NAHL SÛRESİ
Bu
mübarek sûre Kur'ân-ı Kerîm'in on altıncı süresidir. Mekke'de nazil olmuştur.
128 âyettir. İbn Abbas (r.a.)'dan gelen bir rivayete göre 95, 96 ve 97'nci
âyetleri Hz. Hamza'nm şehadetinden sonra Medine'de nazil olmuştur. Diğer bir
rivayete göre ise, 110 ve 126'ncı âyetleri Medine'de inmiştir.
Nahl
sûresinde birçok lâtif, bedii kudret eserleri gözler önüne serilmekte, tabiat
alemindeki bütün varlıkların insanların emrine verildiği, insanın ise güzide
bir mahlûk olup mümtaz bir varlığa sahip olduğu beyan edilmektedir. Böyle
olmakl-a beraber beşeriyetin saadeti ve hidâyeti için peygamberlere, ve
kitablara ihtiyaçları olduğu bildirilmektedir. Yüce Allah bu sûrede nimetlerini
zikrederek insanları, bu nimetlerin şükrünü ifaya davet etmekte, amellerinden
sorumlu tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır.
Yüce
Allah, sûreye isim olan arının kendisine verdiği büyük bir kabiliyetle yaptıkları peteklere verdikleri hendesi şekillerin
ne kadar önemli ve ne kadar dikkate şayan olduğunu gözler önüne sermekte ve ibret
almamızı emretmektedir. Küçük bir varlığın, ilâhî ilham eseri, hârika bir san1
at ile maddi hayatımız için pek çok faydası olan bir gıdayı meydana getirmesine
dikkatlerimizi çekmektedir.
Allahü
Teâlâ bütün nimetlerini yeryüzünde bizim için sergilemekte ve bunlar için
şükretmemizi emretmektedir.
Bu
sûre-i celüede bal arısından ve hünerlerinden bahsedildiği için, Nahl sûresi
olarak isimlendirilmiştir.
390 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 1-2)
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ın emri geldi. Artık onu vaktinden önce
istemeyin. O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehdir, yücedir.»
İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi
şöyledir:
Enbiyâ
süresiyle Kamer sûresinin birinci âyetleri nazil olduğu zaman Mekkeli müşrikler
Peygamberimiz (s.a.v.)'e şöyle derler: «Yâ Muhammedi Sen kıyametin yaklaştığını
söylüyorsun. Halbuki biz bugüne kadar hiçbir izine rastlamadık.» O zaman Allahü
Teâlâ yukarıdaki âyeti inzal eder ve şöyle buyurur: «Allah'ın emri geldi. Artık
onu vaktinden önce istemeyin. O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden
münezzehdir, yücedir.» Kıyametin vakti ve kâfirlerin azab göreceği gün yaklaştı.
Zira gelecek olan her şey yakındır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah kıyamet
vakti yaklaştığı için «geldi» buyurmuştur.
Nahl
sûresinin bu âyeti gelince Resûlüllah (s.a.v.)'ın benzi sararır, yerinden
sıçrar, Cebrail'in azab ile geldiğini zanneder, telâşa kapılır. O zaman Yüce
Allah şöyle buyurur: «Yâ Muhammedi Onun acele gelmesini boşuna istemeyin. Onun
vukuu yakındır.»
Allahü
Teâlâ kâfirlerin eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehdir, yücedir. Ortağa
ve çocuğa ihtiyacı yoktur. Zira her şeyi yoktan var eden O'dur, O, hiçbir şeye
muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«O, kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona vahiy
ile melekleri indirir. Ve "Benden başka tanrı yoktur, benden sakının"
der.»
Allahü
Teâlâ dilediği kullarına Cebrail vasıtasıyla vahyedip emirlerini bildirir.
Allah'ın insanların içinden peygamberlik vermek suretiyle seçtiği mümtaz
kişiler, gönderildikleri toplumlara Allah'ın emirlerini ve yasaklarını
bildirmekle mükelleftirler. Peygamberlerin görevi, insanları Allah'ın birliğine
iman etmeye davet edip azabından korkutmaktır. Zira Allah'tan başka ilâh
yoktur. Mutlak ma'-bûd O'dur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
(Cûz:
14. Âyet: 7) NahI Sûresi 391
*O, gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Onlann
ortak koştukları şeyden münezzehdir.»
«İnsanı bir damla sudan yarattı. Böyleyken o nasıl
da açıkça hasım kesildi.»
Allahü
Teâlâ azametini ve kudretini beyan edip şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar, sizi
yok iken bir damla sudan yaratan Halik, hakkı izhar etmek için gökleri ve
yerleri yaratmıştır. Bunlar Allahü Teâlâ'nm birliğine, yüceliğine delâlet
etmektedir. O'nun şeriki yoktur. Böyle olmakla beraber insan bize karşı açıkça
hasımlık yapar. Kudretimizi inkâr edip bize ortak koşar.»
Ne
gariptir ki, insan bir damla sudan yaratıldığını unutur, Yüce Allah'ın
kudretini inkâr eder, ortak koşar.
Übey
b. Halef bir gün çürümüş bir kemik parçası alır, elinde iyice ufalar ve saçar.
Sonra şöyle konuşur: «Yâ Muhammedi Sen ne acaip konuşuyorsun, çürümüş, toz
haline gelmiş kemik kıyamet günü nasıl dirilecektir? Böyle bir şeyin
gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Sen hayal kuruyorsun.»
Zâlim
Übey b. Halef bu sözleriyle Yüce Allah'ın kudretini inkâr eder.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Hayvanları
da O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de yersiniz.»
«Akşamleyin
getirirken, sabahleyin salıverirken
onlarda sizin için güzel bir zinet
vardır.»
«Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere
yüklerinizi taşırlar. Şüphesiz ki, Rabbiniz çok
esirgeyicidir, çok merhamet edicidir.»
Allahü
Teâlâ göklerdeki ve yerdeki bütün nimetleri insan için
392 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 8-9)
yaratmıştır.
İnsanların maişetlerini te'min etmek için, yeryüzünü etinden, sütünden,
derisinden, yününden ve diğer özelliklerinden İ£ tifade etmek için hayvanlar
halketmiştir. Bütün bu hayvanların etin den ve sütünden istifade edildiği gibi,
derisinden ve yününden d çeşit çeşit elbiseler yapılır, yünlerinden insanların
mübrem ihtiya cı olan yatak yorgan gibi şeyler de elde edilir. Ayrıca bazı hay
vanlar da insanların üzerlerine binmeleri ve yüklerini taşımalar için
yaratılmıştır. İnsanlar gıda ihtiyaçlarını bunların etlerinder sütlerinden ve
yağlarından istifade etmek suretiyle, giyim ihtiyaç larını derilerinden ve
yünlerinden yararlanmak suretiyle, nakliya ihtiyaçlarını da güçlerinden
istifade etmek suretiyle giderirler. Bü tün
bunlar Allah'ın kullarına bir lütfudur. Bu hayvanların sabah leyin
otlaklarına gidip akşam yerlerine dönmelerinde bile insanla: için zevk veren
birçok özellikler vardır. Bütün bunlar Allah'ın vah daniyetine delâlet
etmektedir. Düşünebilenler bütün bunlardan ib ret alır, Allah'a şirk koşmaktan
sakınır, verdiği nimetlere karşı şük reder. Zira bu nimetlerin hiçbiri
tesadüfen verilmediği gibi, boşun, da yaratılmış değillerdir. İnsanların bütün
bunlardan istifade ede rek Rablerine karşı olan kulluk görevlerini hakkıyla
yapmaları is tenmektedir. Daha sonra Allahü Teâlâ verdiği nimetlerin bir kısmi m zikretmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Atları, katırları ve merkepleri de sizin için
binek ve süs hay vanı olarak yaratmıştır. O daha bilmediğiniz nice şeyleri de
yara tır.»
«Doğru yolu bildirmek Allah'a aittir. Onun eğri
olanı da var dır. Allah dileseydi, hepinizi birlikte doğru yola iletirdi.*
Allahü
Teâlâ, en üstün varlık olarak yarattığı insanın yeryüzündeki ihtiyaçlarını
gidermek için binek hayvanları olarak at, katır, merkepler yaratmıştır. Ta ki,
insanlar bunların vasıtasıyla uzak yerlerdeki ihtiyaçlarını gidersinler,
yüklerini taşısınlar, savaş esnasında harb malzemelerini bir yerden diğer yere
nakletsinler ve bunlara bakarak Allah'ın kudretini anlasınlar. Böylece Allahü
Te-âlâ'nm her şeye kadir olduğunu, ortağı ve yardımcısı bulunmadığını bilsinler
ve tasdik etsinler. Dolayısıyla Allah'ın vermiş olduğu nimetlere şükretsinler,
nankörlükte bulunmasınlar. Çünkü Yüce
3)
(Cûz:
14. Âyet: 9) Nahl Sûresi
l
için, yeryüzünde [özelliklerinden is-ı hayvanların etin-ı ve yününden de 31
mübrem ihtiya-Ayrıca bazı hay-iklerini taşımaları ınların etlerinden, yle,
giyim ihtiyaç-suretiyle, nakliyat yle giderirler. Bü-ayvanların sabah-İnde bile
insanlar .nlar Allah'ın vah-tün bunlardan ib-metlere karşı şük-Lediği gibi,
boşuna rdan istifade ede-ıyla yapmaları is-netlerin bir kısmı-
yor
:
binek
ve süs hay-e şeyleri de yara-
îğri
olanı da var-Jetirdi.»
ğı
insanın yeryü-ları olarak at, ka-n vasıtasıyla uzak jisımar, savaş esre
nakletsinler ve öylece Allahü Te-ımcısı bulunmadı-.'ın vermiş olduğu lar. Çünkü
Yüce Allah bütün nimetlerini kullarının dünyada huzur ve rahat içinde
yaşamaları için emirlerine âmâde kılmıştır. Durum böyle olunca bütün bu
nimetleri kullarına takdim eden Yüce varlığın birliğini tasdik edip nimetlerine
şükretmek gerekir. İşte o zaman Bezzâk-ı âlem olan Allah, kullarına verdiği
nimetleri daha da artırır, âhiret nimetleriyle de mükâfatlandırır. Kulun görevi
zaten verilen nimetlere şükretmektir.
İbn
Abbas (r.a.) 'a at etinin yenilip yenilmeyeceğini sorarlar. O da at etinin
yenmesini çirkin görür ve yukardaki âyeti delil getirir ve şöyle der: «Bunlar
binek ve zinet için yaratılmıştır. Dolayısıyla etlerinin yenilmesi çirkindir.»
İmam-ı
A'zam Hazretleri de Ibn Abbas Hazretleri'nin kavline uyarak at etinin
yenilmesinin tahrimen mekruh olduğunu söylemiştir.
İnsanoğlunun
Allah'ın yaratmış olduğu her şeyi bilmesi ve anlaması mümkün değildir. Nitekim
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir:
«Allahü
Teâlâ, içinde yaşadığımız dünyadan otuz kat daha büyük bir arz yaratmıştır. Ve
içi mahlûkatla doludur. Onlar yeryü-zündekilerin göz açıp kapayıncaya kadar
bile Yüce Allah'a isyan edebileceklerini düşünemezler. Çünkü kendileri için
isyan asla söz konusu değildir.»
Resûlüllah'a
o yaratıkların insan olup olmadığı sorulur. Peygamberimiz de «Onlar, Allahü
Teâlâ'nm yeryüzünde insan yarattığını bilmezler» diye cevap verir.- Ey Allah'ın
Resulü, şeytan onları Allah'a isyan etmeye sevketmiyor mu, diye sorulduğunda
Peygamberimiz «Onların şeytanın yaratıldığından haberleri yoktur» cevabım
verir. Ve şu âyeti okur: «Daha bilmediğiniz nice şeyleri de yaratır.»
Allahü
Teâlâ kullarına hem hidâyet hem de dalâlet yollarını göstermiş, onları
peygamberleri vasıtasıyla hidâyete davet etmiştir. Fakat Yüce Allah doğru yolu
göstermesine rağmen insanların birçoğu hakikati kabul etmeyerek dalâlete
sapmışlardır. Yahudiler ve Hıristiyanlar bunlardandır. Allahü Teâlâ imana lâyık
olanları hidâyete erdirir, olmayanları ise dalâlette bırakır. Çünkü Yüce Allah
kimin iman edeceğini, kimin etmeyeceğini ilm-i ezelîsinde bilir ve ona göre ya
im-anı nasip eder veya dalâlette bırakır.
Allahü
Teâlâ kullarına verdiği nimetleri bildirmeye devam ediyor ve şöyle buyuruyor:
394 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 10-12)
«Size semadan su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Ve
hayvanlarınızı otlattığınız bitki de onunla biter.»
«Onunla sizin için ekinler, zeytinler, hurma
ağaçları, üzümler ve türlü türlü mahsuller yetiştirir. Düşünen kimseler için
bunda ibretler vardır.»
Allahü
Teâlâ, bulutlar vasıtasıyla gökten yağmur indirir, insanların istifade etmesi
için göller, nehirler, pınarlar oluşturur. Böylece su ihtiyacınızı da
giderirsiniz. Yine yağmur sayesinde yeryüzünde otlaklar, ormanlar, çeşit çeşit
sebzeler, türlü türlü meyveler, cins cins mahsuller meydana gelir. Bütün
bunların tatları, kokuları, renkleri, birbirinden farklıdır. Hiçbiri diğerine
benzemez. Düşünebilen kimseler için bunlarda ibretler vardır. Ve herbiri Allahü
Te-âlâ'nm varlığını, birliğini, kudretini ve hiçbir şeye muhtaç olmadığını
isbat etmektedir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize
verdi. Yıldızlar da onun emrine boyun eğmişlerdir. Bunların herbirinde aklını
kullanacaklar için ibretler vardır.»
Yüce
Allah gündüzü kullarının maişetlerini te'min etmeleri, geceyi ise istirahat
etmeleri için yaratmıştır. Güneşi, ayı ve yıldızları da kudretine delâlet eden
birer alâmet olarak vücûda getirmiştir. Geceyle gündüz birbirini takip ettiği
gibi, güneş, ay ve yıldızlar da kendilerine ayrılan daire içinde hareketlerini
sürdürürler. Ve hepsi bir hesaba göre hareket etmektedir. Geceyle gündüzün
birbirini takip etmesinde, güneşin ve ayın doğmasında ve batmasında,
yıldızların ve gezegenlerin gökyüzünü kandiller" gibi süslemesinde
düşünebilenler için büyük hikmetler ve ibretler vardır. Bütün bunların hepsi
Allah'ın varlığının ve kudretinin açık birer delili değil midir? Selim akıl
sahibi kimselerin bundan şüphe etmesi asla mümkün değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor;
(Cûz:
14. Âyet: 13-17] Xahl Sûresi 395
«Yeryüzünde rengârenk şeyleri sizin için O
yaratmıştır. Öğüt alan kimseler için bunda ibretler vardır.»
Bütün
nimetleri kullan için yaratan Yüce Allah, yeryüzünde de rengârenk meyvaları,
çeşit çeşit sebzeleri, cins cins ürünleri istifade etmeleri için emirlerine
vermiştir. Öğüt alan kimseler için bunlarda ibretler vardır. Bunların hepsi,
Allah'ın kudretine delâlet etmektedir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Taze et yemeniz, giyeceğiniz süs eşyanızı
çıkarmanız ve Allah'ın bol nimetinden istifade etmeniz için denize boyun
eğdiren O'-dur. Nitekim gemilerin onu yara yara gittiğini görürsünüz. Belki
artık şükredersiniz.»
Allahü
Teâlâ, denizleri de kullarının emrine vermiştir. Denizlerin insanlara birçok
faydası vardır. Et ihtiyaçlarının büyük bir kısmı, deniz ürünü olan balıklarla
giderilir.. Ayrıca denizlerden inci, yakut ve mercan gibi zinet eşyaları elde
edilir. Kara yoluyla ulaşamayacakları yerlere denizde hareket eden gemiler
vasıtasıyla gidilip gelinir. Böylece insanlar uzak me saf elerdeki
ihtiyaçlarını da karşılamış olurlar. İşte bütün bu nimetler Allah'a şükretmek
için verilmiştir. Akıl sahipleri bu nimetlere bakarak Allah'ın azametini ve
kudretini anlarlar. O her şeye kadirdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Yeryüzünde sarsılm ay asınız diye sabit dağlar,
nehirler ve yollar koymuştur. Belki onunla doğru yolu bulaşınız diye.»
«Yıldızlarla da, alâmetlerle de onlar yollarını bulurlar.» «Hiç yaratan
yaratmayan gibi midir? Hâlâ ibret almaz mısınız?»
396 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 18-21
Allahü
Teâlâ yeryüzünü yaratıp suyun üzerine döşek gibi yaydıktan sonra sarsılmasını
önlemek için koca koca dağları üzerine dikmiştir. Bu dağlar vasıtasıyla
yerkürenin dengesi sağlanmıştır. Yine kullarının istifade etmesi için
yeryüzünde ırmaklar akıtıp yollar meydana getirmiştir. Bütün bunların maksadı
insanların doğru yolu bulmasıdır. Bütün bunları yaratan Hâlik-ı Zülcelâl ile
hiçbir şey yaratamayan bir olur mu? Elbette bir olmaz. İşte bütün bunlar
Allah'ın varlığının birer delilidir. İbadete lâyık ancak Allah'tır. O'ndan
başkasına ibadet edenler, sapıklığa düşüp helak olmuşlardır,
Allahü
Teâîâ âyet-i celîlesinde nimetlerini şöyle beyan ediyor:
«Allah'ın nimetini birer birer saysanız icmal
suretiyle bile sayamazsınız. Seksiz şüphesiz Allah çok yarhğayıcı, çok
esirgeyicidir.»
«Allah gizlediklerinizi de, açığa vurduğunuzu da
bilir.»
«Allah'ı bırakıp taptıkları şeyler hiçbir şey
yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmıştır.»
«Onlar ölüdürler. Diri değillerdir. Ne zaman
dirileceklerini de fark edemezler.»
