boşanan sularla gök kapılarını
açtı." (Kamer, 54/11). Yeryüzünde tandırın kaynaması ise sadece bir alamet
idi.
6- Hz. Nuh (a.s.)'un kavminden iman edenlerle birlikte kurtuluşu Allah'ın
mahlûkatına rahmetindendir. İman edenler 80 kişi olup aralarında Hz. Nuh
(a.s.)'un oğullarından Sam, Ham ve Yafes ile hanımları da vardı. Hayvan neslinin
aslının korunması da Allah'ın lütfundandır. Zira Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)'a
her cins hayvandan erkek, dişi bir çift almasını emretmişti.
7- Ayet (Hûd, 41), her işin başında besmele çekilmesine delâlet
etmektedir.
[60]
42-
Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar üstünde gidiyordu. O sırada
Nuh gemi dışında ayrı bir yerde bulunan oğluna 'Yavrum, bizimle beraber gemiye
bin. Kâfirlerle beraber olma" dedi.
43- (Nuh'un oğlu) "Beni sudan koruyacak bir
dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bugün Allah'ın rahmet ettiği kimseler
hariç, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur" dedi. Nihayet baba
ile oğlu arasına bir dalga girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulanlardan oldu.
44-
Nihayet "Ey arz, suyunu yut. Ey gök, yağmurunu kes" denildi. Bunun
üzerine su çekildi, iş olup bitti. Gemi Cûdi dağının üzerinde oturdu. Zalim
kavmi helak olsun, denildi.
45-
Nuh Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum şüphesiz ki
benim ailemdendir. Senin (ailemi helak etmeme şeklindeki) vaadin elbette haktır.
Sen de hükmedenlerin en adilisin."
46-
Allah şöyle buyurdu: "Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan
bir amel sahibidir. O halde (gerçek yüzünü) bilmediğin bir şeyi benden isteme.
Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum."
47-
Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! (Bundan sonra gerçek yüzünü) bilmediğim bir şeyi
senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez ve bana rahmet etmezsen
hüsrana uğrayanlardan olurum."
"Ey
arz, suyunu yut. Ey gök yağmurunu kes." "Arz" ve "gök"
arasında tezat sanatı vardır.
Ebu
Hayyan diyor ki: Bu ayette (44. ayet) 19 kelime olmasına rağmen bedi ilmine
göre 21 sanat vardır:
1- "Suyunu yut" ve "suyunu kes" kelimeleri arasındaki
münasebet.
2- "Arz" ve "sema" arasındaki tezat.
3-
"Ey gök" ifadesindeki
mecaz; çünkü burada kastedilen gökyüzü yağmurudur.
4- "Suyunu kes" cümlesindeki istiare.
5- "Su çekildi" cümlesindeki işaret. Çünkü bu kelime pek çok
manaya işaret etmektedir.
6- "İş olup bitti" cülmesindeki temsil. Helak olanların helak
edilmesi ve kurtulanların kurtulması "emr" kelimesiyle ifade
edilmiştir.
7- "Gemi Cudi dağının üzerine oturdu" cümlesindeki irdaf (ilâve
etme): Bu cümledeki "istevet (gemi oturdu)" kelimesi tam bir
ifadedir. Buna, "ale'l-cudiyyi fCudi dağının üzerinde)" kelimesi, bu
yerde tam manasıyla yerleştiğini mübalağa şeklinde ifade etmek için irdaf
(ilâve) edilmiştir.
8- "Su çekildi" cümlesindeki ta'lil (sebep beyan etme); çünkü
geminin oturmasının sebebi suyun çekilmesidir.
9- "Zalim kavmi helak olsun" denildi cümlesindeki sakındırma.
10- Bu ifade aynı zamanda onları kötüleme ve beddua etme ifadesidir.
11- "Zalimler" kelimesiyle yapılan izah (açıklama); yani
"kavminin ileri gelenleri ona her uğradıklarında... (Hûd, 38) ayetinde
zikri geçen kimseler. Buradaki "el-kavm" kelimesindeki "elif-lâm"
ahd için yani daha önce bilinen bir şeyi belirtmek içindir.
12- Müsavat: Eşitlik "vestevet" lafzı manasına eşittir.
13- Her olayın birbirine atfedilmesi sebebiyle meydana gelen "hüsnü
ne-sak" sanatı yani tertip güzelliği.
14- Bu kıssanın pek çok manayı ihtiva eden kısa lafızlarla zikredilmesi
şeklinde yapılan icaz (kısa ve özlü ifade etme şekli).
15- Teshim (paylaştırma). Çünkü ayetin başı "Ey arz suyunu yut"
olunca sonunun da "Ey gök yağmurunu kes" şeklinde olması gerekli
olmuştur.
16- Tehzib (lafız güzelliği). Çünkü lafızların her biri son derece güzel
ifadelerdir.
17- Temkin: Çünkü söze ara verilmesi mananın istikrar bulmasıyla temin
edilmiştir.
18- Tecnis: "Akliıy" ve "ebliıy" kelimelerinde cinas
yapılması.
19-
"Ey arz, suyunu yut. Ey
gök suyunu kes" ifadesindeki mukabele yani her kelimenin karşılığının
bulunması.
20-
"Zalim kavmi helak
olsun" cümlesindeki zem (kötüleme).
21- Vasfı yani kıssanın en güzel şekilde tavsif edilerek anlatılması.[61]
"Gemi
içindekilerle birlikte" yükseklik ve büyüklükte "dağlar gibi dalgalar
üstünde gidiyordu."
Bu
cümle (41. ayetteki) "ırkebû" ayetinin delâlet ettiği mahzuf bir
cümle ile irtibat halindedir. Yani Hz. Nuh "Gemiye binin" dedi. Onlar
da Allah'ın ismiyle gemiye bindiler. Gemi de dağlar gibi dalgalar üstünde
gidiyordu.
"O
sırada Nuh gemi dışında" babasından veya babasının dininden "ayrı bir
yerde bulunan" Ken'an isimli "oğluna, yavrum bizimle beraber gemiye
bin. Kâfirlerle beraber olma dedi."
Nuh'un
oğlu babasına "Beni sudan koruyacak" muhafaza edecek "bir dağa
sığınacağım, dedi." tırmanacağım diye cevap verdi.
Nuh
oğluna "Bu gün O'nun" Allah'ın "rahmet ettiği kimseler hariç
Allah'ın emrinden" azabından "koruyacak hiçbir şey yoktur,
dedi."
Nihayet
"Ey arz, suyunu tut" senden fışkıran suyu içine çek, denildi. Bunun
üzerine yeryüzü bu suları yuttu. Ancak gökten inen sular kaldı, bunlar da ırmak
ve deniz oldular.
"Ey
gök yağmurunu kes" yağmur yağdırma "denildi". Yağmurlar da
durdu. "Bunun üzerine su çekildi" yani eksildi, "iş olup
bitti." Hz. Nuh (a.s.)'un kâfir kavminin helak olması ve müminlerin
kurtuluşu tamamlandı. "Gemi" Bekir oğulları diyarında Irak'ta Musul
şehri yakınındaki Cezire bölgesinde bulunan "Cûdi dağının üstüne
oturdu." yani yerleşti. 44. ayetteki bu nida ve emir şeklindeki hitap
istiare-i mecaziyyedir. "Zalim" kâfir, "kavmi helak olsun,
denildi."
Bu
ayet manayı bozucu tasarrufta bulunmadan yapılan kısa ve özlü ifade ile
birlikte lafızlarının azameti ve nazmının güzelliği ve olayın ana esaslarına
delâlet etmesi açısından son derece fasihtir. Haberlerin meçhul siga ile verilmesi
bunu yapan kimsenin büyüklüğüne ve bunun açık bir şekilde belirli olduğuna
delâlet etmesi içindir.
"Nuh
Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum" Ken'an
"şüphesiz ki benim ailemdendir." Sen de benim ailemin kurtulacağı
vaadini verdin. "Senin vaadin elbette haktır." Yani vaadinden dönmen
mümkün değildir. "Sen de hükmedenlerin en adilisin" en iyi bilenisin
"dedi."
"Allah
şöyle buyurdu: Ey Nuh! O senin" kurtuluşa erecek "ailenden"
yahut senin dininin ehlinden "değildir."
İbni
Abbas diyor ki: Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu onun sulbünden öz oğlu idi. Fakat mümin
olmadı. Zira hiçbir peygamber hanımı zina etmemiştir.
Buna
göre ayetin manası şudur: O, seninle beraber kendilerini kurtaracağımı vaad
ettiğim aile efradından değildir.
"Çünkü
o, iyi olmayan bir amel sahibidir." Yahut bu şekilde benden onun
kurtulmasını istemen iyi olmayan bir ameldir. Çünkü o kâfirdir, kâfirler için
de hiçbir şekilde kurtuluş yoktur. Bir kıraate göre "amile gayra
sâlih" diye okunmuştur. Bunun manası ise "O salih olmayan bir amel
işledi" demektir. Zamir ise oğluna aittir.
"O
halde" gerçek yüzünü "bilmediğin bir şeyi" yani oğlunun
kurtulmasını "benden isteme". Gerçek yüzünü bilmediğin bir şeyi
benden istemekle "cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum."
Çünkü Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden hakkında hüküm verilen kimsenin bu aileden
istisna edildiğini çocuğun içinde bulunduğu hal zaten göstermektedir; suale
bile ihtiyaç yoktur. Ancak evlat sevgisi kendisini meşgul etmiş ve durum kendisine
karışık gelmiştir.
"Dedi
ki: Ey Rabbim!" Bundan sonra gelecekte doğruluğunu, gerçek yüzünü kesin
"bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni" yaptığım
bu yersiz istekten dolayı "affetmez" tevbemi kabul edip lütufta
bulunmak suretiyle "bana rahmet etmezsen" amellerinde "hüsrana
uğrayanlardan olurum. "[62]
Hz.
Nuh (a.s.) aile efradına ve müminlere "bismillah" diyerek gemiye binmelerini
emrettikten sonra bunu korku ve dehşetin şiddetini beyan etmek kas-dıyla ve
şiddetli rüzgarlar sebebiyle oluşan büyük dalgalar arasında suların ortasında
geminin seyretmesini gayet muazzam, ilâhî bir tasvir ile beyanı izledi.
[63]
Gemi
süratle gidiyor, bütün yeryüzünü kaplayan sular üzerinde onları götürüyordu. Nihayet
dağların zirvelerine çıktı ve dağlardan 15 zira' (yaklaşık 8 metre), bir
rivayete göre 80 mil (yaklaşık 144.000 metre) yüksekliğe çıktı.
Gemi
içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgaların arasında gidiyordu. Bu durum o
zaman şiddetli rüzgarların meydana geldiğine delâlet etmektedir. Maksat tufanın
son derece korkulu ve dehşetli olduğunu beyan etmektir.
Gemi
Allah'ın izniyle, O'nun himayesi, riayeti ve gözetimi altında yürüyordu. Bu
konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sizlere
bir ibret olsun ve duyabilen kulaklar iyice anlasın diye biz tufan kopup sular
kabardığı zaman sizi gemide taşıdık." (Hakka, 69/11-12)
"Biz
de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik. İnkâr edilen
Peygambere bir mükafat olarak o gemi bizim nezaretimizde akıp gidiyordu. Biz bu
hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç ibret alan var mı?" (Kamer,
54/13-15).
Hz.
Nuh (a.s.)'u babalık sevgi ve şefkati kapladı. Gemi dışında ayrı bir yerde
bulunan Yam veya Ken'an isminde olan oğluna seslendi. Bu Hz. Nuh (a.s.)'un dördüncü
oğluydu, kâfir idi. Babası gemiye binerken onu iman etmeye ve boğulmaması için
kendisiyle birlikte gemiye binmeye davet etti. Oğluna, "Yavrum, gel
bizimle birlikte gemiye bin. Helak olacak olan kâfirlerden olma" dedi.
İsyankâr
oğul bu suların normal bir sel suyu olduğunu, yüksekçe bir yere veya yüksek bir
dağa çıkıp kurtulabileceğini zannederek babasına "Beni suda boğulmaktan
koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi.
Hz.
Nuh (a.s.) oğluna: "Bugün Allah'ın kâfirleri cezalandırdığı azabından,
Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Ancak Allah rahmet ettiği kimseyi
korur. Kime Allah rahmet ederse o kimse korunmuştur." Yani Allah'ın rahmet
ettiği müminlerin bulunduğu yer korunmaya alınmıştır. Allah onların günahlarını
çok bağışlayan ve tevbe edip kendisine yöneldikleri zaman çok merhamet
edendir. Yahut rahmet edici Allah'tan başka koruyacak hiçbir kimse yoktur,
demektir.
Nihayet
bu tartışma esnasında baba ile oğul arasına yükselmeye başlayan su girdi.
Böylece Nuh'un oğlu boğulup helak olanlardan oldu.
Bu
korkunç manzara ne kadar da dehşet vericidir! Gökyüzünden boşalan sular...
Yerden fışkıran sular... Gittikçe yükseliyor!. Nihayet dağların zirvelerini ve
bütün yeryüzünü kaplıyor.
Gemide
bulunanlar hariç yeryüzünde bulunan herkes boğulunca Allah arza kendisinden
fışkıran ve üzerinde toplanan suları yutmasını, gökyüzüne de yağmuru kesmesini
emretti ve ulvi nida tamamlandı. "Ey arz fışkıran suyunu yut! Ey gök
yağmuru kes!" Bunun üzerine emre uyarak su çekildi, azaldı. İş olup bitti.
Yani Allah'ın Hz. Nuh (a.s.)'a vaad ettiği zalim kavmin helaki tamamlandı.
Gemi içindekilerle birlikte Kuzey Irak'ta Cezire bölgesindeki Musul'da bulunan
Cûdi dağına oturdu." Zalim kavim helak olsun, Allah rahmetinden uzak
olsun" denildi. Çünkü zulüm ve inkâr etmeleri sebebiyle bu kavim son
neferine kadar helak oldu, bunlardan hiçbir kimse kalmadı.
Hz.
Nuh (a.s.)'da tekrar oğluna karşı şefkat belirdi. Çocuğunun durumunu öğrenmek
için Rabbine şöyle seslendi: "Ey Rabbim, benim oğlum şüphesiz benim
ailemdendir. Sen de bana benim aile efradımın kurtulacağını vaad ettin. Senin
dönüşü olmayan vaadin elbette haktır. Çocuğumun durumu nedir? Sen hükmedenlerin
en sağlam hüküm vericisi ve hakla en adil hükmedicisisin. Senin hükmün tam bir
ilim ve hikmetle, tam bir adalet ve doğrulukla sadır olur. Sen bir kavme
kurtuluşla, diğer bir kavme ise boğulmakla hükmettin."
Rabbi
ona cevap verdi: "Ey Nuh! Şüphesiz senin oğlun kurtulmalarını vaad
ettiğim aile efradından değildir. Çünkü ben sana ailenden iman edenlerin
kurtulacağını vaad ettim. Senin oğlun ise iyi olmayan amel sahibidir. Yani hidayet
ve ıslah davetini görmezlikten geldi. Kâfirler grubuna katıldı."
Bu
ifade onun Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden sayılmayacağının sebebini beyan
etmektedir. Cumhur ise "Senin dininin ve velayetinin ehli değildir"
manasındadır. Burada muzaf hazfedilmiştir, demişlerdir.
Sen
hakkında doğru bilgiye sahip olmadığın bir şeyi benden isteme. Künhüne, özüne
vakıf olmadan, doğru olup olmadığını bilmediğin bir şeyi benden talep etme. Ben
seni kendi nefsi arzularıma uyarak, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hikmeti,
hükmü ve takdirini yok etmek isteyen cahiller grubundan olmaktan men ediyorum.
Mananın özü şöyledir: Seni bu istekte bulunmaktan men ediyorum. Günahkârlardan
olmaktan sakındırıyorum.
Hz.
Nuh (a.s.)'un duası istek manası da ihtiva etmektedir. Yahut onun nidası istek
olarak adlandırılmıştır. Halbuki bu nidada istek yoktur, yani istek açıkça
ifade edilmemiştir. Çünkü aile efradının boğulmaktan kurtulması vaadinin
zikredilmesi bu vaadin gerçekleşmesini istemektir. Bundan sonra da oğlunun
kurtulmasını istedi. Yüce Allah ise gerçeğini bilmediği bir şeyi istemeyi cahillik
ve ahmaklık saydı. Hz. Nuh (a.s.)'a bu ve bunun gibi cahillerin davranışlarını
tekrar yapmamasını öğütledi.
Bu
ayette gerçek değerin nesep yakınlığı değil, dinî yakınlık olduğuna, Allah'ın
mahlûkatı hakkındaki hükmünün hiçbir peygamber veya veliye ayrıcalık
yapılmadan mutlak adalet esası üzerine kaim olduğuna, peygamberlerin de şahsi
görüşlerinde bazan hata edebileceklerine, onların yüksek makamlarına ve
Rablerini hakkıyla bilmelerine göre bu çeşit davranışın peygamberler için günah
sayılacağına, Allah'ın kâinattaki ilâhî sünnetlerine (fıtrî kanunlarına) aykırı
olan bir şeyi isteyerek dua etmenin caiz olmadığına , bir velinin peygamberlere
bile yasak edilen bir şeyi duasında İstemesinin cahillik olduğuna delil vardır.
Bu
ifade, son derece acı bir tehdit ve gayet sert bir yasaklama olduğuna, buradaki
bilgisizliğin günahtan kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Bu çeşit ifadeler
Kur'an-ı Kerim'de geçen pek yaygın bir üslûp çeşididir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa cahillerden olmaktan Allah'a
sığınırım, dedi." (Bakara, 2/67). Bir başka ayette ise "....
Cehalette günah işleyenler.." (Nisa, 4/17) buyurulmaktadır.
Hz.
Nuh (a.s.) ve diğer peygamberlerden içtihat hatası olarak sadır olan bu çeşit
hareketler en faziletli ve en kâmil olanı terk etmek şeklinde kabul edilir.
Zira muttaki kulların yaptığı bazı hayırlar Allah'a çok daha yakın
(mu-karrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bundan dolayı ihtar ve
istiğfar etme emri verilmiştir. Bu emir "Allah'ın yardımı ve fetih
geldiğinde... O'na istiğfar et." (Nasr, 110/1-3) ayetlerinde olduğu gibi,
daha önce bir günah işlenmiş olduğuna delâlet etmez. Zira bilindiği gibi
Allah'ın yardımının ve fethin gelişi, insanların Allah'ın dinine bölük bölük
girişleri istiğfarı gerektiren bir günah değildir.
Yine
Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede "Günahın için, mümin erkek re
kadınlar için istiğfar et." (Muhammed, 47/19) buyurmaktadır. Bütün müminler
gayet tabii günahkâr değildirler. Dolayısıyla buradaki emir daha faziletli bir
şeyin terk edilmesi sebebiyle istiğfar etmeye delâlet etmektedir.
Bunun
için Hz. Nuh (a.s.) Rabbinden mağfiret talep ederek şöyle niyazda bulundu:
"Ey Rabbim! Ben gerçek bilgi sahibi olmadığım bir şeyi işlemekten sana
iltica ediyor, sana ve senin ulvi zatına sığınıyorum." Benim bu yersiz
istekte bulunma günahımı bağışlamazsan, tevbemi ve sana yönelmemi kabul ederek
bana rahmet etmezsen ben amelleri boşa giden, zarara uğrayanlardan olurum.
[64]
Bu
ayetler aşağıdaki ibret ve öğütleri ihtiva etmektedir:
1- Gemilerin denizlerde Allah Tealâ'nm kudreti, iradesi, koruması ve gözetimi
altında seyrettiği.
2- İnatçılık ve böbürlenme bu kötü huyları taşıyan kimselere hiçbir fayda
ve çıkar sağlamaz. Allah Hz. Nuh (a.s.)'un Ken'an veya Yam ismindeki oğlunu
tufanda boğdu, çünkü kâfir idi. Dağların zirvesine sığınmasının O'na hiçbir
faydası olmadı. Kâfirlere umumi bir azap geldiğinde buna engel olacak hiçbir
güç yoktur. Çünkü bugün bu azabın gerçekleştiği gündür. Ancak Allah'ın rahmet
ettiği kimseler bundan hariçtir, onları Allah korur.
3- "Ey arz suyunu yut!." ayeti belagat, fesahat ve özlü sözü en
yüksek seviyesindedir. Çünkü bu ayette geniş açıklamaya muhtaç pek çok mesele,
pek çok amacı gerçekleştiren pek çok beyan ve belagat sanatları çeşitli
ufukları bulunan sağlam ve özlü bir ifade ile açıklanmıştır.
4- Hz. Nuh (a.s.) Rabbine nizayda bulundu ve "Aile efradını da
gemiye yükle" ayetindeki aile efradının kurtulacağı şeklindeki Allah'ın
vaadine binaen oğlunun kurtulması için dua etti.
Hz.
Nuh (a.s.) oğluna söylediği "Kâfirlerle beraber olma." Yani onlardan
olma sözünün delaletiyle "Haklarında daha önce hüküm verilmiş
olanlar" ayetini düşünmedi. Çünkü oğlu, Hz. Nuh'un zannına göre mümin
idi. Zira Hz. Nuh (a.s.)'un hem kâfirlerin tamamen helak olmasını istemesi,
sonra da bazılarının kurtulmasını istemesi imkânsızdır.
Hz.
Nuh (a.s.)'un oğlu imanını açığa vuruyor, ama küfrünü gizliyordu. Bunun üzerine
Allah Tealâ Hz. Nuh (a.s.)'a yalnız kendisinin bildiği gayb ilminden haber
verdi. Yani ben senin oğlun hakkında, senin bilmediklerini biliyorum, diyordu.
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu münafık idi. Bunun için Hz. Nuh
(a.s.)'un ona nida etmesi helâl oldu.
Yine
Hasan-ı Basrî'den gelen bir rivayete göre o, Hz. Nuh (a.s.)'un hanımının oğlu
idi. Hz. Ali (r.a.)'nin "nâdâ nuh'un ibneha" şeklindeki kıraati buna
delildir. Fakat bu şaz (mütevatir olmayan) bir kıraat şeklidir. Bundan dolayı
mü-tevatir kıraati terk edemeyiz.
Sahih
olan görüşe göre ise, Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu idi. Ancak din, iman ve istikamet
açısından babasının yolu üzerinde değildi.
5- Hz. Nuh (a.s.) oğlunun kurtulmasını isteme hususunda Allah'a isyan etmedi.
Ancak bu istek iyi niyetle yapılan bir içtihat hatası idi, ama onun için günah
sayıldı. Çünkü onun gibi doğru ilim erbabının, bu kasıtlı olmayan hataya
düşmesi, daha faziletli ve daha kâmil olan yolu terk etmesi uygun değildi. Zira
muttaki kimselerin hayırlı işleri Allah'a daha yakın (mukarrabîn) olan kimseler
için günah sayılabilir. Bunun için Allah ona itabda bulundu ve istiğfar
etmesini emretti.
6- Din bağı nesep bağından daha kuvvetlidir. Salah ve takvanın veraset ve
neseple alâkası yoktur. Bunun için Allah Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi içindeki müminleri
kurtardı. Hanımı ve oğlunu ise kâfirlerle beraber helak etti. Sahih olan görüşe
göre o Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu idi. Fakat niyette, amel ve dinde ona muhalif
idi. Bunun için Cenab-ı Hak "O senin ailenden değildir" demişti.
7- Bu ayet kendileri salih olsalar da evlatlarının bozulması hususunda insanlara
bir teselli niteliğindedir. Yine bu ayette oğlun lügatte aileden ve aile
halkından olduğuna delil vardır. Kim ailesine vasiyette bulunursa bunun içine
oğlu da girer.
Cenab-ı
Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Yemin olsun ki Nuh, kavminin imana
gelmemesi üzerine bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik. Biz Nuh'u ve ona
iman edenleri büyük bir felâketten kurtardık." (Sâffat, 37/75-76).
8- İlâhî adalet mutlaktır. Bu konuda ne bir veli, ne de bir peygamber
için ayrıcalık söz konusudur. Allah Tealâ insanları dünya ve ahirette
nesepleriyle değil, amelleri ve imanlarıyla hesaba çekecektir.
"Tekrar
dirilmek için Sur'a üfürüldüğü zaman aralarında nesep bağının hiçbir değeri
kalmaz. Ve birbirlerine de bir şey soramazlar.''(Müminun, 23/101).
Kim
nesebiyle gururlanır, Rabbini razı edecek amelleri yapmazsa o kimse Allah'ın
şeriatını ve dinini bilmiyor demektir.
Tirmizî'nin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:
"Ey Kureyş topluluğu! Başkaları bana yaptığı amelleri takdim ederken siz
neseplerinizi ortaya koyuyorsunuz."
9- Allah'ın koyduğu haramlara karşı gösterdiği gayret ve hassasiyet, kasıtlı
olmasa da peygamberlerinin işledikleri hatalara karşı uyarılmalarını gerekli
kılmıştır.
İbnü'l-Arabî
"Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum" (Hûd, 46) ayeti
hakkında şöyle diyor: Bu Allah tarafından bir lütuf ve öğüttür. Allah bununla
Hz. Nuh (a.s.)'u "cahiller" makamından alıp "alimler ve
arifler" makamına yükseltiyor. Bunun üzerine Hz. Nuh (a.s.) "Ey
Rabbim! (Bundan sonra gerçek yüzünü) bilmediğim bir şeyi senden istemekten
sana sığınırım" dedi. İşte peygamberlerin günahları bu çeşittir. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak onun huşu ve tevazusunu kabul etti.
10- Hz. Nuh (a.s.)'un özür dilemesi tevbenin iki ana unsurunu da ihtiva
eden mükemmel bir tevbe şeklindeydi:
Tevbenin
birinci unsuru: Tevbe gelecekle ilgilidir ve günahı terk etmeye azimli
olmaktır. Buna "Bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi senden
istemekten sana sığınırım" ifadesiyle işaret edilmiştir.
İkinci
unsur ise geçmişle ilgilidir. Bu da geçmişte yaptıklarına pişman olmaktır.
Buna da "Sera beni bağışlamaz, bana rahmet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan
olurum" ifadesiyle işaret edilmiştir.
11- Tufan, müfessirlerin ve Ehl-i Kitabın görüşüne göre bütün yeryüzünü
kaplayan umumi bir hadise idi. Coğrafya bilim adamlarının yüksek dağların
zirvelerinde sadece denizlerde bulunan bazı sedef taşların ve fosilleşmiş balıkların
bulunduğunu söylemeleri de bunu teyit etmektedir.
İnanılması
farz olan husus tufanın yeryüzünde kendilerinden başka kimsenin bulunmadığı o
günde bütün Hz. Nuh (a.s.) kavmini kaplamış olmasıdır. Bu bölgede, Ortadoğu
bölgesidir. Ama Kur'an'da yeryüzünün diğer bölgelerini de tufanın kapladığına
delâlet eden kesin bir nass yoktur.
[65]
48-
(Nuh'a şöyle) denildi: "Ey Nuh! Biz- den sana ve seninle birlikte olan üm-
metlere verilen selamet ve bereketler
icinde (gemiden) in. Ama (onların nes- linden gelen) bazı ümmetleri de
bir müddet yaşatacağız. Sonra onlara bi-
zim tarafımızdan acıklı bir azap doku- nacaktır."
49-
Bu kıssa, sana vahyettiğimiz gayb ha- berlerindendir. Bundan önce sen de kav-
min de bunları bilmiyordunuz. O halde sen de sabret. Şüphesiz ki, hayırlı
netice Allah'tan hakkıyla korkanlarındır.
Nuh'a
şöyle "denildi: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte" gemide
"olan ümmetlere" yahut onların mümin çocuklarına ve zürriyetlerine
"verilen emniyet" huzur, selâm ve selâmetle, bizim tarafımızdan
gelecek bütün zorluklardan emin olarak, sana selâm verilerek "ve
bereketler içinde" yani sana verilen hayırlarla, bereketlerle, seni
ikinci Adem haline getirecek neslindeki artışla, gemiden "in".
Gemidekilere
"ümmet" adı verilmesi ümmetlerin (milletlerin) onlardan çoğalması
sebebiyledir. Bunlar beşeriyetin kökleridir. Bütün ırk ve cinsler Hz. Nuh
(a.s.)'un evladından dünyaya gelmişlerdir: Sam Samanîlerin, Ham Afrikalıların,
Yafes Çin, Japon ve benzerlerinin babasıdır.
"Ama"
seninle beraber olanların zürriyetinden gelecek "bazı ümmetleri de bir
müddet" dünyada "yaşatacağız. Sonra onlara bizim tarafımızdan"
ahirette "acıklı bir azap dokunacaktır." Bir rivayete göre bunlar
Hûd, Salih, Lût, ve Şu-ayb kavimleridir. Azap ise onlara dünyada inen
felâketlerdir.
"Bu
kıssa" Ya Muhammed "sana vahyettiğimiz" senin bilmediğin
"gayb ha-berlerindendir. Bundan (Kur'an-ı Kerimden) önce sen de kavmin de
bunu bilmiyordunuz. O halde" Hz. Nuh (a.s.)'un sabrettiği gibi tebliğde
ve kavminin eziyetlerine karşı "sen de sabret. Şüphesiz ki hayırlı
netice" dünyada zafer ve ahirette cenneti kazanmak suretiyle şirkten ve
günahlardan sakınanların "Allah'tan hakkıyla korkanlarındır."
[66]
Cenab-ı
Hak geminin Cûdi dağına oturduğunu, müminlerin kurtulup kâfirlerin helak
olduğunu haber verdikten sonra ibret alınacak iki kıssayı zikretti.
Birincisi:
Gemiden önce selâmetle ve ikinci olarak da bereketle çıkmak şeklindeki Allah'ın
vaadiyle Hz. Nuh (a.s.) ve müminlere değer verilmesi. Selâmet, onların her
türlü kötülüklerden korunma çağrısını da ihtiva eder. Çünkü onlar bütün
yeryüzünü tufan kaplayıp da yeryüzünde kendisinden yararlanılacak bitki ve
hayvan kalmadığını gayet iyi bildikleri için nasıl yaşayacaklar? Ye-me-içme
gibi ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar diye kendi durumlarından korkar
gibiydiler.
Sonra
Cenab-ı Hak, Hz. Nuh (a.s.) ve onunla beraber olanlara selâmeti va-ad edince
hemen peşinden bereketi ekledi. Bereket, devamlılık, süreklilik, se-batkârlık
ve arzulanan hedefe ulaşmaktır.
İkincisi:
Yaratılanlardan uzak kalan, uyarı, korkutma ve ibret alma ve ayrıca huzurun
anahtarı olan sabır için bir takım örnekler verme durumunda bazı hususları
haber vermektir.
[67]
Allah
Tealâ, gemi Cûdi dağı üzerinde oturduğu zaman Hz. Nuh (a.s.)'a, onunla birlikte
olan müminlere ve onun zürriyetinden gelecek her mümine verilen selâmı haber
vermektedir.
Nitekim
Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: Kıyamet gününe kadar gelecek kadın-erkek her
mümin bu selâma dahil olmuştur. Yine kıyamete kadar gelecek kadın-erkek her
kâfir de bu "dünyadan geçici olarak istifade edip nihayet azaba
yakalanmak" şeklindeki ifadeye dahil olmuştur.
Ayetin
manası şudur: Bizden sana ve seninle birlikte olanların zürriyetinden meydana
gelecek müminlere selâmet ve bereket vardır. Yine seninle beraber olan
bazılarının neslinden nice ümmetler gelecek, dünyadan geçici olarak
yararlanacaklar ama sonunda cehenneme yuvarlanacaklardır.
Hz.
Nuh (a.s.) peygamberlerin babası idi. Tufandan sonraki halk ondan ve onunla
birlikte gemide bulunanların zürriyetinden gelmiştir.
Böylece
selâmet ve bereket ayrı ayrı olmasına rağmen bütün müminleri kaplamıştır. Fakat
o müminlerin neslinden bazı ümmetler ve sonradan gelen bazı topluluklar bu
dünyada rızık ve bereketlerle geçici olarak yaşatılacaklar, sonra da
inkarcılıkları ve inatçılıkları sebebiyle ahirette kendilerine acıklı bir azap
verilecektir.
Dolayısıyla
Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra insanlar iki kısım olmuşlardır:
a) Bir kısmı mümin ve salih olanlar: Bunlar dünya ve ahirette huzur ve saadet
içinde olacaklardır.
b) Diğer bir kısım ise kâfir olanlar: Bunlarda dünyadan geçici olarak yararlanıp
ahirette azaba, uğrayacak olanlardır.
Allah
Tealâ daha sonra Hz. Nuh (a.s.) kıssasından alınacak umumi ibreti zikretti: Hz.
Nuh (a.s.) ve kavmi hakkındaki bu haberler, sanki senin başından geçmişçesine
sana vahyettiğimiz, sana vahiy olarak bildirdiğimiz geçmiş gaybi olayların
haberleridir. Bundan önce sen de kavminden her hangi bir kimse de bu haberleri
bilmiyordunuz ki, seni yalanlayanlar "Sen bunları birisinden öğrendin"
diyebilsinler. Bilakis bunları sana Allah haber vermiştir.
Kavminin
içindeki seni yalanlayan kimselerin yalanlamalarına ve sana yaptıkları
eziyetlere karşı, sahip olduğun ilâhî mesajı tebliğ etme hususunda tıpkı Hz.
Nuh (a.s.)'un kâfirlerin eziyetlerine karşı sabrettiği gibi sen de sabret.
Çünkü zafer, kazanç ve kurtuluş Allah'a itaat edip günahlardan kaçınan muttaki
kullarındır. Biz sana yardım edeceğiz, seni gözeteceğiz, seni ve sana tabi
olanları dünya ve ahirette hayırlı neticeye ulaştıracağız; tıpkı daha önceki
peygamberlere yaptığımız gibi, onlara düşmanlarına karşı zafer ihsan ettiğimiz
gibi.
"Şüphesiz
biz peygamberimize ve iman edenlere... mutlaka yardım edeceğiz." (Gafir,
50/51).
"Şüphesiz
bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır:
Onlara mutlaka yardım edilecek (zafere ereceklerdir)." (Sâffat,
37/171-172).
[68]
Bu
iki ayet (Hûd, 48, 49) aşağıdaki hususları ortaya koymaktadır:
1- Selâmet, emniyet, selâm, saygı, ikram, bereket ve nimetler Allah
Te-alâ'dan gelip kıyamet gününe kadar kadın-erkek her mümine şamildir. Bu durum
Hz. Nuh (a.s.) ve onunla birlikte iman edenlerden başlamaktadır.
2- Hz. Nuh (a.s.)'un asrındaki müminlerin ve onlardan sonraki ümmetlerin
neslinden başlayarak kıyamete kadar kadın erkek her kâfire dünya nimetlerinden
geçici olarak istifade edip ahirette azaba uğramak vardır.
3- Hz. Nuh (a.s.)'un haberi ve kavmiyle yaptığı mücadelenin kıssası Peygamberimiz
(s.a.)'in bilmediği haberlerdendir. Bu kıssayı ona Allah vahyedip bildirmiştir.
Hiç kimse bu tufan olayını bilmediği gibi kıssanın teferruatı peygamberimiz ve
kavmi tarafından da bilinmiyordu.
4- Hz. Nuh (a.s.) kıssasının Yunus suresinde zikredilmesinin sebebi Hz.
Nuh (a.s.) kavmi ile Hz. Muhammed (s.a.)'in kavmi (Kureyşliler) arasındaki
benzer yönlerini bildirmek idi. Hz. Nuh (a.s.)'u kavmi yalanlamış, o da kendilerine
azap geleceği tehdidinde bulunmuştu. Bunun üzerine kavmi bu azabın derhal
gelmesi talebinde bulunmuşlar, sonra nihayet azap gelmişti. Hz. Muhammed
(s.a.)'in kavmi de böyleydi. Onlar da Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi gibi azabın
derhal inmesini istemişlerdi. Yunus suresinde beyan edilen iki kavim arasındaki
benzerlik, her iki kavmin de (azabın geleceğine inanmadıkları için) azabın
derhal gelmesini istemeleridir.
Bu
surede (Hûd suresinde) ise Allah Tealâ bu kıssayı bir başka gaye ile
zikretmiştir. Bu da kâfirlerin Hz. Nuh (a.s.) zamanında eziyette bulunma teşebbüslerinin
ve Hz. Nuh (a.s.)'un da bu eziyetlere karşı sabretmesi üzerine fetih ve zafere
nail olduğunun beyan edilmesidir. Yani sen de gayeye erişmen için böyle
olmalısın ya Muhammedi Hz. Nuh (a.s.) ve müminlerin sabretmelerinin neticesini
ve kâfirlerin kötü akıbetini öğrendin, demektir. Bu iki kavim arasındaki benzerlik
peygamberlerine eziyette bulunmaları ve Allah'ın bu eziyete sabretmeyi zaferle
sonuçlandırmasıdır.
5- İlâhî risaleti tebliğ meşakketlerine ve (müşrik) kavmin eziyetlerine
sabretmek huzurun anahtarı, zafer ve yardımın yoludur. Nitekim Hz. Nuh (a.s.) ve
Hz. Muhammed (s.a.) de diğer Ulülazm peygamberlerin sabır yolunu tutmuşlardır.
Hz. Nuh (a.s.) kavminin eziyetlerine karşı sabretmiş, Cenab-ı Hak da ona yardım
etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de kâfir Arapların eziyetlerine karşı sabretmiş,
Cenab-ı Hak onu da teyid etmiş, aziz kılmış ve ona eşsiz yardım ve zafer ihsan
etmiştir.
6- Dünyada zafer elde etmek, ahirette de cenneti kazanmak şeklindeki hayırlı
netice şirk ve günahlardan sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getiren, koyduğu
sınırlara bağlı kalan, şeriatına itaat eden kimselere aittir.
7- Hz. Nuh (a.s.) kıssasının anlatılması Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine
delâlet etmektedir. Çünkü Peygamberimiz ve kavminden herhangi biri Hz. Nuh
(a.s.) ve kavminin haberlerini bu kadar teferruatıyla ve doğru olarak
bilmiyordu.
[69]
50- Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber
olarak gönderdik. (Hûd, onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet
edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. (Bu halinizle) siz sadece iftiracısınız.
51-
"Ey kavmim! (Davetime) karşılık olarak sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim mükâfatım ancak beni yoktan var edene (Allah'a) aittir. Hiç aklınızı
kullanmaz mısınız?"
52-
"Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki, size
gökten bol bol yağmurlar indirsin. Kuvvetinize kuvvet katsın. Suç işleyerek
(Allah'tan) yüz çevirmeyin."
53- (Âd kavmi I ûd'a) Dediler ki: "Ey Hûd!
Bize açık bir delil getirmedin. Bizler de sadece senin sözünle tanrılarımızı
bırakacak değiliz ve biz sana inanacak da değiliz."
54- "Senin hakkında, tanrılarımızdan biri
seni fena çarpmış, demekten başka söz bulamıyoruz." (Hûd) dedi ki:
"Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a
ortak koştuklarınızdan uzağım"
55-
"Allah'ı bırakıyorsunuz (O'na ortak koşuyorsunuz). Haydi hepiniz bana tuzak
kurun. Sonra bana hiç fırsat verme-
56-
"Ben, gerçekten benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim.
Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten
Rabbim doğru bir yol üzerindedir."
57-
"Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben size ne ile gönderilmişsem onu size
tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize sizden başka bir kavim de getirebilir.
Sizler O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim her şeyi koruyandır."
58-
(Âd kavmini yok etme) Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla birlikte iman edenleri
rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık.
59-
İşte Ad kavmi budur! Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler. Allah'ın peygamberlerine
isyan ettiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular.
