-
15 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 15, nüzûl sıralamasına göre 54, ikinci miûn grubunun ilk sûresi olan Hicr sûresi Mekke’de
nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 99 dur.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
80. âyetten almış Mekke’de kavminin Resûlullah efendimizin mesajını kabule
yanaşmadıkları, hattâ yalanlama, dışlama, alay ve işkencelerini artırdıkları
bir dönemde nâzil olmuştur. Onların bu tavırlarından ötürü Resûlullah
Efendimizin çok üzüldüğü, yorgun düştüğü ve Rabbimizin bu sûrede onu teselli
ettiğini görüyoruz. Sûre şu iki ana konu etrafında oluşmaktadır:
1- Resûlullah Efendimizin dâvetini reddeden, reddetmenin de
ötesinde onun tebliğinin önünü tıkayabilmek için var güçleriyle saldırıya geçen
müşrikler uyarılmaktadır.
2- Onların bu insanlık dışı tavırlarına karşı peygamber
efendimiz teselli edilmektedir. Peygamberim, bu adamlar senin mesajına kulak
vermiyorlar diye sakın üzülme, cesaretini, ümidini kaybetme. Onlar yakında;
keşke bizler de müslüman olsaydık diye temennide bulunacaklar. Unutma ki, ilk
defa sen değilsin yalanlanan. Senden önceki elçilerimiz de aynı şekilde
karşılanmışlardır. Sen sabret ve görevini yerine getir. Benim onlara ne
yapacağımı yakında göreceksin buyrulmaktadır. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.
Rabbimiz bu sûresinde de sözlerine
Huruf-ı Mukatta âyetiyle başlıyor:
1,2. “Elif, Lâm, Ra. Bunlar Kitabın ve apaçık olan Kur’-an'ın
âyetleridir. İnkâr edenler, keşke müslüman olsaydık temennisinde
bulunacaklardır.”
İşte bunlar, bu âyetler, bu Allah
sözleri, kitabın ve apaçık olan Kur’an’ın âyetleridir. İşte bu âyetler Rabbiniz
tarafından rahmet kapısı olarak size indirilen, size açılan apaçık, net
bilgilerdir. Kapalılığı olmayan, herkesin anlayabileceği âyetlerdir. Her şeyi
bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan, geçmişi ve geleceği bilen,
geçmiştekilerin yapmamaları gerekirken neleri yaptıklarını, yapmaları gerekirken
de neleri yapmadıklarını bilen, şu anda bizlerin neleri yapmamız, neleri
yapmamamız konusunda bilgisi tam olan dünyanın ve âhiretin sahibi olan Allah’ın
yasalarıdır bunlar. Rabbimiz rahmeti gereği bu âyetlerini, bu bilgilerini bize
açıyor, bizi kendi bilgileriyle bilgilendiriyor ki yaşadığımız bu hayatı
müslümanca değerlendirebilelim, imtihanı kazanabilelim ve yarın Rabbimizin
huzuruna pişmanlık içinde çıkmayalım. Bize sonsuz merhametinden dolayı işte
Rabbimiz bu âyetlerini bize gönderiyor.
Bu apaçık
âyetinin sonunda da diyor ki Rabbimiz: Siz bilirsiniz. İsterseniz size açtığım
bu rahmet kapılarından istifade etmeyin. İsterseniz bu kitabın âyetlerini örtüp
bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki kâfirler nice kereler müslüman olmayı
temenni edip isteyecekler. Dünyada yaşadıkları bu hayatın bitiminde Rablerinin
ölüm yasasına boyun büküp teslim olurlarken, melekler Allah’ın kendilerinde
emaneti olan canlarını almaya geldiklerinde bütün çıplaklığıyla gerçeği anlayıp
teslimiyet gösterecekler. Tamam, biz teslim olduk. Biz müslüman olduk
diyecekler. Ama geçmiş olsun artık. Ölürken ortaya koydukları bu teslimiyetlerinin
onlara hiç bir faydası olmayacaktır. Sonra yine mezara girdikleri anda teslimiyet
arz edecekler. Biz teslim olduk Rabbimizin kitabına. Biz teslim olduk
Rabbimizin yasalarına. Biz müslüman olduk diyecekler. Hesap kitap dönemi
kabirlerinden yeniden dirildikleri zaman yine teslim olacaklar. Mahşerde
teslimiyette bulunacaklar.
Evet ebedî azap mahalleri olan
cehenneme yuvarlandıkların-da yine müslüman olmayı dileyecekler. Ya Rabbi, ne
olur bizi dünyada bir daha geri çevir de müslüman olalım. Âyetlerini dilimizden
düşürmeyelim. Âyetlerin istikâmetinde sâlih ameller işleyelim. Müslümanlardan
olalım diyecekler. Ama artık geçmişler olsun. Bunu bu dünyada diyeceklerdi, bu
dünyada müslüman olacaklar, müslüman-ca bir hayat yaşayacaklardı.
Bize merhametinden
dolayı Rabbimiz yarın olacakları bugünden haber veriyor. Bize karşı rahmeti
geleceği gözlerimizin önüne seriyor. Ve diyor ki: Ey insanlar! Ey kullarım!
Gelin akıllarınızı başlarınıza alın! Gelin yarın pişmanlık duyacağınız bir
hayatı bugünden yaşamayın! Yarın eyvah diyeceksiniz. Yarın pişman olacaksınız.
Keşke müslüman olsaydım. Keşke Rabbimin çağrısına kulak verseydim. Keşke
Rabbimin kitabına, Rabbimin elçisine teslim olup müslümanca bir hayat yaşamış
olsaydım diyeceksiniz. Ben size bütün bunları bu dünyada anlatıyorum. Gelin bunları
bugün dinleyin. Değilse yarın hiç bir itiraz hakkınız kalmayacak buyuruyor.
3. “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun;
ileride öğrenecekler.”
Peygamberim, Rabbinin bu apaçık
âyetlerini dinlemeyen, senin apaçık dâvetine icabet etmeyen bu zalimleri bırak,
bu dünyada yiyip, içip eğlensinler. Bırak biraz demlensinler, faydalansınlar
bakalım. Boş emeller peşine takılıp oyalansınlar bakalım. Allah vahyinden
habersiz, Allah dininden habersiz kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yaşadıkları
bir dünya hayatının boşluğunda bocalayıp dursunlar. Yeme içme, giyim kuşam, at
araba, çek senet, borç dert, güç saltanat, altın gümüş hesapları içine gömülüp
âhiretten, hesaptan, kitaptan habersiz sarhoşça bir hayatın içine gömülüp
kendilerini kaybetsinler. Onlar yakında bilecekler nasıl boş bir hayatın içinde
olduklarını. Yaşadıkları bu boş hayatın kendilerini nereye götürdüğünü yakında
anlayacaklar onlar. Bu hayatın boş bir hayat olmadığını, Allah’ın bu hayatı, bu
varlığı laf olsun diye yaratmadığını, oyun eğlence olsun diye yaratmadığını
yakında anlayacaklar.
4,5. “Yok ettiğimiz herhangi bir kasabanın elbette belli
bir yazısı vardır. Hiç bir ümmet kendi süresini öne de alamaz, geciktiremez
de.”
Biz hiçbir ülkeyi, hiçbir kenti,
hiçbir karyeyi helâk etmedik ki onların belli bir yazısı, belli bir yazgısı,
kaderi olmasın. İşte bakın tarihe. Bu kitabın sayfaları arasında bir gezinti
yapın. Biz hiç bir kenti, hiçbir toplumu helâk etmedik ki o toplumun bir yasası
olmasın. Bir helâk yasası olmasın. Hepsinin mutlaka bir ecel yasası olmasın.
Hepsinin mutlaka bir eceli vardır ki Biz onu belli bir kitapta, Levh-i
Mahfuz’da yazmışızdır. Biz onu bir kader olarak belirlemişizdir. Ve hiçbir
toplumun, hiçbir ümmetin eceli öne alınmamıştır, geriye de bırakılmamış, tehir
de edilmemiştir.
İşte Nuh
(a.s)’dan buyana benimle savaşa tutuştukları için helâk edilmiş, helâk yasamın
mahkumu olmuş tüm toplumlar gözünüzün önünde duruyor. Nuh kavmi, Âd kavmi,
Semûd kavmi, Lût kavmi, Firavunlar, diğerleri, diğerleri. Ne oldular? Onlar
Bizim kendileri için takdir ettiğimiz ecelin mahkumu olmadılar mı? Bitmediler
mi? Şimdi Rabbinizin bu yasaları üzerinde derin derin düşünüp O’na teslim olmaya,
müslüman olmaya, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamaya yönelmek dururken niye
başka şeylerin peşine düşüyorsunuz? Niye tarihi değerlendirip akıllarınızı
başlarınıza almıyorsunuz. Niye Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın
elçilerinden, Allah’ın hayat programından habersiz boş bir hayata talip
oluyorsunuz. Niye Allah’ın size bir şeref, bir zikir, bir gündem, bir örnek
olarak gönderdiği elçisiyle ilgi-lenmiyorsunuz? Niye onun gibi olmaya
çalışmıyorsunuz? Niye ona karşı acımasız bir tavır takınıyorsunuz?
6,7. “Onlar: “Ey kendisine Kitap indirilen kimse! Sen
mutlaka delisin. Doğrulardan isen melekleri bize getirsene” dediler.”
Dediler ki ey kendisine şeref
indirilen kişi. Ey kendisine gündem indirilen, hayat programı, zikir indirilen
kişi. Ey kendisine Kur’an indirilen, kendisine şan ve şeref verilen, elçilik
verilen kimse, muhakkak ki sen delisin. Eğer deli sen değilsen, eğer sen ne
dediğini bilmez birisi değilsen, yalancı değilsen, doğrulardan isen haydi
melekleri bize getir bakalım.
Allah’ın Resûlüne böyle diyorlardı.
Çok garip değil mi? Yâni böyle şerefli bir elçiye denecek şey midir bu? Emin
bir elçiye denecek şey midir bu? Toplumun en akıllısına, toplumun en güvenilir
insanına söylenir mi bu? Onu çok iyi tanıyorlardı. Çocukluğu, gençliği aralarında
geçmişti. Muhammed’ül Emin diyorlardı ona. Tüm emanetlerini ona
teslim ediyorlardı. İyi bir dosttu, iyi bir eşti, iyi bir komşu idi o. Mekke’de
herkese kucak açan, her kesin yardımına koşan bir kimseydi. Allah’ın sevdiği
ahlâkla ahlâklanmış bir kimse olduğu için Rabbimiz de onu seçip destekledi, ona
elçilik verdi. Onu yeryüzünde sözcü seçti. Ona kelâmını, vahyini indirdi.
Kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa onu rehber kıldı. Onunla yeryüzünde
istediği adâleti, huzuru, dengeyi kuracaktı. Onunla kullarını cehennem yolundan
engelleyip cennet yoluna kazandıracaktı. Onunla yeryüzünde her türlü zulmü, her
türlü haksızlığı, her türlü kötülüğü, her türlü bozuk düzeni, hırsızlığı,
soysuzluğu, ahlâksızlığı kaldıracak, kullarına en büyük rahmet kapılarını açacaktı.
Ama
insanlar bunu anlayamadılar. Kendilerine açılan bu rahmet kapısının kadrini,
kıymetini bilemediler. Pislik içinde bir hayattan yana olanlar baktılar ki bu
ahlâklı, bu şerefli, şerefi üzerine Allah tarafından şeref katılan, ahlâkı Allah
tarafından güzelleştirilen, temizliği, eminliği, akıllılığı bizzat Allah
tarafından tescil edilen Muhammed (a.s)’a karşı acımasız bir tavır
takınıverdiler. Delilik suçlamasında bulunuverdiler. Sen ancak bir delisin, biz
senin sözlerine itibar etmeyiz, seni kale alamayız deyiverdiler.
Tabii bunu söylediler ama
söyledikleri bu söze kendileri de inanmadılar. Hem deli dediler, hem de tedbir
üstüne tedbirler aldılar. Madem ki o bir delidir, öyleyse bırakın dilediği gibi
konuşsun, dilediği gibi yaşasın. Bir delinin sözlerine kim itibar edecekti de?
Kim gidecekti de böyle bir delinin arkasından? Bu korkunuz, bu telaşınız niye
ya? Bugüne kadar hangi deliden bu kadar korktunuz? Hangi deli için bu kadar
tedbir aldınız? Niye ona engel olmaya çalışıyorsunuz? Aman onun okuduğu
Kur’an’ı insanlar duymasınlar, aman insanlar onu dinlemesinler diye niye ödünüz
kopuyor? Niye Kâbe’de namaz kılmasına engel oluyorsunuz? İşte pek çok deli var
aranızda dolaşan. Bırakın o delilerden birisi olarak o da keyfine göre bir
hayat yaşasın. İnsanları uyarmayacaksın, evinde sesli Kur’an okumayacaksın, toplumu
Allah bilgisiyle karşı karşıya getirmeyeceksin diye niye yasaklar koyuyorsunuz
ona? Doğrusu sormak lâzım o günkü kâfirlere ve kıyâmete kadar aynı yolu izleyen
kâfirlere. Madem ki bu peygamber deli, madem ki bu din saçma o halde bu
korkunuz niye? Bu yasaklamalarınız niye? Bu telaşınız niye?
Diyorlar ki
bakın: Ey peygamber, eğer gerçekten sen içimizde doğrulardan isen haydi bize
melekleri getir de görelim. Bize melekleri getirmen gerekmez miydi? Çok garip
ve mantıksız bir istek. Yâni nereden çıkarıyorlar bunu? Böyle bir şey mi
vaadetmişti Allah’ın Resûlü onlara? Yâni eğer Allah’a iman ederseniz, benim elçiliğimi
kabullenir ve benim gibi bir hayat yaşarsanız, ben size melekleri getireceğim.
Sizi meleklerle tanıştıracağım, konuşturacağım. Sizi göklere çıkaracak,
yeryüzüne indireceğim. Size bağlar, bahçeler, altınlar, gümüşler vereceğim.
Sizi ekonomik refahlara ulaştıracağım mı demişti? Halbuki ne o, ne de ondan
önceki Allah elçilerinden hiçbirisi insanlara böyle şeyler vaadetmemiştir.
Nerden çıkarıyorlar bunu? Bakın böyle cahilce şeyler isteyen, cahilce tavırlar
takınarak peygamberden onun gücünün yetmeyeceği şeyler isteyen kâfirlere
Rabbimiz şöyle cevap veriyor:
8. “Biz melekleri ancak gerekince indiririz. O takdirde
de ceza görecekler asla geri bırakılmazlar.”
Biz melekleri ancak hak olarak
indiririz. Melekleri ancak Biz indiririz ve gerekince indiririz. Biz bir kere meleklerimizi
gönderdik mi o zaman artık onların işleri biter, defterleri dürülür de
kendilerine hiçbir mühlet de verilmez.
Halbuki meleklerini göndermemekle
Rabbimiz rahmeti gereği onlara mühlet tanıyor. Belki adam olurlar diye onlara
fırsat tanıyor. Melekler geldiği anda artık işleri bitmiş olacak onların. Bunu
anla-mıyorlar mı? İşte okuduğumuz bu sûrenin ileriki âyetlerinde Rabbimiz Lût
kavmine ve öteki kavimlere meleklerin gelmesiyle onların nasıl yerle bir
edildiklerini anlatacak. Sizler de ey Mekkeliler, tıpkı onlar gibi sonunuzu mu
bekliyorsunuz? Meleklerim geldiği andan itibaren artık size mühlet
tanınmayacak, bunu anlamalısınız diyor Rabbimiz. Ya bu istedikleri melek kendi
aslî sûretinde gelecek ve onlar buna tahammül edemeyerek helâk olacaklar veya
bu melek kendileri gibi bir insan sûretinde gelecek, içlerinde doğup büyüyen
tanıdıkları bir peygambere inanmayanlar tanımadıkları o Meleğe haydi haydi
inanmayacaklar ve helâki hak edecekler, işleri bitirilecektir.
9. “Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette
Biziz.”
Evet muhakkak ki zikri, Kur’an’ı,
gündemi, hayat programını Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz. Onu Biz
indirdik, onu koruyacak olan da elbette Biziz. Bu peygamberi Biz görevlendirdik
ve elbette onu koruyacak, onu başarıya ulaştıracak olan da Biziz. Bu dini, bu
İslâm’ı, bu teslimiyet dinini son peygamberiyle birlikte gönderen Allah’tır.
İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (a.s) dan bu yana tüm elçilerini aynı dinle,
aynı teslimiyet diniyle gönderen Allah şimdi de aynı dini tüm insanlığa
açıklamak, tüm insanlığa tebliğ etmek üzere son elçisine görev vermiştir.
Ve gönderdiği bu son elçisini,
son elçisine gönderdiği bu kitabı, bu dini koruma işini de Rabbimiz bizzat
kendi üzerine almıştır. Yâni bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin sahibi
Allah’tır.
Evet zikir kitaptır, Kur’andır,
zikir peygamberdir, zikir Allah’ın kitabı ve peygamberiyle yeryüzünde kullarından
istemiş olduğu gündemdir, hayat tarzıdır. Ve kesinlikle bilesiniz ki bu dini
koruyacak olan da Allah’tır. Kıyâmete kadar bu dini, bu kitabı bu peygamber yolunu
koruyacak ve insanları bu kitap ve bu peygamber bilgisiyle şereflen-direcektir
Rabbimiz.
Gerçekten
bu insanlık için en büyük bir lütuftur. Tüm dünya bu kitaba, bu dine ve bu
peygambere düşman kesilse, bu dini, bu kitabı ve peygamberi ortadan kaldırmaya,
ilga etmeye, bozmaya, saptırmaya, tahrif etmeye soyunsa kimsenin asla buna gücü
yetmeyecektir. Allah bu dini, bu kitabı kıyâmete kadar korumayı üzerine almıştır.
Kimse bu kitabın bir tek harfini bile ortadan kaldıramayacak, değiştiremeyecektir.
Kıyâmete kadar bu Kur’an ve bu Kur’an’ın pratiği olan Rasulullah efendimizin
Sünneti, örnek hayatı dimdik ayakta duracaktır. Tamam yeryüzünde bu dinin, bu
kitabın, bu peygamberin düşmanı kâfirler olabilecektir.
Zaten Adem (a.s) in İblisle
kavgasından beri yeryüzünde iki grup hep olagelmiştir. Zaten Rabbimiz elçisini
görevlendirirken yeryüzünde bir tek kâfir kalmayacak şeklinde
görevlendirmemiştir. Ve Rab-bimiz İblisin istediği izni de kendisine vermiştir.
Bundan da anlıyoruz ki peygamber yolu da, İblis yolu da kıyâmete kadar hiç bir
zaman eksik olmadan yeryüzünde devam edecektir. İnsanlar ya şeytan tarafında
yer alacaklar, ya peygamber safında. Mü’minler de olacak, kâfirler de.
İblis-peygamber kavgası, iman-küfür kavgası kıyâmete kadar devam edip giderken
Allah elçilerini gönderecek, onlara vahiyde bulunacak, desteğini gönderecek ve
şeytanın hedefleri hep boşa çıkacak, ona tabi olanlar cehenneme akarlarken
Allah ve Resûlünün yolunu takip edenler de dünyada başarıdan başarıya
koşarlarken öbür tarafta da cennete uçacaklar.
10,11. “Ey Muhammed! Andolsun ki, senden önce çeşitli
ümmetlere peygamber göndermiştik. Onlara gelen her peygamberi alaya
alıyorlardı.”
Muhakkak ki peygamberim, Biz
senden önceki ümmetlere, toplumlara da peygamberler gönderdik. Asla vahiysiz,
peygambersiz bırakılmamış olan o toplumlar her ne zaman ki kendilerine bir
elçimiz geldi, hemen onunla alay ettiler. Onu alaya aldılar. Ona iman etmediler.
Öyleyse bilesin ki ey
peygamberim, sen ilk değilsin. İlk alaya alınan, ilk yalanlanan sen değilsin.
Senden öncekilerin tamamının kaderidir bu. Senden önceki toplumlar da
kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinin dünyada mutlu bir hayat yaşamaları,
âhirette de cennete ulaşmaları adına gelmiş elçilerini yalanladılar, alaya
aldılar, dinlemediler, değer vermediler, eğlenceye aldılar. Kendileri için
açtı-ğımız rahmet kapılarından istifade etmek istemediler. Kendileri için
takdir ettiğimiz şerefle ilgilenmediler. Zikirle yol bulmadılar.
12,13. “Aynı şekilde biz de Kitabı suçluların kalplerine
sokarız, ama ona yine de inanmazlar. Oysa kendilerinden öncekilerin uğradıkları
meydandadır.”
İşte böyle. Onlar böyle yaparlar,
böyle yaptılar, ama Biz de kitabı o günahkârların, o suçluların kalplerine sokarız.
Biz bu kitabı onların kalplerine ilka ederiz de onlar yine iman etmezler. Evet
Biz bu kitabın âyetlerini onların kalplerine işletiriz, duyururuz, gösteririz
ama onlar yine de iman etmeyerek yanlışlarını sürdürmeye devam ederler. Biz Peygamber
vasıtasıyla, peygamber yolunun yolcusu mü’minler vasıtasıyla bu kitabın
âyetlerini onların kalplerine kadar ulaştırırız, gönüllerini bu âyetlerle
ezeriz, orada operasyonlar gerçekleştiririz, oradaki küfür ve şirk hücrelerini
öldürürüz, ama yine de o kâfirlerden kimileri vardır ki iman etmezler.
Halbuki
kendilerinden öncekilerin başlarına gelenler ortadadır. İşte eskilerin Sünneti
ortadadır. Ben bu kitapta onu size anlattım. Siz biliyorsunuz ki onlar
kendilerine gönderdiğim elçilerimi kabule yanaşmadılar. Bunca ayetlerime, bunca
mûcizelerime, bunca uyarılarıma rağmen kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaya devam ettiler de sonunda başlarına gelenler geldi. Şimdi de
senden farklı âyetler isteyenler, meleklerin gelmesini isteyenler de tıpkı
onlar gibi bir yasaya mahkum olacaklar.
14,15. “Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmağa
koyulsalar: “Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik” derler.”
Evet
kâfirlerin iman etmeyişlerinin, hakkı kabule yanaşma-malarının sebebini
anlatıyor Rabbimiz. Yâni eğer onlara gökyüzünden bir kapı açmış olsak,
açtığımız bu kapıdan onlar gökyüzüne çıksalar, semaya yükselseler, bundan daha
büyük bir mûcize olur mu? Tabii ki bunu bir beşer olan Rasulullah efendimiz
yapmayacaktı. Onun böyle bir olmazı oldurması mümkün değildi. Önceki
peygamberlerden hiçbirisinin de böyle bir şeye güçleri yetmezdi. Bunu her şeye
güç yetiren Allah yapacaktı. Allah böyle bir şeyi yapıp onları gökyüzüne
yükseltseydi yine de; bizim gözlerimiz döndü. Galiba bizim gözlerimiz sarhoş
oldu. Herhalde bizim gözlerimiz bozuldu da biz bir sihrin mahkumu olmuş bir
topluluğuz derlerdi.
Yâni kendilerine böyle bir mûcize
göstermiş olsaydık bunu da anlamazlar, anlamaya yanaşmazlardı, iman etmezlerdi.
Peygamber (a.s)’a verilen bu Allah desteği karşısında, bu Allah mûcizesi karşısında
da farklı bir yorumda bulunurlar, ya bizler sarhoş olmuşuz, yahut da ne yaptığımızı
bildiğimiz yok derlerdi. Veya bu adam gerçekten çok büyük bir sihirbazdır
derlerdi. Yâni yine de peygambere iman etmezlerdi.
Evet bu
muannit kâfirlerin iman etmeyişlerinin sebebi işte bu kibir ve inatlarıdır.
Kibirleri ve iğrenç inatları yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar, peygamberi
reddediyorlar. Bu yüzden kitaba ve peygambere karşı ilgisiz davranıyorlar.
Kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki bu kâfirler bu inatları ve
kibirleri yüzünden eğer Rab-bimiz bu kitabını peygamberine onların gözleriyle
göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle
gö-rebilecekleri kitaplar halinde indirmiş olsaydı yine de bu gerçeği ka-bul
etmezler, bu apaçık bir büyüdür derlerdi. Kibirleri, inatları ve ce-haletleri
galebe çalar yine de iman etmezlerdi.
Öyleyse ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın ha bu tip insanlar karşısında üzülmeyin.
Bunlar karşısında sakın morallerinizi bozmayın. Çünkü bunların iman
etmeyişlerinin sebebi ne âyetlerin, delillerin azlığıdır, ne de sizin onlar
karşısında örnekliğinizin yetersiz olmasıdır. Değilse eğer âyet istiyorlarsa,
delil istiyor-larsa işte bir âyet, işte bir delil:
16,18. “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları
bakanlar için donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak
hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar.”
Andolsun ki Biz gökyüzünde
burçlar yarattık. Andolsun ki Biz göklerde milyarlarca yıldızlar, yıldız kümeleri
var ettik. Onları onlara bakan kimseler için bir ziynet bir süs yaptık.
Kullarımızın bedii zevkini okşasın diye semanın simasını yıldızlarla donatıp
süsleyiverdik. İşte şu başınızın üzerindeki semayı güneşle, ayla, yıldızlarla,
gezegenlerle tezyin ettik ki bütün bunlar Rabbinizin olarak Bizim size
lütfettiğimiz en güzel görüntülerdir.
Ve üstelik o gökyüzünü de her bir
taşlanmış, rahmetten kovulmuş şeytanlardan koruduk. Ama buna rağmen o
şeytanlardan kim bir kulak hırsızlığı yaparsa, Levh-i Mahfuz’u, kaderi,
kâinatın hayat programını yazan bizim görevli meleklerimizin konuştuklarından,
yaz-dıklarından bir şeyler çalmaya gayret ederse apaçık bir yıldız, bir ateş
onu takip eder ve yakalar. Böylece o şeytanlar oradan alacakları bir bilgiyi
de, bir bilgi kırıntısını da, kendilerini de yakıp kül ediverir.
Evet Rabbimiz bu âyetinde bize
gökyüzünde yarattığı yıldızlarını tanıtıyor. Demek ki neymiş bu yıldızların fonksiyonu?
Yâni ne için var etmiş Rabbimiz onları? Bir, onlar semamızın süsüdürler. Bakan
kulları zevk alsınlar, güzel bir görüntü görsünler diye yaratılmıştır onlar.
İkincisi gökyüzünü şeytanlardan korumak için yaratmıştır Rab-bimiz onları.
Kaderi yazan meleklerin konuşmalarından bir bilgi sızıntısı alamasınlar, yâni
gaybını kimseye ezdirip bozdurmamak için şeytanlara atma konusu olarak
yaratmıştır onları. Yine kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla karanın ve
denizin karanlıklarında onlarla yol bulalım, yolumuzu görelim diye yaratmıştır
Rabbimiz onları. İşte yıldızlarla alâkalı bunların dışında olur olmaz söz
söylemek de caiz değildir. Şimdi de gözlerimizi yeryüzüne çeviriyor Rabbimiz:
19,21. “Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada
her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz
kimseler için geçimlikler meydana getirdik. Hazinesi Bizim katımızda olmayan
hiç bir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.”
Yeryüzünü de Biz yaydık.
Yeryüzünü de sizin yaşamanıza müsait hale Biz getirdik. Yeryüzünün dengesini sağlamak
için de orada sabit dağlar yerleştirdik. Orada her bir şeyi belli bir ölçüye
göre bitirdik. Her şeyi sizin ihtiyacınıza göre bitirdik. Sizin için orada
geçimlerinizi, maişetlerinizi temin ettik. Vefat edeceğiniz ana kadar orada
ihtiyacınız olan her şeyi var edip hazırladık. Tüm hayat şartlarınızı hazırlayıverdik.
Anladınız mı? Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Her şeyin
hazinesi bizim katımızdadır. Her şeyin sahibi, mâliki biziz. Her şey bizim
elimizde, Bizim mülkümüzdedir. Mülk bizde, güç bizde, egemenlik bizde, yetki bizde,
saltanat bizde, altın, gümüş bizde, ekmek su bizde, yerin hazineleri bizde,
göğün hazineleri bizdedir...
Ama Biz onu ancak belli bir
ölçüye göre indiririz. Sizin isteğinize göre değildir onun inmesi. Kimsenin bir
yetkisi yoktur bu konuda. Hiç kimse Allah dilemedikçe hiçbir şeye mâlik olamaz.
Yetki elinde olan Allah her şeyi belli bir ölçüde indirmektedir. Herkese
ihtiyacı kadar indirir. Herkesi düşünür Rabbimiz. Azmayacağımız kadar verir.
Şımarıp kendisini unutmayacağımız kadar verir. Aynı zamanda isyan etmeyeceğimiz
kadar verir. Çok az verip de bizleri isyan edecek noktaya da getirmez Rabbimiz.
Ne çok verip azdırır, ne de az verip isyan ettirir, her şeyi belli bir ölçüde
bize rahmetinin eseri olarak gönderir.
Evlerimizi yıkacak, tarlalarımızı
silip süpürecek kadar gönder-mez yağmurlarını. Hayatımızı felç edecek kadar
göndermez rüzgarlarını. Bizi yakıp kavuracak kadar göndermez güneşinin
ışınlarını. Donduracak kadar da kısıvermez onu. Tüm hazinelerin sahibi olan Rab-bimiz
her şeyi belli bir ölçüyle gönderir. İnsanların ihtiyacına göre, ya da
yeryüzündeki hayatın devamına gerekli olan kadar gönderir.
22. “Rüzgarı aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik
de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız.”
Evet biz rüzgarları göndeririz ki
bitkiler arasındaki ilkahı, tohumlaşmayı, tozlaşmayı sağlasın diye. Bitkiler arasındaki
çoğalmayı, üremeyi sağlasın diye biz rüzgarları göndeririz. Bir de bulutlar
arasında döllenmeyi sağlasın, izdivacı gerçekleştirsin de yağmuru yağdırsın
diye. İşte böylece semadan suyu indirdik de onunla sizleri suladık. İşte sizin
için gökyüzünden tatlı bir su indiriyoruz da en büyük nîmetlerimizden birini
tadıyorsunuz. Eğer biz size rahmetimizin gereği olarak sizin için böyle bir su
indirmeseydik siz asla ona sahip olamazdınız, mâlik olamazdınız. Siz asla onu
gökten indiremezdiniz. İndiremediğiniz gibi, ihtiyacınız anında kullanmak üzere
onu yeryüzünde biriktiremezdiniz.
Öyle değil mi? İçtiğiniz sudan
bir damla indirebilecek birileri var mı? Rabbiniz kesiverse sularınızı ne
yaparsınız? Kime gidersiniz? Kimden yardım istersiniz? Kimin gücü yeter buna?
İşte Rabbiniz sizi, sizin asla sahip olamayacağınız, güç yetiremeyeceğiniz
rızıklarıyla rı-zıklandırmaktadır. Yetki O’nun elinde, güç O’nun elinde, hayat
O’nun elinde, rüzgar onun elinde, yağmur O’nun elinde, bulut O’nun elinde,
gökler ve yerler her şey O’nun elindedir. Hayat da, ölüm de O’nun elindedir.
23,24. “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz; hepsinin gerisinde
de Biz kalırız. Andolsun ki, sizden önce geçenleri biliriz; andolsun ki, geri
kalanları da biliriz.”
Doğrusu dirilten de, öldüren de
Biziz. Hayat veren de Biziz o hayatı alan da. Biz hepsinin gerisinde kalanız.
Biz vâris olanız. Her şey ve herkes ölecek sonunda Allah kalacaktır. Herkes ve
her şey fânidir, bâki olan sadece Allah’tır. Evet hayat O’ndandır. Hayatın sahibi
O’dur, ölümün sahibi de O’dur. Gökler O’nundur, yerler O’nundur, güneş, ay,
yıldızlar, bulutlar, rüzgarlar, dağlar, taşlar, bitkiler, insanlar, hayvanlar
O’nundur. Bizi yaratan, bizi var eden, bizim rızkımızı veren, bizim ekmeğimizi,
suyumuzu gönderen ve sonunda hepimizi öldürecek olan da O’dur. Bize ve tüm varlığımıza,
tüm varlıklara vâris olacak olan da O’dur. Öyleyse böyle bir Rabbi kabulden
başka çaremiz yoktur. Böyle bir Rabbe kul olmaktan, teslimiyetten başka bir
çaremiz yoktur.
Biz sizden
ileri gidenleri de, öne geçenleri de biliriz, arkada kalanları da biliriz.
Sizden kim kulluk ve teslimiyette ileri gidiyor, kim geride kalıyorsa Biz onu
biliriz. Siz ne kadar müslümansınız? Ne kadar isyancısınız? Ne kadar
muttakisiniz? Ne kadar zalimsiniz? Ne kadar müşriksiniz? Ne kadar iyilik yaptınız?
Ne kadar kötülük yaptınız? Ne kadar hayır işlediniz? Ne kadar şerre bulaştınız?
Ne kadar yaşayacaksınız? Ne kadar ömrünüz var? Şu anda neredesiniz? Nereye doğru
gitmektesiniz? Bunların hepsini bilen, takdir eden Allah’tır. O’nun bilgisine
sınır yoktur. Öyleyse Ona teslim olmak zorundayız. O’nun istediği bir hayatı
yaşamak zorundayız.
25. “Doğrusu Rabbin onları diriltip bir araya getirecektir.
Şüphesiz O Hakîmdir her şeyi bilendir.”
Muhakkak ki onların hepsini
diriltip huzurunda toplayacaktır. Yaşadıkları bu hayatın hesabını sormak üzere,
yaptıklarının faturasını sormak üzere Rabbin bir gün onların tamamını mahkeme-i
kübra-sında haşr edecektir. Onlardan istediği gibi bir hayat yaşayanlara
cennetini tattırmak, ebedî nîmetleriyle onları ebedîleştirmek, istediği gibi
bir kulluk hayatı yaşamayanları da cehenneme doldurup orada akıl almaz
azapların mahkumu etmek üzere herkesi toplayacak Rab-bin.
Rabbinin bu haşrinin karşısında,
bu kararının karşısında hiç kimse direnemez. Hiç kimse buna karşı gelemez. Hiç
kimse kendisini kurtaramaz. Rabbin kararını vermiş, ecel yasasını
belirlemiştir. Eceli geldiği zaman herkes ölecek. Kıyâmet geldiği zaman her şey
bitecek. Kalkın buyurduğu zaman da herkes kalkıp huzurunda toplanacak. Herkes
O’nun huzurunda hesaba çekilecek. O’nun mahkemesinde cenneti kazananlar
ebedîyen cennete uçup giderken, cehennemlik görülenler de cehenneme akıp
dolacaklar. Kimse O’nun kararına itiraz edemeyecek. Çünkü O Allah Hakimdir, her
şeye hükmedendir, hâkimiyet elinde olandır, yaptığı her şeyi hikmetle yapandır
ve her şeyi bilendir. Her şeyden haberdar olan ve dosdoğru karar verendir Allah.
26,27. “Andolsun ki, insanı kuru balçıktan, işlenebilen
kara topraktan yarattık. Cinleri de, daha önce dumansız ateşten yarattık.”
Muhakkak ki Biz insanı kuru bir
balçıktan, kuru bir çamurdan, sonra işlenebilen, sertleşmiş, vurulduğu zaman
ses getiren bir topraktan yarattık. Ondan önce cinleri de dumansız bir ateşten
yarattık.
Evet bundan
önceki âyetlerde göklerin ve yerin yaratılışını öğrendik. Rabbimiz önce gökleri
ve yerleri yarattı. Yeryüzünde dağlar, taşlar, bitkiler, madenler yaratıldı.
İnsanoğlunun yaratılışından önce dumansız bir ateşten cinler de yaratıldı ve
yaratılış zincirinin son halkasını insan teşkil ediyor. Yâni kıyâmet öncesi son
yaratılan varlık insan oluyor. Ve insanı yeryüzünde yaratmayı murad edip
kararlaştırdığı zaman Rabbimiz hem meleklere, hem de cinlere şöyle buyurdu:
28,31. “Rabbin meleklere: “Ben, balçıktan, işlenebilen
kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona
secdeye kapanın” demişti. Bunun üzerine, İblisin dışında bütün melekler hemen
secde ettiler. O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.”
Hatırlayın, hani Rabbin meleklere
buyurmuştu ki, Ben çıplak ve cıvıklaştırılmış bir çamurdan bir beşer yaratacağım.
Ben balçıktan, işlenebilen, vurulduğu zaman ses getiren kara topraktan bir insan
cinsi yaratmaya karar verdim.
Onu tesviye edip, elini, ayağını,
gözünü, kulağını ve organlarını düzenleyip insan haline getirdiğim, adam ettiğim
ve kendisine bir ruh üfürdüğüm, bir canlılık verdiğim zaman da hemen ona karşı
secdeye kapanın. Evet hatırlayın ki işte Rabbiniz meleklere böyle buyurdu.
Bunun
üzerine, Rablerinin bu emrini alır almaz hemen meleklerin hepsi secde ettiler.
Rablerinin emrini uygulamaya koydular. Rablerinin emrine boyun büktüler, İblis
müstesna. İblis secde etmedi. O secde edenlerle birlikte olmaktan çekindi.
Rabbinin emrine boyun bükenlerden olmadı. Rabbinin emrine teslim olmaktan yüz çevirdi.
Evet atamız Adem’in varlık
sahnesine çıkışı, Rabbimizin secde emrine tüm meleklerin imtisâl edişi, İblisin
bu emre başkaldırması kitabımızın önceki âyetlerinde anlatıldı. Kısaca melekler
Rablerinin emrini yerine getirmişler, Rablerinin yarattığı insanı, toprak ve
ruh bileşimi olan Adem’i, beşer cinsinin varlığını onaylamış, kabullenmiş,
boyun bükmüşlerdir. Ama İblis Rabbinin emrine itaat etmemiştir. Rab-binin secde
emrini yerine getirmemiştir. Bu beşer cinsine düşmanca bir tavır almayı
hedeflemiştir. Bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
32,33. “Allah: “Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmaktan
seni alıkoyan nedir?” dedi. O: “Balçıktan, işlenebilen kara topraktan
yarattığın insana secde edemem” dedi.”
Ey İblis, sen niye secde etmedin?
Niye secde edenlerle beraber olmadın? Seni Rabbinin emrini dinleyip secde
edenlerle beraber olmaktan alıkoyan neydi? Neden emrime boyun bükmedin? Ne mâzeretin
vardı? Aslında onun içini, dışını, mâzeretinin olup olmadığını çok iyi bilen
Rabbimiz bu soruyu sorarken İblise bir fırsat tanıyordu. Bir tevbe imkânı, bir
özür dileme fırsatı tanıyordu ona. Çukur bir özür dileseydi. Ya Rabbi, ben
ettim Sen etme! Deyiverseydi. Beni bağışla deyiverseydi belki affa mazhar
olacaktı. Ama bakın İblis şöyle diyor-du:
Ben bir
beşere secde edici olmadım. Bir çamurdan, cıvık bir çamurdan, değişken bir
balçıktan kurumuş bir topraktan yarattığın bir beşere ben asla secde etmem
dedi. Kitabımızın başka sûrelerinde beni ateşten, onu topraktan yarattın,
binaenaleyh ben ondan üstünüm ve ona secde etmeyeceğim dedi. Ben kendimden
alçak olan birine asla secde edemem dedi.
Halbuki secde emri için üstünlük ya da alçaklık
söz konusu değildi. Kim üstün, kim alçak bunu Allah belirleyecekti. Ve bu secde
emrini veren de Allah’tı. Bu emri veren Adem değildi ki üstünlük alçaklık
gündeme gelsin ve İblis Adem’le kendisini kıyaslasın. Emri veren Allah’tı ve
İblisin bir kul olarak hemen Rabbinin emrine boyun eğmesi gerekiyordu.
Öyle değil mi? Meselâ şu anda bir
insan bize Allah’ın bir â-yetini okusa, Allah’ın bir emrini duyursa biz hemen
ona sen kim oluyorsun ki? deme hakkına sahip değiliz. Velev ki o insan konum olarak,
makam olarak bizden aşağı da olsa, yaş olarak bizden küçük de olsa. Yâni hiç
bir özelliği olmayan birisi de olsa Allah’ın emrini hatırlatan kimseye itiraz
etmeye hakkımız yoktur. Çünkü o emri veren o değil Allah’tır. O sadece bize
Allah’ın emrini duyuran birisidir.
Ama işte bakın İblis böyle bir
Allah emri karşısında hemen secde edecek yerde, Allah’ın emrine boyun bükecek
yerde kendisini Ademle kıyaslayarak secde edenlerden olmadı. Bunun üzerine
Rabbimiz şöyle buyurdu:
34,35. “Öyleyse defol oradan, sen artık kovulmuş birisin.
Doğrusu hesap gününe kadar lânet sanadır” dedi.”
Öyleyse haydi defol oradan! İn
oradan! Çık oradan! İn o makamdan! Defol o yüce makamdan! Muhakkak ki sen
kovulmuş birisin! Rahmetten tart edilmiş birisisin. Sen kovulanlardan,
taşlananlardansın! Ve kıyâmet gününe kadar lânet sanadır! dedi. Kıyâmet gününe
kadar lânet senin üzerinedir. Cehenneme yuvarlanacağın güne kadar sen lânetliksin
dedi. Rabbimizin lânetine uğrayan, lânetin mahkumu olan İblis dedi ki:
36,38. “Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri
güne kadar ertele” dedi. Allah: “Sen bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın”
dedi.”