Allahü
Teâlâ göklerdeki ve yerdeki bütün nimetleri insanlar için yaratmıştır.
İnsanlar, Allah'ın verdiği bütün bu nimetleri saymaya kalksalar ne kadar
olduğunu icmalen bile sayamazlar ve bir tesbitte bulunamazlar. Allah'ın
nimetlerinin sayısı o kadar büyüktür ki insanın ömrü bunları saymaya yetmez.
Yüce Allah bu kadar nimeti kullarının dünya ve âhiret saadetini te'min etmeleri
için yaratmıştır. Ne kadar şükredersek edelim, Allah'ın vermiş olduğu
nimetlerden sadece birinin bile şükrünü hakkıyla yapmamız mümkün değildir.
Bütün bu nimetler kendisine verilen ve bir tekinin bile şükrünü eda etmekten
aciz olan insan, nasıl oluyor da böyle bir nankörlükte bulunabiliyor? Halbuki
kulun asıl vazifesi, yaratana kulluk etmek ve nimetlerine karşı şükürde
bulunmaktır. Çünkü Allah gafurdur, küfürden dönmek suretiyle tevbe edenlerin
günahlarını bağışlar, kusurlarını afveder.
(Cüz:
14. Âyet: 22-23) Nahl Sûresi ■ 397
Bunca
nimet kentlisine verilen insanoğlunun Rabbine şükredip etmediğini Yüce Allah
zaten bilir. Zira hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir. Ne yazık ki,
Allah'ın kendilerine bu kadar değer verdiği insanlardan bir kısmı Rablerini
bırakır, elleriyle yaptıkları putlara taparlar. Halbuki taptıkları o putların
hiçbir şey yaratmaya veya yok etmeye güçleri yetmez. Çünkü onların kendisi de
yaratıktır. Üstelik onlar ölüdürler. Nitekim Yüce Allah bu hususu şöyle beyan
ediyor: «Allah'ın nimetini birer birer saysanız, icmal suretiyle bile
sayamazsınız. Seksiz şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. Allah,
gizlediklerinizi de, açığa vurduğunuzu da bilir. Allah'ı bırakıp taptıkları
şeyler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmıştır. Onlar
ölüdürler. Diri değillerdir. Ne zaman dirileceklerini de fark edemezler.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Sizin tanrınız tek bir Tanrı'dır. Ahirete
inanmayanların kalb-leri inkâr edicidir ve onlar büyüklük taslarlar.»
«Şüphesiz Allah
onların gizlediklerini de, açığa
vurduklarını da bilir. Hakikat O, büyüklük taslayanları sevmez.»
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celîlede kendisinin vahdaniyetini beyan edip şöyle buyurmuştur:
«Ey insanlar, sizin tanrınız tek bir Tanrı'dır. O'na kulluk yapın. Çünkü O'nun
bir benzeri, bir ortağı yoktur. O'ndan başka edinmiş olduğunuz ma'budların
hepsi bâtıldır.» Ancak âhirete inanmayanlar Yüce Allah'a eş koşarlar ve ibadet
etme hususunda büyüklenirler. Halbuki Allahü Teâlâ onların gizlediklerini de,
açığa vurduklarım da bilir. Yüce Allah iman nimetinden yüz çevirmek suretiyle
yeryüzünde kibirlik taslayanları asla sevmez. Zira kibirlenmek şeytanın
sıfatıdır. Nitekim, bu özelliğinden dolayı ilâhî rahmetten
uzaklaştırılmıştır." Durum böyle olunca kibirlilik taslayanlar şeytanın
sıfatıyla sıfatlandıklarından Allah'ın sevgisinden uzak olurlar.
Übey
b. Kâ'b (r.a.)'dan şöyle rivayet edilmiştir:
«Dünyada
kibirlilik taslayanlar, kıyamet günü mahşer yerine zelil ve hakir olarak
getirilecektir. Onlara her taraftan hakaret edilir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
398 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Ayet: 24-25)
«Onlara:
"Size Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman "Evvelkilerin
masallarını" derler.»
«Bununla
onlar kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka bilgisizlikle
baştan çıkardıklarının yüklerini de sırtlarlar. Dikkat edin, ne kötüdür,
yüklendikleri yük.»
İmam-ı
Süddî (r.a.) şöyle rivayet etmiştir:
«Kureyş'in
ileri gelenleri bir yere toplanırlar ve aralarında şöyle konuşurlar: Muhammed,
çok tatlı dilli birisidir. Kiminle konuşsa etkisi altına alır ve kendi dinini
kabul ettirir. Dinini yaymaması için bütün yolları keselim, onunla kimseyi
görüştürmeyelim.»
Mekkeli
müşrikler, aralarında almış oldukları bu kararı tatbik etmeye başlarlar. Bir
gün Mekke'nin dışında bulunan kabilelerden biri Peygamberimizle görüşmek üzere
elçiler gönderir. Elçiler Mekke'ye gelip daha Peygamber Aleyhisselâm'm yanına
varmadan müşrikler tarafından yolları kesilir, niçin geldikleri sorulur. Elçiler
ise cevaben Muhammed'i görmeye gittiklerini söylerler. Müşrikler de
kendilerinin Mekke'nin eşrafı olduklarını bildirirler. Niyetleri psikolojik
baskı yapıp, kendilerinin güverıilir kimseler olduğu intibaını vermekti.
Maksat, elçilerin Muhammed hakkında kendilerinden bilgi edinmeleriydi. Ve
onların Muhammed'üı yanına gitmelerine engel olmaktı. Yüce Allah, bu olay
üzerine yukarıdaki âyeti indirmiş ve hallerini beyan ederek şöyle buyurmuştur:
«Yâ Muhammed, o yalancılara Rabbinizden Muhammed'e ne indirildi diye sorulsa
onlar, Muhammed'e evvelkilerin masalları indirildi derler. O kâfirler seni ve
Kur'an'ı inkâr ettikleri için kıyamet günü kendi günahlarını yüklendikleri
gibi, iman etmelerine engel oldukları kimselerin günahlarını da
taşıyacaklardır. Çünkü onlar kendileri iman etmedikleri gibi, iman etmek
isteyenlere de engel olup küfürde kalmalarına vesile olmuşlardır. Bir insanı
hayra teşvik etmek, o hayrı yapmış gibi mükâfat elde etmeye, şerre teşvik etmek
ise o şerri işlemiş gibi cezalandırılmaya sebeb olur. O günah yükü ne kötü bir
yüktür ki, onlar onu taşırlar. Nitekim Peygamberimiz (s. a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Kim
îslâm'a aykırı bir şey ilıdas ederse, ona tâbi olanların herbirinin işlemiş
olduğu günahların aynısı ihdas eden kimsenin
(Cûz:
14. Âyet: 26) Nahl Sûresi 399
üzerine
yazılır. Kıyamete kadar o ameli işleyenlerin günahlarına ortak olur.
Mü'minlerin
günlük günahları beş vakit namazla, haftalık günahları kıldıkları Cuma
namazıyla, yıllık günahları da tuttukları oruçla silinir. Bütün bu ibadetler
mü'minlerin işledikleri günahların keffaretidir. Kâfirlere gelince, onlar ne
kadar iyi amel yaparlarsa yapsınlar, günahları asla bağışlanmaz. Çünkü günahın
bağışlanması için ilk şart imandır. Halbuki onlar imandan yüz çevirmek
suretiyle küfre girmişlerdir. Dolayısı ile yaptıkları her amel boşa
gitmektedir.
Mekkeli
müşrikler elçilere şöyle derler:
«Muhammed
yalancının biridir. Ona tâbi olanlar, fakirler ve kölelerdir. Onlarda ise hayır
yoktur. Bizlerden hiç kimse Muham-med'e tâbi olmadı. Siz onlara sakın
yaklaşmayın.»
Müşriklerin
bu şekilde konuştuğunu gören bazı elçiler Peygam-berimiz'e uğramadan döner
gider. Bir kısmı ise şöyle der: «Biz uzak bir yerden geldik. Onu görmeden
gitmeyiz. Hakkında bilgi edinmeden kavmimize dönersek, kendilerine ne cevap
vereceğiz? Mu-hammed hakkında bilgi sahibi olmalıyız ki, kavmimizin sorduğu
sorulara cevap verebilelim.»
Bu
şekilde konuşan elçiler müşrikleri dinlemezler ve Müslümanlarla görüşürler,
Resûlüllah hakkındaki düşüncelerini sorarlar. Müslümanlar da elçilere şöyle
cevap verirler:
«Muhammed
bizi bir olan Allah'a iman etmeye çağırıyor, putlara tapmayı yasaklıyor,
herkese iyiliği emrediyor, kötülüklerden sakındırıyor, kız çocuklarını diri
diri toprağa gömmeyi ortadan kaldırıyor, bizi dünya ve âhiret mutluluğuna
çağırıyor.»
Bu
sözleri duyan elçiler derhal İslâm'ı kabul ederler, memleketlerine döndükleri
zaman kavimlerini de İslâm'a davet ederler.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlardı. Bunun
üzeri-rine Allah binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı.
Hem bu azab onlara şuurlarının ermeyeceği taraftan gelmişti.»
Hz.
Peygamber'in yanma gelmek isteyenlere engel oldukları i bi, daha önceki
peygamberlerin iman etmeyen kavimleri de pe gamberlerinin yanma gelen kimselere
engel olmuşlardır. Allah c onların bu hilelerini başlarına geçirmiştir. Yüce
Mevlâ bunu şö; le beyan ediyor: «Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlarc
Bunun üzerine Allah binalarının temelini çökertti de tavanları ba larına
yıkıldı. Hem. bu azab onlara şuurlarının ermeyeceği bir U raftan
gelmişti.»
Nemrud
b. Kenan, Allahü Teâlâ ile mücadele etmek makst dıyla yüksekliği sekiz bin
arşın olan bir kule yaptırır. Aklınca A' lah ile mücadele etmek için oraya
çıkar. O mücadele ededursur Cebrail gelir, kanadıyla kuleye vurur ve yerle bir
eder. Böyleo Nemrud lâyık olduğu cezayı görür.
Allahü
Teâîâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
Sonra da kıyamet
gününde onları rezil eder. Ve der ki:
"Haklarında tartıştığınız benim ortaklarım nerede?" Kendilerine ilim
verilenler derler ki: "Bugün doğrusu rezillik ve zillet
kâfirlerindir".»
«Melekler kendilerine zulmetmiş olanların canım
alırken "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk" diyerek teslim olurlar.
Hayır, Allah sizin neler yaptığınızı bilir.»
«O halde, ebedî içinde kalacağınız cehennemin
kapılarından girin. Büyüklük tamlayanların durağı ne kötüdür.»
Allahü
Teâîâ, iman etmeyenleri sadece dünyada azaba uğratmakla bırakmaz, âhirette de
inkâr ve küfürlerinin karşılığı olarak onları ebedî cehennem azabı ile
cezalandırır. Ve şöyle der: «Hani, mü'minlerle haklarında tartıştığınız benim
ortaklarım nerede? Neden onları yardımınıza çağırmıyorsunuz? Halbuki siz
dünyada iken onlara tapıyor ve bize ortak koşuyordunuz.» Bu ilâhî hitap
karşısında kâfirlerden hiçbir ses çıkmaz, mahşer yerinde rezil rezil
bek-;«rler. Fakat meleklerden veya mü'minlerden kendilerine ilim verilen ehl-i
ma'rifet ise şöyle derler: «Doğrusu bugün rezillik ve zillet kâfirlerindir.»
Onlar dünyada iken, Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayarak
kendilerine zulmetmişlerdir. Kendilerine zulmedenlerin canlarını Azrail
alırken, gözlerinin önünden perde kalkar azabı görürler ve şöyle derler. «Biz
hiçbir kötülük yapmıyor ve Allah'a şirk koşmuyorduk.» O zaman Yüce Allah
-Hayır, siz Allah'a şirk koşuyordunuz, O, sizin neler yaptığınızı bilir. Ona
göre mükâfat ve mücâzatmızı verir. Herkes amelinin karşılığını görecektir.»
Bütün mahlûkat mahşer yerine gelip sorguya çekildikten sonra, cehennemin
bekçileri kâfirlere şöyle derler: «Ey iman etmeyenler, burası size vaad olunan
cezanızı çekeceğiniz cehennemdir. Şimdi içinde ebedî kalacağınız cehennemin
kapılarından girin, işte burası büyüklük taslayanların durağıdır. İmandan yüz
çevirip büyüklük taslayanların durağı ne kötüdür.» Böylece iman etmeyenler
ebedî kalacakları cehenneme girerler.
Allahü
Teâlâ iman edenler için şöyle buyuruyor:
«Müttakilere: "Rabbiniz ne indirdi"
denildiği vakit onlar da "Hayır" derler. Bu dünyada iyi davrananlara
iyilik vardır, âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu
hakikat ne güzeldir.»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur:
Mekkeli
müşrikler dışarıdan gelen elçilerin Hz. Muhammed (s.a.v.) ile görüşmelerine
engel olmak için yollara adamlar yerleştirirler. Bunun üzerine Peygamberimiz,
elçileri karşılamaları için bazı mü'minleri görevlendirir. Müşriklerin
Peygamberimizle görüşmeden geri çevirdikleri elçileri görevli mü'minler
yakalarlar ve şöyle derler: «Müşrikler, Muhamnied hakkında yalan söyleyerek
"Onunla görüşmenize engel oluyorlar. Halbuki Muhammed hak Peygamber'dir.
İnsanları Allah'a iman etmeye davet ediyor. Putlara tapmayı yasaklıyor.
Akrabayı ziyaret etmeyi emrediyor. Kötülüklerden sakındırıyor".» Bu hâdise
üzerine yukarıdaki âyet-i ce-lile nazil olur ve şöyle buyurulur: «Müttakilere
"Rabbiniz ne indirdi" denildiği vakit onlar da "Hayır"
derler. Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardır, âhiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu hakikat ne güzeldir. Zira âhiret yurdu
ebedîdir, dünya hayatı gibi geçici değildir.
Daha
sonra Yüce Allah âhirette müttakilere verilecek olan makamları
vasıflandırmıştır.'
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde bunu şöyle beyan ediyor:
«Adn
cennetlerine girerler. Onların altlarından ırmaklar akar. Orada diledikleri
kendilerinedir. Allah, müttakileri işte böyle mükâfatlandırır.»
«Ki
bunlar meleklerin pak ve asude olarak canlarını alacakları kimselerdir.
"Selâm size, yaptıklarınıza karşılık haydi cennete girin" derler.»
Allahü
Teâlâ, bu âyet-i celilede muttaki kullarına âhirette vereceği nimetleri bir
kere daha beyan ediyor. Müttakilere, imanlarının ve güzel amellerinin karşılığı
olarak içinde ebedi olarak kalacakları cennetler verilir. Öyle cennetler ki,
köşklerinin altından baldan ve sütten ırmaklar akar. Orada ne dilerlerse
kendilerine verilecektir. Allah muttaki kullarını işte böyle mükâfatlandırır.
Allah'ın dostları olan muttaki kullar dünya hayatım terk edip âhiret
yolculuğuna çıkarken Azrail Aleyhisselâm. kendilerini incitmeden ruhlarını pâk
ve asude bir şekilde alır. Ölümün acısını asla hissetmezler. Bütün yaratıklar
mahşer yerine toplanıp herkes hesaba çekildikten sonra, cennetin bekçileri
onlara «Selâm size, ey Allah'ın muttaki kulları. Dünyada yaptıklarınızın
karşılığı olarak haydi cennete girin» diye nida ederler. İşte, Allah'ın muttaki
kullarına kıyamet günü verilecek olan mükâfat budur. Bundan daha büyük bir
mükâfat düşünülebilir mi?
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde bunu şöyle beyan ediyor:
«Onlar kendilerine meleklerin veya senin
Rabbinin emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, ancak onlar kendilerine
zulmettiler.»
Yâ
Muhammedi Kâfirler ölüm meleğinin kendilerine gelip canlarını almasını mı veya
Rabbinin emrinin üzerlerine gelmesini mi bekliyorlar? Hâlâ küfürlerinde ısrar
mı ediyorlar? Kendilerinden önceki kavimler de peygamberlerini yalanlamışlar,
küfürde ısrar etmişler, neticede helak olmuşlardı. Onların helak oluşu
inkârlarının bir cezasıdır. Yoksa Allah onlara asla zulmetmemiş, onlar inkâr
etmek suretiyle kendilerine zulmetmişlerdir. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle
beyan ediyor «Onlar kendilerine meleklerin veya senin Rabbinin emrinin
gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardır. Allah
onlara zulmetmedi, ancak onlar kendilerine zulmettiler.» Allah hiçbir kuluna
zulmetmez. Kul zulmü kendi ister. Allah kullarını, zulmetmek için
yaratmamıştır.
Allahü
Teâlâ bunu âyet-i celîlesinde şöyle beyan ediyor :
«Bunun için işledikleri kötülüklere uğradılar ve
alay ettikleri şey onları kuşattı.»
Bu
âyet-i celîlede de ifade edildiği gibi, Yüce Allah hiçbir kuluna azab etmez. Kulun
karşılaştığı ceza amellerinin mukabilidir. İyi amel işleyenler mükâfatlarını,
kötü işler yapanlar da cezalarını göreceklerdir. Nitekim .Yüce Allah kâfirler
hakkında şöyle buyuruyor: «Bunun için işledikleri kötülüklere uğradılar ve alay
ettikleri şey onları kuşattı.» Allah mükâfat yeri oîan cenneti, mücâzat mahalli
olan cehennemi kulları için yaratmıştır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde kendisine şirk koşanlar için şöyle buyuruyor:
«Şirk koşanlar dediler ki; "Eğer Allah
dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başka hiçbri şeye tapmaz,
onun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı. Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne düşer?»