60-
Ad kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır. İyi bilin
ki Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Hûd (peygamberin) kavmi olan
Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
"Semayı
üzerinize bol bol göndersin." (Hûd, 52). Burada, mecaz-ı mürsel
kabilinden, gökyüzünden yağdığı için yağmur yerine "sema" kelimesini
kullanmıştır. "Midrârâ (bol bol)" kelimesi mübalağa içindir.
"Haydi
hepiniz bana tuzak kurun." (Hûd, 55). Burada ta'ciz manası vardır.
"Hiçbir
canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın." (Hûd, 56). Bu
ifade istiare-i temsiliyyedir. Allah, hakimiyeti ve mülkü altında olan bütün
mahlûkatı perçeminden tutulup götürülen canlılara benzetti. Yani "Hiçbir
canlı yoktur ki, idare ve tasarrufu Allah'ın elinde olmasın" demektir. Her
şey O'nun takdiri iledir.
"Gerçekten
Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 57) cümlesinde istiare vardır.
"Doğru" ifadesini adaletinin kâmil olduğuna delâlet için
kullanmıştır.
"(Ad
kavmini yok etme) Emrimiz gelince..." (Hûd, 58). Burada "Emir"
azaptan kinayedir.
"Hûd'u
ve O'nunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir
azaptan kurtardık." (Hûd, 58). "kurtardık" lafzı, durumun
şiddetli, dehşetli olduğunu beyan etmek kastıyla tekrar edildiği için burada
itnab (tafsilatlı ifade) sanatı vardır.
"Allah'ın
peygamberlerine isyan ettiler." (Hûd, 59). Bunun manası, "Peygamberleri
Hûd'a isyan ettiler" demektir. Bu ifadede, hepsini zikredip bir kısmını
murad etme demek olan babından mecaz-ı mürsel sanatı vardır.
"iyi
bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi
Allah'ın rahmetinden uzaktır." (Hûd, 60). "iyi bilin" manasına
gelen "elâ" tenbih harfinin ve "Âd" lafzının tekrar
edilmesi onların durumunun dehşetini ifade etmek üzere mübalağa içindir.
[70]
"Âd
kavmine de" aynı kabileden "kardeşleri" sayılan, içlerinden biri
olan "Hûd'u peygamber olarak gönderdik". Bu cümle "Şüphesiz
Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik." (Hûd, 25) ayetine atıftır.
"Hûden" kelimesi ise atf-ı beyandır.
Hûd
onlara "Dedi ki: Ey kavmim!" yalnız "Allah'a ibadet edin. Sizin
için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Burada "min" harfi zaide
olup "hiçbir" manasında tekit ifade eder.
Putlara
tapmakla "Siz sadece iftiracısınız." Putları Allah'a ortak koştuğunuz
ve onları Allah katında şefaatçi kabul ettiğiniz için yalancısınız.
"Ey
kavmim!" Allah'a ve tevhide, yani O'nu bir olarak tanımaya davet etmeme
"karşılık olarak sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak
beni" selim fıtrat -Allah'ı bir tanıma fıtratı- üzerine "yoktan var
edene" Allah'a "aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"
Bu
ayetten maksat nasihat ederken ihlâslı olduğunu beyan etmektir. Çünkü geçici
tamahkârlıklarla lekelendiği müddetçe nasihatin hiçbir faydası olmayacaktır.
"Ey
kavmim!" Allah'a şirk koşmaktan dolayı "Rabbinizden mağfiret dileyin.
Sonra O'na tevbe edin." İsyanlardan ve Allah'ı inkâr etmekten dolayı ihlâslı
bir şekilde tevbe edin. İtaatle O'na dönün. İmanla Allah'tan mağfiret isteyin,
sonra da tevbeyi affa vesile kılın. Allah'tan başkalarından uzak kalmak ancak
Allah'a iman ve O'nun nezdindeki derecelere rağbet etmekle mümkün olur.
Böylece
Allah "Size gökten bol bol yağmurlar indirsin." Âd kavmi yağmurlardan
mahrum kalmışlardı ve ziraat ehli olmaları sebebiyle yağmura son derece muhtaç
bir durumdaydılar. "Kuvvetinize kuvvet katın." Yani mal ve evlat
yönünden güçlü olanızla birlikte kuvvetinizi artırsın. Yahut neslinizin artmasıyla
ve mallarla gücünü kat kat artırsın. "Suç işleyerek" müşrik olarak Allah'tan
"yüz çevirmeyin."
Ad
kavmi Hûd'a "Dediler ki: Ey Hûd! Bize" sözüne burhan olacak, iddia ettiğin
şeyin doğruluğuna hüccet olacak "açık bir delil getirmedin." Bu ifade
onların aşırı inatçı olduklarını ve kendilerine gelen mucizeleri
önemsemediklerini göstermektedir.
"Bizler
de sadece senin sözünle" yani senin sözünden hareket ederek, yahut senin
sözün sebebiyle "tanrılarımızı" tanrılarımıza tapınmayı
"bırakacak değiliz. Ve biz sana inanacak da değiliz." Bu ifade,
kavminin kabul ve tasdik edeceklerinden Hz. Hûd'un ümidini kesmek için
getirilmiştir.
Senin
hakkında "Tanrılarımızdan biri" sövdüğün veya ona tapmaya engel
olduğun için "seni fena" halde cinnetle "çarpmış, demekten başka
söz bulamıyoruz." Sen sayıklıyor ve hurafe şeyler konuşuyorsun. Bu cümle
kavlin mefulü-dür. Aksi takdirde istisna müferrağ olduğu için lağv cümlesidir.
"Dedi
ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin Allah 'a
ortak koştuklarınızdan uzağım."
"Allah'ı
bırakıyorsunuz." Yani ona ortak koşuyorsunuz. "Haydi hepiniz"
siz ve putlarınız "bana tuzak kurun." Beni yok etmek için hiç mühlet
vermeden bana tuzak kurmak için bir araya gelip toplanın. "Sonra bana hiç
fırsat vermeyin. " Yani, hiç mühlet tanımayın. Burada murad edilen şey,
putlarının hiçbir faydası ve zararı dokunmayan cansız varlıklar olduklarını
bildikleri için kendisine zarar vermekten aciz olduklarını beyan etmektir.
"Ben
gerçekten benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim." Yani
bütün gücünüzü harcasanız da bana zarar veremezsiniz. Ben Allah'a dayanıyorum
ve O'nun himayesine güveniyorum.
Yeryüzünde
yürüyen "Hiç bir canlı" varlık "yoktur ki Allah onun perçeminden
tutmuş olmasın." Yani Allah her canlının sahibidir, ona kadirdir, onu dilediği
yere gönderebilir. Allah'ın izni olmadan hiçbir fayda ve zarar meydana gelemez.
"Perçeminden
tutmak" bunun temsili bir ifadesidir. Burada özellikle perçem (başın ön
tarafındaki saçlar) zikredilmiştir. Çünkü perçeminden tutulan kişi son derece
zelil, teslim olmuş kişidir.
"Gerçekten
Rabbim doğru bir yol üzerindedir." Yani Rabbimin yolu hak ve adalet
üzerinedir. Bu yola sarılan Onun nezdinde zayi olmaz. Hiçbir zalim de O'ndan
kurtulamaz.
"Eğer
yüz çevirirseniz bilin ki ben size ne ile gönderilmişsem, onu size tebliğ
ettim." Yani üzerimdeki tebliğ ve hücceti ortaya koyma vazifesini eda
ettim. Benim hiçbir ihmalim, sizin de hiçbir mazeretiniz yoktur. Ben size
Rabbimin mesajını bildirdim.
"Rabbim"
sizi yok edip "sizin yerinize" sizin beldenizde ve sizin mallarınıza
hakim olacak "sizden başka bir kavim de getirebilir. Sizler" yüz
çevirmekle ve O'na şirk koşmakla "O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz.
Şüphesiz ki Rabbim her şeyi koruyandır." Yani murakabe edendir.
Azabımız
yahut azap etmek şeklindeki "emrimiz gelince Hûd'u ve O'nunla
birlikte" sayıları dört bini bulan "iman edenleri rahmetimizle"
hidayetimizle "kurtardık. Onları çetin" şiddetli "bir azaptan
kurtardık." Bu ifade Ad kavminin, bu dünyada zehir rüzgarı ile azap
edildikleri gibi ahirette de şiddetli azapla cezalandırılacağı hakkında bir
tariz ifadesidir.
"İşte
Âd kavmi budur!" Burada kabile ismine itibar edilerek ism-i işaret müennes
olarak kullanılmıştır. Yahut kabirlerine ve eserlerine işaret edilmiştir. Yani
onların yeryüzündeki eserlerine bakın, demektir.
"Rablerinin
ayetlerini inkâr ettiler." Yani küfrettiler. "Peygamberlerine isyan
ettiler." Burada peygamberler (rusul) ifadesiyle cemi olarak
kullanılmıştır. Çünkü bir peygambere isyan eden, getirdikleri asıl konuda yani
tevhid esasında birleştikleri için, bütün peygamberlere isyan etmiş olur.
"ve" bu düşük insanlar hakkı kabul etmemekte "inatçı her
zorbanın" yani tuğyan ve azgınlık içinde olan büyüklerinin ve reislerinin
"emrine uydular." Ayetin manası, "Onları imana ve kurtarıcı
yola davet edene isyan ettiler, onları küfre ve aşağılayıcı yola davet edene
itaat ettiler" demektir.
"Onlar"
Âd kavmi "hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır."
Lanet onları her iki dünyada takip etmektedir. Dünyada insanlardan lanet
alırlar, kıyamet günü ise onları azaba düşürecek olan bütün insanların
huzurunda lanete uğramak vardır.
"İyi
bilin ki, Ad" kavmi "Rablerini inkâr ettiler." Veya O'nun
nimetlerini inkâr ettiler yahut Rablerine küfrettiler.
"İyi
bilin ki, Hûd" peygamberin "kavmi olan Âd kavmi Allah'ın rahmetinden
uzaktır". Bu ifade onlara helak olmakla beddua etmektir. Bundan maksat
onların yaptıkları işler sebebiyle, kendilerine gelen azabı hak ettiklerine
işaret etmektir. Buradaki "Hûd peygamberin kavmi olan" ifadesi Âd
kavmini beyan etmek için yapılan bir atf-ı beyandır. Bununla ikinci Âd kavmi
olan "İrem Âd kavmi" ayırd edilmiş olmaktadır.
[71]
Bu
kıssa, Cenab-ı Hakk'ın bu surede zikrettiği ikinci kıssadır. Bu kıssa A'raf
suresinde başka bir üslûp ve ifade ile zikredilmiştir. Hz. Hûd (a.s.) Nuh
<a.s.) zürriyetinden ilk defa Arapça konuşan kişidir.
Bu
kıssa burada Hz. Nuh (a.s.) ile kavmi arasındaki mücadeleye benzediği için
zikredilmiştir. Bu kıssada Hz. Hûd (a.s.)'un davetini ve kavmine yüklediği
vazifeleri tebliğ etmesi, kavminin ona verdiği cevaplan ve neticede müminlerin
kurtuluşu ve kâfirlerin helak oluşu yer almaktadır.
[72]
Hz.
Hûd (a.s.) kavmini birkaç çeşit vazifeyi yerine getirmeye davet etti:
Birincisi:
"Ey kavmim! Allah'a ibadet edin." (Hûd, 50) ayetinde tevhide davet:
Yani Nuh'u peygamber olarak gönderdiğimiz gibi, Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u
gönderdik. Burada anlatılmak istenen dinde kardeşleri değil, nesep ve kabile
hususunda kardeşleri demektir. Çünkü Hûd, Âd kavminden olan bir zat idi. Meselâ
bir kişiye (Ya Ehal-Arab!) denilirse "Araplardan biri" manasına
gelir. Bu kabile bir Arap kabilesi Yemen tarafından Hadramutun kuzeyinde Ahkaf
denilen beldeye yerleşmişlerdi. Güçlü, kuvvetli bir kabile olup ziraat ve
hayvancılık işleriyle uğraşırdı.
Hz.
Hûd (a.s.) onlara eşi ve ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet etmeyi
emredip uydurdukları putlardan vazgeçmelerini söylüyordu. Onlara şöyle diyordu:
"Size kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a ibadet etmeyi emrediyorum.
O'ndan başka hiçbir puta, heykele tapmayın. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi O yarattı. Size O rı-zık
verdi. Size bol bol nimetler verdi. Siz, Allah'a eş-ortak koşmak ve bunları
şefaatçi diye nitelemek suretiyle Allah'a yalan iftira ediyorsunuz.
Ey
Kavmim! Sizi Allah'a kulluğa ve putlara tapmayı reddetmeye davet etmem
karşılığında sizden hiçbir ücret veya bana yararlı olabilecek hiçbir mal istemiyorum.
Benim mükâfatım ve sevabını ancak beni selim fıtrat (tevhid fıtratı) üzerine
yaratan Allah'a aittir. Sizlere söylenen sırf samimiyet ve güven esası üzerine
kurulu nasihatleri takdir ettiğiniz halde; benim de putlara tapmamak hususunda
isabetli bir görüş sahibi olduğumu bildiğiniz halde, ücretsiz olarak dünya ve
ahirette huzur verecek bir şeye sizi davet eden kimsenin sözünü hiç düşünmez
misiniz?
İkincisi:
Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine yüklediği vazifelerden biri de tevbe ve istiğfardır.
Hz. Hûd (a.s.) dedi ki: Ey kavmim! Allah'tan şirk, küfür ve geçmiş ve gelecek
günahlarınız için mağfiret dileyin. Ona halisane bir şekilde tevbe edin.
İstiğfar edip tevbe ederseniz Allah size bol ve peşpeşe yağan yağmurlar
gönderir.
O
sırada Ad kavmi hiç yağmayan yağmurlara son derece muhtaç idiler. Çünkü onların
ziraat ve bahçe işleri vardı.
Böylece
mal ve evlatlarla sizin gücünüze güç katsın, izzetinize izzet katsın.
Âd
kavmi güçlü, kuvvetli bir kavim olup üstünlük ve insanlara galip olmaya, güç
ve kuvvetle gururlanmaya çok önem veriyorlardı.
Nitekim
Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Hatırlayın bir zaman Allah
sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı. Size yaratılış bakımından da güç ve
kuvvet verdi. O halde sizler Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa
eresiniz." (Araf, 7/69).
"Siz,
her tepeye bir bina kurup eğleniyor musunuz? Belki ebedî yaşarsınız diye sağlam
köşkler mi ediniyorsunuz? Birini yakaladığınız zaman ona zorbalar gibi mi
davranıyorsunuz? Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şu
nimetleri bol bol veren Allah'tan korkun. O size bol bol hayvanlar ve evlatlar
verdi." (Şuara, 26/128-133).
"Âd
kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden
daha kuvvetli kim var? dediler." Suçlar ve günahlar üzerinde ısrar ederek,
benden, benim davetimden ve sizi teşvik ettiğim şeylerden yüz çevirmeyin.
Ayette
zikredilen istiğfarın faydası konusunda Sünnet-i Nebeviyyede bunu teyit eden
ifadeler vardır. Ebu Davud ve İbni Mace'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri
hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Kim istiğfara devam ederse Allah ona
her endişeden ferah, her darlıktan bir çıkış kapısı açar ve ona ummadığı yerden
rızık verir."
Cenab-ı
Hak Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine söylediği sözleri anlattıktan sonra kavminin O'na
söylediklerini de nakletti. Hûd kavmi peygamberine şöyle dediler: Sen bize,
iddia ettiğin gibi, senin Allah katından gönderilen bir peygamber olduğuna
delâlet eden bir hüccet ve burhan getirmedin. Biz sadece "Putlara
tapmayın" demenle tanrılarımıza tapmayı asla bırakmayız. Sonra biz seni
tasdik etmiyoruz. Öyle zannediyoruz ki senin bizim tanrılarımıza sövmen ve
onlara ibadet etmeyi yasaklaman, onları ayıplaman sebebiyle tanrılarımızdan
biri sende delilik ve aklında noksanlık meydana getirmiş.
Onların
cevabı, tamamı inatçılık, ahmaklık ve kibirlilik olan şu dört şeyi ihtiva
ediyordu:
1- Açık bir delil istemeleri.
2- Fayda veya zarar verenin Allah olduğunu, putların fayda veya zarar
ve-remiyeceğini itiraf ettikleri halde putlara tapmakta ısrar etmeleri.
3-
Israr, körükörüne taklitçilik
ve inkarcılık sebebiyle Hz. Hûd (a.s.)'un peygamberliğini tasdik etmeleri.
4- Tanrıları vasıtasıyla Hz. Hûd'un aklının bozulmuş olduğu ve delirdiği
iddiaları.
Hz.
Hûd (a.s.) da onlara "Ben kendime Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit
olun ki, ben sizin şirk koşmanızdan ve putlara tapmanızdan beriyim (uzağım)."
Bu
ifade onların şahitliğe ehil oldukları manasına gelmez. Sadece neticeyi kabul
ettirmenin kuvvetli bir ifadesidir. Yani "böylece bilesiniz"
demektir.
Ayette
iki şehadet arasında ortaklık veya eşitlik olmaması için "Ben Allah'ı ve
sizi şahit tutarım" şeklinde bir ifade kullanılmadı. Zira şirkten beri olduğuna
Allah'ın şahit kılınması sahihtir, tevhidin yerleşmesi manasında sabittir. Ama
onların şahit kılınması onların dinini hafife almak ve onlara az önem
verildiğine delâlet etmektir.
Ben
Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz bütün şeylerden, putlardan uzak
olduğumdan, bunu açıkça ilân ediyorum. Siz ve tanrılarınız hepiniz bana göz
açıp kapayıncaya kadar mühlet vermeksizin gücünüzün yettiğince her çeşit hile
yapın, istediğiniz tuzağı kurun. Ben her şeyimi, benim Rabbim ve sizin de
Rabbiniz olan Allah'a havale ettim. Beni korumak hususunda O'nu vekil bıraktım.
O her şeye kadirdir.
Yerde
veya gökte hareket eden her canlı O'nun hakimiyeti ve idaresi altındadır.
Bütün işlerinde tasarruf eden ve bu canlıları insanın emrine veren O'dur. O
asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Gerçekten benim Rabbim hak ve adalet
üzerinedir.
Hz.
Hûd (a.s.)'un meydan okuma, göz kamaştırıcı mucizesi ve onlara hiç aldırış
etmeme tarzındaki bu cevabı şu birkaç hususu ihtiva etmektedir:
-
Şirkten uzak olduğunu ilân etme.
-
Allah'ı buna şahit kılma.
-
Onların şirkinden uzak olduğuna onları şahit tutma.
-
Kendisine hile yapmalarını ve tuzak kurmalarını (korkusuzca) isteme.
- Onlara pek az önem verdiğini, onlardan ve
onların tanrılarından korkmadığını ortaya koyma.
Hz.
Hûd (a.s.)'un bu tavrı, daha önce beyan edilen Hz. Nuh (a.s.)'un tavrına çok
benzemektedir:
"Siz
de ortaklarınızla bir araya gelerek, yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra
yapacağınız işi, sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden,
hükmünüzü uygulayın." (Yunus, 10/71).
"De
ki: Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden bana
hilenizi yapın." (A'raf, 7/195).
Eğer
hiçbir eşi-ortağı bulunmayan Rabbiniz Allah'a kulluk etmeniz gerektiği halde
size getirdiğim şeyden yüz çevirirseniz, iyi bilin ki ben Rabbimin benimle
size gönderdiği mesajını size tebliğ ettim. Tebliğde kusur etmek gibi bir itham
bana takdir edilemez. Size gönderilen şeyin size ulaşmasıyla aleyhinizde hüccet
konulmuş oldu. Siz ise bu risaleti yalanlamak ve Rasulullah'a düşmanlık
etmekte direndiniz.
Sonra
yeni bir söze başlayarak şöyle dedi: Allah sizi yok edip başka bir kavim
getirebilir. Ve bu yeni kavim de sizin yurtlarınız ve mallarınızda sizin yerinize
geçebilir. Allah'a sizden daha itaatkâr olabilir. Siz O'ndan yüz çevirmekle ve
küfrünüzle O'na zarar veremezsiniz. Bilakis bunun vebali de size döner. Siz
sadece kendinize zarar verirsiniz. Benim Rabbim her şeyi murakabe eder, her
şeye hakimdir. Sizin amelleriniz Ona gizli kalmaz. Size hesap sormaktan da
gafil değildir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra azabı, azabın etkilerini Hz. Hûd (a.s.) ve kavminin
neticesini anlattı:
Azap
emrimizin inme vakti gelince ve azabımız da bilfiil meydana gelince -ki bu her
şeyi kökten yok eden bir rüzgar, müthiş bir kasırga idi- biz Hûd'u ve onunla
birlikte olan müminleri bizim tarafımızdan bir rahmet ve lütuf ile ağır,
meşakkatli ve şiddetli bir azaptan kurtardık, kavmini -iman etmeyenleri- son
ferdine kadar helak ettik.
Bu
cezasının sebebi ise Âd kavminin Rablerinin ayetlerini ve delillerini inkâr
etmeleri ve onun peygamberlerine isyan etmeleri idi.
Burada,
maksat sadece kendi peygamberlerini yalanlamak olduğu halde
"peygamberler" diye cemi sigası kullanılmıştır. Çünkü bir peygamberi
yalanlayan kimse bütün peygamberleri yalanlamış olur. Onlar Hz. Hûd (a.s.)'u
yalanladılar. Böylece onu inkâr etmeleri bütün peygamberleri yalanlamak
sayıldı.
Onlar
inatçı, azgın ve zorba başkanlarına tabi oldular.
Bunun
için onlara dünyada Allah'ın ve her zikredildiklerinde de mümin kullarının
laneti ulaşır. Onlara bütün mahlûkatın huzurunda "İyi bilin ki Âd kavmi
Rablerini ve O'nun nimetlerini inkâr ettiler. O'nun ayetlerine inanmadılar,
Peygamberlerini yalanladılar. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi Allah'ın
rahmetinden uzaktır, kovulmuştur" denilecektir.
Bu
onlara helak, yok olma ve Allah'ın rahmetinden uzak kalma şeklinde yapılan bir
bedduadır.
Hülâsa:
Cenab-ı Hak Âd kavminin özelliklerini şu üç noktada topladı:
1- Hz. Hûd (a.s.)'un doğruluğuna delâlet eden mucizeleri ve her işinde
hikmet sahibi olan yaratıcının varlığına delil olan varlıkların buna delil
olmasını inkâr etmeleri.
2-
Peygamberlerine isyan etmeleri.
Kim bir peygambere isyan ederse bütün peygamberlere isyan etmiş olur:
"Allah'ın
peygamberlerini birbirinden ayırd etmeyiz dediler." (Bakara, 2/285).
3- Bu kavmin başkanlarını körükörüne taklit etmeleri.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak dünya ve ahirette bunların kötü akıbetlerini anlattı. Bu da
dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Lanetin manası ise, Allah Tealâ'nın
rahmetinden ve her çeşit hayırdan uzaklaştırılmalarıdır.
Daha
sonra Cenab-ı Hak onların bu hallere düşmelerinin asıl sebebini şöyle beyan
etti: "İyi bilin ki. Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler." Yahut
Rablerinin nimetini inkâr ettiler.
"Âd
kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır."
cümlesinden sonra "iyi bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler"
ifadesinin manası bunu kuvvetlice tekit etmektir.
"Hûd
(peygamberin) kavmi olan Âd kavmi" ifadesinin gelmesi, kavmin belirlenmesi
ve "sütunlar sahibi" irem halkı olan diğer Ad kavminden ayırd etmek
içindir. Bu ifade ile karışıklık giderilmiş olmakta yahut daha fazla tekit
yapılmaktadır.
[73]
Hz.
Hûd (a.s.) ve kavmi kıssası şu hususlara işaret etmektedir
1- Hz. Hûd (a.s.)'un davetini şu iki çeşit üzerinde yoğunlaştırması:
a) Tevhide ve tek olan Allah'a kulluğa davet.
b) İstiğfar ve peşinden tevbe etmeye davet.
İstiğfar
ile tevbe arasındaki fark şudur. İstiğfar, af ve mağfiretin talep edilmesidir.
Bu bizzat istenen şeydir. Tevbe ise istiğfarın şartlarından biridir. Bu da
mağfirete zıt olan şeylerden tamamen uzaklaşmak ve onlardan yüz çevirmek
demektir. Ayette mağfiret talebi önce zikredilmiştir. Çünkü bu bizzat istenen
husustur. Tevbe ise onun kabul edilmesi için şarttır. Bu surenin ilk
ayetlerinde (Hûd, 4) tevbe ile istiğfar arasındaki fark açıklanmıştı.
2- Hz. Hûd (a.s.) kavmi olan Âd kavminin peygamberlerine olan cevabı, put
ve heykellerden edindikleri tanrılarına tapınmayı sürdürecekleri, atalarını
körükörüne taklit edecekleri şeklinde idi.
Bu
da düşünce ve aklın kullanılmaması ve Allah'ın Hz. Hûd (a.s.)'un elinde ortaya
koyduğu pek çok mucize ve açık delillerden netice çıkarmak üzerine kurulan
serbest ve bağımsız düşüncenin bulunmaması.
Bu
delillerden biri, Hz. Hûd (a.s.)'un kendisine karşı hile ve tuzaklarını
getirmelerini, onların ve tanrılarının kendisine hiç mühlet tanımadan zarar
vermelerini istemesi idi.
Hz.
Hûd (a.s.)'un bu tavrı düşmanların çokluğuna rağmen Allah Tealâ'nın yardımına
tam manasıyla güvendiğine delâlet eder. "De ki: Ortak koşmakta
olduklarınızı çağırın, sonra bir tuzak kurun da bana göz bile açtırmayın".
(A'raf, 7/195). Bir peygamberin yalnız başına kavmine karşı "Haydi hepiniz
bana tuzak kurun, sonra bana hiç fırsat vermeyin" diyerek meydan okuması
peygamberliğinin alâmetlerinden biridir.
Peygamberimiz
(s.a.) de Kureyş'e böyle demişti. Hz Nuh (a.s.) da kavmine "Siz de
ortaklarınızla bir araya gelerek yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra
yapacağınız iş sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden hükmünüzü
uygulayın." (Yunus, 10/71) şeklinde meydan okumuştu.
3- Yaratan, dilediğini yok eden, mahlûkatında dilediği gibi tasarrufta bulunan,
dilediğine engel olan Allah'a güvenip dayanmak imanın esaslarından-dır. Bu esas
Hz. Hûd (a.s.)'a ve her sadık ve ihlâslı mümine, düşmanların zararının
ulaşmasına engel olur. Yerde veya gökte hareket eden hiçbir canlı yoktur ki
Allah'ın hakimiyeti, idaresi ve tasarrufu altında olmasın.
4- Allah Tealâ hak ve adaleti yerine getirmeye kadirdir. Allah azgın ve
şiddetli Âd kavmini yok etmeye kadir olduğu halde o zulmetmez, onlara sadece
hak, adalet ve doğruluğun gereği ne ise o şekilde muamele eder.
5- Peygamberlerin vazifesi ilâhî mesajı tebliğ etmek ve kâfirlere karşı
hüccetleri ortaya koymaktır. İnsanlar peygamberlerin davetlerinden ve açık beyanlarından
yüz çevirirlerse peygamberler sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirmiş
olurlar. İnkâr edip yüz çeviren insanlar da kaybeden, zarara uğrayan, helak
olmakla dünyada azaba uğrayan taraf olurlar. Onlardan daha çok Allah'a itaat
edip O'nu bir kabul eden ve O'na ibadet eden başka bir kavim onların yerine
geçer. Ahirette ise kâfirler cehenneme sokularak azaba uğrarlar. Allah
kullarının söz ve davranışlarından her şeyi izleyip gözeten ve bunlara karşılık
onları hesaba çekip ceza veya mükâfat verendir.
6- Âd kabilesinin tehlikeli durumu üç ana esasta toplanabilir: Rablerinin
ayetlerini inkâr etmeleri, peygamberlerine isyan etmeleri ve başkanlarının
emirlerine uyup düşünüp incelemeden körükörüne onları taklit etmeleri.
7- Hûd kabilesinin cezası dünyada Allah'tan ve insanlardan lanete uğrama,
çok azgın ve korkunç bir rüzgar, şiddetli bir kasırga ile helak edilmeleri,
hayırdan uzaklaşmaları, kıyamet gününde Allah'ın rahmetinden kovulmalarıdır.
Ve "Rabbin kullara zulmedici değildir."
[74]
61-
Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Allah'a ibadet
edin. Sizin için O'ndan baeşka ilâh yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve
yeryüzünü imar etmenizi istedi. O halde Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na
tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok yakındır. Duaları kabul edendir."
62-
(Semud kavmi) "Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi idin.
Babalarımızın taptıklarına tapmamızı mı yasaklıyorsun? Doğrusu biz senin bizi
davet ettiğin şeyden şüphe içindeyiz, ev kuşkuluyuz" dediler.
63-
Salih şöyle dedi: "Ey Kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim
varsa ve o bana kendinden bir rahmet vermişse, buna rağmen ben Allah'a karşı
gelirsem, Allah'tan kim beni kurtarabilir? O zaman siz sadece benim zararımı ve
hüsranımı artırmış olursunuz-
64-Ey
Kavmim! İşte Allah'ın yarattığı dişi deve, sizin için bir mucizedir. O deveyi
serbest bırakın, Allah'ın mülkü olan yeryüzünde otlasın. Ona bir kötülükte
bulunmayın. Aksi takdirde sizi pek yakın bir azap yakalar.
65-
Yine de onlar deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: "Evlerinizde
üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek bir tehdittir."
66- (Azap etme) Emrimiz gelince, Salih'i ve
Onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle, o günün
perişanlığından kurtardık. Gerçekten Rabbin çok kuvvetlidir ve her şeye
galiptir.
67-
Nihayet zalimleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında yığılıp
kaldılar.
68- Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi.,
(izleri silinip gitti). İyi bilin ki, Semud kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi
bilin ki, Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
"Ben
Allah'a karşı gelirsem, O'na karşı kim bana yardım edebilir1?" Bu ifade
nefy (olumsuzluk) manasında sorudur. Yani "Ben Allah'a karşı gelirsem O'na
karşı bana hiçbir kimse yardım edemez" demektir.
[75]
"Semud'a"
Semud kavmine "kardeşleri" yani aynı kabileden "Salih'i peygamber
olarak gönderdik".
Salih
kavmine "Dedi ki: Yalnız Allah 'a ibadet edin. Sizin için ondan başka ilâh
yoktur."
"O
sizi topraktan yarattı." Sizi ilk defa topraktan yarattı, başka bir şeyden
değil. Çünkü babanız Ademin ve neslinin yaratıldığı "nutfe'lerin maddeleri
topraktandır.
'Ve
yeryüzünü imar etmenizi istedi." Sizi yeryüzünü imar etmek üzere yarattı.
Ömrünüzü de yeryüzünde yerleşmeniz için devam ettirdi.
"O
halde" şirkten dolayı "Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe
edin." İtaatle O'na dönün ve günahı tamamen terk edin. "Muhakkak ki
Rabbim çok yakındır." İlmiyle veya mahlûkatına rahmeti yakındır.
"Duaları kabul edendir." Kendisinden niyazda bulunan kimseye veya
kendisine dua edene icabet edendir.
Semud
kavmi "Dediler ki: Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi
idin." Gördüğümüz olgunluk ve dürüstlük özelliklerin sebebiyle bize başkan
veya işlerimizde danışılan bir kişi olmanı ümit ediyorduk. Senden sadır olan bu
sözü duyunca hakkındaki ümidimiz kesildi.
"Sen
babalarımızın taptıklarına" yani putlara "topmamızı mı yasaklıyorsun?
Doğrusu biz senin, bizi davet ettiğin şeylerden" putlardan tamamen uzaklaşma
ve tevhid konusunda "şüphe içindeyiz, kuşkuluyuz, dediler."
"Salih
şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim"
yani beyanım ve basiretim "varsa". Burada muhataplar dikkate alınarak
şek (şüphe) harfi olan "in" (eğer varsa) harfi kullanılmıştır.
'Ye
o bana kendinden bir rahmet" yani peygamberlik"vermişse" buna
rağmen "ben" O'nun ilâhî mesajını tebliğ etmek ve O'na şirk
koşulmasını engellemek hususunda "Allah'a karşı gelirsem Allah'tan"
yani O'nun azabından "kim beni kurtarabilir?" Kim bana yardım
edebilir?! "O zaman siz" benden size tabi olmamı istediğiniz
fikrinizle "sadece benim zararımı ve hüsranımı" sapıklığı, tevhid
karşılığında şirki benimseyerek hüsrana düşmemi yahut Allah'ın bana bahşettiği
şeyi ortadan kaldırmamı, O'nun azabına uğramamı, "artırmış olursunuz.
" yahut bana söylediğiniz şeylerle sadece sizin hüsrana uğradığınız şeklindeki
fikrimi kuvvetlendirmiş olursunuz.
"Ey
kavmim! İşte Allah'ın" yarattığı "dişi devesi sizin için bir
mucizedir. Onu" yani deveyi "serbest bırakın, Allah'ın" mülkü
olan "yeryüzünde otlasın'." Yani bitkilerinden yesin, suyunu içsin.
"Ona bir kötülükte bulunmayın." O deveyi kesmeyin. Aksi takdirde
"sizi pek yakın" o deveye herhangi bir kötülük yaptıktan ve onu
kestikten sonra -üç gün gibi- pek az bir zaman geçmeden, acil "bir azap
yakalar."
"Yine
de onlar deveyi kestiler." Yani öldürdüler. Deveyi onların emriyle
"Kadar" isimli şahıs boğazladı. Bunun üzerine Salih "Dedi ki:
Evlerinizde üç gün daha" yani Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri
"yaşayın" sonra helak olacaksınız. "İşte bu yalan olmayan bir
tehdittir."
Onları
helak etme "Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber" sayıları dört
bini bulan "iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle o günün perişanlığından
kurtardık." Yani onları o korkunç çığlıkla helak olmaktan, yahut zelil olmaktan,
yahut kıyamet gününde rezil olmaktan kurtardık. "Gerçekten Rabbin çok
kuvvetlidir." Her şeye kadirdir, "Azizdir ve her şeye galiptir."
"Nihayet
zalimleri korkunç bir çığlık" yani helak edici, şiddetli bir ses "yakaladı.
" Bu ses ve çığlıktan murad kalplerde titreme meydana getiren gök
gü-rültüsüdür. Kâfirler bununla derhal yere düştüler. "Böylece kendi
yurtlarında" diz üstü çöküp yahut yüzleri üzerine ölü olarak "yığılıp
kaldılar." "cüsüm" kelimesi kuşlar için, "bürük"
kelimesi de develer için çökme manasında kullanılmaktadır.
"Sanki
orada" yani yurtlarında "hiç yaşamamışlar" hiç oturmamışlar
"gibi" izleri silinip gitti. "İyi bilin ki Semud kavmi Allah'ın
rahmetinden uzaktır" yani lanete uğramıştır.
[76]
Hz.
Salih (a.s.)'in Semud kavmiyle olan mücadelesini konu alan bu kıssa, bu surede
zikredilen kıssaların üçüncüsüdür.
Hz.
Salih (a.s.) Arap soyundan gelen ikinci peygamberdir. Kabilesi olan Semud
kavminin yerleştiği yer ise Hicaz ile Şam arasında bulunan "Hicr"
bel-desidir. Şehirlerinden kalan eserler "Medainü Salih" adıyla
günümüze kadar ayakta kalmıştır.
Bu
kıssanın üslûbu da Hûd kıssasında zikredilen üslûbun benzeridir. Ancak burada
Hz. Salih (a.s.), kavmine tevhidi emrettiği zaman bunu ispat etmek için iki
delil zikretmektedir:
-
Topraktan yaratılmış oldukları,
-
Yeryüzünü imar etmelerinin istenmesi.
Hz.
Salih (a.s.) kıssası daha önce A'raf suresinde de yer almıştı. Bu kıssa bundan
sonra Şuara, Nemi, Kamer, Hicr ve diğer surelerde de zikredilecektir..
Bu
kıssanın muhtevası Hz. Salih (a.s.)'ın davetini tebliğ etmesi, kavmiyle
tartışması, onları helak olmakla uyarması, kavminin kendisine verdiği cevaplar,
doğruluğunun "deve" mucizesiyle teyit edilmesi, kavminin deveyi
öldürmeleri, korkunç bir çığlık veya gök gürültüsü ile helak olmalarıdır.
[77]
Ad
kavminden sonra gelen ve Tebuk ile Medine arasında Hicr şehirlerinde oturan
Semud kavmine kendi içlerinden, kabilelerinden bir adamı yani Salih (a.s.)'i
peygamber olarak gönderdik. Salih (a.s.) de onlara yalnız Allah'a ibadet
etmelerini emretti. Onlara tevhide delâlet eden iki delil gösterdi:
Birinci
Delil "O sizi topraktan yarattı" ayetidir. Yani Yüce Allah sizi ilk
defa topraktan yarattı. Zira o Ebul-Beşer (insanlığın babası), babanız Adem'i
topraktan yaratmıştır. Toprak maddesi Hz. Adem'in yaratıldığı ilk maddedir.
Sonra siz şu merhalelerden geçtiniz. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra bir
et parçası, ondan sonra da bir iskelet ve bu iskeletin giydirilmesi. Nutfenin
aslı kandandır, kan ise gıdalardan meydana gelir, gıdalar da yerdeki
bitkilerden veya yine bitkilerden meydana gelen etten elde edilir.
İkinci
delil de "Yeryüzünü imar etmenizi istedi" ayetidir. Yani sizi yeryüzünü
imar etmeye ve tarım, sanat, inşaat ve madencilikle yeryüzünden yararlanmaya
memur kıldı. Yeryüzünün insan için faydalı imara müsait oluşu, insanın da buna
muktedir oluşu, takdir edip hidayete erdiren, insana yol gösterici, aklı ve
dünyadaki varlıkları emrine almak için bir takım vasıtaları bahşeden ve insana
tasarrufta bulunma kudreti veren, her şeyinde hikmet sahibi olan muazzam bir
yaratıcının varlığına açık bir delildir.
Allah
kendisine ibadet edilmeye lâyık tek varlık olunca siz şirk ve isyan gibi
geçmişteki günahlarınızı tamamen terk ederek gelecekte aynı günahları veya
benzerlerini bir daha işlememeye azmetmek suretiyle O'na tevbe edin.
Muhakkak
ki Rabbim rahmeti, ilmi ve işitmesiyle mahlûkatına çok yakındır, halisane
yalvaran muhtaç kulunun duasına lütfuyla ve rahmetiyle icabet etmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer kullarım beni senden sorarlarsa
şüphesiz ki ben çok yakınım. Dua edenin duasına dua ettiğinde icabet
ederim." (Bakara, 2/186).
Semud
kavmi Salih (a.s.)'a bilgisizliklerine ve inatçılıklarına alâmet sayılan şu
sözle cevap verdiler:
Ey
Salih! Sen şu söylediklerini söylemeden önce senin aklını gayet üstün
görüyorduk. Yahut sende gördüğümüz üstün akıl ve isabetli düşüncen sebebiyle
senin bir başkan veya işlerimizde danışman olmanı ümit ediyorduk. Şu anda
ümitlerimiz boşa çıktı, umudumuz kesildi.
Ka'b
diyor ki: Onlar, başlarındaki kraldan sonra onun kral olacağını ümit
ediyorlardı. Çünkü O, soylu ve servet sahibi biriydi.
İbni
Abbas ise "O faziletli ve hayırlı bir kimse idi" demiştir.
Tercih
edilecek görüş Cumhur'un naklettiği ve "Sen, büyüklerin yerini tutacak,
başımıza idareci olacak, kendisine danışılan, kendisinden çok şeyler ümid
edilen bir kişi idin" şeklinde tefsir edilen görüştür.