Ey Rabbim, beni ba’s gününe
kadar, insanların öldükten sonra tekrar dirilecekleri güne kadar ertele, bana
mühlet ver dedi. O zamana kadar beni öldürme, beni yaşat dedi. Güya aklını
çalıştırıyor hain. Akıllılık yapıyor. Güya o zamana kadar ertelendiği zaman ölümden
kurtulmuş olacak. Ölümden kurtulmak, dirilişten kurtulmak, kıyâmetin dehşetinden
kurtulmak, cehennemden, azaptan kurtulmak istiyor. Bana ba’s gününe kadar izin
ver, o güne kadar beni öldürme diyor. Çünkü alçak biliyordu ki diriliş var,
biliyordu ki hesap kitap var, cennet cehennem var.
Rabbimiz
buyurdu ki haydi sen izinlilerdensin. Sen bilinen güne kadar, kıyâmet gününe
kadar mühlet verilenlerdensin. Evet sana mühlet verdim ama belli bir vakte kadar.
Yâni kıyâmeti aşmayacaksın, ölümden kurtulmayacaksın. İnsanların öldükten sonra
dirilecekleri zamana kadar değil. Yâni sen de öleceksin diyor Rabbimiz.
Evet o güne kadar Rabbimizden
mühlet aldı İblis ve böylece hayata başladı, Allah karşısında, Adem karşısında
düşmanlıkta yerini aldı. Ve böylece yeryüzünde kıyâmete kadar sürecek bir
savaş, bir düşmanlık başlamış oldu. Şu anda hiçbirimiz İblisi yok etme imkânına
sahip olmadığımız gibi onunla savaşı bitirme gücüne de mâlik değiliz. Rabbimiz
bunu böylece takdir buyurmuştur.
Öyleyse bu dünyada İblissiz bir
hayat düşünmeyeceğiz. İblise rağmen, onun saptırmalarına rağmen yeryüzünde
müslümanca bir hayat yaşayabilmenin, müslümanca kalabilmenin hesabını güzel yapacağız.
İşte zaten bu konuyu gündeme getirirken Rabbimizin bize anlattığı da budur. Ey
insanlar, unutmayın ki bu dünyada İblisle, İblis doğrultusunda bir hayat
yaşayan kâfirlerle, müşriklerle, düşmanlarla karşı karşıyasınız. Buna rağmen
sizler müslüman olmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşamak zorundasınız
buyurmaktadır. Bunun farkında olarak hesabınızı güzel yapın buyurmaktadır.
39,40. “Rabbim! Beni saptırdığın için, andolsun ki yeryüzünde
fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulları bir yana, onların
hepsini saptıracağım” dedi.”
İblis dedi ki: Ey Rabbim, beni
saptırmana, beni azdırmana, beni yoldan çıkarmana karşılık ben de andolsun ki
yeryüzünde kullarına kötülükleri, fenalıkları, senin haramlarını süsleyecek,
güzel göstereceğim. Dikkat ediyor musunuz? Ne diyor hain? Ya Rab beni azdırmana, beni saptırmana karşılık
diyor. Kim saptırmış onu? Kim yoldan çıkarmış? Kim saptırmış? Allah. Suçlu kim?
Suçlu kendisi değil Allah. Suçu üzerine almıyor hain. Sapmasının, kulluktan,
itaatten çık-masının faturasını Allah’a kesiyor. Kendi kibri yüzünden, gururu yüzünden
çok yanlış bir yola giriyor ve de hatasını kabul etmeyerek, yaptığından
pişmanlık duymayarak tevbe kapısını da kapatıveriyor.
Halbuki böyle yapmayıp da kendisini
suçlamış olsaydı, yap-tığından dolayı bir pişmanlık duymuş olsaydı affedilecekti,
ama bunu da kaybediyor. Kaderci kesiliyor hain. Tıpkı kimi kâfir ve müşriklerin
Allah istememiş olsaydı, Allah izin vermemiş olsaydı ne bizler, ne de
atalarımız asla O’na şirk koşamazdık. Asla şu yaptıklarımızı yapamazdık. Allah
yasaları dururken bizler asla yasa belirleyemezdik di-yerek, kaderci kesilerek
kendi pisliklerini Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi.
Veya işte şu anda kimi zavallı müslümanların
ne yapalım, kaderimiz böyleymiş. Ne yapalım, alınyazımız böyleymiş diyerek
içinde bulundukları zilleti Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi. Halbuki
Allah kimseye zillet ve meskeneti yazmaz. Bu sizin kendi zavallılığınızın
sonucudur.
Evet diyor
ki İblis, onlara yeryüzünde kötülükleri süsleyeceğim. Yeryüzünü onlara
süsleyeceğim. Bu dünyayı onların gözünde hedef yapacağım, kıble yapacağım. Dünyaya
tapınır hale getireceğim onları. Dünyanın ve dünyalıkların peşine takacak, Seni
ve âhireti unutturacağım onlara. Dünyaya öyle bir saracağım ki onları ne Seni,
ne kitabını, ne peygamberini hatırlayacak zamanları bile kalmayacak. Onların
topunu azdırıp yoldan çıkaracağım. Hepsini saptıracağım. Hepsini itaatsizliğe,
isyanlara, günahlara sevk edeceğim. Ancak Senin ihlâslı kulların müstesnadır.
Sana samimiyetle kulluk eden kullarını azdırma, kandırma imkânım olmayacak.
Öyleyse hiçbir zaman unutmayalım
ki bu alçağın ihlâslı kullar için, Allah’a samimiyetle kulluk içinde olanlar
için hiç bir zaman herhangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de
yoktur. İşte bizzat kendi diliyle itiraf ediyor İblis. Eğer Senin kulların
halis müminseler ben onlara hiçbir şey yapamayacağım. Öyleyse biz şeytanın iğva-larına,
hilelerine karşı halis müminler olmaya, yâni katışıksız, saf vahiy mü'mini,
Kur’an ve Sünnet mü'mini olmaya çalışacağız. Babamızdan öyle gördük diye değil,
hocamızdan böyle duyduk diye değil. Allah ve Resûlü böyle dedi, kitap ve Sünnet
böyle istedi diye müslü-man olacağız. Saf ve katışıksız vahiy müslümanı
olacağız. O zaman bilelim ki şeytan bize hiçbir şey yapamayacaktır.
Allah’a inanan, Allah’la yol
bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetiyle beraber
olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki ve sâlih
kulları üzerinde onun da, avenelerinin de hiçbir etkisi ve yetkisi yoktur. Bu
yüzden onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde büyütmemize ve onlardan
korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan ve avenesinden korkan
onları bir şey zanneden müslümanlar onlarla savaşı göze alamazlar. Allah
korusun o zaman müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş kapasitelerini
kaybederler. Rabbimiz buyurdu ki:
41,42. “Allah şöyle dedi: “Benim gerekli kıldığım dosdoğru
yol budur; “Kullarımın üzerinde senin bir nüfusun olamaz. Ancak sana uyan
sapıklar bunun dışındadır.”
İşte bu Benim Sırat-ı
Müstakimimdir. İşte bu yol İslâm yoludur, peygamberler yoludur. Ve şüphesiz ki
ey İblis, senin Benim kullarımın üzerinde bir gücün, bir nüfusun olamaz. Senin
Benim kullarımı saptırma gücün ve yetkin yoktur. Onları Bana kulluktan
uzaklaştırıp kendi cehennemine götürme gücüne sahip değilsin sen. Ancak sana
uyanlar, sana tabi olan azgınlar bunun dışındadır. Senin yoluna uyan, seni
dinleyen, senin vesveselerin ardınca giden azgınlar müstesnadır. Sen ancak
onları saptırabilirsin. Çünkü onlar Beni bırakmışlar, Benim kitabımı
unutmuşlar, Benim peygamberimi terk etmişler, senin yolunu kabul etmişlerdir.
Onlar Benimle değil, seninle beraber olmuşlardır. Böyle olmayan kullarım
üzerinde zerre kadar bir yetkin, bir egemenliğin olmayacaktır senin.
43,44. “Ve cehennem onların hepsinin toplanacağı yerdir.
O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir
kısım vardır.”
Evet kimler de Benim yolumu
bırakıp senin yoluna tabi olur-sa, Benim kitabımı, Benim peygamberimi bırakıp
senin vesveselerine, senin iğvalarına kapılırsa muhakkak ki onların hepsini
cehennemde toplayacağım. Senin de, senin yoluna gidenlerin de toplanacakları
yer cehennemdir. Cehennem onların toplantı yeri olacaktır. O cehennemin 7 kapısı
vardır. Ve her bir kapı oradan girecekler için ayrılmış, belirlenmiştir.
Kimlerin hangi kapıdan gireceği, o kapıların kimlere nasıl açılacağı
belirlenmiştir.
Evet şeytana tabi olanlar,
şeytanların felsefelerine tabi olanlar tabi oldukları şeytanların gittikleri
yere gideceklerdir. Ama beri tarafta:
45,46. “Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde,
pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin, “ denilir.”
Muttakiler, Allah’la yol
bulanlar, yollarını Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine sorarak bulanlar,
hayatlarını Allah için yaşayanlar, Allah’a kulluklarının bilinci içinde bir
hayat yaşayanlar ise cennetlere gidecekler.
Evet bu dünyada şeytanlara tabi
olmayanlar, hevâ ve hevesleri istikâmetinde değil de Allah’ın istediği gibi bir
hayat yaşayanlar, sözleri ile, amelleri ile, düşünceleri ile, tavırları ile
sadece Allah için bir dünya yaşayanlar akla hayale gelmedik cennet nîmetleri içinde
olacaklar. Bağlar, bahçeler, meyveler, pınarlar, güzellikler ve nîmetler içinde
olacaklar. Kendilerine denilecek ki: Buyurun, girin o cennetlere. Emin olarak,
güvenlik içinde, emin kimseler olarak girin oraya. Bir daha artık orada asla
sıkıntı görmeyeceksiniz. Üzüntü duymayacaksınız. Mahrumiyet çekmeyeceksiniz.
Ve bir de orada ölüm yok. Ölümü
tatmayacaksınız. Derdiniz, gamınız, çileniz olmayacak. Dünyada olduğu gibi
orada size yükletilen bir görev, bir kulluk sorumluluğu da olmayacak. Namaz,
oruç, zekât, cihad gibi bir sorumluluğunuz da olmayacak. Sadece zevk ve eğlence
içinde sonsuz bir hayat yaşayacaksınız orada.
47,48. “Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık; artık
onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk
hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir.”
Onların
kalplerindeki, sadırlarındaki kıskançlık, kin, garaz ve kötü duyguların tümünü
söküp çıkardık diyor Rabbimiz. Yâni mü’-minlerin birbirlerine karşı kinlerini,
garazlarını, çekemezlik duygularını, bencillik özelliklerini Allah
göğüslerinden söküp alıyor ki, orada bu tür rahatsızlıklar yaşanmasın. Cennette
hayatlarının tadını kaçırabilecek her şeyi alıveriyor Rabbimiz. Onları tertemiz
hale getiriveriyor ki, onlar orada kardeşler olarak bir hayat yaşasınlar.
Evet cennette mü’minler arasında
ne karşılıklı, ne dünyadan taşıyıp getirdikleri, ne de orada gerçekleşecek hiçbir
kırgınlık, hiçbir dargınlık olmayacak, hiçbir husûmet ve düşmanlık olmayacak.
Her şeyden arınmış, arındırılmış olarak girecekler onlar cennete.
Sedirler
üzerinde, yüksek tahtlar, köşkler üzerinde karşılıklı oturacaklar. Eşleriyle,
dilberleriyle, kardeşleriyle, dostlarıyla, dünyada birlikte cennet kazanma
kavgası verdikleri arkadaşlarıyla beraber karşılıklı oturmuşlar kadeh tokuşturup
sohbet ederlerken, tomurcuk Huriler, Ğılmanlar da ellerinde kadehlerle
etraflarında tavaf edip onlara zevkler sunacaklar, hizmet edecekler. Ve daha
nice, nice güzel-likler yaşayacaklar. Orada onları rahatsız edecek zerre kadar
bir şey olmayacak.
Ve onlar bir de orada yorgunluk
da duymayacaklar. Yâni onlar orada yorgunluk, bıkkınlık nedir bilmeyecekler.
Sıkıntı, keder, mahrumiyet nedir bilmeyecekler.
Ve onlar asla oradan çıkacak, orayı
kaybedecek de değiller-dir. Öyleyse ey peygamberim:
49,50. “Ey Muhammed! Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet
eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azap olduğunu haber ver.”
Sen Benim kullarıma haber ver.
Muhakkak ki Ben kullarım için Ğafûr ve Rahîmim. Kullarım için Ben onların
kusurlarını, hatalarını örten, örtbas eden, kale almayan, bağışlayanım,
acıyanım. Bana kul olma niyeti, Benim istediğim hayatı yaşama çabası içinde
olanlar için Ben affediciyim, ama şunu da söyle ki onlara, Beni tanımayanlar
için, Bana kulluğa yönelmeyenler için de Benim azabım can yakıcıdır.
Unutmasınlar ki Benim azabım can yakıcı, dayanılmaz bir azaptır.
Sen duyur bunu onlara
peygamberim. Sizler duyurun onlara bunu ey peygamber yolunun yolcuları.
Buyursunlar, hangisini seçerlerse seçsinler. Bağışlamamı mı? Cennetimi mi? Acımamı
mı? Yoksa azabımı mı? Cehennemimi mi? Kendileri için ne seçeceklerse, hangisini
seçeceklerse seçsinler. Hangisine karar vereceklerse versinler. Bunun ikisini
de seçenlere gücü yeter Rabbimizin. Cehennemi, azabını seçenleri de sonsuz
cehennemine, cennetini, rahmetini seçenleri de ebedî cennetlerine göndermeye kâdirdir
Allah.
51,53. “Onlara İbrahim'in konuklarını da anlat: İbrahim'in
yanına girdiklerinde selâm vermişlerdi. O: “Doğrusu biz sizden korkuyoruz”
demişti de: “Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun olacağını müjdelemeye geldik”
demişlerdi.”
Peygamberim, sen onlara
İbrahim’in konuklarının, İbrahim’in m
Allah’ın
melekleri de bunun üzerine dediler ki, korkma ey İbrahim, Biz sana bilgin bir
oğul, âlim bir oğul, Allah bilgisiyle, vahiy bilgisiyle bilgilenecek ve o bilgi
doğrultusunda hayat yaşayacak bir oğul müjdelemeye geldik. Sana böyle bir oğul
müjdeleriz. Başka sûrelerde bu müjdelemenin Sâre annemize yapıldığı anlatılır.
Evet Allah bilgisine lâyık görülecek, vahiy bilgisiyle şereflendirilecek,
ileride peygamber olacak bir oğul müjdelediler Ona.
Buradaki âlim bir oğulla
kastedilen İshak (a.s) dır. Sâffât sû-resindeki Halîm bir oğul müjdesiyle de
İsmail (a.s) kastediliyordu. Yine Hud sûresinde İshak (a.s) vasıtasıyla
kendisine Yakub (a.s) gibi şerefli bir torun peygamber müjdesi de veriliyordu.
Tabi İshak (a.s) ın müjdesinin verildiği bu dönemde İbrahim (a.s) yüz yaşını
aşkın ihtiyar bir çağda bulunuyordu. Karısı da o yaşlarda çocuktan kesilmiş bir
durumu yaşıyordu. Melekler böyle bir durumda yaşlı bir ana-babaya bir evlât
müjdeliyorlardı. İbrahim (a.s) in da Sâre annemizin de böyle bir müjde karşısında
tavırları şöyle oldu:
54,55. “Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye
dayanarak müjdeliyorsunuz?” deyince, Seni gerçekten müjdeliyoruz, umutsuzlardan
olma” demişlerdi.”
Bu yaşımda mı bana bu müjdeyi
veriyorsunuz? Bu halimle benim nasıl bir çocuğum olabilir? Yâni olacak şey mi
dir bu? Neye dayanarak bir çocuk müjdeliyorsunuz bize? dedi. Gerçekten ikisinin
de yaşları belliydi. 90,100 yaşını aşmışlardı. Her ikisinden de dünya hesabına
göre bir çocuğunun olması mümkün değildi. O ana kadar Rabbimizin yeryüzünde
uyguladığı yasası böyleydi. Ama Adem’i topraktan yaratan, Havva’yı da Ondan
yaratan Allah elbette Sâre’den de bir çocuk dünyaya getirmeye muktedirdi. Allah’ın
gücünün yetmeyeceği ne var ki? Fakat İbrahim (a.s) in bu sorusunu ve hayretini
de yadırgamamak gerekir. O diyordu ki yâni bu iş nasıl olacak? Ben yüz yaşında,
karım da kısır.
Evet İbrahim (a.s)böylece
hayretini dile getirince melekler buyurdular ki Seni gerçekten müjdeliyoruz.
Sana hak olarak müjde veriyoruz. O çocuğun dünyaya gelmesi haktır ve sen sakın
bu konuda umutsuzlardan olma. Çünkü onu senden ve karından dünyaya getirecek
olan başkası değil Allah’tır. Dilediği zaman var eden, dilediği zaman yok eden
O’dur. Bu âlemde insanlar ancak O’nun izniyle bir hayat yaşamaktadırlar.
Göklerin ve yerin egemeni O’dur. Göklerin ve yerin sahibi O’dur. Güç O’na
aittir, yetki O’na aittir. Dilediğine oğullar kızlar verir, dilediklerini de
çocuksuz bırakır. O Alîmdir, O Kadîrdir.
56,57. “Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden
umudunu keser!” diyerek sormuştu: “Ey elçiler! İşiniz nedir?”
İbrahim (a.s) dedi ki, dalâlette
olanlardan, sapıtmışlardan baş-kası asla Rabbinin rahmetinden ümidini kesmez.
Allah’ın Rahmetin-den sapıklar hariç kim ümit keser ki? Allah böyle buyurdu.
Allah buyurmuşsa tamamdır. Allah hükmetmişse iş bitmiştir. Çünkü Allah her şeyi
bilmektedir, her şeye güç yetirmektedir. Allah boşuna buyurmaz, Allah beyhude
demez dediğini. Allah dilediğine hükmeder ve hükmettiğini de yerine getirir, bu
konuda zerre kadar bir endişemiz yoktur dedi. Çünkü Allah göklerde ve yerde tek
egemen olandır, dilediği yapandır. O’nun dilediğini kim engelleyebilir? O’nun
hükmünün önüne kim geçebilir? Hayat O’na aitken, yaratma O’na aitken,
dilediğini yaratmasını kim durdurabilir? Dilediğini dilediği zamanda, dilediği
biçimde yaratan O’dur. Dilediğine hayat veren O’dur, dilediğini öldüren de
O’dur dedi.
Tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi
yıllar sonra torunu Yakub (a.s) da oğullarını yiyecek almak üzere Mısır’a gönderirken
senelerce önce kaybolmuş Yusuf’unu araştırıp soruşturmalarını ve bu konuda Allah’tan
ümit kesmemelerini tavsiye ediyordu. Allah’tan asla ümit kes-meyin. Çünkü kâfirler
topluluğu hariç kimse Allah’tan ümit kesmez diyordu. Allah’ın elçisi Yakub
(a.s) Rabbinden asla ümit kesmiyor ve Yusuf’una kavuşmayı ümit ediyordu. Çünkü
Allah’tan ümit kesmek bir manada en büyük varlık olan Allah’a noksanlık
izafesidir. Yâni ciddi ciddi neyi istedik, neyi arzu edip onun sebeplerini yerine
getirdik de Rabbimiz onu bize lütfetmedi? Yâni Yusuf’unu aradın da bulamadın
mı? Çocuklarını ıslaha sa’y ettin de onu mu beceremedin mi? Niye ümit kessin de
İbrahim (a.s)? Niye ümit kessin ki Rasulullah efendimiz? İlk günlerde şartlar
kötüymüş, insanlar kendisine hüsnü kabul göstermemiş, kavmi kendisini dışlamış.
Ne gam? Allah var ya. En kısa zamanda Allah onları başarıya ulaştıracaktır.
Onlar da Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ümit kesmediler. Allah’ın yardımı,
Allah’ın rahmeti mutlaka kendilerine gelecekti. Ve her zaman ve zemin-de
müslümanlar müjdelenen kimseler olacaklardı.
İbrahim
(a.s) meleklerden bu müjdeyi aldı. Bir evlât müjdesi aldı. Ve tabii meleklerin
gelişinin sadece bununla sınırlı olmadığını, başka işlerinin de olduğunu
sezinleyen İbrahim (a.s) dedi ki:
Ey elçiler, sizin ne işiniz var?
Neye geldiniz? Ne var? Sebep ne? dedi. Ma hadbuküm? dedi. Hadb
Arapça’da çok ciddi bir iş için kullanılır. Ne için gönderildiniz ey Mürseller?
Özel olarak sadece bana bir evlât müjdelemek üzere mi geldiniz? Yoksa başka bir
göreviniz mi var? dedi. Onlar dediler ki:
58,60. “Şöyle cevap vermişlerdi: “Biz şüphesiz suçlu bir
millete gönderildik. Lût'un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç hepsini
kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk.”
Bizler mücrim, suçlu bir topluma
gönderildik. Biz Lût kavmi için geldik. Rabbimiz tarafından zalim Lût kavmini
yerin dibine batırmak için görevlendirildik. Rabbimizin haklarında helâk hükmünü
verdiği bir kavme azap taşları atmak üzere görevlendirildik. Zalimleri yok etmeye
geldik. Onların topunu helâk edeceğiz, ancak Lût’un ailesi bunun dışındadır.
Karısı hariç Onun ailesini, Onunla birlik olanları, Onun safında yer alanları,
tercihini Ondan yana kullananları kurtaracağız. Ama karısı bunun dışındadır.
Onun geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk.
Evet bu
günahkâr, bu zalim, bu suçlu toplum Lût (a.s) un toplumuydu. Helâki hak etmiş
suçlu bir toplumdu o toplum. Hiçbir toplumda görülmemiş bir ahlâksızlıkları
vardı. Lûtîlik ahlâksızlıkları vardı. Erkekler Allah’ın kendileri için
yarattığı kadınları bırakıp erkeklere gidiyorlar, erkeklerden zevk alıyorlardı.
Tatminsizlikte, ahlâksızlıkta zirve noktasında rezil bir toplumdu. Hayvanları
bile geride bırakacak bir toplumdu. Allah’ın elçisinin uyarılarına aldırış
etmeyen, cinsel ahlâksızlığı peygambere kafa tutacak noktaya getirmiş bir
toplumdu. Temizlikten, iffetten, hayâdan hoşlanmadıkları için içlerinde iffet
ve hayâ abidesi olarak varlığını sürdürmeye çalışan peygamberi sürmeye çalışan
bir toplumdu. İşte böyle helâki hak etmiş bir toplumu yok etmek üzere
gelmişlerdi Allah’ın melekleri.
Başka sûrelerde İbrahim (a.s) in
ey Allah’ın melekleri orada Lût var diyerek melekleri bu işten vazgeçirmek için
mücâdeleye tutuştuğu anlatılır.
Evet o
toplumdan kurtulacak, kurtulmaya lâyık bir tek aile var, o aileden de bir kadın
hariç. O kadın da kurtulanlardan olmayacak, kaybedenlerden olacak. Koskoca ülkede,
koskoca kentte, şu anda Lût gölünün derinliklerinde yatan insanlardan
kurtulacak sadece Lût (a.s) ve kendisine iman etmiş iki kızcağızı.
61,62. “Elçiler Lût'un ailesine gelince, Lût: “Doğrusu
siz tanınmayan kimselersiniz dedi.”
Elçilerimiz Lût’un ailesine
geldiler. Lût (a.s) dedi ki, tıpkı az evvel anlatılan İbrahim (a.s) gibi
doğrusu sizler tanımadığım kimselersiniz. Daha önce sizi görmedim dedi. Ve
kitabımızın başka sûrelerinin anlatımından biliyoruz ki Allah’ın elçisi
onlardan dolayı, onların bu gelişinden dolayı epey rahatsızlandı, kötüleşti.
İçi daraldı. Kendi kendine şimdi bu durumda ben ne yapacağım? dedi. Çünkü o
güne kadar o ahlâksız toplum kendisine evine m
Adamların derdi kimse evine m
Ve işte şimdi Onun evine yine m
63,65. “Biz sana sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik.
Sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz. Artık, geceleyin bir
ara, aileni yola çıkar, sen de arkalarından git; hiç biriniz arkaya bakmasın;
emrolundu-ğunuz yere doğru yürüyün” dediler.”
Biz sana senin toplumun şüphe
edip durdukları azabı getirdik. Kavminin Allah konusunda, Allah’ın dini konusunda,
Allah’ın hayata karışması konusunda, Allah’ın kendilerine hayat programı
göndermesi konusunda tereddüt içinde oldukları bir azabı getirdik. Senin kavmin
Allah’ın hayat örneği, kulluk örneği olan peygamber göndermesi konusunda
şüpheye düştüler. Onlar tüm bu konularda şüpheye düştükleri için biz geldik.
Şüphe edip durdukları azabı getirdik biz onlara. Senin kavminin bu azaptan
şüpheleri vardı. Bu yüzden seninle ve Rabbinle alay ediyorlardı. İşte bu
tavırlarının karşılığı olan azabı getirdik. Ve biz sana hakla geldik, hakkı
getirdik.
İbrahim (a.s)’a hak bir müjde
getirmişlerdi. Lût (a.s)’a da hak bir azap müjdesi geliyordu. Hani önceki âyetlerde
ne buyurmuştu Rabbimiz? Ey peygamberim, kullarıma Beni haber ver ki Ben onlardan
Bana Benim istediğim gibi kulluk yapanlara son derece Gafûr ve Rahîmim, merhametliyim.
İşte şimdi de onlardan, o iman edenlerden Lût (a.s) ve kızlarına rahmet ve
kurtuluş müjdesi geliyordu. Biz doğrularız. Biz Allah’ın hükmünü, Allah’ın
kararını bildirmişsek o mutlaka gerçekleşecektir.
Evet korku içinde ne
yapacağını bilmez bir vaziyette kıvranan Allah’ın elçisi Lût (a.s)’a melekler
dediler ki, ey Lût korkmana gerek yok, biz Allah’ın elçileriyiz ve bu ahlâksızlar
asla sana ulaşamazlar, sana ilişemezler, biz bu ahlâksızların defterlerini dürmeye
geldik. Sen ey Lût, gecenin bir parçasında ehlinle birlikte yola çık. Ehlini al
ve şehri terk et. Sen ehlinin arkasından git ki onlardan hiç birisi geride
kalmasın. Sizden hiçbiriniz geriye bakmasın. Hiçbiriniz geriye iltifat etmesin.
Başka sûrelerin beyanıyla karın hariç diyorlar. Karın hariç hiç kimse geride
kalmasın. Hiçbirinizin o pis hayatta gözünüz olmasın. Geceleyin bu toplumu terk
et.
Ama o kavme isâbet
eden azap karısına da isâbet edecekti, çünkü o müslüman değildi. Müslüman
olmadığı için o da o rezil ve rüsva azabın mahkumu olacaktı. Onların randevu
zamanı, vaadleşme vakti sabah vaktidir. Onların yaşama süreleri gün doğana
kadardır.
Allah’ın elçileri
böyle diyorlar. Lût (a.s) ehliyle beraber, zaten ehlinden kendisine iman eden
sadece iki kızıydı. İki kızından başka hiç kimse iman etmemişti. İki kızıyla birlikte
gece yarısı şehri terk edecekler, Lût (a.s) onların arkasından gidecek, kimse
geriye dönüp bakmayacak.
Evet işte
meleklerin haberi böyleydi. Ve biraz sonra cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran,
Allah’a ve peygambere isyanı doruk noktaya çıkaran bir kavim biraz sonra helâk
olacak. Şu anda gece vakti. Lût (a.s) gecenin yarısından sonra kızlarını alıp
yola çıkacak, yanında hanımı da olacak ama, o iman etmediği için, sapıkların
küfrünü tercih ettiği için kavimle birlikte helâk olacak. Kurtulanlar sadece
Lût (a.s) ve iki kızcağızı olacak ve bir sabah vakti bir kavmin kökü kesilecek.
Aman ya Rabbi, geceleyin
eğlenceler, akla hayale gelmedik çılgınlıklar, akla hayale gelmedik
şımarıklıklar, azgınlılklar. Tüm oyun ve eğlence merkezleri ağzına kadar dolu. İnsanlar
Rablerini unutmuşlar, Rablerinin kendilerine kurtarıcı olarak gönderdiği
elçisini, o elçinin uyarılarını unutmuşlar, başlarına geleceklerden habersiz
çılgınca eğleniyorlar. Halbuki biraz sonra bu tavırlarından ötürü helâk edilecekler.
Bir daha geri dönmemek üzere toprağın altına girecekler. Ne garip bir durum
değil mi? İnsanlar kendi kurtuluşlarını değil de helâklerini seçiyorlar,
helâklerine sa’y ediyorlar.
Şu anda tüm dünya şehirlerinin
içine gömüldükleri eğlence-leri, şımarıklıkları düşünüyorum. Şu Allah’tan, Allah’ın
azabından habersiz rezil ülke insanlarını düşünüyorum. Yaşadıkları küfür ve
şirk içindeki hayatlarıyla helâklerine dâvetiye çıkaran dünya insanlığını
düşünüyorum. Hiçbir şeyden haberleri yokken, gece gündüz çılgınca eğlencelerin
içindeyken kendilerine korkunç bir azabın gelmesinden korkuyorum. O toplum da
böyle bir gafleti yaşıyordu işte.
66,69. “Böylece Lût’a bunların sonlarının kesilmiş olarak
sabahlayacaklarını bildirdik. Şehir halkı sevinerek geldiler. Lût: “Bunlar
benim konuklarımdır, onlara karşı beni rüsva etmeyin, Allah'tan korkun, beni
utandırmayın” dedi.”
Evet böylece onların sonlarının
gelmiş olarak sabahlayacaklarını Lût (a.s)’a bildirdik. Gaflet ve dalâlet
içinde yaşayacakları son gece. Ahlâksızlar gelen m
Ey Lût! O evindekileri bize
teslim et. Biz onlara sahip olmak istiyoruz. Biz onlardan istifade etmek
istiyoruz. Evet onların bu tavırları Lût (a.s)’a gerçekten çok ağır geldi. M
70,71. “Biz sana kimseyi m
Ey Lût, biz seni âlemlerden
yasaklamadık mı? Sana hiç kimsenin işine burnunu sokmayacaksın demedik mi? Biz
sana m
Evet o yabancıları kendi sefih
arzularına, rezil arzularına alet edemeyince Lût (a.s)’a gazaplandılar ve biz
sana daha önce tembih etmemiş miydik?
dediler. Bunun üzerine çaresiz kalan Allah’ın elçisi onlara dedi ki: Ey kavmim,
alacaksanız işte kızlarım, onları alın. Ey kavmim, işte kızlarım. Ya kendi
kızları ya da ümmetin kızları. İşte bunlar tertemizdir sizin için dedi.
Gerçekten evlenmek istiyorsanız onlarla evlenin de bu m
Onlar
dediler ki: Ey Lût, bizim ne istediğimizi sen pek âlâ biliyorsun. Bizim senin
kızlarında gözümüz yoktur. Kızlarında bir hakkımız yoktur. Biz kızları değil
erkekleri istiyoruz ve onları almadan da buradan bir adım bile atmayacağız.
Evet alçakların kızlardan, kadınlardan yana bir arzuları kalmamış, onların
gözleri erkeklerde. Bizim ne istediğimizi biliyorsun, bize nasihat edip durma!
dediler.
72,73. “Ey Muhammed! Senin hayatına andolsun ki, onlar
sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri ağarırken, çığlık onları
yakalayıverdi.”
Evet ey peygamberim, senin
hayatına, senin ömrüne andol-sun ki onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı
da tanyeri ağarırken bir çığlık bir sayha onları yakalayıverdi. Rabbimiz
peygamberi Muhammed (a.s) in hayatına, ömrüne yemin ederek helâki anlatıyor.
Onlar böyle bir sarhoşluk içinde ne yaptıklarını, ne ettiklerini bilmez bir vaziyette
peygamberlerinin evine gelmiş o güzel güzel erkeklere sahip olamamanın
çılgınlığı içinde, rezil kepaze bir halet-i ruhîye içindelerken sabaha doğru
bir çığlık onları yakalayıverdi.
74,77. “Memleketlerini alt üst ettik, üzerlerine sert taş
yağdırdık. “Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin
kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda inananlar için ibret
vardır.”
Ülkelerinin, şehirlerinin altını üstüne getiriverdik. Melekler kaldırdılar
şehirlerini tepe taklak getirip yerlere vuruverdiler. Ve onların üzerlerine
de çamurdan taşlaştırılmış sert taşları
yağdırıverdik. Böyle bir helâk yasasının mahkumu oldukları için o kavme
kitabımızın bir başka sûresinde “Mu’tefikat” ismi verilmiştir. Yâni
altı üstüne getirilmiş bir toplum. Rabbimizin melekleri bu toplumu kaldırıp
yere çaldıktan sonra üzerlerine yağmur göndermiş, yağmurun arasında taş
yağdırmış ve her bireri beş bin kişiden ibaret olan iki şehrin altını üstüne
getirivermişlerdir. Evet böyle rezil bir toplumun hayatı da böylece bitiyordu.
Hani
kâfirler önceki âyetlerde peygamber efendimize karşı bize bir melek getir
demişlerdi. Bir melek gelsin de o zaman sana ve Rabbine iman edelim demişlerdi.
Rabbimiz de Biz Meleği hak ile göndeririz, gerektiği zaman göndeririz ve melek
geldi mi de artık size mühlet tanınmaz, defteriniz dürülür buyurmuştu. İşte
buyurun geldi melek. Bakın yine adam olmuyorlar hainler. Meleklerden haberleri
yok şaşkınlık içinde onlara sahip olmaya çalışıyorlar. Ve sonunda Rabbimizin
kendilerine takdir buyurduğu azabın mahkumu oluyorlar.
Ey Mekkeliler! Ey şu andaki
dünyalılar! Ne oluyor size? İşte size Benimle ve elçilerimle savaşa tutuşmuş
bir toplumun daha feci âkıbetini anlattım. Bir helâk tablosu daha sundum. Ne
oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Buy gerçekleri duyduğunuz halde yine küfürlerinize,
şirklerinize mi devam ediyorsunuz? Helâk olanların yolunu sürdürmeye mi
çalışıyorsunuz? Bunu mu istiyorsunuz? Kendi helâkinize mi dâvetiye
çıkarıyorsunuz? Diyerek biz kullarını bize rahmeti gereği ısrarla, tekrar
tekrar uyarısını sürdürüyor bu âyetleriyle Rab-bimiz.
İşte bunda,
bu helâk haberinde, bu helâk yasasında gözü olanlar için, görebilenler için
gerçekten çok büyük ibretler, dersler vardır. O şehrin kalıntıları şu anda
işlek yollar üzerinde hâlâ belirgin bir şekilde bulunmaktadır. İşte şu anda
bugünkü Lût gölü ve çevresinde bunu görüyorsunuz. Burası deniz seviyesinden çok
daha aşağılarda bir çukurdur ki bu toplumun yere battığının göstergesidir.
Ama şu anda insanlar Allah’ın bu
helâk yasasını yanlış yorumlamaya çalışıyorlar. İbret almıyorlar, ders
çıkarmıyorlar. Allah’ın bu helâk yasasını insanların gözlerinden gizleyebilmek
için atlaslardan Lût gölünün adını bile değiştirmeye çalışıyorlar. Aman bu insanlar
Lût (a.s) ve onun yere batan ahlâksız toplumuyla ilgi kurmasınlar diye buranın
adına ölü deniz demeye çalışıyorlar.
Tıpkı şu anda Allah’ın bir deprem
uyarısını çok farklı yorumlamaya çalışanlar gibi. Bu konunun Allah’la yorumlanmasına
bile tahammül edemiyorlar. Bu bir tabii olaydır. Bu işlere Allah’ı
karıştırmayın demeye ve insanların gözlerinden Allah ayetlerini saklamaya çalışıyorlar.
Allah akıl versin, şuur versin bu adamlara, başka diyecek bir şey bulamıyorum.
Evet işte
ibret almamız gereken bir toplumun âkıbeti. Allah’ın elçisi kendilerine geldi.
Kendilerini Allah’ın âyetleriyle uyardı, Allah’a kulluğa çağırdı,
ahlâksızlıklardan vazgeçip Rablerinin istediği gibi bir hayat yaşamlarını istedi.
Ama onlar peygamberi dinlemediler. Peygamberlerine karşı yan çizdiler,
keyifleri ağır bastı, şehvetleri ağır bastı, menfaatleri ağır bastı da
Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan ettiler. Allah da onların defterlerini
dürüverdi.
İşte bizler için en büyük bir
ibret levhası. Ama ne gariptir ki insanlar gözlerinin önünde cereyan eden bu
helâk yasasından ibret almıyorlar. Zalimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine
de insanlar onların hemen arkasından hiç bir şey olmamış gibi zalimliklerine devam
edebiliyorlar.
Evet bundan
sonra bir başka kavme geçiyoruz. Rabbimizin bir başka rahmet ve bereketine
ulaşan bir peygamberine ve yine o peygambere Allah’ın istediği gibi davranmadığı
için Allah’ın gazabına ve helâkine maruz kalmış bir başka topuma intikal
ediyoruz. Bu toplum da Eyke toplumudur. Eyke’liler Lût (a.s) un yaşadığı
bölgenin biraz daha güney taraflarında yaşayan bir kavimdi. Onlar da tıpkı Med-yen’liler
gibi ekonomik bozukluğu doruk noktada yaşayan bir toplumdu. Ekonomik güçlerini
tanrılaştırmış, dünyayı kıble edinmiş, âhireti unutmuş, Allah’ı unutmuş,
kulluktan çıkmış bir toplum. Paradan, dünyadan, zevkten, lüksten başka hiç bir
şey düşünmez olmuş bir toplum. Solucanlar gibi zevk ve eğlencelerinin peşinde
kıvranan, haram helâl sınırları tanımayan bir toplum. Bakın Allah şöyle buyuruyor:
78,79. “Eykeliler de, şüphesiz zalim kimselerdi. Bunun için
onlardan da öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler.”
Eykeliler de zalim kimselerdi. Allah’a karşı,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı zalimce tavırlarından ötürü,
kendilerini Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırarak kendi kendilerine
zalimce davranmalarından ötürü onlardan da öç aldık. İşte hâlâ onlar da işlek
bir yol üzerinde bulunmaktadırlar. Her ikisi de, Medyen’liler de Eyke’liler de
aynı yol üzerindedirler. Her iki toplum da kaybetmişlerdir. Sizler şu anda
Allah ve elçilerini kale almadıkları için, zalimce bir hayat yaşadıkları için
kaybetmiş, helâk edilmiş bu iki toplumun kalıntılarının yanı başından
geçiyorsunuz. Mekke’den çıkan bir kimse önce Lût (a.s) un kavminin yaşadığı,
helâk edildiği bölgeye uğruyor, sonra da Eyke bölgesine uğruyordu. Onlar bu peygamberlerden
ve helâk edilmiş toplumlarından haberdardılar.
Kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki bu toplum da Şuayb (a.s) ın toplumudur. Ekonomik bozukluğu
zirvede yaşayan bir toplumdu. Şuayb (a.s) onları şöyle uyardı: Ey kavmim! Gelin
insanların mallarını haksız yere yemeyin! Gelin malla ilişkilerinizi Allah’ın
istediği şekilde ayarlayın! Gelin dünyacı olmayın! Gelin muttaki olun! Gelin
Allah’ı devre dışı bırakarak bir hayat yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah
için ve Allah’ın gösterdiği haram helâl sınırları içinde yaşayın! Diye ısrarla
uyardı onları. Ölçüye tartıya riâyet edin! dedi.
Sizler dünyanın en büyük bir ticaret merkezinde bulunuyorsunuz. Allah size
en büyük lütfunu ulaştırmıştır. Gelin Allah’ın helâl dedikleriyle yetinip haramlara
uzanmayın! Pisi bırakıp temizle yetinin! Çalmayı, çırpmayı bırakın! İnsanların
ceplerine el atarak onların paralarını, eşyalarını eksiltmeyin! Yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Enflasyon gibi haram yollarla,
hilelerle insanları sömürmeye kalkışmayın! İnsanların alım güçlerini eksiltmeyin!
Paralarının değerini düşürmeyin! Sizi de sizden öncekileri yaratan, tüm yaratıkları
yaratan Allah’tan korkun! dedi. Onlara güzel güzel nasihatlerde bulundu.
Ama onlar elçilerini dinlemediler.
Şuayb (a.s)’ı büyülenmişlikle itham ettiler. Rablerinin elçisini dinlemediler
de şeytanlara kulak verdiler, nefislerine kulak verdiler, hevâ ve heveslerine
kulak verdiler. Ekonomimizi biz kendimiz ayarlarız dediler. Bizim ekonomi
uzmanlarımız varken bu konuda asla seni ve Rabbini dinlemeyiz dediler. Ey
Şuayb, sen bizim hayatımıza karışamazsın. Sen de, Rabbin de bizim ekonomik
anlayışlarımıza düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunuzu sokup durmayın.
Karışmayın bizim işlerimize. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi
eleştiriyorsun? diyerek Ona meydan okudular.