Allah'a
eş koşanlar şöyle demişlerdi: *Eğer Allah dileseydi, biz de atalarımızla birlikte Allah'a şirk
koşup putlara tapmazdık. O'-nun emirlerinin dışına çıkmazdık. Haram kıldığını
haram, helâl kıldığını helâl sayardık. O'nun dilediğini yapar, dilemediğinden
kaçınırdık.» Halbuki kendilerinden öncekiler de aynı yalanları söylemişler,
aynı iftirada bulunmuşlardı. Haklı olduklarını isbat etmek için de kendilerine
göre deliller ileri sürmüşlerdi. Allah'a isnad ettikleri yalanlar kendilerini
hidâyete değil, felâkete götürmüştü. Yüce Allah, kullarının hidâyete ermesi
için peygamberler göndermiş, emirlerini ve yasaklarını o peygamberler
vasıtasıyla bildirmiştir. Allah'ın emirlerine itaat edip peygamberlere tâbi
olanlar hidâyete ermiş, karşı çıkıp isyan edenler ise sapıklığa düşüp helak
olmuşlardır. Peygamberlerin görevi sadece Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ
etmekten ibarettir. Hidâyet ancak Allah'tandır. Allah'ın emrine, Peygamber'in
getirdiklerine muhalefet edenler asla kurtuluşa ulaşamayacaklardır. Bu,
inanmayanlara Allah'ın vaadidir. Allah, vaadinden asla dönmez. Aklı olanların
ibret alıp Allah'ın ve Besûlü'nün emirlerine itaat etmeleri, yasaklarından
kaçınmaları gerekir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde her ümmete peygamber gönderdiğini şöyle beyan ediyor:
«Andolsun ki, her ümmete: "Allah'a ibadet edin
ve putlardan kaçının" diye peygamberler göndermişizdir. İçlerinden kimini
Allah hidâyete erdirdi, kinli de sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin de
peygamberleri yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün.»
Allahü
Teâlâ emir ve yasaklarını insanlara bildirmek için her ümmete peygamber göndermiştir.
Önce peygamberleri vasıtasıyla onlara imanı, küfrü, iyiyi kötüyü, hakkı bâtılı,
helâli haramı, hayrı ve şerri bildirmiştir. Peygamberler insanları Allah'a
ibadete ve O'na eş koşmamaya davet etmiştir. Onların davetine uyanlar hidâyete
kavuşmuş, uymayanlar ise dalâlete düşüp helak olmuştur. Allah, peygamber
göndermeden hiçbir toplumu helak etmemiştir. Kendilerine peygamber gelen
toplumların içlerinden, kimi iman etmiş, kimi iman etmemiştir. îman etmeyip
peygamberlerim yalanlayanlar inkâr ve küfürlerinin cezasını görmüşlerdir. Yüce
^ Allah bunu şöyle beyan ediyor: '«Andolsun ki, her ümmete: "Allah'a
ibadet edin ve putlardan kaçının" diye peygamberler göndermişizdir. Sonra
Allah içlerinden kimine hidâyet vermiş, kiminin üzerine ■le sapıklık hak
olmuştur. Şimdi yeryüzünde gezin de peygamberleri yalanlayanların sonunun nasıl
olduğunu görün.»
Allahü
Teâlâ, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor:
«Onların hidâyeti bulmalarını ne kadar özlesen ve
bunun için çalışsan muhakkak ki, Allah dalâlete saptırdığım hidâyete erdirmez.
Onların bir yardımcıları da olmaz.»
Yüce
Allah, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Mu-hammed, iman etmeyenlerin
hidâyeti bulmalarını ne kadar özlesen ve bunun için ne kadar çalışsan muhakkak
ki, Allah'ın dalâlete saptırdığını asla hidâyete erdiremezsin. Çünkü onların
kalbleri mühürlenmiştir. Onları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir
yardımcıları da yoktur.» Allahü Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin hidâyete
ereceğini, kimin de dalâlette kalacağını biliyordu. Buna rağmen kendilerine
önce peygamberler göndermiş, onları hakka davet" etmiştir. Peygamberlerin
davetine uyanlar hidâyete kavuşmuş, uymayanlar ise dalâlete düşüp helak
olmuşlardır. .
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlar: "Ölecek kimseyi Allah diriltmez"
diye olanca güçleriyle yemin ettiler. Hayır, bu, O'nun dosdoğoru bir vaadidir.
Fakat insanların çoğu bilmezler.»
Kâfirler
öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmişlerdir. Allahü Teâlâ kıyamet günü
bütün canlıları dirilteceğini, hepsini mahşer yerine toplayıp hesaba çekeceğini
vaadetmiştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Öldükten sonra dirilmeyi,
hesaba çekilmeyi, cennet ve cehennemi inkâr etmişlerdir. Yüce Allah bunu şöyle
beyan ediyor: «Onlar: "Ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye olanca
güçleriyle yemin ettiler. Hayır, bu O'nun üzerinde hak bir vaad-dir. Fakat
insanlarm çoğu bunu bilmezler.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor :
«Üzerinde ihtilâfa düştükleri şeyi onlara açıklasın
ve küfredenler gerçekten yalancı olduklarını bilsinler dîye dirilteçektir.»
«Bîr şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz
sadece «ol» demekten ibarettir. O da derhal oluverir.»
Allahü
Teâlâ kıyamet günü bütün insanları üzerinde ihtilâfa düştükleri şeyi
kendilerine açıklasın ve küfredenler gerçekten yalancı olduklarını bilsinler
diye dirütecektir. Kıyamet günü bütün canlıları tekrar diriltmek Yüce Allah
için çok kolaydır. O, bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece «ol» der, o
da derhal oluverir. Zira Hâlik-ı Mutlak her şeyi yoktan var etmiştir. Kıyamet günü
bütün canlıları diriltmek elbette yoktan var etmekten daha kolaydır. Yüce Allah
bunu şöyle beyan ediyor: «Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz
sadece «ol» demekten ibarettir. O da derhal oluverir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Zulmedildikten sonra Allah yolunda hicret eden
kimseleri an-dolsun ki, dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı
ise daha büyüktür, şayet bilselerdi.»
«Onlar sabreden ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen
kimselerdir.»
İlk
Müslümanlar müşrikler tarafından Mekke'de çeşitli zulüm ve işkencelere uğramışlardır. Onlar, kendilerine yapılan zulüm ve
işkencelere göğüs gererek mallarını ve mülklerini Mekke'de bırakıp Allah
yolunda hicret etmişlerdir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Zulmedildikten
sonra Allah yolunda hicret eden kimseleri andolsun ki, dünyada güzel bir yere
yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür şayet bilselerdi. Onlar
sabreden ve yalnız Rablerine
dayanıp güvenen kimselerdir.» Mekke'den hicret eden mü'minler Medine'nin en
mümbit yerine yerleşmişler, orada çeşitli nimetlere ve ganimet mallarına nail
olmuşlardır. Oradaki yaşantıları Mekke'dekinden daha üstün ve daha müreffehtir.
Bu, onların dünyada sahip oldukları mükâfattır. Âhiret mükâfatı ise elbet daha
büyük ve daha güzeldir.
Bu
âyet-i celile şu zatlar hakkında nazil olmuştur: Bilâl, Süheyl, Habbab, Ammar,
Abis ve Ebû Cendel. Bunlar hicretleu sonra Mekke'de kalmışlar, dinlerinden
dönmeleri için kendilerine müşrikler tarafından büyük zulüm ve işkence
yapılmıştır. Onlar kendilerine yapılan bunca zulüm ve işkenceye rağmen
dinlerinden dönmemişler, müşriklerin yaptıklarına göğüs germişlerdir. Süheyl,
bütün servetini vererek müşriklerin elinden kurtulmuş, Medine'ye hicret
etmiştir. Diğer mü'minler ise müşriklere verecek bir şey bulamadıkları için,
onların dediklerini yapmışlar, sonra bir fırsatını bulup gizlice Medine'ye
hicret etmişlerdir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Kendilerine
yapılan zulme sabredip, yalnız Rableri-ne dayanıp güvenen kimselerdir, onlar.»
Onlar dinleri uğruna her şeylerini
feda edip hicret eden ve sadece. Allah ve Resûlü'nün rızasını kazanmak için
cihad edenlerdir. Bunun için de her şeye katlanmışlardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Senden evvel kendilerine vahyeder olduğumuz
erkeklerden başkasını biz peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilgi
sahiplerine sorunuz.»
«O peygamberleri açık mucizeler ve kîtablarla
gönderdik. Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik,
belki düşünürler.»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekkeli müşriklere
peygamber olduğunu söyleyip kendilerini İslama davet edince, onlar da
peygamberimizin risaletini inkâr edip şöyle demişlerdir: «Allahü Teâlâ bize
insandan peygamber göndermez. Eğer peygamber göndermek isteseydi meleklerden
peygamber gönderirdi.» Bunun üzerine Allahü Teâlâ onların bu iddialarını
reddetmek için bu âyeti' inzal edip şöyle buyurmuştur-.
«Yâ
Muhammed, biz senden evvel de kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden
başkasını peygamber olarak göndermedik. Senin peygamber olduğunu tasdik
ederlerse ne âlâ, eğer peygamber olduğunda şüpheleri varsa, Tevrat ve İncil
bilginlerine sorsunlar. Zira Tevrat'ta ve İncil'de senin vasıfların ve
sıfatların mevcuttur. Biz, senden önceki peygamberleri de açık mucizeler ve
kitaplarla gönderdik. Onlar da senin gibi birer insandı, hiçbiri melek değildi.
Biz hiçbir meleği insanlara peygamber olarak göndermedik. Sana da. insanlara
indirilen hükümleri açıklayasm diye Kur'an'ı indirdik. Belki onlar bunu
düşünüp, maksadını anlayarak iman ederler.»
Yüce
Allah bütün peygamberleri kavimlerine açık mucizeler ve delillerle
göndermiştir. Peygamberleri vasıtasıyle insanlara hakkı -batılı, helâh-haramı,
imanı-küfrü, hayrı-şerri, iyiyi-kötüyü bildirmiştir. Bunları düşünüp iman
edenler hidâyete, iman etmeyenler ise dalâlete düşüp helak olmuşlardır.
Bundan
sonra Yüce Hâlık, iman etmeyenleri tehdit edip şöyle buyurmuştur:
«Kötü işler düzenleyenler Allah'ın kendilerini yere
batırmasından, yahut haberleri yok iken üzerlerine ansızın azap gelmesinden
emin mi bulunuyorlar?»
Yeryüzünde
fesad çıkarıp kötü işler yapanlar, Allah'ın kendilerini Karun gibi yere
batırmasından, yahut haberleri yok iken üzerlerine ansızın azabın gelmesinden
emin olduklarını mı zannediyorlar? Onlar Allah'ın azabından asla emin
olduklarını zannetmesinler. Yüce Allah, belki insafa gelip iman ederler diye,
onların azabını bir müddet te'hir etmiştir. Çünkü O, rahimdir, kullarını
esirger, yaptıklarının cezasını hemen vermez.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Yahut onlar dönüp dolaşırken kendilerini
yakalamasından mı? Ki Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.»
«Yahut yok olmak endişesinde iken yakalamasından mı?
Muhakkak ki Rabbin çok esirgeyici, çok merhamet edicidir.»
«Onlar Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye
bakmadılar mı ki, onların gölgeleri bile zelil zelil Allah'a secde ederek
durmadan sağa sola dönerler.»
«Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler
büyüklük tas-îamaksızm Allah'a secde ederler (*)».
«Üzerlerinde hâkim olan Rablerinden "korkarlar
ve emir olundukları şeyleri yaparlar.»
Ey
kâfirler, siz yeryüzünde çeşitli nimetlere sahip, istediğiniz her şeye mâlik
olduğunuz halde gezip dolaşırken Allahü Teâlâ'nm azabının ansızın sizi
yakalamasından emin misiniz? Böyle bir akıbete uğrayacağınızı hiç aklınıza
getirmediniz mi? Siz, Allah'ın bunca nimetlerinden istifade ediyor ve yine O'na
şirk koşuyorsunuz. Siz yeryüzünde gezin-tozun ne yaparsanız yapınız Allah'ı
asla âciz bırakamazsınız. Muhakkak ki O, çok esirgeyici, çok merhametlidir.
Kullarının işlemiş olduğu günahları yüzünden hemen onları helak. etmez.
Ey
insanlar, siz Allah'ın yarattığı şeylere bakıp onlardan ibret almaz mısınız?
Onların gölgeleri bile Allah'a boyun eğip secde ederek durmadan sağa-sola
dönerler. Ağaçların, taşların ve bütün varlıkların gölgeleri gündüzün evvelinde,
sağa, sonunda sola dönerler. Bunların sağa ve sola dönmeleri Allah'ın
emirlerine boyun eğip, O'na secde etmeleridir. Göklerde ve yerde bulunan
canlılar ve melekler büyüklük taslamaksızm Allah'a secde ederler. Rablerinden korkarlar
ve emrolundukları şeyleri yaparlar. Asla Allah'ın emrinden dışarı çıkamazlar.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir.
«Allahü
Teâlâ yedinci kat gökte öyle melekler yaratmıştır ki, bunlar yaratıldığı andan
itibaren ta kıyamete kadar secde halindedirler. Kıyamet kopup secdeden
kalktıkları zaman «Ey Rabbimiz, biz sana lâyıkı ile secde edemedik» derler.
Âdemoğlu bunlardan utansın, ihlâssız, samimiyetsiz yapmış oldukları ibadetlerle
«Biz Allah'a ibadet ediyoruz» derler. Halbuki onların bir ömür boyu yaptıkları
ibadetler meleklerin bir secdesi kadar bile yoktur. Buna rağmen melekler «Ey
Rabbimiz, biz sana lâyıkı ile secde edemedik» diyerek ac-ziyetlerini ortaya
koymuşlardır. Aklı olanların bundan ibret alıp düşünmesi gerekir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
(*)
Secde âyetidir.
«Allah
buyurdu ki: "İki tanrı edinmeyin. O, ancak bir tek Tanrıdır ve yalnız
benden korkun".»
«Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İtaat da daima O'nadır. Böyle iken hâlâ
Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Ateşe tapanlardan bir gurup Allah'ın iki
olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah onların bu iddialarını reddetmek için bu
âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur:
«Ey
insanlar, Allah birdir. O'nun şeriki ve ortağı yoktur, siz O'ndan başka tanrı
edinmeyin. O, birdir, ibadete lâyık ancak O'dur. O'ndan başka ibadete lâyık
mâbud yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini yaratan O'dur. O'ndan başka
Hâlık yoktur. İtaat da daima O'nadır. Böyle iken siz hâlâ Allah'tan başkasından
mı korkuyor ve ibadet ediyorsunuz? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nun yaratmasıyle vücuda gelmiştir. Hâlik-ı Mutlak yalnız O'dur. O'nun
yaratmış olduğu şeylerin hiçbiri ma'bûd olamaz. Çünkü yaratılan her şey
mahlûktur, mahlûk ise asla hâlık olamaz. Bütün insanların O'nun dininden başka
bir dine uyması ve başka bir varlığa tapması asla caiz değildir. Allah'tan
başkasına tapanlar hüsrana uğrayıp helak olmuşlardır. O'na iman edenler ise
rahmetine nail olup kurtuluşa ermişlerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sizdeki
her nimet Allah'tandır. Sonra bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na
sığınırsınız.»
«Sonra
sıkıntınızı giderince de içinizden bazıları Rablerine şirk koşarlar.»
«Kendilerine
verdiğimiz nimete nankörlük etmeleri için yaparlar. Şimdi zevk edip keyfinize
bakın; fakat pek yakında bileceksiniz.»
Ey
insanlar, Yüce Allah bütün nimetleri sizin için yaratmış ve emrinize vermiştir.
Bunların hiçbiri kendiliğinden olmamıştır. Bunca nimetler size verildikten
sonra, tekrar alınır bir sıkıntıya düşer, fakirliğe mübtelâ olur, hastalığa
mâruz kaldığınız zaman bunlardan kurtulmanız için Rabbinize tazarru ile
yalvarıp, sığınırsınız. Al-lahü Teâlâ sizi, içine düştüğünüz sıkıntılardan ve
ızdıraplardan kurtarıp huzura ve rahata kavuşturduğu zaman içinizden bazıları
O'na şirk koşarlar, nimetlerine nankörlük ederler ve şükrü terk edip isyan
ederler. Sanki hiçbir musibete uğramamış gibi hareket ederler. Rablerini
unuturlar, çektiklerini akıllarına bile getirmezler. İnsan ne kadar da
nankördür. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:
«Kendilerine
verdiğimize karşı nankörlük etmeleri için geçinin bakalım, yakında
bileceksiniz.» O nankörlük yapanlar dünyada ye-sinler-içsinler, ömürlerini
nefs-i hevaları peşinde geçirsinler, Allahü Teâîâ elbette bunun hesabını
kendilerine soracaktır. Bu nimetler onlara Allah'a şirk koşsunlar ve nankörlük
yapsınlar diye verilmedi. Şükrünü eda etsinler ve Rablerine kulluk yapsınlar
diye verildi. Allah'ın nimetlerine şükredenler rahmetine, şükretmeyenler ise
azabına uğrayacaklardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Kendilerine verdiğimiz rızıktan bilmediklerine
hisse çıkarırlar. Allah'a andolsun ki uydurup durduğunuz şeylerden muhakkak suale
çekileceksiniz.»
«Onlar Allah'a kızlar isnad ederler. O'nun şanı
münezzehtir. Kendileri de dilediklerine nail olmak isterler.»
İslâm'ın
zuhurundan önce kâfirler putları için koyundan, sığırdan ve deveden kurbanlar
keserler ve çeşitli yiyecekler ikram ederlerdi. Halbuki onların ne kesilen
kurbandan ve ne de kendileri için ayrılan yiyeceklerden haberleri vardı. Buna
rağmen putlarına karşı böyle bir ikramda bulunuyorlar ve yalan söyleyerek «Bunu
bize Allah emretti» diyorlardı. Allahü Teâlâ onların bu iftiralarını reddederek
şöyle buyurmuştur: «Kendilerine verdiğimiz rızıktan bilmediklerine hisse
çıkarırlar. Allah'a andolsun ki, uydurduğunuz şeylerden muhakkak suale
çekileceksiniz.» Kâfirler, Allah'a kızlar isnad ederler. Allah her şeyden
münezzeh ve sânı yücedir. O'nun oğuîa, kıza ve yardımcıya asla ihtiyacı yoktur.