Semud
kavmi daha sonra şu sözlerle onun davetinde hayrete düştüklerini ifade ettiler.
Sen
babalarımızın, geçmişteki büyüklerimizin taptıkları gibi tapınmamızı mı
yasaklıyorsun? Halbuki onlar bu çeşit tapınmayı, hiçbir kimse yadırgamadan nesilden
nesile aktararak devam ettirdiler.
Doğrusu
biz senin sadece Allah'a ibadette bulunmamız hususundaki davetini ve Allah'la
aramızda bulunduğunuzu farzettiğimiz şefaatçi aracıları terk etmemiz gerektiği
şeklindeki sözlerinin doğruluğundan çok şüphe ediyoruz. Bu, töhmet ve su-i
zanna götüren bir şüphedir.
Şek
ve şüphe, insanın olumlu veya olumsuz düşünce arasında kararsız kalmasıdır.
Mürib (kuşkulu) ise kötü kanaatin hakim olduğu bir şüphedir.
Bu
sözün maksadı körükörüne taklitçilik yoluna ve babalarına, atalarına uymanın
vacip olduğu inancına sımsıkı sarılmaktır. Bu ifade Allah'ın Mekke
kâfirlerinden naklettiği şu sözlerine ne kadar benzemektedir:
"Tanrılarımızı
bırakıp tek bir ilâh mı kabul ediyor? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey!
dediler." (Sad, 38/5).
Salih
(a.s.) da kavminin bu sözlerine ulvi prensiplerde ve peygamberlik yolunda
sebatkâr olduğunu beyan eden şu sözleriyle cevap verdi:
Üzerinde
bulunduğum apaçık delili terk ederek nasıl Allah'a karşı gelebilirim? Ben
Allah'ın size gönderdiği şeyde bir delil, basiret ve yakin ilim sahibi isem ve
Allah kendi tarafından bana vahyedilen şeyi tebliğ etme vazifesini ihtiva eden
bir rahmet -yani peygamberlik- vermişse söyleyin bana ne yapabilirim?
Benim
gerçekten peygamber olduğumu ve yakinen açık bir delil üzerinde bulunduğumu
farz edin (çünkü onun muhatabı inkarcılar idi). Şöyle bir düşünün. Ben size
tabi olursam ve Rabbimin emirlerinde O'na karşı gelirsem beni O'nun azabından
kim kurtaracak? Size tabi olursam ve sizi hakka ve yalnız Allah'a ibadet etmeye
davet etmeyi terk edersem bana hiçbir faydanız olmaz. Bu durumda Allah
katındaki nimeti sizin yanınızdaki geçici nimetlerle değiştirmem sebebiyle
sadece hüsranımı ve delâletimi artırmış olursunuz.
Peygamberlerin
âdeti önce Allah'a kulluğa davet etmek sonra da peygamberlik davasını ortaya
koymak olduğuna göre, Salih (a.s.) da, kavmi ondan bu sözünün doğruluğuna
işaret eden bir mucize istedikleri için onlara "deve" mucizesini
getirdi.
Rivayete
göre Semud kavmi kendilerine ait bir bayram gününe çıktıklarında Hz. Salih
(a.s.)'ten bir mucize getirmesini ve işaret ettikleri belirli bir taştan deve
çıkarmasını istemişlerdi. Hz. Salih de Rabbine dua etmiş ve kavminin
istedikleri gibi taştan deve çıkmıştı.
Salih
(a.s.) onlara şöyle dedi: Bu benim doğruluğumu gösteren mucizedir. Yemesi,
içmesi ve sütünün bolluğuyla diğer develerden ayrılan Allah'ın (mucize olarak
yarattığı) devesidir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "(Salih'e şunu vahyetmiştik): Biz onları
imtihan etmek için dişi deveyi bir mucize olarak göndereceğiz. Sen şimdi
onların yaptıklarını gözetle ve sabret. Onlara sırası gelenin nöbetinde hazır
bulunması şeklinde suyun deve ile kendileri arasında taksim edildiğini ve
nöbetleşe içeceklerini haber ver." (Kamer, 54/27-28). (Salih (a.s.) sözüne
devam ederek dedi ki: O deveyi serbest bırakın. Siz onun beslenmesini
üstlenmeksi-zin, o Allah'ın toprağındaki otlaklardan dilediği gibi yesin. Hangi
çeşit olursa olsun ona kötülükte bulunmayın. Yoksa sizi üç gün gibi pek az bir
müddet geçmeden acil bir azap yakalar.
Semud
kavmi onun nasihatini dinlemediler. Onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Deveyi
onların emriyle Kadar b. Salif isimli kişi kesti.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar (Semud kavmi) arkadaşlarından birini
çağırdılar. O da kılıcını alıp deveyi kesti." (Kamer, 54/29).
Bunun
üzerine Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Evinizde -yani yurdunuzda-üç gün daha
yaşayın. İşte bu gerçek ve kesin bir vaaddir.
Sonra
kendilerini tehdit ettiği azap meydana geldi. Azap ve helak etme emrimizin
vakti gelince, ceza inip acı olay meydana gelip, yıldırım düşünce, biz Salih'i
ve onunla beraber olan müminleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları
şiddetli bir azaptan, o gün -helakin meydana geldiği gün, veya kıyamet günü-
meydana gelen zillet ve perişanlıktan kurtardık.
"el-Hızy"
rezalet derecesine varan büyük bir zillet halidir. Gerçekten Rab-bin çok
kuvvetli ve muktedir, her şeye galiptir. Yerde veya gökte hiçbir şey O'nu aciz
bırakamaz.
Nihayet
onları azap çığlığı kapladı. Bu çığlık kalpleri sarsan, duyulduğunda canları
alan, helak edici ve son derece şiddetli bir ses diye anlatılan müthiş bir gök
gürültüsü idi. Derhal hepsi toptan canlarını vermişler ve yere atılan cansız
cüsseler haline gelmişlerdi.
Sanki
onlar küfürleri ve Rablerinin ayetlerini inkâr etmeleri sebebiyle süratle
helak oldukları için dünyada hiç bulunmamış, kendi yurtlarında hiç oturmamış
gibi helak olup gittiler.
îyi
bilin ki onlar Rablerini inkâr ettiler ve O'nun şiddetli azabına müste-hak
oldular. İyi bilin ki onlar Allah'ın rahmetinden uzaktırlar. Semud kavmine ve
benzerlerine helak olma ve mahrumiyet vardır.
[78]
Hz.
Salih (a.s.) ve O'nun kavmi olan Semud kavmi kıssası aşağıdaki öğüt ve
ibretlere işaret etmektedir:
1- Babalarını, atalarını körükörüne taklit etme yolunu tercih etmeleri sebebiyle,
Semud kavminin Allah'ın ayetlerini red ve inkâr etmeleri ve peygamberlerinin
emirlerine itaat etmemeleri bu kavmin en belirli özelliği idi. Halbuki Hz.
Salih (a.s.) hem nesep, hem de kabile yönünden kendi içlerinden gelmiş,
yeryüzünde yaratma ve var etme gibi Allah'a kulluk ve tevhide delâlet eden yeterli
ve esaslı delilleri ortaya koymuştu.
2- Günahlardan istiğfar ve masiyetlerden tevbe etmek duanın süratle kabul
edilmesine vesile olur. Çünkü Allah, kullarına çok yakındır, dualarını kabul
eder, kendisine dua edenlere icabet etmekle çok yakındır.
3- Semud kavmi ve benzerleri inkarcıların inkârı ile Hz. Salih (a.s.) ve
diğer peygamberler arasında hiçbir ortak yön yoktur. Çünkü inkarcıları,
babalan ve atalarını körükörüne taklit etme yoluna sımsıkı sarılmışlardır.
Peygamber de ulu dağların dimdik durması gibi ulvi prensiplerine bağlıdırlar.
Çünkü Peygamber davetinin doğruluğundan son derece emindir ve Allah'ın
kendisine vahyettiği şeylerin doğruluğuna basiretle inanmıştır. Zira peygamber
Allah'a isyan edip Onun emrine muhalefet ederse Allah'ın azabının geleceğinden
en çok korkan kimsedir.
4- Hz. Salih (a.s.)'ın devesi.
-
Kayadan yaratılması,
-
Dağın ortasında yaratılması,
-
Erkeği olmadan hamile olarak yaratılması,
-
Hiç doğum olmaksızın bu şekliyle bir defada yaratılması,
-
Bir gün devenin ertesi gün kavmin su içme hakkı,
- Büyük bir topluluğa yetecek kadar süt vermesi
sebebiyle çok acaip ve müthiş bir mucizedir.
Bu
altı hususun hepsi insanların yapmaktan aciz kaldığı şeylerdendir. Dolayısıyla
Hz. Salih (a.s.)'m devesi Allah'ın kudretinin delillerinden biridir ve elbette
ki bir mucizedir.
5- İlâhî adalet ve Allah'ın rahmeti Hz. Salih (a.s.) ve onunla beraber
olan sayıları dört bini bulan müminlerin kurtulmalarını, peygamberlerinin
risaleti-ni reddetmeleri ve Rablerine karşı kâfir olmaları ve O'nun varlığını
inkâr etmeleri sebebiyle Semud kabilesinin helak olmasını gerekli kıldı.
6- Şüphe yok ki peygamberlerin vaadi gerçek ve doğru bir vaaddir, azapla
tehdit etmeleri de mutlaka meydana gelecektir. Hz. Salih (a.s.) kavmini üç gün
sonra gelecek azapla tehdit etti. Dördüncü gün bu tehdidi gerçekleşti.
7- Semud kavminin azabı korkunç bir çığlık veya şiddetli bir gök
görültü-sü, yahut müthiş bir sarsıntı şeklindeydi. Bu korkunç sesi duyar duymaz
öldüler, memleketlerinin her köşesinde şuraya buraya atılmış cesetler haline
geldiler.
Bu
korkunç ses ya Cebrail'in sesidir. Yahut gök gürültüsü gibi bir ses veyahut
yeryüzündeki her şeyin sesine eşit müthiş bir sestir. Bu sesin meydana
getirdiği dehşetli korku sebebiyle Semud kavminin kalpleri paramparça olup
öldüler.
8- Rablerini inkâr eden Semud kavmi helak ve perişan olmuştur. Gerçeği
red ve inkâr etmeleri sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulmuşlar, ondan mahrum
kalmışlardır.
[79]
69-
Şüphesiz ki elçilerimiz bir müjde ile İbrahim'e geldiler. Ona "selâm"
dediler. İbrahim de "selâm" dedi. Hemen semiz bir buzağıyı getirdi.
70-
Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları hoşuna gitmedi ve onlardan dolayı
içine korku düştü. Melekler "korkma! Biz Lût kavmine gönderildik"
dediler.
72- İbrahim'in hanımı "Vay başıma gelenler!
Ben bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! O da ihtiyar. Cidden
bu, şaşılacak bir şeydir" dedi.
73-
Melekler (İbrahim'in hanımına) "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev
halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizde-dir. Şüphesiz ki O, övgüye çok
lâyıktır. İzzet ve şeref sahibidir" dediler.
74-
İbrahim'in korkusu geçip, O'na müj- hakkmda bizimle ı mücadeleye başladı. çok
yumuşak huylu, yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
76-
(Melekler) "Ey İbrahim! Bundan (bu tutumundan) vazgeç. Çünkü (onların yok
olmaları için) Rabbinin emri gelmiştir. Önlenemeyecek azap mutlaka onlara
gelmektedir" (dediler).
"Ben
mi çocuk doğuracağım?" (Hûd, 72). Taaccüp manasında istifham ifade eder.
"Korku
gitti... Müjde geldi." (Hûd, 74) ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Rabbinin
emri gelmiştir." (Hûd, 76) Allah'ın onların üzerine hükmettiği azabından
kinayedir.
[80]
"Şüphesiz
ki elçilerimiz" Melekler. Bir rivayete göre bunlar dokuz kişiydiler.
Diğer bir rivayete göre üç kişiydiler: Cebrail, Mikail, İsrafil, "bir
müjde ile" evlat olacağı müjdesiyle. Diğer bir görüşe göre Lût kavminin
helaki müjdesiyle "İbrahim'e geldiler. O'na "selâm"
dediler." Yani, bizden selâmette ol. Yahut bu kelime mansuptur. Yani
"selâmı zikrettiler", "selâm verdiler" demektir. "İbrahim
de "selâm" dedi". Yani durumunuz selâmettedir. Yahut cevabın
selâmıdır yahut da "Aleyküm selâm" dedi. İbrahim (a.s.) merfu olarak
onların selâmına daha güzeliyle cevap vermiş oldu. "Hemen semiz"
güzelce pişirilmiş "bir buzağıyı getirdi."
"Ellerinin"
almak için "ona" yemeğe "uzanmadığını görünce durumları hoşuna
gitmedi." Yani bunu yadırgadı. "Onlardan dolayı içine korku
düştü." Gönlünde onlardan korktuğunu hissetti. "Onlar" Melekler
"korkma! Biz" melekler "Lût kavmine" azapla
"gönderildik" yani biz yemek yemeyeceğimiz için ona elimizi
uzatmadık "dediler."
Hz.
Lût (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)'in kardeşinin oğlu ve O'na ilk iman eden kişi
olup kendisine peygamberlik verilmişti.
O
sırada "İbrahim'in hanımı" perdenin arkasında "ayaktaydı
ve" Onların konuşmalarını dinliyor veya hizmetini yapıyordu. Korkunun
gittiğine yahut fesat ehlinin helak olacağına sevinerek "güldü. Biz O'na
İshak'ı ve İshak'ın ardından da Yakup'u müjdeledik." Yani onları hibe
ettik.
"İbrahim'in
hanımı, vay başıma gelenlere! dedi" "Ya Veyletâ!" kelimesinin
aslı "ya veylî ve helâkî"dir. Bir belâ, facia veya rezaletten hayrete
düşme anında söylenen bir ibaredir. "Ben" 90 yahut 99 yaşında
"bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! "O da
ihtiyar" yani yüz veya yüz yirmi yaşındadır. Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı
aynı zamanda kısır idi. "Cidden bu" bu durum yani iki ihtiyardan
çocuğun dünyaya gelmesi "şaşılacak bir şeydir dedi." Bu durum ilâhî
kudret açısından değil, âdet (normal şartlar) açısından şaşılacak bir şeydir.
Melekler
İbrahim'in hanımına "Allah'ın işine" kudretine ve hikmetine "mi
şaşıyorsun, dediler" Çünkü peygamberin ev halkına ve mucizelerin indiği
hane halkına göre harikulade hallerin meydana gelişi ve pekçok nimet ve
ikramlarla özel muamele görmeleri garip bir şey değildir. Allah'ın kudretinin
ayetlerini düşünerek yetişen ve bu şekilde yaşlanan birinin değil, sıradan akıl
sahibi birinin bile bunu garip karşılaması normal değildir. "Ey ev halkı!
Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Şüphesiz O övgüye çok
lâyıktır" yaptığı her şey övülür; "izzet ve şeref sahibidir"
Hayırları ve ihsanı çoktur "dediler."
"İbrahim'in
korkusu geçip" korku yerine "ona müjde gelince, Lût kavmi
hakkında" onların aralarında Lût vardır, diyerek "bizimle" yani
elçilerimizle "mücadeleye başladı."
"Çünkü
İbrahim çok yumuşak huylu", kendisine kötülük edenden intikam almakta aceleci
olmayan "yüreği yanık" günahlardan dolayı ve insanların haline
üzülmekten dolayı çok ah eden, içli ve "Allah'a çok yönelen"
kendisini tamamen Allah'a vermiş "bir kimse idi". Bu ifadeden maksat
Hz. İbrahim (a.s.)'i meleklerle mücadele etmeye sevkeden sebebi beyan
etmektir. Bu da kalbinin inceliği ve son derece merhametli oluşudur.
Melekler
dediler ki: "Ey İbrahim! Bundan" bu mücadeleden "vazgeç. Çünkü
Rabbinin emri" onları azap etmek şeklindeki ezelî kazası gereğince takdir
ettiği kaderi "gelmiştir". O onların halini en iyi bilendir.
Mücadele, dua veya başka bir şeyle "Önlenemeyecek azap mutlaka onlara
gelmektedir."
[81]
Bu
kıssa bu surede zikredilen kıssaların dördüncüsüdür. Hz. İbrahim (a.s.) kıssası
daha önce Bakara suresinde de zikredilmiştir.
Hz.
İbrahim (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde geçmektedir. Babası ve kavmiyle
birlikte zikredilmiştir, burada da kendisine İshak ve Yakup'u müjdeleyen, Lût
kavminin helak olacağını bildiren meleklerle birlikte zikredilmektedir. Bir
başka yerde Hz. İsmail (a.s.) ile birlikte özellikle zikredilmiştir.
Hz.
Lût (a.s.)'un köyleri Şam tarafında (Bugün Ürdün devleti sınırlan içinde), Hz.
İbrahim (a.s.) ise Filistin'de idi. Allah melekleri Lût kavmine azap etmek için
görevlendirince Hz. İbrahim (a.s.)'e uğrayıp ona misafir oldular. Hz. İbrahim
(a.s.) misafirlerine misafirperverlik gösteriyordu.
[82]
Allah'a
yemin olsun ki, bizim elçilerimiz olan melekler -Cebrail, Mikail ve İsrafil
(Atâ'dan ve tabiin alimlerinden bazılarına göre Cebrail ve başka yedi melek)
evlat müjdelemek gibi bir müjde ile İbrahim (a.s.)'e geldiler.
Nitekim
Cenab-ı Hak "Biz ona İshak'ı müjdeledik." (Hûd, 71) ve yine "Onu
ileride büyük ilim sahibi olacak bir erkek çocuk ile müjdeledik."
(Zariyat, 51/28) buyurmaktadır.
Bir
başka görüşe göre Lût kavminin helaki ve Hz. Lût (a.s.)'un kurtuluşu ile
müjdelendi.
Melekler
Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen aleyk" dediler. Hz. İbrahim (a.s.) de
"selâmün aleyküm" diye cevap verdi. Bu cevap onların selâmlarından
daha güzeldi. Çünkü "selâmen" yerine "selâmün" denilmesi
(merfu halde kullanılması) ilm-i beyan alimlerinin zikrettikleri gibi
değişmezliğe ve devamlılığa delâlet etmektedir.
Hz.
İbrahim (a.s.) hiç beklemeden, hemen onlara ateşte, taş üzerinde kızartılmış
bir buzağıyı ikram olarak getirdi.
"Hemen
ailesine giderek semiz bir danayı kızartıp getirmiş, önlerine koymuş ve 'Yemez
misiniz?" demişti."(Zariyat, 51/26).
Hz.
İbrahim (a.s.) onların ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce bunu yadırgamış ve
onlardan dolayı içine korku ve titreme düşmüştü. Zira bunların beşer
olmadıklarını, belki de azap melekleri olabileceklerini anlamıştı.
Melekler
ona "Korkma! Biz sana bir kötülük düşünmüyoruz. Biz sadece Lût kavmini
helak etmek için gönderildik" dediler. Lût kavminin yerleri Hz. İbrahim
(a.s.)'in diyarına yakın idi.
Biz
seni ileride büyük ilim sahibi olacak, neslini devam ettirecek, adını
unutturmayacak İshak isminde bir erkek çocuk ile, onun ardından da
zürriye-tinden İsrailoğulları peygamberlerinin geldiği Yakup (a.s.) ile
müjdeliyoruz.
O
sırada Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı perdenin arkasında ayaktaydı ve melekleri
görüyordu. Yahut ayakta meleklere hizmet ediyordu. Korku gittiği ve güvenlik
ortamı gerçekleştiği için sevinerek ve Lût kavminin çirkin fiilleri ve aşırı
derece inkarcılık ve inatçılıkları yüzünden onları asla sevmediği için bu
kavmin helak olacağına sevinerek güldü. İyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinden
sonra çocukla müjdelenerek mükâfatlandırıldı.
"Biz
O'na İshak'ı müjdeledik." Yani biz ona İshak ismindeki çocuğu İs-hak'ın da
Yakup isimli bir çocuğunun olacağını müjdeledik. Nitekim bir ayet-i kerimede de
"Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Enam. 6 84» buyurulmaktadır.
Mücahid
ve İkrime "güldü" kelimesini müjdenin gerçekleşmesi için, iyas (çocuk
olmasının kesilmesi) halinde olduğu halde "hayız gördü" şeklinde
tefsir etmişlerdir. Ancak bu tefsir cumhur alimlerin görüşüne muhalif olan
garip bir tefsirdir.
Çünkü
Hz. İbrahim (a.s)'in Hacer'den oğlu Hz. İsmail (a.s.) dünyaya gelince, diğer
hanımı Sârre kendisinin de bir oğlu olmasını temenni etmişti. Yaşlılığı
sebebiyle iyas haline girdiği halde peygamber olacak ve aynı zamanda peygamber
babası olacak bir çocukla müjdelenince oğlunun oğlunu görmek onun için büyük
bir müjde oldu.
Hz.
İbrahim (a.s.)'in hanımı Sârre erkek çocukla müjdelendiği zaman şöyle demişti:
Hayret doğrusu! Ben mi, bu yaşlı ve kısır halimle çocuk doğuracağım? Kocam da
benzerlerinin de çocuğu olmadığı yaşlılık çağmdadır. Cidden bu haber şaşılacak
bir şeydir, çok gariptir.
Melekler
ona cevap verdiler: Allah'ın kaza ve kaderine nasıl şaşarsın? Yani Allah'ın
ikinize İshak ismindeki o erkek çocuğu ikram etmesinde hiçbir gariplik yoktur.
Çünkü kâinatta hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeye kadirdir.
"Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "ol"
demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).
Melekler
devam ettiler: Çünkü ey Peygamber ailesi efradı! Allah'ın geniş rahmeti ve bol
bereketleri sizin üzerinizedir. Peygamberlik kıyamete kadar İbrahim (a.s.)'in
neslinden miras olarak devam edip gidecektir. Şüphesiz ki Ce-nab-ı Hak bütün
ayetleri ve efaliyle sena edilir, bütün övgülere lâyıktır. Sıfatları ve
zatıyla yüceltilir, çok hayır ve ihsan sahibidir. O hamd ve sena edilen, izzet
ve şeref sahibidir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak İbrahim (a.s.)'in meleklerin yemek yememeleri sebebiyle
meydana gelen korkusu geçip kendisini çocukla müjdelediklerini ve Lût kavminin
helak olacağını haber verdiklerini ve bu gelenlerin Lût kavmi için gelen azap
melekleri olduklarını öğrenince Hz. İbrahim (a.s.) Lût kavmine gönderilen
Allah'ın elçileri olan bu meleklerle mücadele etmeye başladı. Onların
mücadelesi Allah için idi. Zira onlar Allah'ın emriyle gelmişlerdi.
Çünkü
İbrahim (a.s.) cidden yumuşak huylu, kendine kötülük edenden intikam almakta
aceleci olmayan, yüreği yanık insanların başına gelen kötü ve acı olaylardan
çok ah çeken ve bütün işlerinde Allah'a yönelen bir kişi idi. Yani kalbinin
hassaslığı ve aşırı derecede merhametli oluşu Onu meleklerle mücadele etmeye
sevketmişti.
Melekler
İbrahim (a.s.)'e "Ey İbrahiml Lût kavmi hakkındaki bu mücadeleden vazgeç.
Çünkü Rabbinin onlar hakkındaki azabı ve kazasının icra edilmesi emri
gelmiştir. Hiç şüphe yok ki bu azap onlara gelecektir, ne mücadele, ne dua, ne
şefaat ne de başka bir şeyle kesinlikle bu azabın önlenmesi ve buna engel
olunması mümkün değildir.' dediler.
[83]
Bu
kıssa şu hususları bize bildirmektedir:
1- Meleklerle peygamberler arasında karşılıklı selamlaşmanın olması: Melekler
Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen" sözüyle selâm vermişler, tıpkı
"kâlû hayran" cümlesinde olduğu gibi. Hz. İbrahim (a.s.) da daha
güzel bir selâmla "selâ-mün aleyküm" diyerek karşılık vermiştir.
2- Ayet (Hûd, 69) misafire ikram etmekte acele davranılması, var olan, el
altında bulunan şeyin sunulması, eğer imkân varsa daha sonra başka ikramlarda
bulunulması ve elde bulunmayan, gücün yetmediği, darlığa sebep olacak şeyi
ikram etmek için tekellüfte bulunulmamasının misafirperverlik adabından
olduğuna işaret etmektedir.
Misafir
ağırlamak güzel ahlâklardandır ve İslâm'ın adabından, peygamberler ve
salihlerin ahlâkındandır. Bu sünnettir, farz değildir.
Buharî'nin
Ebu Şürayh'tan, İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Ebu Hurey-re'den rivayet ettikleri
bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyururlar:
"Misafirlik
üç gündür. Misafire ikram bir gün bir gecedir. Bundan sonrası (ev sahibine)
sadaka yazılır."
Yine
Buharî, Müslim, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Şürayh ve Ebu Hurey- ' reden rivayet
ettikleri bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar:
"Kim
Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna ikram etsin. Kim Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin."
Misafir
ağırlamada muhatap olan İmam Şafiî'ye göre hem şehirliler hem badiye halkıdır
(köylülerdir). İmam Mâlik ise "Şehirlilerin misafir ağırlama mecburiyeti
yoktur" der. Delil olarak da Kudaî'nin İbni Ömer'den rivayet ettiği
hadis-i şerifi zikreder: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Misafir
ağırlama bedevilerin üzerine borçtur. Şehirlilerin üzerine borç değildir."
Fakat bu ha-dis-i şerif Kurtubî'nin dediği gibi sahih değildir.
Misafire
yemek takdim edildiği zaman misafirin hemen yemeğe başlaması sünnettir. Çünkü
ev sahibinin yemeği takdim etmekte acele etmesi misafire verdiği değeri,
misafirin de hemen kabul edip yemeğe başlaması ev sahibine verdiği değeri
gösterir.
Melekler
ellerini çekince Hz. İbrahim (a.s.) onların kötü bir maksat taşımaları
ihtimaline binaen korkmuştu.
Yemek
adabından biri de ev sahibinin misafirinin yiyip yemediğine dikkat etmesidir.
Ama bu sadece göz ucuyla olmalı, uzun süren bakışlarla olmamalıdır.
3- Hanımın kocasının duygularına ortak olması güzel görülen bir şeydir.
Çünkü Sârre Lût kavminin işledikleri pislikleri kerih gördüğü için Lût kavminin
azaba, uğramasından memnun kalarak gülmüştü.
Buradaki
gülmek bilinen şekliyledir. Bazı lügatçiler Arap dilinde "güldü"
kelimesinin "hayız gördü" manasına geldiği şeklindeki görüşü
reddetmişlerdir.
4- Kadının mahremi olan misafir erkeklere bizzat hizmet etmesi sünnettendir.
Buharî bu husustaki hadis-i şerifi "kadının düğünde (mahremi olan) erkeklere
bizzat hizmet etmesi babı" başlığı altında nakletmiştir. Kurtubî
"kadının (mahremi olmayan) erkeklere hizmet etmesinin, örtünme emrinin
inmesinden önce olması muhtemeldir" demektedir.
5- Melekler yemekten imtina ettiler. Çünkü onlar melektirler: Melekler
ise bir şey yemez ve içmezler. Onlar Hz. İbrahim (a.s.)'in sevdiği
"misafir" sıfatıyla gelmek için misafir olarak Hz. İbrahim (a.s.)'e
geldiler. Hz. İbrahim (a.s.) misafir ağırlamayı çok severdi.
6- Taberî'nin zikrettiğine göre Hz. İbrahim (a.s.) kızarmış buzağıyı
takdim ettiği zaman melekler:
-
Biz fiatını ödemeden yemek yemeyiz, dediler. Bunun üzerine Hz. İbrahim
a.s.):
- Bunun
fiatı başlarken Allah'ın adını zikretmeniz "Bismillah demeniz",
sonunda da "Elhamdülillah deyip" şükretmenizdir, diye cevap verdi. Bu
söz üzerine Cebrail arkadaşları olan meleklere:
-
Allah bunu -hakkıyla- halil edinmiştir, dedi.
Bu
rivayet yemeğin başında besmele çekmek ve sonunda da şükretmek sünnetinin
bizden önceki ümmetlerde de bulunduğuna delâlet etmektedir.
7- Allah'ın rahmeti boldur. Peygamberin aile halkına verdiği bereketleri
de peşpeşedir. İki yaşlı eşe kendilerinden erkek çocuğun dünyaya geleceğinin
müjdelenmesi olağanüstü bir hal, bir mucizedir, Peygamber ailesinin özellikle
yüksek ve yüce bir ikrama mazhar olmasıdır. Allah Tealâ her şeye kadirdir. O
bütün övgülere lâyıktır, izzet ve şeref sahibidir. Bundan sonra da hayret edilerek
hiçbir şey yoktur.
8- Hz. İbrahim (a.s.)'in Lût kavminin helak edilmesi hakkında mücadele
etmesi günah değildir. Bunun delili de hemen bundan sonra gelen "Çünkü İbrahim
cidden yumuşak huylu yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi"
ayetidir. Yani onun kalbinin inceliği, son derece merhametli oluşu ve çok yumuşak
huylu oluşu onu mücadeleye sevketmişti. Bu mücadeleden maksat da Hz. İbrahim
(a.s.)'in Lût kavmine gelen bu azabı imana ve günahlardan tevbeye yönelirler
ümidiyle geciktirme gayretiydi.
9- "Ey aile halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir"
ayeti kişinin hanımın "ehl-i beyt"ten olduğuna, peygamberlerin
hanımlarının da "ehl-i beyt"ten olduklarına delâlet etmektedir.
Dolayısıyla Hz. Aişe (r.a.) validemiz ve Efendimiz'in (s.a.) diğer hanımları da
"ehl-i beyt-i Rasulullah" cümlesindendir ve Cenab-ı Hakkın
haklarında:
"Ey
Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp
tertemiz kılmak ister." (Ahzap, 33/33) buyurduğu Peygamberimiz (s.a.)'in
ehl-i beytindendirler.
[84]
77- Elçilerimiz Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna
gitmedi ve içi daraldı, ve 'İşte bugün zor bir gündür" dedi.
78- Bunun üzerine daha önce iğrenç davranışlarda
bulunan Lût kavmi hemen koşup ona geldiler. (Misafirleri istiyorlardı). Lût
onlara "Ey kavmim! İşte kızlarım. Bunlar sizin için daha temizdir.
Allah'tan korkun. Misafirlerime karşı (onlara tecavüzde bulunarak) beni rezil
etmeyin. İçinizde aklı başında bir kişi yok mu?" dedi.
79-
Kavmi Lût'a "biliyorsun ki, bizim senin kızlarına ihtiyacımız yoktur. Sen
bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun" dediler.
80-
Lût da onlara "Keşke benim size yetecek gücüm olsa (size engel olabilsem)
veya sağlam bir köşeye sığınabilsem" dedi.
81-
Melekler 'Ta Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamayacaklardır.
Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Hiçbiriniz arkasına dönüp
bakmasın. Ancak hanımın hariç. Çünkü kavminin başına gelecek azap ona da
gelecektir. Onların (helak olma) vakitleri bu sabahtır. Sabah da yakın değil
mi?" dediler.
82- (Azap etme) emrimiz gelince yaşadıkları
köylerin altını üstüne çevirdik. Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde
yağdırdık.
83-
Bu taşlar Rabbin tarafından işaretlenmişti. Bu (azap) zalimlerden (hiçbir
zaman) uzak değildir.
"İçinizde
aklı başında bir kişi yok mu?" Bu cümle, taaccüp (hayret etme) ve tevbîh
(azarlama) ifadesi taşıyan bir sorudur.
"...
veya sağlam bir köşeye sığınabilsem." Burada istiare sanatı vardır. Bundan
murad kavmi ve yakınlarıdır. Çünkü insan onlara sığınır, bir köşeye dayanır
gibi onlara dayanır.
"...
kasabanın altını üstüne çevirdik. " Burada alt üst kelimeleri arasında
tezat sanatı vardır.
[85]
"Elçilerimiz
Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna gitmedi." Onların gelişini kötü bir
durum olarak gördü, onların gelişi sebebiyle üzüldü. Çünkü melekler genç
delikanlı şeklinde gelmişlerdi. Hz. Lût (a.s.) onları insan zannetmişti. Dolayısıyla
kavminin onlara tecavüz edeceğinden, kendisinin de onları savunmaktan aciz
kalacağından korktu "ve içi daraldı," Yani onların gelişiyle göğsü
daraldı ve bu durumdan hoşlanmadı. Bu ifade kötülüğe engel olmaktan aciz kalma
sebebiyle şiddetli bir sıkıntı halinden kinayedir.
"Ve
işte bugün zor" eziyeti ve sıkıntısı şiddetli "bir gündür dedi."
"Bunun
üzerine daha önce" yani bu meleklerin gelmesinden önce "iğrenç
davranışlarda bulunan" fuhuş yapan, erkeklere arkadan yaklaşan, homoseksüellik
yapan "Lût kavmi hemen koşup" süratle "ona" Hz. Lût
(a.s.)'a "geldiler." (Misafirlerin kendilerine verilmesini
istiyorlardı.)
"Lût
(a.s.) onlara dedi ki: Ey kavmim! İşte kızlarım." Bunları nikahlayın.
"Bunlar sizin için daha temizdir." Yani fuhuştan uzaktır, helâldir,
temizdirler.
Ebu
Hayyan diyor ki: En güzeli izafetin mecazî olmasıdır. Yani benim kızlarım
yerine "Benim kavmimin kızları" şeklinde düşünülmelidir. Buna göre
"Erkekler değil kavmimin kızları sizin için helâldir, temizdir"
manasına gelir. Zira Peygamber, kavminin babası mertebesindedir. İbni Mes'ud'un
kıraatine göre "Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır. Onun
hanımları müminlerin anneleridir" ayetini müteakip "ve hüve ebün
lehüm (O onların babasıdır)" şeklinde bir ilâve vardır. Yine "Hz.
Lût (a.s.)'un sadece iki kızı vardı. Buradaki ifade ise çoğuldur"
denilmesi de bu manaya delâlet etmektedir. Ayrıca iki kızını bütün kavmine
nikahlaması da mümkün değildir. Bir rivayete göre Hz. Lût (a.s.) kendi
kızlarına işarette bulunarak kavmini nikâha teşvik etmişti. Zira mümine kızın
kâfir erkekle evlenmesi onlara göre sünnet idi. Yine denilmiştir ki: Ayette
geçen "atharu" kelimesi ism-i tafdil değildir. Zira erkek erkeğe
cinsi münasebette zerre kadar temizlik yoktur.
(Hz.
Lût (a.s) sözüne devamla) "Allah'tan korkun! Misafirlerime..." Ayette
geçen "dayf (misafir)" kelimesi tekil için de çoğul için de
kullanılabilir. Burada çoğul için "adyafî (misafirlerim)" manasında
kullanılmıştır. Misafirlerime "tecavüzde bulunarak beni rezil
etmeyin." Yani beni rüsvay eylemeyin yahut beni utandırmayın.
"İçinizde" hakkı bulabilecek, çirkin şeylerden elini çekecek olgunluk
sahibi "aklı başında bir kişi yok mu?" dedi."
Kavmi
Hz. Lût (a.s.)'a "Dediler ki: Biliyorsunuz ki bizim" senin kızlarında
hakkımız "senin kızlarına ihtiyacımız yok. Sen bizim ne istediğimizi"
yani oğlanlarla cinsi münasebet kurma arzumuzu "çok iyi biliyorsun,
dediler."
Hz.
Lût (a.s.) da onlara "Dedi ki: Keşke benim size yetecek gücüm" yani
size engel olabilecek kuvvetim "olsa, veya sağlam bir köşeye
sığınabilsem." Yani bana yardım edecek yakınlarım, size mani olabilecek
adamlarım olsaydı, sizi perişan ederdim.
"Melekler,
"ya Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamayacaklardır."
Sana hiçbir kötülük yapamayacaklardır. "Sen ailenle birlikte gecenin bir
bölümünde" gece yarısı "yürü git. Hiçbiriniz arkasına dönüp bakmasın.
" Yani geri kalmasın, arkaya bakmasın. Nehiy lafız olarak tek kişiye, mana
olarak Hz. Lût (a.s.)'adır. Nehiy sebebi onlara inen büyük azabı görmemeleridir.
"Ancak
hanımın hariç." Onu giderken yanına alma. "Çünkü kavminin başına
gelecek azap ona da gelecektir." Bu cümle istinaf (yeni bir cümle)
şeklinde ta'lildir, yani önceki ifadenin sebebini bildirmektedir. Rivayete göre
Hz. Lût (a.s.) gece giderken hanımını yanına almadı. Bir başka rivayete göre
hanımı da onunla birlikte çıktı ama yolda giderken arkasına baktı ve
"Yazık benim kavmime!" dedi. O sırada ona bir taş isabet etti ve
öldü.
"Onların"
helak olma "vakitleri bu sabahtır." Sanki bu cümle gece yürümenin
illetini bildirmektedir. Yahut Hz. Lût (a.s.) meleklere kavminin helak olma
zamanını sormuş, onlar da bu şekilde cevap vermişlerdir. "Sabah da yakın
değil mi? dediler."
Azabımız
yahut "Azap etme emrimiz gelince köylerinin altını üstüne çevirdik.
" Cebrail (a.s.) bu köyleri semaya kaldırıp ters olarak yere bıraktı.
"Üzerlerine"
ateşle pişirilmiş, çamurdan yapılmış "kızgın taşları... yağdırdık."
Nitekim bir ayet-i kerimede de "Üzerlerine çamurdan yapılmış taşları
gönderelim..." (Zariyat, 51/33) buyurulmaktadır, yani taşlaşmış çamur
demektir.
"Sağanak
halinde" yani peşpeşe düzenli bir şekilde onlara azap etmek için
hazırlanmış bir şekilde "yağdırdık".
"Bu
taşlar Rabbin tarafından işaretlenmişti." Azap etmek üzere işaretlenmişti
yani hepsinin üzerinde Cenab-ı Hak tarafından konulmuş özel alâmet vardı.
"Bu
azap" yani bu taşlar veya bu köyler veya bu çeşit azap Mekke halkı ve
benzeri "zalimlerden uzak değildir." Bu ifade her zalime bir tehdit
niteliğindedir.
Rivayete
göre Peygamberimiz (s.a.) Cebrail (a.s.)'e bunu sormuş, o da şöyle cevap
vermişti: "Ümmetinin zalimlerini kastetmektedir. Onlardan hiçbir zalim
yoktur ki üzerine bugün veya yarın bir taş düşmekle azaba uğramayacak olsun."
Onlar mutlaka azaba uğrayacaklardır.
[86]
Hz.
Lût (a.s.) ve kavmim konualan bu kıssa bu sürede zikredilen beşinci kıssadır.
Hz. Lût kavmi Ürdün'de Sodom kasabası halkıdır.
İbni
Abbas diyor ki: Hz. ibrahim (a.s.) kasabası ile kardeşinin oğlu olan Hz. Lût
(a.s.) kasabası arasında 4 fersah (13 mil: 23, 4 km.) mesafe vardı. Melekler
Hz. Lût (a.s.)'a insan suretinde, sakalsız, son derece yakışıklı delikanlılar
olarak gelmişler, Hz. Lût (a.s.) onların Allah'ın melekleri olduklarını anlamamıştı.
[87]
Elçilerimiz
olan melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e Lût kavminin bu gece helak olacağını
bildirdikten sonra Allah tarafından bir imtihan vesilesi olarak gayet güzel
yüzlü, yakışıklı, güzel bir fiziki yapıya sahip gençler olarak geldiklerinde
Lut (a.s.) onların bu durumunu ve gelişlerini kötüye yormuş ve bu sebeple gönlü
daralmıştı. Çünkü bunları gerçekten insan zannetmiş, kavminin pisliğinin onlara
bulaşmasından korkmuş, kendisinin de kavmine karşı çıkmaya aciz olmasından
dolayı "İşte bugün zor yani belâsı şiddetli bir gündür' demişti.