Allah’ı ve elçisini hayatlarına karıştırmayarak dediler ki; eğer doğru
sözlü isen haydi o zaman gökten üzerimize bir parça indir de görelim. Haydi
bize bir azap getir de görelim dediler. Kendi azaplarına, kendi helâklerine
davetiye çıkardılar. Ne gelecekse gelsin de görelim dediler.
Bunun üzerine Rabbimiz de kendisini ve
elçisini yalanlayan, kendisine ve elçisine hayat hakkı tanımayan, kendisini ve
elçisini hayatlarına karıştırmamaya çalışan bu toplumu değişmeyen bir yasası
olarak bulutlu bir günün azabıyla yakalayıverdi. Gölge gününün azabı yakalayıverdi
onları. Onların üzerine sanki buluttan azap yağıyordu, helâk yağıyordu.
Gerçekten bu büyük bir azap günüydü.
80,84. “Andolsun ki, Hicr halkı peygamberi yalanlamışlardı. Onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde, yüz
çevirmişlerdi. Dağlarda, güven içinde olarak evler yontuyorlardı. Sabaha karşı
çığlık onları yakalayıverdi. Yaptıkları kendilerine fayda sağlamadı.
Şimdi de sıra Hicr ashabında,
Hicr halkında. Bu toplum da Lût (a.s) un yaşadığı bölgenin kuzeyinde yaşamış
bir toplumdu. Andol-sun ki Hicr halkı kendilerine gönderilen elçiyi
yalanlamışlardı. Onlar kendilerine yol göstermek üzere, hayat programı olmak
üzere o peygamberlerle gönderdiğimiz âyetlerimizden yüz çevirmişlerdi.
Âyetlerimizle ilgilenmemişlerdi. Âyetlerimizi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve
heveslerince bir dünya yaşamaya yönelmişlerdi. Dağlarda güven içinde evler
yontuyorlar, bu muhkem evlerde kendilerini Bizim helâk yasamızdan kurtardıklarını
zannediyorlardı. Kimse bizimle baş edemez, kimse bize bir şey yapamaz diyorlar
kendilerini güvende hissediyorlardı.
Nuh toplumu bir suyla helâk
edilmiş, Âd kavmi bir rüzgarla, Semûd kavmi onlardan ders çıkararak evlerini
düzlüklerde kurmadılar. Kayaları yontarak sudan ve rüzgardan etkilenmemek için
muhkem evler yaptılar. İşte bunlar da öyle yapıyorlardı. Sabaha karşı bir
çığlık, bir sayha da onları yakalayıverdi de tüm bu tedbirleri yaptıkları
kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Onlar Allah’ın bu helâk yasasıyla bir başka
sûrenin beyanıyla hayvanların bile yiyemeyeceği bir kesmik kırıntısına
dönüverdiler.
İşte Rabbimizle çatışma içine
girdikleri için, Rabbimize ve elçisine hayat hakkı tanımadıkları için helâk
edilen bir başka toplum. Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra da geçmişin
sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin sergüzeşti hayatlarıyla
karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız.
Bunu elde edince de, geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da
elde etmiş olacağız.
Bunlar ne yapmışlar? Nasıl
davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek,
bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye
çalışacağız. İşte Rabbimiz geçmişin bu ibret levhâlârını bize sunarken bizden istediği
budur.
85,86. “Biz, gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları
gereğince yarattık. Kıyâmet günü şüphesiz gelecektir. O halde yumuşak ve iyi
davran. Doğrusu yaratan ve bilen ancak Rabbindir.”
Biz gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri ancak hak olarak ya-rattık. Oyun eğlence olsun diye yaratmadık
bunları. Gökler ve yer, ikisi arasında olan tüm varlıklar bir imtihan sebebi
olarak yaratılmıştır. Göklerde ve yerlerde olan her şey yeryüzünde imtihana
tabi tutulan insanının imtihanına konu olarak yaratılmıştır. Her şey, tüm varlıklar
hak temeller, sağlam temeller, sağlam yasalar üzerine bina edilmiştir. Her şey
belli bir hikmetle yaratılmıştır. Tüm varlıklar üzerinde Allah’ın hak yasaları
işlemektedir. Hiçbir şey başıboş, sahipsiz, gayesiz ve programsız değildir.
Hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Hepsi üzerinde söz sahibi O’dur.
Ve bir gün
mutlaka bir kıyâmet gelecektir. Yâni Allah bir gün mutlaka bu kurduğu düzeni
yıkacaktır. Yâni dünyada, semavat ve arzda şu anda kurduğu düzeni yarın yok
edip yepyeni bir düzen kuracak olan da Allah’tır. Ve işte bunların hepsini
bilen, hepsine güç yetiren Allah’tır. Öyleyse ey peygamberim, sen güzel bir
müsamaha ile müsamaha et onlara. Onlara bütün bunları güzellikle anlat. Tatlılıkla
onların akıllarını erdirmeye çalış. Çünkü anlamıyorlar bu adamlar, ne
yaptıklarını bildikleri yok. Gerçekten yaratan da O’dur, bilen de.
87. “Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi âyetli Fâtihayı
ve Kur’an'ı Azîm'i verdik.”
Muhakkak ki Biz sana yedi âhenkli
âyeti verdik. Sürekli her namazda tekrar edilen, her namazın her rekatında
tekrar edilen, Kur’an’ın her bir sûresinde muhtevası tekrar edilen yedi âyetli,
Fâtiha sûresini verdik sana. Azîm Kur’an’ı da verdik. Öyleyse haydi sen
bunlarla uyar insanları. Ulaştır insanlara bunları. Rabbinin sana verdiği bu âyetlerle,
bu sûrelerle güzel güzel insanları kulluğa çağır. Nasihatte bulun onlara. Ve
sakın ha:
88,89. “Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat
servete gözünü dikme; onlara üzülme; inananları kanatların altına al. De ki:
“Doğrusu ben apaçık bir uyarıcıyım.”
Gözünü Bizim o kâfirlerin
kendilerine vermiş olduğumuz ziy-netlere, süslere, dünya mallarına, mülklerine,
dünya saltanatlarına dikme. Sakın onlara imrenme. Sakın o dünyada kalıcı
şeylere iltifat etme. Onlara üzülme. Bunlar niye bana verilmemiş de bu
kâfirlere verilmiş? diye sakın mahzun olma. Bu kâfirlerin sahip oldukları
şeyler karşısında sakın bir aşağılık duygusuna kapılma. Bir şahsiyet bozukluğu
yaşama. Unutma ki onlar geçici dünya hayatının geçici ziynetleridir.
Evet işte
şu anda bu emir bizlere de verilmektedir. Bakıyoruz ki şu anda kâfirlere bizden
çok fazla şeyler verilmiş. Mal, mülk, ev, bark, at, araba, para, pul, saltanat
hep onların elindedir. Fıtratımızda bunlara karşı bir meyil, bir arzu olduğu
için şu anda bizler de onlara bakıp bakıp imreniyoruz. Keşke şu adamların
ellerinde olanlar bizde de olsaydı diyoruz. Hattâ onların ellerindekilere olan
meylimizden ötürü onların ülkelerine çalışmaya, onların hizmetinde bulunma
zilletine katlanmaya çalışıyoruz. Onların içinde bulundukları nîmetler
karşısında ayaklarımız kayıyor. Şahsiyet bozuklukları yaşıyoruz. Allah’ın bu
âyetlerinden habersiz bir hayat yaşadığımız için neredeyse kâfirliği bile
temenni edecek duruma gelenleri görüyoruz.
Ama bakın Rabbimiz buyuruyor ki
ey müslümanlar, unutmayın ki bunlar sadece dünyanın süsü ve ziynetleridir.
Unutmayın ki onlar bu sahip olduklarıyla Bizi ve âhireti unutuyorlar. Unutmayın
ki çok çabuk biter. Ama bitmeyen, tükenmeyen, hayırlı olan, süresiz olan
Rabbinizin katındaki rızıklardır. Cennet ölümsüzdür, cennet nîmetleri
sonsuzdur, cennet hayatı bâkîdir. Siz Ona yönelin, hedefiniz O olsun, sa’yiniz
Ona olsun. Ve sen ey peygamberim, mü’minlere de rahmet ve merhamet kanatlarını
geriver. Mü’minlere müsamahalı oluver, şefkatli ve merhametli oluver. Ve onlara
de ki ben apaçık bir uyarıcıyım.
90,93. “Kur’an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de,
kendi Kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve
Hıristiyanlara da nitekim kitap indirmiştik; Rabbine andolsun ki hepsini,
yaptıklarından sorumlu tutacağız.”
Evet tıpkı daha önce kendi
kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve
Hıristiyanlara kitap göndermiş olduğumuz gibi, bu Kur’an’ı işlerine geldiği
gibi, menfaatlerine geldiği gibi bölen, parçalayan, her biri kitabın belli bir
bölümünü bayraklaştıran, her biri kitabın belli bir bölümüne sarılan, kitabı
bölüp parça-ladıkları gibi kendilerini de bölüp parçalayan insanları uyarman
için bu kitabı da sana indiriyoruz. Rabbine andolsun ki onların hepsine bu
yaptıklarının hesabını soracağız. Gerek kendilerinden önce kitapla-rını parça
parça edip işlerine gelenlere inanıp işlerine gelmeyenleri reddedenleri,
gerekse şimdi tıpkı olar gibi Kur’an’ı bölenlerin hepsini hesaba çekeceğiz.
Kur’an’ı ayıranlar, Kur’an’ı
parçalayanlar, ayrımcılıktan yana olanlar da hesaba çekilecek, bu yaptıklarının
cezasını çekeceklerdir. Dini parçalayanlar, kitabı parçalayanlar, peygamberi,
parçalayanlar, hayatı parçalayanlar, toplumu parçalayanlar. Dini parçalayıp
hayatın bazı alanlarında Allah’ın dinini, öteki alanlarında da başkalarının
dinlerini, başkalarının hayat programlarını uygulayanlar. Kitabı parçalayıp her
bireri kitabın bir bölümünü bayraklaştıranlar, her bireri kitabın bir bölümüne
sarılıp kendilerini de parça parça edenler. Peygamberi parçalayıp, onun
hayatının, onun sünnetinin bir bölümünü kabul edip, bir bölümünü reddedenler.
Peygamberleri parçalayıp, bir kısmına inanan bir kısmını reddedenler. Hayatı
parçalayıp bir bölümünde Allah’ın kulu öteki bölümlerinde başkalarının kulu
olanlar. Hayatın her bir alanında Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayın. Dini parçalamayın.
Hiçbiriniz diğerinden ayrı bir dinin, ayrı bir dünyanın insanı olmayın. Kitabın
tümüne imanla mükellef olduğunuzu unutmayın.
94,96. “Ey Muhammed! Artık sana buyurulanı açıkça ortaya
koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah'la beraber başka bir tanrının
bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz Biz sana kafiyiz. Yakında ne
olduğunu öğreneceklerdir.”
Ey peygamberim, emrolunduğun şeyi
yapıp açıkça ortaya koy. Rabbin sana ne emretmişse, nelerle sorumlu kılmışsa
onları yerine getir. Senin gibi inanmayan, senin gibi düşünmeyen, senin gibi
sadece Allah’a teslim olmayan müşriklerden yüz çevir, onlara aldırış etme.
Bırak onları ve sen sadece Rabbinin istediği, Rabbinin emrettiği bir hayatı
yaşamaya bak. Müşriklerden olma. Onlarla beraber hareket et-me. Onların
anlayışları, onların düşünceleri, amelleri, hayat programları seni asla
bağlamasın. Unutma ki Biz sana yeteriz. Seni yalanlayan, seni reddeden, seni
alaya alan, sana zulmetmeye yönelen kimselere karşı Biz sana yeteriz. Biz sana
yetmeliyiz. Biz varken onların sana yapabilecekleri hiçbir şey yoktur, sen
yoluna devam et.
Onlar
Allah’tan başka İlâhlar kabul ediyorlardı. Onlar Allah berisinde, Allah dışında
İlâhlar, yetkililer peşinde koşuyorlardı. Allah’tan başkalarını, putları,
cansız varlıkları, insanları İlâh biliyorlar, İlâh makamında görüyorlardı. Allah’la
birlikte başkalarını da dinliyorlar, Allah’la beraber başkalarına da dua
ediyorlar, başkalarına da kulluk ediyorlardı. Allah’ı razı etmeye çalıştıkları
gibi çevreyi de, modayı da, âdetleri de, töreleri de, müdürü de, amiri de,
kanunları da, yönetmen-likleri de, Allah’la çatışan tâğutları da razı etmeye
çalışıyorlardı. Hem Allah’ın çektiği yere, hem de başkalarının çektikleri
yerlere gitmeye çalışıyorlardı. Bazen Allah’ı, bazen başkalarını dinliyorlardı.
Hayatlarında etkili olabildikleri, yol gösterebildikleri kadarıyla başka İlâhların kulu kölesi olurlarken, onların
serbest bıraktıkları, ya da gaflet edip dolduramadıkları hayat birimlerinde de
Allah’ın kulu ve kölesi oluyorlardı.
Yâni öteki İlâhlarının boş
bıraktıkları, dolduramadıkları namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi, zikir gibi
hayat birimlerini de Allah’ın dinine göre dolduruyorlardı. İşte böyle
yapanları, böyle yaşayanları bırak da sen sadece Rabbinin sana emrettiklerini
yapmaya devam et peygamberim.
97,99. “Andolsun ki, söyledikleri şeylerden senin gönlünün
daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölünceye
kadar Rabbine kulluk et.”
Andolsun ki Biz onların
söyledikleri şeylerden, onların lakır-dılarından senin göğsünün daraldığını,
kalbinin sıkıldığını, üzüldüğü-nü biliyoruz. Onların işledikleri suçlardan
senin sıkıntı içine girdiğini biliyoruz. Bizim haberimiz var bundan. Sen onlara
en güzel bir şekilde Bizim kitabımızı, Bizim âyetlerimizi okuyorsun, duyuruyorsun,
ama onlar seni dinlemiyorlar, sana kulak vermiyorlar. Onlar başka sevdaların
peşindeler. Başka kitapları okumanın, başka haberleri dinlemenin, başka
örneklerin arkasından gitmenin peşindeler. Sen onlara merhametinden dolayı
ısrarla onları ateşten, cehennemden korumaya çalışıyorsun, ama onlar ısrarla
ateşten yana bir tavır alıyorlar. Sana ve senin kendilerine okuduğun bu kitaba
karşı kulaklarını tıkamışlar, kapılarını pencerelerini kapamışlar, çılgınca
dünya zevklerine dalmışlar. Sen buna rağmen onların bu davranışları karşısında
üzülme, canını sıkma, sıkıntı içine girme.
Rabbini
hamd ile tesbih et. Sübhanallah de. Elhamdülillah de. Rabbini hep gündemde tut.
Rabbini hep yücelt. Hep Onu noksan sıfatlardan tenzih edip mükemmel sıfatların
sahibi kabul et. Ve Rab-bine secde edenlerden ol. Rabbine boyun büküp O’nun
emirlerine teslimiyet gösterenlerden ol. Namaz kılanlardan ol. Tüm bedenine
Allah’ın karıştığını, tüm hayatında Allah’ın egemen olduğunu ortaya koyanlardan
ol. Rabbine ibadet et. Tüm hayatını Rabbin için yaşa. Tüm hayatında O’nun kulu
ve kölesi olduğunu unutma. Ta ki sana ölüm gelinceye kadar. Rabbinin ölüm
yasasına teslim olup, O’nun huzuruna gelmek üzere bu dünyadan göçeceğin ana
kadar hep kullukta ol. Bir an bile O’na
kulluktan uzak olma. İşte senin görevin budur. Senin görevin bu şekilde
bir kulluk ve müslümanlıktır, hayatını Allah için yaşamaktır.
Evet
peygamberin görevi budur ve peygamber yolunun yolcusu olan bizlerin de bu
dünyada görevimiz işte budur. Bizler de tıpkı pişdarımız gibi, örneğimiz gibi
bize ölüm gelinceye kadar sadece Rabbimize kulluğa devam edeceğiz.
Unutmayacağız ki hepimizi, her-kesi ecel takip etmektedir. Kıyâmet çok
yakındır. Ölüm çok yakındır. Hayat çok kısadır. Ve işte önümüzde bize bu
kulluğu en güzel bir şekilde anlatan bir kitap ve bu kitabın istediği müslümanlığı
en güzel bir şekilde pratize etmiş bir peygamberin sünneti durmaktadır. Haydi
buyurun kitap ve peygamber rehberliğinde ölüme kadar müslümanca bir hayata.
Allah hepimizi buna muvaffak kılsın inşallah. Sübhane-kallahümme ve bihamdik,
eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.
- 16 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 16, nüzûl sıralamasına göre 70, ikinci miûn grubunun ikinci sûresi olan Nahl sûresi
Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 128 dir.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mekke döneminin
sonlarına doğru nâzil olmuş 126 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. Sûrenin
41. âyeti müşriklerin işkenceleri altında bunalmış müslümanların Habeşistan’a
hicret etmek zorunda kaldıklarını göstermektedir. Yine 106. âyetin beyanıyla
dayanılmaz işkenceler karşısında müslümanlardan bazılarının kâfir olmadıkları
halde kâfir olduklarını söylemeleri gündeme getirilir. Böyle hayatî bir durumla
karşı karşıya kalmış bir müslümanın ne yapması, nasıl hareket etmesi gerektiği
de bu sûrede anlatılır.
112-114.
âyetler Resûlullah Efendimizi ve onun getirdiği hidâyet hediyesini
yalanlamaların ötürü, sanki bir ceza olarak Mekkelileri kuşatan bir kıtlıktan
ve bu kıtlık sonucu gerçekleşecek hadiselerden söz eder.
Yine tebliğ
ve tebliğin usulleri, yöntemleri ortaya konur. Resû-lullah efendimizin ve
kıyamete kadar onun yolunun yolcularının bu dini tebliğ ederlerken uyması
gereken kurallar bildirilir.
En güzel bir biçimde sûrede
tevhid anlatılır. Tevhidin, göklerde ve yerde tek egemen olan Allah’ın
tekliğinin delilleri ortaya konur. Kâinatta en büyük gerçek olan bu Allah’ın
tekliğini reddetmenin sonuçları anlatılır. Yâni tevhidin zıddı olan şirkin,
Allah’ı ortaklı düşünmenin, Allah’a yetki sınırlaması getirmenin en büyük suç
olduğu bildirilir.
Mekke müşriklerinin peygamber
efendimize karşı getirdikleri bir delilin cevabı verilir. Müşrikler diyorlardı
ki; ey Muhammed, yıllardır bize bir azaptan, ikâptan söz ediyorsun. Beni ve
getirdiğim mesajı reddederseniz sizi büyük bir azap beklemektedir diyorsun.
Hani nerede kaldı bu sözünü ettiğin azap? Uzun bir süredir seni de, Rabbini de,
Rabbinden getirdiğin mesajı da reddettiğimiz halde halâ o sözünü ettiğin
azaptan bir eser göremiyoruz. Öyleyse bu bizi tehdit edip durduğun şeyin aslı
da, esası da yoktur diyorlardı da Rabbimiz sûrenin hemen baş kısmında onlara
çok açık ve net bir cevap veriverdi. Eğer bu şirklerinizden vazgeçmezseniz
öncekilerin başına gelenlerden kurtulamayacaksınız buyuruverdi. İşte bu minval
üzere devam edip bize çok büyük bilgiler sunan sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayalım inşallah.
Nahl sûresine Rabbimiz şöyle
başlıyor:
1. “Allah'ın buyruğu gelecektir; acele gelmesini isteme-yin,
Allah, ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.”
Allah’ın emri gelmiştir. Ona
acele etmeyin. Allah’ın takdirini acele istemeyin. Allah’ın şanı, şerefi
yücedir. Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir, beridir, uzaktır. O kendini
bilmez müşriklerin tüm şirklerinden yücedir. Neyi bekliyorsunuz ey insanlar?
İşte Allah’ın emri geldi. Allah yasasını uygulamaya başladı. Allah dinini
egemen kılma yasasını uygulamaya başladı. Bu yasanın ilk safhası olan Peygamberin
Mekke’den Medine’ye hicret zamanı geldi. Mekke’de insanların, müşriklerin
inkâr, isyan, zulüm ve işkencelerinin doruk noktaya ulaşmasıyla peygamberin ve
beraberindeki bir avuç müslümanın ülkelerini terk etme zamanı gelmiştir.
Ve peygamberin Mekke’yi terk
etmesiyle de Mekke toplumunun kaderi tayin edilmiştir. Bu kader şu iki şekilden
birisi olarak Rab-bimiz tarafından takdir edilir. Kitabını, peygamberini
reddetmelerinin karşılığı olarak ya Allah’tan bir azap, ya da peygamber ve ona
iman edenler eliyle gerçekleşecek bir helâk. İşte bunu haber veriyor Rab-bimiz.
Mekke
kâfirleri Allah’ın azabı konusunda acele ediyorlardı. Çünkü onlar peygamberin
getirdiği tevhid inancının yanlışlığına, kendi şirk dinlerinin, kendi şirk
programlarının da doğruluğuna inanıyorlardı. Değilse eğer peygamberin getirdiği
bu din hak olmuş olsaydı, peygamberin arkasında bir Allah desteği bulunmuş
olsaydı elbette onu inkâr etmelerinin karşılığında kendilerine bir azap
gelmeliydi. İşte Rabbimiz ya bu bekledikleri azap konusunda, ya da kıyâmet
konusunda, kıyâmetin dehşeti konusunda acele etmemelerini, yakında Allah’ın
emrinin, vaadinin geleceğini, gerçekleşeceğini haber veriyor.
2. “Allah kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için
meleklerini vahiyle indirerek şöyle der: “İnsanları uyarın ki, Benden başka
İlâh yoktur. Benden sakının.”
Allah kullarından dilediklerine
meleklerini indirir de onlardan şunu ister: Benden başka İlâh olmadığını
insanlara bildirsin ve o insanlar yalnız Benim için muttaki olsunlar, yalnız
Beni hesaba katarak bir hayat yaşasınlar, yalnız Benim için bir dünya
yaşasınlar, hayatlarında tek söz sahibi, tek Rab, tek İlâh Ben olayım. İşte
yeryüzünde bunu gerçekleştirmek için Rabbimiz Ruhla, vahiyle meleklerini dilediği
kullarına gönderir. İşte bu konuda Allah’ın yasası budur. Rabbimiz insanlar
sadece kendisine kul olsunlar, sadece kendisini dinlesinler, sadece kendisi
için bir hayat yaşasınlar ve yeryüzünde kendisinin istemediği, razı olmadığı küfrü,
şirki terk etsinler. İnsanlar tüm yanılgılardan vazgeçip Allah’ın istediğine
yönelsinler.
İşte peygamber gerçeği,
peygambere vahyin melekler tarafından gönderilme gerçeği ve vahyin
peygamberlere geliş gayesi ve tüm peygamberlerin Allah’ın seçkin kulları oluş
gerçeği ve yine tüm peygamberlerin tüm insanlığı Allah’tan başka İlâhın
olmadığı gerçeğine dâvet etmesi.
Bundan
sonraki âyetlerde bu iki sûrede ortaya konan Allah’tan başka İlâh olmadığı
gerçeğinin açıklanması gelecek. Kime kul olunacak? Kim dinlenilecek? Güç kuvvet
sahibi kimdir? Göklerde ve yerde mülkün sahibi kimdir? Egemen kimdir? bu açıklanacak.
3. “Gökleri ve yeri gereğince yaratmıştır. Onların eş koştukları
şeylerden yücedir.”
Gökleri ve yeri hak olarak, hak
yasalara bağlı olarak yaratan Allah’tır. Göklerde ve yerlerde Allah’ın hak
yasaları geçerlidir. Gökler ve yerde tevhid geçerlidir, tevhid esastır. Gökler
ve yer Allah’ın, İlâhın, yaratıcının tekliğine delildir. O Allah insanların
şirklerinden, şe-riklerinden, şirk koşmalarından yücedir, münezzehtir.
İnsanların şirkleri, ortakları asla Ona yakışmaz.
4. “İnsanı nutfeden yaratmıştır. Öyleyken o nasıl da açıkça
karşı koymaktadır!”
Gökleri ve yerleri yaratan Allah
aynı zamanda insanı yaratandır. Hem de insanı bir nutfeden, basit bir sudan
yaratmıştır. Ama bu nankör insan aslını, yaratıldığı o basit suyu unutup da yaratıcısının
karşısına bir hasım olarak dikilebiliyor. Rabbine karşı kafa tutmaya
kalkışabiliyor. Sen varsan ben de varım, Sen tanrıysan ben de tanrıyım, Senin
bilgin varsa benim de bilgim var, Seni gücün varsa benim de gücüm kuvvetim
vardır diyebiliyor. Senin bir dinin, Senin bir hayat programın varsa benim de
bir dinim, benim de bir hayat anlayışım vardır diyebiliyor. Neden yaratıldığını,
kim tarafından var edildiğini unutarak Rabbine karşı tavır alabiliyor. Bir
damla sudan meydana geldiğini unutuyor, ölümü unutuyor, hesabı kitabı unutuyor
da yaratıcısıyla bir çatışma içine girebiliyor. Rabbimiz kendisini tanıtmaya devam
ediyor:
5,6. “Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler
ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de yersiniz. Onları getirirken de,
gönderirken de zevk alırsınız.”
Gökleri ve yeri yaratan, insanı
basit bir sudan yaratan Allah aynı zamanda şu gördüğünüz hayvanları da yaratandır.
Deve, sığır, koyun ve keçi cinsinden olan hayvanları ve diğer tüm hayvanları,
varlıkları yaratan yine O’dur. O Rabbinizin yarattığı hayvanlarda sizin için
çok çok faydalar, menfaatler vardır. Isıtma özelliği olarak onlardan size gelen
nîmetler vardır, onların etlerinden de yersiniz. Kimilerinin yünlerinden,
kimilerinin tüylerinden, kimilerinin derilerinden faydalanır, ısınacak
elbiseler yaparsınız, kimilerinin etlerinden, sütlerinden istifade edersiniz,
kimilerinin üzerlerinde taşınırsınız, yüklerinizi taşırsınız.
Ve onlarda
sizin için sevip beğeneceğiniz ne güzellikler vardır. Akşamleyin meralardan,
otlaklardan, yaylım yerlerinden göğüsleri dolu dolu evlerinize dönerlerken, evlerinize
doğru salınıp gelirlerken ne kadar hoşunuza gider. Ayrıca sabahleyin
evlerinizden onları yaylım yerlerine doğru salarken de keyifle onların
güzelliklerini seyredersiniz.
7. “Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi
taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir.”
Kendi kendinize, kendi başınıza
ancak büyük zahmetlerle, büyük sıkıntılarla ulaşabileceğiniz yerlere sizi ve
ağırlıklarınızı, yüklerinizi de taşımaktadır o hayvanlar. Çok uzak mesafelere
kolayca bu hayvanlarla taşınmaktasınız. Size karşı çok çok merhametli olan
Rabbiniz size bu nîmetini de sunmuştur.
8. “Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve
süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır.”
İşte sizin için atlar, katırlar,
merkepler var etmiştir Rabbiniz. Onlara binmeniz için size sunmuştur Allah
onları. Bir de ziynettir onlar. Daha bilmediğiniz nice şeyleri yaratan da yine
Allah’tır. Bildiğiniz ve bilmediğin tüm varlıkları yaratan O’dur. O günün
insanlarının bilmeyip bugün bizim bildiğimiz binit vasıtalarını yaratan, bugün
bizim bilmeyip de yarının insanlarının bilecekleri daha nice varlıkları yaratan
Allah’tır. Şimdi insanı Allah yaratsın, insanın şu anda sahip olduklarının
tamamını Allah yaratsın, insana bu kadar merhamet edip onu bu kadar sayısız
nîmetlerle donatsın, sonra da bu insanlar kalkıp yaratıcısını, nîmet vericisini
bırakıp, O’nun istediği bir hayatı bırakıp O’ndan başka bir yola gitsinler.
Yaratıcılarına kulluğu bırakıp başkalarına kulluğa gitsinler. Olacak şey mi bu?
Bunu anlamak mümkün mü? Buna ne demek lâzım? Halbuki:
9. “Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğri
olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.”
Halbuki yolun doğrusunu göstermek
Allah’a aittir. Yolun doğrusu Allah’ın gösterdiği yoldur. Yolun doğrusu Allah’a
giden yoldur. Ama Allah yolunun dışında başka yollar da vardır. Allah
gösterdiği kendisine kulluk yolunun, o dosdoğru yolun dışında başka yollar, eğri
yollar da vardır. Allah böyle dilemiştir. Allah insana irade vermiş ve onun
karşısına hem doğru yolunu, hem de eğri yolları çıkarmıştır. İnsana kendi
iradesiyle bunlardan birisi seçme özgürlüğü tanımıştır. Eğer Allah dileseydi
hepinizi kendi dosdoğru yoluna iletirdi.
Hepinizi kendi yolunda yürütürdü. Dileseydi hepinizi iradesiz melekler gibi,
dağlar taşlar, bitkiler, hayvanlar, semâvât ve arz gibi yaratırdı. Ama öyle
murad etmemiş Allah. İnsanlara özgür bir irade vermiş ve o iradeleriyle onların
tercihlerine imkân tanımış. Buyurun dileyen benim dosdoğru yolumda yürüsün,
dileyen de dilediği gibi yaşasın demiş. Dileyen mü’min, dileyen de kâfir olsun
buyurmuş.
10. “Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz;
hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter.”
Yine O Allah ki gökten su
indirendir. Ondan içersiniz ve onunla hayvanlarınızı otlattığınız otlar,
bitkiler, çayırlar, çimenler de biter. Rabbiniz sizin ve hayvanlarınız için gökten
o suyu indirmeseydi ne içecektiniz? Hayvanlarınızı nerede otlatacaktınız? O
suyu nereden, kimden alacaktınız? O su olmasaydı şu yediğiniz meyveler,
sebzeler nerede oluşacaktı? Bunlara nasıl ulaşacaktınız?
11. “Allah onunla size ekinler, zeytin, hurma, üzüm ve
her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır.”
Düşünsenize o suyla sizin için
ekinleri, zeytinleri, hurmaları, üzümleri ve her türlü meyveleri bitiren,
yaratan kim? Allah değil mi? Hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Muhakkak ki
bunlarda akıllarını kullanıp ders almak isteyenler için âyetler, ibretler
vardır. Ama bunu ancak düşünen, tefekkür eden, kafa yoran bir kavim anlayabilecektir.
Öyle değil mi? Rabbimiz şu suyu indirmeseydi ne yapabilirdik? Bir damla su
yaratabilir miydik? Bu suyun yetiştirdiği şu meyvelerden bir tanesini
yaratabilir miydik? Hayatımızın devamını nasıl sağlayabilirdik? Şu nîmetlerini
çekip elimizden alıverse ne yaparız? Kime gideriz? Allah’ın verdiği nîmetlerle
O’na savaş açmak ne demektir?
Öyleyse söyleyin, şu kâfir
insanın, şu nankör insanın yaptığı şey nedir? Bunun bir mantığını bilebiliyor
musunuz? Bir anlam verebiliyor musunuz buna? Kendisi Allah yaratsın, sahip
olduklarını Allah versin, yeryüzünde hayatının devamını sağlasın, yeryüzünde
kendisine saltanat versin, hayvanlarını, suyunu, gökleri ve yeri O yaratsın,
onun hizmetine sunsun, sonra da bu nankör insan kalkıp Rabbiyle savaşa
tutuşsun. Buna ne demek lâzım? Evet şükür, teşekkür sadece tüm bu nîmetlerin
sahibine yapılmalıdır. Kulluk sadece bu nîmetlerin sahibinin hakkıdır. Kulluk
programı belirleme sadece yaratıcı olan Allah’ın hakkıdır. Düşünen bir insan
bunu mutlaka anlayacaktır.
12. “Geceyi gündüzü, güneşi ayı sizin istifadenize
ver-miştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda, akleden
kimseler için dersler vardır.”
Geceyi, gündüzü, ayı ve güneşi
size musahhar kılan da Allah’tır. Sizler gece ve gündüz nîmetleriyle de
nîmetlendirildiniz. Güneş ve ay da sizin için yaratıldı, sizin emrinize, sizin
hizmetinize sunuldu. Yıldızlar da O’nun emrine boyun bükmüşlerdir. Akleden bir
kavim için muhakkak ki işte bunlarda da âyetler vardır. Gece, gündüz, güneş, ay
ve yıldızlar. Bunlar da Allah’ın âyetleridir. haberiniz var mı Allah’ın bu
âyetlerinden? Farkında mısınız Allah’ın bu âyetlerini? Biliyor musunuz geceyi,
gündüzü? Gecenin ve gündüzün ne anlama geldiği üzerinde hiç kafa yordunuz mu?
Gecenin ve gündüzün sizin üzerinizde nasıl nîmetler taşıdığına hiç dikkat
ettiniz mi? Hayat hep gece olsaydı veya hep gündüz olsaydı ne olurdu hiç düşündünüz
mü? Veya şu güneş olmasaydı, şu ay, şu yıldızlar olmasaydı bu dünya, bu hayat
ne olurdu hiç kafa yordunuz mu?
Kim yarattı bunları? Bedelini
isteseydi bütün bunların Allah, ne yapardınız? Nasıl öderdiniz? hiç aklınıza
getirdiniz, hesabını yaptınız mı? Gecenin, gündüzün bedeli, güneşin ayın bedeli
nedir? Varlığınızın, elinizin, ayağınızın, gözünüzün, kulağınızın, kalbinizin,
aklınızın bedeli nedir? Onu sizden satın almak isteyenlere karşı nasıl bir bedele
razı olursunuz? Şimdi azıcık bir hizmet karşılığında insanlardan bedel isteyen
sizler, bütün bunları size verenin sizden hiçbir şey istemediğini mi hesap
ediyorsunuz? Allah’a bir borcunuzun olabileceğini hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa
bütün bu varlıkların sahibi olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Güneşin, ayın,
gecenin, gündüzün, göklerin yerlerin sahibi olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz?
Eğer bunların sahibi olsaydınız
muhakkak onlardan da bedel istemeye kalkışırdınız. İnsanları sıkboğaz ederdiniz.
Vergilendirirdiniz insanları. Ama bunu bildiğiniz için, kendinizi onların
sahibi görmediğiniz için bunu yapmıyorsunuz. Madem siz değilsiniz kim bunların
sahibi? Niye unutuyorsunuz O sahibi? Niye unutuyorsunuz Rabbinizi? Kendinizi, kendi
haklarınızı unutmuyorsunuz da Rabbinizin haklarını niye göz ardı ediyorsunuz?
Siz insanları sömürmeyi biliyorsunuz da, insanlardan bedel almayı hiç ihmal etmiyorsunuz
da tüm bu nîmetleri karşılığında Rabbinize bir bedel ödemeyi niye aklınıza
getirmiyor-sunuz? Niye Ona kulluk etmeyi diskalifiye etmeye çalışıyorsunuz?
13. “Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır.
Bunda, öğüt alan kimseler için ibret vardır.”
Yeryüzünde sizin için rengarenk
yarattığı tüm varlıklarda da tezekkür eden, düşünen, Allah âyetleriyle şereflenmek
isteyen kimseler için öğütler, ibretler, dersler vardır. İşte Allah yeryüzünde renkleri değişik,
özellikleri değişik varlıklar yaratılmıştır. Bitkiler, çiçekler, böcekler,
varlıklar, otlar, dağlar, kayalıklar, yollar, nehirler, göller... Bir bahar
günü içinde boğulduğun, içine gömüldüğün şu şehrin kasvetli hayatını terk edip
kırlara çık. Gör Allah’ın yaratıklarını. Seyret Rab-binin varlıklarını. Kendi
yapıp tapındığın dünyandan şöyle biraz uzaklaşıp büyük güç ve kudretin âyetleriyle
bir göz göze gel. Allah’ın yarattığı sayısız varlıkların yaratılış hikmetine
şahit ol. Yaratılışı tanıklık et. Yaratıcıyı bil. Rabbini yücelt, Rabbine hamd
et, Rabbine kulluğa koş. Şu rengarenk varlıkların yaratıcısına teşekküre yönel.
14. “Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeyiniz ve
Allah'ın bol nîmetinden faydalanmanız için denize ki gemilerin onu yara yara
gittiğini görürsün boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz.”
Yine O Allah ki ondan taptaze
etler yiyesiniz ve takındığınız takı maddelerini, süs eşyalarını edinesiniz
diye denizi de sizin için yaratmıştır. Rabbinizin bol bol nîmetlerinden
yiyesiniz diye denizi de sizin hizmetinize sunmuştur O Allah. Evet işte
gözünüzün önünde duran deniz nîmetleri. Taptaze etler, tertemiz balıklar ve
giyinip kuşandığınız inciler mercanlar nîmetleri.
Ve sonra o denizleri yara yara
giden gemiler ve onların üze-rinde Allah’ın fazl u kereminden aradığımız
rızıklar, ticaretler. İşte bunları da size boyun büktüren Rabbinizdir. Bunlar
da Allah’ın bize lütuflarıdır. Belki şükredersiniz diye, belki bütün bunları
size lütfeden Rabbinize teşekküre, kulluğa yönelirsiniz diye. Şimdi teşekkür
etme-yelim mi bu Allah’a? Şimdi yüceltmeyelim mi bu Allah’ı? Kulluk etme-yelim
mi Ona? O yaratmasaydı bu denizden kim verebilirdi o taptaze balık etlerini? O
yasasını koymasaydı kim durdurabilirdi o gemileri o suların üzerinde? Kim
çıkarabilirdi o denizlerin derinliklerinden inciyi, mercanı? Bütün bu nîmetlerine
karşı nasıl nankörlük edilebilir Allah’a?
15,16. “Yeryüzünde, sarsılmayasınız diye, sabit dağlar,
nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana
getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.”
Dağları da sarsılmayasınız diye
var eden Allah’tır. Yeryüzünün dengesini sağlamak için sabit dağları yaratan,
arza kazık gibi çakan Allah’tır. Nehirleri ve yolları da var eden O’dur. Umulur
ki hidâyet bulasınız, umulur ki onlarla yol bulursunuz, yön tayin edersiniz,
gideceğiniz yerlere rahat gidersiniz diye. Nice alâmetler, nice işaretler ve
yıldızlarla da onlar yollarını bulurlar.
Evet
yeryüzünün direkleri olarak dağları dikivermiş Rabbimiz. Sağlam yüce dağlar.
Nehirler, yollar. Yeryüzünün ulaşım vasıtaları. Ne güzel değil mi? Böyle değil
de hep dağlar olsaydı, her yer dimdik dağ olsaydı, her yer sarp kayalıklardan
oluşsaydı, geçit vermeseydi ne yapardık? Nasıl yol bulurduk? Dağların arasından
ırmaklar akıtmasaydı, yollar, geçitler var etmeseydi Rabbimiz ne yapardık
bizler? Bütün bunları kendilerine lütfeden Rablerini niye düşünmezler bu insanlar?
Niye yollara yazmazlar Allah’ın adını? Niye dağlara yazmazlar Allah’ın adını?
Niye kendi adlarını yazıyorlar? Niye hamd etmiyorlar Allah’a? Bu yolu, bu dağı,
bu ırmağı, bu barajı Sen var ettin ya Rabbi. Sen var etmeseydin biz hiç bir şey
yapamazdık ya Rabbi diye niye Rablerine hamd etmiyorlar? Niye elhamdülillah
demiyorlar? Niye Allahu ekber demiyorlar? Yoksa bu yolların, bu ırmakların, bu
barajların sahibi biziz mi diyorlar?
17. “Hiç yaratan yaratmayana benzer mi? İbret almaz mısınız?”
Hiç yaratan yaratmayan gibi olur
mu? Hiç yaratan yaratmayana benzer mi? Düşünmez misiniz? Tezekkür etmez
misiniz? Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Nasihatten faydalanmaz mısınız? Bunca
varlıkları var eden Allah’la hiçbir şey yaratamayan, bir sinek bile yaratmamış
olan varlıklar bir olur mu? Bunların ikisi de tanrı özelliğine sahip olabilir
mi? Hiç düşünüp anlamaz mısınız?
18,19.“Allah'ın verdiği nîmetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz;
doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder. Allah, gizlediklerinizi de, açığa
vurduklarınızı da bilir.”
Allah’ın nîmetlerini saymak
isteseniz sayamazsınız, bitiremezsiniz. Allah Ğafûr'dur, Allah Rahîm'dir.
Sayabilir misiniz Allah’ın nîmetlerini? Bırakın dış dünyamızdaki nîmetlerini,
sadece vücudumuzdaki nîmetlerini bile sayamayız Rabbimizin. Bedenimizdeki
nîmetleri, göklerdeki nîmetleri, denizlerdeki nîmetleri, karalardaki nîmetleri
sayılamayacak kadar çoktur Rabbimizin. Ve O Allah sizin gizlediklerinizi de
bilir, açığa vurduklarınızı da bilir. Açıktan açığa yaptıklarınızı da bilir O
Allah, gizli gizli yaptıklarınızı da. Ona hiçbir şeyi gizleyemezsiniz, hiç bir
şeyi Onun bilgisinden saklayamazsınız.
20,21.“Allah'ı bırakıp taptıkları şeyler, hiç bir şey
yaratamazlar; esasen kendileri yaratıktır. Onlar cansız, ölüdürler. Ne zaman
dirileceklerini de bilemezler.”