Oğul, kız, aile ancak yardıma muhtaç olanlara mahsustur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
412 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 58-61)
«Onlardan birine bir kızı olduğu müjdelenirse içi kederle
dolarak yüzü simsiyah kesilir.»
«Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan
gizlenmeye çalışır. Utana utana onu tutsun mu, yoksa toprağa gömsün mü? Bakınız
ne kötü hükmediyorlar.»
İslâm'dan
önce Araplarda kız çocukları uğursuz addediliyor ve diri diri toprağa
gömülüyordu. Onlardan birinin kızı olduğu zaman mateme bürünüyor, kederinden
yüzü simsiyah kesiliyordu. Kendisini âdeta suçlu kabul ederek, halktan
gizleniyordu. Aslında kızı olanlar topluma kabul edilmiyor, toplumun içine
girse bile kendilerine söz hakkı verilmiyor ve hor görülüyordu. Toplumda söz
sahibi olmaları ve hor görülmemeleri için kız çocuklarını diri diri toprağa
gömmeleri gerekiyordu. Bunu yapanlar takdir görüyor, yapamayanlar ise
kınanıyordu. Kendileri kız çocuklarını uğursuz kabul ederken, Yüce Allah'a
kızlar isnad ediyorlardı. Halbuki kızı veren de, oğlanı veren de O'dur. O'nun
oğula, kıza asla ihtiyacı yoktur. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor:
«Onlardan birine bir kızı olduğu müjdelenirse içi kederle dolarak yüzü simsiyah
kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır.
Utana utana onu tutsun mu, yoksa toprağa gömsün mü? Bakınız ne kötü
hükmediyorlar.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Âhirete inanmayanlar kötülük örneğidirler. En yüce
örnek ise Allah'ındır. O, mutlak kadirdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.»
«Şayet Allah zulümlerinden dolayı insanları
yakalayacak olsa idi yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı. Fakat onları belli
bir müddete kadar te'hir.eder. Müddetleri
dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler, ne de bir saat öne alabilirler.»
Allahü
Teâlâ canlıların oluşması, yaşaması, çoğalması, yiyip içmesi ve
nimetlerindenistifade etmesi için bumükevvenâtıyaratmıştır. Canlılar arasında
en mükemmel olarak insanoğlu yaratılmış, göklerdeki ve yerdeki bütün nimetler
emrine verilmiştir. Bütün bu nimetlere karşılık yaratılışının gereği olarak
kendisine bazı yükümlülükler yüklenmiştir. Yüce Allah bu yükümlülükleri yerine
getirenlere mükâfat, getirmeyenlere ise mücâzat vereceğini bildirmiştir.
İnsanlara bu mükâfat ve mücâzat dünyada verileceği gibi, asıl uygulanacağı yer
âhirettir. İşte orada insanlar bu dünyada yaptıklarının karşılığını
göreceklerdir. Âhirete inanmayanlar ne kötüdürler. Onlar sağırdırlar, hakkı
işitmezler; kördürler, hakkı görmezler-, dilsizdirler, hakkı söylemezler.
Taptıkları putlar da hiçbir şeye muktedir değildir. Görmezler, işitmezler,
söylemezler ve her şeyden habersizdirler. En yüce vasıflar Allah'ındır. O,
Ma'bûd-ı hakikîdir, var eden de, yok eden de O'dur. O, her şeye'kadirdir,
şeriki ve benzeri yoktur. O'nun için uzak-yakm, gizli ve aşikâr söz' konusu
değildir. Doğmamıştır, doğu-rulmamıştır, hiçbir varlık O'na denk değildir.
Allahü
Teâlâ mülkünde azizdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Dilediğine rahmetiyle,
dilediğine de kahriyle ve gadabiyle hükmeder. O'nun hükmüne kimse mani olamaz,
karışamaz, ibadete lâyık olan yalnız O'dur. Bunlar Yüce Allah'ın sıfatlarıdır.
Fakat kâfirler O'nun sıfatlarını inkâr edip şirk koşmuşlardır. Kâfirler O'na
şirk koşmakla aslında kendilerine yazık etmişlerdir. Çünkü Allah'a şirk
koşmalarının cezasını kendileri çekeceklerdir. Zira Allah her şeyden
münezzehtir. Fakat Yüce Allah onları şirk ve zulümlerinden dolayı hemen helak
etmez. Şayet insanları yaptıkları zulüm ve kötülüklerden dolayı hemen
cezalandırsaydı yeryüzünde hiçbir canlı bırakmaz, hepsini helak ederdi. Onlara
muayyen bir zamana kadar mühlet vermiştir, o zaman gelince ne bir saat te'hir
edilir ve ne de bir saat öne alınır. Yüce Hâlık, Rezzâk-ı âlem olduğu için
kendisine şirk koşanların bile rızkını kesmemiş, bu dünyada istediklerini
vermiştir. Ahi-rette ise bütün nimetlerini mü'min kullarına, verecektir. Aklı
olanlar bunlardan ibret alıp her an Allah'tan korkmalı, emirlerine itaat edip
yasaklarından sakınmalıdırlar. Aksi takdirde Yüce Allah'ın bütün nimetlerinden
mahrum kalırlar.
Allahü,
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Beğenmediklerini Allah'a mal ederler. Güzel
şeylerin kendilerinde olduğunu dilleri yalan yere söyler durur. Şüphesiz
cehennem onlarındır. Ve onlar gerçekten aşırı gidenlerdir.»
Kâfirler
kendileri için kötü gördükleri ve kendilerine yakıştıramadıkları şeyleri
Allah'a isnad ederler. Buna karşılık güzel şeylerin kendilerinde olduğunu yalan
yere söylerler. Allahü Teâlâ'ya iftira edip yalan söyledikleri için şüphesiz
cehennem onlarındır. Çünkü onlar Allah'a iftira etmekle çok aşırı gitmişlerdir.
İşte bu aşırılıklarının cezası ebedi cehennemdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan
ediyor :
«Beğenmediklerini
Allah'a mal ederler. Güzel şeylerin kendilerinde olduğunu dilleri yalan yere
söyler _ durur. Şüphesiz cehennem onlarındır. Ve onlar gerçekten aşırı
gidenlerdir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'a andolsun ki senden önceki ümmetlere de
peygamberler gönderdik. Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi. Bugün de
onların dostu odur. Ve onlar için can yakıcı azap vardır.»
«Sana kitabı sırf ihtilâfa düştükleri şeyleri onlara
açıklayasm diye, inananlar güruhuna da hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik.»
Allahü
Teâlâ zâtına yemin edip sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur :
«Ya
Muhammed, seni kavmine peygamber gönderdiğimiz gibi, andolsun ki, önceki
kavimlere de kendilerini imana davet etmek için peygamberler gönderdik. Fakat
şeytan onlara sapıklıklarını güzel gösterdi de, ona tâbi oldular, peygamberleri
yalanladılar. Kıyamet günü, şeytan da onlarla beraber cehennemde aynı azabı
görecektir. Çünkü onlar şeytanı dost tutup kendine tâbi olmuşlar, Allah'ın
âyetlerini ve peygamberlerini yalanlamışlardır.
Bu âyet-i
celüe şeytana tâbi olup Allah'ın
emirlerine itaat etmeyenleri tehdit etmektedir. Allah'ın âyetlerini ve
peygamberlerini yalanlamak suretiyle şeytana tâbi olanlar, önceki
peygamberlerin ümmetlerinin
uğradıkları akıbete uğrayacaklar ve âhirette de ebedi azaba müstahak
olacaklardır.
Yüce
Allah sevgili Peygamberini teselli etmiş ve şöyle buyurmuştur:
«Ya
Muhammedi Kâfirlerin yaptıklarına sabret. İhtilâfa düştükleri şeyleri açıklaman
için biz sana Kur'ân'ı indirdik. Onlar Hakk'-tan uzaklaşmışlar ve kendilerine
göre ayrı ayrı yollar tutmuşlardı.» Onlara doğru yolu göstermesi ve hakkı
batıldan ayırması için Alla-hü Teâlâ Peygamberine kitap göndermiştir. Peygamber
de onları doğru yola davet etmiş, icabet edenler hidâyete ermişler, reddedenler
ise dalâlete düşmek suretiyle helak olmuşlardır. Çünkü Kur'an insanlar için
hidayet kaynağı, inananlar için ise rahmettir. Ona uyanlar kurtuluşa erecekler,
karşı gelenler ise ebedi hüsrana uğrayacaklardır. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan
ediyor:
«Sana
kitabı sırf ihtilâfa düştükleri şeyleri onlara açıkiayasm diye, inananlar güruhuna
da hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah gökten su indirir ve onunla yeryüzünü
öldükten sonra tekrar diriltir. Muhakkak ki bunda dinleyen topluluklar için
ibret vardır.»
«Sizin için hayvanlarda da ibretler vardır. Size
onların kannla-rmdaki fışkı ile kan arasında, içenlerin boğazından kolaylıkla
geçen dupduru süt içiririz.»
.İnsanlar
için yaratılan her şey ibretlerle doludur. Yüce Allah bulutlar vasıtasıyla
gökten yağmur indirir ve ölü araziyi diriltir. Yeryüzünde insanların
yararlanması için çeşit çeşit, renk renk bitkiler, sebzeler ve meyvalar
bitirir. Bütün bunlar Yüce Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleridir.
Dinleyenler ve görenler için bunlarda birçok ibretler vardır. Yeryüzünü süsleyen
bitkiler, sebzeler, meyvalar birer ibret manzarası oluşturduğu gibi hayvanlarda
da insanlar için birçok ibretler ve hikmetler vardır.
Yüce
Yaratıcı, sizin için onların kannlanndaki fışkı ile kan arasından tertemiz,
tadı ve lezzeti hoş, içenlere en yararlı
bir gıda olan
416 Nahl Sûresi (Cûz: 14. Âyet: 67)
sütü
vermiştir. Süt denilen gıda öyle bir kudret eliyle hazırlanmıştır ki, içinde
başka birçok gıda bulunduğu gibi yanyana olduğu dışkı ve kan damarlarından
kendisinde bir eser görülmez. Elbette bütün bunları tanzim eden bir kuvvet ve
bir kudret vardır. Bütün bu ince ve hârika işlerin hiçbiri tesadüfen meydana
gelmemiştir. Her şey bir yaratıcının yaratmasıyla vücud bulmuştur. Her varlığın
bir görevi vardır. Dolayısıyla hayvanlardaki organların da kendilerine mahsus
görevleri vardır. Bütün bu organları kendilerine ait görevi hakkıyla yapar,
biri diğerinin işine müdahale etmez. Haliyle süt damarından kanın, kan
damarından da sütün gelmesi mümkün değildir. Bütün bunlar aklı olanlar için
ibret ve hikmet tablolarını oluşturmaktadır.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
Hayvanın
ağzından içeri giren yiyecek maddesi midesine iner, orada öğütülür, bir kısmı
kana dönüşür, bir kısmı ise süt olur, işe yaramayan kısmı da dışkı halinde
dışarı atılır. Kan hayvan için et ve kuvvet olur. Süt ise insanlar için önemli
bir gıdadır.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Hurma ağaçlarının meyvalarmdan ve üzümlerden,
şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Aklı eren topluluklar için bunda ibretler
vardır.»
Allahü
Teâlâ'nm yaratmış olduğu her nimet insanlar için rızıktır. Hurma ve üzüm de
Allah'ın nimetlerindendir. İnsanlar onlardan şerbetler, şıralar ve başka
gıdalar elde ederler. Aklı olanlar için bunlarda ibretler vardır. Allahü Teâlâ
insanların ibret almaları, varlığına ve birliğine iman etmeleri için çeşitli
misaller vermiştir. Düşünebilenler bunlardan ibret alıp Allah'ın varlığına ve
birliğine iman ederler.
Bu
âyet-i celile içkinin yasaklanmasından önce nazil olduğu için şırayı nimet
olarak zikretmiş ve güzel bir rızık olarak vasıflandır-mıştır. Âyette geçen
içki kuru üzüm ve hurmadan imal edilmiş olup sarhoş edici bir özelliği yoktur.
Böyle bir özelliği bulunmuş olsaydı, rızık olarak vasıflandınlmazdı. İşte bütün
bunlarda aklı olanlar için Allah'ın varlığına ve mutlak halik olduğuna dair
deliller vardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle .buyuruyor:
(Cûz:
14. Âyet: 68-69) Nahl Sûresi 417
«Rabbin bal arısına "dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış
koğan-larda yuva edin" diye vahyetti.»
«"Sonra
her çeşit mahsulden ye. Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yaylım
yollarına git. Karınlarından insanlara şifa olan bal çıkar. Düşünen topluluklar
için bunda deliller vardır.»
Allahü
Teâîâ bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış olan kovanlarda yuva yapıp
bütün meyvalardan, çiçeklerden yemesini ve bal yapmasını emretmiştir. Sonra da
Rabbinin kolaylık gösterdiği yaylım yollarına gitmesini emir buyurmuştur. Bal
arıları Allah'ın emirlerine itaat ederek dağlarda, ağaçlarda ve kendileri için
hazırlanmış olan kovanlarda yuva yapmışlar, çeşit çeşit meyvalardan, renk renk
çiçeklerden yemişler ve bala çevirmişlerdir. Meyvelerden ve çiçeklerden
yaptıkları balları kendi maharetleriyle meydana getirdikleri pe-tekçiklere
doldurmuşlardır. Arıların özelliklerine göre kimi bal beyaz, kimi bal sarı,
kimi bal da kırmızı olur. Genç arıların balı beyaz, orta yaşlılarınla, san,
yaşlı arıların balı ise kırmızıdır. Kudret eliyle arılara yaptırılan balda
insanlar için sayılamayacak kadar faydalar ve şifalar vardır. Bir sineğin böyle
mahirane koğanlar yapıp içini şifa hazinesiyle doldurması îlâhî kudretin eseri
değilse nedir?
Yukarıdan
aşağı sayılan bütün bu nimetler insanoğluna verilmiş, ilâhi kudrete dikkati
çekilmiştir. İşte bütün bunlarda düşünen topluluklar için Allah'ın birliğine
deliller vardır. Aklı olanlar, bunlardan ibret alıp Allah'ın emrine bal arısı
gibi itaat etmelidir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:
«Rabbin
bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin diye
vahyetti. Sonra her çeşit mahsulden ye, Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yaylım
yollarına git. Karınlarından insanlara şifa olan bal çıkar. Düşünen topluluklar
için bunda deliller vardır.»
Ebu
Saidi'l-Hudrî (r.a.)'nin rivayetine göre bir kişi Peygamberimiz (s.a.v.)'e
gelir ve şöyle der: «Ey Allah'ın Resulü, kardeşim ishal oldu."
Peygamberimiz ona şöyle cevap verir: «Kardeşine bal şerbeti içir.» O zat gider,
kardeşine bal şerbeti içirir, fakat kardeşinin ishali kesilmez. Aksine artar.
Tekrar Peygamberimize gelir: «Ey Allah'ın Resulü, dediğinizi yaptım. Ancak kardeşimin
ishali kesilmedi, üstelik daha arttı» der. Peygamberimiz o zata tekrar
«Kardeşine bal şerbeti içir» der. O zat yine gider, kardeşine bal şerbeti
içirir, ishali kesilmez. Peygamberimize tekrar gelir ve: «Ey Allah'ın Resulü,
dediklerinizi yaptım. Fakat ishal kesilmedi» der. O zaman Peygamberimiz
«Kardeşine bal şerbeti içir, Allah'ın sözü gerçektir. Kardeşinin karnı
yalancıdır» buyurur. O zat tekrar kardeşine döner, söylenilenleri yerine
getirir ve kardeşi şifa bulur.»
Ebu'1-Leys
Semerkandî Hazretleri şöyle demiştir: İnsanlar balın ne kadar yenileceğini ve
hangi hastalığa iyi geldiğini bilirlerse kendileri için şifa olur. Ne kadar
yenileceğini bilmezlerse o zaman şifa yerine zarar verir. Nitekim su,
canlıların hayat damarlarından biri olmasına rağmen aşırı kullanıldığı takdirde
zarar verir.»
İbn
Abbas (r.a.) da şöyle demiştir:
«İki
şey bütün hastalıklara şifadır. Biri bal, diğeri Kur'ân-ı Kerîm. Bal maddi
hastalıkların, Kur'ân-ı Kerîm de manevî hastalıkların şifasıdır.»
Görülüyor
ki, bir sinek, hiçbir kimyagerin ve fabrikanın meydana getirmesi mümkün olmayan
bir maddeyi ince bir maharetle deva, şifa ve gıda olarak imal ediyor. Ve
ürününü insanlara sunuyor. Allah'ın bunca nimetinden istifade ettikleri halde,
iman ederek nimetlerine karşı şükürde bulunmayanlar ne kadar nankördürler.
Allah bir sinek vasıtasıyla kendilerine tonlarca şifa hazinesi ihsan ediyor,
lâkin onlar bundan bile ibret almıyorlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Allah sizi yaratmıştır, sonra da öldürecektir.
İçinizden bir kısmı da ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bilmez
olur. Allah hakkıyla bilen, kemâliyle kadir olandır.»
Allahü
Teâlâ insanlara verdiği nimetleri zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: «Ey
insanlar, Allah sizi yoktan var etmiştir, sonra da öldürecektir. İçinizden bir
kısmını da ömürlerinin en son noktasına ulaştırmıştır ki, bilirken bilmez,
gezerken gezemez, yerken yiyemez, düşünürken düşünemez, akıllı iken akılsız
olur.» Onu halden hale sokarak çocuklaştırır. Ne söylediğini, ne konuştuğunu, ne
yaptığım ve ne de okuduğunu bilir. Artık hiçbir şeyden tad alamaz. Zevk duyamaz
hale gelir. Allah'tan başka hiçbir kimsenin gücü buna yetmez. Ey kâfirler,
Allah'a eş koştuklarınızdan hiçbirinin gücü bun--lara yetmez. Eş
koştuklarınızın size en küçük bir faydası yoktur. Ancak sizi Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırır ve cehennemde ebedî olarak kalmanıza vesile olurlar.