Hz.
Lût (a.s.)'un hanımının bildirmesiyle misafirlerin geldiklerini duyan kavmi
buna sevindikleri için fuhuş yapmak üzere hemen koşup Lût (a.s.)'a geldiler.
Bu onlar için garip bir davranış değildi. Çünkü onlar bu misafirlerin gelişinden
önce de bu çeşit günah işliyorlar, fuhşa irtikap ediyorlardı. Bu artık onların
normal seciyyeleri haline gelmişti. Bunlar bu hallerinde azap gelinceye kadar
devam etmişlerdi.
Nitekim
Cenab-ı Hak onların bu durumu hakkında Hz. Lût (a.s.)'un sözünü nakletmişti.
"Sizler hâlâ erkek erkeğe cinsi münasebette bulunacak, yol kesecek ve
toplantı yerinizde edepsizce davranışlarda bulunacak mısınız?" (Anke-but,
29/29). Lût kavmi helak vakti gelinceye kadar bu fuhşu işlemeye devam ettiler.
Hx.
L&fc (.a.s.) karovme. "îty kavmimi İşte. şu kıtları ırikâhlaym"
demişti. Bu, ifadeden maksat kavminin kızları ve hanımlarıdır. Çünkü -İbni
Abbas'ın dediği gibi- ümmeti için peygamber baba mertebesindedir. Hz. Lût
(a.s.) onlara kendileri için dünya ve ahirette en faydalı olanı göstermişti.
Nitekim bir başka ayette Hz. Lût (a.s.)'un kavmine şöyle dediği anlatılır.
"Rabbinizin
size eş olarak yarattığı kadınları bırakıp da bütün âlemler içerisinde siz,
erkeklerle temas eden kimseler mi oluyorsunuz? Doğrusu siz, haddi aşan bir
kavimsiniz." (Şuara, 26/165-166).
Mücahid,
Katade ve daha pek çok alim şöyle demişlerdir. Ayette geçen
"kızlarım" tabirinden maksat Hz. Lût (a.s.)'un kendi kızları değil,
ümmetinin kızlarıdır. Her peygamber ümmetinin babasıdır.
İbni
Cüreyc diyor ki: Hz. Lût (a.s) onlara hanımları nikahlamalarını emretti.
Onları zinaya teşvik etmedi.
Said
b. Cübeyr diyor ki: Kavminin kızları Hz. Lût (a.s.)'un kızları sayılır. O da
kavminin babasıdır. Hz. Lût, kendisine gelenlere şöyle seslenmişti: Allah'tan
korkun. Size emrettiğim şekilde sadece nikâhlı hanımlarınıza yönelin.
Misafirlerimin
huzurunda beni rezil rüsvay etmeyin, beni utandırmayın. Çünkü onları
küçümsemek beni küçümsemektir.
Devamla,
"Sizin içinizde emrettiğimiz şeylere yönelecek, yasak ettiğim şeyleri terk
edecek, sizi en sağlam yola iletecek olgun, hikmetli, akıllı, hayırlı bir kişi
yok mudur?" dedi.
Lût
kavmi şöyle cevap verdiler: Sen bizim kadınlara ihtiyacımız olmadığını, onları
arzulamadığımızı eskiden beri biliyorsun. Senin söylediğinde hiçbir fayda
yoktur. Bizim sadece erkeklere karşı arzumuz vardır. Sen bizim bu arzumuzu
biliyorsun. Bize bu konuda aynı şeyi tekrar etmekten fayda nedir? Bu ifadeden
maksat onların bu arzularında kararlı olduklarını bildirmektir.
Bunun
üzerine Hz. Lût kavmini tehdit ederek şöyle dedi: Sizinle çarpışacak bir
kuvvete sahip olsaydım, size karşı bana destek verecek ve yardım edecek
yakınlarım olsaydı, sizin kötülüğünüze engel olabilseydim sizinle savaşırdım,
sizin arzu ettiğinize ulaşmanızı engellerdim.
Hz.
Lût (a.s)'u endişeye sevkeden misafirlerine karşı rezil-rüsvay olma korkusundan
sonra melekler ona kavminin azapla helak olacağını ve kendisinin kurtulacağını
müjdeleyerek şöyle dediler:
"Ey
Lut! Bizler seni kavminin şerrinden kurtarmak ve onları helak etmek için
gönderilen Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana veya misafirlerine asla hiçbir
kötülük yapamayacaklardır."
O
anda Allah onların gözlerini kör etti. Ne Lût'u, ne de yanındakileri göremez
oldular. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede şöyle buyuruyordu: "Şüphesiz
onlar Lâftan misafirlerini kendilerine vermesini istemişlerdi. Biz de onların
gözlerini silme kör ettik. Haydi azabımı ve uyarılarımı (dinlememenin cezasını)
tadın, dedik." (Kamer, 54/37).
Melekler
devamla şöyle dediler: Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git.
Yani geceleyin bu kasabadan çık. Bunun için kasabanın hudutlarını geçmen
yeterlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nihayet o kasabada
bulunan müminleri çıkardık. Zaten biz orada bir tek ailenin dışında müslü-man
bulamadık." (Zariyat, 51/35-36).
Hiçbiriniz
sakın arkasına bakmasın. Zira ona azaptan bir şey isabet eder, yahut onlara
şefkat besler. Emrolunduğunuz tarafa doğru yürüyün.
Ailenle
birlikte git. Ancak hanımın hariç. Onu beraberine alma. Çünkü onlara isabet
eden azap hanımına da isabet edecektir. Zira o kâfir ve hain idi.
Bundan
sonra gece yürümenin sebebi zikredildi. Şüphesiz onların azabı ve azabının
başlangıcı sabah fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Onları şafak vakti korkunç bir çığlık
yakaladı." (Hicr, 15/73).
"Sabah
vakti yakın bir vakit değil mi?" Bu vaktin seçilmesinin sebebi hepsinin
evlerinde bulundukları bir vakit oluşudur.
Rivayet
edildiğine göre Melekler Hz. Lût (a.s.)'a "Onların yok olma vakitleri bu
sabahtır" dediklerinde Hz. Lût (a.s.) "Beri bundan daha çabuk, hatta
şu anda helak edilmelerini istiyorum" demiş, melekler de "sabah yakın
değil mi?" demişlerdi. Müfessirler diyor ki: Hz. Lût (a.s.) bu sözü işitince
ailesiyle birlikte geceleyin kasaba dışına çıkmıştı.
Fecir
vakti olup da azap etme emrimizi yerine getirmek için kazamız icra edilince
Sodom kasabasının altını üstüne çevirdik. Onları yerin dibine geçirdik.
Üzerlerine, sertleşmiş çamurdan yapılmış taşlan peşpeşe sağanak halinde yağdırdık.
Bu taşlar azap için işaretlenmiş, üzerlerinde Rabbin tarafından Onun
hazinelerinde hususi alâmet konulmuştu.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini
yere gömen de O'dur. Onları o kuşatan azap kuşatmıştı." (Necm, 53/53-54).
Kim
yere düşüp ölmemişse Allah onun üzerine kızgın taşlar (kuvvetli taşlaşmış
çamur) yağdırmıştı.
Tefsir'de
"emtarna" azap için "matarna" rahmet için kullanılır,
denilmektedir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bütün zalimlere tehdit mahiyetinde bu kıssadan alınacak ders
ve ibreti şöyle zikretti: "Bu azap zalimlerden hiçbir zaman uzak
değildir." Bu azap veya bu azabın meydana geldiği kasaba, Mekke halkı gibi
zulmetmekte onlara benzeyen kimselerden uzak değildir. Bundan maksat Cenab-ı
Hak onlara da bu şekilde azap edebilir, demektir.
Enes
b. Malik (r.a.) diyor ki: Rasulullah (s.a.) bu ayeti Cebrail'e sordu. O da
"Yani senin ümmetinin zalimlerinden uzak değildir. Onlardan hiçbir zalim
yoktur ki, bugün-yann üzerine düşecek taş ile azaba maruz olmasın" dedi.
Bu
ifadede her zaman ve her yerde zalimler için alınacak ders ve ibret vardır.
"Baîd" kelimesinin müzekker olarak gelmesi "uzak bir yer"
manasına da kullanıldığı içindir.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların
memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz1?" (Sâffât,
37/137-138) Sizler sabah akşam yolculuk yaparken onların kasabasından
geçiyorsunuz. Onlara inen bu belâyı hiç düşünmez, ibret almaz mısınız?..
[88]
Hz.
Lût (a.s.) ve kavmi kıssası aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Mümin Allah'ın koyduğu yasaklara karşı gayret sahibidir. Belâ inmeden
önce olayların meydana gelmemesi için gayret eder.
Melekler
Hz. İbrahim (a.s.)'in yanından çıkınca Hz. Lût (a.s.)'un iki kızıyla
karşılaştılar. Hz. İbrahim (a.s.)'in kasabası ile Hz. Lût (a.s.)'un kasabası
arası 4 fersah (13 mil=23,4 km.) idi. Hz. Lût (a.s.)'un kızları nehirden su
alırken melekleri gördüler. Melekler gayet yakışıklı idiler. Peygamber kızları
meleklere:
-
Durumunuz nedir? Nereden geliyorsunuz? diye sordular. Melekler:
-
Şu kasabadan geliyoruz. Bu kasabaya geldik, dediler. Peygamber kızları:
-
Ama bu kasaba halkı fuhuş yapmaktadır, dediler. Melekler:
-
Peki, bizi misafir edecek kimse var mıdır? diye sordular:
- Evet! Şu yaşlı zat vardır, deyip. Hz. Lût
(a.s.)'a işaret ettiler. Hz. Lût (a.s.) misafirlerin durumunu görünce kavminin
onlara zarar vermelerinden korktu.
2- Lût kavminin fuhuş yapmak için süratle misafirlerin bulunduğu eve gelmeleri
melekler ve başkaları için onların acıklı bir azaba ve süratli bir cezaya
lâyık olduklarına kesin bir delil idi.
Onların
koşup gelmelerinin sebebi ise şu idi. Hz. Lût (a.s)'un kâfir olan hanımı
misafirleri ve misafirlerin yakışıklılığını görünce evinden çıkarak kavminin
bulunduğu meclise geldi. Onlara "Bu gece Lût, evinde benzeri görülmemiş
şöyle şöyle yakışıklı delikanlıları misafir etmektedir" dedi. Bunun
üzerine insanlar koşarak Hz. Lût (a.s.)'un evine geldiler.
Anlatıldığına
göre melekler Hz. Lût (a.s.)'un kasabasına geldiklerinde Hz. Lût (a.s)'u bir
bahçede bulmuşlardır. Kızı da Sodom nehrinden su alıyordu... Kıssanın devamı
daha önce geçtiği gibidir.
3- Lût kavmi kötü fiiller işliyorlardı. Adetlerinden biri de erkeklerin
erkeklerle cinsi münasebette bulunmalarıydı. Kavmi Hz. Lût (a.s.)'a gelip misafirleri
isteyince Hz. Lût (a.s.) misafirlerini korumak için "işte kızlarım"
demiş, kavmine kadınları nikahlamaları ve erkek misafirler yerine kızları
tercih etmeleri yolunu göstermişti.
Rivayete
göre Hz. Lût (a.s.) kavmini bu durumda nikaha teşvik etmişti. Çünkü o sırada
sünnet, kâfir erkeğin mümine kadınla evlenmesine caiz olduğu idi. Bu durum
İslâm'ın ilk yıllarında caiz olup sonra neshedilmişti. Peygamberimiz (s.a.)
bir kızını Ukbe b. Ebi Leheb'e, diğer kızını da peygamberlik ve vahiyden Önce
Ebil-As b. Rabi'ye nikahlanmıştı. Kızlarının kocaları o sırada kâfir idiler.
Mücahid,
Said b. Cübeyr gibi müfessirlerden bir grup şöyle demişlerdir: Hz. Lût (a.s.)
"kızlarım" ifadesiyle kavminin kadınlarına işaret etmiştir. Çünkü bir
kavmin peygamberi onların babası sayılır. İbni Mes'ud'un kıraatinde yer alan
"Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha yakındır. Peygamberin
hanımları müminlerin anneleridir. Peygamber de onların babalandır" ifadesi
bu manayı teyit etmektedir. Görüldüğü gibi bu görüş en uygun ve doğruya en
yakın görüştür.
4- İkram sever, asil, şahsiyetli kişi misafirlerinin şahsiyetini koruyan
kişidir. Bunun için Hz. Lût (a.s.) "Allah'tan korkun. Beni misafirlerime
karşı rezil etmeyin." Yani beni hiçe alırcasına davranmayın, beni rüsvay
eylemeyin, dedi.
Daha
sonra "içinizde aklı başında -yani iyiliği emredip kötülüklerden
neh-yedecek, olgun, salih, ıslah edici- bir kişi yok mu?" dedi. Rüşd ve
reşad, hidayet ve istikamet demektir.
5-
Kim fesat ve fuhşa alışırsa
dürüstlük ve temizlikten uzak olur. Bu sebeple Lût kavmi "Biliyorsun ki
bizim senin kızlarına ihtiyacımız yoktur." Yani bizim senin kızlarında bir
arzumuz yoktur. Onları istemiyoruz. Bizim kadınları nikahlamak gibi âdetimiz de
yoktur. Çünkü kadınları nikahlamak bizim metodumuz dışında veya bizim üzerinde
bulunduğumuz yolun haricinde bir iştir. Bizim kızlara karşı bir ihtiyacımız
yoktur. Yahut sen bizim kızlarla-kadınlarla evlendiğimizi görmüş değilsin. O
halde bu ifade ciddiyeti olmayan bir arz etmedir. Ayetteki "hakkımız
yok" ifadesi kızlarına karşı "ihtiyacımız, arzumuz yok"
manasmdadır.
Lût
kavmi bundan sonra gerçek arzularını şu sözleriyle bildirdiler: "Sen bizim
ne istediğimizi çok iyi biliyorsun." Bununla misafirlere işaret ediyorlar,
arzularının erkeklerle münasebet kurmak olduğunu, kendilerinin bu hususta
arzulu olduklarını ifade ediyorlardı.
6- Hz. Lût (a.s.) onları engellemek ve korkutmak için kavminin bu tutumundan,
delâlette devam etmelerinden, onlara karşı zayıf ve onları engellemekten aciz
olması sebebiyle rahatsız olduğunu ortaya koymaktan son derece kızgınlık ve
tehditten başka bir çare bulamadı. Onları engellemek için yardımcıları
olmasını temenni etmişti. Çaresizlik ve bitkinlik içinde "Keşke benim size
yetecek gücüm olsa..." yardımcılarım veya bana destek olanlar bulunsa
fesatçılara engel olurdum, onlarla yapmak istedikleri fuhuş arasında mani
olurdum. Yahut keşke sığınacağım bir sığınak, bir kabile veya fuhuş ve
işleyenlere, zulüm ve zalimlere, fısku fücur ve fasıklara karşı bana destek
olacak yakınlarım olsa! demişti.
Bu
ifade Hz. Lût (a.s.)'un o fuhuş ehlinin misafirlerine tecavüzde bulunup rezil
etmeye kalkışmaları sebebiyle, son derece endişe ve üzüntü içinde bulunduğuna
delildir.
7- Melekler Hz. Lût (a.s.)'un üzüntüsünü ızdırabını ve onları müdafaa
ettiğini görünce kendilerini tanıttılar ve "Ya Lût! Bizler Rabbinin
elçileriyiz, dediler."
Hz.
Lût (a.s.) onların elçi olduklarını öğrenince kavminin içeri girmesine müsaade
etti. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) elini gelenlerin gözlerine koydu. Anında kör
oldular. Elini gelenlerin ellerine koydu o anda elleri kurudu, felç oldular.
Melekler
Hz. Lût (a.s.)'u "Onlar sana hiçbir şekilde kötülük yapamayacaklardır"
diyerek mutmain kıldılar.
Meleklerin
bu sözü beş çeşit müjdeyi ihtiva ediyordu.
a) Kendilerinin Allah'ın elçileri (melekler) olduğu müjdesini,
b) Kâfirlerin niyet ettikleri kötülüğe ulaşamayacakları müjdesini,
c) Allah Tealâ'nın onları helak edeceği müjdesini,
d) Allah Tealâ'nın onu ailesiyle birlikte bu azaptan kurtaracağı
müjdesini.
e) Onun dayandığı köşenin sağlam oluşu, yardımcısının Allah olduğu
müjdesi.
8- Allah Tealâ'nın rahmeti ve adaleti müminlerin kurtulmasını, kâfirlerin
helak olmasını gerektirmiştir. Bu, peygamberin bir mucizesi, O'nunla beraber iman
edenlere Allah'ın bir ikramı, zalimlere karşı bir tehdit, kâfirlere karşı bir
korkutmadır.
Allah,
Hz. Lût (a.s.)'u ve aile halkından -hanımı hariç- sadece iki kızını kurtarmış,
kavmini de helak etmiştir.
9- Lût kavminin helak edilmesi tan yerinin ağarması ile Güneş'in doğuşu
arasında Cebrail (a.s.)'in Lût kavmine ait köyleri ters-yüz ederek altını
üstüne çevirmesiyle meydana gelmiştir. Bu köyler beş tane idi. Sodom (en büyük
köy idi), Amura, Dadûma, Da'vah ve Katem.
Yani
bu azabın iki sıfatı vardı:
Birincisi:
"Yaşadıkları köylerin altını üstüne çevirdik" ayetidir. Cebrail bu
köyleri bir defada ters-yüz etmiş, sonrada yere vurmuştu.
İkincisi:
"Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık" ayetidir. Bu
şekil azap vermede iki yönden mucizedir.
a) Toprağın yerinden alınıp göğe çıkarılması harikulade (olağanüstü) bir
harekettir.
b) Diğer köyleri hiç sarsmadan bu kadar uzak mesafeden köylerin yere
çarpılması gayet acaip bir haldir.
Ayrıca
Hz. Lût (a.s.) ve aile halkı bu yere yakın oldukları halde bu belânın onlara
ulaşmaması da gayet büyük bir mucizedir.
10- Allah Tealâ Lût kavmine atılan taşların üç özelliğini belirtti.
a) "Siccîl" yani çok sert oluşu, yahut taşlaşmış çamurdan
oluşu.
b) "Menzûd" yani peşpeşe, ardarda, sağanak halinde yağmaları.
c) "Müsevveme" yani işaretli oluşları, taşların üzerinde mühür
gibi alâmet bulunması.
"Rabbinin
nezdinde işaretlenmiş" ifadesi hakkında Hasan-ı Basrî "Bu ifade bu
taşların yeryüzündeki taşlardan olmadığına delildir" demiştir.
"Bu
azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir" ayetindeki zalimler Lût
kavmidir. Yani bu azap onlara tam manasıyla isabet etmiştir. Bu azap aynı zamanda
Mekke halkı ve diğer zalimler için de bir ders ve ibrettir.
Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetimin sonunda bir
topluluk gelecek, bunların erkekleri erkeklerle kadınları da kadınlarla
yetinecek. Bu, olduğu zaman Lût kavminin azabını yani "Allah 'in bunlar
üzerine kızgın taşlar göndermesini bekleyin." Sonra da Rasulullah (s.a.)
şu ayeti okumuştur: "Bu azap zalimlerden (hiçbir zaman) uzak
değildir." (Hûd, 83).
11- "Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık" ayeti
kim Lût kavminin fiilini yaparsa ona verilecek hüküm recm (toprağa gömülüp
taşlanmak) cezasıdır. Nitekim bu husus A'raf suresinde de geçmişti.
[89]
84-
Medyen'e de (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. (Şuayb)
şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh
yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizin
için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım.
85-
"Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara
eşyalarını eksik olarak vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık
yapmayın."
86- "Eğer inançlı kimseler iseniz, Allah'ın
sizin için geriye bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinizde
bekçi değilim."
87- (Medyen kavmi) şöyle dediler: "Ey Şuayb!
Atalarımızın taptığını bırakmamızı ve mallarımızda dilediğimiz şeyi yapmayı
terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hem de sen cidden yumuşak huylu, aklı
başında bir adamsın."
88-Şuayb
da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana. Benim Rabbim tarafından açık bir
delilim varsa, ve o beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızık-landırdıysa...
(Ben O'na nasıl karşı gelebilirim?) Ben> sizlere yasak ettiğim, şeyleri
kendim yapmak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim.
Benim muvaffak olmam ancak Allah'tandır. Sadece O'na güvendim ve sadece O'na
yönelirim.
89- "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh
veya Hûd yahut Salih kavimlerinin başlarına gelenler gibi, size bir musibet
getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir."
90-
"Rabbinizden affınızı isteyin. O'na dönün. Şüphesiz ki Rabbim çok merhametlidir,
çok sevendir."
91- (Bunun üzerine) kavmi şöyle dedi: "Ey
Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda
çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlayarak
öldürürdük. Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin."
92-
Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı üstün
ki, Allah'a sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim, (yaptıklarınızı ilmiyle)
kuşatmıştır."
93-
"Ey kavmim! Olduğunuz yerde devam edin. Ben de amelime devam edeceğim.
İleride rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu
bileceksiniz. Bekleyin bakalım, . ben de sizinle beraber bekliyorum."
94- (Azap etme) emrimiz gelince Şu-ayb'ı ve
onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir
çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında yığılıp kaldılar.
95- Sanki orada hiç yaşamamışlar gibi... (izleri
silinip gitti). İyi bilin ki daha önce Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden)
uzaklaştığı gibi, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.
"...
Çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım." (Hûd, 84). Burada aklî
mecaz sanatı vardır. Kuşatma kelimesi cisim olmayan zamana, yani güne ve o
gündeki azaba isnat edilmiştir.
"...
O'na sırt çeviriyorsunuz." Burada istiare-i temsiliyye vardır. O'nu sırtın
arkasına atılan şey gibi telakki ediyorsunuz, demektir.
[90]
"Medyene
de" yani Medyen halkına da "kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak
gönderdik." Medyen, İbrahim (a.s.)'in oğlu Medyen'in kurduğu ve O'nun ismiyle
anılan kasabadır. Şuayb "Dedi ki: Ey kavmim!" Sadece "Allah'a
kulluk edin."
"Ben
sizi nimet içinde görüyorum." Yani sizi servet ve nzık bolluğu içerisinde
ve hile yapmanıza ihtiyaç bırakmayacak bir hal içerisinde yahut sizi Allah
Tealâ tarafından verilen nimet içerisinde görüyorum. Bu nimetin hakkı da
yaptığınız şekilden başkasıyla mukabelede bulunmaktır. Yahut hayır içinde görüyorum.
Üzerinde bulunduğunuz bu hayırlı durumu kaybetmeyin, demektir.
Eğer
iman etmezseniz "sizin için çepeçevre kuşatacak" içinizden hiçbir
kimsenin kurtulamayacağı ve hepinizi helak edecek "bir günün azabından korkuyorum.
" "Gün" kelimesinin "azap" ile tavsif olunması, azabın
gündüz meydana gelmesi sebebiyle mecazdır.
"Ey
kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın." Burada ölçü ve
tartıyı "eksik yapmak'tan nehyettikten sonra, onların kasden hile yapmayı
bırakmalarının onlar için yeterli olmayacağını, bilakis onların ölçü ve tartıyı
tam yapmaya gayret etmelerinin gerekli olduğunu tenbih etmek için ve mübalağa
kasdıyla "ölçü ve tartıyı tam yapma"yı emretti.
"İnsanlara
eşyalarını eksik olarak vermeyin." Onların haklarından hiçbir şey
eksiltmeyin.
'Yeryüzünde
fesatçılık, bozgunculuk yapmayın." Yani hakkı eksik vermek yahut adam
öldürmek, yahut hırsızlık ve yağmalama gibi fesat çıkarmayın. Üç cümleden
meydana gelen 85. ayetteki son iki cümle hususi bir ifadeden sonra umumi bir
ifadeye geçmektedir. "Eksik olarak vermeyin" ifadesi de haklarda
noksanlaştırmayı ve diğer fesat çeşitlerindeki bozgunculuğu da şamildir.
"Eğer
inançlı kimseler iseniz" Yani iman etmeniz şartıyla... Zira salih amelin
sevabı ve kurtuluş iman şartına bağlıdır. Bu şartla "Allah'ın sizin için
geriye bıraktığı şey" yani ölçü ve tartıyı tam olarak yaptıktan sonra
sizin için geri kalan rızık veya size haram olan şeyden sakındıktan sonra
Allah'ın sizin için geriye bıraktığı helâl rızık, "sizin için" eksik
ölçüp-tartmakdan ve hilekârlıkla topladığınız mallardan "daha
hayırlıdır."
"Ben
sizin üzerinize bekçi değilim" ki sizi çirkin şeylerden koruyayım; yahut
murakıp değilim ki, sizin amellerinizi tespit edip size bu amellerin karşılığını
vereyim. Ben sadece uyarıcı, nasihat ve tebliğ ediciyim. Sizi uyardığım zaman
artık hiçbir mazeretimiz kalmaz.
Hz.
Şuayb (a.s.) Medyen kavmine tevhidi (Allah'ı bir tanımalarını) emrettikten
sonra ona alaylı bir şekilde cevap verdiler. "Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın
taptıklarını" yani putları "bırakmamızı ve mallarımızda dilediğimiz
şeyi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?" Ayetin manası
şudur: Bu hayra davet eden hiçbir davetçinin davet etmeyeceği batıl bir şeydir.
Onlar bununla Hz. Şuayb (a.s.)'ın namazıyla alay etmek istiyorlardı. Çünkü Hz.
Şuayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Bundan dolayı özellikle namazı
zikretmişlerdi. Medyen kavmi şunu diyorlardı: Senin davetini hiçbir akli sebep
teyit etmemektedir. Seni buna sevk eden şey devamlı kıldığın namaz cinsinden
birtakım kuruntu ve vesveselerdir.
"Hem
de sen cidden çok yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın." Bunu alay
etmek için söylemişler, gerçek vasfının bu ifadenin zıddı olduğunu kastederek
onunla eğlenmek istemişlerdi. Halim, teenni ile (büyük bir titizlikle ve
ağırbaşlılıkla) hareket eden akıllı kişi, reşid ise hidayet üzere dosdoğru
devam eden, bu yolda sabit olan kişi demektir.
"Şuayb
da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana, benim Rabbim tarafından açık bir
delilim varsa" ki bu ifade Allah'ın ona ihsan ettiği ilim ve peygamberliğe
işarettir; "... ve O beni kendi nezdinde güzel bir rızıkla
rızıklandırdıy-sa..." "Minhü" kelimesindeki zamir Allah'a aittir.
Bu ifade ile Allah'ın ona (Hz. Şuayb'e) ihsan ettiği helâl rızka işarettir.
Yani "Ben o helâl rızka eksik tartarak, hile yaparak haram mı
bulaştırayım?' demektedir. Ayetteki şart cümlesinin cevabı hazfedilmiştir.
Takdiri ise şöyledir: Benim bu ruhani ve cismani saadetten sonra Onun vahyine
ihanet etmem, Onun emir ve nehiylerinde aykırı davranmam makul olur mu? Hz.
Şuayb (a.s.)'m bu cevabı kavminin alışılagelmiş âdetlerini değiştirmesini ve
ataların dinini yasaklamasını yadırgamalarına karşı bir mazeret beyanıdır.
"Ben
sizlere yasak ettiğim şeyleri" aykırı davranarak onları "kendim yapmak
istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim." Yani sizi
adaletle ve iyiliği emretmek, kötülüğü engellemek suretiyle ıslah etmek isterim.
"Benim
muvaffak olmam, ancak Allah'tandır." Benim buna ve bundan başka taatlere
güç yetirmem, hakka ve doğruya isabet etmem ancak Onun hidayeti ve
yardımıyladır.
"Sadece
O'na güvendim." İşimi O'na havale ettim. Çünkü o her şeye imkânı olan,
kadir olandır. O'ndan başkaları acizdirler. Hatta yok hükmündedir, itibar
dereceleri düşüktür. Burada sırf tevhide işaret edilmektedir.
"Sadece
O'na yönelirim." O'na dönerim, dönüşüm O'nadır. Bu ifade de gerçek dönüşü
-ahireti- bilmeye işarettir. Mef ulun fiile takdim edilmesiyle bu ifade de
hasr (yalnız Ona ait oluş)ifade etmektedir.
Bu
kelimelerde Allah Tealâ tarafından hakka isabet etmeye muvaffak kılınma
arzusu, bütün işlerde O'nun yardımını isteme, O'na yönelme, kâfirlerin
ümitlerini tamamen kesme, onların düşmanlıklarına aldırış etmeme ve kâfirleri
ceza için Allah'a dönecekleri şeklinde tehdit etme manaları bulunmaktadır.
"Ey
kavmim! Bana karşı gelmeniz" yani sizinle olan şiddetli ihtilâfım ve bana
düşman olmanız "Nuh" kavminin başına gelen tufanda boğulmak,
"veya Hûd" kavmine isabet eden kasırga ve "Salih kavminin başına
gelen" korkunç sarsıntı "gibi size bir musibet getirmesin." Yani
böyle bir şeye sebep olmasın.
"Lût
kavmi de sizden pek uzak değildir." Yani Lût kavminin yerleri yahut helak
edilme zamanı, yani hem yer hem de zaman bakımından size uzak değildir. Lût
kavminden önceki kavimlerden ibret almazsanız, hiç olmazsa onlardan ibret alın.
"Baîd
(uzak)" kelimesinin müfred oluşunun sebebi kelimenin ya onların helak
olması uzak değildir, yahut onlar uzak bir şey değildir, yahut uzak bir zamanda
değildir veyahut uzak bir yerde değildir manasında olması sebebiyledir.
"Rabbinizden
affınızı isteyin, sonra O'na dönün."
"Şüphesiz
ki Rabbim" müminlere "çok merhametlidir." Tevbe edenlere rahmeti
büyüktür. "Çok sevendir" müminleri sever. Onlara gayet içten seven
birinin sevdiğine yaptığı lütuf ve ihsanı yapar. Bu ifade günahta ısrar edene
karşı yapılan tehditten sonra, tevbe eden kullara vaadde bulunma anlamı taşımaktadır.
Bunun
üzerine Medyen halkı, Hz. Şuayb (a.s.)'a pek aldırış etmediklerini bildirmek
için "Şöyle dediler:" Tevhid hakkında "Biz senin söylediklerinin
çoğunu anlayamıyoruz." Ayette geçen fıkıh, ince ve derin anlayış
demektir.
"Şüphesiz
seni aramızda çok zayıf düşük "bir kimse olarak görüyoruz. Eğer
kabilen" yani yakınların ve kavmin "olmasaydı seni taşlayarak
öldürürdük."
Ayette
geçen "raht", üç ile on kişi arasında insandan oluşan gruba denir.
"Esasen
sen bizim aramızda itibarı olan" taşlanmayacak kadar değerli "bir
kişi de değilsin." Bu tavır deliller karşısında perişan olan beyinsiz
kişilerin tavrıdır. Böyleleri hüccet ve delillere söverek ve tehditle karşılık
verirler.
Şuayb
(a.s.) "Dedi ki: Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı
üstün ki" beni Allah için değil de onların hatırına öldürmeyip sağ
bırakıyorsunuz. "Allah'a sırt çeviriyorsunuz." O'na başka şeyi şirk
koşmakla O'nu arkaya atılan bir şey gibi telakki ediyor, O'nun hakkını
gözetmiyorsunuz. Yahut O'na şirk koşmakla ve peygamberini küçümsemekle O'nu
arkaya atılan unutulmuş bir şey gibi kabul ediyorsunuz.
"Şüphesiz
ki Rabbim yaptıklarınızı ilmiyle kuşatmıştır." Onların karşılığını size
verecektir. Çünkü Ona bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz.
"Ey
kavmim! Olduğunuz yerde" yani o kuvvete sahip olarak "devam edin. Ben
de" bu durumda "amelime devam edeceğim."
Allah
Tealâ'nm kime azap edeceğini "ileride bileceksiniz."
Amelinizin
sonunu "Bekleyin bakalım. Ben de sizinle beraber bekliyorum."
Bu
ifadenin benzeri En'am suresinde (135. ayette) ve başka surelerde
"fe" harfiyle "fe-sevfe" şeklinde gelmiştir. Burada
"fe" harfi küfür üzerinde ısrar etmenin azaba sebep olduğunu
açıklamak içindir, "fe" burada hazfedilmiştir. Çünkü bu ifade
"Bundan sonra ne olacak?" diye soran kişiye cevap mahiyetindedir. Bu
haliyle dehşeti ifade etme hususunda daha beliğ bir ifadedir.
Onları
helak etme "emrimiz gelince Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri
rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık yakaladı."
Cebrail (a.s.) yüksek sesle nida etti ve hepsi helak oldular.
"Böylece
yurtlarında yığılıp kaldılar." Yani dizleri üzerine çöküp ölü olarak yere
yığıldılar.
"Sanki
onlar hiç yaşamamışlar" yani orada hiç oturmamışlar
"gibiydiler."
"İyi
bilin ki daha önce Semud" kavmi Allah'ın rahmetinden "uzak kaldığı
gibi Medyen kavmi de öylece uzak kalmıştır." Medyen kavmini Semud kavmine
benzetmesinin sebebi Semud kavminin azabının da korkunç bir çığlık şeklinde oluşudur.
Ancak onlara gelen korkunç çığlık yerin altından gelmiş, Medyen'e gelen çığlık
ise üstten (gökyüzünden) gelmişti.
[91]
Bu
kıssa, bu surede zikredilen kıssaların altıncısıdır. Bu kıssa daha önce A'raf
suresinde de zikredilmiştir. Zikredildiği her yerde üslûp ve ifadeler farklı
olmakla beraber kıssa öğüt ve ibret almak, çeşitli hükümler çıkarmak için anlatılmıştır.
Bu
kıssa burada Hz. Şuayb (a.s.)'ın davetini tebliğ etmesi, kavmiyle tartışması
ve kavmine cevap vermesi, kavmini azapla uyarması, sonra bilfiil azabın meydana
gelmesi ve müminlerin kurtulması konularını ihtiva etmektedir.
Medyen,
Hicaz ile Şam arasnda Maan yakınlarında bir şehirdir ve kurucusunun, Hz.
İbrahim (a.s.)'in oğlu Medyen'in, adıyla anılmaktadır.
[92]
Yüce
Allah'ı Medyen halkına aynı kabileden ve aralarında nesebi en şerefli
olanlardan Şuayb'ı peygamber olarak göndermiştir. Şuayb kavmine şöyle dedi: Ey
Kavmim! Sadece bir olan, ortağı olmayan Allah'a kulluk edin. Bu, imanın aslı
olan tevhidi emretmektir.
Bundan
sonra ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan nehyederek şöyle dedi: Ölçü ve tartıda
insanların haklarını eksik vermeyin. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayet-i
kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline!
Onlar insanlardan bir şey alırken tam alırlar. Başkalarına bir şey ölçüp
tartarken de eksik tutarlar." (Mutaffifin; 83/1-3).
Ben
sizi nimet içinde görüyorum. Sizi insanların hakkında tamah etmek ve onların
hakkıyla oynama alçaklığına düşmekten kurtaracak kadar servet, rızık bolluğu ve
refah içinde görüyorum. Sizin için Allah Tealâ'nın haramlarını çiğnemeniz
sebebiyle içinde bulunduğunuz nimetlerden mahrum olmanızdan ve hepinizi toptan
kuşatıp geride hiçbir kimseyi bırakmayacak bir azaptan korkuyorum. Bu ya
dünyadan toptan helak olma azabı yahut cehennemdeki ahiret azabıdır.
Ey
kavmim! Ölçüyü ve tartıyı, alırken de verirken de adaletle ve tam olarak
yapın.
Bu,
ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan sonra sadece hilekârlık yapmaktan kaçınmanın
yeterli olmadığına, bilakis biraz fazlalıkla bile olsa tam almanın ve tam
vermenin gerekli olduğuna işaret edip tekitte bulunmaktır.
Hz.
Şuayb (a.s.) bundan sonra her şeyde noksanlık yapmayı yasaklayarak şöyle dedi:
İnsanlara eşyalarını noksan olarak vermeyin. Yani insanların hakkında haddi
aşmaktan, zulmetmekten sakının. Yeryüzünde din ve dünya menfaatlerinden hiçbir
şeyde bozgunculuk yapmayın. Yol kesicilik yaparak fesat çıkarmayın. (Medyen
kavmi yol kesicilik yapıyorlardı.)
"Lâ
ta'sevu..." el-A'svü ifadesi dinî ve dünyevî, insan haklarına ait
olsun-olmasm her çeşit noksanlığı ihtiva eder. Bundan sonra gelen
"müfsidîn" kelimesinin manası ise bozgunculuk çıkarmak kasdıyla
demektir. Dolayısıyla yanlışlık sonucu veya ıslah niyetiyle yapılan işlerde
günah yoktur.
Ölçüyü
ve tartıyı tam yaptıktan sonra geriye kalan helâl kazanç sizin için haramdan
daha hayırlıdır. Daha çok bereketlidir, haram yoluyla aldığınız şeyin
sonucundan daha güzeldir. Ancak mümin olmanız şartıyla... Çünkü geri kalan
helâl kazancın hayırlı oluşu iman halinde gerçekleşir. Küfür ve inkâr durumunda
hiçbir amelde hayır yoktur. Ayrıca iman itaate teşvik eder, götürür. Zira onlar
mümin iseler, sevap ve cezayı kabul ediyorlarsa sevap kazanmaya ve azaptan
kurtulmaya vesile olacak şeyleri elde etmeye çalışırlar. Bu da ölçü ve tartı
esnasında haram olan pek az bir şeyi almaya çalışmalarından daha hayırlıdır.
Ben
sizin amellerinizin bekçisi, kontrolcüsü değilim, sizi çirkinliklerden men
edecek gücüm de yok. Ben sadece güvenilir bir nasihatçıyım. O halde Allah için
kendi içinizden gelen arzu ile helâli ve farz olanı yapın. Bunu da insanlar
görsün diye yapmayın. Benim üzerime düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Sözlerin
ve davranışların hesabı Allah'a aittir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra sadece Allah'a ibadet etmeyi emretmesi, ölçü ve tartıda
hilekârlık veya eksiklik yapmalarını yasaklaması hususunda Med-yen halkının Hz.
Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevaplarını nakletti.
Birincisi:
Allah'a ibadet etme hakkında idi. Şöyle demişlerdi: "Ey Şuayb! Senin
namazın (özel ibadetlerin) sana atalann-babalann ibadeti olan putlara
heykellere tapınmayı bırakmamızı mı emrediyor?" Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) çok
namaz kılan biri idi. Kavmi de bu sözlerini alay ve küçümseme edasıyla söylemişler,
din ve iman konusunda körükörüne taklit metoduna sarıldıklarını ilân
etmişlerdi. Bu ifadeleri, bugün ıslahçı bir din alimine "Senin ilmin veya
hocalığın seni şu işlediğimiz âdetleri (yani bidatleri) terk etmeye mi sevkediyor?"
denilmesi gibidir.
İkinci
cevapları ise hilekârlığı terk etmek hususunda idi. Bu konuda şöyle demişlerdi:
Senin namazın sana bizim mallarımızda dilediğimiz şekilde hareket etmemeyi mi
emrediyor? Maksatları onların mallarında hür olduklarını, kendilerinin menfaati
olan hususlarda diledikleri gibi tasarruf edebileceklerini, zekât vermeyip
mallarını hiçbir şekilde hayır yolunda harcamayacaklarını, sadece çeşitli
vesilelerle mallarını artıracaklarını beyan etmekti. O halde senin bize
emrettiğin ölçü ve tartıda hilekârlığı ve sahtekârlığı bırakmak, az ve helâl
malla kanaat etmek, az ve helâl malı değerlendirme ve çoğaltma siyasetine zıt
idi. Bu da bizim ekonomik bağımsızlığımızı sınırlamaktan başka bir şey değildir,
demek istiyorlardı.