Allah’ı bırakıp da O’nun
berisinde, O’nun dûnunda, O’nun dışında dua ettikleriniz, tapındıklarınız,
arzularını yerine getirmeye çalıştıklarınız, yasalarını uygulamaya çalıştığınız
varlıklar ise hiç bir şey yaratmadıkları gibi üstelik kendileri de Allah
tarafından yaratılmışlardır. Üstelik onlar ölüdürler diri de değillerdir. Ama
ölüm Allah’a yakış-maz, Allah diridir. Allah berisindeki tapındıklarınızın tümü
ölümlüdür.
Şu anda diriyseler bile mutlaka
ölümü tadacaklardır. Her şeyi yaratan Allah’tır, onlarsa hiçbir şey yaratmamışlardır.
Bir şey yaratmaları mümkün değildir, çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Ve
onlar ölümlerinden sonra ne zaman diriltileceklerini de bilmezler. Ama her şeyi
bilen ve tek İlâh olan da Allah’tır.
22. “İlâhınız tek bir İlahtır. Âhirete inanmayanların kalpleri
bunu inkâr eder; onlar büyüklük taslarlar.”
Sizin İlâhınız tek bir İlâh olan
Allah’tır. Sizin kendisine kulluk yapmanız, sözünü dinlemeniz, arzularını gerçekleştirmeniz,
yasalarını uygulamanız gereken tek İlâhınız Allah’tır. Ama âhirete
inanmayanların kalpleri bu gerçeği inkâr ediyor. Onlar kibirleniyorlar,
müstekbir davranıyorlar. Allah karşısında, Allah âyetleri karşısında, peygamber
karşısında kendilerinde bir şey görüyorlar. Ama:
23. “Onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah'ın
bildiğinde şüphe yoktur. O, büyüklük taslayanları sevmez.”
Şüphesiz ki Allah onların
gizlediklerini de açıktan açığa işlediklerini de bilmektedir. Allah’ın sizin
her şeyinizi bildiğinde hiç şüphe yoktur. Ve Allah, asla büyüklenenleri,
müstekbir davrananları sev-mez. Allah, asla kendi karşısında varlık iddiasında
bulunanları sev-mez. Kul olanları sever, kendisine teslim olanları sever.
24. “Onlara: "Rabbiniz ne indirdi? “diye sorulsa:
“Öncekilerin masalları” derler.”
O Allah karşısında güç
iddiasında, bilgi iddiasında bulunan, kendi tanrılıklarını iddia eden, ya da
başlarının tanrılığıyla övünen bu insanlara Rabbiniz ne indirdi? diye sorulduğu
zaman derler ki; esa-tîru'l evvelîn. Eskilerin masalları. İşte
sizin kitabınız Adem, Nuh, Hud, Sâlih’i anlatıyor. Allah sadece bunlardan söz ediyor,
başka bir şey yok diyorlar. Ve böylece:
25. “Böylece kıyâmet günü kendi günahlarını tam olarak,
bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını kısmen yüklenirler. Dikkat edin,
yüklendikleri yük ne kötüdür!”
Kıyâmet günü kendi günahlarını,
kendi veballerini tam olarak, saptırdıkları kimselerin günah ve veballerinin de
bir kısmını yüklenerek Allah’ın huzuruna gelecekler. İşte bunun için Allah
onlara bu dünyada fırsat tanımaktadır. Sorar Rabbimiz onlara. Sordurur peygamberlerine.
Sordurur müslümanlara. Allah ne indirdi? Allah ne gönderdi? diye. Onlar da
derler ki geçmişlerin masalları. Geçmişe ait şeyler. Bugüne ait olmayan, bugünü
ilgilendirmeyen, bizim dünyamıza hitap etmeyen şeyler. Günümüzde uygulanma imkânı
olmayan demode olmuş şeyler derler ve böylece kâmileten, bütünüyle kendi
günahlarını ve bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının da bir kısmını
yüklenerek Allah’ın huzuruna gelirler. İşte bunun için Allah onlara fırsat
vermektedir. Dâvetiye çıkarmakta, uyarılarını ulaştırmaktadır. Ama dikkat edin
ki onlar ne kötü yükler yükleniyorlar? Kendilerini cehenneme götürecek yükler
yükleniyorlar.
26. “Onlardan öncekiler düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine
Allah, binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Azap,
onlara fark etmedikleri yerden geldi.”
Onlardan öncekiler de aynı şeyi
yapmışlar, Allah’a, Allah’ın elçilerine, müslümanlara karşı tuzaklar kurmuşlar,
komplolar hazırlamışlardı. Allah’a, Allah’ın elçilerine ve Allah yolunun
yolcularına tuzak kuranlar sadece bunlar değildir. Allah’la savaşa tutuşanlar sadece
Mekke kâfirleri, ya da sadece şu andaki kâfirler değildir. Şu anda müslümanları
yok etmek için komplolar hazırlayanlar ilk değillerdir.
Tarihin başlanıcından bu yana her
dönemin kâfirleri aynı şeyi yapmışlardır. Hazreti Adem (a.s) döneminden kıyâmete kadar tüm kâfirlerin ortak ve
değişmeyen özelliğidir bu. Her dönemde müslümanlara tuzak kuranlar olmuştur.
Ama Allah onların binalarının temelinden geldi. Allah onların binalarının
temelini yıkıverdi. Tavan onların üzerlerine çöktü ve bilmedikleri,
ummadıkları, beklemedikleri yerler-den de azap onlara geliverdi. Evet Allah
onların temellerini yıkıyor, tavanlarını üzerlerine çöktürüyor ve hiç ummadıkla
bir zamanda, bir gece, yahut bir gündüzün eğlence anında helâk olup gittiler,
yok olup gittiler. Kim Allah’la baş edebilir ki? Kim Allah’la savaşabilecek de?
Bu onların dünyadaki helâkleri. Ama bir de:
27. “Sonra kıyâmet günü onları rezil eder ve: “Haklarında
tartıştığınız Benim ortaklarım nerede? “der. İlim sahipleri şöyle derler:
“Doğrusu bugün inkârcılara rezillik ve iğrençlik vardır”
Sonra kıyâmet günü Allah onları
rezil ve rüsva ederek buyurur ki, hani nerede şu bana karşı ortak bildikleriniz?
Haklarında mü’min-lerle tartıştığınız şu tanrı taslaklarınız nerede? Hani
mabutlarınız? Nerede yasalarını uyguladıklarınız? Hani nerede arzularını yerine
getirmeye çalıştıklarınız? Hani nerede o hukuk tanrılarınız? Nerede siyasal
tanrılarınız? Nerede bilim tanrılarınız? Hani nerede Bana karşı, Benim mü’min
kullarıma karşı savunduğunuz, bağlandığınız, sarıldığınız, müdafaa ettiğiniz,
korumaya, koruma kanunları çıkarmaya çalıştığınız ortaklarınız nerede? Nerede o
dünyada güç kuvvet sahibi zannettikleriniz? Cevabı onlar veremeyecek. Cevap
vermeye bile muktedir olamayacaklar da, cevabı kendilerine ilim verilenler verecek.
Diyecekler ki, bugün rüsvalık, bugün rezillik ve kötülük kâfirler içindir.
Onlar:
28. “Melekler kendilerine yazık etmiş kimselerin canlarını
alırken: “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk” diyerek teslim olurlar. Hayır; öyle
değil; doğrusu Allah onların yaptıklarını bilmektedir.”
O kâfirler ki melekler onları
kendi nefislerine zulmeder oldukları halde öldürür. Düşmanlıklarının kendilerine
döndüğü, lânetin kendilerine söylendiği bir durumda, öteler ötesini gözleriyle
görüp kaybettiklerini anladıkları bir ortamda, cehennemdeki yerlerini
yurtlarını gözleriyle gördükleri bir halet-i ruhîye içinde melekler onların
canlarını alırken derler ki biz teslim olduk, biz müslüman olduk. Biz müslümanız
derler. Biz dünyada hiçbir kötülük yapmadık derler. Biz hiç bir kötülük
yapmıyorduk derler. Ama geçmiş olsun. Bu lakırdılarının kendilerine hiç bir
faydası dokunmaz. Dikkat edin Allah yaptıklarınızı bilmektedir. Müslüman
mıydınız? Yoksa kâfir miydiniz? İyilik mi yapıyordunuz? yoksa kötülük peşinde
miydiniz? Allah hepsini en iyi bilendir. O gün teslim olmanın, o gün müslüman olmanın
yeri ve zamanı değildir. O gün bunun hiç bir faydası yoktur. Bir ömür boyu
Rablerine isyan içinde bir hayat yaşayan insanların o gün geberirken biz müslüman
olduk demelerinin hiç bir kıymeti yoktur.
Evet tüm
kâfirler tüm zalimler ölüm anında Rablerine teslim olacaklar. Melekler onların
canlarını almaya geldikleri bir ortamda çaresiz hepsi müslüman olacaklar.
Öyleyse tüm insanlığa şunu duyurmak zorundayız. Ey insanlar, gelin ölürken müslüman
olacaksınız, Allah’ın ölüm yasasına teslim olacaksınız. Ama bu teslimiyetinizin
o anda size hiç bir faydası dokunmayacak. Gelin akıllarınızı başlarınıza alın
da ölmeden önce müslüman olun. Ölmeden önce teslim olun Allah’a. Ölmeden önce müslümanca
bir hayata girin. Aksi takdirde ölürken hepiniz teslim olacaksınız, hepiniz müslüman
olacaksınız. Ama o gün zorunlu bir müslümanlığın size hiçbir faydası olmayacak.
İşte yeryüzünün en büyük kâfiri, en büyük zalimi Firavun ölürken kelime-i
şehadet getirdi ama kabul edilmedi. Gelin o zaman aklımızı başımıza alalım,
ölmeden önce müslüman olalım da kendilerine şöyle denenlerden olmayalım:
29. “Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin.
Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!”
Evet ölmeden önce müslüman
olmayıp da ölürken müslüman olanlara denecek ki, haydi girin ebedî kalacağınız
o cehennemin kapılarından. Büyüklenenlerin, müstekbir davrananların barınağı,
durağı olan o cehennem ne kötü bir varış yeridir. Eğer yaşadığımız bu hayatta müslüman
olursak, bu dünyada müslümanca bir hayatın sahibi olursak bize bu denmeyecek,
cennete gidebileceğiz demektir. Bakın onlara da şöyle denecektir:
30. “Sakınan kimseler: “Rabbiniz ne indirdi?” denince,
“İyilik” derler. Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardır. Âhiret yurdu ise
daha da iyidir. Sakınanların yurdu ne güzeldir!”
24. Âyet-i Kerîmede Mekke
dışından, taşradan gelenlerin Rabbiniz ne indirdi? şeklindeki sorularına
kâfirlerin verdikleri cevap anlatılmıştı. Onlar eskilerin masalları diyorlardı.
Böylece kendi kendilerini Allah yolundan saptırdıkları gibi, din konusunda
kendilerinden bilgi almak isteyenleri de saptırarak hem kendi vizrlerini, hem
de saptırdıkları insanların günah veballerini yüklenerek cehenneme giden
insanlar anlatılmıştı.
Burada da muttakilerin,
hayatlarını Allah için yaşayanların, Allah’ın koruması ve velâyeti altına
giren, Allah’a teslim olan, hayrı Rablerinin indirdiklerinde gören mü’minlerin
aynı soruya verdikleri cevap gündeme getiriliyor. Onlara denildi ki, Rabbiniz
ne vahy etti? Allah ne indirdi? Onlar dediler ki, Rabbimiz hayır indirdi.
Rabbimiz hidâyet indirdi, rahmet indirdi. Kendisiyle yol bulmak isteyenlere,
iman edip uygulamak isteyenlere dünya ve Ukba hayırları, bereketleri indirmiştir
Rabbimiz derler.
İşte böyle
Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk eden, hayrı Allah katında gören mü’minlere
dünya hayatında iyilik vardır ve âhiret yurdu da sadece onlar içindir. Dünyada
her türlü hayırlara ulaşacakları gibi âhiret yurdunun hayırları da onlar için
olacaktır. Dünyaları hayırlı olacaktır ama âhiretleri daha hayırlı olacaktır
onların. Muttakilerin yurdu ne güzeldir? Ne var onlar için orada?
31. “İçlerinden ırmaklar akan Adn cennetlerine girerler.
Orada, diledikleri kendilerine verilir. Allah sakınanları böylece mükafatlandırır.”
Onlar için orada Adn cennetleri
vardır ki onlar oraya girerler. Orada diledikleri her şey kendilerine verilir.
Hiçbir şek eksik bırakılmamıştır. Cennette canlarının çektiği her şey, arzu
ettikleri her şey vardır onlar için. Ne arzu ederlerse hepsi vardır orada.
Neyin gelmesini isterlerse mutlaka o kendilerine verilecektir. Yâni cennette
acaba şu da var mı? Bu da var mı? diye sormaya gerek yoktur. Ne arzu etmişseniz
hepsi vardır, yok yoktur orada. Canlarının çektiği türden her çeşit
meyveler, istedikleri tatta, istedikleri
renkte, istedikleri büyüklükte ve olgunlukta meyveler, kuş etleri, şarap
ırmakları, su ırmakları, bal ve süt ırmakları, tertemiz eşler her şey vardır
onlar için.
Orada mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici herhangi
bir şey yoktur. Orada insanın beğenmeyip burun kıvıracağı hiçbir şey yoktur.
Orada zevk vardır, orada razı oluş vardır, orada istenilen her şeye ulaşma
vardır. Orada hoşnutluk, orada Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine,
kalbine, benliğine sinmesi vardır. İşte Biz muttakileri, Allah için hayat
yaşayanları böylece mükafatlandırırız.
32. “Melekler onların canını temizlenmiş olarak alırken:
“Selâm size; yaptıklarınıza karşılık haydi cennete girin” derler.”
Melekler tayyibîn olarak,
tertemiz olarak onların canlarını alırlar. Böyle temiz bir şekilde Rablerinin
istediği bir hayatı yaşayan insanların, hayatları güzel olan insanların
ölümleri de elbette güzel olacaktır.
Allah’ın melekleri tertemiz bir şekilde canlarını alacaktır onların. Çünkü
onlar abdestleriyle, gusülleriyle, namazlarıyla, ahlâklarıyla, iffetleriyle,
aile hayatlarıyla temizlikten yana bir tavır alıyorlardı. Temizlikleriyle
tanınıyorlardı dünyada. Melekler de onların canlarını küfürden, şirkten,
zulümden, azaptan uzak bir şekilde alırlarken de şöyle derler: Selâm size!
Allah’ın selâmı, selâmeti, esenlik, güven, emniyet sizin üzerinize olsun!
Yaptıklarınıza karşılık girin cennete! derler. Ne güzel bir sonuç, ne güzel bir
karşılama değil mi? Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek Allah’ın selâmı,
Allah’ın rahmeti sizin üzerinize olsun diyerek karşılıyorlar onları. İşte temiz
bir hayatın temiz karşılaması böyle olacaktır.
İşte bu
âyetler bizim karşımıza iki insan tipi getiriyor. Bir grup insan önceki
âyetlerde anlatıldı. Allah’ın kendilerine mahza rahmet olarak indirdiği
kitabına, vahyine “esâtîru'l evvelîn” diyen, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamayan,
geberip giderken meleklere teslim olan, meleklere teslimiyetini bildiren, ama
bu teslimiyetleri kendilerine hiçbir fayda sağlamadığı için cehenneme
yuvarlanıp giden bir kâfir insan tipi. Beri tarafta hayatı boyunca Allah’a
teslim olmuş, hayatını Allah için yaşamış, hayrı, doğruyu, güzeli Allah’ın
vahyinde görmüş, vahye teslim olmuş ve sonunda melekler canlarını alırken böyle
güzel bir karşılama ile karşılanmış cennetlik mü’minler.
Buyurun hangi grubun içinde yer
almak istiyorsanız onu belirleyin. Şu anda bu yetki sizin elinizdedir. Bu hayat
bitmeden önce kararınızı verin. Cennete mi gitmek istiyorsunuz, yoksa cehennemi
mi tercih ediyorsunuz? Şu anda karar verip ona göre bir hayat yaşayın.
Biletinizi ona kesin.
33. “Onlar kendilerine yalnız meleklerin veya senin Rab-binin
buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı.
Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendilerine yazık ediyorlardı.”
Ne bekliyorlar bu insanlar?
Kendilerine meleklerin gelmesini mi? Yoksa senin Rabbinin emrinin gelmesini mi
bekliyorlar? Neyi bekliyorlar? Ne zaman iman edecekler bu adamlar? Melekler
geldiği zaman mı? Yahut Allah’ın azabının gelmesinden sonra mı müslüman
olacaklar? Böyle zorunlu bir ortamda mı iman edecekler? Böyle yaptıkları zaman
ne mânâsı olacak bu imanlarının? Böyle zoraki bir imanı Allah kabul etmiyor.
Bunu bilmiyorlar mı? Okumuyorlar mı Allah’ın âyetlerini? Tanımıyorlar mı kitabı?
Haberleri yok mu Allah’ın kitabından?
Halbuki onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı. Allah’ı görmedikçe, Meleği görmedikçe, Allah’ın azabına şahit
olmadıkça inanmayız demişlerdi. Allah’ın âyetlerinin inişine şahit olmadıkça,
Meleğe dokunmadıkça inanmayız demişlerdi. İmanı son dönemlerine geciktirmişlerdi
de Allah’ın azabıyla, Allah’ın yakalamasıyla karşı karşıya gelivermişlerdi.
Allah’ın mûcize devesini gördüler, kayalıklar arasından gözlerinin önünde
Rabbimizin deveyi çıkarışına şahit oldular. Mûsâ aleyhisselâm’ın elindeki
asanın gözlerinin önünde bir ejderha haline gelişini gördüler. Tur dağının üzerlerine
kaldırılışına, Allah’ın konuşmasına şahit oldular, Allah’ın âyetlerini gördüler
ama yine de iman etmediler. Şimdikiler de öyle yapıyorlar. Gözlerinin önünde yığınlarla
Allah âyetlerine şahit oldukları halde iman etmiyorlar.
Aslında bu
halleriyle Allah onlara zulmetmiyor. Lâkin bu insanlar kendi kendilerine
zulmediyorlar. Allah kullarına karşı asla zalim değildir. Küfürlerinden,
şirklerinden, isyanlarından ötürü Rabbimiz onları cezalandırıp cehennemine
gönderirken, gerek eski toplumlara, gerek şu andaki kâfirlere, gerekse
gelecekte yaşayacak kâfirlere azap ve ceza yasasını uygularken, böyle bir
karşılık verirken asla zalimce bir karşılık vermiyor. Yeryüzünde
yaratıcılarını, yaratıcılarının âyetlerini, yaratıcılarının hayat programını
reddederek, hayatlarında yaratıcılarını diskalifiye ederek, yaratıcılarını hayatlarına
karıştırmayarak küfür ve şirke yönelerek aslında kendilerine yazık ediyorlar.
Kendilerini bozuk para gibi harcıyorlar.
34. “Bu yüzden, işledikleri kötülüklere uğradılar ve alay
ettikleri şey onları kuşattı.”
Bu yüzden işledikleri amellerinin
kötülükleri onlara İsâbet eder. Yaşadıkları bu hayatta ne yapmışlarsa, ne tür
ameller işlemişlerse tastamam karşılığını alırlar. Rabbimiz yapıp ettikleri
şeylerde onları çepeçevre kuşatır. Alay ettikleri şeyler onları çepeçevre
kuşatır. Öy-leyse sizler ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına
gelenleri bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun! Çünkü sizden öncekiler de
şu anda sizin tavırlarınızı takındılar, benim elçilerimi alaya aldılar da
işledikleri tüm kötülükleri, yaptıkları tüm pislikleri, küfürleri, şirkleri, Allah’tan
habersiz yaşadıkları hayatlarının kötü sonucu, inkâr ettikleri azabın kuşatması
altında buluverdiler kendilerini. İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip
durdukları azap, kıyâmet gerçeği kendilerini çepeçevre kuşatıvermiştir. Ve
artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Sizler de onu
bekliyorsunuz. Dünyada müslümanlar karşısında rezil edici bir yenilgi,
kahredici bir hezimet ve âhirette de da-yanılmaz bir azap var sizin için.
35. “Allah'a eş koşanlar: “Allah dileseydi O'ndan başka
hiçbir şeye, ne biz ne de babalarımız tapardık. O'nun buyruğu olmaksızın hiçbir
şeyi haram kılmazdık” dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı.
Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer?”
Müşrikler kendilerini temize çıkarmak
için dediler ki, eğer Allah isteseydi ne bizler ne de babalarımız Ona şirk
koşamazdık. Eğer Allah izin vermeseydi bizler Ondan başkalarına kulluk
yapamazdık. Görüyor musunuz? Alçaklar şirklerini Allah’a izafe etmeye
çalışıyorlar. Şirklerinden Allah’ı sorumlu tutmaya çalışıyorlar. Allah istediği
için, Allah müsaade ettiği için biz bunları yapıyoruz diyerek kaderci kesiliyorlar.
Allah istediği için biz bu putlara tapınıyoruz. Allah istediği için biz yasa
yapıyoruz. Allah istediği için biz haram helâl koyuyoruz. Allah izin vermemiş
olsaydı, Allah onaylamamış olsaydı biz bunların hiç birisini yapamazdık. Allah
istemeseydi bizim hiçbir gücümüz ve yetkimiz olmazdı. Allah istemeseydi böyle
yeryüzünde dilediğimiz gibi bir hayat yaşayamazdık. Tüm bu yaptıklarımız
Allah’ın dilemesiyledir. Biz başka değil sadece kadere teslimiz. Biz kaderin
mahkumuyuz. Kaderimiz böyle olduğu için biz bunları yapabiliyoruz diyorlar.
Küfürlerinin, şirklerinin, işledikleri cürümlerin faturasını Allah’a çıkarmaya
çalışıyorlar. Allah izin vermeseydi biz asla O’na şirk koşamazdık. O
istemeseydi içki içemezdik, zina edemezdik diyorlar.
Çok garip
değil mi? Bugünkü kâfirler ve müşrikler de aynı mantığa sığınmaya çalışıyorlar.
Gerçekten anlamak mümkün değildir. Yâni adamlar bir hayat yaşayacaklar, yaşadıkları
bu hayatta hiç bir sınır tanımayacaklar, sürekli özgürlükten, hürriyetten söz
edecekler, bizler özgür insanlarız, yaşadığımız hayatta hiç bir kayd u şart
altına girmeyiz, kimseye karşı sorumlu değiliz, dilediğimiz gibi özgürce yaşarız
diyecekler. Dilediğimiz gibi dilediklerimizi yaparız diyecekler, dilediğimiz
gibi hayatımıza yasa yaparız diyecekler, dilediğimiz şeyleri haram, dilediğimiz
şeyleri de helâl kılarız, kimse bu konuda bize baskı yapamaz, hesap soramaz
diyecekler.
Yeryüzünde egemen bizleriz
diyecekler. Egemenlik kayıtsız şartsız bizimdir diyecekler, sonra da yedikleri
işedikleri suçların cezası ve
sorumluluğuna katlanmaları söz konusu olunca da mantıksızca diyecekler ki biz
kaderin mahkumuyuz. Allah dilemeseydi, Allah böyle istemeseydi biz bunları
yapamazdık diyecekler. Alın yazımız böyleymiş ne yapalım? diyecekler. Allah
bizi bu dünyada öteki varlıklardan farklı yaratmış. Bize bu dünyada mal, mülk,
saltanat, yetki ver-miş. Dolayısıyla Onun verdiği yetkiyle bütün bunları yaptığımız
için bunun sorumlusu Odur diyecekler. Eğer biz yanlış yapıyorsak bunun
sorumlusu Allah’tır diyecekler.
Sormak
lâzım bu kendilerini tanrı zanneden ve diledikleri gibi yaşayabileceklerine
inanan zavallılara. Ey akılsız kâfirler! Ey beyinsiz müşrikler! Ey ne dediğini,
ne yaptığını bilemeyecek kadar aptallık, sefihlik sergileyen akılsızlar!
Söyleyin bakalım sizler yeryüzünde yaşadığınız hayatta Allah’ı da, Allah’ın
âyetlerini de, Allah’ın yeryüzünde belirlediği hayat programını da reddederek
özgürlük şarkıları söylerken, kendinizi tüm dünyaya karşı özgürlük ve hürriyet
savaşçıları olarak lanse ederken, egemenlik bizdedir, biz dilediklerimizi
yaparız derken, tanrılık iddia ederken, ne oldu da böyle birdenbire Allah’ın
bir sorgulaması tepenize binince birden bire o özgürlük ve tanrılık şarkılarını
unutup, dillerinizi yutup kuzu kesiliyorsunuz? Ne oldu? Hani siz özgür değil
miydiniz? Hani siz hiçbir kayd-u şart altına girmeyen kimseler değil miydiniz?
Hani siz tanrı değil miydiniz? Hani egemenlik sizde değil miydi? Niye suspus
oldunuz böyle?
Dünyada özgürce dilediğinizi
yaparken, özgürce Allah kullarına zulmederken, özgürce insanların mallarını
gasp ederken, özgürce Allah’ın helâl haram sınırlarını çiğnerken, özgürce
insanların özgürlük haklarını ellerinden alıp onları kendinize kul köle edinirken,
insanları Rablerine kulluktan koparıp köleleştirirken, kendi yasalarınıza itaat
etsinler diye Rablerinin yasalarını onlara duyurmamaya çalışırken şimdi ne
oldu? Ne oldu ki birdenbire değişiverdiniz? Dünyada işlediğiniz amellerinizle
Rabbinizin huzuruna çıkıp onların karşılığı olarak alacağınız cehennemi görünce
niye böyle birdenbire kuzu kesildiniz?
Bizim
elimizde bir yetki yoktur! Biz yaptıklarımızın tümünü Allah öyle istediği için
yaptık! Bizi bu hale Allah getirdi! Değilse bunların hiç birisini yapamazdık.
Eğer Allah dilemeseydi biz ne şirk koşabilirdik, ne haram helâl belirleyebilirdik.
Ne zulmedebilirdik, ne tanrılığımızı iddia edebilirdik, ne egemenlik bizdedir
diyerek yeryüzünde kanun koyabilirdik. Üstelik bizim atalarımız da aynı şeyleri
yapmışlardı diyerek kendinizi Allah’ın cehenneminden kurtarmaya çalışıyorsunuz?
Bu düpedüz
Allah’a iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi, yâni eğer şirki, küfrü
Allah emretmiş olsaydı o zaman kitabında onu bizzat emrederdi. Buna Allah’ın
kitabından delil gerekir. Çünkü vahiy kitapla bilinir. Allah’ın emir ve
yasakları kitapla bilinir. Allah arzularını kitapla bildirmiştir. Allah’ın emir
ve yasakları konusunda kitap temel kriterdir. Kitabında Allah’ın emretmediği
bir şeyi Allah da böyle ister diyerek Allah’a yol göstermeye çalışmak, Allah’ın
emretmediklerini Allah emrediyormuş pozisyonunda yapmak veya insanlara tavsiye
etmek iftiraların en büyüğüdür. Zira Allah asla küfür ve şirki emretmez.
Utanmadan küfürlerinizi, şirkleriniz Allah’a onaylatmaya kalkışmayın.
Şirklerinizi peygambere tasdik ettirmeye çalışmayın.
Doğrusu
peygambere düşen iş apaçık bir tebliğden başka bir şey değildir. Bakın onların
bu herzelerine Rabbimiz cevap verecek. Evet her şeyi Allah dilemiştir. Her şey
Allah’ın dilemesiyledir. Eğer Allah dilemeseydi, onlara böyle bir özgürlük ve
yetki vermemiş olsaydı elbette onlar asla kâfir ve müşrik olamazlardı. Diledikleri
gibi bir hayat yaşayamazlardı. Diledikleri gibi kendilerine yasa yapamazlardı.
Diledikleri gibi bu iyidir, bu kötüdür, bu haramdır, bu helâldir diyemezler-di.
Bu müsaadeyi veren Allah’tır. Yâni onları böyle bir özgürlük özelliğinde
yaratan, onlara irade veren Odur. Ama unutmayalım ki Rab-bimizin onları böyle
özgür yaratması, onlara irade vermesi bu insanları asla sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Çünkü aynı Allah yaşadıkları bu
hayat içinde onlara yanlışa gitmeme, şirke düşmeme, müslümanca bir hayat yaşama
iradesini, imkânını da lütfetmiştir. Şirki de tercih edebilirsiniz, tevhidi de.
İmanı da tercih edebilirsiniz, küfrü de buyurmuştur. İnanı yaratırken ona böyle
bir özgürlük, bir irade veren Rabbimiz, buyurun bu iradelerinizle dilediğinizi
tercih edebilirsiniz ve sonucuna katlanmak kayd-u şartıyla mü’min de
olabilirsiniz, kâfir de. Benim gönderdiğim kitap istikâme-tinde de
yaşayabilirsiniz, Benim sistemimi diskalifiye ederek Benimkine alternatif haram
ve helâller de üretedebilirsiniz. Sizin için gönderdiğim Benim hayat programımı
da takip edebilirsiniz, kendinize düzenler de koyabilirsiniz. Dilerseniz Benim
gönderdiğim elçilerimin tarif ettiği bir hayatı yaşarsınız kazananlardan
olursunuz, dilerseniz burnunuzun doğrusuna gider kaybedenlerden olursunuz.
Ama unutmayın ki kazananlar bana
kul olanlar, benim istediğim gibi yaşayanlar, kaybedenler de bana alternatif
dinler, hayat programları takip edenlerdir, buyurdu.
36. “Andolsun ki, her ümmete: “Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan
kaçın” diyen peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola
eriştirdi kimi de sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin; peygamberleri
yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.”
Biz her bir ümmet için, her bir
toplum için mutlaka bir peygam-ber göndermişizdir. Kendilerine elçi gönderilmemiş
bir tek toplum yoktur. Kendilerine vahiy ulaştırılmamış bir tek ümmet yoktur.
Rabbimi-zin toplumlara gönderdiği elçilerinin ortak özellikleri de bakın şuy-muş:
Bu elçilerin tamamı gönderildikleri toplumlara şunu söylemişler: Ey insanlar,
sadece Allah’a kulluk edin. Hayatınızın her bir bölümünde sadece Allah’ı
dinleyin. Hayatınızda hakim varlık sadece Allah olsun. Sadece Allah yasalarını
uygulayın. Sadece Allah’ın istediği kulluğu yaşayın.
Allah karşıtı tanrılık iddiasında
bulunan her bir tâğuttan, her bir azgından da uzaklaşın. Allah’ın dini karşısında
din iddiasında bulunan, Allah’ın yasaları karşısında yasa belirlemeye kalkışan,
insanları Allah’a kulluktan koparıp kendisine, kendi yasalarına itaate çağıran
her bir azgın tâğuttan, o tâğutlara itaatten vaz geçin. O azgınları asla muhatap
kabul etmeyin.
İşte
Rabbimiz Hazreti Adem aleyhisselâm’dan bu yana elçi gönderdiği tüm toplumlara
bu yasasını ulaştırmıştır. İşte gönderdiği son elçisine de emrini veriyordu. Ey
peygamberim, sen insanları sadece Bana kulluğa dâvet et. Sen ve senin dâvetini
kabul edenler Be-nim karşıtım azgın tâğutlardan uzak durun. Hayatınızın hiçbir
bölümünde tâğutlara karışma alanı bırakmayın. Benimle birlikte tağutların
yasalarını da uygulamaya kalkışarak şirke düşmeyin.
Şimdi
Rabbimiz tüm elçilerine böyle buyurmuşken, son elçisine de bunu emretmişken,
tüm peygamberler tarih boyunca insanları yalnız Allah’ı dinlemeye, Allah
karşıtı tâğutları reddetmeye çağırıp dururlarken tâğutlara itaat eden, putları
Allah’a ortak koşan ve de eğer Allah istemeseydi biz bu suçları asla
işleyemezdik diyerek küfür ve şirklerinin faturasını Allah’a kesmeye çalışan bu
müşriklere ne demek lâzım? Bu durumda Allah’ı bırakarak, Allah’a kulluğu
bırakarak, Allah’ın dinini terk ederek tâğutların dinini uygulamaya çalışan bu
insanlar kendilerini nasıl mazur gösterebilirler?
İşte
onlardan bazılarına Allah hidâyet edip doğru yolunu göstermiştir. Onlardan
kimilerine de dalâlet isâbet etti. Kimileri Allah’a kulak verdiler, Allah’ın
kitaplarına, Allah’ın elçilerine kulak verdiler, tevhide inandılar, Allah yoluna
gittiler, müslümanca bir hayat yaşadılar. Kimileri de Allah’tan, Allah’ın
kitabından, Allah’ın dininden habersiz sapık bir hayat yaşadılar, hevâ ve
heveslerine tabi oldular, tağutların yolundan gittiler.
Öyleyse şimdi sizler ey insanlar,
arzda gezip dolaşın. Bir bakın ki yalancıların âkıbetleri nice olmuş? Allah’ı yalanlayanların,
Allah’ın âyetlerini yalan sayanların, Allah’ın elçilerini yok farz ederek bir
hayat yaşayanların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakıverin. Âd kavmine, Hûd
kavmine, Nuh kavmine, Lût kavmine, Semûd’a bir bakmaz mısınız? Ne âlemde şimdi
onlar? O görkemli vücutlar, cüsseler, o görkemli şehirler, medeniyetler, o
görkemli ordular, o görkemli egemenlikler nerede şimdi? Nerede o yeryüzünü
titreten kralların haykırışları? Hepsi yıkılıp gitmediler mi? Hepsi yok olup
gitmediler mi? Yerlerinde baykuşlar ötmüyor mu? Tarihten hiç ibret almıyor
musunuz? Onlar gittiler de siz bâkî mi kalacaksınız? Onlar öldüler de siz
ölmeyecek misiniz? Sizin saltanatınız bitmeyecek mi? Unutmayın ki bir gün bu
dünya, bu hayat, bu güneş, bu yıldızlar ve her şey bitecek. Öyleyse sen ey
Rasül:
37. “Ey Muhammed! Onların doğru yolda olmalarına ne kadar
özensen, yine de Allah, saptırdığını doğru yola ilet-mez. Onların yardımcıları
da olmaz.”
Unutma ki sen onların hidâyeti için,
sen onların müslüman olup cennete gitmeleri için çok hırslısın, çok harissin.
Onların iman etmeleri için elinde avucunda neyin varsa harcayacak kadar,
kendini yiyip bitirecek kadar hırslısın. Niye bu adamlar cehenneme, ateşe doğru
koşuyorlar? Niye bu adamlar kendi kendilerine yazık ediyorlar? diye bütün
gücünle çabalıyor, mahzun oluyorsun. Ne oluyor sana? Şunu unutma ki sen bu iş
için ne kadar da özensen, ne kadar da haris davransan Allah’ın saptırdığını
asla hidâyete ulaştıramazsın. Allah, saptırdığını asla doğru yola iletmez.
Allah, saptıran kimseye asla hidâyet etmez. Üstelik onlar için herhangi bir
yardımcı da bulunmaz. Bir kimse sapmayı, sapıklığı tercih etmiş de, Allah da
onun bu sapıklığını onaylamışsa artık onu hidâyete ulaştıracak yoktur. Böyle
birine ne peygamberin ne de başka birisinin yapabileceği bir şey yoktur.
38,39. “Ölen kimseyi Allah'ın diriltmeyeceği üzerine bütün
güçleriyle Allah'a yemin ederler. Hayır; öyle değil, ayrılığa düştükleri şeyi
onlara açıklamayı, inkâr edenlerin kendilerinin yalancı olduklarını
bileceklerini, Allah gerçekten vaat etmiştir, fakat insanların çoğu bilmezler.”
Ölen bir kimseyi Allah’ın asla
diriltmeyeceği konusunda bütün varlıkları ile, olanca güçleri ile Allah’a yemin
ettiler. Allah öldürdüğü bir kimseyi asla diriltmez dediler. Öldükten sonra
dirilme olmaz dediler. Rabbimiz buyuruyor ki doğrusu Biz kendi üzerimize bir
vaat verdik. Kendi üzerimize hak bir vaat olarak yazdık ki Biz öldüreceğiz ve
Biz dirilteceğiz. Bunu bir hak yasa olarak kendi üzerimize yazdık. Diriltecek,
öldürecek ve hesaba çekeceğiz dedik. İşte bu Bizim kendi üzerimize yazdığımız
bir sözdür, bir vaattir. Ama insanlardan pek çoğu Bizim bu yasamızı
bilmiyorlar.
Evet istedikleri kadar bu
insanlar dirilişi reddetsinler. İstedikleri kadar ölüm ötesi hayatı
reddetsinler. Yaşadıkları bu kötü hayatın sonunda çekilecekleri hesaptan
korkarak istedikleri kadar sümen altı edileceklerini iddia etsinler. Rabbimiz
de buyuruyor ki Biz kendimize bir yasa olarak, bir vaat olarak yazdık ki
öldürecek ve dirilteceğiz. Peki ne içinmiş bu? Niye böyle yapmış Rabbimiz?
İhtilaf
edip durdukları şeyler onlara açıklansın, açıklığa ka-vuşturulsun diye. Ve
kâfirler bu iddiada olanlar kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler diye.
İşte bunun için dirilteceğiz onları. Bir gün her şey apaçık ortaya çıkacak. Kim
doğru söyledi? Kim yalan söyledi? Kim haktaydı? Kim bâtıldaydı? Tüm ihtilâflar,
her şey açığa çıkarılacaktır. Gerçi insanların ihtilâf edip durdukları her şey
bellidir. Hak ve bâtıl elimizdeki bu kitapta ve bu kitabın pratiği olan
Rasûlullah Efendimizin sünnetinde belirtilip açıklanmıştır ama insanlar
Rablerinin bu kitabından ve elçisinin sünnetinden habersiz bir hayat
yaşadıkları için bu ihtilâflar devam etmektedir. Halbuki Rabbimizin yarın
açıklayacağı her şey bu dünyada açıklanmıştır. Her şey vahiyle ortaya konmuştur.
Hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Hak da belli, bâtıl da belli, iyi de belli,
kötü de belli, hayır da belli, şer de bellidir.
Şu anda Rabbimizin bu kitabını
eline alıp okuyan herkes ayan beyan bunu görecektir. O zaman biz kullara düşen
Rabbimizin kitabıyla birlikte olmak, kitabı tanımaya çalışmak, kitapla doğruyu,
hakkı bulmak, yarın zorunlu olarak Allah’ın açıklayıp ortaya koyacağı hak
bilgisine bu kitap vasıtasıyla bugünden ulaşarak Rabbimize Onun istediği kulluğun
hesabını yapmaktır.
40. “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece
ona “ Ol” dememizdir ve hemen olur.”
Biz bir şeyin olmasını istedik mi
ona sözümüz sadece ol demektir. Sadece ona, ol deriz, o da hemen
oluverir. Hani kâfirler Allah hiç kimseyi diriltmeyecek diyorlardı. Öldükten
sonra asla bir diriliş yoktur, hesap kitap yoktur diyorlardı ya. İşte bakın
Rabbimiz onların bu herzelerine cevap olarak buyuruyor ki, Bizim diriltmemiz
hiç de zor değildir. Bu iş nasıl olacak acaba? Allah bu kadar insanı nasıl
diriltecek? filan diyorsanız, bu işi zor görüyorsanız bilesiniz ki Biz bir
şeyin olmasını istedik mi sadece ol deriz o da hemen oluverir. Ne olursa olsun.
İster bir yaratma, bir diriltme, bir var etme olsun, isterse bir öldürme olsun
Biz o konuda sadece ol deriz o kadar. Nasıl ki şu anda sizleri yaratmamız Bize
hiç de zor gelmiyorsa, ölümlerinizden sonra sizleri tekrar diriltmek de zor
gelmez. Bu konuda hiç kimsenin bir şüphesi olmasın buyuruyor.
41. “Haksızlığa uğrattıktan sonra, Allah yolunda hicret
eden kimseleri, andolsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri
ise daha büyüktür, keşke bilseler!”
Evet bu âyetinde Rabbimiz
Mekke’de bunalmış müslümanlara yol gösteriyor. Mekke’de müslümanlar imanlarından
ötürü bir kaşık suda boğulmak isteniyordu. O ortamda ben müslümanım diyen
herkes âdeta işkenceye adaylığını koyuyordu. Allah’ın Resûlü çok kötü durumda
olan müslümanlar için yeni bir yurt arayışı içine giriyordu. Taif denendi,
olmadı. Sonra Habeşistan denendi. Medine düşünüldü. İşte Rabbimiz bu âyetinde kıyâmete
kadar zalimlerin işkenceleri altında bunalmış, dinlerini yaşama imkânları ellerinden
alınmış, Rabbim Allah demeleri yasaklanmış ve bir çıkış arayan mazlum müslüman-lara
Rabbimiz hicret yolunu gösteriyor, hicret yasasını beyan ediyor.
Müslümanlıklarından
ötürü haksızlığa uğradıktan, zulme maruz kaldıktan sonra hicret eden
kullarımızı mutlaka dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Onlara dünyada
güzel yerleşim yerleri, yurtları nasip edeceğiz. Evet Mekke’de müslümanlığından
dolayı zulme uğrayıp da Medine İslâm yurdunda Allah ve Resûlü egemenliğinde müslümanca
bir hayata yürüyenler, orada Allah'ın istediği kulluğu icra edebilme imkânı
bulmak üzere hicret edenler Allah’ın lütfuyla en güzel bir yurda ulaşmış
olacaklar. Böyle Allah’ın dinini yaşayamadıkları için hicret edenlerin hicret
yurdunu mü’minler için güzel bir yurt yapacağını vaat ediyor.