Allah'ın kudretine bakınız ki, güçlü ve kuvvetli bir insanı güçsüz, halsiz,
dermansız, akılsız, bilgisiz bir hale getirir. Sağlığını, aklını, bilgisini,
gücünü elinden alır ve onu âdeta çocuklaştırır, çaresiz bırakır.
Allahü
Teâlâ, âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah
rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. O üstün kılınanlar buyrukları
altında bulunanların rızıklarım vermezler. Halbuki bunda hepsi eşittir. Yoksa
onlar Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?»
Allahü
Teâlâ rızık hususunda kullarından kimini kiminden üstün kılmış, onlardan kimini
padişah, kimini köle, kimini zengin, kimini fakir yapmıştır. O üstün kılınanlar
emirleri altındakilerin haklarım vermezler ve onları kendileriyle bir
tutmazlar. Halbuki kulluk bakımından hepsi eşittir, birinin diğerine bir
üstünlüğü yoktur. Allah katındaki üstünlük ancak takvadadır. Padişahın da,
kölenin de, zenginin de, fakirin de rızkını veren Allah'tır. Allah kullarım
imtihan için onlara farklı rızık tayin etmiştir. O, dilediğine dilediğini
verir. Yoksa onlar Allah'a şirk koşarak nimetlerini bile bile inkâr mı
ediyorlar? Halbuki her nimet sahibine şükrü ve itaati gerektirir. Allah
zenginleri fakirler için bir sebep yaratmıştır. Padişahlar ve zenginler
zannetmesinler ki, emirleri altındakilerin ve fakirlerin rızkını kendileri
veriyor. Kimse kimsenin rızkını veremez, her canimin rızkını veren Allah'tır.
Ancak rızık hususunda kullarını birbirine vasıta kılıyor. Durum bu olunca
herkes bulunduğu hale hamd ve şükrederek yaratanına kulluk görevini yapmakla
yükümlüdür. Çünkü Hâ-lik-ı Mutlak onu yoktan var edip, kendisine sayılamayacak
kadar nimetler bahsetmiştir.
însan
kendi vücuduna baktığı zaman nasıl bir nimet içinde yüzdüğünü görür. Aklı ve
gözü düşünün, bunlar Allah'ın insana bahşettiği birer nimet değil midir?
Bunlarsız insanı tasavvur edebilir misiniz? Yeryüzü hep sizin olsa bunlarsız ne
kıymeti var? Yüce Hâ-lık bunları bize vermeye mecbur muydu? Vücûdun diğer
organlarını düşünün, onların hepsi birer nimet değil midir? İnsan hayatı
boyunca alnını secdeden, hiç kaldırmasa bu nimetlerden sadece birinin şükrünü
bile yerine getiremez. însan bunları gördüğü halde, nasıl olur da sahibine
şükretmez? İnsan çok nankördür. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor:
«Allah
rızik hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. O üstün kılınanlar buyrukları
altında bulunanların rızıklarını vermezler. Halbuki bunda hepsi eşittir. Yoksa
onlar Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?»
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Allah sizin için kendinizden eşler yarattı.
Eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar var etti. Temiz şeylerden size
rızık verdi. Böyleyken bâtıla inanıyorlar da, Allah'ın nimetine onlar küfür mü
ediyorlar?»
Yüce
Allah, insan neslinin devamı için onlara kendi cinsinden zevceler yaratmıştır.
O zevcelerden de oğullar, kızlar ve torunlar vermiştir. Onlar dünya işlerinde
kendilerine yardımcıdırlar. Onları yaratmakla bırakmamış, kendilerine helâl ve
temiz olan şeylerden rızık vermiştir. Yüce Allah kullarının şanına yakışır
şekilde rızıklarını da diğer canlılarınkinden daha temiz, daha üstün ve daha
leziz yaratmış ve şanına yaraşmayanları ise yasaklamıştır. Böyleyken hâlâ onlar
Allah'ın nimetlerine küfür mü ediyorlar? Halbuki onların Allah'a eş koştukları
kendilerinden ne bir kötülüğü giderebilir ve ne de kendilerine bir iyiliği
dokunur. Sadece onları Allah'tan uzaklaştırır. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan
ediyor: «Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için
oğullar ve torunlar var etti. Temiz şeylerden size rızık verdi. Böyleyken
bâtıla inanıyorlar da, Allah'ın nimetine onlar küfür mü ediyorlar?» Küfredenler
elbette inkâr ve küfürlerinin cezasını göreceklerdir.
Allahü Teâlâ
âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
(Cüz:
14. Âyet: 73-75) Nahl Sûresi
421
,vvur
edebilir i var? Yüce Hâ-diğer
organları-tnsan hayatı bo-jlen sadece biri-•düğü halde, na-ir. Allahü Teâlâ
Ln
kıldı. O üstün I vermezler. Hal-itini bile bile in-
«Onlar Allah'ı bırakarak göklerden ve yerden
kendilerine verecek rızıklan olmayan, olsa bile veremeyen şeylere mi
tapıyorlar?*
«Allah'ı bir şeye benzetmeye kalkmayın. Şüphesiz
Allah bilir, siz bilmezsiniz.»
Kâfirler
Allah'ı bırakıp göklerden ve yerden kendilerine en küçük bir rızık dahi
veremeyecek olan putlara tapınışlardır. Halbuki bunları kendi elleriyle
yapmışlardır. Ey kâfirler siz hiçbir şeye gücü yetmeyenleri mi Allah'a eş
koşuyorsunuz? Hiçbir şeyi Allah'a teşbih etmeyin. Zira ondan başka ilân yoktur.
Şüphesiz Allah her şeyi bilir. Fakat siz bilmezsiniz. Onun şeriki, benzeri ve
yardımcısı yoktur.
Allahü
Teâîâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :
rinizden de sizin size rızık verdi, onlar küfür mü
kendi
cinsinden ■ ve torunlar ver-.ırlar. Onları ya-lan şeylerden n-- şekilde
nzıkla-[in ve daha leziz r. Böyleyken hâlbuki onların Al-.erebilir ve ne de
'tan uzaklaştırır, için kendinizden orunlar var etti. anıyorlar da, Al-enler
elbette in-
«Allah şöyle bir misal îrad etti: "Başkasının
malı olan ve hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle ile, tarafımızdan güzel bir
rızka nail olup gizli veya açık sarfeden hiç bir olur mu?". Bütün hamd
Allah'ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler.»
Allahü
Teâlâ kâfirleri hiçbir şeye malik olmayan köleye, mü'-minleri ise hür ve
herşeye sahip olan zengine benzetmiştir. Her şeye malik, hür ve zengin olan
kişi kendi servetinden Allah yolunda gizli ve aşikâr tasarruf eder. Malının
tükeneceğinden korkmaz. Çünkü o malı ve mülkü kimin verdiğini bilir. Kâfir de
kendisine verilen malı sarf etme hususunda tıpkı bir köle gibidir. Köle
efendisinin malını muhafaza etmekle mükelleftir, harcama yetkisi yoktur. Kâfir
de böyledir. Onun küfrü kendisine Allah yolunda harcamaya izin vermez. 6, malı
elde tutar. Asla Allah yolunda tasarruf edemez. Dünyada o malın ancak
hamallığını yapar. Biriktirmiş olduğu mal kendisi için bir vebalden başka bir
şey değildir. Gizli ve açık Allah yolunda infakta bulunan kimse ile bulunmayan
kimse bir midir? Elbette bir değildir. Mü'minin Allah'ın kendisine verdiği nmetlere
hamd edip O'nun yolunda malının bir kısmını tasadduk etmesi gerekir. Fakat
insanların birçoğu Allah'a hamd edip nimetlerine şükretmezler.
Allahü
Teâlâ bu misalle kullarına tenbihatta bulunuyor. İman eden de etmeyen de Allah'ın kuludur. Fakat iman edenler Allah
yolunda infakta bulunurlar ve verdiği nimetlere şükrederler, iman etmeyenler
ise Allah'a eş koşarlar ve nimetlerine karşı nankörlükte bulunurlar. İman eden
kimseyle, etmeyen elbette bir değildir. Biri Allah'ın rahmetini kazanmış,
diğeri ise azabına müstehak olmuştur. Bu ikisi bir olmadığı gibi, hiçbir şeyden
haberi olmayan putlarla, bütün kâinatı yoktan var eden mutlak yaratıcı da bir
değildir. Aklı başında olan kimselerin bu misallerden ibret alması, Allah'ın
varlığına ve birliğine iman etmesi gerekir. Yüce Allah, anlayanların ders
alması için ikinci bir misal daha vermiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde bu misali şöyle beyan etmiştir:
«Allah iki adamı misal veriyor: Bunlardan biri
hiçbir şeye gücü yetmez bir dilsizdir ki, efendisine yüktür. Nereye gönderse
bir hayır çıkmaz. Bununla, doğru yolda olup adaletle emreden bir olur mu hiç?»
Kullarının
düşünmeleri ve ibret almaları için Yüce Allah iki kişiyi misal vermiştir.
Bunlardan birini dilsize, diğerini ise adaletle hükmeden insana benzetmiştir.
Bu teşbihte düşünebilenler için ders alınması gereken büyük ibretler vardır.
Dilsiz olan insanın elinden hiçbir şey gelmiyor, meramını karşısındakine
anlatamıyor. Bu adanı kendi kavmi için yükten başka bir şey değildir. Nereye
gitse zarar etmiş olarak dönüyor, kavmini sıkıntıya sokuyor. Haliyle kavmi de
kendisinden hiç memnun olmuyor. Diğeri ise, kavminin yüzünü her yerde ak
çıkarıyor, insanları doğru yola çağırıyor, kavmi için devamlı olarak hayır ve
hasenatta bulunuyor, böylece her zaman kendisinden istifade ediliyor. Bu adamın
elinden hiçbir şey gelmeyen, üstelik kavmine yük olan dilsiz adamla bir olması
mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Puta tapanlar da tıpkı o dilsiz gibidir.
Taptıkları putlar kendilerine zarardan başka bir şey vermez. Onları Allah'tan
uzaklaştırır.
İman
edenler ise adaletle hükmeden, gören, işiten ve hakkı kabul eden kimse gibidir.
Hakkı kabul edenle etmeyen, görenle görmeyen, işitenle işitmeyen, iman edenle,
etmeyen hiç bir olur mu? Elbette bir olmaz. İman eden Allah'ın dostu, etmeyen
ise şeytanın arkadaşıdır. İman edenlerin yeri cennet, etmeyenlerinki ise cehennemdir.
Yüce Allah bütün mevcudatın halikı, mâliki ve Rabbidir. Putlar ise hiçbir
şeyden haberi olmayan, görmeyen, işitmeyen ve hareket etmeyen âciz
varlıklardır. Böyle âciz bir varlık bütün kâinatı yoktan var eden mutlak
Hâlik'a ortak koşulur mu? Akıl sahipleri için bunun dışında başka bir misal var
mıdır? Düşünebilenlerin bundan ibret almaları, Allah'ın varlığına ve birliğine
iman etmeleri ve emirlerini yerine getirmeleri gerekir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyamet
hâdisesi ise ancak bir göz kırpma gibidir veya
daha yakındır. Şüphesiz ki Allah her
şeye kadirdir.»
Göklerde
ve yerde olan her şeyin Halikı ve mürebbisi Yüce Allah'tır. Bunların hepsi
Allah'ın mülküdür. Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini insanların bilmesi
mümkün değildir. Zira onların hepsi Allah'ın kudret elindedir. Zamanı
geldiğinde kıyameti koparmak, ölüleri diriltmek Allahü Teâlâ için bir göz
kırpma gibidir. Veya ondan daha sür'atlidir. Çünkü Allahü Teâlâ her şeye
kadirdir. Dilediği anında olur. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Göklerin
ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyamet hâdisesi ise ancak bir göz kırpma
gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah sizi analarınızın karınlarından, kendiniz
hiçbir şey bilmi-yorken çıkardı. Size, şükredesîniz diye kulaklar, gözler,
gönüller verdi.»
Ey
insanlar, sizi hiçbir şey bilmezken analarınızın karnından çıkarıp dünyaya
getiren Yüce Allah'tır. Vermiş olduğu nimetlere şükretmeniz için göz, kulak,
el, ayak, akıl ve vücud nimeti vermiştir. Bütün bunların size bahşedilişi
Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmek, nimetlerine şükretmek içindir.
Çünkü her nimet sahibine şükrü ve itaati gerektirir. Şükür, nimeti
ziyadeleştirir. Nankörlük ise nimetin yok olmasına sebebiyet verir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Göğün boşluğunda Allah'ın buyruğuna boyun eğerek uçan
kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah'tan başka kimse tutamaz. İnanan bir
topluluk için muhakkak ki, bunda da nice âyetler vardır.»
Ey
insanlar, siz göğün boşluğunda Allah'ın buyruğuna boyun eğerek uçan kuşlara
bakıp onlardan ibret almıyor musunuz? Onlar Allah'ın emirlerine boyun eğip
kanatlarını vurmak suretiyle uçarlar ve yere düşmezler. Onları havada uçuran
kanatları değil, Allah'ın kudretidir. Onları Allah'tan başka kimse havada
tutamaz. İman edecek bir topluluk için bunda birçok hikmetler ve ibretler
vardır. Kuşların havada uçması ve yere düşmemesi Allah'ın varlığına ve
birliğine delâlet etmektedir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor .-«Göğün
boşluğunda Allah'ın buyruğuna boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları
Allah'tan başka kimse tutamaz. İnanan bir toplum için muhakkak ki bunda nice
âyetler vardır.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri
yaptı. Sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerek konduğunuz
günde hafifçe taşıyacağınız evler, yünlerinden, yağlarından, kıllarından bir
zamana kadar giyimlik, döşemelik ve ticaret kumaşı verdi.»
Allahü
Teâlâ kullarının selâmeti, rahatı, huzuru için evlerini kendilerine bir
istirahat yeri yapmıştır. Yine kullarının istifadesi için koyunların, keçilerin
yünlerinden seferde ve hazarda kullanmaları için çadırlar, keçeler yaratmıştır.
İnsanoğlunun içinde bulunduğu tabiat şartlarında yaşayabilmesi için Yüce Allah
koyunun ve keçinin yününden, deve ve sığırın derilerinden istifade etmelerini
emretmiştir. İnsanların elbiseleri ve sair giyim eşyaları, yatakları ve
yorganları, yiyecekleri ve içecekleri bugüne kadar hayvanlardan elde edildiği
gibi bundan sonra da yine hayvanlardan temin edilecektir. Çünkü bu ilâhi bir
kanundur. Yüce Allah, ihtiyaçlarını en iyi şekilde gidermek için hayvanları ve
diğer varlıkları insanın emrine vermiştir. Hayvanın etinden, sütünden, yağından
ve derisinden en iyi şekilde istifade eden insandır. Hattâ insanın onsuz
yaşaması düşünülemez. Görülüyor ki, Yüce Allah bütün nimetlerini insanın emrine
âmâde kılmıştır. Aklı olanların bütün bunlardan ibret alması gerekir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde nimetlerini zikredip şöyle beyan, ediyor:
«Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış,
dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler,
savaşta muhafaza edecek zırhlar vermiştir. Müslüman olasınız diye sîze olan
nimetini işte böylece tamamlamıştır.»
Allahü
Teâlâ bütün nimetlerini kulları için yaratmış ve onların emrine vermiştir.
Âyette de ifade edildiği gibi kullarının gölgelenmesi için çeşit çeşit ağaçlar,
asmalar, sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler, düşmanın silâhından emin
kılacak zırhlar yaratmıştır. Yüce Allah bütün bunları kullarının ihlâşla
kendisine ibadet yapmaları ir;in yaratmıştır. Bunca nimetlerin insanoğluna
verilişi onun Allah katındaki şerefine işaret etmektedir. Böyle bir şerefi haiz
olan "irasıl olur da Allah'tan başkasına ibadet eder. Halbuki Allah
katında insandan daha değerli ve daha üstün bir varlık yoktur. Hal böyleyken
insanın Yüce Allah'ı bırakıp edna bir varlığa tapması yaratılışına zıt bir
hareket olur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer yine yüz çevirirlerse sana ancak açıkça tebliğ
etmek düşer.»
«Allah'ın nimetini hem bilirler, hem de inkâr ederler.
Zaten onların çoğu kâfirlerdir.»
Yüce Allah
sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muham-med! Eğer kâfirler imandan yüz
çevirip inkârlarından vazgeçmezlerse, bunun sana bir zararı yoktur. Sen onların
Hakk'ı inkâr etmelerine üzülme. Zira sentti görevin emirlerimizi ve
yasaklarımızı onlara tebliğ etmektir. Onların hesabını görmek ancak bize
aittir. Bütün mevcudatın ve bütün nimetlerin sahibinin Allah olduğunu onlar da
bilirler. Buna rağmen yine inkâr ederler.»
Peygamberler
Allahü Teâlâ'nm kendilerine bildirmiş olduğu emirleri ve yasakları insanlara
tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Onlar ilâhî emirleri insanlara tebliğ
etmek suretiyle imanı ve küfrü, hakkı ve bâtılı, hidayeti ve dalâleti, iyiyi ve
kötüyü, helâli ve haramı insanlara bildirirler. Onlara tâbi olanlar hidâyete,
yüz çevirenler ise sapıklığa düşerler ve helak olurlar. Peygamberlerin bütün bu
uyarılarına rağmen insanların birçoğu Allah'ın varlığını, birliğini, âyetlerini
ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olmuşlardır. O inkarcılara, yerleri ve
gökleri kimin yarattığı sorulsa hiç tereddüt etmeden yaratıcının Allah olduğunu
söyleyeceklerdir. Bunu söylemelerine rağmen yine de Allah'a eş koşup putlara
tapınışlardır. Puta tapanlar ise inkârlarının cezasını mutlaka göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bir gün her ümmeı.
n birer şahit getiririz. İnk£r edenlere
itiraz için izin de verilmez. Ve onların özürleri de dinlenmez.»