Kısaca:
Kavminin her iki hususta Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevapları, onların
körükörüne taklide sımsıkı sarılmak hatası ve sahibinin helâl-harama aldırış
etmediği bir tamahkârlık içine düştüğünü göstermektedir.
Medyen
kavmi bu alaylı tavırlarını "Hem de sen cidden çok yumuşak huylu, aklı
başında bir adamsın" sözüyle tekit ettiler. Bununla onu, bu vasıfların tam
zıddı olan bilgisizlikle aşırı gitmekle, düşüncelerinde ahmaklık, davranışlarında
tutarsızlıkla suçlamak istediler, alay etmek için de aksini söylediler.
Hz.
Şuayb (a.s.) da bunun üzerine küfür yanlılarının arzularını tek kelime ile
kesti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Söyleyin bana. Ben davet ettiğim hususlarda
Rabbim tarafından basiret ve tam bir yakın ilim üzerinde isem, size emrettiğim
ve yasakladığım konularda açık bir delil, bir hüccet üzerinde isem ve Rabbim
beni kendi nezdinden, peygamberlik ve hikmet gibi güzel nimetlerle, yahut
hiçbir hilekârlık ve sahtekârlık yapmadan helâl, temiz, güzel rızıklarla
rızık-landırmışsa... Söyleyin bana. Ben Rabbim tarafından yakinen gönderilmiş,
doğru bildiğim bir yol üzerinde ve gerçekten peygamber isem, bu durumda size
put ve heykellere tapmayı bırakmanızı, günahlardan elinizi çekmenizi emretmemem
doğru olur mu? Halbuki peygamberler sadece bunun için gönderilmişlerdir".
Bu sözün cevabı zikredilmiştir.
"Ben
size bir şeyi yasaklayıp da kendim gizlice buna aykırı davrananam, bunu, sizden
ayrı olduğum yerlerde gizlice yapamam." Bu ifadeden murad, Ben size bir
şeyi yasaklamışsam onu kesinlikle yapmam. Bu prensibe sımsıkı bağlıyım"
demektir.
Daha
sonra asıl görevi bir defa daha tekit etti: "Sadece gücümün yettiği kadar
vaaz ve nasihatlerimle iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak suretiyle ıslah
etmeyi isterim. Bu hususta hiçbir gayreti de esirgemem." Burada kendisinin
akıl ve hidayet hususunda gayet tutarlı olduğuna, onların olaylarında da
tutarsız olduklarına ima vardır.
"Gerçekleştirmeyi
istediğim hususlarda ve gerçeği bulmamda muvaffakiyetim ancak Allah'tandır. Bu
O'nun hidayeti ve yardımıyladır. Ben bu davamı tebliğ için de olmak üzere-
bütün işlerimde sadece Ona güvendim ve sadece Ona yönelirim, O'na iltica
ederim." Bu ifadeler Hz. Şuayb'ın davet hususunda kavminin kötülük
etmesinden korkmaksızın sebatkâr olduğu manasına gelmektedir.
"Ey
kavmim! Benimle ihtilâfa düşmeniz, bana kızıp düşmanlık etmeniz sakın içinde
bulunduğunuz küfür ve fesatta ısrar etmenize sebep olmasın. Aksi takdirde sizin
başınıza da Nuh kavminin tufanda boğulması, Hûd kavminin şiddetli bir kasırga
ile helak olması, Salih kavminin de bir sarsıntı ile yok olması gibi eski
kavimlere isabet eden bir musibet gelebilir."
"Lût
kavmine gelen azap ne zaman, ne de yer bakımından size uzak değildir. Daha
öncekilerden ibret almazsanız onlardan ibret alın."
"Rabbinizden
putlara tapmak, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi geçmiş günahlardan dolayı
Rabbinizden af dileyin. Sonra bundan sonraki kötü amellerinizde de Ona dönün.
O'na itaate yönelin. Çünkü Rabbim kendine dönüp yönelen kimseye çok merhamet
edicidir. O, tevbe edenleri sever, tevbe edenlere karşı çok merhametlidir ve
sevgi doludur. Onlara sevenin sevdiğine yaptığı iyilikleri yapar." Bu
ifadede de günahlardan tevbe ve istiğfar etmenin onları ortadan kaldıracağına,
dünya ve ahiretin hayrına sebep olacağına delildir.
Bütün
bu konuşmalar ve mücadeleler boşa çıkınca Medyen kavmi Hz. Şu-ayb (a.s.)'ı
küçümsemeye, tehdit etmeye ve ona asılsız bir takım suçlamalar isnat etmeye,
onu hiçe saymaya kalkıştılar.
Medyen
kavmi şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb! Biz senin sözlerinin çoğunu
anlamıyoruz."
Halbuki
Hz. Şuayb (a.s.) Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi "Peygamberlerin
hatibi" idi.
"Sen
güçsüz bir kimsesin. Senin fayda vermek yahut zarar vermek hususunda hiçbir
gücün, kuvvetin, kudretin yoktur. Senin cemaatin ve kabilen olmasa, onların
bizim üzerimizde şeref ve itibarı olmasa seni taşlayarak öldürürdük. Senin
bizim yanımızda hiçbir itibarın ve değerin yoktur, hiçbir saygınlığın ve
gönlümüzde hiçbir yerin yoktur."
Raht,
üçle on arası kişiden oluşan gruptur. Rahtur-racül ise kişinin dayandığı,
kuvvet aldığı yakınlarıdır. Ayetin manası şöyledir: "Senin bizim yanımızda
itibarın olmayınca seni öldürmek ve sana eziyette bulunmak bizim için kolaydır."
Kavminin
söyledikleri bütün bu sözler Hz. Şuayb (a.s.)'ın ortaya koyduğu delilleri
çürütememektedir. Bilakis bu sözler açık delil ve hüccete saçma-sapan,
bilgisizce karşılık vermektir.
Bunun
üzerine Hz. Şuayb (a.s.) onların beyinsizliklerine karşı şu ihtarda bulundu:
"Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün, daha mı
değerli ki, siz beni kabilem için bırakıyorsunuz da Allah için bırakmıyorsunuz?
Halbuki Allah Tealâ emrine uyulmaya daha lâyıktır. Siz Allah'tan yüz çevirdiniz,
O'nu arkanıza attınız, Ona itaat etmiyor, hürmet ve ta'zimde bulunmuyorsunuz.
O'nun cezası ve azabından korkmuyorsunuz. Şüphesiz ki benim Rabbimin ilmi
amelinizi kuşatmıştır. O bütün durumlarınızı bilir. Hiçbir şey O'na gizli
kalmaz. O sizi cezalandıracaktır." Bu bir uyarı, tehdit ve korkutma idi.
Hz.
Şuayb (a.s.), kavminin davetini kabul edeceklerinden ümidini kesince onlara
karşı kesin ve sert bir tavır koyarak şöyle dedi:
"Ey
kavmim! Aynı yolunuzda devam edin. Bana yapabileceğiniz elinizden gelen bütün
kötülükleri yapın. Ben de Allah'ın bana verdiği kudretle kendi yolumda, kendi
metodumla gayret edeceğim. Siz küfür ve delâlet üzerine devam edin. Ben de
davet ve Allah'ın kutretine güvenmek üzerine sebat edeceğim." Bu ifadeler
de bir tehdit idi.
Dünya
ve ahirette rezil, rüsvay edici azabın kime ineceğini, benim mi sizin mi
yalancı olduğunuzu pek yakında bileceksiniz. Size söylediğim azabın meydana
gelmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyeceğim." Bu ifade onları
oldukları gibi bıraktıktan sonra onlara açıkça azap tehdidir.
Nihayet
onun doğru sözlü olduğunu teyit eden olay meydana geldi: Sonunda onlara azap
etme şeklinde emrimiz gelip onlar hakkındaki hükmümüz icra edilince
peygamberimiz Şuayb'ı ve onunla birlikte olan müminleri bizim onlara tahsis
ettiğimiz hususi bir rahmetle kurtardık. Zulümleri sebebiyle zalimleri korkunç
bir çığlık kapladı: Bu gökyüzünden gelen helak edici, sarsıcı, çok şiddetli
bir ses şeklindeydi.
Bu
durum A'raf süresinde "korkunç bir sarsıntı", Şuara suresinde de
"bulutlu günün azabı" şeklinde anlatılmıştır. Halbuki hepsi aynı
ümmetin azabını anlatmaktadır. İşte onlar, helak günü bütün bu azapların
hepsini bir arada yaşamıştır. Sonunda hepsi asla kıpırdayamadan ölüler halinde
yığılıp kaldılar.
Her
surede, zikredilen günahlarına uygun değişik bir ifade kullanılmıştır. A'raf
suresinde Hz. Şuayb (a.s.) ve onunla birlikte olanları kasabalarından çıkarmakla
tehdit ettikleri konusu anlatıldı. Bundan dolayı orada "korkunç bir
sarsıntı" olduğu zikredildi. Burada peygamberleriyle konuşurlarken
(terbiyesizlikte) bulundukları ifade edildi. Bu sebeple onları "cansız
yere seren korkunç bir çığlık" meydana geldiği bildirildi. Şuara suresinde
ise üzerlerine gökten taşlar düşmesini istedikleri ve bundan dolayı bulutlu
günün azabına yakalandıkları anlatıldı.
Sanki
onlar memleketlerinde uzun müddet bolluk ve refah içinde oturmamışlar, sanki
hiç yaşamamışlar gibi oldular; izleri silinip gitti.
İyi
bilin ki Medyen halkı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış, helak olmuşlardır.
Tıpkı kendilerinden önce Semud kavminin de Allah'ın rahmetinden mahrum kalıp
helak oldukları gibi... Semud kavmi onların komşuları idi, yerleri yakın, küfür
ve inkârda, yol kesmede onlara benzemekteydiler. Semud kavmi de Medyen halkı
gibi Arap soyundan idiler. Azapları da aynı oldu: Bu, şiddetinden yeryüzünün
sarsıldığı ve hepsinin derhal öldüğü son derece şiddetli, müthiş bir
gökgürültüsü idi.
İbni
Abbas diyor ki: Allah Tealâ Şuayb ve Salih kavimlerinden başka iki ümmete aynı
azabı vermemiştir. Salih kavmine gelen korkunç çığlık alt taraftan, yani
yerden gelmiştir. Şuayb kavmine gelen korkunç çığlık ise üstten yani
gökyüzünden gelmiştir.
[93]
Hz.
Şuayb (a.s.) ve kavmi kıssası şu hususlara işaret etmektedir: Kıssanın özü,
ilâhî mesajdan yüz çevirdikten sonra insanlara azabın isabet ettiği gerçeğini
beyan etmektir.
1- Hz. Şuayb (a.s.)'ın daveti iki hususu ihtiva etmektedir:
a) İnançların ıslah edilmesi,
b) İçtimaî hayatın ıslah edilmesi.
Birinci
hususla ilgili olarak Hz. Şuayb (a.s.) kavmini sadece Allah'a ibadet etmeye ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaya davet etti.
İkinci
hususla ilgili olarak ise onlara ölçü ve tartıyı tam olarak yapmalarını,
hilekârlık, noksanlık ve sahtekârlık yapmamalarını emretti. Çünkü onlar kâfir
olmalarının yanında insanların haklarını eksik veren ve hilekârlık yapan
kimseler idiler. Bir satıcı buğday, arpa gibi bir mal getirdiği zaman fazla fazla
alıyor ve haksızlık yapıyorlardı. Kendilerine bir müşteri gelince de eksik
ölçekle satış yapıyorlar, mümkün olduğu kadar açgözlülük yapıyorlardı.
Bu
sebeple şirki tamamen terk etmeleri için imanla, hilekârlıktan men etmek için
tam ve kâmil olarak hakka riayet etmekle emrolundular. Zira bilindiği gibi
onlar hayır, bereket, bol rızık ve geniş bir nimet içindeydiler. Fakat tamahkârlık,
maddî hırs ve tatminsizlik onları alçaltmış, insanlar arasında itibarlarını
lekelemiştir.
2- Medyen halkının azabı dünyada tamamen helak olmak ve umumi telef idi.
Çünkü ayet-i kerimede "Ben sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından
korkarım" buyurulmuştur. Burada gün "çepeçevre kuşatma" yani kendilerini
çepeçevre kuşatma özelliğiyle tavsif edilmiştir. Çünkü azap günü onları
çepeçevre kuşattığı zaman onları azap kuşatmış olacaktır. Bu "şiddetli bir
gün" ifadesine benzer; yani "sıcağı şiddetli bir gün" demektir.
"Bu azap ahiretteki cehennem azabıdır" şeklinde bir görüş de
nakledilmektedir.
Taberanî'nin
İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Bir kavim ölçü ve tartıda açıkça eksiklik yaptığı zaman
Allah onlara kıtlık ve pahalılık belâsı verir."
3- Hz. Şuayb (a.s.) Allah'ın birliğine davet konusunda bir defa ile yetinmiş,
kul haklarında hilekârlık yapmaktan nehyetmeyi değişik şekillerde tekrar ve
tekit etmiştir.
Hz.
Şuayb (a.s.) ölçü ve tartıda eksiklik yapmayı yasakladıktan sonra tam yapmayı
tekitle emretmiştir. Ölçü ve tartıyı, tam olmakla birlikte, hak sahibinin
hakkını alması için de adalet ve hakka uygun olmakla tavsif etmiştir. Bununla
ölçeklerin bilinen hacminden ve aynı şekilde ağırlık ölçülerinin (okka vb.)
bilinen ağırlıktan eksik olmamasını murad etmiştir.
Bu
hususi ifadelerden sonra insanlara eşyalarını eksik vermemek yani hak ettikleri
şeylerden hiçbir şey eksiltmemek hususunda umumi ifade kullanmıştır. Bundan
sonra da dünya ve ahiret menfeatleri hususunda bozgunculuk yapmayı
yasaklamıştır: "Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık yapmayın." Yani
ölçü ve tartıda hainlik yapmak, yeryüzünde fesat çıkarmakta aşırı gitmektir.
Hz.
Şuayb (a.s.) ölçü ve tartıda hile yapmalarının nimeti hafife alma, sorumsuzluk
ve tamahkârlık olduğunu, aslında onların buna muhtaç olmayıp nimet içinde
olduklarını zikretti ve "Ben sizi nimet içinde görüyorum" yani
"Bolluk ve refah içinde görüyorum" dedi.
Sonra
da "Allah'ın sizin için geriye bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır"
dedi. Yani insanların haklarını adaletle tam olarak verdikten sonra Allah'ın
sizin için geriye bıraktığı mallarda daha çok bereket vardır ve sizin zorbalık
ve zulümle yaptığınız, hilekârlık sebebiyle artan fazlalıktan netice itibariyle
daha değerlidir. Ancak istikametin şartı imanın bulunmasıdır. "... eğer
inançlı kimseler iseniz..." Bunu şart koşmasının sebebi şudur: Onlar mümin
iseler Allah'ın onlar için geriye bıraktığının kendileri için daha hayırlı
olduğunun doğruluğuna inanacaklardır.
Her
ticaret ehlinin gizli ve açık her yerde Allah'ın murakabesi altında olduğunu
hissetmesi Allah'tan korkmaya, O'na itaat etmeye ve hakları yerine getirmeye
vesile olan temel bir kaidedir: "Ben sizin üzerinizde bekçi değilim."
Yani ben ölçme ve tartma anında sizi gözetleyen kontrol memuru değilim. Benim
için sizin yaptığınız her muameleyi görmek mümkün değildir ki sizi hakları tam
manasıyla vermek hususunda muaheze edeyim.
4- Açık deliller ve ispatlar karşısında çaresiz kalan Medyen kavminin cevapları
onların bilgisizliklerini ve ahmaklıklarını ifade ediyordu. Medyen kavmi put
ve heykellere tapma hususunda körükörüne taklide sarıldıkları, adalet ve
hakkaniyete dayanmayan tarzda ticari hürriyetlerini iddia ettikleri şeklinde
cevap verdiler. Çok isabet eden Hz. Şuayb (a.s.)'in namaz ve ibadetini alaya aldılar,
vasıflarına dil uzattılar. Alaylı bir tarzda "Namazın mı sana., bunları emrediyor?"
"Hem de sen cidden yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın. " Yani
beyinsiz düşüncesiz, dengesiz, sapık birisin, demek istiyorlardı. Bunu başka
bir sebeple değil, sadece O'nun babalarının taptıkları putlara tapmayı bırakmalarını
emretmesi sebebiyle söylüyorlardı. Diğer taraftan Hz. Şuayb 'a.sj'in bu sıfatlarını
itiraf etmiş oluyorlardı. Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) halk arasında hilim (yumuşak
huyluluk) ve rüşd (aklı başında olma, olgunluk) sıfatlarıyla tanınmıştı.
5- Bu kavmin çirkin âdetlerinden biri de mikdarını eksiltmek ve vasfını
bozmak için kırmak suretiyle dirhem (gümüş para) borç veriyorlardı.
Müfessirler
diyorlar ki: "Hz. Şuayb (a.s.)'ın yasakladığı ve Medyen kavminin bu
sebeple azaba uğradığı şeylerden biri de dirhem (gümüş para) ve dinarları
(altın paraları) kırmaları idi."
Para
verirken, verdikleri borç para fazla olsun diye sahih para veriyorlar, peşin
muamelelerde sayı ile, borç paralarda ise tartı ile alış-veriş yapıyorlar,
tartıyı da eksik tutuyorlardı.
Bütün
bunlar cezayı gerektiren ve şahitliğin reddedilmesini vacip kılan günahlar ve
fasit muameleler idi.
6- Hz. Şuayb (a.s.) Allah Tealâ'yı bir tanımak (tevhid) hususundaki
tavrını da değiştirmedi. "Söyleyin bana, benim Rabbim tarafından açık
delilim varsa..." diyordu. Allah'a güvenmesi, her şeyi Ona havale etmesi,
bütün hadiselerde Ona yönelmesi, hidayet ve muvaffakiyet hususunda Ona
dayanması konusunda da aynı tavrı değişmemiş, sarsılmamıştı: "Benim
muvaffak olmam ancak Allah'tandır. Sadece O'na güvenir ve sadece O'na
yönelirim."
Benim
bu hususiyetlerim ise iyi bilin ki, benim tevhidi ve insanları rahatsız etmeyi
terk etmeyi emretmem Hak Din'dir. Benim vazifem sadece tebliğ etmek ve
uyarmaktır. İtaat etmeye zorlamaya ise benim gücüm yetmez, demek istiyordu. Hz.
Şuayb (a.s.) başkalarının haklarını yerine getirmek, ölçü ve tartıyı tam
yapmak hususunda bir an bile tereddüt etmemişti: "O beni
rızıklan-dırdı" diyordu. Zira Hz. Şuayb (a.s.) zengin bir kimseydi.
"Ben,
sizlere yasak ettiğim şeyleri kendim yapmak istemem." Yani işlediğim bir
şeyi size yasaklamıyor, size emrettiğim bir şeyi de kendim terk etmiyorum,
diyordu. Elbette böyle olacaktı. Çünkü Peygamberin fiili, sözüne uygun olacaktır.
Çünkü O, güzel bir örnektir. Zaten bundan başkası da düşünülemez.
Kısaca,
Allah Tealâ bana bütün ruhani ve cismani saadetleri, mal-mülk ve güzel nzıklar
vermişse benim bu büyük ikrama rağmen Onun vahyinde hainlik yapmam, O'nun emir
ve nehiylerine muhalefet etmem mümkün mü?
7- "O beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızıklandırdı"
ifadesi bu rızkın doğrudan Allah tarafından ve O'nun yardımıyla meydana
geldiğine, bu rızıkta şahsi kazancın bir tesiri bulunmadığına delâlet
etmektedir. Burada ayrıca izzet ve şeref vermenin de zillet ve perişanlığa
düşürmenin de Allah tarafından olduğuna işaret edilmektedir. Hepsi Allah
tarafından olunca Hz. Şuayb (a.s.) kavmine "Ben sizin karşı çıkmanıza da
aldırış etmiyorum, sizin uygun bulmanızla da sevinmiyorum. Ben sadece Allah'ın
dinini anlatıyor, O'nun şeriatını açıklıyorum" şeklinde hitap etmişti.
8- Azap meydana gelmeden önce yapılan tehdit ve uyarılar insanlara rahmet
ve lütufla muamele etmektir. Belki bu sebeple insanlar yumuşarlar ve yakın
yoldan Allah'a itaat etmeye, onu bir tanımaya, şirk ve putperestlikten kurtulmaya
dönerler.
Hz.
Şuayb (a.s.) kavmi olan Medyen halkını şu sözüyle uyarmıştı: Bana düşman
olmanız Nuh (a.s.)'un kavminin başına gelen tufanda boğulma, Hûd'un kavmine
gelen sert rüzgar, Salih (a.s.)'in kavmine gelen korkunç sarsıntı ve Lût
(a.s.)'un kavminin yerin dibine geçirilmesi gibi size bir musibet getirmesin.
Lût kavminin helakinden pek fazla zaman geçmiş sayılmazdı.
9- Geçmiş günahlardan istiğfar ve tevbe, azaptan kurtuluşun ve emin olmanın
yoludur. Çünkü kullarını azaptan kurtarmak için Allah'ın rahmeti büyük,
kullarına sevgi ve muhabbeti çoktur.
Rivayet
edildiğine göre, peygamberimiz (s.a.) Hz. Şuayb (a.s.) zikredildiği zaman
"O, peygamberlerin hatibidir" derdi.
10- Medyen'in kâfir halkı Hz. Şuayb (a.s.)'ı alaya alma, küçümseme ve tarizde
bulunma gibi yollarla arzularını gerçekleştirmekten ümit kesince, Onu desteği
olmayan güçsüz bir kişi, kendilerinin ise güçlü-kuvvetli kişiler olduğunu
ifade ederek kabilesi olmasaydı kendisini öldürebilecekleri tehdidinde bulundular:
Şuayb bize göre itibarlı, değerli, üstün, sözü geçerli, karşı çıkılamayacak
bir kişi değildir, diyerek onu tehdit ettiler.
Kâfirlerin
âdeti daima böyledir. Onlar maddî kuvvete dayanır, Allah'ın tedbiri, kuvveti,
gücü ve kudretini dikkate almazlar. Bunun için Hz. Şuayb (a.s.) onların
dikkatini sadece kavimlerinin haklarını gözetmeye değil, Allah'ın haklarını da
gözetmeye çekmek istemiş ve şöyle demişti: Siz benim kabileme
değer
vererek beni öldürmekten vazgeçtiğinizi iddia ediyorsunuz. Halbuki Allah
emrine uyulmaya herkesten daha lâyıktır.
11- Hz. Şuayb (a.s.), daha şiddetli, daha kuvvetli daha tesirli ve daha
isabetli bir tehdit ve uyarı ile onlara karşılık verdi ve şöyle dedi:
"Olduğunuz yerde devam edin. Siz kimin doğru sözlü kimin yalancı olduğunu
yakında bileceksiniz ve kime rezil, rüsvay edici, helak edici azabın
geleceğini göreceksiniz. Azabı ve gazabı bekleyin. Ben de yardım ve rahmeti
bekleyeceğim."
12- Medyen halkının azabı da Semud gibi "korkunç bir çığlık" ile
olmuştu. Denilmiştir ki: Cebrail (a.s.) onlara bir çığlık attı, derhal ruhları
cesetlerinden çıktı. Sanki hiç memleketlerinde yaşamamış gibi, hepsi derhal
ölüverdiler.
13- Bu azaba kâfirlere beddua ve Allah'ın rahmetinden kovulma ilanı ilâve
edilmektedir: "İyi bilin ki, Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzaklaşıp
helak olduğu gibi Medyen kavmi de öylece uzaklaşıp helak oldu."
14- Allah'ın Şuayb (a.s.)'ı ve O'nunla birlikte olan müminleri kurtarması
O'nun lütuf ve rahmetindendir. Burada ayrıca kula ulaşan her hayrın ancak
Allah'ın lütuf ve rahmetiyle olduğuna, kurtuluş, zafer, iman, itaat ve salih
amellerin Allah Tealâ'nın muvaffak kılmasıyla gerçekleştiğine işaret vardır.
[94]
96-
Şüphesiz ki biz Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak
gönderdik.
97-
Onu Firavun ve kavmine gönderdik.Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa
Firavun'un emri hiç de dürüst
98-
Firavun kıyamet günü kavminin önü-ne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Vardacak o yer ne kötü bir yerdir "- Onlar,
hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Yapılan bu ikram ne
kötü bir ikramdır!
"...
Onları ateşe götürecektir." Burada istiare-i mekniyye sanatı vardır. Ateş
su içilecek pınara benzetildi. Müşebbehün bih (kendisine benzetilen) su
hazfedildi ve ona, gereklerinden biri olan "suya götürülmekle" işaret
etti. Firavun'un kavminin önüne düşmesi, susuzluktan kurtulmak için su içmeye
gidenlerin önüne düşen kimse makamında oldu.
"Varılacak
o yer ne kötü bir yerdir." Bu daha önceki ifadeyi tekit etmektedir. Çünkü
suya, normal olarak susuzluğu gidermek için gidilir. Ateşe gitmek ise susuzluğu
şiddetlendirmek içindir.
[95]
"Şüphesiz
biz Musa'yı mucizelerimizle" Bu mucizeler İsra suresi (101. ayette), Nemi
suresi (12. ayette) ve A'raf suresinde (133. ayette) zikredilen dokuz
mucizedir, "ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak gönderdik."
Sultan kelimesi burada kuvvetli deliller ve açık hüccet anlamındadır, mübin
kelimesi ise apaçık, zahir demektir.
Bu
üç kelime (ayet, sultan, mübin) arasındaki fark şudur: "Ayet" zan
ifade eden alâmetler ile yakin ifade eden delâletler arasında ortak olan
noktanın adıdır. "Sultan" ise kesinlik ve yakin ifade eden şeyin
ismidir. Ancak "sultan" beş duyu ile anlaşılan delâletler ile anlaşılmayan
delâlet arasında ortak noktanın adıdır. "Sultan-ı mübîn" ise beş
duyu ile anlaşılan kesin bir delildir. Hz. Musa (a.s.)'nın mucizeleri de bu
şekilde -beş duyu ile idrak edilen maddî mucizeler- olunca Cenab-ı Hak bunları
"sultan-ı mübîn (apaçık bir kuvvet) diye adlandırdı.
"Onu
Firavun ve kavmine" yani onların ileri gelenlerine "gönderdik",
el-Mele', kavmin ileri gelenleri ve önderleridir. "Fakat onlar Firavun'un
emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani Onun
durumu ve tasarrufları, hiç doğruya iletecek değildi, doğru, dürüst ve rehber
değildi. Sırf azgınlık ve açık bir delâlet idi.
"Firavun"
dünyada delâlette önlerinde olduğu gibi "kıyamet günü kavminin önüne
düşerek onları ateşe götürecektir." Kavmi her iki halde de ona uyacaktır.
Bunu mazi sigası ile zikretmesi kesin ve mübalağalı bir tarzda gerçekleşeceğini
ifade etmek içindir. Burada cehennem su mertebesine indirilmiş, cehenneme
sürüklenmek de suya götürmeye benzetilmiştir. Yarılacak o yer ne kötü bir
yerdir!" Su kaynağına, gayet tabiî olarak susuzluğu teskin etmek için
gidilir. Ateş ise bunun tam zıddıdır. Bu ayet 'Firavun'un emri hiç de dürüst değildi"
ayetinin delili şeklindedir. Yani sonucu bu olan emri dürüst olamaz.
[96]
Bu
kıssa Cenab-ı Hakkın bu surede zikrettiği yedinci kıssa olup bu surenin son
kıssasıdır.
"Hz.
Musa (a.s.) ile Firavun" kıssası Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde zikredilmiştir.
Meselâ A'raf suresinde (104 ve 105. ayetlerde), Şuara suresinde (17, 28.
ayetlerde), Tâ-Hâ suresinde (48, 55. ayetlerde), Kasas suresinde (38. ayette)
ve Gafir suresinde (36 ve 37. ayetlerde) zikredilmiştir.
Bu
kıssadan alınacak ibret açıktır. Bu da, Hz. Musa (a.s.) ve onunla beraber iman
edenlerin kurtulması, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin helak olması, daha
önce geçtiği şekilde, peygamberlerinin davetinden yüz çeviren zalim kavimlerin
kâfirleri gibi dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Ancak Firavun ve ileri
gelenlerinin denizde boğulmaları şeklinde azaba uğramaları kavminin tamamına
şamil bir azap değildi.
[97]
Yemin
olsun ki, biz Musa'yı dokuz büyük mucize ile ve Allah'ın birliğine delâlet eden
açık delâletler ile Kıptîlerin kralı Firavun ve kavmine peygamber olarak
gönderdik. Bu mucizelerde apaçık bir kuvvetle yani gözle görülür olaylarla
teyit edilen kesin delillerle peygamberliğinin doğruluğuna işaret edilmektedir.
Ayetlerden
murad, "Tevrat ve içindeki şeriat ve hükümlerdir" denilmiştir. Yine
bunlardan maksat apaçık dokuz büyük mucizedir. Bunlar da Hz. Musa'nın asası,
nurlu beyaz eli, tufan, çekirge, bit, kurbağa yağması, kan ve meyvelerde ve
canlarda noksanlıktır. Bazı alimler meyvelerde ve canlarda noksanlık yerine
dağın gölge gibi oluşu ve denizin yarılmasını zikretmişlerdir.
Bütün
bu ayetlerde Hz. Musa (a.s.)'nm peygamberliğinin doğruluğuna apaçık deliller
vardır.
"Fakat
kavmi Firavun'un emrine uydular. Yani Firavun'un etrafındakiler
Hz.
Musa'yı inkâr edip İsrailoğullan'na, erkek çocukları öldürüp kız çocukları
bırakmak şeklinde zulmetmeleri gibi delâlet ve azgınlıkta Firavun'un metodu,
yolu ve usulüne tabi oldular.
Burada
sadece "etrafındakiler"in zikredilmesinin sebebi onların önder, lider,
danışman ve icra elemanları olması, başkalarının ise sadece onlara tabi olanlar
durumunda bulunması sebebiyledir.
"Oysa
Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani onun durumu, tasarrufları,
metodu düzgün ve makul değildi. Onda olgunluk ve hidayet yoktu. Sadece
bilgisizlik, sapıklık, inkarcılık, inatçılık, haksızlık ve bozgunculuk vardır.
Ahiretteki
cezasına gelince: "Kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe
götürecektir." Yani Firavun kavminin büyüğü olarak kıyamet günü önlerine
geçip onları cehenneme götürecek ve ateşe sokacaktır. Çünkü dünyada ona
uydukları gibi, Firavun da onların önderleri olduğu için kıyamet gününde de
önlerinde yürüyüp onları cehenneme sokacaktır. Onun cehennemde büyük azaptan
bol bol nasibi vardır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Firavn (gönderdiğimiz) peygambere isyan
etti. Bunun üzerine biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık."
(Müz-zemmil, 73/16).
Bütün
zalim önderler de aynı şekilde kıyamet günü büyük bir azaba uğratılacaklardır.
Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: "... Onların her birinin azabı kat
kattır. Fakat siz bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).
Yine
Cenab-ı Hak kâfirlerin cehenneme girince şöyle diyeceklerini bildirmektedir:
"Ey Rabbimiz! Onların azabını iki kat ver. Onları büyük bir lanete
uğrat." (Ahzap, 33/68).
İmam
Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İmru'l-Kays cahiliyye şairlerinin
sancağını taşıyarak cehenneme girecektir."
Yine
Kur'an-ı Kerim'de Firavun ailesinin adamlarının öldüklerinden itibaren
sabah-akşam cehenneme arzedildikleri bildirilmektedir.
"...
Firavun'un adamlarını ise kötü bir azap kuşatıverdi. O azap onların sabah akşam
maruz kaldıkları ateştir. Kıyamet kopunca "Firavun'un taraftarlarını
azapların en şiddetlisine sokun" denilecektir." (Gafir, 40/45-46).
"Varılacak
o yer ne kötü bir yerdir!" Varıp girecekleri o cehennem denilen yer ne
kötüdür! Zira suya giden, susuzluk hararetini söndürmek için suyun başına
gider. Ateşe giden ise ateşin aleviyle daha fazla yanar, onun sıcağıyla kavrulur.
"Vird"
kelimesi "vürud (varma)" manasında mastar olduğu gibi "vârid (varan)
manasında ism-i fail de olabilir. "Mevrûd" ise varılacak su veya
varılacak yer manasındadır.
"Onlar
hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır." Yani Allah
onları azaptan ayrı olarak dünyada kendilerinden sonra gelen ümmetler
tarafından lanete uğratmıştır. Kıyamet günü de bütün mahşer halkı onlan
lanetleyecektir. Onlar hor ve hakir bir durumdadırlar. Onlara dünya ve ahirette
azaplarından başka iki lanet vardır.
Nitekim
Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Bu dünya hayatında biz
onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden
olacaklardır." (Kasas, 28/42).
Mücahid
diyor ki: "Ahirette hem azaba hem de lanete uğrayacaklar, böylece iki
defa lânetlik olacaklardır."
"Yapılan
bu ikram ne kötü bir ikramdır." Yapılan bu yardım ne kötü bir yardımdır.
Hem dünya hem de ahirette uğradıkları bu lanet ne kötü bir ikramdır. Lanetin
ikram olarak isimlendirilmesi onlarla istihza etmek içindir.
İbni
Abbas bu ayete "lanetten sonra lanete uğramak ne kötüdür!" diye mana
vermiştir.
[98]
Az
önce zikredilen bu ayetler Hz. Musa (a.s.) ile Firavun ve kavmi kıssasından
alınacak öğütlere şu şekilde işaret etmektedir:
1- Tevrat ve Tevrat'ta bulunan şeriat ve hükümler ayrıca Allah Tealâ'nın
birliğine delâlet eden mucize gibi ayetler Firavun ve kavmine peşpeşe gönderildi.
Ama bu ayetlerin onlara faydası olmadı. Zira onlar bu ayetlere isyan edip
dalâlet ve azgınlıkta Firavun'un yoluna ve metoduna uymaya devam ettiler.
2- Firavun'un ve onun gibi ilâhlık taslayanların yolu doğruya ulaştıran
ve hayra irşad eden bir yol değildir. Bu ancak azgınlık, sapıklık, inkarcılık
ve bozgunculuktur.
3- Dünyadaki her dalâlet önderi ahirette de cehenneme önderlik yapacak ve
ona kat kat azap verilecektir.
4- Firavun ve adamları için cehennem azabından başka dünya ve ahirette
iki lanet vardır. Onlar kabirlerinde şiddetli bir azap görecekler ve
kabirlerinde sabah-akşam ateşe arz edileceklerdir.
5- Kâfirlerin akıbeti ne kötüdür! Onlara verilen ikram ne kötü bir ikramdır.
Zira cehennem şöyle anlatılıyor: "İnkâr edenlere ateşten elbiseler
biçilir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür. Onunla karındakiler ve
derileri eritilir. Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak
isteler her defasında oldukları yere döndürülürler. Onlara, inkârınızın cezası
olarak yakıcı azabı tadın denilir." (Hac, 22/19- 22).
[99]
100-
Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıssalarıdır. Bunların bir
kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir.
101-
Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Sonra da
Rabbinin emri geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir
fayda veremedi. O putlar sadece onların helakini artırdı.
102-
Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir. Şüphesiz
Rabbinin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir.
"Bunların
bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir." Burada
istiare-i mekniyye sanatı vardır. Helak edilen kasabaların geriye kalan izleri
ayakta kalan ekine, halkı ile birlikte tamamen yıkılıp yok olan yerler de biçilmiş
ekine benzetilmektedir.
"Biz
onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler." Bu iki
cümle arasında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.
"...
Zalim olan kasabaları yakaladığı zaman" ifadesinde mecaz-i mürsel sanatı
vardır. Yeri zikretmiş, o yerde bulunanları yani kasaba halkını
zikret-memiştir. Mana şöyledir: Zalim olan kasabaların halkını yakaladığı
zaman.
[100]
Ya
Muhammedi "Sana anlattığımız bu kıssalar" daha önce helak edilen
"bazı kasabaların kıssalarıdır."
"Bunların"
yani bu kasabaların "bir kısmı hâlâ ayaktadır." Bazılarının izleri
ekin tarlasında tek tük ayakta kalan ekin gibidir, ama halkı helak olmuştur.
"Bir kısmı ise" tamamen "biçilmiş ekin gibidir." Yani
izleri de halkı da ortadan kalkmıştır. Biçilmiş ekin gibi hiçbir eseri
kalmamıştır.
"Biz"
günahsız yere helak etmek suretiyle "onlara zulmetmedik. Fakat onlar"
kendilerini azaba maruz kılan şirk sebebiyle "kendi nefislerine zulmettiler."
"Bu sebeple Rabbinin emri" yani azabı, cezası "geldiği zaman
Allah'tan başka"
O'^dasa.
gayri "taptıkları il&fılar oniara fıiçbir fa^da ueremedi."
Bilakis zararları, dokundu. Taptıklan "Oputlar sadece onların
helakini" ve zararını "artırdı."
"Rabbinin"
günahları sebebiyle "zalim olan kasabaları" yani bu kasabaların
halkını "yakaladığı zaman çarpması böyledir." O'nun yakalamasından
sonra hiçbir şey onlara fayda vermez. "Şüphesiz Rabbinizin çarpması çok
acıklı, çok şiddetlidir." Yani çok can yakıcıdır, ondan kurtulmak mümkün
değildir. Bu ifade tehdit ve ihtarın şiddetini göstermektedir.
[101]
Bu
ayetlerle bundan önceki ayetler arasındaki münasebet gayet açıktır. Allah Tealâ
geçmiş bazı peygamberlerin ümmetleriyle geçen kıssalarını (Hz. Nuh, Hz. Hûd,
Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Şuayb, Hz. Musa (a.s.)'nın kıssalarını, bu
yedi kıssayı) zikrettikten sonra bu kıssalardan alınacak öğüt ve ibretlere
şöyle işaret etti: "Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıssalarıdır.
Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir."
İnsan
bu kıssalardan mücadele üslûbunu ve delile delille cevap verilmesini, aklî
delillerin gerçek kıssalarla teyit edilmesini öğreniyor. Dinleyici ve okuyucu
da bu ders ve ibretlerden istifade etmeye hazırlanıyor, kalbi yumuşuyor, gönlü
hassaslaşıyor. Bütün azaları Allah'ın adıyla titriyor ve isyankârlar için
yapılacak azaptan korkuyor. Gayet iyi biliyor ki mümin bu dünyadan dünyadaki
güzel takdirler ve ahiretteki bol sevapla, kâfir ise dünyada lanet ve ahirette
ceza ile ayrılır.
Bu
kıssalar, hiçbir kitap okumadan, hiçbir öğreticiden ders almadan ve hiçbir
kimsenin talebesi olmadan bunlardan haber vermesi sebebiyle Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğuna delildir. Bu, peygamberliğe delâlet
eden büyük bir mucizedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki bu kıssalarda akıl sahipleri
için ibretler vardır. Kur'an uydurulmuş bir söz değildir. O, sadece geçmiş
kitapları doğrulayan, her şeyi açıklayan, iman eden bir kavme hidayet rehberi
ve rahmet kaynağı olan bir kitapdır." (Yusuf, 12/111)[102]
Cenab-ı
Hak peygamberleri ve peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olayları,
kâfirleri nasıl helak edip müminleri nasıl kurtardığını haber verdikten sonra
şöyle buyurdu:
Ya
Muhammed! Bu zikredilen haberler, insanlara bildirmen ve kıyamete kadar gelecek
müminlerinden senden gelen bir tebliğ olarak okumaları için sana anlatılan ve
daha önce helak edilen bazı kasabaların haberleridir.