Tabii bu
vaat sadece o günkü Mekke’li müslümanlar için değil kıyâmete kadar aynı
şartlarda bulunan tüm müslümanlar için geçerlidir. Kıyâmete kadar her kim ki bulunduğu coğrafyada Allah’a kulluğunu
icra edemediği için Allah yolunda hicrete çıkarsa yeryüzünde pek çok barınacak,
yerleşecek yerler ve bolluklar lütfedecektir Rab-bimiz. Gittiği hicret yurdunda
kendisini büyük bolluklar, bereketler, genişlikler beklemektedir. Tarihin her
döneminde bunun en güzel örneklerini görmek mümkündür. Hazreti Adem
aleyhisselâmdan bu yana dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun Allah için
hicret edenlerin çok büyük bolluklara, çok büyük bereket ve hayırlara, çok
büyük mülk ve saltanatlara ulaştıklarını görüyoruz.
Meselâ Mısır’da Firavunun
işkenceleri altında kıvranan İsrail oğulları Hazreti Mûsâ (a.s) la birlikte
hicrete çıkınca Rabbimiz onlara Sina gibi güzel bir yurt nasip ettiğini ve
orada onları bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslediğini biliyoruz.
Nuh aleyhisselâmla birlikte
gemiye binerek onun hicretine katılan müslümanların kurtuluşunu biliyoruz.
İbrahim (a.s) ve beraberinde
hicret eden ailesine bir Mekke şehrinin nasip edildiğini biliyoruz.
Yusuf (a.s) sebebiyle babası
Yakub aleyhisselâm'ın ve kardeşlerinin hicretleri sonucu kendilerine bir
Mısır'ın lütfedilişini biliyoruz.
Muhammed (a.s) ve müslümanların
Medine’ye hicretleri sonucu Rabbimizin Medine’yi onlara nasıl güzel ve müsait
bir vatan yaptığını biliyoruz.
İşte Rabbimiz diyor ki, kim Allah
için, dini için, dininin güzel olması için, âhiretinin güzel olması için,
cenneti için hicret ederse o kimse mutlaka hicret ettiği yerde çok büyük
genişlikler bulacaktır.
Tabii bu
dünyadaki güzelliktir. Âhiret yurdunun güzelliğine gelince, âhiretteki
mükafatlarına gelince bundan çok daha büyüktür buyuruyor Rabbimiz. Keşke
insanlar bunu bilebilselerdi. Keşke Rablerinin âhirette onlar için hazırladığı
akla hayale gelmedik nîmetlerini bir anlayabilmiş olsalardı. Keşke dünyadaki
malların mülklerin, evlerin barkların, yerlerin yurtların âhirettekiler yanında
hiç bir şey ifade etmediğini bir hayal edebilselerdi. Âhiret mülküne sahip olan
kim, dünyanın tüm mülklerine sahip olan kim? Cennete en son girecek bir müslümana
dünyanın on misli bir mülk verileceğini bir düşünebilselerdi o zaman
anlayabileceklerdi bunu.
42. “Onlar sabreden ve yalnız Rablerine güvenen kimselerdir.”
Onlar sabredenlerdir. Müslümanca
bir hayata sabredip direnenlerdir. Allah’ın istediği olma yolunda dişlerini
sıkanlar, mazlum bir durumdayken de, zulümler altında inlerken de, fakirken de,
zengin ve rahat bir hayatın içindeyken de, yeryüzünde, bulundukları coğrafyada
egemenlik ellerindeyken de, hasta, ya da sıhhatli bir durumdayken de, hangi
konumda olurlarsa olsunlar Allah’ın her bir konumda kendilerinden istediği
kulluğu icraya sabredenler, müslüman kalabilmenin hesabını yapanlardır onlar.
Geri adım atmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyen ve sadece Rablerine
tevekkül eden, Rablerine güvenip bel bağlayan, yardımı Rablerinden bekleyen
kimselerdir onlar. İşte Rabbimizin vaat ettiği dünya ve Ukba mükafatlarına ulaşacak
olanlar bunlardır.
43,44. “Ey Muhammed! Doğrusu senden önce de kendilerine
kitaplar ve belgelerle vahy ettiğimiz bir takım adamlar gönderdik.
Bilmiyorsanız kitaplılara sorun. Sana da, insanlara gönderileni açıklasın diye
Kur’an'ı indirdik. Belki düşünürler.”
Ey peygamberim, Biz senden önce
hiçbir peygamber göndermedik ki o peygamber erkeklerden olmasın. Erkek olarak
gönderdiğimiz hiçbir peygamber yok ki Biz ona vahy etmiş olmayalım. Tüm elçilerimizi
erkeklerden gönderdik ve her birerine vahy ettik. Eğer bu konuda bilginiz
yoksa, bilmiyorsanız haydi isterseniz zikir ehline sorun. Buradaki zikir
ehlinden kasıt ehl-i kitaptır. Zikir, kitap demektir, zikir ehli de bizden
önceki kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardır.
Evet Biz ilk elçi Adem
aleyhisselâm'dan son elçi Muhammed aleyhisselâm'a kadar her ne zaman bir elçi
göndermişsek mutlaka onu erkeklerden gönderdik ve o gönderdiğimiz elçimize vahy
ettik. Elçilerimizi erkeklerden seçtik ve kitaplarla, beyyinatla, delillerle, sahifelerle
vahyimizi onlara ulaştırdık.
Ve sana da
şu zikir olan, gündem olan, hayat programı olan, şeref olan, nasihat olan
Kur’an'ı indirdik. Şu gündem maddeleri olarak tüm hayatı kuşatan Kur’an'ı
indirdik. Niye indirmiş Rabbimiz bu kitabı? Kendilerine indirileni insanlara
açıklayasın, beyan edesin diye. Umulur ki onlar da kendilerine indirilen bu
kitap üzerinde tefekkür ederler, okurlar, anlarlar, kafa yorarlar da bu kitapta
istenildiği gibi kul olma yoluna girerler. Gerçi yine bu kitabın beyanıyla
Allah’ın vahyi peygam-berler dışında başka insanlara da inmiştir. Mûsâ
aleyhisselâm'ın annesine, Îsâ aleyhisselâm’ın annesine de vahiy gelmiş, ama
Allah onlara bu vahyi insanlara ulaştırma, yâni elçilik görevi vermemiştir.
Sadece onları bu vahiy nîmetiyle nimetlendirmiştir. Elçilik görevi, Resûllük
görevi verdiği kimseler sadece erkekler oluştur. Onlar da Allah tarafından
kendilerine gönderilen vahiyleri insanlara açıklamışlarladır. Rabbimiz onları
beyyinatlarla, züburlarla, sahifelerle, delillerle, kitaplarla şu dünya insanlığına
hidâyet rehberleri olarak görevlendirmiştir.
45,46,47. “Kötü işler düzenleyenler Allah'ın kendilerini
yere batırmasından yahut fark etmedikleri bir yerden onlara azabın gelmesinden
güvende midirler? Veya hareket halindeler iken ki Allah'ı âciz bırakamazlar ya
da yok olmak endişesindeyken onlara azabın gelmesinden güvende midirler?
Doğrusu Rabbin şefkatlidir, merhametlidir.”
Kötülük dolapları çevirenler,
Allah’a karşı, peygambere karşı, müslümanlara karşı tuzaklar kuranlar,
komplolar peşinde olanlar, müslümanları yok etmeyi planlayanlar Allah’ın bir
azapla kendilerini yerin dibine batırmayacağından emin midirler? Bilmedikleri,
hesap edemedikleri bir yönden Allah’ın kendilerine bir azap göndermeyeceğinden
eminler mi? Bir garanti mi almışlar ki Allah’tan, Allah’ın elçi-lerine ve müslümanlara
karşı tuzaklar kurmaya çalışıyorlar? Müslümanları yok etmenin planlarını
yapıyorlar? Müslümanları yeryüzünden silmenin hesabını yapanlar Allah’tan
kendilerini yere çakmayacağı konusunda bir teminat mı almışlar? Nelerine
güveniyorlar bu insanlar? Yalnız mı zannediyorlar bu müslümanları? Tanklarıyla
ezip geçeceklerini mi zannediyorlar? Dün Mekke’yi, bugün de tüm dünyayı müslümanlara
dar etmeye çalışanlar hiç hesap edemedikleri bir yerden Allah’ın azabını
gönderip boyunlarını kırmayacağını mı zannediyorlar?
Yahut onlar
dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağını mı zannediyorlar?
Allah’ı atlatacaklarını, Allah’ı âciz bırakacaklarını, Allah’ı yeneceklerini mi
hesap ediyorlar. Allah’la baş edeceklerini mi zannediyorlar? Onlar korku
içindeyken Allah onları yakalayamayacak mı? Doğrusu Rabbin Raûf'tur, Rahîm'dir,
merhametlidir, acıyandır, mühlet verendir, fırsat verendir. Düşünmüyor musunuz?
Yâni eğer şu anda Allah sizin işinizi bitirmiyorsa bu Onun âcizliğinden
değildir. Düşünmek zorundasınız. Allah’la başedebilecek misiniz? Allah’ın
saltanatı karşısında sizin gücünüz kuvvetiniz ne ki? Sinek kanadı kadar bile
bir gücünüz yokken Allah’a kafa tutarken hiç aklınız yok mu sizin? Neyinize
güvenerek Allah’a, elçilerine ve müslüman-lara tuzak kurmaya kalkışıyorsunuz?
Akıllı bir insana yakışır mı bu yaptıklarınız? Bakmaz mısınız dünya tarihine?
Duymaz mısınız geçmişlerin başlarına gelenleri? Okumaz mısınız Allah’ın
kitaplarını? Allah’la savaşa tutuşan toplumların başlarına gelenleri hiç
düşünmez misiniz? Şu kâinattaki varlıkların Rableri karşısında boyun büküp Ona
nasıl kul olduklarını görmez misiniz? Sizlerden çok daha büyük, dünyanızdan çok
daha büyük varlıkların Allah’a nasıl kul olduklarına hiç bakmaz mısınız?
48, 49, 50. “Allah'ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa
sola vurarak, Allah'a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?
Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a
secde ederler. Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolunduk-ları
şeyleri yaparlar.”
Allah’ın yarattığı şu varlıklara
bakmıyorlar mı ki küçülerek onların gölgeleri sağa sola dönüp de Allah’a secde
ediyorlar. Göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar küçülerek, Allah karşısında
küçüklüklerini takınarak Rablerine secde ediyorlar. Gökler, yerler, göklerde ve
yerdeki tüm varlıklar, melekler büyüklük taslamaksızın Rablerine boyun
bükerler, secde ederler. Üzerlerindeki Rablerinden korkarlar. Rablerinin
emirlerine ters düşmekten ödleri kopar. Allah’ın kendilerine emrettiği her şeyi
yaparlar. Madem ki melekler, göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar Rablerine
teslim olmuşlar, Rableri karşısında küçülmüşler, kibirlenmeden Rablerine boyun
eğmişler, Rablerine secde etmişlerse biz kim oluyoruz da O’na secde etmeyelim?
Tüm varlıklar Allah’a teslimken biz kim oluyoruz da O’na teslim olmuyoruz? Neyimize
güveniyoruz biz? Hayır hayır bizler de Rabbimize teslim olmak zorundayız.
Bizler de Rabbimizin her emrine boyun bükmek, secde etmek zorundayız. Bizler de
Rabbimizin istediği bir kulluk hayatını yaşamak zorundayız.
51. “Allah, “İki ilâh edinmeyin, O ancak bir tek İlâhtır.
Yalnız Benden korkun” dedi.”
Evet Allah buyurdu ki iki İlâh
kabul etmeyin. Camide ayrı bir ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın.
Yerde ayrı bir ilâhınız, gökte ayrı bir ilâhınız olmasın. Namazda ayrı bir
ilâhınız, hukukta ayrı bir ilâhınız olmasın. Oruçta ayrı bir ilâhınız kılık
kıyafette ayrı bir ilâhınız olmasın. İbadette ayrı bir ilâhınız, sosyal ve
siyasal hayatınızda ayrı bir ilâhınız olmasın. Hayatınızın bazı bölümlerine
karışacak ayrı bir ilâhınız, öteki bölümlerinde söz sahibi ayrı bir ilâhınız
olmasın. Sizin İlâhınız tek bir İlâhtır. Yalnız Benden sakının. Yalnız Beni
dinleyin. Yalnız Bana kul olun. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sadece Bana
secde ediyorken, sadece Beni dinliyorken, sadece Benim emir ve yasalarıma boyun
büküyorken sizler de sadece Beni İlâh bilin diyor Rabbimiz.
Rabbimiz
elçiler göndermiş, bu elçileri vasıtasıyla insanları uyarmış, bu elçileri
vasıtasıyla insanlara kendi güç ve kudretini tanıtmış, tarih içinde kendisiyle
savaşa tutuşanların, kendisine, elçilerine ve mü’minlere tuzak kuranların
başlarına gelenleri anlatmış, kendisinden başka İlâh olmadığını tüm
delilleriyle ortaya koymuş, yalnız kendisine kul olmamız gerektiğini, yalnız
kendisini İlâh bilmemiz gerektiğini, yalnız kendisinden korkmamız gerektiğini
bildirmiş.
Göklerde ve yerde egemen tek
İlâh, Benden başka sözü dinlenecek, arzuları yerine getirilecek, yasaları uygulanacak
İlâh yok demiş. Şimdi böyle bir durumda bize düşen nedir? Yaşadığımız bu
hayatın en küçük bir biriminde bile O’ndan başkalarını söz sahibi kabul etmeden
sadece O’na kulluk, sadece O’nu dinlemek. Sadece O’nun razı olacağı bir hayatı
yaşamaktır. Hayatın hiçbir bölümünde başkalarını, başka ilâhları O’na ortak
kılmamaktır. Çünkü:
52. “Göklerde yerde olan O'nundur. Kulluk da daima O'nadır.
Allah'tan başkasından mı sakınıyorsunuz?”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülküdür. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi mülktür, Mâlik de O’dur. Mülkün Mâlikle ilişkisi de tıpkı kölenin
efendiyle ilişkisi gibi sadece O’na kul olmaktır. Göklerin ve yerin mülkü
konusunda, göklere ve yere egemenliği konusunda O’nun bir ortağı yok ki O’ndan
başka ilâhlar olsun. Göklere ve yere egemen tek İlâh O olduğu için din de
yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde uygulanacak hayat programı da yalnız
O’nundur. O’nun mülkünde O’ndan başka din koyacak, hayat programı vaz' edecek
yasa belirleyecek, tanrılar, ilâhlar da yoktur.
Şu
anda Allah’ın mülkünde, Allah’ın
dünyasında Ondan başka tanrıların, O’ndan başka egemenlerin hakim olduğu, O’nun
dininden başka dinlerin, O’nun yasalarından başka yasaların uygulandığı bir
dünyada yaşıyoruz. Bakın bu durumda olan biz kullarına soruyor Rabbimiz: Söylesenize,
Allah’tan başkalarından mı ittika ediyorsunuz? Benden başkalarından mı
korkuyorsunuz? Benden başkalarına karşı mı takvalı oluyorsunuz? Benden başkalarının
diniyle, Benden başkalarının yasalarıyla mı yol bulmaya, hayatınızı düzenlemeye
çalışıyorsunuz? Benden başkalarına mı itaat ediyorsunuz? Halbuki:
53. “Size gelen her nîmet Allah'tandır. Sonra, bir sıkıntıya
uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız.”
Size ulaşan her bir nîmet
Allah’tandır. Hiç düşünmüyor musunuz? Şu anda istifade ettiğiniz her bir nîmet
Bendenken, her şeyinizi, hayatınızı, yaşamınızı Bana borçlu iken siz kime
kulluk ediyorsunuz? Kimin nîmetlerinden istifade edip kimin kılıcını sallıyorsunuz?
Tüm nîmetleriniz Bendendir. Böyle hayatınız tıkırındayken Beni unutuyorsunuz
ama size bir zarar dokunduğu zaman, bir fakirlik, bir hastalık, bir mahrumiyet
dokunduğu zaman Bana sığınıp, Bana yalvarıp yakarıyorsunuz. İşiniz düştüğü zaman
Beni hatırlıyor, başka zaman da unutuyorsunuz.
54,55. “Sıkıntılarınızı giderince de, içinizden bazıları
kendilerine verdiğimize nankörlük ederek Rablerine eş koşarlar. Geçinin
bakalım, yakında öğreneceksiniz.”
Bana sığındığınız, kurtulmak için
dua dua yalvarıp yakardığınız o felâketi, o sıkıntılarınızı sizden giderince de
sizden bir grup Bana şirk koşuveriyor. Bu nasıl bir iştir? Olacak şey midir bu?
Yakışıyor mu size? Bizim sevgimize küfretmek için mi yapıyorlar bunu? Nîmet
sahibine karşı yapılacak şey midir bu? Haydi yaşayın biraz bakalım. Biraz
nîmetlenin bakalım. Küfürlerinizle, nankörlüklerinizle, şirklerinizle biraz
oyalanın bakalım. Yakında öğreneceksiniz. Bu küfürlerinizin, bu şirklerinizin,
bu nankörlüklerinizin size neler kazandırdığını. Bu hayatınızın size hiçbir
hayır getirmediğini yakında anlayacaksınız. Hayata İslâm’dan başka, Allah’a
kulluktan başka hiçbir şeyin hayır getirmediğini çok yakında anlayacaksınız.
Yakında yaşadığınız bu hayatın size nasıl bir azap hazırladığını yakında
gözlerinizle göreceksiniz.
56. “Kendilerine verdiğimiz rızıktan, onların ne olduğunu
bilmeyen putlara pay ayırırlar. Allah'a andolsun ki, uydurup durduğunuz
şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz.”
Evet bu insanlar Allah’ın
kendilerine verdiği malları, rızıkları sadece kendisi yolunda harcamaları
gerekirken, sadece kendisinin gösterdiği gibi sarf etmeleri gerekirken utanmadan
Allah’ın yanı başında ortaklar buluyorlar da onlara da mallarından paylar,
nasipler, hisseler ayırıyorlar.
Bilmedikleri
putlara, bilmedikleri tanrılara Bizim verdiklerimizden hisseler ayırıyorlar.
Yâni tanrı mıdır, ilâh mıdır, önder midir, lider midir, şeyh midir, peygamber midir,
in midir, cin midir? Nedir? Ne değildir? bilmedikleri ama işte bunlar bizim
hayatımızda söz sahibi tanrılardır diye, hayatımızı düzenleyen sistemlerdir
diye, hayatımızda söz sahibi varlıklardır diye onlara da rızıklarından bir
hisse ayırıyorlar. Biliyoruz ki Allah dininin dışında, Allah sisteminin dışında
tüm sapık sistemlerin, tüm sapık anlayışların kendilerine göre tanrıları
vardır. Ama ciddi mânâda bunlar gerçekten tanrı mıdır? Bunlar gerçekten nedir?
Ne anlamı vardır? diye kendilerine sorulsa neyin nesi olduklarını hiçbir zaman
bilemeyeceklerdir. İşte bu bilmedikleri varlıklara, Bizim verdiğimiz
rızıklardan belli bir hisse ayırıyorlar buyuruyor Rabbimiz. Allah’a andolsun ki
bu uydurduklarınızdan, bu yaptıklarınızdan mutlaka hesaba çekileceksiniz.
Mülk
Allah’ın olsun, gök Allah’ın olsun, yer Allah'ın, rızık Allah’ın olsun, buğday
Allah’ın, elma, armut, para, pul, altın, gümüş Allah’ın olsun ve siz bütün
bunları bunların sahibinin yolunda harcayacak yerde tutun Allah karşısında
tanrılık iddia edenlerin istedikleri hayat tarzları yolunda harcayın. Allah
affeder mi bunu? Allah hesabını sormaz mı bunun? Mallarından, paralarından,
hayatlarından, zamanlarından, günlerinden, gecelerinden, mesailerinden bir
hisse ayırıyorlar ve diyorlar ki bunlar da putlarımıza, putların arkasına
saklanarak egemenliği ellerine geçirmiş olan egemen güçlerimize, toplumda
iktidarı elinde bulunduranlara, ortaklarımıza, liderlerimize, idarecilerimize,
otorite sahiplerimize aittir, bunları onlara ayırdık diyorlar.
İşte şirkin
temel felsefesi budur. Şirkin hayat programı budur. Şirk kelimesinin ifade
ettiği anlam budur zaten. Şirkte ikilem vardır. Sürekli bir ikilem içinde yaşar
müşrik. Hayatının bir bölümünde söz sahibi Allah’tır, öteki bölümlerinde de söz
sahibi başka tanrıları vardır. Onlara da hayatında yer vermek, onlar için de
mal harcamak zorundadır. Bunlar bazen ekonomik tanrılardır, bazen siyasal
tanrılardır, bazen bilimsel tanrılar, bazen hukuk tanrısı, bazen şifa tanrısı,
bazen oyun eğlence tanrısı, bazen dua, tevbe ve sığınma tanrısı, bazen kılık
kıyafet tanrısı, moda ve âdetler tanrısı vs vs. Tüm şirk toplumlarında bu
tanrıları yığınlarla görmek mümkündür. Allah’ın karıştırılmadığı alanlarda bu
tanrılar söz sahibidir müşrik toplumlarda. Çünkü hayat ikiye bölünmüştür.
Allah’ın karıştığı bölüm, başka tanrıların söz sahibi olduğu bölüm. Zaman da
ikiye bölünmüştür. Allah’a ayrılan zaman, başkalarına ayrılan zaman. İbadet
gibi Allah’ın karıştığı zaman birimi, onun dışında başkalarına kulluk yapılan
zaman dilimi...
Şirk mantığı, müşrikin hayatında ilk önce
ekonomik anlayışında kendisini gösterir. Yâni bir adamın müşrik mi, değil mi?
olduğunu anlamak istiyorsanız onun mal anlayışına, kazanmasına harcamasına,
ekonomik dünyasına bir bakmanız yeterli olacaktır. Şirk anlayışı önce kişinin
mala bakışında tezahür eder. Şirk anlayışı kişilerin hayatında öyle israf
yolları açar ki kapanması bir ömür içine sığdırılamaz.
Müşrik, tanrı bildiği toplum
adına, çevre adına, moda adına, âdetler adına, töreler adına da harcama yapmak
zorundadır. Çünkü sadece Allah’ın kulu değildir o. Sadece Allah’a karşı sorumlu
değildir. Onun sorumlu olduğu, kulluk yaptığı başka tanrıları da vardır.
Halbuki müs-lümanın hayatında sadece hakim güç Allah'tır. Razı edeceği varlık
tek olduğu için de çok rahattır müslüman.
57. “Beğendikleri erkek çocukları kendilerine; kızları da
Allah'a mal ediyorlar. O bundan münezzehtir.”
Evet yine o müşrikler kızları
Allah’a nisbet ediyorlar, sevip beğendikleri erkek çocuklarını da kendileri
sahipleniyorlar. Yâni diyorlar ki melekler Allah’ın kızlarıdır. Kendileri için
de iştahlarını çeken, iştahlarını kabartan oğlanları sahipleniyorlar. Yâni
kendileri kız çocuğu istemeyip hep erkek çocukları isterlerken, erkek
çocuklarına sahip olmayı arzu ederlerken Allah’a kız çocuklarını nisbet etmeye
çalışıyorlar. Melekler Allah’ın kızlarıdır, Îsâ ve Uzeyr aleyhisselâmlar da
Onun erkek evlatlarıdır demeye çalışıyorlar.
Bu adamlar
kendisiyle bir savaş içinde bulundukları Allah’ı hep kendileri gibi bir insan
olarak düşünüyorlar. Allah’ı hep kendilerini kendilerine zorla tanrı kabul
ettiren putları gibi, egemen tanrıları gibi tahayyül ediyorlar. Ve böylece
savaş içinde oldukları Allah’ı güçsüzleştirmeye çalışıyorlar. Allah’a kızları
vererek güçsüzleştirmeye çalışıyorlar ki onunla verdikleri savaşta kendileri
galip gelebilsinler. Yâni düşmanımıza kızları verelim, güçsüzleri verelim, biz
de O’nun karşısında erkek evlatları sahiplenelim, güçlüleri sahiplenelim ki
safımızdaki güçlü ordularla Onunla başedebilelim, O’nu yenebilelim demeye
çalışıyorlar hainler. O’nun içindir ki:
58, 59. “Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği
zaman içi gamla dolar yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde
yüzünden, halktan gizlemeye çalışır; onu utana, utana tutsun mu, yoksa toprağa
mı gömsün? Ne kötü hükmediyorsunuz!”
Onlardan birisine bir kız çocuğu
müjdelendiği zaman perişan olur. Yüzü kapkara kesilir. İçi gamla, üzüntüyle dolar.
Acaba şimdi kendisine müjdelenen bu kız çocuğundan dolayı, bu ar dolu müjdeden
dolayı herkesten kaçıp saklansın mı? İnsanların yüzüne bakamayarak gizlensin
mi? Nasıl çıkabilecek böyle bir ayıpla insanların karşısına? Ne yüzle
bakabilecek insanların yüzüne? Ne yapsın şimdi? Her şeye rağmen insanlardan
kaçsın mı? Utana, utana bunu kabullensin mi? Yoksa o kızcağızı toprağa mı
gömsün? Bunun hesabı içinde kahroluyor adam. Sanki kendisi takdir etti alçak
bunu. Sanki kendisi dünyaya getirdi o yavrucağızı. Sanki kendisi yarattı o
çocuğu. Bu cahiliye anlayışının, bu şirk karakterinin günümüzde kimi müslümanların
arasında hâlâ yaşadığına şahit oluyoruz.
Adam doğumu yaklaşmış karısına
diyor ki, 4,5 kız doğurduktan sonra, eğer bir kız daha doğurursan seni öldürürüm.
Kucağında bir kızla gelirsen seni kesinlikle eve sokmam. Bir kız daha
doğurduğun anda seni boşarım. Behey zalim, haydi o kız çocuğunun saçının bir
tek telini yarat bakalım. Erkeksen, gücün yetiyorsa haydi buyur sen yarat
oğlanı. Gücün yetiyor da niye kız evladı getiriyorsun karından? Ne suçu var o
kadının? Ne suçu var o çocuğun? Cahil aynı cahildir. Cahiliye aynı cahiliyedir.
Aradan bin yıl geçse de Allah ve Resûlünden uzak kalanların, Allah’ın dinini,
Allah’ın kitabını tanımayanların karakterleri hiç değişmiyor.
Dinsizlerden,
imansızlardan birisine bir kız çocuğu haberi verilince perişan oluyordu. Acaba
tüm horluğa, hakirliğe rağmen insanlardan saklanacak mı? İnsanlardan saklayacak
mı? O kız çocuğunun babası olarak kalma zilletine katlanacak mı? Yoksa hemen
götürüp onu toprağa mı gömecek? Rabbimiz buyuruyor ki yâni bunlar ne kötü hüküm
veriyorlar? Niye utanıyorlar kız çocuklarından? Niye utanılıyor? 2 çocuğu olan
bir ana baba 3. çocuktan niye utanıyor bugün? 3 çocuğu olan bir ebeveyn 4.
çocuktan niye utanıyorlar? 30 yaşından, 40 yaşından sonra çocuğa kavuşmaktan
niye utanılıyor bugün? Bu yaştan sonra ben nasıl insanların yüzüne bakacağım?
Olacak şey mi bu? El âlem ne der insana? Bu yaştan sonra çocuk olur mu?
diyenler ne yapıyorlar? Böyle düşünen insanların çocukları olmadığı zaman da
milyarları dökmüyorlar mı bu yolda? Tüm dünyayı verip de şu veya bu yollarla
bir çocuğa ulaşmaya çalışmıyorlar mı? Zavallı insanlar, Allah verince kabul
etmezler, Allah vermeyince de zorla ona ulaşmanın kavgası içine girerler.
Evet devir
hangi devir olursa olsun, Allah’ı tanımayanlar, Allah’ın dininden, Allah’ın
yasalarından habersiz bir hayat yaşayanlar hep böyle bir şirk anlayışını
sürdüreceklerdir. Hep böyle kötü hüküm vereceklerdir. İşte:
60. “Âhirete inanmayanlar kötülük misâlidirler. En üstün
misâli ise Allah verir. O güçlüdür, Hakimdir.”
Âhirete inanmayanların misâli
böyle kötüdür. Âhirete, ölüm ötesi hayata inanmayanların, âhiretin hesabını
kitabını ummayanların yapıp ettikleri ne kadar kötüdür. Yücelik, üstünlükler de
sadece Allah’a aittir. Yüce sıfatlar sadece Allah’a aittir. En yüce misâlleri
verme yetkisi sadece Allah’a aittir. Allah Azîzdir, Allah izzet ve şeref sahibidir.
Allah Hakîmdir, hikmet sahibidir.
Kadınlar ve erkekler böyle zillet içinde bir
hayatı yaşıyorlar. Erkeğiyle kadınıyla insanlar Allah’a karşı zalimce bir hayat
yaşıyorlar. Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın yasalarından habersiz isyan içinde
bir hayat yaşıyorlar, ama buna rağmen rahmeti bol olan Rabbimizin onlara karşı
nîmetleri devam ediyor, hayat devam ediyor. Eğer:
61. “Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak
olsaydı, yeryüzünde canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar
erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne
alabilirler.”
Eğer bu Allah tanımaz, din
tanımaz, kitap ve peygamber tanı-maz zalimlerin zulümleri sebebiyle onları yakalayıverecek
olsaydı, onların hak ettikleri cezalarını hemen değerlendiriverecek olsaydı
yeryüzünde debelenen hiç bir varlık kalmazdı. Lâkin Rahmeti sonsuz olan Allah
böyle yapmıyor. Suçluların, zalimlerin cezasını hemen veri-vermiyor. Bu
insanları belli bir ecele tehir ediyor. İmkân veriyor, fırsat veriyor. Buyurun
diyor dilediğiniz gibi yaşayın. İstediğiniz suçları işleyin. Buyurun
zulmünüzle, isyanınızla, imanınızla, adâletinizle, kulluğunuzla yaşayın bir
süreye kadar bakalım buyurarak hem kâfirlere, hem müşriklere, hem zalimlere,
hem müminlere, hem de tüm hayvanata, tüm varlıklara müsaade ediyor.
Evet,
yaptıklarımızdan ötürü Rabbimiz hemen bizi yakalayıp cezalandırıvermiyor. Bakın
Şûra sûresinde de Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Başımıza
gelen herhangi bir musibet ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de
çoğunu affeder. Sizler Allah’ı yeryüzünde âciz bırakacak değilsiniz. Allah
berisinde ne bir dostunuz, ne de veliniz vardır.”
(Şura
30)
Canınıza, malınıza gelen herhangi bir musîbet sadece
sizlerin ellerinizle işlemiş olduğunuz günahlar yüzündendir. Günahlar sadece
ellerle işlenmez. Ama genellikle fiiller elle işlendiği için burada eller
ifadesi kullanılmıştır. Evet mallarınız ve canlarınız konusunda size ulaşan
musîbetler sizlerin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Ama sizin
ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir. Ellerinizle
işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, kaale almayıp affettiği
için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz size bu kadar
merhametiyle muamele etmeyip de yaptığınız her bir günah yüzünden hemen
cezalandırılsaydınız mutlaka hepiniz helak olup giderdiniz. Kur’an’ın başka
yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır.
"Eğer Allah kazandıklarıyla insanları muaheze etmiş olsaydı
yeryüzünde hiç bir canlı kalmazdı."
(Fâtır
45)
Evet Rabbimiz bizim işlediklerimizden pek çoğunu affetmekle
birlikte bazıları yüzünden mallarımıza ve canlarımıza bir şeyler
göndermektedir. Öyleyse bileceğiz ki başımıza ne gelmişse kendi
işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Ve yine mü'minlere gelen musîbet ve
sıkıntıların onların günahlarına kefaret olduğunu Resûl-i Ekrem efendimizin
hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına ve canına gelen bir dert,
bir sıkıntı, bir hastalık, hattâ onun ayağına batan bir diken bile onun işlemiş
olduğu bir günahına kefarettir. Bunlar sadece mü'minin günahlarının silinmesine
sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda onun Allah katında bir derece daha
yükselmesine sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Kulun yeryüzünde günahları çoğalıp onlara kefaret
olacak bir şeyler bulunmadığı zaman Allah onun günahlarına kefaret olmak üzere
onu bir üzüntüye duçar kılar. Böylece onun günahlarını döküverir"
Bu nokta müslümanlar için büyük bir ümit ve müjde
kaynağıdır. Zira İslâm’ın kâr zarar hesabı determinizm ölçüsüne uymaz. İslâm’da iyilikler hiç
silinmez, ama kötülükleri iyilikler siliverir. Tıpkı suyun ateşi söndürdüğü,
artının eksiyi giderdiği gibi. Bu baptaki müjde sadece bu kadar da değildir.
Hadîd sûresinin 37. âyetinde anlatıldığı gibi ez’afen muzaafe vardır mü’minler
için. Hattâ İslâm’da bir iyiliği, bir hayrı düşünüp de onu yapmamak, yapamamak
bile mü’minin lehine bir sevaptır. Müslüman Allah’ın razı olacağı bir hayrı
yapmayı niyet eder, düşünür ama onu yapmaya imkân bulamadığı için yapamasa bile
bu niyetinden ötürü onu yapmış gibi Allah katında sevap kazanmaktadır. İşte
İslâm’da kâr zarar bilançosu budur. O halde kişi sürekli iyilik yapacak,
sürekli hayır peşinde olacak kötülüklerini silme adına, Allah’ın rızasını celp
ve gazabından da kurtulma adına.
Ama bir
kere de eceli geldi mi, bu dünya, bu hayat bitecek diye karar verdi mi; artık
ne bir saat geri kalır, ne bir saat tehir edilir, ne de bir saat ileri alınır.
Tüm toplumlar için bu böyle olduğu gibi insan için de böyledir. Toplumların
eceli de böyle, imparatorlukların eceli de böyle, dünyanın eceli de böyledir.
Hangi toplum, hangi ülke, hangi aile, hangi kent için, hangi insan için bu
karar verilmişse o gider. Tüm dünya ve gökler için karar verildiği zaman da
onlar gidecektir. Allah’ın bu kararı karşısında onları tutabilecek hiç bir güç
ve kuvvet yoktur.
62. “Beğenmediklerini Allah'a mal ederler. Dilleri güzel
şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere söyler durur. Cehennemin onların
olduğunda ve önceden oraya gideceklerinde şüphe yoktur.”
Evet hoşlanmadıkları,
beğenmedikleri şeyleri Allah’a isnat etmeye çalışıyorlar. Ecelli olmalarına
rağmen, sonlu ve ölümlü olmalarına rağmen, güçsüz olmalarına rağmen yine de
kendilerini bir şey zannederek beğenmedikleri kızları güç kuvvet sahibi olan
Allah’a isnat etmeye çalışıyorlar.
Yahut da hoşlanmadıkları
özellikleri, kendilerine lâyık görmedikleri sıfatları Allah’a izafe ediyorlar.
Böylece yalanı da kendi dilleriyle söylüyorlar. Hangi yalan? Hüsna bizimdir
diyorlar. Sonunda güzel âkıbet, cennet bizimdir diyorlar. Bu dünyada başarı, bu
dünyada en güzel sonuç, en güzel hayat, en güzel mükafat bizimdir, âhirette de
en güzel sonuç bize aittir diyorlar. Bunu söylerken de yalan söylü-yorlar.
Allah hakkında ise hiç mi hiç hoşlanmadıkları şeyleri söylüyor-lar. Hâşâ Allah,
peygamber, kitap, iman, hidâyet, müslüman hiç hoşlanılmayan iğrenç şeylerdir.
Allah karşıtı olarak kendi dünyalarında kendilerince, kendi keyiflerince, ama
Allah’ın verdiği nîmetlerle hayatlarını sürdüren bu insanlar en güzel bir dünyanın,
en güzel bir geleceğin sahibi olduklarını söylüyorlar.
Onlar ne
söylerse söylesinler, nasıl düşünürlerse düşünsünler Allah buyuruyor ki hiç
şüphesiz, kaçınılmaz cehennem onlarındır. Cehennem onlar içindir ve asla oradan
çıkamayacaklardır. Çünkü insan oğlunun gelecek hakkında hiçbir gücü yoktur. Düşünün
müşrik insana bir kız çocuğu müjdelendiği zaman gayz ve kinle doluyor ama
hiçbir şey yapamıyor. Elinden hiçbir şey gelmiyor. Haydi gücü varsa o kız
çocuğunu erkek haline getirsin bakalım. Kız yerine erkek yaratsın bakalım. Yetiyor
mu buna gücü? Bakın işte şu anda da görüyoruz ki tıp bu kasar gelişmiş olduğu
halde insanların buna güçleri yetmiyor. Adam ıararla erkek çocuğu istiyor ama
Allah dilemedikçe ona ulaşa-mıyor. Hiç çocuğu olmayan nice aile vardır ki bu
uğurda tüm servetlerini vermeye hazırlar, ama Allah dilemedikçe yapabilecekleri
hiçbir şey yok.
Allah’ı yeryüzünde silmek
isteyen, Allah’ın elçilerine ve o elçilerin yolunda yürüyen müslümanlara hayat
hakkı vermemeye çalışan insanlar haydi güçleri yeriyorsa kız yerine bir erkek
çocuğu yaratsınlar da görelim. Hayatlarının vazgeçilmez unsuru olan bir tek
yağmur damlasını bile indirmeye güçleri yetmeyen bu insanlar ne hakla
diyebiliyorlar ki bizim geleceğimiz güzeldir. Ne hakla diyebiliyorlar ki müslümanların
gelecekleri kötüdür? Cennetin sahibini diskalifiye ederek bir hayat yaşadıkları
halde nasıl diyebiliyorlar ki cennet bizimdir?
63. “Ey Muhammed! Allah'a andolsun ki, senden önceki
ümmetlere peygamberler gönderdik. Şeytan yaptıklarını onlara hep güzel
gösterdi. Bugün de dostları odur. Onlara can yakıcı azab vardır.”
Vallahi, tallahi senden önce de
ümmetlere, toplumlara peygamberler gönderdik. Şeytan onların amellerini de onlara
süslü gösterdi. Bugün de onların dostları, velîleri, karar mercileri şeytandır.
Yâ-ni bu iş sadece senin dönemine, senin toplumuna mahsus bir yanılgı değildir
ey peygamberim. Önceki peygamberlerin toplumlarında da bu böyle olmuştu. Senden
önceki toplumlara, ümmetlere de Biz elçiler gönderdik. O elçilerimiz de kendi
toplumlarını uyardılar. Onlar da elçilerimizi dinlemediler, şeytan onlara hakim
oldu. Şeytan onlara küfürlerini, şirklerini, Allah ve elçileriyle savaşı onlara
süslü gösterdi. Onlar elçilerimize düşman kesilirken şeytanın dostu oldular.
Onun içindir ki kıyâmet gününde de şeytan onların dostu olacaktır. O gün onlar
şeytanlara bitişik olarak, onların gittiği yere gideceklerdir. Onlar için orada
acıklı bir azap vardır.
64. “Sana Kitabı, ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman
için, inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indirdik.”
Şimdi sana da bir kitap indirdik.
Tıpkı senden önceki elçilerimize kitaplar ve suhuflar indirdiğimiz gibi sana da
bir kitap indirdik. Ne için? İnsanlara ihtilâf ettikleri konuları açıklayasın
diye. Bazen doğru bazen yanlış olarak söyledikleri, hükmettikleri konularda
onları doğruya, hakka, hidâyete ulaştırasın diye. İnsanlara hidâyet olsun diye.
İnsanlara rahmet olsun diye. İnsanlara rahmet kapıları açılsın diye. Tabii iman
edenlere, iman kaynaklı bir hayat yaşamak isteyenlere, rahmete ulaştıracak
kapılar açılsın diye.
Kitap onunla yol bulmak
isteyenlere en büyük hidâyet rehberidir. O zaman Rabbimizin peygamberimize gönderdiği
bu rahmet kapısının kıymetini bilerek ondan istifade etmeye çalışmalıyız. Bu
nîmetle birlikte olmaya çalışmalıyız.
65. “Allah gökten su indirir ve ölümden sonra yeryüzünü
diriltir. Kulak veren kimseler için bunda ibret vardır.”
Kitap nîmetinden başka nîmetleri
de vardır Rabbimizin. Allah gökten su indirdi. O suyla ölümünden sonra, sararıp
solmasından sonra toprağı diriltti. Kış mevsiminde ölmüş, donmuş araziyi
diriltip hayat verdi. İşte Rabbimizin hidâyet olsun diye, rahmet olsun diye
gönderdiği kitap nîmeti de, vahiy nîmeti de aynen bunun gibidir. Yağ-mur
âyetiyle ölü toprağı dirilten Rabbimiz kitap nîmetiyle, vahiy nîmetiyle de ölü
kalplere dirilik vermiştir. Bu kitabın âyetlerini dinleyen, bu kitabın
âyetlerine kulak veren, bu kitapla yol bulmak isteyen, bu kitabın hidâyetine tabi
olan insanlar da dirileceklerdir.
Tabii bu kitapla beraber olmayan,
bu kitabın âyetlerinden habersiz yaşayan insanlar Allah’ın burada sözünü ettiği
yağmur âyeti ve benzeri âyetlerinin de birer nîmet olduğunu anlayamayacaklardır.
Bu kitapla beraber olan kimse Allah’ın tüm nîmetlerinden haberdar olacaktır.