«O zalimler azabı görünce kendilerinden
hafifletilmeyeceği gibi, mühlet de verilmez.»
Allahü
Teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor:
Yâ
Muhammedi Kâfirlere kıyametin kopacağını haber ver. O gün biz her ümmete
peygamber gönderdiğimize dair peygamberlerini şahit tutarız. Peygamberler,
kavimlerine peygamber olarak gönderildiklerine dair tanıklık yaparlar. Onların
yaptığı tanıklık karşısında kâfirler özür beyan edemezler. Kendilerine
peygamber geldiğini de inkâr edemezler. Çünkü Yüce Allah her topluluğa bir
peygamber göndermiş emir ve yasaklarım, kıyametin kopacağını, bütün canlıların
mahşer yerinde toplanacağını, Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini,
sonunda bir kısmının cennete, bir kısmının ise cehenneme gideceğini
bildirmiştir. Kâfirler kıyamet günü, ilâhî azabı gözleriyle gördükleri zaman
bir an kendilerinden uzaklaşmasını isteseler bile asla uzaklaşmayacak ve
kendileri de o elîm azaptan kurtulamayacaklardır. Onlara devamlı azap
edilecektir. Çünkü bu azap, inkârlarının ve küfürlerinin cezasıdır. Allahü
Teâlâ bu azabı onlara vaad etmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: Bir
gün her ümmetten birer şahit getiririz, inkâr edenlere itiraz için izin de
verilmez. Onların özürleri de dinlenmez. O zalimler azabı görünce kendilerinden
hafifletilmeyeceği gibi mühlet de verilmez.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Allah'a şirk koşanlar, şirk koştuklarını
gördüklerinde derler ki, "Rabbimiz, seni bırakıp taptığımız
şeriklerimizdir." Bunlar da onlara, "Doğrusu siz haksızsınız"
diyerek söz atarlar.»
Müşrikler
kıyamet günü Allah'a ortak koştukları putları gördükleri zaman şöyle
diyeceklerdir: «Ey Rabbimiz, seni bırakıp taptığımız şeriklerimiz bunlardır.
Dünyada iken reislerimiz ve ileri gelenlerimiz siz Allah'ı bırakın, bunlara
tapın ve bize tabi olun dediler. Biz de onların sözüne uyarak sana ibadet
etmedik ve onları sana eş koştuk.» Reisler ve ileri gelenleri bunun üzerine
şöyle derler: «Doğrusu siz bize haksızlık yapıyorsunuz. Biz hiçbir zaman
Allah'ı bırakın da putlara tapın demedik. Kendiniz arzu ettiniz, putlara tapıp
bize tabi oldunuz. Siz bize iftira edip yalan söylüyorsunuz.»
Kıyamet
günü putlara, tapanlar, putlarını ve onları bu yola teşvik eden reislerini
itham edeceklerdir. Putları ve reisleri ise bu ithamı kabul etmeyerek bizzat
puta tapanları yalancılıkla suçlayacaklardır. Yüce Allah onların bu halini
şöyle beyan ediyor: «Allah'a şirk koşanlar, şirk koştuklarım gördüklerinde
derler ki, "Rabbimiz, seni bırakıp taptığımız şeriklerimizdir."
Bunlar da onlara "Doğrusu siz haksızsınız" diyerek söz atarlar.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«O gün Allah'a arz-ı teslimiyet ederler.
Uydurdukları şeyler on lardan uzaklaşırlar.
«Küfredip, Allah yolundan alıkoyanlara, bozgunculuk
yaptıklarından dolayı azap üstüne bir azap daha artırırız.»
Puta
tapanlar kıyamet günü Allahü Teâlâ'ya teslim olup, boyun eğerler ve taptıkları
putlarından uzaklaşırlar. Putları da onlardan uzaklaşır gider. Putlarının,
kıyamet günü kendilerine zarardan başka bir faydası olmaz. Bunu gören müşrikler
yaptıklarına pişman olurlar, fakat bu pişmanlıkları kendilerine asla fayda
vermez. Çünkü onlar dünyada iken Allah'ın birliğini inkâr etmişler,
peygamberlerini yalanlamışlar, İslâm dinine girmek isteyenlere mâni
olmuşlardır. Bundan dolayı Yüce Allah onların azabım iki misli verir. Biri
küfür ve inkârlarından dolayı, diğeri ise İslama girmek isteyenlere mâni
olduklarından dolayıdır. İnsanları Allah'ın yolundan alıkoyanların azabı
kıyamet günü iki kat olacaktır. Onlar hem kendi küfür ve isyanlarının cezasını,
hem de Allah yolundan alıkoyduklarının cezasını göreceklerdir.
İbn
Abbas Cr.a.) şöyle demiştir: Cehennemde azapları iki misli olanlar, insanları
hak yoldan alıkoyanlardır. Onlar cehennemde azaplarım çekerken üzerlerine
dünyadaki yaptıkları kötülükleri de musallat olur. Onların kötü amelleri
cehennemde büyük bir hurma ağacı gibi yılan olur, başlarına vurur ve başlarının
etini ayaklarına kadar indirir. Böylece onlara azap üzerine azap yapılmış olur.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: Cehennem ehli, cehennemin şiddetli ateşinden kurtulmak
için üzerlerine, yağmur yağmasını isterler. O anda üzerlerinde bir bulut
belirir, bulutu görünce yağmur yağacağını zannederler. Fakat o buluttan
üzerlerine yağmur yerine yı-lan-akrep yağar. O yılan ve akrep onlara çok
şiddetli bir azap verir. Böylece onların azabı iki misline çıkar. Bu onların
dünyadaki amellerinin karşılığıdır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: *O gün
Allah'a arz-ı teslimiyet ederler. Uydurdukları şeyler onlardan uzaklaşırlar.
Küfredip, Allah yolundan alıkoyanlara, bozgunculuk yaptıklarından dolayı azap
üstüne bir azap daha artırırız.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«O gün her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şahit
tutarız. Seni de onların üzerine tastamam şahit olarak getirdik. Sana her şeyi
açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da müjde olan kitabı indirdik.»
Allahü
Teâlâ, kıyamet günü her kavmin peygamberlerini kendilerine şahit tutar. Artık
onlar. «Bize peygamber gelmedi, biz bunu bilmiyoruz, duymadık, bunları bize
kimse haber vermedi» diyemezler ve özür de beyan edemezler. Çünkü
peygamberleri, kavimlerini Allah'ın varlığına ve birliğine imana davet etmiş,
putlara tapmayı yasaklamış, kıyametin kopacağını ve herkesin dünyada
yaptıklarıy-le karşı karşıya geleceğini bildirmiştir. Peygamberlerin gönderiliş
sebebi de budur. Yani Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara bildirmek, onları
doğru yola davet edip, hidâyete çağırmaktır. Yüce Allah her kavme peygamber
gönderdiği gibi, Hz. Muhammed'i de son peygamber olarak bütün insanlığa
göndermiş, onları küfürden imana, dalâletten hidâyete, azaptan kurtuluşa,
kötülüklerden iyiliğe, batıldan hakka davet etmek için Kur'ân'ı indirmiştir.
Yüce Halik, Kur'an'da her şeyi beyan etmiş, insanların iyice anlamaları için
kimi âyetlerin mânasını açık, yine onların üzerinde iyiden iyiye düşünmeleri
için kimi âyetlerin mânalarını da mücmel bırakmıştır. Göklerde ve yerde olan
her şey Kur'an'da mevcuttur. O öyle ilâhî bir kelâmdır ki, kimse onun sırrını
çözemez ve mânasını hakkıyle anlayamaz. O, kâfirlere hidâyet, mü'minlere
rahmet, hasta gönüllere şifa, kararmış kalb-lere nur, ölü gönüllere hayat ve
müslümanlara müjdedir. Kurtuluş onda, hayat onda, huzur ve saadet onda, iman ve
ibadet onda, birlik ve kardeşlik onda, sevgi ve adalet onda, birlik ve
beraberlik onda, hayır ondadır.
İşte
Kur'an budur. Ona uyanlar kurtuluşa, uymayanlar ise hüsrana uğrayacaktır. Yüce
Allah bunu şöyle beyan ediyor: «O gün her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şahit
tutarız. Seni de onların üzerine tastamam şahit olarak getirdik. Sana her şeyi
açıklayan, hidâyet ve rahmet, müslümanlara da müjde olan kitabı indirdik.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Muhakkak ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı,
yakınlara bakmayı emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve taşkınlığı yasaklar. İyice
dinleyip tutasımz diye öğüt verir.»
Allahü
Teâlâ kullarının iki cihan saadetini kazanmaları için, onlara adaleti
emretmiştir. Adalet, kelime-i tevhiddir. Bunun zıddı ise kelime-i şirk olup küfür ve zulümdür. Sonra birbirlerine karşı
iyilik yapmayı emretmiştir. Yüce Allah kullarına ihsanla muamele edip suçlarını
bağışlar, emirlerine itaat edenlerin günahlarını affeder. İhsan, Yüce Mevlâ'nın
şâmndandır. Bundan dolayı kullarının da birbirlerine karşı ihsanla muamele
etmelerini emretmiştir. Sonra da sıla-i rahmi ve akrabaya yardımı emretmiştir.
Bu üç husus fertlerin toplumların, huzurunu, sükûnunu, bekasım, yükselmesini,
kuvvetlenmesini temin eder. Bu hasletlerden yoksun olan toplumlar ve fertler
eninde-sonunda yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdurlar. Yüce Hâ-Iık ailelerin ve
toplumların ahlâklarının bozulmasına, yıkılmasına ve yok olmasına sebep olan
zinayı, fenalığı ve taşkınlığı yasaklamıştır.
Zina,
âyette hayâsızlık olarak vasıflandırılmış olup, ahlâkın bozulmasına, ailelerin
yıkılmasına, toplumun temelden sarsılmasına, nesillerin dejenere olmasına,
asaletin bozulmasına, ana, baba arasındaki sevgi ve bağlılığın yok olmasına
sebep olan en kötü bir illettir. Âyette geçen münker ise, fenalıktır. Fenalık
Allahü Teâlâ'nm yasaklamış olduğu şeylerdir. Bunlar da, içki, kumar, yalan,
hırsızlık, dolandırıcılık, faiz, adam öldürme ve benzeri olan şeylerdir.
Âyette
geçen bağy kelimesi ise, taşkınlıktır. Taşkınlık, kibir ve büyüklenmedir. Bu da
en kötü bir illettir. Büyük sadece Yüce Allah'tır, O'ndan başka büyük yoktur.
Tekebbür şeytanın sıfatıdır, mü'mi-ne asla yakışmaz. Mü'mine yakışan tevazudur,
alçak gönüllülüktür, vakardır. Hem insan eşref-i mahlûktur, yaratılanların en
üstünü ve en hayırhsıdır. Onun şanına tekebbür yakışmaz. Aileleri ve toplumları
temelinden yıkacak olan bu üç illeti Allahü Teâlâ yasaklamış tır. Bu âyet-i
celîlede insanların huzur ve saadeti için üç şeyin yapılması ve üç şeyin de
yapılmaması emredilmiştir. Bu emir ve yasağa uyanlar kurtuluşa, uymayanlar ise
felâkete uğrayacaklardır. Allah, iyice dinleyip tutasmız diye size böyle öğüt
verir. Yüce Hâlık bunu şöyle beyan ediyor: «Muhakkak ki Allah, adaleti, iyilik
yapmayı, yakınlara bakmayı emreder. Hayasızlığı, fenalığı ve taşkınlığı
yasaklar. İyice dinleyip tutasmız diye öğüt verir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ahitl eştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine
getirin. Pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil
yapmışsınızdır. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.»
Ey
mü'müıier, siz ahitleştiğiniz zaman Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin.
Yeminle pekiştirdiğiniz ahidlerinizi bozmayın. Çünkü siz, bu ahidleriniz üzerine
Allah'ı tanık tutup, kefil yapmışsınızdır. Yüce Hâlık, sizin ahidlerinize vefa
gösterdiğinizi de, bozduğunuzu da bilir. Ona göre size mükafat ve mücâzat
verir. Ahde vefa göstermek toplumun birbirine olan itimadını temin eder. Birlik
ve beraberliği sağlar. Ahdi bozmak ise toplumun birlik ve beraberliğini
zedeler, itimadı sarsar, fertleri birbirine düşman yapar. Bu bakımdan Yüce
Allah ahidlerin yerine getirilmesini emretmiştir. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan
ediyor: «Ahitleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin. Pekiştirdiğiniz
yeminleri bozmayın. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil yapmışsınızdır. Muhakkak ki
Allah yaptıklarınızı bilir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor.
«İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan
kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü
yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve fesad vasıtası edinir misiniz? Herhalde
Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri O size
kıyamet günü elbette beyan edecektir.»
Bu
âyet-i celilede akıl sahipleri için çok anlamlı bir teşbih vardır. Yüce Hâlık
mü'minlerin dikkatini çekerek «Siz ahitleştiğiniz zaman, ahdinizi bozma
hususunda ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi
olmayın» buyurmuştur. Bu ifade çok anlamlıdır. Sözü edilen kadın, Amr bin
Kâa'b'ın kızı Rita'dır. Bu kadın her gün öğleye kadar yünden ip eğirir, onu
iyice büker, öğleden sonra kendisine arız olan bir vesveseden dolayı yaptığını
bozar, hiç yapmamış gibi olur. Böylece bütün emeği ve uğraşısı boşa gider.
Allahü Teâlâ ahidlerini sağlam yaptıktan sonra tekrar bozanları o kadına
benzetiyor ve şöyle buyuruyor: .
«Ey
iman edenler, siz ahidierinizi sağlam yaptıktan sonra tekrar bozarak, ipliğini
iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin
diğerinden daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve
fesad vasıtası edinir misiniz? Herhalde Allah sizi bu çokluğunuzla imtihan
eder. Hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri O, size kıyamet günü elbette beyan
edecektir.»
Ahde vefa
göstermek İslâm'ın emridir. Yüce Allah, kullarına ahidlerinde durmayı
emrediyor. Bu ilâhi emre uyanlara mükâfat, uymayanlara ise nıücâzat vardır.
Yukarda da ifade edildiği gibi, toplumların ve ailelerin ayakta durması
aralarında adaletle hükmedip, verdikleri sözde durmakla mümkündür. Adaletsiz ve
ahde vefasız toplumların ve ailelerin yaşaması mümkün değildir. Nitekim tarihte
bunun bir çok acı örnekleri görülmüştür.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat
O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola iletir. İşlediklerinizden
muhakkak sorumlu tutulacaksınız.»
Ey
insanlar, eğer Allahü Teâlâ dileseydi sizin hepinizi Müslüman bir millet
kılardı. Fakat O, İslama lâyık olanları Müslüman, lâyık olmayanları ise
saptırır kâfir yapar. Yüce Allah iman hususunda kullarını muhayyer bırakmıştır.
Bununla beraber onlara peygamber göndererek hak ile bâtılı, iman ile küfrü, iyi
ile kötüyü, helâl ile haramı, hayır ile şerri, mükâfat ile mücâzâtı bildirmiş ve
iman edenlere mükâfat, iman etmeyenlere ise mücâzat vereceğini haber vermiştir.
Peygamber göndermeden hiçbir toplumu müâhaze etmemiştir. İman edip,
peygamberlere tâbi olanlar hidâyete, imandan yüz çevirip peygamberlere tâbi
olmayanlar da sapıklığa düşüp helak olmuşlardır. Yüce Allah Peygamber gönderip
emir ve yasaklarını bildirdikten sonra kullarını yaptıklarından sorumlu
tutmuştur. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor: «Allah dileseydi sizi bir tek
ümmet yapardı. Fakat O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola iletir.
İşlediklerinizden muhakkak sorumlu tutulacaksınız.»
Yüce
Allah kullarına irade-i cüz'iyye vermiş ve onları serbest bırakmıştır. Bununla
beraber emir ve yasaklarını da bildirmiştir. İradesini iyiye kullanıp
emirlerine itaat edenler hidâyete, iradesini kötüye kullanıp emirlerine
uymayanlar ise sapıklığa düşmüşlerdir. Allahü Teâlâ tercih hakkını kullarına
bırakmıştır. Dileyen imanı, dileyen küfrü tercih etsin. Fakat imanı tercih
edenlere mükâfat, küfrü tercih edenlere ise mücâzat vereceğini peygamberleri
vasıtası ile de bildirmiştir. Bundan dolayı bütün kullarını Müslüman yapmamış,
tercih hakkını onlara bırakmıştır. Artık
kıyamet günü onlardan hiç biri «Ey Rabbim, ben Müslüman olacaktım, beni
kafir yaptın veya ben kâfir olacaktım, beni Müslüman yaptın» diyemeyeceklerdir.
Çünkü imam da, küfrü de kullar kendi iradesiyle seçmişlerdir. Bundan dolayı
işlediklerinden sorumlu tutulacaklardır. İşte kullarının hepsini bir tek ümmet
yapmayışmm hikmeti de budur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin. Çünkü bu
yüzden sağlamca yere basmakta olan ayak sürçebilir. Allah yolundan
alıkoyduğunuz için kötü bir azap tadarsınız. Ve sîzin için büyük bir azap
vardır.»
Kur'ân-ı
Azîmüşşân'm her âyetinde ve her kelimesinde düşünebilenler için ayrı ayrı
hikmetler ve ibret alınması gereken hususlar vardır. Her biri insanların dünya
ve âhiret mutluluğunu temin için birer kanun-u ilâhîdir. Bakın Yüce Allah ne
buyuruyor: «Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin. Çünkü bu yüzdün sağlamca
yere basmakta olan ayak sürçebilir, Allah yolundan alıkoyduğun için kötü bir
azap tadarsınız.» Ahdini bozup, yemin ederek birbirini aldatanlara ve insanları
Allah yolundan alıkoyanlara lçötü bir azap vardır. Bu azap onların fiil ve
amellerinin karşılığıdır. Zira Yüce Allah yalan yere yemini, ahdi bozmayı ve
Allah yolundan alıkoymayı kesinlikle yasaklamıştır. Bunları yapanlara elbette
elim bir azap vardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin.
Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.»
«Sizin yanınızdaki tükenir, Allah'ın katında olanlar
ise sonsuzdur. Sabredenlere mükâfatlarını yaptıklarının daha güzeli ile
ödeyeceğiz.»
Ey
iman edenler! Allah'ın dinini dünya menfaati elde etmek için satmayın. Allah'a
verdiğiniz sözde durun. Dünya menfaatleri geçici ve kıymetsizdir. Halbuki
âhiret nimetleri devamlıdır. Devamlı olan âhiret nimetleri, elbette geçici olan
dünya nimetlerinden daha üstün ve daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, Allah
katındaki sizin için daha hayırlıdır. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle beyan
ediyor: «Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz, Allah
katında olan sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın
katında olanlar ise sonsuzdur. Sabredenlere mükâfatlarını yaptıklarının daha
güzeli ile ödeyeceğiz.»
Bu
âyet-i celîle Hadramut'ta Abzan bin Üsbu' hakkında nazil olmuştur. Bu zat
Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelir ve şöyle der: «Ey Allah'ın Resulü, İmrü'ül Kays
sınırdaşımdır. Benim yerimden bir miktar toprak alıp kendininkine kattı. Bütün
ikazlarıma rağmen, beni dinlem-edi ve bana galip geldi.» Bunun üzerine Allah'ın
Resulü o zata şöyle der: «İmrü'ül Kays'ın senin toprağına tecavüz ettiğine dair
şahidin var mıdır?» Abzan şöyle cevap verir: «Ey Allah'ın Resulü, bütün herkes
o yerin benim olduğunu bilir. Fakat halkın nazarında o benden daha nüfuzlu biri
olduğu için onun tarafını tutmuşlardır. Böylece bana ait bir yeri ona mal
etmişlerdir.»
Abzan'dan
bu sözleri işiten Peygamberimiz İmrü'ül- Kays'ı yemine davet eder. Abzan «Ey
Allah'ın Resulü, o facir biridir. Yemin etmekten çekinmez» der. Peygamberimiz
vuzuha kavuşması için Ab-zan'a «Senin tanıkların olmadığı için yemin etmek sana
düşer» buyurur. Abzan yemin etmekten çekinir ve Efendimize «Ey Allah'ın Resulü,
benim bundan başka yapacak bir şeyim yok mudur?» der. Peygamberimiz «Yoktur»
cevabını verir. Sonra İmrü'ül Kays'ı yemin etmesi için çağırır. îmrü'ül Kays
yemin etmek üzere Peygamberimize gelir. Efendimiz hemen yemin ettirmez, bir müddet
beklemesini söyler. Bunun üzerine ikisi birlikte Peygamber'in huzurundan
ayrılırlar. O zaman bu iki âyet nazil olur. Peygamberimiz de kendilerini
çağırır ve âyetleri onlara okur. İmrü'ül Kays bu âyetleri dinledikten sonra
şöyle der: «Allah katında hiçbir değer ifade etmeyen ve fenaya mahkûm olan
bendedir. Baki olan ise Allah katındandır. Ey Rabbim, Abzan'm dediği doğrudur.
Ben onun yerini aldım. Fakat miktarının ne kadar olduğunu bilmiyorum. Gitsin,
yerimden ne kadar diliyor ise alsın. Hattâ bir o kadar da alsın. Geri kalanı da
bana yeter.»
Sahabe-i
kiramın kul hakkından ne kadar korktuğuna bakınız ki, Allah katındaki
sorumluluktan kurtulmak için malının hepsini vermekten çekinmiyor. Müslümanlar
da onları örnek alıp aynı şekilde hareket etmelidirler. Çünkü Allah katında en
büyük hak, kul hakkıdır.
Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Kadın olsun, erkek olsun her kim inanmış olarak iyi
amel işler ise, hiç şüphesiz onu çok güzel bir hayatla yaşatırız. Mükâfatlarını
yaptıklarından daha güzeli ile öderiz.»
Erkek
ve kadından her kim iman edip, anıel-i salih işlerse hiç şüphesiz Yüce Allah
onu en güzel bir hayatla dünyada da, âhirette de yaşatır. Ona işlemiş olduğu
şeylerin daha güzelini verir, günahlarını affeder, kusurlarını bağışlar.
Dünyada huzur ve saadet bahşeder, âhirette ise cennet nimetleriyle
mükâfatlandırır. İman edip Allah'ın emirlerine itaat ederek güzel amel
işleyenleri, Allah böyle mükâfatlandırır. İman etmeyenleri ise inkâr ve
küfürlerinin cezası olarak dünyada rüsvay eder, âhirette de elim bir azap ile
cezalandırır. Zira iman etmeyenlerin yapmış oldukları ameller Allah katında
asla makbul değildir. Çünkü amel Allah katında ancak iman ile değer kazanır.
Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Kadın olsun, erkek olsun her kim inanmış olarak
iyi amel işlerse, hiç şüphesiz onu çok güzel bir hayatla yaşatırız.
Mükâfatlarını yaptıklarından daha güzeli ile öderiz.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor: j\*^
«Kur'an okuduğun zaman koğulmuş şeytandan' Allah'a
sığın.»
«Doğrusu onun inananlar ve yalnız Rablerine
güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur.»
Onun nüfuzu sadece onu dost edinenler ve Allah'a
şirk koşanlar üzerindedir.»
Allahü
Teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Mu-hammed, Kur'an okuduğun
zaman koğulmuş şeytanın vesvesesinden Allah'a sığın. O, sana vesvese vererek
mânasını anlamaktan men etmesin. Onun, iman edenler ve yalnız Allah'a
güvenenler üzerinde asla bir nüfuzu yoktur. Şeytanın nüfuzu sadece onu dost
edinip, yolundan gidenler ve Allah'a şirk koşanlar üzerindedir.» Şeytanın dostu
iman etmeyenlerdir ve ancak onlar üzerinde nüfuz sahibidir. îman edenler
üzerinde ise asla nüfuz sahibi değildir. Yalnız mü'minin her işe başlarken
şeytanın şerrinden Allah'a sığınması şarttır. Çünkü şeytan, mü'minin en büyük
düşmanıdır. Onu her zaman hayırlı bir işten alıkoymaya çalışır. Kendisi gibi
Allah'a isyana davet eder. Mü'-min her hayırlı işinde «eûzü-besmele» ile
Allah'a sığındığı zaman Yüce Allah şeytanın şerrinden onu korur ve şeytanı ona
yaklaştırmaz. Çünkü Yüce Allah, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamberine,
Kur'ân'ı okuduğu zaman Rabbine sığınmasını emrediyor. Kur'-an'ı okumak ibadet
olduğu gibi, bütün hayırların başıdır. Böyle bir ibadete besmelesiz müsaade
edilmediğine göre, bütün hayırlı işlere besmele ile başlamak şarttır. Bu emir
Peygamberimizin şahsında bütün mü'minleredir. Daha geniş bilgi edinmek
isteyenler besmele kısmına müracaat etsinler.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz
zaman, Allah ne indirdiğini gayet iyi bilirken, onlar: "Sen sadece
uyduruyorsun" derler. Hayır, onların çoğu bunu bilmezler.»
«De ki: "Onu Rûhülkudüs, mü'minlerin imanını
pekiştirmek, Müslümanlara hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbin katından hak ile
indirmiştir.»
îbn
Abbas (r.a.) bu âyetin nüzulü hakkında şöyle demiştir: «Allahü Teâlâ,
mü'minlerin amel etmesi için Peygamber (s.a.v.)'e indirmiş olduğu hüküm onlara
ağır gelince, mü'minlere kolay gelen başka bir hüküm ile öncekini değiştirir ve
âyetin mânasını nesh eder. Bunu gören
Kureyş kâfirleri «Muhammed, arkadaşlarıyle alay ediyor, onlara bir gün başka
söylüyor, bir gün başka söylüyor. Kimini onlardan gizliyor, kimini onlara haber
veriyor» demişlerdir. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek, onların
iddialarını reddedip şöyle buyurmuştu!": «Bir âyetin yerini başka bir
âyetle değiştirdiğimiz zaman, Allah ne indirdiğini gayet iyi bilirken, onlar-,
«Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, onların çoğu onu Allah'ın
değiştirdiğini bilmezler. Yâ Muhammed, de ki: «Onu Rûhülkudüs, mü'minlerin
imanım pekiştirmek, müslümanlara hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbin katından
hak ile indirmiştir.» Kur'ân-ı Azîmüş-şân, mü'minler için hidayet ve müjdedir,
onların imanım pekiştirmek için Allah tarafından gönderilmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Andolsun ki "ona elbette bir insan
öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kasdettiklerinin dili yabancıdır. Kur'an
ise apaçık Arapça-dır.»
Kâfirler,
Peygamberimiz (s.a.v.)'i yalanlayarak, Allah tarafından kendisine gönderilen
vahiyleri inkâr etmişler ve «Bunlar geçmiş ümmetlerin masallarıdır, bunları
Muhammed'e bir insan öğretiyor» demişlerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar arasında
geçmiş ümmetlerin hikâyelerini ve masallarım çok iyi bilenler vardı. Cabir ile
Yasir de bunlardandı. Hz. Fatıma bazan Cabir'in evine gider çocuklarıyle
oynardı. Bunu gören kâfirler, Peygamberimize iftira ederek «Muham-med
söylediklerini kızı vasıtasıyle Cabir'den öğreniyor» demişlerdir. Halbuki onlar
îbrânice konuşuyorlar, Arapça okuma, yazma bilmiyorlardı. Yüce Allah bu âyeti
inzal ederek onların iddialarım reddedip şöyle buyurmuştur: «Andolsun ki:
"Ona elbette bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz.
Kasdettiklerinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık Arapçadır.
Bu
âyet-i celîle Kur'ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve Arapça indirildiğini
bildiriyor, aksini iddia edenleri ise reddediyor. Bugüne kadar aklı başında hiç
kimse Kur'ân-ı Azimüşşân'm insan sözü olduğunu söylememiştir. Akl-ı selimin
söylemesi de mümkün değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde kâfirler için şöyle buyuruyor:
«Muhakkak ki Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah
doğru yola eriştirmez. Onlara can yakıcı azap vardır.»
«Allah'ın âyetlerine inanmayanlar ancak yalan
uydururlar. İşte yalancıların tâ kendileri de onlardır.»
Bu
âyet-i celîlede kimlerin hidâyete erişeceği, kimlerin erişmeyeceği
bildiriliyor. Allahü Teâlâ, âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayanları asla
hidâyete erdirmez. Çünkü hidâyete ve kurtuluşa giden yol imandan geçer, iman
olmayınca hidâyet olmaz. Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerden daha zâlim ve
daha yalancı kimse yoktur. Onlar için çok şiddetli bir azap vardır. Allah'ın
âyetlerini inkâr edip, peygamberlerini yalanlayanlar, inkâr ve küfürlerinin
cezasını göreceklerdir. Zira onlar yalancıların ta kendileridir. Yüce Allah
bunu şöyle beyan ediyor: «Muhakkak ki Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah
doğru yola eriştirmez. Onlara can yakıcı azap vardır. Allah'ın âyetlerine
inanmayanlar ancak yalan uydururlar. İşte yalancıların tâ kendileri de
onlardır.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlananların
dışında her kim imanından sonra Allah'ı tanımayıp da küfre göğüs açarsa, işte
Allah'ın gazabı o gibilerin basınadır. Onlar için en büyük bir azap vardır.»
İman
bir nurdur, iman edenler, kurtuluşa, hidâyete, saadete ve Allah'ın rahmetine
kavuşurlar. İman etmeyenler ise gadabma uğrarlar. İman ettikten sonra tekrar
kendi arzularıyle kâfir olanların üzerine Allah'ın gadabı vardır. Ancak
kendilerine baskı yapılmak suretiyle küfür lâfzını söyleyenler müstesnadır.
Onlar kalben inkâr etmedikleri müddetçe mü'mindirler. Kendilerine yapılan baskı
neticesi dilleriyle küfür lâfzını söylemeleri imanlarına halel getirmez. Fakat
kalben buna rıza gösterirlerse o zaman dinden çıkarlar.
Bu
âyet-i celile Ammar bin Yâsir hakkında nazil olmuştur. Bu ve birkaç arkadaşı
Müslüman olmuşlar, Peygamberimizin yanma gitmek için Mekke'den çıkıp Medine'ye
hareket etmişlerdi. Kureyş'liler onların Medine'ye gittiğini öğrenince
yakalamak için arkalarından adamlar gönderip yakalatmışlardır. Dinlerinden
dönmeleri için kendilerine işkence yapmışlar, onlar da işkenceden kurtulmak
İçin küfür kelimesini sadece dilleriyle söylemişlerdir. Fakat kalben asla kabul
etmemişlerdir. Böylece onların işkencesinden kurtulmuşlardır.
tmam-ı
Mücahid tr.a.î'in rivayetine göre, Ammar bin Yasir'i Müslüman olduğu için Benî
Nasr kabilesi yakalamış, bir mağaraya hapsetmiş ve «Ey Ammar, eğer Muhammed'i
inkâr eder, Allah'a şirk koşarsan seni serbest bırakırız» demişlerdir. O da
şerlerinden kurtulmak için sadece küfür kelimesini diliyle söyler. Onlar da,
Ammar bizim dinimize döndü zannederek tekrar serbest bırakırlar. Ellerinden
kurtulan Ammar kaçıp doğruca Peygamberimiz (s.a.v.)'in yanma gelir, ağlayarak
başından geçenleri nakleder. O anda bu âyet-i cehle nazil olur ve Peygamberimiz
«Ey Ammar, küfür söylediğin zaman kalbin nasıldı?» der. Cevaben Ammar «Ey
Allah'ın Resulü, kalbim iman üzereydi» der. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.v.) «Kâfirler yine seni tehdit edip işkence yaparlarsa aynısını söyle»
buyurur. Çünkü Ammar (r.a.)'m, küfür kelimesini sadece diliyle söylemesi
imanına asla halel getirmemiştir. O, küfür kelimesini kalben değil, sadece
onları aldatmak için dilden söylemiştir. Ancak kendi arzusu ile küfür
kelimesini söyleyenlerin imanı gider. Abdullah bin Sâid gibi.
Abdullah
bin Said önce Müslüman olmuş, bilâhare irtidat edip dinden çıkmıştı. Allah'ın
gadabı dünyada kâfirlerin üzerine olup, âhirette de onlar için çok şiddetli bir
azap.hazırlanmıştır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Kalbi iman ile dolu
olduğu halde zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı tanımayıp da
küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin basınadır. Onlar için en
büyük bir azap vardır.» Bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır. İman
edenler mükâfatını, iman etme'yenler de cezasını göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Bunun sebebi şudur: Onların dünya hayatını âhirete
tercih etmeleri ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmemesinden
ötürüdür.»
«İşte bunlardır, Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve
gözlerini mü-hürlediği kimseler. İşte onlar gafillerin tâ kendileridir.»
«Şüphesiz ki âhiret gününde hüsrana uğrayacaklar da
bunlardır.»
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celîlelerde en büyük azaba kimlerin uğrayacağını bildiriyor.
Âhirette en büyük azaba uğrayacak olanlar, Allah'ın âyetlerini ve âhireti inkâr
ederek kâfir olanlardır. Allah kâfirler topluluğunu inkârlarından vazgeçip
imana dönmedikçe asla hidâyete erdirmez. Allah, onların kalblerini, kulaklarını
ve gözlerini mühürlemiştir. İşte onlar gafillerin tâ kendileridir ve âhiret
günü hüsrana uğrayacaklar da onlardır. Yukarda geçen âyetlerde de ifade
edildiği gibi, iman etmeyenler inkâr ve küfürlerinin cezasını göreceklerdir.
Onlar için çok şiddetli bir azap vardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Sonra senin Rabbin işkenceye uğratıldıktan sonra
hicret eden, sonra Allah yolunda savaşan ve sabredenlerledir. Muhakkak ki
Rabbin bunların ardından da cidden çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.»
îbn
Abbas (r.a.)'m rivayetine göre, bu âyette Ammar bin Yâsir, ebeveyni, Hz. Bilâl
ve Süheyb hakkında nazil olmuştur. Bunlar Müslüman oldukları için müşrikler
tarafından çeşitli işkenceye uğramışlar, bilâhare ellerinden kurtulup Medine'ye
Peygamberimizin yanına hicret edip, orada toplanmışlardır. Bunun üzerine Yüce
Allah bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, senin Rabbin
işkenceye uğradıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda savaşan ve
sabredenlerledir. Muhakkak ki Rabbin bunların ardından da cidden çok
yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir.» Allahü Teâlâ kendi yolunda cihad edenlerin
günahlarını affeder, kusurlarını bağışlar, amellerini kat kat yapar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«O gün herkes öz canı için uğraşacaktır. Herkes ne
yaptıysa kendisine eksiksiz olarak verilecek. Onlar asla haksızlığa
uğratüma-yacakiardır.»
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celîlede kıyametin dehşetim haber veriyor. Kıyamet günü
insanlar mahşer yerine toplanırlar, amel defterleri ellerine verilir, herkesin
yaptığı karşısına çıkar. Cehennem kükreyip azabı gördükleri zaman, herkes
«Nefsi, nefsi!» diye feryad ederek öz canını azaptan kurtarmaya uğraşır. İşte o
zaman herkese yaptığının karşılığı eksiksiz olarak verilir, kimseye haksızlık
yapılmaz. Hayır işleyenlere mükâfat, şer işleyenlere i,se mücâzat verilir,
iyiler cennete, kötüler cehenneme sevk edilir. Yüce Allah bunu şöyle beyan
ediyor: «O gün herkes öz canı için uğraşacaktır. Herkes ne yaptıysa
kendisine eksiksiz olarak verilecektir. Onlar asla haksızlığa
uğratmayacaklardır.» Görülüyor ki kıyamet günü herkes dünyada yaptığının
karşılığını görecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah size huzur ve güven içinde olan bir kasabayı
misal olarak verir. Her yandan oraya bol bol rızık geliyordu. Ama Allah'ın
nimetine küfrettiler de yaptıklarından dolayı Allah onlara açlık ve korku
belâsını tattırdı.»