"zâlike
(şu)" kelimesi uzakta olan bir şeyi işaret etmek için kullanılır. Buradaki
manası ise "daha önce zikredilen şu kıssalar" demektir. Ancak bu kıssalar
uzak bir yerde değil, az önce geçmiştir. Bu kullanış tarzı "Şu kitapta hiçbir
şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ayetine benzemektedir.
Bu
kasabalardan bir kısmının hâlâ biçilmemiş ekin gibi ayakta kalan eserleri
mevcuttur. Meselâ Hz. Salih kavmi gibi... Bir kısmının ise izi silinmiş,
kaybolmuş ve tıpkı tamamen biçilmiş ekin tarlası gibi olmuştur. Meselâ, Lût
kavminin köyleri gibi..
Biz
günahsız yere onları helak etmek suretiyle zulmetmedik. Fakat onlar,
peygamberlerimizi yalanlamak, onları inkâr etmek, şirk koşmak, yeryüzünde fesat
çıkarmak ve sahte tanrılarının kendilerini korkulu, tehlikeli ve mahzurlu
şeylere karşı korur diye güvenmeleri suretiyle kendi kendilerine zulmettiler.
Sonra da bunların onlara hiçbir faydası dokunmadı. Allah'ın azabına engel olamadılar.
Bilakis Allah'ı bırakıp da tapındıkları ve yalvardıkları putların onlara zararı
dokundu. Onlara ne fayda verebildiler, ne de onları helak olmaktan kurtarabildiler.
"Yalvardıkları
putlar" ifadesinde hazf vardır, yani "dünyada yalvardıkları,
taptıkları putlar" demektir. 'Onlar kendilerine fazla bir şey
kazandırmadı" ifadesinde de isim yerine zamir kullanılmış, muzaf
hazfedilmiştir. Yani putlara tapınmaları kendilerine fazla bir şey
kazandırmadı, demektir.
O
putlar sadece onların hüsranını ve helakini artırmıştır. Çünkü onların helak
edilmelerinin ve yok olmalarının sebebi bu tanrılara tabi olmalarıdır. Böylece
hem dünyayı hem de ahireti kaybettiler.
İşte
bu şekilde bir azap ile, peygamberlerimizi yalanlayan o zalim ümmetleri nasıl
helak etmişsek onların benzerlerine de aynı şekilde davranacağız. Kasabaları
çok şiddetli bir zulüm içindeyken onları kıskıvrak yakalayıp helak edeceğiz.
Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklıdır, ondan kurtulma ümidi yoktur.
Bu
ifade bir uyandır ve zulmün kötü akıbetine dikkat çekmektedir. "O kasabalar
zalimdir" ifadesinde muzaf hazfedilmiştir. Yani o kasabaların halkı zalimdir
denilmektedir. Tıpkı "köye sor" cümlesinde olduğu gibi. Ayetin manası
şöyledir: O'nun çarpması çok acıklı ve çok şiddetlidir. Yani şirk ehline
vereceği ceza can yakıcı ve sert bir cezadır.
Buharî
ve Müslim'in Sa/«Merinde Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre
Peygamberimiz Is.a.) şöy\e buyurmuştur. "Allah zalime müMet uerir. Onu
yakaladığı zaman da asla bırakmaz." Rasulullah (s.a.) bundan sonra şu
ayeti okudu: "Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir."
(Hûd, 102).
[103]
Bu
ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmıştır:
1- Kur'an kıssalarının faydası insanların bunlardan öğüt ve ibret almalarım
sağlamaktır. Çünkü helak edilen bu kasabalardan geriye kalan kalıntıları gören
herkes açık hiçbir tesir olmadan meydana gelen hadiseyi gayet iyi anlar. Bu
kimseyi korku, ürperme ve titreme kaplar. Eskilerin başına gelen korkunç bir
azaba maruz kalmaktan korkar.
2- Şüphesiz Cenab-ı Hak Nuh kavmi, Âd ve Semud kavmi vb. geçmiş ümmetleri
cezalandırdığı gibi bütün zalimleri de aynı şekilde cezalandıracaktır.
"Rabbinizin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir"
ayeti de bunu ifade etmektedir.
Bundan
sonra da aynı manayı tekit ve takviye için "Şüphesiz Rabbinin çarpması çok
acıklı, çok şiddetlidir" ifadesini zikretti.
Burada
"acıklı" ve "şiddetli" vasıflarıyla zikretmektedir. Acı ve
şiddet dünya ve ahirette keder sebebidir. Bu ayetin beyanına göre yapılması
uygun olmayan amelleri işleyen önceki kavimlerle aynı durumda olan herkes
acıklı azapta da onlarla aynı durumda olacaktır.
3- Bu zalim ümmetlerin cezası kendilerinin işledikleri zulüm, yani küfür
ve masiyetler sebebiyle verilmiştir. Bu sebeple onların cezalandırılmaları adalet
ve hikmetin gereği idi.
4- Bir zulme teşebbüs eden herkesin, Allah Tealâ'nm tavsif ettiği
"çok acıklı" ve "çok şiddetli" bir azaba yakalanmaması için
tevbe ederek ve Allah'a yönelerek derhal yaptığı zulüm ve haksızlıktan yüz
çevirmesi gerekir.
5- Sahte tanrılar müşrik ve kâfirlere fayda vermemiş, bilakis onlara
zararları dokunmuştur. Putlara tapınmak sadece onların ahiret sevabını
kaybetmelerine sebep olmuş, hüsranlarını artırmıştır.
[104]
103-
Şüphesiz ki, bunlarda ahiretin azabından korkan için ibret vardır. O (gün),
insanların (tamamen bir araya) toplandıkları bir gündür. O gün herkesin hazır
olacağı bir gündür.
104-
Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz.
105- O gün gelince hiçbir kimse O'nun izni olmadan
konuşamaz. O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur.
106-
Bedbahtlara gelince, onlar ateştedirler. Onlar orada ızdıraplı bir şekilde
soluk alıp vereceklerdir.
107-
Onlar, gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi
müstesnadır. Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır.
108- Mesud olanlara gelince, onlar da
cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır.
Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır. (Bu, onlara Allah tarafından) hiç
eksilmeyen bir nimettir.
109-
Şunların taptıklarının batıl olduğundan hiç şüphe etme. Onlar da daha önceki
atalarının taptığı gibi (putlara) tapmaktadırlar. Muhakkak biz onların da
(azaptan) nasiplerini eksiksiz vereceğiz.
"O
gün geldiğinde" (Hûd, 105) ifadesindeki mukadder zamir (103. ayetteki)
"yevmün meşhûd" tamlamasını gösterir.
"Hiçbir
kimse konuşamaz." cümlesi "yevm" kelimesinin sıfatıdır. Yani
"O gün geldiğinde hiçbir kimse konuşamaz" demektir. Tıpkı "O gün
hiçbir kimse fayda sağlayamaz." (Bakara, 21/48) ayetinde olduğu gibi... Yahut
"O gün geldiğinde" (Hûd, 105) ifadesindeki zamirden haldir. Yani
"Hiçbir kimsenin konuşamadığı halde o gün geldiğinde..." demek olur.
[105]
"Bir
kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Bu iki vasıf arasında tezat (zıt
ifadelerin birlikte zikredilmesi) sanatı vardır.
"Bedbahtlara
gelince..." ve "Mesut olanlara gelince" ifadelerinde leff ü
neşr-i mürettep sanatı vardır.
[106]
"Şüphesiz
ki bunlarda" zikredilen bu kıssalarda veya helak edilen ümmetlere inen bu
belâlarda "ahiretin azabından korkan için delil" yani ibret "vardır.
" Yani bu kıssalardan, bu kavimlere inen belâların Allah'ın ahirette mücrimler
için hazırladığı azabın bir örneği olduğunu bildiği için uhrevî azaptan korkan
kimse ibret alır.
"O
gün" kıyamet günüdür. Ahiret azabı buna delâlet etmektedir, "insanların"
tamamen bir araya "toplandıkları bir gündür." Yani insanlar onun için
toplanır. İsm-i mef ul sigası o gün için yapılan toplanmanın manasının
devamlılığına ve bu konuda hiç şüphe bulunmamasına, insanların oradan
ayrılamayacaklarına delâlet etmek için kullanılmıştır. Bu ifade "O gün
sizi toplanma günü için toplayacak.." (Tegabün, 64/9) ayetinden daha
beliğdir. "O gün için toplanmadın manası "O gün içinde bulunan hesap
ve ceza için toplanma"dır.
"O
gün herkesin hazır bulunacağı bir gündür." O gün bütün yaratıklar hazır
bulunur. Daha dakik bir mana ise şöyledir: O gün bütün yerlerin ve göklerin
halkı hazır bulunur. Eğer "O günü herkes görecektir" manasında kendi
nefsinde meşhud olsaydı, "yevm" kelimesinin tazimi ve temyizi kasdı
boşa giderdi. Çünkü diğer günler de böyledir.
"Biz
onu" o günü "ancak sayılı bir süreye kadar" yani Allah nezdinde
malum olan bir vakte kadar "erteliyoruz." Burada muzaf
hazfedilmiştir. Yani "sona erecek olan sayılı bir müddetin bitmesine kadar
erteliyoruz" demektir.
"O
gün" ceza günü "gelince, hiçbir kimse O'nun izni" yani Allah
Tealâ'nın izni "olmadan konuşamaz."
"O
gün insanların" mahşer halkı olan mahlûkatın "bir kısmı
bedhahtır." Vaîd sebebiyle cehennem ateşi ona vacip olmuştur. Şaki
(bedbaht), günahkârlığı sebebiyle cehenneme müstehak olan kişidir, "bir
kısmı ise mesuttur". Vaad gereği cennet onlara vacip olmuştur. Said
(mesut), ameli sebebiyle Allah'ın lütfü ve rahmetiyle cennete hak kazanan
kişidir.
Allah'ın
ilminde "Bedbaht olanlara gelince onlar ateştedir. Onlar orada ız-dıraplı
bir şekilde soluk alıp vereceklerdir." "Zefir" şiddetli bir ses,
"şehîk" güçsüz bir ses demektir. Bundan murad son derece sıkıntı ve
keder içinde bulunduklarına delâlet etmektir. "ZefiV'in asıl manası soluk
vermektir. "Şehîk" ise süratle ve zorla soluk almaktır.
"Onlar,
gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır." Yani gökler ve yer dünyada
devam ettiği müddetçe demektir. Yoksa onların ateşte devamlı kalma-larıyla
gökler ve yerin devamlı kalmaları arasında irtibat yoktur. Çünkü naslar (ayet
ve hadisler) kâfirlerin ebedî cehennemde kalacaklarına, ancak gökler ve yerin
ebedî olmadığına delâlet etmektedir. Burada maksat Arapların temsil tarzında
ifade ettikleri şekilde ebedî olduğunu ifade etmektir. Zira mefhum do-lasıyla
anlaşılan mana mantuk olana (açıkça ifade edilen manaya) zıt olmaz.
"Ancak
Rabbinin dilemesi müstesnadır." Ancak Allah'ın göklerin ve yerin
müddetlerini artırmak hususunda sonu olmayan hayattan dilediği hariçtir. Ayetin
manası şudur: Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Yahut bu ifadede cehennem
ateşinde ebedî kalmaktan istisna edilenler yer almaktadır. Çünkü bunların bir
kısmı (yani müminlerden fasık olanlar) cehennemden çıkarılacaklardır.
Özetle
cennetliklerin cennette, cehennemliklerin cehennemde ebedî kalacakları
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli naslanyla sabittir. Burada Allah'ın dilediklerinin
hariç tutulmasıyla ise sabit olma ve devamlılığa işaret edilmektedir. Bu ifade
ile bütün bu hususların Allah Tealâ'nın dilemesiyle olduğu beyan edilmektedir.
"Çünkü
Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani hiçbir kimsenin itirazı
olmaksızın dilediğini yapar.
"Mesut
olanlara gelince, onlar da cennettedirler... Bu, onlara ... hiç eksilmeyen bir
nimettir." Bu ifade sevabın kesilmeyeceğini açıkça beyan etmektedir.
Ya
Muhammedi "Şunların taptıklarından" putlardan "şüphe içinde
olma." Biz onlara da onlardan öncekilere azap ettiğimiz gibi azap
edeceğiz. Bu, Peygamberimiz (s.a.)'e yapılmış bir tesellidir.
"Onlar
da daha önceki atalarının taptığı gibi" yani onların âdeti olduğu gibi
putlara "tapmaktadırlar." Buradaki istisnanın maksadı şüphe etmekten
nehyetmenin sebebini açıklamaktır. Yani onlar ve ataları şirk koşmada aynıdırlar
demektir.
"Muhakkak
biz onların da nasibini" azaptan paylarını "eksiksiz" yani tam
olarak "vereceğiz."
[107]
Bu
ayetler zalim ümmetlerin kıssalarından alınacak ibretleri beyan etme hususunda
daha önceki ayetlerle irtibat halindedir.
Allah
Tealâ zalim ümmetlerin dünyada helak edilmelerinden alınacak ibreti
belirttikten sonra burada da bedbaht ve mesut olanların ayrı ayrı ahirette-ki
ceza ve mükâfatlarından alınacak ibreti zikretmiştir.
Bu
ibret ise peygamberlerin doğruluğuna ve Allah'ın ahiretteki vaadinin
gerçekleşeceğine dair delilleri ortaya koymak, insanı cehennemde yanacak bedbahtlardan
olmaması için Allah'a isyan etmekten ve O'nu inkâr etmekten korkutmak, insanı,
cennetten istifade eden mesut kimselerle birlikte olmasını sağlayacak itaatkâr
bir mümin olması için Allah'a iman ve itaat etmeye teşvik etmektir.
[108]
Bu
surede geçen, kâfirlerin helak olduğu ve müminlerin kurtulduğu konularını
ihtiva eden bu kıssalar, bunlara iman edip zikredilen azaptan korkan kimse
için, Allah'ın ahiretteki vaadinin doğruluğuna gayet açık bir delil ve kuvvetli
bir hüccettir. Bundan dolayı dünyada küfür, zulüm ve isyandan çekinir. Çünkü
peygamberlerin haber verdiği öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının
verilmesinin şüphesiz bir gerçek olduğunu, dünyada zalimlere azap verenin
onlara ahirette de azap vermeye kadir olduğunu ve mücrimlere dünyada isabet
eden azabın ahiret azabının sadece küçük bir örneği olduğunu gayet iyi
bilmektedir.
Zemahşerî
diyor ki: "Burada vardır" ifadesiyle Allah'ın zikrettiği, günahları
sebebiyle helak olan ümmetlerin kıssalarına işaret edilmektedir.
"Ayet" yani ahiret azabından korkan kimse için ibret vardır. Çünkü
böyle bir kimse Allah'ın mücrimlere dünyada verdiği azaba ve bunun onlar için
ahirette hazırladığı azaptan sadece bir örnek olduğuna bakar. Bunun
büyüklüğünü ve şiddetini görünce bununla vaad edilen azabın büyüklüğü
hususunda kanaat sahibi olmaya çalışır. Ve bu onun için bir ibret, bir öğüt ve
daha fazla takva ve Allah korkusu içinde bulunması hususunda bir lütuf olur. Bu
ayetin bir benzeri de "Bunda Allah'tan korkan için ibret vardır."
(Naziat, 79/26) ayetidir.[109]
Bu
gün, amellerinin hesabı görülmek ve buna göre karşılığı verilmek üzere ilk
insandan sonuncusuna kadar bütün insanların toplandığı ahiret günüdür.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir kimse bırakmadan bütün
insanları bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).
Bu
gün "yevm-i meşhud "dur. Yani meleklerin de hazır olduğu, peygamberlerin
de toplandığı insan, cin, kuşlar, vahşi hayvanlar ve diğer canlı mahlûka-tın
topyekün mahşer yerine toplandığı ve zerre kadar zulmetmeyen, adil olan
Rabbü'l-âleminin hüküm vereceği ve güzel amellere kat kat ecir vereceği bir
gündür.
Mahlûkat
hakkında tasarrufta bulunmak, isterse bu ümmetleri ve benzerlerini helak etmek
gibi dünyada olsun, isterse ahirette olsun, bu ancak ümmetleri terbiye etmek
için Allah'ın iradesi ve ihtiyarı ile olur. Yoksa "Tufan veya tufanda
boğulmak, gök gürültüsü, yerin batması veya deprem gibi olaylar, ilâhî değil,
tabii olaylardır" diyen maddecilerin iddia ettikleri gibi hakim kuvvet tabiat
değildir.
Bu
gibi kimselere verilecek en basit cevap bu cezaların peygamberlerin kavimlerini
uyardıktan sonra meydana gelmesidir. Hatta kavimlerine belirli bir vakit bile
tayin etmişlerdi.
Nitekim
Hz. Salih (a.s.) "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlana-mayacak
bir tehdittir." (Hûd, 65) ve Hz. Lût (a.s.) kavmi için "Onların yok
olma vakitleri bu sabahtır." (Hûd, 81) demiştir.
Daha
sonra Cenab-ı Hak kıyamet gününün ve azabının belirli bir müddete ertelendiğini
bildirerek şöyle buyurdu: "Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar
erteliyoruz." (Hûd, 104). Yani biz kıyamet gününün meydana gelişini bizim
ilmimizde belirli bir müddetin bitmesine kadar erteliyoruz. Bundan fazla da olmaz,
eksik de olmaz. Bu, dünyanın ömrüdür. Böylece insanlara amellerini ıslah
etmeleri ve inançlarını düzeltmeleri için yeterli firsat verilmiştir.
Nitekim
bir ayet-i kerimede "Rabbin çok mağfiret edicidir, rahmeti boldur. Eğer
Allah, onları işledikleri yüzünden cezalandırmak isteseydi, hemen azabı
indiriverirdi. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp
kurtulacak bir yer bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58) buyurulmaktadır.
"O
gün gelince.." Yani kıyamet günü gelince Allah'ın izni olmadan hiçbir
kimse konuşamaz. Emir ve nehiy sahibi O'dur. O gün O'nun izni olmadan bir
kimsenin bir söz söylemesi veya harekette bulunması imkânsızdır. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Cebrail ve meleklerin saf saf dizildikleri gün, Rahman
olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan hariç O'nun huzurunda kimse konuşamaz."
(Nebe, 78/38).
Bir
başka ayet-i kerimede de şöyle geçmektedir: "O gün insanlar, kendilerini
Allah'ın huzuruna davet edene (İsrafil'e) uyacaklar, kimse yan çizemeyecek-tir.
Rahman olan Allah'ın azameti karşısında bütün sesler kısılacak, fısıltıdan başka
hiçbir şey işitmeyeceksin." (Tâ-Hâ, 20/108).
"O
gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Yani mahşer
günü insanların bir kısmı bedbaht, mutsuz, küfrü ve isyanı sebebiyle azaba uğramış
kimselerdir. Diğer bir kısmı ise mesuttur, mutludur, imanı ve doğru yolda
yürümesi sebebiyle cennetlerde nimet içindedir. Aynen Yüce Allah'ın bildirdiği
gibi: "Bir grup cennette, diğer bir grup ise alevlerin içindedir."
(Şûra, 42/7)
Kimin
için şer murad edilmiş ve o da o kötü amelleri işlemişse o bedbaht kimseler
arasındadır. Kimin için de hayır murad edilmiş ve o da hayırlı amelleri
işlemişse o da saadet ehli arasındadır. Herkese yaratıldığı akibet
kolaylaştırılır.
Tirmizî
ve Hafız Ebu Ya'la Müsned'inde Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." (Hûd,
105) ayeti nazil olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.)'e sordum: 'Ya Rasulallah!
Niçin çalışıyoruz? Bitmiş, sonucu kararlaştırılmış bir şey için mi, yoksa henüz
bitmemiş bir şey için mi?" Peygamberimiz (s.a.) "Tamamen bitmiş bir
şey için, ya Ömer! Kalemler yazdılar. Ancak herkese yaratıldığı akıbet kolaylaştırılır"
dedi ve sonra da şu ayetleri okudu: "Kim Allah yolunda harcar ve O'ndan
korkar ve en güzel olanı "İslâm inancını" tasdik ederse biz onu en
kolay olana muvaffak kılacağz. Fakat kim de cimrilik eder ve Allah'a ihtiyacı
olmadığını iddia eder ve en güzel olan "İslâm inancını" yalanlarsa,
biz onu en zor olana sürükleriz." (Leyi, 92/5-10).
Bundan
sonra Yüce Allah bedbahtların durumunu da, mesut olacakların durumunu da beyan
etti. Birinci grup yani bedbaht olanlar batıl inançları ve kötü amelleri
sebebiyle yerleşecekleri ve varacakları yer olan cehennemdedirler. Onlar
endişe, keder ve gönül darlığından dolayı zorlukla nefes alıp vermektedirler.
İbni
Kesir'in zikrettiği gibi içinde bulundukları azap ve işkence sebebiyle soluk
almaları soluk verme, soluk vermeleri de soluk alma şeklinde bir ızdıra-ba
dönüşmüştür. Halbuki normal olarak "zefir" soluk vermek,
"şehîk" ise soluk almaktır. Yani cehennemdekiler ızdıraplı bir
şekilde, süratle ve zorlukla soluk alıp vermektedirler.
Onlar
orada devamlı olarak yer ve göklerin aynen kaldığı müddetçe kalacaklardır.
Burada maksat ebedî kalacaklarının ve arada kesintisinin olmamasının temsil
tarzında ifade edilmesidir. Arapların "Sebir dağı ayakta kaldığı müddetçe,
yıldızlar parladığı müddetçe, kuşlar öttüğü müddetçe şöyle yapacağım veya
yapmayacağım" tarzındaki ifadelerinde olduğu gibi.
Buradaki
maksat ahiretteki yer ve gökyüzü manası da olabilir. Çünkü bunlar sonsuza kadar
devam edecektir. Ahiretin gökyüzünün (yani mahlûkatın üstünde bulunan şeyin) ve
yeryüzünün (yani onların üzerinde durdukları bir zeminin) bulunduğuna delil
Cenab-ı Hakk'ın:
'Yaşadığınız
yeryüzünün bir başka yeryüzüne, göklerin de başka (göklere) çevrileceği... o
gün" (İbrahim, 14/48) ve "Onlar da "Bize verdiği vaadinde duran
ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt
edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş, derler."
(Zümer, 39/74) ayetleridir.
Ayrıca
ahiret halkını gölgesi altına alacak, üstlerinde şemsiye gibi duracak bir
gökyüzü mutlaka olacaktır. İbni Abbas diyor ki: "Her cennetin yeri ve göğü
vardır.
"Ancak
Rabbinin dilemesi müstesnadır." Bu istisnadan maksat sabitliğe ve
devamlılığa delâlet etmektir. Çünkü cennet ve cehennem ehlinin orada ebediyete
kadar istisnasız kalacakları kesindir. Bundan maksat ise orada ebedî kalmanın
Allah Tealâ'nın iradesiyle olacağının, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâhî
iradenin dışında olmayacağının beyan edilmesidir. Bu ayet aynen şu ayetlere
benzemektedir:
"...
Allah da (buyurucak ki:) "Sizin durağınız cehennemdir. Orada Allah'ın
dilemesi müstesna ebedî kalacaksınız." Şüphesiz Rabbin Hakim'dir (Hüküm ve
hikmet sahibidir), Alîm'dir (Her şeyi çok iyi bilendir)." (En'am, 6/128).
"De
ki: Allah'ın dilediğinin dışında ben kendim için bir fayda elde etmeye ve bir
zarar vermeye muktedir değilim." (Araf, 7/188).
"(Ey
Muhammed) Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve onu asla unutmayacaksın. Ancak
Allah'ın dilediği müstesna..." (Ala, 87/6-7).
Bütün
bu ayetlerde maksat hükümlerin sadece Allah'ın iradesiyle kayıtlı bulunduğunu
bildirmektir, yoksa bu hükümlerin umumi olmadığını ifade etmek için değildir.
Tercih edilen ve kuvvetli olan görüş de budur.
İbni
Cerîr diyor ki: Arapların âdetlerinden biri de bir şeyin daimi olduğunu
anlatmak istediklerinde "Bu yer ve gökler devam ettikçe devam
edecektir" çekimdeki sözleridir. Yine şöyle derler: "Bu gece ile
gündüz birbiri ardınca geldiği müddetçe baki kalacaktır."
Müfessir
alimlerin bu konuda Kurtubî'nin zikrettiği gibi 11 görüşü var[110]
Zemahşeri
diyor ki: Bu ifade cehennem azabında ve cennet nimetleri içinde ebedî
kalmaktan istisnadır. Çünkü cehennemlikler sadece ateş azabında ebedî
kalmayacaklardır. Bilakis zemherir (soğuk) ile ateş azabından onlara başka
çeşitli azaplarla da azap edilirler. Bunların hepsinden daha şiddetlisi ise
Allah'ın onlara gazap etmesi ve onları basite almasıdır. Cennetlikler de böyledir.
Onların da cennetten başka ondan daha büyük bir nimet ve daha değerli bir lütuf
vardır ki bu da Allah'ın rızasıdır. Cennetliklerin cennet sevabından başka
Allah'ın kendilerine lütfettiği, mahiyetini sadece kendisinin bildiği nimetler
vardır. İstisnadan murad edilen budur. Bunun delili de "kesilmeyen bir
lütuf ayetidir.[111]
Yani
Rabbin bu hazırlanan nizamı değiştirmeyi, buna ilâve etmeyi ve bundan eksiltme
yapmayı dilemediği müddetçe, onlar cennet veya cehennemde ebedî kalacaklardır.
Böylece maksat, her şeyin O'nun elinde ve O'nun tasarrufunda olduğunu göstermektir.
Dilerse bunu aynen bırakır, dilerse böyle yapmaz.
Ebu
Hayyan diyor ki: Görünen odur ki, "Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır"
ayeti zamana delâlet eden "Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak
cennette kalacaklardır" ayetinden istisnadır. Ayetin manası şudur: Allah
Te-alâ'nın dilediği zaman hariç, ne ateşte ne de cennette ebedî olurlar. Eğer
bu istisna ateşte ve cennette olmaktan istisna ise, bu istisna edilen zaman,
Allah'ın kıyamet günü mahlûkatı arasında hüküm verdiği zaman olabilir. Çünkü o
zaman bedbaht ve mesut olanlar henüz cennet ve cehenneme girmemişlerdir.
Ancak
buradaki istisna "ebedî olmak"tan istisna ise bunun cehennemliklere
göre olması mümkündür. O durumda bu istisna edilen zaman cehennemde olan
isyankâr müminlerin oradan çıkıp cennete girmeleridir. Bu durumda onlar ebedî
cehennemde değildirler. Zira cehennemden çıkıp cennete girmişlerdir. Cennet
ehline gelince, cehennemlikler hakkında meydana gelenler onlar hakkında
meydana gelmez. Çünkü cehennemlik olup da cennete girecek ve orada ebedî
kalacak kimse yoktur.[112]
"Çünkü
Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani ilmine uygun ve hikmetinin
gereği olarak dilediğini yapar. Cehennemliklere dilediği azabı verir.
Cennetliklere
kesintisiz lütfuyla ihsanda bulunur.
Cenab-ı
Hak bundan sonra ikinci grup olan mesut olanların cezasını zikretti: Mesut
olanlara, saadet ehline gelince, onlar peygamberlere tabi olanlardır. Onların
yeri cennettir. Orada yer ve gök durduğu müddetçe, Allah Tealâ'nın dilemesiyle,
kesilmeyen ve mani olunmayan, sonsuza kadar uzanan lütuf içinde ebedî olarak
kalacaklardır. "Onlar için orada arkası kesilmeyen bir mükâfat
vardır." (İnşikak, 84/25).
İbni
Kesir diyor ki: Buradaki istisnanın manası, onların içinde bulundukları
nimetlerin bizzat vacip olan bir durum olmadığıdır. Bilakis bu, Allah
Te-alâ'nın dilemesine havale edilmiştir. Onların üzerinde daima Onun minneti,
lütuf ve ihsanı vardır. Bu sebeple nefes alma-verme imkânı verildiği gibi, teşbih
(Sübhanallah) ve tahmid (Elhamdülillah demeleri) ilham olunur.[113]
Cehennemlik
ve cennetliklerden herbirinin karşılığı Allah'ın dilemesiyle daimidir.
Cehennemliklerin cehennemdeki azabı daimi bir surette Allah'ın dilemesine
havale edilmiştir. Verilen bu ceza Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği
amellerine uygundur. Cennetliklerin cennetteki sevabı ise yaptıklarına karşılık
olarak yine Allah'ın iradesine göredir.
Ancak
Allah Tealâ her iki gruba ait ayetlerin sonunda farklı ifade kullanmıştır.
Bedbahtların durumunu beyan eden ayetin sonunda "Rabbin dilediğini tam
manasıyla yapandır." (Hûd, 107) denilmiştir. Bir başka surede aynı yerde
"Allah yapdıklarından mesul değildir. Onlar ise mesuldürler."
(Enbiya, 21/23) denilmiştir.
Mesut
olanların durumu açıklandıktan sonra da kalplerini hoş tutmak ve müminlere
verilen bu karşılığın Allah tarafından bir bağış olduğuna işaret etmek için
"Bu onlara (Allah tarafından) hiç kesilmeyen bir lütuftur." (Hûd,
108).
Buharî,
Müslim ve Nesai'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz ameli karşılığı cennete
kesinlikle giremez." Sahabe-i kiram "Sen de mi ya Rasulallah?"
dediler. Efendimiz: "Evet ben de. Ancak Allah beni rahmetiyle
kuşatmıştır" buyurdu.
Yine
Buharî ve Müslim Sa/»Merinde şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır: "Kıyamet
günü ölüm gayet güzel bir koç şeklinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında
kesilir. Sonra şöyle denilir: "Ey Cennet ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm
yok. Ey cehennem ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok."
Yine
sahih bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Ey Cennet ehli! Artık
devamlı yaşayacak hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı genç kalacak hiç yaşlanmayacaksınız.
Devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hastalanmayacaksınız. Devamlı nimet içinde
bulunup hiç ümitsizliğe düşmeyeceksiniz."
Cenab-ı
Hak bedbaht ve mesut olanların durumlarını belirttikten sonra Peygamberimiz
(s.a.)'in düşmanlarım daha önce helak edilen ümmetlere verdiği azap gibi azap
vermekle korkuttu ve şöyle buyurdu: "Sakın şüphe etme."
Yani
ey Muhammedi Eski kavimlere ait zikredilen hususları anladın, Allah kulları
hakkındaki sünnetini de öğrendin. Bundan dolayı müşriklerin taptıkları
şeylerin akibeti ve müşriklerin sonunun ne olacağı hususunda şüphe etme.
Onların taptıklarının hepsi batıldır, bilgisizlik ve sapıklık eseridir.
Azapları gerçektir, şüphe yoktur. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'i teselli ve
kavmini tehdit içindir.
Şüphesiz
onlar da atalarının taptıkları gibi putlara, heykellere tapıyorlar. Onlar
bilgisizlikte ataları gibidirler. Atalarını körükörüne taklit etmektedirler.
Onların içinde bulundukları bu durum hakkında atalarına bilgisizce tabi olmaktan
başka dayandıkları hiçbir hüccetleri de yoktur. Allah bu amellerine karşılık
onlara tam manasıyla ceza verecek, onları hiç kimseyi azap etmediği gibi bir
azapla cezalandıracaktır. Dünyadaki güzel amellerinin karşılığını Allah
ahiretten önce dünyada tam olarak vermiştir. Dünyada ana-babaya itaat, akrabayı
ziyaret, fakirlere yardım, hayır işlemek gibi bir takım iyilikler yapmışlarsa
Allah bu amellerinin karşılığı olarak dünyada rızık genişliği, sağlık sevinç
içerisinde olmak, başlarına gelecek bazı zararları def etmek gibi nimetler
verir. Bu hemen kaybolan acil, fakat ilâhî adaletin gereği olan tam ve eksiksiz
bir karşılıktır. Sakın hiçbir kimse bazı kâfirlerde gördüğü nimet ve dünya refahına
aldanmasın. Onlara sadece dünya vardır. Ahiret nimetinden mahrumdurlar.
Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle onlara ahirette sadece şiddetli bir azap
vardır.
[114]
Bu
ayetler aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:
1- Peygamberler ister dünya âleminde eski kavimlere ait haberler ve gelecekte
meydana gelecek gaybi haberler olsun, isterse ahiret aleminde azap ve cezanın
meydana gelmesi, mahşerde toplanma ve hesabın görülmesi gibi haberler olsun,
verdikleri haberlerde tam manasıyla doğruluk üzeredirler.
"Bu
kıssada ahiret azabından korkan kimse için ibret ve öğüt vardır."
"İnsanlar
o günde bir araya gelmişlerdir" ayeti haşrin meydana geleceğine delildir.
"el-Cem", haşr manasındadır. Yani onlar kıyamet günü haşredüecek-lerdir.
O gün müttaki-facir herkesin hazır bulunacağı, gökyüzü ehlinin de hazır
bulunacağı bir gündür.
2- Öldükten sonra dirilme haktır. Fakat Allah'ın hikmeti, bugünün, daha
önce kaza ve kaderle belirlenip malum bir güne tecil edilmesini gerekli kılmıştır.
3- Kıyamet gününde mutlak hakimiyet Allah'ındır. O gün Yüce Allah'ın izni
olmadan hiçbir kimse hüccet veya şefaat etme konusunda konuşamaz.
Bir
grup alim, "Bu gün çok uzun bir gündür. O gün bazı yerler ve bazı sahneler
vardır ki bunların bazısında insanlar söz söylemekten menedilirler, bazısında
ise söz söyleme izni verilir" derler. Bu durum o gün hiçbir kimsenin O'nun
izni olmadan konuşamayacağına delâlet etmektedir.
4- İnsanlar kıyamet günü iki sınıftır:
a) Bedbaht olanlar
b) Mesut olanlar
Bedbaht
olanlar cehennemdedirler. Mesut olanlar ise cennettedirler. Her iki grup da
içinde bulundukları azap veya sevapta Allah'ın dilemesi ve iradesiyle ebedî
olarak kalacaklardır.
Allah'ın
bu hükmü değişmez ve değişikliğe uğramaz. Allah kime bir hüküm vermişse ve
O'nun amelini ve durumunu bilmişse artık onun buna aykırı davranması imkânsız
olur. Aksi takdirde Allah'ın verdiği haberin yalan olması, ilminin bilgisizlik
sayılması gerekir. Bu ise tamamen imkânsızdır. Bununla sabit olmuştur ki,
mesut olan artık bedbaht olamaz, bedbaht olan da mesut olamaz.
5- Ümmetin büyük çoğunluğu kâfirin azabının devamlı olacağı hususunda
ittifak etmiştir. Çünkü ayette zikredilen ve gökler ve yerin daimi oluşuyla
ilgili bulunan "ebedî" olmaktan maksat devamlılıktır. Tıpkı Arapların
devamlılık ve ebedîlik hakkında söyledikleri "yer ve gökler devam ettikçe,
gece ve gündüz peşpeşe geldiği müddetçe, deniz dalgalandığı müddetçe, dağ
dimdik ayakta kaldığı müddetçe..." şeklindeki sözleri gibi.
Yahut
"ebedî" olan, ahiretin yeri ve gökyüzüdür. Şu ayetlerin delaletiyle
ahirette de yer ve gök bulunmaktadır:
"Yeryüzünün
bir başka yeryüzüne, göklerin başka göklere çevrileceği... o gün..."
(İbrahim, 14/48).
"Onlar
da "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd
olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların
mükâfaatı ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).
Ayrıca
ahiret ehlini gölgeleyen bir gökyüzü de mutlaka olmalıdır. İşte o da yeryüzü ve
gökyüzüdür.
6- "Ancak Rabb'inin dilediği şey müstesna" ayeti
cehennemliklerin cehennemde, cennetliklerin cennette kalmalarının Allah
Tealâ'nın iradesiyle meydana geldiğine, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâhî
irade dışına çıkmayacağına delâlet etmektedir. Bu ayetle değişmezlik ve
devamlılık murad edilmiştir.
Razî
bu ayeti namaz kılan ama fasık olan müminlerin cehennemden çıkacaklarına delil
olarak getirmiştir. Ebu Hayyan'ın tercihine benzeyen tercihiyle bu istisnadan
murad budur. Ayet ebedî cehennemde kalmaktan istisna getirmektedir. Bu ayet
kendilerinden ebedîlik kalkan kimseler yani isyankâr müminler hakkındadır.
Saadet
ehli için yapılan istisna ile ise Razî'nin zikrettiği bir görüşe göre
derecelerin yükseltilmesi murad edilmektedir. Allah cennette arşına ve sadece
Allah'ın bildiği yüksek derecelere yükseltir:
"Allah
mümin erkek ve kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları
cennetler ve Adn cennetlerinde güzel köşkler vaad etmiştir.
Allah'ın
rızası ise daha büyüktür." (Tevbe, 9/72).
7- Müşriklerin put ve heykellere tapmalarının akli ve mantıki hiçbir
delili yoktur. Bu sadece bilgisizlik, baba ve atalarını körükörüne taklit
etmekten doğmaktadır.
Nitekim
Cenab-ı Hak "Onların taptıklarından şüphe etme" yani onların
taptıklarının hiçbir fayda temin edemiyeceğinden ve hiçbir zarar veremiyece-ğinden,
Allah puta tapmayı emretmediğinden şüphe etme. Onlar sadece babalarının
yaptığı gibi, onları taklit ederek putlara tapmaktadırlar.
8- Cennet ehlinin nimeti kesintili ve engelli olmayıp devamlıdır. Bunun
delili şu ayetlerdir:
"Hiç
kesilmeyen bir nimet..." (Hûd, 108).
"Bitip
tükenmeyen ve yasaklanmayan..." (Vakıa, 56/33).
9- Yüce Allah kâfirlerin hakkında da adildir. Onlara güzel amellerinin sevabını
dünyada tam olarak verir. Bu amellerine karşılık onlara ahirette hiçbir sevap
yoktur. Çünkü o gün amellerin kabulü imana bağlıdır. Bunun delili ise "Biz
onların nasibini eksiksiz tam olarak vereceğiz" ayetidir. Yani onlar kâfir
olsalar da, haktan yüz çevirseler de biz onların nzık ve dünya nimetleri gibi
nasiplerini tam olarak vereceğiz.
Bundan
maksat İbni Abbas (r.a.)'ın dediği gibi kâfirlere vaad edilen hayır ve şer de
olabilir. Ayrıca onlara azaptan düşen nasipleri tam olarak verilecektir manası
murad edilmiş de olabilir. Belki de hepsi murad edilmiştir.
[115]
Kur'an-ı
Kerim'de bir kıssa değişik üsluplarla müteaddit münasebetlerle, farklı
psikolojik tesirle ve değişik hedefler ilham ederek birkaç defa zikredilmektedir.
Bu
surede veya diğer Mekkî (Mekke'de inen) surelerdeki geçmiş ümmetlerin
kıssalarını beyan ederken umumiyetle belirli amaçların gerçekleştirilmesi
hedeflenmiştir. Bu amaçların en önemlileri şunlardır:
1- Bazı geçmiş ümmetlerin tarihlerinden haber vermek ve Peygamberimiz
(s.a.)'in ve kavminden hiçbir kimsenin bilmediği çok önemli gaybî olaylara ışık
tutmak: "Bu kıssa sana vahyettiğimiz gaybın haberlerindendir. Onlar (Yusuf
un kardeşleri) tuzak kurmak üzere ittifak kurduklarında sen onların yanında
değildin." (Yusuf, 12/102).