Yâni göklerdeki ve yerdeki Allah âyetlerinden haberdar olmanın yolu bu kitaptan
geçmektedir. Kitabı tanımayan bir kimse yıllarca gökyüzünü araştırsa, yeryüzünü
incelese ne orada, ne de burada bir tek Allah âyetinin varlığının farkına
varamaz. Ama her an bu kitapla beraber olan bir mü’min bir taş mı gördü? Bir
üzüm tanesi mi gördü? Bir kar lapası mı gördü? O gördüğü, onu Allah’a, imana ve
hidâyete götürecektir. Bakın Rabbimiz bu âyetlerden birisi için de şöyle buyuruyor:
66. “Hayvanlarda da size ibretler vardır. Bağırsaklarındakiler
ile kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiririz.”
Hayvanlarda da sizin için
ibretler vardır. Sizi onların karınlarından sularız. Onların karınlarında kan
ve pislik arasından çıkardığımız halis bir sütle sizi doyuruyoruz. İçimi kolay,
içenlere lezzet veren bir besinle sizi doyuruyoruz. İşte bunda da sizin için
ibretler vardır. Bu mekânizmayı o hayvanların karınlarında kuran Biziz. Bu
nîmeti sizlere sunan Biziz. Sizi sizden çok düşünen Biziz.
Gerçekten
ne güzel nîmetlerdir bunlar? Hayvanlar sabahleyin evlerimizden çıkıyorlar,
yiyorlar, içiyorlar ve akşamleyin sütlenmiş olarak bize dönüyorlar. Bizim için
hareket ediyorlar, bize hizmete âmâde kılınmışlar. Karınlarında kanla işkembe
pisliği arasında Rabbimizin koyduğu bir yasayla bembeyaz, taptaze süt ikram
ediyorlar. Bu bir nîmet değil mi? Bu akıllara durgunluk verecek bir nîmet değil
mi? Bu bir âyet değil mi? Başka? Başka ne nîmetler sunmuş Rabbimiz bize?
67. “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden
şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Düşünen millet için bunda ibret
vardır.”
Şu hurma ağaçlarının
meyvelerinden ve şu kupkuru çubuğun size sunduğu üzümlerden de sarhoşluk veren
şıralar ve güzel nîmetler de çıkarıyor, elde ediyorsunuz. Onlardan şaraplar da
elde edersiniz, güzel nîmetler de çıkarırsınız. Kurutmalar, içecekler, yiyecekler
de yaparsınız.
İçki
hakkında ilk inen âyet işte budur. Ya da insanların hurma ve üzümden içki
yaptıklarını bu âyetiyle Rabbimiz haber veriyor. Ve dikkat ederseniz bunlardan
çıkarılan diğer rızıklar için güzel ifadesini kullanırken içki hakkında aynı
ifadeyi kullanmıyor. Üzümlerden de şıra çıkarırsınız diyor. Diğer rızıklar için
kullandığı güzel tabirini içki için kullanmıyor. Sürekli Allah kontrolünde olan
Peygamber Efendimiz zaten bidayetten beri ağzına koymamıştı da müslümanlardan
bazıları bu ifadeye bakarak içkiden uzaklaşmışlardır.
Tabii bundan sonra da içki
hakkında âyetler gelecek ve en so-nunda Mâide'yle içki yasak edilecek. Evet
işte üzüm ve hurma da Rabbimizin âyetlerindendir. Bakın bundan daha garip bir
âyetinden söz edecek Rabbimiz:
68,69. “Rabbin bal arısına: “Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış
kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen
için gösterdiği yollardan yürü” diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan
çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”
Rabbin arıya da vahy etti. O küçücük varlığa
da Rabbin vahyini ulaştırdı ve buyurdu ki: Dağlardan evler yap, ağaçlardan evler
yap, insanların yaptığı kovanlardan evler edin. İlk önce buralardan kendine
evler edin. Sonra da her bir meyveden ye. Sonra Rabbinin yoluna itaat ederek
yürü, devam et. Tüm çiçeklerden, çeşitli meyvelerden al diye öğretti, vahy
etti. Böylece arı Rabbinin emrine boyun eğip Rabbinin vahyi ile dağlarda,
ağaçlarda ve kovanlarda ev yaparak çiçeklerden bir şeyler toplayan arının
karnından bir içecek, bir sıvı maddesi çıkar ki ayrı ayrı renklerde insanlar
için şifadır. Muhakkak ki düşünen bir kavim için bunda da âyetler vardır.
Arıları da
bizim emrimize musahhar kılan, onlara bu bal yap-ma içgüdüsünü veren de
Rabbimizdir. Arı hangi mektepten mezun olmuş? Hangi fakülteyi bitirmiş ki en büyük
mühendislerin bile yapa-mayacağı, en büyük matematikçilerin bile içinden
çıkamayacağı bu işi becerebiliyor? Hayır hayır ona bu işi yapmasını Allah
öğretmiş, Allah vahy etmiştir. Ve Hazreti Adem (a.s) dan bu yana arı insanlığın
hizmetindedir.
Koyunu, deveyi, ineği, elma
ağacını bizim hizmetimize sunan Rabbimiz bal arısını da bize âmâde kılmıştır.
Haydi buyurun, yüksek teknolojinizle, yüksel bilimlerinizle küçücük bir arının
yaptığını yapmaya gücünüz yeter mi? Becerebilir misiniz bunu? Öyleyse şimdi
nasıl olur da her şeyi nîmet olarak bizim hizmetimize sunan böyle merhametli
bir Allah’ı reddedebilirsiniz? Nasıl nankörlük edebilirsiniz böyle bir Allah’a?
Hurmasını yiyip dururken, sütünü için dururken, balını tadıp dururken, üzümünü
yiyip dururken, havasını teneffüs edip dururken, hayvanlarından faydalanıp
dururken, dünyasında gezip dururken nasıl isyan edilebilir böyle bir Allah’a?
Halbuki Allah insana akıl vermiştir. Bütün bunları bile bile, göre göre bir
insanın Allah’a isyan içinde, kitabından habersiz, programından habersiz bir
hayat yaşaması, aklını kullanmaması gerçekten çok gariptir.
70. “Allah sizi yaratmıştır, sonra öldürecektir, içinizden
bir kısmını da ömrünün en fena zamanına ulaştırır ki, bilirken bilmez olurlar.
Doğrusu Allah bilendir, her şeye Kâdirdir.”
Allah sizi yaratmıştır. Sizi
yaratan Allah’tır. Hayatınız, varlığınız O’ndandır. Hayatınızı Ona borçlusunuz.
Sizi O yarattı, sonra da öldürecektir. Ölümünüz de O’na aittir. Bu hayat size
ait olmadığı gibi ölümünüz konusunda da bir yetkiniz yoktur. Hayatın ve ölümün
sahibi olan Allah kiminizi erken öldürür, kiminizi de ömrünün en erzel dönemine,
en rezil dönemine ulaştırır. İhtiyarlık dönemine ulaştırır da önceden bilir
olduğu şeyleri bilmez, bilemez olur. Doğrusu Allah her şeyi bilendir, her şeye
Kâdir olandır.
Evet dikkat
ederseniz Rabbimiz önce dışımızdaki nîmetlerinden söz etti. Dışınızdaki
nîmetlerin tamamının kendisinden olduğunu anlattı. Sonra bizzat kendi
yaratılışımızın da kendisinden olduğunu haber verdi. Sonra ölümlerimizin de
kendisinden olduğunu haber verdi. Erken ölmemizin de, ihtiyarlayıp ömrümüzün en
rezil dönemine getirilerek bildiklerimizi bilmez hale gelmemizin de kendisinden
olduğunu anlatıyor.
Yâni gerçekten bakıyoruz ki insan
yaşlandığı zaman çocukluk dönemine dönüyor. Tıpkı çocukluk dönemindeki gibi çok
az şey bilir, ya da hiçbir şey bilemez hale gelir. Ya da önceki bildiklerinin,
gençlik dönemindeki bildiklerinin pek çoğunu unutuyor, bilemez hale geliyor.
Kuvveti gidiyor, gücü azalıyor, hafızası, aklı, şuuru kaybolup bunaklık ortaya
çıkıyor. Daha önceden bildiğini bilmez oluyor. Şimdi, hal böyleyken nasıl
oluyor da size bu dönemleri yaşatan, sizin üzerinizde söz sahibi olan Rabbinizi
inkâr edebilirsiniz? İşte Rabbinizin bu gücünü, kudretini gözlerinizle görüyorsunuz,
bunları yaşıyorsunuz. Sonra:
71. “Allah rızıkta kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.
Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların rızıklarını vermezler. Oysa
rızıkta hepsi eşittir. Allah'ın nîmetlerini bile bile inkâr mı ediyorlar?”
Allah rızık konusunda da kiminizi
kiminize tafdil edip üstün kılmıştır. Rızknızı takdir eden, taksim eden de
O’dur. Kiminize az kiminize de çok veriyor. Bu konuda da sizin bir yetkiniz
yoktur. Doğrusu Allah’ın verdiği rızka sahip olanlar, Allah’ın verdiği rızkı
elinde tutanlar elleri altında, emirleri altında olanlara, hizmetçilerine,
ihtiyaç sahiplerine vermiyorlar ki onlar da bu konuda onlarla eşit bir konuma
gelmiş olsunlar. Ya da o ihtiyaç sahipleri bu rızık konusunda onlara ortak oldukları
halde onlara vermiyorlar. Böyle yapanlar Allah’ın nîmetlerini bile bile inkâr
mı ediyorlar?
Allah’ın
size verdiği o nîmetlerde, o rızıklarda senden başkalarının da ortak olduğunu
inkâr mı ediyorsun? Elindekilerin sadece ken-dine ait olduğunu mu
zannediyorsun? Unutma ki Allah’ın sana verdiklerinde hizmetçilerinin, çalıştırdıklarının,
kölelerinin, ailenin, komşularının akrabalarının, köyündeki, kentindeki
fakirlerin ortaklıkları vardır. Şu anda sahip olduğun nîmetleri veren Allah’ın
bu konudaki yasası böyledir. Onlar da bu nîmetlerden faydalandırılmaları
gerekirken, onlar da bu nîmetlere ortak iken elindekileri sadece kendine harcayarak,
hak sahiplerine haklarını vermeyerek Allah’ın yasasına karşı mı geliyorsun?
Allah’ın nîmetlerini bile bile inkâr mı ediyorsun? Nîmet sahibine nankörlük mü
yapıyorsun?
Bir düşünsene. Madem ki
elindekiler sadece senin, öyleyse sana şu balı veren kim? Arıyı senin hizmetine
sunan kim? Şu sütü veren kim? Koyunu, ineği senin hizmetine âmâde kılan kim? Şu
havayı, şu güneşi, suyu var eden kim? Şu elma ağacını senin rızkına sebep kılan
kim? Tüm bunların sahibi Allah olsun, tüm bu rızıklar Allah’tan olsun ve sen
kalkıp O Allah’ı kendi üzerinde hakim bilme. Sen kalkıp Allah yasasına ters
hareket et. Olacak şey midir bu? Tüm bu nîmetlerin sahibinin senin üzerinde hak
sahibi olmadığını iddia etmek kadar küstahlık olabilir mi? Tüm bu nîmetler
Allah’tan olsun ve sen kalkıp Allah’ın verdiği bu nîmetlerle ortak tanımayarak
tanrılığını ilân ederek Allah’a ortaklık iddiasında bulun. Allah’ın kendi
mülkünde ortakları olmadığı halde bu halinle sen Ona ortaklık iddiasında bulunuyorsun.
Bu yapılacak şey mi? Bunu ancak kâfirler yapabilir. Bakın Rabbimizin nîmetleri
devam ediyor:
72. “Allah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden
de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz şeylerden rızık verir. Öyleyken
bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nîmetlerini inkâr mı ediyorlar?”
O Allah ki size nefislerinizden,
kendinizden zevceler, eşler yarattı. Kendinizden, kendi cinsinizden eşler var
etti. Bu da Allah’ın nîmetlerindendir. Eşlerinizden de oğullar, kızlar,
torunlar yarattı. Ve sizi tertemiz rızıklarla da rızıklandırdı. Evet Rabbimizin
bu âyetinden de anlıyoruz ki eşler, oğullar, kızlar, torunlar da birer
rızıktır. Hal böyleyken bu insanlar bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nîmetlerini
inkâr mı ediyorlar? Kadınıyla, erkeğiyle, oğuluyla, kızıyla insanlar Allah’ın
nîmetlerine gark olsunlar, nîmet icre bir hayat yaşasınlar, sonra da kalkıp
bunca nîmetin sahibine karşı nankörlük yapsınlar. Allah’ı bırakıp da kendi hevâ
ve heveslerine, ya da başkalarına kulluk yapsınlar.
73,74. “Allah'ı
bırakıp, göklerden ve yerden kendilerine verecek rızıkları olmayan ve vermeye
güç yetiremeyen şeylere mi tapıyorlar? Allah'a benzerler koşmaya kalkmayın.
Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Onlar Allah’ı bırakıp da göklerden
ve yerden hiçbir şeye mâlik olmayan, hiçbir güçleri ve yetkileri olmayan, kendilerine
hiçbir rızık veremeyecek olanlara ibadet ediyorlar. Rızkın sahibi olan Allah’ı
bırakıyorlar da kendileri rızka muhtaç, âciz varlıkları dinliyorlar. Allah’ın
yasalarını bırakıyorlar da bir takım zavallıların yasalarını uygulamaya çalışıyorlar.
Allah’a benzer koşmaya kalkışmayın. Allah yanında etkili yetkili varlıklar
kabul etmeyin. Allah’a misâller getirmeyin. Allah tek İlâh tır. Allah bilir siz
bilmezsiniz. Allah kendisini kitabında ve elçisinin sünnetinde nasıl tanıtmışsa
öylece inanın, öylece kabul edin.
Bana göre Allah böyledir, bana
göre Allah şöyledir demeye kalkmayın. Bana göre Allah şöyle olmalıdır, böyle
olmalıdır demeye kalkışmayın. Bana göre Allah şöyle buyurmalıdır, bana göre
şunları istememelidir diyerek O’nu şartlandırmaya, O’na yol göstermeye, O’-na
akıl vermeye kalkışmayın. Bana Allah’ın dini şöyledir, bana göre Allah’ın
kitabı böyledir, bana göre peygamber şöyledir demeyin. Allah kendisini, Allah
kitabını, peygamberini, dinini nasıl ortaya koymuşsa öylece öğrenin ve iman
edin. Allah bilir siz bilmezsiniz.
Öyleyse biz Allah’ın dediğini
söylersek o zaman doğru söylemiş oluruz. Aksi takdirde Allah’ı Allah’ın
tanıttığı gibi tanımadan, kitabını O’nun bildirdiği gibi tanımadan bir yargıda
bulunmuşsak yanlış yapmış oluruz. Öyleyse Allah’ın ve Resûlünün doğrularını
bilmek zorundayız. Bakın Allah bir misâl veriyor:
5. “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı
olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nîmetlerden gizlice ve açıkça
sarf eden kimseyi misâl gösterir: Hiç bunlar eşit olur mu? Övülmeye lâyık olan
Allah'tır, fakat çoğu bilmezler.”
Evet Allah bir köleyi misâl verdi
ki o kölenin hiçbir şeye gücü yetmiyor. Bir adamın, bir efendinin bir kölesi
var ve o kölenin hiç bir şeye gücü yetmiyor. Efendinin dediklerini anlamaktan
da âciz, emirlerini yerine getirmekten de, işlerini görmekten de âciz bir köle.
Şimdi böyle bir köleyi karşınıza getirin. Bir de Bizim kendisine katımızdan
güzel bir rızık verdiğimiz kimse var. O da Bizim kendisine verdiğimiz rızıktan
gizli ve açık infak ediyor. Hiç bunun ikisi eşit olur mu? Bunun ikisi bir olur
mu? Yâni hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeye güç yetiremeyen böyle bir köle ile
bizim kendisine verdiklerimizden gizli açık harcayan kimse bir olur mu?
Yâni hiç böyle bilmeyen bir
kimseyle Allah’ı Allah olarak bilen, Allah’ı nîmetlerin sahibi olarak bilen,
nîmet sahibini tanıyan, nîmetin kadrini, kıymetini bilen ve nîmet sahibine
şükreden bir kimse bir olur mu?
Öyleyse
bizler Rabbimizin bu misâlini çok iyi anlayalım, Rab-bimizin güzel rızık
verdiği kimselerden olalım da O’na teşekkür için verdiklerini O’nun yolunda
kullanarak gizli ve açık infakta bulunalım. Hamde lâyık olan, övülmeye lâyık
olan, hayat programı uygulanmaya, kulluk edilmeye lâyık olan Allah’tır ama
insanlardan pek çoğu bunu bilmiyorlar. İnsanlardan pek çoğu nîmetin sahibini
bilmiyorlar. Tüm nîmetlerin sahibi olarak kendilerini görüyorlar. Biz bulduk,
biz kazandık diyorlar. Bakın bir başka misâl daha anlatıyor Rabbimiz:
76, 77. “Allah iki
adamı misâl veriyor: Birisi hiçbir şeye gücü yetmeyen bir dilsiz ki efendisine
yüktür, nereye gönderse bir hayır çıkmaz, bu doğru yolda olan, adâletle emreden
kimse ile bir olabilir mi? Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir, kıyâmet
saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur.
Şüphesiz Allah her şeye Kâdirdir.”
Yine iki adam, iki tip insan daha
düşünün ki bunlardan birisi tattır. Adamın hiçbir şeye gücü yetmiyor. İfade
gücü yok, anlatım gücü yok, meramını bile ortaya koyamıyor. Hiçbir şeyi yapma,
hiçbir şeyi becerme feraseti yok. Böyle efendisine hizmet yerine, efendisine
itaat yerine her zaman efendisine yük olan, sıkıntı olan bir insan düşünün.
Efendisi onu nereye gönderse, hangi işi buyursa bir hayır getirmiyor, bir hayır
sağlamıyor. Hep sıkıntıya sebep oluyor. Hep zarar tevlid ediyor.
Şimdi böyle bir adam hiç adâleti
emreden, her zaman Sıratı Müstakimde yürüyen bir kimse ile bir olur mu? Böyle
hiçbir işe yaramayan, sadece sıkıntı veren tat bir kimse ile toplumda adâleti
emreden, adâleti hakim kılmaya çalışan ve de kendisi Allah yolunda yürüyen
kimseyle hiç bir olur mu? Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Göklerin ve
yerin gaybı Allah’ın emrindedir. Gelecek O’nun emrinde, hayat O’nun emrinde,
memat O’nun emrindedir. Kıyâmetin emri de, kıyâmetin saati de gözün bir yerden
bir yere kayması kadar, yahut da ondan daha yakındır. Allah her şeye Kâdirdir.
Demek ki Allah çok yakın bir zamanda dünyayı tepe taklak getirebilir. Bir anda
gökleri ve yeri savuruverir. Kimse hiçbir şey yapamaz. Sura üfürmeyi emreder
Rabbimiz de bu hayatı bitiriverir.
78. “Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez
halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir.”
Bir baksanıza Allah sizi
analarınızın karnından çıkardı. Siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Bilgiden mahrum,
ne kendinizi, ne babanızı annenizi, ne çevrenizi bilmez, tanımaz bir acziyet
içinde Rabbiniz sizi analarınızın karnından çıkardı. Belki şükredersiniz diye,
belki teşekkür edersiniz, belki Rabbinize kul olursunuz, belki verenin yolunda
kullanırsınız diye Rabbiniz size gözler, kulaklar ve kalpler verdi. Sizi
işiten, gören ve hisseden kıldı. Size anlayan gönüller verdi. Umulur ki
akılarınızı başlarınıza alırsınız da sizi tüm bu nîmetlerle donatan Rabbinize
hamd ü senâlar edesiniz, kulluğa yönelesiniz diye. Analarınızın karnından sizi
çıkarmasaydı, hiç yaratmasaydı sizi kim yaratabilirdi? Kim bizi dünyaya
getirebilirdi? Rabbimiz bizi böyle insan olarak değil de taş olarak, bir hayvan
olarak, bir bitki olarak yaratmış olsaydı ne yapabilecektik? Bizi kim insan
edebilirdi? Rabbimiz bize göz, kulak ve kalp vermeseydi nereden bulabilirdik
bunları? Kim işitir yapabilirdi bizi? Kim görür yapabilirdi? Kim anlar hale
getirebilirdi? Bir düşünelim.
Allah için
şöyle alışık olduğumuz şu hayatımızdan biraz uzaklaşıp Rabbimizin âyetlerine
bir dönelim. Âyetler rehberliğinde kafamızı ellerimize alıp biraz tefekkür
edelim. Kendi hayatımızdan, şu eşyalarımızdan, teknolojiden, sanayiden, bilim,
siyaset, felsefelerimizle kendi kendimize oluşturduğumuz dünyamızdan, hayat
standartlarımızdan, düşüncelerimizden, kendi kendimize oluşturduğumuz tanrılarımızdan
şöyle birazcık sıyrılıp şu kitabı elimize alalım ve dikkatlice, anlamak,
kavramak üzere bir okuyalım. Rabbimizin bize sunduğu şu nîmetleri bir
düşünelim. Analarımızın karnından nasıl çıkarıldığımızı, nasıl yaratıldığımızı
bir düşünelim. Bir damla suyu gözümüzün önüne getirelim. Bu sudan önce alâka,
sonra, mudğa, sonra küçücük bir cenin olarak büyümeye başladığımızı, sonra ruh
üfürüldüğünü, ruh ve bedenden ibaret mükemmel bir bebek olarak, ama hiçbir şey
bilmeyen, hiçbir şey anlamayan bir insan olarak ana karnından çıkarıldığımızı
düşünelim.
Sonra Rabbimizin bizi duyan,
işiten, gören ve hisseden bir insan yaptığını düşünelim. Sonra vahiyle,
Risâletle rahmetlendirildiği-mizi düşünelim. Çevremizin gözlerimizle
görebileceğimiz görsel âyetlerle donatıldığını, kulaklarımızın da şu elimizdeki
işitsel âyetlerle karşı karşıya getirildiğini düşünelim. Bütün bunları
yapmasaydı, yaratmasaydı Rabbimiz biz ne yapardık? Kim verebilirdi bunları
bize? Kim yaratabilirdi bizi? Kim verebilirdi bize bu gözleri? Nereden alabilirdik
şu kulakları? Kimden satın alabilirdik bu kalplerimizi? Hani şu anda bunlardan
mahrum olanlar tüm dünyayı verseler elde edebiliyorlar mı? Göze, kulağa, kalbe
bir bedel ödeyebilir miyiz? Allah’ın bize lütfettiği şu nîmetlere, şu vahiy
nîmetine, şu kitap nîmetine, şu risâlet nîmetine bir bedel ödeyebilir miyiz? Bu
nîmetlerle ölümsüz bir cennete gidişe bir bedel ödeyebilir miyiz? Karşılığını
verebilir miyiz bunların? Kendi kendimize kendimizi var edebilir miyiz? Tüm bu
nîmetlerin sahibi bizleriz diyebilir miyiz? Mümkün müdür bu? Diyemeyeceksek, o
zaman gelin Allah aşkına akıllarımızı başlarımıza alalım da tüm bu nîmetlerin
sahibine şükredelim. Tüm bu nîmetleri sahibinin razı olacağı kullukta kullanalım.
İşte Rabbimiz bu âyetinde bizden
bunu istiyor. Belki şükredersiniz diye, belki kulluğa yönelirsiniz diye tüm bu
nîmetleri size verdik buyuruyor. Rabbimiz âyetlerini tanıtmaya devam ediyor.
Tabii ancak kitapla beraber olduğumuz zaman ancak anlayabileceğimiz âyetlerdir
bunlar. Değilse, eğer şu kitapla beraber değilsek üzerimizde milyonlarca kuşlar
da uçuşsa, çevremizde binlerce koyun, deve, arı gezişse de bizim için hiç bir
mânâ ifade etmeyecektir. İşte bunun içindir ki Rabbimiz ısrarla bizi bu kitapla
beraber olmaya çağırmaktadır. İşte bakın bir dâvetiye daha alıyoruz bundan
sonraki âyette:
79. “Göğün boşluğunda Allah'ın buyruğuna boyun eğerek
uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah'tan başka tutan kimse yoktur. İnanan
millet için bunda dersler vardır.”
Gökyüzünün boşluğunda Allah’ın
emirlerine, Rabbimizin yasalarına boyun eğerek uçan şu kuşlara bakmıyorlar mı?
Onları orada, o boşlukta Allah’tan başkası tutmuyor. Onları Allah’tan başka kim
tutabilir orada? Muhakkak ki bunda da iman sahipleri için âyetler, ibretler,
dersler vardır.
80. “Allah size evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Hayvanların
derilerinden, yolculukta ve ikâmet zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız evler;
yün, tüy ve kıllardan bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.”
Yine bir baksanıza, Allah sizin
ikâmet etmeniz, sakin olmanız, sükûnete ulaşmanız, rahata ermeniz, ikâmet etmeniz
için evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Ve ayrıca hayvanların derilerinden yolculukta
ve ikâmet zamanlarınızda sizin için evler yapmanızı öğretti size. Öyle evler ki
onları hafifçe, kolayca taşırsınız. Evet hayvanların derilerinden yaptığınız
çadırlarda nîmetlenmektesiniz. Ayrıca o hayvanların yünlerinden,
yapağılarından, kıllarından da bir süreye kadar faydalanacağınız,
kullanacağınız ev eşyaları, giyim eşyaları ve ticaret emtiaları da yaparsınız.
Evet
Rahmeti bol olan Rabbimiz bizlere sakin olabileceğimiz, oturup içinde sükûnete
kavuşabileceğimiz, mahremiyetlerimizi başkalarından koruyabileceğimiz ev yapma
imkânı lütfetmiştir. Bize bu bilgiyi, bu beceriyi ve imkânı vermiştir. Bize
bunu O öğretmiştir. Değilse bizler bunu nereden öğrenebilecektik? Hayvanları
bizim için yaratmasaydı, onları bizim emrimize âmâde kılmasaydı, onların derilerinden
çadır yapma, ev kurma bilgisini, imkânını bize lütfetmeseydi, o derilere ev
yapımında kullanım yasasını koymasaydı biz bunu nereden yapabilirdik? Evet o
hayvanların yünlerinden, yapağılarından, kıllarından giyimlikler elde etmemiz,
ticaret emtialarına ulaşmamız bunların hepsi Rabbimizin lütfudur. Bunların
hepsi Rabbimizin nîmetleridir.
81. “Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda
sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte
sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nîmetini müslüman olasınız diye
işte bu şekilde tamamlamaktadır.”
Yine Rabbimiz yarattıklarından
bizim için bir gölge de var etmiştir. Gölgenin nasıl bir nîmet olduğunu bu iklimde
anlamak belki mümkün değildir, ama bir ekvator ikliminde bunun ne demek
olduğunu anlarsınız. Bir ağaç gölgesi, bir ev, bir çadır, bir bulut gölgesi ne
büyük bir nîmettir değil mi? Sonra yine Rabbimiz dağlardan sığınaklar, barınaklar,
yerleşim mahalleri de var etti. Ve yine bizler için elbiseler var etti ki
onlarla sıcaktan, soğuktan korunuruz. Vücudumuzu başkalarından saklama imkânına
ulaşırız. Ve yine Rabbimiz savaşta bizleri koruyacak zırhlar var etti. Böylece
Rabbimiz nîmetlerini bizlere tamamladı. Umulur ki tüm bu nîmetleri lütfeden
Rabbimizi tanıyalım da O’na teslim olalım diye. Tüm bu nîmetlerle bizi perverde
kılan Rabbimize O’nun istediği kulluğu icra edelim, hayatımızı O’nun için ve
O’nun belirlediği gibi yaşayalım diye.
Evet işte
Rabbimizin bize lütufları, Rabbimizin sayısız nîmet-leri. Hayvanlar,
hayvanların yünleri, yapağıları, evler, çadırlar, gölgeler, dağlarda
kendiliğinden oluşmuş barınaklar, elbiseler, zırhlar vs, vs. Hayatın devamı
için bunlara ne kadar muhtacız değil mi? İşte tüm bu nîmetler karşılığında
Rabbimizin biz kullarından istediği bir tek şey vardır. O da Onun emirlerine
teslimiyet. Bu nîmetlerin sahibini bilmek ve tüm bu nîmetleri onları verenin
yolunda kullanmak, tüm bu nîmetlerle bir kulluk hayatı yaşamak. Hayatı o
hayatın sahibinin istediği gibi yaşamak. Hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’a
boyun eğerek, Onun arzularına teslim olmak. İşte tüm bu nîmetlerin sahibi olan
Allah bizden bunu istiyor. Bizler böyle yapmak zorundayız. Değilse:
82. “Eğer yüz çevirirlerse, ey Muhammed! Sana düşenin
sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.”
Eğer yüz çevirirlerse, tüm bu nîmetleri
kendilerine lütfeden Rablerinden, Rablerinin kitabından, Rablerinin dininden,
Rablerinin peygamberinden, Rablerinin kendilerinden istediği şükürden,
kulluktan yüz çevirirlerse ey peygamberim o zaman sana düşen iş apaçık bir
tebliğden başka bir şey değildir. Başka ne yapacak da peygamber? Başka ne
yapılabilir de böylelerine? Düşünebiliyor musunuz? Adamlar Rabbimizin bunca
nîmetlerini görecekler, bilecekler, bu nîmetlerin içinde bir hayat
yaşayacaklar. Gökyüzünde Rablerinin yasalarıyla uçuşan kuşları, yeryüzünde
taşınan çadırları, yapılan evleri, serinlik veren gölgeleri, barınak sağlayan
dağları, elbiseleri, zırhları ve daha nice, nice Allah âyetlerini müşahede
edecekler, Rablerinin nîmetleri içinde yüzecekler, bu âyetleri anlayabilecek
göz, kulak, kalp gibi Allah nîmetleriyle de donatılacaklar, bütün bunlara
rağmen yine de Allah’a teslim olmayacaklar.
Yine de tüm bu nîmetlerin de
kendilerinin de sahibi olan Allah’a kulluğa yönelmeyecekler. Şimdi peygamber ne
yapabilir böy-lelerine? Bir müslüman nasıl yola getirebilir bunları? Peygambere
dü-şen sadece açık bir tebliğden başkası değildir. Allah’ı bilen, Allah’ın
nîmetlerini tanıyan bu tür insanlara peygamberin yapabileceği başka bir şey yoktur.
Çünkü onlar:
83. “Allah'ın nîmetini hem bilirler hem de inkâr ederler.
Zaten çoğu kâfir kimselerdir.”
Allah’ın nîmetlerini biliyorlar,
nîmetlerin sahibi olarak Allah’ı tanıyorlar ama inkâr ediyorlar. Zaten onların
pek çoğu kâfir kimselerdir. Gerçekten çok tuhaf bir şey. Nîmet sahibi olarak
Allah’ı bilecekler, tanıyacaklar, tüm bu nîmetlere muhtaç olduklarını
anlayacaklar, gözlerini ne tarafa çevirirlerse hep Allah’ın nîmetleriyle yüz
yüze gelecekler, ve de üstelik Allah’ın elçileri kendilerine gelip açık ve net
bir şekilde tüm bu nîmetlerin Allah’tan olduğunu kendilerine haber verecek,
kendilerine apaçık Allah’ın âyetlerini okuyacaklar ve bu insanlar her şeyi bile
bile yine de inkâr edecekler, örtecekler, örtbas edecekler. Bu nasıl bir iştir?
Anlamak gerçekten mümkün değildir. Yâni bu insanlar kendi aleyhlerine böyle bir
kararı nasıl verebiliyorlar? Böyle bir nankörce bir tavrı nasıl
takınabiliyorlar? Anlamak mümkün değildir. Yoksa onlar bir günü hatırlamıyorlar
mı? Bir günden haberleri yok mu bu adamların ki:
84. “Kıyâmet günü her ümmetten bir şahit getiririz; inkâr
edenlere itiraz için izin de verilmez, onların özürleri de dinlenmez.”
Bir gün, kıyâmet günü Biz her
ümmetten bir şahit getireceğiz. Her toplumu, her ümmeti şahitleriyle birlikte
getireceğiz. Herkes şahitleriyle dipdiri ayakta olacaktır. Adam kendi kendine
şahit, azaları şahit, elleri, ayakları, gözleri, kulakları şahit, arz şahit,
yaşadığı dünya şahit, sema şahit, Resûller şahit, melekler şahit, Allah şahit.
Tüm bu şahitlerin şehadeti altında hesap vermek üzere Rablerinin huzurunda, o
büyük mahkemede dimdik ayaktalar. Artık orada kâfirlere, Rablerini örtenlere,
Rablerinin nîmetlerini örtenlere, Rablerinin âyetlerini örterek, kitabı ve
peygamberi örterek, fıtratlarını örterek bir hayat yaşayanlara ne itiraz için
bir izin verilir, ne de mâzeretleri dinlenir. Ne konuşmalarına, ne de özür
beyanlarına izin verilmez o gün. Fırsat ta-nınmaz artık o gün onlara. Her şey
bitti artık. Özür de bitti, tevbe de bitti, dönüş de bitti. Onu bu dünyada
anlamalı ve gerçekleştirmeliydiler. Geçmiş olsun. Tüm bu nîmetlerin sahibi olarak
Allah’ı bu dünyada kabullenmeliydiler. Yaşadıkları bu dünya hayatında nîmet
sahibine teşekkür etmeliydiler. Burada nîmetlerin sahibine nankörlük etmemeliydiler.
85. “Zulmedenler azap görürlerken, azapları hafifletilmez
de geciktirilmez de.”
Ama zalimler yaşadıkları bu
nankörce bir hayatın karşılığı olan azabı gördükçe onların azapları asla hafifletilmeyecek,
geciktirilmeyecek ve asla onlara bir mühlet de verilmeyecektir. Nefes
aldırılmayacaklar, yüzlerine bakılmayacak onların. Çünkü bu alçaklar bu cezayı
hak ettiler. Kendi yaptıklarının, kendi yaşadıkları hayatın karşılığıdır bu
azap. Hainler Allah’ın kendilerine verdiği imkânları kullanmadılar. Fırsatları
değerlendiremediler. Akıllarını, kalplerini, gözlerini, kulaklarını
kullanamadılar. Gözleriyle Allah’ın âyetlerini göremediler, kulaklarıyla
Allah’ın âyetlerini duyamadılar, kalpleriyle Allah’ın nîmetlerini algılayamadılar.
Gökyüzünü,
yeryüzünü, çadırları, evleri, hayvanları, kuşları, arıları, balları, sütleri,
etleri, hurmaları, üzümleri gördüler, onları yiyip içtiler ama; Allah’ın
nîmetleri içinde yüzdüler ama bu nîmetlerin sahibi bilemediler, bu nîmetlerin
sahibine kulluğa yanaşmadılar. Bu nîmetlerin sahibinin kendilerine bu
nîmetlerini tanıtmak üzere gönderdiği kitabı ve peygamberiyle ilgi kurmadılar.
Şimdi artık istedikleri kadar hak ettikleri bu azaptan kaçıp kurtulmak için
çareler arasınlar. İstedikleri kadar özürler beyan edip mâzeretlerin arakasına
saklasınlar. Onlar için asla azapları hafifletilmeyecek, nefes aldırılmayacak,
fırsat verilmeyecek.
86, 87. “Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde:
“Rabbimiz! Seni bırakıp yalvardığımız ortaklar bunlardır” derler. Koştukları
ortaklar, onlara: “Doğrusu siz yalancısınız” diye söz atarlar. Puta tapanlar o
gün Allah'ın zulmüne teslim olurlar; uydurdukları şeyler onlardan
uzaklaşırlar.”
Evet şirk koşanlar, müşrikler
koştukları ortaklarını gördükleri zaman derler ki, Rabbimiz Seni bırakıp da kendilerine
dua ettiklerimiz, ibadet ettiklerimiz, itaat ettiklerimiz, yasalarını
uygulamaya çalıştıklarımız işte bunlardır. Bakın yıllar sonra olacak bir konu
ama Rab-bimiz sanki şu anda oluyormuş gibi bizim gözlerimizin önüne seriyor.
Gaybın ve şehadetin âlimi olan, geçmişi ve geleceği bilen Rabbimiz, önceki
âyetlerde istifade ettiğimiz tüm nîmetlerin sahibi olan Rab-bimiz burada bizi
gelecekle yüz yüze getiriyor. Niye yapıyor Rabbimiz bunu? O gün yanlışa düşmeyelim
diye. Yarın kimse kendi nefsinden başkasını suçlamasın diye. Yarın hiç kimsenin
bir mâzeret hakkı kal-masın diye. Herkes bunu bilerek bir hayat yaşasın, herkes
kendi durumunu muhasebe etsin diye.
Müşrikler,
Allah’ın sıfatlarını parçalayanlar, Allah’a yetki sınırlandırması getirenler,
Allah’ı hayatın bazı alanlarına karıştırmamaya çalışanlar, hayatta Allah’tan
başka söz sahiplerinin de varlığına inananlar, hayatı parçalayıp bazı
bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başka tanrıları dinleyenler Allah
berisinde dinledikleri, Allah berisinde itaat ettikleri ortaklarını gördükleri
zaman diyecekler ki, ey Rab-bimiz, işte şunlar Seni bırakıp da dua
ettiklerimiz, kulluk ettiklerimizdir. İşte biz bunlara dua ediyorduk. İşte biz
bunları dinliyor, bunlara itaat ediyor, bunları hayatımızda etkili, yetkili
görüyorduk. Biz bunların istediği gibi bir hayat yaşıyorduk. Onlar böyle deyince
bakın o ortaklar, şerikler, tapınılanlar da diyecekler ki:
O yeryüzü
tanrıları, yapay tanrılar, sahte tanrılar ve tanrıçalar da kendilerine kulluk
edenlere, kendilerini etkili ve yetkili görüp kendilerine itaat eden kullarına
derler ki, ey zavallılar, sizler yalancılarsınız. Yalan söylüyorsunuz. Sizler
bize tapınmıyordunuz. Bizler size tanrılık iddiasında bulunmadık. Sizler
aslında bize değil kendi hevâ ve heveslerinize tapınıyordunuz diyerek Allah’a
teslim olduklarını iddia edecekler.
Ve artık o gün putçuların,
müşriklerin, Allah berisinde uydurdukları tüm şerikleri, tüm ortakları kaybolur
ve sadece Allah kalır. Ne putçular, ne putlaştırılanlar, ne tanrılar, ne kullar
hiçbirisi kalmaz. Zaten hiçbir anlam ifade etmiyordu onlar. Hepsi gittiler ve
cehenneme odun oldular. İnsanlardan kendileri hayatlarında bizzat kendilerinin
tanrılıklarını iddia etmedikleri halde, kimseye tanrılık iddiasında bulunmadıkları
halde insanların kendilerini putlaştırdığı sâlih kimseler, peygamberler ve müslümanlar
da cennete gideceklerdir. Bunun tamamen aksine kendileri kâfir oldukları halde
bir de üstelik kendilerini insanlara tanrı olarak takdim eden, insanlardan
kendi yasalarına itaat bekleyenler de o putçularla birlikte cehenneme gideceklerdir.
88. “İnkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlara, bozgunculuklarına
karşılık azab üstüne azab veririz.”
Kâfirler ve insanları, Allah
kullarını Allah yolundan alıkoymaya çalışan, engellemeye çalışanlara, Allah
kullarının Allah yasalarını uygulamasına yasaklar koyarak onları kendi yasalarına
uymaya zorlayan, Allah kullarının Allah dinini öğrenmelerine izin vermeyenlere,
din eğitimini yasaklayanlara gelince, insanların din özgürlüklerini kısıtlamaya
çalışanlara gelince onlara azap üstüne azap veririz. Bozgunculuklarından
dolayı, Allah dinini bozmalarından ötürü, insanlara işte Allah’ın dini budur
diye resmi bir din sunarak insanların dinlerini boz-malarından ötürü, yeryüzündeki
hayatı Allah’a göre, Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine göre yaşamadıklarından, insanların böylece sahih
bir din yaşamalarına izin vermediklerinden ötürü onlara azap üstüne azap tattıracağız
diyor Rabbimiz.
89. “O gün her ümmetten bir kişiyi onlara şahit tutarız.
Seni de ey Muhammed! Ümmetine şahit getiririz. Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara
doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur’an’ı indirdik.”
O gün her ümmeti, her toplumu,
her insanı onların aleyhine şahitlerle diriltiriz. Seni de ey peygamberim,
senin ümmetine şahit getiririz. Seni de onların hepsine şahit yaparız. Yâni bir
gün tüm insanlar, tüm ümmetler, tüm insanlar şahitleriyle birlikte
diriltilirler, Allah’ın huzuruna getirilirler. Ve Rasul aleyhisselâm da tüm
ümmetler üzerine şahit olarak getirilir.
Evet bütün
ümmetler kendilerinin şahitleri olan peygamberleriyle geldikleri ve ey
peygamberim, seni de kendi ümmetine, tüm insanlığa şahit olarak getireceğiz
buyuruyor Rabbimiz. Buradan anlı-yoruz ki Rasulullah efendimiz tüm
peygamberlere ve ümmetlerine şahittir. Muhammed aleyhisselâm ve onun ümmeti,
son ümmet Nuh aleyhisselâm ve toplumuna şahitlik edecek, İbrahim aleyhisselâm
ve ümmetine şahitlik edecek. Çünkü Rabbimiz son elçisine gönderdiği bu son
kitabında o peygamberlerin tümünün hayatını, toplumlarıyla ilişkisini,
toplumlarının onlara karşı tavırlarını son derece açık ve net bir biçimde haber
vermiştir. Hiçbir toplum için, hiçbir fert için bizim böyle bir kitaptan, böyle
bir elçiden haberimiz yoktu diye bir itiraz hakları olmayacak. Çünkü Sana her
şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde
olarak Kur’an’ı indirdik buyuruyor Rabbimiz.