Allahü
Teâlâ, size halkı huzur ve güven içinde olan, her taraftan oraya bol bol rızık
gelen Mekke'yi misal olarak vermiştir. Allah oranın halkını her türlü
musibetten korumuş, rızkını bol etmiştir. Buna rağmen onlar Allah'ın bunca
nimetlerine şükretmeyip, küfret-mislerdir. Yüce Allah, bu yaptıklarına karşılık
onları açlık ve korku belâsıyle cezalandırmıştır. Mekke'liler, peygamberlerini
yalanlayıp, Allah'ın âyetlerini inkâr ettikleri için, inkâr ve küfürlerinin
cezası olarak Allah onlara yedi yıl açlık ve korku belâsını tattırmıştır.
Açlıktan ölü hayvan ve köpek eti yemeye başlamışlardır. Onlar âlemlere rahmet
olarak gönderilen Peygamberi yalanlamışlar, Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler
ve Müslümanlara çeşitli işkence yapmışlardır. Peygamberimiz (s.a.v.) sahabesine
yapılan işkenceye daya-namıyarak, Rabbine şöyle niyazda bulunmuştun «Ey Rabbim,
bu muzır kavmin üzerinden rahmetini kaldır, Yusuf'un zamanındaki gibi onlara da
kıtlık ver.» Allahü Teâlâ sevgili Peygamberinin duasını kabul eder, onlara
görülmemiş bir yokluk ve kıtlık verir. Yüce Hâlık her topluma dünyada da,
âhirette de lâyık olduğu cezayı verir. Bazılarının cezasını dünyada muayyen bir
zaman tehir eder. Bunun ise hikmetleri vardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Andolsun ki onlara kendilerinden bîr peygamber
gelmişti de onu yalancı saymışlardı. Zulüm ederken kendilerini azap
yakalaya-vermişti.»
Allahü
Teâlâ sevgili peygamberini Kureyş kabilesi içinden seçip göndermiştir. Onlar,
âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberi yalanlamışlar, onu yalanlamakla
kendilerine zulmedip kâfir olmuşlardır. Yüce Allah onlara, inkâr ve
küfürlerinin cezası olarak korku ve yokluk
musibetini tattırmıştır. Yokluk ve kıtlık içinde bunalan Mekke liler Ebu
Süfyan'ı Peygamberimiz (s.a.v.)'e gönderip, bu musibetten kurtulmaları için
kendilerine dua etmesini istemişlerdir. Ebu Süfyan, Peygamberimize gelerek: «Ya
Muhammedi Sana düşmanlık yapanlar Mekke'nin yetişkin erkekleridirler.
Kadınların ve çocukların ne suçu var, onlar da bu yokluk ve kıtlık belâsına
mübtelâ oldular?» demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke
halkının kendisine yenecek bir şey getirmesini ister, Resûlüllah'ın isteği
yerine getirilir. Rahmet Peygamberi onların bu musibetten kurtulması için
Rabbine dua eder ve Mekke'liler içine düştükleri yokluk ve sıkıntıdan kurtulurlar.
Görülüyor
ki, çaresiz kalan kâfirlere, İslâmı sevdirmek maksadıyla yardım yapılmasında
bir mahzur yoktur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Artık Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden
helâl ve temiz olarak yeyin. Eğer O'na kulluk edecekseniz Allah'ın nimetlerine
şükredin.»
Ey
iman edenler, Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerin helâl ve temiz
olanlarından yeyin. Yasaklamış olduğu şeylere yaklaşmayın. Eğer O'na kulluk
edecekseniz nimetlerine şükredin. Çünkü -her nimet şükrü gerektirir. Yüce Allah
şükredenlerin rızkını artırır, nankörlük edenleri ise şiddetli azaba uğratır.
Allahü Teâlâ kullarının helâl ve temiz olanlardan yemesini, nimetlerine
şükretmesini emrediyor ve şöyle buyuruyor: «Artık Allah'ın size rızık olarak
verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak, yeyin. Eğer O'na kulluk edecekseniz
Allah'ın nimetlerine şükredin.»
Allahü
Teâlâ âyet-i colüesinde bunu şöyle beyan ediyor:
«O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de
Allah'tan başkası için kesilmiş olanı haram kıldı. Darda kalan aşırı gitmemek
ve başkasının hakkına el uzatmamak şartıyle bunun dışındadır. Çünkü Allah
hakkiyle yarhgayıcıdir, kemâliyle esirgeyicidir.»
Allahü
Teâlâ yarattığı varlıklar içinde en mükemmel ve en üstün olarak insan oğlunu
yaratmıştır. Onun yiyeceklerini ve giyeceklerini de diğer varlıklarmkinden daha
üstün ve şanına yakışır şekilde yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki kullarının
şanına yaraşmayan bazı yiyecekleri yasaklamıştır. Bunları yemek dinen olduğu
gibi, tıbben de mahzurludur. İslâm, insanın sadece dinini değil, sıhhatini,
ahlâkını ve aile düzenini de koruyor. Bunun içinde Yüce Hâlık sıh-hata ve
ahlâka zarar veren her şeyi yasaklamıştır. Faydalı olanların ise yenmesini
emretmiştir.
Bu
âyette yasak edilen şeylerden bazıları şöyle sıralanmıştır: Ölü hayvan, kan,
domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Bunları yemek dinen
haram olduğu gibi, sıhhate de zarardır. Ancak darda kalan, aşırı gitmemek
şartıyle ölmeyecek kadar bunlardan yiyebilir. Bu ruhsat Allahü Teâlâ'nm
kullarına bir lüt-fudur. O, Gafurdur, kullarım bağışlar, Rahimdir onları
esirger.
Allahü
Teâîâ âyet-i celîlesinde şöyle ^buyuruyor:
«Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye:
"Şu haramdır, bu helâldir" demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan
uydurmuş olursunuz. Şüphesiz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar asla felah
bulmazlar.*
«Az bir geçim ve arkadan can yakıcı bir azap
onlarındır.»
Ey
kâfirler, diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye «Şu haramdır, bu
helâldir» demeyin. Helâl ve haram olduğunu bilmediğiniz şeyleri söylemekle
Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Hiç şüphesiz Allah'a karşı yalan uydurup,
iftira edenler asla kurtuluşa eremezler. İslâmdan önce Yahudiler ve
Hıristiyanlar, Allahü Teâlâ'nm helâl kıldığı şeylerin bazılarını kendilerine
haram, haranı kıldığı şeylerin bazılarını da helâl kılmışlardır. Hattâ daha da
ileri giderek kendileri için helâl olan şeylerin bir kısmım da kadınlarına
haram kılmışlardır. Bundan dolayı Yüce Allah onlara bazı şeyleri haram kılmış
ve şöyle buyurmuştur: «Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye: «Şu
haramdır, bu helâldir» demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Şüphesiz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar asla felah bulmazlar.» Onlar,
Allah'a karşı iftira ederek delilsiz ve hüccetsiz olarak, Allah'ın helâl
kıldığını haram, haram kıldığını da helâl saymışlardır. Bundan dolabı onlara
can yakıcı bir azap vardır.
Bu
âyet-i celüede, kadılara ve müftüere hüccetsiz ve delilsiz, kendi arzularına
göre fetva vermemeleri hususunda tembih vardır. Hüccetsiz ve delilsiz verilen
fetvalar geçerli olmadığı gibi, manevî mes'-ûliyeti de muciptir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Sana
anlattıklarımızı daha evvel Yahudi olanlara da haram kılmıştık. Biz onlara
zulmetmemiştik, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.»
Allahü
Teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Mu-hammed, sana
anlattıklarımızı daha evvel Yahudilere haram kılmıştık. Bunları haram kılmakla
biz onlara zulmetmemişizdir. Fakat onlar Allah'a iftira etmekle kendilerine
zulmetmişlerdir.» Allah, kullarına asla zulmetmez, ancak onlar Allah'a isyan
etmekle kendilerine zulmetmişlerdir. İnsanların başlarına gelen bütün felâket
ve musibetler, onların kendi isyanlarının cezasıdır. Hiçbir zaman hak
etmedikleri ceza ile cezalandırılmazlar. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:
«... Biz onlara zulmetmemiştik, fakat onlar kendilerine zulm etmişlerdi.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sonra
Rabbin, bilmeyerek kötülük işleyip de tevbe eden ve ıslâh olanlardan yanadır.
Bundan sonra da Rabbin muhakkak çok yar-Iığayıcı, çok esirgeyicidir.»
îman
ettikten sonra, bilmeyerek kötülük işleyip de tevbe edip ıslâh olanların
günahlarını Yüce Allah bağışlar, kusurlarını affeder. Çünkü Allah kusurları
bağışlayan, günahları affedendir. O, çok yar-lığayıcı, çok esirgeyicidir.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Hakikî ilim sahipleri Allah'tan korkarlar, O'na
asla isyan etmezler, günah işlemezler. Yaptıkları hatâlara karşılık derhal
tevbe ederler, pişman olurlar. Ancak gerçek ilim sahibi olmayan cahiller
Allah'a âsi olup günah işlerler, yaptıklarına pişman olmazlar. Bu gösteriyor ki
hakikî ilim, sahipleri Allah'a asla âsi olmazlar, emirlerine itaat edip,
yasaklarından kaçınırlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Muhakkak ki İbrahim tek başına bir ümmetti. Allah'a
itaat ederdi ve muvahhid bir Müslümandı. O hiç bir zaman müşriklerden olmamıştır.»
«Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip
seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmiştir.»
Allahü
Teâlâ'nm seçip gönderdiği peygamberlerden biri de Hz. İbrahim (a.s.)'dir. O,
ehl-i tevhidin reisi, zamanındaki beşeriyetin en birinci muvahhidi, Müslümam
idi. İbrahim Ca.s.) sahip olduğu faziletler ve kemâlât itibariyle başlıca ve
müstekıl bir ümmetti. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı, her an Rabbinin
nimetlerine şükrederdi. O, din olarak İslâmı beğenip seçmiş, kendisini doğru
bir yola iletmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Muhakkak ki İbrahim
tek başına bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi ve muvahhid bir Müslümandı. O hiç
bir zaman müşriklerden olmamıştır. Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip
seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmiştir.»
Allahü
Teâlâ'nm İbrahim (a.s.)'i «Tek basma bir ümmetti» diye zikretmesi, zamanında
kendisinden başka Allah'a iman eden bulunmadığından dolayıdır. Aynı zamanda
ulûl azim peygamberlerden olup, diğer peygamberlerdeki özelliklerin hepsi
kendisinde bulunmaktadır. O, peygamber olmadan önce tevhid inancı unutulmuş,
herkes puta tapmaya başlamıştır. Ancak peygamber olduktan sonra tevhid inancı
yeniden doğmuş, gün geçtikçe iman edenlerin sayısı çoğalmıştır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde îbrâhim (a.s.) için şöyle buyuruyor :
«Dünyada
ona iyilik verdik, şüphesiz ki o, âhirette de mutlak sa-lihlerdendir.»
«Sonra
sana: "Muvahhid bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı"
diye vahyettik.»
Allahü
Teâlâ îbrahim (a.s.)'e, dünyada en güzel iyilik ve hayır vermiş, onu bütün
insanlara sevdirmiş, İsmail ve İshak (a.s.) gibi salih evlâtlar vermiş,
soyundan bir çok peygamber göndermiştir. Şüphesiz ki o, âhirette de
salihlerdendir. Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, muvahhid
bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.»
Hz.
Muhammed (s.a.v.) peygamber olmadan önce de, peygamber olduktan sonra da asla
puta tapıp müşriklerden olmamıştır. Zaten peygamber olmadan önce Hz. İbrahim'in
dini olan Hanîf dinine (yani tevhid akidesine) mensuptu. Peygamber olduktan
sonra ise puta tapması mümkün değildir, çünkü peygamberlerin görevi halkı
tevhid inancına davet etmektir. Çünkü Allah katında İslâm'dan başka din geçerli
değildir. Bu bakımdan hiçbir peygamberin İslâm dininden başka bir dini telkin
etmesi düşünülemez. Her peygamber gönderilmiş olduğu toplumu tevhid dini olan
İslâm'a davet etmiştir. İşte Hz. İbrahim'in dini de budur. Hz. Peygamber'in
telkin ettiği din de budur. Bundan başkasına tâbi olanlar asla mü'min
olamazlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Cumartesi ancak o gün üzerinde ihtilâfa düşenlere
farz kılındı. Şüphesiz ki Rabbin onların ihtilâf edegeldikleri şeyler hakkında
kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.»
Musa
(a.s.), kavmine haftada bir gün dünya işlerini terk edip sadece ibadetle meşgul
olmalarını ve geri kalan günlerde ise dünya işleriyle uğraşmalarını
söylemiştir. İbadetle meşgul olacakları gününde cuma olmasını istemiştir. Fakat
kavmi o günü kabul etmeyerek «Allah cuma günü çalıştı, cumartesi istirahata
çekildi, biz de o günü istiyoruz» diyerek, cumayı kabul etmemişler, onun yerine
cumartesini tercih etmişlerdir. Allahü Teâlâ da onların isteklerini kabul
etmiş, o günü İsrail oğulları için ibadet günü yapmıştır. Onlar cumayı kabul
etmeyip, cumartesini tercih ettiklerinden dolayı, o gün diğer günlerde yasak
edilmeyen bir çok şey yasak edilmiş ve bu yasağa uymayanlar şiddetli bir azaba
uğratılarak helak olmuşlardır. Böylece peygamberlerine muhalefetlerinin cezasını
görmüşlerdir. Musa (a.s.) 'dan sonra, İsa (a.s.) da kavminin cuma günü dünya
işlerini terk edip haftada bir gün sadece ibadet ile meşgul olmasını istemiş,
fakat onlar da cumaya kabul etmeyerek pazarı tercih etmişler ve «cumartesi
Yahudilerin günüdür, pazar ise mükevvenâtm yaratılmaya başlandığı bir gündür,
biz bu günü tercih ediyoruz» demişlerdir. Yüce Allah, onların arzularını kabul
etmiş, pazar gününü de Hıristiyanlar için bir ibadet günü kılmıştır. Fakat
diğer günlerde yasak edilmeyen bazı şeyler o gün yasak edilmiş, bu yasağa uyanlar kurtulmuş, uymayanlar ise
elim bir azaba uğrayarak helak olmuşlardır.
Ebû
Hüreyre (r.a.)'nin rivayetine göre, Peygamberimiz (s.a.v.J şöyle demiştir: «Biz
dünyada peygamberlerin ve ümmetlerin sonun-cusuyuz. Fakat âhirette cennete
hepinizden önce gireceğiz. Çünkü cuma günü bize verildi, bizden öncekiler o
günü ibadet için kabul etmediler. Yahudiler cumartesini, Hıristiyanlar da
pazarı tercih ettiler. Bu bakımdan onların hepsi bize tabidirler.» Aîlahü
Teâlâ, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, senin Rabbin kıyamet
günü onlara ihtilâf ettikleri dini beyan eder ve hak dininin hangisi olduğunu
hiç şüphesiz bildirir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla
en güzel şekilde mücadele et. Muhakkak ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha
iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.»
îslâm'ın
davet ve terbiye metoduna bakınız. İnsanın karşısındaki ile mücadele ederken en
güzel şekilde deliller ve hikmetlerle mücadele etmesini emrediyor. Allahü
Teâlâ, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, insanları Rabbinin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlara iyi davran ve onlarla en güzel
şekilde mücadele et. Muhakkak ki Rabbin kendi yolundan sapanları da, doğru
yolda olanları da en iyi bilendir.» Hiçbir şey Yüce
Allah'ın
bilgisinden gizli kalmaz. O, hidâyete erenleri de, sapıklığa düşenleri de
bilir, kıyamet günü ona göre mükâfat ve mücâzat verir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ceza
verecek olursanız, sîze nasıl ceza
verildi ise, siz de öylece ceza veriniz. Sabrederseniz elbette bu, sabredenler
için daha iyidir.»
«Sabret. Senin sabrın ancak Allah içindir. Onlara
üzülme. Kurdukları düzenlerden dolayı da endişe etme.»
«Şüphesiz ki Allah muttekilerle ve iyilik yapanlarla
beraberdir.»
İbn
Abbas (r.a.)'m rivayetine göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Müşrikler Uhud
Muharebesinde Hz. Hamza'yı şehid edip parça lar?uşlardır. Peygamberimiz
(s.a.v.) amcasını bu şekilde görünce çok üzülmüş ve şöyle demiştir: «Eğer
Allahü Teâlâ bana fırsat verir, onlara galip gelirsem, erkeklerine ben de aynı
şeyi yapacağım,» Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili
Peygamberine şöyle buyurmuştur: (Yâ Muhanımed,) kâfirlere ceza verecek olursanız,
size nasıl ceza verildi ise, siz de öylece ceza veriniz. Sabrederseniz elbette
bu, sabredenler için daha iyidir. Sabret. Senin sabrın ancak Allah içindir.
Onlara üzülme. Kurdukları düzenlerden dolayı da endişe etme. Onlar sana asla
bir şey yapamazlar. Şüphesiz ki, Allah muttekilerle ve iyilik yapanlarla
beraberdir.. Yüce Allah sabredip, iyilik yapan mutteki kullarının amellerini
asla boşa çıkarmaz, onların mükâfatını kat kat verir. Bu âyetin hükmü umumidir.
Kısas ve hakkı talep hususunda, kısastan vazgeçip afvet-mek daha hayırlıdır.
Zira kıyamet günü mükâfatı daha çoktur. Afv edeni eri Allah sever.
14. cüzün ve üçüncü cildin sonudur.