Bu,
onun peygamberliğinin doğruluğuna ve bu Kur'an'ın Allah tarafından indirilip
müşriklerin iddia ettikleri gibi onun uydurduğu bir şey olmadığına delil
olmaktadır.
Nitekim
müşrikler Kur'an'ın anlattığı gibi şöyle demişlerdi: "İnkâr edenler
"Bu Kur'an Muhammed'in uydurduğu iftiradan başka bir şey değildir. Başka
bir topluluk da kendisine yardım etmiştir" dediler. Böylece haksızlığa ve
yalancılığa saptılar. Onlar "Kur'an öncekilerin efsaneleridir. Muhammed
onu başkalarına yazdırmış da sabah-akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor"
dediler. Ey Muhammedi Onlara de ki: Onu göklerde ve yerdeki sırları bilen Allah
indirdi. Şüphesiz ki O Gafur'dur, Rahîm'dir. (Çok affeden ve çok merhamet edendir).
" (Furkan, 25/4-6).
2- Bütün insanlara nebi ve rasullerin davetlerini yaymak yolundaki gayretlerini,
kavimleriyle yaptıkları mücadelelerini, hakkı ortaya çıkarmak ve batılı ortadan
kaldırmak için yaptıkları çeşitli haklı tartışmalarını ve kavimlerinin onların
bu davetlerine ne derece icabet ettiklerini ve onlardan nasıl yüz
çevirdiklerini haber vermek. Ayrıca insanların risaletine iman etmekten uzaklaşmalarının
Peygamberimize elem vermesinden dolayı onu teselli etmek.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey Muhammedi Peygamberlerin kıssalarından
sana anlattığımız her şeyle senin kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana
işin hakikati müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." (Hûd, 120).
Bu
ayette geçmiş peygamberlerin davet yolunda gösterdikleri sabır ve cihad
hususunda güzel örnekler oldukları beyan edilmektedir: "Ey Muhammedi Sen
de azim ve sebat sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret. Kâfirler için
acele azap isteme." (Ahkaf, 46/35).
3- Risaletin esasları, Allah'ın birliğine davet hususunda peygamberlerin
birbirlerini teyit etmeleri, öldükten sonra dirilmeye, amellerin karşılığının
verilmesine ve ahiret gününe iman etmeleri, faziletli ameller, yüce ahlak ve
manevî değerler gibi ortak hayır esaslarını beyan etmeleri hususunda bütün
peygamberlerin ittifak içinde olmalarını ortaya koymak:
"Şüphesiz
ki bunların (geçmiş peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.
Kur'an uydurulmuş bir söz değildir. Ancak O, geçmiş kitapları doğrulayan, her
şeyi açıklayan, iman eden bir kavme hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olan bir
kitaptır." (Yusuf, 12/111).
4- Kıssa eğitim ve öğretimde, aklî burhanları maddi olaylarla ispat
hususunda teşvik edici, ilgi çekici, sevindirici, rağbet edilen bir unsurdur.
Kıssaların üslûbundan ve olayların anlatılmasından etkilenme hususunda
genç-ihtiyar, erkek-kadm arasında pek fark yoktur.
Kıssa
iman tohumu ekmekte, ibadet ve taate teşvik etmekte, günahlardan sakındırmaya
vesile olmakta ve böylece hocaları peygamberler, olayların sahnesi kavimler,
tarihleri eski tarih, konusu zalimlerin helak edilmesi, gayesi ahlakı
güzelleştirme, insanları ıslah etme ve güzel terbiye olan ve müminler için
ilâhî bir medrese hüviyetini taşımaktadır.
5- Kur’an kıssası, ilk derecede Allah'ın birliğini ispat etme, varlığını
ifade etme, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeyi ispat etme amacım
taşımakta ve bu esnada da fert ve cemiyet, millet ve devlet ve bütün milletler
ve bütün idareciler için faydalı, planlı ve programlı şer'î hükümler ihtiva
etmektedir.
6- Kur'an kıssası, peygamberlerin asıl vazifesinin vahyi olduğu gibi
tebliğ etmek, peygamberin erteleme, değiştirme, fayda ve zarar verme hususunda
en küçük bir yetkisi olmaksızın, yakın veya uzak gelecek azabın gerçekleşeceği
şeklinde insanlara ilâhî uyanlarda bulunmak olduğunu beyan etmektedir.
7- Kur'an kıssası, insan tabiatlarının birbirlerine benzerlik derecesini,
iman-küfür, hayır-şer hususundaki istidatlarının derecesini gösterir.
8- Kur'an kıssasında Allah'ın hakimiyeti, kudreti, ahiret azabının küçük
bir örneği olan dünyadaki acil azabı vermedeki ezici gücü ortaya konulmaktadır.
9- Kur'an kıssası, peygamberlere verilen ilâhî teyit insanları ilâhî davetin
doğruluğuna ve bu kıssaların sahipleri ve kahramanları olan peygamberlere iman
etme konusunda ikna etmeye vesile olacak Allah'ın ayetlerini, mucizelerini ve
hüccetlerini insanların önüne serme konusunu ihtiva eder.
10- Her kıssada, kahramanların değişmesiyle farklılık arz eden dersler,
öğütler ve hususi ibretler vardır.
Meselâ
Nuh (a.s.) kıssası iyice kökleşmiş gururu ve putperestlik üzerinde ısrar
edilmesini temsil etmektedir. Ad kavmi kıssası güç, kuvvet, zorbalık ve
taşkınlığın ne derece dikkate alındığını ortaya koymaktadır. Lût kavmi kıssası
insanlık seviyesinin düşmesi, homoseksüellik ve ahlâkî rezalete delâlet etmektedir.
Şuayb
kavmi kıssası da içtimaî sapma veya içtimaî zulüm, insanların haklarını alma,
mallarını batıl yolla yeme görüntülerinden biridir. Firavun kavmi kıssası da
idarî güç, servet ve mevkiye dayanmanın açık bir örneği olup her zaman ve her
yerde Firavunlaşmış zorba idarecilerin tahtlarını ve şahsiyetlerini titreten
bir kıssadır.
Bütün
bu kıssalar, cemiyet nizamında putperestlik ve anarşiye karşı koymak için
anlatılmıştır. Çünkü bu ümmetlerin hepsi putlara tapan putperest ümmetler idi.
Geçmiş peygamberlerin yoğun gayretleri insanları put ve heykellere tapınmaktan
kurtarmak üzerine yoğunlaşmıştı.
11- Kur'an kıssası bir bütün halinde öğüt ve ibrettir. Nefislerin
ilâcıdır, isyankârlar ve inatçı kâfirlerin başına gelen insanın aklını
başından alacak, saçları ağartacak, kalbin damarlarını parçalayacak ve insanı
korkuya ve dehşete düşürecek azap ve belâlardan ibret alma vesilesidir.
12- Okuma yazma bilmeyen, tarihle ilgilenmeyen ümmî bir peygamberin
-Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.)'in- bu kıssalardan haber vermesi onun
peygamberliğine ve yüce risaletine, ilim ve irfanı yayma konusundaki gayretine,
hidayet ve hak yol bayraklarının dalgalanmasına kesin bir delildir. Her şeyden
önce bu Kur'an'm Allah'ın kelâmı ve kıyamete kadar insan oğlunun uyacağı
anayasası olduğuna delildir.
13- Kıssalar her peygamberin ayıplanma, görüşünün basite alınması, hatta
bazan öldürülme ve memleketinden uzaklaştırılmasına teşebbüs edilmesine rağmen
ulvî prensiplere ve davetine tam manasıyla bağlılığını ihtiva etmektedir.
Bunun örnekleri çoktur. Meselâ bunlardan biri Kur'an'ın Hz. Nuh (a.s.)'tan
naklettiği şu sözüdür: "Nuh kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana,
Rabbim tarafından açık bir delilim varsa ve kendi nezdinden bana bir rahmet
verdiyse ve bunlar da gözünüzden gizlendiyse istemediğiniz halde size bunları
zorla mı kabul ettirelim?!" (Hûd, 28).
Bu
sözün benzeri Hz. Şuayb (a.s.)'m diliyle, (Hûd, 88) ve diğer peygamberlerin
diliyle tekrar edilmiştir.
Yine
bu misallerden bir başkası Hz. Hûd (a.s.)'dan naklettiği şu sözüdür:
"Kavminin ileri gelen kâfirleri Hûd'a "Biz seni bir beyinsizlik
içinde görüyoruz ve seni yalancılardan zannediyoruz" dediler. Hûd da
onlara şöyle dedi: Ey kavmim! Bende bir beyinsizlik yok. Ben sadece âlemlerin
Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." (A'raf, 7/66-67).
Bir
başka misal ise kavminin Hz. Şuayb'a söylediği sözüdür: "Ey Şuayb! Biz
senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda çok zayıf bir
kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni taşlayarak öldürürdük.
Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin." (Hûd, 91).
14- Kur'an surelerinde bir kıssanın birkaç defa zikredilmesi her nesilde
insanların gözlerinin önünde misal olması için ve pek çok maksat, hedef ve
manayı gerçekleştirmek için benimsemiş bir yoldur. Fakat bu kıssalar bıkkınlık
verici olmayıp dikkatleri çeken, akılları uyaran, okuyucu ve dinleyicinin
nefsinde usanç ve bıkkınlığı gideren çeşitli üslûplarla anlatılmıştır.
[116]
110-
Şüphesiz ki biz Musa'ya Kitab'ı vermiştik. Onda ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin
(cezalarını kıyamete kadar erteleyeceğine dair) önceden vaadi olmasaydı
onların aralarında hüküm derhal verilirdi. Doğrusu onlar onun hakkında şüphe
içindedirler, kuşkuludurlar.
111-
Elbette Rabbin bunlardan her-birine yaptıklarının karşılığını verecektir.
Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır.
"Lemmâ
le-yüveffiyennehüm" ifadesindeki şeddeli "lemma" biraz zor bir
ifadedir. Zira burada "Ne zaman ki" manasında olmadığı gibi
"illâ" manasında da "lem" manasında da değildir. Bunun
hakkında bazı görüşler vardır:
a) Bu kelimenin aslı "le-min-mâ" idi. Sonra nun mime idgam
edildi. Böylece üç mim bir araya geldi. Kesreli mim hazfedildi,
"lemmâ" oldu. Cümlenin takdiri, "le-min-mâ halaka
(yarattıklarının hepsine)" Rabbin amellerinin karşılığını tam olarak
verecektir" şeklindedir.
b) Bu kelime "le-min-mâ" şeklindeydi. "Min"
hazfedildi "le-mâ" oldu. "Mâ" ise zaidedir. Cümlenin
takdiri "le-halkun" şeklindedir.
Zemahşerî
diyor ki: "lem-mâ" daki "lem" yemine hazırlık içindir.
"Mâ" ise iki "le" nin arasında fasıl için ziyade
edilmiştir. Mana şudur: "Hepsine vallahi tam olarak verecektir."
[117]
"Eğer
Rabbinin önceden kelimesi olmasaydı..." Buradaki "kelime" kaza
ve kaderden kinayedir.
[118]
"Şüphesiz
ki, biz Musa'ya kitab'ı" Tevrat'ı "vermiştik." Tasdik etmek veya
yalanlamak şeklinde "Onda ihtilâfa düştüler." Bir grup iman etti,
diğer bir grup inkâr etti. Tıpkı Mekke müşriklerinin Kur1 an hakkında ihtilâfa
düştükleri gibi.
"Eğer
Rabbinin" hesap görmeyi ve kullarını cezalandırmayı kıyamet gününe
erteleyeceğine dair "bir vaadi olmasaydı, onların aralarında" ihtilâf
ettikleri hususlarda haklı olanı haksız olandan ayırd etmek için haksız olana
hak ettiği azabı indirmek suretiyle dünyada iken derhal "hüküm
verilirdi."
"Doğrusu
onlar" yani Mekke kâfirleri veya Tevrat'ı yalanlayanlar, "onun
hakkında" Tevrat veya Kur'an hakkında "şüphe içindedirler,
kuşkuludurlar."
"Elbette
Rabbin bunlardan herbirine" yani ihtilâf edenlerden herbirine mümin olsun,
kâfir olsun "amellerini" yani amellerinin karşılığını "tam
olarak verecektir."
"Şüphesiz
Allah onların yaptıklarından haberdardır." Amellerin dış görünüşü gibi
içini-özünü de bilir.
[119]
Allah
Tealâ Mekke müşriklerine küfürleri sebebiyle helak olan ümmetlerin kötü
akıbetini hatırlattıktan sonra burada da onlara Tevrat hakkında inanan ve
inanmayanlar diye iki gruba ayrılan, ihtilâfa düşen ve Allah'ın da kendilerine
azap ettiği kötü amelleri sebebiyle cezalandırdığı Musa fa.s.) kavmini
hatırlattı.
Bu,
kâfirlerin bütün peygamberlere karşı fasit âdetlerinin aynı olduğuna delâlet
etmektedir. Mekke kâfirleri tevhidi inkâr ettikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini de inkâr etmişler, Allah'ın kitabını yalanlamışlardı. Mekke
kâfirlerinin bu tavrı kendilerinden önceki kâfirlerin tavır ve âdetlerinin
aynısı idi.
[120]
Yemin
olsun ki, biz Musa'ya kitabı yani Tevrat'ı verdik. İsrailoğullan da zulmederek
ve haddi tecavüz ederek, liderlik ve maddî menfaatlerde çekişerek bu Tevrat'ta
ihtilâfa düştüler.
Allah'ın
Kitabı insanların aynı metod etrafında toplanmaları için ve söz birliği olsun
diye inmesine rağmen bir kısmı bu kitaba iman edip bir kısmı inkâr ettiler.
Ya
Muhammed! Kavminin Kur'an hakkındaki ihtilafına aldırış etme. Senden önceki
peygamberler de senin için örnek vardır. Onların, yalanlamalanyla telâşa
kapılma.
Rabbinin,
azabı belirli bir vakte erteleme suretiyle bir takdiri olmasaydı onlar hakkında
diğer kavimlerde olduğu gibi isyankârları helak etmek ve müminleri kurtarmak
suretiyle dünyada hüküm verilirdi.
Yalanlayanlar
endişe ve kuşkuya düşürücü bir şüphe içindedirler. Daha isabetli görüşe göre
"Onlar" ve "hakkında" kelimelerindeki zamir Hz. Musa
(a.s.)'nın kavmine racidir. Zira onlar kitapta ihtilafa ve Tevrat'ta şüpheye
düşenlerdir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra Kitab'a varis
kılınanlar da muhakkak ki ondan şüphe ve tereddüt içindedirler." (Şûra,
42/14).
Kitab'a
varis kılananlar Yahudi ve Hristiyanlardır. Gerçek Tevrat Babil-lilerin
Süleyman heykelini yakması esnasında kaybolmuştur.
Buradaki
zamir peygamberin muasırlarından O'nun hakkında ihtilâfa düşen kimselere
racidir de denilmiştir.
İbni
Atıyye "Bu lafzın hepsine şamil olduğu fikri bana göre daha güzeldir"
demiştir.
Bu
cümle Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmek için zikredilmiştir.[121]
Mümin
olsun kâfir olsun, Allah'ın Kitabı'nda ihtilâf edenlerden her birine Allah
amellerinin karşılığını ve vaad olundukları hayır ve şerri tam olarak
verecektir. Çünkü O bütün bu amellerden haberdardır. O'na bunlardan hiçbir şey
gizli kalmaz.
Bu
da yine Peygamberimiz (s.a.)'e teselli, kavmine tehdit ve onları azapla
korkutmaktır.
[122]
Bu
iki ayetten şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- İnsanların bütün peygamberlere karşı tavırları aynıdır. Bir kısmı onların
davetlerini kabul edip risaletlerine iman eder, diğer bir kısmı ise bu risaleti
inkâr ederler.
Hz.
Musa kavminin kâfirleri ve diğerleri tevhidi inkâr ettiler, peygamberliği
inkârda ve semavî kitapları yalanlamakta ısrar ettiler. Hz. Muhammed (s.a.)'in
kavminden olan Mekke kâfirleri ve başkaları da belirtilen hususlarda kendilerinden
önceki kavimler gibiydi. Dolayısıyla cezaları da aynı olacaktır.
2- Tevrat ve Kur'an gibi ilâhî kitaplarda ihtilâf edip kimin iman edip
kimilerinin de inkâr etmesi ahirette ceza ve azabı gerektirmektedir.
3- İsrailoğulları gibi Tevrat'ı yalanlayanlar ve tasdik edenler diye iki
kısma ayrılan kavimler içindeki kâfirlerin cezası hususundaki erteleme
Allah'ın hükmü sebebiyle kavmin düzeleceği bilindiği için, kıyamet gününe
ertelenmektedir.
Bu
şekilde bir erteleme olmasaydı mümini mükâfatlandırmak, kâfiri cezalandırmak ve
üzerlerine onları tamamen helak edecek azabı indirmek suretiyle Cenab-ı Hak
onların aralarında kesin hüküm verirdi. Fakat Allah'ın kazası olarak daha
önceden tayin edilen karar, onların dünyalarmdaki bu azabı ahirete
ertelemiştir.
4- Tevrat hakkında ihtilâfa düşen şu Yahudiler Hz. Musa (a.s.)'nın
kitabından şüphe etmektedirler. Onlar Kur'an hakkında da şüphe içindedirler.
5- Mümin olsun, kâfir olsun bütün ümmetler ve fertler ister geçmiş peygamberlerin
kavimlerinden olsun, isterse Hz. Muhammed (s.a.) kavminden olsun, ahirette
amellerinin karşılığını göreceklerdir.
Cezası
dünyada verilenlerle cezası ahirete kalanlar, peygamberleri tasdik edip
yalanlayanların durumu Allah Tealâ'nm ahirette kendilerine amellerinin
karşılığını tam olarak vereceği hususunda aynıdır.
Bu
netice ayetteki "Onlara amellerinin karşılığı tam olarak
verilecektir" şeklinde vaad ile tehdidi bir arada toplayan ifadeden
alınmıştır. Zira ibadet ve taatlerin karşılığının tam olarak verilmesi büyük
bir vaad, günahların karşılığının tam olarak verilmesi ise büyük bir
tehdittir.
Bu
vaad ve tehdit "Şüphesiz O bütün yaptıklarından haberdardır" ayeti
ile tekit edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak bütün malumatı bildiği için, ibadet ve
taatlerin, günahların miktarlarım ve her amele verilecek karşılığın münasip
olan miktarını da bilmekte O'nun nezdinde hak ve karşılıktan hiçbir şey zayi
olmamaktadır.
Yüce
Allah hak sahiplerine hak ettikleri ceza ve mükâfatların tam olarak
verileceğini bildiren ayette (Hûd, 111) yedi çeşit tekit edici unsura yer
vermiştir.
a) "İnne" (Muhakkak ki).
b) "Küllen" (Hepsine).
c) "İnne"nin başına gelen "lem"
d) "Mâ" harfi Ferra'nm görüşüne göre, mevsul olursa.
e) Gizli yemin kelimesi "vallahi." Zira ayetin takdiri
"Onların hepsine vallahi karşılığını tam olarak verecektir"
şeklindedir.
f) Yemin cevabının başındaki "le" tekit edatı.
g) Fiildeki tekit nunu.
Tekide
delâlet eden bu yedi lafız Rububiyet (Allah'ın Rab olma sıfatı) ve ubudiyetin
(Allah'a kulluğun) ancak öldükten sonra dirilme, kıyamet, mahşer yerinde toplanma
ve amel defterlerinin dağıtılması ile tamamlanacağına delildir.
Bu
ayetin sonunda "Şüphesiz O bütün yaptıklarından haberdardır"
ifadesini getirmiştir ki, bu ifade en büyük tekit cümlelerindendir.
[123]
112-
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de (böyle
olsunlar). Haddi tecavüz etmeyin. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi
görür.
113-
Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehennem ateşi size dokunur. Sizin
Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.
"Emrolunduğun
gibi" Rabbinin emriyle amel etmek ve ona davet etmek üzere "dosdoğru
ol." İstikamet, vahyî ve İslâmî hükümleri indirildiği gibi, beyan etmek ve
ibadet vazifelerini eksiksiz ve aşırıya gitmeden yerine getirmek gibi hem
akaid hem de amellerde dosdoğru olma manasını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı
istikamet üzere olmak çok zordur. Bunun için Efendimiz (s.a.) "Beni Hûd
suresi ihtiyarlattı" buyurmuştur.
"Seninle
birlikte tevbe edenler de." Yani şirk ve küfürden tevbe edip iman etmek
suretiyle seninle birlikte Allah'a yönelenler de dosdoğru olsunlar.
"Haddi
tecavüz etmeyin." Allah'ın koyduğu sınırları aşmayın. Tuğyan, ifrat (aşırı
gitmek) ve tefrit (tamamen ihmal etmek) suretiyle haddi aşmaktır.
"Şüphesiz
ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." Dolayısıyla size amellerinizin
karşılığını verir. Bu cümle emir ve nehyin sebebini beyan etme manasındadır.
"Zalimlere
asla meyletmeyin." En az haliyle bile onların tarafına yönelmeyin. Rükün,
az bir şekilde meyletmek demektir. Sevgi, yağcılık veya amellerinden razı
olmak suretiyle zalimlere meyletmeyin. "Aksi takdirde" onlara
meyletmeniz sebebiyle "cehennem ateşi size dokunur."
"Sizin
Allah'tan başka hiçbir dostunuz yoktur." Size yardım edip Allah'a karşı
sizi kurtaracak yahut sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yoktur.
Ayetteki "min" harfi zaidedir, tekit ifade eder.
"Sonra
yardım görmezsiniz." O'nun azabına engel olamazsınız. Allah'ın hükmünde
size azap etmek ve yaşatmamak yazılmışsa Allah size yardım etmez.
"Sümme
(sonra)" kelimesi, Allah onların fiillerine karşı azapla uyarıda bulunduktan
ve onlara bu azabı vacip kıldıktan sonra yardımın çok uzak olduğunu ifade için
kullanılmıştır.
[124]
Cenab-ı
Hak tevhid ve peygamberlik hususunda ihtilâfa düşenlerin durumunu beyan edip
onlara uzun uzun vaad ve vaidde bulunduktan sonra, Rasulüne (s.a.) başkasına
emrettiği şekilde istikamet üzere (dosdoğru) olmasını emretti. Bu kelime
akide, ilim, amel ve ahlâk ile ilgili her şeyi içine alan bir kelimedir.
[125]
Ya
Muhammedi Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda
ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın.
İstikamet
Allah'ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehennem,
öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî
hususlara iman etmeyi, Kur'an'ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emrettiklerine
sarılmayı gerektirir.
Bu,
yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzulan ve şehvetlerini
tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.
Hz.
Musa ve Hz. Harun (a.s.) da şu ayette "istikamet" ile emrolunmuştu:
"İkinizin de duaları kabul edildi. O halde istikamet üzere (dosdoğru)
olun. (Hakkı) bilmeyenlerin yoluna tabi olmayın." (Yunus, 10/89).
İstikametin
mükâfatı ise meleklerin korku ve üzüntüden emin olmakla ve cennetle müjdelemek
suretiyle onları tatmin etmeleridir:
"Rabbimiz
Allah'tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler
inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olunduğunuz cennetle
müjdelenin." (Fussilet, 41/30).
Müslim'in
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Süfyan es-Sekafî isimli bir sahabinin:
-
Ya Rasulallah! Bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç
kimseye sormayayım, şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a iman ettim de, sonra da istikamet
üzerine (dosdoğru) ol, diye cevap vermiştir.
Rasulullah
(s.a.)'a istikamet ile (dosdoğru olmakla) emredilmesi onun istikamet üzerine
olmadığı manasına gelmez. Zira o bunun aksine son derece istikamet üzerine
idi. Bu emirden maksat devamlılık ve bulunduğu hal üzere kalmaktır. Bu
düşmanlara karşı zafer elde etmekte en büyük yardımcıdır. Rasulullah (s.a.) ve
onunla birlikte olan müminlere istikamet üzerine olmakla emredilmesi onların
istikamet üzerinde sabit olmaları içindir.
Bu
ayette, şer'î naslara hiçbir tasarrufta bulunmaktan, hiçbir sapma olmadan,
taklide düşmeden, fasit ve doğru olmayan bir görüşle amel etmeden it-tiba
etmenin vacip olduğuna delil vardır. Kim selefin metodundan saparsa eğ-rilir ve
dalâlete düşer. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi: "Dinlerini parça parça edip
fırkalara ayrılanlardan olup her fırka kendilerine olanla övünüp durur."
(Rum, 30/32).
İhtilâfın
kalkmasının yolu Kur'an ve Sünnete dönüştür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"... Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun
hükmünü Allah'a ve Rasulüne havale edin." (Nisa, 4/59).
Allah
Tealâ "istikamet" üzerine olmayı emrettikten sonra zıddı olan
"tuğ-yan"dan yani Allah'ın koyduğu sınırlan tecavüz etmekten, haddi
aşmaktan nehyetti. Çünkü tuğyan helake götüren kaygan bir yoldur. Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu: "Haddi tecavüz etmeyin."
Bundan
sonra da muhalif davranmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki O
yaptıklarınızı çok iyi görür." Yani Yüce Allah kullarının amellerini
görür, hiçbir şeyden gafil değildir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O hepsinin
karşılığını verir."
İstikamet
üzere olmaya ve haddi tecavüz etmekten kaçınmaya davet Kur'an-ı Kerim'in sık
sık tekrarladığı ana hedefidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey
Muhammed! işte bunun için sen onları hakka davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma. Onlara şöyle de: Ben Allah'ın
indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmakla
emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amellerimiz
bize, sizin amelleriniz sizedir. Benimle sizin aranızda (tartışılacak) bir
mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecek (yüzleştirecektir), dönüş ancak
O'nadir."(Şûra, 42/15).
Daha
sonra Cenab-ı Hak zalimlere meyletmenin tehlikesine işaret ederek şöyle
buyurdu: Zalimlere sevgi ile, yağcılık yaparak veya amellerinden razı olarak,
onlardan yardım isteyerek, onlara güvenerek meyletmeyin. Aksi takdirde onlara
meyletmeniz sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Zalimlere meyletmek de
zulümdür. Allah'tan başka size faydası dokunacak, sizin azap görmenizi
engelleyecek yardımcılar yoktur. Sonra Allah da size yardım etmez. Size bu
hadisede yardım edecek kimse bulamazsınız. Çünkü Allah Tealâ zalimlere yardım
etmez.
"Zalimlerin
yardımcıları yoktur." (Bakara, 2/270).
"Zalimlerin
hiçbir yardımcısı yoktur." (Hac, 22/71; Fatır, 35/37).
Ayet,
zalimlere azıcık meyletmenin kötü akıbetine, normal olarak insanı zulme
düşürdüğüne ve zalimlerin yaptıklarını ikrar etmeye, içinde bulundukları zulme
razı olmaya, yollarını güzel görmeye, onların veya başkalarının yanında bu
zulmü medhü sena etmeye ve dolayısıyla onların zalim amellerine ortak olmaya
sebep olacak kaygan bir zemin olduğuna delâlet etmektedir.
Beyzavî
diyor ki: Belki de bu ayet zulümden nehyetmek ve tehdit etmek hususunda
tasavvur olunabilecek en beliğ ayettir.
Zulme
meyletmek cehennem azabını gerektiriyorsa ya bizzat zalimin hali nasıl olur?
[126]
Bu
iki ayet istikamet üzere olmayı, sebatkâr olup doğru yolda devam etmeyi
emretmekte, zıddı olan tuğyanın yani Allah Tealâ'nın koyduğu sınırları aşmanın
haram olduğuna işaret etmekte ve zalimlere güvenip dayanmamaya, zulümlerine
rıza göstermemeye delâlet etmektedir.
İstikamet,
Allah'ın emrine uymaktır. Bu kolay bir iş değildir. Bu, devamlı itaat etmeyi,
insanın nefsini murakabe etmesini, muhalefet etmekten sakınmayı gerektiren zor
ve meşakkatli bir iştir.
İbni
Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.)'a bu ayetten daha şiddetli, daha ağır bir
ayet inmemiştir. Bunun içindir ki Ashabı kendisine "Size yaşlılık çabuk
geldi" dediklerinde Efendimiz (s.a.) "Beni Hûd suresi ve kardeşleri
(benzerleri) ihtiyarlattı" demişlerdir.
Ebu
Ali es-Seriyye'den şöyle dediği rivayet olunur: Peygamberimiz (s.a.)'i rüyada
gördüm.
- Ya Rasulallah! Senden "Beni Hûd suresi
ihtiyarlattı" dediğin rivayet olunuyor, dedim.
-
Evet, dedi. Ben:
- Seni bu surede ihtiyarlatan nedir? Geçmiş
peygamberlerin kıssaları ve geçmiş ümmetlerin helak olması mı? diye sordum.
Efendimiz (s.a.):
- Hayır, sadece Cenab-ı Hakk'ın
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." ayetidir, dedi.
İstikamet
Kur'an ve Sünnetin naslanna tabi olmayı, batıl tevillerden ve Şeriatın ruhuna
ve umumi prensiplerine aykırı fasit görüşle amel etxnekten uzaklaşmayı
gerektirir.
Ayet
bundan sonra da zalimlere itimat etmek, zulümlerine rıza göstermek, onlardan
yardım istemek, onlarla işbirliği yapmak, onlara sevgi beslemek ve itaat
etmekten sakındırmaktadır. Çünkü onlara sevgi beslemek onları medhü sena
etmeye, onlara dalkavukluk yapmaya, gerçekleri tahrif etmeye, hakkı gizlemeye,
münkeri görüp susmaya, ma'rufu emretmemeye sebep olacaktır.
Zulüm,
şirki ve her çeşit çirkinlik, günah ve münkeratı ihtiva etmektedir.
Ayet
bidat ehli veya diğer masiyet ve küfür ehlini terk etmeye delâlet etmektedir.
Çünkü bunlarla arkadaşlık ve dostluk ya küfür, yahut masiyettir. Çünkü sevgi
olmadan arkadaşlık olmaz. Ancak zalimle takıyye yapılarak (şerrinden emin
olmak gayesiyle) kurulan dostluk, mecburiyet sebebiyle nehiyden istisna
edilmiştir.
İmam
Ahmed ve Sünen sahiplerinin Hz. Ebubekir (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre
Hz. Ebubekir (r.a.) hutbe için ayağa kalkmış, Allah'a hamdü sena ettikten sonra
şöyle demişti:
"Ey
insanlar! Siz şu ayeti okuyorsunuz: "Ey iman edenler!. Siz kendinize
bakın. Siz hidayete erdiyseniz dalâlet eden kimseler size zarar vermez."
İyi
bilin ki, insanlar zalimi görür de ellerini tutmazlarsa Allah pek yakında
umumi bir ceza gönderir.
İyi
bilin ki, ben Rasulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar
aralarında münkeri (haram ve çirkinlikleri) görür de bunu yadırgamazlarsa
Allah'ın onlara umumi bir ceza göndermesi yakındır."
Bu
ayet-i kerime zalimlere meyletmenin akıbetini açıklıkla beyan etmiştir. Bu da
zalimlerle içice olmaları, onlarla dostluk kurmaları ve onların içinde
bulundukları duruma razı olmaları ve işlerine muvafakat göstermeleridir.
Zalimler,
müşriklerden mümin olanların düşmanlarıdırlar. Yahut müs-lüman olsun, kâfir
olsun her zalim buna dahildir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayetin
umumi ifadesine bağlı kalmak daha evlâdır.
"Dosdoğru
ol" ve "meyletmeyin" cümleleri arasında şöyle bir farklılık
mülâhaza edilmektedir: Hayır fiilleriyle gelen emirler, mana umumi olsa bile
Rasulullah (s.a.)'a müfred (tekil) olarak gelmektedir.
"Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol" (Hûd, 112). Gelecek ayetteki "Namazı dosdoğru
kıl" (Hûd, 113) ve "Sabret!" (Hûd, 113) emirleri de böyledir.
Ama
yasaklanan şeylerde ümmet için cemi (çoğul) sigası kullanılmıştır: "Haddi
tecavüz etmeyin." (Hûd, 112) ve "Zalimlere zulmetmeyin." (Hûd,
113) ayetleri de böyledir.
[127]
114-
(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve
gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz
kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler. Bu, Rablerini ananlar için bir
öğüttür.
115-
Sabret!. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.
"İyilikler
kötülükleri siler" ifadesinde "iyilik" ve "kötülük"
kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Bu
Rablerini ananlar için bir öğüttür." Burada "zikrâ" ve
"zâkirîn" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak vardır.
"Allah
iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez." Maksada bir burhan olması,
namazın ihsan olduğuna delil olması ve ihlâs olmadıkça bunların değer ifade
etmeyeceğine işaret etmesi için zamirden vazgeçilmiş, isim kullanılmıştır.
[128]
"Gündüzün
iki tarafında" yani sabah ve akşam. Hasan-ı Basrî, Katade ve Dahhak'ın
ifadelerine göre sabah, öğle ve ikindidir. Bir şeyin ucu, onun başı ve sonundan
bir kısmıdır.
"ve
gecenin gündüze yakın zamanlarda namaz kıl." "Zülef' kelimesi
"zül-fe"nin çoğuludur. O da gecenin sabaha yakın ilk anları demektir.
Bu ifade Hasan-ı Basrî'nin dediğine göre akşam ve yatsı namazlarını içine alır.
"Şüphesiz
iyilikler kötülükleri siler." Yani kötülüklere kefaret olur, onları örter.
Ebu Nuaym'ın Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadis-i şerifte "Beş vakit
namaz büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe aralarındaki (küçük) günahlara
kefaret olur" buyurulmuştur. Hasenat (iyilikler) beş vakit namaz vb.
ibadet ve hayırlardır. Seyyiat (kusurlar) ise küçük günahlardır.
"Bu,
Rablerini ananlar için bir öğüttür." Yani bunlar, öğüt alacak kimseler
için bir öğüttür.
İbadet
ve taatte, günahları işlememekte "Sabret! Çünkü Allah" ibadet ve
taatte sebat etmek suretiyle "iyilik yapanların mükâfatını zayi
etmez."
[129]
Buharî,
Müslim ve İbni Cerîr'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre bir adam bir
kadını öpmüş, sonra da Peygamberimiz (s.a.)'e gelip bunu haber vermişti. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi:
"Gündüzün
iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz
iyilikler kötülükleri siler." (Hûd, 114).
O
kişi "Bu hüküm sadece bana mı aittir?" diye sordu. Efendimiz (s.a.)
"Ümmetimin tamamı içindir" dedi.
Tirmizî
ve başkaları Ebu'l-Yeser (r.a.)den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Hurma
almak üzere bana bir kadın geldi. Ben de, evde bu hurmadan daha güzeli var,
dedim. Benimle birlikte eve girdi. Ona doğru yaklaştım. Bana şöyle dedi: Allah
yolunda savaşa çıkan gazinin arkasından ehline böyle mi davranıyorsun? Uzun
bir müddet başını eğdi. Nihayet Allah O'na şu ayeti vahyet-ti: "Gündüzün
iki tarafında... namaz kıl." Ve ayeti sonuna kadar okudu.
Bu
hadis-i şerif Ebu Ümame, Muaz b. Cebel, İbni Abbas, Büreyde ve başkalarından
da rivayet edilmektedir. Bundan kişinin küçük günahlarında had olmadığı, buna
namaz kılmak, güzel söz ve davranışlarda bulunmak gibi salih amellerin kefaret
olacağını göstermektedir.
Tirmizî'nin
İbni Mes'ud'dan rivayeti şu şekildedir: Bir adam Peygamberimiz (s.a.)'e geldi
ve "Ben Medine'nin bir ucunda bir kadını tedavi ettim. Onunla münasebet
kurmadan sadece öptüm. İşte ben buradayım. Benim hakkımda dilediğin şekilde
hükmet" dedi. Hz. Ömer (r.a.) o adama "Allah senin hatanı örttü.
Keşke bunu sadece kendin buseydin" dedi. Peygamberimiz (s.a.) o adama
hiçbir cevap vermedi. Adam ayrıldı gitti. Rasulullah (s.a.) peşinden birini
göndererek o adamı çağırdı ve ona şu ayeti okudu: "Gündüzün iki tarafında
ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri
siler. Bu, Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." (Hûd, 114).
Sahabeden
biri "Bu, sadece ona mı hastır?" üye sordu. Efendimiz (s.a.)
"Hayır, bilakis bütün insanlara aittir" buyurdu. Tirmizî, bu
hasen-sahih bir hadistir, demektedir.
[130]
Cenab-ı
Hak Rasulüne ve müminlere istikamet üzere olmalarını, dinin sınırlarını
aşmamalarını ve zalimlere boyun eğmemelerini emredip ardından namaz ve sabır
emrini getirdi.
Bu
da Allah'a imandan sonra ibadetlerin en büyüğünün namaz olduğuna delâlet eder.
Onun peşinden de sabır gelmektedir. Zira sabır imanın yarısıdır. Bu ikisi
itaatin araçlarıdır. Namaz ibadetlerin temeli, dinin direğidir.
[131]
Bu
iki ayetin konusu, namaz ve sabır vesilesiyle Allah'ın yardımını istemektir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey iman
edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle
beraberdir." (Bakara, 2/153).
Namazla
ilgili ayet namaz vakitlerinin tayini hakkındadır. Manası şudur: Namazı tam
olarak rükünleri, şartları ve vasıfları kâmil olarak eda et. Namaz kul ile
Rabbi arasındaki irtibat, nefsin temizlik vesilesi, Rabbin rızasına
kavuşturucu, fuhşiyet ve münkerleri engelleyicidir.
"Gündüz
iki tarafı" ifadesi üç vakti yani sabah, öğle ve ikindi namazlarını,
"Gecenin gündüze yakın zamanları" ifadesi de akşam ve yatsı
namazlarını içine almaktadır. Böylece bu ayet-i kerime bütün namaz vakitlerini
ihtiva etmiş olmaktadır.
Namaz
vakitleri diğer bazı ayetlerde de zikredilmiştir.
1- "Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar geçen
zaman içinde namazları kıl, sabah namazını da eda et. Doğrusu sabah namazında
melekler hazır bulunmaktadır." (İsra, 17/78).
2- "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih
edin. Namaz kılın. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Günün sonunda ve ve
öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin, namaz kılın." (Rum, 30/17-18).
Sabah
namazı "sabaha ererken", diğer namazlar da "akşam" tabiri
altına girer. Çünkü bu tabir öğle ile akşam ve daha sonrasını içine almaktadır.
3- "... Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd ile teşbih
edip ibadette bulun. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de
Rabbini teşbih edip ibadette bulun ki, rızasına eresin." (Tâ-Hâ, 20/130).
Teşbih namazla ve diğer şekillerle de olur.
Daha
sonra Cenab-ı Hak namazın faydasını zikrederek "İyilikler kötülükleri
siler" buyurdu. Yani hayır işleme ve salih ameller -ki beş vakit namaz da
bunun içindedir- geçmiş günahlara ve küçük günahlara kefaret olur.
Nitekim
İmam Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Ali (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'tan bir hadis duyduğum zaman Allah bana
dilediği kadar bu hadisten istifade etmeyi nasip ederdi. Biri bana hadis
rivayet ettiği zaman ondan yemin etmesini isterdim. Yemin ederse onu tasdik
ederdim. Bana Ebubekir (r.a.) rivayet etti. Ebubekir (r.a.) doğru söyledi.
Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu işitmişti: "Hiçbir müslüman yoktur
ki, bir günah işlesin de abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra
affolunmasın."
Buharî
ve Müslim'in Sa/uMerinde Hz. Osman b. Affan (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre
Hz. Osman Rasulullah (s.a.)'ın abdesti gibi abdest almış ve şöyle demişti:
Rasulullah (s.a.)'m aynen böyle abdest aldığını gördüm ve buyurdular ki:
"Kim benim bu abdestim gibi abdest alır, iki rekât namaz kılarsa bu iki
rekâtta içinden hiçbir şey geçirmezse geçmiş günahları affolunur."