Meselâ Nuh aleyhisselâma ve
kavmine diyecek ki işte peygamberiniz, işte Onun size söyledikleri ve işte
sizin Ona karşı söyledikleriniz. İşte Nuh peygamberimin sizin hayrınıza
çırpınışları ve işte sizin Ona isyanınız, Ona kafa tutmalarınız. Âd kavmine
buyuracak ki işte sizin hidâyetiniz için çırpınan Hûd peygamberim ve işte sizin
Ona karşı tavrınız. Ve tüm dünya insanına buyuracak ki işte sizin topunuza elçi
olarak gönderdiğim Muhammed aleyhisselâm ve işte sizin Ona karşı tutumunuz.
Evet bu
kitap ve bu kitabın kendisine indirildiği peygamber size bir rahmettir, bir
hidâyettir. Ve müslümanlara da bir müjde olsun diye indirdik biz bu kitabı.
İşte bu kitap ve bu peygamber her şeyin şahiti olacak. İnsan bu kitapla ya
kazanacak, ya da kaybedecek. İnsan bu kitapla ya cennete gidecek, ya da
cehennemi boylayacak. Bu kitabı kabul eden, bu kitaba inanan ve bu kitabın
içindekilerle bir hayat yaşayanlar cennete giderken, kitabı reddedenler,
kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar da cehenneme gideceklerdir. Çünkü bu
kitap her şeyi açıklayan, insanlar için hidâyet olan, rahmet olan ve şahit olan
bir kitaptır. İşte bu kitabında Rabbimiz Resûllerine ve onların yollarının
yolcularına şunu emreder:
90. “Allah, şüphesiz adâleti, iyilik yapmayı, yakınlara
bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutarsınız
diye size öğüt verir.”
Muhakkak ki Allah adâleti
emreder. Her şeyi yerli yerinde tutmayı, yerli yerince kullanmayı emreder.
Kendinizi ve eşyayı Allah’ın yarattığı gaye istikâmeti tutmayı, kullanmayı
emreder. Kendinizi ve eşyayı Allah’a kulluk ortamında tutmanızı emreder.
İhsanı, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluğu, sürekli O’nun kontrolü altında
olduğunuzu unutmadan bir hayat yaşamanızı emreder. Ana babalarınıza karşı,
çoluk çocuklarınıza karşı, akraba ve tüm insanlara karşı münâsebetlerinizi
kendi istediği gibi ayarlamanızı emreder. Yakınlarınıza, akrabalarınıza karşı
sahip olduklarınızdan vermenizi emreder. Cömert olmanızı, paylaşmadan yana
olmanızı ister.
Ve sizi fahşadan, münkerden ve
azgınlıktan, haddi aşmaktan, Allah’ın sınırlarını tecavüzden, Allah’ın yasalarını
çiğneyip kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde bir hayat yaşamaktan da nehy
eder. Tüm kötülüklerden, hayasızlıklardan, ahlâksızlıklardan ve aşırılıklar-dan
sizi men eder. Umulur ki tezekkür edersiniz, tefekkür edersiniz, bu Allah
uyarılarını hafızalarınızda canlı tutup hayatınızı bunlarla düzenlersiniz,
Allah için bir hayat yaşayasınız.
Evet işte
Allah’a kulluğun, Allah için bir hayat yaşamanın, Allah kontrolünde olmanın,
Allah’ı görüyormuşçasına O’na kul olmanın yasaları bunlardır. Adâlet, ihsan, akrabaya
vermek, fuhşiyatın, mün-keratın, ahlâksızlığın her türlüsünden, azgınlığın, bâğîliğin,
haddi aş-manın, sınırları çiğnemenin, Allah’a isyanın her türlüsünden uzak dur-mak.
Ayrıca:
91. “Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin.
Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah
yaptıklarınızı şüphesiz bilir.”
Söz verip ahitleştiğiniz zaman da
Allah’a verdiğiniz sözlerinizi yerine getirin. Akitleşip anlaşma yaptığınız zaman
Rabbinize verdiğiniz ahitlerinizi yerine getirin. Önce Allah’a karşı verdiğiniz
taahhütlerinize, sonra da kullara karşı taahhütlerinize sadık davranın. Allah’ı
kendinize kefil tutarak, şahit tutarak sağlamlaştırdığınız yeminlerinizi bozmayın.
Allah adıyla pekiştirdikten sonra, vallahi billahi dedikten sonra
yeminlerinizi, taahhütlerinizi bozmayın. Unutmayın ki Allah tüm yaptıklarınızı
bilmektedir. Unutmayın ki sürekli O büyük iradenin gözetimi altındasınız. Unutmayın
ki Allah’ı asla atlatamazsınız, diskalifiye edemezsiniz.
Hani sizler
kendi aleyhinizde Allah’ı şahit tutmuştunuz. Kendi üzerinize Allah’ı şahit
tutarak yeminler etmiştiniz. Hangi konuda? Hangi konuda yemin etmişseniz Allah
onu bilmektedir. Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır. Allah’a karşı
Allah’ı şahit tutarak sözler verdiniz. Söz ya Rabbi, Sen şahit ol ki ben senden
başkalarını Rab ve İlâh bilmeyeceğim. Ben senden başkalarına kulluk etmeyeceğim.
Senden başkalarının çektiği yere gitmeyeceğim. Senden başkalarını hayatımda söz
sahibi bilmeyeceğim. Hayatımın her alanında sadece Seni dinleyen bir müslüman
olacağım, müslümanca bir hayat yaşayacağım diye Onu şahit tutarak yemin etmiş,
söz vermiştiniz. Müslü-manca bir hayatın gereklerini yerine getireceğinize söz
vermiştiniz. Çevrenize karşı en güzel bir müslümanlık örneği sunacağınıza söz
vermiştiniz. Artık Rabbiniz adına verdiğiniz bu sözlere, yaptığınız mî-sâklara,
gerçekleştirdiğiniz bu anlaşmalara sadık kalın.
Bu ne biçim iştir böyle? Hem
başta Allah’a söz vereceksiniz, hem sözlerinize, yeminlerinize Allah’ı şahit
tutacaksınız, hem de Al-lah’a verdiğiniz o sözlerinizden vaz geçeceksiniz.
Müslümanlığınızın farkında olmadan bir hayat yaşayacaksınız? Olacak şey midir
bu? Ama unutmayın ki Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır, her şeyinizi
bilmektedir. Hal böyleyken sakın ha sakın:
92. “Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü,
aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan
kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. Andolsun ki, ayrılığa düştüğünüz
şeyleri size kıyâmet günü açıklar.”
İpliğini sağlamca eğirip
büktükten sonra onu çözüp bozan kadın gibi olmayın. Akşama kadar emek, emek
iplik büken, çalışıp çabalayan, yorulup ırılan ama ondan sonra da akşam o kadar
emek çektiği ipliğini bozup dağıtan kadın gibi olmayın. Bir toplum diğer bir
toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi aranızda böyle bozarak yeminlerinizi
fesat konusu yapmayın. Yeminlerinizi bozmak için fırsat kollamayın. Meselâ bir
kavimle anlaştınız. Birileriyle aranızda bir sözleşme yaptınız. Sonra o anlaşma
yaptığınız kimselerden daha güçlü birileriyle karşılaşınca, onlardan daha
kârlı, daha menfaatli birilerini bulunca bu bizim için onlardan daha karlı diyerek
daha öncekilere vermiş olduğunuz sözden vazgeçmeyin. Daha önce yaptığınız anlaşmayı
bozmayın.
Bakın Allah sizi onunla imtihan
ediyor. Unutmayın ki Allah sizi anlaştığınız, sözleştiğiniz o toplumla, o
kimseyle deniyor. Daha menfaatli, daha karlı gördüğünüz kimseler lehine,
öncekiler aleyhine anlaşmanızı bozup bozmadığınıza bakıyor. Şunu kesinlikle
bilesiniz ki eğer öncekilere verdiğiniz sözünüzden dönmezseniz, Allah’ın bu ya-sasına
sadık davranırsanız, kesinlikle bilesiniz ki Allah size ondan daha menfaatli,
daha karlı işler lütfedecektir. Ama eğer akşama kadar iplik büken, örgü ören ve
akşamleyin de onu bozuveren bir kadın durumuna düşerseniz kesinlikle hep zarar
edeceksiniz ve bu da sizin aleyhinize çıkacaktır. Yine unutmayın ki:
Allah kıyâmet
günü size ihtilâf ettiğiniz, tartıştığınız, yamul-duğunuz tüm eylemlerinizi,
tüm sözlerinizi, ahitlerinizi mutlaka açıklayacak, gözlerinizin önüne serecek
ve hesabını soracaktır. Öyleyse size düşen, Rabbinizin sizden istediğine riâyet
ederek verdiğiniz sözlerinizde durmak, anlaşmalarınıza sadık davranmaktır.
Gerek Rabbi-nize karşı, gerekse kullara karşı verdiğiniz ahitlerden dönmemektir.
Söz verip anlaşma yaptığınız kimse hattâ bir kâfir bile olsa sözünüzü asla
yalamayın. Bu bir müslümana yakışmaz. Bu bir kâfirdir, bu bir düşmandır, ben
buna verdiğim sözden vazgeçebilirim demeye hakkımız yoktur. Mü’min eman sahibi,
güven sahibi insandır. Veya işte bu adam filan gruptan, bu güçsüz, bu zayıf,
bunun elinde çeki, senedi yok falan demeyin.
Unutmayın ki kime bir söz
vermişseniz aslında sözü ona değil, Allah’a vermişsinizdir. Söz Allah için
verilmiştir. Vaat Allah’ın vaadidir. Unutmayın ki söz verdiğiniz o kişiden önce
bu konuda Allah’a karşı sorumlusunuz. Yâni sözü ister Allah’a karşı, ister kullara
karşı vermiş olun fark etmez, sorumlu olduğunuz makam Allah’tır. Öyleyse bu sorumluluğunuzun
bilincinde bir hayat yaşayın. Öteler âleminde Rabbi-nizin sualiyle karşı
karşıya kalacağınızı ve iyiliklerinizin sizi cennete, kötülüklerinizin de
cehenneme doğru götüreceğini unutmadan yaşayın.
93. “Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Ama O,
istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. İşlediklerinizden,
andolsun ki, sorumlu tutulacaksınız.”
Allah dileseydi sizi tek bir
ümmet yapardı. Lâkin içinizden sap-mak isteyenleri, sapıklığı tercih edenleri,
iradelerini sapıklıktan yana kullananları Allah saptırır, bunun tamamen aksini
tercih ederek hidâyete yönelenlerin de bu yönelişini onaylayarak Allah hidâyete
ulaştırır. Yâni sapmak dileyeni saptırır, hidâyet isteyene de hidâyet lütfeder
Allah. İradelerinizle tüm yaptıklarınızdan, tüm tercihlerinizden bir gün
mutlaka sorguya çekileceksiniz.
94. “Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyim ki, bu yüzden
sağlamca yere basmakta olan ayak sürçebilir; Allah yolundan alıkoymanıza
karşılık kötü bir azab tadarsınız ve (âhirette) de size büyük bir azab vardır.”
Sakın ha sakın yeminlerinizi
aranızda ihlâl etmeyin. Yeminlerinizi birbirinizi aldatma sebebi kılmayın. Eğer
böyle yaparsanız sağlamlaştıktan sonra ayaklarınız kayar gider. İmandan, Allah
yolundan kayar gidersiniz Allah korusun. Böylece Allah yolundan saptığınız ve
insanları sapıttığınız için de Allah size kötülük tattırır. Ve bu da sizin için
büyük bir azap olur, büyük bir azap sebebi olur. Bunu da asla unutmayın. Söz verdiniz,
yemin ettiniz ve aranızda bir anlaşma yaptınız. Bu yeminlerinizi aranızda fesat
konusu, bozgunculuk konusu yapmayın. Eğer sürekli bozmadan yana bir tavır
almaya alışırsanız bu sizin ayaklarınızın kaymasına sebep olacaktır. Hem sizin
kendi ayaklarınız imandan kayıp gidecek, hem de insanları Allah yolundan kaydırmış
olacaksınız. Çünkü bir müslüman olarak, Allah’a inandığını iddia etmiş bir
kimse olarak sizdeki bu dönekliği, bu cıvıklığı, bu sözünde durmamayı görenleri
de Allah yolundan alıkoyacağınızı, onları Allah dininden uzaklaştırıp soğutacağınızı
unutmayın.
Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle diyordu: “Münafığın
alâmeti üçtür. Söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine emanet edilene
hıyanet eder. Konuştuğu zaman da yalan söyler.” Evet bunlar kişiyi
imandan uzaklaştıran özelliklerdir. Kişiyi imandan çok nifaka yaklaştıran
özelliklerdir ki bir mü’minin böyle özellikleri taşıması mümkün değildir. Şimdi
düşünün, bir müslüman olarak Allah’a yahut Allah adına bir insana bir söz vereceksiniz,
bir taahhütte bulunacaksınız, bir anlaşma yapacaksınız, hem de Allah’ı şahit
tutarak bu anlaşmaya sadık kalacağınıza yemin edeceksiniz, ondan sonra da dönüvereceksiniz
bu sözünüzden. Bu halinizle siz nesiniz? Ve bu yaptığınızla insanları nereye
götürüyorsunuz? Hem kendinizi hem de insanları Allah’tan, dinden, İslâm’dan soğutup
uzaklaştırmıyor musunuz? Allah’tan korkun. Allah’ın size ulaştıracağı acıklı
bir azaptan korkun da aklınızı başınıza alın!
95. “Allah'ın ahdini hiç bir değere değişmeyin. Eğer bilirseniz,
Allah katında olan sizin için daha iyidir.”
Allah’ın ahdini, Allah’la
sözleşmelerinizi, Allah adına verdiğiniz sözlerinizi az bir pahayla satmayın.
Allah’a verdiğiniz sözü değersiz bir pahaya satmayın. Hangi sözü? Hangi ahdi?
Hani belâ demiştiniz ya Rabbinize. Ezelde, ya da müslüman olduğunuz gün, bu
âyetle tanıştığınız gün söz vermiştiniz Rabbinize. Tamam ya Rabbi, Sana inandım
ya Rabbi, Sana ve Senden gelenlerin tümüne inandım ya Rabbi, Sen ne demişsen
tamam ya Rabbi, Senin dediğin gibi olacağım, Senin dediğin gibi yaşayacağım,
Senin istediklerini yaptığım tak-dirde karşılığında cennetin farkındayım,
aksini yaptığım takdirde de cehennemin şuurundayım ya Rabbi demiştik ya, işte
bu ahitlerinizi az bir pahayla değişmeyin diyor Rabbimiz.
Hani Bana söz vermiştiniz, her
şart altında müslüman olacaktınız, her halükârda müslüman kalmanın hesabında
olacaktınız. Yap-mayın, bozmayın bu ahitlerinizi, satmayın sözlerinizi diyor
Rabbimiz. Siz bilirsiniz, Beni satabilirsiniz, Bana verdiğiniz sözlerinizi
satabilirsiniz, imanlarınızı, İslâm’larınızı satabilirsiniz. Bana verdiğiniz
tüm ahitlerinizden vaz geçebilirsiniz. Ama unutmayın ki bunun karşılığında
bırakın üç beş kuruşluk menfaati, tüm dünyayı alsanız bile Benim sizin için
hazırladığım cennetin yanında ne kadar az kaldığını, ne kadar bitici olduğunu
unutmayın diyor, Rabbimiz.
96. “Sizde olanlar tükenir ama, Allah katında olanlar
sonsuzdur, tükenmez. Sabredenlere ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile
ödeyeceğiz.”
Şunu kesinlikle bilesiniz ki
sizin yanınızda olanlar, bu dünyada olanlar biter, tükenir ama Allah katında
olanlar sonsuzdur, bâkîdir, asla tükenecek değildir. Allah yanındakiler sizin
için hayırlıdır eğer bilirseniz. Öyleyse bırakın o bir gün bitecek, tükenecek
olanları da Allah katındakileri elde etmeye çalışın. Sizin mallarınız, sizin
mülkleriniz, sizin saltanatlarınız, sizin güçleriniz bir gün gelir yok olur,
gün gelir biter. Çünkü sizler de fânisiniz elinizdekiler de fânidir, dünya da
fânidir. Ama Allah’ın yanındakiler, Allah’ın katındakiler bâkîdir, ölümsüzdür,
nihâyetsizdir, bitmez tükenmez olandır.
Unutmayın
ki Biz sabredenlere, Allah’ın elindekilere ulaşmak adına, Allah’ın cennetine
ulaşmak adına dünyanın basit menfaatlerine karşı kendisini tutmaya çalışanlara,
Allah’ın rızasını kazanmak adına müslümanca bir hayata sabredenlere, müslümanca
kalabilmenin, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamanın direncini gösterenlere amellerinin
en güzelinin karşılığını vereceğiz diyor Rabbimiz.
Evet yaptığı bir anlaşmanın,
verdiği bir sözün karşılığında gör-düğü dünyanın geçici ve sonlu menfaatleri
karşısında Allah için direnen, o menfaatler karşısında yıkılmayan, sözünden
vazgeçmeme ko-nusunda direnen kimselere Rabbimiz bunu vaad ediyor. Onların yaptıkları
amellerin en güzeliyle mükafat vereceğiz diyor. Yâni bu dünyada onların
kıldıkları tüm namazlarını en güzel namazlarıyla çarpacak, tüm infaklarını en
güzel, en ihlaslı verdikleri infakları gibi kabul edecektir. Tüm amellerini
Rabbimiz onların en güzeli gibi kabul edecek ve mükafat verecektir.
97. “Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona
hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.”
Evet erkek ve kadın kim ki iman
etmiş olarak sâlih amel işlerse, imanının gereğini yerine getirirse, imanını hayatında
görüntüler, fıtratının gereği bir hayat yaşayarak imanını gündeme getirirse,
hayatını Allah’ın örnek kulu Rasûlullah’a benzetirse, Rasûlullah gibi yaşarsa
ona hoş bir hayat sağlayacağız diyor Rabbimiz. Böyle yapan erkek ve kadınlara
dünyada tertemiz bir hayatla dirlik ve düzenlik lütfedeceğiz diyor. Onların
dünyadaki hayatlarını güzelleştireceğiz diyor. Onların hayatlarını,
yaşantılarını mutlu kılacağız ve öbür tarafta da yapmış oldukları amellerin en
güzeliyle onları mükafatlarını, karşılıklarını vereceğiz. Dünyada güzel bir
hayat, tertemiz bir hayat, mutlu, canlı, huzurlu bir hayat, âhirette de ondan
çok daha güzel bir hayat. İşte buna ulaşmanın yolu iman ve sâlih amelden
geçmektedir. Erkek ve kadın Allah’a Allah’ın istediği gibi iman edecek, kitaba
Allah’ın istediği gibi iman edecek, peygambere Allah’ın istediği gibi iman
edecek ve hayatını bu imanla düzenleyecek, iman kaynaklı bir hayat yaşayacak.
Ve bu iş
için kadın ve erkek ayırımı da yoktur. İster kadın olsun, ister erkek imanla
ameli birleştiren, imanını amelle ispat eden herkese vaad ediyor Rabbimiz bunu.
Böyle yaparsak dünyamız da güzel olacak âhiretimiz de güzel olacak. Tabii
Rabbimizin istediği böyle bir hayatı gerçekleştirmenin yolu da elimizdeki şu
kitaptan ve bu kitabın pratiği olan Rasûlullah efendimizin sünnetinden geçmektedir.
İmanla amelin bütünleştirileceği bir hayatı yakalayabilmenin tek yolu sürekli
bu kitap ve sünnetle birlikte olmaktır. Kur’an’la birlikteliğimiz esnasında da
şuna dikkat edeceğiz:
98. “Kur’an'ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın.”
Kur’an’ı okuyacağın zaman
kovulmuş, taşlanmış, lânetlenmiş, rahmetten uzaklaştırılmış şeytandan Allah’a sığın.
Hem Kur’an okuyacağız, Kur’an’la birlikte olacağız, hem de şeytan bize ilişebilecek
öyle mi? Gerçekten şeytan çok büyük bir tehlikedir. Ama Rabbimiz kitabının
başka bir yerinde Allah’ın muhlis kulları için onun hilesi, tuzağı, mekri çok
zayıf diyordu. Ama ihlastan uzak, Allah’la samimi bir bağ kuramamış, şeytandan
gafil olanlar için büyük bir tehlikedir şeytan. Eğer ondan onun ipleri elinde
olan Rabbimize sığınabilirsek, böyle bir tehlike karşısında güç kaynağımızla
irtibata geçebilirsek elbette yapabileceği hiçbir şeyi olmayacaktır şeytanın.
Peki acaba
şeytan Kur’an okuyan, Kur’an’la beraberlik gerçekleştiren bir insana nasıl
zarar verebilir? Ne tür oyunlar oynayabilir?
Meselâ
Kur’an okuruz ama anlamadan okuruz. Kur’an okuruz, ama uygulama sahasına
koymayız. Kur’an okuruz, ama mânâya değil de sırf tecvitle okumaya, harfleri
mahreçlerinden çıkarma gayretine kapılabiliriz. Kur’an okuruz, ama başkalarına
okumayız. Başkalarına duyurma derdinden uzak oluruz. Kur’an okuruz, ama samimi
olmayız. Şeytan işte bu noktalardan bizi yakalamaya çalışır. Öyleyse Allah’ın
kitabını okumak üzere elimize aldığımızda şeytandan Allah’a sığınacağız. Kur’an
okumaya başladığımızda anlamak, kavramak ve gereğini yerine getirmek üzere okuyacağız.
Samimi olacağız, hasbi olacağız. Ben bununla hayatımı düzenlemek üzere okumaya
başlıyorum diyeceğiz. Bu kitap benim hayat programımdır diyerek okumaya başlayacağız.
Bu kitap benim için yol gösterici bir hidâyet rehberidir diyerek okuyacağız.
Kur’an benim için bir Furkân ve basirettir diyerek okuyacağız. Kur’an’a
bakışımızı Allah’ın istediği gibi düzelteceğiz ki o zaman şeytan bizi Allah’ın
kitabından uzaklaştıramayacak. Unutmayalım ki:
99, 100. “Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rabbine
güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece, onu dost edinenler ve
Allah'a ortak koşanlar üzerinedir”
Şeytanın iman eden ve yalnızca
Rablerine tevekkül eden, Rablerine teslim olan, hayatlarının tüm alanlarında
karar vermeyi Rablerine bırakan, Rablerinin kendileri hakkında verdiği
kararları uygulamaya yönelen, Rablerini kendileri için tek vekil kabul edip vekaletlerini
Ona bırakan kullar üzerinde şeytanın hiç bir sultası, bir saltanatı, bir yaptırım
gücü, bir baskısı, bir nüfusu olmayacaktır buyuruyor Rabbimiz. Allah’ın böyle
kullarına karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Evet demek ki şeytan kime sahip
olabiliyormuş? Kimler üzerinde etkili olabiliyormuş? İman etmeyenler ve
Rablerine tevekkül etmeyenler. Rablerine sığınmayanlar, güvenmeyenler.
Hayatlarını Rablerine bırakmayanlar. Rablerinin kendileri adına aldığı
kararlarına güvenmeyerek kendi hayatlarını kendileri düzenlemeye, belirlemeye
kalkışanlar. Rableri için bir hayat yaşamaya yönelmeyenler. İşte şeytan ancak
böylelerine zarar verebilecektir. Çünkü böylelerinin velîsi, dostu şeytandır.
Onlar Velî olarak Allah’a güvenip dayanmadıklarından, Allah’ın istediği hayatı
yaşamadıklarından şeytana güvenip dayanmışlardır. İşte şeytan böyle kendisine
güvenip dayananları ve Allah’a şirk koşanları saptıracaktır.
İşte yaşadığımız dünyada en büyük tehlike
boyutlarını böylece ortaya koyuyor Rabbimiz. Tabii tehlikeyi gösterirken aynı
zaman da çareyi de gösteriyor. Öyle değil mi? Şeytan varsa, şeytan bir tehli-keyse
sığınılacak yüce bir irade yok mu? Şeytan varsa sığınırız Rab-bimize. Okuruz
Rabbimizin kitabını ve tanırız şeytanı. Tanırız şeytanın bize yaklaşma
yöntemlerini. Okuruz Kur’an’ı ve bu kitapla hidâyet buluruz. Bu kitabın
sahibine tevekkül ederiz. Onu Rab ve vekil biliriz ve ondan korunmuş oluruz.
Dost bilmeyiz şeytanı. Onu Velî bilip hayatımızı ona teslim etmeyiz. Dinlemeyiz
onu.
Şirk koşmayız Rabbimize.
Hayatımızda Allah’tan başkalarına karışma alanı bırakmayız. Yetki sınırlaması getirmeyiz
Rabbimize. Hep O’nu dinleriz. O zaman işte Rabbimiz haber veriyor ki biz böyle
olursak onun bize karşı yapabileceği hiçbir şeyi yoktur. Evet işte iki yol da
karşımızda duruyor. Birisi Velî Allah yolu, diğeri velî şeytan yolu. Buyurun
sonucuna katlanmak kayd-u şartıyla dilediğimizi tercih edebiliriz.
101. “Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimizde,
ki Allah ne indirdiğini gâyet iyi bilir onlar, Muhammed'e: "Sen sadece
uyduruyorsun" derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler.”
Biz bir âyeti bir başka âyetle
değiştirdiğimiz zaman ki Allah indirdiğini en iyi bilendir. Allah en iyi bilen
olduğu halde, bu konuda kimsenin etkisi altında kalmadan mutlak yetki sahibi
olduğu halde kendisine ait olan bir âyeti başka bir âyetle değiştirdiği zaman
derler ki sen iftira ediyorsun. Ey Muhammed sen uyduruyorsun bunları. Sen
uyduruyor ve bir de Allah’a izafe ediyorsun derler. Hayır hayır öyle değil.
Onlar bilmiyorlar. Onlar bilgisiz bir güruhtur. Bu âyetleri Allah indiriyor.
Allah ne indireceğini en iyi bilendir. Ve bu âyetlerin mübelliği olan,
mübeyyini olan, yâni tebliğcisi ve açıklayıcısı olan peygamberin bu konuda hiç
bir yetkisi yoktur. Kur’an baştan sona Allah’ın kitabıdır, Allah’ın sözüdür.
102. “Ey Muhammed! De ki: “Kur’an'ı; Ruhül Kudüs
(Cebrâil) Rabbinin katından, inananların inançlarını pekiştirmek, müslümanlara
dostluk rehberi ve müjde olmak üzere gerçekle indirmiştir.”
De ki ey peygamberim, Onu Ruhu’l
Kudüs indirdi. Cebrâil onu Rabbinden bir hak olarak, iman edenlerin imanlarını
pekiştirmek, sağlamlaştırmak, onları hidâyete ulaştırmak ve müslümanlara müjde
olmak üzere indirmiştir. Evet bu Kur’an’ı Allah tarafından hakla, hak yasalarla,
hak âyetlerle, haklı olarak insanlara indiren Cebrâil’dir. Bu kitabın
indirilişi konusunda peygamberin hiç bir yetkisi, dahli yoktur. Bu Kur’an’ı
peygamber uydurmamıştır. Öyleyse bu kitabın âyetlerini değiştirme yetkisi de
sadece Allah’a aittir. Allah dilediği âyetini dilediği âyetle değiştirme
yetkisine sahiptir. Bu konuda kimsenin Ona hesap sorma hakkı olmadığı gibi
peygambere iftira etme hakkı da yoktur.
103. “Andolsun ki: “ Muhammed'e elbette bir insan öğretiyor”
dediklerini biliyoruz. Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur’an ise
fasih Arapça’dır.”
Andolsun ki Biz Muhammed
aleyhisselâma Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla indirilen bu kitap hakkında
bunu ona elbette bir insan öğretiyor dediklerini biliyoruz. İnsanların bunu peygambere
bir beşer öğretiyor dediklerini biliyoruz. Halbuki ona bunu öğretiyor dedikleri
o kimsenin dili Acemcedir. Yâni o kimsenin dili Arapça değildir. Arap dilinin
dışında bir dildir. Bu kitabın diliyse, bu kitabın kendisine indirildiği
peygamberin dili ise apaçık bir Arapça’dır. Bu kitap Arapça bir dil üzerine
iniyor, peygamber de Arapça konuşuyor. Şimdi Arap dilinin dışında bir dil
konuşan, Acemce konuşan, acemi olan bir insan Muhammed aleyhisselâma nasıl
böyle bir kitabı öğretebilir? Olacak şey midir bu? Kim inanır böyle bir şeye?
104. “Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola
eriştirmez. Onlara can yakıcı bir azab vardır.”
Allah’ın âyetlerine inanmayan
insanları Allah asla hidâyete, doğruya ulaştırmaz. Onları asla doğruya iletmez.
Bu tavırlarından ötürü onlar için can yakıcı, elem verici bir azap vardır. Önceki
âyetlerde ne buyurmuştu Rabbimiz? Kitabı gönderişinin sebebini nasıl
açıklamıştı? Ruhu’l Kudüs’ü gönderen, Cebrâil ile hak bir kitap gönderen
Rabbimiz bu kitaba iman edenlerin imanlarını pekiştirip sağlamlaştırmak ve
mü’minlere müjde olsun, hidâyet olsun diye bu kitabı indirdiğini beyan
buyurmuştu. İşte Rabbimiz bu âyetinde de bu kitabın kimin tarafından ve ne
maksatla gönderildiğini bile bile âyetlere iman etmeyenler için de bu
tavırlarının karşılığı olarak da can yakıcı bir azap olduğunu haber veriyor.
Kitaba inanmadıkları için, kitaba baş vurmadıkları, kitap kaynaklı bir hayata
yanaşmadıkları için onlar asla hakka, hidâyete, doğruya ulaşamayacaklardır. Bu
dünyada asla bir başarıya ulaşamayacaklardır.
105. “Yalan uyduranlar; ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlardır.
Yalancılar işte onlardır.”
Muhakkak ki yalan uyduranlar,
yalan iftira edenler Allah’ın âyetlerine iman etmeyenlerdir. Yalancılar işte onlardır.
Onların yalancı oluşlarının belgesi de budur.Yâni Allah’ın âyetlerine
inanmayanlar yalancıların ta kendisidirler. Bu Allah tescilidir.
106. “Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan
kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara
Allah katından bir gazap vardır; büyük azab da onlar içindir.”
Evet gönlü imanla dopdolu olduğu
halde, imandan sonra, imana ve hidâyete ulaştıktan sonra kim ki Allah’a
küfrederse, göğsünü, kalbini küfre açarsa, kalbi küfürle açılırsa, kalbini
kâfirliğe karşı açık tutarsa işte onlar için de Allah’tan bir azap, bir gazap
vardır. Büyük azap da onlar içindir. Ancak kalbi İslâm’la mutmain olduğu halde,
kalbi imanla dolu, meşbu olduğu halde bir zorlamayla küfrü ikrar eden kimse
bunun dışındadır. Böyleleri bundan müstesnadır.
Evet ciddi bir baskı var, ciddi
bir zorlama, bir ikrah var, tehdit var, ölüm tehdidi, işkence tehdidi var ve
böyle bir durumda o kişi karşısındaki zorlayanlara ben de sizin gibiyim, ben de
sizin gibi inanıyorum diyen bir müslüman bunun dışındadır. Kalbi imanla dolu olduğu
halde, kalben mutmain olduğu halde, kalben küfre razı olmadığı halde dışardan,
zâhiren, diliyle bunu söyleyen kimse bunun dışındadır. Onlar için bir
sorumluluk yoktur diyor Rabbimiz.
Bu
âyet-i kerime Mekke’de imanlarından ötürü dayanılmaz iş-kencelere reva görülen
Ammar bin Yâsir hakkında nazil olmuştur. Ammar dininden döndürülmek üzere
korkunç bir işkence karşısında biz söz söylemişti. Rabbimiz bu âyetiyle kalbi imanla
dopdolu olduğu halde işkencelere dayanamayarak söylediği o sözden ötürü onun sorumlu
olmadığını, bu sözden ötürü herhangi bir günah kazanmadı-ğını anlatıyordu.
Hattâ onun bu sözlerinden ötürü üzüldüğünü gören Allah’ın
Resûlünün kendisine şunları söylediği rivâyet edilmektedir:
“Eğer onlar tekrar sana işkenceye dönerlerse sen de yine aynı şekilde
davran.”
Âyetin tefsiri sadedinde imam Kurtubi der ki: Bir kimse
öldürüleceğinden korkacak noktaya kadar küfür ve inkara zorlanacak olursa
kalbiyle dönmemek kayd u şartıyla kalbi imanla dopdolu olmak kayd u şartıyla
diliyle inkarda bulunursa küfür sözü söylerse bunun geçerli olmayacağını, onun
küfrüne hükmedilemeyeceğini ve böyle bir durumda hanımını zorla boşatsalar
hanımının kendisinden boş olmayacağını anlattıktan sonra İmam Malikin ve İmam
Şafinin görüşlerinin de bu istikâmette olduğunu zikreder. Âl-i İmrân sûresinin
şu âyeti de bu hususa tanıklık etmektedir:
“Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edin-mesinler;
kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız
hali müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allah'adır.”
(Âl-i İmrân 28)
İmam Kurtubi der ki takıyye ancak öldürülme yahut bir azanın
kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalındığı zaman geçerlidir. Ama meselâ
bir yönüyle tercih hakkı bulunan bir yönüyle de tercih hakkı bulunmayan bir
zorlamayla karşı karşıya bulunsa. Meselâ kendisi bir işi yapmaya zorlansa ve o
işi yapıncaya kadar kendisi veya bir yakını, bir başkası dövülmekle tehdit
edilse bu durumda bu zorlanan kişinin böyle bir fiilde sorumluluğu söz konusu
olur. Çünkü bu kişi o işi yapıp yapmamakta muhayyerlik durumuna sahiptir. Yani
sadece dayakla tehdit o işi yapmayı tercihi şart kılmaz. Dayağa razı olup onu
yapmamayı da tercih imkânı vardır.
İşte böyle ölüm yahut azalardan birinin telefiyle tehdit
edilmeyen kimselerin yaptıkları konusunda iki görüş vardır. Meselâ bir adam
başka birini öldürmeye zorlansa, eğer onu öldürmezsen senin malını alacağız,
seni döveceğiz, seni hapse atacağız gibi bir ikrahla karşı-karşıya kalsa
kesinlikle onu öldürmesi caiz olmaz. Hattâ onu öldürmediği takdirde kendisinin
öldürüleceği konusunda zorlansa bile onu öldürmesi caiz değildir. Veya meselâ
bir kadının namusunu kirletmesi konusunda bir adam zorlansa, eğer bunu
yapmazsan seni döveceğiz diye tehdit edilse bunu da yapamaz. Kendi canını kendi
malını kurtarma adına başka birinin canına kıyması başka birinin namusunu kirletmesi
hiçbir zaman düşünülemez.
Âlimlerimizin görüşüne göre ölümle, öldürmeyle ikrah olunan
kişi birisini öldürdüğü zaman hem öldürene hem de öldürmesi için ona ikrahta
bulunana, yani onu bu işe zorlayana kısas uygulanır, her ikisi de öldürülür.
Çünkü her ikisi de bu öldürme eyleminde ortaktırlar. Ama birisiyle zina etmesi
konusunda zorlanan kimse hakkında iki gö-rüş vardır. Kimileri bu kişinin canını
kurtarabilmek için böyle bir zinayı yapmasını caiz kabul ederlerken kimileri de
bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Ama haram da olsa böyle zoraki zina eden
kişiye had uygulanmaz denmiştir.
Öldürme ve zinanın dışındaki Allah’ın haram kıldığı şeyleri
iş-leme konusunda zorlanmaya gelince; âlimlerimizin çoğunluğu zorlanan kişinin
bunları yapabileceği kanaatindedirler. Ancak böyle bir durumda kişinin
başkalarının telef ettiği malını tazmin etmesi gerekir. Ve eğer yapmış olduğu
fiil dolayısıyla yerine getirmesi gereken hükümler söz konusuysa onları da
yerine getirmek zorunluluğu vardır. Ama zorlama sonucunda bazı sözleri
söylemeye gelince âlimlerimiz ondan sorumlu olunmadığını haber vermektedirler.
Çünkü sözlerin en büyüğü olan küfür sözünü bile böyle bir durumda söylemeye
izin verildiğine göre bunun dışındaki sözleri söylemeye haydi haydi ruhsat verilmiştir.
Yine Bakara sûresinde Rabbimiz zorlanan mükrehin haramlardan
yiyebileceğini anlatır:
“Fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve
zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. " Doğrusu Rabbin
bağışlar ve merhamet eder.
(En’âm 145)
Âyetin evvelinde meytenin yani kendiliğinden ölen, yüksek bir yerden düşerek ölen, başka bir
hayvanın toslamasıyla ölen, yırtıcı hayvanların artığı vs kesilmeden ölen
hayvanların yenmesinin, akan kanın, domuzun hınzırın haram olduğunu bunların
pis olduklarını necis olduklarını anlattıktan sonra buyuruyor ki Rabbimiz:
Ama kim de muzdar yani darda kalırsa, mecburiyet altında kalırsa,
yani başka yiyecek içecek bir şey bulamazsa haddi tecavüz etmemek kayd u
şartıyla ölmeyecek ve hayatını devam ettirecek kadar, bir de başka bir muzdarın
hakkına tecavüz etmemek, onun elindekine uzanmamak şartıyla yeyip içmesinde bir
günah yoktur. Bu konuda Rabbimiz bağışlama ve merhamet sahibi olduğunu haber veriyor.
Böyle darda kalmış, zaruret içinde bulunan kimse için bunlardan hangisini
bulursa zaruret miktarı, yani diri kalacak kadar, ölmeyecek kadar yemesinde bir
beis yoktur.
Hani fıkıhtaki: "Zaruretler
haram olan şeyleri mubah kılar." Hükmü işte bu âyetin manasını
içerir.
Evet ikrar zorlama kişinin iradesini bitirir. İkrah karşısında
tamamıyla ihtiyarı ortadan kalkan ve kendisinden isteneni yapmama gücü kalmayan
bir kimsenin yaptıkları ve söyledikleri konusunda herhangi bir günah söz konusu
değildir.
Meselâ bir kimse girmemek üzere yemin ettiği bir yere zorla
sokulsa bu kimse daha önce oraya girmeme konusunda yapmış olduğu yemini bozmuş
sayılmaz. Veya kendi rızası olmaksızın zorla kendisine tecavüz edilen bir kadınında
bu işten bir sorumluluğu yoktur. Tabii ki kendisinin karşı koyabilecek bir gücü
ve imkânı olmaması halinde bu böyledir.
Yine “dinde zorlama (ikrah) yoktur” âyeti ve “ameller
niyetlere göredir” hadisiyle birlikte düşünecek olursak şunu söyleyeceğiz: Zorlama
ile iman da itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana
iman denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman Allah’ın istediği bir iman
değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki tutulan
oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin hoşlanmadığı halde, kalben inanmadığı
halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır. Halbuki bu din hoşlanılmayacak
bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla
kabullenebileceği bir dindir. bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a aittir.
Yani yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir.
Zorlamış
da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar,
bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan
Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme
imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur bunların. Ama insanlar
için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır
Rabbimiz.
Evet ciddi
bir zor karşısında kalan bir mü’minin durumu böyledir, ama böyle değil de
imandan sonra, iman şerefiyle şereflendikten sonra kim ki basit korkulardan,
sudan sebeplerle kalbini küfre açarsa, Allah’a küfreder, Allah’ı inkâr ederse,
kâfir olursa onlar için Allah’tan bir azap vardır bir de büyük bir azap vardır.
Peki bir insan Allah’ı tanıdıktan, Allah’a iman ettikten sonra, hidâyeti
bulduktan sonra nasıl kâfir olabilir? İmanın tadını tadan bir kimse nasıl yapabilir
bunu? Akıl almaz bir hadise ama bakın bunun da yasasını bundan sonraki âyetinde
anlatıyor Rabbimiz:
107. “Bu, dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve
Allah'ın da, inkârcı milleti doğru yola eriştirmemesinden ötürü böyledir.”
Bunlar, bu tavır ve davranışlar dünya hayatını âhirete tercih edenlerin,
dünya hayatına karşılık âhireti satanların, dünyayı kıble edinip ona
tapınanların yapabilecekleri şeylerdir. İşte bu yüzden bu adamlar imandan sonra
küfre kalplerini açmışlardır. Dünyaya tapındıkları için küfre meyledebilmişlerdir.
Dünya tatlı geldiği için imanlarını satmışlardır. Dünya malı, dünya mülkü,
dünya saltanatı, dünya makamları, dünya eğlenceleri tatlı geldiği için
dinlerini satmış insanlardır bunlar. Âhiret mi? Çok uzak. Ne zaman gelir kim bilir?
Önümüzde peşin peşin yaşayacağımız bir dünya hayatı varken böyle şeylerle
ağzımızın tadını bozmayalım dedikleri için böyle yapıyorlar. Âhireti bir kenara
bırakıp dünyayı tercih ediyorlar. Allah’ı bir tarafa bırakıp Allah karşıtı kimselerle
beraber oluyorlar. Allah dinini, Allah kitabını, Allah âyetlerini, Allah yasalarını
bir kenara bırakıp Allah karşıtı kimselerin yasalarını uygulamaya yöneliyorlar.