Hasenat
(iyilikler) bütün salih amellerdir. Hatta günahı terk etmek bile hasenata
girer.
Seyyiat
(kusurlar) ise küçük (sağair) günahlardır. Çünkü kebairi ancak tevbe örter.
"Büyük günahlardan kaçarsanız kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama
koyarız." (Nisa, 4/31). Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği "Beş vakit
namaz aralarındaki (küçük) günahlara kefarettir. Büyük günahlardan kaçınmak
şartıyla..." hadis-i şerifi de buna delildir.
Sadık
tevbenin şartlan ise dört tanedir:
1- Günahı tamamen terk etmek.
2- Günah işlediğine pişman olmak.
3- Gelecekte aynı günahı bir daha işlememeye azmetmek.
4- Günahın tesirini silmeye yardımcı olacak salih amel işlemek. Hakların
hak sahiplerine verilmesi ve eziyet ettiği kimseden helâllik istemesi de buna
girer.
"Bu,
Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." Yani güzel ameller işlemek ve
istikamet üzere olmak, dinin sınırlarını aşmamak ve zalimlere meyletmemek
şeklinde geçen bu nasihatler hadiseleri düşünen, tehlikelerini takdir eden,
Allah'tan korkan ve bunlardan öğüt alacak kimseler için bir öğüttür.
"Sabret!"
Yani itaat ve meşakkatlerine karşı sebat et, günah ve günaha teşvik edici şeylere
karşı sabır göster. Haramlardan ve çirkin şeylerden uzak-laş. Zorluk ve
musibetlere karşı sabret. Zira Allah iyi amel işleyenlerin, Allah'ın muradı ve
kaderine sabredenlerin sevabını boşa çıkarmaz.
Bu,
sabrın iyilik ve fazilet olduğuna delildir.
[132]
Bu
iki ayet şu hususları beyan etmektedir:
1- Farz namazların emredilmesi ve farziyetinin beyan edilmesi. Namaz
burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü imandan sonra ikinci önemli rükündür.
Sıkıntı anlarında namaza iltica olunur. Peygamberimiz (s.a.) önemli bir hadise
olunca veya kederlenince hemen namaza yönelirdi.
2- Bu ayet, İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin sabah namazına tanyerinin
ağarmasıyla kılınmasının ve ikindi namazının tehir edilmesinin daha efdal olduğu
şeklindeki kavline delildir.
Zira
bu ayetin zahiri namazın, gündüzün iki ucunda eda edilmesinin vacip olduğuna
delâlet etmektedir. Gündüzün iki ucu ise ilk zaman güneşin doğuşu, ikinci zaman
da güneşin batışıdır. Ayetin zahirinin murad edilmediğinde icma olduğuna göre
bunun mecaza hamledilmesi vacip olur. O da namazın gündüzün iki ucuna yakın
olan bir vakitte kılınmasıdır. Zira bir şeye yakın olana onun isminin verilmesi
caizdir. Sabah namazının da (güneş doğmadan önceki) aydınlıkta kılınması
karanlık zamanda kılınmasından "güneşin doğmasına" daha yakındır.
İkindi
namazı da böyledir. Gölgenin cismin iki misli olması anında ikindinin
kılınması, bir şeyin gölgesinin bir misli olması anında kılınmasından
"Güneşin batmasına" daha yakındır.
Mecaz
hakikate ne kadar yakın olursa lafzın ona hamledilmesi o kadar evlâ olur.
3- Ayet beş vakit farz namazın vakitlerini de açıklamaktadır. Çünkü (gündüzün
iki tarafı) sabah, öğle ve ikindi namazlarını ihtiva etmektedir. (Gecenin
gündüze yakın zamanları) da akşam ve yatsı namazlarının kılınması emrini
gerektirmektedir. "Zülef', birbirine yakın saatler demektir.
"Zülefü'1-leyl" ifadesi ise akşam ve yatsı namazını içine alan bir
ifadedir.
4- Hasenat, beş vakit namaz ve kişinin Sübhanallah, Velhamdülillah, La
ilahe illallah, Vallahu ekber demesi gibi salih amellerdir. Evlâ olan bu lafzın
umumi manasında anlaşılmasıdır.
Seyyiat
(kusurlar) ise küçük günahlardır. "Büyük günahlardan kaçınıldığı
müddetçe..." şeklinde geçen hadis-i şerif buna delildir.
5- Bu ayet iman oldukça günahın zarar vermeyeceğine delâlet etmektedir.
Çünkü iman hasenatın (iyiliklerin) en şereflisi, en değerlisi ve en üstünüdür.
Yine
bu ayet hasenatın (iyiliklerin) kusur ve kötülükleri giderdiğine, sildiğine
delâlet etmektedir. Zira hasenatın en üstün derecesi olan iman isyanın en üst
derecesi olan küfrü giderir. Bunun seyyiatının en alt derecesi olan kusurları
silmesi ise daha basittir. İman, cezanın tamamen silinmesi hususunda faydalı
olmasa bile, en azından daimi azabı ortadan kaldırma hususunda faydalı olur.
6- Bu ayet nüzul sebebi hakkında varid olan hadis-i şeriflerle beraber öpme
ve haram olan el sürme hakkında haddin vacip olmadığına delâlet etmektedir.
İbnü'l-Münzir bu hususta "te'dib" ve "ta'zir" cezalarının
da vacip olmadığı görüşünü tercih etmiştir.
7- Kur'an-ı Kerim ibret ve öğüt alacak kimselere öğüt ve tevbe
vesilesidir. Burada Allah'ı ananlar özellikle zikredilmiştir. Çünkü öğütten
gerçekten istifade edecekler onlardır.
8- Namazda sebat etmek. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ailene
namazı emret. Kendin de namazda sabır ve sebat et." (Tâ-Hâ, 20/133).
İbadet
ve taat üzerinde sabretmek, müminin düşmanlarından gördüğü eziyetlere
sabretmesi, sıkıntı ve zorluklara karşı sabretmek emredilmektedir.
Bütün
bu hususlarda sabırlı olmak bir iyilik ve fazilettir. Bunun sevabı büyüktür.
Peygamberimiz (s.a.) Ebu Nuaym'ın Hilye'de, Beyhaki'nin Şuabül-İman'da rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Sabır imanın yarısıdır. Yakin
ise imanın tamamıdır." Ancak bu hadis-i şerif zayıftır.
[133]
116- Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri
yeryüzünde fesadı önlemeli
değilmiydiler? Ancak onların içinden
kendilerini kurtardığımız pek az kişi
mustesna- Zalimler ise kendilerine ver- j]en refahm peşine düştüler ve
suçlu oldular-
117-
Senin Rabbin, halkı ıslah edici olan kasabaları haksız yere helak edecek
değildi.
118- Rabbin dileseydi, insanları tek bir ummet yapardı. Onlar da (bu halleriyle) durmadan ihtilâf etmektedirler.
119-Ancak
Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler
müstesnadır. Allah insan- ^arı kunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve
cinlerle mutlaka dolduracağım" sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
"Zalimler
ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler." (Hûd, 116). Buradaki
"vettebe'a" fiili, kelâmın delâlet ettiği gizli bir cümleye
atfedilmiştir. Zira manada "Onlar fesadı önlemediler" cümlesi
gizlidir.
Bi-zulmin
"haksız yere" (Hûd, 117) kelimesi failden haldir. Yani Allah'ın hikmeti
icabı bu kasabaları zulmederek helak etmesi imkânsızdır, demektir.
[134]
"Sizden
önceki ümmetlerin" yani nesillerin içinde... Ayette geçen
"kurun" kelimesi "karn" kelimesinin çoğuludur. Karn ise
aynı zamanda yaşayan, çağdaş olan insanlar, nesil demektir. 100 sene olarak
takdir edilmesi yaygındır, "ileri gelenleri..." akıl, fikir, görüş
sahipleri, faziletli kişiler... "Bakıyye" kelimesi bir şeyin çoğu
gittikten sonra geriye kalan şey demektir. Normal olarak bir malın kötü olanı
harcanıp daha iyisi geri kaldığı için çoğunlukla "geriye kalan iyi
mal" için kullanılır. Bu iyinin geri kalması kaidesidir. Bu sebeple
"Falan bu kavim içinde eskilerden geriye kalan kişidir. Yani bu kavmin
iyilerindendir" denilir. Bakıyye kelimesi takıyye gibi masdar olabilir.
Buna göre, nefsine dikkat edip, onu azaptan koruyan kimse demektir.
"yeryüzünde
fesadı önlemeli değil miydiler?" Buradaki "levlâ" kelimesi teşvik
içindir.
"Zalimler
ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler" Yani kendilerine ihsan edilen
nimetlerden şehvetlerine tabi oldular, "ve suçlu oldular." Yani kâfir
oldular. İşte ümmetlerin tamamen helak edilmelerinin sebebi budur. İçlerinde
zulmün yaygınlaşması, nefsî arzulara tabi olma ve küfürle birlikte münkerata
engel olunmamasıdır.
"Senin
Rabbin halkı" kendi aralarında "ıslah edici olan" şirkleri
yanında ayrıca fesat çıkarma ve haddi tecavüz etme yoluna sapmayan"
kasabaları haksız yere" yani sadece şirk sebebiyle "helak edecek
değildi." Bu da Allah'ın aşırı rahmeti ve kendi hakkı konusunda müsamahası
sebebiyledir. Bunun içindir ki fakihler haklar konusunda kul haklarını Allah'ın
haklarına tercih ve takdim etmişlerdir.
"Rabbin
dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı." Hepsini müslüman kılardı. Bu
da bu durumun irade dışı olduğuna, Allah Tealâ'nın herkesin iman etmesini
dilemediğine ve Onun dilediği her şeyin olmasının vacip olduğuna delildir.
"Onlar
da durmadan ihtilâf etmektedirler." Yani bir kısmı hak üzerine, bir kısmı
batıl üzerinedirler. Mutlak olarak ittifak eden nerdeyse iki kişi bile bulunamaz.
"Ancak
Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler" Allah'ın lütfuyla hidayete
erdirdiği insanlar "müstesna." Bunlar hak dinin esaslarında ve bu
konuda temel olan şeylerde ittifak etmişlerdir.
"Allah
insanları bunun için yaratmıştır." Buradaki zamir insanlara raci ise
ihtilâfa işaret edilmiştir. "Lâm" akıbet içindir, yahut zamir
insanlara raci olup rahmete işaret edilmiştir. Zamir "Rabbinin rahmetine
mazhar olan kimselere" raci ise yine rahmete işaret edilmiş olur.
"Rabbinin:
Şüphesiz ben Cehennemi bütün insan ve cinlerle" Yani sadece insanlar veya
sadece cinlerle değil, hem insanların hem de cinlerin asi olanlarıyla
"mutlaka dolduracağım sözü" vaadi, kazası ve emri "tam manasıyla
yerine gelmiştir." Cinlere "cin" ismi görünmemeleri sebebiyle verilmiştir.
[135]
Cenab-ı
Hak, Peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlerin başına gelen dünyada tamamen
yok olmak, ahirette ise cehennem ateşine müstahak olmak gibi azapları beyan
ettikten sonra burada bu azabın sebeplerini zikretti.
Bunlardan
biri, aralarında yeryüzünde fesadı önleyecek bir grubun bulunmamasıdır.
İkinci
sebep ise zalimlerin şehevî arzuları ve zevklerine tabi olup, mevki makam elde
etmekle meşgul olmalarıdır. Yani emr-i bi'1-maruf ve nehy-i ani'l-münkeri
(iyiliği emredip, kötülüğe mani olmayı) terk etmeleridir.
[136]
Zulümleri
ve fesatları sebebiyle helak ettiğimiz önceki ümmetler ve kavimler, önceki
nesiller içinde akıl, görüş ve basiret sahibi, hayırlı bir cemaat bulunup da
aralarında meydana gelen serleri, münkeratı ve yeryüzündeki fesadı önlemeli
değil miydi? Bu, kâfirleri bir çeşit azarlamadır.
Fakat
onlardan pek azı vardır ki, bunlarda Allah Tealâ'nın gazabı ve ani azabı
gelince Allah'ın kendilerini kurtardığı kimselerdir. Bunlar yeryüzünde fesadı
nehyettiler.
Buradaki
istisna munkatıdır, istisna-i muttasıl olması mümkün değildir. Aksi takdirde
"kurtulanlardan pek az kısmı" ifadesinin muhatapları fesattan
nehyetmeye teşvik edilmemiş olurlar.
Zalimler
ise nefislerine tabi oldular. Bunlar çoğunluk olup kendilerine verilen nimet,
izzet, mevki ve makam peşine düştüler. Mütraf, nimetin ve geçim rahatlığının
şımarttığı kimsedir. Burada zulmedenlerden murad, mün-keri (haramları,
kötülükleri) yasaklamayı terk eden kimselerdir. Bunların refahın peşine
düşmeleri ise nefsani şehvetler, mal, zevkler, başkanlıklarla meşgul olmaları,
içinde bulundukları günahlar ve münkerler üzerine devam etmeleri, içlerinden
ıslah edici kimselerin yadırgamalarına aldırış etmemeleri ve dünya zevklerini
ahirete tercih etmeleridir.
"Ve
suçlu oldular." Yani zalim oldular. Allah nefsine zulmetmedikçe bir kasaba
halkını helak etmemiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz onlara
zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler." (Hûd, 101). Yine başka
yerde şöyle buyuruyor: "Rabbin kullarına zulmedici değildir."
(Fussilet, 41/46).
Bu
ayette refahın israfın davetçisi olduğuna, israfın da fısk ve isyana, zulüm ve
haktan sapmaya götürdüğüne işaret vardır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi
devam edegelen bir âdettir:
"Biz,
bir kasabayı yok etmeyi dilediğimizde, orada zevkine düşkün kimselere (hakka
uymalarını) emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o kasaba
yok olmayı hak eder. Biz de orayı yerle bir ederiz." (İsra, 17/16).
Yüce
Allah bundan sonra ıslah edici kimseler hakkındaki adaletini ve sünnetini
(ilâhî kanununu) beyan etmektedir.
Allah
Tealâ zatını zulümden tenzih ederek ve ıslah edici kimselerin helak edilmesinin
de zulümden dolayı olacağını bildirerek, "Halkı ıslah edici olan
kasabaları zulmederek helak etmesi Allah Tealâ'nın şanından değildir"
buyurmaktadır.
Zulüm,
şirk manasındadır. Ayetin manası "Allah halkı aralarındaki muamelelerde,
veya içtimai işlerinde ıslah edici olan, aralarında hakça muamele eden, şirk
koşmalarının yanısıra başka bir fesat işlemeyen kasabaları sadece halkının
şirk koşması sebebiyle helak etmez, demektedir. Yani sadece şirk ve küfrü
benimsemeleri sebebiyle bir kavme tamamen helak olma azabı indirmez. Böyle br
azabı ancak Şuayb kavmi, Hûd kavmi, Firavun kavmi ve Lût kavmine olduğu gibi muamelelerinde
kötü bir tavır takındıkları, eziyet ve zulme baş vurdukları zaman indirir.
Ümmetlerin küfürle birlikte ayakta kaldıkları halde zulümle yıkılmaları da bu
manayı teyit etmektedir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak insanları iman veya küfürde tek bir millet kılmaya kadir
olduğunu bildererek şöyle buyurdu. "Rabbin dileseydi insanları tek bir
ümmet yapardı."
Zemahşerî
Mutezile mezhebinin görüşünü ifade ederek diyor ki: Yani onları tek bir millet
olmaya zorlardı. Bu da İslâm milletidir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "İşte
sizin ümmetiniz budur, tek ümmettir." (Müminim, 23/52).
Mutezile
mezhebi ayeti zorlama ve icbari dileme manasında almaktadırlar. Burada murad
olunan mana şudur: Böyle bir zorlama yoktur, Allah insanları Hak Din üzerine
zorlamamıştır. Fakat insanlara mükellefiyetin temel taşı olan seçme imkânım
tanımıştır. Dolayısıyla insanların bir kısmı hakkı, diğer bir kısmı ise batılı
tercih etmişler ve ihtilâfa düşmüşlerdir. Rabbinin rahmetine mazhar olan, yani
Allah'ın hidayete erdirip kendilerine lütufta bulunduğu ve ihtilâfa düşmeden
hak din üzerine ittifak eden kimseler hariç bunlar bu halleriyle durmadan
ihtilâf etmektedirler.
Ehl-i
sünnet ise şu görüştedir: Bu ayet, Allah Tealâ'nın bütün insanları tek dini
kabul edecek şekilde yaratarak iman veya küfür yolu üzerinde kılmaya kadir
olduğunu beyan etmek içindir.
Ancak
"Rabbin dileseydi yeryüzünde olanların hepsi toptan iman ederdi."
(Yunus, 10/99) ayetinde olduğu gibi Allah bunu dilememiştir. Kullarının, sadece
hakka ve imana yönelme, dalâlet ve şirki bırakma hususunda bir tercih rolü
olmasını dilemiştir.
"Ancak
Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetindeki istisna,
istisna-i munkatı'dır. Yani Ancak Rabbinin iman ve hidayetle lütfuna ve
rahmetine mazhar olan kimseler hariçtir. Bunlar ihtilâfa düşmemişlerdir.
"Onlar
durmadan ihtilâf etmektedirler. "Yani dinler, itikatlar, mezhep ve
görüşlerde, bir görüşe göre hidayette veya rızık hususunda birbirini kandırarak
ihtilaf etmektedirler. İbni Kesir diyor ki: Meşhur ve doğru olan görüş budur.
"Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna." Yani dinde
emrolunan şeylere sımsıkı sarılan peygamberlerin ümmetlerinden rahmete nail
olanlar ihtilâfa düşmemişlerdir. Onların âdeti daima böyle olmuş, nihayet son
peygamber gelmiştir. O'na tabi olanlar dünya ve ahiretin saadetini kazanmıştır.
İşte fırka-i naciye (kurtuluşa eren cemaat) budur.
"Allah
insanları bunun için yarattı." Zemahşerî Mutezilenin görüşünün temsilcisi
olarak diyor ki: "Bu, birinci cümlenin delâlet ve imtina ettiği manaya
işaret etmektedir. Yani, Allah, ihtilâf konusu olan ve zikredilen bu imkân
verme ve tercih sebebiyle, hakkı tercih edeni güzel tercih yaptığı için
mükâfatlandırmak, batılı tercih edeni kötü tercih yaptığı için cezalandırmak
üzere insanı yaratmıştır. "[137]
Ehl-i
sünnete göre ise Ebu Hayyan'm zikrettiği gibi buradaki "lâm" sebebiyet
için değildir. Bu tahkik edilen görüşe göre sayruret (sonunda olacak manasında)
lamıdır. Yani ihtilaf ve rahmet yaratılış sebebi değildir. Allah onları
neticede onların durumu ihtilafa düşmek olsun diye yarattı.
Bunun
benzeri şu ayettir: "Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü
sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8).
Bu
mana "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."
(Zariyat, 51/56) ayetiyle çatışmaz. Çünkü bunun manası ibadeti emretmektir.[138]
"Bunun
için" kelimesindeki "bu" Taberî'nin de tercih ettiği gibi İbni
Ab-bas'ın görüşüne göre hem ihtilâf hem de rahmete işaret etmektedir. Mücahid
ve Katade ise "bu" kelimesinin ""Rabbinin rahmetine mazhar
olan kimseler müstesna" ayetinin ihtiva ettiği rahmete işaret etmektedir;
"Onları yarattı" cümlesindeki zamirde Rahmete nail olan kimselere
aittir" demektedirler.
Allah'ın
kaza ve kaderinde tam ilmi ve kâmil hikmeti sebebiyle yarattıklarından bir
kısmının cennete lâyık olduğu, bir kısmının ise cehenneme müstahak olduğu,
insanlar ve cinler ile yani bunlar arasında Allah'ın peygamberlerine
gönderdiği ayet ve hükümlerle hidayeti bulamayanlarla cehennemi dolduracağı
şeklindeki sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
İbni
Abbas diyor ki: Allah insanları iki grup halinde yarattı: Rahmete nail olup
ihtilâfa düşmeyen grup, rahmete nail olmayıp ihtilâfa düşen grup. Aynen
"İnsanlardan bir kısmı bedbaht, diğer kısmı ise mesuttur" ayeti gibi.
"Mine'l-cinneti"
ifadesindeki "min" cinsi beyan eder. Yani insanların ve cinlerin
cinsinden demektir. "Ecmaîn' ise tekit ifade eder.
Buharî
ve Müslim'in Sa/ıtMerinde Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet
ile cehennem tartışma yaptılar. Cennet dedi ki: Bana ne oluyor ki, sadece
insanların zayıfları ve basitleri bana geliyor. Cehennem dedi ki: Ben
kibirliler ve zorbalara ayrıldım. Cenab-ı Hak cennete hitaben şöyle buyurdu:
Sen benim rahmetimsin, ben seninle dilediğime rahmet ederim. Cehenneme ise
şöyle buyurdu: Sen benim azabımsın. Seninle dilediğimden intikam alırım.
İkinizden herbiriniz de doldurulacaktır. Cennete gelince, orada daima fazlalık
olacak, nihayet Allah onun için bazı mahlûkat yaratacak, cennetin boş kalan
bölümünü onlar dolduracaklar. Cehenneme gelince o daima "Daha fazla yok
mu?" diyecek. Nihayet izzet sahibi olan Rabbül-âlemin oraya kademini koyacak.
Cehennem "izzetine yemin olsun ki, yeter yeter" diyecekler.
[139]
Bu
ayetlerden şu neticeler elde edilmektedir:
1- Kötülük ve fesadın önlenmesi, iyiliğin emredilmesinin vacip oluşu.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip
kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.
" (Âl-i İmran, 3/104). Sahih hadis-i şerifte de "İnsanlar kötülüğü
görürler de onu değiştirmezlerse Allah'ın onlara umumi bir ceza göndermesi pek
yakındır" buyurulmaktadır.
2- Her zaman ıslah ediciler, Yunus kavmi gibi yeryüzünde fesada engel
olanlar, peygamberlere tabi olanlar ve hak ehli olanlar Allah Tealâ'nın azabından
kurtulanlardır.
3- Refah normal olarak fasıklık, isyan ve zulme sebep olan israfçılığa
götürür. Mütraf, nimetin ve bol rızkın şımarttığı kimsedir.
4- Zulüm veya haksızlık da şirk, küfür, insanlara eziyet etmek ve zarar
vermek gibi dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir sebeptir. Her ne kadar şirkin
ahiretteki azabı çok çetin olsa da, günahlar şirkten daha fazla dünyada helak
olma azabının gelmesine daha yakındır.
5- Allah'ın Şuayb kavmini ölçü ve tartıda hile yapmak, Lût kavmini de
livata sebebiyle helak ettiği gibi, küfrün yanında muameleleri de ve içtimaî
münasebetlerinde fesatçılık yapmadıkça, Allah bir kavmi sadece küfür sebebiyle
helak etmez.
6- Yüce Allah bütün insanları iman veya küfür ehli olarak tek ümmet kılmaya
kadirdir.
Dahhak
"Rabbin dileseydi..." ayetindeki "tek bir ümmet" ifadesini
tek din mensubu, ehl-i dalâlet veya ehl-i hidayet şeklinde tefsir etmiştir.
Said
b. Cübeyr ise "sadece İslâm ümmeti üzerine" diye açıklamıştır.
"Onlar
durmadan ihtilâf etmektedirler" ayetiyle ilgili Mücahid ve Katade
"Yani çeşitli dinler üzerine ihtilâf etmektedirler" demişlerdir.
"Allah
insanları bunun için yaratmıştır" ayeti hakkında Hasan-ı Basrî, Mukatil ve
Atâ "Burada ihtilâfa işaret edilmiştir. Yani "ihtilâf etmeleri için
onları yarattı demektir" şeklinde açıklama yapmışlardır.
İbni
Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak ise şöyle demişlerdir: Allah onları rahmeti
için yarattı.
Taberî'nin
tercih ettiği, Kurtubî'nin de tabi olduğu görüş ise şudur: "Bununla hem
ihtilâfa hem de rahmete işaret edilmiştir." Benim takdirimde de evlâ olan
görüş budur. Çünkü bu daha umumidir. Yani Allah onları zikredilen bu hususlar
için yarattı demektir. "Li-zâlike" kelimesindeki "lâm" ise
daha önce açıkladığımız gibi akibet ve sayruret içindir.
"li-zâlike"
kelimesindeki işaretin umumi olduğunu İmam Malik (r.a.) de şu sözleriyle
belirtmiştir: Onları bir grubu cennette diğer bir grubu cehennemde olsun diye
yarattı. Yani ihtilâf edenleri ihtilâf için, rahmet ehlini de rahmet için
yarattı. İbni Abbas da -daha önce geçtiği gibi- aynı şekilde açıklama getirmiştir:
Onları iki grup olarak yaratmıştır: Rahmet edeceği bir grup, rahmet etmeyeceği
bir grup şeklinde.
7- Ehl-i Sünnet "Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler
müstesnadır" ayetini hidayet ve imanın ancak Allah Tealâ'nın yaratmasıyla
elde edilebileceğine delil olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu rahmet sadece
kudret ve aklın verilmesi, peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi ve
mazeretin kaldırılmasından ibaret değildir. Çünkü bütün bunlar kâfirler için de
sabittir. Geriye sadece şunu demek kalmıştır: Bu rahmet Allah Tealâ'nın kulunda
hidayet ve hakkı bilmeyi yaratmasıdır.[140]
8-
Ezelde sabit olan, Allah'ın kendisinden haber verdiği ve takdir ettiği
şeylerden biri de cennetini ve cehennemini dolduracağı gerçeğidir.
Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin, şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve
cinlerle mutlaka dolduracağım sözü tam manasıyla yerine gelmiştir." (Hûd,
119).
Buharî
Ebu Hureyre'den Peygamberimiz (s.a.)'in cennet ve cehennem hakkında "Her
biri doldurulacaktır." buyurduğunu rivayet etmektedir.
[141]
120-
(Ey Muhammedi) Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her Şeyle»
(senin) kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana hak, müminlere ise bir öğüt ve
hatırlatma gelmiştir.?
121-
İman etmeyenlere şöyle de: "Olduğunuz yerde devam edin. Biz de (böylece)
devam edeceğiz."
122-"Bekleyin,
biz de bekleyeceğiz."
123-
Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a aittir- Bütün ^ler (sonunda> O'na
döner. O halde sadece Ona kulluk et. O'na güven. Rabbin (hiçbir zaman)
yaptıklarınızdan gafil değildir.
"Peygamberlerin
haberlerinden" "Enba, nebe" kelimesinin çoğuludur. Nebe', önemli
haber demektir, "sana anlattığımız" yani sana bildirdiğimiz...
el-Kass, bir şey hakkında bilgi sahibi olmak için izini takip etmek demektir.
Bir ayet-i kerimede "Kızkardeşine dedi ki: Onun (Musa'nın) izini takip
et..." (Kasas, 28/11) buyurulmuştur.
"her
şeyle" her haberle "senin kalbini pekiştiririz" takviye ederiz,
tatmin ederiz. Kalbini dağ gibi dimdik, sağlam kılarız. Zaten bu kıssaları
anlatmanın maksadı budur. Yakinin artmasını, kalbinin mutmain olmasını, ilahi
mesajı iletmek hususuna sebatkâr olmasını, kâfirlerin eziyetlerine karşı
tahammüllü olmasını temin etmektir.
"Bunlarda"
bu haberlerde ve bu ayetlerde "sana hak" işin hakikati, gerçeği
gelmiştir, "müminlere ise bir öğüt gelmiştir." Burada diğer faydalara
işaret edilmektedir. Müminlerin öğütle tahsis edilmesi kâfirlerin aksine iman
hususunda bu öğütlerden istifade etmeleri sebebiyledir.
"İman
etmeyenlere şöyle de: Olduğunuz yerde" bu halinizle, bu yerinizde, bu
gücünüzle "devam edin." gayret edin. "Biz de" bu halimizle
"devam edeceğiz." Bu, onlara bir tehdittir.
İşinizin
sonunu "Bekleyin, biz de" sizin benzerlerinize inen azabın size inmesini
"bekleyeceğiz."
"Göklerin
ve yerin gaybı" yani göklerde ve yerde görünmeyenlerin bilgisi
"Allah'ındır." Göklerde ve yerde olan hiçbir şey Ona gizli kalmaz.
"Bütün
işler O'na döner." Senin işin de, onların işleri de şüphesiz sonunda Ona
döner ve O isyan edenlerden intikam alır.
"O
halde sadece O'na kulluk et. O'na dayan." Ona güven, çünkü O sana yeter.
İbadetin tevekkülden önce zikredilmesi kul için daha faydalı olana işaret etmek
içindir.
"Rabbin
sizin" senin ve onların "yaptıklarınızdan gafil değildir."
Herkese lâyık olduğu şekilde karşılık verecek, onları belirlenen vakitlerine
erteleyecektir.
[142]
Cenab-ı
Hak peygamberine geçmiş peygamberlerin kavimleriyle yaptıkları mücadele
haberlerini anlattıktan sonra bu kıssaların faydalarını zikretti. Bu faydalan
iki kısımda topladı:
-
Bu peygamberliği eda etmek, eziyetlere tahammül ve sabretmek için kalbin
takviye edilmesi.
-
Hakkın beyanı ve müminlere öğüt, ibret ve ders vermek.
Sonra
da bu sureyi, başladığı gibi, ibadet, Allah'a tevekkül ve müşriklerin
düşmanlığına aldırış etmemeyi beyan ederek bitirdi.
[143]
Senden
önceki Rasullerin kavimleriyle yaptığı mücadele haberlerinden her haberi sana
şu iki faide ile anlatıyoruz:
Birincisi: "Senin kalbini pekiştiriyoruz." Kalbini,
risaleti eda etmesi, eziyetlere tahammül ve sabır göstermesi için takviye
ediyoruz. Çünkü senden önceki peygamberler kavimleriyle mücadele ederlerken çok
eziyetlere katlandılar, onların yalanlamalarına karşı sabrettiler. Allah da
onlara yardım etti. Düşmanları olan kâfirleri rezil-rüsvay etti. Geçmiş
peygamber kardeşlerinden senin için örnek vardır.
İkincisi: "Bu haberlerde sana işin hakikati, müminlere ise
bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." Yani geçmiş peygamberlerin kıssalarını
ihtiva eden bu surelerde yahut bu haberlerde ve bu ayetlerde gerçek olan, doğru
olan, yakin olan nedir, sana açıkça beyan edilmiştir: Bu da Allah'ın birliği ve
sadece kendisine kulluk edilmesi, öldükten sonra dirilmenin ispat edilmesi,
takvanın ve güzel ahlâkın faziletidir.
Bu
haberlerde kâfirleri ürkütecek ders ve ibretler, müminlere öğüt olacak
nasihatlar vardır. Bu surede özellikle zikri bildirdi. Çünkü burada peygamberlerin,
cennet ve cehennemin haberleri yer almaktadır.
Hak,
tevhide, adalete ve peygamberliğe delâlet eden açık burhanlardır.
Mev'ıza
(öğüt) dünyaya ve dünyadaki bedbahtlığa tamamen dayanmaktan, dünyayı ahirete
ve ahiret saadetine tercih etmekten uzaklaştırmak için söylenen sözler.
Zikrâ
(hatırlatma) ise devamlı kalacak salih amellere irşad etmektir. Bu uyarı,
korkutma ve teşvikten sonra Allah Rasulüne şu emri verdi: (Ey Rasulüm!)
Rabbinden sana gelene iman etmeyen kâfirlere tehdit ederek şöyle söyle: Bu
yolunuzda, metodunuzda ve halinizde devam edin. Benim hakkımda gücünüzün
yettiği her şeyi yapın. Nitekim Hz. Şuayb (a.s.) da kavmine böyle demişti. Biz
de aynı yolumuzda ve metodumuzda gücümüzün yettiği kadar hayra davet yolunda
gayret edeceğiz. Bizimle birlikte ya ölüm veya düşündüğünüz başka bir şekilde
bizim sonumuzu bekleyin. Biz de sizin akıbetinizi, sizin emsalinize inen azabın
ya Allah tarafından ya da müminlerin eliyle gelmesini bekleyeceğiz.
İbni
Abbas (r.a.) diyor ki: Siz helak olmayı bekleyin. Biz de size gelecek azabı
bekliyoruz.
"Olduğunuz
yerde devam edin" tehdidi aynen Cenab-ı Hakkın İblise söylediği
"Onlardan gücünün yettiklerini vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan
çıkar..." (İsra, 17/64) ve "Artık kim isterse iman etsin, kim de
isterse küfretsin." (Kehf, 18/29) ayeti gibidir.
Peygamberimizin
işinin sonunu temenni etmek hususunu da Cenab-ı Hak müşriklerden nakletti:
'Yoksa onlar senin için "O bir şairdir. Onun zamanın felâketine uğramasını
bekliyoruz" mu diyorlar?" (Tür, 52/30).
İki
grubun da akıbetini beklemesinin bir benzeri de şu ayette yer almaktadır:
"... Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz.
Şüphesiz ki zalimler, kurtuluşa ermezler." (En'am, 6/135).
Sonra
da Cenab-ı Hak bu sureyi bütün hayır isteklerini toparlayan yüce ve toparlayıcı
bir netice ile bitirdi. Cenab-ı Hak şöyle Duyuruyordu:
Yüce
Allah geçmişte, şu anda ve gelecekte göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını en
iyi bilendir. O'nun ilmi küllî ve cüzî, yok olanlara ve var olanlara, şu anda
bulunanlara ve bulunmayanlara her şeye nüfuz eder. Hepsinin dönüşü, bütün
mahlûkatın ve kâinatın sonu O'nadır. Çünkü o hepsinin kaynağıdır, hepsinin
başlangıç noktasıdır. O'nun kudreti büyük, iradesi tesirlidir, kullarını
kahredicidir. Herkesi hesap gününde küçük-büyük ameliyle hesaba çekecektir.
Allah
bütün bu zikredilen sıfatlarla muttasıf olduğuna göre o halde sen ve seninle
beraber olan müminler sadece Ona kulluk edin. Her işinde O'na hakkıyla
tevekkül et, gücünün yettiği ve yetmediği hususlarda O'na tam manasıyla güven.
Kim O'na tevekkül ederse O ona yeter. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.
Yani yalanlayanların ve tasdik edenlerin hiçbir şey yaptığı, şu andaki
durumları, ağızlarından çıkan sözleri Ona gizli değildir. O onlara dünya ve
ahirette bu amellerinin karşılığını verecektir. Sana ve cemaatine her iki dünyada
yardım edecektir. Sen onlara hiç aldırış etme.
İmam
Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Akıllı kimse nefsini bilen, ölümden sonrası için amel
işleyendir. Aciz kimse nefsinin arzularına tabi kılan, Allah'tan birtakım
temennilerde bulunan kimsedir."
[144]
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve onların davetleri uğrunda katlandıkları
meşakkatleri anlatmak Peygamberimiz (s.a.) için bir teselli ve ona risaletini
eda etmek, bu konuda karşılaşacağı eziyetlere karşı sabretmek hususunda
takviyede bulunmaktır.
Bu
kıssalarda hakkı ve yakini beyan etmek gibi ihtiva ettiği hususlarla birlikte
her mümin için ders, ibret ve öğüt vardır.
Burada,
mev'ıza (öğüt), geçmiş ümmetlerin helak olmasından elde edilecek öğütlerdir.
Zikrâ
(hatırlatma) ise müminlere helak olan kimselere inen azabı hatırlatıp tevbe
etmelerine vesile olacak uyarıcıdır.
Cenab-ı
Hak özellikle müminleri zikretti. Çünkü geçmiş peygamberlerin kıssalarını
duyunca istifade edecek olanlar müminlerdir.
2-
Bu kıssalarda kâfirlerin
yaptıkları amellerine karşılık onlara tehdit ve uyan ve Peygamberimiz (s.a.)
hakkında yapabilecekleri her şerri yapmalarını teşvik vardır. Ama onlar
kesinlikle O'na dokunamazlar.
Burada
Allah'ın O'nu koruduğuna dair tam bir kanaat içinde olmanın ilânı, O'nun
amelinin sahih olduğuna dair imanın tekidi ve muhalif olanların kötü akibetine
dair uyan yapılmaktadır.
3- Bütün göklerde ve yerde geçmişte, şu anda ve gelecekte görüneni
-görünmeyeni bilmek Allah Tealâ'ya mahsustur.
4- Ahiret yurdunda dönüş Allah'adır. Hiçbir yaratık O'nun izni olmadan hiçbir
şey yapamaz.
5- Yalnız Allah'a ihlâsla kulluk edilmesi ve her şeyde Allah'a tevekkül
edilmesi yani O'na iltica edilmesi, Ona güvenilmesi ve bütün işlerin O'na
havale edilmesi vaciptir.
6- Allah kullarının hallerine, sözlerine ve davranışlarına muttalidir.
Herkese amelinin karşılığnı verir. İtaat edenlerin taatlerini zayi etmez.
İnatçıların ve inkarcıların durumlarını ve kıyamet sahnesine getirip ceza
vermeyi, küçük büyük her şeyin hesabını görmeyi, her şeye itabda bulunmayı
ihmal etmez. Bütün işlerin neticesinde bir grup cennette, bir grup da
cehennemde olacaktır.
[145]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/261.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/261-262.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/262.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/262-265.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/266.
[6] Zemahşerî, 11/89- 90.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/266-267.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/267-270.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/270.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/271.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/271.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/271-272.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/272.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/272.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/272.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/273-274.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/274.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/274-276.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/276-277.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/278.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/278-279.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/279-280.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/280-282.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/282-283.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/284-285.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/285.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/285-286.
[28] Bu
ikinci hitap birinci hitabın devamı sayılabilir. (Çeviren).
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/286-288.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/288-289.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/290.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/290.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/290.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/290-291.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/291-292.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/293.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/293-294.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/294-295.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/295.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/296.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/296-297.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/297-298.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/298-300.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/301-302.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/304.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/304-305.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/305.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/305-306.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/306-308.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/308-309.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/310.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/310-311.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/311.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/311-312.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/312-313.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/314.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/315-316.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/316.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/316-318.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/318-319.
[61] en-Nehrü'l-Madd minel-Bahr, Ebu Hayyan, V/227. (el-Bahru'l-Muhit dipnotu).
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/321-322.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/322-323.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/323.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/323-326.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/326-328.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/329.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/330.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/330-331.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/331-332.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/334.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/334-337.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/337.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/337-341.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/341-342.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/344.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/344-345.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/345.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/346-348.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/348-349.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/350.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/351-352.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/352.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/352-354.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/354-356.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/357-358.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/358-359.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/359-360.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/360-362.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/362-365.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/367.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/367-371.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/371.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/371-375.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/375-379.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/380.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/380-381.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/381.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/381-383.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/383.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/384.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/384-385.
[102] Razî, XVIII/55.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/385.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/385-386.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/386-387.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/388-389.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/389.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/389-390.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/390-391.
[109] Zemahşerî, 11/115.
[110] Kurtubî,
Di/88; Razî, XVIII/ 65.
[111] Zemahşeri, 11/116.
[112] el-Bahru'l-Muhit, V/263.
[113] İbni Kesir, 11/460.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/391-396.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/396-398.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/398-401.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/402.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/402.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/402-403.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/403.
[121] Ebu Hayyan, el-Bahrü'l-Muhit, V/266.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/403-404.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/404-405.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/406-407.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/407.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/407-409.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/409-410.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/411.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/411.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/412.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/412.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/412-414.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/414-415.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/416.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/416-417.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/417.
[137] Zemahşerî, 11-120.
[138] a.e., a.y.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/418-420.
[140] Razî, XVIII/77-78.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/420-422.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/423-424.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/424.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/424-426.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/426.