Bir dünya sevdasına kapılıp imandan vazgeçiyorlar hainler.
Yâni
gerçekten çok kötü bir şeydir bu. Rabbimiz de bu kâfirler topluluğuna asla
hidâyet etmiyor. Nasıl hidâyet eder de böylelerine Rabbimiz? Yâni belki
hayatında hiç imanla tanışmamış, Allah’ı bilmemiş, kitabı görmemiş, peygamberle
diyalog kurmamış, Allah’ın dini konusunda hiçbir bilgisi olmayan bir kâfirden
çok farklıdır böyleleri. Kaldı ki böyleleri bile bir anda hiç bilmedikleri bir
iman dâvetiyle karşı karşıya kaldıkları zaman hemen müslüman olabiliyorlar. Ama
bir adam düşünün ki imanı bilecek, Allah’ı tanıyacak, İslâm’la, hidâyetle
tanışacak ve sadece bir dünya menfaati için, bir dünya sevdası için dinini,
imanını satarak dünyadan yana bir tavırla kâfirliği seçecek. İşte böylelerine
asla Rabbimiz doğru yolu göstermeyecek, hidâyet etmeyecektir.
108. “İşte Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini
mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.”
İşte Allah böylelerinin
kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Bunlar gafil kimselerdir.
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın peygamberinden, Allah’ın dininden
gafil olup gözleri, kulakları, kalpleri fonksiyonlarını yitirmiş, duymaz,
duygulanmaz, anlamaz hale gelmiş mahluklardır. İnsanlardır diyemedim, çünkü
böyleleri Rabbimizin beyanıyla değil insan hayvanlardan bile aşağı bir se
seviyededirler. Halbuki önceki âyetlerde ne demişti Rabbimiz? Allah sizi hiç bir
şey bilmezler olarak analarınızın karınlarından çıkardı ve sizlere göz, kulak,
kalp verdi ki sizler Rabbinize şükredesiniz diye buyurmuştu.
Yâni size verdiğimiz bu azaları,
bu nîmetleri kullanarak Rab-binize kul olasınız diye tüm bunları size verdik buyurmuştu.
Lâkin bu insanlar Rablerinin kendilerine lütfettiği bu nîmetlerle Rablerine
kul-luk edecekleri yerde nankörlük yaptılar. Allah’ın verdiği bu azalarını
kullanmadılar da Allah da onları onların elinden alıverdi. Halbuki bu-rada
sayılan göz, kulak ve kalp kişinin sorumluğunun ana merkeziy-di. Göz görecek,
kulak işitecek ve kalp de iman adına tavır alacaktı. Onlar bunları
kullanmayınca da Rabbimiz onları mühürleyip kapatı-verdi. Artık ne işiten
kulakları, ne gören gözleri ne de hisseden kalp-leri kaldı da Allah’tan uzak
bir hayatın sahibi olup çıktılar. Bu dünya böyle giderken:
109. “Âhirette zarara uğrayacakların bunlar olduğunda
şüphe yoktur.”
Şüphesiz ki öteler âleminde de en büyük zarara
uğrayacak olanlar da işte bunlardır. Demek ki yaşadığımız şu dünya hayatında müslümanca
bir hayat yaşayıp, Müslümanca ölmediğimiz sürece azaptan kurtuluş yoktur. Bu
hayatta iki yol var. Bunlardan birisi hak yol, Allah yolu, İslâm yolu, ötekisi
de bâtıl yollar, Allah karşıtı şeytan yolları. İman ya da küfür, tevhid ya da
şirk, hayır ya da şer olarak karşımızda duran bu yollardan hangisine adım
atarsak kendimizi içinde bulacağımız yollardır. Ve işte Rabbimizin beyanlarına
göre bu dünyada en büyük zalim tercihini küfürden ve şirkten yana kullanandır.
En büyük âlim de tercihini imandan, hidâyetten yana kullanandır. En büyük zalim
dinini satarak dünyayı satın alandır. En büyük âlim de âhireti tercih edendir.
Evet işte böylece mü’min
mü’minliğini devam ettirip cennete giderken, kâfir de kâfirliğini sürdürüp
cehennemi boylamaktadır. Öy-leyse müslümanca bir hayat yaşayıp müslümanca
ölebilmenin hesabını en güzel bir şekilde yapalım.
110. “Rabbin, türlü eziyete uğradıktan sonra hicret eden,
sonra Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerden ya-nadır. Rabbin şüphesiz
bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder.”
Sonra muhakkak ki Rabbin türlü
türlü eziyetlere uğradıktan, işkencelere maruz kaldıktan sonra, Allah’a kulluk
yolunda, Müslü-manca bir hayat uğrunda bir sürü imtihanlardan, pek çok deneme-lerden
geçirildikten sonra hicret edenler, hicretlerinin hemen son-rasında, özgürce
bir hayata kavuşmalarına dayanamayan kâfirlerle Allah yolunda savaşanlar, cihad
edenler ve sabredenler var ya bile-sin ki bundan sonra Rabbinin onlara tavrı
mağfirettir, bağışlamadır, geçmiş kusurlarını sıfırlamadır. Rabbinin lütfu, bağışlaması,
affı ve merhameti onlarla beraberdir.
Evet hayatta müslümanca kalabilmenin
kavgasını veren, bu yolda başına gelenlere sabreden, Allah’a kulluk yolunda
geri dönmeyi, tavizler vermeyi aklının ucundan bile geçirmeden direnç içinde yoluna
devam eden kimselere Rabbin mağfiret sahibidir, merhamet sahibidir.
111. “O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve
herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.”
Bir gün ki her bir nefis gelir.
Her bir nefis kendi derdine düşer. Her bir nefis kendi nefsiyle boğuşma içine düşer.
Bir gün gelir ki herkes kendisiyle mücâdeleye tutuşur ve herkese kendi
amelinin, kendi kazancının karşılığı verilir. Hiç kimse bir haksızlığa uğratılmaksızın
yaptıklarının karşılığıyla buluşur. Ve onlar asla bir zulme uğratılmazlar.
Allah’ın adâletiyle yaptıklarının tastamam karşılığını görürler.
Ve işte o gün kazananlar, yüzleri
gülenler Allah’a Allah’ın istediği gibi iman edenler, imanlarıyla hayatlarını düzenleyenler,
Müs-lümanca bir hayat yaşayabilmek için türlü türlü eziyetlere, işken-celere
maruz kalanlar, çeşitli imtihanlardan geçirildikten sonra hicret edenler,
dünyalarını, evlerini, barklarını Allah için bırakıp tercihlerini Allah’tan
yana kullananlar, Allah için her şeylerini fedâ edenler, cihad edenler, bu
yolda cehd ü gayret gösterenler ve sabredenlerdir. İşte böyle yaşayan müslümanların
cenneti kazanacağı o günde herkes kendini kurtarabilmek için kendi derdine düşer.
Herkes kendisi için uğraşıp çırpınır. O gün Allah’ın vereceği hüküm ise asla zalimce
bir hüküm değil, her nefsin yaptığının karşılığı olan bir hüküm olacaktır.
Bakın bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz bir ülkeden, bir kentten söz edecek:
112. “Allah size güven ve huzur içinde olan kasabayı misâl
verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nîmetlerine
nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku
belâsını tattırdı.”
Allah size bir kasabayı, bir
ülkeyi misâl olarak veriyor. Allah size bir toplumun örneğini veriyor ki o
köyde, o kasabada, o şehirde oturan
insanlar emin bir haldeydiler. Güven ve huzur içinde bir hayat
yaşıyorlardı. Düzenli, dengeli, mutlu, müreffeh ve mutmain bir hayatları vardı.
Hoş bir dünyaları vardı. Öyle ki her bir taraftan, her bir mekândan rızıkları
onlara bol bol geliyordu. Allah onlara bol bol rızıklar gönderiyordu. Allah’ın
yasalarını uygulamalarının, hayatlarını Allah için yaşamalarının, müslümanlıklarının,
teslimiyetlerinin, hidâyetlerinin, kulluklarının izzet ve şerefini zirve noktasında
yaşıyorlardı. Sonra bu topluluk, bu ülke insanı önceki kulluk durumlarını
değiştirip Allah’ın nîmetlerine küfrettiler. Kendilerine her taraftan bol bol
nîmetler yağdıran Rablerine nankörlük yaptılar. Allah’ın en büyük nîmeti olan
hidâyeti, kitabı, peygamberi terk ettiler. Allah’ın yasalarını uygulamaktan
vazgeçtiler. Rab, İlâh ve Melik olarak Allah’tan başkalarına yöneldiler.
Allah’ın öteki nîmetlerini de
inkâr ettiler. Allah yasalarına ihtiyaç duymadan da hayatımızı biz kendimiz
düzenleyebiliriz dediler. Kitaba ve peygambere gerek duymadan da biz hukuk
yapabiliriz dediler. Allah berisinde bizim hayatımızı düzenleyecek yeryüzü
tanrılarımız var dediler. Ellerindeki tüm nîmetleri, içinde bulundukları bolluk
ve güveni kendilerinden bilmeye başladılar. Bütün bunları biz bulduk, biz
kazandık, biz sağladık, biz kurduk, biz biliriz, biz yaparız dediler. Biz artık
güçlüyüz, kuvvetliyiz, bizim artık Allah’a da, elçisine de, dine de, kitaba da
ihtiyacımız kalmadı dediler.
İşte
onların bu kâfirliklerine, bu nankörlüklerine karşılık Biz de onlara açlık ve
korku elbisesini giydiriverdik diyor Rabbimiz. Onlara açlık ve korkuyu
tattırıverdik. Yâni onlar kendilerini değiştirince, önceki kulluk ve
teslimiyetlerini değiştirince Biz de onların önceki durumlarını değiştiriverdik
diyor. Neydi önceki durumları? Emniyet, güven itminan, huzur, sükun ve rızık
bolluğu. Emniyetlerini, güvenlerini kaldırıp yerine korku, ekonomik
bolluklarını kaldırıp yerine açlık elbisesini giydiriverdik diyor Rabbimiz. Emniyetleri,
güvenleri kalmadı. Herkesten korkar hale geldiler. Müslüman olduklarını bile
söyleyemez bir duruma düştüler. Baş örtülerini bile, sakallarını, sarıklarını,
namazlarını bile saklar bir duruma düştüler. Rızık bolluklarını da kaybettiler.
Beş paralık kâfirlerin ülkelerinde, işyerlerinde çalışacak, onların eşiklerini
temizleyip, ayakkabılarını silecek kadar alçaldılar. Huzur ve sükun içinde olan
bir ülkeyi, bir toplumu Allah böyle rezil rüsva ediverdi. Açlık ve korku içinde
bir hayatın mahkumu yapıverdi.
Yeryüzünün en güçlü, en emin
toplumu şimdi her şeyini kay-betti. Açlık ve korku içinde ne yapacaklarını şaşırdılar.
Acaba evi-mize ne zaman girecekler? Bizi ne zaman öldürecekler? Ne zaman
yakalayacaklar? Başımıza ne tür felâketler gelecek? Nasıl ekonomik sıkıntılarla
karşı karşıya geleceğiz? Diye tir tir titrer bir duruma düştüler. Allah’ın
tattıracağım buyurduğu azapları bir bir tatmak zorunda kaldılar.
Halbuki bundan önce ne güzel bir
hayatları vardı değil mi? Bundan önce Allah’a teslimdiler. Allah’ın yasalarını
uyguluyorlardı. Hayatlarından emindiler. Yeryüzünün en emin, en güvenli toplumuy-dular.
Yeryüzünün en zengin toplumuydular. Allah’ın nîmetlerine karşı nankörlük
ettiler. Kitap nîmetine, peygamber nîmetine, hidâyet nîmetine, iman nîmetine ve
tüm nîmetlere karşı nankör kesildiler de Allah’ın cezası böylece onları
yakalayıverdi. Ve tekrar eski müslüman-lıklarına, eski teslimiyetlerine
dönecekleri ana kadar da bu zillet ve meskenetleri sürecektir.
113. “Andolsun ki, aralarından kendilerine bir peygamber
gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederlerken azaba uğradılar.”
Andolsun ki her ne zaman
kendilerine bir peygamber gelmişti onu yalancı saydılar. Her ne zaman
kendilerine kendilerinden, kendi içlerinden bir Allah elçisi gelmişse onu
yalanladılar, yalan saydılar, yok farz ettiler, haksızlık ettiler de azap
kendilerine geliverdi. Allah’ın azabına uğradılar.
Rabbimiz tarafından kendilerine
gönderilen elçileri kabul etmediler. Kendilerine gelen elçiler onları her defasında
önceki imanlarına, önceki kulluklarına çağırıp uyardılar. Bakın ey insanlar,
sizler daha önceleri müslümandınız, Allah’ın elçilerine iman ediyor, Allah’a
kulluğa yöneliyordunuz. Bu yüzden de Allah’ın lütfettiği nîmetlerle güzel bir
hayat yaşıyordunuz. Tatlı bir hayatınız vardı. Bol bol rızıkla-rınız ve
güvenliğiniz vardı. Bizler sizi tekrar o hayata döndürmeye geldik dediler.
Gelin eskisi gibi Allah’la barışık olalım. Gelin eski ahitlerimizi Rabbimizle
yenileyelim. Gelin tekrar Rabbimizle barış yapalım. Müslümanca bir hayata
yönelelim de hem Allah’la aramız barışsın, hem toplumumuzda insanlar
birbirleriyle barışık olsunlar diye Allah’ın elçileri onları dâvet ettiler.
Onları eski, güzel, şahmetli günlerine çağırdılar, çabaladılar. Ama maalesef bu
insanlar kimin ne yaptığı belli olmayan kargaşa içinde bir hayata direttiler.
Tekrar Allah’a dönecekleri yerde Allah’ın elçilerini dinlemediler. Ve zalimler
olarak yok olup gittiler.
114. “Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, Allah'ın size temiz
ve helâl olarak verdiği rızıklardan yiyin. O'nun nîmetine şükredin.”
Allah’ın size vermiş olduğu
rızıkların helâl ve temiz olanlarından yiyin. Eğer sadece Allah’a kulluk
ediyor, sadece Allah’ı dinliyor-sanız. Haram-helâl konusunda, pis-temiz
konusunda eğer sadece Allah’ın dediklerine teslim oluyorsanız nîmetlerin en güzellerinden
ve Allah’ın temiz dediklerinden, helâl dediklerinden yiyin. Eğer Allah’a kulluk
eden kimselerdenseniz bu konuda sadece Allah’ı dinleyin, sadece Allah’ın
yasalarına tâbi olun ve O’nun nîmetlerine karşı O’na şükredin. Nîmetlerine
karşı O’na kul olun. Allah’ın haram-helâl yasalarına saygılı olun. Haramlara
düşmeyin. Neymiş onlar:
115. “Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan
başkasının adına kesilenleri haram etmiştir. Darda kalan aşırı gitmemek ve
başkasının hakkına el uzatmamak şartıyla bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar,
merhamet eder.”
Muhakkak ki Allah size şunları
haram kılmıştır. Meyteyi, ölüyü, yâni kendi kendine ölmüş hayvanı, kanı, domuz
etini ve Allah adına kesilmemiş, başkaları adına kesilmiş, üzerine besmele çekilmemiş
hayvanları haram kılmıştır. Ama kim de mecbur kalır da, muzdar kalır da, yâni
açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır da bunlardan yemek zorunda kalırsa,
o zaman azgınlaşmadan, haddi aşmadan az bir miktar yemesi bundan müstesnadır.
Doyacak kadar değil ölmeyecek kadar, helâl bilerek değil mecbur kaldığı için bu
haramlardan bir miktar yemesinde bir günah yoktur. İşte bilesiniz ki o zaman
Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
Evet helâller bellidir, haramlar
da bellidir. Ve bunun yasasını koyan da sadece Allah’tır. Allah’ın helâl
dedikleri helâl, haram dedikleri de haramdır. Bu konuda Allah’tan başka hiç
kimsenin yetkisi de yoktur. İşte Rabbimiz bu âyetinde yeme içme özelliğinde
yarattığı kullarının karşısına yiyebilecekleri tertemiz rızıkları çıkararak işte
bunlardan yiyebilirsiniz buyurmaktadır.
116, 117. “Diliniz yalana alışmış olduğu için, “Şu haram,
bu helâldir” demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a
karşı yalan uyduranlar ise, saadete erişemezler. “Az bir geçim ama ardından can
yakıcı bir azab onlaradır.”
Ve bir de dillerinizin yalanla
vasf ettiği şekliyle, dillerinize geldiği şekliyle şu helâldir, bu haramdır
demeyin. Haram ve helâlleri belirleme yetkisine sahip olan Allah’a karşı
böylece yalan iftirada bulunmayın. Ya da Allah’a, Allah üzerine Onun demediğini
diyerek yalanla iftira etmek için ağzınıza geldiği gibi, aklınıza estiği gibi
şu helâldir bu haramdır demeye kalkışmayın.
Unutmayın ki böyle Allah demediği
halde sanki O’na akıl veriyormuş, O’na yol gösteriyormuş pozisyonunda yalan
iftira eden kimse hiçbir zaman felaha erişemez, kurtuluşa erişemez. Belki yaptıkları
bu soytarılıklardan ötürü, bu iftiralarından ötürü bu tür insanlar bu dünyada
bazı menfaatler sağlayabileceklerdir ama bilelim ki dünya çok basittir, az bir
metadır. Ardında da can yakıcı bir azabın kendilerini beklediğini asla unutmasınlar.
Çünkü
Allah’ın hakkı bellidir. Yaratan O’dur, Rab, Melik O’-dur. İnsanın da,
yiyeceklerin, içeceklerin yaratıcısı da O’dur. Bu dünyada gerek insanla, gerek
tüm diğer tüm varlıklarla ilgili yasa koyma hakkı sadece Allah’a aittir. Şunu
yiyebilirsin, şunu yiyemezsin deme yetkisi sadece O’na aittir. Şu senin için
serbesttir, şu da yasaktır deme hakkı sadece O’na aittir. Şu haramdır, bu
helâldir deme hakkına sahip tek varlık, Allah’tır.
Çünkü göklerin ve yerin,
göktekiler ve yerdekilerin tek yaratıcısı, tek sahibi, tek hakimi O’dur. Tüm
varlıklar için tek hak sahibi O’dur. Çünkü yeryüzünde hiçbir hayvan yaratmasaydı
ne yiyecektik biz? Hiçbir bitki yaratmasaydı ne yapacaktık? Bizi yaratmasaydı
biz de olmayacaktık. Öyleyse bu hayatta şu haktır, bu bâtıldır, şu iyidir, bu
kötüdür, şu helâldir bu haramdır, şu adâlettir bu zulümdür deme hakkına sahip;
sadece Allah’tır. Kim ki Allah yasaları yanında yasa koymaya, Allah yetkisi
yanında yetki iddia etmeye kalkışırsa bilsin ki Allah’a en büyük iftirada bulunmuş
demektir.
Haramın ve helâlin tespitinde söz sahibi Allah ve Resûlüdür.
Bu konuda söz söyleme hakkına sahip başka hiç kimse yoktur. Ama bunun tamamen
aksine insanlar tarih boyunca faklı kıstaslar geliştirmeye çalışmışlar. Meselâ
pragmatizm felsefesine göre mutlak mana-da eşyayı, fikirleri, düşünceleri Veya
davranışları ikiye ayırırlar faydalı olanlar faydasız olanlar diye. Bu
felsefeye göre faydalı olanlar iyidir, güzeldir, helâldir, faydasız olanlar da
kötüdür, çirkindir ve haramdır.
Veya kimileri demişler ki bu
konuda kriter birey olmalıdır. Haram ve helâl konusunda, iyi ve kötü konusunda
kıstas bireydir.
Öyleyse
insana göre, bireye göre faydalı olanlar iyidir, helâldir, zararlı olanlar da
kötüdür haramdır. Bireyi temel kabul eden kapitalizme göre de haramın ve
helâllerin tespitinde kıstas bireydir. Kimileri de bu konuda ölçü toplumdur
demişler. Toplumun iyi dediği, güzel dediği, helâl dediği şeyler helâldir, kötü
dediği şeyler de haramdır demişler. Kolektivizmi savunan komünistlerin bu
konudaki düşünceleri de budur.
Halbuki bunlardan hiç birisi haram ve helâllerin tespitinde
ölçü olamaz. İnsan üzerinde öyle bir güç olmalı ki mutlak ilim sahibi, mutlak
hikmet sahibi, mutlak sûrette haramı helâlı, faydalıyı ve zararlıyı bilen, hali
de geçmişi de geleceği de bilen ve bu bilgisi konusunda hiç kimseye ve hiç bir
şeye bağımlı olmayan ve de gaddar olmayan, kullarının hayrını, iyiliğini
düşünen, Rahman ve Rahim olan birisi olmalı ki bunu tespit etsin.
Mü'min kesinlikle bilir ve öylece iman eder ki haram ve
helâl sınırlarını ancak Allah tayin eder. Allah berisinde ve bir de Resulü’ne
verdiği yetki dışında bu konuda hiç kimse pay sahibi değildir. Bu konuda kıstas
vahiydir. Vahyin helâl dedikleri helâldir tüm dünya bunun aksini söylese de.
Vahyin haram dedikleri de haramdır tüm dünya zıddını ispat etmeye çalışsa da.
Çünkü bu konuda insanlar ölçü olamazlar. Zira insanlar hiçbir zaman yarını
hesap edemezler.
Ve
yine insanlar hiçbir zaman kainat planında düşünce imkânına sahip değillerdir.
Yani insanların tamamı birleşse de bin yıl önce kötü görülen bir şeyin bin yıl
sonra iyi olabileceğini bilemedikleri gibi, burada iyi bilinen bir şeyin
dünyanın başka bir yerinde kötü görülebileceğini bilemezler. Kâinat planında
düşünebilmeye ve yarınların yarınını ihata edebilmeye sahip olan ancak
Allah’tır.
O
halde haram helâl konusunda iyi kötü konusunda, zararlı faydalı konusunda söz sahibi
sadece Allah’tır. Mü’minler helâl kılınan şeylerdeki hikmeti anlamasalar da
Allah’ın helâl kıldığı şeyleri temiz ve faydalı bilirler ve öylece inanırlar.
Haram kıldığı şeyleri de pis ve zararlı bilirler. Ve haram helâl konusunda
Rablerinin kanunlarına ve Rablerinin elçisinin beyanlarına teslim olan
mü’minler kesinlikle akıllarına geldiği gibi konuşmaktan sakınırlar. Çünkü bakın
Rabbimiz bu âyetinde kullarını bundan men etmektedir:
Nedense bizde haramı helâl sayan kişinin küfrüne hükmedilir
de helâlı durup dururken haram saymaya kalkan kişinin küfrüne hük-medilmez.
Halbuki İbni Abbas efendimizden rivâyet edildiğine göre helâlleri haram sayan
kişi de aynen haramları helâl kabul eden gibidir.
Haramlar iki kısımdır. Ya farzların zıddıdır. Namaz kılmamak,
oruç tutmamak, cihadı tek etmek savaştan kaçmak, ilim öğrenmekten vazgeçmek
gibi. Yahut da bizzat Allah ve Resûlü tarafından haram kılınmış olanlardır.
İçki içmek, zina etmek, adam öldürmek, şirk koşmak, tesettüre riâyet etmemek,
domuz eti yemek yemek gibi.
Bir de başka bir tasnife göre haramlar ikiye ayrılır. Haram
liay-nihi, haram ligayrihi diye. Haram liaynihi; Bizzat zatı itibariyle varlığı
itibariyle haram olanlar. Aslı, maddesi haram olanlardır. Domuz eti ve şarap
gibi. Aslı haram olduğu için bunlar herkes için haramdır. Ama ötekisi haram
ligayrihi olanlar ise aslında kendisinde, maddesinde bir haramlık olmadığı
halde bir başka bir şey sebebiyle haram olanlardır.
Meselâ
ekmek helâldir, ama şarapla yenirse haramdır. Veya yemek helâldir ama bir
fahişenin hatırına yenirse haramdır. Veya ekmek helâldir ama Ramazanda yemek haramdır.
Veya aslı helâl olan bir şeyin kazanç yolu, ikt
Rabbimizin yasalarına göre eşyada aslolan ibahadır.
Rabbi-mizin yarattığı her şey temizdir ancak hakkında nass bulunanlar müstesnadır.
Beş şeyde aslolan hürmettir. Din, nesil, akıl, nefis ve mal. Mevcudatın tamamı
insan için yaratılmış ve insanın hizmetine verilmiş olduğu için tüm mevcudatta
aslolan ibahadır, helâllik ve temizliktir. Ama hakkında bunun zıddını ortaya
koyan yani onun haramlığını anlatan nassın bulunduğu şeyler bunun dışındadır.
Haram olanlar haramdır, bunlara yaklaşılmamalıdır da helâl
olanlardan istifade şeklini belirleme hakkı da Allah’ın Resûlüne aittir. Tüm
helâllerden nasıl istifade edileceğini, ne miktar ve hangi ölçüde istifade
edileceğini de yine Allah’ın Resûlü belirlemiştir. İnsanlar Allah ve Resûlünün
helâl dediği bölgelerde yer içerler giyinirler ama onların ruhsatını aşan
bölgelerde de durmak zorundadırlar. Aslında bu sınırı Allah ve Resûlü belirler
de ama insanlar da bunu seçebilirler. Yani insanlar Allah’ın kendilerine vermiş
olduğu fıtrat gereği -tabi eğer bu fıtrat bozulmamışsa- hakkın tecellisi olarak
insanlar da iyiyi kötüyü seçebilme ayırt edebilme özelliğine sahiptirler.
Ya da
şöyle söyleyelim; insanlar Allah ve Resûlünün kendileri adına yaptıkları bu
seçimini kabul etmeyerek kendi iradelerince iyiyi kötüyü haramı helâli
seçebilirler. Kendilerince haram helâl sınırları belirleyebilirler ama sonucuna
kendileri katlanmak kayd u şartıyla. Dünyada temiz ya da pis bir hayat yaşamak,
âhirette de cennete ya da cehenneme razı kayd u şartıyla burada insanları
serbest bırakmıştır Rabbimiz.
Rabbimiz diyor ki kullarım ben size irade verdim. Dünyada
koyduğum yasa gereği imanı da küfrü de seçebilirsiniz. Haram helâl konusunda,
hayat programı konusunda beni de dinleyebilirsiniz başkalarını da. Ama
unutmayın ki bu seçimizin sonucuna kendiniz katlamak kayd u şartıyla
dilediğinizi yapabilirsiniz. Eğer benim rızamı ve cennetimi kazanmak
istiyorsanız her konuda beni dinlemek, benim hayat programımı uygulamak
zorundasınız diyor.
Ama
rızasını ve cennetini kazanma adına bizi kendisini dinlemeye çağırırken de,
kendisinin bizim adımıza belirlediği haram helâl yasalarını dinlemeye
çağırırken de merhameti bol olan Rabbimiz hiç bir zaman bizi sık boğaz etmemekte
bizim önümüze gâyet rahat ve geniş bir cadde bir saha çıkarmaktadır.
Yani
Rabbimiz altı veçhesi kapalı bir hayat emretmez bize. Hani adam oğlunu okutur,
ve oğlu: Baba! O tarafa abdest bozma haramdır! Adam bu tarafa döner, baba:
Sakın ha o tarafa dönme yasaktır. Beriki tarafa döner aman caiz değildir filan
diyerek onu ne yapacağını bilmez bir vaziyette bırakır ya Rabbimiz öyle yapmaz.
Her şeyi haram kılarak bizi sap gibi ortada bırakmaz Rabbimiz. Önümüze çok geniş
bir saha bırakır ve kesinlikle biliyoruz ki insanlık ve müslüman-lık ancak
Allah’ın çizdiği yolda mümkündür. Bizim için insanlığımız gereği fıtratımız gereği
en geniş en rahat ve müsait yol en geniş cadde ve en uygun hayat programı
Allah’ın çizdiği ve tespit buyurduğudur.
Çünkü
bizi yaratan, bizi programlayan, bizim fıtratımızı en iyi bilen Odur. İnsan
için yapılacak yapılmayacak işleri, haram helâl sınırlarını en güzel belirleyen
Allah’tır.
118. “Sana anlattıklarımızı, daha önce, Yahudi olanlara
da haram kılmıştık; biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı.”
Biz Yahudilere daha önce sana
anlattığımız şekilde bazı şeyleri haram kılmıştık. Onu kitabımızın başka sûrelerinde
anlattı Rab-bimiz. Tırnaklı hayvanları, deveyi, deve sütünü vs. haram kılmıştı
onlara Rabbimiz. Tabii bu da onların Allah’a bozuk düzen tavırlarından
kaynaklanıyordu. İşte bakın Diyor ki Allah Biz onlara asla zulmetmedik, onlar
kendilerine zulmettiler. Biz de onlar zalim oldukları için işte bu helâlleri
onlara haram kıldık. Yâni sonradan Allah haram-helâl yasasını değiştirmiştir.
Ama bu konuda Rabbinin yasası da şudur:
119. “Sonra doğrusu Rabbin, bilmeyerek kötülük edip ardından
tevbe eden ve ıslah olanlardan yanadır. Rabbin bundan sonra da bağışlar ve
merhamet eder.”
120. “İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen
bir önderdi; puta tapanlardan değildi.”
Muhakkak ki İbrahim Allah’a boyun
eğen, Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olan, içiyle dışıyla, gecesiyle
gündüzüyle, oğluyla karısıyla Allah’a yönelmiş, hep Allah’ı dinleyen, hep
Allah’a kulluk eden bir önderdi. Yâni İbrahim Fıtratının gereğini yaşayan, bozulmamış
bir kalp, bozulmamış bir yaratılışla Rabbine teslim olmuş bir peygamberdi. O bu
haliyle yeryüzünde tek başına bir ümmetti. Kendi başına dimdik ayakta, kendi
başına Allah’ın dinini ayağa kaldırmış bir ümmetti.
O müşriklerden, puta tapanlardan,
Allah’a yetki sınırlaması koyanlardan, Allah berisinde hayatta yetkili varlık
kabul edenlerden değildi. O aya, güneşe, yıldızlara, putlara, krallarına,
siyasîlerine, egemen güçlere tapınan bir kavmin içinde zerre kadar bir şirk
yanıl-gısına düşmedi. O asla bir müşrik değildi.
121. “Rabbinin nîmetlerine şükrederdi; Rabbi de onu seçti
ve doğru yola eriştirdi”
O Allah’ın nîmetlerine şükreden
bir müslümandı. Nîmetin sahibini, hayatın sahibini bilen ve tüm nîmetleri, tüm
hayatını O Allah’a kullukta kullanan bir müslümandı. Gerçekten hamd eden, şükreden
bir özelliğe sahipti O. Zerre kadar Rabbine karşı bir nankörlük ve kâfirlik
özelliği yoktu. Onun içindir ki Rabbi de Onu seçti, seçkinlerden kıldı ve Ona
hidâyet lütfetti. Dosdoğru yolda yürümesi için Ona yolunu, hidâyetini gösterdi.
122. “Dünyada ona iyilik verdik, doğrusu o âhirette de iyilerdendi.”
Ona dünyada hasene verdik.
Dünyada en güzel nîmetlere ulaştırdık Onu. Ona peygamberlik verdik ve
insanlığın imamı, müslü-manların atası yaptık. Ve âhirette de iyilerden
olacaktır İbrahim aley-hisselâm. Âhirette de sâlihlerden olacak, sâlihlerin
yurdunda olacak.
123. “Şimdi ey Muhammed! Sana, “Doğruya yönelen, puta tapanlardan
olmayan İbrahim'in dinine uy” diye vahy ettik.”
Sonra sana vahy ettik. Evet şimdi
de İbrahim aleyhisselâm’ ın oğlu İsmail aleyhisselâmın neslinden gelen
Rasûlullah efendimize geldi sıra. Ey Muhammed, Biz sana vahy ettik. Sen de; ey
peygamberim, İbrahim’in dinine hanif olarak tâbi ol. Hanif olarak, fıtratı
salim olarak İbrahim’in yoluna tâbi ol. Tabii aynı emir burada bize de geliyor.
Ey müslümanlar, sizler de bozulmamış bir fıtratla, fıtrat-ı selimeyle atanız
İbrahim aleyhisselâmın yoluna tâbi olun. O hiçbir zaman şirkin içine düşmedi.
Sizler de ey müslümanlar, Onun gibi bir hayatla Onun yoluna tâbi olun. Onun
milletinden olun.
124. “Cumartesi ibadeti, ancak o gün üzerinde çekişenlere
farz kılındı. Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında
hükmedecektir.”
Biz sebt gününü ihtilâf edenlere
farz kıldık. Araf sûresinde detayıyla anlatıldığı gibi Rabbimiz önce cum’a gününü
Yahudilere tahsis buyurdu. Ama onlar bugünü değiştirdiler. Cumartesi günü
hiçbir işle iştigal etmeyip sadece Allah’a ibadet edeceklerine dair söz
verdiler. Ama bu sözlerini bozdular.
Onların ihtilâf edip tartıştıkları konularda kıyâmet günü Rabbin hükmünü
verecektir. Cumayı kabul etmeyip cumartesini kabul edenler, cumartesi yasağına
riâyet edip etmeyenler arasında Rabbimiz yarın hükmünü verecektir. Rabbimizin
hükmüyle, yargısıyla onlardan kimileri cennete giderken kimileri de cehennemi
boylayacaktır. Yâni kim hak yoldaydı, kim sapmıştı? Kim mü’mindi, kim kâfirdi?
Kim Rabbinin emirlerine mûtiydi, kim isyan ediyordu? Yarın bunu, Allah ortaya koyacaktır.
Peki böyle bir ortamda peygambere ve peygamber yolunun yolcularına düşen nedir?
125. “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel
öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rab-bin, kendi yolundan
sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.”
Haydi sen ey Peygamber ve sen ey müslüman
hikmetle ve güzel bir nasihatle, güzel bir şekilde insanları Rabbinin yoluna
dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et. En güzel bir şekilde Allah’ın
dinini anlat insanlara. Anlatmanın ve dâvetinin temeli hikmet olsun, güzellik
olsun, tatlı bir anlayış olsun. Ve dâvetin hak bir dâvet olsun. Dâvetin hakka
olsun. İnsanlarla konuşurken, mücâdele ederken de çok güzel bir üslûpla
mücâdeleni yap. İnsanları kırıp dökme. Karşındakileri ezmeye, onları mat
etmeye, onlara hakaretler etmeye, onların inançlarına, tanrılarına sövüp
saymaya kalkışma. Ama onlar hatırına, onların gönüllerini alacağım diye; sakın
haktan da taviz verme. Onlar hatırına bâtılları savunmaya kalkışma.
Yâni onlarla tartışırken kendi
hevâ ve hevesini ön plana çıkarma. Geçici dünya menfaatlerini göz önünde tutma.
Ama karşı tarafı da unutma ki onlar da bir inandır. Onların şahsiyetli kalması,
şah-siyetli müslümanlar olması senin şahsiyetinin de gelişmesine sebep olacağını
unutma. Çünkü hayat şahsiyetle, şahsiyetli insanlarla güzel olacaktır.
Evet kendi
şahsiyetini de, karşındakilerin şahsiyetlerini de göz ardı etme ki tartışman
güzel olsun. Hikmetle hareket etmen hem karşı tarafa, hem de sana en güzel bir
şekilde yol göstersin. Muhakkak ki Rabbin yolundan sapanı da bilir, hidâyette
olanı da. Sen hep hidâyet yolunu seç. Ve diğer insanları da seçtiğin, üzerinde
olduğun en güzel yola en güzel bir şekilde dâvet et. Dâvetin o zaman etkili
olacaktır. Bugün olmazsa bile yarın etkisini mutlaka gösterecektir.
126, 127. “Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla
mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu, sabredenler için daha iyidir.
Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme kurdukları düzenlerden
de endişe etme.”
Ama eğer o karşınızdakiler size
karşı kötülük yaparlar da sizler de size yapılanının karşılığı olarak onlara
ceza vermek isterseniz ancak size yapılanın aynıyla, misliyle mukabele edin.
Size yapılan kötülüğün aynıyla karşılık verin. Eğer sabrederseniz sabredenler
için bu daha hayırlıdır. Yâni doğrusu size yapılan kötülükler karşısında
sabredebilirseniz, şahsınıza kötülük yapılmamasına rağmen direnebilirseniz,
güzel bir karşılıkla onlara davranarak onların kalplerini Allah’ın dinine
kazandırabilirseniz bu çok daha güzeldir. Ama size yapılan kötülüğe karşılık
illa da bir ceza verecekseniz-buna hakkınız vardır- o zaman ancak misliyle
verebilirsiniz. Lâkin her şeye rağmen sabreder, dişinizi sıkar kötülüğe karşı
iyilikle mukabelede bulunabilirseniz bu çok hayırlı olacaktır.
Yâni ey muhataplar, siz bize
kötülük ediyorsunuz, haksızlık yapıyorsunuz, ama biz size karşı hep iyi davranıyoruz,
hep iyi davranacağız. Biz sizin İslâm’ınızı istiyoruz. Sizin Rabbinize teslim
olmanızı, kurtuluşa ermenizi istiyoruz diyebilmeniz bu sizler için çok daha
kârlı bir iş olacaktır. Öyleyse ey Peygamberim ve ey müslümanlar bu noktada
sabırlı ve dirençli olun. Müslümanca davranmada, müslü-manca dâvette, müslümanca
görünmede sabırlı ol. Muhakkak ki sabrın Allah için olacaktır. Yâni Allah’ın
rızasıyla, Allah’ın lütfuyla sabredebileceksiniz. Sakın ha sakın onlar adam
olmadılar diye, onlar müs-lüman olmadılar diye kederlenip üzülme. Onların sana
karşı düşündükleri tuzaklardan, komplolardan sakın endişelenme. Kesinlikle
bilesiniz ki onlar sana karşı, size karşı hiçbir şey yapamayacaklardır.
Varsın
dirensinler onlar kâfirliklerine. Varsın müslüman olmamaya sabır göstersinler.
Elbet bir gün bir fetihle onlar da müslüman olacaklardır. Elbet bir gün onların
da akılları başlarına gelecektir. Ya Nahl ile, ya İsrâ ile, ya Tâhâ ile, ya
Meryem’le mutlaka bir gün onlar da dirilecekler ve hidâyetle müşerref olacaklardır.
Tabii bu öyle kolay olmayacaktır. Bir ömrün değişimi kolay değildir. Sen güzellikle
sabret, sizler güzellikle sabredin, ama bunun için de Rabbine dayanıp, yalvar.
Çünkü böyle bir sabrı ancak Allah’ın yardımıyla başarabileceksin. Şunu da
unutma ki onlar asla sana zarar veremeyeceklerdir. Onların tüm tuzakları, tüm
komploları kendi aleyhlerine çıkacak, kendilerini bağlayacaktır. Sen onları da
kurtarmak üzere hareket et. Onları da cennete kazandırmak üzere güzel bir
anlayışla, bir hikmetle nasihatle devam et. Böyle devam ettiğin sürece senin
işine güzellikler gelecektir.
Evet, bize
zarar verene, bize kötülük yapana biz de kötülük yapmak zorunda değiliz. Ama
bizim toplumda şöyle bir atasözü vardır: "Kocana kızdığın zaman yemeğin içine
bir kaşık fazla yağ at ve böylece ona zarar vererek, onun malına zarar vererek
ondan intikamını alırsın" sözünde anlatılan şey de zarara zararla
mukabeledir. Kocan sana her ne sûretle olursa olsun bir zarar vermişse senin de
ona ve malına zarar vermen caiz değildir.
Veya
dükkanında çalıştırdığı işçilerin haklarını vermeyerek onlara zarar veren bir
adamın malına zarar vererek işçilerin ondan haklarını almaya çalışmaları caiz
değildir. Tamam aslında yapmamalılar, aslında işçilerinin haklarını yiyerek,
onlara zulmederek biriktirdikleri paralarla başkalarına yardım ediyor muş gibi
infak gösterisinde bulunmak yerine önce o işçilerine infakı ve önce onların
haklarını vermeyi şiar edinmeliler iş verenler ama her şeye rağmen bir
haksızlık yapmışlarsa onlardan hak almanın yolu bu değildir. Şunu da asla unutmayın ki ey müslümanlar:
128. “Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir.”
Allah muttakilerle beraberdir.
Muhakkak ki Allah kendisiyle yol bulan, kitabıyla, diniyle yol bulan
kimselerle, hayatlarını Allah için yaşayanlarla beraberdir. Sözleri, amelleri,
eylemleri, savaşları, barışları, namazları, oruçları Allah için olan kimselerle
beraberdir. Evet Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a kulluk eden, sürekli Allah
kontrolünde olduklarının şuuru içinde olanlar yaşadıkları bu hayatta Allah’la
beraber oldukları gibi, sürekli Allah desteğinde oldukları gibi, yaşadıkları bu
hayatın sonunda yine Allah’la beraber olacaklardır. Rablerinin onlarla
beraberliği devam edecektir. Hayat Allah’la beraber güzeldir. ölüm Allah yolunda
güzeldir. Ve öteler âleminde böyle yaşayan kimseler için Rabbimizin vaadettiği
cennetteki nîmetler güzeldir.
Bu sûrenin
de sonuna geldik, gelecek hafta inşallah İsrâ sûresinde buluşmak üzere vel
hamdü lillâhi Rabbil âlemîn.